42 - KASIM

Page 1


AHOY! Elinizde tuttuğunuz bu dergi(Bir saniye. Muhtemelen bu dergiyi elinizde tutmuyorsunuz.), birkaç fantastik arkadaşın kendi aralarında toplanıp anlık enerji patlamalarından doğan “Kulüp mü kursak ?”, “Dergi mi çıkarsak ?” gibi fikirlerinin sonucudur. Her ne kadar kulüp kurma işini becerdiğimizi düşünsek de, dergi kısmı hakkında hiçbir fikrimiz yok. Ancak zamanla bunu da öğrenip güzel birşeyler olacağını ümit ediyoruz. Nitekim oldu da, ki olmasa şu an elinizde tuttuğunuz dergi ya bizim ucuz bir kopyamız, ya da bir paradoks sebebidir. Ancak baştan şunu söylemek isteriz; Her ne kadar hepimiz derginin içeriği hakkında kendimize güvensek de(hehe) dergi yapımı hakkında pek birşey bilmediğimizi, hatta hiçbirşey bilmediğimizi belirtmek isteriz. İlerleyen sayfalarda abuk subuk yazım hataları, saçma sapan resimler gibi açık saçık kusurlarımızı görebilirsiniz. Bu yüzden şimdiden kusura bakmayınız. Bu pilot sayımız, umarız memnun kalırsınız. Şimdi sizi okumaya davet ediyor ve huzurunuzdan çekiliyoruz. Geri bildirimlerinizi mubkfk@gmail.com ve Facebook grubumuza bildirmeyi atlamayın. Gelecek ay görüşmek üzere, güç sizinle olsun. Hele ki Lucas Film'in satıldığı şu günlerde, güç hepimizle olsun. Aykut & Çağlar http://www.facebook.com/groups/marmara.bkfk/



oyun


Tanıdık bir yüz-el-ayak-vucüd “Laaan bu ? anaaa bu o oyun değil mi kiiii!!” diyerek yeniden yapımına ya da sonraki oyunlarına rastladığım pek az yapım var. Bu, gerek benim oyun dünyasına geç giriş yapmam , gerekse çocukluk zamanımda pek oyun oynayamamam ya da oynadığımı direk hafızadan silmemden kaynaklanıyor. Lakin bu sefer başardım. Evet bu sefer kurdum bu cümleyi: “ Lem bu Rayman değil mi? Vallahi o”.

Koluna kuvvet emmoğlu Dediğim gibi ilk oynadığım ve oynadığımın idrakına vardığım oyundu Rayman. Arkadaşımın konsoluna takıp ölünce değişmeli oynardık. Hiç unutmam bi keresinde yine Rayman oynuyoruz (geçen yine bilmemne yapıyoruz kalıbını hatırlatan parantez). Rayman bıraktı çalışmayı. Hayır olamaz nidalarımız esnasında arkadaşımın annesi geldi. Bilirsiniz anneleri, ‘survival’ı fulleyen, envanteri en iyi verimli biçimde kullanan engineer sınıfıdır onlar(bkz: güdümlü terlik,işaret parmağı kullanılarak atılan intimidate…). Konsola en yakın kolonyayı alıp Rayman’in üstüne boşalttı. Kurumasını dahi beklemeden geri konsola taktı. Biz “Aman Allahım infilak edecek” derken oyun açıldığında arkadan cennetvari bir ses yükseliyordu HAAA-aaaa! Sonrası mağlum bizden haber alınamıyor. “Şimdi bunu niye anlattın lem?” diyenlere sebebini söyliyim; Rayman’in ne kadar yer ettiğini belirtmek için anlattım. Tabi en iyi performansı almak ve eski günleri yaad etmek için oyunu gamepadimle(KOL!) oynadığımı belirtmek için de olabilir, önemsemeyiniz.

La bu nasıl dünya Oyunu başlatmak sizi inanılmaz matrak bir menüyle, yahaa! sesiyle ve yeni oyun seçtikten hemen sonra mükemmel bir beatbox videosuyla karşılıyor sevgili arkadaşlar. Hatta birazdan değineceğim “lum”ların söylediği şarkıyı menünün tuşları arasında gezinerek çalmak pekala mümkün. Seviyorum böyle küçük ayrıntıları. Ben Rayman’i hatırlıyordum evet, ancak bir oyunun daha introsunun bu kadar güldüreceğini düşünmüş müydüm? Hayır. Aklıma geldikçe kopuyor, bazen ise sadece izleyip kapıyorum. Daha fazla devam etmeden söyleyeyim oyunu bitirdim. Sonunu söylemeyecek olsam da anlattığım bazı şeyler ipucu verecektir. 2011 oyunu olması elbette bi mazeret değil ama şimdiden özür diliyorum. Devam edelim oyuna; bizim tayfanın, alt komşusunu rahatsız ettikten sonra peydah olan düşmanlara esir düşmesine şahit oluyoruz ve burdan kurtulmamız sonrasında oyun şekillenmeye başlıyor. Pek çok platform oyununda olduğu gibi bölümler ve onların oluşturduğu daha büyük mekanlar şeklinde bir tasarıma sahip Rayman. Bu mekanların ise inanılmaz bi hayal gücüyle oluşturulduğunu görmek güç değil. Benim en çok etkilendiğim unsur zaten buydu. Müzik aletlerinin oluşturduğu dünyadaki flütten koridorlar, davullardan trambolinlerden tutun, hydra ve denizanası kaynayan sualtı bölümlerine. Hele bir baharat dükkanı havasında cehennem tasviri var ki inanılmaz :D. Tabi ki eğlence unsuru olarak tembel “Lum”ları saymazsak olmaz. Bu arkadaşlar kısaca level içerisine dağılmış orblar diyebiliriz. Oyun amacı ise her level bitiminde kapalı tutulan “electoon”ları kurtarmak. Level içinde topladığınız “lum”lar ise belli oranda electoon veriyor. Peki ne bu electoonlar? Özetle bulunduğumuz


“Glade of Dreams” dünyasının şirin mi şirin görünce hanimiş de hanimiş diye sevesinizin geldiği sakin küçük orblar… Baya iyi sırıtıyorlar. Hele ki daha büyük lumı aldığınızda küçüklerin şarkı söyleyip oynaması epeyce komik.

önce dalış yapmak sonra duvarda yürümek ve en son da süzülerek inmek gerekiyor. Haklı olarak oyunun sonuna doğru zorlaşması mantıklı ancak bu kadar zorlamak “eee yeter hüleayn” dedirtecek cinse gelebiliyor. Hehe, ama dayanabilirseniz kurtardığınız electoonların ve de Raymanin kendisinin dansını izleyebilir, yarılabilirsiniz ya da her mekan sonu levelda bir adet sineğe binip komik tiplere ve nispeten daha eğlenceli bölümlere kavuşabilirsiniz. Not: Deneme fırsatım olmadı ama oyunun 4 kişiye kadar coop desteği bulunmakta.

Grafikler benim için çok ama çok öneml…pfpfftptt şaka şaka Gameplaye hele hele Daha önce görgüsüzce belirttiğim gibi gamepadle oynamak, zaten zevkli olan oyunu daha bi zevkli hale getiriyor. Oyunun müzik konseptini severseniz zaten oyunu bırakamıyorsunuz. Kolay bir oynanış yapısı var. Düşmana ya da sivri köşelere değme, vur kır, zıpla tırman, süzül, yüz ve sonraki bölüme geç şeklinde. Ne zamandır basit eğlenceye vakit bulamadığımdan benim için ilaç gibi geldi. Ancak itiraf etmeliyim bazı çok kolay hamleleri dahi yapamıyorsunuz Rayman:Originste. Örneğin ilk bölümde atak yapamıyorsunuz. Evet belki bu level sonuna kadar sürüyor ve ilk nymph imizi kurtarmamızla son buluyor ama bu tarz bi girişimin oyunun daha kısa olmasını engellemek için olduğunu anlamak çok zor değil. Her büyük mekana girişte bir nymph kurtarıyor sonrasında levellarda kullanmanız gereken hareketleri öğreniyorsunuz ve gerisi geliyor. Klavyede bu biraz sorun yaşatıyor açıkçası. Hele son levellarda hızlıca hareket eden bi platforma çıkmak için

Bir platform oyununda ahım şahım bir grafik zaten beklenemez ama Rayman burdan da voleyi vuruyor BENCE. Renk paleti olduça çeşitli olan oyunda herhangi bi sıkıntıyla karşılaşmadım. Oyun içerisindeyken bazen durup “ne güzel yerler lan” dahi dedim. Bana biraz Bastionu anımsattı. Renk paleti olarak düşündüğümüzde benziyor bence. Oyun içerisinde grafik bölümünde sadece çözünürlük ve windowed mode ayarının olduğunu belirteyim.

Bu müzikler bir harika dostum Evrene,menüye ve oynanışa değindik evet fakat bu sırada kulaklığımızdan ve hoparlörlerimizden sadece zıınzıınzıın parazitini mi duyduk ? Elbette ki hayır. Raymanin menü oyuniçi ve özel bölümlerde çalan birbirinden hoş müzikleri var. Oyun içerisine harika uyum sağlıyor ve kesinlikle seveceğiniz türden. Yer yer flamenko bazen bluegrass bazense buram buram pagan/folk kokan sakinleştirici ortam müzikleri oyunun müziklerini oluşturuyor. Sizi oynamaya iten müzikler kesinlikle sınavdan yüksek notlar alarak geçiyor.


Minimum sistem gereksinimleri Bu kadar anlattım belki aranızdan seveniniz,merak edeniniz ya da benim gibi Rayman fanı ama haberi olmayanınız çıkmıştır. Oyun şu an itibariyle Steamde 29.99$. Aldığı yüksek not ve multiplayer desteği yüksek fiyatını açıklıyor. Efsane oluşunu ve giderdiği hasreti anlatmıyorum bile. Çok bi sistem de istemiyor zaten ki buyrun ; İşletim Sistemi: Windows XP / Windows Vista / Windows 7

Dur sana son bi kez bakayım Artıları ;  

Neşeli ve espritüel bir dünya + uyumlu müzikler Tatminkar oyun süresi

Bölüm tasarımları

Eksileri ; 

İşlemci: 3.0 GHz Intel Pentium 4 veya 1.8 GHz AMD Athlon 64 3000+ Bellek: Windows XP için 1 GB, Windows Vista ve 7 için 1.5 GB Ekran Kartı: 128 MB Directx 9.0c uyumlu Ses Kartı: DirectX .0c uyumlu

Sebepsiz yere oyundan atması not: eğer siz de bundan muzdarip olursanız yapmanız gereken windowed ayarını değiştirmek normal oynarken hata verirse windowed modda oynamak.yine hata verirse eski haline getirmek Kolay bozulabilen save dosyaları

Faruk Yaylaz


Legend of Grimrock “ …zindanda ilerliyorsunuz ve karşınıza dev bir örümcek çıktı. Hemen önünüzde… Ne yapıyorsunuz? -Bir kare geriye kaçıyor ve mızrağımı kullanıyorum…” İşte bu diyalogun 3 boyutlu görüntüye dönüştüğü bir oyun hakkında bu yazı… Legend of Grimrock… Son dönemlerde çıkmış rpgler sizi sıktıysa ve artık o eski old-school oyunların yerini overpowered karakterle önüne geleni vur mantığından ibaret oyunların aldığını düşünüyorsanız yalnız değilsiniz. Almost Human Games de sizin gibi düşünmüş olmalı ki eski tarz rpg oyunlarının oynanışına sahip oyun olan Legend of Grimrock’ı geliştirmişler. Hafta sonu frp buluşmalarındaki zindan kaçışlarını, evde tüm takımı tek başınıza yöneterek yaşamak istiyorsanız Legend of Grimrock tam sizlik…tam bizlik…

Vatana ihanetin suçu bu kadar mı ağır olmalı? Oyunumuz bir resim ve hikayeyi anlatan yazılardan oluşan birkaç cutscene ile başlıyor. Konu kısaca şu; vatana ihanet suçundan hüküm giymiş(hüküm giymiş diyorum vatan haini değil…) 4 kişi efsanevi Grimrock Dağı’ndaki zindana hapsedilir. Ancak burası sizin tutuklu kalacağınız yer değil idam cezanızdır. Tabi bu sizi hapsedenlerin düşündüğü bir ceza yöntemi. Onlara göre bu, sizin için kısa ve acısız bir cezadan daha korkunç daha acımasızdır. Ama kim bilebilir ki? Belki de bu ceza size daha hafif bir ölüm getirecektir ya da kim bilebilir belki de burdan sağ kurtulacak ve özgürlüğünüze kavuşacaksınız? Bilmenin tek bir yolu var… Legend of grimock ı oynamak…

Kendi hainlerimi kendim de seçerim New game e tıkladığınızda size sorulan ilk şey var olan karakterlerle mi ilerleyeceksiniz yoksa yeni karakterler mi yaratacaksınız? “Yok arkadaşım, ben zindanı kendi yarattığım karakterlerle oynamak isterim” derseniz de sizi

seçebileceğiniz 4 farklı ırkla tanıştırayım; insan, minataur,lizardman ve insectoid. Her zaman olduğu gibi ırkların birbirine üstünlükleri ve zayıflıkları var. Oyunda güç, çeviklik, irade ve sağlık olmak üzere 4 farklı stat mevcut. İnsanlar genelde olduğu gibi burada da nötr ve diğer değerler insanlara göre gelişiyor. Tahmin edileceği üzere dayanıklı ve güçlü minataur ırkı hız ve iradeden kaybediyor. Hız ve iradede üstün olan insectoid isimli yarı böcek ırkımız ise güç ve sağlık sorunlarından çekiyor. Lizardman ler ise insandan sonra nötre en yakın ırk. Birazcık iradesiz ancak biraz daha hızlılar. Oyunda her karakter için de seçebileceğimiz 3 sınıf bulnuyor. Fighter,mage ve rogue. Seçtiğimiz her sınıf tıpkı ırkımız gibi yeteneklerimize etki ediyor. Ayrıca karakterimizi daha güçlü ya da bazı konularda daha işlevli kullanmamızı sağlayan traitler seçebiliyoruz. Özellikle bu traitler çok önemli… Oluştuduğunuz sınıf ve ırka göre trait seçmek ilk defa bu tarz bir oyun oynayacak olan oyuncular için büyük önem teşkil ediyor. Oyunda herhangi bir diyalog ve görev sistemi olmadığı için de kişiliği belirleyecek herhangi bir stat ve ya yetenek söz konusu değil.

Eneee nasıl oynancekmiş ki bu? Gelelim yazının başında üstü kapalı belirttiğim özelliğe… Birincil görüş açısından ve 3 boyutlu bi oyun için oldukça farklı bir oynanışa sahip Legend of Grimrock. Kare formasyonunda hareket. Nasıl mı? Şöyle ki; oyunda istediğiniz yöne farenin sağ tıkıyla bakabiliyorsunuz ancak her yöne hareket edemiyorsunuz. Sadece öne, arkaya, sağa ve sola hareket edebilirsiniz. Kare formasyonunda baktığınız yönde önemli. Öne bakıp sağa sola hareket edebiliyorsunuz doğru ancak düşmanın olduğu yöne bakmanız da önemli yoksa havaya


saldımaktan başka bir şey yapamazsınız. Bu Legend of Grimrock’ın diğer oyunlardan ayrıldığı en can alıcı nokta. Çünkü dövüş sistemi tamamen değişiyor ve siz de ona ayak uydurmak zorundasınız. Farklılıklar bununla sınırlı değil. Yalnızca tek bir karakteri değil tüm ekibi aynı ekrandan yönetiyorsunuz . Peki nasıl bir konumda olduğunuzu ve en verimli karakter-konum formasyonunu nasıl düzenleyeceksiniz? Ekranda sağ altta bulunan karakterler portrelerinden. O formasyon sizin tüm karakterlerinizin aynı ve tek bir karedeki konumunu gösteriyor. Bu oldukça alışması güç ve oyuna olumlu ve olumsuz yönler etkileyen bir durum. Örneğin insectoid bir mage i kare formasyonunda arka sırada bulundurmamak karakterinizi idamına hızlı bir bilet hazırlarken, öne yerleştirdiğinz fighter bir minataurla bu sefer bileti kesen siz oluyorsunuz. Ayrıca belirteyim arka sıradaki karakterlerinizi yakın dövüşte kullanmak isterseniz de doğal olarak “yetişemedi …“ gibi bir uyarı alıyorsunuz. E peki arka sıraya sadece büyücü mü koyacaksınız? Tabi ki hayır. Oyunun silah çeşitliliği bunun önüne geçiyor. Kare formasyonunuzun arkasına ok ve yayda usta bir rogue ya da mızrak gibi uzun bir silaha sahip insan savaşçı koyabilir ve etkili bir hale getirebilirsiniz. Tabiii ataklar denk gelirse…çünkü oyunda her karakterin yaptığı her atağın yeteneklerine göre isabet ettirememe olasılığı var ki bu bazen inanılmaz boyutta olabiliyor.(Morrowind diyor çekiliyorum…)

Kare formasyon ile bir sıkıntım olmasa da büyücü sınıfı ile zorlandığımı belirtmeliyim. Bir büyü kullanmak için karakter portresinin altında bulunan sağ veya sol eline sağ tıklayıp uygun büyüyü seçtikten sonra büyü yap butonuna basmanız gerekiyor. Bu biraz uzun sürüyor ki daha kötüsü büyücü karakteriniz her büyüyü doğal olarak bilmese de büyü seçenekler arasında bulunuyor ve yanlışlıkla birini seçtiğinizde de doğal olarak büyüyü oluşturamıyorsunuz. Buna ek olarak da enerjinizi tüketiyor. Eğer bunu neden bu kadar zorladıklarına bir mazeret uydurursam o da bu kaybedilen zamanı; büyücülerin büyülerini kullanmak için doğru sözleri söylemelerine ve konsantrasyonu sağlamalarına yorabilirim. Tabi bu benim oyun içerisinde kafamdan uydurduğum bir role-play öğesi. Siz istediğiniz kadar sinir olabilirsiniz :D Büyücü sınıfından bahsedip de parşömenlere değinmemek olmaz. Büyücü karakteriniz belli 9 tip büyüyü, skillerine ve o tip büyünün bulunduğu kategoriyi öğrenmesine bağlı olarak yapabiliyor. Ve scrollar burada devreye giriyor. Oyunda geçtiğiniz pek çok yerde büyü parşömenler bulabiliyorsunuz ve bu parşömenler bazı basit büyüleri ya da basit büyüleri kombine ederek daha farklı büyüler yapmayı öğretiyor. Daha kombine büyüler doğal olarak daha çok enerjinizi yiyor. Oyunda alchemy de mevcut ancak çok basit tutulmuş. Herkes istediği iksiri

yapabiliyor(doğru kombinasyonu bulur bulmaz) Deneme yanılma yoluyla bütün potları keşfedebilirsiniz ancak bunun pek yararlı olduğunu düşünmüyorum. Zaten zindanda iksir içeriği bulmak zorken iksiriniz tutmayabiliyor. Yapılacak en etkili yöntem alchemy parşömenlerinden bularak belli iksirlerin ya bombaların tariflerini bularak yapmak… ,

Karnımız tok sırtımız pek Tabi ki her ne kadar roleplay uydursanız , iyi bir formasyon sağlasanız ya da en kombine büyüleri öğreten parşömen bulsanız da bir gerçek var ki; o da yeri geldiğinde karakterinizin yaralandığı ya da öldüğü… Ama endişelenmeyin oyun içerisinde dağılmış olan havada süzülen devasa mavi orblar var ve bunlar yaşamınızı, enerjinizi doldurup bir de üstüne savaş sırasında düşmüş karakterlerinizi kaldırabiliyorlar. Ayrıca yaşam ve enerjinizi tehlikeden uzaktayken uyuyarak da yenilemek mümkün ancak dikkat edin karakterinizin yiyecek ihtiyacını unutmayın. Eğer envanterin üstündeki food barı boşsa karakteriniz uykusundan verim alamayacaktır. Yiyecekleri de diğer eşyalar gibi yine etrafta buluyorsunuz.

Bazıları hardcore sever naughty.gif Bazı arkadaşlar var böyle oyunun farklı gelip gelmemesini geçtim “zor mu bu ya” şeklinde söylenenler… Bu dostlar da insan ve onları da düşünmüşler. Pek çok rpg oyununda olduğu gibi bu oyunda da hardcore seçeneği var. Yalnız bu oyundaki biraz değişik ve üstüne notlar alabileceğiniz kare kare haritayı kaldırıyor. Oturunuz kendiniz çiziniz diyor. Ki bu benim asla denemeye tenezzül dahi etmeyeceğim bir durum. LoG zindanları genel zindan kavramından da karışık olduğu için(oyundaki bazı tuzaklar sizi başka katlara itiyor ve dönüş yolunuz bir önce bulunduğunuz katın belki de saklı bir duvarın arkasında olabiliyor.) oturup her bölümün haritasını çizmek inanın benim için işkencedir. Zaten oyundaki bölümler duvarlarda yazan ipuçlarını çözmenizle geçilebiliyor. Her yerden en az iki defa geçiyorsunuz. Bir de onu kendinizin çizmek zorunda kalması benim için fazla…


Biraz da iş konuşalım…

Minimum sistem gereksinimleri

Legend of Grimrock’ın oynanışını ne kadar anlatsam da bazı yerleri yeterince iyi tasvir edememiş ya da gözünüzde canlandırmanıza yardımcı olamamış olabilirim. Bunun en kolay çözümü oyunu alıp oynamanız. Yukarıda belirttiğim gibi old-school rpglerin hastasıysanız ya da benim gibi merak ederek başladıysanız kesinlikle pişman olmayacaksınız. Olumsuz yönlerinden de bahsettim ancak yazımda bunları yazmak zorunda olduğum için yazdım yoksa “uf bee ne oyun bee” nidalarıyla oynadım :D

İşlemci:Dual Core 2GHz Intel veya AMD 2.8GHz Ram:2 GB RAM Sabit Disk:1 GB Ekran Kartı:ATI Radeon X1600 veya NVIDIA GeForce 7600 veya daha iyi (512MB grafik belleği ya da daha fazla 3.0 desteklenmesi gerekir). Asgari desteklenen çözünürlükler 1280×720 ve 1024×768

Peki oyunu aldığınızda nasıl bir grafik ve sesle karşılaşacaksınız? Açıklayayım. Önce grafik… Kare formasyonunda ilerleyen bir zindandan ne kadar iyi bir grafik beklenebilir? Pek az değil mi? İşte Legend of Grimrock’ın sunduğu grafik o kadar. “Grafikler de kötüymüş.” dedirtmeyen ancak kendine hayran da bırakmayan ortalama bir seviyede. Işık oyunları ve gölgeler fena değil ama o kadar. Açıkçası zaten fazlasına da gerek yok. “Peki müzik ve ses efektleri?” sorusuna “Zindanda ne müziği?” diyorum. Gerçekten de LoG içerisindeki müzikler sadece ana menüde çalan ancak mükemmel ötesi bir kalitedeki ana tema ve oyun içerisindeki küçük kısa parçalardan öteye gitmiyor. Hele karakteriniz öldüğünde çıkan o kadar kötü bir ses var ki CSI:MIAMI deki David Cruso gözlüklerini taktından sonra gelen “YEEEEAAAAH!” sesinden farksız… Benim LoG hakkında en sevmediğim şey buydu…


Son bir turn geçelim üstünden Artıları;  

Oldukça farklı ve zevkli oynanış Kimi zorlayıcı ancak çözüldüğünde “vay be” dedirtecek bulmacalar

 

Bulmacaların genel yapısı Karanlık(bu benim için artı bir özellik ne zamandır bu kadar güzel bir atmosferle karşılaşmamıştım.

Eksileri; 

 

Kare formasyonunun bazen içinden çıkılmaz bir hale gelmesi bazen de oyunu sizin için fazla kolay haline getirmesi(eğer sabırlıysanız ve çabuk hareket edebilirseniz tek bir düşmanı hasarsız kesebilirsiniz) Ses efektleri ve müzik gerçekten eksik Animasyonlar yok.(bir atak yaptığınızda sadece atağınızın gidiş yolunu gösteren bir efekt alıyorsunuz o kadar…

Eksileri biraz zalimce olabilir ancak inanın oyun bunları telafi edebilir güzellikte ki bazı eksiler firmanın bağımsız yapımcı olmasından kaynaklanıyor. Ve oyunu oynayanlara ve oynamak isteyenlere bir haberim var. Yeni oyunu seçtiğinizde Grimrock’ı seçiyorsunuz ki bu da akla “Başka zindanlarda mı var ki?” sorusunu getiriyor. Evet olacak… 5 ekimde Steam atölyesine Legend of Grimrock zindan

editörü yüklenmiş durumda…Oyunun Steam üzerindeki fiyatı 14.99$... Eğer Legend of Grimrock azıcık da olsa bir merak uyandırdıysa içinizde, hiç durmayın bir kare ilerleyin ve alın… Faruk Yaylaz


Bir deneye değil geçmişe giden bir tünel… “-Bay Freeman fan yapımı ‘Black Mesa’ya birinci gözden şahit oldunuz. Oyunu nasıl buldunuz? -…” Geçtiğimiz bu eylül-ekim ayları bana bol bol “Vuaaaa!Oley beea!” dedirtti. Rayman:Origins bunlardan biriyken diğeri de o faresi öpülesi klavyesine ölünesi fanlar tarafından yapımı sonlanan Black Mesa oldu. 15 yıl önceki, belki de o zamanlar ilgilendiğimiz tek bilimsel olay haline gelen, malum deneye giden raylarla başlayan ve geçtiğimiz her bölümde rastladığımız her medic hücresinde, bizi o yıllara geri iten yanında daha yakın bir geçmişteki grafikleri getiren bir yapım Black Mesa. O yılları dürüst olmak gerekirse hatırlayamıyorum. Dile kolay 15 yıl. 15 koca yıl. Hafızamla övünen biri olmama rağmen remake tadındaki Black Mesayı oynarken inanın sadece monorail ile bir yere gideceğimi ,bir levye bulacağımı ve birden fazla ışık hüzmesine bir maddeden örnek iteceğimi hatırlıyordum. Tabi bu oyun başlamadan hemen önceydi. İlerledikçe hafızama dönen her hareketi,önüme çıkan her yaratığı,şahit olduğum her diyaloğu büyük bir hayranlıkla karşıladım. Evet bu oyun Half Life tı ama aynı zamanda değildi. Bildiğim tek bir şey varsa o da harika bir oyun olduğuydu…

Yine karşılaştık g-adamım… Black Mesa nın o tatlı sesli bayanın bize anlattığı gibi güvenli bir yer olmadığını oyunun 10. Dakikasında hatırlayıveriyorsunuz. Aaaa evet şimdi ne olacak biliyoruum hatırladım! dediğiniz anda aksiyon dolu dakikalar geçirmeye bir adım daha atıyorsunuz. Birbirleriyle şakalaşan bilim adamları, ordan burdan kafanıza atlayan headcrabler, “ power fif-ty fiiiive per-cent” diyen süitiniz o kadar tanıdık geliyor ki uzun zamandır görmediğiniz ama çok sevdiğiniz

bir dostunuzu görmüş gibi olmak çok zor değil . Elbette bazı detaylar eklenmiş mi yoksa gerçekten var mıydı açıkçası bilmiyorum. O zamanlar doğru dürüst bir oyuncu değildim ve oynadığım ilk pc oyunlarından biri olduğu için neye dikkat etmem gerektiğini bilmeyen biriydim. Pek çok güzel ince detay yitip gitmiştir belki de… Fakat bütün bir tesis asit tüküren, elektrik fırlatan xen yaratıkları kontrolden çıkmış deneylerle doluydu nasıl dikkat edebilirdim ki? Bu sefer tekrar ziyaretiydi ve bu ayrıntıları kaçırmayacaktım. Örneğin takım arkadaşıyla dertleşen bir askerin “dostum bu göreve bunun için girmedim. Zor olacağını biliyordum ama sivilleri öldürmek?” şeklindeki konuşması Half lifeta var mıydı? Keşke hatırlasaydım ama hatırlamıyorum… Farkettiğim sonradan eklemeler var ama. Mesela half life 2 den tanışık olduğumuz fizik bulmacaları. Bazı yeri değişen küçük odalar. Asitler daha asit ve alevler daha bir alev… Dediğim gibi belki de hepsi 15 yıl önceki atasından değil ama size 15 yıl önceki Half Life ı hatırlatıyor. G-man mi? Aaaa… o yine bizimle…

Sakin ol ve elindeki bombayı yavaşça yere bırak Bazı silah aksiyonlarının değişmesi yine hoşuma giden bir detay oldu. Mesela el bombalarını sağ tıkla yavaşça yerde yuvarlayabiliyorsunuz. Ya da Colt Phytonla sağ tıkladığınızda direk yaklaşmak yerine gez gözü kullanarak nişan alabiliyorsunuz , Crossbow zoom yapmadan ateş ettiğinizde boltlar artık patlamıyor vs… Neden böyle değişiklikler yapıldı bilmiyorum ama kesinlikle güzel olmuş. Heee tabi bir de kafayı yedirten askerlerin geçirdiği değişim var. Artık pek değerli ordumuz 15 yılda nasıl bir değişime gitmişse askerler artık ne ıskalıyorlar ne sizi kaybediyorlar ne de ölüyorlar. İnanın defalarca kez” Yav konsol açmış bunlar… KICK!!!!” diye içimden geçirdim bir ben bir Allah bilir. Düşmeyen helikopter projesi ise daha pahalıya patlamış


olmalı. Eskiden can ve zırh bulduğunuzda sevinirdiniz.Ancak oyunda bu, yerini “Can ve zırhımın ikisi de fullendi.Ayvayı yedim…” düşüncesine bırakıyor. Tabi bunların içerisinde beni düş kırıklığına uğratan tek şey Half Lifeta kıra kıra cephanemi fullediğim o kutuların artık sadece levyemin boş durmamasını sağlıyor olması idi :D Bir iki defadan öteye gitmedi bana olan yardımı o kutuların. Sadece silahlar ve bölüm yapımlarında değişiklikler yok. Ses ve müzikler de değişmiş. Daha doğrusu gelişmiş. Half life 2 yi daha çok andıran müzikler daha bi güzel gitmiş Black Mesa ya … Yeri geldiğinde daha gaz yer yer daha gergin geçiyor müzikler sayesinde… Hepsi çok başarılı ve bilgisayarda kurulum dizininden başka yerde olmayı da hakkediyorlar. Half life efsanesini oynamayanlar Black Mesayı tek başına bir oyun olarak düşünse bile iyi bir oyun diyeceklerine eminim. Meeh tabi “grafikler rerörerö” diyen tayfa her zaman olacaktır boşveriniz. Önemsemeyiniz…

bekliyorsunuz diye soruyorum… Black Mesa fan yapımı olduğu için ücretsiz ve günümüze göre oldukça düşük bir sisteme ihtiyacınız var ki buyrun;      

İşletim sistemi: Windows XP, Vista, ya da 7. İşlemci : Pentium 4 - 3.0 GHz, ya da AMD. RAM: 1GB (1024 MB) Ekran kartı: Shader Model 2.0 uyumlu, ATI 9600, NVidia 6600. Ses: DirectX 8.1 uyumlu. HDD: 8 GB (Free Source Sdk dosyaları olmadan,ayrı indiriliyor)

İşte o son bakış … Artıları; Black Mesa

Half Life

Ve geldik en önemli kısıma burası oyun sonuyla ilgili bilgi içerecektir.” Yav remake oyun fanlar yeniden yapmış. Ne diye uyarıyon ki hepimiz biliyoruz sonunda ne oluyor.” Diye ekşimeyin başıma belki Half Life ı oynamayan vardır belki unutan vardır belki de ne diyeceğimi merak eden vardır. Değerli arkadaşlar Black Mesa’da Xene gidemiyoruz… Yani teknik olarak oyun bitmiyor. Lambda core bölümünde Xen portalını açmak için uğraşıyoruz ve açıp portala girdiğimizde oyun son buluyor. Ancak hemen sinirlenmeyin oyunun geliştiricileri Xen bölümlerini ayrı bir parça olarak düşünmüşler ve sanıyorum ki genişletilmiş olarak karşımıza çıkacak.

Maybe Black Mesa… That was a joke HAHA! fat chance … Her ne kadar yeterli bir oyun süresi sunsa da Xen e gidemeyiş ve bu yeniden buluşma bize yetmiyor yetemiyor… Eğer siz de bu de devasa tesisi tekrar dolaşmak istiyorsanız ya da Half Life neydi hatırlamak istiyorsanız hiç düşünmeyin derim. Grafik diye tutturan biri de olsanız tatmin olacaksınız. Hiç Half Life oynamayanlara ise daha ne

   

Half life a günümüz grafik ve modellemeleriyle yeniden bakış Giderilen 15 yıllık hasret Orjinaline sağdık kalınmış ama tamamen bir kopyası olmamış Bir kere bile hata vermedi :D

Eksileri;  

Bi kere Xen’e gidemiyoruz Bazı düşmanlar fazla güçlü (askerler tavandaki pencereyi kırıp içeriye son hızla iple inerken elindeki etkisiz smg ile kafanıza kafanıza sıkıp full can ve zırhınızı tüketebiliyorlar)

Yeniliklerden birkaçı bayıyor ama o kadar da önemli değil.

Evet dostlar Black Mesa ile ilgili söyleyeceklerim bu kadar…Ben açıkçası çok keyif alarak oynadım ve yapanların ellerine sağlık diyorum. Denemek için birazcık isteğiniz merakınız varsa hiç durmayın,direk yükleyin. Gameplayiniz bol olsun. Faruk Yaylaz


Futbola bu senede doyacağız! Bildiğiniz gibi her sene temcit pilavı gibi çıkan futbol oyunlarından Electronic Arts firmasının futbol oyunu olan FİFA serisi bu sene FİFA 13 adıyla oyuncularla buluştu. 2010 yılından beri her sene önceki oyunun üzerine bir şeyler koyarak ilerleyen FİFA, bu senede birçok yeni özellik ve zengin bir içerikle karşılıkta. Özellikle Online içerik açısından gayet tatmin edici içerik ve oyun süresi mevcut.

Oyuncular sahaya giriyorlar sevgili seyirciler… Önceki oyunlardaki gibi profil oluşturma ve desteklediğiniz takımı seçme gibi ilk ayarları yaptıktan giriş menüsüyle buluşuyorsunuz. Giriş menüsünde EAS FC standard kick-off modlarını barındırıyor.Arkadaşlarımızla veya bilgisayara karşı maç yapmak istediğimizde hızlıca buradan halledebiliyoruz. Oyunda bir experience sistemi mevcut. Maç yaptıkça experience ve coin kazanıyoruz. Bunları ana menüden sağ üst tarafta yazan eas fc ye girerek harcayabiliyoruz. Bunlar genelde forma, krampon,toplar ve oyun içi geçici geliştirmeler oluyor. Neredeyse her mod için alınabilecek item mevcut.Bu menüde ayrıca challenges modu mevcut. Burada güncel olan popüler maçları gerçekleştirmeniz gerekiyor. Örneğin son oynadığım versiyonda Almanya- İsveç maçının 2. yarısından başlayıp beraberliği yakalamanız isteniyor(Almanya- İsveç maçı 4-0 dan 4-4 bitmişti). Güncellikte sürekliliği sağlayan bir oyun olmuş fifa13 bu tarz özelliklerle.

Haftanın maçlarına bir göz atalım… Match Day adlı mod size oynadığınız takımın kadroları ile güncel olarak maç yapma imkânı sağlıyor. Oyuncuların özelliklerini o haftaki/ayki performansına göre yeniden

puanlıyor. Live Fixture modunda seçtiğiniz takımın oynayacağı son 4 maçı oynayabiliyorsunuz. Games of the Week Modunda liglerde o hafta oynanacak önemli maçları oynuyorsunuz.

Antrenmansız spor mu yapılırmış. Başlayın çalışmaya! Oyundaki bir diğer değişiklik ise skill challenge modu olmuş. Burada oyunda uygulayacağınız hareketleri bir puanlama sistemiyle gerçekleştiriyorsunuz. Doğru hedefe pas atma , doğru hedefe şutu isabet ettirme, frikik atma gibi birçok çeşit challengela oyun içi yeteneklerinizi geliştirme imkanı sunuyor. Maçın yüklenmesini beklerken rastgele gelen bir challenge yapabildiğiniz gibi oyun menüsünden gelerek bu alıştırmaları yapabiliyorsunuz. Gold ve Legendary seviyesi challengelar gerçekten zor, ustalık istiyor.

Maç yapılacak diye geldik kart arıyoruz haldır huldur! Benim en çok vakit geçirdiğim ve en çok beğendiğim mod ise Ultimate Team modu oldu. Ultimate Team modunda 3. lig takımı standardında karma oyuncularla oyuna başlıyorsunuz. Sistem kartlar üzerinden dönüyor. Çeşitli kartlarla takımınızı geliştirip eklemeler yapıyorsunuz. Takımınızın ambleminden teknik adamına kadar her şeyin kartı var. Maç yaptıkça elde edeceğiniz puanlarla yeni açık arttırmadan yeni kartları takımınıza ekliyorsunuz. Aynı zamanda puan biriktirip paket halinde kartlarda alabilirsiniz. Oyuna düşük özellikte oyuncularla başlıyorsunuz.

Kontra ataklara dikkat! Ultimate Team modunda hem offline hem online maç yaparak takımınızı geliştirebiliyorsunuz. Turnuva modunda


tek maçlı eleme usulü ile maçlar yapılıyor. Kazanırsanız girdiğiniz turnuvaya göre ödüller alıyorsunuz. Toplu miktarda coin ve kart elde etmek için turnuvalar en kısa çözüm. Sezon modunda ise seviyenize göre belli sınırlı bir maç sayısı içinde belli miktar puan toplamamız bekleniyor. Topladığımız puana göre ödüllendirme yapılıyor. Online olarak katılırsanız tek fark olarak rakibin rastgele gelmesi farkı var. Online maçlara girmek için acele etmeyin takımı toparladıktan sonra girmenizde fayda var online oyuncuların kadroları genelde iyi oluyor.

4. hakem uzatma dakikalarını işaret ediyor. Son olarak oynanışa gelecek olursak defans sistemindeki iyileştirmeler ve top kontrolü göze çarpıyor. İmpact engine bu oyunda önceki oyuna göre daha başarılı olmuş. Gerçekçiliği ciddi ölçüde arttırıyor. Artık top kontrolü için l2 tuşunu kullanıyoruz. bu sayede oyuncunun tekniğine göre top kontrolü gerçekleştirebiliyoruz. Top kontrolü kullanmazsanız bazı pozisyonlarda topu kontrol ederken top oyuncunun ayağından çok uzaklaşıyor, bu gerçekten can sıkıcı olabiliyor. Genel olarak başarılı bir oyun olan Fifa 13 bu sene de futbolseverleri memnun edecektir. Gökberk Düzgündikiş Sistem gereksinimleri

Yemeğin baharatını iyi ayarlayın sevgili oyun severler. Ultimate Teamde dikkat etmeniz gereken özelliklerden en önemlisi Team Chemistry. Team Chemistr’yi sağlamak için aynı kulüpte oynayan oyuncuları ve aynı ülkeden olan oyuncuları yakın oynatmaktan , oynadıkları bölgenin ana mevkisinde ve oynanılan taktiğe uyumlu olan bir oyuncu olmasından geçiyor. Fifa’nın oyuncu yelpazesinin geniş olduğunu düşünürsek birçok farklı ve güzel takım oluşturulabilir. Aynı oyuncuların mevki ve taktik özellikleri farklı kartları oyunda var. Bu futbolcu bu mevkide de oynar olayı tam olarak işlemiyor. Takımınızı oluştururken bunları göz önünde bulundurup ona göre oyuncu alıp satmanızda fayda var. Team Chemistry hem oyununuzu hem de girebileceğiniz turnuvaları direkt olarak etkiliyor.

İşlemci: Çift çekirdekli 2.4 GHz veya daha üstü RAM: 2 GB veya daha üstü Ekran Kartı: 256 MB DirectX 9 destekli ekran kartı (ATI Radeon HD 2900 / Nvidia GeForce 8800 GT veya daha üstü)-Puanlama-+Güçlü online modları +Zengin içerik +Güncel kalması +Gerçekçilik +Eğlenceli skill challengelar -Optimasyon sorunları -Yüklenme ile ilgili bazı sorunlar -bazı buglar Puan:8,8/10


On-Line

Bu sefer halen betada olan yeni MOBA türü oyunlarından olan SMITE ile karşınızdayız. Daha oynamaya başlayalı 1 ay olsa da gayet sardı ve bırakamaz oldum. Karakterlerin ise Mitolojik tanrılar olduğunu varsayarsak oyun bence bir hayli eğlenceli hale geliyor. Oyunun metası az çok bana League of Legends’ı anımsatsa da sonuçta oyun türü MOBA elbet bir şeyler diğer MOBA oyunlarına da benzeyecek. İlk başta SMITE’da dikkat çeken şey 3 boyutlu olması ve sanki sizi o savaşta hissettiriyormuş hissi vermesi. Oyunda last hit olayı biraz daha zor geldi bana. Sonuçta tanrınızın vuruş yönünü siz belirliyorsunuz. Klasik sağ click işlemiyor burada. İşte size SMITE hakkında ufak bilgiler:

Tips & Tricks 

Minion’ları küçümsemeyin. Tahmin edebilceğinizden çok fazla hasar verebilir hatta daha siz “bu düğme ne işe yarıyor ya” diye düşünürken ölmüş bile olabilirsiniz. Benimle tekrar edin.. “Asla Tower Dive yapmayacağım”. Kule her vurdukça daha çok hasar vermeye başlıyor. Öyle ilk vuruşda “bundan bişey olmaz” deyip devam etmeyin, elaleme rezil olmayın. Minion’lar asla mana harcamaya değmez (Early game’de en azından). Level 2 iken pushlasanız kuleye ne kadar hasar verebilirsiniz ki? Mananızı rakibe saklayın, patates olmayın. Her gördüğünüz canı az ak sakallıyı kovalamayın. Özellikle ormana girdiyse aman hiç bulaşmayın. Zaten ilk oynadığınızda benim gibi kaybolucaksınız harita bile kurtaramayacak sizi. Böyle bir şey olursa bilin ki IT’S A TRAP! Sabırlı olun, rahat olun. Aşırı agresif ve heyecan içinde olmayın. Zamanı gelene kadar vur-kaç yapın,

sonra da öldürücü darbe gelir. Ya size ya da ona bilemedim ama gelir güvenin siz bana.

Hangi Tanrı ile Oynamalıyım? Buralarda biraz yeniyim de.. Her tanrının kendine özgü görevi ve yeteneği mevcuttur. İşte tanrıların listesi (ben yazdığımda bu kadar tanrı vardı, siz okuyana kadar yenisi/yenileri mutlaka gelecektir) ve HiRez tarafından belirlenen tanrıların rolleri:

Agni - Mage, Ranged Anubis - Mage, Ranged Ao Kuang - Mage, Ranged Ares - Melee, Tank Arachne - Assassin, Melee Artemis - Carry, Ranged Bakasura - Assassin, Melee Bastet - Assassin, Melee Freya - Melee/Ranged, Mage Cupid - Assassin, Carry, Ranged Guan Yu - Mage, Support, Tank Hades - Mage, Ranged, Tank He Bo - Mage, Ranged Hel - Mage, Ranged, Support Kali - Assassin, Melee Odin - Melee, Tank


Ra - Mage, Ranged, Support Sobek - Mage, Tank Sun Wukong - Assassin, Melee Thor - Melee Vamana - Melee, Tank Ymir - Melee, Mage, Tank Zeus - Mage, Ranged Anhur - Assassin, Carry, Ranged Eğer oyuna yeni iseniz size tavsiyem Tank bir tanrı seçmenizdir. Bu sayede oyunda daha fazla “sağ kalma” şansı yakalarsınız ve lane safhasında olsun ister team fight sırasında oyunun mekaniği nasıl işliyormuş görmüş, beyne transfer etmiş hatta çalıştırır olmuş olursunuz. Ayrıca feed’lememiş de olursunuz takımınızı (umarım) ve diğer tanrıların lanetlerini çekmezsiniz. Açıkçası ilk oyunumu Artemis ile oynamıştım. Tam bir rezillikti, Hi-Rez görse Beta Key’imi geri alırdı benden. Ancak ikinci oyunumu Ymir ile oynadım ve o ne maçtı.. artık oyunu mantığı iyice oturmuştu. Favori tanrılarım ne diye sorsanız daha çok az tanrı oynadım ancak Ymir ve Odin şu an en çok sevdiklerim arasında. Eğer Odin oynuyorsanız size tavsiyem Manowar’dan sons of odin’i background olarak çalın. Şu an ben bu yazıyı yazarken yaptığım gibi. İnanın çok etkiliyor. Eğer takımınızda da Thor varsa tadından yenmez.

Jungle Kampları İlk başta bana göre ormanda her ne kadar kaybolup karışık gelse de aslında Jungle, SMITE’da o kadar da zor değil. Mantık diğer MOBA oyunlarındakilerle aynı zaten, önemli olan doğru tanrı/kahraman/şampiyon/karakter ile doğru item başlangıçlarından biri ile doğru yollardan birini izlemek. Çeşit bol, önemli olan “doğru” olanını bulmaya bakın. Dershane hocaları gibi konuşmuşum neyse. Ormandaki creep’ler (ya da canavarlar) siz vurdukça saldırmıyorlar, bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığını izliyorlar. Ayrıca ormanda bazı creep’ler kendilerine özel buff’lara sahip. O creep ölürse onu kesen tanrı veya creep’e göre bütün takım belli bir süreliğine belli buff’a kavuşur. İşte o buff’ların listesi:

Protection - +50 Magical and Physical Protection Speed - +20% Movement Speed Cooldown - 20% Cooldown Reduction Ayrıca ormanda 2 tane özel ve daha güçlü buff veren yaratıklar da mevcuttur: Gold Fury Lair – Öldürünce takımındaki herkes hemen 300 altını cebine indirir. Fire Giant – Öldürülünce, öldüren takım hemen Buff’ını 4 dakika için alır o buff ne mi? Şöyle bir şey: +30 mana yenilenmesi her saniye

Damage - +20% Magical and Physical Power

+30 HP yenilenmesi her saniye

Mana - +7 Mana Per Second

+100 magical power +70 physical power


Yukarıda da SMITE’ın haritası. Böyle bakınca pek de karışık gelmedi ya .. galiba arkanda 5 kişi seni beyaz atletliler gibi kovalayınca kaybolman doğal oluyor galiba.. Neyse bakalım SMITE yazımın şimdilik sonuna geldim. Sonuçta halen beta aşamasında ve habire yenilenmekte. Eğer oyunu çok sevdiniz ancak BETA Key bulamadınız mı? Aslında o kadar zor değil bir Google araştırmasına bakar. Ancak gene de sonuç elde edemediniz mi? O zaman bana yanki.ozmumcu@gmail.com adresine mail atmaktan çekinmeyin ve size yardımcı olabiliyor muymuşum bir bakarız, en kötü SMITE hakkında konuşuruz. Tanrıların savaşında görüşmek üzere ! (Not: Yazının son cümlelerini de Sons of Odin ile bitirmezsem olmaz) Glory and fame Blood is our name Souls full of thunder Hearts of steel Killers of men A warriors friend Sworn to avenge our fallen brothers To the end.. Yankı Özmumcu


On-Line

League of Legends World Championship 2012 Riot Games'in başarılı adımları sayesinde League of Legends elektronik oyun sporları arasında sağlam bir yere kavuşmuş oldu.Dünyanın en çok oynanan ve en çok izlenen oyunlarından biri haline gelen League of Legends ; oyun severin buluştuğu en büyük topluluklardan biri olma yolunda ilerliyor.Doğru pazarlama stratejileri, iyi bir oyun ekibiyle birleşmesi sonucu gerçekten başarılı bir MOBA türü oyun oldu League of Legend.Riot ekibinin oyunu sürekli güncel tutmayı başarması bu başarıdaki en büyük etken bence. Neredeyse 2-3 haftada 1 duyurulan yeni şampiyonlar, her hafta gelen güncellemeler , turnuvalar muazzam bir devamlılık ve atmosfer sağlıyor. Bu ay sizlere geçen ay düzenlenen World Championship organizasyonunu anlatacağım. Bütün turnuva maçları canlı olarak online yayınlanan turnuvalarda region elemelerinden geçip finallere gelen 12 muhteşem takımın mücadelesine tanık olduk. Gerçekten heyecanlı ve zevkli maçlardı.Maçların büyük bir kısmını online takip edebildim. Geri kalan maçlardan önemli olanlarıda youtube'tan izledim. Play-off gruplarında; A grubu Azubu Frost , Invictus Gaming , Sk Gaming ve CLG.NA takımlarından oluşuyordu. Azubu Frost başarılı bir oyunlar 3 maçıda kazanarak grubu lider olarak bitirdi. Invictus Gaming ise 2 maçını kazanmayı başararak çeyrek finale çıkmaya hak kazandı. Grubun hayal kırıklıgı yaratan ekibi Sk Gaming maç kazanamayarak turnuvaya veda etti. Elenmeleri benim beklediğim bir sonuç olsa da 1 maç kazanacağını düşünmüştüm açıkcası. B grubu Team Dignitas , CLG.EU , Najin Sword ve Saigon Jokers takımlarından oluşuyordu. Team Dignitas takımı maç

kazanamazken , Najin Sword 3 galibiyetle 1. , CLG.EU 2 galibiyetle 2. olarak çeyrek finale yükseldiler. Çeyrek final maçlarına Moscow Five (M5) ve Alexich damgasını vurdu desek yeridir. İlk çeyrek final mücadelesinde turnuvanın favorilerinden M5 Invictus Gaming ile karşılaştı. Early gamelerde iyi bir oyun sergileyen Invictus Gaming ;M5'ın müthiş takım uyumu ve Alexich in muhteşem Evelyn ve Zilean performansına karşı koyamadı ve M5 çeyrek finali 2-1 lik skorla geçti.Teipai Asasins(TPA) A grubunun Lideri Najin Sword ü 2-0 lık score la geçti. Mid Lane de 2 oyunuda domine eden Toyz galibiyetin mimarı oldu. Azubu Frost çeyrek finalde güçlü rakibi Team Solomid i 2-0 lık skorla eleyip yarı finale yükselmeyi başardı. Azubu'nun bu harika performansları Şampiyonluk için takımın fanlarına bir umut ışığı oldu. Çeyrek finalin son maçı olan CLG.EU vs Team Word Elite karşılaşması ise organizasyon açısından tam bir fiyaskoydu. Bağlantı nedeniyle 2 maçın yarıda kesilip tekrarlanması hem oyuncular hemde oyun severler tatsız bir anı bıraktı. CLG.EU çekişmeli Mücadeleyi Froggen'ın son 2 oyundaki harika Karthus performansı ile 2-1 kazanmayı başardı. Yarı finallerde ilk maç TPA ile M5 arasında geçti. İlk oyunu iyi bir oyunla kazanan M5 oldu. Sonraki 2 oyunda iyi oyunlar sergileyen TPA maçı 2-1 kazanarak finale çıkmış oldu. Diğer Mücadele Azubu Frost(AF) ile CLG.EU arasındaydı. İlk oyuda CLG başarılı oyunu ile galip geldi ve 1-0 öne geçti. 2 oyun tamamen Azubu Frost'un kontrolünde geçti. Kill ve turret vermeden rahat bir şekilde bu oyunu aldılar. 3. oyunda shy'ın muhteşem oyunuyla kazanan Azubu Frost finale çıkmaya hak kazandı. Yarı final maçında Azubu Frost'un AD Carry ' si Woong'un karşı takımın ekranına bakması kurallara aykırı olmasına karşı hakemler tarafından o anda yakalanmadı ve diskalifiye edilmekten kurtuldular. Turnuva sonrası Woong'a para cezası verildi.


Final Mücadelesinde TPA ile AF karşılaştı. İlk oyun çok çekişmeli geçti. AF RapidStar'ın iyi oyunu ile ilk oyunu kazanırken Stanley'nin çabaları yeterli olmadı.Diğer 3 oyunda tam anlamıyla TPA fırtınası esti.3 oyunuda rahat kazanan TPA World Championship'te şampiyonluğa ulaştı. Şampiyonluğu Toyz ve Bebe'nin final karşılaşmasındaki harika oyunu getirdi. Genel olarak turnuvada dikkatimi çeken hep benzer heroların oynanması oldu. Özellikle Ezreal 1-2 oyun hariç banlanmadığı her maç 1 takım tarafından seçildi. Önceki turnuvaların mid lanedeki gözdesi Gragas'ı bu turnuvada fazla göremedik. Bu turnuvada mid lane'i Karthus domine etti.Bağlantı sorunları olsada Genel olarak başarılı bir turnuva olduğunu söyleyebilirim. Yeni sezonu merakla bekliyoruz. Bu sezon Türk takımlarınında turnuvaya katılmasıyla bizim için ayrı bir tadı olacak. Gökberk Düzgündikiş. Gelecek sayı : Guild Wars 2 : Uzak diyarlardaki Maceramıza göz atacağız.


KİTAP


FantastİK EdebİYata Güvenlİ gİrİŞ

Kitap okumak herkes için farklı şeyleri çağrıştırır. Ders kitaplarından başka bir şey okumamış insanlar vardır ya da bütün ha çlığını kitaba yatıranlar. Benim için kitap okumak gerçek dünyadan uzaklaşmak, başka diyarlara yelken açmaktır. Bu duyguyu en yoğun yaşadığım kitaplar ise bilim kurgu ve fantastik türündekiler. Bu yazıyı hazırlamamdaki neden, yeni başlayanlar için korkutucu derecede karmaşık ve içine kapalı bu evrenin giriş kapılarını göstermek istemem (neden bir insan durup dururken “Rama” isimli bir kitap alır ki). Fantastik kurguyla hiçbir ilgisi olmayan bir insanın bile kolayca anlayabileceği kitaplar seçtiğimi düşünüyor um ve vakit kaybetmeden tanıtımlara başlıyorum.

Harry Potter - J. K. Rowling Zaten filmini izledim demeyin, birde okuyun arkadaşlar. Emin olun filimden aldığınız zevk iki katına çıkacak. Hem hiçbir fikri yokken büyücü olduğunu öğrenip, sonrasında Büyücülük okuluna giren bir çocuğu anlatan kitaptan daha iyi nereden giriş yapabilirsiniz ki… Tanıtım: Küçük yaşta ailesini kaybeden Harry, teyzesi Petunia eniştesi Vernon ve oğulları Dudley Dursley ile birlikte yaşamaktadır. Nedenini anlamadığı bir şekilde Dursley’ler tarafından dışlanan Harry, vaktini genellikle merdivenin altındaki dolap olan “odasında” geçirmektedir. Bir gün Harry’ye üzerinde tam adı ve adresi -merdivenin altındaki dolap dahil- bir mektup gelir. Harry mektubu önce eniştesine gösterdiğine pişman olacaktır, çünkü eniştesi mektubu vakit kaybetmeden imha eder. Ama mektupların ardı arkası kesilmez ve bir gün eve resmen mektup yağar. Dursley’ler alelacele ıssız bir kulübeye taşınırlar. Tam mektuplardan kurtulduklarını düşündükleri sırada evin önünde Hagrid isimli dev gibi bir adam belirir. Hagrid, Harry’ye büyücü olduğunu ve Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’na girmeye hak kazandığını söyler.


Yerdeniz Serisi – Ursula K. Le Guin Kendine özgü betimlemeleri ve diliyle okumaktan her daim zevk aldığım bir yazar olan Ursula K. Le Guin’in en bilindik eseri olan Yerdeniz serisi tanıtacağım ikinci kitap olacak. Tıpkı önerdiğim birinci ve üçüncü kitap gibi bu kitap da büyücü olduğun öğrenen bir çocuğun öyküsü anlatılıyor. Tanıtım: Gont adasındaki küçük bir köyde keçi çobanlığı yapan Ged’in sıradan bir hayatı vardır. Bir gün şans eseri teyzesinin bilmediği bir dilde tekerleme söylediğini, bunu duyan keçilerin derhal yanına geldiğini görür. Zeki bir çocuk olan Ged tekerlemeyi unutmaz ve ertesi gün otlattığı keçilerde dener. Keçiler gelmesine gelir ama peşini bir türlü bırakmazlar. Telaşa kapılan Ged peşinde keçilerle teyzesinin yanına koşar. Teyzesi tek bir kelime söyleyerek keçileri dağıtır. Bunun büyücülük olduğunu ve eğer dilini tutarsa ona da öğretebileceğini söyler. Daha sonra Yerdeniz’in en büyük büyücüsü olacak Çevik Atmaca’nın hikayesi böyle başlar.

Gediksavaşları Efsanesi – Raymond E. Feist Azımsanmayacak kadar çok hayranı olan Gediksavaşları Efsanesi, çoğu okur için fantastik edebiyatın başyapıtı sayılan Yüzüklerin Efendisi’nin ardından ikinci sırada gelir. Tanıttığım ilk iki kitaptan farklı olarak okuyucunun fantastik edebiyata aşina olmasını bekleyen bir yapıttır. Yine de kitapta karşınıza çıkacak yaratıklar, eşyalar veya terimlere filmlerden ve oyunlardan aşina olduğunuza eminim. Tanıtım: Adalar Krallığı’nın bir sınır kasabasında aşçı yamağı olan Pug Yakında 13 yaşına gireceği için çok heyecanlıdır. Çünkü her sene 13 yaşına giren çocuklar şehirdeki ustalar tarafından çırak olarak seçilirler. Derken seçim günü gelir. Bütün çocuklar tek tek seçilmekte Pug’ın moraliyse giderek azalmaktadır. Bütün diğer çocuklar seçilip Pug meydanda tek başına kaldığında Dük’ün büyücüsü çıkagelir ve kendisini çırak olarak seçtiğini söyler. Bu sırada kendilerine Tsurani diyen, nereden geldikleri bilinmeyen bir ırk Krallık’a savaş açar. Henüz bilmese de her iki ırkın kaderi Pug’ın ellerindedir.

Ejderha Mızrağı Destanı – Margaret Weis, Tracy Hickman Bu seri o denli sevilmiştir ki, gerek orijinal yazarlar, gerekse başka yazarlar sürekli ekleme yapmaktadır. Öyle ki 3 kitaplık bir seri olarak başlamış Ejderha Mızrağı’nın şu anda 200 den fazla basılmış kitabı bulunmaktadır. Belki de bu yoğun ilginin sebebi, serinin aslında kağıda dökülmüş bir FRP oyunu olmasındandır. Aman ha karıştırmayın ilk kitap “Güz Alacakaranlığı Ejderhaları” Tanıtım: “Yüzlerce yıl önce Büyük Afet gerçekleşti ve Tanrılar dünyayı terk etti” Ansalon kıtasında kime sorsanız aynı yanıtı alırsınız. Başka yanıtlar bulmak için Ansalon’un dört bir yanına dağılan yedi arkadaş sadece birkaç sahte peygamber bulabilmişler ve birkaç söylenti duymuşlardı. Yıllar sonra Son Yuva Hanı’nda bir araya gelen yol arkadaşları bunları konuşurken, aradıkları cevabın aynı handa bulunan Mavi Kristalden Asa’nın taşıyıcısı Altınay ve aşığı Nehiryeli’nde olduğunu bilmiyorlardı.


Peki ya Bilim Kurgu Bir zamanlar adları daima birlikte anılan bilim kurgu ve fantastik, örnekleri çoğaldıkça kendilerine has konumlar kazandılar. Ancak hala her iki türün okuyucuların bir diğerine yatkın oldukları da bir gerçek. Bu yüzden birkaç bilim kurgu romanı önermeden bu yazı tamamlanmış sayılmaz. Öncelikle Jules Verne’in tüm kitaplarını korkmadan satın alabilirsiniz (sanki söylememe gerek varmış gibi). Isaac Asimov’un kısa öykülerini de tavsiye ederim bulup okuyun. Arthur C. Clarke’ın ve H. G. Wells’in ismini gördüğünüz kitapları da korkmadan alabilirsiniz. Önereceğim kitaplar ise şunlar. Burak Bayın

Dune – Frank Herbert Bilim kurgunun yanı sıra fantastik öğeler de barındıran bu kitap, bilim kurgunun oskarları sayılan “Hugo” ve “Nebula” ödüllerine layık görülmüştür. İçinde İslam’dan esintiler bulunduran kitap; din, felsefe ve ekonomi konularını da işler. Tanıtım: Babası Atredies gezegeninin dükü olan Paul neden durup dururken yemyeşil gezegenlerinden kalkıp bu ıssız çöl gezegenine geldiklerine bir türlü anlam verememektedir. Yerlilerin Dune ismini verdiği gezegen galaksiler arası seyahati mümkün kılan melanj’ın bulunduğu bir gezegen olması dışında hiçbir özelliği yoktur. Derken aslında her şeyin büyük bir komplonun parçası olduğunu anlayan Paul Atredies Evine yapılan saldırıdan Annesini de yanına alarak, yerli halk Fremenlerin yanına sığınır. Fremenler ise onun eski Fremen inancındaki Mesih olduğuna inanmaktadır.


Otostopçunun Galaksi Rehberi – Douglas Adams İlk başta bir radyo programı olarak başlamış bu seri, yazar Douglas’ın elindeki yerel otostopçu rehberini karıştırdıktan sonra yıldızlara bakmasıyla ortaya çıkmıştır. Derginin ilerleyen sayfalarında geniş tanıtımına yer verdiğimiz bu kitap, tanıtımında da söylenmiş olduğu gibi dergimizin ismi için ilham kaynağı olmuştur.

Mülksüzler – Ursula K. Le Guin Bu kitabı birçoğunuz okumuşsunuzdur aslında. Lisede ve özellikle üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerinin “Bu kitap sene sonuna kadar okunacak!” dedikleri kitap. Tanıtım: “Anarres” ve “Uras” adlı bir ikili dünya sisteminde geçer. Anarres Odo'cu anarşistlerin, Urras ise kapitalist ve devletçilerin dünyasıdır. Hikaye Shevek adlı bir Anarresli'nin Urras'a gidişiyle başlar. Anarres, anarşist bir idealle yaşayan bir toplumu resmeder; ancak Anarres kurak, verimsiz ve zor yaşam koşulları sunan bir dünyadır. Urras da aksine verimli toprakları olan ve kolay yaşama olanakları sağlayan bir dünyadır; ancak burada da kapitalist ve totaliter bir rejim süregelmektedir. Ayrıca Anarres'de Shevek'in bilimsel merakı sonucunda keşfettiği bir teorinin yayımlanması, Urraslılar'ın işine yarayacağı gerekçesiyle reddedilir. Keza, Shevek'in, kitabın sonunda öğrenildiği üzere, Urras'a gitme nedenlerinden biri de budur.


Rüzgarın Adı Uzun zamandır fantastik kurgu türünde pek yeni bir şey görmediğim için ilk gördüğümde hemen atlamıştım Rüzgarın Adı’na. Gerek kapağı olsun, gerek arkasındaki önsöz olsun, gerek kalınlığı olsun sağlam bir seri gibi duruyordu. Kitapçının da hakkında çok olumlu şeyler söylemesi üzerine biraz tuzlu olan fiyatını göz ardı ederek satın aldım. Eve gittiğimde biraz araştırdım ve kitabın yazarının Patrick Rothfuss adlı yeni bir yazar olduğunu, Kral Katili Güncesi adlı serinin ilk uzun soluklu eseri olmasına rağmen pek çok ödül aldığını, 2. Kitabının bestseller olduğunu ve kimilerine göre yeni George R. R. Martin (Game of Thrones’un yaratıcısı) olarak gösterildiğini öğrendim. Bunun üzerine kitabı okudum ve söylenenlerin tamamen doğru olduğunu görmekle kalmayıp, uzun zaman sonra beni bu kadar etkileyen bir seri çıktığı için bayağı bir sevindim. Kitap Kvothe adlı genç kahramanı, ve onun hayatını anlatıyor. Kitabın konusu hakkında daha çok ayrıntıya girmek istemiyorum çünkü spoiler vermem gerekir. Ve bu kesinlikle yapmak istemeyeceğim bir şey. Diğer kitaplardan farklı olarak kitap 1. Şahıs üzerinden, yani karakterin kendi ağzından anlatılıyor. Bu kitabın hem daha akıcı olmasını, hem de tıpkı bir öykü dinler gibi hissetmenizi sağlıyor. Buradaki öykü kısmını vurgulamak istiyorum. Kitabı okurken sanki hep çok uzun ve güzel bir öyküyü dinliyor gibi hissettim.

Konusu hakkında bahsetmemiş olsam da neyle karşılaşacağınızı bilmeniz açısından biraz genel olarak anlatacağım. Öncelikle Kvothe klasik büyücü, savaşçı tiplerinin dışında bir karakter. Evet, kendisinin o yetenekleri var, ancak sizi etkileyen ve karakteri sevmenizi sağlayan asıl özellikleri müziği sevmesi, macera peşinde koşması gibi çok daha basit ve insansı özellikleri oluyor. Yazarın evrenini yaratırken biraz Harry Potter, biraz Zaman Çarkı, biraz da Yerdeniz’den etkilenmiş olduğunu söyleyebilirim. Sırf bunu duyduğu için kitabı koşarak alacak olan okurlar tanıyorum. Yazar, evreni çok ince işlemiş. Okurken pek çok hoş detay ve orjinallik göreceksiniz. Ancak 3 kitaptan oluşan bu serinin şimdilik sadece iki kitabı mevcut, ve 3. Kitabının ne zaman çıkacağı belli değil. Bir ihtimal 2013 ilkbaharında çıkacağı söyleniyordu. Orijinal olarak Türkiye’de yayınlanması ise çok daha sonrayı bulur. Çıkmış iki kitabın da normalden biraz daha pahalı olması sizi tekrar düşünmeye itebilir, ancak karşınızda her şeye rağmen paraya kıymaya değecek bir seri duruyor. Birde ilk iki kitabı bir çırpıda okuduktan sonra öykünün daha bitmediğini, daha anlatılacak çok şeyinin olduğunu bilip bir sonraki kitabı beklemek de güzel bir his.  Kral Katili güncesi size iyi bir öyküden beklediğiniz herşeyi veriyor. Epik bir macera, trajedi, dostluk ve uğruna ölümün ötesine gidilecek bir kız. Kral Katili Güncesi sadece fantastik kurgu sevenlerin değil, kitap okuyan herkesin okuması gereken bir seri. Aykut Kekeç


Bilimkurgunun en saygıdeğer ve en komik eserlerinden biri ile karşınızdayız. Kendisi benim en çok sevdiğim serilerden biri olup, ufak dergimizin de isim babasıdır. Otostopçunun galaksi rehberi aslen Douglas Adams’ın hazırladığı bir radyo programı. Ancak daha sonradan üçleme olarak ilk kitabı çıkıyor. Zamanla bu sayı artarak toplamda 5 kitapdan oluşan bir “üçleme” ye dönüşüyor. Ve Douglas Adams size büyük ihtimal okuyacağınız en absürt, en komik, en saçma kitabı sunmakla kalmayıp, bunu muhteşem bir kurgu eşliğinde yapıyor.

Otostopçunun galaksi rehberi Galaksinin Batı Sarmal Kolu'nun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşede, gözlerden uzak, küçük ve sarı bir güneş vardır. Bu güneşin yörüngesinde, kabaca yüz kırksekiz milyon kilometre uzağında, tamamıyla önemsiz ve mavi-yeşil renkli, küçük bir gezegen döner. Gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hâlâ çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler. Bu gezegenin şöyle bir sorunu vardı -daha doğrusu eskiden vardı: Üzerinde yaşayan halkın büyük bölümü çoğu zaman mutsuzdu. Bu sorun için pek çok çözüm önerilmişti, ama bunların çoğu genellikle yeşil renkli küçük kâğıt parçalarının hareketleriyle ilgiliydi. Bu da tuhaftı, çünkü aslında mutsuz olanlar yeşil renkli küçük kâğıt parçaları değildi. Bu nedenle sorun varlığını sürdürdü; halkın çoğunun durumu kötüydü ve onların büyük bölümüyse sefildi, dijital kol saatleri olanlar bile. Her şeyden önce, ağaçlardan inmekle büyük bir hata ettiklerini düşünenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Bazıları ağaçlara çıkmanın bile yanlış bir hamle olduğunu ve hiç kimsenin okyanuslardan asla ayrılmamış olması gerektiğini söylüyordu. Sonra, adamın birinin, değişiklik olsun diye bundan böyle halka nazik davranmanın ne kadar iyi olacağını dile getirdiği için bir ağaca çivilenmesinden yaklaşık ikibin yıl sonra, bir Perşembe günü Rickmansworth'de küçük bir kafede tek başına oturan bir kız, bunca zamandır ters giden şeyin ne olduğunu birdenbire fark edip en sonunda dünyanın nasıl iyileştirilebileceğini ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir yere dönüştürülebileceğini anlamıştı. Bu sefer doğru olanı bulmuştu, bu işe yarayacak ve hiç kimsenin bir yerlere çivilenmesi gerekmeyecekti. Ama ne yazıktır ki, bir telefon bulup birilerine bundan söz edemeden korkunç, aptal bir felaket meydana geldi ve fikir sonsuza dek yitip gitti. Bu, o kızın öyküsü değil. Ama o korkunç, aptal felaketin ve onun doğurduğu bazı sonuçların öyküsüdür. Yazıya kitaptan önsöz alıp başlayarak işin kolayına kaçtığımı düşünebilirsiniz. Ancak yukarıdaki paragraf size ne ile karşılaşacağınızı o kadar güzel bir şekilde anlatıyor ki, benim beceriksiz kelimelerimdense kitabın kendi kendisini tanıtmasının daha doğru olacağını düşündüm.

Kitap, evrene yeni bir otoban yapımı için yok edilen Dünya ve bundan son anda kaçan Arthur ve arkadaşı uzaylı Ford’un hikayesini anlatıyor. Burada ilk değinmek istediğim nokta yazarın, evren gibi sonsuz büyüklükte ve karmaşıklıkta olan bir olguyu kitabında daha rahat sunmak adına basitleştirip, bayat esprilerle süslemek yerine, aynı karmaşıklıkta ve saçmalıkta devam ettirmesi. Ve bunu yaparken bir an bile cıvımaması. Bence kitabın en can alıcı noktası budur. Okumaya başladığınızdan itibaren her şey, ama her şey saçmadır. Ancak hiçbir zaman sizi bayacak kadar değil, yüzünde muzur bir gülümseme oluşmasına yetecek kadar. Douglas Adams seri boyunca pek çok kez insanların evren ve yaşam hakkında ki felsefi görüşlerine değiniyor. Tabi burada değinmek derken mantıklı varsayımlar veya cevap aramayı unutun. Hepsi birbirinden saçma ve alakasız yorumlardan bahsediyoruz. İşin komik tarafı ise çoğu zaman bunların hiç de fena fikirler olmadıklarını düşünecek olmanız.  Serinin atmosferi kadar başarılı bir yanı da karakterleri. Sırf karakterler için bile sayfalarca yazı yazabilirim. Baş karakter Arthur o kadar sıradan, basit, kendi halinde bir karakter ki şimdiye kadar gördüğünüz en orijinal karakter olabilir. Sadece baş karakter değil, diğer tüm yan karakterlerde birbirinden çok ama çok farklı. Kendine isim olarak araba adı seçen Ford Prefect, çift kafalı çılgın/deli/zeki Zaphod Beeblebrox ve tabi ki Marvin. Kendisi depresif bir robot olup, şimdiye kadar en sevdiğiniz robot olmaya aday. Otostopçunun galaksi rehberini gülmeyi seven herkese öneririm. Sadece saçmalıklarla dolu gülüp geçmelik bir kitap değil, güzel bir hikayeyi size sunarken yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyen bir seri Otostopçunun Galaksi Rehberi.

Aykut Kekeç


Metro 2033 Felaket sonrası konseptini her zaman sevmişimdir. Film, oyun, edebiyat hemen hemen her alanda örneklerini takip etmeye çalışırım. Bildiğimiz düzenin olmadığı, sadece insanın ve kendi kararlarının kaldığı bir dünyanın tüm tehlike ve risklere rağmen yine de ilgi çekici olduğunu da kabul etmeliyiz. Metro 2033’de bu türün en iyi örneklerinden. 2033 yılında (hadi canım!) nükleer savaş yüzünden dünya radyasyondan yaşanılmaz hale gelmiş, bunun üzerine insanlar dünyanın en büyük metrolarından olan Moskova metrosunda yaşamaya başlamıştır. Türdeşlerine nazaran farklı ve gerçekçi bir senaryo sunan kitap, Artyom adlı ana karakter ve onun başından geçenleri anlatıyor. Kitapta bol bol yan karakter olmasına rağmen, sadece ana karakter derinlemesine işleniyor (Halbuki çok ilginç yan karakterlere sahip). Onun dışında daha çok çevreye ve insanların bu çevreye uyum sağlamasına odaklanılmış. Bu da atmosferi bayağı güçlendiriyor. Hatta kitabın geçtiği evren o kadar iyi oturtulmuş ki, kitabı bitirdiğinizde baş karakterin hikayesinin bittiğini, ancak metronun daha anlatılacak çok şeyi olduğunu hissediyorsunuz.

Yazar felaket sonrası metroda oluşan toplulukları, birbirleri ile ilişkilerini, insanların tavırlarını mümkün olduğunca gerçekçi ve derin bir şekilde anlatmaya çalışmış. Bu yüzden kitap salt bir bilim kurgunun aksine, biraz felsefe ve politika da içeriyor. Yazarın (Dmitry Glukhovsky) aynı zamanda gazeteci olup, çernobil bölgesinde bulunması ve çeşitli çatışma bölgelerinde görev alması kitabın gerçekçiliğini büyük miktarda arttırıyor. Bir diğer ilginç bilgi de yazarın metro 2033 e 2002 yılında başlayarak parça parça yazdığı öyküsünü, kendi sitesinde yayınlamaya başlamış olması. Şimdiye kadar sadece Rusya’da 400.000’in üzerinde satılan kitabın online okuyucusunun bunun 5 katı olduğu tahmin ediliyor. Metro 2033 ü bilimkurgu ve felaket sonrası türlerini seven herkese öneririm. Kendisinden uyarlanmış aynı isimli bir de oyunu var, ayrıca filminin de yapılması gündemde. Serinin 2. Kitabı Metro 2034 ise geçenlerde Türkçe olarak basıldı. Anlayacağınız Moskova metrosu ile işimiz henüz bitmedi gibi gözüküyor  Aykut Kekeç


MüzİK


Blind Guardian Aslında daha bilinmedik grupları sizlere tanıtmak isterdim çünkü bu yazının konusunun bilinmeyen grupları tanıtmak olduğunu düşünüyorum fakat derginin ilk sayısı olması ve derginin de fanstastik edebiyat içeren bir grup tarafından oluşturulması fantastik edebiyat içeren müzik olarak ilk akla gelen grup olan Blind Guardian'ını tanıtmak kaçınılmaz oluyor.Ayrıca bunda Almanya'da yaşıyor olmamın etkisi yadsınamaz.Neyse ilerki sayılara kalsın artık diyor ve bu güzel grubu tanıtmaya başlıyorum. 1984 yılında Almanya'nın Krefeld şehrinde 18 yaş civarındaki 4 heyecanlı genç bir grup kurmak istiyordu.Gruba Lucifer's Heritage (Şeytanın Mirası) adını verdiler.Grubun kurucu kadrosunda Hansi Kürch (vokal),Andre Olbrich(gitar),Markus Dörch (gitar) ve Thomen Stauch (davul) bulunuyordu.Grup ayrıca 5. elemana sahipti.Bu eleman 2. vokallik görevini üstlenen Thomas Kelleners'ti.Fakat 3 ay sonra grup kararıyla ayrılmak zorunda kaldı.Bundan sonra tüm vokal sorumlulukları Hansi'nin üstündeydi.Lucifer's Heritage 1985 ve 1986 da 2 demo yayınladı. Bunlar güzel haberlerdi yeni kurulmuş bir grup için ama grup çok fazla eleman değiştiriyordu.Gitarist Markus Dörch ve davulcu Stauch yerine Christof Theißen ve Hans-Peter Frey gruba dahil oldu.Grup bu kadroyla 1 yıl devam ettikten sonra yine eleman değişikliğine gidildi ve Thomen Stauch tekrardan Marcus Siepen ise gitarist olarak 1987 de gruba dahil oldu.

Grubun adını değiştirmesi ise müzik şirketi olan No Remorse(No Repent! Hahaha) Recors ile anlaşma sağlamasıyla ve grubun isminin satanik çağrışımlar yapması ve o dönem yeni yeni filizlenmiş black metal akımından dolayı black metal olarak görülmemesi için 1988 yılında

ismini Blind Guardian olarak değiştirdiler.1988 yılında ilk albümleri olan Battalions of Fear yayınlandı.Bu albüm o zamanlar Alman power metalinin yeni cevheri olarak görülen (Burda eski cevher olarak Accept ve biraz da Scorpions) Helloween'den etkilenen grup ileride yapacakları power metalden çok speed metal ve thrash metal'e daha yakın bir sound ile dinleyicinin karşısına çıktı hızlı melodik sololar agresif Hansi'nin vokaliyle güzel bir ikiliydi başlangıç açısından.Helloween ve Blind Guardian hem aynı ülkenin çocukları olmaları hem de benzer müziklerinden dolayı birbirleriyle çok takılıyorlardı.Hatta Helloween'in kurucularından Kai Hansen 1989 'da çıkan Follow The Blind albümünde konuk sanatçı olarak bulunmuştur.Valhalla bu albümün hiti ve konserlerde çalınanen önemli şarkılarındandır grubun.Onun dışında Follow the Blind ve Hail Of the King şarkıları dikkat çeker.1990 yılında çıkan Tales From Twilight World ise Welcome to Dying,Lord Of the Rings ,Traveler in Time gibi konserlerin kemikleşmiş parçalarını içerir.Kai Hansen bu albümde de konuk sanatçıdır. Grup daha sonra 1991 yılında Virgin Records ile anlaşır.Ve ardından 1992 yılında 4. stüdyo albümleri olan Somewhere Far Beyond gelir ki bu albümde grubu dinlemeyenlerin bile bildiği konserde grubun seyircilere söylettiği Bard's Song- In the Forest vardır.(Burda da bir Nothing Else Matters,Fear Of the Dark durumu var yani).Bu albümün turnesinde yapılan live albüm Tokyo Tales 1993 yılında çıkmıştır.1994 yılında eski Metallice prodüktörü Flemming Rasmussen (Onun zamanında çıkan Metallica albümleri gibisini yapamadı Metallica en büyük hataları bence) anlaştılar ve 1995 yılında 5. albümleri olan Imaginations From the Other Side çıkar.Bu albümde de Imaginatioms From the Other Side ,Mordred's song,Bright Eyes öne çıkan parçalardır.1996 yılında ise toplama albüm olan The Forgotten Tales çıkar bu albümün yarısı Blind Guardian parçaları diğer yarısı ise cover şarkılardan oluşur. Ve gelelim 1998'e işte bu yılda bu grubun çıkardığı en mükemmel iş olan Nightfall In the Middle Earth albümü yayınlanır.Grubun altıncı albümü olan Nightfall In the Middle Earth konusu itibariyle konsept albüm olup konu olarak Silmarillion isimli Tolkien kitabını alır ki okuduğum için söylüyorum herkesin okuması gereken bir kitaptır Silmarillion albümde orkestral tınılarla beraber melodik kısımlar ön plana çıkar.Ayrıca grubun ABD 'de çıkardığı ilk albümdür Nightfall.Albümde Eldar'ın doğuşu.Feanor'un Silmarilleri yaratıp Melkor'un onları çalmasından sonraki deliliği ,Elflerin kardeş katli,Noldor ki Feanor ve Galadriel de bu grubun içindedir elflerin en bilgeleri olan bu gruptan bahseder,Arda'dan gemilerle Orta Dünya'ya gelen Noldor kavimlerinden Gondolin şehrini oluşturan Kral Turgon'un kız kardeşi Aredhel'in kocası karaelf olan Eöl'den bahseden şarkılar vardır.Şarkıların hepsi birer hit ve hepsi mükemmeldir bu albümde.Nightfall'a konserlerde eşlik etmenin zevkine paha biçilemez yani o derece.Grup bu albümden sonra Rasmussen'den ayrılır (Yine yanlış karar altın madeni gibi adam Rasmussen.Grup kursam kapısında yatarım bana prodüktörlük yapsın diye. ).


2002'de A Night at The Opera isimli 7. albümleri yayınlanır.Bu albümün ismi ayrıca Queen'in de albümünde kullandığı bir isimdir (bkz.1975 Queen- A Night at The Opera).Grup bu albümde kalite olarak düşüş göstermiştir (Gerçi yine dinlenir orası ayrı).Gerçek bir konsept çalışma olmamakla beraber albümde din ve kutsal güçler konu alınır.Bu albümün öne çıkan parçası ise And then there was Silence 'dır.Ayrıca albümde ülkelere göre farklılık gösteren bonus parçalar mevcuttur.Grup bu albümün turnesinden sonra 2003 yılında turnede yaptıklarıyla alakalı DVD yayınlarlar.DVD'nin adı Imaginations Through The Looking Glass 'tır.Ayrıca bu DVD davulcu Thomen Stauch 'un grupla yaptığı son çalışmadır.Grup bu DVD 'den sonra Stauch'un yerine Frederik Ehmke'ye davulları emanet ederler. Grup 2006 yılında davullarda Frederik Ehmke ile beraber 8. albümleri olan A Twist In The Myth'i yayınlar.Albümdeki parçalardan bazıları: This Will Never End Walter Moers'in kitabı A Wild Ride Through the Night 'tan ,Fly Peter Pan hikayesinden ,Otherland Tad Williams'ın aynı adlı roman serisinden esinlenerek yapılmıştır. Grup 2008 yılında çıkan bir film olan In the Name Of the King:a Dungeon Siege Fantasy Movie isimli filmin soundtrack'ini yaparlar.(Bu filmi de izledim Jason Statham oynuyor düşük bütçeli aksiyon içeren bir fantezi filminden öteye gidememiş.Önermem yani izlemenizi).2010 yılında grup At the Edge of Time isimli 9. albümlerini çıkarır bu albümde orkestral kısımlar bir hayli fazla olup güzel şarkılar barındıran bir albüm olarak göze çarpar.Öne çıkan parçalar ise Sacred Worlds ,Tanelorn (Michael Moorcock'ın Eternal Champion isimli roman serisinden.),Wheel Of Time (Robert Jordan'ın Zaman Çarkı isimli roman serisinden) adlı şarkılardır.2011 yılında Hansi resmi sitede grubun orkestral bir albüm üzerinde çalıştığını bildirmiştir.Ve ayrıca grupta Nightfalldan beridir sezonluk bass gitaristlik yapan Oliver Holzwarth bir diğer power metal grubu olan İtalyan Rhapsody Of Fire (Adamlar Christopher Lee ile çalışıyolar bazı şarkılarında ki adam Saruman'ı oynadı acayip karizmatik ve heybetli bir sesi var.) grubuna dahil oldu.Grup 2012 yılının Ocak ayında bir toplama albüm olan Memories Of a Time to Come 'ı piyasaya sürdü.Albüm bütün Blind Guardian diskografisinin bir karmasıydı.

hissedilir durumdadır şarkılarda ama daha melodik hale gelmiştir.Nightfall ile beraber orkestral bir havaya bürünen grup daha sonraki çalışmalarında bu tutumu sürdürüp müziklerinin arka planını orkestral etmenlerle doldurmuştur.Ayrıca grup power balladlarıyla ünlüdür ki konserlerde hep beraber söylenir bunlar tek bir ağızdan. Lord Of the Rings,The Bards Song,Curse My Name bunun en önemli örnekleridir. Grubun şarkı sözlerini yazarkenki etkilenimleri ise birçok yazarın eserlerine dayanır.Tabiki en çok J.R.R. Tolkien'den etkilenmişlerdir doğal olarak fakat bunun yanında Michael Moorcock,Robert Jordan,George R.R. Martin ,Stephen King gibi türlerinde usta yazarların eserlerinden etkilenimler mevcuttur. Ayrıca grup Yüzüklerin Efendisi filmi için de 8 yıl boyunca film müziği yapmak için uğraşmıştır fakat Peter Jackson bunu istemediği için müzikler Blind Guardian yerine Howard Shore'a verilmiştir.(Grubun nasıl iş çıkaracaığını söylemek güç bilmeden fakat Howard Shore burada inanılmaz güzel bir iş çıkarmıştır.). Bunun yanında Hansi birlikte takıldıkları diğer bir grup olan Amerikalı Iced Earth gubunun beyni ve herşeyi olan Jon Schaffer ile beraber Demons & Wizards isimli bir proje grup oluşturmuştur bu grupta vokaller Hansi'ye gitarlar ise Jon'a aittir diğer enstrümanları geçici elemanlar ile halletmişler 2000 (Demons & Wizards) ve 2004 (Touched by The Crimson King)'te 2 albüm yayınlamışlardır. Albümler Battalions of Fear (1988) Follow the Blind (1989) Tales from the Twilight World (1990) Somewhere Far Beyond (1992) Imaginations from the Other Side (1995) Nightfall in Middle-Earth (1998) A Night at the Opera (2002) A Twist in the Myth (2006) At the Edge of Time (2010)

Grup Elemanları

Gelelim grubun müzikal tarzına.Grup ilk albümlerinde daha çok speed metal unsurları barındırsa da daha sonradan 3. albümleriyle beraber daha power metal soundunu benimsemişlerdir.Tabiki speed metal etkilenimi hala

Hansi Kürch -Vokal (1984 ten beri),Bass Gitar (1984 -1996) Andre Olbrich - Gitar,Geri Vokal konserlerde(1984'ten beri) Markus Siepen - Gitar,Geri Vokal konserlerde(1987'ten beri) Frederik Ehmke – Davul,Perküsyon,Flüt,Gayda (2004 'ten beri)

Son söz olarak Almanya'dan sevgiler diyorum.Tschüss!! Stay Heavy!! Çağlar Durmaz


EKTOMORF-BLACK FLAG Sanatçı:Ektomorf Albüm Adı:Black Flag Tür:Groove Metal Çıkış Tarihi:31 Agüstos 2012 Şirket:AFM Records Öncelikle yazıma grubu tanıtarak başlayayım.Ektomorf 1994 yılında yükselen groove metal akımından etkilenerek (Bunda Pantera,Sepultura,Machine Head vs. grupların etkisi çoktur.) Macaristanda müzik hayatına başlamıştır.Şarkılar genelde groovy diye tabir ettiğimiz headbang yaptırıcı rifflerle dolu fazla uzun olmayan ama içinizdeki fazla enerjiyi boşaltmanıza yetecek uzunluktadır.Birazdan detayına geçeceğim albüm ise 9. albümleridir.İlk dinlediğimde vokal ve müzikte aşırı bir Sepultura etkilenimi sezdim.Çünkü vokal Max Cavalera'nın kullandığı ne tam brutal ne de clean vokaldi.İlk dinlediğim albümleri 2004 yılında çıkan Destroy albümleridir ki o albüm baştan sona kafa göz dalma isteği uyandırır.Kritiğe geçersek; Albüm bundan önceki Acoustic isimli eski parçaların akustik yorumlanmış versiyonlarından sonra ilaç gibi geliyor(Çünkü bu tarz grupların akustik parça yapmalarını hoş bulmuyorum).Parça bazında incelemeye başlarsak ilk parçamız olan War Is My Way güzel bir introya sahip.Daha sonradan giren rifflerle beraber klasik Ektomorf şarkısı olarak devam ediyor fakat 3:30 dan sonra giren clean kısım bu tür gruplarda en sevmediğim durumdur yakıştıramıyorum neyse daha sonra Machine Head tarzı yükselişe geçen tempo ile tekrar gaza getiriyor.Bu parçayı genel olarak beğendim.İkinci parça olan Unscarred ise daha çok nu-metal(kişisel olarak en sevmediğim içinde metal geçen tür.).Ektomorf standartlarında bulmadım bu parçayı hafif kalmış bence mesela Soulfly'a çok iyi giderdi.Sıradaki parça olan The Cross Machine Head tarzı bir girişle giriyor ki Machine Head en sevdiğim gruplardandır.Çok tekrarlanan nakarat biraz bıkkınlık verse de genel olarak kulağa hoş gelen bir parça.Cut It Out grubun geçmişte de yaptığı gibi yerel

enstrümanlarla giriyor ki folk etkilerini her zaman sevmişimdir.Güzel başlayan parça 2:15 civarında iyi bir tempo kazanıyor ve 2:30 da groove riffler giriyor ki burada kayışı koparabilirsiniz genel olarak albümde sevdiğim bir parça diyebilirim.Sıradaki parça albüme ismini veren parça aşırı düzeyde Roots dönemi Sepulturasını andırıyor ki parça bence Roots Bloody Roots gibi(ben o albümü sevmediğim için bu şarkıyı da sevmedim ama o albümü sevenler bu şarkıyı severler.).Private Hell isimli parça ise inanılmaz derecede Machine Head kokuyor genel olarak albümün iyilerinden.12 Angels ise geçen albümleri gibi akustik bir parça.Enemy genel olarak riffleri fena olmasa da arada geçen rap tarzı vokallerden dolayı sevemediğim bir parça.Fuck Your God ise tam bir thrash parçası tempolu ve agresif.Albümde en sevdiğim parça diyebilirim.Never Surrender orta tempolu bir parça ve çok tekrarlanan sözler eksisi bence.Sick Love ise Pantera etkilenimli bir parça ve Pantera en sevdiğim 2 gruptan biridir ve o sebeple bu parçayı genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim.Feel like This ise agresif nakaratı olmasına rağmen 2. parça ile aynı sebepten dolayı albümde en sevmediğim parça.Son parça ise albüme iyi veda etmemizi sağlıyor hem girişteki ses kaydı(böyle şeyler parçayı hissettirip daha çok gaza getiriyor.) hem de agresif müzik bunu sağlayan unsurlar.Sonlarına doğru olan kısım Creeping Death havası vermiyor değil. Çağlar Durmaz Şarkı Listesi 01. War Is My Way - 5:11 02. Unscarred - 4:07 03. The Cross - 3:57 04. Cut It Out - 3:40 05. Black Flag - 4:04 06. Private Hell - 3:40 07. 12 Angels - 1:57 08. Enemy - 2:09 09. Fuck Your God - 2:49 10. Never Surrender - 2:56 11. Sick Love - 3:27 12. Feel Like This - 3:01 13. Kill It - 3:51 Grup Michael Rank- gitar Robert Jaksa- davul Zsabolcs Murvai- bass Zoltán Farkas- vokal,gitar

6/10


ENSIFERUM-UNSUNG HEROES Sanatçı:Ensiferüm Albüm Adı:Unsüng Heroes Tür:Folk Metal Çıkış Tarihi:27 Agüstos 2012 Şirket:Spinefarm Records Ensiferum'un son çıkan albümü Unsung Heroes ile karşınızdayım.Ensiferum klasik soundunun yanına bu albümde farklılıklar ekleyerek yoluna devam ediyor. İlk olarak grubu tanıyalım. Grubun adı Latince kılıç taşıyan anlamına gelen ensifer kelimesinden geliyor, ki şarkılarda savaş ve kılıç teması çok geçen bir grup için bu son derece normal bir durum. 1995 yılında Finlandiya Helsinki'de başladıkları müzik hayatlarına 17 yıl ve 5 albüm (ve eski demolardan oluşan toplama albüm) ile devam ediyorlar. Grupla tanışmam 2004 yılında çıkan Iron isimli albümlerini dinlemem ile oldu ki bence en iyi albümleridir. Daha sonra 2010 yılında Children of Bodom konseri için geldiklerinde kendilerini izleme şansım oldu(ki o konsere öncelkli olarak CoB izlemeye gelmiştim fakat çıkışında aklımda Ensiferum kalmıştı). Canlı performansları da çok iyi olan grup başlangıç kadrosundan eleman değişiklikleri yaşasa da yolunda emin adımlarla ilerliyor. Albüm geçen albümdeki By the Dividing Stream gibi enstrümental bir parça olan Symbols ile açılıyor ve güzel olan bu intro albüme iyi bir başlangıç yapmamızı sağlıyor. İkinci parça olan In My Sword I Trust ise albümün hiti ve Symbols ile beraber konser girişi için ideal bir parça. Klasik Ensiferum melodileri içeren parçanın nakaratı ise Manowarvari sözleri ile şahsen beni gaza getiriyor ve albümden umutlanmamı sağlıyor. Sıradaki parça ise albüme ismini veren şarkı Unsung Heroes gayer melodik death metal tarzı bir girişle açılıyor çok fazla bir parlayan yanı olmasa da albümün hatırı sayılır parçalarından koro şeklinde giren nakaratı ise etkileyici buldum. Sıradaki parça olan Burning Leaves ise buzuki ile başlayan girişiyle güzel bir parçanın habercisi olduğunu belli ediyor tempolu ve gayet folk bir şarkı olan Burning Leaves yine bir koro nakaratla karşımızda fakat bu koro nakaratın çok yakıştığını söyleyemem o gaz havayı alıp daha çok duygusal bir havaya sokuyor ama genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Sıradaki parça olan Celestial Bond ise iki parçalı bir şarkı ve çok güzel bir bayan vokalle açılıyor. Albümdeki farklılıklardan biri koro vokaller, diğeri ise sayısı artan bayan vokalli şarkılar. Bu şarkıda ise Laura Dziadulewicz ' in sesine hayran olduğumu söyleyebilirim ancak bunu Ensiferum'a çok yakıştırdığım söylenemez. Celestial Bond'un ilk parçasında Laura'nın güzel sesinden sonra ikinci parçasında ise daha folk ama yine de melodik bir parça olarak karşımıza çıkıyor.

Retribution Shall be Mine ise albümün bombalarından, gayet tempolu tam Ensiferum parçası olarak başlıyor, uzun ve melodik bir solosu(beğendiğimi söyleyebilirim) ile gerçekten güzel bir şarkı olarak sonlanıyor. Pohjola melodik bir şekilde başlayan içinde koro vokaller barındıran ortalama bir şarkı. Last Breath ise güzel bir ballad ve koro ile desteklenmiş şarkının değişik bir havası var albüm içerisinde. Passion Proof Power isimli şarkıda Ulla Burger isimli bayan sopranonun vokalleri ve 17:01 uzunluğu ile sanki Gothic metal yapan bir grubun şarkısı gibi(Tarja'lı Nightwish gibi mesela) ve power metal ağırlıklı riffleri ile farklı bir parça olmuş. Albümdeki bonus şarkı olan Bamboleo'yu ise dinlemenizi önermem sadece albümün puanını düşürmeye yarayan bir şarkı olmuş hiç yakışmamış. Özetlemem gerekirse albüm From Afar'a yakın kalitede ama Ensiferum'un en iyi işi denilemez kesinlikle. Çağlar Durmaz Şarkı Listesi 01. Symbols -1:51 02. In My Sword I Trust -5:20 03. Unsung Heroes -5:55 04. Burning Leaves -6:04 05. Celestial Bond -4:15 06.Retribution Shall Be Mine -4:27 07.Star Queen (Celestial Bond Part II) – 5:55 08.Pohjola – 6:05 09.Last Breath – 4:30 10.Passion, Proof, Power – 17:01 11.Bamboleo [Gipsy Kings cover][deluxe edition bonus] – 3:45 Grup Petri Lindroos: Vokal, gitar Markus Toivonen: Gitar Sami Hinkka: Bas Emmi Silvennoinen: Klavye Janne Parviainen: Davul

7/10


ENSLAVED-RIITIIR Sanatçı:Enslaved Albüm Adı:RIITIR Tür:Extreme Progressive Metal Çıkış Tarihi:28 Eylül 2012 Şirket:Nüclear Blast

Enslaved 1991 yılında Norveçte black metal yaparak başladığı kariyerinde progresif adımlar atarak müziğine yeni halkalar eklemeye devam ediyor.İşte bu halkaların en son ekleneni olan RIITIIR isimli albümde Blodhemn albümünden sonra çıkılan progressive yolun son durağı şimdilik.Belov the Lights'tan itibaren her albümde irili ufaklı değişikliklere devam eden Enslaved bu albümde de progressive çizgisi ve black metal tınılarından ödün vermeden harika bir iş çıkarıyor.Bir önceki albüm olan Axioma Ethica Odini kadar harika,şaheser bir albüm olmasa da bence Borknagar'ın Urd albümü ile beraber yılın en iyi 2 albümünden biri.Enslaved gerçekten dünyada az bulunan ilham verici ve mükemmel şarkılar yazan bir grup.Albüme dönecek olursak albümün ismi “Rites” ve “Rituals” (“Ayin” anlamına gelen iki İngilizce kelime) kelimelerinin Norveççeye uyarlanması ile ortaya çıkmış ve “insanın kökleri” anlamına geliyormuş. Kapak fotoğrafı ise hem bir ritüel hemde ellerle oluşturulan ağaçla beraber insanın köklerine yapılan hoş bir gönderme. Şimdi albümü tek tek şarkı bazında inceleyelim.Thoughts Like Hammers adı gibi gerçekten kaotik girişiyle insanın beynine çekiç gibi iniyor daha sonra gelen melodik kısımlar brutal ve clean vokalli kısımlar çok uyumlu ve akıcı.Clean vokalli nakarat inanılmaz rahatlatıcı insanı başka diyarlara götürüyor ve yeniden main riffe bağlanıyor.7:05 civarında giren melodik kısım ise inanılmaz.Death In The Eyes Of Dawn melodik giriş riffi ile başlıyor 45. saniye civarında sakin bir vokale eşlik eden sakin bir melodiye dönüyor.Bu şarkının en vurucu yeri ise clean vokalli nakaratı.4:55 te eskilerden black metal riffleri ve vokaliyle güzel bir kısım giriyor ki sadece progresiflik aramayan benim gibi black metal de seven insanlar tarafından hoş karşılanacaktır bu kısım.Veilburner ise gayet progresif bir girişle açılıyor.1 dk civarında başlayan melodik kısımdan sonra vokalle beraber tempo kazanan müzik enfes.Roots Of The Mountain ise tam

bir black metal parçası olarak başlıyor tempolu ve agresif riffler ve davullar ve melodik bir pasaja bağlanıyor.Albümde giriş parçasıyla beraber en beğendiğim parça diyebilirim.Sıradaki parça albüme adını veren parça RIITIIR melodik girişi çok güzel bir clean vokal ile devam ediyor asıl beğendiğim nokta ise vokal aralarında kullandıkları geçiş melodisi gerçekten çok hoşuma gitti hatta brutal vokale bağlanınca ekstra zevkli dinlemesi.Klasik bir normal ritim davuluyla giren Materal ise çok güzel bir parça bende kişisel olarak girişi ile beraber iyi bir etki bıraktı albümün bombalarından.Solodan sonra giren kısım ise benim en sevdiğim kısmı çünkü headbang riffi var.Storm Of Memories yine progresif bir riffle başlayan bir parça albümün en progresif parçası olan bu parçanın güzel melodik bir nakaratı var.Ve albümün son parçası Forsaken 11:15 dk lık uzunluğuyla albümün en uzun parçası efektlerle ve klavye melodileriyle süslenmiş hoş geçiş kısımları davula bağlanarak melodik altyapılı brutal vokalli kısımlara bağlanarak çok iyi iş çıkarılmış bu parçada Opeth (tabiki eski şarkılardan bahsediyorum yeni Opeth Enslaved 'in ayağına kapansın) havası çok belirgin ve bu benim parçayı sevmem için çok yeterli bir sebepti çok değişken bölümleriyle albüme iyi bir kapanıs olmuş.Kısacası RIITIIR çok katmanlı müziği ile başlangıçta içine girmesi zor bir albüm olabilir ama dinledikçe inanılmaz zevk alacağınız düşünüyorum Çağlar Durmaz Şarkı Listesi 01.Thoughts Like Hammers - 9:30 02. Death In The Eyes Of Dawn - 8:17 03.Veilburner - 6:46 04.Roots Of The Mountain - 9:17 05.Riitiir - 5:26 06.Materal - 7:48 07.Storm Of Memories - 8:58 08.Forsaken - 11:15 Grup Grutle Kjellson- Bass, Vokal Ivar Bjornson- Lead & Ritim Gitar Arve Isdal- Lead & Ritim Gitar Herbrand Larsen –Klavye,Vokal,Synthesizer Cato Bekkevold - Davul, Perküsyon

9/10


Balmorhea Diskografi Balmorhea 2006 yılında Rob Lowe ve Michael Muller tarafından Teksas da kurulmuş ambient, post rock grubudur. Aslında çok kesin bir tarz söyliyemiyorum çünkü çok farklı, kendilerine ait oturmuş bir soundları var. Dinlerken kimi zaman God is an Astronaut tadı kimi zaman ise Chopin dinliyormuş gibi hissediyorsunuz ancak sadece azıcık . Birde bu tarz grupların müzikleri genelde hüzünlü, ağır olur. Ancak Balmorhea’da çoğu zaman bir huzur teması hakim. Moralinizi çökertecek parçaları da bulunmasına rağmen hemen hemen her zaman dinlenebilecek bir tarza sahipler. Müziklerinde genelde cello, keman, banjo gibi enstrumanlar ön planda. Ancak Lament, Steerage And The Lamp gibi çok sağlam piyano örnekleride bulunmaktadır. Grubun şimdiye kadar 5 albümü çıktı. Hepsi çok başarılı albümler olsa da, içlerinden All is Wild All is Silent’ı başlamak için önerebilrim. Özellikle Rememberance adlı parçayı türü sevmeseniz bile mutlaka dinlemelisiniz grup hakkında güzel bir fikir veriyor. Son albümleri Stranger ise geçenlerde çıktı. Ancak diğeralbümlere göre biraz zayıf kaldığını düşünüyorum. Fake Fealty, Dived dışında çok vurucu bir parçası yok, piyano da biraz geri plana itilmiş. Yinede son zamanlarda çıkmış başarılı albümlerden. Şu an 6 kişiden oluşan grup kadrosu şimdiye kadar hep Amerika’da, bir iki kerede Kanada’da konser vermiş. Biraz da az bilindiğinden ülkemizde konser için maalesef pek bir şansımız olmayacak gibi. Ancak yine de sonbahar gelmiş, havalar hafif soğumaya başlamışken grupla tanışmak için daha iyi bir zaman bulamazdınız.  Hem belli mi olur, bakarsınız bir gün buraya da uğrayıverirler. Aykut Kekeç

Balmorhea (2007) Rivers Arms (2008) All Is Wild, All Is Silent (2009) Constellations (2010) Stranger (2012) Grup üyeleri Kendall Clark — drums Rob Lowe — guitar, piano, melodica, banjo Michael Muller — guitar, banjo, piano Aisha Burns — violin Dylan Rieck — cello Travis Chapman — double bass


FİLM


“Greeting Programs !” İzlediğinize pişman olduğunuz filmler olmuştur kesinlikle, ama sebepleri farklıdır bu pişmanlıkların. Bazen filmin senaryosu/oyunculuğu/konusu kötü olur, zaman kaybı olarak düşünürsünüz. Bazı filmler ise gerek atmosferi, gerek oyunculuğu, gerekse senaryosu açısından içine çeker sizi. Çok güzel yazılmış, oynanmıştır. Ancak bunu izlediğinize de pişman olmuşsunuzdur, çünkü bu filmleri izlediğinizde yaşadığınız o farkındalık duygusunu kaç kez izlerseniz izleyin ilki kadar yoğun yaşayamayacaksınızdır. Blade Runner’ın, efsanevi The Thing’in, Poltergeist’in, E.T.’nin, Knight Rider’ın, War Games’in, Return of the Jedi’ın, 2010’un, Firefox’un ve dahası Star Trek serisinin en başarılı filmi olduğunu düşündüğüm Star Trek II: Wrath of Khan’ın çıktığı o efsanevi dönemde çıkmış bir film TRON. Ayrıca bu saydığım filmleri tümü gibi, TRON da ikinci gruba dahil. TRON’u duyanlar TRON’un anlamını merak ediyorlar. TRON, filmde Flynn’in arkadaşlarından Alan’ın yazdığı, Ana Control Programı’nın ve diğer sistemlerin birbirleri ile iletişimlerini denetleyen bir güvenlik programı. Kafanız daha çok karıştı değil mi ? Öyleyse hikâye ile ufak bir giriş yapayım ben. Bu kısım azıcık spoiler içermektedir, ben çok az bile spoiler istemiyorum derseniz diğer başlığa geçiniz. Ama o kadar spoilerı kadı kızı bile verir, kendinize gelin.

Hikâye Hikâyesi aslında hikâyenin gerçekleştiği ortam dolayısıyla oldukça eşsiz, çünkü hikâye devrelerde geçiyor. Ve zaman da mikrodevirlerle ölçülüyor.

Kevin Flynn genç iken çok başarılı/zeki bir programcıydı ve başarılı bir şekilde uygulamalar geliştiriyordu. Space Paranoids, Matrix Blaster, Vice Squad, Light Cycles gibi oyunları da kendi başına geliştiriyordu ve bunları çalıştığı firmanın server’larında saklıyordu. Bu oyunların geliştirilmesinde son aşamalara yaklaşırken firmaya Ed Dillinger isminde bir yazılımcı katıldı. Bu olayın birkaç gün sonrasında, Flynn’in geliştirdiği oyunların kodları server’da bir anda yok oldu. Dillinger oyunları çalmış ve ENCOM firmasına satmıştı. Zamanla bu oyunlar tüm oyun salonlarının #1 oyunları haline geldi ve Dillinger ENCOM firmasında yönetici seviyesine yükseldi. Flynn ise işten ayrılıp bir oyun salonu açmış, orada kendi yazdığı ve ENCOM’dan satın aldığı oyun makinelerinde oyun oynatıyor/oynayıp rekorlar kırıyordu. Flynn Dillinger’ın oyunları çaldığının farkında, ve bunu kanıtlamak için oyunun manifesto dosyalarında bulunan geliştirici bilgilerine ihtiyacı var. Çünkü bu oyunları kendisinin yazdığını kanıtlayıp oyunların getirisini geri almak istiyor. Bu yüzden ana kontrol programına gizlice sızıp o bilgileri elde edecek programlar yazıyor, ancak yine kendisinin tasarladığı tanımlayıcılar (recognizer) Flynn’in yazdığı programların sisteme sızmaya çalıştığını farkedip yokediyorlar. Flynn’in ENCOM’da çalışan iki arkadaşı, bir akşam oyun salonuna gelip onunla konuşuyorlar. Flynn, ana kontrol programı’na erişim sağlanan bir konsolun araştırma laboratuvarında kullanılabilir olduğunu öğrendiğinde, beraber şirkete doğru yola koyuluyorlar.


Ana kontrol programı, Flynn’in tasarladığı bir sistem. İşlevleri dolayısıyla bana direkt olarak işletim sistemi çağrışımı yaptı. Programları, programların isteklerini kontrol ediyor. Filmdeki sistem(grid)’i kontrol ediyor. Başlangıçta çok basit işlevleri varken, zamanla diğer programların fonksiyonlarını da kendisine kopyalayıp, o programları yok ederek daha da büyümüş ve filmin şimdiki zamanında Amerika’daki birçok firmaya erişip, Pentagon’a girmeyi planlıyor. Gittikleri zaman, Flynn direkt olarak konsolun başına geçiyor ve ona o bilgiyi getirecek kodları yazmaya başlıyor. Ana kontrol programı buna karşı koyamayacağını anlayınca, son kozunu kullanıyor ve Flynn’i grid’e aktarıyor. Peki nasıl?ENCOM’un ARGE kısmında geliştirilen lazer, karşısındaki fiziksel nesneyi atomlarına parçalayıp, o atomları lazer üzerinde tutabiliyor. Dijital ortamda yada fiziksel ortamda tekrar birleştirip yaratılabilir hale getiriyor.

Macera işte bu noktada başlıyor ve Flynn grid’de TRON ve birkaç diğer program ile ana kontrol programını yok etmeye çalışıyor.

için izin aldığı sandbox seviyesi gibi. Programlar dışında, ana kontrol programının komutlarıyla çalışan (ama aslında işletim sistemini kontrol eden programlarca yönlendirilebilen) recognizer’lar ve savunma tankları bulunuyor. Ki bunlar antivirüs sisteminin bir parçası, sistemin zararlı algıladığı şeyleri yokediyorlar. Ana kontrol programı çok şeytani bir yapay zekâya sahip, yukarıda da bahsettiğim gibi programların işlevsel fonksiyonlarını kendine kopyalıyor ve sonra oyun sahasına yolluyor. Programlar oyun sahasında, single-player modunun bilgisayar kısmını canlandırıyorlar ve ölene kadar oynamaya devam ediyorlar.

Disk savaşlarında birşey dikkatimi çekti. Counter-Strike oynamayanımız azdır, onun yanında yine Half-Life motoru ile yapılmış bir oyun olan Ricochet oyununa çok benziyor disk savaşlarındaki ortam. Buradan fikir aldıklarını düşünüyorum.

Hikâye kısmını olabildiğince az spoiler ile geçtik, şimdi filmin başka özelliklerinden bahsedeceğim. TRON’u TRON yapan yalnızca zamanında iyi olan efektleri, şu an bile insanda farkındalık yaratan yaratısı senaryosu yada iyi oyunculuk değil. Taşıdığı fütüristik öğeler, yaptığı göndermeler ve örnekler kesinlikle onu TRON yapan şeyler.

Flynn karakterine değinmek istiyorum, filmin adı TRON olmasına rağmen, Flynn başrol oyuncusu. Flynn oyunların yazarları olduğundan, ve bir kullanıcı olduğundan grid’de programların aksine, ekstra yetkilere sahip ve hikâyede zamanla bunun farkına varıyor. Aynı zamanda, gerek lightcycle isimli motor kullanılan oyun olsun, gerekse diskler ile oyun oynanan kısım olsun, Flynn o oyunları çokça oynamanın ve yazmanın verdiği yeteneğe sahip ve iyi beceriyor.

Grid tüm programların yaşadığı, ama aslında güç aldığı şey. Grid ve ana kontrol programı verdiğim örneklerde karışabilir, ama genel olarak grid denen olgu donanım ve işletim sistemi, ana kontrol programı ise bunun üzerinde çalışan ve her türlü programın çalışırken kullandığı şeyler

Flynn’i sakarlıkları, esprileri ve araç kullanma yetenekleri yüzünden Han Solo’ya çok benzettim. TRON Star Wars IV ve V’ten sonra çıktığı için, karakter konusunda Han Solo tabanlı çalışmış olabilecekleri bana mantıklı da geldi.

Peki Başka ?


Çığır Açıcı TRON kesinlikle çığır açıcı bir film. Efektlerinden henüz bahsetmedim, içerdiği ve anlattığı evreni şu ana kadar başka bir filmin bu denli çarpıcı anlatmadığından bahsetmedim, döneminden yada etkilediği şeylerden de bahsetmedim. Bu kısımda biraz onlardan bahsedeyim. Ve bazı istatistiklerden.

Efektler ile başlıyorum, çünkü ister inanın ister inanmayın ama gördüğünüz o parlak, göz yorucu, garip efektler, döneminde çığır açan ve TRON’a efektlerinde bilgisayar kullanılmış ilk film sıfatını veren efektlerdir. O dönemde çekilen Blade Runner olsun, Star Wars olsun genelde maketler ve dekor ağırlıklı görselliğe sahipken, TRON’un neredeyse tamamen bilgisayar/dijital efektlerle yapılmıştır. Bunun da onu görsellik açısından epey iyi bir yere soktuğu kanaatindeyim. Ve bugüne kadar, bilgisayarın içini TRON’dan daha güzel görselleyen bir film olmamıştır, kayıtlara geçsin -TRON:Legacy’i saymayalım. Çığır açıcı özelliklerinden birisi de bunca konuyu işlemesi ki, 1982 yılında hacking, multimedya, bilgisayar oyunları, global şirketler gibi şeyler daha çok eski değilken bunlar ana tema olarak başarılı bir şekilde işlenmiş. Programlara zekâ verilmesi biraz da Asimov’un felsefesinden alıntı olmuş olabilir, nitekim Asimov da en basit makinenin bile düşünebildiğini ve makinelerin hakettikleri değeri görmediklerinden bahsetmiştir zaman zaman. Etkileme kısmına geldiğimizde orada durmakta biraz yarar var. Nitekim TRON bilgisayar dünyasını daha gizemli, ilgi çekilebilir ve hareketli olarak gösterip birçok kişiyi bu alana ve efektleri sayesinde dijital efektlere yöneltmiştir, bu alana yön vermiştir muhakkak. Aynı zamanda TRON’a konusu itibariyle Matrix’in amcası demek hiç yanlış olmaz.

TRON (1982) incelememin sonuna gelirken kızmak istediğim ve Legacy’de de açıklanamayan bir konu var ki o da şudur; kullanıcı güçlerinin fazla hakkı yenmiş filmlerde. Flynn gibi bir kullanıcı, grid’de bu kadar yetkiye, yeteneğe sahipken, bu yeteneğini basit şeylerde kullanması gerçekten çok mantıksız. Matrix’te Neo’nun gücünü keşfettikten sonra sık kullandığını biliyoruz, ancak Legacy’de de görülüyor ki Flynn o gücünü keşfetmesine rağmen kullanmıyor/kullandırtmıyor senaristler. TRON’un başlangıçta Matrix’ten daha fazla kapasiteye sahip olduğunu düşünüyorum, ama ‘The One’ gibi ilgi çekebilitesi yüksek şeyler filmde maalesef kullanılmamış. Şimdi izninizle TRON: Legacy incelemesine geçiyorum, oradan devam edelim.

TRON: Legacy “He is TRON. He always fights for the users.”

TRON’u izledikten yaklaşık iki-üç yıl kadar sonra TRON: Legacy teaser’ını gördüm, dolayısıyla beklemeye başladım. Kısa bir süre sonra trailer’ı çıktı, efektlerin hayli aştığını farketmek çok zor değildi. Göz var nizam var neticede. O 1982 yılında çığır açmış, ancak şimdi yalnızca göz yoran parlak efektlere sahip TRON gitmiş, yerine tamamen 3D çekilmiş ve şahane bilgisayar animasyonlarıyla doldurulmuş bir TRON gelmiş. Evet, trailer benim ağzımı sulandırmıştı. TRON: Legacy büyük beklentiler yaratmıştı bende. Grid’de geçecek, tamamı 3D efektlerle süslenmiş müthiş bir film bekliyordum, ancak tüm konularda yanılmasam da biraz eksikti birşeyler bu yeni filmde.


Kadrosunda önceki filmde grid’i oluşturan ve sonrasında grid’in ana kontrol programından temizlenmesine yardım eden Kevin Flynn’i, orjinal filmdeki Jeff Bridges’ın bulunması kesinlikle bir artı etkiydi film adına. Ayrıca gözlerini çok güzel bulduğum, ama oyunculuğu konusunda biraz çekimser olduğum Olivia Wilde da kadrodaydı. Onun dışında kadro’daki oyuncular hakkında bir yorum yapamayacağım, incelediğimde herhangi biriyle herhangi bir filmde karşılaşmadığımı gördüm. Bu kadar giriş yeter, şimdi ilk film’in sonu ve ikinci film hakkında ufak spoilerlar içeren hikâye kısmına giriş yapacağım. İkinci filmde ana ilerleyişe bağlanana kadar ki kısmın özeti yer almakta aşağıda, buna göre dikkatlice sokun ayaklarınızı hikâyeye.

Hikâye Hikâyemiz ana kontrol programı’nın grid’den temizlenmesinden sonrasında geçiyor. Kevin Flynn, oyunlarının çalındığı açığa çıktıktan sonra ENCOM’da çalışmaya başlıyor ve zaman içinde CEO konumuna yükseliyor. Olayların üzerinden 7-8 yıl geçiyor ve Kevin evlenip, Sam adında da bir oğul sahibi oluyor. Sonrasında karısı ölmüş, bu olaylardan sonra basında Kevin’in şirketi yönetemeyecek durumda olduğuna dair haberler çıkmıştır. Kevin bir gün yine Sam’e grid ve TRON hakkında hikâyeler anlattıktan sonra, gece evden çıkar. Ve sonrasında uzunca bir süre hiçkimse ondan haber alamaz. Yaklaşık on yıl kadar sonra devam ediyoruz hikâyeye, ENCOM zaman içinde çok büyümüştür ancak Kevin’in yolundan sapmıştır. Kevin, bilgi’nin açık ve ücretsiz olması gerektiğini savunmuştur. Ayrıca kaybolmadan önce Flynn OS olarak anılan bir işletim sisteminin çıkmasını da sağlamıştır. Bu işletim sistemi ücretsiz ve açık kaynak kodlu olarak dağıtılmış ve ENCOM’un hisselerinin daha da değerlenmesini sağlamıştır. Flynn kaybolduktan sonra ise bu düşünce yapısı ENCOM’dan gitmiş ve daha açgözlü-gelir odaklı bir yapı yer almıştır yönetim kurulunda. Ancak Kevin Flynn’in oğlu Sam, hala ENCOM’un en büyük hisse sahibidir ve bu gidişata karşı çıkma amaçlı arada anarşik hareketlerde bulunmaktadır. Burada Hollywood’da her zaman kullanılan bir klişeye dikkat çekmek istiyorum; mühendis/hacker/zeki bir insanın oğlu/kızı da aynı şekilde olmak zorunda değil. Sam de Kevin gibi -babasının oğlu- bir hacker’dır ve ENCOM OS 12’nin çıkacağı gece ENCOM server’ına sızarak telefonu ile işletim sistemini internete upload eder ve server’da işletim sistemi yerine köpeği Marv’ın bir videosunu koyar. Bu tabi ki yönetim kurulunu sinirlendirir. Burada ufak bir ayrıntı dikkatimizi çekiyor; Kevin Flynn’in oyunlarını çalıp ilk filmde onları ENCOM firmasına satıp orada yüksek bir yetki elde eden Ed Dillinger’ın oğlu Edward Dillinger da yönetim kuruluna alınmıştır. Nitekim, işletim sistemini maddi kazanç ile satma fikri de ondan çıkmıştır. Ancak yönetim kurulundaki herkes bu düşünce yapısına sahip değildir, nitekim ilk filmde Kevin’ın ana kontrol programına sızmasında yardımcı olan Alan da yönetim kurulunda yer almaktadır ve şu anki maddiyat dayalı gidişatı devamlı eleştirmektedir.

Sam, işletim sistemini internete sızdırdıktan sonra güvenlik tarafından yakalanır ve nezarete atılır. Sonrasında çıkar ve göl kenarındaki iki konteynırdan oluşan evine gider. O akşam evine Alan gelir ve elinde bir çağrı cihazı vardır. Sam’e çağrı cihazına Kevin’ın bir mesaj bıraktığını söyler, sonrasında ise Kevin’in oyun salonunun anahtarlarını Sam’e verir.

Sam, o akşam motoruyla beraber Kevin’in arcade salonuna gider. Kapıyı açtıktan sonra şalterleri açar ve tüm oyunlar tekrardan çalışmaya başlar. Babasının kaybolduğu gece, sonraki gün için söz verdiği oyunun jetonunu atmamıştır ve yanında taşımaktadır. TRON makinesine gider ve jetonu atar. Ancak jeton attığı yerin altından yere düşmüştür. Jetonu almak için eğildiğinde, yerde makinenin kaydırıldığını belli eden izler görmüştür. Makineyi kaydırır ve arka tarafta gizli bir kapı görür. Yolu takip eder ve yol Kevin’in çalışma odasına çıkar. Odasının anahtarları kapının üzerindedir. Sam odaya girer ve odadaki dokunmatik masayı farkeder. Orada komut satırında son girilmiş komutları listeletir, oradaki ‘LLLSDLaserControl -ok 1’ komutu dikkatini çeker. O komutu girer ve birşeyler olmasını bekler. Arkasında bulunan lazer silahı çalışır ve Sam’i grid’e alır.


Sonrasında Sam recognizer’lar tarafından yakalanır ve grid giysisi giydirildikten sonra oyun alanına gönderilir. Disk savaşı için.

Sistem Nasıl Bu Hale Geldi ? Bu kısım ağır spoiler içerecek, çünkü grid’in nasıl tekrar corrupted hale geldiğini bu kısımda anlatacağım. Lütfen spoiler yemek istemiyorsanız bu satırdan sonra direk olarak diğer başlığa atlayın.

Kevin ilk filmde grid’i tamamen temizlemişti. Grid’i tekrar oluşturmak istiyordu ve bunun yalnızca kendisi tarafından yapılması güç olduğunu biliyordu çünkü kendisi yalnızca geceleri grid’de çalışabiliyordu. Bunun için yanına TRON’u aldı ve aynı zamanda kendi görüntüsüne sahip ve amacı kusursuz dünyayı yaratmak olan CLU adında bir program yarattı.

Grid’i muazzam bir şekilde oluşturuyorlardı, devamlı yeni programlar ve yeni özellikler ekliyorlardı. Ayrıca dijital DNA’ları da uzun zamandan sonra epey gelişmişti. Grid tasarlama aşaması ilerlerken, Kevin bir mucize ile karşılaşır. Nereden geldikleri bilinmeyen ve kendi kendilerine varolduklarını düşündüğü bir kavim Grid’e

doğru göç etmektedir. Bu kavim ‘Isomorphic Algorithms’ açılımına sahiptir, ancak filmde sıkça ISO’lar olarak duyacaksınız.

Bu kavim, genetik açıdan da mükemmelliyet taşıyordur. Çünkü onlar insanlara çokça benzemektedirler. Kevin evrim ile varolmaları, saf ve vahşi olmalarından dolayı onları insanların doğal/ilk hallerine benzetiyordu. Dijital DNA’ları çok karmaşık ve mükemmel dizilimlere sahipti. Hastalık, bozulma gibi şeyler genlerinde barınamıyordu. Bu da insanlık için çok büyük bir umut ışığıydı, Kevin de bunun farkındaydı. Kevin grid’i oluştururken ISO’larla karşılaşmasından sonra Dünya’da verdiği konferanslarda devamlı yeni bir hayat biçiminden, dijital varoluşluktan bahsetmeye başlamıştı. Kaybolduktan sonra insanları Kevin’in delirdiği fikrine sahip olmasına bir sebep de buydu. Kaybolduğu gece Kevin grid’e girdiğinde oldukça kötü şeyler oldu. Kevin TRON ile birlikte sohbet ederken CLU geldi ve bir darbe gerçekleştirdi. Dövüştüler ve TRON Kevin’in kaçması için kendini feda etti, Kevin en son TRON’un CLU tarafından yere serildiğini görmüştü. Ve sonrasında savaşarak grid’in dışına kaçtı. CLU, kontrol ettiği gruplarla birlikte tüm ISO’lara soykırım/arındırma uyguladı. Çünkü onları kusurlu olarak görüyordu. Kevin’in geldiği portal, belli bir süre açık kalabiliyordu. Ona erişemeden portal kapanıyor ve Kevin grid’de kapalı kalıyor.

TRON, Ben Çok Değiştim TRON: Legacy, TRON filminden kesinlikle çok farklı. Görsellikler yazımın başında da belirttiğim üzere aşırı derecede gelişmiş. İki görseli yanyana koysanız bile aradaki farkı rahatça anlayabilirsiniz. Legacy, tamamen 3D çekilmiş. Sinema’da izlediğinizde bunun farkına kesinlikle varıyorsunuz. 3D’deki derinlik muhteşem. Filmin çoğu grid’de geçtiği ve animasyon olduğu için göz zevkiniz tavan yapıyor Görsellikten saatlerce bahsedilebilir, çünkü ilk film gibi bu film de müthiş bir kademe atlayışı gerçekleştirmiş durumda. Ama biraz başka şeylerden de bahsetmek gerekiyor, mesela müzikler. İlk filmde müzikler o kadar ön planda olmamasına rağmen, Legacy’de bazı sahnelerde müziği gerçekten hissedebiliyorsunuz. Seçilen parçalar/müzikler yerinde ve epey başarılı. Özellikle sık sık çalan Daft Punk’ın ‘The Grid’ müziği insanı atmosfere sokuyor. Sizi sahnelere hazırlamakta başarılı olmuşlar.


Aksiyon sahneleri ilk filme kıyasla çok daha fazla ve kamera konumlandırmasını ilk filme göre çok daha başarılı buldum. Ve bu gerçekten kaliteli aksiyon sahnelerinin ortaya çıkmasına sebep olmuş. Efektler ve dokular da daha kaliteli olduğundan, aksiyon sahnelerinden Star Wars’taki ışın kılıcı düelloları kadar zevk aldığım yerler oldu. Özellikle disk savaşları ve laserflight’lar çok hoşuma gitti. Lasercycle’lar da epey gelişmiş, çok daha etkileyici olmuş. Ve de artık motorlar oval hareketler de yapabiliyorlar.

Yeni silahlar ve araçlar da eklenmiş bu filmde; ışın kılıcına benzer bir lazer kılıcı, laserflight’larda kullanılan planörler, lazer silahları gibi. Kullanıldıkları yerler itibariyle gerçekten önemli konuma sahipler ve görselliğe de yeteri kadar hitap ediyorlar. CLU ve Sam hakkında da bir çift lafım var. CLU’yu sık sık ana kontrol programına benzettim, gittiği yerin de o olduğunu düşünüyorum. Tüm yetkiyi elinde tutuyor ve bunu sistem karşıtı herşeye karşı kullanıyor, haklı olsalar bile. Ayrıca kusurlu bir kusursuzluk düşüncesine sahip, çünkü Kevin CLU’yu yaratırken kendi fikirlerini aktarmıştı ve o zamanlar Kevin kusurlu bir kusursuzluk fikrine sahip olduğunu kabul ediyor. Sam’e babasından birçok özellik geçmiş; iyi motor kullanıyor olması, atletik kabiliyetlerinin iyi olması, elektronik ile haşır neşir olmasıı gibi. Ben burada ilk filmde Kevin için yaptığım gibi, senaristler karakteri ortam için hazırlamış ve bunu mantıklı temellere dayandırmış yorumu yapıyorum.

Kalkalım Artık Biz TRON: Legacy, beni hikâye açısından TRON kadar etkilemedi. Nedeni ise TRON filminde yeteri kadar şaşırmış olmam. Ancak bir devam filmi olarak başarılı bulduğumu söylemeliyim, çünkü devam senaryosu çok zekice olmasa da sürükleyici yazılmış. Bu düşüncemde tabiki benim merak etmemin sebebi de var. TRON’un dört gün önce sekizinci bölümü yayınlanmış bir animasyon dizisi de var -TRON:

Uprising. Henüz izleme fırsatım olmadı, okuduğum yorumlar içinde de kötü birşey görmedim. Filmleri izlediyseniz ve bir TRON hayranıysanız size Darwinia ve Multiwinia oyunlarını öneririm, oynanılan mekanlar açısından ilginizi çekecektir. Ayrıca, TRON: Legacy’nin yine aynı isimde bir mangası varmış. Yazının sonuna geldik, bu bu denli uzun soluklu ilk film incelemem. Yazmayı atladığım ve beş dakika sonra ‘lan şunu da ekleseydim ya’ dediğim şeyler muhakkak olacak, onlar için kusuruma bakmayın. Dilerim umutlarınız kırık ayrılmıyorsunuzdur ve çok kötü yazmamışımdır. Eleştirilerinizi Facebook üzerinden yada mail yoluyla iletebilirsiniz -bkz. iletişim. Gelecek sayıda TRON: Uprising’i inceleyeceğim, bir sonraki yazıma kadar görüşmek üzere. Çağlar Bozkurt.


“Hayattan beklediğinizi bulamadığınızda, aslında beklentilerle gerçekliklerin çok farklı olduğunu fark ettiğinizde ne yapardınız?” ilanlarında buldukları birine yaptıkları bir telefon şakası sonucu Seymour (Steve Buscemi) ile tanışırlar. Seymour yalnız ve saplantılı bir koleksiyoncudur. Telefon şakası yaptıkları Seymour’u evine kadar takip ederler. Garaj satışında Seymour ile yaptıkları, plaklar üzerine konuşma sonrası Enid’in hayatı değişecektir. Terry Zwigoff, Enid’in belki de biraz acıdığı, biraz özenip hayranlık duyduğu Seymour’un hayatına girmeye çalışması ve değiştirmesini ve Rebeccayla git gide aralarının açılmasının hikayesini ustalıkla beyazperdeye aktarmış Filmin Trailerına http://www.youtube.com/watch?v=rq6AOc0ATnU

Ghost World Liseyi bitirdiğiniz yazı hatırlıyor musunuz? Bazılarımız için pek de eski bir tarih değil elbette, bazılarımız için ise siyah beyaz yıllıklarda kaldı. (yok daha neler, o kadarda yaşlımız yoktur herhâlde) Ne kadar eski olursa olsun hatırlanacak bir dönemdir. Liseyi bitirmiş rahat rahat tatilimi yaparım diye düşünürken, bir yerden de üniversite sınavının sonucunu ya da yerleştirme sonucu beklenirdi. Genel olarak lise sondayken sınava hazırlanılır, yapmak istediğimiz meslek belki ilkokuldan aklınızda, belki aldığınız puana göre sıralama yapıp biraz da şansa bırakırdınız. Fakat diğer seçeneği de göz artı etmemek lazım, direkt hayata atılmak. İşte yine bir çizgi roman uyarlaması olan Ghost World ile karşınızdayız. Daniel Clowes’un hikayesini yazdığı ve çizerliğini yaptığı eserin Terry Zwigoff yönetmenliğinde yine aynı adla beyaz perdeye taşınmış halini tanıtacağız. 2001 yapımı olan ve başrollerinde Thora Birch, Scarlett Johansson ve Steve Buscemi’nin paylaştığı bir film. Film yakın arkadaş olan, birbirlerinden farklı iki karaktere sahip Enid (Thora Birch) ve Rebecca’nın (Scarlett Johansson) liseyi bitirdikten sonraki yaz tatiline odaklanır, Enid’in hala yaz okulunda vermesi gereken sanat dersi kalmıştır. Üniversite okumak gibi bir planları olmayan ve çalışıp kendi hayatlarını kurmak, kendi dairelerine çıkıp yaşamlarını sürdürmek isteyen ikiliden, ilki Enid toplum tarafından hoş karşılanmayan, kendisi de diğer insanları umursamaz, onları kendinden küçük gören, işe yaramaz olduklarını düşünen bir kişiliğe sahiptir. Rebecca ise planını gerçek hayata geçirmekte daha hızlı davranır. İkilinin gazetenin kişisel

Filmde kullanılan müziklere, http://www.imdb.com/title/tt0162346/soundtrack Filmin adaylıkları ve kazandığı ödüllere, http://www.imdb.com/title/tt0162346/awards linklerinden ulaşabilirsiniz. Engin Küçükyeter


The Crow Kendinize ya da sevdiğinize yapılan bir haksızlığa, ihanete neden olan, bir şekilde canınızı yakan birinin peşine mi düşersiniz? Yoksa olan olmuştur deyip bırakır mıydınız? İntikam almak ister miydiniz? İntikam için hangi yolu seçerdiniz peki, uzun ve dâhine her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bir plan mı olurdu? Yoksa kısa sürede sonuç mu isterdiniz? Eğer Türkiye gibi bir yerdeyseniz kısa sürede sonuç alabileceğiniz bir şey seçmeniz daha uygun olurdu. Düşünsenize o kadar plan ardından intikam alacağınız kişinin trafik kazasında ölüp gitmesini kötü olurdu. Aslında intikam düşüncesi başlı başına sizi de kötü biri yapar bu yüzden gelin, öpüşüp barıştıralım, aranızı düzeltelim. Unutmayalım intikam her zaman daha fazla intikamı doğurur, bunları anlatmamın sebebi ise bir intikam filmi olan The Crow. Alex Proyas’ın ilk uzun metrajlı filmi olan The Crow James O’Barr’ın doksanlarda popüler olan aynı isimli çizgi romanından beyaz perdeye uyarlanmış kült kategorisine erişmiş bir film. The Crow James O’Barr’ın yaşadığı trajik bir olaydan sonra (Nişanlısı sarhoş biri tarafından kullanılan aracın çarpması sonucu hayatını kaybediyor) gazeteden okuduğu nişan yüzükleri için öldürülen çiftin hikâyesinden de etkilenerek, çizgi romanına başlamış.

Filmin konusu ise müzisyen olan Eric Draven ve nişanlısı Shelly Webster’ın düğünlerinden bir gün önce “Şeytanın Gecesi” diye adlandırılan günde, bir grup serseri tarafından saldırıya uğrayıp öldürülmesiyle başlıyor. Aradan geçen bir yıl gibi bir süreden sonra “Şeytanın Gecesi” diye anılan güne az bir süre kala Eric’in mezarına gelen bir karga intikamını alması için Eric’in hayata geri dönmesini sağlıyor ve karganın kılavuzluğunda!!! Eric’in intikam hikayesi anlatılıyor. Film ile ilgili olarak, bir kaç sahne hariç tüm sahneler gece gerçekleşmekte, yağan yağmur durmamakta, karanlık atmosfer ile gotik tema başarıyla yansıtılmakta. Kullanılan müzikler sahnelerle uyum içerisinde ve yağmurun altında çatıda gitarıyla boy gösterdiği sahne adeta bir Halil Sezai’nin ilk tohumları.(tabi yağmur altında elektronik gitar çalmak çarpılmanıza sebebiyet verebilir, önermiyoruz) Görsel efektleri ise yılına ve filmin bütçesine göre başarılı ama tabi ki bulunduğumuz yıldan bakınca biraz göz tırmalıyor. Söylemeden geçilmeyecek bir bilgi de, filmin başrolündeki Brandon Lee’nin çekimlerin bitimine kısa bir süre kala yanlış doldurulmuş bir silah tarafından vurulması ve hayatını kaybetmesidir. Eğer ölmeseydi iki hafta kadar bir süre sonra düğünü olacaktı. Vurulduğu sahne ise mezarından uyandıktan sonra evine gidip, geçmişi hatırlarken ki gösterilen flash back sahnesinde sırtından iki defa vurulduğu an. Daha önce oynadığı filmlerle pek kendisinden söz edilmezken böylesine başarıyı yakaladığı filmi izleyemeden ölmesi kötü olsa gerek. Tabi insan düşünüyor eğer bu kötü olay olmasaydı da bu başarıyı yakalaya bilir miydi? İlk filmden sonra gelen The Crow: City of Angels, The Crow: Salvation gibi filmler yapılsada ilk filmin başarısına yaklaşamamışlardır. Başka bir bilgi de, The Crow Remake’inin yapılacağı haberi. Fakat pek bir bilgi yok sadece söylenti olarak etrafta dolaşıyor. Tek doz halinde, hafiften yağmur yağarken, akşam karanlığında alınız. , Engin Küçükyeter

“Bir zamanlar insanlar birisi öldüğünde ruhunu bir karganın ölüm ülkesine taşıdığına inanırlardı. Ama bazen çok kötü bir şey olduğunda büyük bir keder de taşınırdı ve ruh rahat edemezdi. O zaman bazen, sadece bazen karga yanlış şeyleri düzeltmek için ruhu geri getirebilirdi…”


Ancak keşke biraz daha fazla olsaymış diyorsunuz. Bir de film hızlı bir tempo ile başlamasına rağmen ortalara doğru biraz yavaşlıyor, sonlara doğru tekrar hızlansa da beklentileri biraz düşürüyor.

Looper Pek gitmeyi planlamadığım bir filmdi Looper. Bu yüzden filmi izlemeye başladığımda hakkında pek az bilgim vardı. Filmin konusu şöyle; 2072 yılında zaman makinesi icat edilir. Ancak hemen ardından yasadışı kabul edilip kullanımı yasaklanır. Bunun üzerine mafya makineyi ele geçirir. O dönemde bir insanı öldürüp kurtulmak takip cihazları nedeniyle imkansız olduğundan, mafyalar zaman makinesini kurtulmak istedikleri kişiyi geçmişe gönderip orda looper adlı tetikçilere öldürtür. Hikayemiz looperlardan biri olan Joe etrafında dönüyor. Kendisini İnception’dan da tanıdığımız Joseph GordonLevitt, gelecekteki versiyonunu ise Bruce Wills oynuyor. Yani oyuncu kadrosu sağlam. Öncelikle zaman yolculuğunu konu edinen bir film için pek çok şeyi mantıklı bir şekilde açıklıyor. Bir iki tutarsızlık olsa da bunlar filmden keyif almanızı engelleyecek kadar belirgin değil. Ancak her ne kadar filmin başında pek çok şey anlatılsa da konseptin farklı olmasından dolayı başlarda kafanız biraz karışabilir.

Film distopik bir dünyada geçiyor. Burada en çok taktir ettiğim nokta baş karakterlerin sütten çıkmış ak kaşık olmamaları. Her şeyin yozlaştığı bir gelecekten onlar da nasibini almış, her insan gibi onlar da gri bölgede. Bir diğer nokta da evrenin özenilerek hazırlanmış olması. Film boyunca ufak tefek detaylarla yaşanılan çevre pekiştirilmiş.

Looper son zamanlarda vizyona giren güzel filmlerden. Bir iki ufak eksiği olmasaydı çok sağlam bir klasik olabilirdi. Ancak yine de verdiğiniz parayı hak eden orijinal bir film olmuş. Vizyondan kalkmadan gitmenizi tavsiye ederim.

http://www.imdb.com/title/tt1276104/ ,

Aykut Kekeç


Freaks and Geeks 1999 – 2000 yılları arasında yayınlanan, Dreamworks yapımı, tek sezon on sekiz bölümden oluşan ve ne yazık ki ilk sezondan sonra yayın hayatına son verilerek hakkı yenmiş, değeri bilinememiş komedi türünde bir gençlik dizisi. Fakat gençlik dizisi denildiğinde aklınıza gelen türden biraz farklı. Sınıfın yarısı ponpon kız diğer yarısı ise futbol takımından oluşan ve onların aşk ve eğlence hayatının anlatıldığı klişe bir dizi değil. Dizide iki grup var ve dizinin adından da anlaşıldığı gibi freakler ve geekler. Bunlardan ilki bir grup freak ve diğeri ise üç geekden oluşmakta, freaklerimiz lise öğrencisi iken geeklerimiz daha ortaokul öğrencileridir. Doksanlı yılların sonunda çekilmesine rağmen seksenlerde geçmekte ve birçok esere göndermeler yapmakta ayrıca başarılı müzik seçimleriyle gönlünüzde taht kurmakta. Konusu itibariyle başrolde derslerinde başarılı Lindsay’in freaklerin arasına girmek istemesi ve kendini onlara kabul ettirmeye çalışmasını anlatıyor. Freakler aile ilişkilerinde sorunlu, toplum tarafından başarısız tipler olarak görülürler onlardan bir beklentileri yoktur. Grubun asi çocuğu dersler ile alakası olmayan kız arkadaşıyla sorunlu bir ilişkisi olan Daniel rolüyle James Franco. Hayali bir müzik grubunda bateri çalmak olan Nick rolüyle Jason Segel ki şimdiler de How İ Meet Your Mother dizisinde Marshall karakterini canlandırmakta. Az konuşan, umursamaz tavırlarıyla Ken’i Seth Rogen ve Daniel’in kız arkadaşı Kim’i ise Busy Philipps canlandırmakta. Geek cephesinde ise ana karakter Linda’nın kardeşi ve onun iki arkadaşı yer almakta. Geeklerimiz, sosyal hayatlarında sorunlu, bilim kurgu – fantastik edebiyat ve rol yapma oyunlarına düşkün ortaokul öğrencileridirler eğer dizi seksenlerde değil iki binlerde geçseydi bilgisayar oyunlarına da ilgili olurlardı fakat şimdilik atariyle sınırlı kalıyorlar. Farklı bir gençlik dizisi arıyorsanız şans vermeniz gereken bir dizi. Bölümler genel olarak birbirinden bağımsız arada açıp izlenilebilecek bir dizi, en azından açılışını izleyin, dizimag’dan bir bölümüne göz atın.

.

Engin Küçükyeter

The Lost Room The lost room 2006 yılında The Sci-Fi channel’da yayınlanan 3 bölümlük fantastik bir mini dizi. Hikaye dedektif olan Joe Miller’ın (kendisini six feet under’ın Nate Fisher’ı) “Kayıp Oda” yı tesadüf eseri bulup, kızının odada kaybolması ile başlıyor. Toplamda 3 bölüm olması kısa gelebilir ancak bölümler uzun ve toplamda 280 dakikayı buluyor. Dizinin kurgusu oldukça orijinal. “Olay” diye adlandırılan bir şey sonucunda Sunsine motelin 10 numaralı odası ve içindeki her şey silinmiştir. Ancak oda bir yerde var olmaya devam etmektedir ve içindeki eşyalar çeşitli özellikler kazanmışlardır. Kimi insanlar da bu eşyaların peşine düşmüşlerdir. Bana Stephen King gizemini andırdı hafiften, ki gayet olumlu bir özellik. Ufak bir bütçe ile çekilen dizi, çekim olarak gayet başarılı. Oyunculuklar ise oldukça kaliteli Her ne kadar toplamda 280 dakikayı bulsa da, bittiğinde tadı damağınızda kalmış gibi hissediyorsunuz. Sonlara doğru olaylar güzel bir şekilde bağlansa da bu kurgudan daha çok konu çıkardı diye düşünmeden edemiyorsunuz. Yinede 4 5 sezonluk çoğu fantastik diziden daha iyidir kendileri. http://www.imdb.com/title/tt0830361/ Aykut Kekeç


zekice yerleştirilmiş olması gerçekten izlemeyi zor kılıyor. Benim umudumu kırdı.

“Üç bölümlük, bilim kurgu türünde bir İngiliz dizisi.” Böyle özetlemek çok yanlış olur, çünkü Black Mirror’a bilim kurgu alanına yaklaşımı çok başka. Ve bu kadar da basit bir dizi değil. Üç bölümünde size kan donduran ve farkındalık duygunuza seviye atlatan hikâyeler sunuyor. Ayrıca bölümlerde işlenen konular aslında o kadar fütüristik olmayıp, günümüzde gerçekleşmesi olası konular. Dijital kirliliğin hayatımıza etkisi. Bölümler kesinlikle senaryo açısından iyice doyurulmuş bölümler. Birinci bölüm bana en etkileyicisi geldi ki bunun birkaç bariz sebebi vardı. Toplumsal fikirlerin basın yoluyla ne denli fazla değiştiğine, düşünülmeden yazılmış iğrenç internet geyiklerinin bazı durumları nasıl etkilediğine ve basit eylemlerin ne denli büyük şeylere yol açacağına tanık oldum. Diğer bölümlerde de çarpıcı olaylar/plot twist’ler olduysa da birinci bölüm kadar etkileyici değildi. Bölümlerden de ufak ufak değinmem gerekir, çünkü her biri ufak birer film niteliğinde. Birinci bölümde İngiltere prensesi kaçırılıyor ve serbest kalması için, başbakanın bir domuzla canlı yayında çiftleşmesi isteniyor. Hikâyede toplumun tepkilerinin nasıl yönlendirildiği ve değiştiği insanı epey şaşırtıyor, gidişatı hayretle izliyorsunuz. Sanal alemin insanın mahremiyetine nasıl el uzattığını çok rahat gözlemleyebiliyorsunuz. İkinci bölüm de en az birinci bölüm kadar etkileyici, konu kapitalizmin özeti aslında. Dizide insanlar tüm gün enerji üreten bisikletlerin başına geçip para kazanıyorlar. Bu esnada dizi izliyorlar, reklam izliyorlar ve paralarını harcıyorlar. Dışarı çıkma şansları yok, yalnızca ekranlarla dolu birer odaları var. Bu sistemden köle olmaktan çıkmalarının ise tek bir yolu var, belli bir ücret karşılığında yetenek yarışmasına katılmak. Özellikle bu noktada şu an yaşadığımız hayata benziyor, hepimiz bu sistemin dışına çıkmak istiyoruz, ama aslında bir çıkış yok. En azından dizi, çıkışın da sistemde rahat yaşanılamayan ama bir yandan da sisteme destek veren bir yola çıktığını gösteriyor bizlere. Bu bölümde araya duygusal öğelerin de

Üçüncü bölüm ise teknolojinin geçmişimizi kayıt altında tutmasının aslında bizi ne denli kötü, ne denli paranoyak hale getirmesini anlatıyor. Gelecek zamanda geliştirilen ve insanların anılarını kaydedip tekrar izleyebildiği bir elektronik sistem var. Bu elektronik sistemin insan ilişkilerinde yarattığı etkiyi (kıskançlık gibi) anlatıyor. Bunu çok güzel bir senaryoyla aktarıyor, detaylara şaşırmadan edemiyorsunuz. Şu an facebook’la bile insanların geçmişindeki birçok bilgiye ulaşmamız gerçeği dururken, gelecekte neler olabileceği insanı biraz korkutmuyor değil.

Başta söylediğim gibi, Black Mirror değişik bir dizi. İngiltere’den çıkmış en enteresan dizilerden biri olduğunu düşünüyorum. Üç bölümü de etkileyici senaryolara sahip, özellikle son yıllarda yükselen teknolojinin hayatımızdaki sağlamlığını/vazgeçilmezliğini çok güzel senaryolarla eleştirmiş. İzlerseniz derinden rahatsız olacaksınız, çünkü bunlar çok uzak senaryolar değil. İzleyin ve çuvaldızı kendinize batırın. Not: Bu arada imdb sayfası 2.sezonun geleceğini gösteriyor. Merakla bekliyoruz. http://www.imdb.com/title/tt2085059/episodes?season=2 Çağlar Bozkurt


ÇİZGİ ROMAN


Sandman DC comics 1988 yılında eski karakterlerinden Sandman’i tekrar yayınlamak ister, ve bunu Neil Gaiman’a sunduklarında tek şartları şudur; isim aynı kalsın, onun dışında istediğin gibi bir seri yazabilirsin. Böylece yeşil bir pardesüsü ve gaz maskesi ile elindeki silahla uyku gazı püskürten bir karakter olan Sandman, Neil Gaiman’ın elinde uzun, beyaz tenli, siyah karman çorman bir saç ve gözlerinin olduğu yerde yıldızlar olan bir karakter olarak canlanır. Ancak değişim bununla sınırlı kalmaz bambaşka bir hikaye yaratır Neil Gaiman. Her birinin kendine ait alemi olan 7 kardeşten oluşan ölümsüz ve tanrısal güçlere sahip bir ailenin en büyük 3. Ferdidir Dream. Her gece uyuduğunuzda onun diyarına gidersiniz ve uyandığınızda bazen hatırlar, çoğu zaman ise unutursunuz. Hikayemiz Dream ve bazen de diğer aile üyelerinin etrafında dönüyor. Seri hakkında ilk değinmek istediğim karakter gelişimi. Şimdiye kadar gördüğüm en canlı ve gerçekci bir baş karaktere sahip Sandman. Hikaye boyunca sadece karakterin başından geçen olaylar anlatılmıyor. Bu olaylara karakterin tepkisi ve üzerindeki etkisine de çok güzel bir şekilde değiniliyor. Kurgu ise muhteşem. Neil Gaiman bol bol mitolojiden, cennet cehennem olgusundan, mitlerden çokça kullanmış ve birçoğu aslına uygun bir şekilde işlenmiş. Bu yüzden sürekli farklılaşan, asla rutinleşmeyen bir hikaye okuyorsunuz. Ancak burada hikayenin kimi zaman oldukça sert olduğunu söylemek istiyorum. Tecavüz, cinayet gibi temalar oldukça bol, bu yüzden kesinlikle kardeşinize hediye edebileceğiniz bir çizgi roman değil. Çizim konusunda ise ilk başta garipseyebilirsiniz çizimleri, çünkü çok farklı bir tarzı var. Ancak biraz okuyup alıştıkdan sonra görüceksiniz ki daha iyi bir

çizim tarzı düşünülemezdi. Genelde karanlık bir tarzda olan çizimler yer yer hikayeye göre değişiklik gösteriyor. Seri boyunca pek çok kez çizerler değişse de aynı ruhu korumayı başarmışlar. 1989 da başlayıp 1996 da biten seri ülkemizde 2000 yılında ilk cildi çıkmış, ancak yayın evlerinin politikalarından dolayı seri 2011 de ancak tamamlanabilmiştir. Serinin toplam 11 ciltten oluştuğunu düşünürsek ne kadar kötü ve uzun aralıkarla yayınlandığını görebiliriz. İşin kötü tarafı son ciltler çıktığı zaman piyasada ilk ciltlerin baskısı tükenmiş bir durumdaydı. Böylece ne yeni okurlar farkedebildi, ne de 11 yıl bekliyecek sabrı olmayanlar sonunu görebildi. Her ne kadar ilk ciltler daha sonradan tekrar basılmış olsalar da şu an piyasada bulunması zor bir seri. Eğer İngilizceniz iyise (ki burda belirtmeliyim dili biraz ağırdır.) orijinal halini almanızı öneririm . Sandman size bir çizgi romandan beklediğinizden çok daha fazlasını veren, her okuduğunuzda farklı bir yanını keşfedebildiğiniz, gerek hikayesi gerek diyalogları ile çoğu felsefi kitapdan daha derin, ancak onlar kadar ağır olmayan, tam anlamıyla yetişkinler için yazılmış bir eser. Sadece çizgi roman sevenlere değil, okumayı seven herkesin bakması gereken bir seri. . Aykut Kekeç


I came here to save the world and all you've done is try to crucify me.

-Thor

Ultimates Eminim çoğunuz Avengers filmini izlemiş ve hayran kalmışsınızdır. Bence de kendisi en başarılı çizgi roman uyarlamalarından biridir. Her ne kadar koyu Avengers fanları birkaç tutarsızlık fark etmiş olsa da, gerek çizgi romandaki gibi espri sahnelerinin bolluğu, gerek saf aksiyonu ile iyi bir çizgi roman uyarlaması olmuştur. Eğer daha önce Avengers’ı duymamış veya az biliyor iseniz filmden sonra daha da çok şey eşelemek isteyceksinizdir. Ancak 1963 den beri yayınlanan ve onlarca farklı yan serisi olan bir seriyi takip etmeye çalışmak gibi bir manyaklık yapmak(bknz. Ben) size göre değilse, buyrun aşağıda çok daha kısa bir versiyonuna göz atalım; Ultimates 2002 yılında Mark Millar ve Bryan Hitch tarafından hazırlanan, Avengers’ın nasıl oluştuğunu ve ilk zamanlarını anlatan bir çizgi roman. Çıktıkdan sonra satışları ve aldığı ödüllerin yanında başarılı kurgusu sebebiyle alternatif bir hikaye olması gerekirken asıl kronolojiye dahil ediliyor. Yani asıl Avengers’ın nasıl oluştuğu ve filmin baz alındığı çizgi roman budur. Tabii ki doğal olarak çizgi roman filmden daha farklı, daha güzel ve daha sürpizli. Öncelikle kurgudan bahsetmek istiyorum. Her ne kadar çoğu çizgi roman gibi lineer yapıda ilerlese de, bunu o kadar başarılı ve iyi yapıyor ki bir an bile klasik bir çizgi roman okuyormuş gibi hissetmiyorsunuz. Bunun en büyük nedeni hikayelerin sürükleyici olması ve karakterlerin çok güzel oturtulmuş olması. Tüm Avengers kadrosu çok iyi işlenmiş ve aksiyon dışında

birbirleri ile ilişkileri, gündelik hayatları da anlatılmış. Yani ortada ne saf bir aksiyon var, ne de aşırı karakter detayları ile boğuluyorsunuz. Her şey tam ayarında, olması gerektiği gibi. Bir de filmdeki orijinal kadronun yanında 4 tane daha karakter var. Bunlar; Wasp, Giant-man, Scarlet Witch ve Quicksilver. Daha önce XMen veya Marvel serilerine aşinaysanız tanıdık gelecektir. Ancak karakterleri ilk defa duyuyor olsanız bile çok önemi yok çünkü daha önce de dediğim gibi bu bir başlangıç sayısı ve tüm karakterler tanıtılıyor. Ultimates, Avengers filmini seven ve çizgi romanlarla ilgilenen herkesin okuması gereken bir seri. 3 kısımdan oluşan serinin maalesef sadece ilk kısmının yarısı 2004 yılında İntikamcılar – Üstün İnsan adıyla cilt olarak basıldı, daha sonra da az satış sebebiyle devamı gelmedi. Almayı düşünen arkadaşlar ya yurtdışından alıp ya da internetten indirip okuyabilirler. Aykut Kekeç


üzerinden gidilse de anlatılmak istenen basit bir “savaşta hayvanların da öldüğü” fikri değil. Yaptığımız eylemlerin nasıl da etrafı etkilediği, ve bunun hiç farkında olmayışımız. Hikayemiz sadece bu tema üzerinde dönmüyor. Bir diğer ağır basan nokta ise, özgürlük. O da savaş gibi defalarca farklı şekilde anlatılmış olsa da, bir de çizgi romandakini okumanızı öneririm. Çizimlerden pek bahsetmedim, aslında çok söyleneicek bir şey yok. Niko Henrichon bir tablo gibi çizmiş adeta. Okurken her karedeki özeni, detayı rahatlıkla görebiliyorsunuz. Eğer çizgi romanlara karşı bir önyargınız varsa veya çocukca buluyorsanız tavsiyem Bağdatın Aslanları’nı okuyun. Önyargılarınızı kıracak kadar iyi bir çizgi roman kendisi. Aykut Kekeç

Bağdat’ın aslanları Savaş ve doğurduğu sonuçlar hakkında şimdiye kadar hemen hemen her sanat dalında, medyada, sağda solda bir şeyler duymuş, okumuşsunuzdur. Neredeyse kime sorsanız söyleyecek bir iki lafı, kendi görüşü bulunmaktadır. Ve hemen hemen herkesin ortak fikridir savaşın ne kadar kötü olduğu, kaçınmamız gerektiği… Peki size soruyorum; savaş mağdurları dediğinizde aklınıza ne geliyor? Canlarını kaybeden masumlar mı? Üstlerinden gelen emirleri uyguladıkları için canını veren askerler mi? Peki ya çevre? Yanan bir orman mesela, Ağaçlarında kuş yuvalarının bulunduğu, toprağının altında köstebekleri olan ufak bir orman. Bu da sayılmaz mı? Veya sokaktaki kediler, köpekler. Onların da tepelerine bombalar düşmüyor mu? Veya bir göl, içinde yüzen canlıların olduğu… Bağdat’ın Aslanları, Brian K. Vaughan’ın yazdığı Amerika - Irak savaşı sırasında hayvanat bahçesinden kaçan 4 aslanın hikayesini anlatan bir çizgi roman. Daha önce Y the Last Man, Ex Machinea gibi ünlü serileri yaratan yazarın tek ciltlik bu hikayesi de en az diğerleri kadar başarılı ve derin. Gerçek bir olaydan esinlenen bu hikayede her ne kadar hayvanlar



Jazz Jackrabbit 2 -Carrotus’tan bir yâr gelir bizlereeee. 2-3 hafta oluyor sanırım bunu yazdığımdan önce, retro bölümü hakkında ne yazsam diye düşünüyordum. Aklıma doğrudan 2 seçenek geldi; Captain Claw ve Jazz Jackrabbit 2. En sevdiğim platform oyunlarıydı kendileri. Sonra hakkında daha çok şey söyleyebileceğimi düşündüğüm Jazz Jackrabbit 2’yi seçtim, Claw’ı gelecek sayıya saklıyorum. Sonrasında Windows 98'li bilgisayarların olduğu çağların sonlarındayız, henüz platform oyunlarının krallık dönemi bitmemiş ama çok yakında tahtlarını kaybedecekler. Kuzenlerimden bir tanesinde adını hatırlayamadığım -CD Oyun değil- bir derginin demo cd'si vardı, birkaç oyun kurmuştum o cd'den o zamanlar. Kurduğum oyunlar; Delta Force, DX Ball ve Jazz Jackrabbit'ti yanlış hatırlamıyorsam. Ufak, adı Jazz olan yeşil tavşanın kafasının bulunduğu bir ikonu vardı, ki yıllarca o ikon en çok tıkladığım şey oldu. Internet Explorer'ın bulunduğundan bahsetmeyi unutmuşum, affedin. DX Ball dışında tüm oyunlarım demoydu. Delta Force'un demosunu bitirmeyi hiç beceremedim, ama Jazz Jackrabbit 2. Abartısız şu ana kadar en çok oynadığım oyundur. O zamanlar ne buluyordum bilmiyorum ama, sonrasında oynadığım yıllarda grafiklerinden, müziklerinden ve çoklu oyuncu sisteminden çok hazettim.

Günlerden bir pazar, yıl 1998 idi. Oyunun sevdiğim yönlerinin birkaçını saymam gerekirse; silahlardaki çeşitlilik ve kullanım alanları, oyunun tamamen 2D platform oyunu olması, karakterlerin hareketlerinin dengelenmiş olması, müziklerin 8-bit olması, oyunun şirinlikten ölmesi, tek kişilik modun yeteri kadar tatminkar olması ve tabiki bölüm yaratma editörü(JCS). Müzik konusu ayrı olarak bir kültür oluşturmuştur, nitekim 1000'lerce fan yapımı haritada yine 1000'lerce yeni müzik bestelenmiştir. Bir ara Jazz2Online forumlarında 700-800 MB civarında bir müzik arşivi dolanıyordu, lakin izini kaybettirdi bana. Bulabilirsem bir ara kesinlikle ekleyeceğim bir sayıya. Bunun dışında Jazz Jackrabbit ve Jazz Jackrabbit 2 de yasal ve ücretsiz olarak dağıtılmaktadır, onların da indirme linklerini yazının sonuna ekledim. Demo’nun tek özelliği oyunun oynanış ve sistemini tanıtmak olduğundan bir hikâye mevcut değil, lakin ana oyun çok yoğun olmasa da bir hikâyeye sahip. Jazz Jackrabbit 1’in hikâyesini de veriyorum bağlantılı olduğu için; Jazz Jackrabbit 1’de Devan Shell isimli süper-zeki kaplumbağa, Carrotus gezegenini ele

geçirmek için Jazz’ın sevdiği ve Carrotus prensesi olan Eva’yı kaçırır. Hikâyenin devamı malum, Jazz Eva’yı Devan’ın elinden kurtarır ve sonrasında kral ve kraliçe Earlong, onun Eva ile evlenmesine izin verirler. Tabi ki Devan yılmaz ve zaman makinesi’ne enerji sağlaması için Eva’nın 24-havuç (24-carrot, 24-carat kelime oyunu yapılmış.) yüzüğünü çalar. Böylece tüm tavşanları Dünya’dan yok edebilecektir. Biz de bu yüzüğü bulmaya çalışırken, Devan’ın açtığı saçma sapan portal’larla abuk subuk evrenler içinde yolculuk yapıyoruz. Oyun chapterlara bölünmüş durumda, her chapterda bir boss dövüşü yapıyoruz. Ana oyunda 4 chapter var ve her chapter bölüm resimlerinden göreceğiniz üzere başka birşeye gönderme içeriyor. Listeleyip bu bölümlerin hikayelerinde bahsedeyim; ● Chapter I - Formerly a Prince / Purple Rain filmine gönderme yapılmış. - Bu bölüm zindanlarda geçiyor, Carrotus’un zindanlarında. Jazz ve Spaz olarak Carrotus’un zindanlarından ve yeşilliklerinden geçerek Devan’ın gizli laboratuvarına gidiyoruz. Orada da Devan’ı bulup, yoketmeye çalışıyoruz. ● Chapter II - Jazz in Time / Back to the Future filmine gönderme yapılmış. - Devan’ın robotunun patlamasından sonra açılan solucan deliğinde saçma sapan evrenlere yolculuk ediyoruz. Bazen Alis’in Harikalar Diyar’ında, bazen suların derinliklerinde, bazen de şehirlerde Devan’ı kovalıyoruz. ● Chapter III - Flashback / Burada kesin bir gönderme yok, yalnızca tasarımcıların/ senaristlerin 60’lardaki hippi akımına gönderme yapmak istedikleri düşünülüyor. - Bu bölüm daha önceden Devan’ı kovaladığımız bölümlerde geçiyor, deja vu yaşıyoruz. Ancak, Devan’ın biraz oynamasıyla. ● Chapter IV - Funky Monkeys / Donkey Kong oyununa gönderme yapılmış. - Devan izini kaybettirmek için ormana kaçıyor ve burada onu kovalamaya devam ediyoruz. Tam yakaladık derken, Devan cehennem’in kapılarını açıyor ve türlü türlü şeytani yaratığı üzerimize salıyor. ● Demo / Doom oyununa gönderme yapılmış. Ama öyle böyle bariz değil. Ayrıca bu resim ana oyunun son bölümü hakkında bir spoiler da içeriyor.


Bunun dışında bir bölüm DLC’si [Holiday Hare ‘98] ve ‘The Secret Files’ ile yeni bir sürümü yayınlanmıştı Jazz2’nin. DLC yılbaşı eşyalarıyla süslenmiş yaratıkların yer aldığı bölümler yer alıyor. Ayrıca Lori’yi ilk defa orada görüyoruz. ‘The Secret Files’ ise yanlış hatırlamıyorsam 7-8 bölüm içeriyordu, burada da Lori yer alıyor. Bu oyunla beraber oyuna şehir ve kara orman tilesetleri de eklendi, ayrıca bir de paskalya özel bölümü var. Multiplayerda bu oyun 1.24, eski oyun 1.23 sürümü olarak geçiyor. 3-4 yıl önce master’lar 1.23, newbieler 1.24 oynarlardı. Serverlardan rahatça farkedebilirdiniz zaten. Şu sıralar tüm serverlar 1.24’e geçmiş, ayrım kalmamış. İyi mi olmuş kötü mü olmuş bilemedim.

takım da bodoslama birbirine dalıyor. Ayrıca, Jazz+ oyunda kesinlikle kurulması gereken bir eklenti. Çünkü multiplayerı canlandırıp oyunun kullanımını kolaylaştırıyor. Oyunu durdurma, skorları sıfırlama, hareketleri dondurma, skor ekleme/çıkartma, zaman sınırı koyma, oyun içinde bölüm değiştirme ve daha birçok özellik bu eklenti ile oyuna komutlar kullanımıyla dahil olabiliyor. Multiplayer kısmının canlılığından söz edeyim, ben yaklaşık 3 yıl ara ara multiplayer Jazz Jackrabbit 2 oynadım. Oyuncu kitlesi her ne kadar yabancı ve toy insanlardan oluşsa da, epey geniş bir güruh var ve kaliteli oyuncu da bulmak tabi ki mümkün. Bir çok topluluk var ve hepsi de aktif olarak etkinlikler düzenliyor. Başlıcalarını sayacak olursam; Jazz2Online.com[1], JazzJackrabbit.net, JDC [The Jazz Duelist's Challenge].

Aranızda multiplayer sevmeyen var mı ? Oyunun single player kısmı yeteri kadar tatminkar, çünkü mükemmel platform öğeleriyle beraber epey uzun bir oyun süresi vaat ediyor site Ancak multiplayer kısmı ve silahlar da yeteri kadar zaman öldürücü. Multiplayer seçeneği ile LAN’dan yada internet üzerinden oynamak mümkün. Ve çok eski bir oyun olmasına rağmen, girince şaşırtacak kadar çok server online oluyor. Blaster, bouncer, freezer, seeker, rf, toaster, tnt, pepper spray, electro blaster oyun içinde sahip olabileceğiniz silahlar. Blaster elinizde bulunan silah ve yalnızca bir can götürüyor, kurşunu sınırsız. Onun dışındaki tüm silahlar da bir can götürüyorlar, ancak televizyon şeklinde olan ve o silahın resminin bulunduğu şeyi kırarsanız, silahınız süper moda geçer ve iki can götürmeye başlar. Ancak blaster dışındaki hiçbir silahta sonsuz kurşun yok. Her silahın kullanım yeri ayrı, nitekim bunları oynaya oynaya deneyim ediyorsunuz. İlerideki boş alan genişse rf kullanmak, orta uzaklıkta bir yerde rakibe ateş edilecekse seeker kullanmak daha mantıklı bir hareket olur gibi. Multiplayer kısmında oyunda default olarak yalnızca battle ve capture the flag (CTF) geliyor, ancak Jazz2Online forumlarından blur'un geliştirdiği Jazz+ eklentisi ile; Domination, Team Battle gibi oyun türleri de oyuna ekleniyor. Bu oyun türlerinden bahsetmek gerekirse; Domination’da iki takım da aralarda kristal şeklinde bulunan kontrol noktalarını elinde tutmaya çalışıyor. Tuttuğunuz süre boyunca da puan kazanıyorsunuz. Team Battle’da iki

Bu sitelerden kısa kısa bahsetmek gerekirse; JazzJackrabbit.net CTF oyun türü için hazırlanmış bir takım ligi, arada dünya kupası gibi şeyler de düzenleniyor. JDC, sezon içinde etkinlikler düzenleyen bir organizasyon. Her sezon etkinliklerde yaptıkları skorlara göre insanlar puan ve istatistik yapıyorlar, sezon sonunda ise kişisel bazlı ödüller veriliyor. Son olarak Jazz2Online ise; fan yapımı bölümlerin/programların paylaşıldığı, aktif bir forum sitesinin olduğu ve Jazz Jackrabbit ile alakalı haberlerin güncel olarak yayınlandığı bir site. Ayrıca 2008'de kurduğumuz ve 2009'da çok aktif bir dönem yaşayıp sonra sönmüş bir Jazz2Türkiye grubumuz da mevcut, lakin 2 senedir herhangi bir etkinlik düzenlemedik.Eski etkinlikler için aynı isimdeki Facebook sayfasına bakabilirsiniz. Multiplayer serverları için ufak bilgilendirmeler yapmamda da fayda var. DanZeal’ın birçok oyun server’ı bulunuyor; genel CTF ve CTF düello serverları 7/24 açık durumda. ZealDuels serverlarının şifresinin de happy olması lazım -en son öyleydi.


Gökkuşağı yaratabilecek miyim peki ? Evet. Bölüm yaratma programı; şu ana kadar gördüğüm en kapsamlı ve en kolay adapte olunabilen bölüm yaratma sihirbazına sahip Jazz Jackrabbit 2. Jazz Creation Station denen bir program oyunun hemen yanına kuruluyor ve sizin sihirli parmaklarınız'la yeni bölümlerin yaratılmasına çok büyük katkı sağlıyor. Haritalarda kullanılabilecek o kadar çok parça var ki, bazen aynı işleve sahip şeyler arasında renk uyumu bile seçim kısmında etkileyici olabiliyor. Yüzlerce harita ve bazı basit Jazz Creation Station eğitimleri Jazz2Online sitesinde mevcut, merak eden oradan bakabilir. Lakin kurcalayarak öğrenmesi gerçekten kolay bir program.

Sistem Retro bölümündeyiz, burada uzun bir süre sistem gereksinimi gibi birşey olmayacak -DOS konfigürasyonları dışında. Lütfen atlayınız, boş kalmasın diye yalnızca.

Kalkalım artık biz. + Çok göndermeli oyun bölümleri + Oyun süresi yeterli + Eğlenceli tasarımlar + Bir o kadar eğlenceli müzikler + Multiplayer oynamanın kolaylığı + Oyuncuların geliştirdiği şeyler - Eklentisiz multiplayer oynamanın zorluğu Tek-oyunculu modundan çok, çoklu-oyunculu moddan bahsettiğimin farkındayım. Ama Jazz Jackrabbit 2, bana kalırsa özellikle çoklu-oyunculu modda oynansın diye tasarlanmış. 10-15 kişi bile büyük haritada rahatlıkla oynanabiliyor battle/team battle/domination türlerinde. CTF’de 3 kişiden fazlası cılkını çıkartabiliyor. Ayrıca animasyonlardan, karakter çizimlerinden, dahası tüm o tasarımdan bahsetmeden edemem. Herşey o kadar şirin, o kadar eğlenceli, o kadar kaos içinde gözüküyor ki, bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Ölüm sahneleri, kuş yeme sahnesi, saçma sapan yaratıklar... hepsi birbirinden güzel. Son sözümde de şunu söylemek isterim; en iyi platform oyunları listesi yapılsa, Jazz Jackrabbit 2 kesinlikle o listede ilk 5’e girer. Platformseverseniz veya zamanının adıyla ‘Epic Mega Games’ ve şimdilerde ‘Epic Games’ olan firmanın, Unreal serisinden önce neler yaptığını görmek istiyorsanız JJ ve JJ2’yi oynamalısınız.

Son’a Ek Yazdıktan sonra dayanamadım ve indirip tekrar bitirdim Jazz2’yi. Son bölümü hard mod’da hiç ölmeden bitirdiğimi belirtmeliyim. Devan’ın morph oluşu hala beni sinirlendiriyor evet, ayrıca multiplayer oynamaya da tekrar başlıyorum. Beklerim. http://www.myabandonware.com/game/jazz-jackrabbit2bf http://www.abandonia.com/en/games/26379/Jazz+Jackrab bit+2+-+The+Secret+Files.html http://www.jazz2online.com http://www.jazzjackrabbit.net http://www.jazz2online.com/jdc/info.php http://www.jazz2online.com/wiki/ Çağlar Bozkurt


frp


Uyarı: Bu senin son şansın. Bu yazıya nasıl, ne şekilde, kimden ulaştın hiç onemli değil, bu senin ğeri donmek için son şans ın. Bu sayfaları yırtıp derğinin ğeri kalanını okumaya devam edebilirsin, veya bu sayfaları çope de atabilirsin, ya da şimdi ğozatma ğeçmişini silip bilğisayarını kapatabilirsin. Bunlardan birini yaparsan belki - BELKİ - normal hayatına ğeri donme şansın olabilir. Bunu ğaranti edemem, a ma eğer burada kesmeyip okumaya devam edersen birazdan oğreneceklerin ve ğoreceklerinin seni asla ğeri donemeyeceğin noktalara ğotureceğini bilmelisin. Diğer insanlarla aynı dunyayı paylaşmayacaksın artık. BU SON UYARIM. Peki oyleyse bunu sen istedin.

Einfuhrunğ in das Fantasie Rollenspiel Es ist klar. Wir sind hier, um Spaß zu haben. Aber was ist FRP? Ein Rollenspiel ist ein Spiel, in d em Spieler die Rollen fiktiver Charaktere bzw. Fiğuren ubernehmen und selbst handelnd sozial e Situationen bzw. Abenteuer in einer erdachten Welt erleben. Bei spontanen oder traditionale n Rollenspielen (wie Reuber und Gendarm) sind die Reğeln meistens implizit. Rollenspielen m eist in form eines oder mehrerer Handbucher vorlieğen. Besonders bei reğlementierten Rollen spielen ğibt's heufiğ einen Spielleiter, der auch die Einhaltunğ der Reğeln kontrolliert. . Kapierst du? Naturlich, nein. ***


esinlenmiş oyunlar türemeye başladı. Fakat bunlar günümüz deki örneklerine oranla daha çok "Tiyatro Oyunları" olarak adlandırabileceğimiz türden oyunlardı. 20li yılların başlarında New York City'de yetişkinler tarafındn oynanan bir assassin (suikastçı) oyunu ortaya çıktı. Temel olarak "Aha! Öldürdüm seni!" şeklinde oynanan bir oyundu.

Ah, korkmayın yazının devamı almanca olmayacak. Ufak

Arada birçok çeşit ve türde benzer RYO'lar ortaya çıkmıştır fakat onlardan bahsedip de kafa yormaya gerek yok.

bir DM latifesi. Şimdi yukarıda bahsettiğimiz genel açıklamanın üzerinden geçelim bir kez daha;

Fakat 1954'te Allan B. Calhamer tarafından yaratılan ve 1959da piyasaya sürülen "Diplomacy"den söz etmemek

Rol Yapma Oyunu, oyuncuların kurgulanmış karakterleri veya figürleri canlandırdığı, zorlu durumların üstesinden geldiği (Mesela ejderhaları kesmek, tanrılarla savaşmak gibi) bir oyun türüdür. Doğaçlama ve geleneksel oyun tiplerinde kurallar genel olarak belirlidir. RYO'lar genelde bir veya birden fazla el kitabının yardımıyla oynanır, çoğunlukla bir Oyun Yöneticisi bulunur; bu kişi oyunun gidişatını ve kuralları kontrol eder.

olmaz. Öyle ki aslında tüm dünyada oynanan ve orduların savaşması üzerine kurulu olan bir çok oyundan esinlenerek (mesela satranç bunlara örnek olarak gösterilebilir.) tasarlanmıştır. Özellikle üniversite çevrelerinde baya iyi bir yer edindi kendine. Aslında günümüzde kurulan fantastik macera kulüplerinin (örn. kulübümüz gibi) temelleri de bu dönemde atılmıştır. Bir çok üniversitede çeşitli kulüpler kuruldu. University of Minnesota Wargaming Society (Minnesota

Genel olarak tanımı bu. Ama elbette ki buradaki kadar yüzeysel ve can sıkcı değil. Çoğunlukla eğlencenin, şamatanın ve kahkahanın dibine vurulduğu oyunlar olduğu kadar aynı zamanda ciddi görevlerin üstesinden gelindiği, terleten oyunlar da vardır. Elbette ki her halükarda çok zevkli bir hadisedir.

Üniversitesi Savaş Oyunları Topluluğu) üyesi Gary Gygax adında bir genç bu oyunlara yeni bir soluk getirdi. 1971’de "Chainmail" adı altında bir oyun sistemi ortaya koydu. Chainmail bir tarih-savaş oyunuydu en başlarda, fakat zaman içinde ejderha ve büyücü gibi fantastik elementler de eklendi. Yine Minnesota Üniversitesinden Dave Wesely 1969’da bir oyun daha tasarladı. Braunstein adlı bir

Şimdi sizinle bu meseleyi ele alacağız. Nedir bu FRP? Nerede, nasıl, ne şekilde yapılır?

kasabada Napolyon döneminden karakterlerin canlandırıldığı bir oyundu.

Sınırları var mıdır? Son sorudan başlayacağım cevaplamaya; elbette ki sınırları yoktur. Sınırsız bir evrende aklınıza gelen her şeyi yapabilme fırsatı sunar size. Sıkıcı hayatınızda yapmaya fırsat bulamayacağınız veya "abi ben geç doğmuşum ya. Kılıcımla kahraman olmak isterdim" gibi hayallerinizi gerçekleştirmenize olanak sağlar. Hadi gelin biraz köklere inelim. RYO'ların geçmişi 16. yy. Avrupasına dayanıyor aslında. Bir grup gezgin oyuncunun başlattığı bu akıma Commedia dell'arte (Improvisational Theatre - Doğaçlama Tiyatro) adı verilirdi. Belirli konularda, belirli karakterlerle tamamen doğaçlama olarak gelişen bir hikâye sahnelenirdi. 19. yy. ve 20. yy başlarında "Jury Box" gibi Commedia dell'arte'den

"Blackmoor" ise bu duruma son noktayı koydu. Dave Arneson, "Chainmail" ve "Braunstein"ı sentezleyerek " Blackmoor"u ortaya çıkardı ve burada ilk defa hit point,


experience point, character level, armor class ve dungeon terimleri kullanıldı. Ayrıca tasarlanmış gridler ve figürler de

İlerleyen dönemlerde günümüzde yoğun olarak kullanılan

oyunun materyalleri arasındaydı. Ve bu toz duman arasında

sistemler de yaratıldı. Pathfinder, Vampire The Masquerade,

Arneson ve Gygax işbirliği yaparak kendileri gibi gençlerin ka

World of Darkness gibi.

rşısına Dungeons & Dragons'ı (Zindanlar ve Ejderhalar) çıkar dılar.

Sanırım bu kadar tarih dersi nasıl bir işe bulaştığını anlamana yetmiştir. O zaman sana vereceğim ilk ders "Yalnız değilsin." Hayır, elbette arkadaşlarını, aileni , kız arkadaşını kastetmiyorum. Kafanın içinde çok güçlü bir silah taşıyorsun. "Hayal Gücün" FRP oynamak için bir masaya oturduğunda, artık sen, sen olmaktan çıkıp bir elf ya da cüce olursun. Bunu asla unutma oraya oturma amacın karakterine bürünüp onunla bir olup hikayeye yön vermek. Peki oyun sırasında nelere ihtiyaç duyarız? Birazcık da onlara değinelim; 1-Karakter Kağıtları: Bu kağıda karaktere ait özellikler, skiller, zırhlar , silahlar, büyüler vs. not edilir. Karakter kağıdında genel olarak yeni başlayanları paniğe sürükleyen bir takım

70lerle Gelen Yeni Bir Çağ ve Ilk Modern RYO

kısaltmalar ve terimler bulunur. Ortak olarak kullanılan terimleri aşağıda açıklayacağım fakat bunların dışında her

Gygax'ın kurduğu TSR tarafından tam anlamıyla piyasaya

sistemin kendine has terimleri ve işleyişi olduğundan

sürülen ilk oyun Dungeons and Dragons (D&D) oldu. Deyim

sistemler arasında terim farklılığı gözlenebilir.

yerindeyse ortalığı birbirine kattı. İlerleyen yıllarda bir çok çakma kopyası türedi. 70lerin sonuna gelindiğinde ise TSR

HP (Health Point): Karakterin ne kadar canı olduğunu

Advanced Dungeons and Dragons'ı (AD&D) çıkardı. Öncek

gösterir. Karakterin yaratılışı sırasında hesaplanır ve karakter

i versiyonuna oranla daha derinleştirilmttiş kurallara ve

seviyesi arttıkça HP de yükselir.

sisteme sahipti. Öyle ki kuralları ve yardımcı elementleri içeren kitaplar ufak çaplı bir kütüphaneyi oluşturuyordu.

80'ler ve Buyuyen Endustri 80li yıllara gelindiğinde TSR edebi ve mitolojik içeriğiyle kendine büyük bir hayran kitlesi edindi. 1984 yılında TSR bünyesindeki çalışan sayısı 300'e ulaştı. Fakat bu büyüme ve hızlı yükseliş olumsuz eleştirileri engelleyemedi. Bir takım dini gruplar tarafından açılan davaları ve tepkileri de beraberinde getirdi. Elbette ki 80lere gelindiğinde artık TSR bu sahada rakipsiz değildi. Chaosium (Call of Cthulhu,1981), Iron Crown Enterprises (RoleMaster, 1980), Palladium (Palladium Fantasy Role-Playing Game, 1983) bu rakiplere örnek olarak gösterilebilir.


Ability Puanları STR (Strenght): Güç

yarısını alıyoruz. Küsüratlıysa bir üste yuvarlıyoruz. Üzerine de +2yi ekliyoruz.

Dex (Dexterity): Atiklik. Con (Constution): Dayanıklılık Int (Intelligence): Zeka Wis (Wisdom): Bilgelik Cha (Charisma): Sahip olunan karizmatik değerler. AC (Armor Class): Karakterin üzerinde bulunan zırhların ve yapısal özelliklerin toplamı sonucu hesaplanır ve karakterinizin defansı belirlenir. Skills: Skiller ise karakterin sahip olduğu yetenekler dir (Bunlara ilerleyen derslerde detaylı olarak değineceğiz). Oyun içinde yapacağınız aksiyonlar için skill check dice adı verilen bir zar atarsınız. Bunun sonucunda oyun yöneticisi o aksiyonu başarıp başaramadığınıza karar verir. Initiative: Bir combat'a girildiğinde veya bir

3-Oyun yöneticisi: Elbette ki bir oyun yöneticisine ya da

durumda öncelikle kimin hamle yapacağına karar vermek

genel adlandırılışıyla DM'e (dungeon master) ihtiyaç duyulur

için kullanılır. Oyuncular zar atarlar ve üzerine kendi

. Hikayeyi, kuralları ve NPC (Non Player Character) denilen

initiative puanlarını ekleyip, sonuçlar büyükten küçüğe

oyuncuların dışındaki karakterleri yönetir.

sıralanır ve hamle sırası belirlenir. 4- Ek materyaller: Oyun sırasında haritalara, battlegrid'e ve XP (Experience Points): Karakterinizin girip çıktığı

bir sürü boş kağıta ihtiyacınız olur. Bir sürü boş kağıtınız

maceralardan, durumlardan vs. kazandığı deneyimlerin

mevcutsa eğer DM bunlardan harita da yapar battlegrid de.

puanıdır. Bu puana bakılarak karakter seviye atlar ya da aynı

O kısmı sorun olmaz. Ayrıca oyuna daha farklı bir atmosfer

seviyeyi korur.

katması amacıyla bir takım figürler de kullanabilirsiniz. Karakter figürleri, kale modelleri, ev modelleri vs. gibi.

2-Zarlar: RYO'larda kullanılmak üzere tasarlanmış 7 çeşit zar vardır. Farklı durumlara göre farklı zarlar kullanılır. Sahip

Peki, öyleyse burada da sorun yoksa bir sonraki bölüme

olduğu köşe sayısında göre adlandırılırlar. Bunlar; d100, d20,

geçelim, Rol yapmak;

d12, d10, d8, d6 ve d4. Örn: d20 = 20 köşeli zar. d100 = Bu biraz kafa karıştırabilir fakat korkmayın 1

Karakteriniz yaratılırken normal özellikleri dışında bir geçmişe (background) ihtiyaç duyulur. Geçmişinde yaşadığı

00 köşeli bir zar değil. Temelde 10 köşeli bir zardır sadece üz

şeyler, arkadaşlık ilişkileri, travmalar vs. karakterin

erinde sayılar 10ar 10ar artar ve 100e kadar gider. d100 gen

oyun içindeki davranışlarını etkiler. Örneğin; küçükken

elde tek başına kullanılmaz, d10 ile birlikte atılır.

karakteri köpekler kovaladıysa köpeklere karşı bir korkusu

Örn: d100 = 40 geldi d10 = 6 geldi. Bu durumda 46 atmış olursun.

olabilir ya da ailesini orklar öldürdüyse orklara karşı büyük bir kin besliyor olabilir.

Kural kitaplarında zarlar bu isimleriyle anılırlar. Değişik ko dlamalarla yazılırlar. Örn: 2d6+4 = 2 tane 6 köşeli zar atılıp üzerine +4 eklenir. 4d8+STR = 4 tane 8 köşeli zar atılıp üzerine STR mo difier puanı eklenir. d3+2 = Şimdi iş bu aşamada ilginçleşiyor çünkü 3 kö şeli zar yok. Bu yüzden 6 köşeli zarı atıp çıkan değerin


Role iyi girmek her zaman oyunu güzelleştirir ve tam anlamıyla zevk almanızı sağlar. Oyun sırasında rol yaparken oyun dışı bir şey diyecek veya soracak olursanız bunu belirtmelisiniz. Yoksa bu cümleyi karakteriniz söylemiş gibi algılanır ve garip sonuçlar çıkar. Elf: Hadi cüce biraz hızlı yürü geride kalıyorsun. Dwarf: Tamam geliyoruz. Abi bu arada şarj aleti olan var mı? (WTF?!) Her ne kadar toplanma amacı eğlence olsa da RYO kendi için de disiplini olan bir hadisedir. Tabiki geyik çevireceksiniz , şamata yapacaksınız fakat bunu mevcut oyun disiplinini bozmayacak şekilde yapmak oyunun sağlıklı devam etmesine katkıda bulunur. Fuv! Ne ders oldu be. Sanırım bu derslik bunlar sana yeter. Elimden geldiğince bu köşede sana yardımcı olmaya çalışacağım fakat buradakiler sadece teoride kalacak . Bulduğun her oyuna katılıp tecrübelerini arttırarak daha iyi bir oyuncu olmak senin elinde. Kim bilir, belki günün birinde kural kitaplarını okuyup DM'liğe bile adım atabilirsin. Öyleyse gelecek ay görüşmek üzere. Esenle kalın hoşça kalın . Aykut Hacıoğlu


DENEMELER


Bin Diyarın Efendisi -Bütün kötülükler kökünü karanlıkla besler,karanlık gölgeyi hapseder,gölgesiz ruhun kimliği bir gizemdir,apaçık gerçeği örten şeytan karanlığın yaratıcısı ve kölesidir…kötülüğün barındığı yerde iyiliğe yer yoktur,yüce rehber inananların ışığını eksik etmeyecektir,çünkü tek gerçek ışığın içinden gelendir,ışık her gölgeyi eş kılacak olandır. (Işığın Kitabı , Mullendir II)Salaş barın kapısı İdunun Çağından beri yosun bağlamıştı,çatıyı tutan menteşeler isten renklerini siyah bir bulamaçın içinde yitirmiş,pencere tavanının ejdarha başları bakımsızlıktan derileri yarı yarıya dökülmüş ve parlaklığı yitirmiş birer iğreti silüete dönüşmüşlerdi.Bu eski harabeyi ayakta tutan şey eski çağların sihri,pelles çamının odunları idi. Diyarın en eski içkihanesi "Vamerkki",sahibi kendini adi bir suçlu,duygusuz bir gaddar olarak suçluyanları zerre umursamasa da yine de açıklama nezaketini kendince gösteren Bileyençınarlar ailesinden "Diyarın en iyi bileyen iş adamı Koswa Bileyençınar'dı,Nerdeyse Göbeği kadar büyük kel bir kafası,insanı ürküten görüntüsüne eklenen sert bakışları ve seyrek dişleri,üstünde 20 karanlık yıl boyunca giydiği yıkana yıkana saman rengine dönmüş olan hothot gömleği vardı. Her alagece vakti Vemerkkinin çürüyen kapısını barın köle hizmetkarları açar,ıslak pis kokulu kapıyı paramparça elleri ile ittirirlerdi.Yabandan gelenin en şanslı olanları bu tür bir işte ölünceye ya da sahipleri tarafından bir Köle-Barbekü Çekiştirme Festivalinde etleri pişirilip ,kanları ile beraber servis edilinceye yani kısacası öldürülünceye kadar çalışıp,hayatlarını sürdürebilirlerdi. - Yün gecenin kuyruğu aghhhh, Acele et işe yaramaz mormon… birazdan efendiler yaban avından gelecekler,bekleşen ahalinin içkisini ,kadınını ve erkeğini ver - Bahşet efendi... Koswa Bileyençınar hırıltıyla soluyan ,el derisi kuruyup dökülmüş kölesine baktı.Ekmeğini bu geceden itibaren 2 dilim daha artırmazsak bu kışı atlatamaz lanet olasıca ,diye düşündü.Bu kölesini 7 karanlık yıldan beri çalıştırıyordu , ppd23 efendisine pek zorluk yaşatmamıştı doğrusu,bütün o seneler boyunca en kötü durumdayken bile çalışmayı sürdürmüş ,sadakat yeminini asla bozmamış ve asla kaçmaya,isyan hareketlerine katılmaya,intihara ya da efendisini öldürmeye teşebbüs etmemişti. Diyarda,yeni bir yaban aldığınızda ilk 2 senenin önemini bilmeyen yoktur..çünkü en güçlü yaban bile vücudu tamamen çökmeden 2 sene dayanır, 4 seneyi doldurabilen yabanlar son derece nadirdir..İçini çekti Koswa ".. ama artık eskisi kadar kolay ve ucuz bir şekilde yaban bulunmuyor,lanet olasıca direnişçiler .." son kelimeleri bağırarak söylemişti,gürültünün had safhada olduğu içkihane de bir an herkes kısaca durup,başıyla hafif onaylar gibi baktı Koswa Bileyençayır'a

Zaman Gecenin zifiri karanlığında ilerlerken ,diyarın çoğu sakini vaktin duru geceyi epeydir geçtiğini farkedip evlerine kapanmaya , hala sokaklarda şurada burada olanlar Diyarın devasa saat kulesine bakıp ,serbest dolaşımın yasak olduğu "av dönüşü" vaktinin nedenli yaklaşmış olduğunu görüp panik içerisinde evlerinin yolunu tutmaya,yolunu bulamayacak kadar dumanlı ya da sarhoş olanlar kendilerine acil bir sığıntı yeri aramaya başlamışlardı. Vemerkki nin yatılı misafirleri kadın ya da erkek kölesini alıp odalarına çıkıyorlardı. Damlalar kan saatinin üstüne düşüp havuzu doldurdukça saatin kurt kemiğinden yapılma asırlık ibresi de av dönüşü vaktine doğru fırfır dönerek ilerliyordu, "Son damlacıklar" dedi Koswa,"6 damladan az kaldı... " İçkihane de herşey pratik bir düzen almıştı,Yerli yerinde Tabureler ve köleler tarafından telaş içinden temizlenmiş masalar,mutfakta saatler önce harlı ak ateşte hazırlanmış etler,soğuk ve sıcak diğer ziyafetlikler ve tabiki diyarın en iyi bağ bozumu şarapları ,sihrin menekşe özü,tatlı cin gözü ..herşey Yaban Toplayıcıları için hazırdı. "son 3 damla ..2,...1.." Diyar kapılarının devasa borazanı batıda uç denizinin oradan , ağlayan uçurumun kayalıklarına çarpıp şiddetini artırarak... Kuzeyden "Bourbon Ormanı sınırından güneye kadar uzanan ince cılız çalılıkları,araba yollarını ve av patikalarını sarsarak... Güneyden,hiç beklenmeyen bir Maceranın ilk haberini verirmiş gibi Rahiplerin Yasak Yolunun sınır kapısından çıkıp evleri ve dükkanları yalayarak..., Doğudan ise Kurt Tapınağının ve Eski Sarayın harabelerinin yanı başındaki Uluyan Kule kapısından Diyarın Efendisinin Konağını selamlayarak ... geliyor,borazan seslerini Yolun Rehberlerinin siyah mamut derisinden yapılma kara davullarının sesleri ve Kurt Tapınaklarının çan sesleri takip ediyordu, Diyarın her yerini,kilometrelerce mesafeyi dolduran bu sesler,Kasaba içlerinde "Serbest Dolaşım" zamanının bittiğini,Kasabalar Arası yollarda "Kısıtlandırılmış ve Yetkilendirilmiş Dolaşım Hakkının" başlayabileceğini söylüyordu. Geliyorlar .. Toplayıcılar geliyor , köleleri içlerini ürperten o eski korku ve telaş sarmıştı yine,Diyar borazan,davul ve çan seslerinin esiri olmuştu bir de dörtnala koşan at seslerinin ... Toplayıcılar avdan dönüyordu , Vemerkkinin kapısından içeriye ilk önce Batı dan gelen Toplayıcı kafilesi üşüştü. - Karanlıkta yolunu bulasın, Koswa - Karanlıkta yolunu bulasın,Efendi Gragäol - Soframızı iyi biledin mi ! Vakit yitirirsen seni de kafese atarım. Ama o koca bedenine uygun kafes olmadığından 2 parçaya bölerek. İçkihanenin içini kaba saba kırkdan fazla toplayıcının böğürür kahkahası inletiyordu şimdi, Gragäol sert siyah sakalının yolarcasına okuşuyordu,güldükçe eski avlar sırasında almış olduğu yaraların izleri de daha


belirginleşiyordu sanki.Koswa, telaşını saklamaya çalışırken soğukkanlılığın ispatı olduğuna inandığı şakalaşma yeteneğini kullanmaya çalışıyordu ama terlemesini durduramıyordu ,kölelerine hızlı olmalarını emreder bir bakış attı ve bozuk bir sesle - Merak buyurmayın Efendi Gragäol diyarın en bileyen tüccarının konuğusunuz.." diyerek yapmacık bir gülüşü suratına kondurdu. Gragäol servis masasına yumruğunu vurarak "Cin gözü doldur , yaratık" dedi.En yakın köle şişe ile beraber fırladı.. - Bahşet efendi Köle ppd23 yıllardır yalın ayak gezmekten parçalanmış taban derisinin sızıntısını hissetmeyi umursamaz bir şekilde yaralarını kanatırcasına mutfağa koştu. Efendilerin siparişlerini bekletmeden yerine getirmeye çalışıyordu. Bu esnada Vemerkki nin kapısından bu sefer de Doğu kolunun toplayıcı reisi Rawdgorn giriş yaptı. - Karanlıkta yolunuzu bulasınız, Doğudan 48 av bu durugece vakti .. - Karanlıkta yolunu bulasın,Rawdgorn, lakin iddayı kaybettin 53 av kafesimde sallanıyor şu an. Haaahaaha… - Uç denizinin keklikleri açık meydanda ,görünür halde çırpınıyorlar,sen hele bir de harabelerde avlan da sonra konuş Gragäol! Kafesler İçkihanenin kapısından dışarıya doğru düzensiz bir çizgi halinde sıralanmış , birkaç nöbetçi toplayıcı kölenin getirdiği ikramlarla yavaş yavaş kafayı bulmak üzereydi.Güney kolunun öncü süvarisinin fenerinden süzülen yapay ışık nöbetçileri az biraz da olsa toparlamaya başlamıştı, dik durmaya çalışarak "Karanlıkta yolunuzu bulasınız " diye karşılıklı selamlaştılar.Yeni kafesler sıranın en sonuna konuluyordu,Kıyafetleri paramparça bir zamanlar Diyar Ulusunun çocukları olan bu zavallılar,artık kafeste birer köleydiler.Kaderleri Diyarın Efendisinin Konağı'na yapılacak yolculuktan sonra belli olacaktı.Vemerkki nin içi dolup taşmıştı,toplayıcılar karınlarını doyurmuş , yeterince içmiş ve yorgunluklarını bi nebze de olsun atmış bir halde memnun birbirleriyle şakalaşıyor ,yabanlardan gözüne kestirdikleri kızlar hakkında konuşuyorlardı. Rawdgorn bu gece eski konuşkanlığına sahip değildi,ayın konumuna bakmış ve içinden hoş olmayan düşünceler gelip geçirmişti.Kendi de ne olduğunu açıklayamıyordu ama harabelerde avlanırken sanki birşeylerin şeklini görür gibi olmuş dolunayın ışığında gölgeleri karıştırdım heralde diye kendini yatıştırmaya çalışsada burnuna çiğ bir kan kokusu gelmişti...İçkisinin çoktan bittiğini farketti - Doldur ....

rse06 emri duymamış gibi,boş gözlerle ileriye içkihanenin girişine bakıyordu... - Doldursanaaaa köle rse06 kendinden değilmiş gibi birşeyler mırıldanıyor,gözleri inatla ileriye bakmaya devam ediyordu... İşte o an ne olduysa bir kara büyü gibi bir anda olmuştu,neşeli iniltiler ve kaba sesler durmuş,herşey aniden buz kesmiş gibi donmuştu. Rawdgorn boş kadehini uzattıktan hemen sonra oluşan derin sessizliğe birkaç seniye içerisinde ürpererek anlam veremez halde kala kaldı.Sesler bıçakla kesilir gibi birden kesilmişti.Rawdgorn ister istemez refleks halinde kılıcını çekip arkasına sıçrar gibi döndü,gözleri kapıya ulaştığı zaman o da diğer toplayıcılar gibi dondu kaldı ...Kuzey kolunun Reisi "Flufrown" üstündeki armalar olmasa tanınması güç bir haldeydi,yüzü pençe izlerinden paramparça olmuş ,kulağının biri koparılmış,ayağının teki küçük bir et parçası ile birbirine tutunmuşken diğer ayağı ile acıdan bayılmadan buraya gelebilmesi atının parçalanmamış olduğunu gösteriyordu,kolları pençe içinde elbiseleri paramparça ve kan kokuyordu... Derin sessizliği bozan ,bu hiç beklenmedik vaziyetteki Toplayıcı Reisinin ancak böyle derin sessizliklerde işitilebilir olan kısık ve korkudan çatlamış sesiydi.. - İsimsiz Efendiler... İsimsiz Efendiler... geri döndü! Bu cümleyi söyler söylemez yere yıkıldı Flufrown, şimdi bu kıyamet sessizliğine yüzlerdeki dehşetin iki katına çıkmış ifadesi de katılmıştı,sessizlik bir fısıltı dalgasına dönüştü,"İsimsiz Efendiler... geri mi döndü ...imkansız" ," Eski efendiler mi !?,geri mi döndülerrr .." mutfağın loş ışığında belli belirsiz birisi ağlamakla gülmek arasında kararsız gibi görünse de mutluydu,ppd23 o gece uzun süreden beri ilk defa gülümsüyordu "Kurtlar geri mi döndü" Devam edecek…. İlhan Çelebi



-”Bu kadar basit bir işi bile beceremediğine inanamıyorum.” -”Böyle konuşmanın benim dikkatimi dağıtıp işi geciktirmekten başka bir faydası olmadığının farkındasın, değil mi ?” -”Hmmmps.” İç geçirdi Kill’k, yanına yine heyecanlı bir çaylak gelmişti. ‘Rütbe atlayamamamın sebebi budur belki?’ diye düşündü, sonra da ‘Rütbeler çok umurumdaymış gibi’ diye mırıldandı ve güldü.

Viva la Devolution #1 – Prologue

-”Beceriksiz olduğunu söylemişlerdi ama, bu kadarını beklemiyordum.” dedi heyecanlı olan.

“İnsanı insan yapan canlılığı mıdır? Robotları dışlamamızın sebebi cansız olmaları mı? Canlılığı tanımla kafanda ve kafana takılan farkı söyle bana. Çünkü inan bana, canlı olmak sadece seks ve kavgadan ibaret değil.

-”Sağ elime taktığım eldivenimin altında olan metal kolumu gördün mü bilmiyorum ama, vurduğum zaman birçok kemik kırabiliyorum.” dedi Kill’k ve ekledi “İnanmıyorsan, odamdaki tutanakları inceleyebilirsin.”.

İnsanlar, aşağılık varlıklar. Haksız mıyım bu bakışımda? Çatışmam burada başlıyor, iç kavgam, benliğimle verdiğim savaş. Yıllardır radikal olarak süren tek kararsızlığım. Biyolojik insan kimliğinin hastası olan bir kısmım savunuyor bunu, seviyor insan doğamı o kısmım. Tembelliğimi, vahşiliğimi, irrasyonelliğimi seviyor. Ben aşağılık diyorum kendime bu yüzden, biyolojik dürtülerinden kurtulamayıp gelişmiş olduğunu zanneden bir aşağılık. Tek gerçekliğim şu an, dayanamamazlığım. Bu gürültüye, bu nefrete, beynimin içindeki kablolara ve elektrik iletimine dayanamıyorum. Yüzeyselliğe karşı, yapaylığa karşı midem bulanıyor. Hayatımın yaşanılabilitesi kalmadı artık. Son sözlerim bunlar sayın okuyucu ve ilettiği ‘sistemler’. Yoldaşlarım, elveda. Atomlarımın dağıldığı yerden sevgiler hepinize.” ~Kill’k Daktilonun son tuşuna da bastı ve sert yumruğuyla duvardaki koleksiyon parçası eski model bir silahın bulunduğu eski çerçevenin camını kırdı. Tozlar uçuştu etrafa. Silahı eliyle kavradı, içine çerçevede çıkardığı birkaç kurşunu koydu dikk. Kafasına dayadı, kabzayı kavradı ve tetiğe dayadı parmağını. Çekti tetiği, patladı silah ve elektrik akımı kana karıştı şiddetle. Son gördüğüm sahne buradan; eski teknolojik şeylerle dolu bir oda, klavyenin üzerinde arka tarafından kıvılcımlar, kablolar ve kan çıkan bir kafa. Şehrin, geceleri insan geçmeyen, sabahları insan geçemeyen yerinde iki genç. Ellerinde bir pankart var ve bir misyon beyinlerinde, yukarıdan geçen arabalara aldırmıyorlar bile. Titrek sokak lambası, patlayıp sönmemek için son direnişlerini veriyor. Ama yanacak çok yakında ve eğer belediye bu gece tenhalığında farkedebilirse, yeni bir lambayla değiştirilecek.

-”Niieh.” -”İç geçirmeyi bırak da şu ipi alıp afişi köprüye bağlamaya bak.” dedi ve ellerini çarptı Kill’k, “Çalış bakalım.”. Roland hızlıca afişi 4 yerden köprüye bağladıktan sonra, lazerle ipleri eritip köprüye iyice yapışmalarını sağladı. -”Şimdi toz olma vakti.” dedi Kill’k ve parmağındaki yüzüğe dokundu. Ve bir anda tüm sokak gerçekliğini yitirdi. Sokakta tek bir gerçek kalmıştı; o da az önce asılan pankarttaki karşıt düşünceydi, tabiata dönüştü, gerçekliğe dönüştü belki de. “Viva la Devolution!” İnsanların sessizliği, 21.yüzyıl’ın en büyük özelliği. Ve de gürültü, yine aynı şekilde. Şehir yine çok hareketli, öyle ki henüz inşa edilmekte olan ve dinamik hava trafiğinden yüksek bir katta bulunduğum bu binadan bakınca, bizim çocukları çok rahat seçebiliyorum kalabalıkta. Kamuflaj için takım elbise giydilerse de, toplulukta yavaş kalıp ne yapacağını bilmeyen iki saplar sadece. Toplumun robolüsyon devrimine tanık olup, buna ayak sağlayamamış saplar. Yavaşça yere uzanıp, kollarımı kafamın altına alıyorum. İkisi de duruyor, belli ki birşeyler oluyor aşağıda. İşaret bu muydu? Topluluk yarılıyor yavaş yavaş, işte bu, belediye başkanı Morris. Silahımı kuruyorum, büyük bir şölen var bugün! Bakarsın 1,5 yıl sonra ilk rütbe atlayışımı bugün gerçekleştiririm. Tahmin ettiğim gibi, yalnızca iki koruma. Sonuçta, şehrin göbeğinde belediye başkanına saldırmaya kimler cüret edebilir ? Bizimkiler kenara yaklaşıyor. Haydi çocuklar. Nefesimi tutuyorum. Odaklanmalıyım. 1, 2, 3, 4…

-”Çabuk, ipi bana uzat.” dedi gençlerden biri, yüzünden tedirginlik akıyordu.

-”Üç deyince Roland. Bir, iki-ÜÇ”

-”Uzatacağım ama düğüm olmuş. Sana naylon kullanalım demiştim. Hem biraz gevşe, etrafta kimse yok. Sadece duyarsız birkaç araba sürücüsü, yarısı da sarhoştur bahse girerim.” Dedi diğeri, yüzünde kızgınlıkla beraber hafif bir rahatlık da var rahatsız edici.

Howard’ın bağırmasıyla birlikte Roland ve Howard kalabalıktan fırlayıp, bir anda belediye başkanı Morris’in yanındaki korumaların sırtlarına yapışıyorlar böcek gibi. Sonra ufak bir yanık kokusu. Belediye başkanı Morris göğsünü tutuyor. Kan yok etrafta, yalnızca boşta olan bazı kablolar ve yanan birkaç devre. Morris etrafında dönmeye


başlıyor, motorları yavaşlıyor ve hareketleri insansılıktan çıkıp robotikliğe gömülüyor iyice. Kadınlar çığlık atmaya başlıyorlar. Topluluk dört bir yana koşturuyor. Ezilen onlarca insana rağmen, koşuyorlar hepsi önlerindekileri geçmeye çalışarak. Bastıkları kişiyi öldürdüklerinin farkındalığını görmezden gelerek. -”Roland, bana uy.” diyor Howard ayakkabısının kenarından çıkarttığı lazer bıçakla korumanın kontrol kutusunu delerken. Roland da aynı şeyi yapıyor. 21.yüzyıl’ın başlarında olsak belki, şu görüntü size pek birşey ifade etmez. Hatta Hollywood tarafından halkın beynini uyutmak için yüksek maliyetle hazırlanıp, beğenilmemiş başarısız bir filmi andırabilir size. 3 tane insansı robot, kısa devre yüzünden yanmış ve parçalanmış halde bir meydandalar. Ve etrafları cesetlerle dolu. Ama şu zamanda, bu olay ‘robolüsyon’ geçirmiş ülkelerde büyük sansasyon yaratacak. Roland hızlıca köprüye zıplıyor 20 metre yükseklikteki, Howard da peşinden. Ayakkabıları yanıp sönmeye başlıyor. Açıklığa koştuktan sonra, Roland parmağındaki yüzüğe dokunuyor ve beraber gerçekliklerini yitiriyorlar. Geriye yalnızca onlarca ezilmiş ceset ve üç tane insansı robotun yanmış, kanamış bedenleri kalıyor cansız meydan ile birlikte. Ortam hala kablo yanığı kokuyor. Devam edecek... Çağlar Bozkurt



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.