Selamlar sevgili okur,
Bir şekilde kazasız belasız, 2.sayımızı çıkartmış bulunmaktayız. Öncelikle ilk sayımızı okuyan ve beğenen herkese ilgilerinden dolayı teşekkür ediyoruz, eleştiri yapan arkadaşlara da ayrıca teşekkür ediyoruz. Kasım ayı hepimiz için zor geçti. Vizelerde gücün bizimle olmayışı, hepimizi çok üzdü. Zorluklara rağmen bu ay az gecikmeyle yetiştirmeye çalıştık, ve yine bolca yazı ile karşınızdayız. Yeniyıla şunun şurasında 1 aydan az bir süre kala ekipçe hepinize iyi yıllar diliyoruz. Bunca şeyi atlatan -2000, kuş gribi, domuz gribi, deli dana- bir nesil olarak, 21 aralık şeylerinden de kurtulacağımızı umuyoruz. Tabi en kötü ihtimalle 2 sayı çıkartmış olacağız. Hepinize iyi yıllar ve iyi okumalar! Aykut & Çağlar -Seneye görüşürüz esprisi yapacaktık sonra kaçarsınız, dergiyi kimse okumaz diye vazgeçtik. -
http://www.facebook.com/groups/marmara.bkfk/
oyun
Tyria Halkı seni bekler!
Son dönemin en çok beklenen MMO oyunlarından biriydi Guild Wars 2. Gerek ilk oyunun hayranları gerekse online oyun tutkunlarının gönüllerinde, açıkladığı yeniliklerle daha oyun çıkmadan taht kurmayı başarmıştı. Oyun ağustos ayının sonlarına doğru oyuncularla buluştu ve bizde Tyria evreninde yeniden maceradan maceraya koşmaya başladık. Kısaca evrenden bahsedecek olursak; Oyun fantastik dünya Tyria'da Guild Wars'un son genişleme paketi olan "Eye of the North" paketindeki olaylardan 250 sene sonrasını konu alıyor. İlk oyunda klasik yeryüzünün altında uyuyan kadim ejderler uyanarak ortalığı birbirine katmışlardı. Guild Wars döneminden 250 sene sonra kendi aralarındaki sorunların büyük bir çoğunluğu aşmış olan ırklarımız İnsan, Norn , Charr; Asura ve Sylvariler Yaşlı Ejder Zhaitan ile mücadele edebilmek için kendi içlerindeki savaşı bir kenara bırakarak güçlerini birleştirmişler. Bizde oyunda seçtiğimiz ırkın ilk hikaye görevini tamamlayarak, o ırkın yerel kahramanlarından biri olup oyunun ana hikayesine dahil oluyoruz.
Kimlerdenmiş evladım bu Tyria Halkı? İnsan ırkı oyunda dış görünüşü en iyi 2 ırktan biri. Başkada bir özelliği yok zaten hem hikayesi klişe hem şehir ve kasabaları pek orijinal sayılmaz. Yabancılık çekmeden en rahat oynanabilecek ırk olmuş.Başlangıç şehri DivinityEgde bana Word of Warcraft'taki Stormwind'i anımsattı açıkcası.
Norn ırkı; Kuzeyin kadim ırkı olan Nornlar ; doğaya bağlılıkları, doğadaki hayvan ruhlarıyla iletişime geçebilmelerini sağlamakta ve bazı hayvan ruhlarını yanlarına çağırıp onların güçlerini kullanabilmekteler. Biraz barbar kabilelerini anımsatan Nornlar, oyundaki iyi yarı ırk olma özelliğini de taşıyor. Başlangıç şehirleri Hoelbrak şehri. Hafif karışık bir şehir olmasına karşın çabuk alışılıyor.
Charr'lar oyundaki görünüş açısından kurtadamı ; davranışları ve haritalarındaki müzikleri açısından Ork'larla benzettiğim ırk oldu. Güzel bir hikayesi var Charr'ların. Silah yapımında oldukça ilerlemişler . Oyundaki en iyi 2. teknolojiye sahip ırk. Başlangıç şehirleri Black Citadel bunun kanıtı gibi adeta. Oyunda bana en karışık gelen şehir oldu. Şehrin ve bölgenin tasarımı cidden güzel olmuş. Charr haritasına bir göz atmadan geçmeyin derim.
Asuralar Tyria'nın zeka küpleri olarak adlandırılabilirler. Saf güçten ziyade gücün bilgelikten ve teknolojiden geldiğini savunan ufak Asuralar, kocaman bir küp olan Rata Sum adındaki ana şehirlerinde yaşıyorlar. Şehir ve o bölgedeki haritaları rengarenk,cıvıl cıvıl olmuş. Fakat görevler ve hikaye pek sarmadı beni. Irksal yetenekleri robot çıkartmak ; robota binmek gibi eğlenceli şeylere sahip. Özellikle PvPde avantaj elde etmek için ufacık ufacık Asuralı Warrior'ları oyunda sık sık görebiliyorsunuz.
Mesmer ve Necromencer'dan oluşuyor.MMO'lardaki Tank-Healer-Damager üçlüsünü bu oyunda kaldırmak için birçok yenilik yapmış Arena-Net. Güzelde olmuş ezberleri bozmak. Guardian mesleği oyundaki en iyi savunma ve destek yeteneklerinin birleştiği meslek olarak göze çarpıyor. Yüksek hayatta kalma kabiliyeti ve takım arkadaşlarınızı büyülerinizle destekleme işini layığıyla yapıyor.Gerekirse Damager rolünüde üstlenebiliyorlar.Oyunda önceliğiniz hayatta kalmaksa Guardian mesleği en iyi tercih olacaktır. Warrior mesleği birçok fantastik kurgudan bildiğimiz gibi savaş alanlarınındövüş ustasıdır. Oyundaki en büyük silah kullanabilme yelpazesine sahip olan Warrior, Yüksek hasar veya Dayanıklılığa dayalı bir oynanışa sahip. Oyunda oynaması en zevkli mesleklerden biri olmuş. Tüfekten Baltaya , Longbowdan topuza kadar pek çok silahı kullanması gerçekten eğlenceli olmuş.
Oyundaki Son ırkımız olan Sylvariler benim ifademle ağaç ırkımız, Şehirleri TheGrove'da oyuna başlıyorlar. Irksal özellikleri tahmin edilebileceği gibi doğa ile bütünleşik. Looting açısından zengin bir haritaya sahip olduğunu belirteyim.Değişik hikayesi ve davranışlarıyla ilginç bir ırk olmuş.
Engineer mesleği simya ve teknoloji ustası olarak oyundaki yerini almış.Turretler, bombalar ve iksirlerle etkili olan mühendisler Tüfek, tabanca ve kalkan kullanabiliyor. Silah değiştirme(ileride bahsedeceğim) özellikleri olmayışını ve Silah yelpazesinin darlığını , Utility yeteneklerindeki "kit"ler ve turretleri ile kapatıyor. Bölge savunması konusunda oyunun en iyilerinden biri olan mühendisler oyunun her alanında etkili olabilecek bir meslek olmuş. İksirleriyle takım arkadaşlarını desteklerken düşmana mayın ve turretler ile tuzak hazırlayabilir, silah kitinizi değiştirerek düşmana bomba yağdırabilir yada arkadaşlarınızı iyileştirebilirsiniz. Ranger mesleği, doğayla bütünleşmiş olan petleri ve tuzaklarıyla rakibi alt etmeye çalışıyor.Klasik avcı sınıfı özellikleri olan tuzak yeteneklerine doğadan çağırdıkları ruhları da ekleyen Ranger Pve'de en rahat oynanan mesleklerden biri olmuş. Aynı zamanda “Word vs Word” dede longbow ile çok iş yapıyorlar surların arkasından.
Nasıl bir kahraman olacağız? Irklarımızıda gözden geçirip seçimimizi yaptıktan sonra karakter yaratma ekranı karşımıza çıkıyor. Aion'daki kadar olmasa da gayet doyurucu bir karakter yaratma arayüzü olmuş. Birde random tuşu koysalarmış (koydularsa da ben göremedim) tam olacakmış. Karakterimizin dış görünüşünü de belirledikten sonra sıra geliyor "Profession" yani meslek seçimine… Meslekler diğer MMOlardaki adıyla Sınıflar Guild Wars 2 de 8 farklı Meslek olarak karşımıza çıkıyor. Bu meslekler ; Guardian, Warrior , Engineer, Ranger, Thief, Elementalist,
Thief mesleği adından anlaşıldığı gibi kurnazlık,hız ve tespit edilmeme üzerine kurulu bir sınıf. Oyundaki en yüksek hasar potansiyeline sahip olan sınıflardan biri olan Thief sınıfı diğer mesleklerden farklı olarak "initiative" adındaki kaynağını harcayarak yeteneklerini kullanıyor. Başta dezavantajmış gibi görünse de silah yeteneklerinin bekleme süresi olmayışı doğru kullanıldığı zaman çok etkili olabiliyor. Elementalist mesleği ateş,su,hava ve toprak elementini kontrol eden büyücü sınıfı olarak oyundaki farklı oynanışlardan birine sahip. 4 element üzerinde değişiklik yaparak seçtiğiniz elementin yeteneklerini kullanıyorsunuz. Ateş elementi yüksek hasar yetenekleri, su destek ve sağlık yeteneklerine , hava hasar ve hareket kabiliyetlerine toprak ise dayanıklılık yeteneklerine sahip.
Mesmer mesleği, oyunda kullandığı savaş mekanizması yönünden en farklı meslek. Sahip olduğu klonları ve phantasmları (özelleşmiş klon denilebilir, klonlara göre daha fazla cana ve farklı yeteneklere sahipler) kullanarak rakibini şaşırtmaya çalışan bir meslek. Bu yetenekleri sayesinde bölge savunmasında guardian ve engineer meslekleri kadar etkin olabiliyor. Necromancer Mesleği kara büyü ustaları kendileri için düşmanlarının yaşam enerjilerini çekerek bunu kendi yaşam enerjisine dönüştüren ve 2. formu olan "DeathShroud" yeteneğiyle 2. bir can barı olan necromancerlar bu özellikleriyle oyundaki dayanıklı mesleklerden biri haline geliyorlar. Düşmanlarına lanetler ve minionları ile saldıran necromancerlar, genellikle zamana bağlı hasar veren(Dot) büyülere sahip.
FigthForYour Life! Mesleğimizi de seçtikten sonraseçtiğimiz ırka göre gelen hikayemizi belirliyoruz. Bunu bize sorulan 3 sorudan 1 ini seçerek cevap veriyoruz. Azda olsa hikayelerde çeşitlilik katmak istemiş olsa gerek. Bu aşamaları doldurup karakterimize isim belirleyerek oyuna başlıyoruz. Oyuna başlar başlamaz karakter görevine yönlendiriliyoruz.Bututorial görevinde oyunla ilgili bilgiler bize sunuluyor. Oyundaki aktif kaçma yeteneği olan "roll" pvp ve pve de büyük önem taşıyor.Can göstergenizin hemen üstünde sarı bir bar şeklinde bulunan kaynağı kullanan bu yetenek üst üste 2 kez kullanılabiliyor ve üzerinize gelen ataktan etkilenmeden kurtulmanızı sağlıyor. Özellikle PvP de akıllıca kullanmanızı tavsiye ederim.Ayrıca oyunda canınız bittiği zaman yere düşüp orda bir süre canınızı kurtarmak için savaştığınız "Fightforyour life" durumu var. Bu durumdayken 4 tane yeteneğiniz oluyor. Rakibiniz öldürmeniz yada canınızı doldurmanız durumunda tekrar kalkabiliyorsunuz. Başaramazsanız ölüyorsunuz.
Oyunda görülmeye değer bosslar mevcut.
Tyria'da kahraman olmak kolay değil, Ayak işine bile sen koşturuyorsun... İlk görevi tamamladıktan sonrahikaye görevi sizi haritadaki sarı kalplere doğru yönlendiriyor. Deneyim puanlarının bir çoğunu bu sarı kalp eventlerini gerçekleştirerek kazanıyoruz. Görevlerin birçoğu bölgede yaşayan insanlara yardım etmek oluyor. Bazen bir kaleyi savunmanız gerekirken bazende çiçek sulamanız isteniyor. Görev içerikleriyle baya uğraşılmış.Oyunda ayrıca dinamik olarak gerçekleşen eventler(olaylar) oluyor. Bu olaylara katılıp npc ye yardım ederek de deneyim puanı altın ve karma kazanıyoruz.Karma ile alışveriş edebileceğiniz satıcılardan özel eşyalar alabiliyorsunuz bu puanlarla. Oyunda birde gem adında bir para birimi var. Gemlerle Üzerinizdeki zırhın görüşünü değiştirebilir, yeni renkler alınabilir(evet zırhımızı istediğimiz renge boyayabiliyoruz)yada bankanıza ekstra slot alabilirsiniz.Gemleri ya oyun içi altınla ki altın biriktirmek oyunda zor yada satın alarak kullanabiliyoruz.
Harita Açmak Artık Daha Eğlenceli! Haritaya baktığınızda beliren diğer simgelerden üçgen simgesi vistaları temsil ediyor. Bu noktalar bölgeyi izlemenizi sağlayan yüksek yerler oluyor. Ufak kareler ise orada haritadaki önem noktalarını gösteriyor.Waypointler haritanın herhangi bir yerinden o noktaya belli bir ücret karşılığı ışınlanabildiğimiz noktalar.Bunlar ise karo şeklinde simgelenmiş. Haritadaki her noktayı açtığımız ve yeni yerler keşfettiğimiz zaman deneyim puanı kazanıyoruz.Bir haritadaki tüm bölgeleri açınca o haritanın rastgele ödüllerini kazanıyoruz. Bu güzel olmuş yoksa her yeri gezmeye uğraşmazdık.SkillChallenge'lar haritada tamamlamamız gereken diğer görevlerden biri. SkillChallenge'ları tamamladığımız zaman yetenek puanı kazanıyoruz. Bu yetenek puanlarını Utility Yeteneklerini açmak için kullanıyoruz. Bu arada unutmadan oyunda "levelscaling" yani haritaya
göre seviye düzenleme sistemi mevcut. Böyle olduğu için 5 lvl haritasında oynuyorsanız 80 lvl olsanız bile 5 lvl statlarıyla oynamış oluyorsunuz. Düşük level haritaları gezip görevlerden ve yaratıklardan deneyim puanı alabilmenizi de sağlıyor ayrıca bu sistem. Birazda Crafting'ten bahsetmek istiyorum.Oyunda 8 adet Crafting disiplini var. Armorsmith heavyarmor,artificer büyüsel silahlar,chef yemek,hutsman menzilli silahlar ve destek eşyaları , Jeweler takı, leatherworker medium armor,tailor light armor ve weaponsmith yakın dövüş silahları üretiyor. 2 adet disipline sahip olabiliyoruz. Disiplinler her seviye atladığında bizde deneyim puanı kazanıyoruz. Oyunda üretebileceğimiz eşyalar için parşomenler satıldığı gibi, kendimiz parçaları birleştirerek yeni eşyaları keşfedebiliyoruz. Crafting'de en etkili seviye atlama yöntemi yeni itemler keşfetmek , çok iyi deneyim kazandırıyorlar.
MMO da aramızda kapışmazsak olmaz tabi
katıyor.Grafikler bir MMO için muhteşem olan bu oyunun minimum sistem gereksinimleri ise şöyle; Intel Core 2 Duo E8190 2.6 GHz , AMD Athlon II X2 235e NvidiaGeForce GT240 ya daAMD Radeon HD 5570 512 M 4 GB RAM Windows XP 32 Bit (Oyuncuların belirlediği sistem gereksinimleridir,firmalarınki genelde gerçekçi olmuyor) Bir incelemenin sonuna daha geldik. Şöyle genel bir değerlendirme yapıp oyuna geri döneyim artık. Kuvvetli Yönleri +MMO dünyasındaki Tank-Healer-Damager yapısını kırarak yeni bir oluşum yaratması +Muhteşem görseller ve müzikler +Dövüş sistemi ve PvP +CasualGamer'ı kollayan oyun yapısı Zayıf Yönleri
Guild Wars 2 de pve haritası ve pvp haritaları birbirinden ayrılmış. 2 çeşit pvp türüne sahibiz. 1 i pve den tamamen ayrılmış sPvp. Diğeri ise serverların aralarında mücadele ettiği World vs World(WvW). Word vs Word'de 3 farklı server haritadaki kaleleri ve kaynakları ele geçirip bölgeleri kontrol alıp ve o bölgeleri korumaya çalışıyor. Kuşatma silahlarınında oyuna dahil olduğu bu pvp sahasında gerçekten kalabalık çarpışmalar oluyor.WvW de haritaya girdiğiniz zaman seviyeniz otomatik olarak 80 e yükseliyor.Fakat sadece sahip olduğunuz yeteneklerle oynayabiliyorsunuz. Pve yapmak istemeyen oyuncular bu haritada seviye atlayabiliyorlar.Genelde guildleri daha aktif WvW yapan serverlar haritada üstünlük kuruyor. Spvp ise pve den tamamen ayrılmış. Spvp haritasına girdiğiniz zaman itemleriniz değişiyor bütün yetenekleriniz açılıyor ve otomatik olarak 80 level oluyorsunuz. sPvp tamamen eşit eşya şartları altında yapılıyor.Karakterinizi istediğiniz tarzda değiştirip pvp arenasına giriş yapıyorsunuz. Buradaki maçlarda bölge ele geçirip savunarak puanınızı 500 e tamamlamaya çalışıyorsunuz. Bazı haritalardaki npcleri öldürüp takımınıza boon(guildwarstabuffa verilen ad) sağlayabiliyorsunuz.Takım olarak yada hot-join olarak tek başınıza da katılabiliyorsunuz. Pve'nin vazgeçilmezi olan zindanlara ise pek girme imkanım olmadı daha.Fakat aldığım duyumlar tank-healerdamager sistematiğinin olmadığı bu oyunda zindanların hem zor hem de eğlenceli olduğu yönünde. Evet arkadaşlar GuildWars 2 içerik olarak baya doyurucu bir oyun olmuş. Benimde göremediğim birçok şey var oyunda.Aklıma gelmişken soundtracklerin de harika olduğunu belirteyim. Oyuna harika bir atmosfer
-Harita görevlerinde ayak işi yapmak belli bir süre sonra sıkıyor -Meslekler arası denge hala sağlanmadı -Solo Pvp olmaması(duel atmak istiyoruz!!) -Oyun sonu HardcorePve(raid gibi) yeterli değil -Gem Sistemi(aylık ücretli olmasından iyidir tabi) Not:İncelememde yardımcı olan Rosto'ya teşekkür ediyorum. Gökberk Düzgündikiş
-
Baba vurma uzaylı o… Hııaaa? ALLAAH!!Hiyaaa!!!
Her bağımsız yapımcıyı başarılı mı sandın?
Yüksek bütçeli, daha çıkmadan 1 yıl önce boy boy reklamları yapılan, ön sipariş ayağına oyuncuya “Hele sen bir oyunu al da sonrasına bakarız” muamelesi yapan oyunların vadettiği eğlencenin yanında ismini çıktığı gün duyduğumuz, bütçesi az ama fikri parlak oyunların verdiği hazzın değerini yadsımaya kimse cüret etmemeli(Gene bana atıfta bulunuyor bak ... -Gökberk)… Yani en azından ben böyle düşünüyorum ya da düşünmeye başlıyorum. Hard diskimizde topu topu bir Opeth albümü kadar yer kaplayan(düşününce o kadar da az olmadığını farkettim) ama bizi saatler süren bir eğlenceye sevk eden pek çok ‘bağımsız yapımcı’ yaftalı oyun gördüm ve bir kısmını oynadım. Bu ufak ama parlak başarının sebebi daha önce de söylediğim gibi farklı, benzersiz fikirlerin düşük bütçeli bir yapımla daha samimi bir biçimde oyuncuyla buluşması…İşte son cümle WARP’ı değerlendirmek için gereken tek argüman… Oyunumuz,böyle yaratıcı isim görmedim,“ZERO” isimli yarı saydam turunçgil bir uzaylının yine kendisi gibi pek çok uzaylının yakalanıp üzerlerinde deneylerin
yapıldığı su altı tesisini birbirine katması akabinde gelişen olayları konu alıyor. Pek soru cevaplamayan bir giriş ile oyuna başlıyor ve deney malzemesi olmaktan kendimizi alamıyoruz ki bu bizim üzerimizde yapılan ilk deney değil. Bahsettiğim gibi bizden önce de birkaç uzaylı yakalayan bilim adamları bizi etkisiz hale getirmenin bir yolunu bulmuşlar ve en temel gücümüzü elimizden almışlar. Peki nasıl biri bu uzaylı dostumuz? Öncelikle çok güçlü, çok hızlı ,devasa boyutlarda ve aşırı zeki ……DEĞİL. Böyle yerden bitme, ağzı var (ki kafasının üstünde bulunmakta) dili yok ancak 1 metre öteye ışınlanan turuncu bir tür uzaylıyı yönetiyoruz. Ama bu sizi yanıltmasın. Oynanış sizin bu kabiliyetinize göre şekilleniyor ve ışınlanma Zero’nun tek marifeti değil. Temel olarak aynı kütleye sahip olduğumuz bir eşyanın içine girebiliyoruz ve çırpındığımız zaman içerisine girdiğimiz bu eşya infilak ediyor. Her zaman eşya değil insanlara da aynı şeyi yapabiliyoruz ve yapınca ne oluyor? O güzelim sualtı rengarenk dünyasına ve şirin uzaylımıza yakışmayacak bir şekilde kan gövdeyi götürüp etrafa insan parçaları saçılıyor. Nasıl ilerlediğimize gelirsek… Zero’nun marifetlerini kullanarak bir sonraki odaya geçmek oyundaki temel oynanışı oluşturuyor ki bu o kadar basit değil ya da öyle yapılmaya uğraşılmış zira etrafta gezen askerler sizi gördü mü ateş edip sizi tek atışta harcıyorlar.
Tahmin edileceği üzere de oyunda gizlenerek ilerleme mantığı işlemeye başlıyor. Oyunun başlarında bu gizlenerek ilerleme olmazsa olmaz ancak tesiste ilerledikçe ve sıkı durun… bizden önce yakalanan uzaylıları öldürüp güçlerini alınca(HAİN!) oyunun işleyişi daha agresif ve hareketli bir hale büründüğünü söylersek yanlış olmaz. Ayrıca oyun içerisindeki gizli yerlerde, gerek görülmeyen bir havalandırmadan girilerek gerekse sonradan edineceğimiz bir yetenekle varabileceğimiz noktalarda bulunan "Grub" denilen yiyeceklerle kendimizi "Upgradeshop" aracılığıyla geliştirebiliyoruz. Tabi ki bu küçük yeni güçler ve yetenek ağacımsı geliştirmeler oyunumuzu maalesef çizgisel yapısından ve olumsuzluklarından kurtaramıyor. Oyunun yapısını çözdükten ve artık oyunun yapısı size ilginç gelmemeye başladıktan sonra mantık hataları gözünüze batmaya ve sizi rahatsız etmeye başlıyor. Örneğin Zero karakteri suya girince tüm güçlerini kaybediyor ancak insan vücudunda sıkıntı yaşamıyor.(saf sudan etkileniyordur belki insan vücudu saf su mu :D - Gökberk) Bu tarz mantık hatalarının ilkine oyunun başında karşılaşılıyor ki oynayınca göreceksiniz.
Oyun hiç tahmin edemediğim bir şekilde sarıyor ve bırakamadım elimden. Hani dediğim gibi görsel pek bir şey vaat etmeyen ve oyun içi ses ve müzikte da vasat olan bir oyun beni baya baya bağladı kendisine. Ve yine ilginçtir ki pek çok oyunda bizi delirten bosslar WARP’ta en zevkli bölümler olmuş. En sevdiğim hatta sevdiğim , beni gerçekten heyecanlandıran tek şey boss savaşları oldu. Boss savaşları dediğime bakmayın böyle can barı bulunan bir şey beklemeyin yine bulmaca tarzı bir işleyişte ancak oyunun en hareketli anları bu anlar …Tabi bir de challenge odaları var. Bu odalar bir yeteneği elde ettiğiniz zaman odalarda gizli olmayan yerlerde bulunan sizi ödüllendiren yarışmalar… Genellikle “Şu süre içerisinde askerleri öldür.” ya da “Diğer uca şu kadar hamlede geç.” şeklindeler.Ancak challenge odalarındaki bu açıklık oyun içine yansımıyor. Tamam belki sadece sonraki odaya git bazlı bir işleyiş söz konusu ama neden? Bazı bölümlerde ne yapmanız gerektiğini de anlamıyorsunuz. Kısacası WARP sizi görev konusunda bilgisiz bırakıp kendi kendinize çözmenizi bekliyor ama genellikle bu gizem kendini basit bir hamleye bırakıyor. Eğer çok kompleks düşünürseniz; kendi kendinize zorluk çıkarmış oluyorsunuz…
Görüntü var ses yok
Sanki hayatımda su altı tesisi gördüm de… WARP’ın bence en büyük sıkıntısı mekanlar hep aynı!(Opeth albümü kadar yer kaplayan oyundan ne kadar mekan bekleyebilirsin farukcuğum :)-Gökberk) Bazı yerlerde geçemeyiz tamam bu anlaşılır. Ama insan neredeyse tüm oyunu benzer mekanlarda ilerleyince inanın bu artık rahatsız etmeye başlıyor. Kusura bakmayın ama bir bölümde ışıklar sönünce,elektrik kesilince bölümün tasarımı büyük oranlarda değişmiyor maalesef.Heh ama şu var.
Evet dostlarım belki çok yüklendim sevgili ZERO uzaylımıza ama o ne yapsın. Onu da turunç düşünüp, ona 1 metre öteye ışınlanabilme vermişler ancak tekrar belirteyim oyunu şahsen severek oynadım. Tüm bu olumsuzluklardan da nötr olabilmek için bahsettim. Sonra “Faruk!Oynadık,tırt çıktı. Ne iş?(Buda bana söylendi sanki -Gökberk)” demeyin diye dedim. Ancak bir şey var ki o da grafik ve ses olarak WARP’ın sınıfta kaldığı… Oyun içirişinde duyabileceğiniz 2-3 ses efekti var fazlası değil. Zero zaten İngilizce bilmiyor ve ah-uh demekten öteye gidemiyor. Kısacası her şey görsele kalıyor ama o da… Neyse daha fazla konuşmayıp klasik bir genel bakış yapayım size;
Ctrl+c… ctrl+v…
Artılar ;
Basit bir eğlence anlayışı var. Kendinizi kasmanız gerekmiyor( eğer kendinizi kompleks bir biçimde düşünür bulursanız bir şeyleri yanlış yapıyorsunuz demektir). Yerinde bir oynanış süresi (aslında kısa ama oyun çok iyi olmadığından “Bit artık” dedirtmiyor) Su altı dünyası fena fikir değil
Minimum; Pentium 4 3.0GHz Veya Athlon XP 3100+ İşlemci 1 GB RAM 1.5 GB Harddisk alanı GeForce 6600 GT Veya Radeon HD 3470 Ekran Kartı Önerilen;
Eksiler ;
Bölüm tasarımları çok yetersiz
Müzik neredeyse yok. Keşke daha iyi bir ses ve müzik olsaydı oyunda Tatmin etmeyen bir son
Core 2 Duo E4400 2.0GHz Veya Athlon 64 X2 Dual Core 4400+ İşlemci 2 GB RAM 1,5 GB Harddisk alanı GeForce 7600 GT Veya Radeon X800 GT Ekran Kartı Gelelim ücrete; Steam üzerinden 9.99 $ WARP. Ancak ederi o kadar mıdır,10 dolara daha iyi yapımlar alınamaz mı? Tartışılır… -biterken çalıyordu : Alter Bridge – One Day Remains…. Faruk Yaylaz
Karanlıkta hiçbir şey yok. Hiçbir şey…
Hangi oyunda yüzleşmedik karanlıkla? Bir bedene ihtiyaç duyan ve bize aklımızın ya da hayalimizin alamadığı güçler veren bir varlık olarak da çıktı karşımıza, saklanmamıza yardım eden ufak bir köşe olarak da. Sadece ışığın var olmadığı bir eksiklik olarak da tarif edebildik, gelmiş geçmiş en eski düşman olarak da. Kısacası olup olabilecek her bir biçimde gördük karanlığı derken("Darkness" çizgi romanlarını araştırıyordum da) ve tabi temel olarak platform tarzını esas alan başka hangi oyunlar var diye araştırırken karşımıza çıktı Closure. Aklıma gelen her biçiminden farklı olarak işliyor karanlığı Closure. Kimi zaman kaçılacak bir şey kimi zaman yetişilecek. Kimi zaman da aydınlatılacak. Oyunun ana teması şu ki; eğer demin elinizde bir ışık kaynağıyla arkanızda ve karanlıkta bıraktığınız yerin orada olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bir duvar ya da bir zemin ışık kaynağı var ise oradalar. Bir yoldan geçtikten sonra elinizdeki ışık kaynağını yere bırakıp geri dönerseniz sonsuz karanlığa doğru yola çıkıyorsunuz. Kesinlikle farklı ve denenilesi bir konsept ve ben de bu oyunu sizlere tanıtmak istedim. Oyunun ana fikrinin bağımsız oyunlar arasında en farklısı olduğunu ve ödül aldığını belirtmek isterim.
Ah bir de hikayen olsa şöyle güzelinden Fikir güzel. İşleyişler güzel. Gizem yaratma çabası var ve başarılı da. Ancak güzel bir fikri işlemeye çalışan fakat bunu nasıl yapacağına bence karar verememiş bir oyun Closure. Önce oynanıştan bahsedeyim. Öncelikle 6 mı 8 mi ne kadar kolu olan bir yaratığı kontrol ediyorsunuz ki bu nedir ne değildir hiçbir fikrimiz yok. Kısa bir “Nasıl oynanır?” bölümünden sonra asıl bölümlere geçiyoruz ki bu oyunun eksik olmadığı bir şey. Oyunda her biri 24 bölüme açılan 3 kapıdan ilkine giriyoruz. Ve oyun sadece böyle ilerlemeye devam ediyor. Her bölüm, bölüm sonundaki kapıdan geçilerek bitiyor ve diğer bölümdesiniz. Oyun mekanikleri ise karanlık olmayan yerlere ışık kaynakları götürülerek, sabit olmayan bir kutuyu ittirerek ya da ışık kaynağını yerleştirdiğiniz zaman harekete geçen bir sunağı takip etmekten ibaret. Bazı yerlere elinize aldığınız şeyleri koyamıyorsunuz ki bunun nedenini bilmiyorum. Diğer ana kapılara girdiğiniz zaman her bölümde daha fazla vakit harcıyorsunuz ve yeni ışık oyunları geliyor ancak bence yetersiz gibiler. Yani oyunda uymanız gereken kurallar ve izlemeniz gereken adımlar var ama! Ama işte oyunun en büyük eksiği bu ki; neden yaptığınızı bilmiyorsunuz. Böyle olunca da size bir moral olarak da sadece “kapıdan geçmeliyim” gibi basit bir düşünce kalıyor. Zaten zor olan bölümlerin zor olmasının sebebi; bölümün karanlıkta kalan yerlerinden bihaber olmanız. Kontrol ettiğimiz bu 6 bacaklı canlı her ana bölümde, bölümlerin temasına uyacak bir biçimde şekil değiştiriyor. Örneğin makinelerin yoğunlukta olduğu ilk bölümlerde bir işçi kılığına girerken, daha çok
organik hayattan izler taşıyan bölümlerde ise bir kadının suretini alıyoruz.
Oyunda karşımıza çıkan ve bize zarar vermek isteyen herhangi bir karakter yok. Hatta o bildiğimiz “buraya değmeyin ölürsünüz” yüzeyleri dahi yok. Sadece kafanıza bir kutu düşebilir ya da siz karanlığa düşebilirsiniz. He bir de bölümü tekrar oynamanıza sebep olan karanlıkta kalan zemininden dolayı(ki bu o zeminin artık var olmadığı anlamına geliyor) aşağı düşen anahtarlar ve akabinde gelen “R” yazısı
Hakkını vermeliyim dostum müziklerin iyi Closure adına gerçek manada olumlu yorum yapabileceğim tek unsur müzikleri. Gerek ana tema gerek bölümler arasında farklılaşan müzikler ve suya girdiğiniz zaman müziğin yavaş ve bulanık bir hal alması… Müzik ve ses bakımından oldukça başarılı bir yapım olmuş Closure. Müzikler tamamen kendi dünyası ile fikrine uygun ve başka her hangi bir oyunda kullanılabileceğini zannetmiyorum.
(Not olarak buraya düşeyim. Baş tasarımcı Tyler Glaie oyunu yazdıkları sırada bol bol Braid ve Portal oynadığını ve Portal’ın beğenmediği yanının şu olduğunu söylemiş: “Portalda size oyunun mekaniği açıklandığında oyun teknik olarak bence bitiyor. Closure’da bu farklı.” Kusura bakma da dostum ı-ıh değil. He eğer sen dersen ki Portal içindeki platformlara atlama olayı ile Closure içindeki ışık yoksa bir şey de yoktur mantığıyla kendi platformunu oluşturmak çok farklı eh o zaman haklısın derim. Ama bu açıklamayı hiç beğenmediğimi söyleyeyim.). Artıları ;
Farklı bir oynanış mekaniği Müzikler oldukça başarılı(bu yazıyı yazarken çalıyordu;(bkz.)
Eksileri ;
Neyi neden yapmamıza dahi bir cevap veremeyen olmayan hikaye, -oyundaki gizli şeyleri toplayarak farklı bir son açılıyormuş fakat bunun da doğru dürüst bir cevap verdiği söylenemiyor-
Karanlıktan bölüm tasarımlarının farkında dahi olamıyoruz.
Evet sevgili dostlar; istemeyerek de olsa yazımı sonlandıracağım. Çünkü normalde yerlere düşmesi gereken çenem Closure ile deniz seviyesine bir türlü yaklaşamıyor. Bana hakkında konuşmak istediğim pek bir şey veremedi. Ancak farklı bir oyun. Eğer platform oyunlarının tutkunuyum diyorsanız ve boş vaktiniz varsa deneyebilirsiniz. Karanlığa adım atmayın. Basamayabilirsiniz… Faruk Yaylaz
Araf'ın kapıları tekrar açılıyor…
Yıl 2004…
sonra da Painkiller: Hell&Damnationdan bahsedeceğim.
Kuzenimin o zamanların deyimiyle “abi
uçar bu.Uçaaaar!” ayarındaki bilgisayarında bir şey yüklü… Israr edip açtırıyorum. İnanılmaz bir menüyle karşılaşıyorum. Menünün her butonunun üstüne geldiğimizde ürkütücü sesler çıkıyor. Ana menüye dönmek için bir pentagrama tıklıyorsunuz. Yeni oyuna ise “paktı imzala” seçeneği ile başlanıyor. O zaman ki İngilizcemle tabi ki hiç bir şey anlamıyorum. Ama bir katedralde iki adamın(sonradan defalarca oynamamın sonucunda birinin biz diğerinin ise bir melek olduğunu anlıyorum) konuşmasına tanık olduktan sonra bir dua fısıldanıyor kulaklarımıza … Menüye dönüyoruz ama bu diğerinden farklı daha renkli daha kırmızı daha şeytani… İlk bölümün ismi “mezarlık” … Ufak bir el feneriyle hoparlörlerimizden gelen atmosfere kendimizi kaptırdığımız müzik eşliğinde mezarlıkta dolaşırken, mezarların tabutları fırlamaya başlıyor, ve o sırada hayatımda duyduğum en metal en gaz savaş müziği çalıyor. Headbang mi yapsak yoksa şu iskeletleri geldikleri yere mi yollasak ikileminden ikisini birden seçerek sıyrılıyoruz ve o ikilemi yaşadığım andan 8 yıl sonra bu ay tekrar karşıma çıkıyor Painkiller. Tabi farklılıkları da beraberinde getiriyor. Ah tabi bu oyunu bu kadar çok sevdiğim için gaza geldim ve hepinizi bu oyunu biliyor sandım. Bu kez biraz farklı bir anlatım izleyeceğim ve önce orijinal Painkillerdan
Bahtsız bedevi Daniel Garner… İki oyunda da duyacağımız isimlerden en önemlisi tabi ki yönettiğimiz karakter Daniel. Hayatındaki belki de tek güzel şey olan karısını doğum gününde dışarı yemeğe çıkarmak isteyen Daniel’ın şansına o gece inanılmaz bir yağmur yağıyor ve karısıyla göz göze gelip bir süre öylece bakakalan Daniel karşı şeritten yağmur yüzünden kontrolü sağlanamayan bir kamyonla çarpışıyor ve karısıyla beraber hayatını kaybediyor. Daniel’ın karısı Catherine cennete gidip huzur içinde yaşarken , geçmişinin oyun içerisinde ilerledikçe anladığımız üzere pek de temiz olmayan Daniel ise arafta kalakalıyor. Kanatları olmayan melek Samael’den öğreniyoruz ki Daniel’ın günahlarından arınması için cehennemin lordu Lucyfer’ın generallerini öldürmesi gerek ki bu generaller çoktan harekete geçmiş ve arafın büyük bir kısmını ele geçirmiş durumda.
Kısacası cennette yaşayan sevgili eşimize ulaşmamızın yolu; cennet ve cehennem arasında patlak vermek üzere olan savaşı başlamadan bitirmek. Painkiller: Hell&Damnationda ise bu olay biraz değişiyor. Ana konu burada sapıyor ve bize görevimizi melek değil de “Death”in kendisi veriyor. Bizden 7000 ruh karşılığında Catherine ile buluşturacağını söylüyor. Her iki senaryoda da sabit olan bir şey var, o da topladığımız ruhların bizim ruhumuza olan etkileri… Bizim gibi bahtsız başka bir karakter daha var.Eve… Onun tam olarak kim olduğu hakkında oyun içerisinde birkaç teori ve ipuçları veriliyor. O yüzden aslında kim olduğunu söylemeyeceğim ancak şunu bilin ki bize sadece bölüm sonu canavarlarını kestikten sonra yardım ediyor…
görüşümüzle beraber gücümüz de değişiyor. Tek vuruşta herkesi haklayabiliyoruz.
İblis dediğin plaza büyüklüğünde olur kardeşim Painkiller’da düşmanlar da en az diğer her şey kadar orijinal tasarlanmış. Kafasında hala küçük bir trafoyla gezen akıl hastası, ninja-zombiler bira göbekli miçolar ...ve tabi ki devasa büyüklükteki bosslar… Etrafı bizimle birlikte yok etmek isteyen ancak işin sadece bizi yok etme kısmını başaramayan devasa bosslarımız var Painkiller’da ancak oyunun içerisindeki her düşman gibi zekasızlar… Hepsinin tek amacı var toplu yıkım. Gerek oyunun her bölümünde karşımıza çıkan ve “düşman burada hadi hiçbir plan program yapmayarak önüne doğru koşalım ve bizi parçalamasını bekleyelim.belki hasar veriririzehi” tarzı bir anlayış sürdüren iblis ordularının kumandanları (yani bosslar) belli oluyor ki mevkilerini cüsseleri sayesinde elde etmişler. Demem o ki painkiller içerisinde az ama zeki düşman yok, çok ama çok zekasız düşman var.(o zaman ne arar yapay zeka 1-2 oyun haricinde :D - Gökberk)
PekiHell&Damnation?
Vur vur vur … Hikaye kısaca böyle yani epik… peki ya oynanış nasıl? Oynanışı en iyi bence şu özetliyor: Quake ve Doom'dan ilham alınmış, akın akın gelen düşmanları vur vur parçala şeklinde. Zaten Painkiller’da bize sunulan cephane ve silahlar da bunun büyük bir kanıtı.Boyum kadar kazık atarak düşmanları duvarlara çivileyeni mi dersiniz , ortası roketatar minigun mı yoksa oyun ile aynı adı taşımasına rağmen ironik olarak devasa bir seyyar pervane olan Painkiller mı…Tüm bu silahlara ek olarak oyun içerisinde bize belli bir süre içerisinde çeşitli güçler veren tarot kartlarımız mevcut. Bu kartları oyun içerisindeki bölümlerin belli şartlarını yerine getirerek açıyor ve tarot kartları arayüzüne altınla geçirebiliyoruz. Hepsinden ötede, al aşağı ettiğimiz düşmanlarımızın geride bıraktıkları ve bize can veren ruhlardan 66 tane topladığımızda iblis moduna bürünüyoruz ve
Evet bilmeyenler için kısa bir hızlandırılmış Painkiller kursu verdim ve sıradaki asıl konumuz olan Hell&Damnation'a geçiyorum. Öncelikle bizi karşılayan şeye geçeyim hemen; ana menü… O eski epik menüden görünüşe göre sıkılan yapımcılar yeni herhangi bir konsepten uzak bağımsız yapımcı tadında sadece sıra sıra yazılardan oluşan bir menüye geçmişler. Ancak ilginçtir ki yazının başında bahsettiğim o ürkünç sesler aynen yerini koruyor. Neden böyle bir şeye gidilmiş inanın anlamadım. Painkiller ses ve müzikleriyle hafızalarda yer tutan bir oyunken, grafikleri değiştirip sesleri aynen tutmaları bir şeyler yeni ama o kadar da değil hissi uyandırıyor. Zaten bölüm içerisindeki birkaç tanesi hariç birebir aynı..Bu çok büyük bir eksi. He eğer derseniz ki “Remake bu tabi ki aynı olacak kardeeeeşim” o zaman geçen ay ki Black Mesa’yı örnek gösterebilirim.Bazı şeyleri değiştiriyorsanız ve bu değişimler hiçbir şey ifade etmiyorsa daha büyük değişimlere gitmelisiniz. Remake, bir oyunun sadece daha güzel grafiklere sahip olanı demek olmamalı… En sevdiğim bölümlerin oyunda bulunmadığını öğrenmemse zaten benim için çok büyük bir hayal kırıklığı idi. Hell&Damnation bir
yeniden yapım olabilir ancak 2004 yapımı Painkiller’ın sadece %40 oranında yeniden yapmışlar.Tarot kartlar değişmiş bunu söyleyebilirim. Artık her bölümde iki kart açabiliyoruz tabi bunun için iki farklı şartı yerine getirmemiz gerekiyor. En büyük değişiklik ise oyunun hikayesinde rol oynayan ‘Soulcatcher’… Painkiller konseptine tamamen oturan bu silahın ilk atışı yatay bir dairesel testere gönderirken alternatif fonksiyonu isminin çıkış noktasını oluşturuyor. Yavaş ve az hasar veren bu mod öldürdüğünüz düşmandan direk ruhunu alabiliyorsunuz. Beklemiyorsunuz ve yeterli ruh topladığınızda asıl eğlence o sırada başlıyor. Sağ tuşa basılı tutup sol tuşa tıkladığınızda önünüzde yeşil bir patlama meydana geliyor. Canı az olanlar ölürken ölmeyenler de sizin için savaşmaya başlıyorlar. Süreleri dolduğu zaman da ölüyorlar. Bunu oyunda öğrettiklerinden beri cephanem bitmediği sürece başka silaha gerek duymadım hem eğlenceli hem de verimli bir silah olmuş. Keşke bu tarz farklı ve eğlenceli başka silahlar da tasarlanmış olsaydı.
Multiplayer Painkiller ‘ın multiplayer sistemine hiç bir zaman alışamadım(Efsanedir aslında-Gökberk). Ana hikayedeki havayı hiçbir zaman yansıtmıyorlar. Müzik benzer tarzda oluyor. Atmosfer ve silahlar aynı… Ancak olmuyor ısınamıyorum. Hell&Damnation ‘a ise co-op modu gelmiş. Bu olabilir. Bu başarılı bir hamle ancak oyunun var olduğu şu anki haliyle bulunduğu seviyeyi bir üste taşıyabilir mi? Bence bundan fazlası gerekli ….
İsim : Painkiller OST Tür : Heavy metal ilk oynamama sebep olan ve ne zaman sıkılacak gibi olsam beni yine gaza getiren o müzikler… hepsi birer harika. İlk oyundan sonra çıkan genişleme ya da ufak fan stüdyolarından çıkan yapımlar bu konuda oldukça eksikler ama Hell&Damnation değil. Aynı müzikler aynı Heavy metal.(yazarken çalıyordu: Painkiller OSTAsylum Fight) neyse efendim son bir artı eksi verip kararı size bırakıyorum.
Artıları ;
Painkiller yeniden karşıma çıkıyor.(öznel oldu ama olsun) Soulcatcher ve oyuna getirdiği farklı oynanış tarzı
Müzikler yine gaz Eski oyunlara göndermeler ve yeniden tasarlanan bağlı oyun kurgusu
Co-op desteği
Eksileri;
Remake olmasına rağmen bölüm sayısında yarı yarıya azalma var
Cutscenelerde bize yardım eden Eve’in üstü artık çıplak değil(hehe)
Müzikler gaz ama orijinal Painkiller oynayan ben için aynı olması bir eksi Aşırı pahalı. Evet dostlar Painkiller:BlackEdition’ı (ki bu sürüm minimum 9 ekstra bölüm ekleyen Battle out of Hell ek paketini de içeriyor) 9 dolara almak mümkünken orijinal oyunun yarısı sayıda bölüm içeren ve sadece biraz değişen ve grafikleri iyileşen Hell&Damnation 19.99 dolar. Aşırı pahalı demek yanlış oldu ama ederi bu değil.
Heyecanımdan bazı yerleri düşünüp yazamamış ya da iyi açıklayamamış olabilirim. Eğer herhangi bir hata yapmış isem şimdiden affola. Bakmayınız artıları eksilerine, Painkiller bu alınız oynayınız eski tarz firstperson shooter oyunlarına yeniden bir göz atınız. Sevgilerle … Faruk Yaylaz
Açtık playerımızı koyduk içine özel olarak tasarlamış olduğumuz Pokemon soundtrack’lerini, kıvama geldik çok güzel. Merhaba gençler bir çılgınlık yapıp “Pokemon maratonu” yapalım dedim kendi kendime. 8 yaşında falanım o yaz yedi günden deli gibi kapak toplayıp postayla yollamıştım. Neymiş yarışma varmış, kazananlara Gameboy Colour ve yanında Pokemon Red veriliyormuş. Hayatım resmen Pokemon olmuşken böyle bir fırsat ayağıma gelmiş, kaçırır mıyım. Yardırdım kapakları ve bir tanesi tuttu. Gameboy’u açıp oyunu taktığım zamanı, kendi odamdan çıkmak için merdiveni ilk bulduğum anı, Profesör Oak ile konuşmam, Charmender ile Gary’e karşı kapışmam ve daha bunun gibi tonlarca unutulmaz an.. her ne kadar “150’den sonrası benim için yalan” diyen insanlar olsa da ve cidden her yeni nesil pokemon daha da patates olsa da(Darkai duysa atar yapar tutamayız Yankı deme öyle -Gökberk) oyunlar bence daha kaliteli daha hoş ve daha bağlayıcı.
Herşeyi başlatan oyun.
Bu ay sadece giriş yapmak istedim maratona her ay belli bi oyunu birlikte oynayacağız. İyi ki Visual Boy emulatöründe x400 olayı var 1 saate varmadan 1.nesil oyunlar toz olur gider. Şöyle de bir liste yapalım tüm pokemon oyunları ve tarihleri: (Game boy) Pokémon Green (1995.Sadece Japonya'da çıktı) (Game boy) Pokémon Red & Blue (Çıkış tarihi:8.10.1999) (Game boy) Pokémon Yellow (Çıkış tarihi:16.6.2000) (Game boy Color) Pokémon Gold & Silver (Çıkış tarihi:6.4.2001) (Game boy Color) Pokémon Crystal (Çıkış tarihi:02.11.2001) (Game boy Advance) Pokémon Ruby & Saphire (Çıkış tarihi:25.07.2003) (Game boy Advance) Pokémon FireRed & LeafGreen (Çıkış tarihi:01.10.2004) (Game boy Advance) Pokémon Emerald (Çıkış tarihi:01.10.2004) (Game Cube) Pokémon XD: Gale of Darkness (Çıkış Tarihi:03.10.2005) (Nintendo DS) Pokémon Diamond & Pearl (Çıkış tarihi:27.07.2007) (Nintendo Wii) Pokémon Battle Revolution (Çıkış tarihi:12.10.2007) (Nintendo DS) Pokémon Platinum (Japonya Çıkış tarihi:13.09.2008,Avrupa Çıkış tarihi 25.5.2009) (Nintendo DS) Pokémon Soul Silver(Silver Remake) (Nintendo DS Pokémon Heart Gold(Gold Remake) (Nintendo DS)Pokemon Black & White (18.09.2010) (Nintendo 3DS)Pokemon Rumble Blast (24.10.2011) (Nintendo Wii)Pokepark: Wonders Beyond (Nintendo DS)Pokemon Black 2 & White 2 (30.06.2012) Eskiden Nintendo DS ile çalışan Pokemon oyunlarını oynamak ne zordu. Ya çok yavaş çalışır, ya ortada takılır, ya save olmaz, carttır curttur. Uzun bir aradan sonra 2 yıl önce emulatör araştırmalarına geri dönmüştüm ve DeSmuME’nin gayet kullanışlığı olduğu kanaatine varmıştım. Piyasada genellikle No$GBA ön planda olsa da aslında bir patates bile daha çok fayda sağlayabilir size
(kızartır, birayı yanında içersin işte, No$GBA’da var mı bu özellik, yok tabi nerede olcak). Peki neden DeSmuME ? Ayarlarıyla uğraşmak ve boğulmak zorunda değilsin, default hali gayet de NDS Pokemon oyununu açabiliyor. Ayrıca mouse’a karşı daha duyarlı, alt ekranda tuşlara abanmanıza gerek kalmıyor. Diğerlerine göre daha hızlı çalışıyor, oyun daha akıcı ilerliyor, save – load problemi yok, her 2 adımda bir “ya oyun takılırsa” korkusu (kısmen) yok. Soul Silver ve Heart Gold’da 2 yıl önce baktığımda bu sorun ne yazık ki halen vardı. NDS oyunlarını oynamaya başladığımızda bu konu hakkında daha detaylı bilgileri sunarım sizlere.
Bu maratonda daha çok “generation games” oynamayı düşünüyorum red/gold/ruby/pearl gibi. Şu an oynamakta olduğum pokemon conquest de eklenebilir belki, diğer klasik oyunlara kıyasla çok sıra dışı olan, savaşları daha mantıklı halen getiren ve biraz daha strateji katan bir oyun. “bölge fethetme” olayı da çok ilgi çekici. Daha yeni başladım da umarım patates çıkmaz. Neyse dostlar şimdilik bu konu ile ilgili anlatacaklarım bunlar, aha Skarmory de geldi sağolsun kuru yemiş torbasını getirmiş, good bird skarmory seni. Gelecek sayıda görüşmek üzere *skarmory sevinçle kanat çırpar* ..
Gelecek ay ilk oyunumuzu Red ya da Yellow (belki de ikisi birden) olacağından dolayı emulatörümüz kesinlikle VisualBoy Advance olacaktır. Yeni versiyon VBA ile de artık “link” bağlantısı kurabilip trade de yapabilirsiniz. Hatta bundan da sizlere bahseder, arşivlik olarak saklayabilirsiniz. Küçük çocukken elimde Gameboy, Kadabra olmuş level 80, neden bir Alakazam’ım bile yok diye ağlarken, siz bunu yaşamamış olursunuz, yüzsüzlük yapıp level 16 Alakazam’ınız bile olur. Ya da level 3 steelix gibi. Neyse “çılgın” fanteziler bir yana dediğim gibi VBA’da x400-1200 gibi bir hızlandırma da olduğundan (space tuşu ile) 8987897 kez bitirmiş olduğunuz oyunda aynı yazıları okuyup beklemek zorunda kalmayacaksınız. Bu kadar da noob değilsinizdir herhalde deyip şu VBA olayını kısa kesiyorum.
Yankı Özmumcu
MüzİK
Sizlere yurtdışında bulunduğum festival(Oktoberfest sayılmaz müzikli değil çünkü.) olan tamamen Pagan ve Folk Metal tarzı grupların konser verdiği Heidenfest'i anlatacağım. Türkiye'de pek çok konser ve festivale gitmiş olan ben, hem buradaki(Şu an Almanyadayım) festival ve konser atmosferini görmek hem de daha önce dinlemediğim grupları dinlemek için Avusturyalı bir arkadaşımın önerisiyle gittiğim bu festivalden gerçekten güzel anılarla ayrıldım. 20 ekim günü konser günü olmakla beraber okulla Stuttgart'a gezimiz de vardı. Bundan faydalanarak hem gezi, daha sonra da konser çok iyi bir plandı. Neyse geziden sonra otele yerleştik. Çevredeki marketten Jagermeister alıp portakal suyuyla karışım yaptıktan sonra konser alanına gittik. Dışarıdan içki giremediği için şişeyi hemen tüketmek zorunda kaldık. Saat 6 gibi içeri girdik. İlk grup olan Krampus çoktan sahneden ayrılmıştı bu yüzden onlara dair bişey yazamayacağım. Festival genel olarak Fin ve Alman pagan gruplarından oluşuyor(İstisna Norveçli Trollfest). Mekan kapalı bir yerdi ve boyut olarak küçükçiftlik park kadardı yaklaşık
Trollfest Trollfest çok ilginç bir grup. Çok eğlenceli bir müzik yapıyorlar ve bunu kendi icat ettikleri bir dil olan Trollsprak ile söylüyorlar(Norveççe ile Almanca karışımından oluşuyor). Biz içeri girdiğimizde Trollfest çoktan performasına başlamıştı, hatta bitirmek üzereydi. O kadar ki ancak son 2 şarkıyı tam olarak dinleyebildim. Çok enerjiktiler. Son albümü dinleyip büyük umutlarla gitmiştim ama sadece 2 şarkı dinleyebilmem biraz moralimi bozdu. Neyse ki dinlediğim şarkılardan biri son albümden olan Rundt Balet vardı ilk girdiğimde direk gaza getirdi.
Daha sonra Willkommen folk tell drekka fest albümünden Helvettes Hunden Garm ile noktayı koydular. Daha uzun anlatamadığım için üzgünüm, geç girmemiz buna sebep oldu. Setlist 1.Den Apne Sjo 2.Brumlebassen 3.Brakebein 4.Illsint 5.Trinkentroll 6.Karve 7.Der Jegermeister 8.Rundt Bålet 9.Helvetes Hunden Garm
Varg Trollfestten sonra Varg sahneye bilindik kırmızı üstüne beyaz çizgili makyajıyla çıkıyor(Burda bir Turisas esinlenmesi mevcut). Varg folk metalden çok Pagan ve Savaş metal tarzı bir müzik yapıyor. Daha önceden sadece Schildfrönt ve Wir sind die Wölfe şarkılarını dinlediğim grubun sahne performanası ise inanılmaz gaz. Zaten bu festivalden sonra Pagan ve Black Metal vokallerine Almanca'nın daha çok yakıştığına kanaat getirdim. Keskin bir dil olmasının yanı sıra güçlü vurguları olan bir dil olan Almanca gerçekten Metal müziğe çok uygun. Neyse konsere geçersek konsere yeni albümlerinden Guten Tag ile giren grup son derece enerjikti. Sag mir wer du bist diyerek eşlik ettik şarkının nakaratına. Zaten grubun çalmaya başlmasıyla beraber hemen bir Mosh Pit oluştu ve Varg gidene kadar devam etti. 6. Şarkıya geldiğimizde ise grubun en sevdiğim şarkısı olan Wir sind die Wölfe'nin melodik girişi çalmaya başladı ve bu giriş duyulur duyulmaz Wall of Death hazırlıkları başladı ve vokalin girmesiyle beraber tam bir hengame oldu alanda. Bir sonraki şarkı olan A Thousand Eyes'ta ise bir sürpriz bizleri bekliyordu çünkü normalde Eluveitie'den Pade ile kaydedilen şarkının canlı performansı için o gün çıkacak gruplardan olan Korpiklaani grubunun vokali Jonne Jarvela(sarhoştu baya aslında ama eğlenceli bir adam kendisi) gelmişti. Aslında Jonne yine aynı albümde Horizont isimli şarkıda konuk sanatçıydı fakat Pade'nin uğuldamalarını(“haayyaeeehhoooyyy” şeklinde çünkü bu kısımlar) gerçekten çok güzel icra etti ve kendi kulisine döndü. Grup daha sonra 4 şarkı daha çaldı ve konseri noktaladı. 1.Guten Tag 2.Schwertzeit 3.Angriff 4.Horizont 5.Jagd 6.Wir Sind Die Wölfe 7.A Thousand Eyes 8.Blutaar 9.Was Nicht Darf 10.Rotkäppchen 11.Viel Feind Viel Ehr
Eisregen Daha önce dinlemediğim bir grup olan Eisregen karanlık diyebileceğimiz atmosferik bir müzik yapıyor. Hele ki klavyeci bir kadın var karanlık enerji yayıyordu LoL'deki Morgana gibi .İlk kez dinlememe rağmen beğendiğimi söyleyebilirim performanslarını. Almanya'nın Thüringen eyaletinden çıkma bir grup Varg gibi(Bizde de Anadolu Rock Adana'dan çıkar hesabı). Ben şarkılarını beğensem de Avusturyalı arkadaşım bu şarkılarının o kadar iyi olmadığını asıl eski şarkılarının çok daha iyi olduğunu söyledi. İnternette filan araştırdım ama ne fizyde ne de youtube'da fazla şarkılarını bulamadım. Albüm veya diskografisi elinde olan varsa paylaşsın. Dinlemek istiyorum çünkü bu grubu. Şurda örnek bir performans paylaşayım fikir vermesi açısından(bkz). Grup 10 kadar şarkı çaldıktan sonra yerini Fin hegemonyasına bıraktı.
Korpiklaani Korpiklaani bunca grubun içinde daha önce izlediğim tek gruptu. 2010 yılındaki Unirockta(güzel bir festivaldi ne yazık ki organizasyon sıkıntısı bitmediği için memleketimizde bir festival daha yok oldu) izlemiştim. O zamanlar pek dinlemezdim kendilerini fakat o konserde inanılmaz eğlenmiştim. Neyse konsere geçersek Jonne konsere yine kafası iyi olarak çıktı. Grup yine eğlenceliydi. Mosh Pitler yapıldı. Yeni albümlerini dinlemediğim için o şarkılara pek eşlik edemedim. İlk şarkı da yeni albümdendi. Fakat 2. şarkıya geçip Journey Man'in girişi çalmaya başladığında kendimi tutamadım ben de girdim Mosh Pit'e. Bu şarkının ilerleyen kısımlarında crowdsurfing yapıp ön sıralara da geçtim(Kafa üstü düşüyodum az kalsın :D). “Free, free as a journey man” diyerek bağırdım tüm sesimle. Journey Man 'den sonra yeni albümden güzel bir parça vardı. Bu parça bitip Juodaan Viinaa girdiğinde ise insanlar kolkola girip dönüp dansetmeye başladı. Gerçekten çok güzel bir görüntüydü. Bu parçadan sonra yeni gelen kemancı eski Shaman dönemlerinden kalma bir keman solosu şarkısı çaldı. Ne diyeyim adam bence eski kemancıdan daha iyi(O adamın yeri ayrıydı ama doğruya doğru şimdi). Daha sonra gecenin Korpiklaani olarak sürprizi geldi. Albümlerinde yorumladıklarını biliyordum ama Ievan polkka 'nın girişini duyunca çok şaşırdım. Finlandiya'nın dünyaya ihraç ettiği bir şarkı olan Ievan polkka'nın Korpiklaani versiyonu gerçekten inanılmaz olmuş. Geceyi eskilerden Pellonpekko ile bitirdiler. Güzel bir konserdi eğlendim bayağı. Fakat 2010'daki izlediğim konsere kıyasla çok sönük kaldığını söyleyebilirim. O konserde öyle bir gaza gelmişti ki seyirci, basın kulesinin etrafında Circle Pit oluşmuştu(bkz). Ayrıca hiç içki içeren şarkı çalmadılar bu konserde çok yadırgadım
bunu.(Jonne elinde votka şişesiyle dolaşıyordu insan patlatır bir Vodka). Neyse yine de Korpiklaani'yi ne kadar izlesem bıkmam herhalde. 1.Tuonelan tuvilla 2.Journey Man 3.Ruumiinmultaa 4.Juodaan viinaa(Hector cover) 5.Metsämies 6.Kipumylly 7.Ievan polkka 8.Metsälle 9.Rauta 10.Pellonpekko
Finntroll Herhalde en büyük sürpriz Finntroll'ün sahne almasıdır sanırım. Adları konuk sanatçı olarak vardı listede fakat saat 21:30 civarına geldiği için artık Headliner olan Wintersun çıkar diye beklerken kafadan göğüse kadar inen siyah çizgilerle grubun frontmani olan Vreth geldi ve ben “Oha! Finntroll” dedim. Çünkü Finntroll'ü baya severim(Düz folk metal olarak Ensiferumla beraber zirvede benim için). Grup Under Bergets Rot ile başladı konsere(2010'da çıkan Nifelvind'den güzel bir parça). Tabiki yine Moshpitler eksik olmadı bu konserde de. Natfödd ve Jaktens Tid albümlerine bayılan biri olarak Natfödd ve Svartberg şarkılarının çalınmasına inanılmaz sevindim. Jonne Jarvela yine boş durmadı ve kendi konserlerine dolu olarak başladığı 70'lik votka şişesinin az bir kısmı kalmış şekilde sahneye daldı ve grupla beraber Jaktens Tid'i söyledi. Daha sonra Vreth albüm kayıtlarına başlayacaklarını ve bugün yeni parçalarından biri olan När Jättar Marschera(Devler Marş Söylediğinde gibi bir anlamı var oradaki Fin arkadaşıma göre. İsveççeymiş ama adı Fince değil sonradan baktığıma göre fakat eleman İsveççe de biliyor tabi). Bayağı güzel bir şarkıya benziyordu. Umutluyum yani yeni albümden. Şarkının linkini de buraya bırakıyorum(bkz). Tabi grup Finntroll olunca tüm konser boyunca Trollhammaren diye bağırmamak olmaz. Şarkı aralarında eksik etmedim Trollhammaren'i ve en sonunda isteğim oldu Trollhammaren girişi çalınmaya başladı ve devasa bir moshpit oluşturuldu. Herkes zıpladı, eğlendi, dans etti. “Trollhammaren” diye bağırmaktan sesim kısılmış olabilir tabi. Neyse çok güzel bir şekilde veda ettik Finntroll'e ve Wintersun'ı beklemeye başladık.
1.Avgrunden Öppnas [Intro] 2.Under bergets rot 3.Nattfödd 4.Slagbröder 5.Slaget Vid Blodsälv 6.Mot skuggornas värld 7.Blodnatt 8.Dråp 9.Jaktens Tid [with Jonne Järvelä from Korpiklaani] 10.Svartberg 11.När Jätter Marschera [New Song] 12.Solsagan 13.Trollhammaren
Wintersun Wintersun ilk albümüyle harikalar yaratıp sonra 2. albümünü çıkarmak için bizleri 8 sene bekleten acımasız bir grup. Bu ayki sayıda konserden sonra edindiğim albümünü dinleyip yaptığım kritikte de detaylı olarak 2. albümü inceleyebilirsiniz. Konsere önce kapkaranlık ve sonra tüm ışıkların açılması ile bembeyaz(aklıma direk kar geldi,neden acaba? :D). Yeni albümden olan bir introyla girdiler ki daha sonradan öğrendiğim kadarıyla bu When Time Fades Away isimli enstrümental bir şarkıymış. İlk defa dinlememe rağmen o sırada hoşuma gitmişti şarkıda. Ve daha sonra albümü dinlediğimde favorim olacak şarkı olan Sons Of Winter and Stars başladı ki rüya gibi bir şarkı zaten bu. Başlangıçta şarkıların çoğu Time I dendi. Fakat sonra ilk albümlerinden parçalar çalmaya başlayınca moda girdim ben tabi. İlk önce eskilerden favorim olan Winter Madness çalmaya başladı. O dakikada kayış koptu bende zaten. Jari Maenpaa'ya da Ensiferum'u dinlemeye başladığımdan beri hayranım kanlı canlı görünce bu hayranlığım daha da arttı hatta kendisini zamanında aynı işi yapan(lead gitar ve vokal) Dave Mustaine'in en iyi dönemindeki haline benzetiyorum şu an. Gitar olarak hemen hemen eşit(Dave üstün tabi 90'lardaki haliyle) olmalarına karşın Jari vokal olarak yukarıda tabiki(Dave'e saygısızlık olarak algılamayın. Dave reyize saygım sonsuz). Hem o soloları atıp hem bu kadar güzel vokal yapmak canlı performansta gerçekten güç bir iş fakat Jari bunun üstesinden sonuna kadar geliyor. Death and Healing ve Darkness and Frost çalındıktan sonra yeni albümden Time isimli parçayla ayrılan Wintersun'ı (Işıklar söndürüldü fakat biz sahne yanındaki merdivenlerde durduklarını biliyoruz.) “Wintersun” tezahüratları ile Bis'e çağırdık ve Beyond the Dark Sun isimli şaheseri çaldılar(O an kendimden geçmişim :D). Kapanışı yine ilk albümden Starchild(Soraka gençler. Destek verilir.) ile yaptılar ve gecenin sonuna geldik.
1.When Time Fades Away 2.Sons of Winter and Stars 3.Land of Snow and Sorrow 4.Winter Madness 5.Death and the Healing 6.Darkness and Frost 7.Time 8.Encore: Beyond the Dark Sun 9.Starchild
Gecenin sonunda biliyorum ki benimle beraber orada olan 3000 civarı kişi de oradan mutlu bir şekilde ayrılmıştır. Folk müzik konserlerinde mutsuz ayrılmak çok zor bişey çünkü enerjik ve neşeli şarkılar oluyor genelde. Gönül bir Wacken'a gidip hacı olmak isterdi ama en azından Avrupa'da bir metal festivaline katılıp eğlenmiş oldum ki bu hiç de azımsanacak bir şey değil. Zaten önemli olan da eğlenip stres atmaktır böyle etkinliklerde ki ben bir konser insanı olarak kaçırmamaya çalışırım böyle şeyleri. Neyse lafı fazla uzatmadan sizlere veda edeyim. Görüşürüz. Stay Heavy Çağlar Durmaz
İlk albümleri olan “Good” 1992 senesinde çıkmıştır. Benim için fazlasıyla önem taşıyan bir albümdür kendileri. “Çalıntı” dergisinin Ekim-99 sayısında “Good” albümünün plak şirketleri tarafından reddedildiğinden, kimsenin Morphine’in kayıtlarını piyasaya sürmek istemediğinden; fakat Mark’ın kişisel çabaları sonucunda yerel bir firma vasıtasıyla, albümün piyasaya sürüldüğünden bahsedilmiş. Bunu okuduğum zaman inanın Mark’a bir kez daha saygı duydum, yılmayıp bu işin peşini bırakmadığı için.
Morphine
Müptelası olduğum, dinlediğim için kendimi şanslı saydığım bir gruptan bahsedeceğim sizlere. Hakkında söylenecek, yazılacak onlarca şey var esasında. Öncesinde grubun hem vokaline, hem de iki telli slide bass olayına hakim olan eşsiz insandan bahsedeceğim…
“Good”albümünde Mark Sandman'ın vokali ağır basar, pek bir tadından yenmez. “ The Saddest Song” parçasını defalarca sıkılmadan dinleyebiliyorum. Parçadaki yumuşak doku, alışılmadık sakinlik sanırım beni fazlasıyla büyülemeye yetiyor. Ayrıca aynı albümdeki “You Look like Rain” ile “The Other Side” parçaları da saksafon ağırlıklı ve oldukça başarılı. Mutlaka dinlemelisiniz.
Mark Sandman, müzik kariyerine 30'lu yaşlarında eşsiz gitar tekniğini kazandığı; blues-rock türündeki Treat Her Right grubu ile çalarak başladı. Bir süre bu grup ile yoluna devam etti; fakat sonrasında grubun dağılmasıyla birlikte yerel bir Boston grubu olan Three Collers'da tenor ve bariton saksafon çalan, Dana Colley ile birlikte 1989’da Massachusetts’te Morphine’in temellerini attı. Baterist Jerome Deupree’in de gruba katılmasıyla ilk kadro tamamlandı. Mark Sandman’ın dostu olan Matt Ashare “Çalıntı” dergisinin Ekim-99 sayısında Mark ve yaptıkları müzikle alakalı bir yorumda bulunmuş, onu da sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim. “Mark, yararlı ama basit fikirlerin peşindeydi. Yalınlığa hayrandı. Müziksel estetiğin yemek pişirmeye benzediğini söylerdi. Yemek pişirirken farklı malzemeler nasıl bir araya gelip tat oluşturuyorlarsa, müzikte de farklı unsurlarla birlikte ilginç ezgiler ve bileşimler yakaladığından bahsederdi.” Sahiden Sandman’ın da bahsettiği gibi, müziklerinde farklı unsurları bir araya getirmeyi denediler ve bu bir araya gelen unsurlarla harikalar yarattılar. Genel itibari ile bunu albümlerinde de görmek mümkün. Albüm bünyesinde rock-jazz, blues, alternative ve low-rock türündeki parçalar barınmakta ve bazı bazı da bu türler harmanlanarak, üstelik gitara da yer vermeden saksafon, davul ve iki telli slide bass eşliğinde sunulmakta . Müziklerini gitara yer vermeden icra etmeyi başarabilen, ender bir grup olmakla birlikte, bence koca bir takdiri de hak ediyorlar.
“Good" albümünün piyasaya sürülmesinin ardından baterist Deupree gruptan ayrıldı ve yerine daha önce Sandman'le Treat Her Right'ta çalışmış olan Billy Conway geçti. Gruptan ayrılan Deupree’nin de emeğini içinde barındıran ikinci albüm “Cure For Pain” 1993 senesinde çıktı. Ayrıca 1994 yapımı “Spanking the Monkey” adlı komedi-dram filmi bu albümden "Sheila" "Thursday" "Let's Take A Trip Together" ve "In Spite Of Me" parçalarını soundtrack olarak kullandı. 1995 yılında da üçüncü albüm “Yes” müzik piyasasındaki yerini aldı. Ardından grup 1996 senesinde Dreamworks Records ile anlaşma imzaladı ve 1997 senesinde de “Like Swimming” adlı albümü piyasaya sürdü. Bu albüm, büyük bir plak şirketinden yayınlanmış ilk albümleri olması sebebiyle de büyük ses getirdi. Daha sonrasında 1999 yılında kayıtları tamamlanan “The Night” albümü piyasaya sürülemeden, İtalya-Palestrina’da verilen bir konser
sırasında Mark Sandman sahnede kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Bu sebeple albüm 2000 senesinde piyasaya sürüldü. Albüm çalışmaları esnasında, grup üyeleri diğer albümlerden farklı olarak bir yenilik arayışı içerisine girdiler ve canla başla çalışarak bunu başardılar. Albüm bünyesinde yer alan “Rope on Fire” parçası insanı ilk dinleyişten itibaren büyüleyen bir yapıya sahip. Oryantal melodiler, tanıdık hissi veren ezgiler, saksafon, davul, bass ve Sandman’in sesi ile şaheser niteliğinde. Albümle aynı adı taşıyan “The Night” parçasını da dinlemeyi ihmal etmemelisiniz.
Son olarak Alan J. Schmit adlı Morphine hayranı tarafından kayıt edilen ve 1994 yılına ait konser kayıtlarını içeren “Bootleg Detroit” adlı albüm 2000 yılında piyasaya sürüldü. “Mark’ın topluluk içindeki güvenirliği yüksekti ve söyleşilerde sık sık takım arkadaşlarını överdi. Dinleyiciler konserlerden sonra gelip onu tebrik ettiklerinde o iki arkadaşını; Dana ve Billy’i işaret eder ve başarının kaynağının onlar olduğunu belirtirdi.” “Sanıyorum ki, Mark’ın ruhu hala bizlerle çünkü onun müziği bizlerle” Matt Ashare- Çalıntı/Ekim-99/Sayı 32 Mark Sandman’ın ölümünün ardından grup üyeleri Dana ve Billy, Twinemen adlı bir grup kurarak müzik kariyerlerine devam ettiler. Ece Gündüz
Stüdyo Albümleri Good (1992) Cure for Pain (1993) Yes (1995) Like Swimming (1997) The Night (2000)
Live Albümleri Bootleg Detroit (2000)
Derleme Albümleri B-Sides and Otherwise (1997)v The Best of Morphine: 1992-1995 (2003) Sandbox: The Mark Sandman Box Set (2004) At Your Service (2009)
müziğe ilgi göstermeye başladı. Gençlik yıllarında rock müziğe yönelip kendi garaj grubunu kurdu. Ancak daha sonraları tekrardan klasik müziğe yönelerek piyano eğitimi aldı ve son olarak caza yöneldi. Müziğinin klasik, rock ve elektronik esintiler taşıması ve genel olarak hareketli bir müzik tarzına sahip olmasının sebebi de bu olsa gerek.
Esbjörn Svensson Trio
Öyle çok koyu bir caz dinleyicisi sayılmam. Bunun sebebi hem yeni yeni dinlemeye başlamış olmam, hem de nereden bakarsan 100 yılı bulan tarihi ile çok geniş bir müzik kültürü olduğundan büyük ihtimalle hiçbir zaman türe tam olarak hakim olamayacağım. Ancak bu, arada bir sağlam gruplar bulup onlara hayran kalmama engel değil. Bu ay anlatacağım grup da bunlardan biri belki de en önemlisi Esbjörn Svensson Trio. Ancak grubu tanıtmaya başlamadan önce yaptığı müziğin türüne biraz değineceğim. Contemporary jazz genelde 80 ve 90’ların popüler akım jazz türlerine genel olarak verilen isim. Ancak tam olarak kesin bir şekilde tanımı yok. Genel olarak deneysel yenilikçi akımlara contemporary denmekte. Contemporary jazz ise kimi zaman pop-jazz veya smooth jazz ın deneyselleşmiş hallerine dendiği gibi, fusion gibi temeli rock tarzı ritimlere dayanan jazz türüne de contemporary jazz denmektedir. Yukarıdaki tanım kafanızı karıştırmış olabilir, açıkcası ben de yazarken zorlandım. Ancak merak etmeyin, nasıl ki güzel bir yemeğin tadına varmak için tarifini bilmenize gerek yoksa müzikte de neye ne dendiğinin çok önemi yok. Dinleyip hissettikleriniz daima diğerlerinden üstündür. Esbjörn Svensson Trio(bundan sonra kısaca EST diyeceğim) 1993 yılında Esbjörn Svensson, Dan Berglund ve Magnus Öström tarafından İsveçte kuruldu. Grubumuz bir adet grand piyano, bir adet kontrabas, bir adet de bateriden oluşuyor(bu arada ek bilgi; genelde çoğu trio bu üçlüden oluşur). Minimal olduğuna bakmayın, sadece bu 3 enstrümanla yapılan müzikteki melodi çeşitliliği aklınızı başınızdan alıyor. Gruba adını veren ve grubun kurucusu olan Esbjörn Svensson daha çocuk yaşta annesinin piyanist, babasının ise jazz tutkunu olmasının da etkisi ile klasik
Grup üyeleri(soldan; Dan, Esbjörn, Magnus) EST özellikle gençler arasında kısa sürede tutuldu ve pek çok rock festivallerinde sahne aldılar. İlk 3 albümü(When Everyone Has Gone, EST plays Monk, Winter in Venice) ülke içinde yayınlandıktan ve büyük ölçüde başarı elde ettikden sonra 4. Albümleri olan From Gagarin's Point of View Alman plak şirketi ACT tarafından uluslar arası yayınlandı ve böylece Avrupa'ya açılma şansı buldu. Avrupa'da pek çok olumlu eleştiriler alıp kısa sürede dikkatleri üzerlerine çektiler. Bunda gerek albümün kalitesi, gerekse albümün hızlı parçalara sahip olmasının da etkisi olduğu yadsınamaz. Özellikle Dodge the Dodo, Definition of a Dog ve albüme adını veren parçaları dinlemenizi öneririm. Daha sonra 2000 yılında Good Morning Susie Soho albümü ile devam eden grup 2002 yılında Strange Place for Snow adlı albümü çıkardıklarında hem İsveç'te hemde Almanya'da pek çok ödül aldı ve ilk defa 9. Uluslararası İstanbul Caz Festivali kapsaminda Türkiye'ye konser vermeye geldiler.(Tabi ben o zamanlar orta okulda pokemon izlemekle meşgul olduğum için haberim bile yoktu böyle bir grup olduğundan) 2003 yılına geldiğimizde ise kanımca en başarılı albümleri olan Seven Days of Falling albümünü çıkardılar. Benim de grup ile tanışmam bu albüm ile başlamıştır. Bu yüzden biraz daha detaylı bahsedeceğim. Albüm teknik olarak çok üst yapıda. En sakin şarkılarda bile enstrumanlara bir hakimlik, bir melodi çeşitliliği mevcut. Ballad for the Unborn, Seven Days of Falling, Believe Beleft Below gibi şarkıların yavaş fakat kusursuz yapısı, Did They Ever Tell Consteau, In My Garage gibi hızlı,coşku dolu şarkıları ile hemen hemen herkese hitap edebilecek bir albüm. Lakin albümde Elevation Of Love adlı bir parça var ki
mutlaka ama mutlaka dinlemenizi öneririm. Bütün enstrümanlar öyle bir teknikle çalınıyor ve bunlar birbirlerine o kadar güzel bir uyum sağlıyorlar ki, kanımca ESTnin en büyük eseri olduğunu söyliyebilirim.
Ne yazık ki bazen hayatta herşey iyi giderken bir anda tepe taklak olabiliyor. Tarihler 2008'i gösterdiğinde yeni albümleri Leucocyte'yi çıkarmaya hazırlanırken Esbjörn İsveç'te dalış yaptığı sırada hayatını kaybetti. 44 yaşında, iki çocuğu olan müzisyenin beklenmedik ölümünün sadece ailesi için değil, bütün müzik dünyası için büyük bir kayıp olduğunu söylemem abartı olmaz. Esbjörn’ün ölümünün ardından Leucocyte nin kayıdını tamamlayıp çıkaran EST, 2012 yılında son bir kez toplanıp grubun kıyıda köşede kalmış, yayınlanmamış parçalarının toplandığı 301 adlı son bir albüm çıkardılar ve grubun kariyerini sonlandırdıklarını açıkladılar. Buruk bir şekilde dinlediğim 301 albümünden sonra çok daha iyi anladım ki eğer ölmeseydi müzikal anlamda çok büyük işler başarmaya devam edecekti. Özellikle albümdeki Behind the Stars adeta Esbjörn ün piyanosu ile bize ettiği bir veda olmuş.
Daha sonra 2004, 2005 yıllarında da Türkiye'ye konsere gelen grup(pokemonları bırakmış ancak liseli bir ergen olmuş bendenizin hala haberi yoktur.) gerek yurtiçinde, gerek yurtdışında oldukça popüler olmaya başladı. 2005'de Viaticum albümünü çıkarıp tarzlarını bozulmadan devam ettiren EST yine oldukça başarılı bir albüme imza attı. Albümde öne çıkan parçalardan Viaticum, The Unstable Table & The Infamous Fable, Eighty-Eight Days In My Veins’i öneririm. 2006 yılında ise çıkardığı Tuesday Wonderland albümü ile kalitesini asla kaybetmeyeceğini kanıtlamakla kalmayıp, yine bence Elevation of Love kadar muhteşem olan albüme adını veren parça ile üretkenliklerinin tam gaz devam ettiğini gösterdiler. Yine bu yılda Amerikan jazz dergisi Down Beat’in kapağına çıkan ilk Avrupalı jazz grubu olarak sadece Avrupada değil, Amerika'da da seslerini duyurdular.
EST için sadece iyi bir caz grubu demek büyük haksızlık olur. EST gerek türe getirdikleri yeniliklerle, gerek müziğe yaptıkları katkılar ile sadece caz değil, müzik dünyasının sahip olduğu ender gruplardan. Biz dinleyiciler içinse 11 albümlük bir hazine. Aykut Kekeç "Evde başka bir enstrümanımız olmadığı için piyano çalmaya başladım, aslında, davul çalmayı tercih ederdim. Misal, çocukken farklı eşyalardan kendime bir setup yapar ve ballroom blitz çalan sweet gibi duyulmaya çalışırdım. Fakat Magnus davullarıyla beraber gelince piyanoda kalmaya karar verdim. Magnus ve ben birlikte büyüdük ve başlangıçtan beri birlikte çalıyoruz. Magnus'a ilk davul seti hediye edildiğinde bize geldi ve çalmaya başladık, nasıl çalacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yoktu ama çok eğlenceliydi. Öğretmenimiz olmadığından ve kimse de bize nasıl çalacağımızı söylemediğiden müziğimizi eşi olmayan, farklı bir yönde geliştirme şansını yakaladık." Esbjörn’ün bir röportajından.
COWBOYS FROM HELL
Pek çok grup dinlemişimdir şu ana kadar. 500 belki 1000. Fakat bu kadar fazla grubun içerisinde beni en çok etkileyen 2 grup var. Biri şu an okumakta olduğunuz yazıyı içeren Pantera, diğeri ise Death. Pantera ile tanışmam 2004 yılında oldu. Lise zamanları, ergenlik vs. derken insan kendini agresif ve enerji dolu hissediyor. Zaten o zamanlar Metallica, Iron Maiden gibi metale başlama gruplarını dinliyordum. Fakat ablam sayesinde edindiğim en iyi 100 gitar solosu(ismi daha da farklı olabilir tabi.) isimli farklı gruplar içeren toplama albümü edinmemle Pantera'nın orada bulunan 3 şarkısını ilk kez dinledim. Bu şarkılar “Walk (bkz )” , “ Floods(bkz) ” ve “ Cemetery Gates(bkz)” idi. Her zaman yeni bir tarza alışmak zor olur. Fakat daha sert bir müziğe olan ihtiyaç her zaman olur metalkafa(metalhead kullanmak istemedim) iseniz. Pantera da kulağıma sert gelmişti ilk dinlemede. Çünkü daha önce buna benzer bir grup dinlememiştim. Kabul thrash metal dinlemiştim ama bu Thrash Metal' den çok farklıydı. Daha çok Thrash Metal ile Hardcore müziğin birleşimini içeren bir melezdi. Yavaş yavaş alıştığım bu gruptaki farklı hava beni kendine çekmişti. Headbang yapmaya zorlayan riffler, yırtıcı sololar, agresif vokaller, çılgın davul atakları her şey inanılmaz güzeldi bu grupta. Neyse daha fazla kişiselliğe girmeden neden bu ayki sayı için Pantera'yı seçtiğimi açıklayayım. Çünkü bence gelmiş geçmiş en iyi gitaristlerden biri olan Dimebag Darrell(Darrell Lance Abbott)'ın ölüm yıldönümü Aralık ayında olduğundan, yazıyı okuyan sizlerinde bu grubu severek ölüm yıldönümü olan 8 Aralıkta benim gibi gün boyu Pantera dinleyerek geçirip Dimebag'i onurlandırmanız çok güzel bir şey olur. Neyse grubun tanıtıma geçelim. Şimdi aklınıza nefret ettiğiniz bir şey getirin ve bulunduğunuz odada kırılması sakınca doğurmayacak şeyler bulundurun. Çünkü birazdan bahsedeceğim grubun şarkıları evi yıkmanıza sebep olabilir !
Kuruluş ve Glam Dönemi Grubun kuruluşundan başlayalım. Grup 1981 yılında Texas'ta Darrell Lance Abbott (15) ve Vincent Paul Abbott (17) kardeşler tarafından kurulur. Vince ve Darrell büyük Kiss(bkz) hayranlarıdırlar. Kiss bir Shock Rock grubu olduğundan ve Shock Rock'ın devamı olan Glam Metal o zamanlar yeni ve popüler olan bir tür olduğudan Glam Metal yapmaya karar verirler. Darrell gitarist rolünü üstlenir. Darrell öyle mükemmel bir gitaristtir ki Van Halen'ı izledikten sonra babasına gitar aldırtmış ve gitar çalmaya takıntılı hale gelmiştir. Öyle ki tuvalete bile gitarla gittiği söylentileri vardır. Darrell daha sonra Texas'ta yapılan gitar turnuvalarında hep birinci olduğundan dolayı bir süre sonra yarışmalara katılmasına izin verilmemiştir. Kendisine o zamanlar Diamond Darrell deniyordu lakap olarak. Abisi Vincent ise davulları üstlenir.Gruba bulundukları şehirin ismi olan Pantego'dan esinlenerek Pantera (ilk duyduğumda ben de panterden geldiğini düşünmüştüm) ismini verirler. Gruba bas gitarist olarak Rex Brown vokal olarak Terry Glaze katılır. Grup başlarda genelde Abbott kardeşlerin garajında takılmak suretiyle müzik hayatını sürdürür. Her gün 7/24 partiler yapılırdı. Grubun imajı da o zamanlardaki çoğu glam grubu gibi kadınsal makyajlar ve giysiler içeriyordu. Müzik açısından ise genel olarak Kiss, Van Halen gibi ünlü gruplardan etkilenmeler mevcuttu. Grup bu kadrosu ile beraber Vinnie ve Diamond'ın babalarının prodüktörlüğünde 1983 yılında Metal Magic adlı ilk albümlerini çıkarırlar. Daha sonra 1984 yılında Projects In The Jungle isimli ikinci albümleri çıkar. 1985 yılında I am The Night çıkar. Bu albüm daha çok Heavy/Glam Metal soundu içerir. Bundan bir süre sonra grup daha çok o dönem yükselişte olan Metallica , Slayer gibi gruplardan etkilenerek soundlarını daha sertleştirmeye karar verirler bunun üzerine Glam vokali olan Terry Glaze gruptan ayrılır ve yerine New Orleans' tan gelen 19 yaşındaki genç vokal Philip Anselmo gruba dahil olur.
1988 yılında yeni vokal Phil ile beraber Glam tarzda son albümleri olan Power Metal yayınlanır. Albümde Phil'in vokalleri Rob Halford' un çığlıklarına çok benzeyen çığlıklar atmıştır. Diamond yine inanılmaz gitar oyunları sergilemiştir. Bu albüm daha çok thrash sounduna sahiptir fakat yine de glam içermektedir. Bu albümden sonra Vinnie Paul(İsmini kısaltıp kendine lakap yapmıştır.): “Müziği bu gösterişli giysiler yapmıyor,biz yapıyoruz.” demiştir ve bundan sonra grup Glam müziği ve Glam imajını bırakarak tişört ve kot pantolon imajına geçmiş müzikte ise daha sonra Groove metal olarak nitelendirilecek olan daha güçlü bir thrash metal türüne geçmişlerdir. Ayrıca bu dönemde Megadeth' ten gitarist olarak teklif alan Diamond bunu kabul etmez çünkü abisi Vinnie'den ayrılmak istemez. Bu aslında bir bakıma iki gruba da yaramıştır çünkü Megadeth Marty Friedman ile yoluna devam edip zirveye çıkmış. Pantera ise yeni çizdiği yolla üst basamaklara tırmanmıştır.
Cehennemden Gelen Kövböylar!!! 1989 yılında Pantera' nın sahne performansından etkilenen ATCO Records onlarla sözleşme imzalar. Bu büyük şirketle imzalanan sözleşmeden sonra 1990 yılında Pantera'nın yeni ve efsane olduğu döneminin kapılarını açan albüm çıkar. Cowboys From Hell. İnanılmaz keskin riffler, yırtıcı vokaller, gaza getiren davul atakları. Pantera bir anda ortaya çıkmış ve Metal piyasasını bu albümle sallamışlardır. Albümdeki bütün şarkılar gaza getiricidir fakat 2 şarkının yeri ayrıdır(gaz bakımından). Cowboys From Hell(bkz) ve Domination(bkz). İki şarkının da inanılmaz soloları vardır. Fakat Pantera'ya başlamak için en uygun şarkı Cemetery Gates(bkz)'tir çünkü müzik yine sert olmasına rağmen duygusal vokaller ve sonlardaki Dimebag(Yeni Pantera 'da Diamond. Kendisine böyle diyeceğim yadırgamayın.) gitarla, Anselmo sesiyle attıkları çığlıklar silsilesi inanılmazdır. Albümde en sevdiğim şarkı “ Psycho Holiday ” olmakla beraber bence albümdeki en iyi Dimebag solosu “Sleep” ' tedir.
Ayrıca bu albümü tesadüfen keşfeden Rob Halford(Metal God) grubun müzik tarzını ve yorumunu çok beğenip bu tarzda birşeyler yapmak ister ve Fight isimli grubu kurar. Bu albümün en iyi yanı hem efsane Pantera'ya giriş albümü olması hem de 90'larda yükselen Grunge akımı(Nirvana, Pearl Jam, Alice In Chains) ve ana akım Thrash gruplarının (Metallica, Megadeth, Anthrax) küçük veya büyük ölçekli tarz değişiklerine giderek thrash metalin kan kaybettiği zamanlarda ilaç olmuşlardır. Hatta öyle ki Metallica popülerlik kazandığı Black Albüm(Metallica) ile daha catchy (türkçe kelime karşılığı yok akla kolay kazınan nakaratlar diyebiliriz) şarkılar yapmış, diğer pek çok 80'ler thrash grupları(Slayer istisnadır saygımız sonsuz.) bunu örnek alarak daha çok para kazanmak için bu yola girmiş 80' lerin çığlığı 90'lara sadece Pantera ile taşınmıştır Amerikan Metal arenasında. Bu albüm yayınlandıktan sonra 1991 yılında Rusya'daki Monsters Of Rock' a katılırlar Metallica ve AC/DC 'nin alt grubu olarak. Aynı dönemlerde müzik yapan Exhorder grubu ile karşılaştırılan Pantera ile kimin tarzı daha önce bulduğuna yönelik tartışmalar vardır. Exhorder bilhassa 1992 yılında çıkan The Law isimli albümleriyle bu tarzda Pantera'ya çok benzerlik gösteren unsurlar kullanmışlardır. Fakat Groove Metal türünü ilk kim buldu diye soracak olursanız Pantera'dır. Doğru Exhorder Thrash Metal'e daha önce başlamıştır(Pantera'nın Glam dönemlerini saymıyoruz). Fakat ilk albümleri Slaughter In the Vatican Groove Metal değildir. Bu tarzı 2. albümlerinde edinmişlerdir ve bu da Cowboys From Hell' den sonra gelir. Pantera backstage'de çok parti yapan bir gruptu. İçkiler tur otobüsünde veya otelde havada uçuşur ve eğer siz misafirseniz ve içmezseniz orada işiniz yoktur. Sabaha kadar parti ve alkol. Pantera' nın kendine özel bir içkisi de vardı. Adını Megadeth'in “Sweating Bullets” şarkısında geçen “Blacktooth Grin” den alan bu kokteyl, partilerin vazgeçilmez içkisiydi(İçinde Crown Royal Viski veya Seagram 7 ve kola var). Konserlerde de böyle olurdu. Philip Anselmo agresif vokalinin yanısıra konserlerde de büyük mosh pitler ve pogolar yaptıran bir frontmandi. Eğer Pantera konserine gidecek olsaydınız o zamanlar kırık bir burun, kanayan dudaklar veya şişmiş gözlere hazırlıklı olmanız gerekirdi.
RE-SPECT! WALK! 1992 yılında Pantera'nın tarzını oturttuğu ve esas patlamasını yaptığı albüm çıkar. Vulgar Display Of Power. İsminden de anlaşılacağı ve kapağında(bkz) da görülebileceği üzere bu albüm inanılmaz agresif bir albümdür. Konserlerde hep çalınan “This Love”(bkz) , “Walk”(bkz) , “Mouth For War” (bkz) gibi efsane parçalar içerir. Cowboys from Hell'den daha sert olan bu albüm vokalde de aynı sertliği hissettirir. Cowboys From Hell'de daha çok scream vokal kullanan Anselmo bu albümde daha Brutal bir tarza geçmiş ve bunu diğer albümlerde de sürdürmüştür. Şarkıların bazılarını ele alırsak; “ This Love ” bir aşk şarkısı mesela, fakat ara pasajlar dışında hiç romantik kısımlar yok gayet sevdiğim kişiye dalabilirim mesajı çıkabilir. “By Demons Be Driven” ( bkz ) ise satanizm ögeleri içeren bir şarkıdır ve siz kendinizi “Beckon the call” derken bulabilirsiniz. Pantera bir sonraki albümleri olan Far Beyond
Driven' a kadar geçen sürede çok sayıda konser verdi. Grup şöhret basamaklarını hızla tırmanmaktaydı fakat bu onlara ileride pek çok sıkıntı verecekti.
battı. Seyircilere saygısızlık ve küfürler, gruba hakaretler vs. anlaşılmayan tavırlar sergiliyordu. Anselmo sonunda muayene oldu. Omurgasında problem vardı. Doktora iyileşme zamanını sorduğunda 1-1,5 yıl civarı bir zaman alacağını öğrendi. Bu onun için çok fazlaydı. Ameliyat olmadı ve eroin ve alkole tamamen verdi kendini.
İntihar Nötları Kısım 1 ve 2 !!
5 Dakka Yalnız Kalayım!!!! 1994 yılında Pantera'nın sertleşen soundunun devamı olan ve benim en sevdiğim ve en oturaklı bulduğum Pantera albümü olan Far Beyond Driven çıkar. Bu albüm çıktıktan hemen sonra Bilboard listelerinde 1 numara olur. Bu albümden ayrıca Pantera'ya tam olarak şöhreti getiren albüm olarak bahsedilebilir. Albümdeki gitarlar yine groove rifflerle doludur fakat içine biraz kovboy müziği esintileri de barındırır ki Pantera' nın ileriki dönemde çok kullanacağı Southern Metal olarak adlandırılan diğer bir alt türün habercisidir. Ayrıca Vinnie Paul(Vincent Paul Abbott) bu albümde kendi tarzını iyice oluşturmuş çok güzel işler yapmıştır. Mesela Becoming' in( bkz ) girişi, I'm Broken(bkz ) da kardeşi ile olan uyumu. Şahsi olarak bu albümde en sevdiğim parçalar(hepsini seviyorum gerçi çünkü ev sevdiğim Pantera albümü) “I'm Broken (solosu öldürür beni)”, “5 Minutes Alone(bkz ) (girişi ile az headbang yapmadım)”, “Slaughtered(bkz) (Ana Riff'ini çok severim)”' dır. Bu albümde gelen şöhretle beraber Phili Anselmo' nun sorunları ve grubun çöküşü yavaştan başlar. 1995 yılındaki Far Beyond Driven turnesi sırasında Anselmo grupla arasına mesafe koymaya başlar. Agresif tavırlar sergiliyor ve hiçbirşeyi beğenmiyodu. Ayrıca bu sıralarda Anselmo'nun dayanılmaz sırt ağrıları baş göstermeye başladı ve Anselmo buna çare olarak eroine başladı. Anselmo'nun kendince sebepleri olsa da(Grubu yalnız bırakmak istemiyor. Sırt ağrılarından ötürü ameliyat olup müziğe ara verip grubun muhteşem giden kariyerini baltalamak istemiyordu kendince. Eroin ile acısını hafifletmek tek çare idi onun için.) bunlar geçerli sebepler değil sadece bahanelerdi bence. Çünkü sağlık söz konusu olduğunda gruptaki hiç kimsenin ona sıkıntı vereceğini sanmıyorum(Melek gibi insanlar). Ayrıca bu kadar eroinle beraber daha önce içmediği kadar alkol de içiyordu ki acısını hissetmeden performans gösterebilsin. Grubun şöhreti arttıkça Anselmo daha da dibe
1996 yılında Pantera' nın 4. albümü(Kendileri Glam dönemi albümlerini saymadılar daha sonra.) olan The Great Southern Trendkill ' i yayınladı. Albüm öncekilere göre yine daha sert ve karanlıktı. Bunda Philipp Anselmo'nun o zamanlarda artan Black Metal hayranlığı etkilidir. Grup bu albümde Southern tınılarını artırmıştır sertliğin yanında. Albümde en sevdiğim parçalar Suicide Note I ve II(bkz) (Anselmo'nun aşırı doz olayını düşününce daha manalı), Floods(bkz) (Dünya' nın bence en duygusal gitar solosu. Hatta en güzeli de olabilir.), Drag the Waters(bkz ) (Ana riffi seviyorum). Ayrıca Anselmo bu albümde grupla arasına mesafe koymakla kalmamış kendi vokal kısımlarını New Orleans' ta kaydetmiştir(Diğer grup elemanları kayıtlarını Teksas ' ta tamamlamıştır). Yine aynı yıl albüm çıktıktan sonraki turdaki Dallas konserinden sonra Philipp Anselmo aşırı doz alarak hastenelik olmuştur. 5 dk boyunca ölü olan Anselmo'ya hastahanedeki hemşire “Dünyaya hoş geldin , 5 dakikalığına aşırı dozdan ölmüştün.” demiştir.
Benim Adım Devrim!!! Takvimler Milenyum'un başlagıcını gösterdiğinde Dünya yeni ufuklara doğru giderken Pantera tam tersi yönde ilerliyordu. 2000 yılında grubun 5. albümü olan Reinventing the Steel çıkar. Grubun müziği yine daha karanlık ve daha serttir bu albümde. Albümde en sevdiğim parçalar Revolution is My Name(bkz ) (Ana riff çok gaz), Yesterday Don't Mean Shit(bkz ) (Bu bence albümün en iyi şarkısı ). Grubun iletişimi bozulmuş ve konserlerde aynı şarkıların çalınmasından dolayı sıkıntılar oluşmuştur.
Ve gelelim grubun sonuna. 2001 yılında olan 11 Eylül saldırılarından sonra pek çok Amerikalı grup gibi Pantera'da turnesini yarıda keser. Daha sonra Phil Anselmo gruba 1 seneyi dinlenerek geçireceğini söyler ve ayrılır. Fakat daha sonra öğrenilene göre Anselmo yan projeleri olan Down( Rex Brown'da bu grupta) ve SuperJoint Ritual'ın ard arda gelen albüm ve turneleri ile geçer bu 1 yıl. Bu sırada Dimebag, Vinnie ve Rex, David Allen Coe(Country müzik efsanesi reyiz) ile beraber Rebel Meets Rebel isimli bir albüm kaydederler. Yaklaşık 2 yıl Anselmo'yu bekledikten(Hiçbir aramaya cevap vermemiş) sonra 2003' te Abbott kardeşler başlangıçta kendilerinin kurdukları grubu dağıtmak zorunda kalır .
Bu yazıyı okuyanlar olarak sizlere teşekkür ediyor ve 8 Aralık günü benle beraber Pantera şarkıları dinlemeye davet ediyorum. Ayrıca buraya yazmadan geçemeyeceğim bir diğer konu da yine Aralık ayında ölen dahi bir müzisyen olan Chuck Schuldiner için Death yazısı yazacaktım fakat yoğunluğumdan ötürü diğer aya kaldı o yazı. Fakat 13 Aralık günü benim gibi Death dinlerseniz çok memnun olurum. Teşekkürler. Çağlar Durmaz Stüdyo Albümleri
Yeni Ufuklar!! Yazı Pantera için fakat Dimebag ' in anısına yazdığımdan dolayı o ölene kadar olan kısma devam ediyorum. 2003 yılında Pantera dağıldıktan sonra Abbott kardeşler aynı yılın sonlarına doğru yeni bir grup kurarlar. Damageplan. Pantera' dan biraz daha farklı bir sound benimseyen grubun 2004 yılında “New Found Power” isimli albümleri çıkar. Bu sırada Anselmo medya aracılığıyla Abbott kardeşlere ithamlarda bulunmuştur. Bunlar gerçekten Abbott kardeşler için çok can sıkıcı zamanlardı. Gelelim sona. 2004 yılının 8 Aralığında Ohio'da Damageplan grubu albüm turnesi için konser veriyordu. Henüz ilk şarkının başlangıcında izleyicilerden biri (Nathan Gale) sahneye elinde silahla fırladı. Daha sonra etrafa kurşun yağdırdı. Bu sırada birkaç grup teknisyeni, Dimebag ve Vinnie yaralandı. Fakat Dimebag sadece yaralı değildi. Hastaneye kaldırıldı fakat bu yeterli olmadı. Darrell Lance Abbott 8 Aralık 2004 ' te hayata gözlerini yumdu. Hayatı dolu dolu(içkilerle :D) yaşayan , inanılmaz sololar ve bestelerin sahibi, pek çok müzisyeni etkilemiş ve etkilemeye devam edecek olan muhteşem gitarist öleli 8 yıl olacak bu sene. Uzun zamandır arkadaşı olan Zakk Wylde (Black Label Society) Dimebag ölmeden önce yazdığı “In this River(bkz)” isimli şarkıyı Dimebag öldükten sonra ona ithaf etmiştir ki sözleri gerçekten çok uyar bu duruma. Ayrıca Machine Head The Blackening albümündeki “Aesthetics Of Hate(bkz)” isimli şarkıyı Dimebag'e adamıştır ve hatta sözlerinde “I hope you burn in hell” diyerek katil Nathan Gale'e lanetler yağdırmıştır(Bu şarkıyı bağırarak söylüyorum).
Metal Magic (1983) Projects in the Jungle (1984) I Am the Night (1985) Power Metal (1988) Cowboys from Hell (1990) Vulgar Display of Power (1992) Far Beyond Driven (1994) The Great Southern Trendkill (1996) Reinventing the Steel (2000) Grup Elemanları Dimebag Darrell – gitar, back vokal (1981–2003) Vinnie Paul – davul(1981–2003) Rex Brown – bas gitar, back vokal (1982–2003) Phil Anselmo– vokal (1986–2003) Terry Glaze – ritim guitar (1981–1982), vokal (1982–1986)
WINTERSUN - TIME I Sanatçı:Wintersun Albüm Adı:Time I Tür:Symphonic Extreme Power Metal Çıkış Tarihi:19 Ekim 2012 Şirket:Nuclear Blast
Jari Mäenpää çok ilginç bir insan. 2004 yılında Ensiferum'la çıkardığın Iron albümüyle kariyerinin en iyi albümünü çıkarıyosun turneler vs. ile gelen paralarla zirveye çok rahat çıkabilicekken 1998'den kalma bir proje olan Wintersun'a başlıyorsun ve Wintersun'ın programları Ensiferum'un Iron albümü kapsamındaki turnesiyle çakıştığı için ayrılıyorsun gruptan ve Wintersun isimli kendi adını taşıyan ilk albümünü(bu terimi de hiç sevmem aslında ama daha iyi ifade eden bir şey yok gibi) çıkarıyorsun ve bu albüm türünde en iyi albümlerden biri olarak kabul görüyor. Bu mükemmel işleri aynı yıl içerisinde farklı gruplarla yapabilmek gerçekten büyük bir iş. Neyse aradan 8 yıl geçiyor(tabi ki bu geçen yıllar çerçevesinde biz hayranlar olarak yeni albüm ne zaman çıkacak diye çıldırıyoruz. Necrophagist de aynı durumda zaten ondan hiç bahsetmeyeyim) ve 2 albümlük projenin ilki olan Time I yayınlanıyor. (Pain of Salvation'ın Road Salt albümleri veya Devin Townsend'in 2011 yılında çıkan Ghost ve Deconstruction gibi) Albümü tanıtmaya başlarken ilk albümle karşılaştırma yapmam gerekirse ilk albüm daha folk tınılar içerirken bu albüm daha power metal ve senfonik tarzda bölümlerden oluşmakta. Albümde 5 parça bulunuyor ve 3 parça sadece söz içeriyor Enstrümental parçalar dışındakiler en az 8 dakikadan fazla süreli. İlk parça olan Darkness And Frost'a baktığımızda albüme güzel bir giriş sağlayan bir intro ile karşılaşıyoruz. İlk olarak akustik enstrümanlarla başlayan parçaya daha sonra biraz orkestrasyon ekleniyor ve güzelliği artıyor. Sıradaki şarkı olan Land Of Snow And Sorrow ise güzel bir riff ile açılıyor insanın aklına karlarla dolu olan Finlandiya bozkırlarını getiriyor. Daha sonra ise güzel bir orkestra takviyesi ile parçaya giriş yapıyoruz. Ve Jari'nin mükemmel vokalleri girdiğinde duygu patlaması yaratıyor bünyede. “Night is falling over my home .. ” diye başlayan nakarat ise konserlerde hep beraber söylenecek tarzda ve gerçekten huzur verici. Çok tekrarlanan nakarat sıkıntı verebilir ama parça genel hatlarıyla değişen temposu ve koro ve orkestrasyonla gerçekten güzel. Ve gelelim albümün hit parçasına. Sons Of Winter And Stars ise akustik başlangıcından sonra Ensiferum tarzı power rifflerle can kazanıyor ve orkestrayla beraber göğe yükseliyor. Şarkı kendi içerisinde 4 kısımdan oluşuyor. Rain of stars - Surrounded by darkness - Journey inside a dream - Sons of winter and stars ve şarkı ismini son kısmından alıyor. İlk kısım mistisizm içerirken, ikinci kısım daha çok acı ve korku üzerine
değinilmiş. 3.kısım ise bir rüya gibi ilerliyor şiirsel sözlerle ve enstrümental kısımla beraber ve daha sonra hafif bir duraklamadan sonra son kısım olan Sons of Winter And Stars 'a bağlanıyor. Burdaki “We are the sons of winter and stars “ diye başlayan nakarat yine 2. parçada olduğu gibi tam konserde eşlik edilecek bir kısım. Jari'nin gitar riffleri ve arkadaki boşlukları dolduran orkestrasyon gerçekten inanılmaz iş çıkarmış bu şarkıda. Ve albüme adını veren Time'a geçiyoruz. Time headbang yapma hissi veren bir riffle açılıyor ve altta melodik kısımlarla iyice gaza getiriyor fakat daha sonra klavye melodileri dışında sessiz kalan şarkıya Jari'nin çığlığı yeniden tempo kazandırıyor. ”Time fades away and I will fade away” kısmı gerçekten inanılmaz olmuş. Parçada gerçekten geçen zamana olan bir serzeniş ve bir hüzün hakim. Notalar ve sözlerde bunu duymak mümkün. Ayrıca Jari'nin parçada attığı soloyu ayrıca beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Sonrasında klavyeyle kapanan şarkıdan sonra Japon ezgileri dolu bir outro geliyor(Jari'nin Japon felsefesine kendini kaptırdığını duymuştum ama bu etkiler albümde hissediliyor gerçekten. Adamın sonu Marty Friedman gibi olmasa bari). Kapanışı yaptığımız When the Time Fades Away ise yine Japon melodileri içeren enstrümental bir parça ve eski Japon şarkıları gibi huzur veren bir melodiye sahip. Daha sonra orkestra ile bağlanan şarkı bir süre böyle devam ettikten sonra yine Japon ezgileriyle kapanıyor ve albüm sonra eriyor. Albüm genel olarak güzel olmuş. İlk albümün gölgesinde kalsa da yine de kendi içinde güzellikler barındırıyor. Tabiki 8 yıl bekleyince insan daha iyi bir albüm bekliyor. Fakat tüm beklentileri karşılamasa da bu albüm gerçekten Metal dinleyen veya dinlemeyen herkesin hoşlanabileceği bir yapıt. Çağlar Durmaz Şarkı Listesi Darkness and Frost – 2:24 Land of Snow and Sorrow – 8:22 Sons of Winter and Stars – 13:31 Time – 11:45 When Time Fades Away – 4:08 Grup Jari Mäenpää − vokal, gitar, bilgisayar, klavye, programlama Teemu Mäntysaari − gitar Jukka Koskinen − bass gitar Kai Hahto − drums
8,5/10
KİTAP
sürekli evrene özgü yabancı terimler ile karşılaşıyorsunuz. Ancak bunlar ciddi, üzerinde düşünümüş ve ileride açıklanan terimler değil. Rastgele atılmış kelime öbeklerinden ibaret; “Kutuplaşmış gerçeklik düzlemlerindeki temel çok evreli asimetri teorileri”, “yedinci düzlemin klifota ait varlıkları” gibi büyük ihtimal hiçbir anlamı olmayan şeyler. Yine de bunlar kurgudan kopmanızı sağlıycak kadar önemli değil, ufak tefek şeyler. Kitapta bolca yan karakter mevcut. Hemen hemen hepsi de oldukça farklı özelliklere sahipler. Bu da hikayeye bolca çeşitlilik katıyor. Kısa bir kitap olmasına rağmen çoğu karakter güzelce anlatılıyor. Özellikle benimde favorim olan Çibayaf'ı çok seviceğinizi düşünüyorum . Ana karakterimiz ise sıradan biri olmasına rağmen sıkıcı değil, üzerinde durulduğu ve güzel işlendiğini görebiliyorsunuz.
Yeni Yayınlanan bir Neil Gaiman kitabı ile karşınızdayım. Aslında tam olarak Neil Gaiman’ın kitabı demek yanlış olur. Michael Reaves ile beraber yazdığı bir kitap "Ara Dünya". Kitabımız her bakımdan sıradan biri olan Joey Harker’ın bir anda kendini paralel bir evrende bulmasıyla başlıyor. Daha sonra kendilerine yürüyüşcüler diyen, sonsuz sayıdaki paralel evrenlere istediği gibi gidebilen insanlardan olduğunu öğrenen kahramanımızın başından geçenleri okuyoruz. Daha önce Neil Gaiman kitaplarını okuduğum için az çok neyle karşılaşacağımı biliyordum. Karmakarışık bir evren, bolca kullanılmış hayal gücü, sonlara doğru oturmaya başlayan kurgu. Nitekim bu kitap da böyle. Ancak diğer yazar yani Michael Reaves hakkında pek bir bilgim yoktu. Meğerse kendisi Emmy ödüllü ve 400'e yakın televizyon oyununun yazarlığını, editörlüğünü, yapımcılığı yapmış bir yazarmış. Yazarlar hakkında ön bilgimi verdikten sonra kitabın içeriğine gelelim. Öncelikle paralel evrenler fikri iki ucu keskin kılıç gibi benim gözümde. Yazara kurgu ve hayal gücü konusunda pek çok olanak vaad ediyor olsa da, düzgün bir şekilde kullanılamadığı zaman hayal kırıklığı ve basite kaçmadan ibaret oluyor. Neyse ki bizim kitabımız 1. kısma giriyor. Neil ve Michael olabildiğince uçuk ama saçma olmayan evren(ler) yaratmış. Ancak burda kitabın ilk olumsuz özelliği ile karşılaşıyoruz. Hikaye derin ve karmaşık, ancak kitabın kısa olması pek çok şeyin atlanmasına veya geçiştirilmesine sebeb oluyor(aslında kitabın kısa olmasının bir sebebi var ona yazının sonunda değineceğim). Bir de kitap boyunca
Ara Dünya size güzel bir paralel evrenler hikayesi sunuyor. Ancak daha önce belirttiğim gibi kısa bir hikaye(yaklaşık 200 sayfa). Bunun nedeni ise aslında Ara Dünya'nın, başta kitap olarak değil televizyon dizisi olarak düşünülmüş olması. Neil Gaiman ve Michael bir pilot bölümü edasında kitabı yazıyorlar, ancak istedikleri ilgiyi alamayınca(halbu ki çok sağlam bir si-fi dizisi olabilirdi) en azından kitap olarak yayınlayalım, insanlar okusun diyorlar. İyi ki de yapmışlar çünkü akıcı anlatımı, orijinal hikayesi ve 1-2 günde bitirilebilmesi sebebiyle tam bir "arada okunulacak kitap" olmuş. Uygun fiyatı(13tl) da cabası. Aykut Kekeç
Ancak nasıl ki kimi kitaplar diğerlerinden daha iyi ise burada da kimi hikayeler diğerlerinden daha çok ön plana çıkıyor. Benim favorilerim Robert Frobisher’ın ve Sonmi~451'in hikayeleri oldu. Sizler için daha farklı olabilir. Hikayelerden sadece Luisa Rey in hikayesinin biraz zayıf kaldığını düşünüyorum, diğer karakterlere nazaran daha az işlenmiş. Ancak yine de sürükleyiciliğinden bir şey kaybettiği söylenemez.
Bir kaç ay önce, yakında vizyona girecek güzel filmlere baktığımda keşfettim Bulut Atlası'nı. Bir kitap uyarlaması olduğu ve çok methedildiği için filme gitmeden önce kitabını okumak istedim. Kitap hakkında biraz araştırma yaptığımda yazarın(David Mitchell) 3. Kitabı olmasına rağmen(şimdiye kadar 5 kitabı yayınlanmış) pek çok ödül almış olduğunu öğrendim. Anlaşılan güzel bir kitap bekliyordu beni. Kitabımız tam 6 farklı hikayeden oluşuyor. Bunlar geçmiş, günümüz ve gelecekte geçen birbirinden oldukça farklı hikayeler. Burda kitabın ilk orjinalliğini görüyoruz; bu 6 hikaye sadece konu olarak değil, yazım tarzı olarak da oldukça farklı. Mesela ilk hikayeyi kahramanın güncesinden okurken, ikinci hikayede kahramanın yazdığı mektuplarından hikayeyi takip ediyoruz. Bir sonraki hikayede ise olaylar 3. Şahıs üzerinden anlatılıyor. Yani anlıycağınız konu zenginliğinin yanında dil ve uslup zenginliği de mevcut. Bu da size aslında bir kitap değil de 6 farklı kitap okuyormuş gibi hissettiriyor. Kitabın bir diğer zenginliği de 6 ana karakterin dışında çok fazla sayıda yan karakter mevcut olması. Bu yüzden yavaş okumakta fayda var. Neredeyse Buz ve Ateşin Şarkısı ile kapışacak kadar bol sayıda karaktere sahip olduğunu söyleyebilirim.
Kitabın olayı sadece 6 farklı hikaye anlatmak değil. Bu 6 hikayenin de anlatmak istediği bir hikaye var. Ancak film fragmanını izlediyseniz veya kitabın arkasındaki önsözü okuduysanız farklı beklentiler içine girebiliyorsunuz. Bunu spoiler vermeden anlatmak istersem şöyle demem lazım; kitap ve film fragmanından 6 hikayenin de tek bir noktada birleşip beraber devam ettiği gibi bir sonuç çıkarabilirsiniz. Ancak durum öyle değil. 6 hikayenin de kendi anlatmak istediği şeyler var ve hepsi de sırası geldiğinde anlatıyor. Size tavsiyem kitabı herhangi bir dış etkiye maruz kalmadan okuyun ve kendi kararınıza göre değerlendirin. Bulut Atlası aldığı ödülleri sonuna kadar hakeden, oldukça başarılı bir roman. Ancak herkese göre bir roman olduğunu söyleyemeyeceğim. Klasik tarzda giriş, gelişme, sonuçdan oluşan ve sonunda vermek istediği mesajı açık açık veren bir kitap arıyorsanız Bulut Atlası size göre değil. Ancak size göre önemli olan hikayenin nasıl anlatıldığı değil, anlatılmak isteneni verebilmesi ise buyrun sizi Bulut Atlası Altılısı müziği eşliğinde kitabı okumaya davet edelim. Aykut Kekeç
bilimkurgu yazarı olan Anderson aile kökeni olan iskandinav kültüründen geniş ölçüde yararlandı. İskandinav mitolojisine ilgisi, fantastik romanlarına ve “Teknik Uygarlık”ın gelecek tarihine ilişkin yapıtlarına yansımıştır. Lazer tabancalarına karşı kılıç, tanklara karşı ok ve yay kullanan bir ordunun başına neler gelebileceğini merak ediyorsanız bu kitap tam size göre. Burak Bayın
Sir Roger Fransa'ya karşı savaşta olan bir İngiltere asilzadesidir. Toplanan ordu Kral 3. Edward'a yardım için yola çıkmaya hazırdır. Ama o sırada inanılmaz bir olay vuku bulur, kocaman gümüş bir gemi gökten iner ve Ansby köyü yakınlarındaki otlağa konar. Biraz "Kovboylar ve Uzaylılar" filmini andırıyor olabilir, ama ilk baskısı 1960 yılında yapılan kitap aslen komedi türünde. Kitaba dönersek söz konusu istilacı uzaylıları (Wersagorlar) kötü bir süpriz beklemekteydi. Wersagorların taktiği oldukça basitti ve şimdiye kadar hiç başarısız olmamıştı. Gökten inen dev gemiyi gören ilkeller korkuya kapılıp hemen teslim olurlardı. Ancak Sir Roger gökten gelen bu şeytanların (şeytanların neden "gökten" geldiğini anlamasa da) düşündüğünden farklı biriydi. Cesurca bir hamleyle zaten yola çıkmaya hazır olan ordusunu geminin içine sürdü, geriye tek bir uzaylı kalana kadar göğüs göğüse çarpıştı. Amacı gemiyi kullanarak Fransa'yla yaptıkları savaşı bitirip ardından kutsal toprakları kafirlerin elinden geri almaktı. Ancak hain uzaylı geminin rotasını daha önce fethettikleri bir gezegene kilitlemesiyle Sir Roger ve ordusu şimdiye kadar gördükleri en garip kafirlerle karşı karşıya gelirler. Yazar Poul Anderson (Paul değil) Minesota Üniversitesi fizik bölümünü bitirdi. Üç Nebula, beş Hugo ödülüne sahip yazar aynı zamanda Amerika’nın Bilim Kurgu ve Fantastik Yazarlar Birligi’ninde şeref üyesidir. İlk romanlarından itibaren (bu romandaki gibi) bilimkurgu ve fantastik öğeleri bir arada kullandı. Zamanının en üretken fantastik ve
"Sağkalımcı" Holnist çeteler, yok olan düzenin yeniden tesisi önünde büyük bir engel oluşturmaktalar. Kitap bu yönüyle, esaslı bir faşizm eleştirisi de barındırmakta. Böyle bir dünyada, bir gezgin-ozan, Gordon, hayatındaki yegane varlığı olan üç-beş parça eşyası bir çete tarafından gasp edildikten sonra [Neyse ki bunlar Holnist değiller, yoksa anında Gordon'un derisini yüzerlerdi ve roman da hiç bir şey anlatamadan son bulurdu.] hurda halindeki bir posta arabasına sığınır. Donmamak için, yıllar içinde bir iskelete dönüşmüş olan merhum postacının kıyafetlerini giyer. Ve
olaylar gelişir.
"Dondurucu rüzgarlar esiyordu hala. Kar, toz gibi yağdı. Ama yaşlı denizin acelesi yoktu hiç. Ateşin çiçek gibi açtığı ve kentlerin can verdiği günlerden bu yana dünya, kendi ekseni etrafında altı bin kez dönmüştü." NASA'daki danışmanlık görevinin yanı sıra astrofizik alanında doktora derecesi de bulunan David Brin'in, postapokaliptik bilim kurgu alanında hatrı sayılır bir yer edinmiş romanı "Postacı", bu cümlelerle başlıyor. 1985 yılında yazılan roman, 1997'de Kevin Costner tarafından sinemaya da uyarlanmıştı. Çoğunuz, "Postacı" ismini bu filmden anımsayacaksınızdır. Kitabın arka kapağında, David Brin'in kaleminden şu cümleler yer almakta: " 'Postacı' , uygarlığın çöküşü fikrinden zevk alıyormuşa benzeyen tüm o 'kıyamet sonrası' kitaplarına ve filmlerine cevap olarak yazıldı. Bu kitap, onlardan farklı olarak, ne kadar çok şeyi fazlaca önemsemeden varsaydığımızın, bugün bizi birbirimize bağlayan o küçük lütufların eksikliğini ne kadar çok çekeceğimizin hikayesidir." Postacı, sonradan "Kıyametsavaşı" adı verilecek olan küresel bir savaşın yaklaşık yirmi yıl sonrasında geçiyor. Savaşı ABD'nin kazanmasına rağmen; kıtlık, salgın hastalıklar ve radyoaktif serpintinin yanı sıra; "ultra-faşist" olarak tanımlayabileceğimiz "cehennemde yanası Nathan Holn"ün [kitaptaki iyi karakterler adını her andıklarında lanet okuyorlar zira] müritleri olan, ordu eskisi kamuflajlarıyla kelimenin tam anlamıyla terör estiren, kitaptaki adıyla
Önceleri zorunluluktan, daha sonra ise "sorumluluktan", kitaptaki ifadeyle "sorumluluğu alabilecek birileri"ni bulma ümidi ile sürdürdüğü "Yeniden Kurulmuş Birleşik Devletler posta müfettişi" rolünde kahramanımız Gordon, acaba başarılı olabilecek midir? Bu sorunun cevabına ulaşmak için, David Brin'in bilim kurgu alanında çok yaygın olan kıyamet kehanetlerine ve "üstün ırk" teorilerine sözde "bilimsel" bir çerçeve oluşturan sosyal-Darwinizme esaslı bir cevap niteliğindeki kült romanını, "Postacı"yı okumanız gerekecek. İyi okumalar! :) Mesut Ormanlı
FİLM
Herkesin bir çevrimiçi oyun deneyimi olmuştur. Kendinizi çok kaptırdığınız zamanlarda olmuştur. Günde sadece yarım saat oynadığınız çevrimiçi oyunlar da olmuştur.Fakat devasa online oyunlar oynayanlar genellikle düzenli olarak karakterleri geliştirmeye, diğer oyunculardan geri kalmamaya ve her zaman daha güçlü eşya peşinde koşturmaya çalışılırlar. Günlük planlarında oyuna ayrılmış bir zaman olur. Oyuna belli saatlerde girilir, grup toplanır, belirlenen görevler yapılır, düşmanlar yok edilir. Diğer oyunlardan kopulur sadece bir oyuna odaklanılır. Ayarını kaçırırsanız büyük sorunlar ortaya çıkabilir. Hatta fazlaca oynadığınızda rüyalarınızda oyuna devam bile edebilirsiniz. Gerçek hayatla oyunu birbirine karıştırmamak gerekir. Bu filmde de konumuz tam olarak bu, hayatının büyük bir kısmını bir oyuna bağlamış olan otistik bir çocuğun hikayesi. NicBalthazar’ın gerçek bir hikayeden etkilenerek yazdığı romanın, senaryolaştırıp yine kendisinin filme çektiği ‘Ben X’ Belçika yapımı ve 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nden, Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği Ödülü alan bir film. Filmde GregTimmermans Ben karakterini başarıyla canlandırmakta. Filmin konusu ise oynadığı online oyunda oldukça başarılı, otizm hastalığı olan Ben; gerçek hayatla oyun dünyasını birbirine karıştırmaktadır. Filmin açılışı da oyunun karakter oluşturma ve oyuna girme bölümüyle yapılmış. Ben’ingerçek hayatta sorunlu bir okul hayatı vardır. Okulda ona resmen işkence çektiren kişilere(içimden sınıf arkadaşı demek gelmiyor, böyle arkadaş olmaz) karşı koymaya çalışır. Sınıfta yaşadıkları yine aynı sene gösterime giren Estonya yapımı Klass kadar etkileyici değil çünkü bu filmin tek odak noktası sınıf hayatı değil. Ama yine de sınıftakilere karşı nefret duygusu oluşuyor, böyle ağızları yüzlerini dağıtmak istiyorsunuz. Daha öncede söylediğim gibi Ben’in Otizmin bir türü olan Asperger Sendromu vardır ve bu onun dünya görüşünü etkilemektedir. Ben’in ayrıntılara odaklanması, her şeyin ayrıntılarını görüp bütünü görememesi, düşünceleri gibi detaylar yani hayata bakışı filme başarıyla aktarılmış. Filmde ayrıca Ben’in ailesiyle, doktorlarla ve onu tanıyan kişilerle yapılan röportajlardan sahnelerde yer almakta. Bir de Scarlite var Ben’in oyundaki şifacısı ama o kısım biraz
spolier oluyor.Sıkılmadan izlenecek,(bazı yerlerde belki birazcık sıkılabilirsiniz ama birazcık) başarılı bir film. Ufak bir not: Ben’in filmde oynadığı oyun olan Archlord hala oynanabilir bir oyun, internet sitesinden indirip oynayabilirsiniz. Filmi ilk izlediğim zaman kotalı internet kullandığımdan dolayı bir arkadaşımdan cd’ ye yazdırıp getirmesini istemiştim. Bir heyecan ile kurmuştum fakat oynamam o kadar uzun sürmemişti. Çünkü o sıralar başka bir devasa online oyun oynuyordum ve başka bir oyuna yer yoktu. Sadece gelişmiş karakterle aynı haritada oynadığımı ve sürekli birilerinin gelip beni kestiğini hatırlıyorum. Oyun freetoplay idi(hala öyle) bu da beraberinde parayla satılan eşyaları ve parayı basanın üstünlüğünü getiriyordu. Belki filmi izledikten sonra oyuna da göz atarsınız. Ben yine bir sitesine göz atıyım dedim fakat site bakıma alınmıştı. Filmin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz http://www.youtube.com/watch?v=O3RJtmhMm90 Oyunun sitesine buradan göz atabilirsiniz http://archlord.webzen.com/ Engin Küçükyeter
Eğer uzun zamandır görmediğiniz ve bir daha da görme imkânınız olmadığını bildiğiniz birisiyle iletişime geçme şansınız olsaydı ne yapardınız? Hem de bu kişi size göre otuz yıl öncesinde olsaydı neler söylerdiniz? Haftaya çekilecek olan sayısal lotonun numaralarını vermek oldukça cazip gibi görünüyor. Diğer yandan Geleceğe Dönüş filminde Doktor Emmett Brown’nun dediği gibi geleceğe müdahale etmemek ve her şeyi akışına bırakmak gerekir diyede bilirsiniz. Zamanda yolculuk, bilim kurgu filmlerinde oldukça popüler ve sıkça rastladığımız bir senaryodur.Bu filmin senaryosunu diğerlerinden ayıran özelliği zamanda yolculuk yapan birilerinin olmaması. Bunun yerine zamanda sabit noktalar var ve o iki nokta arasında iletişim kurulabiliyor. 2000 yapımı olan Frekans polisiye, aksiyon ve bilimkurgu türlerini bir arada barındıran bir film. Bir süre sonra acaba şimdi ne olacak diye düşündüren bir film. Filmin konusu ise şöyle; kuzey ışıkları otuz yılda bir bu kadar parlak olmaktadır. İnsanlar bu dönemde hiç olmadığı kadar uzaktaki yerlerden sinyal alabildiklerini söylemektedirler. O sırada da itfaiye çalışasını olan Frank Sullivan telsizinin başındadır. Doktor bir eşi (Julia Sullivan) ve ufak bir oğlu (John Sullivan) vardır. Mutlu bir aile yaşantısı sürdürmektedirler.Filmin keyfini kaçırmamak için film hakkında ne kadar az şey bilirseniz bir o kadar da iyi olduğunu söyledikten sonra konuyu biraz daha detaylandırayım. Şunu da belirteyim yazıyı spoilersız yazmaya çalıştım, ama böyle olsa bile gözümden kaçmış ufak şeyler olabilir.
Aradan otuz yıl geçmiş ve John polis olarak hayatını devam ettirmektedir. Annesi hala hastanedeki görevindedir, babası ise yıllar önce dünyadan göçmüştür. John bir gün evine geldiğinde, evinde çocukluk arkadaşı ve onun oğlunu bulur. Arkadaşının oğlu için olta seti ararlarken babasının eski telsizini bulurlar ve çalıştırmayı denerler fakat başarılı olamazlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde ise garip bir şey olur ve telsizden sinyal gelir. Karşısındakiyle konuşmaya başlayan John, konuştuğu kişinin babası olduğunu anlaması uzun sürmez. Konuşmanın devamında ise babasının yarın öleceğinin farkına varır ve onun hayatını değiştirecek bilgiler verir. Bu hayati bilgiler hayatını aynı Kelebek Etkisi filminde olduğu gibi etkileyecektir.(Kelebek Etkisi 2004 yapımı iken bu film 2000 yapımı sadece Kelebek Etkisi daha popüler olduğu için örnek verdim.) Tarihin yeniden şekillendiğini ise John hariç kimse fark etmemiştir(olması gerektiği gibi). Bu arada babasını kurtarırken farklı olaylara sebep olmuştur ve bu sebep oldukları olayları düzeltmeye çalışacaklardır. Bizde elimizde çayımız, bisküvimizi çayımıza bandırırken izleyeceğiz. Engin Küçükyeter
ÇİZGİ ROMAN
Çizgi romancıya girmiş bu ay yeni neler çıkmış diye bakınırken gördüğüm bir çizgi romandı Blacksad. Öncelikle ilk dikkatimi çeken klasik çizgi romanlardan farklı basılmış olmasıydı. A4 formatında sayfaları, ciltli olması ve baskı kalitesi ile oldukça özenilmiş bir çizgi roman gibi duruyordu. Sayfalara şöyle bir göz gezdirdiğimde gördüm ki karakterler insan değil insanımsı hayvanlardı(antropomorfik). Baş karakterimiz ise bir kediydi. Hem kedileri çok sevmemem, hem de karakterlerin hayvan olması bana ciddiyetsiz geldiğinden pek ilgilenmemiştim. Daha fazla yanılamazmışım… Blacksad, Diaz Canales ve Juanjo Guarnido’nun yarattığı 1950’lerin Amerika’sında geçen noir tarzında bir çizgi roman. Gerek anlattığı dönem, gerek değindiği konular, gerekse tarzı yüzünden oldukça ciddi bir çizgi roman Blacksad. Hikayesini dönemin siyasi olaylarına dayandırdığı için okurken keyif almanız için döneme az çok hakim olmanız gerekiyor. Bu yüzden kısaca o döneme de değineceğim. 1950’lerin Amerika’sı İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni yeni toparlanmaya başlamış, Rusya ile büyük bir soğuk savaşa girmiştir. Ülkenin genelinde yoğun bir komünizm ve kapitalizm çatışması hakimdir(özellikle komünistlere karşı bir cadı avı mevcut). Ayrıca siyahi vatandaşlar artık kanun üzerinde eşit olarak gözükse de hala çeşitli ayrımcılıklara ve 2. sınıf vatandaş muamelelerine maruz kalmaktadırlar. Blacksad konusunu genel olarak bu döneme ve dönemin olaylarına dayandırıyor. Yani anlattığı şeyler ciddi, ağır ve büyük ihtimal o dönem yaşanması muhtemel şeyler. Ayrıca bunlara ek olarak bol bol cinsellik de kullanılıyor, ancak kesinlikle gereksiz yerlerde seks sattırır mantığı ile konulmuş değiller.
Peki gelelim Blacksad’i diğer çizgi romanlardan ayıran ve klasikler arasına sokan nedenlere. Öncelikle anlattığı dönemin ilginç olması ve noir tarzının etkisi var, ancak asıl vurucu noktası bu değil. öncelikle muhteşem kurgusu. Noir tarzını mükemmel bir şekilde kullanan çizgi romanımız anti kahraman bir dedektife, baştan çıkarıcı dişi karakterlere, cinayetlere ve şaşırtıcı sonlara sahip. İkinci ve belki de en vurucu noktası ise başta itici olduğunu düşündüğüm antropomorfik tarzı. Burada yapılan basit bir insan yerine hayvan kullanma değil kesinlikle. Kullanılan her bir hayvan ve canlandırdığı karakter birbirlerine o kadar uyumlu ki çok değil 4 5 sayfa sonra bu çizgi roman başka türlü çizilemezdi diye düşünüyorsunuz. Görevine bağlı bir polis müfettişinin bir k9 köpeği olması, kiralık bir katilin yılan olması gibi bütün karakterler çizildikleri hayvanın doğası ile bir şekilde benzeşiyor. Gelelim çizimlere; genelde çizgi romanlarda çizim konusunun üzerinde çok durmam, çünkü benim için asıl önemli olan çizgi romanın hikayesi ve çizim tarzının buna uygun olup olmadığıdır. Yalnız açık konuşuyorum Blacksad’de tek bir kelime olmasaydı bile gene alırdım. O nasıl bir çizim tarzıdır. Abartmıyorum çizgi romanın herhangi bir sayfasından herhangi bir kareyi alın, büyütüp odanıza asın sırıtmaz, o kadar iyi. Tamamen sulu boya ile renklendirilmiş çizimlerdeki detay seviyesi inanılmaz ve geniş açıda çizilmiş sayfaların sayısı normal bir çizgi romandan çok daha fazla. Çizgi romanı muhteşem bir görsellik eşliğinde okumak cidden çok keyif veriyor. Yayınlandığı tarihten itibaren 20’den fazla dile çevrilip 3 tanesi Eisner(bilmiyenler için çizgi romanların oscarı olarak geçer) olmak üzere pek çok ödül aldı. Yapı Kredi’den ilk 2 cildi çıkmış olan Blacksad’i pek çok kitapçıda bulabilirsiniz. Fiyatının da bu kalitede bir çizgi roman için oldukça uygun olduğunu belirteyim(21tl). Blacksad size sadece iyi bir noir çizgi romanı sunmakla kalmayıp, bunu muhteşem bir görsellik ve kendine has betimlemesi ile yapıyor. Arşivinizde bulunması gereken bir seri. . Aykut Kekeç
ve derin hikayesini alın, bunu eğlenceli tiplerle, esprili durum komedileri ile sunun. Ortaya Bone çıkıyor. Normalde kağıt üzerinde pek parlak bir fikir gibi durmasa da Jeff Smith oldukça başarılı bir iş çıkarmış ortaya. Seriyi okurken çoğu zaman gülüyor, ancak arka planda dönen hikayeyi de meraklanmadan edemiyorsunuz.
Bone ile tanışmam ilginç olmuştur. Kendisini ilk gördüğümde şirinlere benziyen bir karakterin komik maceralarını anlatan bir çocuk çizgi romanı olarak düşünmüştüm. Pek ilgilenmemiştim doğal olarak. Daha sonraları internette gezinirken karşıma çıkmıştı mutlaka okunması gereken çizgi romanlar(ya da en iyi 10 çizgi roman hatırlamıyorum) diye bir yazıda adı geçiyordu. Bunun üzerine merak edip araştırdığımda tipini beğenmeyip çocuk çizgi romanı herhalde dediğim serinin 10 tane Eisner, 11 tane Harvey, ayrıca pek çok ülkede çeşitli ödüller aldığını görüp dumur oldum(bu ay da beni ters köşeye yatıran çizgi romanlardan bahsetmişim hep ). Neyse bu kadar ön bilgi yeter biraz da çizgi romandan bahsedelim. Bone 1991 yılından 2004 yılına kadar yayınlanan Jeff Smith’in yarattığı bir çizgi roman. Hikayemiz 3 Bone kuzenin köylerinden kovulması ve kendilerini çölde bulmaları ile başlıyor. Bir şekilde birbirlerinden ayrı düşen Bone kardeşler kendilerini gizemli bir vadide bulurlar. Hikayeye giriş kısmımız bu şekilde. Sürprizleri bozmamak adına daha fazla bahsetmeyeceğim ancak vadiye ve karakterlere daha detaylı olarak değineceğim. Öncelikle 3 Bone kuzen olduğunu söylemiştim. Bunlar Fone Bone(resimdeki karakter), Phoney Bone ve Smiley Phone. Fone Bone baş karakterimiz diyebiliriz. Kendisi iyi huylu, saf şirin bir karakter. Phoney Bone ise paragöz, bencil, dolandırıcı bir karakter. Smiley Bone ise düşünmek ve mantık kavramlarına fersah fersah uzak olan olan, ancak eğlenmeyi seven deli bir tip. Şimdiye kadar elimizdekilere bakalım; 3 tane birbirinden farklı karakter kendilerini bir anda yabancı bir dünyada bulurlar. Aslında konu olarak basit kalıyor değil mi? Peki bu başarısını neye borçlu o zaman? Cevap veriyorum; Türü. Bone komedi ve karanlık fantastik kurgu türünde bir çizgi roman. Yani şöyle diyeyim; Yüzüklerin Efendisi, Kara Kule gibi evrenlerin o atmosferini
Arka planda dönen hikaye dedim biraz da bundan bahsedeyim. Öncelikle Bone kardeşlerin bulduğu vadi oldukça ilginç. Mevsimler bir anda geliyor, bazı hayvanlar konuşup insanlar gibi davranıyorlar(Narnia’daki gibi), vadide yaşıyan insanlar ise geçimlerini çiftçilik ve hayvancılıkla sürdüren barışcıl köylüler. Bir de fare yaratıklar var bunlar da fantastik hikayelerin olmazsa olmazı kötü yaratıklar. Vadi pek çok yönden incelikle işlenmiş. Zaten 2. cildin sonunda vadinin bir haritası bulunuyor. Fantastik hikayelerin olmazsa olmazı olan bu hoş detayı da eklemiş olmaları oldukça güzel olmuş. Bone keyifle okuyacağınız dozunda kullanılmış komedi öğeleri, merak uyandırıcı hikayesi ile güzel bir seri. Toplamda 9 ciltten oluşan seriyi ülkemizde Marmara Çizgi ilk 3 cildini çıkardı. Ancak uzun aralarla yayınlamayı tercih ediyorlar maalesef. Bu yüzden sabırlı olmayan arkadaşlarımıza İngilizce olanlarının peşine düşmelerini öneririm. Bir de ek bilgi; seri normalde siyah beyaz ancak 2005 yılında renkli olarak tekrar basıldı. İngilizce okumayı düşünen arkadaşlar varsa renkli versiyonlarını da tercih edebileceklerini bilsinler. Aykut Kekeç
“Has he lost his mind, can he see or is he blind ?”
Alışılmışın dışında, etkileyici, ama biraz karakterden kopmuş. Invincible Iron Man’in 4.serisinin ilk 6 sayısını oluşturan Extremis serisini kısaca böyle özetleyebilirim sanırım. Warren Ellis’in yazıp, Adi Granov’un alışılmışın dışındaki illustrasyonları ile yapılmış bir seri Extremis. Elle yapılmamış çizimler, animasyon yöntemiyle yapılmış ve kare kare fotoğraflanmış. Durum böyle olunca, biraz daha donuk yansıtılıyor karakterler ve olaylar genel pencerede. Bazı yönlerden güzel, orjinal olmuş ve etkileyici görüntüler ortaya çıkmış bazı sahnelerde. Ama her ne kadar aksiyon sahnelerinde başarılı gözükse de, diyalog olan sahnelerde farkını hissettiriyor. Hikayemiz şöyle başlıyor, Maya Hansen’ın çalıştığı Futurepharm’da tedavi amaçlı bir virüs geliştirilmektedir. Bu virüs proje yöneticisi tarafından dışarı sızdırılır, ve bu olaydan sonra zincirleme olarak gelişen olaylar sayesinde seri tamamen değişir. Bu virüs Extremis’tir, ve bir süper asker enjektesidir. Vücuda enjekte edildiği zaman, beyindeki tamir merkezini yeniden yapılandırır ve tüm vücut kısa bir süre savunmasız kalır. Sonra extremis vücudun kontrolünü alır ve bu kontrolünü dayatarak koza içindeki vücuda kendini kabul ettirir. Tüm organlar daha iyileriyle yenilenir ve işlem biter. Virüsün %97.5 öldürücü etkisi vardır ve kullanımı oldukça tehlikelidir. Virüs proje yöneticisi tarafından sızdırılır ve virüse sahip olan Mallen kendine enjekte eder. Background’ı oldukça acılı olan Mallen, bu virüse uyum sağladıktan sonra tabi ki daha önceden kendini düşman bellemiş topluma savaş açacaktır. Ayrıca Tony Stark’ın tuzağa düşürülüp kaçırıldıktan sonra, Ho Yinsen’in yardımıyla nasıl kurtulduğu da hikâyede yer alıyor. Buna benzer birkaç flashback daha mevcut, ancak bunlardan bahsedip size daha fazla spoiler vermeyeceğim tabiki. Sonraki
ve önceki serilerde alışık olduğumuz çizimlerden çok farklı bir Iron Man görüyoruz Extremis’te. Tamamen bilgisayar teknolojisiyle ve animasyon tekniğiyle hazırlanmış sahneler. Ben bu duruma biraz soğuk yaklaştım, çünkü Tony Stark ve diğer karakterlerin biraz daha soğuk gözükmesini sağlıyor bu teknik. Ancak şunu da kabul etmeliyim, aksiyon sahnelerinde başarılı buldum. Ama yine de esas çizgiden kesinlikle çok farklı, ve o kadar etkileyici değil. Extremis aynı zamanda ‘Civil War’ olayını da oldukça etkiliyor, çünkü bu seriden sonra olan şeyler gerek Tony Stark’ı, bundan dolayı da tüm Marvel evrenini etkileyecek olaylar olduğundan bu seri önemli bir seri. Ayrıca, Iron Man 3 filminde de Extremis’in konusunun geçecek olduğu kesin, ancak çizgi romandaki terimlere ne kadar sadık kalındığı konusu henüz meçhul, bekleyip göreceğiz. Belirtmek istediğim ve konuya bağlayamadığım birkaç şey var, onlar da; Adi Granov’un bu serideki Iron Man dizaynının filme çok fazla ilham vermesi, Extremis’in görüntülerinin animasyonlaştırılarak hazırlandığı 70 dakikalık video ve hikâyenin sonunda Tony Stark’ın iyice kötü bir imajda gösterilmiş olması. Bahsedeceklerim bu kadar, yakın zamanda sırayla 1., 2., 3. ve 4. serileri yazmayı planlıyorum. Tabi ki Iron Man filmleri incelemesinden sonra. Eğer Iron Man takip etmek istiyorsanız, kesinlikle okumanız gereken bir arc Extremis, çünkü tüm seride ve Marvel’ın en büyük eventlerinden biri olan ‘Civil War’da sıklıkla kilit noktalarda rol oynayan bir arc. Eleştirilen noktaları olduysa da, içinizdeki heyecanı öldürmüyor. Son söyleyeceğim de şu, bu arc’ı okuduktan sonra seriyi okumamazlık etmeyin. En azından birazcık ‘Iron Man’ seviyorsanız, çünkü şaşırdığınız çok şeyle karşılaşacaksınız ve Marvel’ın diğer birçok serisine göre biraz daha ciddi bir seri. Ek not: Seri türkçe olarak 2010 yılında Hoz Comics tarafından basıldı. Şu an baskısı durmuş olsa da sahaflarda bulabilirsiniz. Çağlar Bozkurt
“Düştüm Londra yollarına, challenge’ı da çok olur.”
San Francisco ve Londra, çok büyük şehirler gerçekten. Yıllarca araba kullandım yollarında, bazen bir Londra taksisi(?), bazen bir spor araçtaydım. Şimdi ise bir Mustang var altımda, yıllarca bu yollarda kullanma hayalini kurduğum araç. Vitesi 1’e alıyorum ve yolda ilerlemeye başlıyorum. Rampadan uçup, denizdeki gemilere inmem ve sonrasında onların rampalarından diğer gemilere ve en sonunda uça uça karşıya ulaşmam gerekiyor. Rampadan uçuyorum, heyecan kaplıyor içimi. İlk gemiye inip ikincisine gitmem gerekiyor. İniyorum ve hızlanıyorum, rampaya geldiğimde ise kırıyorum direksiyonu. Ama yetişemiyorum diğer gemiye, denize düşüyorum ve su almaya başlıyor araba.
Blitz: Zamana karşı verilen checkpointleri tamamlamaya dayalı ve tek kişilik oynanan bir challenge modu. Checkpoint: Rakiplerinizden önce checkpointlerden geçip yarışı bitirmeye çalıştığınız oyun modu. Circuit: Belli bir parkurda, yarışı rakiplerinizin önünde bitirmeye çalışıyorsunuz. Klasik yarış modu. Cruise: Şehirde gezebileceğiniz oyun modu. Şehir seçmenize olanak sunuyor, şehri tanımak ve aslında oyuna biraz da alışıp tadını çıkartmak için oynamanız gereken oyun modu. Crash Course: İşte o zorlu görevlerin bulunduğu efsanevi kısım. Midtown Madness 2’nin can alıcı ve vakit öldürücü kısımlarından biri Crash Course. Sürücü kursu gibi gözükse de aslında sonlara doğru oldukça zor ve fantastik görevler aldığımız, sesiyle varolan bir sürücü eğitmeninin olduğu yarışlardır. London Crash Course ve San Francisco Crash Course olarak ikiye ayrılıyor Crash Course kısmı. London Crash Course’ta taksicilik öğreniyoruz. Ancak tabi ki bildiğiniz taksicilik değil bu bahsettiğim. Gemilerin üzerlerinde yol alıp yola uçtuğumuz, ya da rampalardan uçup viraj aldığımız çılgın bir taksicilik anlayışı. Londra’daki taksiciler de böyle mi yetişiyor, ya da böyle mi kullanıyorlar bilmiyorum. Umarım öyle değildir. San Francisco Crash Course, aksiyonu London’a göre daha bol. Yine rampalardan uçuyoruz ancak, ekstra fantastik görev daha fazla. 50 km’nin altına inmeden checkpointleri tamamlama, el freni kullanarak viraj almaya çalışma gibi. Bu yarış türlerindeki yarışları kazandıkça, değişik araba modelleri ve renkleri açılıyor.
CUT! Gerçek dünyaya dönmenin vakti geldi. San Francisco ve Londra sokaklarında araba kullanmanın zevki bambaşka tabi ki ama hepimizin işleri var. Midtown Madness 1’e yetişememiştim maalesef, ancak Midtown Madness 2’yi çıktığı zamandan kısa bir süre sonra -1 yıl, ki o zamana bakınca bana kısa bir süre gibi gözüküyor- yükleyip oynayabilmiş nesildenim. İlk oynadığım yarış oyunu olduğundan, o zaman ve hala bana hep farklı gözükür grafikleri, diğer oyunlarla kıyaslayamam bile. Midtown Madness 2, Rockstar tarafından yakın zamanda satın alınmış Angel Studios şirketi tarafından yapılmış, ve Microsoft Games tarafından satışa sunulmuştur. Evet, o zamanlar Microsoft’un kaliteli ve kült oyunlar çıkarttığı zamanlarmış. Oyunda Londra ve San Francisco’da araba kullanıyoruz. Tüm şehir tekerleklerimizin altında, ve serbest olarak bize açık. Haritalar birebir şehrin haritası olmasıyla beraber, binalar da gerçekleriyle -modelleme teknolojisi ne kadar kötü de olsa- benzeşiyorlar. Daha sonrasında firma tarafından ve kullanıcılar tarafından yapılmış birçok patch ile, oyuna birçok şehir ekleyebiliyorsunuz. Ancak onlardan bahsetmeyip, orjinal oyundaki San Francisco ve Londra’dan bahsedeceğim. Tabi ki oyun modlarından sonra. Oyunda 5 adet oyun modu var. Bunlar; Blitz, Checkpoint, Circuit, Cruise ve Crash Course.
Güneye Giderken San Francisco, tramvay ve tepeleriyle ünlü bir şehir. Bu durum oyun içi zevkimizi de oldukça etkiliyor. Çünkü gerek tepelerden atlayışlar, gerekse tramvayı kestirme olarak kullanmak sıkça yaptığınız hareketlerden olacak. Tramvay ufak bir detay, ancak tepeler ve rampalar oyunda gerçekten önemli bir yere sahip. Oyunda boş boş dolaşıyorsanız, alacağınız zevkin çoğunun tepelerden olacağını söyleyebilirim. Gerek caddelerdeki dik yokuşlarda hızlanıp uçmak, gerekse bazı bahçelerdeki tepelerden uçmak sürüş zevkinizi çok artırıyor -ve arabanızı haşat ediyor. Uçarken çok yükselip arabaların üzerinden uçarken aldığım heyecanı şu ana dek çoğu oyunda almadım. Ayrıca San Francisco’daki tarihi yerler de oyunda dikkat çekiyor. Yukarıda bahsettiğim gibi tramvay, Golden Gate ve Coit Kulesi’nde araba sürebiliyoruz. Kafanızdan geçen soruyu tahmin edebiliyorum, ‘Golden Gate Köprüsü açılıyor mu ?’. Cevap evet, açılıyor ve uçabiliyorsunuz.
Londra Geldik Londra’ya. Avrupa’daki büyük şehirlerin çoğunda da rastladığımız üzere, Londra da çok tepeliği olmayan, San Francisco’ya göre halı gibi bir şehir. Ve oynarken de bu farkı size hissettiriyor. Ama yollar San Francisco’daki gibi uzun değil, sürekli viraj almak zorunda kalıyorsunuz. En çok ‘CUT’ yediğim görevler Londra görevleriydi, San Francisco görevleri bana daha kolay gelmişti. Tepelik yok dediysem de, uçamayacağınız anlamına gelmiyor bu. Uçabileceğiniz birkaç rampa yine mevcut, ama San Francisco gibi her köşe başında değil tabi ki. Burada en sevdiğim Thames nehri’nin üzerindeki köprüydü, köprü açıldığında üzerinden atlayabiliyordunuz. Tamam fazla uçamıyoruz, ama yeraltına inebiliyoruz. Londra’nın ünlü metrosuna girmek mümkün, ve arabamızla içinde turlayabiliyoruz. Turlamak gerçekten eğlenceli, ancak ben metro duraklarını bol bol kaçırdığımdan çıkmakta zorlanabiliyordum. Çok birşey ifade etmeyecek ancak belirtmeliyim, San Francisco Londra’ya göre daha kalabalık modellenmiş.
Arabalar Oyunda 20 çeşit araç var, açık ve kapalı durumdaki araçları aşağıda listeledim, listeleri de Wikipedia’dan aldım. Açık durumdaki araçlar, ● Çift katlı otobüs (Double-decker Bus) ● Mini Cooper Classic ● Volkswagen New Beetle ● London Cab ● Cadillac Eldorado ● Ford F-350 ● Ford Mustang GT ● Panoz AIV Roadster ● City Bus ● Double-Decker Bus ● Freightliner Century Kapalı olup yarışlarda açılabilecek araçlar, ● VW New Beetle RSi ● Yeni MINI Cooper ● Volkswagen New Beetle Dune ● Volkswagen New Beetle RSi ● Light Tactical Vehicle ● Audi TT ● Aston Martin DB7 Vantage ● Panoz GTR-1 ● Freightliner İtfaiye aracı Bunlar dışında bir çok fan yapımı araç var, bunları da indirip kütüphanenize ekleyip kullanabiliyorsunuz. Her araç ayrı eğlenceli, ancak ben en çok Audi TT ve Mustang GT’yi sevdiğimden genelde onları kullanıyorum.
Hırsız Polis ! Herşeyden bahsedip oyunun yalnızca multiplayer kısmında çalışan Cops & Robbers’tan bahsetmemek olmaz -ki multiplayer seçeneğinin en eğlenceli kısmı bana kalırsa. Oyun türü çok basit, haritanın rastgele bir yerinde altın külçesi çıkıyor. Eğer polisseniz, o altın külçesini alıp bankaya götürmeniz gerekiyor(biz altın kapmaca derdik mahallede – Aykut). Eğer hırsızsanız ise o parayı alıp deponuza götürmeniz gerekiyor. Ayrıca eğer altın sizdeyse, size hızlıca çarpan karşı takımdaki birisi sizden altını alabiliyor. Bu hareket karşı tarafa 25 puan veriyor. Eğer altını götürmeniz gereken yerine götürebilirseniz de ekstradan 100 puan alıyorsunuz.
Fin. Retro kısmı için biraz yeni bir oyun olabilir tabi, ancak yine de çok da yeni bir oyun sayılmaz Midtown Madness 2. Online olarak hala oynanıyor, bazı forumlarda oyun için açılmış hamachi ağları görmeniz mümkün. Ayrıca LAN’dan kendi arkadaşlarınızla da oynayabilirsiniz. Tabi ki bizi de çağırmayı ihmal etmeden 2013’te görüşmek üzere (?), gelecek aya görüşürüz. Çağlar Bozkurt.
Forbidden Planet
Yıllar önce Tarzan’ın çekilmiş filmlerini araştırıyordum, nereden aklıma geldi hiçbir fikrim yok. Sonrasında o filmlerde senaristlerin daha önce yer aldıkları projelere bakarken, Cyril Hume’un senaristliğinde yer aldığı tek bilim kurgu filmi dikkatimi çekti, ‘Forbidden Planet’. Puanı ve yorumları pozitifti oldukça, eski bilim kurgu afişlerine de oldukça zaafım olduğundan pek kararsızlık yaşamadan izlemeye karar verdim. Ancak bilmiyordum bilim kurgu filmlerinin tarihi kökenlerinden birini izleyeceğimi. Başından sonuna kadar beni ara ara şaşkınlığa uğrattı aslında, gerek müzikleri, gerek efektleri, gerekse Leslie Nielsen. Ve tabi ki muazzam Anne Francis. Şimdi, sırayla belirteyim birşeyleri.
‘Would 60 gallons be sufficient?’ Filmimiz gelecekteki bir Dünya’da başlıyor. Gezegenimizden 17 ışık yılı uzaklıktaki bir gezegenden gelen sinyallerin kesilmesiyle, Jogh Adams’ın kumandanlığında bir uzay gemisi, gezegendeki durumu araştırmak üzere görevlendiriliyor. Gezegene iniş yaptıktan sonra ise garip olaylar olmaya başlıyor. Görünmeyen bir şeyin saldırısı, Robby isimli robot, Doktor Morbius ve kızı Altaira. Bu gezegende neler oluyor ? Krell isimli uygarlık da neyin nesi ? Senaryo mükemmel değil ancak iyi diye sınıflandırabilirim günümüz filmlerine göre. Bazı konuşmalar ve filmin sonuna doğru hikâyede/senaryoda ufak tefek bocalamalar hissediyorsunuz. Ancak film oldukça akıcı, takılıp kaldığınız yerler pek yok. Ayrıca konusundaki merak uyandıran öğeleri film boyunca devam ediyor, senaristler hikayedeki bazı şeyleri saklamakta çok iyi bir iş yapmışlar. Filmin geçtiği mekanlar ve yer alan fütüristik öğeler gerçekten çok iyi modellenmiş, 1956 yılı için öyle gerçekçi mekanlar yaratmak zorlu olmuştur diye düşünüyorum. Örneğin filmin fragmanında da yer alan uçan daire için tam 51 metrelik bir maket yapmışlar. Dijital efekt gerçekten çok az, ve bu da aslında eski filmlerdeki göze çarpan kötü efektlere göre bir nebze bu kısımda sıyırıyor Forbidden Planet’i. Tabi ‘1956 yılında ne kadar dijital efekt kullanılabilir ki ?’ diye sorabilirsiniz. Heh, buna bir cevap veremedim. Oyunculuk konusunda beni en çok şaşırtan şey, Leslie Nielsen’in ciddi bir rolde oynaması oldu. Daha önce gençken izlememiştim, bu filmde epey genç ve epey ciddi bir rolde. Hatırlayamadıysanız; Korkunç Bir Film ve Çıplak Silah gibi
fazla geyik filmlerde sıkça rol almıştır Leslie Nielsen. Kumandan Jogh rolünü iyi oynamış, ‘gayet iyi ciddi olabiliyormuş aslında’ dedim bazı yerlerde. Doktor Morbius’u oynayan Walter Pidgeon rolüne iyi girmiş. Ciddi ve birçok yerde mimiklerini saklamayı biliyor. Ama beni esas etkileyen Anne Francis oldu. Daha önce babası dışında bir erkekle tanışmamış, saf kız rolünü başarılı bir şekilde üzerine giymiş ve oldukça etkileyici bir güzelliğe sahip. Film boyunca giydiği giysilerin seçimi de biraz öne çıkması için özellikle seçilmiş gibi. Önemli kılan şeylerden bir diğeri de enteresan bir şekilde, kullanılan elektronik müzikler. Filmin müzik listesini oluşturan elektronik müzikler çok başarılı olmuş, kimi zaman gizem, kimi zaman ise heyecan yaratan elektronik müzikler bilim kurgu temasıyla bütünleşmiş demek yanlış olmaz sanırım. Yıl da 1956 olunca bu kadar başarılı olmasına şaşırdım bu müziklerin. Tamam, theremin, chiptune gibi müzik enstrümanları/kültürü olduğunu biliyoruz ancak Star Trek müzikleri dışında daha önce bu denli eski ve etkileyici elektronik film müziklerine rastlamamıştım. Dinlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız. Sahi, efektler demiştim değil mi ? Dijital efekt yalnızca birkaç gerekli yerde kullanılmış, modellerin ise bu kadar büyük ve çalışılmış olması büyük bütçeli olduğu izlenimi yarattı bende. Filmin hikayesinin yapı taşlarından biri olan Krell uygarlığından bahsetmiyorum, spoiler vermemek adına bahsetmeyeceğim de. Bir çok filmde olduğu gibi, bu filmde de teknolojik gelişmenin sonunun ne olacağına dair tahminler var, iğneyi biraz da bize batırıyor. Son olarak, Robby’den bahsetmeden geçemem. İroni’den anlamayan bir robot Robby, ve bu da komik diyalogların ortaya çıkmasını sağlıyor. C-3PO birçok yönden esinlenmiş gibi gözüküyor. Robby de bir çok dili konuşabiliyor, ancak yalnızca protokol amaçlı üretilmiş değil C-3PO gibi.
Eski bilim kurgu filmlerinin genel özelliğidir, filmlere ilham verirler. Forbidden Planet da epey ilham vermiş, üstelik birçoğu çok açık bir şekilde belli oluyor. Özellikle Star Wars ve Star Trek’teki bir çok kavram, karakter ve özellik, ayrıca Doctor Who ve Babylon 5’daki bazı göndermeler. Başında hikayeyi anlatan kısım bile ne kadar ilham verdiğini anlatıyor, o kısmı söylemeyeceğim ama, sürpriz olsun. Forbidden Planet, bilim kurgunun mihenk taşlarından bir tanesi. Yukarıda bahsettiğim tüm özellikleri ile bir kült olmuş ve bilim kurgu filmleri için belli bir kalite sınırı çizmiştir. Dahası, ‘Robby the Robot’ gibi bir çok film/dizide kullanılan bir ikon yaratmıştır. Eski bilim kurgu filmlerine giriş yapmak isterseniz, 98 dakikalık ‘Forbidden Planet’ ile başlamanızı öneririm, çünkü buram buram kült kokan ve sıkmayan bir uzay filmi. Çağlar Bozkurt Robby’nin gözüktüğü yayınlar(bkz.) Forbidden Planet şarkı listesi(bkz.)
frp
Şüpheli Vaka- Bir Classic World of Darkness Hikayesi Aşağıdaki ifadeler Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, morg departmanında görev yapmakta olan Dr. Ozan Doruk’un sesli kayıtlarının metin haline dönüştürülmesi ile elde edilmiştir. Kayıt-1 15.05.2010 - 11:50: Bugün gece saatlerinde polisler tarafından bulunarak ambulans ile taşınan maktulün kimliği bilinmiyor. Üzerinden bazı anahtarlar, cüzdan, nakit para çıkmasına karşın kimliği ile ilgili herhangi bir sonuca rastlanmadı. Polisler gerekli araştırmanın yapılabilmesi için, maktulden parmak izleri aldılar. Maktul, ilk bakışta kalbinin üzerine bir kazık saplanmak sureti ile öldüğü görülmekte. Yüzü ve dokuları itibari ile yaklaşık olarak 42 yaşlarında bir erkek olduğu söylenebilir. Bedeninin durumu, maktulün yaklaşık ölüm saatine oranla daha yavaş oranda bozulmakta olması dikkatimi çeken ilk bulgulardan. Kazığı çıkarmadan önce hastanın üzerindeki kıyafetleri makas ile kesmeye başlıyorum (Çelik makasın kumaş kıyafetleri kesme sesi gelmektedir). Ölüm sonrası görülmesi gerek leke ve morarma islerine rastlanmadı. Vücudunun herhangi bir yerinde- kalbi dışında bir yara ya da incinme izi yok. Kazıktan dolayı kalbin parçalanması ile ölüm gerçekleşmiş olduğunu söyleyebilirim. Kıyafetlerine bakarak vücudundan çıkması gereken daha az miktarda kan çıkmış olması oldukça garip. Daha ilerlemeden önce hastadan enjektör ile kan alıp laboratuvarda zehirlenme ile ilgili bulguların ya da başka anomalilerin varlığını tespit etmekte fayda görüyorum (Plastik bir kapak açılış sesi ve daha sonra cesedin derisine batırılan enjektöre kan dolması sesi duyulur ). İlginç olan kanı normalde olmasına göre daha az akışkan. Ölüm saatine oranladığımızda kanının daha akışkan olması gerekmektedir. Hastanın şeker hastasın olup olmadığını anlamak için karın bölgesinde izler arıyorum ancak böyle bir şeye rastlayamadım. Şu anda kazığı yavaşça dışarı çıkarıyorum (etin içinden cılk sesler çıkararak çıkan kazığın sesi duyulmakta). Çok ilginç… Bu gerçekten bugüne kadar rastladığım bir şey değil. Sanki maktulün kalbi yıllar önce ölmüş bir insanın kalbi gibi. Burada neler oluyor… Bir dakika bazı kitaplara bakıp durumu karşılaştırmam lazım (Ayak sesleri ve kısa bir sessizlik ardından kitap sayfalarının hızlı hızlı çevrilme sesi duyulmakta). Daha fazla devam etmeden önce bazı araştırmalar yapmam lazım. Resmen B sınıfı ucuz bir film gibi bu…(Derin nefes alıp yavaşça nefesin verilme sesi duyulur). Cesedi morgdaki dolabına geri götürüyorum. Bu tıpta yeni bir hastalığın keşfi olabilir. Ama bunu açıklamadan daha emin olmalıyım.- Kayıt 1’in Sonu-
Kayıt 2 16.05.2010 - 03:30: Şu anda testlerin sonuçlarını bilgisayarımdan görebiliyorum. Aman Allah’ım bu adam buraya getirilmeden önce zaten ölüymüş. Ama bedeninde ölü insanlara ait bozulma emareleri yok. Kanında bu bozulmayı önceleyecek herhangi bir ilaca da rastlamadım. Demek ki hastayı ölü duruma sokan bir hastalığı var. Umarım bulaşıcı değildir. Belki kendime de bazı kan testleri uygulamak zorundayım. Ama veriler adamın kalbindeki doku hasarından değil bir çeşit kan rahatsızlığından dolayı öldüğünü göstermekte. Ama bu adam nasıl sokakta yürüyordu? Eğer bunun cevabını bulabilirsin tıp alanında Nobel ödülü alacağım kesin. Ama şimdilik bunu kimseye söyleyemem. Özellikle hocalarıma. Çalışmamı çalmalarına izin veremem. Bu yıllardır beklediğim fırsat olabilir… Tanrım, bu adamın ayakta durması bile mucize… Kayıt 3 16.05.2010 - 05:30: LANET OLSUN(Bazı şeylerin çarpma sonucu kırılmasının sesi duyulmaktadır). Lanet olası ceset ortada yok. Kimse onun hastane getirildiğinin kaydını tutmamış. İnana biliyor musunuz? KİMSE… Yok, hayır… Biri benim sonuçlarımı kesinlikle bilgisayar ağı üzerinden görmüş olmalı (seri şekilde basılan klavye sesleri duyulmaktadır). Lanet olsun hastanın sonuçları yok. Sisteme ben girmiştim teker teker. Morga daha önce gelen isimler ve sonuçlar varken bunların olmaması, kesinlikle Prof. Dr.Necvet ÖZ, benim çalışmamdan haberi oldu. Ama onun muhbir öğrencileri nasıl bu kadar hızlı haber uçurdular. Ama tahmin etmedikleri şey kendi bilgisayarımda sakladığım kopyalarım. Aptallar. Burada ki isim bana ait, testi isteyen benim. Bu da demek oluyor ki onlardan önce keşfi ben yaptım (yazıcının çalıştığı duyulmaktadır). Bunlar benim ilk önce burada olduğumu kanıtlayacak. Özellikle de bu ses kayıtları ile beraber… Kayıt 4 16.05.2010 - 16:30: Bütün gün ben, aradılar ama telefonumu açmadım. Birilerinin beni takip ettiğini hissediyorum. Hayır, sakin olmalıyım… Onlar benim sonuçlarım. Belki onları güvenli bir kasaya koymalıyım. Evet, kesinlikle böyle yapmalıyım. Yerini de ses kayıtları ile beraber saklarım. Eğer başıma bir şey gelirse böylelikle bu çalışmayı ilk kimin yaptığını tüm dünya görür. Onların bu verilere eli geçirmesine izin vermem. Kayıt 5 (Bu kayıt diğer kayıtlar ile aynı kasete yapılmamıştır. Dr. Ozan Doruk’un evindeki giysi dolabında bulunmuştur) 16.05.2010 - 20:30: Eğer bu kaydı dinliyorsanız, bilin ki ölmüşümdür. Sorumlusu ise Prof. Dr.Necvet ÖZ ya da kendisinin çalışmalarımı çalmak için azmettirdiği ajanlardır. Yeni yaptığım keşif ile ilgili tüm belgeler İş Bankasının Ataşehir Şubesinde bulunan 125 No’lu kilitli kasada saklanmaktadır. Bilim ve tarih gerçekleri öğrensin. Bu keşfi ilk ben yaptım. O adam ölü idi oraya gelmeden önce ölmüştü ve ye ni bir kan hastalığı ile ilgili verileri ilk ben buldum…
Prensim, istediğiniz üzere ilgili doktorun ve kayıtlı olan bilgilerin icabına baktım. Ancak kasetlerde kaydettiği şeyleri siz in de duymak isteyeceğinizi düşündüm. O yüzden size bu güvenli ağ bağlantısından e-postayı atmaktayım. Bir daha böyle bir sorumsuzluğu yapmayacağımı, eğer yaparsam da cezamın nihai ölüm olacağının bilincindeyim. Sadık Kulunuz Emin Sarıyüce
Classic World Of Darkness Tanıtım Yazıları 1. Kısım - Genel Bakış
Öyle bir dünya düzeni düşünün ki, zenginler bildiğinizden daha zengin, fakirler bildiğinizden daha fakir olsun. Güçlüler, güçsüzleri bildiğinizden daha çok ezsin. Sabah yumuşak, sıcak yataklarınızda gözlerinizi açın, iyice gerindikten sonra kalkıp, bir duş alıp, kahvaltıyı bir tost ve bir kahveyle geçirdikten sonra giyinip kapıdan dışarı, bu dünyadaki gündelik hayata çıkın. Yolda, aslında var olduklarını bile bilmedikleri gizli güçler tarafından kendilerine dikte edilen hayatı kuklalar gibi yaşayan insanlara, topluma karışın. Hiç farkında olmadan onlara hizmet edin, onlara uşaklık yapın ve sessizce varolmaya devam edin. Whitewolf Publishing tarafından 1991 yılında çıkartılan Vampire: The Masquerade ile başlayan Classic World of Darkness, dünyamızın işte böyle karanlık bir yansımasını ele alır. Oynun teması gotik-punk olarak geçer ve bu tema mimariden karakterlere kadar yansır. Burada her yer kasvetli, herkes karamsardır, çünkü daima ama daima sizi yiyecek büyük balığın gölgesi altında yaşarsınız. Hayır, eğer bu büyük balıkların sizler bizler gibi insan olduğunu düşünüyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Vampirler, kurtadamlar, büyücüler, periler, hayaletler, iblisler… İnsanlardan daha güçlü olan, ama bir şekilde insanlara bağımlı olan tüm bu türler, güneş battığında ortaya çıkıp, karanlığa boğulmuş dünyada kendi oyunlarını oynar, birbirleriyle olan güç çekişmelerine boğuşurlar ve insanları da piyonları olarak kullanırlar. Ama onlar bile huzurlu değillerdir, çünkü daima onları da yiyecek başka balıklar vardır. Onların var olduklarının farkında olanlar veya onların öfkelerinden kaçmaya çalışanlarsa…eh, onların kontrol ettiği modern toplum içinde, dışlanan, yok sayılan veya ezilen insanlar haline gelirler. Bunların bazıları umutsuzluğa kapılıp kendilerini karamsar bir hayatın içine bırakırlar, bazıları ise baş kaldırıp umutsuz bir savaşa tutuşurlar. Classic World of Darkness çıktığı günden bu yana dünyanın pek çok yerinde hayranlar edinip, bugün kapanışının üstünden sekiz yıl geçmesine rağmen hâlâ severek oynanılan bir sistem. Sadece eski oyuncuları değil, yenileri de kendisine çekiyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri, daha klasik Sword&Sorcery veya bilim kurgu oyun sistemlerinin aksine, World of Darkness’ın bu dünyada ve günümüzde geçmesi ve içindeki öğelerin bildiğimiz, yaşadığımız, gördüğümüz öğeler olması. Çünkü bu size, düzenli olarak gidip kahve içtiğiniz yerde karakterinizle de kahve içebilmeniz, dinamiklerini bildiğiniz bir dünyada, başka sistemlere göre çok daha gerçekçi ve düzgün roller sergilemeniz gibi olanaklar sağlıyor. Bunun dışında
Whitewolf, Classic World of Darkness’ı kurgularken hem tarihi olaylara ve kişilere, hem de günümüz olayları ve kişilerine atıflarda bulunuyor, böylece bize yaşadığımız dünya ile ilgili farklı hayaller kurma şansını veriyor. Classic World of Darkness, ilk yayımlanmasından 13 yıl sonra 2004’te Time of Judgment serisi ile bitirene kadar toplamda on ayrı sisteme sahipti. Bunlar yayım sırasıyla; 12345678910-
Vampire: The Masquerade (1991) Werewolf: The Apocalpyse (1992) Mage: The Ascension (1993) Wraith: The Oblivion (1994) Changeling: The Dreaming (1995) Kindred of the East (1998) Hunter: The Reckoning (1999) Mummy: The Resurrection (2001) Demon: The Fallen (2002) Orpheus (2003)
gibidir. Ayrıca bu sistemler yıllar içinde güncellenerek 2nd Edition ve Revised (3rd) Edition şekline getirilmişlerdir. Classic World of Darkness’ın en güncel sistemi, 1999 yılının ikinci yarısında, Hunter: The Reckoning ile başlayan Revised Edition’dır.
CWoD oyunları, bir Hikâye Anlatıcısı (Storyteller) tarafından ilerletilir. Genel anlayış kurgunun bir oyun değil, bir hikâye olduğu ve insanların oyuncu değil, hikâye akışında ilerleyen karakterler olduğu şeklindedir. Oyun sırasında yanlızda on yüzlü zarlar kullanılır. Zar atıldıktan sonra karakter kağıdınızdaki değerlerin toplanıldığı klasik sistemlerin aksine, CWoD sisteminde karakter kağıdınızdaki değerler, kaç tane onluk zar atacağınızı belirler. Karakter kağıtlarında rakamsal değerlerden ziyade “dot” diye tabir ettiğimiz noktalar kullanılır. Noktaların sayısı, o yetenek veya meslekte ne kadar ilerlediğinizi gösterir. Örnektede görüldüğü gibi 1-5 arası yaygındır. Çok nadiren de olsa daha yukarı çıkılabilir, ama bunlar ender durumlardır (Bırakalım da Einstein gibi özel insanlar Intelligence’a altı dot versin, değil mi?). Dice pool olarak nitelendirilen ve kaç zar atacağımızı belirleyen şeyler de bu noktaların sayısıyla hesaplanır. Sistemde çoğunlukla bir Attribute ve bir Ability birlikte kullanılarak zar attırılır. Örneğin yukarıdaki hikâyede yer alan otopsi sürecindeki bulgular, Intelligence + Medicine kullanılarak elde edilir. Hangi özelliklerin kullanılması gerektiğine o anda Hikâye Anlatıcısı karar verir ve en uygun olanları birleştirir. Nadir durumlarda, örneğin yanlızca bir şeyi akıl edebilmeniz veya bir şeyi kaldırmanız gibi, yanlızca Attribute atılabilir. Her ne kadar Hikâye Anlatıcısı buna kesin olarak karar verse de, genellikle zarda 6 ve üstü gelirse başarılı olarak kabul edilir. Hikâye Anlatıcısı duruma göre bu değeri düşürebilir, yükseltebilir veya birden fazla başarılı zar isteyebilir. Buna karşın, eğer zarlarınızda 1 görürseniz, korkun! Çünkü zarlarda 1 gelmesi tehlikelidir ve sonuçta beliren her bir 1, başarılı zarlarınızdan en yüksek rakamlı olanı götürür. Eğer 1’lerinizin sayısı başarılı zarlarınızdan fazlaysa o zaman fena halde çuvallamışsınız demektir ve bu boşta kalan 1’lerin sayısı arttıkça, çuvallamanızın boyutu o kadar da büyür. Sistemden sisteme karakter kağıtları farklılık gösterse de, bazı şeyler bakidir. Örneğin Nature, Demeanor, Backgrounds, Health, Willpower gibi kısımlar. Nature, sizin iç kişiliğinizdir. İnsanlara pek göstermediğiniz veya göstermemeyi tercih ettiğiniz özelliklerinizdir. Demeanor ise, dışarıda insanların sizi nasıl gördüğüdür. İçten içe kayıplarınızın acısını ve ezikliğini yaşarken dışarıda
herkese kahraman gibi görünüyor olabilirsiniz, ya da dışarıda herkes sizi parti insanı ve ehl-i keyif diye bilirken içten içe monoton bir soğukluk yaşıyor ve bunu kırmaya çalışıyor olabilirsiniz. Nature ve Demeanor’un sistemsel etkisi, seansta bunları başarıyla sergilerseniz, harcadığınız Willpower puanlarınızdan birer tanesini geri kazanmanızdır. Backgrounds, sizin hayatınızda sahip olduğunuz şeyleri içerir. Dostlarınız, bağlantılarınız, maddi durumunuz gibi. Bunlar da ne kadar yüksekse, o kadar iyidir. Dostlarınız daha sadık, bağlantılarınız daha yüksek mercilerden olur. Health altındaki kutucuklar sizin can puanlarınızdır. CWoD’da her varlığın-türü ne olursa olsun-yedi canı vardır. CWoD’da hasarlar üç türlü gelir. Bashing, Lethal ve Aggravated. Bashing diye tabir edilen hasar türü genellikle yumrukla, tekmeyle, sopayla yenilen temiz dayaklar, sırtınızda kırılan odunlar, kafanızda parçalanan sandalyelere aittir. Alınan hasarlar kutucuğa “/” ile işaretlenir. Eğer bashing hasarları 7’yi geçerse, veya bıçak, tabanca, tüfek
gibi kaynaklardan hasar yiyorsanız, bashing yerine lethal hasar almaya başlarsınız. Bunlar kanamalı ve ölümcül yaralardır. Kutucuklara “X” ile işaretlenir. Kutucuklarının tümü lethal hasar ile dolan bir insan ölür. Nadiren bazı doğaüstü varlıklar için bu yeterli olmaz. Bu tip durumlarda aggravated hasarlar gerekir. Bu hasar türü, ateşin içinde kalmak, asite düşmek, lazer ışınlarına maruz kalmak, büyük diş ve pençe yaraları veya elektrikli testerenin size saplanması gibi durumlarda kullanılabilir ve kutucuğu karalayarak işaretlenir. İyileşmesi çok zordur ve gerçekten ölümcüldür. Nereden alındığına bağlı olarak Hikâye Anlatıcısı kalıcı bazı etkiler bırakabilir. Health kutucuklarının yanındaki rakamlar, sizin o seviyede dice pool için aldığınız penaltıdır. Herhangi bir durum için zar atarken, oradaki numara kadar zar düşersiniz zira kimse kollarından birisi kırıkken, önündeki ağır kutuyu sağlıklı olduğu zamanki gibi kaldıramaz. Burada bir sorunun geldiğini duyar gibi oluyorum: “Başka sistemlerde Stamina gibi şeyler bizim canlarımızı arttırmamızı sağlıyor. Burada neden etkilemiyor?” Çünkü Stamina burada başka bir avantaj sağlıyor. Tüm insanlar bashing hasarlarından, otomatik olarak staminaları kadar zar atıp kurtulabilirler. Stamina zarınızdaki her bir başarılı zarınız, hasardaki her bir başarılı zarı götürür. Bazı doğaüstü varlıklar ise aynısını lethal, hatta aggravated hasarlara bile yapabilir. Willpower ise iradenizdir. Willpower, diğer zarların aksine harcanabilir bir özelliktir ve ikiye ayrılır. Kalıcı Willpower ve Willpower puanları. Kalıcı Willpower, sizin gerçek iradeniz ve puanlarızın ulaşabileceği maksimum seviyedir. Puanlar ise iki şekilde harcanır. Birincisi, otomatik bir başarı elde etmek için kullanılır. Willpower puanı harcandığında görünmez bir başarılı zarınız vardır ve zarınızda kaç tane 1 gelirse gelsin o aksiyonda asla çuvallamazsınız, ama eğer Hikâye Anlatıcısı sizden belli sayıda başarılı zar istiyorsa ve bu rakama ulaşamazsanız, yapmak istediğiniz şeyde yine başarılı olamayabilirsiniz. İkincisi ise dövüş sırasında tek turluğuna hasarlarınızdan gelen penaltıları almamanızı sağlamaktır. Filmlerde dayak yemiş kahramanların son sahnelerde tüm yaralarına rağmen resmen iman gücüyle ayaklanıp kötü adama son ve ölümcül bir darbe indirmelerine benzetebiliriz bunu. Willpower’ın turda yanlızca bir tane harcanabilmesi ise, ikisini de yapabilmemizi engelliyor maalesef. Whitewolf, CWoD’u esase insanları oynamak için değil, bu doğaüstü türleri oynamak için yaptı dersek pek de yanılıyor olmayız. Çünkü Whitewolf aslında gecenin karanlığında dolaşanları konu olarak almış durumda. Ama sakın yanlış düşünmeyin, bir vampiri oynamanız sizin şehrinizde dilediğinizce at koşturmanızı sağlamıyor, çünkü daima sizden yaşlı, güçlü ve köklü başka bir vampir bulunabiliyor.
Vampire: The Masquerade, Classic World of Darkness’ı başlatan sistem olmanın gururunu taşımakla kalmaz, aynı zamanda bu dünyanın en popüler ve en çok oynanan sistemi olma ödülünü de omuzlanır. Semavi dinlerde bahsedilen Kâbil’in soyundan gelen bu varlıklar, Ortaçağ’daki ağır engizisyon sürecinde iyice gölgelere çekilerek insanlarla fark ettirmeden oynarlar. Politika, medya, polis, asker ve özel sektör gibi pek çok yerde karşınıza çıkabilirler ve geceleri birbirlerini kuyularını kazmak için uğraşırlar. Ama hayır, hepsi kendilerini gizlemez. Aralarından bazıları canavar olduklarını kabullenir ve böyle davranırlar. Böylece vampir mitleri oluşur. Klasik vampir mitlerini ele alan bu sistem, eğer vampirler günümüzde yaşasalardı nasıl olacaklarını ele alıyor. (Üzgünüm, Twilightseverler, burada vampirlerin hiçbiri parlamıyor.)
Werewolf: The Apocalypse, adının aksine sadece kurtadamları ele almıyor. Hayır, CWoD’un kurtadamları sadece dolunayda acılı bir dönüşüm geçiren ve insanlara akılsızca, vahşi bir hayvan gib saldıran canavarlar değiller. Ve hayır, kurtadamlar ısırılarak lnet bulaştırmıyorlar. Öncelikle kişi ya doğuştan kurtadam oluyor, veya hiç olamıyor. Kurtadamlar aslında Doğa Ana’nın, dünyayı
mahveden ve yok etmeye çalışan Wyrm adındaki kötücül, şeytani ruh ve onun hizmetkârlarına karşı verdikleri umutsuz savaşı konu alır. İnsanoğlu, bilinçli veya bilinçsizce bu varlık için çalışabilir. Bugün yaptığımız ve doğayı kirletecek her şey, aslında farkına varmadan ona hizmet etmemize neden oluyor. Pagan ve şaman inançlarıyla yoğurulmuş ruhlarıyla soylu kurtadamlar-ve tıpkı kurt gibi diğer hayvanlardan gelen varlıklar-ona karşı son mücadelelerini veriyor. Bu yüzden kurtadam oynamanın aslında paganizm ve şamanizmin iç içe geçtiği, ruhlarla iletişimin önce çıktığı ve ruhlar aleminin güçlü, kurtadamların güçsüz olduğu bir dünyada geçtiğini söyleyebiliriz.
Mage: The Ascension, varoluşa dair belli sırlara öğrenmiş kişileri konu alır. Bu kişiler, varoluşun ve gerçekliğin esnek olduğunu, bükülebildiğini ve farklı şeylerin gerçekleştirilebildiğini anlamışlardır. Hiçbir şey somut değildir. Her şey değiştirilebilir. Kişilerin inançları ve insanoğlunun kollektif inancı, gerçekliği aslında şekillendiren şeydir. Ve kişilerin inançları eğer kollektif inancı aşabilirse, var olmaması gereken etkiler ortaya çıkartabilirler. Tarih boyunca bu tarz insanlar büyücü efsanelerine, mucizeler sergileyen aziz ve evliyalara, Hindu ve Tibet keşişlerinin inanması güç başarılarına imza atmışlardır. Benzeri bir şekilde tarih boyunca bu kişiler ve inançlarını oluşturan tarikatlar birbirleriyle savaşmışlardır. Lâkin Rönesans’ın gelişiyle birlikte aralarından bazıları buna dur demek için birleşmiş, ortak inançları olan büyüyü, pozitif bilimi, kitlelere tanıtarak bunu kabul etmelerini sağlamış, kitleleri perde arkasından yönlendirerek
varoluştaki gerçekliği kendi inançları şeklinde tekrar değiştirmiştir. Bugün Teknokrasi adındaki bu ölümcül düşmanlara karşı tüm büyücüler birleşerek bir hayatta kalma mücadelesi vermektedirler. Çünkü biliyorlar ki eğer inançları unutulursa, dünya tek ve sabit bir inanç-bilimin ışığı adı verilen inanç-adı altında karanlığa gömülecektir.
Wraith: The Oblivion, CWoD’a yepyeni bir bakış açısı getirir. Ölümden sonra hayata inanır mısınız? Hayır mı? O zaman size kötü bir haberim var. Evet mi? O zaman neye inanırsınız? Cennet? Cehennem? Reenkarnasyon? Sizlere daha da kötü bir haberim var. Wraith: The Oblivion, ölüm sonrası insanların ruhlarının çekildiği Yer altı Dünyası’nı (Underworld) konu alır. Hayatta yarım kalan işleri, tutkuları, istekleri, hayalleri ve bağlılıklarıyla, ölen insanlar ruhani bir fırtınanın içine düşüp mutlak yok oluşa kaymamak ve kim olduklarını unutmamak için mücadele ederler. Yer altı Dünyası, dünya boyunca var olmuş pek çok kişi, obje ve yerin ruhani yıkıntılarının bulunduğu, tarihteki savaşların her an tekrar yaşandığı, asla tamamlanmayacak şeyler için ölülerin ruhlarının çaresizce çırpındığı, umutsuz ve karamsar, kaçınılmazdan kaçmaya çalışanların bulunduğu bir sistemdir.
konusu altına alır. Ama sakın sadece öbür sistemlerin isimlerinin değiştiğini düşünmeyin. Batı vampirleriyle Uzakdoğu vampirlerinin birbirleriyle neredeyse uzaktan yakından alakası yoktur. Tamamen Uzakdoğu’nun yerel miti üstüne kurulu bir sistemdir ve eğer oryantal şeylerden hoşlanıyorsanız kesinlikle size hitap edecektir.
Changeling: The Dreaming, “Perilere inanmıyorum” diyip bir yerlerde bir periyi öldürmeye meraklı olanlara göre değil. Varoluşun sisleri arasında varlık bulan ve insanlara yüzyıllarca hem iyi hem de kötü şeyler için ilham kaynağı olan, eski masalların kökenini oluşturan, ama monotonlaşmış ve hayal gücünü yitirmiş günümüz insanı yüzünden neredeyse tüm güçlerini kaybeden perilerdir bu sistemin kahramanları. Güçlülerinin Arcadia isimli dünyalarında hapsoldukları, güçsüzlerin de çaresizce insanlara hayal etmenin, duygunun ve yaratıcılığın kuvvetini hatırlatmaya çalıştığı bir sistemde, siz kaç insanı eski metodlara çekebilirsiniz?
Kindred of the East, CWoD’un Uzakdoğu açılımıdır. Kindred her ne kadar vampirlerin kendi aralarında kullandıkları ve birbirlerini tür olarak çağırmak için tercih ettikleri bir terim olsa da, bu sistem Uzakdoğu’da yer alan neredeyse her türü
Hunter: The Reckoning, hesaplaşma gününün geldiği andır. Sayısız yıldır gecenin yaratıkları insanoğlunu kullandılar. Sayısız yıldır gecenin yaratıkları insanoğlundan beslendiler. Sayısız yıldır insanoğlu, gecenin yaratıklarının terörü altında yaşadı. Ama daha fazla değil. Kimilerine göre melekler, kimilerine göre bilinçaltı, kimilerine göre uzaylılar… Nasıl açıklarsanız açıklayın, ama birileri gerçekten bizim yanımızda ve bizlere dünyada saklanan varlıkların gerçek yüzünü gösteriyor, bize savaşma ve karşı koyma şansını veriyor. Kıyamet artık ufukta gözüktü, ama son günlerde ayağa kalkacağız ve bu dünyanın bizim olduğunu haykıracağız. Evet, avcılar doğaüstü yaratıklarla mücadele ederler ve hayır, avcılar gözlerini karartarak dünyada karşılarına çıkan her doğaüstü varlığı öldüren kişiler değiller. Kimisinin tek amacı sevdiklerini bu tehlikelerden korumakken, kimisi iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı ayırarak onların da birer canlı (öhöm, vampirler, canlı, öhöm) olduklarını unutmuyor, kimisi ise onları tekrar aydınlığa ve doğruya getirmeye, onlara yardım etmeye çalışıyor. Her şekilde hayattan kalma temalı oyunları seviyorsanız, Hunter: The Reckoning’i es geçmeyin.
Mummy: The Resurrection, adının çağrıştırdığının aksine sargılı cesetlerin, dev piramitlerden çıkışını konu almıyor. Binlerce yıldır Tanrı Osiris ve ona adanan mumyalar, Yer altı Dünyası’nda huzurlu bir şekilde uyuyordu. Ta ki ölülerin ruhlar birbirlerine girene, çılgın büyücüler Yer altı Dünyası’nı birbirine katankorkunç deneylerine girişene kadar. Dünyanın-hem canlıların hem de ölülerin-dengesi bozulmuştu ve Tanrı Osiris, mumyalarını uyandırarak dengeyi getirmeleri için onları dünyaya yolladı. Sistemi özel olarak tavsiye edebilmeyi isterdim, ama Whitewolf maalesef ki bu sisteme dair yanlızca iki kitap çıkarttı. Bu yüzden ana hikâyeye pek fazla dahil olamadılar.
Havva’nın, kapasitelerini asla kullanamadıklarını, her şeyin monoton bir şekilde yemek, içmek ve uyumaktan ibaret olduğunu, hiçbir yaratıcılık, hiçbir zeka, hiçbir kapasite üretemediklerini fark ettiler. Bu kadar büyük bir potansiyele sahip olup, buna rağmen hayvanlar gibi yaşamak… Melekler sessizce insanlar için ağlıyorlardı, çünkü Tanrı’nın buyruğu yüzünden ellerinden daha fazlası gelmiyordu. Sonunda Sabahyıldızı Lucifer’ın önderliğinde meleklerin üçte biri isyan bayrağını kaldırdılar ve insanlara varlıklarını açık ederek onlara kendi varoluşlarının kapasitesini gösterdiler. Ama Tanrı’nın emirlerine karşı gelmişlerdi. Bu yüzden dünyada korkunç bir savaş başladı, insanları da içine alan bir savaş. Savaşın acıları, isyancıların yüreklerine oturdu ve eski, sevgi dolu hallerini kaybedip, şeytanileşmeye başladılar. Savaşı kaybedip cehenneme kapatılırken, çoktan eski günlerindeki kutsiyetlerinin neredeyse tümünü kaybetmişlerdi bile. Sayısız yıldır orada hapis kaldılar, ta ki ölülerin ruhları ve büyücüler, kendi çekişmeleri arasında Yer altı Dünyası’nda devasa bir fırtına yaratıp cehennemin duvarlarını çatlatana dek. Şimdi iblisler, hiç bilmedikleri bu değişmiş dünyaya dönecekler, tüm bu acıları çekmelerine neden olan insanoğlunu cezalandıracaklardı. Birer birer dünyaya akıp çeşitli insanların bedenlerini ele geçirirken bazılarının fikri değişti. Ele geçirdikleri bedenlerin anıları ve hafızaları, onlara en baştan neden isyan ettiklerini hatırlatmıştı. Böylelikle bu melekler, insanoğlunu hem tekrar yüceltmek hem de şeytani yoldaşlarından korumak için çaresiz bir mücadeleye başladılar. Orpheus, 1999’da kapanan Wraith: The Oblivion sisteminin devamı niteliğinde olan bir sistem. Temel olarak ölülerin ruhlarını araştıran insanları konu alan sistemin ömrü maalesef ki bir sene sürdü. Whitewolf Publishing, tam 13 yıl sonra, Time of Judgment adlı seriyi yayımlayarak dünyanın sonunu ve kıyameti getirerek Classic World of Darkness’ı kapattı. Vampirler, Kâbil’in dönüşü ve atalarının uyanışıyla bir ölüm kalım mücadelesi içine girdiler. Kurtadamlar, Wyrm ile son savaşlarına tutuştular. Büyücüler ve teknokratlar, evren nihayete ererken kendi açılarından onu kurtarmaya çalıştılar. Sonuç ise asla açıklanmadı, oyuncuların hikâyelerdeki başarılarına bırakıldı.
Demon: The Fallen, CWoD’a getirilen en son soluktur. Belki milyon, belki milyar yaşında bir varlık olsanız, ne yapardınız? Henüz hiçbir şey yokken, Tanrı “Işık olsun” dedi ve meleklerini yarattı. Tanrı, meleklerinin iyi olduğunu gördü ve onları karanlıktan ayırdı. Zamanın ölçülemediği o zamanlarda, melekler, Tanrı’nın buyruğuyla dünyayı ve evreni yarattılar. İçini çeşit çeşit kozmik olaylarla ve kavramlarla doldurdular. En sonunda Tanrı, yaratımlarının en güzelini, insanı yarattı ve meleklere onları çok sevmelerini, ama onlara asla varlıklarını göstermemelerini emretti. Melekler emirlere itaat ederken Adem ve
2005’te el değiştiren Whitewolf, o tarihten bu yana New World of Darkness isimli yeni sistemini oynatmasına rağmen son zamanlarda Classic World of Darkness sevenlere bir jestte bulunarak, çıkartılması planlanan ama iptal edilmiş kitapları yayımlamaya başladı. Belki de Whitewolf, Time of Judgment’ı iptal ederek Classic World of Darkness’a bir dönüş yapar, ne dersiniz?
Burak Türköz(burakturkoz87@hotmail.com) Emre Canayaz(emrecancincan@gmail.com)
New year happy Everyone
Not: Seneye görüsürüz…