Up the irons!
42'nin 7. sayısına hoşgeldin. Bu ay da size yazın sıcağında çok iyi gidecek, soğuk ve egzotik içecekler gibi bir dergi hazırladık. Öncelikle, bu ayki kapak konumuzdan bahsetmek istiyoruz. Genelde hep metal müzik ağırlıklı incelemeler yaptığımız için eleştiriliyoruz, ve bu ay diğer aylardan da daha metal ağırlıklı bir dergi oldu. Ancak, haklı sebeplerimiz var, çünkü yakın zamanda -26 Temmuz'da- Iron Maiden efsane bir tur ile kendisine yakışır bir yerde epik bir konser verecek ve biz de dahil bir çok kişinin unutamayacağı bir tecrübe olacak. İş bu dosya konumuz da, hala gitsem mi gitmesem mi diye düşünen arkadaşlarımızı gaza getirmek için yazılmıştır. Olur da headbang partneri arıyorsanız, Facebook'taki grubumuzdan irtibata geçebilirsiniz. Sonuçta, ne kadar kalabalık o kadar iyi :) Geçtiğimiz şubat ayı dergimizi okuyanlar hatırlayacaklardır belki, tabi eğer editörden kısmına ilgi gösteriyorlarsa. O zamanlar bir Minecraft server'ı açmıştık, bir süre komün toplumumuzla devam ettikten sonra, PvP'nin açılması ve Faction sisteminin gelmesinden kısa bir süre sonra toplumsal bir çökme yaşamıştık. Şimdi komün yaşama tekrar başladık, ve güzel güzel yaşıyoruz. Biriken stresimizi de arena ve ara sıra düzenlediğimiz oyunlarda atıyoruz. Server whitelist'li, dolayısıyla girmeden önce Facebook grubumuza girip oradan belirtmeniz gerekiyor nick'inizi, grup adresimiz de hemen aşağıda. Dergi ile ilgili geribildirimlerinizi, @mubkfk twitter adresinden, facebook grubumuzdan ya da mubkfk@gmail.com adresine mail atarak gönderebilirsiniz. Hepinize iyi okumalar, Stay steel… Minecraft Grubumuz: https://www.facebook.com/groups/437609839646075/ Facebook Sayfamız: http://www.facebook.com/mu.bkfk Facebook Grubumuz: http://www.facebook.com/groups/marmara.bkfk/ Twitter Profilimiz: https://twitter.com/mubkfk Aykut&Çağlar
İÇİNDEKİLER Sayfa 5 – Borderlands Sayfa 9 – Deadlight Sayfa 12 – Final Fantasy A Realm Reborn Sayfa 14 – Borderlands 2 Karakter Rehberi Sayfa 20 – Iron Maiden Sayfa 28 – Megadeth Sayfa 29 – Children Of Bodom Sayfa 31 – Earth One Sayfa 34 – Fatale Sayfa 35 – Rebel Blood Sayfa 37 – Moonrise Kingdom Sayfa 38 – Oblivion Sayfa 40 – Macera Oyunları I - Ron Gilbert
Oyun
Wub Wub Wub!
Borderlands’i ilk bitirdiğimizde(evet ilk oyunun sonundaki o müthiş hayal kırıklığından bahsediyorum) 42 editörü Aykut Kekeç’in “Nasıl yani? Bitti mi? E? Ama? Vault?” diyişini asla unutmayacağım. Tüm o silahlar, tüm o oyunun harika atmosferi bizi “Nasıl lan?!” demekten öteye götürmeyen bir sonla dumura uğratmıştı. Oyun genel olarak inanılmaz başarılıydı ancak eksikleri de vardı… Derinliği olan karakterler görememiştim, bazı sınıfların oyuna çok düzensiz bir şekilde dahil olduklarına şahit olmuştum. Ah be abi keşke oyunda şu şu da olsaydı dediğim çok anlar olmuştu. Ve sonra geçen sene çıkan bir fragman tüm ‘keşke’lerimizin duyulduğunu ve giderildiğini bize haber veriyordu. Bahsettiğim fragman: ‘Borderlands 2 Doomsday’. Sanırım benim en çok sevdiğim oyun fragmanı bu oldu. Dubstep’in etkisi var mı bilmiyorum (Deadpool! Bang! Babes! Mayhem! Bzzz wubwub)
Yakışıklı adamdan korkacaksın Evet artık incelememize başlayalım. Kısaca özetlersek; ilk oyundaki Vault olayından sonra Pandora etkilenmiş ve değişim geçirmeye başlamıştır. Bu değişimlerden en önemlisi Vault açıldıktan hemen sonra Pandora’da çıkmaya başlayan Eridium adlı büyük potansiyellere sahip bir hammadde. Tabi bu zengin hammadde kaynağı ilk oyundan da tanıdığımız bir şirket olan Hyperion’ın ilgisini çekmiş, Hyperion’ın Pandora’nın yörüngesine devasa bir uydu kurmasına sebep olmuştur. Yakışıklı abimiz Hyperion CEO’su Handsome Jack de bu zenginlikten nasibini almış, kendisini diktatör ilan etmiş, bir önceki oyunun kahramanının kendisi olduğunu iddia etmektedir. Tabi bu abimiz psikopatın en önde gideni bir kişilik olduğundan gelen Vault avcılarına karşı bir garezi var. Bizden önceki avcılara yaptığını bize yapamayınca da Pandora üzerindeki maceramız başlıyor. Söylemeden geçmeyelim ilk oyundaki gibi bu oyunda da bizi geveze dostumuz CL4-TP , biz onu Clap-trap adıyla tanıyoruz, karşılıyor. Bu oyunda daha çok karşılaştığımız Claptrap’in ilk oyuna göre aşırı
Bazilyon silah 12 kapasite
derecede fazla konuştuğunu söyleyebilirim ancak genellikle güldürdüğü için problem yaratmıyor Gelelim seçilebilir karakterlerimize…bir sonraki yazıda yetenek ağaçlarını detaylı olarak açıklayacağım karakterlere yine de bir göz atalım(Şimdilik sadece ilk sürümdeki 4 karaktere bakacağız. Mechromancer ve Krieg Build’leri bir sonraki ayda inşallah ). Bu oyundaki karakterlerimizin hepsi yeni. Yani Lilith, Mordecai, Roland veBrick bu oyunda yok. Yani aslında var ancak bu kez karşımıza Npc olarak çıkacaklar. Yeni karakterlerimize gelirsek Commando Axton ortaya otomatik kurulabilen bir makineli tüfek atarak bize ilk oyundaki Roland’ı hatırlatıyor. Ancak Axton’ın makineli tüfeği daha kapsamlı yani daha farklı tarzda oynanış sunabiliyor. Mordecai ‘nin yerine gelen Zer0 tam bir suikastçi. İsterseniz sniper tüfeğinizle ‘headsh0t’ peşinde koşun, isterseniz Zer0’nun yeteneği olan hologram ile hedef şaşırtıp yakın mesafeden avlayın. Pandora üzerindeki tek taş hatunlar olan Siren’lardan birini oynama şansına bu oyunda da sahibiz. Maya isimli bu güzel Siren ablamız ilk oyundaki Lilith’ten farklı olarak bir rakibi bir süreliğine başka bir boyuta hapsetmeyi sağlayan ‘PhaseLock’ yeteneğine sahip. Duyurulduğunda bayağı şaşırdığım ve coşku naraları attığım karakterimiz ise: Salvador. Gunzerker adı verilen bu sınıfımızın yeteneği belli bir süre için envanterinizdeki 2. silahı da eline alıp 2 silahı birden kullanması. Ne olduğunun önemi yok. İki elinize birden hafif makinalı alıp orta mesafeden element efektleri yağdırabilir ya da isterseniz Borderlands’in fazla güçlü raid boss’larına (Terramorphous the Invincible… isme bak!) karşı çift roketatar deneyebilirsiniz
Borderlands’in en başarılı olduğu ve göze çarptığı nokta tabi ki de silahlar ve çeşitliliği. İlk oyunda sunulan çeşitlik dürüst olmak gerekirse ,unique ve legendary silahlar dışında, oldukça yüzeyseldi. Evet isim olarak birbirlerinden farklıydılar ama sundukları farklılık sadece daha koyu renk, daha uzun namlu ya da daha yüksek hasar gibi çok fark yaratmayan öğelerdi. Bundan pek çok kişi rahatsız olmuştur tahmin ediyorum ki. Ancak bu oyunda böyle bir sıkıntımız yok. Yani öyle farklı silahlar öyle farklı bomba modları veya kalkanlar var ki. Kimi kalkanlar belirli elementlere bağışıklık kazandırıyor, kimisi size gelen mermilerden bazılarını envanterinize ekliyor kimisi ise tamamen tükendiğinde melee atağınıza ekstra hasar sağlıyor. Bombalar da aynı şekilde. Bazıları direk patlıyor, bazıları patlamadan önce yakındakileri kendine çekiyor, bazıları ise daha küçük bombalara bölünüyorlar. Asıl farklılık yaratan silahlara gelirsek… Önceki oyundaki silah markalarının çoğu bu oyunda da duruyor. Ancak farklılık olarak silahların çoğuna ikincil bir özellik verilmiş. Örneğin, Tediore marka silahlar şarjör doldururken el bombası gibi patlıyor. Dahl, yakınlaştırdığınızda daha hızlı ateş ediyor. Jakops, siz fareye ne kadar hızlı tıklarsanız o kadar hızlı ateş ediyor… Gibi … Element efektleri bu oyunda yine var. Tabi bazı değişikliklerle birlikte. Yeni bir element efekti olan ‘Slag’ düşmana zarar vermektense slag dışındaki tüm hasarları daha da arttırıyor. Artık patlama efekti sadece Torgue marka silahlarda var. Kalkanlı düşmanlara en etkili element elektrik iken zırhlılara asit, herhangi bir koruma kullanmayanlara ise alev. Oyundaki element efektlerini kalkan,silah ve bomba modları içerisindeki çeşitliliği övsem de envanterinizin inanılmaz küçük olması oyunun başından sonuna kadar tüm geliştirmelere rağmen başınızı ağrıtıyor. Ben derim ki; Sanctuary isimli kasabadaki bankayı satmaya atmaya kıyamadığınız silahlarınız için kullanın Sanctuary demişken; Fast travel ünitesinin olduğu yerde üzerinde kuru kafaların olduğu özel bir sandık var. Bu sandığın olayı şu, belli bir anahtarla açılıyor ve sadece mor renkte seviyenize göre silah düşüyor. Yani işiniz tamamen şansa kalmış. Bu anahtarlardan sadece bir tane elinizde var. Daha fazla anahtar elde etmenin
yolu ise yapımcılar tarafından internete verilen kodları denemek. Twitter ya da Facebook üzerinden oluyor bu daha çok.
Psycho musun evladım? Pandora çok ilginç bir gezegen sevgili dostlar. İlk oyundan bu yana ise bırakın normalleşmeyi yerinde dahi duramıyor. 3 tane cüceyi dev kalkanına bağlayan mı dersiniz, maskesini düşürdüğünüzde sinirden kafayı yiyip kendi arkadaşlarına saldıran Goliath mı… “Çeşitlilik sadece mühimmatlarda olacak değil ya” diyip akıllarına ne kadar uçuk kaçık fikir varsa yerleştirmişler. “Ride of The Valkyries” mırıldanan buzzard’lara çok güldüm. Pandora’ya hakim olan uçuk mizah havası benim için her şeyden önemliydi . İlk oyunda var olan bu espri anlayışı daha da ileriye götürülmüş. Tabi uçuk olan sadece düşmanlarımız değil. Dostlarımızdan olan Scooter’ın ablası Ellie, patlayıcı uzmanı ve durup dururken bağırarak konuşmayı seven 13 yaşındaki Tinny Tina ve tabi bar sahibi Moxxy(beybi!) hepsi gerçekten olağanüstü orijinal ve uçuk karakterler. Oyun içerisinde önemi olan karakterleri ilk gördüğünüzde çıkan karakter introlarına bayıldığımı itiraf etmeliyim. Görev sistemi her ne kadar aynı gibi gözükse de fark ettiğim bazı farklılıklar var. Öncelikle
eski oyundaki gibi görevleri aramakta hiç zorluk çekmiyorsunuz. Arayüzdeki haritanızda olası görev yerleri belirli oluyor gidip görevinizi alıyorsunuz. Bunun sağladığı iki yarar var. 1.si görev bulacağım diye harcadığınız saatlerinizi artık oynanışa veriyorsunuz. 2.si ise her görevin belirli bir hikayesi arkasındaki bir fikri ve bir amacı var. ilk oyunda eksik noktalardan biri buydu. Görevi yapıyorduk ama niçin yaptığımız yaptıktan sonra ne olacağı bir muamma idi. Borderlands 2’de ise belli sayıda nesne toplama görevlerinin bile bir hikayesi amacı var. Bu oldukça hoş bir artı. Fark ettiğim diğer bir farklılık ise Borderlands 2’deki görev seviyeleri ilk oyuna göre oldukça merhametli. İlk oyunda bir görevi yapabilmeniz için bazen etrafa sataşıp seviye atlamanız gerebiliyordu(bazen). Ancak 2. oyunda bunu göremedim çünkü gerek yok. Görev sayısı ilkine oranla o kadar çok ki oyun sizi görevsiz bırakmıyor. Badass Rank adı altında toplanmış pek çok challenge var sevgili dostlar. Bunları başardıkça Badass Rank kazanacak ve belli bir seviyenin üstünde Badass Rank kazandıysanız Badass Token sahibi olacaksınız. Bu token’lar rastgele 5 değerinizden siz seçtiğiniz birine yüzde 0.7 gibi küçük eklemeler yapabilecek. Ancak dediğim gibi challengelar aşırı derecede çok ve neredeyse yaptığınız her şey bir challenge’ın parçası olduğundan eğer aynı şeye token harcarsanız +%15 gibi bir değer elde edebilirsiniz ki bu neredeyse bir skill puanına eşit düzeyde bir getiri.
Borderlands 2 oynarken yapmanızı önerdiğim bir şey var ki o da mümkün oldukça etrafa göz atmanız. Her şeye bakın, her şeyi dinleyin, her şeyi okuyun. Dinleyin, çünkü ses kayıtları ya size yeni bir görev veriyor ya da bulduğunuz bölge hakkında size bir şeyler anlatıyorlar. Araç bakımından hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. İkinci oyunda sadece 1 tane yeni araç var. Bir şey olacağı yok ama insan yine de uçan bir araç bekliyor işte
Sadece karakterlerin değil robotların, silahların kısacası her şeyin sesi mükemmel. Görüntüye gelecek olursak, Borderlands’in kendi çizim tarzını koruyan grafikleri öyle ahım şahım bir görsel şov sunuyor dersem yalan olur. Fakat bu demek değildir ki güzel değil. Özellikle Phsyx efektlerinin kullanımı göze gerçekten hoş geliyor. Yalnız burada bir parantez açmak lazım genel manada en yüksek ayarda ve Phsyx orta seviyede iken hiçbir problem yaşamazken Phsyx yüksek seviyeye çıktığında oyunda inanılmaz donmalar yaşadım ve evet ekran kartım Nvidia değil
Teknik detaylar Teknik detaylardan kastım ses ve görüntü olarak Borderlands 2’nin bize sundukları… Sesten başlayacak olursak; ilk oyun ile arasındaki fark inanılmaz. Borderlands 1’de insan sesi duymaya hasret kalmış, psycho’ların çığlıklarına maruz bırakılırken ikinci oyunda var olan diyaloglar “Oh be!” dedirtir cinsten.
Artıları;
Loot çılgınlığını bir üst seviyeye taşıyan çeşitlilik Farklı ve sürprizlerle dolu ana hikaye Eski oyundan tanıdık yüzler Sınıfların yetenekleri
Eksileri;
Araç sayısı çok az Loot olayı biraz dengesiz( Zero karakterimle 16 lvl’a kadar 3 legendary düşmüş olmasına ragmen 32 lvl Siren ancak mor takılabildi)
Borderlands 2 mükemmel bir oyun Vault avcıları. Sadece özellik değil tip olarak da birbirinden farklı binlerce silah peşinde koşmak ve bu esnada harika bir hikayeyi eski yüzlerle takip etmek inanın büyük bir keyifti. Bittiğinde ise tek düşündüğüm bir daha bitirmeliyim oldu. Multiplayer da cabası. Oynayın oynatın. Meraklıları sınıflar hakkındaki yazıya bekliyorum. Iyi oyunlar Not: Steamde geçen haftalarda borderlands 2 fiyatı 29.99$ olarak yeniden belirlendi. Summer Sales’e kadar beklemeyenlere 4lü paket öneriyorum Faruk Yaylaz
Oyun
Aynı fikri farklı bir biçimde anlatmakmış önemli olan…
Sizi bilmem ama ‘zombi’ kavramı bana o kadar normal geliyor ki artık ‘Neymiş ölüymüş de…Sonra ayaklanıyormuş… Bizi kovalıyormuş…BREH!’ tarzı bir yaklaşım edinmeme ramak kaldı sevgili dostlar.(O değil de gezi parkındaki olayları bile doğru dürüst veremeyen medyamız olası bir zombi istilasında eden zombiler, ‘Şemsiye’nin altından çıkan zombiler , bir mantar türü yüzünden zombileşmeye başlayan insanlar(Bir de aşık olunca iyileşen zombiler var.AH! Vurmayın yav şaka yaptım…Warm bodies…Öğk!) derken iş aldı başını gidiyor. Peki neredeyse her türünü öğrendiğimiz bu zombi kavramını sadece farklı bir şekilde işlerseniz başarılı olabilir misiniz? Genellemeyelim ama…Deadlight olmuş…
Kimisi şu şekil dirilir kimisi bu şekil dirilir… Hikayemiz, Randall isimli bir park bekçisinin ‘shadows’ diye adlandırılan zombilerin istilası sırasında hayatta kalma ve ailesine kavuşma mücadelesini anlatıyor. Anlatımı ise kendi ağzından günlüğünü okuyarak sağlıyor. Gölgelerden kaçarken anılarımızı kovalıyoruz.
Buraya kadar hiç mi hiç yabancı değil. Peki Deadlight farklılığı ne ile sağlıyor? Şöyle ki; Deadlight 2 boyutlu bir sidescroll,platform oyunu. Pardon daha doğrusu zombi temalı sidebeni vuran kısmı işte bu farklılığı olmuştu. Tequila Works çalışanlarını takdir etmekte fayda var. Genellikle farklı bir oynanış sunan oyunlarda hikayenin yetersiz ya da geri planda bırakılmasına sık sık şahit oluyoruz ancak Tequila Works bunu uygulamayıp bize klişe gibi görünen bir hikayeyi; ilerledikçe, Randall hafızalarını tazeledikçe ve günlüğümüzün kayıp sayfalarını bölümlerdeki gizli yerlerde buldukça
derinleştirmeyi başarmış. Naçizane tavsiyem oyuna başlamadan önce ana menüden “Randall’s Memories” başlığı altından günlüğe biraz göz atmanız. Oyun sizi istilanın patlak verdiği anlarda oynattığı için Randall’ın önceki hayatına hakim olmak, oyunun derinleştirmekte biraz geç kaldığı hikayesine bağlanmakta size yardımcı olabilir.
Ben tek siz hepiniz…(Öldü) Biraz oynanıştan bahsedelim. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Siz teksiniz ve shadows binlerce. Yani ortada durup da zombi öldüreyim biraz diyorsanız bayağı bir restart sizi bekliyor olacaktır. Ayrıca oyunda gerçekçilik katan bir diğer unsur olarak da stamina barınız var. Hızlı koşmak, tırmanmak, balta savurmak… Takdir edersiniz ki kolay işler değil. Bu barınız tükendiğinde Randall nefes almakta güçlük çekiyor ve öyle ağır işlere girişemiyor. Stamina barınız için, canınızı doldurmaya yarayan ama yanınıza alamadığınız yardım çantaları gibi bir olasılık da bulunmayınca durup dinlenmek kalıyor geriye. Hele bir de önden ve arkadan aynı anda gelen ‘shadow’lar uzuvlardan birini kesmeden ölmeyince oyunumuz zombi öldürmeyi sadece gerçek manası olan hayatta kalmak üzerine yoğunlaştırıyor. Oyunda bize eşlik eden silah sayımız ise bir elin parmaklarını tamamlayamıyor bile. Fakat bu, oyunun içinde geçtiği bölümler düşünülünce pek bir mantıklı. Platform öğelerinden bahsedecek olursak, düşünmeyi pek gerektirecek bulmacalar bulamıyoruz Deadlight içerisinde… Tırmanmak veya koşup zıplamaktan ibaret olan platform öğelerimize elektriği kapatmak ya da yüzme bilmeyen Randall abimiz boğulmasın diye ortamdaki suyu boşaltmak eşlik
ediyor… İnsan ‘Ah be abi birazcık bir bulmaca ekleseydiniz fena mı olurdu?’ demekten kendini alamıyor. Gelelim Deadlight’ın asıl başarılı olduğu yere: atmosfer. Bölüm tasarımları o kadar harika ki bazı bölümlerde, özellikle açık alanlarda, durup etrafı seyrettim. Çatılarda gezdiğimiz bölümlerde arkada meydana gelen yıkılma ve patlamalar, uzak kesimlerin o sisli ve bulanık görüntüsü, lağımlarda mahsur kalan insanlarca yazıldıklarını düşündüğüm duvar yazıları atmosfere o kadar iyi gidiyor ve sizi içine çekiyor ki gözünüze batan veya az önce ölmenize sebep olan basit hataları gözden kaçırıveriyorsunuz. Yalnızlık ve saniyeler içerisinde can verebileceğiniz gerçeği etrafa o kadar güzel yansıtılmış ki duvar yazıları veya yıkılmış bir elektrik direği ile Deadlight sizi post-apokaliptik bir Seattle’a götürüyor. Atmosfere bölüm tasarımlarından sonra en çok katkıda bulunduğunu düşündüğüm özellik ise Deadlight’ın müzikleri; yavaş ve boğuk… Oyuna başlamadan önce mutlaka bir menü gezintisi yaparım. Ana menüdeki arkaplan ve fon müziği oyuna başlamak için herhangi bir tuşa basmaktan bile alıkoyuyor sizi. Tabi ki oyundaki ses ve müzik başarısı ana menüyle sınırlı değil bütün bölümler için geçerli bir özellik bu.
Çizgi roman oynuyorum Deadlight’ın güzel yanlarından bir diğeri de çizgi roman havasındaki ara videoları. Bu videolar o kadar güzel ki, bir çizgi romanın size hikayesini anlattığı izlenimine kapıldım pek çok kez. Side-scroll bir oyuna müthiş grafikli 3d videolar koymak çok abes kaçardı zaten. Hazır çizgi roman demişken hikayedeki bazı küçük öğeler bana ‘Walking Dead’ dedirtti birkaç kez. Peki napıyoruz? Mazur görüyoruz tabi ki.
Son olarak söylemek istediğim birkaç şey var ondan sonra sizi rahat bırakacağım. Deadlight’ı bitirir bitirmez çok sinirliydim açıkçası… Hayal kırıklığına uğramıştım çünkü takip ettiğim beklediğim bir oyundu. Beklentim fazlaca büyüktü. Peki neden bu kadar sinirlendim? İlk olarak oyun inanılmaz kısa. 5,5-6 saatlik bir oyun var karşımızda. Açıkçası daha uzun süreceğini hayal etmiştim. Kızdığım diğer bir yön ise bazı kontrol sıkıntıları ancak bu fazlaca sübjektif bir konu olduğundan pek bahsetmeyeceğim. Deadlight başarılı bir bağımsız oyun. Evet. Ancak şimdiki yerinden çok daha yüksekte olabilirdi. Herkesin konuştuğu herkesin oynadığı bir platform oyunu olabilirdi. Ancak bu, oldukça kısa oluşu ve bazı diğer olumsuz yönleri yüzünden engellenmiş. Oyun bitince açılan bela bir hardcore mod var. Kayıt yapmadan oyunu bitirmeniz isteniyor. Yani 5,5 saat başından sonunda ise farklı bir son bizi bekliyor ancak berbat bir son olmuş. Herşeye rağmen çok güzel bir oyun olmuş Deadlight. Bazıları Klei Entertainment’tan Shank ile kıyaslamış. Çok yanlış bir kıyas; Shank daha çok bir beat-um up oyunu olduğu için aksiyon konusunda daha başarılı olduğu doğrudur ancak Deadlight’ın bize vermek istediği oldukça farklı ve bunu başarıyor da…
Artıları ; •
Zombi oyunlarına farklı bir oynanış getirmesi
•
Müzik ve oyunun genel atmosferi
•
Atmosfer ve ana fikre uygun bir hikaye
•
Çizgi roman tadında ara sahneler
Eksileri ; •
Hikayenin derinleşmekte biraz gecikmesi
•
Çok kısa oynanış süresi
•
Bazı kontrol aksaklıkları
Minimum sistem gereksinimleri işletim sistemi : Microsoft® Windows XP SP3 / Vista / 7 İşlemci : 2GHz+ or better Ram : 2 GB Ekran kartı : Shader model 3.0 support DirectX®:9.0c Bellek :5 GB Ses:DirectX 9 uyumlu ses kartı Faruk Yaylaz
Oyun
Konsollarda MMORPG Fantazisi
FF14(Final Fantasy 14)betasını duyduğum gün gerçekten heyecanlandığımı hatırlıyorum. Bu heyecan konsollarda online oyun oynayacağım için değil PC’de FF serisinden bir oyun göreceğimiz içindi. Konsol oyuncusu olmayan bir çok oyuncunun içinde ukdedir FF serisi. Ne zaman o şahane teaserları görsem içimde bir burukluk olur. Bu ay ilk kez gene hayran kaldığım teaserla duyurulan bir FF oyununu oynama imkanı buldum. Hem de PC’de hem de online ! Ne yazık ki bu heyecanım fazla uzun sürmeyecekti.
Büyüleyici açılış Her zamanki gibi şahane bir teaserla karşıladı FF bizi. Server seçip karakter yaratma ekranına geldiğimde ise bu bölümde çok uzun süredir, bu kadar zaman harcayacağımı hiç düşünmemiştim. Şu ana kadar 2 online oyunda karakter yaratma ekranında bu kadar eğlenmişimdir. Biri Guild Wars 2 diğeri FF14. Çok ayrıntılı ve güzel bir karakter yaratma bölümü yapmışlar. Grafiklerin kalitesi de bunu pekiştirmiş. Animevari grafikler ile beraber çok güzel karakterler yaratabiliyorsunuz.
Karakter yaratma işimiz bittiğinde hikayenin başlangıç videosuyla beraber oyuna başlıyoruz. Ne yazık ki bu noktadan sonra eksiklikler göze batmaya başlıyor. Öncelikle oyun, sistem olarak çok sıradan. Klasik mmo sistemi olan 5 tane yaratık kes şuna bunu taşı, bu arkadaşa git konuş tarzından ekstra pek bir şey yok oyunda. Neverwinter’daki hikaye içeriğinden sonra biraz kuru geldi bu sistemle beraber hikayenin anlatımı da. Jrpg(Japon Rol Yapma Oyunu)lerde genellikle yavaş ilerleme oluyor. Oyunda diğer mmolardan biraz farklı olarak her oluşumun bir “Loncası” bulunuyor. Bu loncalara girerek kendimizi loncanın faaliyet gösterdiği alanlarda geliştirebiliyoruz. Ayrıca özel görevleri de loncalardan alıyoruz.
Peki Nasıl Dövüşüyoruz? Dövüş sistemi basit kombolar üzerine kurulu. Başta eğlenceli gelse de 1-2 saat sonra aynı komboyu tekrar tekrar yapmak monotonlaşıp sıkıyor. Özellikle kombolar fazla kısa ve çeşitli değil. Bunun sebebi ise oyunda az yetenek bulunması ve ayrıntılı bir yetenek ağacının bulunmaması. Kombolara örnek verecek olursak ilk mızrak atağından sonra 2. mızrak atağının gücü 2 katına çıkıyor.
Böylece bu 2 yeteneği sürekli üst üste kullanarak oynuyorsunuz. Yetenek ağacında belirli seviyelerde karaktere ekstra özellik ekleyen bir sistem var. Tüm oyuncuların aynı özellikleri aldığı ve yetenek sayısının da sınırlı olduğunu düşünürsek oyuncular arasında neredeyse hiç bir farklılık olmuyor karakter bazında.
Konsollarda MMO mu demiştik? Evet arkadaşlar Pc versiyonunu oynamama rağmen oyunda gamepad kontrolünü test etme imkanım oldu. Sağolsunlar çıkartmamışlar Pc sürümünden. Bence başarılı sayılabilecek bir iş çıkartmışlar kontrol açısından. Tabi oyunun içeriğinden kırpmışlar bunun için de. Yeteneklerin az olmasını ben gamepad kontrolüne bağlıyorum. Analog tuşları ile hareket edip kamerayı döndürürken yön tuşları ile hedef seçip üçgen, kare, x ve yuvarlak ile de etkileşime geçiyoruz. Daha önce oyunlarda AutoTarget(Otomatik Hedef Seçme) özelliğini sık kullanan oyuncular için gamepade alışması çok zor olmayacaktır. LT tuşuna basarak yetenek barımıza erişip yine üçgen, kare, x ve yuvarlak ve yön tuşu kombinasyonları ile yeteneklerimizi kullanıyoruz. Ben bir türlü ısınamadım gamepad kontörlüne, o akıcılığı yakalayamadım. Fakat PS3’de oynayacak arkadaşlar için sorun olacağını sanmıyorum.
Irklar ve Sınıflar Oyunda 5 ırkımız var. Hyur, Erezen, Lalafell, Roegadyn ve Miqo'te. Hyur evrendeki insana benzeyen ırk. Erezenler elflere, Lalafelller Guild Wars’taki Asuralara, Roefadyn ise iri yapılı kuzeylilere benzemekte. Miqo’te yi ise kedimsi insana benzetebiliriz. Sınıf olarak 6 sınıf mevcut. Conjurer ve Thaumaturge büyücü sınıfları olarak karşımızda. Conjurer daha kontrol ve destek büyüleri ağırlıklı yeteneklere sahipken thramature ateş, buz ve yıldırım büyüleri ile hasara yoğunlaşmış durumda. Pugilist yakın dövüş ustası . Gladiator kılıç ve kalkan kullanıp tanklığımızı yapan sınıf. Marauder çift el balta kullanıcısı. Archer bildiğimiz okçu. Lancer ise mızrak kullanan savaşçı sınıfı. Açıkcası classlar arasında yetenek açısında da pek fazla fark yok. Bir tek conjurer ile Gladiatör biraz farklı gibi. Diğer sınıflar ise güç ver işlev olarak çok yakın yeteneklere sahip. Oyun beta aşamasında olduğunu farz edersek bazı eklemelerle oyunu çıkaracaklarını düşünebiliriz. Umarım güzel eklemelerle satışa sunulur. Pc oyuncuları için MMO olarak tavsiye etmesem de FF evrenini merak edenler alabilirler. Gökberk Düzgündikiş
Oyun
Borderlands 2 karakterlerinin hepsi harika öncelikle bunu söylemeliyim. İlk oyuna göre oldukça eğlenceli ve farklı tarzda buildler geliştirebilir yetenek ağacınızı istediğiniz zaman sıfırlayabilir, bulduğunuz class modların tadını çıkarabilirsiniz. Karakterlerin çoğu yeteneklerini denediğimden sizlere her ağacın temelde nasıl bir oynanış sunduğunu, yeteneklerin en etkili biçimde nasıl kullanılacağını elimden geldiğince açıklamaya çalışacağım
yeteneğiyle makinalı tüfeğinize bir de slag silahı ekleyerek düşmanlarınızı zayıflatacak ve onları Pandora’nın yüzeyinden silmeyi daha kolay bir hale getireceksiniz. Bu ağacın getirilerinden biri de el bombası kapasitenize +5 ekleyen ‘Granadier’ skilli. İncelememde bahsettiğim bölünenerek patlayan el bombalarını kullandığınız zaman slag elementiyle
Axton – Commando - Sabre Turret En çok klasik fps oyuncularının alıştığı ve seçeceklerini düşündüğüm karakter Axton. Level 5 olduğunuzda açılan yetenek Axton’ın gözbebeği kurulabilen bir makinalı tüfek. İlk başta 42 saniyelik bir geri sayımı olan bu kurmalı tüfeği ihtiyacınız kalmadığında geri alıp bu geri sayımı azaltabilirsiniz. Gelelim Axton’ın yetenek ağaçlarına: Guerrilla, Gunpowder ve Survival. Guerrilla ağacı genel olarak Sabre Turretinize çalışan ve sizi geri planda bırakan bir ağaç. Makinalı tüfeğiniz rakipleri oyalarken ki Sentry yeteneğiyle makinalı tüfeğinizin atış gücü ve sahada kalış süresi artacak bu esnada bayağı bir hasar verecektir siz de geride kalan ve sizinle ilgilenmeyen düşmanları haklayacaksınız. 16. seviyede makinalı tüfeğinize roketatar takabilirsiniz. Eğer bu şekilde ilerlemek hoşunuza gittiyse 31. seviye sonunda ulaşabildiğiniz ‘double up’
kaplanmış ve üzerlerine roket yağan düşmanlarınız pek fazla dayanamayacaktır.
Eğer siz de Sabre Turret’i Axton kadar sevdiyseniz Guerrilla’da oldukça eğleneceksiniz. Gunpowder ağacımız adından da anlaşılacağı üzere daha çok silahlarınıza hasar bonusu veren agresif bir ağaç. Özellikle element etkileri bulundurmayan silahlarınıza Impact, Battlefront ve Duty Calls adlı yetenekleriniz ile +%70’e varan hasar bonuslarıyla oldukça size çalışan bir ağaç Gunpowder. 15. seviyede seçebildiğiniz Longbow Turret ile makineli tüfeğinizi istediğiniz uzaklığa fırlatabilir makineli tüfeğiniz kuruluyken alacağınız + %70 hasar bonusuyla uzaktan işinizi halledebilirsiniz. Bu haliyle bile oldukça güzel bir build olan gunpowder’ın dilerseniz daha alt seviyedeki temel yeteneklerini kullanabilirsiniz ama “ben ağacın sonunu görmek istiyorum” diyorsanız sizi Nuke ile tanıştıralım . Doğru duydunuz. 31 level olduğunuzda elinizde istediğiniz noktaya fırlatabileceğiniz bir atom bombası olacak. Survival ise Axton’ın hayatta kalmasını sağlamaya yönelik bir ağaç. Bu sebepten silahlarınıza veya el bombalarınıza bonus almaktansa canınız ve kalkanınız bonuslardan faydalanıyor. Healthy ve Preparation sırasıyla canınıza ve kalkanınıza bonuslar sağlamakla kalmayıp, Preparation eğer kalkanınız tamamen doluysa size ekstra can yenileme sağlıyor ki bu hızlı dolan bir kalkan ile oldukça faydalı oluyor. Survival ile size etki eden element etkilerini azaltabilir hatta Phalanx shield ile makineli tüfeğinize ekstra bir kalkan açtırabilirsiniz. Mag lock ile makineli tüfeğinizi duvar veya tavana kurabilirsiniz. Survival ağacının sonunda ise size ikinci bir Sabre turret veriliyor. Ancak dediğim gibi ne turretiniz ne de siz ofansif manada bir bonus almadığınız için zor öldürüyor ama aynı zamanda zor ölüyorsunuz. Zira tüm o can ve kalkan bonuslarıyla 2 Sabre Turret’in açtığı iki ekstra kalkanın içinde ölmek zor olsa gerek
Maya – Siren – Phaselock İlk oyundaki siren Lilith ile oynanış tarzı oldukça farklı Maya’nın. Lilith ile önceki oyunda element hasarları üzerinden gidip Phasewalk yeteneğimiz ile yakınlaşarak devasa hasarlar verebiliyorduk. Maya ile bu oldukça değişmiş durumda. Maya’nın yeteneği olan Phaselock’ta rakibimizi havaya kaldırıp belli bir süreliğine başka bir boyuta hapsediyor ve etkisiz hale getiriyoruz. Tabi bu demek değil ki biz zarar veremeyeceğiz Bilhassa bu yeteneğimiz fazla güçlü ya da fazla büyük düşmanları etkisiz hale getirmek yerine onlara büyük miktarda hasar uyguluyor. Gelelim yetenek ağaçlarımıza Motion, Harmony ve Cataclysm… Motion adından da anlaşılacağı üzere bizi sürekli hareket halinde olmaya teşvik eden bir ağaç. Her ne kadar verdiği silah hasar bonusu az olsa da asıl yeteneğiniz Phaselock süresini ve geri sayım hızını arttırdığı için oynamakta büyük keyif aldığım bir build idi. Bu ağaçta izleyeceğiniz mantıklı iki yol var. İlki silah hasarı ve kalkan bonuslarının yanında Kinetic Reflection ve Inertia yeteneklerini alarak en iyi defans etkili bir hücumdur demek Çünkü 2 yeteneğiniz de düşman öldürünce aktive olan yetenekler. İlki size gelen mermileri sahiplerine geri gönderirken diğeri kalkanınızı daha hızlı dolduruyor. Ağaç sonuna ulaşıp Thoughlock’ı aldığınızda ise üzerinde Phaselock uyguladığınız düşman artık sizin için savaşıyor. Bu yetenek her ne kadar yeteneğinizin süresini arttırsa da artık daha çok bekliyorsunuz. Bir 2. yol ise Suspension ve Sub-sequence alarak rakiplerinizi Phaselock içine alıp öldürmek ve bu kilidin bir başka düşmanı içine alışını izlemek olacaktır. Gelelim daha çok co-op sırasında tutulacağını düşündüğüm ağaç Harmony’ye. Bu ağaç daha çok takım arkadaşlarınızı iyileştirmeye(ki yine onları vurarak ) ve düşen arkadaşlarınız üzerinde Phaselock kullanarak onları direk ayakları üzerine dikmek üzerine kurulu. Bu ağacın size olan getirileri ise rakibinizi öldürdüğünüzde aktive olan Life Tap ile ateş ettiğiniz her düşmandan can çalmak ya da sürekli olarak canınızı yenilemek. Kısacası bu Harmony ile psikopat bir hemşire olabiliyorsunuz(hehe ). Maya’nın element hasar ve efektleri üzerine kurulu olan ağacı Cataclysm ise sizleri elemental silahlar almaya teşvik edecek,siz ise bol bol eriyen, yanan, çarpılan düşmanlar göreceksiniz. Flicker olmazsa olmazımız. Chain Reaction ileyse Phaselock altına aldığımız düşmana verdiğimiz hasar %40’a varan bir olasılıkla yakındaki başka bir düşmana sekecektir. Cataclysm adına güzel bir class mod bulursanız ki bunlar yüksek ihtimalle Helios ve Blight Phoenix yeteneklerine ekstra puanlar verecektir, mutlaka deneyin derim. Açıklamam gerekirse Helios her
Phaselock kullandığınızda etrafa alev hasarı veren bir patlama oluşturuyor. Blight Phoenix ise her düşmanı öldürdüğünüzde kendi etrafınıza sürekli olarak asit ve alev hasarı vermenizi sağlıyor. Açıkçası bu yeteneği pek beğenmemiştim. Heliostan aldığım puanları Reaper’a verince kullanışlı buldum. Blight Phoenixin canını azalttığı düşmanları Reaper yardımıyla daha çabuk öldürebiliyorsunuz çünkü Reaper eğer düşmanın canı yarıdan az ise size ekstra silah hasar bonusu veriyor
Salvador – Gunzerker – Gunzerking İşte bu abimiz duyurulduğunda çılgın atmıştım ben. Kendisi aslında fazla steroid kullanarak bu hale gelmiş bir cüce. Sınıf isminin de ismini aldığı yeteneği Gunzerking, Salvadorun aynı anda 2 silahı birden kullanmasını sağlıyor. Aktive olduğu anda canının yarısı direk doluyor. Darbelere karşı ekstra direnç kazanıyor ve sürekli olarak canı ve mühimmatı yenileniyor. Ancak 2 roketatar kullanayım diyen uyanıklara bir haberimiz var bu arkadaş Brick değil o yüzden roketler yenilenmiyor. Daha çok tank olmaya meyilli steroid çuvalı Salvador’un yetenek ağaçları ise şunlar: Gunlust, Rampage ve Brawn. Gunlust biraz garip bir yetenek ağacı. Silahlarınıza direk bir hasar bonusu vermiyor. Ancak silah değiştirme hızınızı, atış hızınızı ve kritik hasarınızı arttıran yetenekler mevcut. Örneğin Money Shot, şarjörünüzde kalan son merminin %400 hasar vermesini sağlıyor. Ayrıca Gunzerking esnasında kullandığınız silahların türlerine göre değişen bonuslar var. Her ne kadar efektif gözükmese de Gunlust’ta takip edilecek basit 2 yol var bana göre. İlki I’m Your Huckleberry, Divergent Likeness ve Money Shot yeteneklerini alıp yüksek hasar verebilen pistoller kullanmak. Divergent Likeness aynı silah tipi kullandığınızda
bonus hasar verirken farklı silahlar kullandığınızda bonus isabet sağlıyor. Polis Akademisine selam çakarak beni gülümseten yeteneğimiz ise tahmin edeceğiniz üzere pistollere kıyak geçiyor. Money Shot da devreye girince yüksek hasar güçlü bir silah (büyük ihtimal Atlas olacaktır) ile oldukça efektif sonuçlar elde edebilirsiniz. Diğer bir yol ise Quick Draw ve All I Need is One adlı yetenekleri alarak sürekli silah değiştirerek saldırmak olacaktır. Ayrıca bu sürekli silah değiştirme yoluna yardımcı olarak Auto-Load almanızı öneririm. Bu yetenek her bir düşman öldürdüğünüzde kullanmadığınız her silahı otomatik olarak dolduruyor. R’yi rulodan daha az kullanmayı hayal bile etmezdim Gunlust sonunda bulunan No Kill Like Overkill ise bayağı tartışmalara konu olmuş bir yetenek. Çalışma prensibi kısacası şöyle: bir düşmanı öldürürken verdiğinizde hasardan, rakibin hasar gören can miktarını çıkartıyorsunuz ve bir sonraki merminize ekliyorsunuz Yani 1500 canı kalan birine 3000 hasar verdiniz(kritik vuruşlarla oldukça mümkün). Bu 1500 hasarlık fark sonraki atışlarınıza ekleniyor Ancak bunun bir sınırı var. Ne kadar fazla hasar verirseniz verin toplam hasar silahınızın verdiği hasarın 5 katını geçemiyor. Rampage’de her ne kadar farklı yetenekler olsa da bu ağacın temel amacı sürekli Gunzerking halinde kalmak. Örneğin Inconceivable % 50 olasılığa kadar bedava mermi kullanmanızı sağlıyor. Last Longer ve I’m Ready Already gunzerking süresini arttırırken gerisayımı hızlandırıyor. Yippee Ki Yay ve Get Some yetenekleri ise önceki iki yeteneğin rakip öldürdükçe meydana gelen halleri. En sondaki yeteneğiniz ise mouse’a basılı tuttukça silahlarınızın daha hızlı ateş etmesini ve daha hızlı doldurulmasını sağlıyor. Basit bir fikre dayanıyor. Brawn ise tam bir Co-op olmazsa olmazı. Bu ağaçtaki yetenekler sayesinde Salvador tam bir tanka dönüşüyor. Azalan element efektler, her fırsatta can yenilemesi hasara karşı olan dirençlerle oldukça basit ve ölmeme üzere kurulu olan bir ağaç Brawn. Yalnız öyle mükemmel bir son yetenek var ki burada tüm bu tek düzeliği siliyor. Multi oynuyorsam bundan başka ağaca puan yatırmayacağım. “Come At Me Bro”… Salvador ile Gunzerking halindeyken tekrar ‘Action Skill’ tuşuna basarsanız Salvador rakiplere hareket çekiyor :D Bu sırada tüm canı dolan Salvador rakiplerini üzerine çekse de ilk saniyelerde aldığı hasarda inanılmaz bir düşüş yaşanıyor. Ah şu Pandora… Herkes bir manyak. Herkes bir deli
Cunning, daha çok tuzaklar ve kurnazlık üzerine kurulu yeteneklerden oluşan bir düzene sahip. Örneğin Hologramınız süresi dolduğu zaman kendisine çektiği düşmanlara elektrik çarpıyor Rising Sh0t yaptığınız her başarılı atağa %10 luk bir hasar bonusu veriyor ve bu 5 defa toplanabiliyor. Sevdiğim diğer bir yetenek ise Death Mark. Bu yetenek ile melee hasar verdiğiniz düşmanları işaretliyorsunuz ve bu işaret sayesinde herşeyden %20 daha fazla hasar alıyorlar. Buradaki en son yetenek ise Zer0’nun Decepti0n sırasında kunai fırlatmasına olanak sağlayan Death Bl0ss0m. Zer0 her bir Decept0n sırasında 5 tane kunai fırlatabiliyor ve bu kunailerin hepsi rastgele bir element etkisi yaratıyor. Her ne kadar kunailer Decepti0n’ın melee hasar bonusundan yararlanmasa da düşmanlara Death Mark uygulayabiliyor.
Zer0 – Assassin – Decepti0n Ne idüğü belirsiz olan bir abimiz Zer0. Kendisinin uzaylı olduğu düşünülüyor ancak öyle yetenek ağaçları var ki bu bizim bildiğimiz Ninja diyorsunuz, demeden edemiyorsunuz. Zer0 incelemede dediğim gibi tam bir suikastçi. Aktif yeteneği kendisinin bir hologramını oluşturarak gözden kaybolmak… Herhangi bir şekilde saldırırsanız hologramınız kayboluyor. Ne kadar uzun beklerseniz aldığınız hasar bonusları o kadar çok oluyor. Yetenek ağaçları da oldukça açık. Sniping, Cunning ve Bloodshed. Sniping sniper tüfeklerini seven ve critical skor peşinde koşmayı seven oyuncular için inanılmaz zevkli bir ağaç. Bu ağaçtaki yeteneklerin çoğu mermi hızı, hasar , kritik vuruş hasarı gibi temel şeyleri arttırsa da ilginç ve çeşitlilik katan yetenekler de yok değil. Örneğin B0re, mermilerinizin düşmanları delip geçmesini sağlıyor. Rakibi delen bir kurşun devamında da deldiği her bir rakibe 2 kat hasar veriyor. Eğer aktif yetenek Deceti0n açık ise B0re bize rakibe kritik hasar verebileceğimiz noktaları gösteriyor. Sniping adına en güzel yetenek ise en son açılan Critical Ascension , yaptığınız her kritik vuruş için bonus kritik vuruş hasarı veriyor ve bu 999’a kadar katlanabiliyor.
Bloodshed ise benim favori yetenek ağacım. Diğer karakterleri de katsak bile benim en sevdiğim build bu olabilir. Öncelikle bu ağacın temeli melee hasarı. Killing Bl0w ile canı az olanların acılarına bir son veriyorsunuz. ( %500 melee bonus. Decepti0ndan gelen %650yi de düşününce…) Her ne kadar az olduğunu düşünsem de +%15er melee hasar ve can bonusu veren Ir0n Hand alınabilir. Grim geri sayımı hızlandırmasından ziyade kalkan dolumuna verdiği bonus için alacağız çünkü Zer0 nerdeyse hiç can bonusu almıyor. Bu ağaçta ise rakiplere daha yakın olacağımız için mutlaka almamız gereken bir yetenek. Backstab(+%40 melee hasar bonus) ileride çok işimize yarayacak. Resurgence ise bu Bloodshed yolunu takip eden karakterler için olmazsa olmaz. Melee hasar vererek öldürdüğünüz herkes canınıza can katıyor Veeee gelelim dananın kuruğunun koptuğu yere: Many Must Fall. Eğer Decepti0n açıkken melee hasar vererek bir öldürürseniz, hologramınız kaybolmak yerine yeniden ortaya çıkıyor. Ancak hologramın süresi en baştan başlamıyor sadece uzuyor. İşte bu yüzden daha çok melee bonusu almak için beklemek yerine Execute yeteneğimizi alıyoruz. Belli bir mesafedeki düşmana nişan alarak melee hasar vermek isterseniz Zer0 hedefe doğru dalışa geçip olağanüstü melee hasar veriyor. Many Must Fall ile Execute birleşince zincirleme suikastler yapıyorsunuz.
Uzun uzadıya anlattım ancak tüm sınıflar için geçerli olan bir durum var. Eğlenceli ve güçlü bir karakter gelişimi için tek bir ağaca yönelmek zorunda kesinlikle değilsiniz. Tüm sınıfların yetenek ağaçlarının ortasında tek bir puan ile alabileceğiniz özel yetenekler(Gamechanger) var. Tek bir ağaca yönelip 31 level’e kadar sabredip yetenek ağacının sonunu görmek istemiyorsanız 27 seviyede istediğiniz 2 ağacın ortasındaki özel yetenekleri alabilirisiniz. Farklı kombinasyonlar farklı oynanış tarzları sunacaktır. Örnek verelim. Axton karakteriyle gunpowder-survival kombinasyonu bir gelişim izlerseniz Longbow Turret ve Phalanx Shield’ı aynı anda alabilirsiniz. Bu sayede Co-op sırasında tank olarak oynayan arkadaşlarınıza nerede olursa olsun Sabre Turret açabilir yardımcı olabilirsiniz. Zer0 ile Sniping-Cunning kombinasyonu bir gelişim izlerseniz Death Mark ile düşmanları işaretleyebilir B0re ile delik deşik edebilirsiniz. Farklı kombinasyonların getirdiği oynanışlar oyunun en eğlenceli unsurlarından biri
Borderlands’in ilk 4 karakterinin tüm yetenek ağaçlarını elimden geldiğince tanıtmaya, biraz olsun yardım etmeye çalıştım. Unutmayın bu yazı sadece size buildler hakkında fikir vermek içindir. Siz oynarken eğlenmedikten sonra çok hasar vermişsiniz vermemişsiniz ne önemi var değil mi? Kendi oynayış tarzınıza en uygun ağacı bulup o yönde ilerleyin. Fakat biraz da bundan biraz da bundan diyerek puanlarınızı geniş bir yelpazede dağıtırsanız düşük ve orta seviyeli karakterle pek bir değişiklik göremezsiniz. Benim naçizane önerim düşük seviyelerde daha çok hasara yönelik tercihler yapmanız. Yetenek puanları kazandıkça geliştirir istemezseniz sıfırlar tüm buildleri denersiniz . Herkese iyi oyunlar. Esen kalın. Faruk Yaylaz
Müzik
Heavy Metal ile veya daha doğrusu Metal Müzik ile alakası olmayan herhangi biri bile Iron Maiden adını duymuş belki birkaç parçasını bile dinlemiştir.(Ki bu parça genelde Fear Of The Dark oluyor.). Kendinden sonra gelen pek çok grubu etkileyen pek çok yeni türün oluşumuna ön ayak olan bu grup 1975' ten beri dimdik ayakta ve hala taş gibi albümler yapıyorlar.Hayranlarının da gönülden bağlı olduğu grubun bu kadar sevilmesinin en büyük nedenleri ise güzel parçalar yapmalarının yanı sıra başından beri müzikal duruşlarından ödün vermemeleri. Iron Maiden dergi çıkaracağımız ve içinde müzik ile alakalı bir bölümün olacağını öğrendiğimden beri kafamda olan bir dosya konusuydu. Bu ay yazmamın en büyük nedeni ise bu efsanevi grubun gelecek ay İstanbul İnönü stadyumunda bir konser verecek olması. Ayrıca bu konser öyle alelade bir konser değil grubun en efsanevi zamanlarında turladıkları 88' yılında yaptıkları dünyaca ünlü Maiden England turunun yeniden yapılmış versiyonu olacağı için o zamanlarda daha doğmamış veya çocuk olan bizler için bulunmaz bir nimet gerçekten. Maiden ile tanışmam ise 2005 yılında dinlediğim Dream TV'de pazar akşamları çıkan Rock Me isimli 1-1,5 saat civarı süren haftalık rock programında çalınan Wasted Years ile olmuştur. Girişini duymamla beraber ergen bünyesini harekete geçiren bu şarkının melodikliği beni benden almış “vay be demek Iron
Maiden buymuş dostum!” dememe sebep olmuştur. O günden sonra grubun toplama kasedi olan Best of the Beast isimli albümünü edinerek hayatımın en güzel adımlarından birini attığımı düşünüyorum. Maiden'dan bahsederken grubun öncülerinden olduğu New Wave Of British Heavy Metal (N.W.O.B.H.M.)'den bahsetmemek olmaz. 70'li yılların sonlarına doğru çıkan Heavy Metal gruplarının öncülük ettiği tür. Punk Rock'ın etkisini yitirmesi ve yerini yeni akım müziklere bırakması ile beraber yeni akım müziğin yükselişiyle bundan etkilenen yeni nesil metal gruplarının ortaya çıkarttığı Heavy Metal' in bir alt türüdür. Iron Maiden, Saxon, Tygers Of Pan Tang gibi gruplar bu akımın öncüleridir.Bu kısa tanıtımdan sonra grubun esas hayat hikayesine geçelim.
Kürülüş ve İlk Yıllar Iron Maiden 1975 yılında bas gitarist Steve Harris tarafından önceki grubu olan Smiler 'dan ayrıldıktan sonra kurulur. Grubun adı Demir Maskeli Adam romanındaki işkence aleti olan Demir Bakire'den gelir. Çeşitli yerlerde küçük konserler verdikten sonra vokalist Paul Day grup içinde sahnede gerekli olan enerji ve karizmadan yoksun olduğu gerekçesi ile Steve Harris tarafından gruptan yollanır.Yerine gelen Dennis Wilcock ise bir kiss fanıdır ve sahneye makyajlı bir şekilde çıkar. Wilcock'ın arkadaşı olan Dave Murray ise gönderilmesi düşünülen eski gitaristleri Dave Sullivan ve Terry Rance'in
1979 EMI Records ile ilk büyük plak anlaşmasına yapan gruba aynı yıl Dave Murray'nin çocukluk arkadaşı olan Adrian Smith'e gitarist olarak katılması için teklif yapılır fakat Smith kendi grubu olan Urchin ile devam etmek istediğini belirterek kabul etmez. Bunun üzerine grup Dennis Stratton' ı gruba dahil eder. Kısa süre sonra ise baterist Doug Sampson sağlık sorunları sebebiyle ayrılır ve geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz eski Samson elemanı Clive Burr gruba dahil edilir. Daha sonra grup Metal for Muthas isimli toplama albümde “Sanctuary” ve “Wrathchild” ile kendine yer edinir.
yerine davet edilir.Çeşitli anlaşmazlıklar sonucu bu gerçekleşmez ve Steve Harris 1976 yılında grubu dağıtır. Grubun dağılmasının ardından bir süre sonra Dave Murray solo gitarist olarak grup yeniden kurulur.Yeni gitarist olarak Bob Sawyer alındıktan sonra Wilcock ve Murray arasında tartışmalar yaşanır. Davulcu Ron Matthews ve gitarist Murray gruptan yollanır. Yeni eleman olarak Tony Moore klavyeci Terry Wapram gitarist ve Barry Purkis davulcu olarak gruba dahil olur. Fakat grubun bu kadrosuyla verilen kötü konserler bazı değişikliklere yol açacaktır.Purkis Doug Sampson ile yer değişir vokal Wilcock ise kendi grubunu kurma nedeni ile grupla yollarını ayırır. Bunun üzerine Dave Murray solo gitarist olma koşulu ile gruba geri döner ve Wapram ile yollar ayrılır.Grup bunun üzerine vokalist arayışında iken 1978 yılında tesadüf eseri bir pubda Paul DiAnno ile karşılaşmaları grubun sonraki yıllarına damga vuracak önemli bir adımdır.
Kendi Adını Taşıyan Bir İlk Albüm 1978 yılbaşı arefesinde ilk demosunu kaydeden grup bunu içlerinde Neal Kay ve ileride grubun menajerliğini üstlenecek olan Rod Smallwood gibi kişilere yolladıktan sonra grubun popüleritesi artar.Bunun üzerine şimdi efsane olarak bahsettiğimiz The Soundhouse Tapes isimli demoyu yayımlarlar. The Soundhouse Tapes “Iron Maiden” , “Invasion” , “Prowler” gibi dönemin hit potansiyelli şarkılarını içerir.
1980 yılında grup kendi adını taşıyan ilk albümleri Iron Maiden ile piyasaya adım atarlar. 4. sıradan Britanya albüm sıralamasına giren grubun önü çok açıktır. Albümdeki şarkılarda 70'ler sonu Judas Priest etkileri ile beraber punkrock etkilenimi de mevcuttur ki Paul DiAnno'nun yırtıcı ve sert vokalleri bu tarza tabiri caizse cuk diye oturmuştur. Albümde “Remember Tomorrow” gibi balladın yanı sıra “Running Free” gibi tempolu “Transylvania” gibi melodi ağırlıklı parçalar bulunmaktadır. Bunlar gibi ilk albümünü çıkaran bir gruba göre oldukça çeşitli etmenler kullanılması göze çarpan unsurlardır.Ayrıca 7 dk'lık Phantom Of The Opera şaheseri ise grubun ilerde çoğunlukla kullanacağı değişken tempolu uzun parçaların ilki olarak göze çarpar.
Morg Sokagı Cinayetleri İlk albümleri olan Iron Maiden' ın Kiss ve Judas Priest ile beraber yapılan turnesi sonrasında grup Dennis Stratton ile yollarını ayırır ve yerine Adrian Smith gruba dahil olur. 1981 yılında Killers isimli yeni albümleri raflardaki yerini alır. Çoğunluğu önceden yazılmış parçaların oluşturduğu albümde yeni parça olarak “Prodigal Son” ve “Murders In The Rue Morgue” yer alır. Bu albümde yeni prodüktörleri Martin Birch daha iyi bir ses kalitesi elde ederler. Killers albümünün ilk albümden en önemli farkı Murray- Smith Judas Priest ikilisi K.K. Downing ve Glenn Tipton ikilisine benzer bir uyum yakalayıp karşılıklı gitar atakları ile öne çıkmasıdır. Steve Harris'in gitarların arkasındaki boşluğu dolduran yüksek bas yürüyüşleri de albümde kendini belli eden unsurlardır. “Murders In The Rue Morgue” şarkısı Edgar Allen Poe' nun aynı adlı meşhur korku romanından esinlenerek yapılmış bir eserdir. “Purgatory” akılda kalıcı nakaratı ve vuruculuğu ile öne çıkan bir şarkıdır. Klasik Maiden soundundan farklı olarak klasik gitarlar eşliğinde düşük tempolu bir şarkı olan “Prodigal Son” göze çarpar. Şarkılarda biraz tutarsızlık gözlense de ikinci albümünü çıkaran bir grup olarak Maiden'ın en başarılı işlerinden birisidir Killers. İlk albüme göre daha sönük parçalar barındırmaktadır fakat bunların da dinlenildiği zaman kendine has güzellikleri olduğu görülebilir. Bu parçalardan önereceklerim ise epikliğiyle The Ides Of March , tam bir enerji bombası Murders In the Rue Morgue, eski parçalardan biri olan Wratchild'ın yeniden kayıt edilmiş versiyonu olur.
Şeytanın Nümarası Kaçtı? 1981 yılında Paul DiAnno' nun kendine ve etrafına zarar veren tutumu ve bununla beraber artan uyuşturucu kullanımı ve bunun sonucunda gelen berbat konser performansları grubun Killer World Tour öncesi DiAnno'yu yollama kararı almasına yol açar. Reading festivalinde Rod Smallwood ile kısa bir görüşme yaptıktan sonra grubun seçmesinde katılan eski Samson vokali Bruce Dickinson hemen gruba dahil edilir.Dickinson DiAnno'nun agresif ve sert vokalinin aksine gür, yüksek oktavlara rahatça çıkabilen birisidir ve hatta bu ses aralığı sebebiyle kendisine “The Air Raid Siren” lakabı takılmıştır .Bu ileride grubun şarkı yazımını da etkileyecek bir değişimdir.Çünkü DiAnno daha thrash metal/heavy metal tarzı vokalken Dickinson'ın gelişi ile beraber daha progresif/ power tarzı bir müziğe dönüp daha epik olarak nitelendirilebilecek şarkılar yapmaya başlamışdır. Dickinson' ın gruba katılmasının hemen ardından İtalya' da küçük bir tur yapan grup bu sırada sonraki albümlerinden parçalar olan “Run to The Hills” , “The Prisoner” , “22 Acacia Avenue” konserlerinde çalmışlardır. Dickinson' ın gruba katılış albümü olan The Number Of The Beast pek çok yönden grup için dönüm noktası albümüdür. Yukarıda belirttiğim gibi grubun şarkı yazım tarzı gibi popülaritesi ve seyirci sayısında artış olmuş gruba daha geniş dünya çapında kitlelerin yolunu açmıştır. Grubun ilk defa liste başı olduğu albümdür ayrıca The Number Of The Beast. Grubun Dickinson gibi sahne karizması efsane Rob Halford (Judas Priest) ile yarışacak bir frontman'e sahip olması her şeyi grup açısından harika bir yöne sokar. Albümdeki şarkılardan bahsedersek “Run To the Hills ” gibi konserlerin vazgeçilmezi olan kızılderililerin istila sırasındaki durumlarıyla alakalı bir şarkı , “Hallowed be the Name” (Epikliğin tanımı olan bir şarkı) hapishanedeki idam mahkumunun son anlarının anlatıldığı şaheser , daha çok DiAnno için yazılmış gibi duran Charlotte The Harlot parçasının devamı sayılabilecek “22 Acacia Avenue” gibi genelev fahişesine değinen veya şeytan gibi metafizik konuya sahip bir parça olan “The Number of The Beast” gibi çeşitli farklı eksenlerde şarkılar yazmışlardır. Grup için herşey iyi gidiyor gibi gözükürken Amerika'daki aktivist hristiyanlar “The Number of
The Beast ” 'teki şeytana yapılan göndermeleri satanik buldukları gerekçesiyle pek çok albüm kopyasını yok eder. 1982 Aralık ayında baterist Clive Burr kişisel ve tur takvimine yönelik sorunları sebebiyle gruptan ayrılır ve yerine fransız bir grup olan Trust' ın bateristi Nicko Mcbrain katılır.
Savülün süvariler geliyor! 1983 yılında grubun 4. stüdyo albümü olan Piece of Mind (ki en sevdiğim Iron Maiden albümüdür ) raflardaki yerini alır. Bu albümle listelerde 3. sıraya kadar tırmanan albümde “The Trooper” ve “Flight of Icarus” gibi vurucu singlelar bulunmaktadır.Piece of Mind' ın en önemli özelliği önceki albümlere nazaran daha oturaklı olan besteleri ve bunu tamamlayan soundudur. Nicko McBrain gibi gitarlara ve bas gitara eşlik edebilen bir baterist sayesinde “The Trooper” ve “To Tame a Land” gibi fantastik eserler ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu albümde grubun diğer elemanları olan Adrian Smith ve Bruce Dickinson'ın Steve Harris' in yanında şarkı yazımına katkıda bulunduğunu ve bunun Steve Harris' in epik şarkı sözleriyle beraber mükemmel bir kombo oluşturduğu görülüyor. “Revelations ” slow ve melodik parçanın nasıl yapılacağının tanımı gibidir. Arkadaki bas yürüyüşleri enfes, gitarlar da bir o kadar duygusal melodiler çalar. “Quest For Fire” 'ı pek fazla seveni olmamasına rağmen mağara adamlarını anlatan Bruce Dickinson' ın vokaliyle süper bir havası vardır. “To Tame A Land”e gelirsek de bu şarkı Phantom Of The Opera ile beraber Iron Maiden'ın yazdığı en progresif hayvani şarkıdır şahsi görüşüm.
Harcanan Yıllar ve Deneysellik Turne ve sonrasında gelen aranın ardından grup farklı bir tarzda yapacakları Somewhere In Time ismi verilen yeni albümlerinin üzerinde çalışmaya başlar. Grup tarihinde ilk defa Synthesizer kullanır ve bunu bas ile harmanlayıp katmanlı gitarlarla bunu desteklerler. Bu albümün farklarından birisi de Bruce Dickinson'ın albümde hiç bir parçaya söz yazmamış olması ve katkıda bulunmamış olmasıdır(Diğer elemanlar kabul etmemiş yazdığı şarkı sözlerini.). Bunun üzerine Bruce daha çok kendi solo çalışmaları üstüne yoğunlaşır. Ondan arta kalan şarkı yazım boşluğunu ise önceki albümlerde de eserler veren Adrian Smith üstlenir. Bunun sonucunda ortaya “Wasted Years” , “Stranger In a Strange Land” , “Sea Of Madness” gibi harika parçalar çıkar.
Geceyarısına 2 Dakika Kala Neler Olüyor? Piece Of Mind ve arkasından gelen başarılı geçen turne sonrasında grup yeni albüm çalışmaları için işe koyulur. 9Eylül 1984' te Powerslave isimli grubun beşinci albümü raflardaki yerini alır. Albüm şu an pek çok kişinin favori şarkıları konumundaki “2 Minutes to Midnight”, “Aces High”, “Rime Of The Ancient Mariner” (yazıyı yazarken dinliyorum) gibi hit parçalar içermesi bakımından hit deposu sayılabilecek bir albüm olarak görülür. The Number Of The Beast, Piece Of Mind ve Poweslave Iron Maiden diskografisinin 3 efsanevi halkası olarak görülür ve bunun içerisinde çoğu kişinin favorisi Powerslave' dir(Buna ben dahil değilim ne yazık ki ezelden Piece Of Mind'cıyımdır). Önceki çıkan albümlere göre daha tempolu Speed Metal tarzına yakın yaldır yaldır dörtnala giden şarkılar vardır Powerslave'de. (Aces High, Back In The Village gibi ) Hemen hemen her albümünde uzun epik parça kısmına yer ayıran grubun bu albümde bu gidişe örnek olacak olan şarkısı “Rime Of the Ancient Mariner ”'dir. 13:38' lik uzunluğuyla diğer parçalardan ayrılan Mariner değişken tempoları ve melodik yapısıyla inci gibi parlar. Ayrıca albümün bonus versiyonlarında Mission From Arry isimli grubun tartışmalarının yer aldığı bir kayıt bulunmaktadır(İngiliz adamları nasıl tartışıyor öğrenin :D).Ayrıca bu albüm grubun kariyeri içerisinde bir kadronun arka arkaya çıkardığı ilk albümdür.(Piece Of MindPowerslave). Albümün çıkışına takip eden World Slavery Tour turnesinde grup 13 ay içerisinde 28 ülkede 135 konser verir. Bu şovlardan California' da yapılan ve 4 gün arka arkaya bütün biletleri tükenen konserler verir ve bu konserler efsane live albüm olan Live After Death ' i oluşturur. Ayrıca grup aynı yıl Rock In Rio'da Queen ile beraber headliner olup yaklaşık 350000 kişiye efsanevi bir konser verir. Grup bu yoğun konser programından sonra 4 aylık bir ara verir. Normalde 6 ay olarak planlanan bu aranın çeşitli nedenlerle 4 aya indirilmesi grup içinde tartışmaya sebep verir ve bu tartışma son değildir.
Somewhere In Time öncesinde çıkmış olan 3 albüme oranla daha düşük seviyede dursa da deneysellik ve yaratıcılık açısından gözümde çok farklı bir yerdedir. “Caught Somewhere In Time” gibi vurucu bir şarkıya veyahut “Wasted Years” gibi fanların favorisi konumundaki bir hit şarkıya sahip albümde “The Loneliness Of Long Distance Runner” veya “Deja Vu ” gibi saklı hazineler de vardır. “Heaven Can Wait ” tam bir konser şarkısıdır “Alexander The Great ” ise bu albüme epik şarkı kontenjanından girmiştir.
Yedinci Oglünün Yedinci Oglünün Yedinci Og..... Gelelim Piece Of Mind' dan sonra en çok sevdiğim albüm olan Seventh Son Of A Seventh Son albümüne. Bu albüm progresif müzik yapan Iron Maiden' ın doruk noktasıdır. Tekdüze gitmeyen yaratıcı rifflerle bezenmiş davul ritmleri ve bunun takip eden bas yürüyüşleri albümün imzasıdır. Seventh Son Of A Seventh Son ismiyle uyumlu bir şekilde Iron Maiden'ın 7. stüdyo albümüdür ve 1988 yılında çıkmıştır. Albümün konsepti Orson Scott Card' ın yazdığı Seventh Son
romanına dayanır. Slow girişiyle ve daha sonra hızlanan temposuyla “Moonchild”, tam bir melodi fabrikası olan favori şarkılarımdan “Infinite Dreams” , yüksek tempolu gaz parçalar olan “Can I Play With Madness” ve “The Evil That Men Do” , bu albümün epik şarkısı olarak ise albüme adını veren “Seventh Son Of A Seventh Son” . Bu saydıklarım genel olarak ön plana çıkan şarkılar olsa da bu albümün saklı hazinesi “Only The Good Die Young” ' dır. Albümü takip eden turne içerisinde İngiltere Donington Park'ta efsanevi Monsters Of Rock festivalinde çalan grup festival tarihinin en fazla seyirci sayısına ulaşmasını sağlar (107,000). Aynı yılın Kasım ve Aralık ayında Birmingham'da canlı konser kaydı yaparlar ve adı Maiden England olur. 26 Temmuz'da ülkemizde yapılacak olan konser de 2 senedir dünya çapında verdikleri Maiden England turnesinin bir ayağı olacak ve konser ağırlıklı olarak Seventh Son Of A Seventh Son albümünden parçalar barındıracak.
Ayrılıklar ve kızını katliama getirme zamanı Seventh Son albümü ve ardından gelen turneler sonrasında ara veren grupta bu ara sırasında kendi projesi olan ASAP ile Adrian Smith Silver & Gold isimli albümü çıkarır. Bu sırada vokal Bruce Dickinson ise kendi solo projesi için albüm çalışmalarına girişir ve 1990 yılında Tattoed Millionare isimli albümünü yayımlar. Grup ise bu sırada ilk 10 yıllarındaki albümlerinden seçilmiş parçalarla bir toplama albüm hazırlar. Grup yeni albüm için stüdyoya girdiği sırada grubun bir sonraki albümünde izleyeceği yol konusunda Adrian Smith ve Steve Harris arasında yaşanan anlaşmazlık sonucunda Adrian Smith gruptan ayrılmak zorunda kalır ve yerine Bruce Dickinson'ın solo albümünde beraber çalıştığı Janick Gers (konserlerde çok enerjik bir adam) gruba dahil edilir. Grubun 8. stüdyo albümü olan No Prayer for the Dying Ekim 1990'da raflarda yerini alır. Albümde Tattoed Millionare'de bulunan ve Elm Sokağı 5 filminde de soundtrack olarak kullanılmış olan Bring Your Daughter .. To The Slaughter da yer alır. “No Prayer For the Dying” genel açıdan bir önceki albümdeki “Infinite Dreams” ' i andırsa da diğer parçalarda eski albümlere göre bariz farklılıklar görülür. Bruce Dickinson' ın daha sonraki projelerinde ve albümlerinde kullanacağı kirli düşük oktavlı vokal bu albümde ilk defa kendini belli eder. (“Holy Smoke” gibi istisna parçalar da vardır.) .Dikkat çeken parçalar albümde “The Assasin” , “Run Silent Run Deep” ve tabiki epik kontenjanından albüme katılan “Mother Russia” 'dır. Adrian Smith' in gidişi şarkı yazımında ve şarkı tarzlarında
bariz farklara yol açsa da diğer elemanlar (özellikle Steve Harris) aynı olduğu için Maiden albümü olduğu bariz olan bir albümdür No Prayer for the Dying.
Çabük olürsün yada Olürsün No Prayer For The Dying albümünün turnesinin ardından 1992 yılında grubun 9. stüdyo albümü olan Fear Of The Dark yayınlanır. İngiltere' de listelerde 1 numaraya kadar yükselen albümde “Wasting Love” ve “Be Quick or Be Dead” gibi hit parçaların olduğu singlelar büyük başarı elde eder. Fear Of the Dark bir önceki stüdyo albümü olan No Prayer For The Dying' in aksine daha eski tarzda köklere dönüş olarak nitelendirilebilecek bir albümdür. “Be Quick Or Be Dead” Maiden'ın bazı şarkılarında gösterdiği Thrash Metal' e örnek verilebilecek şarkılarından birisidir. “Wasting Love” grubun yazdığı güzel balladlara en iyi örneklerden birisidir. “Fear Of The Dark” stadyumları coşturan herkesin sözlerini bilip eşlik ettiği dillere pelesenk olmuş parçalardan birisidir keza “Afraid to Shoot Strangers” da aynı şekilde konserlerde hep beraber söylenecek harika parçalardandır. “Childhood's End” , “Chains of Misery” ve “Judas be My Guide” genel olarak albüm seviyesinin altında kalsalar da yine de dinletirler kendilerini. “Fear Is The Key” ise albümdeki dikkat çeken hoş Rock tınılı parçalardan birisidir.Grup albümün yayınlanmasının ardından Monsters Of Rock turnesinin 7 ülkede headlinerlığını yapar. Donington Park' ta tekrar konser verirler ve hatta Adrian Smith'in konuk sanatçı olarak Running Free'yi çaldıkları konser daha sonra Live at Doninton adı altında canlı kayıt olarak yayınlanır. 1993 yılında Bruce Dickinson solo projesine ağırlık vermek için gruptan ayrılır fakat ayrılmadan önce A Real Live One ve A Real Dead One isimli veda turnesi canlı kayıt albümleri yayınlanır.
Kan Kardeşler ve Yeniden Brüce 1999 yılında grup Virtual XI turnesi sırasındaki yetersiz performansından memnun olmadığı Blaze Bayley' i göndermek durumunda kalır. Janick Gers ' de bu performans sorununun grubun şarkıları onun sesinin yetemeyeceği şarkılar seçerek yapmasından kaynaklandığını söyler. Bu sırada ise Rod Smallwood Steve Harris' i Bruce Dickinson'ı gruba geri alması yönünde ikna etmeye çalışıyordur. Daha sonra grup bu konu üstünde tartışır ve Bruce ve eski gitaristleri Adrian Smith' i gruba geri çağırırlar. Janick Gers ise Smith' in yerine gelmesine rağmen grupta kalır ve grup 3 gitaristli kadrosuyla yoluna devam eder ve çok başarılı bir yeniden birleşme turnesi yaparlar.The Ed Hunter turnesi ile beraber turnenin sonunda Ed Hunter isimli greatest hits albümü ve bu albümle beraber grubun maskotu olan Eddie' nin bilgisayar oyunu satışa sunulmuştur.
Blaze ve Sineklerin Efendisi 1994 yılında grup yeni vokal arayışı için pek çok kaset ve kayır dinler ve son olarak 1990 yılında beraber turladıkları Wolfsbane grubunun vokali Blaze Bayley'de karar kılınır. Bayley'nin vokal tarzının Bruce 'tan farklı olması hayranlar arasında görüş ayrılıklarına sebebiyet verse de grup yoluna bu kadrosuyla devam eder ve albüm çalışmalarına girişir. 2 yıllık bir aranın ardından 1995 yılında grup 10. stüdyo albümü olan The X Factor ' ü yayınlar.Grubun 1981' den beri en düşük liste başarısını yaşadığı The X Factor buna rağmen Almanya ve Fransa' da yılın albümü seçilir. Albüm öncekilere nazaran beğeni uyandırmasa da “The Sign Of The Cross ” bu albümün epik şarkısı olduğunu ve Blaze' in de böyle şarkılar söyleyebileceğini herkese gösterir. “ Man On The Edge” ve “The Lord of the Flies” gibi roman ve filmlerden uyarlanmış şarkılar da albümün iyilerindendir fakat albümde öncekilere göre enerji ve tempo eksikliği bariz bir şekilde gözlenmektedir. Albümün çıkışının ardından 1995 ve 1996 yıllarını turlayarak geçiren grup daha sonra Best Of the Beast isimli bir toplama albüm yapar ve bu albümün içerisinden yeni bir parça olan “Virus” kendine yer bulur.
Yabancının gozüne bakma sakın Yapılan turnelerden sonra stüdyoya geri dönen grup bir sonraki albümleri için çalışmaya başlar. 1998 yılında grubun 11. stüdyo albümü olan Virtual XI yayımlanır. Albüm o zamana kadarki en kötü liste başarısını elde edip İngiltere listelerinde 16. olur. Dünya çapında 1 milyon satış rakamı yakalayamayan albüm kişisel fikrim olarak Iron Maiden' ın yaptığı en kötü albümdür. İyi parçalar yok mu içinde tabiki de var. “Futureal” , “The Clansman” gibi şarkılar albümün geneline göre yukarıda fakat albümdeki genel sorun bence hiç akılda kalıcı şarkı onu geçtim akılda kalıcı bir riff bile bulunmaması. Sanki grubun 80'lerin tümünde ve 90'ların genelinde olan enerjik ve yaratıcı hali gitmiş yerine posası kalmış gibi.
2000 yılının Mayıs ayında grubun 12. albümü olan Brave New World raflardaki yerini alır. 3 gitaristin beraber nasıl bir uyum göstereceklerinin merak konusu olduğu ve ayrıca Bruce Dickinson'ın performansının da merak edildiği bir albüm olan Brave New World beklentilerin altından başarı ile kalkar ve Dünya çapında büyük sükse yapar. Grup bu albümde bir nevi yeniden Seventh Son günlerine dönmüştür çünkü bu kadronun beraber son çıkardığı albümdür Seventh Son. Aynı progresif tatlara modern bir sound ekleyerek çıkan Brave New World yeniden birleşen Maiden soundunun da habercisi olan albümdür. Uzun progresif şarkılar ve gitar çeşitliliği ile daha önceki Maiden albümlerinden farklı bir yerdedir Brave New World. Tam konserlik bir şarkı olan “The Wicker Man” , değişken temposuyla “Brave New World” , harika Adrian Smith solosuyla “Blood Brothers” ,doğu temalı Dave Murray gitar riffleriyle bezeli “The Nomad ” albümün parlayan incileri. Albümü takip eden turne içerisinde 2001 yılında yeniden Brezilya' ya giden grup yeniden Rock In Rio'da yine efsane bir konser verir.
Dance of Death ile beraber artan geri dönüş rüzgarının devam ettiği 2000'ler sonrası Maiden soundunun klasik bir temsilcisidir A Matter Of Life And Death. Seventh Son ve Piece Of Mind 'da uzun progresif parçalar vardı ama hiç birisi 70 dk'lık bu albümün uzunluğuna erişemez.Ortalama 7 dk lık parçalarla ilerleyen albüm pek çok değişik riff barındırmasıyla farklılık vaadediyor ama ben Dance Of Death'ten iyi olduğunu düşünmüyorum. Albümde “Reincarnation of Benjamin Breeg” , “ Brighter than Thousand Suns” , “Longest Day” gibi epik parçalar bulunuyor(önceki albümlerde bu sayı 1 veya 2 en fazla.). Açılışı yapan “Different World ” ise önceki albümden “Wildest Dreams” ' in bir uzantısı gibi. Albümün çıkışının ardından Somewhere Back In Time ve Flight 666 (belgeseli de var öneririm) turnelerine katılan grup bu turnelerde eski şarkılarının olduğu bir setlist ile çıkar.
Olümün Dansı Give Me Ed … Til I'm Dead turnesi sonrasında yeniden stüdyoya giren grup yeni albüm çalışmalarına başlar. 2003 Eylül'ünde grup 13. albümleri olan Dance of Death'i yayımlar. Eski albümleri olan Killers, Piece Of Mind, Powerslave kalitesinde bir albüm olan Dance of Death , Brave New World' ün ve birleşmenin ardından gelen başarının pekiştiricisi olur. “Wildest Dreams” hareketli bir Rock etkilenimli bir parça olarak göze çarpar. “Rainmaker” ise Dave Murray' nin yazdığı az ama öz şarkılardan birisidir ve melodi dolu bir şarkıdır. Bir başka melodi deposu şarkı ise “Montsegur” 'dur ve grubun eski dönemlerine selam niteliğindedir. Albüme ismini veren şarkı olan “Dance Of Death” albümün epik şarkısı olarak kendini belli ediyor. Eski tarz eğlenceli Rock parçaları olan “No More Lies” ve “Gates Of Tomorrow” ve süper bir soloya sahip olan “Paschendale” albümün diğer dikkate değer parçaları. Her ne kadar klavye ağırlıklı parçalar olsa da güzel bir geridönüş albümü olan Brave New World iyiydi fakat bence grubun asıl dönüş yaptığı albüm harika tınıları ile Dance Of Death' tir.
Benjamin Breeg'in yeniden dogüşü 2005 yılının sonuna doğru stüdyoya giren grubun 14. stüdyo albümü olan A Matter of Life And Death 2006 yılının sonbaharında yayınlanır. Konsept albüm olmamasına rağmen savaş ve din bütün albümde kendisini belli eden konulardır. Albüm çok büyük reklam ve başarı elde eder bunun sonucunda yılın albümü ödülünü kazanır.
Deli Rüzgar Estiginde Bu yoğun turnenin ardından 1 yıl ara veren grup 2010 başında yeni albüm için stüdyoya girer. Mart ayında yeni albümün adının The Final Frontier olacağını duyuran grup 16 Ağustos'ta 15. stüdyo albümünü yayınlar. Albüm çok büyük ticari başarı getirerek 28 ülkede liste başı olur. Kapak teması ve birkaç şarkı için uzay teması seçilen albümde ilk şarkı olan “Satellite 15....The Final Frontier” albüme giriş şarkısı ve Rock tarzı rifflerle bezeli. “Mother Of Mercy” ise Bruce Dickinson'ın solo çalışmaları tarzında bir şarkı. “Coming Home” albümün genelinden sıyrılan epik bir ballad olarak göze çarpıyor. “El Dorado ” 80'ler ortası tempolu Maiden şarkılarını andırsa da o kadar güçlü değil. “Isle Of Avalon” albümde epik tanımına koyabileceğimiz bir şarkı. “The Alchemist” ise daha çok 90'lar tempolu Maiden şarkıları gibi (mesela Be Quick Or Be Dead) . Son 3 şarkı ise daha uzun
soluklu progresif ögelerin bulunduğu güzel şarkılar. Şahsen Dance Of Dead'in 2000'ler sonrası birleşmenin en iyi albümü olduğunu düşünsem de The Final Frontier da bana kalırsa onun hemen bir tık altında bir albüm. 2011 yılında Fear Of The Dark albümünden The Final Frontier'a kadar olan aradaki albümlerdeki parçalardan From Fear To Eternity isimli bir toplama albüm yapılır. 2012 yılında ise grubun Şili konserinin görüntüleri ile En Vivo! Isimli bir DVD hazırlanır. Aynı yıl içerisinde grup 1988'de yaptığı gibi Dünya çapında bir Maiden England turuna başlar. Halen devam eden bu turun bir ayağı da ülkemizde Temmuz ayında gerçekleşecek. Ben orada olacağım ve şarkılara eşlik edeceğim sesimin yettiği kadar eğer gelecekseniz siz de hep beraber söyleriz tek bir ağızdan.
Iron Maiden bildiğim kadarıyla dünyada uçağa sahip olan tek gruptur. 2007'de Aestraeus Havayolları 757 nolu uçağı kendilerine alarak Somewhere Back In Time Dünya turundan itibaren bütün konserlerine bu uçakla gitmişlerdir. Uçağın pilotu Bruce Dickinson'dır. Grubun bütün teknik ekipmanları, teknisyenler, grup elemanları ve bazen grup elemanlarının çocukları bu uçakta yolculuk yapar.Uçağın adı Ed Force One' dır.(Amerikalıların Air Force One' ına gönderme) Bruce Dickinson çok garip bir insandır. Kendisi pek çok işle uğraşmıştır. Dünya çapında bir müzisyen olmanın yanı sıra yazar, pilot, radyo programcısı, şarkı sözü yazarı, eskrimci ve yakın zamanda ekonomi danışmanı ve şirket sahibi olmuştur. Çağlar Durmaz
Maiden Ozel Bu kısımda grubun bazı özelliklerinden bahsedeceğim.İlk olarak maskot Eddie'den başlayayım. Eddie Iron Maiden'ın ilk başlangıcından beri albüm kapakları olsun ,t-shirtler olsun her türlü Iron Maiden geçen şeyde bulabileceğiniz korkunç bir kafatasıdır.Kimi zaman bir deli olur, kimi zaman uzaylı,kimi zaman ise korku filminden fırlayan bir canavar. Eddie'nin mucidi Dave Beasley' nin arkadaşı olan bir öğrencidir. İlk olarak davulcunun takacağı bir maske olarak düşünülse de daha sonra grubun her şeyine maskot olmuştur.
Müzik MEGADETH– SUPER COLLIDER Sanatçı : Megadeth Albüm Adı: Süper Collider Tür: Thrash Metal, Hard Rock Çıkış Tarihi: 4 Haziran 2013 Şirket: Tradecraft Big Bang mi yoksa Kara Delik mi?
2000'ler sonrası Megadeth pek çok albüm çıkardı büyük çoğunluğu vasat olan albümlerden sonra 2009'da çıkardığı Endgame ile yeniden hayata dönüş sinyalleri veren grup ardından gelen Thirteen ile umutları söndüren grubun 14. (vay be) stüdyo albümü olan Super Collider Haziran ayı içerisinde raflardaki yerini aldı. Adından da anlaşılacağı üzere İsviçre Cern' deki büyük hadron çarpıştırıcısına ithafen Super Collider ismi verilen albüm iddialı gibi durup heycanlandırsa da aslında her dinleyişle beraber Dave Mustaine' den beklenen ikinci Rust In Peace ve hatta ikinci bir Youthanasia gelmediğini bunun yerine ise United Abominations ve Thirteen ayarında sönük ve tatsız bir albümün dinleyicileri beklediği belli oluyor. Basit şarkı sözlerinin üstüne düz gitar riffleri ve manasız sololar grubun bu albümde hiç bir heyecan yaratmamasında büyük etkenler.
duraksamalı Build For War kısımları hoşuma gitmedi fakat genel olarak bu şarkıyı beğendiğimi söyleyebilirim.Ortasındaki korosal kısım konserlerde iyi bir eşlik kısmı olabilir. Off The Edge ise sıradan bir Heavy Metal parçası. Vasat bir şarkı olan Off The Edge ' in dikkat çeken kısmı ise güzel bir solosunun olması. Düşük tempolu bir şarkı olan Dance In the Rain Dave Mustaine' in konuşmaları ile başlıyor (Sweating Bullets gibi). David Draiman' ı da konuk vokal olarak barındıran şarkı fena olmayan melodik geçişleri ve bir o kadar melodik solosuyla ön plana çıkıyor . 3:40 gibi biraz tempo kazanan şarkı bu atağıyla kabul oyumu alan ender parçalardan birisi oluyor. Sıradaki Beginning of Sorrow ise Super Collider'ın kardeşi gibi desem yanlış olmaz. Orta tempo vasat rifflerle bütünleşerek bir o kadar vasat bir parça çıkarmış ortaya. Banjo'lu ve kemanlı girişiyle ilgi çeken The Blackest Crow albümün geneli gibi orta tempoda ilerleyen bir parça. Banjolu ilginç açılıştan etkilendiğimden sanırım albümde en çok ilgimi çeken parça oldu The Blackest Crow. Bir sonraki parça olan Forget To Remember ise önceki çoğu şarkı gibi orta tempoda ilerliyor. Eşlik edilebilir radyo dostu olan Forget to Remember kabul edilebilir şarkılardan biri albümdeki. Sert girişi ile umut veren Don't Turn Your Back daha sonrası şarkı sözleri ile beraber orta tempolu hale dönüyor. Gelelim albümdeki genel açıdan en sevdiğim parçaya.Neden böyle diyorum çünkü aslen bir Megadeth parçası olmayan Thin Lizzy coverı Cold Sweat tamamen Thrash yapmayacaksa Megadeth'in bundan sonra gideceği yön olmalı bence. Chris Broderick gibi yetenekli bir gitariste, David Ellefson gibi kalitesini kanıtlamış bir bas gitariste ve Dave Mustaine gibi bir beyne sahip grubun albümü böyle olmamalı. En azından Alman Thrash gruplarının son işleri göz önüne alınarak daha iyi ve sert bir albüm yapılabilir. Super Collider gibi iddialı bir isimle girişilen albümün sonucu bunun gibi Kara Delik değil yapıcı , dünyaları oluşturan bir Big Bang olmalıydı fakat bu gerçekleşmedi ne yazık ki. Çağlar Durmaz Şarkı Listesi
Albüme giriş parçası olan Kingmaker başlangıcında gaz bir girişle nispeten bir thrash havası getiriyor albüme. Skin O'My Teeth tarzı nakaratı ile göze çarpan şarkıda ayrıca bazı bölümlerde Dave Mustaine' in gaza gelip kendi çapında çığlığı bastığını duyabilirsiniz. Orta tempolu bir parça olan Kingmaker şahsen albümde iyi diyebileceğim birkaç parçadan birisi. Sonrasında gelen Super Collider ise tam bir Hard Rock parçası. Şarkı sözlerinin basit olduğu parçalardan biri olan Super Collider albümün vasat şarkılarından olması ile beraber Kingmaker ile kısmen iyi bir giriş yapan albümü vasat bir çizgiye sokuyor. Burn ise şarkı sözleri bakımından albümün en kötü şarkısı “Burn Baby Burn ” ile şarkı başlıyor ve bitiyor nerdeyse.Orta tempoda Heavy Metal/Hard Rock arası giden şarkı albümün kötülerinden. Built For War ise sırasıyla gelen iki kötü şarkıdan sonra biraz nefes almayı sağlıyor. Genel olarak şarkının riff ilerliyişini beğensem de arada söylenen
Grup
01.Kingmaker Dave Mustaine – vokal,gitar, akustik ve 02.Super Collider slide gitar 03.Burn! Chris Broderick – gitar , geri vokal 04.Built for War David Ellefson - bas gitar , geri vokal 05.Off the Edge Shawn Drover – davul ,perküsyon 06.Dance in the Rain 07.Beginning of Sorrow 08.The Blackest Crow 09.Forget to Remember 10.Don't Turn Your Back... 11.Cold Sweat (Thin Lizzy cover)
5.5/10
Müzik CHILDREN OF BODOM– HALO OF BLOOD Sanatçı : Children Of Bodom Albüm Adı: Halo Of Blood Tür: Melodik Death Metal , Power Metal Çıkış Tarihi: 7 Haziran 2013 Şirket: Nüclear Blast Kana süsamış Azrail
Sevinçle söylemek istiyorum “Aranan bodom geri döndü sonunda! ”. 1997'de başladıkları kendi yarattıkları bir tür olan Melodik Power Death Metal türünde Something Wild gibi Black metal etkilenimli bir albüm ve ertesinden gelen efsane Hatebreeder ve bir o kadar iyi olan Follow The Reaper ile yoluna devam eden Children Of Bodom 2000' lerle beraber metalcore tarzından etkilenimli albümler yapmaya ve kendi tabirleriyle sadece konser yapmak için albüm çıkarmaya başladılar. Ve hatta bir önceki albüm olan Relentless Reckless Forever çok vasattı. Fakat aradan geçen 2 yılda ne olduysa olmuş Bodom herkesin dört gözle beklediği kimliğine bürünmüş. Kişisel olarak internette çıkan birkaç şarkı ile umutlansam da sadece bunların olacağı bir albüm bekliyordum fakat iyi ki de yanılmışım demek istiyorum. Hatta şöyle diyeyim Follow The Reaper'dan beridir çıkan en iyi Children Of Bodom albümü karşımızda.(Hate Crew Deathroll'un bende yeri ayrı olduğu Için objektif olmaz.) Albüme geçmek gerekirse ilk parça olan Waste Of Skin'in melodik girişine bayıldığımı söyleyebilirim.(Sevdiğim In Flames şarkılarından Embody The Invisible'ı anımsattı.). Çok hızlı tempoda ilerleyen gaz bir parça olan Waste Of Skin'de ustaca çalınan klavye ve bas gitarlar da şarkının artı yönleri olarak göze çarpıyor. Halo Of Blood ise karanlık ve kaotik atmosferi ile beraber Something Wild dönemlerindeki Black Metal etkilenimleri ile ön plana çıkan bir diğer parça. Thrash Metal'in agresif temposuyla Power Metal'in melodikliği güzel bir şekilde uyumlu. Ortalarda giren güzel Melodik solo da cabası. Scream For Silence ise Melodik Bodom şarkılarının en iyi örneklerinden bir tanesi.Orta tempoda ilerleyen parçanın en göze çarpan yeri ise mükemmel melodik solosu. Alexi'nin yine virtüöze seviyesindeki Neo Klasik sololarından birini attığı şarkı albümün iyilerinden. Klasik Bodom soundu ve catchy nakaratı ile Transference albümün ortalama parçalarından birisi.Aradaki melodik kısımlar iyi olsa da parçayı kurtaramıyor
ne yazık ki. Sıradaki Bodom Blue Moon ise çok tempolu ve agresif bir girişle bizleri selamlıyor. Harika klavye soloları ile süslenmiş şarkı tempolu yapısıyla bu soloları çok güzel bir şekilde yansıtıyor dinleyiciye. Ve gelelim albümün en iyi şarkısı olan These Days Are Numbered'a. Gerçekten ben buradayım diye sırıtan bir parça bu. Şarkının ortasında giren riff tek başına yeter diyeceğim ama buna mükemmel bir solo ekleniyor ve ortaya muhteşem karışım denilebilecek bir şarkı çıkıyor. Sıradaki parça ise These Days Are Numbered' ın aksine slow bir power ballad olan Dead Man's Hand On You. Alexi' nin baştaki konuşma tarzı vokali şarkıya bir o kadar güç katmış.Temiz gitar soundu ve piano tonuyla süper bir parça var karşımızda. Damage Beyond Despair ise direk kafadan dövüşmeye hazırlayan gaz bir şarkı.TEmpolu ritmleri ve buna eşlik eden güzel gitar melodileri şarkıya renk katmış.Bir sonraki şarkı olan All Twisted klasik Bodom klavye tonlarıyla beraber ilerleyen gitarlarla güzel bir şarkının oluşmasını sağlamış. Parçanın solosunu ise ayrıca beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Albümün normal versiyonun son şarkısı olan One Bottle And Knee Deep ise albüme güzel kapanış yapmamızı sağlayan Bodom'un yaptığı en yaratıcı ve melodik parçalardan birisi. Albümün benim dinlediğim versiyonunda ise Japon grup Loudness'ın Crazy Nights isimli şarkısının bir coverı mevcut. Klasik Rock'n Roll tarzı bir parça daha önce de Britney Spears (Oops I Did it Again) coverı yapmış bir grup için alışımayacak bir şey değil ve altından iyi kalkmışlar bence. Özetlemem gerekirse albüm yıllardan beri Bodom'dan beklenen sertlik ve melodinin buluşmasının en iyi örneklerinden biri olmuş. İleride grubun konser setlistlerinde kendisine yer bulacak Halo Of Blood , These Days are Numbered gibi parçalar bulundurması da cabası. Ben albümü çok beğendim ve sürekli dinlemeye çalışıyorum umarım siz de beğenirsiniz. Çağlar Durmaz Şarkı Listesi
Grup
01.Waste Of Skin 02.Halo Of Blood 03.Scream For Silence 04.Transference 05.Bodom Blue Moon 06.These Days Are Numbered 07.Dead Man's Hang On You 08.Damaged Beyond Despair 09.All Twisted 10.One Bottle And Knee Deep 11.Crazy Nights
Alexi Laiho – Vokal, Gitar Jaska Raatikainen - Davul Henkka Blacksmith - Bas Gitar Janne Warman - Klavye Roope Latvala - Gitar
8,5/10
Çizgi Roman
Earth one
Yabancı çizgi romanları takip edenler bilir DC Comics son yılların en büyük olayına imza atarak bütün çizgi roman evrenlerini sıfırlamıştı. Tüm kahramanlar, kötüler, hikayeler tekrar baştan yazılacak. Kimisi büyük kimisi küçük pek çok değişikliklere gidilecekti. Yani anlayacağınız yıllardır bildiğimiz karakterleri bambaşka bir açıdan ve oldukça farklı bir gözle görecektik. Kulağa eğlenceli geliyor değil mi? Oldukça güzel ve orjinal bir fikir. Ancak ülkemizde malesef yabancı çizgi romanların çok çok az bir kısmı, hele ki DC’nin neredeyse hiç bir yayını gelmediği için ayda 8 10 farklı sayıda devam eden bu olaya pek çoğumuz uzak kalıyoruz. Peki madem hepsini okuyamıyoruz, biz de en önemlileri okuruz. Bunun için de serinin en başından daha güzel bir başlangıç olabilir mi? Earth One serisi Superman ve Batman’in ilk kahraman olmaya başladıkları dönemi anlatıyor. Neden başladıkları, ne gibi zorluklarla karşılaştıkları gibi pek çok arkaplan hikayesi okunmayı bekliyor.
Okumuş olanlar farkedecektir. Eski serideki Year One ile neredeyse aynı konsept olmuş. Zaten eski serideki Year One’ın büyük başarısından sonra yeni seride de de aynı fikrin uygulanması kaçınılmazdı. Tabi konsept olarak aynı olsa da içerik olarak oldukça farklı. Pek çok bildiğiniz karakteri farklı biçimlerde görecek, bazen hoşunuza gidecek bazense beğenmeyeceksiniz. Ancak güzel bir yeni soluk getirdiği de gerçek. Şimdilik 3 cildi çıkan Earth One serisi 2 Supermen 1 de Batman sayısından oluşuyor. Seriler Kendi içlerinde farklı hikaye ve yapılara sahip oldukları için kısaca bunlara da değineceğim.
Superman DC nin Batman’le beraber en önemli kahramanı olan Supermen diğer pek çok şey de olduğu gibi ilk sırayı burada da kapıp açılışı yapıyor(her ne kadar batman daha popüler olsa da Supermen 1 yaş daha büyük olduğu için kıdem sırası onda oluyor genelde.). Earth One evrenindeki yeni süpermenimiz Smallvilleden Metropolis’e yeni gelmiş. Henüz hayatı ve güçleri ile ne yapacağına
karar vermemiş bir genç. Olasılıkları çok. Size bana söylenen istersen atom mühendisi bile olabilrsin lafı arkadaş için sıradan bir başka meslek. Bu şekilde başlıyor hikayemiz. Her ne kadar çizgi romanımızda karakter gelişimi ağırlıklı olsa da aksiyonsuz bir çizgi roman beklenemez. Nispeten başarılı bir kötümüz, bol bol güzel aksiyonlarımız var. Hikayeyi bırakıp içeriğe gelelim. İlk ve en taktir ettiğim nokta hikaye anlatımı oldu. Çizgi roman muhteşem bir giriş ile başlıyor ve sizi bir anda içine alıyor. Hikaye boyunca bol bol flashbackler ve farklı karakterlerin gözünden olayları izliyoruz. Superman’i ve karakterini çok güzel yansıtmışlar. Zaten J. Michael Straczynski’nin yazdığı bir hikayeden daha azı beklenemezdi. Bilmeyenler için açıklayayım, kendisi pek çok film, dizi, kitap, çizgi roman alanında çalışmış bir yazardır. Eserlerinin arasında Babylon 5 ve Amazing Spiderman’ın en sevilen sayılarının olduğunu da belirtip çizimlere geçeyim. Öncelikle steroid deposu bir Superman yerine daha ölçülü bir Superman çizilmiş bu güzel(belki de genç olduğundan diyedir.). Köşeli surat tipi gitmiş, daha bebek suratlı bir Superman gelmiş. Açıkcası oldukça karizmatik ve yakışıklı bir kahramanımız var, beğendim. Ama asıl bomba Lois Lane. Önceden pek sevmezdim kendisini(bir Mary Jane varken gölgede kalıyordu doğal olarak) ancak yeni hali ile taş çizgi roman hatunları listeme girmeyi başardı. Kızıl kahverengi
saçları ve yeni vücud ölçüleri ile(doğru bildiniz sayın geek arkadaşlarım boobs :) ) sevilesi bir karakter olmuş. Ama en büyük değişim Metropolis fotoğrafçısı Jimmy Olsen. Kendisini önceden de severdim ancak bu yeni hali çok daha güzel olmuş, okuyup görünce bana hak vereceksiniz. Tipler dışında çizimlerin genel kalitesinden bahsetmem gerekirse memnun kalacağınızı söyleyebilirim. Shane Davis karakterleri çok güzel çiziyor. Arka planlar çok yok, çünkü genelde karakterler yakın plandan çizilip görüntünün çoğunu kaplıyorlar. Ancak aksiyon sahnelerinde bu durum azalıyor ve mevcut arkaplan çizimleri de karakter çizimleri kadar detaylı olmasa da güzeller. İkinci ciltde ise aynı yazar ve çizerler olduğu için teknik olarak üzerine ekleyeceğim bir şey yok. Ancak hikaye hakkında yorum yapmam gerekirse önceki cildin aksine bu cildin ağırlıklı konusu tek bir kötü üzerine odaklanıyor. Aralarda gene karakterimizin geçmişi ile ilgili detayları öğreniyor, yeni çevresine gösterdiği uyumu görüyoruz. Ama ağırlıklı olarak aksiyona dayalı olduğunu söyleyebilirim. Ancak üzülerek söylüyorum ki baş kötümüz oldukça vasat. Ne tip olarak, ne de gücü ve düşünce yapısı olarak 2. Sınıf kötülerden ayrılıyor. Neyse ki arkaplanda dönen hikayeler oldukça ilgi çekici. Özellikle sondaki süprize çok şaşıracaksınız. Bu detaylar sayesinde çizgi romanımız vasatlıktan kurtulup bir sonraki sayıyı beklememizi sağlıyor. Earth One: Superman serisi Superman’e başlamak isteyen, ilgilenen herkes için çok güzel bir başlangıç noktası olmuş. Superman ile ilgili pek çok merak ettiğiniz şeyi ve daha önce aklınıza takılmayan, ancak görünce vay be demek bu yüzdenmiş! dediğiniz hoş detaylar mevcut. Superman ile azıcık ilgileniyorsanız alıp okumanızı öneririm.
Batman Gelelim kara şövalyemize. Superman’den oldukça farklı daha karamsar bir evrende, her biri orjinal kötüleri ve saf aksiyona dayanmayan hikayesi ile Batman her zaman favori çizgi romanlarımdan biri olmuştur. Bu yüzden Earth One’ı özellikle merak ediyordum. Year One’ dan sonra yine müthiş bir seri geleceğinden şüphem yoktu. Çok bilindik ama bir o kadar da farklı başlıyor Earth One:Batman. Özellikle açılış sahnesi çok hoşuma gitti.Sizi de şaşırtacağını tahmin ediyorum. Hikayemiz tahmin edebileceğiniz gibi. Şehre dönen Bruce Wayne, ailesinin ölümünün ardındakileri bulmak istemektedir. Ancak bunu bilindik yollardan yapmak gibi bir niyeti yoktur. Hikayemiz güzel, ancak serinin asıl vurucu yanı bildiğimiz karakterleri yeni halleri ile karşımızda görmek. İçlerinden sizi en çok şaşırtacak olan Alfred. Kendisi ilk seriden oldukça farklı bir karaktere sahip. açıkcası ilk serideki her daim kusursuz bir uşak ciddiyetinde olup, yeri geldi mi ince esprileri ile Batman’e laf sokmaktan geri kalmayan Alfred’de yapılan bu büyük değişiklik cesur bir adım olmuş. Her ne kadar ilk seridekini daha çok sevsem de, bu hali ile Batman ile aralarındaki ilişki daha gözle görülür ve duygusal olmuş. O yüzden başarılı buldum. Okuyunca siz de bana hak vereceksinizdir. Bir diğer yeni karakterimiz ise Harvey Bullock. Daha önce bir kaç Batman sayısında gödüğümüz dedektif bu seride bambaşka biri olmuş. Hikayede oldukça ön planda olan Harvey’i sizde benim kadar seveceksiniz. Umarım Harvey tek sayılık bir karakter değildir ve devamını görürüz. Bunun dışında başka pek çok karakterde kimi ufak, kimi büyük değişikliklere gidilmiş. Güzel de olmuş bence. Hikaye dışında çizimlerden bahsetmem gerekirse; Çizimler güzel, ancak suratlar genelde aynı tip çizilmiş. Çok göze batan bir durum değil bu, ancak daha iyisi
olabilirdi. Aksiyon sahneleri güzel, dövüşler anlaşılır çizilmiş. Batman de güzel çizilmiş, olması gerektiği gibi olmuş. Bir diğer taktir ettiğim nokta da karakterlerin duygularını çok rahat bir şekilde suratlarından anlayabiliyorsunuz. Çizer(Gary Frank) burada oldukça güzel iş çıkarmış. Earth One: Batman hem Earth One serisine yakışan, hem de Batman serisine yakışan çok güzel bir başlangıç olmuş. Batman seven herkes alıp okusun. Serinin ikinci cildinin 2014’de çıkması planlanıyor. İlk giriş serisinden sonra merakla bekliyorum açıkcası. 2010 yılında başlayan Earth One serisi şimdiye kadar 3 ciltten oluşuyor. Serinin sıradaki ciltleri Batman vol 2 ile Wonder Woman’ın 2014 yılında çıkması planlanıyor Özellikle Wonder Woman’da Grant Morrisson’un olacak olması beklentileri oldukça arttırıyor. Çizgi Roman seviyorsanız bu arşivlik seriyi mutlaka öneriyorum. Hem baskı kalitesi muhteşem hem de çok uzun aralıklarla çıktığı için takip etmesi kolay. Umarız ileride bu seriyi türkçe olarak da görürüz. Aykut Kekeç Earth One nedir? Earth One DC nin evrenlerinden birinin adı. DC’de birden fazla evren mevcut ve her birinin kendine özel süper kahramanları veya mevcut süper kahramanların farklı halleri bulunuyor. Bir nevi alternatif evrenler gibi düşünün. Infinite Crisis eventinden sonra tam 52 adet evren oluşturulmuştur. Earth One ve Earth Two içlerinde en önemlileri diyebileceğimiz iki evrendir. DC’nin reset atma olayından sonra New Earth yaratılmış ve bütün kahramanlar, olaylar ağırlıklı olarak Earth One ve diğer evrenlerden alınıp toplanarak kimi zaman değişiklikler yapılarak New Earth yaratılmış ve şu an DC nin asıl evreni olmuştur.
Çizgi Roman Çizimler ve anlatımından bahsetmek istiyorum bir an önce çünkü konusunun ilginçliğinin yanı sıra anlatım ve kullanılan dildi beni Fatale okumaya daha çok teşvik eden… Öncelikle şunu belirteyim Fatale’de uzun uzun diyaloglar, sayfalarca süren betimlemeler veya ağır bir dil bulamayacaksınız. Onun yerine çerçeveleri harika kullanan yarıda kalıp devam eden cümleler, yalın bir dil ile gizemini her an koruyan diyaloglar okuyacaksınız. Her ne kadar Fatale’in kurgusu inanılmaz oturaklı ve düzenli ilerlese de anlattığı bazı öğelerden ya da kullandığı bazı imgelerden haberdar değilseniz, farklı zaman dilimlerinde anlatılan hikayeler, gelişmeleri takip etmenizi biraz zorlaştırabilir. Tabi çizgi romanımızda kullanılan bu yalın dil bunu muazzam bir ölçüde azaltıp sizi diyaloglarda boğmak yerine olay örgüsünü kafanızda oturtmanıza olanak sağlıyor.
Femme fatale… Pek çok kültürde, ki buna Türk mitolojisi de dahil, var olan bu kavram Fransızca da ‘ölümcül kadın’ anlamına gelip oldukça çekici, gizemli, baştan çıkarıcı ve baştan çıkardığı erkekleri korkunç felaketlere sürükleyen kadınlara işaret eder. Literatürde yazdığına göre pek çok femme fatale büyülemek, hipnoz etmek ya da ölümsüzlük gibi farklı güçlere sahip olabilir. Bunlardan neden mi bahsettim? Tabi ki birden fazla best-seller ve ödül sahibi çizgi roman yaratıcıları Ed Brubaker ve Sean Philips’in hala çıkmaya devam eden aylık serisi Fatale’i sizlere tanıtmak için… 1930’lardan günümüze kadar olan geniş ancak parça parça zaman dilimlerine yayılmış çizgi romanımızın konusu, isminin hakkını verecek kadar güzel bir femme fatale Josephine’in etki ettiği hayatlar; suç, savaş ve kara büyü dahilinde gelişen olaylardır. 2012 yılının başında 12 sayılık bir seri olarak yola çıkan Fatale, aldığı övgüler ve elde ettiği yüksek satış oranlarıyla aynı yılın Kasım ayında yola devam etme kararı aldı.
Her ne kadar serinin en gizemli karakteri tabi ki Josephine olacaksa da okudukça diğer karakterler tarafından şaşırtılacağınıza bir o kadar eminim. Seks, cinayet , entrika içeren ciddi bir çizgi roman arıyorsanız noir ‘Fatale’ tam size göre… İyi okumalar dilerim Faruk Yaylaz
Çizgi Roman çizimler daha karmaşık daha kirli daha sivri ve her ne kadar kendi dünyası öyle olmasa da kendisi daha renkli. Korku temalı çizgi romanlara bu çizim stilinin gerçekten çok güzel gittiğini farkettim. Rebel Blood’daki yaratıcılık ve çizgilerdeki başarıları sebebiyle Riley Rossmo’nun diğer yapımlarına da bir göz atacağım bundan sonra. Ama konuyu dağıtmayalım.
Rebel Bood
“Yine mi zombi?!” demeden önce beni bir dinleyin sevgili okuyucular. Her ne kadar Image Comics bile üstü kapalı bir şekilde artık zombi temalı yeni çizgi romanları istemediğini belirtse de Rebel Blood’ı yayınlamanın ne kadar doğru bir karar olacağını onu görür görmez anlamış olmalılar. İçindeki herhangi bir diyaloga ulaşmak için bayağı bir sayfa çevirmenizin gerektirdiği Rebel Blood’ın anlatacağı çok ilginç bir hikayesi var. Konu aslında klasik bir zombi hikayesi gibi görünüyor. Tam anlamıyla zombi çizgi romanı olduğunu da söyleyemeyiz aslında… Daha çok bir salgın ve mutasyon romanı… Ana karakterimiz Chuck Neville hayatından pek bir şey beklemeyen ve mutlu olmayan bir itfaiyecidir. Başına gelen bir kazadan(?) sonra bir gözetleme kulesinde işe tekrar başlar. Dış dünyayla olan tek ilişkisi pek de mutlu olmayan evliliği olan Chuck’ın bu aşırı durağan ve sakin hayatı şehre vuran bir saldırıyı bildiren bir telsiz anonsu ile artık değişmiştir. En azından hikayenin ilk sayfalarında inandırıldığımız senaryo bu. Ama işin içinde bir bit yeniği olduğunu Chuck’ın daha eve giderken hayal ettiği klişe senaryolardan sezeceğinizi düşünüyorum. Konusu hakkında daha fazla konuşmayacağım 4 sayılık bu kısa dumur seriyi mutlaka okumanız gerektiğini söyleyip çizimlerden bahsetmek istiyorum. Çizimler tek kelime ile harika. Bana yine diğer bir zombi serisi olan Walking Dead’i anımsattı. Ancak Rebel Blood’daki
Bahsetmek istediğim diğer bir nokta ise Rebel Blood’ın işlenişi. Açıkçası ilk sayıyı okuyan pek çok kişi gibi benim de kafam oldukça karışmıştı. Zamanda yapılan ileri geri hamleler ve özellikle Chuck’ın o bulanık zihnindeki olası senaryolar bazı sayfaları birkaç kez okumama neden oldu. Ancak ikinci sayıdan sonra buna alışıyorsunuz ki zaten bu sayıdan sonra işler çığrından çıkmaya başlıyor. Haliyle ne baş kahramanımız Chuck’ın klişe senaryolar hayal etmesine ne de Riley Rosso’nun aynı karede birden fazla farklı zamanlı olay çizmesine vakit kalıyor. Rebel Blood’ın sonu etkileyici ve çarpıcı ancak arkasında pek çok soru bırakıyor. Fakat amacı zaten sorularımızı cevaplamak değil biz okuyucuları şaşırtmak ve başından sonuna kadar bizi kendine inandıran başkahramanın kişiliğini işlemek. Bunu ne kadar başarılı işlediğini geriye dönüp önceki sayılara baktığımda anlayabiliyorum. Aslında sürpriz görünen son ile ilgili ne kadar ipucu verildiğini ancak bunları sırf ana karaktere inandığım için göremeyişimi sonradan fark ettim. Leonardo DiCaprio’nun başrolünü oynadığı Zindan Adası filmiyle oldukça benzer noktalar taşıdığını düşündüğüm Rebel Blood’ı herkese öneriyorum. Zombi temalı şeyleri sevmeseniz hatta korku öğeli her şeyden tiksinseniz bile kısa topu topu 4 sayılık Rebel Blood’a bir şans vermenizi gerektiğini düşünüyorum. Herkese keyifli okumalar. Faruk Yaylaz
Dizi&Film “#” Spoiler içerir. #Bir grup izcinin kamp kurduğu bir adada geçen film, kamp üyelerinden Sam’in ardında bir mektup bırakarak, kamptan kaçması ve bununla beraber oymak başı ve izcilerinin Sam’in peşine düşmesiyle başlıyor.
Moonrise Kingdom
Merhabalar, Tadının damağımda kaldığı çok keyif alarak izlediğim 2012 yapımı bir Anderson filminden bahsedeceğim bu ay. Wes Anderson sıradan sayılabilecek film konularını; öylesine güzel bir şekilde işliyor ki, bu sayede filmi sıradan olmaktan kurtarıyor ve filme bambaşka bir kimlik kazandırıyor. Bu yüzden yönetmenin kendine has bir tarzı olduğunu söylemek de mümkün. Wes Anderson’ un önceki filmlerinde karşımıza çıkan oyuncu kadrosundan tanıdık isimler bu filmde de yerini almış bulunuyor, Bill Murray bunlardan sadece bir tanesi. Filmdeki çocukların oyunculuk performanslarını da en az ünlü oyuncu kadrosu kadar başarılı bulduğumu itiraf etmeliyim. Filmin öte yandan masalsı bir yanı da var. Anderson; karakterler, mekanlar ve tatlı renklerle masalımıza bambaşka bir boyut kazandırarak, farklı bir hava vermeyi de ihmal etmemiş. Masalın büyülü yanından da sanırım bu saydıklarım sorumlu. İlk etapta daha çok çocuklara hitap eden bir film gibi gözükse de ilerleyen sahnelerde film,fikirlerin değişmesine sebep olabiliyor. Yüzünüzü gülümsetecek samimiyete sahip, ustaların büründükleri karakterleri gördükçe, filmin sonunun gelmemesi için yakarışlarda bulunacağınız, kesinlikle izlenecekler listenizde olması gereken bir film.
Kahramanımız Sam, bu yolculuğunda yalnız değil, daha önceden tanıştığı,adanın öte tarafındaki Suzy ile birlikte maceradan maceraya atılırken bir yandan da daha önce hiç hissetmediği duyguları hissetmeye başlıyor.Issız bir koya kamp kuran Sam ve Suzy birlikte geçen günün ardından; ada polisi, oymakbaşı, izciler ve Suzy’nin ailesinden oluşan bir arama ekibi tarafından yakalanıyor ve böylece olaylar sıcağı sıcağına gelişiyor. #Sam’in Suzy’nin kulaklarını olta iğnesi ile deldiği sahne seni asla unutmayacağım! #Filmin en hoşuma giden yanlarından biriyse karakterlerde kendi hayatıma dair parçalar bulmam oldu. Suzy’nin kardeşinin ablasıyla olan ilişkisi, kendi kardeşimle aramda olan ilişkiyi anımsattı bana. Hele ki gecenin bir yarısı kendisine ait bir eşyanın ablası tarafından alındığını fark ettiğinde, ablasının odasına sessizce girip, takındığı o koca adam ses tonunda kardeşimi nasıl bulduğum belli değil. #Ah son olarak söylemeden geçemeyeceğim, filmin başında ve geçişlerde beliren, ada ve çevresi hakkında gerekligereksiz bilgileri veren kırmızı paltolu amcam seni çok sevdim, bilesin istedim. Gelecek ay görüşürüz, iyi seyirler. Ece Gündüz IMDb Puanı: 7,8 Oyuncular ve filmle alakalı detay için (bknz.) Fragman için (bknz.)
Dizi&Film zamanında bir uzaylı saldırısı sebebiyle insanlar Titan'a kaçmış geride de çeşitli işler için bu ikisini bırakmışlar. Bol bol merak bol bol heyecan bol bol soru içeren bir ilk yarısı var filmin. Heyecanla izliyordum ölecektim zevkten. Sonra küçük bir saçmalık fark ettim filmde. Esas oğlanımız küçük bir aksiyona girişiyor. Elindeki fantastik silahla karanlık bir yerde çatışma yaşıyor ve o da ne ! Acayip gelişmiş teknolojinin olduğu bir zamanda o fantastik tüfeğin ucuna fener takmış karanlıkta gelin beni vurun diye dolanıyor Tom abimiz. Yani ne gece görüşü ne de o durumda işe yarayacak başka teknolojik bir şey. Kurşun geçirmez üstü var ama kafası açık. Böyle küçük küçük saçmalıklar iyice fazlalaşmaya başladı. Ben filmden hafif şüphelenmeye başladım bu yüzden. (Çok takıyor demeyin dahası var. )
Oblivion
Efendim. Açlık çekiyoruz. Güzel bir bilim-kurgu filmine ya da güzel bir post-apokaliptik hikayeye açlık çekiyoruz. Yok ! Yok bulamıyoruz. İki üç ay önce arkadaşım dedi Tom Cruise'un filmi var dünya mahvoluyormuş gidip izleyelim diye. Gittik izledik ve şimdi filmin afişini gördüğümde direk olarak aklıma I'm Legend geldi. Bir an umutlandım sonra neyse dedim filmi izledim. Şimdi bir ikinci husus film devam ettikçe karşımıza çıkıyor. Bir Hollywood klişesi olarak en beklenmedik şeylerin bile beklendik şeyler çıkması. Filmde epeyce soru vardı ve berbat cevaplar geldi. Ciddi anlamda mutlu son klişesine ulaşmak için doldurulan bir ikinci yarıdan bahsediyorum size. Uzaylı olarak filmin sonunda gösterilen saçma bir şey var ciddi anlamda bu kadar olmaz dedirtiyor insana. Kısa kesmek gerekirse filmi hakkında mütevazi yorumum güzel görsel, güzel aksiyon, ortalamanın üstünde bilim kurgu, sürükleyici hikaye ama ucuz son.
Filmin ilk yarısını hatırlıyorum pek çok soru vardı hiç bir cevap yoktu. Özellikle hiç bir filmde görmediğim kadar iyi görseller vardı. Ciddi anlamda mutlu mesut uzundur aradığım şeyi bulacağıma dair bir heyecanla filmi izledim. Filmin kaba hikayesi, bir esas oğlan (Tom Cruise) bir de esas kızımız (Andrea Riseborough) böyle epey yüksekte jetgil vari bir evde yaşıyorlar. Dünya darma duman olmuş, vakti
Çok büyük can sıkıntılarına birebir demekle yetiniyorum Korcan Romya
Retro
Ron Gilbert
5 ya da 6 yaşlarında ilk kez bir bilgisayarla münasebet kurmuştum, münasebet dolaylı gerçekleşiyordu tabi, DOS’ta açılan oyunlarla dolaylı. O zamanlar var olan oyunlardan hatırladıklarım, Day of the Tentacle ve Wizard of Oz’du. Day of the Tentacle ile yıllar sonra tekrar karşılaştık, o karşılaşmadan sonra yaptığım çıkarım şuydu; ben muhtemelen küçükken oynadığım platform dışı oyunları çok fazla bilmeden, saçma sapan (?) oynamışım Jazz Jackrabbit 1.23 versiyonunu ararken, Abandonia sitesine rastlamıştım. Neyse ki sırf bu oyunla kalmadık. Siteyi keşfetmeye çıktığımda, Day of the Tentacle’a rastladım ve çok tanıdık geldi. Oyun içeriğine girdiğimde ise, eski dostla karşılaştığıma emin oldum. Hemen indirdim, kurdum ve yıllar sonra olmasının getirdiği ingilizce birikimiyle birlikte oyunu oynamaya başladım. Oyunu incelemeyeceğim, ancak birazdan ufak bilgi vereceğim hakkında oyunun. Normal sıklığın biraz üzerinde film izleyenler çok yaparlar bunu, bir filmi izleyip beğendilerse, aynı yönetmen ve senaristin diğer filmlerini de izlerler, en azından ben yapıyorum bunu. Aslında, macera/platform tipi eski oyunlarda da bu geçerli, çünkü hikâye ve bulmacalar oyunun büyük çoğunluğunu karşılıyor. Monkey Island’dan yaşadığım
bu hadiseyi, burada da denemeye çalışmam üzerine, büyük usta Ron Gilbert ile rastlaştık. Bu rastlaşmada farkettiğim şey, aslında bir kaç oyununu zaten oynamış olmamdı. Çok oyun oynayan biri değilim şimdi belki ama, eskiden de oynuyordum. Maniac Mansion, The Secret of Monkey Island, LeChuck’s Revenge, Grim Fandango, Day of the Tentacle oynadığım oyunlar arasındaydı. Oyunlar aslında Ron Gilbert’ın oldukça usta biri olduğunu yeteri kadar gösteriyor. Ama belirtmeden geçmemek de lazım, Tim Schafer ile birlikte Ron usta, LucasArts ve macera oyunlarının kurucuları/yükseliş dönemi padişahları demek yanlış olmaz. Başka kişiler, başka oyunlar da var tabi ki. Ama benim gözümde çok başka bu fantastik ikili. Şimdi, Star Wars ve Monkey Island hakkında komik ve sürprizlerle dolu bir yazıya devam ediyoruz, koltuklarınıza yaslanın ve kendinizi hazırlayın.
LucasArts’tan Öncesi LucasArts ile başlamıyor tabi ki macera, macera 1964 yılında başlıyor Ron Gilbert, 1 Ocak 1964’te Amerika’da Oregon’da doğuyor. Babası eski bir rektör, ve aynı zamanda bir fizik profesörü. Bu olayın Ron’a etkisi şöyle oluyor, babasının evde kullandığı TI-
59 model hesap makinesi’nin içinde bulunan amiral battı benzeri bir oyun, Ron’un ilgisini fazlasıyla çekiyor. Ron, bir çok insanda olmayacağı gibi, hesap makinesinin bu yetenekleri karşısında büyüleniyor, ve belki de o zaman bir oyun yapımcısı olmaya karar veriyor, kim bilir ? İkinci bahsedeceğimiz nokta da, tabi ki Star Wars’ın etkisi. Bildiğiniz üzere, A New Hope, 1977’de vizyona giriyor, ki bu da Ron’un gençliğine tekamül ediyor. Kendisini sosyal bir nerd olarak tarif etmek doğru olur diye düşünüyorum aslında, bu konuda bir şey okumadım ancak kendisinin de buna çok karşı çıkacağını sanmıyorum. Hah, ne diyorduk. Star Wars o kadar etkiliyor ki, arkadaşları ile birlikte Super-8 kamera ile birlikte bir kaç Star Wars filmi çekiyorlar. Stars Blasters, Tomorrow Never Came gibi. Filmlerin konuları hakkında bilgi aradım, ancak internette bir detaya rastlayamadım maalesef, yoksa onlardaki hikaye örgüsü de bende merak uyandırdı. Kırılma noktası diyebileceğimiz diğer bir an da, 1979’da ailesinin NorthStar Horizon isimli bilgisayarı almasıyla gerçekleşiyor. Donkey Kong, Pacman, Asteroids ve Space Invaders gibi efsane oyunları oynamaya başlıyor kahramanımız, ve bu oyunların her biri üzerinde saatler harcayarak oyunları analiz etmeye çalışıyor. Ayrıca, oyunları defalarca oynayıp yapay zekanın vereceği tepkileri de not almayı esgeçmiyor. Yine bu dönemde programlamayla ilgilenmeye başlıyor, ve Atari 2600 oyunlarının incelendiği oyun dergilerini takip etmeye başlıyor. Farkındayım, biraz biyografi şeklinde gidiyor gibiyiz, ki şu ana kadar yazdıklarımın bir kısmını Wikipedia ile harmanlayıp yazmaktayım. Ancak birazdan detaylar ve oyunlar ortaya girdiğinde olayın boyutu değişecek, o yüzden lütfen sabrediniz. Gilbert’in 3-4 yılı öğrenme ile geçiyor, yapmak istedikleri de şekilleniyor tabi bu sürede. 1983 yılında lisedeyken Tom McFarlane –çocukluk arkadaşı- ile geliştirdikleri Graphics Basic isimli uygulamayı, HESware’e lisanslayıp satıyorlar. Graphics Basic nedir ne iş yapar derseniz; Graphics Basic Commodore 64’e gelişmiş grafik ve ses özellikleri ve 100 yeni komut ekleyen bir Commodore 64 paketi. HESware, bu olaydan sonra iş öneriyor, ve Gilbert yarım yıl kadar HESware altında Commodore 64 için oyunlar geliştiriyor. Ancak bu oyunların hiçbiri yayınlanmıyor, hatta HESware de kapanıyor. Hiçbir şey olmamış gibi.
LucasArts HESware’in kapanmasının üzerinden çok da geçmeden, Gilbert LucasFilm Games’de –LucasArts değil- işe başlar. O altın çağ, macera oyunlarının yükselişi ve güzel şeyler buradan sonra başlıyor. Tabi ki girdiği gibi oyun yapmaya başlayamıyor, neticede ufak bir firma değil. Öncelikle Lucasfilm’in Atari 800 oyunlarını Commodore 64’e port etmeye başlıyor. 1985 yılında, artık LucasFilm Games LucasArts adını aldığı zamanlarda, grafik sanatçısı/geliştiricisi Gary Winnick ile birlikte bir oyun projesinde görev alıyor. Oyun ise, hepimizin en azından bir kez adını duyduğu ve macera severlerin vazgeçilmezi olan bir oyun, Maniac Mansion. Maniac Mansion, dönemin en çılgın oyunu aslında. Grafikleri alışılmışın dışında, hikâyesi de öyle tabi ki. Hem sıradan bir şey beklemek hata olurdu. Maniac Mansion’un hikâyesi şöyle; Dave isimli arkadaşımız, sevgilisini malikanesine kaçıran, tipinden ve davranışlarından deli olduğunu çıkarttığımız bir profesörden kurtarmaya çalışıyor. Profesörün hikayesi de ilginç, bu malikane onun ailesine ait ve yıllar önce çarpan bir meteor tarafından kontrol ediliyorlar. Meteor bu insanları nasıl kontrol ediyor, çok saçma abi gibi tepkileri radikal şekilde veriyorsanız, girişmeyin. Oyunun sonu daha sürprizli çünkü Oyun hakkında başka bir yazıda çok konuşuruz, bahsetmek istediğim bir kaç nokta var ancak. Öncelikle, bu oyun, döneminin bir çok oyununun at koşturduğu/koşturacağı SCUMM isimli oyun motorunun çıkışına kaynak oluyor. Bu oyunda kullanılan motor, biraz daha geliştirilerek, SCUMM ortaya çıkarılıyor ve LucasArts’ın dayanağı oluyor bu oyun motoru. Maniac Mansion, point&click ve grafikler konusunda da çağına yol gösteriyor. Aslında oyun kültürüne katkı sağlıyor, ve bu dönemde çıkan bir çok oyunda benzer grafikler görüyoruz, aynı oyun motoruna sahip olmasa dahi. En iyi oyunlar arasında gösteriliyor, ve popüler kültürü de fazlaca etkiliyor. Kaldı ki, 3 sezon sürüp 66 bölüme sahip olmuş bir diziye de sahip oluyor. Son olarak, 1993 yılında oyun Day of the Tentacle ile devam ediyor.
bir proje ile diriltmeye çalıştılar. Şu sıralar başka bir grup, oyun üzerine çalışmaktalar. Henüz bir release mevcut değil, ancak en son Mayıs 2013’te post attıklarını düşünürsek, güncel diyebiliriz. Şöyle de bir bakış atabilirsiniz http://www.mckracken.net/ Zak’in geleceği olmadı, olamadı yani hala. Merakla bekliyoruz, projeyi takipteyiz tabi. Şimdi, 1989 yılına gidiyoruz, Indiana Jones and the Last Crusade: The Graphic Adventure. Aynı yıl çıkan ve bir Indiana Jones klasiği olan aynı isimdeki filmin oyunu. Hikâyeden bahsetmek yersiz aslında, merak ediyorsanız kesinlikle filmi izleyin, kendisi zaten bir klasik. Kaldı ki, Harrison Ford, Sean Connery ve Steven Spielberg’in sizi etkilemeye yetmesi gerek. Hala ne duruyorsunuz, gidin izleyin, yazı kaçmıyor ya ? Maniac Mansion çıktıktan bir yıl sonra, Zak McKracken and the Alian Mindbenders yayınlandı. Ron Gilbert, burada da rol alıyordu. Ancak bu kez, rolü geliştirici değil, hikâyeciydi. Garip evet, kendisi de bu role alışamadığını daha sonra bir söyleşide söylemiştir, ancak David Fox ve Alan Kane ile çalışmaktan keyif aldığını ve sevdiği bir proje olduğunu da. Bu oyun, SCUMM motoru ile geliştirilmişti ve LucasArts tarafından yayınlandı. Commodore 64’e asıl olarak gelip, sonrasında Amiga, Atari ST ve PC’ye gelmiş. Hikaye oyundan 10 yıl sonrasında geçiyor, 1997’de. Zak bir gazeteci, Annie bir freelance bilimadamı (?), Melissa ve Leslie ise Yale Üniversitesi öğrencileri. Uzaylılar, telefon hatlarını ele geçiriyorlar ve bu hatlar yardımıyla insanları aptallaştırmaya başlıyorlar. Amaç, tüm insanlar aptallaşıp uzaylılar dünyaya egemen olmadan uzaylıları durdurmak. Hikâyenin her yerinde yine espriler mevcut, tabi yazar Ron Gilbert olunca. Bolca Maniac Mansion göndermesi var. Maniac Mansion’un üzerine bu oyunun gelmesi, LucasArts’ı iyice burada taht sahibi yapmıştır, çünkü bu oyun da Maniac Mansion gibi oyun otoriteleri ve dergiler tarafından pozitif yorumlar almıştır. Ancak donanımsal uyumsuzluk sorunları – 21. yüzyıldayız, bu sorunlardan bahsetmiyorum- yüzünden bazı sert yorumlar da yapılmıştır. Peki Zak’in geleceği ne oldu ? Devamını yapmak Rob Gilbert’in kafasında da vardı aslında, çünkü o da çok sevmişti bu seriyi. Ancak kendisinin vakit bulamamak diye yakındığı sorundan ötürü, onun yeraldığı ya da önayak olduğu bir girişim olmadı bu seriyi tekrar diriltmek adına. Ancak, hayranlar 2001’da yeni
Indiana Jones oyunu da bazı yenilikler içeriyor, yine SCUMM motoru ile yapılmış olmasına karşın, farklı olan bir puan sistemi var. Ayrıca bu puan sisteminde maksimum puana ulaşmak için, tüm alternatif çözümleri uygulamanız gerekiyor –ve evet, alternative çözümler mevcut. Bitirmeden Ron Gilbert’in yakın zamanda yayınlanan bir röportajda, ‘Ron Gilbert’in bir günü nasıl geçiyor acaba ?’ sorusuna verdiği cevabı yayınlamak istiyorum; - Her gün saat 6 gibi kalkıyorum ve inekleri sağıyorum, tavuklara su veriyorum ve domuzları besliyorum. Sonra direk olarak ofise gidiyorum –şu an için Tim Schafer’in beni kiraladığı Doublefine’da. Hızlıca 300’e yakın RSS’I okuyorum ve dünyada neler oluyor görüyorum, ki böylece kokteyllerde zeki gözükebiliyorum Sonra kahve içiyorum ve masama dönüp oyun dizaynlarına bakmaya başlıyorum. Yaklaşık 8 saat bunu yaptıktan sonra, akşam 10’a kadar TV izliyorum ve sonra yatıyorum.
Çok ayıp oldu. Söylediğim üzere, Star Wars ve Monkey Island kısmına geçemedim. Tam da beraber bir Monkey Island macerasına çıkacakken, yazıyı burada noktalamam gerekiyor sevgili okur. Gelecek ay kaldığımız yerden devam edeceğiz, bu sefer hikâyeye yeni başroller katılacak ve yeni zaman dilimlerine gideceğiz/döneceğiz. Gelecek ay görüşürüz, kendinize çok iyi bakın. Çağlar Bozkurt