42 06 haziran

Page 1


Selam. Merhaba sevgili okur. İki aydır görüşemiyoruz, ve inan biz, seni senin bizi özlediğinden daha çok özledik, ve bu aydan itibaren arayı kapatmaya başlamak istiyoruz. Öncelikle, bahsetmek istediğimiz çok önemli iki konu var.

Önce bizim için çok anlamlı ve önemli bir şeyden bahsetmek istiyorum. Dergimiz Çizgi Roman Okurları Platformu’nun 4 senedir düzenlediği, Çizgi Roman Okur Ödülleri’nde bu sene “En iyi çizgi roman yayınlayan Edergi” kategorisinde aday olmuştu. Sizlerin de desteği ile birinci seçildik. Açıkcası ödülü alana kadar pek birşey hissetmemiştim ancak sahneye çıkıp ödülü aldığımda kişisel olarak ve dergi adına yaşadığım gururu anlatamam. Biz bundan 7 ay önce bir dergi yapalım diye atıldığımızda aklımızda insanların okuyup takip edebileceği ,hoş bir içerik bulabileceği bir dergi yaratmak vardı. Ve sanıyorum ki bunu az çok başarıyoruz. Bundan sonra daha çok çalışarak, daha kaliteli içerikle karşınızda olmaya çalışacağız. Önümüzdeki aylarda bizi takip edin. Bahsetmek istediğimiz bir diğer konu da, Gezi Parkı olayları. Olayların detaylarından ve büyüklüğünden bahsetmek istemiyoruz, çünkü hepiniz 'sosyal medya'da olayları görüyorsunuz. Olaylar bizi de çok üzdü tabi ki. Ancak 80'lerin ve 90'ların efsane nesli, son 11 gündür sözlük başlığı olmaktan çıkıp, bobiler'den de taşıp sokaklara döküldü ve mükemmel şeyler yarattı. Birçoğu apolitik olan bu insanlar; sokağa ve her yere medeniyet ve mizah yaydı, bizim çok güzel ve eğlenceli bir toplum olduğumuzu tüm Dünya'ya gösterdi. Kentsel şiddete, çevre yıkımına, polis faşizmine, kısmi demokrasiye biz de karşıyız, ve ifade özgürlüğü ile ifade özgürlüğünü savunan insanlar çok seviyoruz. Savaşmayan, barışan bu toplumu da, sizi de çok seviyoruz. Güç sizinle olsun, İyi okumalar. #direngezi Aykut & Çağlar


İÇİNDEKİLER Sayfa 5 – Bioshock Infinite Sayfa 8 – Starcraft Heart Of The Swarm Sayfa 13 – Trials Sayfa 16 – Thrash Metal Sayfa 22 – Airbourne Sayfa 24 – Soilwork The Living Infinite Sayfa 25 – U.D.O. Steelhammer Sayfa 27 – Yaşlı Adamın Savaşı Sayfa 29 – 7 Detektif Sayfa 28 – Game Of Thrones Sayfa 32 – Gezgin Şövalye Sayfa 32 – Planet Of The Apes Filmografi Sayfa 41 – Battlestar Galactica Sayfa 43 – The Raven Sayfa 45 – The Road



Oyun

Siz hiç muhteşem bir macera yaşadınız mı? Veya büyük gizemlerin peşine düştünüz mü? Dünyanın kaderini değiştirecek gibi oldunuz mu hiç? Ya da daha büyük amaçlar için fedakarlık yaptınız mı? Belki bizzat olarak değil ama bir oyuncu olarak yukardakileri pek çok kez yaptığınıza eminim. Oyun oynamayı seviyorum. Oyunlar bana yapmak isteyeceğim yüzlerce şeyi yapma fırsatı veriyor. Çoğu zaman gerçek hayatın sıkıcılığından uzaklaştığım bir ara mola gibi düşünüyorum. Tabi ki sonunda hepsi birer oyun. Er yada geç gerçek hayata geri dönüyoruz. Oyun, oyun olarak kalıyor. Bioshock Infinite oyun olarak kalmayan nadir oyunlardan. Uzun zamandır atmosferi bu kadar gerçekci, karakterlere bu kadar bağlayan, müthiş bir hikayeyi mümkün olduğunca az anlatan oyun oynamamıştım. Neyse lafı daha fazla uzatmadan size şunu sormak istiyorum;

Yazı mı, tura mı? Fırtınalı bir denizde dalgaların salladığı kayıkta giderken elime bir silah tutuşturuluyor. Ah, bir de resim var. Sanırım bu kızı bulmam gerekiyor. Önümdeki iki kişinin benimle pek muhabbet edesi yok. Galiba cevapları kendim bulmam gerekiyor. Kim bu kız ve neden onu istiyorlar?

Daha önce Bioshock oyunlarını oynayanlar bilir. Oyunun her ne kadar müthiş bir hikayesi olsa da bu size açık açık sunulmaz, kendinizin eşelemesi gerekir. Duvardaki yazıları okumanız, bulduğunuz her kaydı dinlemeniz gerekir. Ama sonunda da muhteşem bir kurgu ile ödüllendirilirsiniz. Bioshock Infinite hem Bioshock 1,2’ye çok benziyor hem de bir o kadar farklı. Farklı, çünkü denizin dibinden sonra gökyüzündesiniz, bambaşka bir atmosfer var. Farklı, çünkü Rapture’da felaket olduktan sonra bulunuyorken, Colombia’da her şey güllük gülistanlık, insanların içindesiniz. Ama en önemli değişiklik Elizabeth(ki kendisi hakkında saatlerce konuşabilirim.  ). Hep atmosfer, hep atmosfer biraz da içerikten bahsedeyim. Ancak oyunumuz burada da oldukça güçlü. Oyunda muhteşem çatışmalara giriyorsunuz. İlk oyunun kapalı alanlarda, az sayıda düşmanla kapışmalarınızın yerini, sürüyle düşman ve açık alanlar alıyor. Ve hemen hemen her açık alanda üzerinde kendinizi taşıyabileceğiniz raylar ve pek çok etkileşime girebileceğiniz siper, cephane, kanca vb. tarzda şeyler oluyor Elizabeth sayesinde(bknz. Her eve lazım kutusu). Düşmanlarımız da oldukça çeşitli. Klasik askerler dışında partiotlar, vigor almış düşmanlar gibi farklı tipde düşmanlar da mevcut ve hepsinin kendine göre zorlukları var. Hele ki bi handymanler var of


Anlamdıramadığınız sahnelerden biri. Peki hiç mi eksisi yok bu oyunun? Var. İlk gözüme batan Bioshock 1 ve 2 ile çok benzer olduğu. Plasmid yerine Vigor, Audio Diaries yerine Voxophone, Big Daddy yerine Handyman. Hani tamam, bunlar ilk oyunda da sevdiğimiz güzel mekaniklerdi. Ancak daha farklı olabilirdi. Mesela hikayeyi bulduğumuz Voxophone kayıtlarından dinlemek yerine(bu arada oyun içinde Voxophoneları diyorum, big daddy bunların yanında çocuk kalır. Bir dinlerken altyazı çıkmıyor. Oyunun içinden menüye de bütün bunlara ek olarak muhteşem çatışma girip dinlemenizi tavsiye mekanikleri ekleyin. Silahların hissi Müzikler ederim. Sesler biraz boğuk olsun, oynanış hızı olsun çok başarılı. çıkıyor anlamakta bu da çatışırken inanılmaz keyif Bir Bioshock oyunun olmazsa olmazı zorlanabilirsiniz.), oradaki almanızı sağlıyor. muhteşem müzikleridir kesinlikle. Ve insanlardan öğrenebilirdik. yine G. Schyman döktürmüş. Oyun Tabi bu yukarıda saydığım Yada biraz daha farklı içinde aksiyonun ortasında pek düşmanlara karşı tek başınıza yenilikçi mekanikler farkedemeseniz de çok güzel bir albümü değilsiniz. sizin de envai çeşit geliştirilebilirdi. Bir diğer eksi var oyunun. Hemen hemen her şarkısı silahlarınız ve vigorlarınız var. bulduğum nokta ise oldukça güzel, ancak gözlerim bir The Bioshock’daki plasmid yerine burada hikayenin çok eşelemenizi Ocean on His Shoulders aradı ve ne da vigor kullanıyoruz. Toplamda 8 gerektirmesi. Ah, inanın mutlu ki bu oyunda da buldum. çeşit vigorumuz var. Bunlar alev topu, buna değiyor. Ortada müthiş Elizabeth, kesinlikle bu şarkıyı dinleyin. yıldırım, düşman kontrolü gibi hoş bir hikaye var. Ancak Bu arada dikkatimi çekti, iki şarkının da güçler kazandırıyor. Hepsi de 2 kere neredeyse her detaya dikkat isimleri bu kadar oturaklı olabilirmiş.  geliştirilebilir. Silahlar da aynı şekilde etmeniz, bulduğunuz herşeyi geliştirilebiliyor. Yani anlayacağınız dinlemeniz gerek. Bi buna paraya olan ihtiyacınız asla bitmiyor. Oyundaki bütün rağmen oyunun sonunda “ee, ne oldu şimdi?!” paraları toplayıp, hiç ölmeseniz bile (ölünce para demeniz mümkün. Bu yüzden dikkatli oynayın ve kaybediyorsunuz çünkü) tüm geliştirmeleri yapma kesinlikle ama kesinlkle oyunu bitirene kadar hikayeyi şansınız yok. O yüzden favori silahlarınızı ve internette eşelemeyin. Spoiler kurbanı olmayın. Tabi vigorlarınızı belirleyip bunlara yönelin derim. hikayenin bu kadar gizli olmasının güzel yanları da yok Oynanış biraz çizgisel, ancak bu beklenen birşeydi. Zaten oyun sizi aksiyona boğduğu için pek farketmiyorsunuz. Mekanlar çok başarılı, özellikle oyunun sonlarına doğru etrafınıza ağzınız açık bir şekilde bakakalıyorsunuz.

Bu arkadaşlar canınızı çok sıkacak.


Vigorlar etkili, ancak o ellerle yemek yiyebileceğinizi sanmam.

Elizabeth Oyunumuzu diğer Bioshocklardan ayıran en önemli unsur Elizabeth. Daha önce pek az oyunda bir karakter bu kadar insansı olmuştur. Zaten oyunun yapım aşamalarına bakarsanız Elizabeth’in modellenmesinde ne kadar titizlikle durulduğunu görebilirsiniz. Elizabeth sadece yanımızda gezdirdiğimiz bir karakterden ibaret değil. Önclikle kendi başının çaresine bakabiliyor, İlginç güçleri var ve çatışmalar sırasında size sağlık paketi , mermi atıp yardımcı olabiliyor. Yetmedi kilitli kapıları açıyor. Bir de bunun üzerine size o şirin mavi gözlerle bakıp bir iki kelime sohbet etti mi nufusunuza geçirmeye çalışmanız olası.

değil. Özellikle oyunu bitirdiğinizde tekrar oynarmak isterseniz(ki isteyeceksiniz ), sizi güzel bir süpriz bekliyor, 1999 modu. Bu mod oldukça zor ve öldüğünüzde tüm paranızı kaybetmeniz gibi acımasız cezaları var. Ancak oldukça zevkli olduğunu söyleyebilirim. Ama asıl önemli nokta, özellikle 2. Oynayışınızda herşey daha bir anlam kazanıyor. İlk oynayışınızda anlam veremediğiniz olaylar, bir bir açıklık kazanıyor. Bu da oldukça hoş bir tecrübe, denemenizi tavsiye ederim. Bioshock Infinite muhteşem bir oyun. Ne aksiyon olarak, ne de hikaye olarak ortalamanın altına düşüyor. Herkese önerebileceğim bir oyun değil. Herşeyin ayağınıza geldiği, önünüze serildiği oyunlardan değil Bioshock. Ama geri kalanınız için keşfedilmeyi bekleyen muhteşem bir hikaye sizi bekliyor. Aykut Kekeç

Artıları; + Durmayan aksiyon. + Muhteşem grafikler. + Epik atmosfer. + Hikaye. Eksileri; - Temel mekanikler Bioshock 1,2 ile aynı. - Çevre ile çok etkileşime giremiyoruz. Sistem Özellikleri; OS: Windows 7 Service Pack 1 64-bit Processor: Quad Core Processor RAM: 4 GB Hard Drive: 30 GB free Video Card: DirectX11 Compatible, ATI Radeon 6950 / NVIDIA GeForce GTX 560 Video Card Memory: 1024 MB Sound Card: DirectX Compatible


Blizzard İşini Biliyor

Normal şartlar altında bir oyunun ek paketi ne kadar sürede çıkar ? 3 ay ? 6 ay ? 1 yıl ? StarCraft 2 Heart of the Swarm öyle bir zaman da geliyorki ilk başta akıllara ayrı bir oyunmuş gibi geliyor. Dile kolay, Wings of Liberty’yle geçen 3 yıl... 3 yıl da bir oyun için çok uzun bir süre, bir yıl kadar önce server’larda oyuncu sayısında gözle görünür bir düşüş yaşanmaya başlamıştı ve daha sonra yeni birimlere ait görüntüler yayınlanmasıyla oyuncu sayısı yine artmıştı. Blizzard işi biliyor ve dikkati sürekli toplu tutuyor. Uzun soluklu beta serüveniyle de bu alışkanlığını devam ettirdi ve artık StarCraft 2 Heart of the Swarm kısaca bilinen adıyla HotS artık vitrinlerdeki yerini aldı. Yıllar yılı hangi oyunu hem solo hem de multiplayer için bu kadar hevesle bekledik ? Uzun soluklu oyun serilerinde zamanla multiplayer’a odaklanıp daha çok kazanan şirketler oyunu oyunculara asıl sevdiren campaign kısmını serinin ileriki oyunlarında ihmal ederler. İşte Blizzard bu olayın tam zıttında, oyunlarını her yönüyle mükemmel yapabilmek için çalışmaya ve gayet de başarılı olmaya devam ediyor.

anlatılıyor. En son çıkan kitap olan Flashpoint de WoL ve HotS arasında yaşanan olaylardan bahsediyor, eğer hikayeyi tüm yönleriyle kavramak isterseniz özetini okumanızı tavsiye ederim. Hikaye kaldığı yerden inanılmaz bir hızla devam ediyor. WoL sonunda, Kerrigan’ın üzerinde kullanılan Xel’Naga artifact leri Kerrigan’ın Zerg DNA’sının bir kısmını yok etmiş, onu güçsüz kılmıştı ve artık Jim Raynor’ın kollarında güvendeydi. Özgür iradesine kavuşmuştu, artık Overmind’ın yarattığı Queen of Blades değildi. Spoiler vermeden anlatması zor olsa da kısaca Kerrigan’ın dağılmış Swarm’unu tekrar kontrole almasını ve ezeli düşmanı Mengsk’le yüzleşmesini anlatıyor bize HotS. WoL’de açığa çıkmasını beklediğimiz Broodwar’dan kalan taşlar HotS’ta yerine oturuyor ve bizi sıradaki ek paket Legacy of the Void’e hazırlıyor HotS. Her bölüm özgün ( Her ne kadar özgün desek de, WoL’ün bölümlerini hatırlayanlar iki campaign’in mission’ları arasında ağır benzerlikler kurabilirler ), heyecan ve aksiyon sürekli üst düzeyde, olaylar akıcı şekilde ilerliyor. WoL’de olduğu gibi bunda da gemimizdeki yaratıklarla konuşup onlar hakkında bilgiler ya da onların olaylar üzerindeki yorumlarını öğrenebiliyoruz.

Single Player Mengsk, Seni Bulacam Oğlum ! Aslında StarCraft sadece oyunlardan ibaret bir seri değil, 20 civarı kitabı ve çizgi romanı var. WoL’deki yan karakterler olan Swann, Stetman, Horner, Tosh, Nova, Mira Han, Valerian bu kitaplarda yoğun biçimde

Hikayeyi anlatan videoların kalitesi muhteşem durumda.


Kerrigan’ın skill’lerini belirlerken level durumunu da inceleyebilirsiniz. Son yıllarda artık her oyunun vazgeçilmezi olan level sistemi HotS’ta da var. Bu level’lar Kerrigan’ın. Level atladıkça verdiği hasar, zırh, can gibi özellikleri artan Kerrigan aynı zamanda bir takım özellikler de kazanabiliyor. Bölümlerin çoğunda Kerrigan’ı kontrol ediyoruz, WoL’ün aksine ( WoL’ün ana kahramanı Jim Raynor’ı sadece bir kaç bölümde kontrol edebilmiştik ). Bu özellikleri gireceğimiz savaşlara göre seçmek çok önemli, eğer hard ya da brutal’da oynuyorsanız kesinlikle üşenmeyip Leviathan’a dönüp Kerrigan’ın özelliklerini yeniden seçmek yerinde oluyor. Kerrigan, Üs kurmalı bölümlerde support rolünde, üssüz bölümlerde ise Kerrigan’ın ağır hasar verici, splash ( alan vurucu ) ve çeviklikle ilgili özellikleri aktif halde daha etkili oluyor. Kerrigan’a hızlı bir şekilde level atlatmak içinbölümlerdeki ek görevleri yapmak çok önemli. Bu sayede envanterimize daha çok özellik katabiliyoruz. Single player’da dikkat çekici noktalardan biri ise Bossfight’lar. Devasa yaratıklara ve robotlara karşı Kerrigan’ı mikrolamak biraz Diablo tadı verse de yerine iyi oturmuş ve değişik bir deneyim yaşatıyor. Broodwar’dan akılda kalan guardian, lurker gibi birimleri de tekrar görmek güzel nostaljik duygular uyandırdı bünyede.

Grafiğe gelince... StarCraft için grafikler ana mesele değildi. StarCraft’ı StarCraft yapan çok farklı ırklar arasındaki dengesi, oyun mekaniği ve karmaşıklığıydı. Zira Kore’de Broodwar turnuvaları resmi olarak 2011’de sona erdi. Broodwar, 2 boyutlu ve çözünürlük ayarı bile olmayan bir oyundu. Diyeceğim şu ki, grafikler aynı, ancak bu eksi kabul edilemez. Yine de eklenen ölüm, saldırı, dans animasyonları oldukça başarılı. Ayrıca yeni hava koşulları, buzlu dünyalar, balta girmemiş daha doğrusu insan bile girmemiş gezegenler hepsi oldukça gerçekçi ve atmosferi bir basamak daha ileriye taşıyor. WoL’den kalma bazı ufak hatalar da giderilmiş gibi duruyor. Mesela artık unbuildable plates’i oluşturan kayalıkların arasına sızmış creep’i artık görebiliyorsunuz. StarCraft serisinin bozmadığı güzel bir gelenek de süper soundtrack’lerle oyuncuların karşısına çıkması. Müzikler yine dinamik, ama aynı zamanda esrarengiz Zerg ırkının gizemli havasını hissettirebilecek kadar da havaya sokucu bir modda akıp insanı hafiften ürpertmiyor da değil.

Eminim Kerrigan’a vasıta vazifesi gören her yeri zerg dolu Leviathan’ın içini o kadar da merak etmiyorsunuz ama Evolution Pit’e uğramadan gitmeyin. Burada tıpkı Kerrigan’a seçtiğimiz gibi her ayrı birimimiz için birer tane ek özellik seçebiliyoruz. Ayrıca yeni birimleri sürümüze kattıktan bir süre sonra Pit ağası Abathur evolution görevleri sunuyor. Bu görevlerde iki çeşit evrim geçirmiş birimimizi deneyip karar veriyoruz.

Evolution Pit’ten selamlar ( Roach-Abathur-Baneling-Zergling ).


Multiplayer

-

özellikle Protoss oyuncusu 2-3 tane Sentry-Stalker çıkarana kadar Protoss üssünün karanlık noktası kalmıyor Zerg oyuncusu için. Protoss’lar ise ilk stalker’ları ile harita kontrolünü ele geçirip, mothership core ile rakip üssü gözlemleyebiliyor.

Zerg imba yaa! Bu HotS ama, WoL değil ? Terran İmba yaa!

Yenilerden Ne Haber ?

Herkesi memnun etmek ne mümkün. Beta sırasında her patch sonrası ve şuanda da forumlarda yapılan tartışmalar... İmba, OP, nerf, buff... Buna rağmen çoğunluk oyunun oldukça dengeli olduğunu görüşünde birleşiyor gibi görünüyor. Dallas MLG ( ilk HotS turnuvası ) finalinde de Zerg oyuncusu Life, finalde Terran oyuncusu Broodwar gazisi Flash’ı yenmişti. Peki tüm bunlara rağmen neden hala bazı oyuncular Terran’a aşırı güçlü diyor ? Sadece yeni birimler yüzünden mi ? Yeni Birimler: Zerg: Swarm Host, Viper Terran: Hellbat, Widow Mine Protoss: Oracle, Mothership Core, Tempest Scouting Öncelikle yeni birimlerle ortaya çıkan bir çok yeni taktik var. Bu taktiklerin rakip tarafından uygulanımı erken keşfedilmezse sonuçları yıkıcı oluyor. Öncelikle blizzard bu konuyu çözmek için bütün ırklara erken scout etmelerini sağlayacak kolaylıklar getirdi. Reaper için artık tech lab gerekmiyor. Erken alınan gazla eskisinden daha hızlı reaper’ları hızlıca basmak mümkün. Protoss stalker ve Zerg de queen çıkarana kadar apm’inin bir kısmını işçilerini mikrolamaya harcamak zorunda yoksa, iyi mikrolanmış bir ya da iki reaper’ın 2-3 drone ya da probe alması işten bile değil. Zerg oyuncuları ise Overlord Speed research’ünü yapmak için artık lair’a ihtiyaç duymuyorlar. Bu sayede

Mothership core demişken. Elle tutulur bir ordu oluşmadan Terran’a karşı erken harass yapabilir. Mineral hattından işçi alması zor olsa da oyunun başında pek kullanılmayan enerjisini time-warp yeteneğini kullanarak mineral hattı üzerinde harcayabilir. Gelirlerde küçük bir gerilemeye sebep olsa da erken oyunlarda önemi büyük. Greedy ( aç gözlü demeye dilim varmıyor ) davranan Zerg oyuncularının cezalandırılmasında da kullanılıyor. İki stalker ve bir zealot ile hatchery’lere odaklanıp yaralı mangayı ( manga diyorum bak ordu değil ) üsse döndürmek mümkün. Recall özelliğini geç oyun ve orta oyun ( garip kaçtı bu, mid-game diyeyim bidahakine ) larda da kullanmak gayet etkili. Rush yapılan üsleri korumak için birebir. Ve erken rush’lara karşılık çok iyi bir önlem var. Mothership core’un son özelliği photon overcharge. Bu özellikle hem erken rushlara karşı Protoss oyuncuları daha cesur hem de droplara karşı daha sağlam duruyor. Vee ninja üsler! Artık ninja üs yapmak Protoss için de kolay. Haritanın ortasından geçen işçi trenlerine gerek yok. Çünkü recall var. İstediğiniz kadar probe’u mothership core’un altına getirin ve istediğiniz nexus’a götürün! Oracle, hafif birimlerin korkulu rüyası. Mineral hattını harasslamak için tasarlanmış. Bir anlık dikkat dağınıklığında bütün işçileri kısa sürede sonlandırabilir. Ama pek bilinmese de defansif olarak da kullanılabilecek kapasitesi var. Light ( hafif ) birimlere karşı ekstra vuran Oracle zergling runby’larına ve marine drop’larına karşı da etkili. Tempest, özerllikle geç oyunda Protoss’ın Zerg’e karşı yeni üs almasının neredeyse imkansız olması sebebiyle konulmuş bir birim. Zerg’ler üsleri birbirine bağlayan creep üzerinde,

Widow mine’ların yıkıcı etkisi.


saldırı altındaki üslerine hemen yardım götürebilerek, Terran’lar da kendi korunaklı üslerinde önceden inşa ettikleri CC/OC ( ben de güldüm )’leri boş muhtemel üsse götürüp massmule yöntemi ile kısa sürede gelirini arttırabilirken Protoss için bu çok zordu. Yeni birimlerden viper colossus’a abduct Massive air birimlerine özelliği ile dil atmış ve onu Zerg ordusunun karşı 80 damage içine çekmek üzere, diğer yandan yapıyor tempest! Brood tempest’ler viper’lara cevap veriyor. Lord ve Battlecruiser’a geçen oyunculara karşı Widow mine’lar yapılan research ile 3 saniye yerine 1 basılıyor, zira pahalı bir birim. Yavaşlığından dolayı da saniyede gömülebiliyorlar ve bu onları çok iyi ordu orduyu demobilize ediyor. kompozisyonu elemanı yapıyor. Ama aynı Siege Tank’ler gibi widow mine da kendi askerlerine splash damage Hellbat, Transformers filminden fırlamış bir başka Terran verebiliyor. Özellikle Zerg oyuncuları geç oyunlarda bedava birimi. Factory’den direkt olarak hellion ya da hellbat birimler olan locust, infested Terran, broodling’leri basabilirsiniz ancak transformasyon yapabilmek için bi kullanarak widow mine’ların bir ucunu da rakibine armory’niz olması lazım ve bunun üstüne transformasyon dokundurabiliyor. research’ünü tech lab’den yapmanız da. Armory yapılmadan hellbat’ler çok az kullanılıyor, sadece defansif amaçlarla. Zira hellbat modundaykenki hızıyla rakip üsse gidene kadar double armory’yi atmış, upgrade’lere başlamış olursunuz. Hellbat light birimlere ekstra vuruyor ve splash damage’ı ile her Protoss-Zerg kompozisyonunda bulunan Zealot-Zergling’lerin adeta kökünü kurutuyor. Bu sebeple rakip oyuncuyu daha dikkatli mikrolamaya itiyor. Transformasyon süresi 4 saniye sürüyor ve bu süre, bu kadar hızlı oynanan bir oyun oldukça uzun süre. Bu sürede rakip oyuncu saldırıya geçip iyi sayıda hellbat/hellion’ı avlayabilir. Harasslama olarak da medivac’lere bindirilen hellbat’ler, hızlı reaksiyon gösterilmediği taktirde, tamamen doyurulmuş bir işçi hattını saniyeler içinde ortadan kaldırabilir. Hellbat modundayken de medivac’ler tarafından iyileştirilebileceğini de belirtmeden geçmeyelim. Widow mine, tüm ırkların belalısı. Splash damage’ı olan bir başka yeni Terran birimi. Bir çok taktikle ve kompozisyonla kullanılıyor. Lair öncesi rush’a kalkan Zerg’ü durdurmak için kullanılabilir. Zira gömülü birimleri görmek için Zerg’lerin Overseer’lara ihtiyacı var. Zira bir, yalnızca bir widow mine( splash damage’ı 40 )’ın sıkı sıkıya girmiş 37 tane Zergling/Baneling’i tekte aldığı görülmüştür. Tüm oyuncuları çileden çıkarabilecek türde bir birim widow mine. Bir bakmışsınız ordunuzun yarısı gitmiş, yarısı ölmek üzere. Protoss’lar bunları Observer’larla görüp menzil dışından en basitinden stalker’larla alabilirken, Zerg oyuncularının Overseer’ları, widow mine’ı keşfedip tuzla buz oluyor ( bi Overseer’ı öldürmek için 2 widow mine atışı gerekse de ).

Viper bir support birimi ve saf büyü-atıcı. Zerg oyuncularına bir çok yeni taktik imkanı sunuyor. Rakip ordudaki splash damage’lı, hitpoint’i yüksek, pahalı birimleri ordunuzun içine çekerek insta-kill yapabilirsiniz. Rampa girişini tutan menzilli birimlere ve binara karşı kör edici bulut atarak oluşturdukları konkavı bozabilirsiniz. Üstelik enerji doldurmak için beklemeye de gerek yok. Büyüleri atıp viper’ları üssünüze yollatın ve hitpoint’i yüksek binalarınızın canlanarını tüketerek viper’ınızın enerjisini fulleyin. Binalara karşı da işe yaraması sebebiyle Terran’ların orduya zaman kazandırmak için yaptıkları planetary fortress’a karşı bile kullanıp greedy Terran’ların hızlı yeni üs almasını reddedebilirsiniz. Swarm Host, Swarm Host’un bedavaya ürettiği locustlar mech oyununa karşı çok etkili. Yavaş mech birimleri locust’lara çok rahat yakalanıyor. Thor veya colossus bile anında eriyebiliyor. Ayrıca 2 üsse kapanıp tanking yapan rakiplere karşı da kullanılıyor. Zira bedava birimler olduğundanbir tane stalker ya da bir pylon bile alsanız karınıza, ve rakip için çok yıldırıcı bir kuvvet, sürekli savaşı kaybediyormuşsunuz hissini uyandırıyor dalga dalga gelen locust’ları karşıladıkça. Özellikle research’ü ile daha fazla yaşayan locust’ları asıl kompozisyonununzun önünde tanking yaparak da kullanabilirsiniz. Bunlar dışında eski birimlere de bir sürü yenilikler geldi. Medivac’ler artık ignite afterburners ile kısa süreliğe hızını % 70 artırarak daha etkili droplar ve kaçışlar


yapabilmekteler. Thor’lar hava birimlerinin korkulu rüyası olmuş. Reaper’lar Zerg geni yerleştirilmiş gibi savaş dışında iyileşmeye başlamış ama vuruş güçleri azaltılmış. Siege Tank’lar artık direkt olarak Siege moda geçiş yapabiliyor, artık research için zaman ve kaynak harcamanıza gerek yok. Raven’lı kompozisyonlar daha korkutucu oluyor. Splash damage’ı olan seeker missile rakip ordunun gücünü zayıflatıyor. Carrier geri döndü! Artık carrier’larınızı da mikrolayabilirsiniz, artık interceptor’lar en ufak tıklamada hemen gemiye dönmüyorlar. Sentry’ler için ise ilüzyon yapmak için research yapılması gerekli değil bu da rakip oyuncularının kaynaklarını detektörlere harcamaya zorluyor. Mid-game’in kralı Void Ray’ler zırhlı birimlere karşı artık çok daha güçlü, prismatic alignment özelliği ile kısa süre için de olsa zırhlı birimlere ekstra vuruyor ve bu da SkyZerg ve SkyTerran’a karşı büyük avantaj sağlıyor. Tek başına havayı domine edebilen corruptor’lar kaçıcak yer arıyor. Tabi bununla birlikte artık 2 değil, 3 supply gerektiriyor. Hydralisk’ler artık daha hızlı ve artık bir çok kompozisyonun içine alınıyorlar. Infestor’lar artık fungal growth’u mermi olarak yolluyorlar ve daha az damage veriyor bu fungal’lar. Mutaliskler artık daha çok, harass’layıcı birimler çünkü artık rejenerasyon hızları eskisinden çok daha hızlı. Ultraliskler ise geç oyunun vazgeçilmezi oldular çünkü hem ana birime hem de yan birimlere light/ armored demeden vurdukça vuruyor. Destructible rock tower’lar başlı başına oyunu büyük yenilik getirmiş. Rakibin muhtemel gelecek üssünü bu kuleyi yıkarak hatırı sayılır derecede ertelemek mümkün. Aynı şekilde bu kuleyi rampaya yıkarak kaynak toplaması riskli konumları geçici olarak korumaya almak da. Ana bina ve gaz binalarının üzerinde kullanıcıya gözüken doyurma oranları da yine oyunculara kolaylık sağlamış, onlara işçilerini üslerine orantılı bir biçimde dağıtma imkanı sunmuş.

Oppan Gangnam Style! Klan sistemi, sohbet ve gruplar arayüz her şey yenilenmiş muhteşem bir görünüme bürünmüş. Yeni bir taktiğiniz varsa ve bunu kullanmadan önce ladder puanlarınızı tehlikeye atmadan unranked maçlar yapabilir burada tecrübe kazanabilirsiniz. Profilinizi kostumize edebilme imkanları arttırılmış. Profil fotoğrafları level atladıkça açılıyor. Aynı şekilde yeni skin’ler ve dansları da açabilir ve birimlerinizi farklı görünümlere kavuşturabilirsiniz. Bu skinlerin çoğu aslında single playerda karşımıza çıkan evrimleşmiş türlerin yeni halleri bunun yanında diğer ırklara da gelen skinler mevcut. Ayrıca Queen, Marauder ve Immortal’dan Kore’nin ünlü şarkıcısı Psy’ın gangnam style dansını da unlock edebilirsiniz. Üstelik bronz ligin toplama oranı % 20’den % 8’e indirilerek oyuncuların umutsuzluğunun önüne geçilmeye çalışılmış. Ve tabiki en önemlilerinden olan farklı farklı çıkartma sanatı örneklerini command center/nexus/hatchery’nizin her bir köşesine

kondurabilirsiniz. Oyuncuların uzun süredir istedikleri Global Play özelliği de sonunda geldi ve artık bir Koreli’ye karşı kaç saniye dayanabileceğinizi ölçebileceksiniz! Ve Blizzard gerçekten daha iyi olmak isteyen oyuncular için müthiş bir yenilik getirmiş. Replay izlemek artık hiç de sıkıcı değil. Artık replay’i istediğiniz yerde kesip oradan oyuna devam edebilirsiniz. Bu yaptığınız hataları farkedip bu hatalardan hızlıca kurtulmanızı sağlayacak ve sizi hızlıca daha üst kademelere taşıyacak bir şey. Emre Karagöz

Artılar: + Akıcı hikaye ve etkileyici anlatım + Dengeleyici yenilikler + Eski hataların çoğunun giderilmesi + Arayüz, level sistemi, costumization, global play, ReplayTakeover özelliği + Müzikler Eksiler: - Bossfight’lar az da olsa Diablo’yu andırıyor. - WoL ve HotS arasındaki campaign mission’larının benzerliği - Ek paketin oyunun kendisinden pahalı olması.

Önerilen Sistem Gereksinimleri; İşletim sistemi: Win7 / Win 8 İşlemci: AMD Athlon 64 X2 5000 ya da daha iyisi / Intel Core 2 Duo E6600 ya da daha iyisi RAM: 2 GB Ekran Kartı: ATI Radeon HD 4850 / NVIDIA GeForce 8800GT Disk: 20 GB DX ( min ): 9.0c


Oyun

Havada takla atma içgüdüsü

Biz büyüdük ve HDleşti dünya…

Size bir sorum var… Hangimiz ortaokul ve lisede bilgisayar

Trials Evolution işte tam bir önceki paragrafta anlattığım arcade tadında platform yarışı olarak tanımlayabildiğimiz 2D bir oyun. Yine RedLynx tarafından geliştirilen önceki oyunlarıyla kıyaslarsak Trials Evolution bağımlılık yapacak bir oyun… 2012 yılında Xbox’a çıktığından bu yana sahiplerini oldukça eğlendiren Trials, en son versiyonu olan Trials Evolution: Gold Edition ismiyle artık bilgisayarlarımızda da yer etti… Etmez olaydı… Bağımlılık resmen bir bölüm daha bir altın madalya daha derken zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor…

derslerimizde hocadan gizli gizli flash oyun oynamadı? Ben bunu bir adım daha ileriye götürüp “kraloyun”dan çıkmadığımı itiraf ediyorum. O zamanın bağlantılarıyla bir hayli uzun bir yükleme süresinin ardından karşımıza çıkan her oyun, derslerden ya da “Word’de işte bakın fontlar buradan büyüyor eki!” diyen ve hiçbir faydalı bilgi sunmayan öğretmenleri dinlemekten bir hayli keyifliydi. Hepimizin arasında ışık hızına göz kırpacak düzeyde yayılırdı bu oyunlar hele ki motosiklet üzerinde ilerleyenler… İlerleme dediğime bakmayın hepi topu klavyenizin 4 okuyla kontrol ettiğiniz havada takla atmanın inanılmaz keyif verdiği sıradan oyunlardı. Asıl güzel yan bunların bir sürü varyasyonunun yapılması ; en sevdiğim ve en absürt olduğunu düşündüğüm, gezegenler arası müsabakaların yapıldığı ve kazanıldığında rakibin motosikletini almanın mümkün olanıydı  Bakmayın öyle… Basit eğlenceydi… Fren,gaz ve öne,arkaya eğil…

Biraz fiziklerinden söz etmek gerek. Daha önce de dediğim gibi sadece 4 tuşla kontrol edilebilen bir motorsikleti hareket ettirerek mümkün olduğunca en az hatayla ve en kısa süreyle pistleri bitiriyor ve başarımıza göre madalyalarla ödüllendiriliyoruz. Bu madalyalarımızın ise bir ödül olmaktan çok bir işlevi var. Bunun için öncelikle Trials içindeki pistlerin sınıflandırmasından bahsetmeliyim. Trials pistleri, pisti geçmenize olanak sağlayan motosikletler için gereken ehliyetlere göre ayrılmış durumda.


Impossible Game’i bir bölüm olarak Trials Evolution’a entegre etmişti. Bir başka kullanıcı ise Limboyu baz alan bir bölüm yapmıştı. Terminator,Alien gibi filmlerden esinlenen bölümler ise gerçekten takdire şayan… Demem o ki kullanıcının geliştirmesine açılan oyunlar o kadar büyüyor ve sınıf atlıyor ki ilk çıktığı andaki haline inanamıyorsunuz. Eğer Trials Evolution’ı dener ve beğenirseniz bahsettiğim fan yapımı rotaları kesinlikle denemelisiniz. En güzel örnekleri için Rooster Teeth youtube kanalı Trials Files listesi önerimdir.

Teknik öğeler Yeterli sayıda altınları gelin misali boynunuza dizdiğiniz vakit bir üst ehliyet sınıfı açılıyor ve siz o ehliyetin testine tabi tutuluyorsunuz. Bu bölümü geçmeden o sınıfa ait pistlere ulaşamıyorsunuz ki bu oldukça mantıklı çünkü her motorsiklet bir öncekinden daha güçlü ve daha atik olduğu için bazı akrobatik hareketlere alışmak uzun sürebiliyor. Rampa olmadan bir üst seviyedeki platforma çıkmak ya da tam tur taklalar atmak bunlardan bazıları…

FlatOut sirkine davet edilen motosikletli Önceki oyunlardan da olan çevre ile etkileşim Evolution’da bir üst seviyeye çıkıyor. Hele ki borulardan fışkıran suyu kullanan pist her ne kadar zor olsa da oldukça hoş bir farklılık katıyor oyuna. Başlıkta FlatOut’tan bahsettim çünkü orada bulunan en yükseğe fırla, dartı araçla on ikiden vur tarzı absürt ve eğlenceli bölümler Trials’da da mevcut. Bölüm tasarımları ise tek kelimeyle mükemmel. Buram buram mitoloji içeren titan mezarlğından tutun gökyüzünde asılı durup sallanan yollara, nükleer santralden roller-coasterlara çeşitlilik inanılmaz. Bölüm tasarımlarına bir başka artı olarak da oyun içerisinde, kullanıcılara geliştiricilerin gerekli programları vermesini sayabiliriz. Bu sayede hazırlanan yollar o kadar harika ve geliştiricilerin tanıdığı bu özgürlükle yapılabilecek şeyler o kadar fazla ki… Örnek vermem gerekirse bir kullanıcı The

Her zaman yazarken sıkıldığım ve benim için pek bir şey ifade etmeyen bir bölüm ancak söylemeliyim inanılmaz grafikler beklemeyin. Zaten Need for Speed gibi bir seri olmadığından(oo hadi herkesin o eski sevdiği oyun isimlerini kullanıp sevdikleri herşeyi oyundan çıkardıktan sonra en iyi ışık en iyi dumanla şişirelim -_-) hasarmış dumanmış pek umurumda olmadı  Kısacası demem o ki Trials Evolution’ı yapmak istediği ölçüde değerlendirmek herkes için en mantıklısı olacaktır. O ölçüt de sunduğu eğlence. Başarıyor mu? Hem de nasıl… Sesler namına zaten sürücümüzün “Ov yeaa! Sweet!” tarzı nidalarından ve motosiklet seslerimizden başka pek bir şey yok. Müzikleri ise oldukça ilginç. Farklı tarzlardan seçmeler şeklindeki Trials müzikleri hatırlamaya değecek kadar iyiler.(özellikle ana menüde daha çok karşılaştığınız Vultures)

Artıları ;    

Eğlenceli ve eskiye selam çakan fizikleri Mükemmel bölüm tasarımları Oyuncuya alışma süreci tanıyan bölüm kategorizasyonları Oyunculara sunulan atölye programları sayesinde bölüm yaratma özgürlüğü

Eksileri ;  

Daha güzel bir soundtrack albümü kullanılabilirdi. Uplay şartı 

Son olarak Trials’ı oyun koluyla oynamanızı öneriyor ve kesinlikle bu oyunu tavsiye ediyorum… Steam fiyatı 19.99$ Taklanız bol olsun…

Faruk Yaylaz



Müzik

THRASH METAL

Geçen ayki sayımızda sizlere Melodik Death Metal türünü tanıtıp öne çıkan gruplara yer vermiştim. Bu ayki tür yazısı olarak 80'li damgasını vuran fakat 90' larda Grunge akımı nedeniyle etkisini kaybedip 2000 yılından sonra ise Modern bir tarzda ve Metalcore ile bütünleşmiş bir şekilde yeniden karşımıza çıkmış olan Thrash Metal üzerine olacak. Thrash Metal' in nasıl oluştuğundan bahsetmek gerekirse, kısaca şu tanımı kullanabiliriz. 70 ve 80' lerin Heavy Metal'i ile Hardcore punk'ın birleşmesiyle oluşan yeni bir tür. Heavy Metal'den gitar tekniği ve davul ritmleri kısmını Hardcore Punk'tan ise tempo ve hızı alarak o zamana kadar benzeri görülmemiş bir tür ortaya çıktı. Thrash Metal ile tanışmam teorik olarak ortaokul fakat pratik olarak Lise yıllarıma dayanır. Neden teorik olarak ortaokula dayandığı ise ortaokul yıllarımda Thrash Metal olduğunu bilmeden Metallica dinlememden ileri gelir. Lise yıllarında biraz araştırma ve internetin yardımı ile Thrash Metal olduğunu bilerek benzer gruplar olan Slayer (o zamanlar çok sert gelmişti ilk dinlemede ama içlerinde favori grubum. Metallica'yı sahne performansından severim.) ve Megadeth ile tanıştım. Heavy Metal' den pek çok şey almasına rağmen Thrash Metal' de pek çok farklı nokta vardır. Mesela vokal tarzı gibi. Heavy Metal vokalleri yüksek oktavlı, heybetli, opera tarzı vokallerden oluşurken Thrash Metal' de bunlara gerek yoktur vokalin söyleyiş tarzı ile gaza getirmesi yeterlidir. Sesinin güzel olup olmadığına bakılmaz bile. Thrash Metal

aslında isyanın ve başkaldırışın müziği olarak görülebilir. Çünkü müziklerinde toplumsal eleştiriler, savaşlar, yıkımlar , ölüm gibi konular agresif şarkı sözleri ve bu sözleri destekleyen daha agresif bir müzikle kendini belli eder. Thrash Metal Amerika'da 2 bölgede ortaya çıkmıştır Amerika' da . Los Angeles ve New York. Los Angeles'ta Metallica , Slayer, Exodus , Megadeth, Testament vs. , New York'ta ise Anthrax ve Overkill vs. ile kendini göstermiştir. Bu bölgelerden bilhassa Los Angeles ve onun çevresindeki Bay Area denilen sahil bölgesi grupları o zamanlarda türün standart belirleyen grupları olmuşlardır. Bu gruplardan Slayer o zamanlar Los Angeles' ta Thrash kadar yaygın olan Glam Metal'e (kadın makyajı yaparak ve kadın gibi giyinerek sahnelenen bir Heavy Metal alt türü.) karşı olarak Thrash Metal'in sertliğini ve hızını bir adım ileriye doğru götürmüş ve Thrash Metal arenasında daha önce görülmeyen makyaj olayını kendilerine Satanik bir imaj çizmek için kullanmışlardır. Thrash Metal eğer hiç metal dinlemediyseniz Metallica dışında (onun da Metallica albümü ve sonrası dinlebilir ) dinlemesi ve içine girmesi zor bir türdür. Daha önce dinlediğiniz hiçbir şeye benzemez, serttir , agresiftir. Fakat pek çok (metal müzik olsun veya olmasın ) müzik türü içerisinde dinlerken en rahat enerjinizi boşaltabileceğiniz ve sizi rahatlatan türdür. Headbang , konserlerde mosh-pit (Genellikle Thrash konserlerinde görülen insanların birbirlerini iterek ve vurarak eğlendikleri alana denir.) , stage diving (sahneden seyircilerin arasına atlama) , crowdsurfing (seyircilerin ellerinin üstünde sahneye doğru ilerleme) gibi aktivitelerle enerjinizi boşaltıp mutlu olabilirsiniz.


Thrash Metal ilk olarak genel kanı itibarı ile 1983 yılında çıkan Metallica'nın ilk albümü olan Kill'em All ile başlar. Albüm o zamana kadar çıkan her albümden farklı ilham verici ve çok gaz bir albümdür. Bu albümü takiben 80'lerin ortalarına doğru pek çok Thrash grubu daha hızlı ve agresif müzik yaparak kendi ilk albümlerini çıkarır. 80' lerin sonlarına doğru altın devrini yaşayan Thrash bu dönemde pek çok şahane eser bırakır. 90'larda gerek Metallica' nın popülerlik uğruna farklı bir tarza geçmesi ve çoğu Thrash grubunun popüler olmak için bu yolu takip edip başarısız olmaları ve bununla beraber aynı dönemde çıkan Grunge akımının tüm Dünya'yı etkileyip plak şirketlerinin Thrash yerine bu tür gruplara albüm çıkarmaları yüzünden 1992'deki Clash Of The Titans festivalinden sonra asıl Thrash Metal akımı bitmiştir. 2000' li yıllarda Metal müziğin tekrar popüler olması ile beraber tam olarak küllerinden doğmasa da biraz değişiklik geçirerek Thrash Metal tekrardan müzik dünyasına dönmüştür. Bazı dağılan gruplar tekrar birleşip albüm çıkarmış farklı yönlere sapan gruplar da tekrar Thrash yapmaya başlamıştır. 80'lerden başlayarak günümüzde de etkinliğini sürdüren Death Metal ve Black Metal gibi türleri etkilemiş ve Metal müziğe pek çok grup armağan etmiş bu türün başlıca gruplarını tanıtmaya başlayayım.

Justice For All olur. Şarkı bazında ise The Frayed Ends Of Sanity, Whiplash , Leper Messiah , Creeping Death önerilerim.

Megadeth 1983'te Metallica' dan kovulan Dave Mustaine boş durmamış aynı yıl kendisinin merkezinde olduğu Megadeth'i kurmuştur. Los Angeles'ta kurulan grubun ilk albümü 1984'te çıkan Killing Is My Business…And Business Is Good! isimli albümü çok başarılı olmasa da iyi yorumlar almıştır. Grup esas patlamasını 1986'da çıkan Peace Sells…But Who’s Buying? İle yapar. Politik şarkı sözleri , hızlı gitar riffleri ve agresif vokalleri ile dikkat çeken grup 90'ların başında çıkardıkları albümler ile Metal müzik arenasında iyi bir yer edinirler kendilerine. Megadeth' in kurulduğundan bu yana tek kişilik bir proje grubu gibi takılıp 1-2 albümde çalacak müzisyenlerle anlaşıp oturmuş bir kadroya sahip olamamasıdır. Dave Mustaine' in Metallica'ya olan düşmanlığından mıdır bilinmez ama şarkıları her zaman Metallica'dan daha tempolu ve hatta Speed Metal ismi verilen Thrash'in alt türüne ait hızlı çalınmış şarkılardır.Megadeth için albüm önerilerim Peace Sells... But Who's Buying?, Rust In Peace ve Countdown to Extinction olur. Şarkı olarak ise Holy Wars... Punishment Due, Hangar 18 , Peace Sells... But Who's Buying , Symphony Of Destruction iyi bir başlangıç olur.

Metallica Thrash Metal'den bahsederken bu türü ilk bulan gruptan bahsetmemek olmaz.Metallica 1982 yılında Los Angeles'ta dergi yoluyla birbirlerine ulaşan James Hetfield ve Lars Ulrich ikilisi önderliğinde kurulur.İlk oturmuş kadroları olan Hetfield, Ulrich 'in yanına Dave Mustaine (daha sonra Megadeth' i kuracak) ve Cliff Burton ile demo yayınladıktan sonra 1983 yılında Mustaine kovulur ve yerine gelen Kirk Hammett ile beraber Thrash Metal'i başlacak albüm olan Kill' em all çıkar. Kill'em All daha önce görülmemiş hız ve sertlikte bir albümdür ve arkasından gelen pek çok grubu etkilemiştir.Sonraki 3 albümde de benzer başarılı ve görülmemiş işleri yapmayı sürdüren grup 1991 yılında çıkan 5. albümleri olan Metallica ile beraber popülerlik yoluna girmiş Thrash Metal' den ziyade Hard Rock ve Heavy Metal tarzına dönmüşlerdir. Bu popülerlik durumu Thrash hayranları tarafından tepki görse de Metallica şu anda dünyanın en çok tanınan metal grubu. Ben de dahil pek çok kişinin metal müziğe başlama grubudur. Grubun önereceğim albümleri Ride The Lightning, Master Of Puppets ve ...And

Slayer Slayer 1981 yılında Los Angeles'ta 2 arkadaş olan Kerry King ve Jeff Hanneman tarafından kurulur. Başlarda bir cover grubu olarak düşünülse de Tom Araya 'nın vokale ve Dave Lombardo' nun davula geçmesi ile beraber bu fikir yerini albüm çalışmalarına bırakır ve grubun ilk kadrosu oluşturulur. 1983'te çıkardıkları Show No Mercy çok başarılı


olmasa bile isimlerini duyurmaları için yeterlidir. Diğer Thrash gruplarından ziyade daha satanik ve kötücül şarkı sözleri seçen Slayer müziklerini de bu bağlamda hızlı bir tempoda icra etmişlerdir.1985 yılında çıkan Hell Awaits ile iyi bir işe imza atan grubun asıl patlaması halen en iyi Thrash Metal albümü olarak görülen Reign In Blood ile gerçekleşir. Slayer 80' lerde çıkan Thrash grupları içerisinde tarz olarak ödün vermeyen grup olarak en çok sevdiğim gruptur. Vokallerinin sesleri çok iyi olmasa da , gitarları çok teknik olmasa da Slayer hep hayranları tarafından el üstünde tutulan bir gruptur. Çünkü sevenleri onu teknik veya güzel sesi için değil yaptıkları müziğin gazlığından ötürü severler. Slayer için tavsiye edeceğim albümler Reign In Blood, Seasons In The Abyss, South Of Heaven olur. Şarkı olarak ise Angel Of Death , Raining Blood, Dead Skin Mask , Mandatory Suicide kişisel önerilerim.

Anthrax Nasıl ki Türk futbolunda 4 büyük takım varsa Thrash Metal camiasında da Big Four adı verilen 4 grup bulunmaktadır. Metallica , Slayer, Megadeth ve Anthrax. Diğer 3 grup Los Angeles çıkışlı olduğundan Anthrax biraz 4. büyük olarak kalıyor bu dörtlüde. 1981'de gitarist Scott Ian ve bas gitarist Danny Lilker tarafından New York'ta kurulan Anthrax 'ın soundu batı yakası gruplarına göre daha farklı bir tarzdadır.Daha ağır tempolu ve Heavy Metal 'e daha yakın bir çizgi çizen Anthrax 1984'te ilk stüdyo albümleri olan Fistfull of Metal ' i yayınlar. 1985 yılında Joey Belladona' nın gelişi ile beraber çıkışa geçen grup 2. stüdyo albümleri olan Spreading The Disease'i yayınlar. Bu albümle iyi bir yola giren grubun asıl patlaması 1987'de çıkan Among The Living ile olacaktır. 1990'da çıkan Persistence Of Time'a kadar süren bu yükseliş bu albümden sonraki tarz değişikliği ve alternatif rap tarzı şarkılar grubu kötü etkiler. Dağılan grup geçtiğimiz senelerde tekrardan birleşip güzel bir albüm yaptı ve Thrash Metal'e geri döndü. Grubun önereceğim albümleri Among The Living, Spreading the Disease ve Persistence Of Time olur. Şarkı olarak ise Indians, Among the Living , Madhouse, Caught In The Mosh önerilerim.

Exodüs Exodus için beşinci büyük desek yanlış olmaz sanırım. 1980' de California' da kurulan grubun çok iyi bir başlangıç albümü olan Bonded By Blood albümü 1985 yılında çıkmıştır. Exodus üstte bahsettiğim gruplara oranla daha sert ve agresif bir müzik yapmaktaydı. Bunda ilk frontmanleri olan Paul Baloff'un agresif yapısı ve Gary Holt'un sert gitar tekniği yatar. İlk albümler gelen başarının ardından yoluna Pleasures of the Flesh ve Fabulous Disaster ile devam eden grup yeni Metallica olmak için giriştikleri Force Of Habit albümüyle başarı elde edemez ve bunun sonucunda dağılırlar. Thrash Metal'in yeniden ortaya çıkmasıyla tekrar birleşen grup 2004 yılında Tempo Of The Damned albümü ile yollarına devam eder. En son 2010' da yayınlanan Exhibit B: The Human Condition albümü ile ortamlara dönen grup şu sıralar yeni albüm çalışmalarına devam etmekte. Exodus için önereceğim albümler; Bonded By Blood, Fabulous Disaster ve Tempo Of the Damned olur. Şarkı olarak ise Strike Of The Beast , War is my Shephard , A Lesson in Violence ve Deathamphetamine kişisel önerilerim.

Testament Bay Area' nın en önemli temsilcilerinden olan Testament 1983' te California' da kuruldu. Eric Peterson önderliğinde kurulan grup ilk başlarda Steve “Zetro” Souza ' nın vokalleriyle başlasa da Zetro' nun Exodus' a geçişi ile beraber ilk çekirdek kadrosunu yerine gelen Chuck Billy ile oluşturur. The Legacy isimli ilk albümleri 1987 yılında yayımlanan grup bu albümle müzik piyassasına sağlam bir giriş yaparlar. Daha sonra çıkan The New Order (1988) ve Practice What You Preach (1989) ile çıkışını sürdüren grup 1990 yılında çıkan Souls Of Black albümünden sonra düşüşe geçer. (Yukarıda bahsettiğim grupların ikinci Metallica olma çabası bunda etkili). Uzun süren bir aranın ardından 2008 yılında çıkardığı The Formation of Damnation ile tekrar yükselişe geçen grup geçtiğimiz sene içerisinde son albümü


olan Dark Roots Of Earth' ü yayımladı. Albüm olarak size önerim; The Legacy, The New Order ve Practice What You Preach olur. Şarkı olarak ise Alone In The Dark, Disciples Of The Watch, Trial By Fire ve The Formation Of Damnation olur.

önerim yok çünkü bütün albümlerini dinleyebilirsiniz. Şarkı olarak ise Goblin's Blade, Set Me Free, Hypnotized ve Prisoners of Hate önerdiğim parçalar.

Pantera

Overkill Doğu yakasını temsil eden diğer grup olan Overkill 1980 yılında New Jersey' de kuruldu. Vokallerde Bobby “Blitz” Ellsworth 'ün agresif ve hırçın vokalini kullanan grup 1985 yılında ilk stüdyo albümleri olan Feel The Fire' ı çıkarır. İkinci albümleri olan Taking Over ile asıl patlamasına yapan Overkill bu tarz değişimlerine ayak uydurmayan nadir gruplardan biridir. W.F.O. albümünden Ironbound albümüne kadar olan kısımda Thrash Metal' in yanısıra Groove Metal etkilenimli şarkılar yapsalar da hiçbir zaman keskin değişikliğe gitmemişler ve nitekim Ironbound albümü ile beraber 80'ler Thrash Metal'ini günümüze taşımışlardır. Overkill için albüm önerilerim ; Taking Over , The Years Of Decay ve Ironbound . Şarkı bazında ise Elimination, Powersurge, Necroshine , Thunderhead olur.

2. sayımızda Dimebag Darrell anısına yazdığım yazı ile bahsettiğim Pantera 90'larda Thrash Metal'in sağlam durmasının en önemli nedenlerindendir. 1983 yılında Texas Pantego'da kurulan grup ismini de buradan alır.İlk yıllarında Glam Metal yapsalarda 1990 yılında çıkan Cowboys From Hell ile beraber Thrash Metal'e başlarlar ve asıl patlamalarını yaparlar. O sayıda bahsettiğim için üzerinde fazla durmayacağım . Ama Thrash Metali seven biriyseniz kaçırmamanız gereken gruplardan. Pantera için albüm önerim Cowboys From Hell, Vulgar Display Of Power ve Far Beyond Driven. Şarkı olarak ise Cemetery Gates, I'm Broken, Domination ve Fucking Hostile başlangıç açısından tavsiyelerim.

Sadüs

Heathen Heathen 1984 yılında Bay Area bölgesinde kurulmuş California çıkışlı bir gruptur. Yukarıda saydığım gruplara göre daha progresif ve melodik bir çizgide ilerleseler de yine de Thrash çizgilerinden ödün vermeden yollarına devam etmişlerdir. 1987 yılında çıkan Breaking The Silence ile büyük beğeni toplamışlar daha sonra çıkan Victims of Deception (1991) ile başarılarını sürdürmüşlerdir. Fakat bu başarılı gidişata rağmen 1992 yılında dağılan grup 2001 yılında tekrar toplanıp 2010 yılında The Evolution of Chaos isimli süper bir albüm çıkarmışlardır. Heathen için albüm

Sadus 1984 yılında California Antioch'da kurulan bir Thrash Metal grubudur. Tarz olarak tam Thrash olmamakla beraber müziklerinde Death Metal ve Teknik Death Metal etkileri de görülür.İlk iki albümlerinde istenen çizgiyi yakalaymasalar da 1990 yılında çıkan Swallowed In Black ve arkasından gelen A Vision of Misery ve Elements of Anger ile 90'lı yıllarda güzel işlere imza atmışlardır. Bu albümden sonra dağılan grup 2006 yılına kadar sadece ara sıra konser vererek geçirir 2006 yılında Out For Blood isimli son albümlerini yayınlarlar. Sadus yazdığım diğer gruplara oranla daha karanlık olsa da hem Steve Digorgio faktörü hem de teknik enstrüman kullanımı onları sevdiğim gruplar arasına sokuyor. Albüm olarak yukarıda bahsettiğim 90'larda çıkan 3 albümü dinleyebilirsiniz. Şarkı olarak ise Black, False Incarnation .


çıktıkları zamana göre çok farklı ve güzel albümler olarak göze çarpar. 1993 yılında çıkan Grin albümünden sonra dağılan grup geçtimiz yıllarda konser vermek için tekrar bir araya geldi.Coroner için albüm önerilerim No More Color, Mental Vortex ve Grin olur. Şarkı olarak ise Die By My Hand, Son of Lilith, Semtex Revolution size başlangıç açısından önerilerim.

Süicidal Tendencies Thrash Metal'den bahsederken onun yan kolu durumunda olan Crossover adı verilen tarzdan bahsetmemek olmaz. Crossover'ın en önemli temsilcilerinden olan Suicidal Tendencies 1981 yılında Los Angeles'ta kurulmuştur. Kendi adlarını taşıyan ilk albümleri (1983) ile başarı basamaklarını tırmanmaya başlayan grup büyük patlamasını ise Join The Army (1987) adlı albümleriyle yapar.How Will I Laugh Tomorrow When I Can't Even Smile Today ile çıkışını sürdüren grup 1994 yılındaki Suicidal For Life albümünün ardından dağılan grup 1997 yılında yeniden toplanır. 2 albüm daha çıkaran grup tekrar dağılır ve bu sene içinde çıkacak olan 13 isimli yeni albümlerini hazırlamaktalar. Suicidal Tendencies için albüm önerilerim; Suicidal Tendencies, Join the Army ve How Will I Laugh Tomorrow When I Can't Even Smile Today olur. Şarkı olarak ise Subliminal , Suicidal Maniac, Join the Army ve How Will I Laugh Tomorrow önerilerim Suicidal Tendencies için.

Kreator Avrupa'da Thrash' in en çok yapıldığı yer Almanyadır.Nasıl Amerikan Thrash Metalinin Big Four' u varsa Alman Thrash'inin de Big Four' u var. Kreator, Destruction, Tankard ve Sodom. Kreator bunların içerisinde en ünlüsü ve bayrak taşıyan grup. 1982' de Almanya Essen' de kurulan Kreator ilk başlarda daha çok Speed Metal tarzı şarkılar yapsa da daha sonraları Thrash Metal' i de kullanarak kendi tarzını oluşturmuştur. 1986 yılında çıkan ilk albümleri olan Endless Pain ile istenen başarı gelmese de sonraki albümleri olan Pleasure to Kill albümü halen efsanevi Thrash albümlerinden sayılmaktadır.Daha sonra gelen Extreme Agression ve Coma of Souls ile başarılı çizgisini devam ettiren grup bu albümden sonra tarzını biraz endüstriyel müziğe döndürmüştür. 2000'li yıllarda Thrash' in tekrar yükselmesi ile beraber Violent Revolution ile köklere geri dönen grup daha sonra çıkardığı albümlerle türe eserler katmaya devam ediyor.Kreator en sevdiğim Alman Thrash grubudur. Size önereceğim albümler ise; Pleasure to Kill, Extreme Agression , Violent Revolution ve Enemy of God olur. Şarkı olarak ise Phobia, Flag of Hate, Violent Revolution , Reconquering the Throne olur.

Coroner Thrash Metal belki Amerika'da çıkmış ve orda en iyi devirlerini geçirmişti fakat Avrupa kıtasında da Thrash yapan hem de bunu çok farklı bir tarzda icra eden gruplar vardı. İsviçre'den 1983 yılında çıkan Coroner Thrash Metali Amerikalı gruplara göre daha farklı ve daha teknik bir düzeyde yapan brir grup.Müziklerine progresif ögeleri de yediren grubun ilk iki albümü ortalama albümler olsa da No More Color(1989) ve Mental Vortex(1991) albümleri

Sodom Dört büyüklerin diğer temsilcilerinden olan Sodom 1981' de Gelsenkirchen Almanya' da kuruldu.Sodom diğer Alman Thrash gruplarına oranla daha Black Metal vari tarzda bir Thrash yapar. İlk dönemlerinde daha satanik şarkı sözleri


kullansalar da daha sonraları savaş ve militarizm esas şarkı sözü konuları olur. İlk albümleri olan Obsessed by Cruelty ile pek kendilerini gösteremeyen grup bunu ikinci albümleri olan Persecution Mania ve üçüncü albümleri olan Agent Orange ile başarır. Better Off Dead albümünden sonra farklı tarzlardan da etkilenen grup bu süreçte Death Metal ve Crossover tarzında eserler verir. Code Red ile Saf Thrash' e geri dönen grup son olarak 2010 yılında In War and Pieces isimli onüçüncü albümünü yayımladı. Sodom genel olarak daha sert tarzda bir müzik yapar. Albüm olarak önerim Persecution Mania , Agent Orange ve Sodom olur. Şarkı olarak ise Agent Orange, Remember The Fallen, Outbreak of Evil ve Axis of Evil başlangıç için güzel parçalar.

Destrüction 1982'de Almanya Weil Am Main' da kurulan Destruction vokalist Marcel 'Schmier' Schirmer önderliğinden Alman Thrash Metal' inin yıkılmaz kalelerinden biri olmuştur. 1985'te çıkan ilk albümleri Infernal Overkill çok başarılı olmasa da bir yıl sonra çıkarılan Eternal Devastation gruba istediği başarıyı getirir. Ardından çıkan Release from Agony ile bu başarıyı pekiştiren grup 90'larda funk müziğe biraz kaysa da daha sonra tekrardan Thrash Metal' e döner. 2000'li yıllarda ise özellikle The Antichrist ve Day of Reckoning albümünü çıkaran grubun en son albümünü geçtiğimiz sayılarda incelemiştim. Destruction için albüm önerilerim Eternal Devastation, Release From Agony ve The Antichrist. Şarkı olarak ise Mad Butcher, Tormentor, Nailed to the Cross ve Curse of the Gods.

Tankard Amerika' nın dördüncü büyüğü Anthrax iken Alman sahnesinde bu görev Tankard' a düşmüştür. Şarkı sözleri genelde alkol ve içki içmek üzerine kurulu olan Tankard 1982 yılında Frankfurt am Main' da kurulmuştur. Alkolik şarkı sözlerinin Thrash Metal' in agresif riffleri ile buluşturan grup bundan harika bir sonuç elde etmiştir.İlk albümleri olan Zombie Attack ile Thrash Metal arenasına iyi bir giriş yapan grup Chemical Invasion ve The Morning After ile bunu sürdürmüştür. Geyik muhabbeti tarzında şarkılar yapan grubun önereceğim albümleri Zombie Attack, Beauty and The Beer ve Beast of Bourbon olur. Şarkı olarak ise Die with a Beer In Your Hand, Zombie Attack , Maniac Forces ve Alcohol Tankard için önerilerim. Geçen ayki Melodik Death Metal yazısından sonra bu ay da sizlere önemli bir Metal alt türü olan Thrash Metal' in belli başlı yönleri ve en genel hatlarıyla temel gruplarını tanıttım. Türe ilgi duyar ve severseniz internet sayesinde yeni gruplar bulabilirsiniz.Stay Heavy!

Çağlar Durmaz


Müzik

Üstü çıplak bağıran adam

Stand and Deliver’ın kısık sesi

Bilmiyorum Dorock bara gittiniz mi ya da duydunuz mu?

Bahsettiğim diskografi olayı tam burada karşımıza çıkıyor. Her ne kadar ilk albüm olarak ‘Runnin Wild’ kabul edilse de bu arkadaşların kuruluş sırasında yaptıkları şimdiki hallerinden ve tarzlarından uzak mı uzak sessiz sakin kendi hallerinde bir albümleri var: ‘Stand and Deliver’. Grup lead gitaristi ve vokali Joel O’Keffe’nin bağırmaktan çekindiği kardeşinin davullara rahat rahat vuramadığı geri vokallerin ise yapılmadığı içine kapanık bir albüm. Sanki biz müziğimizi yapıp sahneden inelim diyorlar. Ama bu hal şimdiki o enerjik,gaz ve yerine duramamalarının o kadar zıttı ki…

Gece gruplarıyla müziğe doyabildiğiniz bu barın bana tanıttığı bir gruptan bahsedeceğim size… Bir cumartesi akşamı yine Razor’ın çıkmasını beklerken en önlerde yerimizi almış oturuyor bir yandan da sound-check başlayana kadar projeksiyonda dönen klipleri izliyoruz. İşte o anda bir grup ‘Runnin wild and free!!” bağırarak favori gruplarımdan Ac/dc tınılarını kulağıma çalıyor. Klibi izleyenleriniz bilir; klip grup üyelerinin bir tır arkasında şarkıyı bir otoban boyunca çalmalarından ve polis tarafından kovalanmalarından ibaret de soruyorum kendime başlarında Lemmy’nin durduğu bu gurubu niye dinlemiyorum? İşte böyle bir tanışmamız oldu Avustralyalı rock’n’roll grubu Airbourne ile… Bir klasiktir benim için yeni öğrendiğim bir gruptan maksimum fayda alabilmek için bir hafta boyunca diskografi dinlemek… Yapılan müziğin nasıl geliştiğini ilk albümlerdeki o amatörlüğü grup imajını oturtamayışı ve giderek artan kaliteyi kronolojik olarak dinlemek benim için inanılmaz bir keyif… Genç bir grup olan Airbourne da ise bu sound ve tarzın şekillenmesi grubun kendi kimliğini yakalaması 2. albüm olan ‘Runnin Wild’ ile olmuş ve sonraki her albüm biraz daha gaz ve biraz daha kaliteli bir şekilde biz dinleyicilerle buluşmuştur. Airbourne ile ilgili inanılmaz bir önyargı var dinleyiciler arasında…Ac/dc taklidi deniliyor benzerliğinden dolayı haklılar da… Bir ekşi yazarının dediği gibi öyle bir sound kullanıyorlar ki sanki Ac/dc’den sonra sahneye çıkmışlar ekipmanlara bulaşmadan çalmaya devam etmişler … Ancak şunu sormak lazım bu arkadaşlara “Kız arkadaşınız Megan Fox’a benziyor sıyrılarak dinlesen biraz kulak kabartsan ne kadar taş bir müzik yaptıklarını fark edecek yerinde duramayacaksın…

Runnin Wild ile yapılan atak Heh işte hani o albüm bu albüm. Soloların havada uçuştuğu üstü çıplak Joel kardeşimizin korkmadan bağırarak söylediği şarkılar grubun ileriki zamanlarda neler yapacağının bir göstergesi olmaya başlamıştır. Ac/dc benzerliği ise bence bu albümde başlamış ve sonrasında artarak süregelmiştir. Lead gitarist ve vokal olmanın getirisiyle de Joel gittikçe ön plana çıkmış ve benim hayranlığımı kazanmıştır. Grup başarılı gidişatını ve Ac/dc ile olan benzerliğine ise birazcık klişe ama yine de saygıda kusur etmeyen ve her eleştiriyi kabul eden


duruşlarıyla başka bir artıyı hanelerine yazdırmışlardır. Özet olarak ‘Kim olursanız olun özellikle Avustralyadan çıkmaysanız ve bizim yaptığımız gibi bir müzik yapıyorsanız, birileriyle karşılaştırılacaksınız. Kim olduğunuzun bir önemi yoktur, karşılaştırılırsınız. Gelmiş geçmiş en iyi ve hala müziğe devam eden hatta yeni bir albüm çıkaracak olan bir grupla karşılaştırılmak ise… Daha güzel bir iltifat olamaz.” Demişlerdir.

No Guts No Glory ile süren yüksek ses… Runnin Wild ile listelere yükseklerden giren grup, kendi kimliğini daha yukarıya taşımaya devam etmektedir. Artık ne yaptıklarını ne istediklerini bilen kendilerine güvenen ve inanan bir grup haline gelen Airbourne 2009 yılında çıkardığı ‘NoGuts No Glory’ ile listelerde ilk 20ye kadar yükselmiştir. Bu albümde dikkatimi çeken bir unsur da David Roads’un geri vokallerinin başarısı, hem live hem stüdyo… Joel’in daha sonra değineceğim konser manyaklıkları esnasında grubu sırtlayan kişi haline gelmesi gözlerden kaçmamaktadır. Grubun üzerindeki kendine güven artık şarkı ve sözlerine de yansımıştır. ‘Runnin Wild’ albümündeki o sıyrılma, adını duyurma hava gitmiş yerine ise ‘There ain’t no way but the hard way’ ‘Raise the Flag’ ‘Armed and Dangerous’ gibi ne yaptığını bilen şarkılar ile yerini belli etme teması albümlerinde yer etmiştir.

Black Dog Barking ile yükselen seviye Daha yeni piyasaya çıkan albümü sanırım 30 defa baştan sonra dinlemişimdir. Ama hala bıkmadan başa alır alır dinlerim. Bu albümdeki bariz değişikliklere biraz dikkat çekmek istiyorum. Bu albümdeki bazı şarkılar diğer albümlerde bulanan tüm şarkılardan biraz daha karmaşık. Mesela daha ilk şarkı olan ‘Ready to Rock’ sanki bir konsermiş edasında sürdüğünden üst üste binen ritimler ve vokaller beni biraz yorsa da headbange olan davetini geri çeviremiyorum. David Roads geri vokallerinin kıymeti anlaşılmış olacak ki kendisini her zamankinden daha çok duyuyoruz. Vokallerdeki diğer bir değişiklik ise albüm genelinde Joel’in birbirinden farklı tonlar kullanması… Bazı şarkılarda o alıştığımız yüksek vokallerin yanında daha düşük ve kalın tonda vokaller bana ‘Stand and Deliver ‘ albümünü hatırlattı. Ve asıl dikkatimi çekense “Back in the Game” isimli şarkının sonunda Joel’in icra ettiği Brian Johnson taklid… yok yok benzeri vokaller.

Tepki alacağından korktuğum bu hadiseyi nasıl değerlendireceğim konusunda ise açıkçası bir fikrim yok. Taş gibi müzik yapan bir grubu bir başkasını andırıyor diye direk silmek adil midir takdir sizin…

Gelelim konserleree… Bu arkadaşların konserleri neredeyse interaktif geçiyor. Konser alanında gezmedikleri gitmedikleri yer yok. Özellikle Joel’in Wacken ’11de 25 metreden yüksek sahne demirlerine ipsiz tırmanıp göklerde solo atması ve tüm seyircilerin havaya bakıp yumruk sallayıp headbang yapması ‘ah ulan orada olsaydım’ dediğim anlardan biriydi. Bir diğer konserde eliyle vura vura teneke bira patlatması ve devasa hoparlörlerin üzerine geze geze solo atması yine bu arkadaşların ne kadar manyak ve enerjik olduklarının bir göstergesi. Neyse efendim sözü daha fazla uzatmadan eğer duymadıysanız ve rock’n’roll hayranıysanız kesinlikle dinlemeniz gereken bir grup olduğunu söylüyor, eğer dinleyip de taklit olduğunu düşündüyseniz önyargısız bir şekilde yeniden bir şans vermenizi rica ediyorum. Avustralyada yanlış olmaz. Faruk Yaylaz


Müzik SOILWORK – THE LIVING INFINITE Sanatçı : Soilwork Albüm Adı: The Living Infinite Tür: Melodik Death Metal, Melodik Metal Çıkış Tarihi: 27 Şübat 2013 Şirket: Nüclear Blast

Son albümleri The Panic Broadcast'ten bu yana 3 yıl geçen Soilwork geçtiğimiz ay son albümleri olan The Living Infinite'i yayınladı. Albüm klasik tarzda 11-12 şarkılık albümlerden farklı olarak 2 Disk ve 20 şarkıdan oluşuyor. (Soilwork boş durmamış bu geçen 3 yılda depolamış şarkıları.) . Albümdeki önemli olarak nitelendirebileceğimiz şey Peter Wichers 'ın ayrılığından sonraki tarz değişikliği. Bu tarz değişikliği neden önemli, çünkü Peter grubun ilk demosundan The Panic Broadcast' e kadar olan kısmında gitarları üstlenen kişiydi. Yerine gelecek olan David Andersson 'un performansı merak konusuydu. Aslında Soilwork'ün de bu tarz bir kan değişikliğine ihtiyacı vardı çünkü şarkılar hep tekdüze kalıplar içerisinde olmaya başlamıştı. Albüme geçmek gerekirse, The Predator's Portrait' ten sonra farklı yola sapan Soilwork'ün sonraki albümlerini hep yarım yamalak ve üstüne düşmeyerek dinleyen ben bu albümün daha ilk notasını duymamla beraber beni harika bir şeyin beklediğini farkettim. Bunda tabiki grubun eleman değişikliği ile beraber gelen gitar soundu ve eskiye dönüş etkileri etkili. Albümden kısaca bahsetmem gerekirse şunu söyleyebilirim geçmişle modernin mükemmel buluşması olmuş bu albüm. Üzerinde uğraşıldığı belli olan gitar riffleri, güzel introlar, Dirk Verbeuren'in yine hayvani olan davul performansı, vokal Björn Strid' in sesini çok farklı yönlerde kullanması beni bu albümde en çok etkileyen şeyler oldu. Albümde dikkatimi çeken diğer bir konu ise yukarıda bahsettiğim tekdüzeliğin aşılmış olması ve bunu Progresif ögeler kullanarak yapması grubun. Kimi zaman Cynic ve Opeth tadları alabiliyosunuz şarkılarda bundan dolayı. Albümde çok parça olduğundan ötürü tek tek parça incelemesi yapmayacağım bunun yerine birinci ve ikinci diski genel olarak inceleyip dikkat çekici parçaları size söyleceğim. İlk disk gerçekten de sert riffler ve gaz melodileri , mükemmel sololar ve Björn'ün gaz vokalleri ile gerçekten etkileyici şarkılar barındırıyor. Sonlara doğru akustik gitarlara beraber biraz daha radyo dostu bir havaya bürünen ilk disk Whispers

And Lights ile sonlanıyor. İlk diskin dikkat çekici parçaları : Spectrum of Eternity ilk girişindeki çello ve sonrasında artan temposuyla beraber albüme beni çeken parça oldu. Memories Confined slow girişinden sonra Dirk Verbeuren davulları ile beraber gaz bir kimliğe bürünüyor. İlk iki şarkı iyi şarkılardı fakat üçüncü şarkı olan This Momentary Bliss melodik girişiyle bence bu diskin en dikkat çeken parçası. İkinci disk ise daha ilginç kısımlar barındırıyor. Daha progresif öğeler ve ilk kısıma oranla daha melodik kısımlar içeren ikinci kısımda Antidotes In Passing gibi çok farklı parçalar bulunmakta.Atmosferik etkilere sahip olan Antidotes In Passing farklı bir tarzda olmasına rağmen sevdiğim parçalardan biri oldu. Rise Above The Sentiment ise bu diskte en sevdiğiğm parça oldu. Yeni gitarist David Andersson ve Sylvain Coudret 'in karşılıklı gitar atışmaları parçaya renk katıyor. Sevdiğim parçalardan bir diğeri ise melodik girişiyle Leech. Tempolu bir şekilde başlayan parça Björn' ün vokal genişliğine güzel bir örnek. Son söz olarak Soilwork bu albümde İsveçten çıkan Melodik Death Metal grupları açısından yıkılamayan kalıpları güzel bir şekilde yıkarak çıtayı tür açısından iyi bir yere taşıdı. Darısı In Flames' in başına diyor ve yazımı noktalıyorum. Şarkı Listesi 01. Spectrum Of Eternity 02. Memories Confined 03. This Momentary Bliss 04. Tongue 05. The Living Infinite I 06. Let The First Wave Rise 07. Vesta 08. Realm Of The Wasted 09. The Windswept Mercy 10. Whispers and Lights 11. Entering Aeons 13. Drowning With Silence 14. Antidotes In Passing 15. Leech 16. The Living Infinite II 17. Loyal Shadow 18. Rise Above The Sentiment 19. Parasite Blues 20. Owls Predict, Oracles Stand Guard Grup Björn Strid: Vokal David Andersson: Gitar Sylvain Coudret: Gitar Ola Flink: Bas Sven Karlsson: Klavye Dirk Verbeuren: Davul

8,5/10


Müzik U.D.O. – STEELHAMMER Sanatçı : U.D.O. Albüm Adı: Steelhammer Tür: Heavy Metal Çıkış Tarihi: 21Mayıs 2013 Şirket: Roxx Studio

şarkı ancak minimum 6 dakika olmalıydı. Son şarkımız Book Of Faith ise önce başlangıcını ile biraz garipseseniz de biraz ilerledikten sonra anlıyorsunuz ki muhteşem bir kapanış şarkısı olmuş senfonik özellikleri bulunan parçayı kesinlikle dinlemelisiniz. Steelhammer heavy metal seven herkesin başucu yapacağı bir albüm olmuş. Zaten hastayım UDO olsun Accept olsun Iron Maiden olsun hala davayı satmadan kendilerini tekrara düşmeden çatır çatır albüm yapmabilmelerine bir sonraki albüme kadar Stay Steel. Aykut Kekeç

Pek çok müzik türü dinlesem de Heavy Metal’in yeri her zaman ayrı olacaktır. Müziğe ciddi ciddi ilgi duymaya başladığım türdür heavy metal. Neredeyse 10 yıldır dinlememe ve müziğin o zamandan şimdiye oldukça değişmesine rağmen heavy metal her zaman heavy metal olarak kalabilmiştir. Ve ne mutlu ki hala aynı tadı verebilmektedir. Steelhammer ise görevini lalığıyla yerine getiren albümlerden. Albümün adını taşıyan Steelhammer ile başlar başlamaz hissediyorsunuz o güçlü riffleri, heavy metal ruhunu. Solosu da oldukça güzel olan şarkı adeta albümün nasıl olacağını bağırıyor baştan. İkinci şarkımız A Cry Of A Nation ise ilkinden daha oturaklı, daha uzun bir şarkı olmuş. Muhteşem nakarat kısımları ve epik bir solosu var, kesinlikle albümün favorilerinden. Metal Machine ise feci gaz bir şarkı olmuş, özellikle şarkının yarısından sonra yerinizde zor duruyorsunuz. 4. şarkı Basta Ya ise ispanyolca bir şarkı. Sözleri biraz garipseseniz de oldukça eğlenceli bir şarkı olmuş. Konserlerde “basta ya!” diye bağırmak oldukça eğlenceli olacak. 5. şarkımıza geçtiğimizde ise biraz soluklanıyoruz. Sakin bir şarkı olan Heavy Rain başlıyor piyano eşliğinde hoş bir şarkı olmuş. Ardından gelen Devils Bite ise albümün favorilerinden Acayip gaz ritimleri var, vokal performansı ise şarkıyı daha da katlıyor. Timekeeper da klasik riffler ve sololarla çok öne çıkmayan ama ortalamanın üzerinde bir şarkı olmuş. 9. Şarkı Take My Medicine ise yine albümün gaz yüklü parçalarından özellikle 3. Dakkada giren soloya dikkat. Ardından gelen Stay True da sırayı bozmuyor ve yine gaz yüklü bir şarkı buluyoruz Andrey Smirnov ve Kasperi Heikkinen çok sağlam gitar çalmışlar bu albümde her şarkıda mutlaka bir gaz bir solo veya riffbulunuyor. 11. Şarkımız When Love Becomes A Lie tam bir epik heavy metal şarkısı olmuş kesinlikle bu parçayı konserde çalmalılar albümün öne çıkan parçalarından kesinlikle keşke biraz daha uzun sürseymiş 4.12 dakikalık bir

Şarkı Listesi 1.Steelhammer 2.A Cry Of A Nation 3.Metal Machine 4.Basta Ya 5.Heavy Rain 6.Devil's Bite 7.Death Ride 8.Timekeeper 9.Take My Medicine 10.Stay True 11.When Love Becomes A Lie 12.Book Of Faith

Grup Udo Dirkschneider – vocals Andrey Smirnov – guitar Kasperi Heikkinen – guitar Fitty Wienhold – bass Francesco Jovino – drums

9/10



Kitap Esas oğlanımız olan karakter yaşı gelir ve uzaya gidip asker olmak için gönüllü olur. Kalanını anlatmaya devam edersem zaten hikayenin ilgi çekici kısımlarını söylemiş olurum tadı kaçar. Buradan sonra söyleyebileceğim birkaç şey var. Birincisi, bilimsel anlamda fazlasıyla tatmin edici (uçuk kaçık öğeleri bulunmayan) bir gelecek buluyor kitapta bizi. Yazar gerçekten olması çok muhtemel ama aynı zamanda okudukça şaşırtıp büyüleyici gelen pek çok gerçekçi şey çıkartıyor karşımıza. Başka hiçbir bilim-kurgu kitabında okumadığım türden mantıklı bir teknolojiden bahsediyorum. Kesinlikle kurguyu bir yana atıp sadece bunları hayal etmek için bile okunması gereken bir kitap.

Yaşlı Adamın Savaşı

Yeni bir kitap sayılmaz aslında Yaşlı Adamın Savaşı. John Scalzi tarafından 2005 yılında yazılmış hemen ertesi yılında Hugo ödülüne aday olmuş bir kitap. Fakat nedense ülkemizde hatta belki dünyada serinin devam etmesiyle birlikte popülaritesi artmış. Bundan yaklaşık 4 ay önce ablam masama bir kitap bırakmıştı, kitabın kapağında bildiğimiz klasik Amerikan askeri tadında bir resim vardı ve ismi de pek çekici değildi benim için, Yaşlı Adamın Savaşı yazısını okuduğumda sıradan bir bilim-kurgu kitabı olarak görmüştüm önyargıma yenilerek. Seri oluşturacak kadar kaliteli bir bilim-kurgu hikayesi için sönük kalan bir isim benim gözümde. Pek çok insan böyle düşünmüyor tabi. Kitabı masamdan aldım çantama attım ve içgüdüsel bir biçimde kapağı ya da başlığı çok çekmeyen bir kitabı okumaya başladım. Kalanı için sadece şunu söyleyebilirim. Bariz bir biçimde kurgulanmış (neredeyse) en iyi yakın gelecek öyküsü desem yeridir. Pek fazla kitabın içeriğine dalmadan kısaca öyküden bahsetmek gerekirse, dünya ahalisinin uzayda kolonileşmeye başladığı yakın bir gelecekte buluyoruz kendimizi (buraya kadar standart). Fakat dünya dışına sadece koloni görevlileri ve yaşlı insanlar çıkabiliyor. İşte işin ilginç kısmı burada başlıyor, dünya dışına gidebilmek için ciddi anlamda yaşlı olmanız ve tıpkı ölmüşçesine bir daha geri dönmemek üzere dünyadan ayrılmanız gerekiyor. Yaptığınız anlaşma bu. 75 yaşına gelen insanlar koloni kuvvetleri tarafından ‘askere’ alınıyor. Koloni kuvvetleri ile dünya üzerindeki arasında bariz bir teknoloji farkı oluşturulmuş durumda. Kimsenin uzayda koloni kuvvetlerinin tam olarak neler yaptığına dair bir fikri yok ve esas oğlanımız olan karakter için de bu aynı durumda.

Kurguya dair bir şeyler söylemek gerekirse de, genelde bu tür bilim-kurgu kitaplarında ya kurgu iyi olur ya da bilimsel fütüristik öğeler çok iyi olur. Popüler bilim-kurgu eserlerinde gördüğümüz yegane şeydir bu durum. Hatta ikisinin bir arada çok güzel olduğunu söyleyebildiğimiz pek az eser vardır, genelde bir taraf hep eksik kalır. Oysa Yaşlı Adamın Savaşı serisinde kurgu fütüristik bir eserden beklenmeyecek kadar akıcı. Şöyle anlatayım size etrafımda bu kitabı okuyan kim varsa başladıkları gün bitirmiş (ben de dahil). Karakterimizin gözleri içinden yaşıyoruz bütün hikayeyi ve gerçekten böyle bir şey olsa nasıl tepki verirdik diye düşünmemize gerek kalmıyor çünkü tıpkı bugünden çıkmış gibi esas oğlanımız (oğlan ama yaşlı tabi) bizim verebileceğimiz bütün şaşkınlığı, duygusal reaksiyonları ve stresi bizim yerimize gösteriyor. Fütüristik bir zamanda geçen bugünü ait bir roman tanımı yapsak yerindedir. Tabi bir diğer önemli kısım ise her şey güllük gülistanlık değil. Yani insanların kolonileşmesi tamamen vahşet üzerine kurulu ve evren üzerinde bulunan başka medeni ırkları çökermekten zevk alan bir düşünce hakim. Tıpkı günümüz dünyası, yani gelecekte her şeyin güzelleşeceğine dair bir şeyler yok kitapta. İşte bu da kitabı daha güzel kılan başka bir unsur. Kitapta ise sadece tek konuluk bir ‘evren’ yok, bildiğimiz pek çok fantastik evrenden gibi kendi evrenimize ekleyebileceğimiz pek çok hikaye bırakmış yazar bize. Hatta kendi de bu kitabın devamı olan iki yeni kitap ekleyerek kendi evrenini çoktan oluşturmuş. Serinin türkçeye yeni çevirilen diğer kitabı ise ‘Son Koloni’ adı altında kitapçılarda (hala yeni çıkanlarda duruyordu en son). Şiddetle tavsiye ettiğim, hayal gücü seviyesi ve akıcılığı oldukça yüksek harika bir bilim-kurgu kitabı Yaşlı Adamın Savaşı. Okursanız eğer iyi okumalar efendim. Korcan Romya



Çizgi Roman Bu şekilde başlayan konumuz klasik hikaye ilerledikçe tırmanan bir gerilime, ve son dakikaya kadar koruyan gizeme sahip. Ancak kendine has farklılıkları da yok değil. Her neye hazırlıklı olursanız olun, sizi şaşırtacağından eminim. Konusundan daha fazla bahsetmeyeceğim çünkü hem anlatılabilecek herşeyi anlattım, hemde zaten kısa olan hikayeyi kendinizin görmesi daha iyi olur. Bunun dışında çizimler atmosfere uygun ve güzel renklendirilmiş. Karakterler ise fazla sayıda ve az gözükmelerine rağmen öne çıkmayı başarmışlar. Buradan da takdiri kazanıyor, ancak olumsuz nokta var mı derseniz var. Hikaye hızlı bir şekilde akıyor ve bir anda ne olup ne bittiğine dair fikriniz olmayabiliyor. Bu yüzden mümkün olduğu kadar sindire sindire okuyun gerekirse baştan başlayın.

7 Detektif

Dedektif hikayelerini sever misiniz? İlginç bir cinayet, birbirinden alakasız görünen ufak detaylar, son dakikaya kadar tırmanan gerilim ve final olarak herşeyin bir anda ortaya döküldüğü, aslında cevapların hep gözümüzün önünde olduğunu gösteren, sizi ters köşeye yatıran bir son. Neredeyse bütün cinayet romanları bu şekilde olduğu ve uzun yıllardır çok az farklılaştığı halde neden bu türün hala oldukça popüler olduğunu tahmin edebilir misiniz? Cevap okuyucuya istediğini verebildiği, beklentilerini karşılayabildiği için. Eğer hali hazırda işleyen başarılı bir formülünüz varsa bunu neden değiştiresiniz ki? Çoğu zaman klişe terimini olumsuz anlamda kullanırız. Ancak klişelerin klişe olmasının bir sebebi olduğunu unuturuz. Normalden biraz fazla laf kalabalığı yaptım galiba. Eh, okuduğum kitaplardaki dedektifleri örnek alıyorum sanırım. Buyrun geçin, rahatınıza bakın. Bende size adım adım çizgi romandan bahsedip merakınızı yüksek tutup en sonda vardığım kararı açıklarken dikkatinizi verin lütfen... Hikayemiz bir seri katilin kurbanının yanında bıraktığı 7 isimlik bir not ile başlar. Notta yazan kişiler ise oldukça meşhur dedektiflerdir. Bunun üzerine bu 7 kişi polis tarafından bir araya getirilip katili bulmaları istenir. Böylece katil ve 7 dedektif arasında kedi fare oyunumuz başlar.

Yapıkredi yayınlarından çıkan bu tek ciltlik frankafon formatındaki çizgi romanımız, yine diğer yky yayınları gibi özenilerek hazırlanmış. Ancak diğer yayınları gibi ciltli olmaması biraz kötü olmuş. Büyük ihtimal ciltlenmek için biraz ince bulunduğundandır. 7 Detektif uygun fiyatı ve orjinal süprizleri ile türü seviyorsanız kesinlikle okunmalı. Pek ilgisi olmayanlar bile en azından bir göz atmalı derim. Aykut Kekeç


Çizgi Roman Hikaye ve içeriktense, bu incelemede dizi ve kitapla arasındaki farklılıklara, bir de teknik özelliklerine değineceğim.

Taht Oyunları

Her ne kadar pek çoğumuz popüler kültürden haz etmese de zaman zaman faydasını görmediğimizi söylesek yalan olur. George R. R. Martin’in A Song Of IceAnd Fire serisi de popüler kültür sayesinde haberdar olduğum bir seriydi. Dizisinin yakaladığı başarıyı gördükten sonra ve kitap uyarlaması olduğunu öğrendiğimde dizisinden önce kitabını okumuş, oldukça da etkilenmiştim. Şu an hem dizisi, hem de kitap serisi istikrarlı bir şekilde devam ederlerken çizgi roman versiyonunu da görmek kaçınılmazdı. Eh ülkemizde de popüler olduğundan dolayı normalde uğraması muhtemel olmayacak bu seri bize de geldi. Bakalım aynı hikaye çizgi roman haliyle nasıl bir tat bırakıyor. Öncelikle hikayeyi bildiğinizi tahmin ediyorum.  George Martin’in kendi yarattığı, ortaçağda derebeyliklerin olduğu fantastik bir evrende geçen taht mücadelelerini anlatan müthiş bir seridir A Song Of IceAnd Fire (Buz ve Ateşin Şarkısı) serisi. Eğer şimdiye kadar bir şekilde uzak kalmışsanız hemen ilk kitapdan başlayın. Gerisini zaten benim söylememe gerek kalmayacaktır. 

İlk değinmek istediğim ve çok önemli bir nokta var. Bu bir kitap uyarlaması değil. Kitabın çizgi roman hali. Yani şimdiye kadar gördüğüm en birebir çevrilmiş eser. Kitapdaki olaylar neredeyse kusursuz bir şekilde çizgi romana aktarılmış. Ki kitapları okuyanlar bunun ne kadar zor olduğunu tahmin edebilirler. Kitaplarda her bölümün farklı bir karaktere yoğunlaşması ve onun iç dünyasını anlatması çizgi romanda da korunmuş. Okuyanlar bilir, kitaplarda herhangi bir karakter anlatılırken bol bol düşüncelerine şahit oluruz. Çizgi romanda ise bu kimi zaman çizimlerle, kimi zaman da kenarda panellerle anlatılmış, oldukça da başarılı bir şekilde kotarılmış. Tabi ki %100 bir bağımlılık söz konusu değil(olamaz da zaten.). Kimi bölümler atlanılmış. Ancak kilit olayların olduğu bütün bölümlere yer verilmiş. Yani çizgi romanı okurken en ufak bir boşluk hissetmiyorsunuz. İçerik iyi, peki çizimler? Açıkçası karakter çizimlerini pek beğenmedim. Biraz manga tarzında buldum. Game Of Thrones’un karanlık atmosferine daha uygun bir karakter tarzı gidebilirdi. Kötü değil, tipler kitaba sadık çizilmiş, ki bu bir artı. Anatomik olarak da başarılılar. Ancak dediğim gibi daha karanlık bir tarz muhteşem olabilirdi. Arkaplanlar ise inanılmaz. Sadece çizim ve renklendirme olarak da değil üstelik. kimi sahnelerde çok güzel alt anlamlara rastlamak mümkün. Pek spoiler sayılmayacağından örnek vereceğim; Romanın başlarında Jon Snow ile Tyrion kalede yemek yenirken dışarda konuşurlar. Jon, piç olmanın insanın başına gelebilecek en kötü şey olduğunu düşünürken, Tyrion ona her cücenin bir piç olabileceğini ancak her piçin bir cüce olmak zorunda olmadığını söyler. Ve o karede ışık Tyrion’a önden vurup gölgesini


bir dev gibi gösterir. Bunun gibi pek çok ufak, hoş detaya rastlamanız mümkün. Bir diğer çok taktir ettiğim nokta ise çizgi romanın sonunda oldukça büyük bir kısımda çizgi roman fikrinin nasıl ortaya çıktığı, hazırlarken ne aşamalardan geçtiği, herşeyi olduıkça güzel bir şekilde hem kendi fikirlerini belirterek, hem de okuyucuya karşılaştıkları zorlukları anlatarak, adeta kamera arkası gibi bir bölüm yapmışlar. Zaten burayı okuduğunuzda da daha iyi anlıyorsunuz nasıl bu kadar kitaba bağımlı olduğunu. Çünkü yazar ve çizerler pek çok noktada George Martin’e danışmışlar ve fikir alışverişinde bulunmuşlar. Akılçelen Kitaplardan çıkan bu çizgi romanı fantastik edebiyat seven ve serinin hayranlarına mutlaka öneririm. Oldukça uygun bir fiyat ve kaliteli basımla çıkan serinin ikinci cildi de yakın zamanda bizlerle olacakmış. Aykut Kekeç


Çizgi Roman Gezgin Şövalye

Hazır bu ay Game Of Thrones incelemişken bahsetmek istediğim, ilginç bulacağınız bir çizgi roman daha var. Gezgin Şövalye. 2005 yılında ERİMER BİLİŞİM tarafından yayınlanan çizgi romanımız George R. R. Martin’in A Song Of Ice And Fire evreninde geçen bir başka hikaye olan Tales Of Dunk And Egg serisinin çizgi roman uyarlaması. Şaşırdınız değil mi?  Ben de zamanında alıp okumuş, yıllar sonra kitapları okumaya başladığımda “yahu bu bir yerden tanıdık geliyor.” diye araştırana kadar da farkında değildim. Gezgin Şövalye Taht Oyunlarındaki olaylardan 100 yıl önce geçiyor. Kahramanımız Sör Uzun Duncan(kısaca Dunk) hizmet ettiği şövalye Sör Arlan’ın ölümünden sonra kendini kanıtlamak ve adını duyurmak adına mızrak müsabakasına katılmaya karar verir. Bu sırada yolda uğradığı bir handa Egg adlı bir çocukla karşılaşır. Egg Dunk’dan kendisini de müsabakaya götürmesini ister. Her ne kadar önce Dunk kabul etmese de Egg onunla gitmenin bir yolunu bulur. Hikayenin Buz Ve Ateşin Şarkısı serisi ile direk bir bağlantısı yok. Ancak çok hoş detaylar ve göndermeler var. Özellikle Targeryan ailesi hakkında pek çok bilginiz oluyor. Spoiler vermeden anlatabileceğim şeyler olmadığı için geçiyorum. Ancak üstat Aemon ve ailesi ile ilgili pek çok şey öğreneceğinizi söyleyebilirim. Çizgi romana gelince. Kitabı okumadığım için orjinali ile karşılaştıramayacağım, ancak çizgi roman olarak oldukça başarılı. Zaten kısa bir hikaye olduğu için önemli bir kırpılma olduğunu sanmıyorum. Çizimlere gelirsek karakter çizimleri oldukça başarılı.

Arka planlar biraz sönük ama zaten çizgi roman boyunca insansız sahne neredeyse hiç yok gibi. Şövalyelerin zırhları, armaları çok güzel çizilmiş. Ana hikayenin dışında çizgi romanın sonunda bir iki sayfalık Blackfyre isyanının bittiği Redgrass Field savaşı da anlatılıyor. Bu savaş ile ilgili daha fazla bilgiyi wikipediadan veya serinin 2. Kitabında da bulabilirsiniz. Bir de çizgi romanda son iki sayfayı şövalyelere ve armalarına ayırmışlar, o bölümü de oldukça beğendim. Kimi bildiğiniz, kimi hiç duymadığınız pek çok aileye ait armayı görebilirsiniz. Gezgin Şövalye Buz Ve Ateşin şarkısını seven herkesin mutlaka okuması gereken bir seri. Özellikle son kitabı heyecanla bekleyenlerdenseniz çok hoş bir yeni soluk olacaktır. Daha önce hiç okumamış yada izlememiş olsanız bile okuyabilirsiniz. Çünkü hem hafif, kısa bir hikaye, hem de George R. R. Martin’in o muhteşem evrenini, havasını veren bir çizgi roman sizi bekliyor. Her ne kadar basımı bittiği için bulmanız artık biraz zor olacaksa da, karşınızda sahaflarda peşine düşmeye değer bir çizgi roman duruyor. AykutKekeç



Dizi & Film

Planet of the Apes Filmografi

Bilim Kurgu ve fantezi evrenlerinde geçen fantastik filmler, bizde bir farkına varmışlık, keşif hissi uyandırır. Nitekim senaryosunda twist içeren filmlerde de yaşarız bunu türü farkına varmaksızın. Ancak, fantezi evreninde geçen filmler daha genel anlamda şaşırtır bizi, çünkü ya hiç gelmeyecek bir gelecek, ya da gerçekleşmeyecek bir olgudan bahsederler genellikle. Bu farkına varmışlık ve şaşırmışlık hissi de temadaki özgünlükten ve bizim film geçmişimizden gelir aslında. Avatar ilk izlediği bilim kurgu türünde filmlerden olan birisi ile, daha önce bu alanda bir çok film izlemiş birisinin filmden aldığı zevk arasında dağlar kadar fark vardır dediğim geçmişten ötürü.

Planet of the Apes’i, bildiğiniz isimle Maymunlar Cehennemi’ni ilk olarak 2002 yılında bir VCD’den izlemiştim. Tek film olmadığını anlamam 2009’a kadar sürdü ve sonrasında hızımı alamayıp tüm filmlerini iki gün içerisinde tükettim. Başından sonuna kadar, ilk filmi benim doğumumdan 24 yıl öncesinde yayınlanmış bu seri beni fazlasıyla şaşırttı ve tatmin etti. İzlediğim ilk filmi olmamasına rağmen, girişteki Özgürlük Heykeli sahnesi bile ayrı bir hoş, onun bile hala izlediğim filmler içinde ayrı bir yeri var hissettirdikleriyle. 7 filme sahip bir seri Planet of the Apes, bunlar sırasıyla şöyle;


● ● ● ● ● ● ●

Planet of the Apes (1968) Beneath the Planet of the Apes (1970) Escape from the Planet of the Apes (1971) Conquest of the Planet of the Apes (1972) Battle for the Planet of the Apes (1973) Planet of the Apes (2001) - 1968 filminin senaryosu değiştirilerek yeniden yapımıdır. Rise of the Planet of the Apes (2011)

İlk 5 filmlik seri, dizi edasıyla çekilmiş, izlediğinizde anlayabileceğiniz şekilde. Ben ilk iki filmi ikileme, diğer filmleri ise üçleme olarak ayırıyorum ancak. 2001 yapımı olan ve Tim Burton’ın yönettiği film ise, yukarıda belirttiğim gibi 1968 yılında çıkan ilk filmin senaryosunun değiştirilerek yeniden yapılmış hali. 2011 yılında çıkan Rise of the Planet of the Apes filmi ise, yeniden uyarlanış değil, aksine Dünya’nın nasıl Maymunlar Cehennemi’ne dönüşmeye başladığını anlatan, ve senaryodaki orjinaliteyi bozmadan bir şeyler eklemiş, giriş yerine geçebilecek bir film. Şimdi hepsine teker teker göz atalım.

Planet of the Apes - 1968 Tamamen bir başyapıt. 1963 yılında yazılmış aynı isimde bir romandan uyarlanmış bir gördüğümüz filmde, Charlton Heston, James Whitmore, Roddy McDowall, Kim Hunder ve Lou Wagner gibi isimler oynuyor. Charlton Heston’u daha önceden ‘Ben Hur’ filminden hatırlayanlar vardır belki, o filmdeki gibi yine muhteşem bir oyunculuk sergiliyor bu filmde de. Hikâyemiz biraz sıradan başlıyor. George Taylor’un -Charlton Heston- da arasında bulunduğu bir grup astronotu barındıran bir uzay gemisi, uzay gemisinin ölçümlerine göre bilinmeyen bir gezegene iniş yapıyor. Astronotlar oldukça şaşırmıştır ve ortamı araştırmaya başlarlar. Fark ettikleri şudur; bu gezegende konuşan ve bir medeniyet geliştirmiş maymunlar egemendir ve yabani insanları esir almaktadırlar. Grubun da

esir edilmesiyle hikâye başlar ve astronotların konuşabilmesinden dolayı maymunların evrim gibi düşüncelerine ters düşeceği düşüncesiyle, komuta zincirinde yönetim kısmında bulunan maymunlar tarafından bu durum hasıraltı edilmeye çalışılır. Açık fikirli ve bilim odaklı, objektif düşünen maymun bilimadamları olan Cornelius ve Dr. Zira’nın da hikâyeye dahil olmasıyla, olay çok farklı bir boyut kazanır. Artıları ve eksileri var elbette, ama artıları ağır basıyor bu 68 yapımı filmin. Oyunculuktan, senaryodan ufak tefek hataları ayıklıyorsunuz dikkatli olursanız ama genel izleyişte akıcılık gözlerinden okunuyor filmin. Değinmeden geçemeyeceğim iki noktası ise, maymun makyajları ve müzikler. Maymun makyajları çok sahici ve mimikleri göz önünde bulundurduğunuzda oldukça başarılı, pek sırıtmıyorlar. Müziklere gelecek olursak, sahnelerdeki duyguyu ve aksiyonu oyunculuktan çok müzikler size hissettiriyor. Doğru yere, doğru zamana konmuş hepsi. İzlemeye geç kaldığım filmlerden olduğunu anlamıştım ilk izlediğim zaman, bir bilim kurgu severseniz şayet, sizin de vakit kaybetmeden izlemenizi öneririm. Bir seri için, mükemmel bir başlangıç.

Beneath the Planet of the Apes - 1970 Serinin ilk filminden iki yıl sonra yayınlanmış olsa da, bu filmin başından ve önceki filmin sonundan anlayabileceğimiz üzere hemen hemen ilk filmle beraber başlanmıştır senaryo ve çekimlerine. Başta dediğim gibi, Planet of


yalnız başına giden Nova’yı gördüğünde ona astronot Taylor’ı sorar, yanıt alması güç de olsa onun Yasak Bölge’de kaybolduğunu öğrenir. Ancak Taylor, Yasak Bölge’de yeraltı tünellerinde yaşayan insanlar tarafından esir alınmıştır. Bu ilginç insanlar bir kez daha gezegeni tekrar yok edebilecek bir şeye sahiplerdir ancak buna tapmaktadırlar. Hikaye de bu olay etrafında dönmektedir aslında bu bölümde, bombayı koruyanlar ve tetiklemeye çalışanlar. Bu film de yine bizi bize anlatıyor, en azından görünürde doğamız gibi gözüken şeyi. Kitap gibi, film serisi de bilim kurguyla beraber psikolojik bir çok şeyi bize fark ettirmeden yediriyor, ve bunu başarılı bir şekilde yapıyor.

the Apes filmleri kendi içinde gruplandırıldığı zaman dizi gibi gözükmektedir. 68’de çıkan ilk film ve bu film, hemen ardı ardına gelmektedirler. Muhteşem çıkıştan sonra biraz daha yavaş geliyor bu film, bunun senaryo gibi bir nedeni olsa da, aynı zamanda ana boyutun kazandırıldığı ilk filmden sonra gelmesinin bir etkisi de yok değil. Matrix ve Matrix Reloaded arasındaki fark gibi aslında. Matrix Reloaded’ı ben de Matrix’e göre daha başarısız bulurum. Son olarak bahsetmeden geçemediğim bir nokta da şu, bu filmle beraber aslında bir ikileme tamamlanmış oluyor. Çünkü, sonrasında çok farklı zaman dilimlerine gidiyoruz, bahsetmeden edemedim. -Hikâye kısmı, ilk filmi izlememiş ya da genel konu hakkında bilgi sahibi olmayan arkadaşlar için spoiler içerir, ancak neticede bu bir film serisi ve ilk filmin sonu hakkında ikinci filmde ufak tefek bilgi kırıntıları görmek şaşırtıcı değil, suçlamayın yani.İlk filmin sonunda Taylor ve Maymunlar Cehennemi’nde tanıştığı/aşık olduğu Nova, Dünya’nın geleceğinde olduklarını anlarlar. Maymunlar’ın gelemediği Yasak Bölge’ye doğru harekete başlarlar kaçış için. Brent adlı astronot uzaktan atta

Seriye başladıysanız zaten diyecek bir şey yok film hakkında, 68 yapımı olan filmin devamı ve aynı zamanda sonu olarak düşünebilirsiniz. İlk filmi izlediyseniz, bunu izlememeniz için hiç bir sebep gözükmüyor. Arayı soğutmadan izlemek en iyi çözüm. Okumaya devam etmeyin, filmi izleyin !

Escape from the Planet of the Apes (1971) Hikâye değişmeden edemiyor yine ve bizi bir kez daha zaman yolculuğuyla karşı karşıya getiriyor. Orijin kitaptan çıkmış olsa da fikir olarak, kitabı okumuş biri olarak söyleyebilirim ki, senaristler kesinlikle kitaba hak ettiği değeri verip şahane devamlar yazmışlar şu filmlerle. İlk iki filmin aksine bu filmde Charlton Heston yok, ancak yine de önceki filmden tanıdığımız Cornelius ve Dr. Zira ile yeni gelen Dr. Milo çevresinde, yani maymun dostlarımız çevresinde geçiyor film. Tabi ki bolca insanlık katarak. En az maliyet harcanan film bu olsa gerek, hikâye kısmında neyden bahsettiğimi anlayacaksınız. Kesinlikle de yabancılık çekmeyeceğimiz bir senaryo aslında :) Yine okyanusa düşen bir uzay gemisi ile başlıyor film. Uzay gemisi insanlar


Başlangıç ile sonu arasındaki tezat gerçekten üzücü. Dr. Zira ve Cornelius, yine gözlerimi doldurdunuz.

Conquest of the Planet of the Apes (1972) Devam filmlerine devam ediyoruz. Serinin bir önceki filmindeki yavaş başlayan ama sonlara doğru hızlı olan akıcılığa sahip bu film de. Üçüncü filmin bıraktığı yerin 20 yıl sonrasında başlıyor filmimiz.

tarafından bulunuyor, açıldığında ise sürpriz açığa çıkıyor. Uzay gemisinden 2 ayak üzerinde yürüyen ve gayet insanı vücut hatlarına sahip 3 maymun çıkıyor; Cornelius, Dr. Zira ve Dr. Milo. Ekip patlama esnasında geçmişe gitmeyi başarmıştır, yetmişler Los Angeles’ına kesin dönüş yapmışlardır. Bu senaryonun günümüzde gerçekleştiğini düşünürseniz, ne kadar şaşırtıcı olduğunu biraz olsun anlayabilirsiniz. Sonrasında, ekip konuşan maymunlardan oluşmasına rağmen, Los Angeles Hayvanat Bahçesi’nde gözetim altına alınırlar. Gözetim sürerken, Cornelius’un biraz direnmesine rağmen Dr. Zira olayları anlatmaya başlar ve geleceğin nasıl yok olduğunu tabii ki. Her ne kadar maymun da olsalar, bizden daha insancıl düşündüklerini görüyoruz. Bu da ‘insancıl’ kelimesinin ne kadar ırkçı olduğunu bir kez daha gösteriyor bize filmde. Ve yine, maymun ekibimizi insancıl olmayan insanların yer aldığı kötü olaylar bekliyor. Rise of the Planet of the Apes’i izleyene kadar, bu filmin en yerici film olduğunu düşünürdüm aslında. Yericiden kastım, çıkarılacak anlamların en yoğun olduğu film tabi. Ancak bu filmde kesinlikle daha fazla var. İlk iki filmin aksine, bu film biraz daha yavaş. Senaryo daha psikolojik ve duygusal öğeler içeriyor, bu açıdan daha yoğun. Yine şaşırtıcı şeyler içeriyor, gidişiyle olsun, bitişiyle olsun. Çok yoğun eleştirilerle karşılaşsa da, çok da kötü bir devam değil en azından sonrasında gelenlerle kıyaslandığında-, şans vermeniz gereken bir devam filmi. Zaten merak edip izleyeceksinizdir ilk iki filmden sonra. Aynı zamanda, bir sonraki film ile çok güzel bağlıyor.

Cornelius ve Dr. Zira’yı bir önceki filmde kaybetmiştik hatırlarsanız, hepimiz üç filmin getirdiği bağlılık ve birikimle beraber üzülmüştük. Dr. Zira’nın güç bela sirk sahibi Armando’ya emanet ettiği bebeği ve aynı zamanda maymunları özgürleştirecek olan maymun Caesar, artık 20 yaşındadır. Bir çok aramaya rağmen bulunamamıştır ve aslında bilinen ama gizli

kimliğini sürdürmektedir. Sirkten ayrıldıktan sonra, McDonald ile örgütlenirler ve yavaş yavaş maymunlar arasında bir birliktelik oluşturmaya başlarlar. Ufak isyanlardan sonra adeta bir birlik içinde isyana başlarlar ve istikrar içinde köleliğe karşı tek yumruk olurlar. Seri bu filmle birlikte sönmeye başlıyor, bunu siz de hissedebiliyorsunuz zaten filmi izlerken. Akıcılıkta kaybettiği nokta da hızla devam etmektedir, ve üçüncü filmin ikinci filme kıyaslanışı nasıl olduysa, bu filmin üçüncü filmle kıyaslanışı da hemen hemen aynıdır. Gitgide yavaşlayan bir akışa sahip ve gizem dozajı biraz daha azalıyor. Son filmin biraz da bu sebeple başarı hakkı yenmiş olabilir, çünkü hayranların da kızdığı ve Planet of the Apes


efsanesinin biraz zayıfladığı iki film arka arkaya geldiler. Ve de artık gizemi açıklanmamış çok öğe kalmadı. Yine de konu itibariyle önem teşkil ediyor, maymunların alt kısımdan üst kısma nasıl bir geçiş yaptığını ve isyana nasıl başladıklarını gözlerimizin önüne seriyor. Aynı zamanda isyan etmek için ne kadar haklı olduklarını da.

edasında bu kalabalığa karşı. Ancak eski duruşundan hiç bir şey kaybetmemiş ve hala çok bilge. Maymunlar isyandan sonra geçen 20 küsür yılda evrimlerinde oldukça yol katetmiş ve konuşamayan kalmamış gördüğümüz üzere. Nükleer bombadan sağ kalan insanların bir kısmı maymunların kasabasında ayak işlerini ve amelelik işlerini yapan köleler olarak kullanılmaya başlanmış ve söz haklarını yitirmişler. Nükleer bombadan sağ kalıp kaçabilmiş farklı bir grup ise, ilk filmden hatırladığımız üzere şehrin ve yasak bölgenin altındaki yeraltı kanallarında yaşamaya başlamış, maymunlara karşı kin beslemeye devam ederken, bombaya tapmaya başlamışlardır. Farkındayım, burası fazlasıyla karıştı. Senaryo müthiş değil, ancak üçüncü ve dördüncü filme göre daha tutarlı, belki de başa bağlanması sebebiyle bana öyle geldi, emin değilim. Bütçe düşüklüğü yüzünden savaşlar oldukça yavan. İlk filmdeki kalabalığı bile göremiyoruz.

Battle for the Planet of the Apes (1973) Efsanevi serinin son filmi, heyecanın tükendiği, beklentinin oldukça düştüğü ve hayal kırıklığı yaratan son üçlemenin son filmi. Battle for the Planet of the Apes, maymunların Caesar liderliğinde dominant ırk olmasından sonra yaşananları gösteriyor bize. Bir yandan da Beneath the Planet of the Apes filminde o patlamaya hazır bombaya tapan insanların nasıl öylesine bir değişime uğradıklarını bize gösteriyor. Bu yönüyle aslında filmler arasında hala boşluklar olduğunu gösteriyor ve bunları kapatıyor. Bütçenin düşük olması bu filmi etkilemiş, görebildiğimiz maymun sayısı oldukça az ve bu grup mu dominant demekten kendinizi alamıyorsunuz bazen. Maymunlar adeta ufak bir kasaba topluluğundan ibaretler ve Caesar da sanki bir muhtar

Bitiş sahnesi, Caesar’ın heykelindeki gözyaşı, aslında General Aldo’nun varolmasının Caesar’ın yenilikçi ve maymun toplumu için kafasındaki düşüncelerle ne kadar ters düştüğünü bize özetlemektedir aslında. İnsanlıktan nasibini almamış General Aldo’nun yönetimde pay sahibi olmasına ne kadar üzüldüğünü göstermesi gibi. Hey gidi Caesar.


Planet of the Apes (2001) Filmimiz 2029 yılında başlıyor. Astronot Leo Davidson, uzay mekiğinde olan bir arızadan dolayı belirsiz bir gezegene acil iniş yapmak zorunda kalıyor. Leo, iniş yaptığı ormanda uzay mekiğinden zar zor çıkıyor ve ormanda yürümeye başlıyor. Biraz ilerledikten sonra sesler duymaya başlıyor, ve sonrasında koşmaya başlıyor. Etrafında yabani giyimli insanlar görüyor ve sonrasında iki ayağı üzerinde duran ve birbirleri ile ingilizce konuşan maymunlar tarafından bir grup insan ile birlikte tutsak ediliyor. Yönetmen olarak Tim Burton’ı görüyoruz, zaten ilk akla gelen isimlerden biri o olmuştur muhtemelen. Oyuncu listesi oldukça dolu; o zamanların en popüler isimlerinden Mark Wahlberg, oyunculuğuyla çok beğenilen Helena Bonham Carter, daha önce başarılı yapımlardan tanıdığımız Tim Roth ile Paul Giamatti ve daha bir çok kaliteli oyuncu.

Kırılma noktalarından bir tanesi, aksiyondaki bolluk. Maymunların yer aldığı aksiyon sahneleri oldukça kaliteli olsa da, çok fazla aksiyon içeren sahne var ve bu da aslında önceden beri süregelen Maymunlar Cehennemi kültüne biraz ters. Ters olması kötü yapmıyor tabi ki filmi, biraz abartılmış olması öyle yapıyor.

Kehanet gibi hikâyeye katılan şeyler aslında biraz masallaştırmış bu evreni, bilim kurgu öğeleri hala ağır bassa da Tim Burton’dan şaşırmadığımız masallaştırma etkisi bilim kurgu kısmını biraz sarsıyor, fantastik öğeleri artırıyor. Senaryodan aslında yukarıda birazcık çıtlattım, biraz daha devam edeyim. Bazı tutarsızlıklar mevcut senaryoda, parça parça kısımlar da akıcılığı biraz kaybettiriyor. Takıldığım kötü noktaları yukarıda belirttim, fark edeceğiniz üzere aslında bunların sebebi ise alıştığımız ve görmeyi beklediğimiz filmi görememiş olmamız. İlk kez Maymunlar Cehennemi izlemiş bir kişinin beğenmeyeceğini ve bu noktalara takılacağını sanmıyorum. O yüzden yeni izleyiciler için genelde doyurucu bir film diyebilirim, ancak eski filmleri izlemiş biriyseniz biraz kızabilirsiniz.

Oyunculuğa ve makyaja şapka çıkartmak gerekir, maymunlar çok gerçekçi ve oyunculuk filmin hiçbir yerine sırıtmıyor. Dondurulmuş mimiklere sahip Mark Wahlberg’i bu gruba koymamakta ısrar edeceğim, umarım kızmazsınız.

Film gerçekten şaşırtıcı ve sürpriz bir sonla bitiyor, benden söylemesi :)


Rise of the Planet of the Apes (2011) Ve Caesar ‘hayır’ dedi. 10 yıl önce, -bana göre- kötü bir yeniden yapımın olmasından sonra uyuyan serinin muhteşem bir şekilde geri dönüşü ! 2001 yılında, Tim Burton bize günümüz teknolojisiyle Maymunlar Cehennemi efsanesinin nasıl yapabileceğini göstermişti biraz, ancak bir çok hayran için bu film izlenip geçilecek bir filmden öte olmadı. Senaryodaki parçalanmalar, tutarsızlıklar ve hızlı geçişler soğutmaya yetip, akıcı olmayan

Tanıdık oyuncular karşılıyor bizi. Son zamanlarda bir çok filmde iyi oyunculuğuyla övgü almış James Franco, Don Cheadle, Andy Serkis ve Tom Felton başta olmak üzere oldukça geniş bir oyuncu listesine sahip Rise of the Planet of the Apes filmi. Hikâyemiz günümüz San Francisco’sunda başlıyor. Babası ağır bir Alzheimer hastası olan Will, maymunların zeka gelişimlerini inceleyen ve testler yapan bir bilim adamı. Bu deneyle ilgili tecrübelerini kaydediyor ve devamlı deneyler yapıyor. Bu deneylerin sebebi, Alzheimer hastalığına çözüm bulabilmek, insanlara yakınlığı nedeniyle de doğal olarak maymunlar seçilmiş. Test edilen maymunlar arasından Caesar adında bir maymun hızlı gelişim göstermeye başlıyor. Will de bu maymunun deneylerde kullanılmasını engellemek için Caesar’ı evine götürüyor, tabi ki gelecekte bir devrim başlatacak olan esas lideri evinde beslediğinden haberi olmadan. Açıkçası gitmeden önce yine kötü bir film mi seyredeceğiz diye düşünmekteydim, 2001’deki deneyimden sonra çok iyi şeyler beklemek de mümkün değildi. Ancak dokunaklı ve keyifli bir filmle karşılaştım, uzun zaman sonra görüşmediğimiz bir dostla tekrar karşılaşmak keyifliydi.

bir filme sebep oldu, dolayısıyla devamı gelmedi. Ancak bu film çok başka. Söylemeden geçemiyorum, film tamamen enfes. Eski film serisinin -yukarıda okuduğunuz üzere- bir hayranı olarak, eski filmlerdeki kaliteyi yakalayan ve efektler/animasyon teknolojisinin gelişmesi sayesinde çok daha gerçekçi hale gelmiş bir Maymunlar Cehennemi izliyoruz bu filmde. Senaryosu açık içermeyen, oyunculukta sırıtma olmayan bir Maymunlar Cehennemi.

Maymunlar Cehennemi : Başlangıç, bize bizi anlatmaya çalışan, doğayla iç içe yaşadığımızın farkında olmaya çağıran, dünyaya uyum sağlamamız gerektiğini söyleyen bir film aslında. Hatta bas bas bağırıyor inanın. Eski filmlerde olan hiciv yeteneğini hiç kaybetmemiş ana amacı bu olmasa bile. Senaryodaki çok ince detaylar dikkat çekiyor, filmde ilk filmden tanıdığımız astronot Taylor bile unutulmamış ve 5-6 saniyelik uzay gemisi sahnesinde ona göz kırpılmış. Serinin devamı gelecek, 2014 yılında bir devam filmi duyuruldu, zaten sonundan da geleceği anlaşılıyor. İzlemeden önce eski filmleri izlemenizi öneririm, ancak izlemeseniz de yadırgayacağınız herhangi bir nokta olmaz. Çünkü başta da söylediğim gibi, bu bir devam filmi değil. Bu yeni bir başlangıç filmi. Belirttiğim gibi, bu sadece başlangıç...

Çağlar Bozkurt


Dizi

İzlemeyen kalmasın!

Benim için çok büyük bir merak konusu olmuştur Battlestar Galactica'nın popüleritesi. Nedendir bilinmez özellikle Türkiye'de Battlestar Galactica'nın varlığından haberdar olmayan pek çok insan var. Diziyi bilenlerden ise izleyenine çok az rastladım. Oysa Galacticayı baştan sona izleyen insanlardan kime sorarsanız sorun (ben öyle yaptım) en güzel dizi hatta en güzel bilim-kurgu serisi olduğunu söyleyenler çok çıkacaktır. Bir bilim-kurgu dizisinden daha çok dram, vahşet, felsefe hatta psikoloji ağırlıklı bir dizi kesinlikle. Buna rağmen bilimkurgusal olarak benim gözümde en iyisi kesinlikle. Battlestar Galactica ilk olarak 1978 yılında ortaya çıkmıştır. Dizisi epey tutmuştur o dönemde ama 1980 de devam eden seri pek başarılı olamamış ve bitmiştir. Ardından 2003 yılında Sci-Fi tarafından dizinin hikayesi yenilenerek (ki harika bi yenileme!) tekrar başlatılmıştır. İlk olarak 'miniseri' adıyla 3 saatlik bir giriş bölümü yayınlandı ve ciddi anlamda ortalığı karıştırdı.

''Tanrılar insanoğlunu yarattı'' Gelelim Battlestar Galactica evrenine. İnsanlık Kobol adında büyük bir gezegenden göç etmek zorunda kalır ve birbirine yakın sayılabilecek 12 koloniye yerleşir. Aradan 4000 yıl geçer bu süre içinde bu koloniler kendi aralarında savaşırlar fakat bir süre sonra bütün koloniler, Caprica adı verilen bir koloninin gezegenini başkent kabul ederek birleşirler.

''İnsanoğlu tanrılarını öldürdü, saylonları yarattı'' Artık klişe diyebileceğimiz bir bilim-kurgu konusuyla başlar Galactica. İnsanoğlu yapay zekayı geliştirir ve Saylon adı verilen makineler yapmaya başlar. Bu makineler gün gelir kendi sahiplerine ''dini sebepler'' dolayısı ile isyan ederler. Saylonlar kendi içlerinde hızlıca gelişir ve insanlığa saldırmaya başlar. O kadar üstün gelirler ki hakim oldukları kolonilerin birinde kendi büyük savaş gemilerini yapmaya başlarlar. Caprica gezegeninde ise insanlar hemen buna karşılık ilk devasa savaş gemileri olan Battlestar Galacticayı yaparlar. Ardından her koloniyi koruyacak başka bir Battlestar yapılır. 12 adet devasa Battlestar. Savaş devam eder ve insanlık üstün gelir.


''Saylonlar insanoğlunu öldürdü'' Saylonlar savaştan sonra barış anlaşması yaparlar ve kendilerine yaşayacak yer aramaya gideceklerini söyleyip giderler. Aradan 50 yıl geçer, 12 kolonide yapay zeka çalışmaları yasaklanır. Savaşın çöküntüsü medeniyetleri neredeyse mahveder ve paranoya başlar. Her koloniyi korumakla görevli bir adet Battlestar varken koloni başı 10 Battlestar yapılır. Hepsi daha gelişmiş daha da güçlüdür. Herkes Saylonların geri gelmesinden korkar. Bu esnada Battlestar Galactica eskimiş kahraman bir gemi olarak emekliye ayrılmak üzeredir ve yeni Battlestarlara kıyasla oldukça işe yaramaz bir gemi sayılmaktadır artık. 50 yıl sonra korkulan olur. Saylonlar gelişmiş, kendilerini değiştirmiş. Hatta bazı modelleri ete kemiğe bürünmüş halde geri dönerler. Büyük bir saldırıdan sonra 12 kolonide hayat tam anlamıyla yok olmuştur. 50 milyar insan ölmüş ve bütün Battlestarlar parçalanmıştır, emeklilik töreni için gezegenlerden epey uzak bir yerde olan Battlestar Galactica dışında.

''Dradis Contact! '' Galactica saldırıdan kurtulmuş diğer sivil gemileri yanına alarak Saylonlardan kaçmaya başlar. Bütün gemilerdeki toplam insan sayısı 50 bin civarındadır. Yani 50 milyar insandan geriye sadece 50 bin insan kalmıştır onlar da hayatta kalmak için umutsuz bir kaçışa başlar. Yiyecek yok, umut yok, kapalı yerde sürekli can korkusuyla yaşayan 50 bin insanın dramı. Galactica'nın komutanı tarafından insanları umutlandırmak için 13. gizli bir insan kolonisi olduğu ve oraya gidileceği söylenir. Eğer izlemek isterseniz unutmayın, mini-seri adı altında bir giriş bölümü var 3 saatlik. Oradan başlayın yoksa hikaye alakasız gelebilir. Yazdıklarım az-çok o giriş bölümünde anlatılan şeyler. Dört sezonluk hem görsel hem de kurgu olarak fazlasıyla harika bir dizi. Galactica bittikten sonra bir sezon süren ve ilk saylonu anlatan Caprica dizisi çekilmiştir. O da bir sezon sürmüş olmasına rağmen ciddi anlamda eşi benzeri olmayan harika bir dizidir. Capricadan da sonra ise Blood & Chrome adında yeni bir dizi başlamıştır. O da ilk saylon savaşını anlatan görsel olarak eşsiz bir dizi olacağa benziyor. Galactica başlamayı düşünüyorsanız, düşünmeyin! Direk atılın derim. Pişman olmazsınız, izledikten sonra başka bir şeyi de kolay kolay beğenmezsiniz =) Korcan Romya


Dizi & Film

The Raven

Efendim bilmeyeniniz yoktur, yalnızlığın meşhur gotik yazarı Edgar Allan Poe’yu. Benim hayatımın dönüm noktalarından birisidir Poe’yu keşfetmem. Bütün öykülerinin basılı olduğu büyük bir cilt satılır şu aralar etrafta, o koca kitabı sonuna kadar okuduğumda yaşadığım değişimi hatırlıyorum. Hayalgücüm, düşünce şeklim ve hayata bakış açım şaşırtıcı derecede değişmişti. Poe’nun kurgularından daha ötesini ne okudum ne de okuyan duydum. Bahsediş şeklimden anlamışsınızdır Poe’ya karşı büyük bir hayranlığım oluştu bu süre içerisinde. Hayat hikayesini duyduğumda ise yıkılmıştım. Sevdiği bütün kadınlar ölür, yaşamı facialarla doludur, tek bir gün mutlu olmuşluğu yoktur derler. Hatta öldüğünde mezarına sadece iki kişi gelmiş. Sonuçta buradan çıkatacağımız sonuç Poe’nun fazlasıyla derin, fazlasıyla geniş ruhlu depresif bir insan olması gerektiğidir.

Neyse dedim ve filme girdim. Filmde Poe’nun diğerlerine göre daha ünlü olmuş birkaç öyküsü ile hayat hikayesini birbirine geçirmiş bir halde anlatan bir senaryo vardı. Yani aslında tam klişe bir senaryo. Ya da film o kadar ruhsuzdu ki bana öyle geldi bilmiyorum. Çoğu insanca dünyanın en büyük şairi, yazarı olarak belirtilen bir insanın filminde daha çok sanatsal öğe ya da daha ruhsal şeyler bekliyor insan. Hayır, film tamamiyle aksiyon filmi. Edebiyat filmi değil ya da ona benzer bir şey değil, sadece aksiyon filmi. Filmin içeriğinde ne Poe var adam akıllı ne de öykülerini hakkıyla anlatabilmiş bir senaryo var. Hatta Poe namına hiçbir şey yok sanki çapkın ya da aptal bir adammış gibi gösterilmiş ya da hiçbir şey gösterilmediği için öyle duruyor. Kötülediğim bir film hakkında daha da uzun yazmak istemem sonuçta tavsiye vermek daha değerli ama beklenen bir film olduğu için üzerinde durma gereği duydum. Film olarak izlerseniz fena değil derim ben sonuçta iyi kötü Poe’nun öykülerinden kurgulanmış. Fakat usta sayılan bir yazarın efsanevi öykülerini tamamen ticari bir biçimde yorumlayıp aksiyon filmleri gibi sunmaları olmamış. Evde oturup izlenebilecek bir film (çok canınız sıkılırsa) ama Poe’nun öykülerini okumanızı daha çok tavsiye ederim film izlemiş kadar oluyorsunuz sonunda.

Peki ya film? Korcan Romya Filmin haberini duyduğum zamanı hatırlıyorum. Galiba hayatta haberini aldıktan sonra gün sayarak beklediğim tek filmdir Poe’nun filmi. İçeriği hakkında bir bilgim yoktu, hayatını anlatırlar diye düşünürdüm hep ( Öyle de yapmışlar aslında). Gün geldi geçti ve ben ilk günden heyecanla filme girdim. Filmden önceki ilk fiyasko Poe’yu John Cusack’ın oynayacağını duymamdı. Gotik edebiyatın ve polisiyenin babasını bundan daha ruhsuz canlandırabilecek başka bir insan olamazdı şayet.


Dizi & Film Cave ile alakalı araştırmalar yaptığım günlerden birinde, müzik kariyerinin yanında bir de film senaryoları yazdığını okur okumaz kendimi “The Proposition” filmini izlerken buluverdim. Film, 2005 yapımı; 1880li yılların Avustralya’sında geçiyor. Filmde iyi-kötü, ahlak, ırkçılık ve suç konuları çok ince bir şekilde işlenmiş. Özellikle western tarzda film severlerin, mutlaka beğenisini kazanacağı görüşündeyim. Müziklerini de ayrı bir özenle, yine Nick Cave Abimiz hazırlamış, bu vesileyle tabii kulaklarımızı da ziyadesiyle iyi müzikle doyurmuş; ne diyoruz, helal olsun diyoruz . Ben açıkçası keyifle izledim, western tarz film kültürüm olmamasına rağmen de hoşuma gitti. Ne mi oldu, Nick Cave’e olan hayranlığım ve saygım bir kat daha arttı. İyi de oldu, güzel de oldu. Sırf Nick Cave’in müziğinden hoşlanıyorsanız dahi izlemenize değecek ve yetecek bir film diyeyim gerisini siz anlayın.

THE ROAD

Merhaba!

Heh, ben daha fazla konuyu uzatmadan “The Road” filmine geçeyim. Nerde kalmıştık… Hımm. Yüzüklerin efendisi, Aragorn, V.Mortensen, John Hillcoat, post apokaliptik falan demişim en son. Heh bu arada, Nick Cave Abimizin

Bu ay, Yüzüklerin Efendisinden hepimizin tanıyıp sevdiği,

müzikleri ile bu filmde de parmağı var, onu da unutmayalım

izleyenlerin gönüllerinde mutlaka yer etmiş (Aragorn)

şimdi. Ayrıca “No Country for Old Men”, “All the Pretty

karakterini canlandıran Viggo Mortensen’in başrol oynadığı

Horses” romanlarını yazan ve bu romanların beyaz perdeye

2009 yapımı post-apokaliptik ve dram yönü ağır basan “The

aktarılmasında emeği geçen “The Sunset Limited” filminin

Road” filminden bahsedeceğim. Filmimizin yönetmeni

de senaryo yazarlığını yapmış olan Cormac McCarthy’nin

Avustralyalı yönetmen John Hillcoat. Bu film, aynı

yazdığı yine bir romandan sinemaya uyarlanmış, dört

yönetmenden izlediğim üçüncü film olmakla birlikte epey sevdiğim filmlerinden biri.

Aklıma düşmüşken izlediğim ilk filmden de kısaca bahsetmek istiyorum. Geçtiğimiz yıl, Nick Cave hayranlığımın hat safhaya ulaştığı, onunla alakalı her türlü ıvırı zıvırı araştırıp; hakkında daha çok şey öğrenmek için ayrıca çabaya giriştiğim ve bu halimden de baya baya hoşnut olduğum bir yıldı. Yine Nick


dörtlük bir film bahsini geçirdiğim. Kıyametin yaşandığı dünyada;açlığa, kimsesizliğe, soğuğa ve tehlikelere karşı baba ve oğul’un hayatta kalma mücadelesini işlerken, nefes aldırmayan; bazense “artık nefes almak istiyorum” deyip, yeterli arayı verdikten sonra tekrar izlenen “insan olmayı ve insanlığı” anlatan en baba filmlerden birisi. Bir de gerilim ve de hüzün bir arada, bunu bilerek izleyin. İç parçalayıcı öyle çok detay var ki… Siz iyisi mi işi gücü bırakın, oturun ve izleyin. Ece Gündüz

(The Road) Filme, oyunculara, yönetmene ve IMDb puanına ulaşmak için: http://www.imdb.com/title/tt0898367/ Fragmana ulaşmak için: http://www.youtube.com/watch?v=hbLgszfXTAY (The Proposition) Filme, oyunculara, yönetmene ve IMDb puanına ulaşmak için: http://www.imdb.com/title/tt0421238/ Fragmana ulaşmak için: http://www.youtube.com/watch?v=G7V-CW_SUos



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.