42 - MART

Page 1


İyiki Doğdun BKFK... Hatırlıyorum da Marmara Üniversitesine ilk geldiğimde hevesle öğrenci kulüplerine bakmış, ancak kendime göre birşey bulamamıştım. Sonra tesadüfen Anime Manga Kulübünün kurulmaya çalışıldığını keşfetmiş, bu oluşuma bende dahil olmak istemiştim. O zamanlar Anime kulübü henüz yeni kurulmaya çalışılıyor, Bilim Kurgu ve Fantezi Kulübü ise sadece bir fikirden ibaretti. Bu gün ise iki kulübün de 300’den fazla üyesi var. Ve daima katılınacak bir etkinlik düzenleniyor. Ve gururla söylemek istiyorum ki başka hiç bir yan amaç gütmeden, ortak zevklere sahip insanların buluşabileceği, beraber vakit geçirebileceği, yeni arkadaşlıklar edineceği bir oluşum yaratmak istemiştik ve bunu başardık. Bugüne kadar aramızda olan herkese çok teşekkürler. Bir sonraki doğum günümüzde daha da büyümüş olarak görüşmek üzere. 42’nin 5. Sayısına hoşgeldiniz. Aykut Kekeç


İÇİNDEKİLER Sayfa 5 – Dead Space Sayfa 8 – Intrusion 2 Sayfa 10 – Antichamber Sayfa 13 – Melodic Death Metal Sayfa 19 – Candlemass Sayfa 23 – Mors Principium Est Sayfa 24 – Stratovarius Sayfa 25 – Helloween Sayfa 27 – Gezgin Orman Sayfa 28 – Roverandom Sayfa 30 – Karakter Tanıtım: Ged Sayfa 32 – İnternet Dizileri Sayfa 37 – Awakenings Sayfa 40 – Haunt Sayfa 41 – Lone Wolf And Cub Sayfa 43 – Okko Sayfa 45 – Efsane Ateri Oyunları



Oyun

Bahtsız mühendisi karda necromorph…

Yılın oyunu olmaya benim açımdan aday bile olamayacak,

-Spoiler -

internetteki inceleme notlarının(93 95 falan var yahu) gerçeği hiç mi hiç yansıtmadığını düşündüğüm bir oyun olan Dead Space 3 başka bir başarıya imza attı: Yılın en çok konuşulan ve tartışılan oyunu…

Dead Space 3’te ise 2. oyunun 2 ay ardından gelen bir “Marker” olayının ortasında buluyoruz kendimizi. O eski necromorphlar ve bu sefer farklı olarak kanlı canlı insan unitologistler ile mücadelemize girişiyoruz. Açıkçası daha iyi bir açıklama yok çünkü oyunun başı gerçekten çok karambol başlıyor ve oyunun ikinci üçüncü bölümlerine kadar hikaye ancak oturuyor.

Son oyunla ilgili nerdeyse her detaydan bahsetmeden önce kısa bir “ Daha önce DeadSpace’te…” kısmı yapalım. -Spoiler– Öncelikle ilk oyun. Klostrofobinin tavan yaptığı ilk oyunda gelecekteki yıllarda insanlar tarafından antik bir uzaylı teknolojisi yani Marker’lar bulunur ve insanlara sınırsız enerji vadedeceği gerekçesiyle uzay gemilerinden birinde incelemelere ve üzerinde deney yapılmaya başlanır. Ancak “Marker” adı verilen bu heykellerin birkaç yan etkisi vardır. Etrafındaki insanları delirtmeye, halüsinasyonlara ve şiddete eğilimlere sebebiyet verir ama en önemlisi ölen insanlar artık ölü kalmaz ve necromorphlara dönüşürler. Burada biz mühendis Isaac Clarke olarak sevdiği kadını kurtarmak için bu üslerde dolaşmaya ve tüm bu kaosta hayatta kalmaya çalışıyorduk. Dead Space 2’de ise “Marker” lara tapan ve en tehlikeli gruplardan biri haline gelmeye başlayan Unitologistlerin direk bir Marker yapmasıyla çıkan olayları çözüyorduk.

İsterseniz son oyunumuza dönelim ve artık incelemeye başlayalım. Yalnız demedi demeyin. Pek çok incelemenin başında sözü edilen “Hiçbir oyun serinin önceki oyunlarıyla kıyaslanmamalı.”,“Yok efendim her oyun ayrı düşünülmelidir.” tarzı yaklaşımları çok toz pembe buluyorum ve yazımda gerek ilk gerek ikinci oyundan bol bol bahsedeceğim.

Sesi soluğu çıkmayan adamdan aşk üçgenine… Dead Space 3 ile ilgili tüm o tartışılan konulara değineceğim zaten ancak öyle bir şey var ki bu oyunda yani aklım almadı neden böyle bir şeye girişildiği… ilk oyunda konuşmayan, replikleri dahi olmayan bir karakter olan Isaac 2 oyunda konuşmayı ve nişan aldığınız yere yumruk atmayı öğrenmişti. Bunlar yerinde hareketlerdi. İlk oyundu sıkıntı


yaratıyorlardı. Yahu iyi de adamı ne diye aşk üçgenine soktunuz? Dead Space ile bunun işi ne? Senaryo oraya doğru hareket etti yapacak bir şey yok diyen arkadaşlar: etmeseymiş… Uzayda geçen hayatta kalma/korku tadındaki bir oyunda sürekli aşk böceği gibi dolaşmak oyunda hiçbir tat bırakmıyor. Sürekli karşınıza çıkan karakter iletişimleri…offoff. Önceki oyunlardaki yalnızlık hissi, sınırlı cephane,”ovv envanterde yer kalmadı şu küçük med-kitleri satayım yerine mid alayım. Plasmacutter’a yer kalsın. Ouv şimdi de pulse rifle…” tarzı düşünceler artık tarihe karışmış durumda. Her yaratıktan cephane düşüyor. Cephane düşmese med-kit düşüyor o düşmezse materyal… Hele ki co-op! Neyse …

Donmuş bir gezegen… yaratıcı değil de nedir?(!)… Hemen oyundaki bölüm tasarımlarına bir göz atalım. Daha ilk trailerlarında karşılaştığımız donmuş gezegen hepimizde şok etkisi yaratmıştı. Uzayda yalnız geçmesi karanlık olması gereken oyun bizi bembeyaz kar fırtınalarının olduğu bir gezegende geçeceğini söylüyordu. Ancak itiraf etmeliyim. Visceral Games’in bu konuda işin üstesinden gelmiş. Uzay gemilerindeki o dapdar koridorlardaki gerginliği artık iliklerinize kadar işleyecek olan soğuk ve 2 adım öteyi göremediğiniz tipilerde inanın hissediyorsunuz. Uzay gemilerindeki görevlerde sizi sürpriz ataklarla koltuklarınızdan hoplatan necromorphlar bu sefer sizi kardan fırlayarak korkutmaya çalışıyorlar. Ama oyunun genelinde yaşanan bu tutarsızlıklar burada da kendini gösteriyor. Adım başı karşılaştığınız ve öldürdükten sonra üzerlerine basarak yaratıklardan düşürdüğünüz mühimmatlar envanterinizi öyle bir şişiriyor ki “hanimiş necromorph gel pisi pisi” havasına bürünüyor oyun. Unutmadan söyleyeyim direk geçiş yapmanın insanları oyundan soğutacağı düşünülmüş ki ilk 8 bölümlük doyurucu bir süre yine o eski bildiğimiz uzay gemileri ve koridorlarında geçiyor.

Dur sakın bana yalan söyleme Visceral…çünkü inanırım… Oynanıştan bahsedecek olursak burada yine bir Visceral Games ayıbıyla karşı karşıyayız. Gamescom’da duyurulduğundan beri(ya da ben o zaman haber aldım ilk) aklımı kurcalayan kendi silahını kendin yap mekanizması gelmişti oyuna. Hani buna shooter oyunlarında şaşırmayıp doğal

karşılabilirsiniz ama hani survival hani cephane azdı? AHA! İşte burada bir kurnazlık yapıyor yapımcılar. Microtransaction ödeme sistemi. Yani artık benchlerden mermiymiş mühimmatmış alamıyorsunuz, craft edebiliyorsunuz. Ve artık her silahın mühimmatı da aynı(?!). Peki tüm bu alet edavatlar neyden craft ediliyor. Yaratıklardan düşen, çeşitli kapalı kutuları açarak elde ettiğiniz ya da oyunda başka bir yenilik olan mini bir radarbot ile bölümleri tarayarak topladığınız hammaddelerden. Aslında dediğim gibi uyanıklık tam burada devreye giriyor. Malzeme topladınız. Tabi ki her şeyden aynı oranda çıkmıyor. Mühimmatlarınız da zaten yaratıklardan yağmur gibi düşüyor. Peki nerde bu hammaddelerin asıl görevi? Kendi silahını kendin yap self-servisinde. Artık sınırlı bir silahınız yok dostlar. İlk oyunda hatırladığımız plasma-cutter bile modifiye ediliyor. Otomatik tüfeğimin altına bir linegun olsa ne güzel gider mi diyorsunuz, gitti bile. Ben otomatik tüfeğimi shot-gun yapıcam altına da dönen testere koyucam. Hay hay… Ama işte asıl önemli nokta şu : eğer uygun parçanız varsa. Yok mu? O zaman hammaddelerinizle craft edeceksiniz. Ama siz oyunu satın aldığı halde para vermeye devam etmeyi sıkıntı görmeyenlerdenseniz sizi her yerden fışkıran indirilebilir içerikler kısmına alalım. Size her şey serbest orada  Yapımcılar bu micro-transaction sistemini oyun tecrübesini asla etkilemeyeceğini söylemişti. YALAN. Bu vaadi gerçekleştirebilen daha firma yok sanıyorum(Guild Wars 2 gerçekleştirdi bence-Gökberk). Bir arkadaş benim tüm oyun boyunca ancak toplayabildiğim,


Artıları ;  İçerdiği aksiyon bakımından doyurucu Eksileri ;

locater(yön göstergesi) sağ git dediği halde sola giderek her yeri kolaçan ederek biriktirdiğim hammaddeden fazlasını masaya daha fazla para koyarak alabiliyor ve böylece ilk benchte istediği silahı oyunun daha başlarında açabiliyorsa bu oyundaki dengeyi bozar sevgili arkadaşlarım. Hele bir de demiyorlar mı Dead Space 3 en zor oyun olacak diye. Paldır küldür her yere daldığım doğru dürüst bir plan bile izlemeyerek ilerlediğim halde yalan söylemiyorum sanırım 4 defa öldüm(Zorluk derecesini yükseltmek çözüm olabilir buna -Gökberk). Ne kadar az değil mi? Dead Space gibi bir oyunu 11 saatlik bir oynanış süresinde sadece 4 defa ölerek bitirdim.Uzay görevlerinin bir hayli azalması da bunda etken. Zaten O2 sayacı direk 3-4 dakikadan falan başlıyor geri saymaya. Yani öyle ki bazı şeylere,sanki yapımcılar “Abi benim yeğen çok zorlandı o bölümlerde zorluğunu düşürelim oraların. Amca koskoca oyun yapıyorsun yeğenine kıyak geçmiyorsun dedi zoruma gitti”demiş , o yüzden bir müdahale gelmiş. Biraz da co-opa değinelim. Açıkçası bunun da değinecek bir tarafı yok. Story modunu sadece +3 gibi komik bir ek görev sayısıyla paşa paşa oynuyorsunuz. İşin ilginci co-op tek oyunculu modun değil de, tek oyunculu mod co-opun üzerine giydirilmiş gibi oyunda. Hani oyun zaten çıkarken 2 kişilikmiş gibi lanse edilmiş ama siz yalnız kalmış biri olarak tek kişi oynuyorsunuz. Pek çok sinematikte oynanabilen 2. Karakter olan Carver, “Hadi Isaac beni takip et.” ya da “hadi gidelim sensiz başaramam.” gibi laflar edip ortadan kayboluyorlar. Yani bu kadar belli edilmez ki.

Teknik detayımsılar Grafikler olarak diyeceğim tek şey şu ki Dead Space 2. Kaplamalar daha kötü bile olabilir. Ancak ışık oyunlarının çok lafı edildi o yüzden onun hakkını veriyoruz. Sesler bu oyunda bana biraz sönük geldi. Hani sanki bir dram filmine korku filmi efektleri verilmiş gibiydi ses efektleri. 1. ve 2. oyundaki korkmaları geçtim germiyor bile sizi.

 Seriye ters düşen bir oynanış  Micro-transaction sistemi(evet bence eksi)  Bazı kamera hataları (Isaac Clarke karakterini çok severim ama bu kadar yakından değil) Oyun imajına yakışmayan senaryo

Merak eden arkadaşlara ve “Marker”lara ne olduğunu merak eden oyunculara öneririm. Muhtemelen kötü bir oyun olduğunu düşünmeyeceksiniz. Ben de öyle düşünmedim ve eğlenerek oynadığımı da itiraf etmeliyim. Ancak seriden koptuğunu ve bunun kötü bir hamle olduğunu pek çoğunuz görecek,oynayarak hak vereceksiniz  Faruk Yaylaz


Oyun

İlerlemeli Vurmalı Oyun.

Çocukken atari salonlarına gitmişseniz veya hala sağda solda kalan 2 3 yerlerde denk geldiyseniz Metal Slug ismi size çok şey ifade edecektir. Bir jeton canavarı olmasına rağmen birbirinden farklı silahlar onlarca düşman çeşidi, farklı araçlara binebilmesi ile gelmiş geçmiş en iyi shoot em up oyunlarından biridir Metal Slug. Hatta oyun o kadar başarılı olmuştur ki hala farklı platformlara uyarlanmaktadır. Türe ilgi devam ettikçe yeni versiyonlar veya farklı uyarlamalar da çıkıyor doğal olarak. Intrusion 2‘de bu oyunlardan biri. Bağımsız bir yapım olan oyunumuz bakalım Metal Slug açlığımızı giderebiliyor mu? Oyuna herhangi bir ara sahne veya diyalog olmadan dan diye başlıyorsunuz. Açıkcası pek eksi bir özellik olarak görmüyorum bunu, zaten saf aksiyon dolu bir side scroll oyuna kimse hikaye için gelmiyor. Klasik bir iyi adam kötü adamların peşine düşer hikayesi olmasındansa, saf aksiyon dolu bölümleri tercih ederim ve Intrusion 2 bunu oldukça güzel bir şekilde başarıyor. Oyunun mekanikleri basit ama farklı. wasd tuşları ile hareket edip, fare ile ekranda istediğimiz yere nişan alıyoruz. Başta alışması zor gelebilir, hedefleri tutturmada sorun yaşayabilirsiniz, ancak zamanla alışıyorsunuz. Bir de oyunda fizik motoru mevcut. Ağaç kütükleri, koliler gibi eşyaları hareket ettirebilir ve normalde ulaşamıyacağınız yerlere ulaşabilirsiniz. Ayrıca bir kaç

bölümde önünüz bununla alakalı bulmacalar konuluyor, ancak öyle sizi düşündürcek şeyler beklemeyin.

Taramalı Lazerli Tüfek. Oyunda ortalama bir silah çeşidine sahibiz. Ancak biraz daha birbirlerinden farklılaşabilirlermiş. Yine de pek gözünüze batmıyor. Binebileceğimiz araçlar ise biraz kısıtlı, ancak pek çok kez karşınıza çıkmaları ve birbirlerinden sadece görünüş olarak değil, oynanış olarak da farklı olmaları güzel olmuş. Gelelim bir diğer beat ‘em up oyunların olmazsa olmazı boss savaşlarına. Oyunda 3 adet oldukça sağlam boss var ve bunlar multistage dediğimiz aşama aşama dövüşdüğümüz bosslar ve söylemeliyim ki oldukça zorlar. Açıkcası oyunun süresi kısa olmasına rağmen bossların zorluğu sayesinde oldukça uzuyor. Eh tabi burada hırs yapmazsanız oyunu bırakıp gitmeniz olası. Açıkcası bölümlerin güle oynaya geçilip bosslara gelince ter dökülmesi biraz orantısız olmuş. Zorluk azıcık daha ayarlanıp daha dengeli bir oynanı


çıkarılabilirmiş. Mevcut haliyle 1 saat bölüm içinde geçirdiyseniz bi yarım saat bossla kapışıyorsunuz e bu da haliyle bayabiliyor. Ancak bosslar oldukça güzel tasarlanmış hele ki final boss u görmeniz lazım.  Oyunla ilgili en büyük sıkıntım 720x540 çözünürlüğü olmasıydı. yıl olmuş 2013, cep telefonları bile HD iken böyle bir çözünürlük oynarken çok sırıtıyor. Eğer büyük ekranlı bir monitörde oyunu oynuyorsanız tavsiyem oyunu windowed modda oynamanız. Her ne kadar atmosferi baltalasa da daha rahat oynanıyor.

Abi Jeton Bitti Ya... Intrusion 2 tek bir kişinin yaptığı, kusurlarına rağmen oldukça güzel olan bir oyun olmuş. Bu aralar aksiyonu bol bir side scroll arıyorsanız tavsiye ederim. Hem bakarsınız Intrision 3 gelir. Açıkcası yüksek çözünürlük ve co-op desteği ile biraz daha uzun bir oynanış süresi eklendi mi yılın bağımsız oyunu olabilecek potansiyele sahip. Aykut Kekeç


Oyun

Mentor musun oyun mu belli değil. 

Sanırım şu ana kadar beni en çok zorlayacak olan yazıya hoşgeldiniz. Öyle bir oyunmuş ki Antichamber bazı şeyleri anlatamıyorum. Hani böyle bazen dilinizin ucuna gelir ya bazı kelimeler ancak demek istediğinizi tam olarak karşılamaz ya da bir türlü kullanmak istemezsiniz… Antichamber hepsini yaşattı bana. Bir anda yumulmadan önce yavaş yavaş ilerleyelim. Öncelikle Antichamber nasıl bir oyun bunu anlatmaya çalışayım size. Klasik bir birinci şahıs kamerası ve bulmaca oyunu tanımından çok, bir tarif yapsak daha iyi olur diye düşünüyorum. Portal’ın dünyasını, bulmacalardaki odalarını düşünün. Ancak ana yapı olarak açtığımız portalları değil de Q.U.B.E oyunundaki küpleri hayal edin. İçine birazcık da psikolojik roman serpiştirin. Anti-Chamber’ı elde ettiniz. Amacınız şu ki, birbiri ardına sıralanmış odalardaki bulmacaları çözerek oyunu bitirmek. Herhangi bir hikaye yok açıkçası zaten öyle soyut bir oyun olmuş ki nasıl bir hikaye uydurulabilirdi ben de bilmiyorum. Antichamber’ın bu saydığım iki oyundan farkı ana temasında geçiyor. Oyun boyunca sanki duvarların, bölümlerin hatta tüm oyununun sizinle iletişime geçtiğini ve size hayat ile ilgili şeyler öğretmeye çalıştığı hissine kapılıyorsunuz. Örnek vereyim; oyunun fragmanında geçen bir bölüm olduğu için anlatmakta sıkıntı bulmuyorum. Bir koridorun sonun geldiğimde kırmızı ve mavi olmak üzere iki tane merdivenle karşılaştım. Maviyi deneyince bir sonraki kata çıktım ve koridorda ilerledim. Ancak karşıma yine aynı merdivenler çıktı. Kırmızıdan yana şansımı deneyince yine aynı sonuçla karşılaştım.

Eh o kadar oyunlarla haşır neşir olunca belki belli bir algoritmada ilerleyince geçiliyordur diye düşündüm. Ancak çabalar nafileydi. Sonra aklıma geldi. Duvarda bir çizim vardı. Üstüne tıkladğınızda şöyle bir mesaj alıyordunuz. “Hayatta bazen yapılacak en mantıklı şey geriye dönmektir.” Hani geri dönmek konusunda haklıydı ama zaten o merdivenlere tek bir koridordan varmıştım. Oyunun başına ilerlemek niyeydi ki? Ancak Antichamber’ın nasıl bir oyun olduğu burada ortaya çıktı. Geriye döndüğümde eski koridor değildi artık. Yepyeni bir yoldu orası. Oyun boyunca bu çizimler sizi yol gösterici bir mentor edasıyla karşılıyor. Gerçekten de etkileyici cümleler bulmak mümkün.


Peynir peşinde koşan labirent faresi gibiydik. Antichamber’ın diğer bir özelliği ise bazı bölümler tıkalı. Yani yanlış yol, çıkmıyor bir yere…Siz de uğraştığınızla kalıyorsunuz. Bazen yekpareliğini bozduğunuz için yok olan küpler canınızı sıkıyor ve diğer bir özellik olan “escape” tuşuna bastığınız zaman döndüğünüz oda kurtarıcınız oluyor. Bu oda aynı zamanda menü işlevi de görüyor. Güzel ve farklı bir tasarım olmuş. O ana kadar geçtiğiniz tüm oda ve koridorlar bir duvardayken(ki bu haritadan istediğiniz odaya dönüyorsunuz) oyun kontrol ve ayarlarını yaptığınız tüm alt menüler bir başka duvarda. Antichamber’ın bazı bölümlerini geçmek için klişelerin ve bazen de mantığın dışına çıkmak gerekebiliyor. Oyunun size zıpla dediği yerde aslında mantıklı olarak zıplarsınız. Ancak Antichamber’da bu olay farklı işliyor. Çünkü zıpladığınız zaman altınızdaki zemin yok olup kendinizi farklı bir odada bulabiliyorsunuz. Hem de doğru yola zıplamayıp dümdüz bir şekilde ilerleyerek ulaşabilecekken… Bu farklılık ve özgünlük açıkçası oyunu varolduğu seviyeden bir üsttekine taşımış. Yoksa hikaye, grafik(ki uzun saatler oynamanızı kesinlikle tavsiye etmiyorum. Özellikle epilepsi hastalarına) ve ses bakımından çok büyük eksiklere sahip.

Açıkçası minimal bir temada olan ve sizi şaşırtmayı neredeyse her bölümde başarabilen Antichamber için keşke daha detaylı bir yazı yazabilseydim. Ancak bundan daha fazlasını yazmam incelemeyi bir tam çözüme dönüştürür. Bağımsız yapımcı kokusunu buram buram duyduğunuz bu oyuna kesinlikle vaktinizi ayırmalısınız. Faruk Yaylaz



Müzik

MELODİK DEATH METAL

Aykut' un geçen ayki tür (Post Rock) yazısından gaza gelerek bu ay ben de sevdiğim türlerden biri olan Melodik Death Metal türünü sizlere anlatayım dedim. Melodik Death Metal ile tanışmam lise yıllarıma dayanır. O zamanlar bir ergen olarak ben Metallica ve Iron Maiden dinleme aşamasını geçmiş daha ekstrem ve daha farklı türler dinleme arayışına girişmiştim. Ablamın da katkısı ile Opeth' in Blackwater Park albümüne başlamıştım. Daha önce brutal vokalli şarkılar dinlemediğimden dolayı ilk başta parçalara alışmam zaman almıştı. Leper Affinity ve Bleak parçalarını hala severek dinlediğim bu albümü baştan sonra pek çok kez dinledikten sonra benzer gruplar arayışına girişmiştim. 2006 yılında Headbang dergisinde gördüğüm İn Flames ve daha sonra Amon Amarth röportajları ilgimin bu yöne kaymasını sağladı. In Flames o sene Come Clarity albümünü , aynı senenin güz döneminde ise Amon Amarth With Oden On Our Side albümünü yayınlamıştı. İnternetten biraz araştırma yaptıktan sonra soundlarının Opeth'e benzediğini öğrenip grupların albümlerini edindim. Kulağıma her zamanki gibi ilk dinleyişimde çok farklı gelseler de alışınca bu iki albümü de sevdim ve grupların diğer albümleri ve benzer tarzda gruplar aramaya koyuldum. İşte o zamandan beridir İsveç Ekstrem Metal (Daha çok Melodik Death gruplarıdır bunlar) fanı ve sarsılmaz takipçisiyim. Şimdi de size türden bahsedeyim biraz. Metal müziğin gelişimi genelde Amerika ve Avrupa arasında oluşmuştur. 1950-60 'lardan gelen blues ve classic rock temelli ezgiler Sabbath'ı etkilemiş bunun sonucunda Heavy Metal doğmuştur. Daha sonra Amerikalı gruplar 80'lerde

İngiltere'den gelen Heavy Metal ve Punk akımlarından etkilenerek Thrash Metal'i ortaya çıkarmışlardır. Thrash Metal'den etkilenen Death, Obituary , Possessed, Morbid Angel, Cynic ,Atheist gibi gruplar da Death Metal'i oluşturmuşlar ve 80'lerin sonu 90'ların ortalarına kadar Death Metal altın devrini yaşamıştır. Tabiki bu sırada boş durmayan Avrupalı gruplar (Bolt Thrower, Carcass, Napalm Death, Entombed vs.) Amerika'da oluşan akımdan etkilenerek kendi tarzlarını oluşturmuşlardır. Carcass ve Napalm Death grindcore alanında ilerlerken Bolt Thrower ve Entombed Death Metal'i kendi tarzlarında yoğurarak kendi tarzlarını ortaya koymuştur. Entombed'un yanı sıra İsveç'ten özellikle de Göteborg bölgesinden pek çok Ekstrem Metal grubu türemiştir o yıllarda.(At The Gates, Grave, Unleashed, Tiamat, Dismember...) Melodik Death Metal türünün oluşumu belli bir süreç içerisinde gerçekleşmiştir. Entombed “ Left Hand Path” ve “Clandestine” albümleriyle İsveç'te , Carcass ise Necroticism – Descanting the Insalubrious albümleriyle bu yolu hazırlamışlar ve Carcass'ın 1993 çıkışlı Heartwork isimli efsane albümü bu türden esintiler barındırmıştır. Carcass parçalar bazında türe giriş yapsa da albüm olarak türün çıkan ilk albümleri At The Gates imzası ile çıkan Terminal Spirit Disease (1994) ve efsane Slaughter Of The Soul (1995)' dur. Bu albümler ile türün kalıplarını belirlemişler ve daha sonra çıkan gruplar da (geneli İsveç'ten) bu tarz işler yapmaya çalışmışlardır. Bu tür grupların başında Dark Tranquilllity, In Flames , Soilwork gelir.


Melodik Death Metal dinleyici açısından dinlemesi kolay fakat müzisyen açısından yapması zor bir türdür. Neden derseniz dinleyici olarak şarkılarda en çok akılda kalan kısımlar melodi kısımlarıdır ve şarkıların içine girmeyi kolaylaştırır. Fakat bu tür belli kalıpları olduğundan ötürü bunları kırmak zorunda olan (değişik yöntemlerle) gruplarla doludur. Bu da müzisyenler açısından bu türün zor yanıdır çünkü ya hep aynı işleri yapmakla suçlanıcaksınız ya da davayı satmakla. Tabiki bu hassas dengeyi tutturabilen gruplar var ama çoğu Melodik Death Metal grubu başladığı çizgiden çok farklı yönlerde şu an. Melodik Death Metal grupları genelde İron Maiden etkilenimli bir müzik yaparlar. Bunun sebebi ise İron Maiden 'ın kulağa çok hoş gelen melodiler yapması ve bunları şarkının içerisine mükemmel bir şekilde yedirebilmesidir. Bu İron Maiden melodileri ve Death Metal 'in agresif riffleri ,brutal vokal ve davul partisyonlarıyla türün genel prototipi ortaya çıkar. 94'ten başlayarak 2000'lerin ortalarına kadar altın dönemlerini yaşayan tür bu süreçte pek çok iyi grup ve albüm kazandırmıştır müzik piyasasına. Şu anda Melodik Death Metal' i eski dönemlerindeki gibi icra eden pek grup kalmasa da müziklerinin içine böyle melodiler yedirebilen gruplar hala baştacıdır gözümde. Şimdi bu gruplardan bazılarını tanıtmaya başlayayım.

At The Gates At The Gates için türün yaratıcısı ve öncüsü dersek yanlış olmaz. Anders ve Jonas Björler kardeşlerin önderliğinde yola çıkan grup 1990'da Göteborg 'da kurulmuştur. İlk yıllarda klasik Death Metal tarzında eserler veren grup Terminal Spirit Disease ve Slaughter of The Soul ile türün kapılarını açmıştır. Anders Björler'in yazdığı riffler daha sonra çıkacak gruplara ilham vermiş ve Melodik Death Metal'in temellerini oluşturmuştur. At The Gates tüm bu iyi özelliklerine rağmen 1996 'da dağılmış daha sonraları 2007

ve 2010' da turneler üzerine bir araya gelmiştir.Toplamda 4 albümü bulunan grubun önereceğim albümleri Slaughter Of The Soul (kesinlikle dinlenmeli) ve Terminal Spirit Disease' dir.Şarkı olarak önerilerim ise Blinded By Fear , Cold,

World Of Lies size iyi bir başlangıç olur.

Dark Tranquillity

At The Gates için herşeyi başlatan grup demiştik , Dark Tranquillity ise In Flames ile beraber bayrağı taşıyan 2 gruptan biridir. Kuruluş tarihi olarak herşey 1989'da başlasa da Göteborg'lu bu heyecanlı gençlerin ilk albümleri olan Skydancer 'ı yayınlamaları 4 yıllarını alır. Bu ilk albümlerinde Melodik Death Metal'den ziyade Black/Folk karışımı bir tarz izleyen grubun vokalist Anders Friden'i In Flames ' e yollayıp In Flames vokali Mikael Stanne'yi alıp kadrosunu oturtması ile 2. albümleri olan The Gallery (Bu grubun dinlenmesi gereken albümü) ile Melodik Death Metal 'e başlarlar. Melodik Death Metal 'e yenilikler getiren grup olarak görülür Dark Tranquillity. Çünkü bayan vokal ve klavye kullanımını onlar bu arenaya sokmuşlardır. Ayrıca türün kalıplarından sıyrılmak amacıyla büyük değişikler yerine her albümde küçük değişikliklerle hem kendi tarzlarını özgünleştirmişler hem de dinleyicilerden negatif tepki almamışlardır. Bu nedenden ötürü Dark Tranquillity 'e çok saygı duyarım. Albüm bazında önerim yukarıda belirttiğim The Gallery ile beraber The Mind's I ve Projector olacaktır. Şarkı açısından Punish My Heaven ,

Lethe(Nothing Else Matters Metallicacısı 'nın Dark Tranquillty versiyonu olan şarkı ) , The Wonders At Your Feet ve Insanity's Crescendo size önerilerim.


In Flames İtiraf etmekten çekinmiyorum Melodik Death Metal müziği içerisinde en sevdiğim gruptur In Flames.(Tabiki eski hali) . Yukarıda da belirttiğim gibi Dark Tranquillity ile beraber hem bayrak taşıyıcısı hem de standart belirleyen grup olmuştur In Flames bu arenada. 1990 yılında Göteborg 'da Jesper Strömblad tarafından kurulan grup aslında başlarda Jesper 'ın asıl grubu olan Ceremonial Oath'ın yan projesinden başka bir şey değildi. İlk albümlerinden 4. albümleri olan Colony 'e kadar geçen sürede grup bu yüzden pek çok eleman değişikliğine gitmiştir. İlk albümleri olan Lunar Strain daha çok Folk Metal tarzında olan grup Subterranean Ep 'si ile dikkatleri üstüne çektikten sonra Jester Race ve Whoracle albümleri ile zirve yapmıştır. Daha sonra Colony ile beraber ilk kesin kadrosunu oluşturan grup bunun üzerine şarkı yazımlarında basitliğe (chorus-verse düzeni) ve şarkı sözlerinde catchy diye tabir edilen şekle geçmişlerdir. Ayrıca grubun asıl güçlü yanı olan gitarlar daha basite indirgenip şarkılar vokal üzerinden ilerlemeye başlamıştır. Bundan dolayı Reroute To Remain albümüyle beraber grup daha çok Alternatif Metal adı altında ilerlemeye başlamıştır. Aslında In Flames ile Metallica'nın kariyerleri çok benzer bence. Kötü prodüksiyonlu fakat kaliteli ilk albüm (Lunar Strain- Kill'em All) , gelecekte olacaklara ışık tutan harika bir 2. albüm (Ride The Lightning – The Jester Race ) , Efsane bir 3. albüm (Master Of Puppets – Whoracle), eskisine göre biraz farklı ama taviz vermeyen 4. albüm (And Justice For All- Colony) , tarz değişimlerinin belli olduğu 5. albüm (Metallica – Clayman). Ve iki grup ta bu albümlerinden sonra tarzlarında büyük değişikliklere gitmiştir. Neyse albüm olarak önerilerim The Jester Race , Whoracle , Subterranean Ep olur. Jotun , Goliaths Disarm

Their Davids , December Flower (dinlediğim en iyi gitar solosu olabilir), Stand Ablaze ise önereceğim başlangıç parçaları.

Soilwork 1995' te Helsingborg 'da kurulan grubun kariyeri In Flames'e parallel gidiyor diyebiliriz. İlk albümlerinde In Flames kadar parlamayan grup asıl patlamasını Alternatif Metal adı altında yapar.(Melodeath kalsalardı iyiydi.). İlk albümleri Steelbath Suicide güzel bir Melodik Death Metal örneğidir fakat pek fazla bir ekstrası yoktur. Grubun esas kendini bulduğu albüm ise A Predator's Portrait olacaktır. Bu albüm onların gerçek Melodik Death Metal yaptıkları son albümdür. Daha sonra gelen Natural Born Chaos ve diğer albümler daha modern ve Metalcore ile içiçedir. Fakat Dünya bazında tanınırlıkları ve büyük gruplardan olmalarını bu albümlere borçludurlar her ne kadar ben hazzetmesem de. Albüm olarak önerilerim A Predator's Portrait ve The Chainheart Machine olur. Sadistic Lullabye , Bastard

Chain , Bullet Beast , Spirits Of The Future Sun şarkı önerilerim.


albümlerini dinlemenizi öneririm. Şarkı olarak Dying Chant , Mortal Share, Drawn To Black iyi bir başlangıç olabilir.

Scar Symmetry Arch Enemy Tam olarak türün şartlarına uymasa da bazı yönleri bakımından Melodik Death Metal içerisinde incelenebilecek bir grup Arch Enemy . 1996 'da Halmstad 'da kurulan grup Michael Amott (eski Carcass ) ve kardeşi Christopher vokal John Liiva ve davulda Daniel Erlandsson'dan oluşur. İlk 3 albümlerinde John Liiva iyi performansına rağmen Angela Gossow 'un gruba dahil olması yüzünden gruptan ayrılmak zorunda kalır. Angela Gossow geldikten sonra daha medyatik olan ve ünlenen grup Angela'nın brutal vokal yapan kadın olmasının avantajını sonuna kadar kullanır (Tanınırlık artıyor. Reklam vs. ). Genelde şarkıları teknik gitarlar ve melodiler üstüne kuruludur. Albüm olarak önerilerim Burning Bridges , Stigmate , Wages Of Sin. Şarkı bazında ise Fields Of Desolation , Dark Insanity ,

Scar Symmetry 2004 'te Avesta İsveç'te kurulan bir Melodik Death Metal grubudur. Müziklerinde Progresif ve Power Metal ögeleri içeren grubun şarkıları genelde yoğun katmanlı bir müziği vardır. Eski vokalleri Christian Alvestam hem clean hem brutal vokali aynı anda ve güzel bir şekilde yapabilen biriydi fakat onunla yollar ayrılınca bu işi yapabilmesi için 2 vokale ihtiyaç duydular. Ayrıca Scar Symmetry çok üretken bir grup. Kurulduklarından bu yana 2005-2011 arasında tam 5 albüm yayınladılar. Bunun Melodik Death gibi şarkı yazımının uzun bir süre aldığı bir türde olması gerçekten saygı duyulacak bir şey. Albümlere geçersek Pitch Black Process (grubun bence en iyi albümüdür) , Holographic Universe önereceğim albümlerdir. Şarkı olarak The İllusionist, Mind Machine ,

Timewave Zero 'yu önerebilirim.

Burning Bridges , Ravenous .

Insomnium Insomnium 1997 yılında Finlandiya 'da kurulan bir gruptur. Melodik Death Metal yapmalarının yanısıra şarkı sözleri ve müziklerinde Doom Metal etkileri görülür. 1997 'de kurulmalarına karşın ilk albümlerini ancak 2002 yılında yayınlayabilirler. Ayrıca şarkılarında folk etkilenimleri de belirgindir. Eski Melodik Death Metal gruplarının çoğunun tür değiştirmesi veya dağılması dolayısıyla 2000'lerin ortalarından sonraki işleriyle türün en heyecan verici gruplarındandır İnsomnium. Above The Weeping Word,Since The Day It All Came Down ,Across The Dark

Amon Amarth İsmini Tolkien'in başyapıtı Yüzüklerin Efendisindeki Hüküm Dağı'nın elfçe isminden alan grup Viking ve Folk müziğin içine Melodik Death Metal ögeleri yedirerek çok kendilerine özgü ve güzel bir müzik yapmayı başarmış.Şarkı sözleri genellikle Nordic Mitolojiye dayanan Amon Amarth grupça headbangleriyle ünlü. İlk albümlerinde daha Black Metal tarzında ilerleyen grup daha sonraki albümlerinde giderek melodikleşmişlerdir. Aslında Amon Amarth'ı Folk Metal tanıtma yazısı için düşünüyordum fakat grubun Melodik


yöne kayması beni onları buraya yazmaya yöneltti. Neyse albüm olarak melodik albümler önereceğim eski albümlerini de sevmeme rağmen ; With Oden On Our Side, Fate Of Norns ve Twilight Of The Thunder God önereceğim albümlerdir. Şarkı olarak ise Pursuit Of Vikings , Cry Of

The Blackbirds , Varyags Of Miklagaard 'ı tavsiye ediyorum başlangıç olarak.

Children Of Bodom

Gardenian Gardenian 1996'da Göteborg'da kurulan bir Melodik Death Metal grubudur. Grubun beyni ve gitaristi olan Niklas Engelin aynı zamanda In Flames'in elaman ihtiyacı olduğunda her zaman yardıma koşan adamdır. İlk dönem Melodik Death Metal akımında At The Gates , Dark Tranquillty ve In Flames haricinde türün gerekliliklerini en iyi şekilde yerine getiren gruptu Gardenian. Ayrıca Soulburner albümünün kayıtları sırasında kadrolarına kattıkları Eric Hawk klasik Melodik Death clean vokali yerine daha çok NWOBHM (Iron Maiden, Saxon, Tygers Of Pan Tang vs. ) clean vokali kullanarak Gardenian soundunun ilerlemesine yardımcı olmuştur. 2004'te dağılan grup geride 3 albüm bırakmıştır. Fakat şu sıralarda turlamak için yeniden toplanmışlardır. Soulburner ve Sindustries önereceğim albümler. Şarkı olarak ise Powertool , Small

Electric Space , Scissorfight uygun bulduklarım.

Children Of Bodom 1993 yılında Finlandiya Espoo'da kurulan Power etkilenimli Melodik Death Metal yapan bir gruptur. İlk albümlerinde daha çok Black Metal etkisi olsa da daha sonraki albümlerinde daha Power Metal tarzına özgü güçlü Klasik müzik temalı sololar ve çok Melodik geçişlerle müzik hayatlarını sürdürmüşlerdir. Kuruldukları zamandan Hate Crew Deathroll albümüne kadar güzel işlere imza atsalar da daha sonraki albümlerinde bir umursamazlık bir bitse de gitsek havası mevcuttur. Bunu kendileri de belirtmişler albümleri sadece turnelere çıkmak için yaptıklarını söylemişlerdir. İlk albümlerini çok sevsem de Hatebreeder ve Follow The Reaper önereceğim albümler olur. Şarkı olarak ise Silent Night Bodom Night ,

Everytime I Die, Bodom After Midnight grubun tarzını benimsemek için iyi örnekler.

Noumena Noumena 1998 yılında Finlandiya'da kurulan bir grup. Pek çok Melodik Death Metal grubunda olduğu gibi Noumena da tarz olarak İsveç Death Metal' i ile Heavy Metal' in tek potada eritilmesi ile oluşturulan bir müzik icra ediyor.Şarkı sözleri ise karanlık , üzüntü , dehşet gibi Doom Metal kökenli. Fin grubun günümüze kadar 3 albümü çıkmış durumda. Albüm önerilerim Absence ve Anatomy Of Life olur Noumena için. The End Of Century , Misanthropolis , Triumph And Loss parça önerilerim.


Kalmah Kalmah bir diğer Fin Melodik Death Metal grubu. 1998' den beri faaliyet gösteren grubun 6 tane stüdyo albümü bulunmakta. Müziklerinde Power Metal riffleri de bulunduran grubun müzikal tarzı genel olarak Children Of Bodom'a benzer diyebiliriz. Hızlı sololar ve melodiler şarkıların ritimleri genel olarak Bodom ile aynı tarzda .Yani kısaca daha önce Children Of Bodom dinlemiş birisi benzer bir grup arıyorsa rahat bir şekilde Kalmah' ı örnek verebilirsiniz. For The Revolution , Swamplord tavsiye ettiğim albümler. Şarkı bazında ise For The Revolution ,

Holy Symphony Of War , Hollow Heart ile iyi bir

Hypocrisy Hypocrisy 1990' da İsveç' te kurulan grup başlarda İsveç Death Metal' inden güzel örnekler verse de kariyerlerinin ilerleyen zamanlarında Melodik Death Metal ekseninde çalışmalar yapmışlardır. Metal alemindeki en iyi brutal vokallerden Peter Tägtgren' e sahip olan grup şarkılarında bunun avantajını çok iyi kullanır. İlk 2 albümünde katıksız Death Metal yapan grup The Fourth Dimension ve sonrasındaki albümlerinde müziklerine Melodiler eklemeye başlamışlardır. Önereceğim albümler Virus, Abducted ve The Arrival . Şarkılar ise Fearless , Roswell 47 , Adjusting

The Sun olur.

başlangıç yapabilirsiniz.

Son Söz Daha pek çok grup var aslında ama bunlar başlangıç olarak size önereceğim gruplar. Zaten dinleyip de hoşlanırsanız kendiniz araştırmaya başlar işin peşini bırakmazsınız. Melodik Death Metal çok dar kalıpları olan bir tür fakat bu dar kalıplar içerisine dünyaları alabiliyor. Çağlar Durmaz


Müzik

CANDLEMASS – DOOM METAL 101

KURULUŞ VE İLK YILLAR

Geçen ayki grup tanıtım yazımda Sabbath' tan

Grubun kuruluşu aslında grubun beyni ve esas adamı olan Leif Edling' in eski grubundan ayrılması ve Candlemass adıyla yeni bir grup kurmak istemesi ile başlar. Yanına vokal olarak Johan Längqvist , gitaristler olarak da Klas Bergfall ve Mats Bjorkman ve davulcu olarak Matz Ekström ile grubun ilk çekirdek kadrosunu oluşturur Edling . 1984'te Stockholm' de kurulan grup bu kadrosuyla beraber ilk albümlerinin hazırlıklarına başlar. İlk olarak Witchcraft isimli demo 1984 yılında yayınlanır. Bu demonun ardından 1984 ve 1985 yıllarında ilk demonun genişletilmiş versiyonu ve Tales Of Creation isimli iki demo daha yayınlanır.

bahsetmiştim. Bu ayki yazım ise Sabbath'ın açtığı karanlık yolda ilerleyen ve hatta bunu daha karanlık hale getiren Doom Metal' in kurucuları olarak bahsedebileceğimiz bir grup olan Candlemass' ten bahsedeceğim. Candlemass kurulduğu ilk günden bu yana her zaman karanlık fakat epik bir müzik yapmıştır. Hatta kendi yarattığı türün öncüsü olmuş fakat daha sonraları bu türdeki ikinci nesil grupların (ilk dönemlerinde Anathema, ilk dönemlerinde Katatonia, My Dying Bride vs. ) arasında biraz unutulmuş bir grup olarak kalmıştır. Candlemass ile tanışmam çok uzak bir zamanda olmadı. Üniversiteye başlamanın heyecanı ve rahatlığıyla beraber kendimi daha çok metal müziğe vermiştim. Bunun sonucunda da yeni gruplar dinleme ihttiyacı oluştu bende. Doom Metal de o zamanlar pek dinlediğim bir alt tür değildi. Daha çok Thrash ve Death metal dinleyen bir insan evladıydım. Fakat o sıralar kaldığım evdeki ev arkadaşımın odasındaki Zor dergisinde o ayki konu başlıklarından birisi Candlemass grubu ve grubun efsanevi vokali olan Messiah Marcolin röportajıydı. Bu röportajı okuyan ve gruptan etkilenen ben hemen diskografilerini indirdim ve dinlemeye koyuldum. Rastgele albümler arasında Ancient Dreams' i açtım ve dinlemeye başladım. Daha ilk notasından itibaren bir epiklik ve karanlık zihnimi sarmaya başladı. Messiah' ın eşsiz vokalleri kulaklarımda çınlıyor grubun müziği tüylerimi diken diken ediyordu. Daha sonra grubun her albümünü dinlemeye çalıştım ve türün kurucusu olan grup olduğunu öğrendiğimden beridir de hem saygı hem sevgi ile dinlemeye çalıştım Candlemass' i. Şimdi de grubu sizlere tanıtmaya başlayayım.

EPİK DOOM METAL Yayınlanan 3 demonun ardından 1986 yılında grubun ilk stüdyo albümü olan Epicus Doomicus Metallicus albümü yayınlanır. Albümdeki Sabbath etkilenimi bariz olmasına rağmen Sabbath' ın uğursuz soundu daha epik ve karanlık bir şekilde kendini gösterir. Albüm sound bakımından melodik ve akılda kalıcı şarkı sözleri içeren harika bir başlangıç albümüdür. Nasıl Venom' un Black Metal albümü Black Metal' e isim babası olduysa bu albüm de ardından gelecek grupların türünün isimlendirilmesi için türün isim babası olmuştur. Albümde açılış parçası Solitude çok çarpıcı olsa da bununla beraber Under The Oak ve Demons Gate gibi güzel parçalar da barındırır. Bu albümle beraber kendini türün öncüleri yapan Candlemass' te vokal Längqvist ayrılır ve yerine daha sonraları efsane olaca olan vokal Messiah Marcolin gruba katılır. Bu değişiklikle beraber grup sıradaki stüdyo albümleri için stüdyonun yolunu tutar.

AKŞAM VAKTİ Marcolin' in vokal koltuğuna oturması ile beraber yeni albüm hazırlıklarına başlayan grup 1987' de Marcolin ile beraber bir demo yayınlarlar. Fakat albüm kayıtları sırasında Bergwall ve Ekström gruptan ayrılır. Yerlerine davulcu


Creation ve The Prophecy benim açımdan. Grup bu albümün turnesi sırasında yapılan bir live albüm yayınlar 1990 yılında. Bundan kısa bir süre sonra da Marcolin gruptan ayrılır.

6.BÖLÜM

olarak Jan Lindh ve Lars Johansson katılır. Daha sonra aynı yılın sonlarına doğru grubun ikinci albümü olan Nightfall yayınlanır. Grup ilk albümlerinde iyidir fakat Nightfall grubun esas patlama yaptığı albümdür. İçerisinde pek çok güzel parça barındıran albüm Marcolin' in opera tarzı vokalleri ile beraber zirve yapar. Längqvist' in vokalleri kötü değildir fakat Marcolin' in Doom Metal' in sembolü olacak vokallerinin yanında sönük kalır ve bu yüzden de Nightfall grubun ikinci başlangıcı olarak görülebilir. Albümde öne çıkan parçalar Samarithan, At The Gallows End ve Bewitched' dır.

ANTİK DÜŞLER Nightfall' un büyük başarılar yakalamasının ardından grup üçüncü stüdyo albümlerinin çalışmalarına başlar. 1988 yılında grubun en sevdiğim albümü olan Ancient Dreams yayınlanır. Albüm Nightfall' daki başarının devamını getirir ve grubun müziğini daha yüksek bir seviyeye çıkarır. Albümde öne çıkan parçalar Mirror Mirror, Up From The Crypt ve Darkness In Paradise' dır. Artık Candlemass Doom Metal' in zirve gruplarından olmuştur.

YARATILIŞIN HİKAYESİ Nightfall' dan sonraki yükselişlerinin ardından grup yeni albümleri için stüdyoya girer. Bütün sözlerini Edling' in yazdığı Tales Of Creation Eylül 1989' da çıkar. Albüm öncekiler kadar parlak olmasa da yine de içinde zenginlikler barındırır. Ayrıca eski demo şarkıları olan Under The Oak, Dark Reflections, Into The Unfathomed Tower gibi eserler yeniden yorumlanıp albüme koyulmuştur. Bu parçaların albümde olması gerçekten çok iyi bir durum çünkü eski halleriyle kalsalar hem amatör prodüksiyon hem de Marcolinsiz vokallerle ziyan olacaklardı. Albümde öne çıkan şarkılar Dark Reflections, A Tale Of

Marcolin' in ayrılışının ardından vokal arayışına başlayan grup Thomas Vikström ile anlaşır. Vikström ile beraber stüdyoya giren grup 1992' de beşinci albümleri olan Chapter VI ' yı yayınlar. Aynı yıl albümün turnesine çıkan grup albümün başarısız satışları ve çeşitli sorunlar nedeniyle 1994 yılında dağılma kararı alır. Bu dağılma durumu sırasında grubun beyni olan Edling Abstrakt Algebra isimli bir proje grubu kurar fakat umduğu başarıyı elde edemez. Johansson da ZOIC isimli kendi grubuna başlar. Bu sırada Thomas Vikström ise Brazen Abbot' un Live And Learn isimli albümünde konuk sanatçılık yapar. Bu yan projelerin istenen başarıyı yakalayamamasının ardından Edling grubu yeniden kurar ve yeni müzisyenler gruba katılır. Eski Gone vokali Björn Flidquist, eski Carcass ve Spiritual Beggars , Arch Enemy gitaristi Michael Amott , eski Brick gitaristi Patrick ve Abstrakt Algebra davulcusu Jejo Percovich gruba yeni katılan isimlerdir.

DACTYLİS GLOMERATA Yeni kurulan kadrosu ile beraber stüdyoya giren grup albüm hazırlıklarına başlar. 1998 Nisan ayında altıncı stüdyo albümleri olan Dactylis Glomerata yayınlanır. Albüm Abstrakt Algebra' nın yeni malzemelerle yapılmış hali gibidir. Albümün kapağı ise Epicus Doomicus Metallicus' un kapağının renkleri değiştirilmiş versiyonudur. (Burda belki köklere dönme ihtiyacı hissedilmiş olabilir. ) Albümden sonra gitaristler Michael ve Patrick gruptan ayrılır. Yerlerine Mats Stahl gruba dahil olur. Albüm içerisinde öne çıkan parçalar Wiz ve Karthago olur benim açımdan.


13. GÜNEŞ' TEN Gitarist değişikliklerinin ardından grup th yeni albümü olan From The 13 Sun' ı 1999' da yayınlar. Albüm genel açıdan grubun en büyük ilhamı aldığı efsanevi Black Sabbath' a adanmıştır. Bunda soundlarındaki 70' ler Rock müziğe doğru olan kayma etkilidir. Albümde Droid, Elephant Star öne çıkar. Grup bu albümden sonra 2002 yılında eski kadrosuyla beraber yeniden birleşme kararı alır. Ve ilk dört klasik albümü yeniden yayınlarlar. Ayrıca bu albümlerin yeniden yapımı sırasında Documents of Doom isimli bir DVD de yayınlarlar. Fakat grubun yeni albümleri için şarkı yazım süreci sırasında kayıt şirketi ve grup arasındaki anlaşmazlıklardan ötürü grup tekrar dağılmak zorunda kalır. Bu sırada Edling eski Abstrakt Algebra vokali Mats Leven ve Entombed' dan Peter Stjarnvind ve Jörgen Sandström ile Krux isimli yeni bir grup kurar.

CANDLEMASS Grup tekrar dağılmasının ardından 2004 yılının Kasım' ında tekrardan birleşir ve albüm hazırlıklarına başlar. Ayrıca kuruluşlarının 20. yılına ithafen eski şarkılarından bir kutlama albümü hazırlarlar. Mayıs 2005' te grup sekizinci albümü olan ve kendi adlarını taşıyan Candlemass' i yayınlar. Albümün kapağı sade ve beyaz zemin üstüne siyah yazılardan oluşmaktadır fakat müzik hiç de öyle değil kapakla zıtmışçasına karanlık ve epiktir. Ayrıcas Messiah Marcolin' in gruba dönüş albümü olduğundan ayrıca epik olan bir albümdür. Albümde öne çıkan parçalar Black Dwarf, Witches ve Seven Silver Keys' dir. Grup ayrıca bu albümleriyle beraber İsveç Grammy ödülünü de kazanır. 2006' da yeni albüm hazırlıklarına başlayan grupta Messiah

gruptan ayrılmak ister fakat grup onu kalmaya ikna eder fakat aynı yıl içerisinde Messiah' ın anlaşılmaz tavırları yüzünden yollar ayrılmak zorunda kalır.

GRİ ADALARIN KRALI Messiah' ın tekrardan ayrılışından sonra vokal arayışına giren grup Solitude Aeturnus vokali Robert Lowe ile anlaşır. Bununla beraber yeni albüm hazırlıklarına başlayan grup 2007' de daha önceden planlanmış olan fakat Marcolin' in ayrılmasıyla ertelenen 20. yıl kutlama konseri yaparlar konsere eski vokalleri olan Johan Längqvist, Thomas Vikström ve Opeth' in beyni olan Mikael Akerfeldt katılır. 2007 Haziran' ında grup dokuzuncu albümleri olan King Of The Grey Islands yayınlanır. Devil Seed, Of Stars And Smoke, Demonia 6 öne çıkan parçalardır.

ÖLÜM BÜYÜ HÜKÜM King Of The Grey Islands' ın ardından onuncu stüdyo albüm çalışmalarına başlayan grup buna Hammer Of Doom ismini vermek ister fakat Almanya' da olan bir festivalin de aynı ismi taşımasından ötürü albüm ismini Death Magic Doom olarak değiştirirler. Death Magic Doom 2009 Nisan ayında yayınlanır. Albümde öne çıkan şarkılar Hammer Of Doom, If I Ever Die' dır. Yeni albümlerinin 2011' de raflarda yerini alacağı duyurulsa da daha sonra ilk albümleri olan Epicus Doomicus Metallicus' un 25. yılı sebebiyle bu tarih 2012' ye ertelenir.


ÖLÜM İÇİN MEZMURLAR İlk albümlerinin kutlamaları yüzünden ertelenen grubun onbirinci stüdyo albümü olan Psalms For The Dead 2012 Haziran' ında yayınlanır. Albümün çıkışının hemen ertesinde vokal Robert Lowe' nin grubun canlı performanslarındaki yetersizliğinden ötürü gruptan ayrılmak zorunda oluşu resmi siteden duyurulur. Bunun üzerine grubun ve tabiki Edling' in eski arkadaşı olan Mats Leven gruba dahil olur. Psalms For The Dead çok da iyi olmayan bir albümdür. The Sound Of Dying Demons ve Prophet önerebileceğim şarkılar. Ayrıca grup 2013 yılında İsveç' in en büyük Hard Rock / Heavy Metal grubu onuruna layık görülür. Son söz olarak Candlemass grubu insanların karanlık ve umutsuz yönlerine hitap eden bir grup. Neşelenmek istiyorsanız tavsiye etmem (Gidin Korpiklaani dinleyin. ) . Fakat depresif takılmak veya yalnız kalmak istiyorsanız Candlemass sizin grubunuz olabilir. Çağlar Durmaz

Stüdio albümleri Epicus Doomicus Metallicus (1986) Nightfall (1987) Ancient Dreams (1988) Tales of Creation (1989) Chapter VI (1992) Dactylis Glomerata (1998) From the 13th Sun (1999) Candlemass (2005) King of the Grey Islands (2007) Death Magic Doom (2009) Psalms for the Dead (2012)


Müzik MORS PRINCIPUM EST – ...AND DEATH SAID LIVE Sanatçı: Mors Principüm Est Albüm Adı: ...And Death Said Live Tür: Melodik Death Metal Çıkış Tarihi: 14 Aralık 2012 Şirket: AFM Records

Mors Principum Est Finlandiya' da 1999 yılında kurulmuş bir Melodik Death Metal grubu. Aslında kendilerini bu ayki Melodik Death Metal tanıtım yazımda yazacaktım fakat albüm kritiğinde yazmışken tekrardan orada belirtmek gereksiz geldi. Grubun isminin anlamı latince Ölüm Başlangıçtır (Death Is The Beginning) anlamına geliyor ki bence bu ismi de kullanabilirlerdi (Latince yapalım da havamız olsun diye düşünmüş olabilirler. ) Grubun birazdan detaylı inceleyeceğim ...And Death Said Live ile beraber 4 tane stüdyo albümü bulunmakta ve grubun çok uzun bir geçmişi olmamasına rağmen gayet kaliteli bir müzik yapıyorlar. Albüme geçersek albüm son yılların moda unsuru olan klasik bir introyla açılıyor. The Awakening isimli intro sakin bir ortam ve hafif bir şekilde alttan gelen kilise korosu ezgileriyle ilk parçamıza köprü oluşturuyor. Ara vermeksizin ilk parçamız olan Departure' a giriş yapıyoruz. Tempolu ve agresif rifflerden oluşan şarkının çok da güzel bir solosu var. Solodan sonra giren durgun kısmın ardından gelen tempolu kısım headbang hissi uyandıran bir bölüm. Piano notaları eşliğinde sonlanan şarkının ardından 2. parça olan I Will Return başlıyor ki gayet melodik bir girişle başlayan şarkı daha sonra daha çok Teknik Death Metal şarkısı gibi ilerliyor. Tabi bu arada melodik geçişleri eksik tutmamışlar. Parçanın nakaratını oldukça beğendim. Eşlik etmesi kolay ve tempolu bir nakaratı var şarkının. Sıradaki şarkı olan Birth Of The Starchild da bir önceki şarkı ile aynı düzende ilerliyor. Melodik bir başlangıç ve daha sonra teknik kısımlar. Blastbeatler ile gaza getirdikten sonra klavye melodileri ile bezenen kısımlarla elektronik bir hava da verilmiş şarkıya. Bu kısımdan sonra gelen melodi ve vokallerin beraber ilerlediği kısım en sevdiğim yer oldu. Bu şarkı ara vermeden (ilk dinleyişimde tek şarkı sanmıştım) sıradaki parça olan Bringer Of Light' a bağlanıyor. Güzel bir melodik girişle açılan şarkının asıl güzelliği orta kısımlarındaki melodi ve bunun daha sonra akıcı ve hızlı gitar solosuna bağlanması.Ayrıca bu şarkıdaki bas gitar kısımlarını da özellikle beğendimi söylemeden geçemeyeceğim. Atmosferik bir girişle başlayan Ascension da yine bas gitarın coştuğu parçalardan. Albümün en sevdiğim solosuna sahip

şarkı ve hatta albümdeki en sevdiğim şarkılardan biri Ascension. Sıradaki parça ise albüme adını veren şarkı olan ... And Death Said Live. Şarkı melodik bir soloyla açılıyor ve daha sonrasında aynı ritimde devam eden melodiler silsilesiyle sürüyor ve 2 dakikalık süresi boyunca sizi başka bir boyuta götürüyor. Destroyer Of All ise melodik bir girişin arkasından Metalcore tarzı riffler ve vokallerle devam eden bir şarkı olarak göze çarpıyor. Nakarattan sonra giren kısa melodi ve hızlı solosu şarkının en güzel tarafları. Sıradaki şarkı olan What The Future Holds? İse tempolu ve melodik bir girişin ardından gaz bir şekilde devam ediyor. Orta kısımlarında Teknik Death Metal havası aldığım şarkının uzun bir solosu var. The Meadows Of Asphodel melodik girişi ve rifflerinin güzelliği ile dikkat çekiyor. Albümde şahsen en sevdiğim parça oldu. Bu belki de diğer parçalara göre içindeki melodi fazlalığından olabilir. Albümün son parçası olan Dead Winds Of Hope ise çok güzel melodik bir girişle açılıyor. Melodik geçişleriyle ön plana çıkan şarkının ortasındaki yavaş tempolu ve klavyeyle desteklenen kısımlar çok hoş. Solosu da güzel olan şarkı başladığı melodiyle sona eriyor ve albümü tamamlıyoruz. Çağlar Durmaz Şarkı Listesi 1. The Awakening - 0:56 2. Departure - 5:44 3. I Will Return - 4:29 4. Birth Of The Starchild - 4:13 5. Bringer Of Light - 4:16 6. Ascension - 4:30 7. …And Death Said Live - 2:02 8. Destroyer Of All - 3:56 9. What The Future Holds - 5:28 10. The Meadows Of Asphodel - 4:24 11. Dead Winds Of Hope - 6:23 Grup Ville Viljanen - vokal Mikko Sipola - davul Teemu Heinola - bas gitar Andy Gillion - gitar, programlama Andhe Chandler - gitar

8,5 / 10


Muzik STRATOVARIUS - NEMESİS Sanatçı:Stratovarius Albüm Adı: Nemesis Tür:Power Metal/Symphonic Metal Çıkış Tarihi:22 Şubat 2013 Şirket: Edel AG

Power metal diyince akla gelen ilk gruplardan biridir Stratovarius. 2006-2008’deki kadro değişiklerinden sonra son olarak davulcuları Jörg Michael’ın da ayrılması üzerine yerine Rolf Pilve’ı alıp Nemesis albümüne giriştiler. Doğal olarak albümle ilgili farklı beklentiler vardı. Neyse ki artık çıktı ve kendimiz karar verebileceğiz nasıl olmuş. Öncelikle şunu belirtmek istiyorum; Albüm power metal ile senfonik metal arasında bir yerde olmuş. Ancak senfonik metale daha yakın. Zaten grup albüm kayıtları sırasında bir orkestra tutmayı düşünmüş, ancak daha sonra vazgeçmişler. Yani, “Ben powercıyım arkadaş, senfonik işler bana göre değil” derseniz biraz hayal kırıklığına uğramanız olası. Ancak albüm oldukça başarılı. Sadece senfonik olarak da değil. Genel olarak pek çok hit parçası var. İlk şarkı Abandon senfonik bir intro ile açılıp albümün geri kalanı hakkında bilgi veriyor, şarkının geri kalanı ise power metal havasında geçiyor. 02:50 de giren gitar ve klavye soloları bildiğimiz Stratovarius tarzı ve oldukça güzel. İkinci şarkımız Unbreakable ise albümün en iyi parçası. Müthiş bir klavye girişi ile başlayan şarkı senfonik metal ve power metal karışımı olmuş. Ancak her yönü ile mükemmel. Aradaki senfonik kısımlar olsun, klasik power ritimleri olsun. Davullar ise cidden aşmış, Rolf Pilve müthiş bir iş çıkarmış. Ancak benim en beğendiğim nokta Timo Kotipelto’nun vokal performansı oldu. Şarkıda coşmuş resmen. Hele ki bir unbreakable diyişi var tüyleriniz diken diken oluyor. Ardından gelen Stand My Ground ise elektro gitarların öne çıktığı bir parça olmuş. Şarkı her ne kadar güzel olsa da, biraz daha solo ağırlıklı olabilirmiş. 4. Parçamız Halcyon Days ise albümdeki en sevmediğim parça oldu. Elektronik efektler bolca kullanılmış, nakarat kısımları ise çok tekdüze buldum belki sizi sarar ama bence albüme yakışmayan bir parça olmuş. 5. Parça Fantasy ise tam bir Rhapsody tarzı

power metal olmuş. laylaylom tarzı liriklere sahip parça orta seviye olmuş diyebilirim. Ondan sonra gelen Out Of the Fog ise ilk dinleyişte sizi saran parçalardan. Gene senfonik bir introsu olan parça sağlam ritimleri ve nakaratları ile albümün hitlerinden. Castles In The Air ise orta tempolu, klavyenin ağırlıkta olduğu bir parça olmuş. Dragons da aynı şekilde orta tempolu şarkılardan. Pek bir öne çıkan tarafı yok, ancak kötü değil. Bu da vokal ağırlıklı bir parça olmuş. 9. Parça One Must Fall’da ise hoş bir gitar riff i mevcut. Ancak albüme genel olarak hakim olan solo eksikliği en çok bu parçada hissediliyor. Sondan bir önceki parçamız If The Story Is Over ise albümün en ağır ama epik şarkılardan sakin bir tempo ile başlayan şarkı 3.17 ye kadar devam edip ordan sonra epikleşiyor eksikliğini hissettiğimiz gitar soloları da mevcut. Açıkcası tam bir konserde eşlik etmelik bir parça olmuş. Kesinlikle setlistlerinde olmalı. Albümün son parçası Nemesis ise kapanışa yakışır bir şekilde tam bir Stratovarius parçası. Hızlı bir başlangıç yapan şarkı gerek nakarat kısımları, gerek Stratovarius tarzı soloları ile 1 dakika bile yavaşlamıyor. Genel olarak bir bakarsak elimizde senfonik ağırlıklı bir iki parçası power olan bir albüm var. Şimdi her ne kadar senfonik kısımları oldukça güzel yaptıklarını düşünsem de, benim gözümde Stratovarius power metal olarak kalacaktır. Açıkcası albümün hitlerine baktığımızda power metal ağırlıklı olduklarını görüyoruz. Umarım bir sonraki albümleri senfonik etkili ancak power metal olan bir albüm olur. Ama herşeye rağmen güzel bir albüm var karşımızda arkadaşlar dinleyin, dinletin. Aykut Kekeç Şarkı Listesi 1.Abandon 2.Unbreakable 3.Stand My Ground 4.Halcyon Days 5.Fantasy 6.Out of the Fog 7.Castles in the Air 8.Dragons 9.One Must Fall 10.If the Story Is Over 11.Nemesis

4:51 4:37 4:14 5:29 4:19 6:58 6:02 4:04 4:27 6:06 6:33

Grup Elemanları Timo Kotipelto - lead vocals Jens Johansson - keyboards Lauri Porra - bass Matias Kupiainen - guitars Rolf Pilve - drums

7.5/10


Müzik HELLOWEEN – STRAIGHT OUT OF HELL Sanatçı: Helloween Albüm Adı: Straight Out Of Hell Tür: Power Metal Çıkış Tarihi: 18 Ocak 2012 Şirket: Sony Müsic Entertainment Germany GmbH

Kuruldukları günden bu yana Almanya'da Power Metal'in yıkılmaz kalelerinden olan Helloween başlarda Accept ve Scorpions' tan aldığı bayrağı günümüze kadar taşıyan ender gruplardan. (Blind Guardian da aynı durumda tabi ). Her ne kadar efsane albümler Keeper Of The Seven Keys zamanlarından bazı albümleri ayrılsa da Andi Deris önderliğinde yollarına emin adımlarla devam ediyorlar. Andi Deris vokallik konusunda grubun efsanevi vokali olan Michael Kiske kadar iyi olmasa da geldiği günden bu yana şarkı yazımı ve beste konusunda gösterdiği yeteneğiyle grubun ayakta kalmasını sağlamakla birlikte son birkaç albüm ile beraber eski efsane albümlerle yarışacak düzeyde işler çıkmasını da sağladı. işte bu yazımda inceleyeceğim albüm de Helloween ismine yakışacak düzeyde iyi bir albüm olan Straight Out Of Hell. Straight Out Of Hell gerçekten güzel bir albüm. Aslında içerisinde bir albüme oranla fazla denilebilecek bir parça sayısı olan 15 şarkıyla karşımıza çıkıyor fakat bu parça bolluıu gözünüzü korkutmasın , albüm gerçekten akıcı ve nerde başlayıp ne zaman bittiğinin farkına varmıyorsunuz. ilk şarkı olan Nabatea çok güzel bir açılış parçası. Eskilere nispet yaparcasına güçlü riffler , tempolu davullarla ilerleyen parça albümün iyilerinden. World Of War hızlı bir Stratovarius girişiyle bizi selamlıyor. Yine aman vermeyen at koşturan bir tempoda başlayan parça vokallerle beraber dengeye kavuşuyor. Ortalarında Andi Deris' in yüksek oktavlı vokalleri ve soloyla beraber yeniden tempo kazanan şarkı albüme güzel devam etmemizde iyi bir etken. Değişik bir girişe sahip Live Now! daha sonra Andi' nin vokalleriyle beraber klasik Helloween havasına bürünüyor. iyi bir konser parçası olabilir Live Now! (ismi konserlik zaten :D). Far From The Stars için albümde en sevdiğim parça diyebilirim. Girişinden itibaren Andi ile beraber söyleme isteği uyandırıyor bünyede. Eğlenceli olan parçanın güzel de bir solosu var. Burning Stars albümün fazla sırıtmayan fakat ayakları yere basan şarkılarından. Tipik Power Metal scream

vokaliyle açılan parçanın en iyi yanı ise güzel olan gitar solosu kısmı. Waiting For Thunder klavye girişi ve daha sonra gitarların girmesiyle gerçekten güzel bir parça olacağının sinyallerini veriyor. Vokalin düşük oktavdan yüksek oktava geçmesi ile beraber parça da yükseliyor ve albümün iyilerinden biri haline geliyor. Hold Me in Your Arms ise duygusal ve düşük tempolu bir şarkı. Pek bir ekstra özelliği olmayan vasat bir şarkı diyebilirim bu şarkı için. Wanna Be God ise davul girişinden sonra Andi' nin vokaliyle birlikte anlam kazanıyor. Konserlerde söylenebilecek bir geçiş şarkısı. Albüme adını veren parça olan Straight Out Of Hell ise ortalama bir parça olarak göze çarpıyor. Melodik kısımları güzel olsa da sizi davet eden bir tarafı yok gibi. Sıradaki parça Asshole ise albümün bence en kötü parçası. Gerek sözlerinin basitliği gerekse müziğini beğenmemem bu albümde keşke olmasaymış dediğim tek parça olabilir. Years ise tempolu ve akıcı bir parça ve güzel bir nakarata sahip. Vokallerin en çok yakıştığı parçalardan olabilir albüm içerisinde. Make Fire Catch the Fly ise ilginç girişiyle ilgi uyandıran bir parça ve daha sonra klasik Helloween rifflerine dönerek bu ilginçliği geride bırakıyor ve alıştığımız çizgide devam ediyor. Sıradaki parça olan Church Breaks Down çok melodik bir şekilde ve bunun yanında inanılmaz tempolu şekilde başladıktan sonra vokallerle beraber duruluyor. Daha sonra belirli bölümlerde tekrar tempo kazanan parça albümün ortalama parçalarından. Albümün bonus parçası olan Another Shot Of Life ise güzel nakaratıyla beğenimi kazanan parçalardan. Albümde ayrıca Burning Stars şarkısının Hammond Org'u ile çalınmış bir bonus daha bulunmakta. Çağlar Durmaz Şarkı Listesi

Grup

Andi Deris – vokal 01. Nabataea - 7:03 Michael Weikath – gitar 02.World Of War - 4:58 Sascha Gerstner – gitar 03.Live Now! - 3:12 Daniel Löble – davul 04.Far From The Stars - 4:44 Markus Grosskopf - bas 05.Burning Sun - 5:35 gitar 06.Waiting For The Thunder - 3:55 07.Hold Me In Your Arms - 5:12 08.Wanna Be God - 2:02 09.Straight Out Of Hell - 4:36 10.Asshole - 4:11 11.Years - 4:24 12.Make Fire Catch The Fly - 4:25 13.Church Breaks Down - 6:10 14.Another Shot Of Life [Bonus Şarkı] - 5:16 15.Burning Sun [Hammond versiyon, Jon Lord'a adanmıştır] - 5:34

8/10



Kitap

yerler olsun birbirlerinden oldukça farklı bölümler olmasına rağmen okurken o farklı atmosferleri çok rahat hissediyorsunuz. Yazarın bu konuda da oldukça yetenekli. Biraz da kahramanlarımızdan bahsedeyim. Aslında kitap Skar ve Del’in başından geçenleri anlatıyor olsa da daha çok Skar’a odaklanılmış. Bu kısmı biraz olumsuz buldum Del’e de yer verilip onunda düşünceleri, olaylara bakış açısı verileseymiş çok daha güzel olurmuş. İlk kitapda olaylara Skar’ın bakış açısından bakıyor oluyoruz. Kahramanlarımızın kişisel özelliklerine gelirsek sıradan baş karakterlerden farklı olarak birer antikahraman olduklarını görüyoruz. Özellikle kitap boyunca karakterlerin gri bölgelerde dolaşmaları hatta bazen siyaha bile kaymaları ilginizi çekecektir. Yan karakterler ise hem yeterli sayıda, hem de detaylıca işlenmişler.

Gezgin Orman

Bu ay az bilinen bir seriden Enwor serisinden bahsedeceğim. Farklı bir fantastik kitap arayışım sonucunda bulmuştum Gezgin Orman’ı. Gerçekten de aradığım gibi çıkmıştı ve okurken oldukça keyif aldığım bir kitapdır kendileri. Gezgin Orman Wolfgang Hohlbein tarafından yazılan, Alman fantastik edebiyatının başarılı serilerinden. Ancak ne yazık ki pek bilinmiyor. Gezgin Orman ise bu serinin ilk kitabı. Hikayemiz Skar ve Del adlı iki savaşçının çölde kaybolup gizemli bir orman bulmaları ile başlar. Ormanın halkı tarafından kurtarılan iki savaşçı, kendilerine geldiklerinde barışçıl ve gelişmiş bir şehirde olduklarını farkederler. Ancak hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Hikayemiz kulağa biraz klişe gelebilir, ancak başta da dediğim gibi oldukça farklı bir kitap Gezgin Orman. Tavsiyem giriş kısmına aldanmayın. Hikaye hakkında daha fazla şey anlatmadan içeriğe geçeceğim. Kahramanlarımız savaşçı olduğundan kitapda büyü ile ilgili pek bir şey yok. Aslında evrende büyü olup olmadığından da emin değilim. Ancak sadece savaşçı olmalarına rağmen dövüşler oldukça eğlenceli geçiyor. Yazarın güzel bir bilgi birikimi olduğu aşikar. Kitapda aksiyon kısımları bolca mevcut ve sizi tatmin ediyorlar. Kitabın bir diğer öne çıkan yanı ise atmosferi. Kitabın başındaki çöl kısımlarının anlatımı olsun, ormandaki geçirdikleri günler olsun, daha ileriki kısımlarda gidilen

Gezgin Orman orjinal hikayesi, başarılı atmosferi ve karakterleri ile farklı birşeyler arıyorsanız okumanız gereken, sadece fantastik bir kitap olmayıp bolca felsefe de içeren hoş bir kitap olmuş. Seri hakkında söyliyebileceğim tek olumsuz özellik ise toplamda 15 kitaptan oluşan serinin(11 i Wolfgang Hohlbein tarafından, son 4 kitap ise Dieter Winkler tarafından yazılmış.) sadece 2 kitabının türkçeye çevrilmiş olması. Evet yanlış duymadınız 2 kitap. “E ne diye anlatıyorsun o zaman bizi yarım seriye mi başlatıcan.” derseniz ilk kitapda anlatılan hikayenin bittiği, diğer kitaplardakilerle bir alakası olmadığını söyliyebilirim. Yani alıp okumanızda bir sakınca yok. Hem belli mi olur bakarsınız bir gün kaldığı yerden devam eder. Aykut Kekeç


Kitap

Hikayemiz Rover adlı bir köpeğin, bir yaramazlık yapıp ardından başına gelenleri anlatıyor. Baş karakterimizin köpek olması bir köpek insanı olarak oldukça hoşuma gitti. Ancak köpekleri sevmesiniz bile Tolkien Rover’a o kadar güzel bir kişilik yaratmış ki, karakteri sevmeden edemiyorsunuz(bir kedi olsaydı olmazdı mesela, dogs ftw...). Bunun dışında kitapda bolca yan karakter mevcut. Ancak bunlardan bol bol bahsedilse de çok öne çıktıkları söylenemez. Zaten masalımız ana karakterimiz üzerinden döndüğü için çok da merak etmiyorsunuz. Karakter zenginliğinin yanında kurgu olarakda çok başarılı. Tolkien ve onun ucu bucağı olmayan hayal gücü sağolsun kitap 4 masallık hikaye barındırıyor. Olayların çeşitliliği olsun, gidilen mekanların bambaşka olması olsun, okurken hiç rutine bağlamıyor. Açıkcası çocuğunuz, ufak kardeşiniz, kuzeniniz varsa ona kesinlikle bu kitabı okumalısınız(“Ne alaka şimdi 5 yaşındaki çocuğa Tolkien mi okutalım?” demeyin sabebini açıklayacağım.). Hayal gücünü oldukça geliştirmesi bir yana, okuma alışkanlığı kazandırmak için de çok güzel bir eser olmuş.

Roverandom

Kendimi ağır bir fantastik okur olarak nitelendirmeme rağmen fantastik edebiyatın ağır toplarından olan Tolkien’e uzak kalmıştım hep. Sadece Yüzüklerin Efendisini okumuş, sonrasına pek bulaşamamıştım. Neyse ki geçenlerde okuduğum Hobbit ve bu ay okuduğum Roverandom ile bu açığı yavaş yavaş kapatıyor, fantastik edebiyatın 5 şartlarından birini daha yerine getirmenin huzurunu yaşıyorum. Roverandom her ne kadar Tolkien’in eseri olsa da, kendisinin diğer pek çok eserinin aksine Orta Dünya’da geçmiyor. Aslında Tolkien’in en hafif eseri diyebilrim (tabi henüz diğer eserlerini okuma şansı bulamadım ancak diğer eserleri de inceledim ve okuyan arkadaşlardan aldığım yorumlar üzerine konuşmak gerekirse.). Hatta kitabın türüne masal diyeceğim çünkü gerek hikayenin anlatımı, gerek olayların akışı hep klasik masal yapısında(hatta ne yapısı kitap “direk bir varmış bir yokmuş” diye başlıyor. ). Ancak tabi ki konu Tolkien olunca anlattığı bir masal bile olsa asla basit bir hikaye beklemeyin.

Şimdi yukarıda anlattıklarım kitabın genel olarak göze çarpan kısımları. Ancak konu Tolkien olunca her zaman görünenden fazlası vardır. Bu kısımda bunlardan bahsedeceğim. Öncelikle Roverandom’un yazılış hikayesi Tolkien’in ortanca oğlunun(Michael) bir gün sahilde çok sevdiği oyuncak köpeğini kaybetmesi ve bunun üzerine Tolkien’in oğlunun üzülmemesi için yarattığı bir masal olarak başlar. Ancak basit bir masal olarak başlamasına rağmen öyle kalmaz


Tolkien hikayeye pek çok mit ve gönderme ekler. Hatta bunların sayısı o kadar fazla ki hepsini yakalamanız neredeyse imkansız(Ben ancak 1 2 tanesini farkedebilmiştim.). Ancak kitabı okuduktan sonra arkasında hepsi tek tek açıklanmış. Burada İthaki’yi tebrik ediyorum, hem oldukça başarılı bir çeviri hazırlamışlar. Hem de kitaba cidden özen göstermişler. Gerek sondaki uzun açıklama olsun, Gerek giriş kısmındaki analiz olsun, herşeyi çevirmişler. Giriş kısmı dedim onu da biraz açayım. Kitabın başında bi 19 sayfalık giriş yazısı var. Giriş yazısı diyorum ancak kitabı bitirdikten sonra okumanız gereken bir yazı. Roverandom’un müthiş bir analizini yapmışlar. Nasıl yazılmaya başlandığı, ne gibi evrelerden geçtiği, Yüzüklerin Efendisine olan etkisi gibi. Hemen hemen her yönden incelemişler ve akademik seviyede bir çalışma olmuş. Sırf bu kısım için bile kitap alınabilir. Bu kısımları da mutlaka okumanızı öneririm. Roverandom bir çocuk hikayesinin bile aslında ne kadar derin olabileceğini gösteren müthiş bir kitap olmuş. Hem konusu, hem de taşıdığı önem ile kütüphanenizde bulunmasını isteyeceğiniz kitaplardan. Üstelik fiyatı da oldukça uygun. İncelememin sonuna gelmişken izninizle kişisel bir not düşmek istiyorum. Bu kitabı okumamı sağlayan kişiye buradan teşekkür ediyorum. Aykut Kekeç


Kitap

benzeyen bir karakterdir Ged. Nasıl ki her insanda biraz hırs varsa, Ged de bundan nasibini almıştır. Daha fazlasını öğrenmek daha güçlü olmak ister. Ancak insanoğlu doyumsuzdur, güce ulaşmak isterken bir yerde mutlaka hata yapmıştır, yapacaktır. Ged aynı zamanda insanın nasıl değişebileceğini gösterir. Ve her ne olursa olsun daima bir umudun olduğunu, insanın hatalarından ders alabildiğini anlatır. Özellikle serinin ilk kitabı Yerdeniz’de karakterin çıktığı yolculuğa ve geçirdiği değişime tanık olduktan sonra sizlerin de favori karakterleri arasında olacağından eminim. Ged, gerek hırsları bakımından bize çok benzemesi, gerek kişiliği, gerekse başından geçen olaylara tepkisi ile mükemmel bir karakter olmuş. Ursula K. Leguin adeta yaşayan bir karakter yaratmış. Yerdeniz serisini okuyup bu karakteri daha yakından tanımanızı öneririm. Kendinizden pek çok şey bulacaksınız. Aykut Kekeç

Çevik Atmaca

. Ikinci karakter tanıtımımıza hoş geldiniz arkadaşlar. Bu ay sizlere Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz serisinin baş karakterini anlatacağım. Kendisi çok sevdiğim bir karakter olup, maceralarını zevkle okumuşumdur. Eğer daha önce Yerdeniz serisini okumadıysanız sizleri Çevik Atmaca yada sadece çok yakın dostlarının bildiği gibi Ged ile tanışmaya davet ediyorum. Gözlerden ırak, ufak bir köyde doğmuştur Ged. Doğduğunda annesi adını Duny koymuş, 1 sene içinde de ölmüştür. Bir tunç ustası olan babası pek konuşmayan kendi halinde sessiz bir adam, sahip olduğu 6 ağabeyi ise çoktan çeşitli yerlere dağılmış idi. Tek başına büyüyen Duny, 7 yaşına geldiğinde teyzesi Duny’nin büyü gücüne sahip olduğu farkeder ve ona bildiklerini öğretmeye başlar. Kısa sürede Duny’nin müthiş bir büyü kabiliyetine sahip olduğunu farkeder. Ancak sadece yetenek yoktur, açlık da vardır Duny’de. Hep daha fazla şey öğrenmek için yanıp tutuşur, teyzesinden öğrenebildiği herşeyi öğrenmeye çalışır. Ve daha fazlasını... Şimdilik Çevik Atmacanın hikayesini burada bırakalım. Olur da kitapları okumak istersiniz falan süprizleri bozmiyim. Size biraz karakterinden bahsedeceğim. Öncelikle bize çok



Dizi

Bu ay bölümümüzde televizyondaki rakiplerine taş çıkartan ve onlara oranla geri planda kalmış "İnternet Dizileri"ni konuk ediyoruz. Aslında eve giren ilk bilgisayardaki movie maker ve benzeri programlar vasıtasıyla herkes amatörce kısa filmler çekmeye çalışmıştır, bu bir gerçek. Hatta evdeki modellerle ve oyuncaklarla stop motion (durdur çek) filmler çekmeye de kalkışanlarımız olmuştur. Bir düşünün, yıllar önce bir grup genç bunlarla yetinmedi ve kolları sıvadı. İlk olarak AOL'un kendi serverlarında çıkarttığı QuantumLink serisi üretildi. Bu seri aktif bir dizi olması yönünden çok ilgi çekti. İzleyiciler senaristlere chat odalarında fikirler veriyor, onlara karakterler öneriyordu. Hatta çok beğenilen önerilerin sahipleri misafir karakterler olarak dizide yer de alabiliyorlardı. '88 - '89 arasında online yayında kalan seri bir çok hayran edindi kendine. Ayrıca bu seri ileride olacak projeler için deneysel bir ortam niteliğindeydi.

Bu iki serinin çaktığı kıvılcım dalgalanarak büyüdü. Artık her türlü efekt programının kullanıcıların ayağına gelmesi, ve neredeyse herkesin bir video kamerasının olduğu günümüz dünyasında bir internet dizisi yapmak çok kolay hale geldi. Büyük prodüksiyon şirketlerinin göz ardı ettiği senaryolar, oyuncular vs. kendilerine internet dünyasında bir yer edindi. Gerçekten kaliteli yapımlar ortaya kondu. Artık her türde profesyonel sayılabilecek derecede amatör yapımlar görüyoruz. Hatta bu yakın geçmişte başlayan akıma literatürde "Web Television" (İnternet televizyonu) adı verilip kendilerine ait ödül törenlerine de kavuştular. "Streamy" adı altında her yıl düzenlenen ödül töreninde çeşitli kategorilerde ödüller verilmekte. İşte size böyle başlamış bir akımın günümüzdeki temsilcilerinden bahsedeceğiz bu ay. Ama en iyileri veya en beğenilenlerin yerine kendimizin beğendiği yapımları elealacağız. O zaman iyi okumalar sizlere. Aykut Hacıoğlu

1995 yılında Scott Zakarin reklamlarla desteklediği "The Spot"ı ortaya koydu. Temelde kiralık bir daire olan ve "Spot" adı verilen bir yerde geçen hikayeleri konu almıştı. İnternet kullanıcıları tarafından bu seri de çok tutuldu, yayın hayatına 1997 yılına kadar devam etti.


BrianD vs The Law Brian Doheny evinde video oyunlarıyla tek başına takılan bir gençtir, bir online karşılaşmada ünlü bir oyuncu olan ve yenilmez "The Law"ı alt ederek VGHS'e girmeye hak kazanır. Klavyesini ve faresini kaptığı gibi soluğu VGHS binasında alır. Okulun çılgın müdürünün garip nutkunu dinledikten sonra okuldaki günlerini geçireceği odasına gider ve ilk arkadaşını edinir. Theodore Wong (kısaca Ted), bu çılgın asyalı ile olacak olan yakın dostluğunu başlatır.

VGHS Olsa ne hoş olurdu.

Çok geçmeden lisenin en güzel kızına denk gelir ve tahmin edildiği gibi ona tutulur. Jenny Matrix. Güzel olmasının yanısıra okuldaki en iyi FPS oyuncularından biridir aynı

Şimdi tanıtacağım dizi hepimizin ütopyası olabilecek

zamanda. Kahramanımız, Jenny'nin peşinde daha çok

nitelikte bir yapım. "Video Game High School"

koşacak gibi duruyor.

Bir eğitim kurumu hayal edin; fizik, kimya, edebiyat,

Ve büyük karşılaşma çok geçmeden gerçekleşir. Brian D,

matematik yerine yarış oyunları, fps (first person shooter),

otoparkta The Law ile karşılaşır. Aslında hikayemizin ilk

ritim oyunları gibi şeyler öğretilsin. Hayali bile eğlenceli

sıçrama noktası tam o anda oluyor, The Law, Brian'ın

değil mi? Öyleyse VGHS'e hoş geldiniz.

emekter klavyesini kırıp çöpe atıyor. Bu aslında acımasız

9-10 dakikalık kısa bölümlerden oluşan dizi bir çırpıda

rekabetin ne seviyede olacağının kanıtı sayılabilir.

izlenebilecek türden. Hikaye VGHS'e kabul edilen Brian'ın

Ana karakterlerimize yardım eden yardımcı karakterlerle

başından geçenler üzerine kurulu. Sıradan bir lise olmadığı

birlikte iyice şenleniyor ortalık.

ortada ve öğrencilerin arasındaki rekabet de sıradışı olacak elbette. Tipik amerikan liselerinde gördüğümüz Futbol kaptanının okulun en güzel kızıyla çıkması, okulun

Kısa Dizi - Sağlam Kadro

zengininin herşeye sahip olması gibi durumlar yerine; okulun en iyi FPS oyuncusunun güzel kızda gözünün olması,

Aslında diziyi biraz amatör yapım gibi algılasak da oyuncular

yüksek skor rekabetleri var.

televizyondan tanıdığımız yüzler. Mesela lisenin FPS hocasını daha önce "Chuck"ta Chuck Bartowski'yi canlandıran Zackary Lewi oynuyor. Ritim Oyunları dersi hocası rolünde de Heroes dizisinde severek izlediğimiz asyalı kahramanımız Hiro'ya can veren Masayori Oka var. Bir çok tanıdık yüzle daha karşılaşıyoruz seri boyunca. Fakat sanmayın ki bütün diziyi bunlar taşıyor. Aslında az tanınmış


oyuncuların rol yeteneği küçümsenmeyecek kadar iyi. İşin içinde bilgisayar oyunları var, peki ya görsel efektler ve kostümler? İşte seride şapka çıkarılacak bir kısım daha. Oyuncularımızın oyun oynadığı kısımları bilgisayar ekranından değil, gerçek sahnelerle izliyoruz. Sanal bir gerçeklikte oynuyormuşçasına çekilmiş sahneler mevcut dizide.. Bu sahnelerdeki kostümler, görsel efektler göz dolduruyor. Gerçek bir savaş ortamının atmosferini yaşatıyor bizlere. Patlamalar sadece efekt olarak kalmamış, işin içine gerçek toz duman da eklenmiş ve tadından yenmez hale gelmiş. Kısa Bölümler - Büyük Bütçe Her ne kadar kısa bölümlerden oluşan bir seri olsa da dizinin izleyicilerle buluşan ilk sezonunun maliyeti tam olarak $636,010. Ekip bu yüksek maliyetin altından kalkabilmek için bir kickstarter eventi açmış. Hedefledikleri değer bütçenin çok altında bir değer olan $75,000. Ama dizinin bir sezon içerisinde elde ettiği fanları sayesinde bu değeri geçebileceklerine olan inançları tam. Diziyi izledikten sonra üç beş dolar bırakmak isterseniz de VGHS kickstarter diye arattığınızda çok rahat bulabilirsiniz. Son olarak;

BITE ME

Dizi henüz bir sezon yayınlanmış olsa da hikayenin gidişatı, kurgudaki merak unsurları gayet başarılı. Bir haftasonunuzu ayırarak ilk sezonu tamamlayabilirsiniz. Bana sorarsanız, bu eğlenceli seriyi kesinlikle kaçırmak istemezsiniz.

Bilmiyorum daha önceden de farkında mıydınız ama Youtube kanalları o kadar yaratıcı ve güzel oldu ki son yıllarda; neredeyse her zevke uygun şeyi bulabiliyor ve televizyonun yüzüne bakma gereksinimi bile duymuyorsunuz. Freddiew’in görsel efektlerle süslü inanılmaz video kliplerinden tutun hayatlarını yemek yemeğe adamış EpicMealTime canavarlarına kadar konu ve program skalası oldukça genişlemiş durumda. Tabi bu verdiğim örneklerin Machinima tarafından bizimle buluşturulan Bite Me ile hiçbir ilgisi yok. Youtube serisi olmaları dışında. Ucuz Big Bang Theory + Dead Rising = Bite me “Bite Me” isminden de yola çıkacağınız üzere bir zombi serisi. “Öff sıktı lae…” demeyin çünkü bu her gencin düşündüğü bir fikirden yola çıkıyor. Gerçekten bir zombi istilası olsa biz oyuncuların hali nolurdu?( Hadi ama düşündüğünüzü biliyorum şimdiden olası bir istilada karargah kurulası yerlerin listesini yapanlar ve ekip oluşturan arkadaşlar tanıyorum  ) işte bu fikrin üzerinden yola çıkan Bite Me bize inanılmaz komik ve farklı bir dizi keyfi sunuyor(Zombies vs Geeks?).


Hikayemiz 3 kafadar Xbox ve Dead Rising oyunu delisi arkadaşların kendilerini patlak vermeye başlayan bir zombi istilasının ve hükümetin Los Angeles’ı kurtarmak yerine tam tersini hedefleyerek kurduğu Zombie War Task Force(Z-WTF hehe) adlı askeri birliklerin ortasında bulmasıyla başlıyor. Kendileri biraz tuhaf tipler. Jeff kahramanlık düşkünü, karşı caddedeki hatuna aşık ve müşterinin yemeğine işeyecek kadar pis bir garson  Mike ise üçlünün belki de en aklı yerinde olan elemanı ancak onun da başı kontrol delisi ve spor manyağı sevgilisi ile dertte(seks için koşu ve şınav!). Greg ise Harvard mezunu ama kendisi yol ortasında işaret tutarak para kazanıyor. Yönetmenin dediği gibi bu diğer zombi film veya dizilerinden farklı. Nasıl mı? Fark şu ki bu üçlü zombilerin neye benzediklerini zaten biliyorlar. Hatta neredeyse her akşamlarını zombi öldürerek geçiriyorlar(thanks to XBOX). Onlar için tek fark bu rutin eylemi gerçek hayatta yapacak olmaları. Dizinin en sevdiğim yanı da bu. Diğer filmlerde tanık olduğumuz “Bunlar da ne? Nasıl öldüreceğiz? Ne yapmamız gerek?” gibi sorularla vakit kaybetmeyip direk aksiyona girişiyorlar. Hatta Dead Rising’ten ilham alan karakterler ev yapımı silahlara dahi girişiyorlar. Tabi ki dizinin en iyi yanı karakterlerin çizgi roman-film-oyun delisi olmaları ve bunlara yapılan göndermeler değil. Bazı yerlerde gülmekten durdurmak zorunda kaldığımı çok net hatırlıyorum.

5 bölümlük ilk sezon ve doyurucu bir 2. sezondan sonra açıkçası sonraki sezonları beklemek bana zor geliyor. Hadi artık çıksa da izlesek demekten kendimi alamıyorum. Yine aynı oyuncuların oynadığı MythBusters vari bir yan proje olan “Zombies go Boom”da ise balistik jel ile oluşturulan mankenler üzerinde çeşitli silahların etkisi ölçülüyor ki onu da öneririm  Bite Me hakkında söyleyecek daha fazla şey yok aslında. Korkudan çok Shawn of the Dead tarzındaki bir zombi mini serisi. Zaten bölümler öyle çok uzun değil 10 dakika civarı. İlk bölümünden sonra sizi kendisine bağlayacağına eminim. Eğer siz de zombi ve komedi kombinasyonunu seviyorsanız ve bazı Youtube kullanıcıları gibi “Asker üniformaları öyle olmaz mantık hatası var!” diyecek bir kafada değilseniz Bite Me kesinlikle tam sizlik.


THE GUILD The Guild Felicia Day’in yazdığı aynı zamanda başrolünü oynadığı, internet üzerinden yayınlanan bir dizi. Şuan altı sezonu bulunmakta ve altıncı sezonun son bölümü itibari ile devamı gelmeyecek gibi görünüyor. Fakat dizi yarıda falan kesilmedi planlı bir şekilde sona ulaştı. Bir sezon on iki bölümden oluşuyor, her bölümde yaklaşık beş altı dakika arası sürüyor. Bir sezonda geçen zaman ve işlenen konu itibariyle her sezon bir bölüme denk diyebiliriz. Her bölüm Codex’in video günlüğü ile başlıyor sonrasında bir önceki bölümde kalınan yerden devam ediyor. Dizi de konu olarak devasa çevrimiçi oyun oynayan bir grup insanın gerçek hayatta ve oyunda karşılaştıkları olaylar anlatılıyor. Hikâyenin başlangıcı ise uzun süre oyuna giriş yapmayan grubun Warlock’u Zaboo beklenmedik bir anda grubun Healerı Codex’in evine bir ziyaret gerçekleştirir. Bu durumdan hoşnut olmayan Codex sorunun çözümü için Guildi gerçek hayatta bir toplantıya ikna eder. İlk sezonundan sonra sponsorların ve konuk oyuncuların desteğiyle de kalitesini artırarak yoluna devam eden dizi MMORPG severlere eğlenceli dakikalar vaat ediyor. Eğer sizde MMORPG oyunlarla ilgilenen biriyseniz ya da zamanında oynadıysanız aşina olduğunuz birçok şeyi bulacağınız bir yapım. Dizinin çok güzel klipleri de bulunmakta özellikle Do You Wanna Date My Avatar göz atmanızı öneririm. Dizinin bölümlerine ve daha fazlasına ise buradan ulaşabilirsiniz.


Film

Leonard Lowe (Robert De Niro) küçük yaşta ensefalit hastalığına yakalanıyor ve yatırıldığı hastanenin nöroloji bölümünde annesinin de desteğiyle birlikte yıllarca tedavi görüyor. Ensefalit hastalığını bir çeşit uyku hastalığı olarak da nitelendirebiliriz aslında. Bu hastalığa yakalanan hastalar; bitkisel bir yaşam tarzı ile hayatlarını sürdürüyorlar. Başkalarının yardımı olmadan kendi başlarının çaresine bakamayacak kadar da kötü durumdalar. Bunu bir nevi koma ve felç hayatı olarak da düşünebilirsiniz.

AWAKENİNGS

Merhabalar. Aslında bakarsanız çok tereddütte kaldım, bahsedeceğim filmi seçmek konusunda. Başka bir filmden bahsedecekken neden sonra fikrimi değiştirdim ve yakın zamanda izleyip; çok derinden etkilendiğim bu filmden bahsetmeye karar verdim. Son zamanlarda daha çok gerçek yaşam öykülerini konu edinen filmleri izlemeyi tercih ediyorum, nedendir bilinmez.

Filmdeki tek hastamız Leonard’ da değil tabii ki. Sayıları ondan fazla olan, aynı hastalıkla mücadele eden, yaşlısından gencine kadar yığınla hasta insan var. Yıllar sonra işte bu hastaneye gelen, Malcolm Sayer (Robin Williams) adlı doktorumuz, ensefalit hastaları üzerinde çalışmaya başlıyor. Hastaların onları etkileyen şeylere karşı tepki gösterdiklerini fark ettiği andan itibaren de kendini bu hastaları iyileştirmeye adıyor. Tepkiler umut oluyor Dr. Sayer için. Doktor, umudunu ve hastalık hakkında edindiği bilgileri kollarının altına alarak; hastalarını iyileştirebilecek olan ilacın peşine düşüyor. Zorlu bir mücadelenin ardından ilacı ediniyor ve hastaları üzerinde

Gel gelelim beni birçok sahnesiyle adeta tokat yağmuruna tutan filmimize. Filmimiz; Penny Marshall yönetmeliğinde 1990 yılında gösterime girmiş dram yönü ağır basan, Oliver Sacks’ın aynı isimli eserinden uyarlanmış gerçek bir yaşam öyküsü. Oyuncu kadrosu baya sağlam. Robert De Niro ve Robin Williams başrollerde. Robert De Niro, film için şöyle bir söz sarf etmiş “ Filmin mesajı çok açık, yaşamdan zevk alın.” Filmi izledikten sonra eminim ki, ustayla aynı kanıya sizde varacaksınız.

bu ilacı deniyor. İlaçla birlikte hastalar, yıllar süren uykularından uyanıyorlar ve olaylar ilk uyanışla birlikte bu


andan itibaren gelişmeye başlıyor. Filmde uyanış öyle bir işlenmiş ki, etkilenmemek imkansıza yakın boyutta. Ha aklımdayken şunu da diyeyim; Robert De Niro’da ulaşılmaz bir oyunculuk sergiliyor tüm film boyunca. İnanın, izlediğiniz zaman bana bu konuda hak vereceksiniz. Ne yapın edin filmi edinin ve izleyin! Aranızda hayatın size kötü davrandığına dair düşüncelere sahip olanlarınız, hayattan zevk alamayanlarınız varsa eğer; onlar, özellikle izlesinler. Uyanış sonrası, Leonard'ın geçmişte bıraktığı dış dünyayla tekrar haşır neşir olmasının ardından yaptığı yorumlara, söylediklerineyse mutlaka kulak verin, onu dikkatle izleyin. Film belki bir parça yanılgılarınızdan kurtulmanıza yardımcı olabilir diye düşünüyorum.

Esasında "Hayatınızın değerini bilin!" diye bangır bangır bağıran bir film. Kendinizden bir şeyler bulacak ve belki de tekrar tekrar izlemek bile isteyeceksiniz. Ben fazlasıyla etkilendiğimi itiraf etmeliyim, belki bu film hayatta bazı şeyleri daha farklı değerlendirmeme sebep bile olmuş olabilir, kimbilir… Umarım aranızda izlememiş olanlar, bu yazı vasıtayla izleme imkanı bulurlar. Şimdiden iyi seyirler diliyorum hepinize! Filmin imbd puanı ve içeriği için(bkz.) Fragmanı için (bkz.) Ece Gündüz



Çizgi Roman avlamasıyla başlar. Ancak bu klasik bir hayalet hikayesinden daha ilk sayıda sıyrılır ve Kilgore kardeşler, ikisinin de kontrol edebildiği tek bir benliğe(Haunt) bürünürler. Zaten birbirinden haz etmeyen bu iki kardeşin aynı vücuttaki çelişkilerini varın siz düşünün. Hikayeden daha fazla bahsetmeden ortam hakkında kısaca bilgi vereyim. Daha yeni bir çizgi roman olduğundan mıdır yoksa farklı bir çizgide ilerlemeye çalıştıklarından mıdır bilemedim, geçtiği şehir ve zaman hakkında pek bahsetmiyor Haunt. Daha çok aksiyon ve olaylar üzerinden gidiyor. Sanırım zaten farklı bir çift karakter oluşturduk bundan çekeceğimiz ilgi ile işi götürürüz diyorlar ki benim için haklılar 

Haunt

Spawn’da güncele gelme merakım ve Todd Mcfarlane’i bu muhteşem çizgi romanı yarattığı için takdir etmemden gelen araştırma içgüdüsüyle bir makaleye rastladım. Tekrar bulamasam da içerikten bahsedebilirim. Yeni bir çizgi roman başlatma fikri… Spawn ile çok geç tanışan ve “Yahu son sayıyı okudun mu? Acaba neler olacak?” tarzı muhabbetlere girişememenin verdiği ukteyle beklemeye başladım. Hadi bakalım belki de yeni bir epik bir seriye başlanır ve de ben ilk sayısından itibaren takip ederim diye düşündüm. Sonra unuttum gitti ancak Spawn’ın arka sayfalarında reklamını görür görmez merakım tekrar su üstüne çıktı ve benim “Haunt” ile tanışmam vuku buldu. Hikayesine geçmeden önce size neler vadettiğini ya da sizin çizgi romandan bekleyeceklerinizin ne kadar yüksek olacağına ipucu vermek adına isterseniz Haunt ekibine bir göz atalım. Walking Dead’ten tanıdığımız Rober Kirkman ve Mcfarlane tarafından yaratılan Haunt’ın teknik ekibi; Image Comic’ten çıkma Invincible’dan tanıdığımız Ryan Ottley, Spawn’daki muhteşem çizimleri ile hatırladığımız Greg Capullo ve McFarlane’in ta kendisi… Nasıl kadro? Bulabileceğinizin en iyilerinden değil mi? Evet öyle…idi. Hikayemiz gönderildiği gizli bir görev sırasında öldürülen Kurt Kilgore’un, kilisede çıkardığı tüm günahların toplamından fazlasını işleyen Katolik rahip Daniel’ı

Okudukça ısındığım ve -plot twist-leri çok seven Mcfarlane’in benzer şeyleri Haunt’ta da yapması hoşuma gitmişti. Akıcıydı. İşler gittikçe kızışıyordu. Aynı benlikteki çatışmalar dozundaydı. Ta ki tüm çizgi roman ekibi değişene kadar… Bir sayfalık hiç mi hiç samimi olmayan bir “yeni bir yönde ilerleyeceğiz… yeni ekibimize güvenimiz tam” tarzındaki klişe açıklamalardan sonra Haunt hiç beğenmediğim bir değişime gitti. Karakterlerin kişilikleri değişti. Çizgiler karanlık ve agresif bir tarzda iken pürüzsüz çizgifilmvari bir şekle büründü… Kusura bakmayın ama çizim stillerinden bile eser kalmayan bir çizgi romanda bir çırpıda ceryan eden kişilik değişimi ve “Aman Allah’ım bana neler oluyor ?!” tarzı yaklaşımlar inanılmaz bayağı ve samimiyetsiz. Söylemeyi unuttum bu dediğim tüm kadronun değişimi öyle 100. Sayıda falan olmuyor. 19. sayıda “New Creative Team!” başlığıyla merhaba diyor size. Yeni ekibin şimdilik çıkardığı işi çok başarısız buluyorum ancak dediğim gibi daha yepyeni bir çizgi roman… Umarım eski güzel çizgilerini yakalarlar ve güzelim konu ve karakterleri harcamazlar. En son 28. Sayısı çıktı… Son olarak boş zamanınız varsa ve devasa evrenlere girişemem diyorsanız bu yeni seriye bir göz atın derim. Faruk Yaylaz


Çizgi Roman

adapte edilmiştir. Sadece japonyada 8 milyon satış rakamlarına ulaşan manga günümüzde de hala popülerliğini korumaktadır. Peki neden bu kadar kült? Öncelikle manganın birden fazla öne çıkan tarafları var. İlk olarak dayandığı dönemi müthiş bir şekilde aktarıyor. Bir aksiyon mangası olmasına rağmen tarihi gerçeklere o kadar bağlı kalmış ki, neredeyse bir tarihi kaynak olacak kadar iyi. Eğer Edo dönemi ile ilgileniyorsanız oldukça memnun kalacağınızı söyleyebilirim. Edo dönemi hakkında hiç bir bilgisi olmayan arkadaşlar ise okurken öğreniyorsunuz. Gerek manganın sonundaki sözlük olsun, gerek hikaye boyunca yapılan açıklamalar olsun döneme tamamen yabancı olsanız bile sizi içine çekebiliyor. Sadece bu özelliği bile mangayı okumak için yeterli bir sebep.

Lone Wolf And Cub

Bu ay bir değişiklik olarak bir manga ile karşınızdayım arkadaşlar. Her ne kadar manga aslında bir çizgi roman olsa da oldukça farklı bir tarzda oldukları için genelde farklı bir kategoride değerlendirilirler. İki tarzı da seven biri olarak fırsat buldukça manga da okumaya çalışıyorum. Özellikle son zamanlarda manga konusunda oldukça şanslıyız. Popüler mangalar bir bir çevrilmeye başlandı(yanlız hala Full Metal Alchemist çevrilmedi, ayıp ayıp...) manga okurları için oldukça güzel haberler bunlar. Yanlız içlerinde bir manga var ki hakkında mutlaka bahsedilmesi, alıp okunması gerekir. Lone Wolf And Cub Lone Wolf And Cub’ı tek cümlede özetlemem gerekirse kuracağım cümle manga aleminin Yüzüklerin Efendisi olduğudur. Nasıl ki Yüzüklerin Efendisi fantastik edebiyatı kökünden sarsmış, etkisini bu gün bile göstermektedir. Lone Wolf And Cub da aynı şeyi zamanında manga dünyası için yapmıştır. Bu gün bile pek çok manga Lone Wolf And Cub’ı örnek almaktadır ve pek azı o anlatıma ulaşabilmiştir. Lone Wolf And Cub, Kazuo Koike ve Goseki Kojima tarafından 1970 yılında yayınlanan Edo dönemini anlatan bir samuray mangası. Konusu bir suikastçi olan samuray ile 3 yaşındaki oğlunun maceralarını anlatır. Toplam 28 ciltten oluşan manga 6 filme, 4 oyuna, bir de televizyon dizisine

İkinci olarak muhteşem kurgusu. Kahramanımız(daha doğrusu kahramanlarımız) birer suikastçi. Dolayısı ile manganın ilerleyişi hedefi bul, öldür, paranı al, bir sonraki hedefe git şeklinde. Ancak tahmin edemiyeceğiniz kadar çok plot twist, hikayenin gidişatında değişmeler mevcut. Yalnız burada tavsiyem mangayı yavaş ve dikkatli okumanız. Çünkü genelde diyaloglara dayalı bir anlatım mevcut. Dikkatlice okumazsanız kimin kimi niçin öldürdüğünü anlayamıyorsunuz. Zaten anlatılan döneme yabancı iseniz sık sık kafanızın karışması olası. Ancak inanın sabrınıza değicek bir manga.


Dönemin gerçeklerine uygun, kurgusu sağlam. Şimdi bunlara birde muhteşem bir sinematik anlatım ekleyin. Neredeyse tüm sahneler film karesi gibi. Okudukça atmosferin ne kadar güçlü olduğunu farkediyorsunuz. Goseki Kojima muhteşem bir iş çıkarmış. Gördüğünüz gibi oldukça güçlü yanları olan bir manga Lone Wolf And Cub. Ve ününü sonuna kadar hakediyor. Mangalar ile ilgilenmiyor olsanız bile okumanızı önereceğim bir manga kendisi. Seri ile ilgili tek olumsuz olarak söyliyebileceğim nokta, eski yapım bir manga olduğu için çizimlerin biraz eski tip olması. Kimi sahnelerde falan kafanızı karışabiliyor. Ancak 2-3 chapter sonra çizimlere alışıyorsunuz. Marmara Çizgi’den çıkan Lone Wolf And Cub’ın şu an 3 cildi çıktı. Daha yayınlanmaya yeni başlanan bu seriyi takip edip arşivinize katmanızı şiddetle öneririm. Aykut Kekeç

Nedir bu Edo dönemi? 1603-1868 yılları arasındaki döneme denir. Bu dönemde Japonya dış ticareti kesmiş, sadece kendi içinde gelişmiştir. Ve bir süre bunu başarmıştır da. Ülkenin başında Tokugawa Shogunate adlı askeri bir hükümet vardı. Bunlara bağlı 300’e yakın Daimyo adı verilen oldukça güçlü arazi lordları ülkeyi yönetiyordu. Lordların arasında sürekli bir çatışma mevcut oluyordu. Güçlü ittifaklar kurulup, klanlar birleştirilip, büyük çaplı iç savaşlar yaşanıyordu. Lordlar güçlerinin yettiğince samuray tutup kendilerine güç katmaya çalışıyorlardı.


Çizgi Roman

Künye bilgilerini verdiğimize göre içeriğe geçebiliriz. Öncelikle hikayemiz iblis avcısı olan bir grubun maceralarını anlatıyor. Grubumuz Okko adlı bir ronin, suratını kırmızı bir iblis maskesi ile gizleyen gizemli, iri savaşçı Noburo, tanrılar çağırıp iletişim kurabilen sarhoş bir rahip Noshin, ve son olarak ablasını bulmak için gruba katılan, ufak bir çocuk olan Tikku‘dan oluşuyor. Karakterlerimiz oldukça orjinal. Özellikle Noburo’nun ne olduğu tam bir merak konusu. Grubun lideri ve seriye adını veren Okko olsa da, hikaye Tikku’nun üzerinden ilerliyor. Hikayeyi bırakıp çizimlere gelirsek. Tek söyliyeceğim muhteşem oldukları. Çizimler oldukça detaylı, hem karakter olarak, hem de çevre çok özenilerek çizilmiş. Özellikle bina çizimlerini görmeniz lazım. Hub’ın yetenekli olduğu ortada. Bir diğer öne çıkan unsur ise renklendirme. Geniş ve canlı bir renk paletine sahip olan serinin çizimlere olan uyumu mükemmel olmuş. Okurken atmosferi hissediyorsunuz.

OKKO

YapıKredi yayınlarınının çizgi romanları oldukça başarılı. Hem sunum olarak çok güzel bir baskı yapıyorlar, hem de kaliteli seriler yayınlıyorlar. Ve bunu uygun fiyatlara yapıyorlar. Gerçi uzun zamandır yeni sayılar çıkmıyor ancak umarım kaliteli yayınlarından ödün vermezler. Okko YKY’den çıkan bir seri. Yine Lone Wolf And Cub gibi feodal Japonya döneminde geçiyor. Ancak birbirlerinden oldukça alakasızlar. Zaten Japonya’dan değil Fransa’dan çıkmış bir seri(son zamanlarda fransız çizgi romanlarına da merak sardım, oldukça güzel örneklerine denk geliyorum hep. Bir ara dosya konusu mu yapsam :) ). Serinin çizeri ve senaristi Hub adında biri. Biraz araştırdıktan sonra tam adının Humbert Chabuel olduğunu öğrendim. Hem bu kadar güzel çizip(ki birazdan çizimlere değineceğim.) hem de sürükleyici bir senaryo yazabilmesi ne kadar yetenekli olduğunu gösteriyor.

Ortaçağ Japonyasında geçen fantastik öğeler barındıran bu seriyi türe merak duyanlar için mutlaka öneriyorum. Şimdilik 2 cildi çıkan serinin 3. Cildinden henüz haber yok. Ancak ileriki zamanlarda çıkacaktır. Umarız YKY’den daha çok bu tipte çizgi romanlar görebiliriz. Aykut Kekeç



Retro

Dikkat!

Bu yazı, ağır geçmiş hatırlanması ve mutluluk içermektedir. Okurken ve resimlere bakarken keyiflendirebilir, ‘hey gidi’ dedirtebilir. Nitekim ben dedim, ve yazıyı yazarken saatlerimi oyun oynamaya harcadım. Siz de harcayın, hatta yanınızda arkadaşınız varsa beraber harcayın, bir çok oyun öyle daha eğlenceli. Yazıda bir çok ateri oyununa yer verdim, yani en azından hatırladığım efsane olanların bir kısmına. Unuttuğum oyun illaki olmuştur tabi, ama şu haliyle bile epey zengin bir liste. Unuttuğum oyun varsa lütfen mubkfk@gmail.com hesabına mail olarak iletin, Nisan ayı toplamasında onlara da yer vereyim. Selamlar, iyi okumalar.

Goal 3 Direk olarak Goal 3’le başlamak istedim. Hayır, futbol hayranı ve futbol izleyicisi değilim ama bu oyun bir futbol hayranından daha geniş, çok daha geniş bir alana hitap ediyor. Kısacası, Gol 3 gelmiş geçmiş en zevkli ve en kırıcı – sanıyorum- futbol oyunu. Hatta biraz daha ileri gidersem, ateri’de challenge’ı en bol yapılan çok oyunculu oyun diyebilirim. Çünkü topu sürerken, karşıdan gelen oyuncuya yıldırım düşürebildiğimiz başka bir futbol oyunu olmadı. İlginç ve değişebilen futbolcu modelleri ve her takımın farklı garip şutlar çekebilmesi gibi –köpekbalığı ya da muz gibi- süper ötesi özellikleri vardı ve maçların her biri kelime anlamıyla kıran kırana geçmekteydi. Street Fighter’da her tuşa basarak combo yapmak gibi, bazı saldırıları


yapabilmek için, hele ki top bende değilse her tuşa basardım. Kaleci gol yediğinde tırnaklarını yiyordu, daha detay nasıl olur yahu ? DipNot: Ayrıca adı Kunio Kun’s Technos Soccer olarak da bilinirmiş. * Circus Charlie Muhtemelen hepiniz hatırlıyorsunuzdur, denk gelmesi budur ki Goal 3’ten sonra yine challenge’lara sebep olan bir oyun geldi. Şimdi yazacaklarım listesine bakmamla beraber, aslında bir çoğunun iddialaştığımız oyunlardan olduğunu gördüm. Circus Charlie 5 bölümden oluşan ve bir sirkteki hareketleri yapmaya çalıştığımız bir oyundu, bölümler sırasıyla; bir aslanı yönlendirirken, yanan çemberlerin içinden atlıyoruz (1), ip üzerinde yürürken üzerimize gelen maymunların üzerinden atlıyoruz –sonda gelen hızlı maymuna aman dikkat- (2), büyük bir topun üzerinde ilerliyoruz ve ilerlerken yakındaki diğer toplara – mecburenatlıyoruz (3), koşan bir at üzerinde ayakta duruyoruz ve gelen engellerin üzerinden atlamaya çalışıyoruz, tabi atın üzerinden düşmemek önemli (4), trapezci oluyoruz ve iplerden tramplenlere, sonra da tekrar iplere gibi bir yol izleyerek bitirmeye çalışıyoruz. –evet- (5). Benim en çok zorlandığım bölüm atın üzerinde ayakta gittiğimiz bölümdü, nitekim en rahat geçilen de maymunlu olandır, sanırım hemfikir olabiliriz bu konuda. * Super Mario Bros. Bu listede muhtemelen en tanıdığınız sima Super Mario. Nintendo’nun yarattığı mükemmel, muhteşem, şahane serinin doruk noktasındaki ateri oyunu ve kendi serisinin en iyi, en bağımlılık yapıcı oyunu. Hatta belki de çocukluğumuzda en çok vakit geçirdiğimiz ateri oyunu. Aynı zamanda iki italyan musluk tamircisinin prensesi ejderhanın elinden, ninja kaplumbağalar –böyle yazınca garip oldu- ve ninja olmayan türlü türlü başka yaratığı geçerek kurtarmaya çalışması gibi saykodelik bir hikayeye de sahip.

Oyun 8 bölüm, ve son bölümün son kısmında –ki ejder’in kalesinde geçer hep, ve ejder’i defalarca malup ederiz- tabi prenses’i kurtarıyoruz. Bu bölüm de kesinlikle saykodeliktir, çünkü uçan balıklar da mevcuttur bu bölümde, aynı zamanda diğer bölümlerde gördüğümüz bir çok yaratığı da görebiliriz. Sualtı bölümü de mevcuttur ve en uzun bölüm sonlarından birisidir. Ejderha hep hızlıca lavların arasına geri düşürülür gelirken türlü zorluklara karşı gelinmesine rağmen. Ancak o köprü yokolurken gelen takır takır ses kesinlikle rahatlatır insanı ve bir gülümseme yaratır. 1.000.000 oyunun olduğu kasetlerde –hadi canım- değişik modlarını ve başka bölümlerden başlayan kısımları da olurdu, 50 tane Super Mario Bros.’u başka türlü koyamazlardı ya zaten. Çiçeğin neden küçükken alev topu hakkı vermediğini merak ediyorum, hep de merak edeceğim. Müzikler ve ses efektlerinin ayrı bir güzelliği vardı, ve de besteleri hemen hemen her müzik türüne cover’lana bilecek kadar generic hazırlanmıştır. http://www.mariopiano.com/ adresine giderek haritalarda çalan müziklerin notalarını bulabilirsiniz. Mario ve Luigi arasında tartışma her kardeş arasında olmuştur şimdi, haksız mıyım ? DipNot: Japom geliştiricilerin hazırladığı Super Mario temalı bir şaka ve zor oyun da vardır, onun da videosuna http://www.youtube.com/watch?v=lvvztk82rPY adresinden erişebilirsiniz. İndirme linkini de bir kaç Google aramasıyla elde edebilirsiniz 


DipNot2: Aynı zamanda adresinde Super Mario Bros. oyunundaki tüm bölümleri tamamen görüntüleyebilirsiniz.

sendeliyordu. Tamam ufak bir detay ama ince düşünülmüş, kabul edin.

DipNot3: Freddie Wonk’un şöyle bir fan yapımı var, izlemesi şahane. http://www.youtube.com/watch?v=KBb9wFP7uZM – First Person Mario, adeta bir italyan.

Belirli zaman içinde bölümü tamamlamak zorundayız, ancak meyveleri yiyerek bu zamanı artırabiliyoruz tabi. Bazı bölümlerin sonlarında boss dövüşleri vardı, ve oyunumuzun haritası adalardan oluşuyordu.

DipNot4: Tam bunu post ederken Freddie Wonk’un yeni bir fan yapımı yayınladığını gördüm. http://www.youtube.com/watch?v=Gf-2Imh6a54 – First Person Mario - EndGame

Aksiyon ve heyecan dozajı çok yerindeydi, el aletlerinde inanılmaz bir keyif veriyor oynaması. Hoş bilgisayarda da oldukça keyifli –hala-, ben şu taşlı kısma bir daha bakayım.

*

Sona yaklaştıkça çok zorlaşıyor, evet.

Adventure Island

*

Super Mario’dan sonra ateri’deki en efsane oyunlardan. Altında yeşil bir don mu bilemediğim bir şey geçimiş ve kafasında şapkası olan bir maceracı karakteri kontrol ediyorduk bu oyunda. Amacımız yine prensesi kurtarmaktı, ama ön brifing yoktu ve bilmiyorduk ya prensesi kurtaracağımızı. Macera delisi biz, doğrudan atlıyorduk bu maceraya ama nasıl bilmeyiz göreve çıkarken ? İnsan merak .eder ya, kasetin arkasında da bilgi kısmı yok ki.

90 Tank Sen bir tanksın, gidiyorsun. Saçma değil, ama doğru bir örnek. İki kişi oynamanın, iki kişi tank olmanın ne kadar zevkli olabileceği sorusunu tekrar sordurur size, çünkü geçen zamanda düşündüğünüz tek şey o kartalı korumaktır. O kadar güzel bir co-op eğlencesi ve ruhu vardır ki bu oyunun, tadından yenmez. Tek gayesi kartalı yoketmek olan ve bu yolda karşısına çıkan engellere ateş etmekten çekinmeyen tanklarla beraber savaşmak ve kartal vurulduğu zaman iki tarafın da birbirini suçlaması. İşte o zaman kavga gürültünün önü alınamıyordu, tabi sonra tekrar açılıp yeni bir tura dönülüyordu. İki kişi atak oynamak zordu, bir kişi defansta kalıp kartalın bulunduğu alanı korumalıydı. Eğer küçükseniz sizin defansta kalmanız gerekliliği doğuruyordu –doğal seçilim-, eğer yaşıtsanız da biraz aktiflik/pasiflik durumunuza bakıyordu. Hep ilk gelen alır şeklinde oynuyorduk biz, genelde de saldıran

Çok efsane bir aksiyon anlayışı ve oynanışı vardı bu oyunun. En basit silahımız çekişti, sonra ateş ve bumerang diye gidiyordu yanlış hatırlamıyorsam. Ateş ekstra olarak taşları kırabiliyordu, bumerang ise ele geri dönüyordu tabi. Yolda önümüze yumurtalar çıkıyordu ve bu yumurtalardan silahlar, kaykay ya da dinazor çıkabiliyordu. Bu dinazorların değişik özellikleri vardı, hızlı koşan ve ağzından alev çıkartan geliyor aklıma şu an. Ayrıca kaykay ve dinazorlar sayesinde bir kez yandığımız zaman ölmüyorduk. Taşa takılma kısmı çok hoşuma gidiyordu, çünkü taşı geçtikten sonra altta yokolan binekten dolayı taşa takılmış gibi adamımız da hafif


taraf oluyordum, pek başarılıydık ya.

*

DipNot2: http://mentalfloss.com/article/26875/how-didduck-hunt-gun-work adresinden nasıl çalıştığı hakkında detaylı bilgi alabilirsiniz. Aynı zamanda Duck Hunt’ın neden LCD ve Plazma ekranlarda çalışmadığı konusu da bir çok yerde anlatılıyor.

Duck Hunt

*

Mühendislik ve yaratıcılığın, aynı zamanda sırıtan köpekte gizli pislik duygusunun yer aldığı, hepimizin bildiği –bunu bilmeyen yoktur ya- ve muhtemelen avcılığa ilk kez adım attığı oyundur. Her birine tek tek değineceğim şimdi.

Bomber Man

Evinize koşup ateriyle coşabileceğiniz oyundu Tank, hep oynanabilecek bir oyun. Biri olsa da oynasak dedim şimdi.

Pislik duygusu demişim evet. Oyunda ana görevimiz zaten kuşları, ya da diskleri vurmak –seçime göre değişebiliyordu yanılmıyorsam. Bu görevi yapamadığımızda ve av köpeğimiz düşen bir kuş bulamadığında, eliyle ağzını kapatıp kıs kıs gülüyordu. Pislik köpek, Değerli’ye de çok benziyordu. Mühendislik ve yaratıcılık konusu, küçükken aklımızı alan konuydu. İçinde yalnızca bir ayna var gibi gözüküyordu oyun silahının, ve çok ağır da değildi. Yıllarca bu gizem korudu kafamda varlığını, bir kaç yıl önceye kadar tabi. Okuduğum zaman gerçeği, ufkum genişledi tabi. Olay o zamanki teknolojiyle yapılabilecek en ucuz ürünü üretmenin en zekice yolu. Ateş edildiğinde, çok kısa bir süre ekranda kuşların bulunduğu kısımlar beyaz kare, kalan kısım

Adını bomberman olarak, yazıldığı şekilde okuduğumuz oyunlardan biriydi bomber man. Beraber oynandığında, saatlerce başında tutma gibi bir süper gücü vardır ve oynanış çok basit ve çok eğlencelidir. Hız ve şansa dayalıydı aterideki, sonra tabi bir oyundan çok bir oyun türü oldu ve yüzlerce klonu türedi. Ateri’deki en güzel oyunlardan biriydi karşılıklı oynanırken. Duvarların içindeki şeyleri bulmaya çalışırken, bir yandan da balona benzeyen yaratıkları öldürmeye ve değmemeye çalışırdık. Her ateri oyununda olduğu gibi, yine müthiş, bağlayıcı ve hareketli bir müziği vardı. Çok yedi çocukluğumuzu, çok.

siyah oluyor. Silahtan çıkan lazer, beyazdan sekip geri dönerse vurmuşsunuz sayıyor. Eğer sekmiyorsa –ki siyahtan sekmiyorboşa sıkmış oluyorsunuz. Düşük frekanslı televizyonlarda test edebilirsiniz  DipNot: Yazıda belirtmedim, ama köpeği de vurabiliyorsunuz oyunda  http://www.youtube.com/watch?v=4rN4yDNj5ME

DipNot: Şaşıracaksınız ancak oyunun birde hikayesi varmış. Siz bomba fabrikasından kaçmaya çalışan bir robotu yönetiyorsunuz. *


Road Fighter

Galaxian

Garip ama mükemmel, Konami’nin muhtemelen çıkardığı en sevimli araba yarışı oyunu. Çok basit grafiklere ve oynanışa sahip, ama çok eğlenceli ve bu kadar tatlı başka bir oyuna rastlamadım hiç.

“WE ARE THE GALAXIANS / MISSON: DESTTROY ALIENS”

Oyunda yarış yapıyoruz, ama yarışa başladığımızda yarışa bizimle başlayan bütün arabalar bizi çabucak geçiyorlar ve ekrandan kayboluyorlar. Biz de sonrasında sarı arabalarla yarışıyoruz ve rekorumuzu artırmaya çalışıyoruz tabi. Sol tarafta bizi simgeleyen, ve neredeyse bizimle aynı büyüklükte olan bir araba figürü var, ne kadar gittiğimizi gösteriyor.

Bilim kurgu oldukça severim, küçükken de seviyordum. Ve de ateride yüzlerce özgün bilim kurgu ve uzay içerikli oyun yoktu -1.000.000 oyunun olduğu kasetleri saymıyorum tabi. Galaxian da oldukça bildiğimiz bir oyun, yukarıdan inen uzaylıları vuran uzay gemisini kullanıyoruz. Her gidişte bir sıra aşağı iniyorlar ve gitgide aşağıya yaklaşıyorlar, ve vuruldukça hızlanarak. Arada sırada yukarıdan bir uzay gemisi geçiyor, ve onu vurduğumuz zaman ekstra puan kazanıyoruz. Ve sonsuza dek, her sefer daha zorlu uzaylılarla savaşıyoruz. Bir seferinde bir atış hakkımız var, o atış vurana ya da ekran dışına çıkana kadar beklemek zorunda kalıyoruz. Oyun Space Invaders’ın üzerine bir şeyler koyulmuş hali aslında, daha iyi mi orası tartışılır. Yani neticede ara sıra kamikaze dalışları yapan uzaylılar ne kadar gerekli bilemedim. Saatlerce oynanabilen oyunlar listemize Galaxian da giriyor, çünkü sonu yok ya ! Ah bir de multisi olsaymış diyor insan.

Benzin azaldıkça oyun daha da heyecanlanır, müzik de değişir ve ambiyans farklı bir hal alır oyunda. Ara sıra benzin kamyonları geçer yoldan, onlara çarptığınızda patlarsınız. Ayrıca benzin ihtiyacınızı sık sık gökkuşağı renklerinde geçen bir arabaya gelerek giderebiliyordunuz. Çoklu oynanabiliyor, çoklusu da ayrı zevkli. Yağ gibi o yollarda gitmeyi özlemişim, her ne kadar aralarda delikler ve saçma sapan engeller olsa da. Arabanın o yolda akışı, mükemmeldi. Bazen Miami sahillerinde iki şeritlik sahil yolunda, bazen ise golden gate köprüsünün üzerinde.

*

Daha iyi bir yarış oyunu gelmedi oyun dünyasına.

Dr. Mario

*

Bir adam düşünün; tesisatçı, aynı zamanda büyüyüp alev topu atabiliyor, aynı zamanda ejderha’nın elinden bir prensesi kurtarıyor, bu adam italyan, ve bu adam bir doktor ! Hem de modern bir doktor !

Contra – Bir önceki sayımızda Retro bölümünde Contra ile ilgili yazmıştım, oradan okuyabilirsiniz. http://tr.scribd.com/doc/124405105/42-%C5%9Eubat *

Tetris’i çok sevmezdim küçükken aslında, tabi pazarda satılan o pille çalışan 99 oyunlu –ya bi git hala- elektronik oyuncaklarla fazlaca oynamışlığım var. Ama şimdi ateri’de


onca macera oyunu varken bir de tetris mi oynayacaktım ? Hayır, daha iyisi tabiki, Dr. MARIO ! Dr. Mario bir tetris değil, biraz daha arcade, karmaşıklık ve eğlence öğesi fazla olanı aslında  Ah, Mario’nun olduğunu da atlamışım.

yazmasına rağmen. Hepsi klasikti listedekilerin, ama o sıkıntıyla liste hiçbir sıkıntı yaratmamıştı bende. Sonra Snow Bros.’u gördüm, tabi snow ne demek bilmiyordum, o gün öğrendim. Kardanadamları yönetiyorduk. Kardanadamların geçtiği en eğlenceli oyundu sanırım Snow Bros., bir de şu klasik kayak oyunu vardı Windows’ta muhtemelen bir çoğunuzun bildiği, ki o da epey eğlenceliydi. Oyun 50 müthiş, lezzetli bölümden oluşuyor. Her bölümde ufak tefek trickler, zorlu yaratıklar ve bazen çıkılmaz delikler var. Tek kişi oynamak ve bitirmek oldukça zor, iki kişi biraz daha kolay ve çok daha eğlenceli. Hikâyemiz, Nick ve Tom’un başından geçiyor; Nick ve Tom kardanadam kardeşler (?). Nick ve Tom kardeşler prensesi kurtarmaya çalışıyorlar, ayrıca kendilerini büyüden kurtarmaya çalışıyorlar. Prensesler onları öptükleri zaman, üzerlerindeki büyü kalkıyor ve kardanadam olmaktan kurtuluyorlar. Bu büyü olayı, ‘iyi de bu adamlar neden erimiyor’ sorusuna cevap veriyor  Kartopu atmayı seviyorsanız –kim sevmez ki- ve bir şeyleri yuvarlamayı seviyorsanız--- yok hayır direk arcade seviyorsanız, çoklu olarak Snow Bros. oynamalısınız 

Oyunumuz tetris fiziği ile ilerliyor, yerçekimi de denilebilir buna tabi. Yukarıdan gelenler tetris’in aksine bloklar değil, ilaç kapsülleri. Üç renk kapsül var; sarı, mavi ve kırmızı. Bu kapsüller, aynı renkteki virüsleri yokediyorlar aslında. Mario bu kapsülleri aşağıya yolluyor, biz de bu kapsülleri hareket ettirerek ve döndürerek aynı renkte kenarı olan 3 kapsülü yanyana getirmeye çalışıyoruz. Aslında tam anlatamadım ama, anladınız siz aşinasınız. Biz bu kapsülleri birleştirip patlatıp puan kazandıkça, patlayan kapsül rengindeki yaratıklar debelenmeye başlıyorlar. Bölüm başladığında hali hazırda ortamda virüslerle başlıyor, o virüsleri ilaçla yokettiğinizde de zaten bölüm bitiyor ve Mario dans ediyor bazen (?). DipNot: Şöyle bir oyuniçi video mevcut, nostalji yapayım diyenler için. http://www.youtube.com/watch?v=xT4ksAgQouc * Snow Bros. 8 yaşında falandım sanırım ilk oynadığımda bu oyunu. Babam çerkezköyde çalışıyordu bir zamanlar, oraya gitmiştik, dayımlar da oralarda oturuyorlardı sanırım emin değilim, neticede 12 yıl olmuş. Her neyse, çok sıkıcı geçen bir gün başı sonrası öğle yemeği için dayımlara gitmiştik. Ateri varmış neyse ki, bağladım ateriyi, içinde bir kaset vardı zaten. Açtım ateriyi, 8 oyun vardı 100+ oyun

*


Excitebike Excitebike, bir motorsiklet oyununun sempatiklik ölçeği yerine konulabilecek bir ateri oyunu. Road Rash’ ibir çoğunuz biliyordur, bilmiyor da olabilir emin değilim. Oldukça enteresan tiplerle motor yarışı yaptığımız, birbirimize vurabildiğimiz ve saçma sapan ama çok eğlenceli animasyonlara sahip bir motorsiklet oyunuydu Road Rash. Bahsetmemin sebebi ise, Excitebike’ın Road Rash’e kadarki motor oyunları arasında en eğlenceli olanı olması, belki gelmiş geçmiş en eğlenceli olanı bile olabilir.

Excitebike oldukça basit bir motor yarışı oyunu, ne yazıkki çoklu oyuncu özelliği yoktu ateride. Görselliğindeki basitliğin yanı sıra, oyunda ufak tefek ayrıntılar var; motor hararet yapıyor ve çok ısındığında kenara çekip beklemek zorunda kalıyorsunuz, rampalara giriş ve iniş acayip önemliydi tabi. Önde olan motora çarptığınız zaman taklalar atıp, sonrasında düşüyorsunuz. Kalkıp motora koştuktan sonra, tekrar yarışa devam ediyordunuz. Aynı şekilde, siz de bunu diğer motorlara yapabiliyordunuz. Yolda engelleyici bariyerler, yavaşlatıcı çamurlar ve hızlandırıcı bar çıkabiliyordu.

yönetiyoruz. Ölmeden yukarı tırmanıp, prenses ulaşmaya çalışıyoruz. Bazen asansörlerden, bazen de merdivenlerden geçerek ulaşımımızı sağlıyoruz. Her bölüm biraz daha zor, ancak çok uzun sürmüyor oyun ve en sonunda prensesle buluşuyoruz ve mutlu sonla bitiyor.

Oyunda ayrıca iki mod var, A ve B olarak, B kısmı daha zor A kısmına göre. Ve de ince bir ayrıntı var, onu da atlamamak lazım. Yanılmıyorsam 3. bölümde çekici alıp yaratıklara karşı kullanabiliyoruz. Hızlı bitiyor aslında ama B kısmı çok da kolay değil ve sizi uzun bir süre başında hapsedebiliyor  İki kişi oynayınca her oyun gibi challenge olması çok zevkli hale sokuyor. Yine NES’e çıkan Donkey Kong 2 ve Donkey Kong 3 oyunları da oldukça eğlenceli, ancak birçoğunuzun hatırladığını düşünmüyorum, çünkü kaset yaygınlığı çok daha az onların 

Hey gidi Excitebike.

*

*

Track and Field, nam-ı diğer Olimpiyatlar

Donkey Kong

Çok challenge’lı, ama kısacık süren yarışmaların oyunu. Müzik ve ses efektlerinden sonra bahsedeceğim, öncelikle oyundan bahsedeyim az. Oyun bazı olimpiyat yarışmalarını içeriyor, şöyle ki; ikili olarak cirit atma, 100 metre koşu, 100 metre engelli koşu, uzun atlama, atış, yüksek atlama ve okçuluk dallarında yarışabiliyorsunuz.

Mükemmel arcade, Super Mario’nun babası, bir gorilin yer aldığı gelmiş geçmiş en eğlenceli oyun. Bir dönemin en büyük klişelerinden biri olan prensesi kurtarmacanın belki de başladığı oyundu Monkey Kong, çoklu oynanabilen ve yukarıda varil atan bir gorilin elindeki prensesi kurtarmaya çalıştığımız oyun. Mario’nun henüz fiziken varolmadığı bir dönemde varolan Donkey Kong’da Mario’nun hemen hemen aynısı bir karakteri

Çok kısa sürüyor challengelar, ama oldukça eğlenceliler – okçuluk uzun sürüyor. Saatlerce oynamıyorduk belki ama ikili oyunların vazgeçilmezlerindendi, müzikleri ve ses efektleri de iyice moda sokuyordu.


Ses efektleri ve müzikler demiştim evet, en çok düştüğünde çıkan sesi severdim, ki o ses koşu yarışında erken başlandığında çıkan sesle aynı sesti ki o da oyunda en kıl olunan durumlardandı, çünkü oldukça sık yaşanan bir durumdu o faul durumu 

Hakemimiz yine Nintendo’nun o zamanki geliştiricilerinin İtalyan aşkından çıkmış, ve Mario’ya benzeyen kısa bir adamdı. Yüksek tenis hakemi sandalyesinde –bu nasıl bir tanım- oturup, oradan maçı takip ederdi. Oynanışta derinlik oldukça iyiydi, döneme göre. Topun nerede olduğunu sizde hayal ettirebiliyor, ki eğer ilkel düzeyde, daha önce oyun geliştirmek hakkında en ufak bir tecrübeniz varsa, bunun ne kadar zor olduğunu az çok tahmin edebiliyorsunuzdur.

DipNot: Şu videodan görebilirsiniz oynanışı ve seçenekleri http://www.youtube.com/watch?v=W6d-tB5dXC8 DipNot2: 2.si de çıkmış bunun, hiç oynamadım ancak deneyim etmek lazım http://www.youtube.com/watch?v=BRayDY9xFRc * Tennis IN! Tenis’i oldum olası sevmem, spor müsabakaları izlemekten zaten pek hoşlanmıyorum çoğunlukla ama, tenis ayrı bir sıkıcı geliyor bana. Ancak, spor oyunlarını oynamayı epey seviyorum genellikle, bu da muhtemelen NES Tennis ile başladı. Bambaşkaydı bir oyundu bu, başta epey zor gelmişti oynaması. Tabi o yaşlarda zorluğun 5-10 dakika sürdüğü gerçeğini kattığımızda, alışması diğer oyunlara göre biraz daha kolaydı diyebilirim, tabi kuralları öğrendikten sonra. Oyunun en büyük olayı, yani en aklımda kalanı müzikleri ve hakemdi oynanıştan çok. Müzikler diğer ateri oyunlarında olduğu gibi, eğlenceli tonlara sahipti. Maç sırasında müzik çalmıyordu, aralarda ve başlangıçta çalıyordu müzik. Oyunda topa vurduğunuzda yine benzer tonda bir ses çıkıyordu, ve de siz sahada hareket ettiğinizde, plastiğin bir yerde sürüklenme sesi geliyordu yerden. Topun havada süzülürken çıkarttığı sesi de unutmayalım 

Çoklu oynamada arkadaşınızla aynı takımda oluyordunuz, tabi 4 kişi olunca sahada oyun daha hızlı ve daha zor oluyordu. Top hızlıca gidip geldiğinden, sıkça kaçırabiliyordunuz topu. O yüzden sistemli oynayıp, bir kişi ileride, bir kişi de geride durmak önemliydi. Şimdi net, oyun diyebiliyorsam tenis maçı izlerken, hepsi bu oyun sayesinde. Teşekkürler Nintendo. *


Popeye Temel Reis’i kontrol etmek ve Kabasakalı dövmek istemişizdir herhalde, her ne kadar Salfinaz’dan hiç haz etmesem de. Oyun aslında tam olarak Kabasakal’ı dövme kısmını karşılamıyor, dövebiliyor olsak da. Salfinaz hep Kabasakal ya da çeşitli çevresel faktörler –şahin gibi- tarafından kaçırılmış oluyor, biz de bazen bir şehirde, bazen bir gemide Salfinaz’ı kurtarmaya çalışıyoruz. Salfinaz bazen enstrümanıyla bize harflerinden bir öbek. Bu gönderilen şeyleri topladığımızda da Salfinaz’ı kurtarıyoruz. Ispanaksız Temel Reis olur mu ? Tabi ki olmaz. Stage’in belli yerlerinde bazen ıspanak beliriyor, o ıspanağı yediğiniz zaman, Kabasakal ve şahin’i dövebiliyor, uzaklara fırlatabiliyorsunuz. Tabi Pac-Man usulü, geri geliyorlar tekrardan. Oyun 3 bölümde bitiyor maalesef, 2 zorluk derecesi var. Yine de çok zor değil, ve hızlıca bitiyor. Çoklu oyunculu modu da var, ancak inanın hiç hatırlamıyorum çoklu oyunculu modunu  O yüzden maalesef onun hakkında bir şey yazamıyorum burada. Kabasakal’ın gemisinde Kabasakal’a artistlik yapabilmek, 2D platform, hem de Nintendo ! * Bu yazıyı yazmak benim için oldukça zor oldu, deadline günü yazdığım şu kısım, yazıyı tekrar gözden geçirtti bana. ‘Ah be, ne güzel çocukluk yaşamışız’ dedim, hakikaten de öyle. Şu an da oldukça güzel ve ateri ruhunu devam ettiren oyunlar var ama, bunlar bir başkaydı sanki, bize öyle geliyor tabi. Teşekkürler Nintendo, çocukluğumuzun mükemmel geçmesini sağladığın için teşekkürler  Tanrı macera/platform oyun kültürünü kutsasın. http://www.youtube.com/watch?v=gmlR5eG9zP4

*Yazı gelecek ay devam edecek, takipte kalın. Çağlar Bozkurt



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.