En taro adun executor! 3. sayımız ile karşınızdayız, sayın sayısı az okurlarımız. Öncelikle bu ay geciktiğimiz için özür diliyoruz, genellikle yoğunluktan dolayı. Ancak inanın, geciktiğimize değdiği bir sayı ile karşınızdayız, kapak konusu Spawn başta olmak üzere, bu ay da dolu dolu bir sayı ile karşınızdayız ! Bu arada, Spawn yazısının sonunda sizi bir sürpriz bekliyor. Aralık ayı da hepimiz için çok zorlu, ama aynı zamanda çok eğlenceli geçti. Son olabilitesi yüksek FRP'leri oynadık, aylardır heyecanla beklediğimiz Hobbit filmine gittik, 21 Aralık'ta sizlerle birlikte hayatta kaldık, ve de Street Firghter -maalesef yanlış yazmadım- gibi bir çok ateri oyununu ve playstation oyunlarını beraber oynadığımız bir Retro Günü düzenledik. Her ne kadar vizeler ve projeler içinde boğulduysak da, dodge etmeyi bilip sizlerle birlikte çok eğlendik ! Umarız bundan sonra daha çok etkinlik ve çok daha dolu içerikle karşınıza çıkarız. Bu arada, dergi içeriğinden bahsetmişken hazır, vay efendim “3 sayı yaptılar, hala şunun hakkında yazmamışlar”, “Ah bir de ben yapacaktım şu dergiyi, kesin bu ay yazardım” gibi yazı önerileriniz veya yayınlanmasını istediğiniz yazılarınız varsa mubkfk@gmail.com adresine mail atabilirsiniz. Sizleri daha fazla tutmadan, kıpır kıpır dergimiz ile başbaşa bırakıyoruz. Kırmızı ejderha'yı takip edin. Çağlar & Aykut
oyun
“…sana hiç deliliğin tanımını söylemiş miydim?” Vaas Montenegro
Merhaba pek değerli, sayısı şimdilik lineer artan sonra exponential olarak artacağını umut ettiğimiz “42” okuyucuları… Yazıya geçmeden hemen öncesinde küçük bir ‘Bizi izlemeye devam edin. ’ içerikli bir paragraf yazıp sonra deliliğin hüküm sürdüğü oyunumuza geçeceğiz. Eğer daha önceki sayılarımızı okumadıysanız ve kapağa da bakmadıysanız bu bizim 3. sayımız ve oldukça vaktimizi alsa da bizi inanılmaz bir mutluluğa sürüklediğini itiraf etmeliyim. İlk sayfamızda yazdığımız gibi bir gazla yapımına başladık veumarım sizi yarı yolda bırakmaz ve size en azından ‘yav bu adamlar ne yazmış bu kadar sayfa?!’ dedirtecek miktardaki içeriklerle karşınıza çıkarız. Bizi izlem…okumaya devam edin -
Hepimiz ,iddaa ediyorum hepimiz, bir Bruce Lee ya da Jackie Chan filmi izledikten sonra vocaaa! edalarıyla kanepe üzerinden sağa sola uçan tekme atmışızdır ya da sıkıcı bir hayatı varken başına bir şey gelip oldukça sıkı bir karaktere dönüşenlere imrenmişizdir (hehe ne olur evet diyin). Ama hangimiz o değişimin kişinin iç dünyasındaki yıkımı ve kaybedilmiş benliğini düşündük? Jason Brody’nin bize anlatmaya çalıştığı bence kesinlikle bu olmuş.
Hmm ara girmedi…bir dakika! Oyundu dimi bu!? Şimdi psikopat dolu adamıza geçmeden önce bir şey söylemek istiyorum. Daha oyunu oynarken arkadaşlarıma Far Cry 3’ten bahsettiğimde “Çok deli bir karaktermiş yahu o.” diyerekten, o her Far Cry 3 resminde gördüğümüz Vaas’ı
yönettiğimizi düşünmüşler. Bu yanlış arkadaşlar Vaas yerine zengin bir züppe olan Jason Brody adlı gencimizi yönetiyoruz. Daha yeni oyun der demez bir intro ile oyuna tanıştırılıyoruz ki içerik şu; küçük kardeşimiz Riley’nin pilot olmasını nedense gözden gönülden ırak tropikal bir adada kutlamaya karar vermişiz. Neden? Çünkü zenginiz öyle sade kutlamalar bizi kesmez. En yakın uçaktan paraşütle atlayıp kim bilir neredeki bir adaya inmeliyiz. Böyle olunca ne oluyor peki? Boş olduğunu düşündüğümüz adanın aslında bir köle ve uyuşturucu tacirinin(Hoyt) elinde olduğunu ve adanın oyundaki baş, keş ve tahtalarından en fazla birkaç tanesi yerinde olan Vaas liderliğindeki korsanlar tarafından işgal edildiğini, yine bu adamlar tarafından kaçırılarak acı bir tecrübeyle öğreniyoruz. İtiraf etmeliyim ben de herkes gibi Vaas isimli karakteri yönettiğimizi düşünmüştüm ancak bahsettiğim ilk intro bizi bu yanılgıdan kurtarıyor. Ve tarihin en korkak karakterlerinden biriyle başlıyoruz.(1 paragraf boyunca spoiler devam ediyor bundan sonra hazır olun-Gökberk) Orduda görev yapmış ağabeyimiz kendini iplerinden kurtarıp nöbetçiyi etkisiz hale getirişinin ardından tutoriala geçiyoruz. Bu sahneye gelmeden önce Vaas’ın epik konuşmasını ve giderken korsanlarından birine tabiri caizse “muç” yapmasını sakın kaçırmayın. Hikayemizin girişi böyle… Akabinde esir kampından kaçarken bir asma köprünün kopması üzerine nehre düşüyor ve tam her şeyden umudu kesmişken adanın diğer bir tarafı olan Rakyat kabilesinden Dennis bize yardım elini uzatıyor . Uyandığımızda Rakyat kabilesinin köylerinden birinde kolumuz uyuşmuş ve üzerinde bir dövme(tatau denilen bu
dövme sadece deri altındaki bir boyadan ibaret değil) ile uyanıyoruz. Sonrası ise hikayeden çok oynanışla alakalı ki en az 20 defa Vaas dedikten sonra yeni bir paragrafa geçmenin güzel olacağını düşünüyorum (adam aktif beyler)
her radyo istasyonu ise size haritada gözükmeyen 3 farklı yeri gösteriyor ki bunların içeriği genellikle bonus. Açılmamış sandıklar, adanın geçmişine dair ipuçları bulabileceğimiz mektupları taşıyan ve hayatlarını uzun yıllar önce kaybetmiş askerlerin cesetleri ya da reliclerin bulunduğu konumlar gibi… Eh aktive edilen radyo istasyonları bir tek bizim işimize gelmiyor. Silah satıcıları da bu sayede alışverişlerini gerçekleştirebiliyorlar tabi bizim de bundan karımız bedava silahlar oluyor. Bu oldukça iyi bir haber çünkü öyle her yerden para çıkmıyor. Aslında çıksa da önemli değil neden? Çünkü CÜZDANINIZA SIĞMIYOR. Bu benim hayatımda karşılaştığım en komik uyarı olabilir. “-You can not collect any more money. Your wallet is full…(Daha fazla para toplayamazsın. Cüzdanın tamemen dolu. )” -uuu yeee beybii
Oyunumuzun hikayesi oldukça güzel hikaye anlatımı ise mükemmel, kurgu o kadar güzel hazırlanmış ki… Jason Brody’nin geçirdiği değişimleri Vaas’ın delilik üzerine olan öğütleri ve her manyaklığa olan büyük saygısı ve tabi ki o halüsinasyonlar o kadar gerçekçi ki hani görevi yaptım mı yapmadım mı ikileminde bırakıyor sizi. Her şeye ilaveten ara videolarda dahi oyun sürüyor ve bir anda quick-time eventler karşınıza çıkabiliyor.
Doktordan temiz open-world Dennis kardeşimizin bize oynanış hakkında söylediklerini iletiyorum. Öncelikle arkadaşlar oyunumuz open world bir oyun yani hikaye lineer bir şekilde gitse de(kötü demiyorum!) oynanış oldukça özgür ancak ilk başta hiç bir şey açık değil. Haritanın bölümleri dahi. Her bölümü açmak içinse radyo istasyonlarına tırmanıp aktive etmeniz gerekiyor. Aktive etseniz de öyle hemen keşfe başlayamıyorsunuz çünkü her bölgede düşman kampları var ve durdukları yerde durmuyorlar. Sürekli devriye halindeler. Bunun önüne geçmek tabi ki de bu düşman kamplarını ele geçirmekle mümkün. Her ele geçirdiğiniz düşman kampı sizi tecrübe ve yeni yan görevlerle ödüllendiriyor. Aktive ettiğiniz
Şaka bir yana her şey böyle arkadaşlar. İlk başlarda ne birden fazla silah taşıyabiliyorsunuz ne de 2-3 şarjörden fazlasını ne de 20den fazla eşya ki bence mantıklı olmuş. Açıkçası beğendim bu olayı. Tabi ki burada hemen craftingten söz etmemiz gerekiyor. Dediğim gibi birden fazla silah taşıyabilmek, şarjör kapasitesini artırmak ya da daha fazla para taşıyabilmek için silah kılıfı, şarjör cebi ya da daha büyük cüzdan oluşturmalısınız. Burada da vahşi doğa devreye giriyor. Aktive ettiğimiz her yeni radyo istasyonu bize pek çok hayvanın hangi bölgelerde daha çok görüldüğünü de gösteriyor. İlk başlarda domuz veya yaban domuzu tarzı şeylerle karşılaşsak da kaplan leopar ya da bizon tarzı vahşi canlılar oynanışa tehlike ve aynı zamanda da heyecan katıyorlar. Avladığımız hayvanların derilerini yüzerek istediğimiz materyali topluyoruz ve gerekli sayıda iseler yeni edavatımızı oluşturuyoruz. Her şey 4 seviyeden oluşuyor ve son seviye özel bir malzemeden üretiliyor.Crafting sadece bunlarla sınırlı değil. Etrafta bulduğumuz bitkiler sayesinde serumlar oluşturabiliyoruz ve bunlara kısayollar atayabiliyoruz. Serumlarımız 4 farklı kategorideler: sağlık ,av ,mücadele ve keşif. Her farklı
kategorinin bitkileri farklı ve bu bitkiler haritada gözüküyorlar yani toplaması çok sıkıntı değil. Benim çok canımı sıkmayan ancak bazı arkadaşlardan da duyduktan sonra canımı sıkan “hakkaten yahu.” dedirten eksik var Far Cry 3'te. Crafting , loot , serumlar , dört taneye kadar silah taşıma var ancak doğru dürüst bir envanter yok. Eşyalarınıza bakabildiğiniz bir ekran var ancak bu tamamen kullanışsız. Zaten bir tek satmaya yarayan eşyalara neden bakayım ki? Crafting malzemeleri de burada gözüküyor tamam da zaten ayrı olan crafting menüsünden daha detaylı olarak bakabiliyorum ben neden oraya bakayım? Açık konuşayım eşyalara sadece daha fazla eşya alamadığım ve satmaya üşendiğim için bir eşyayı parçalamak için baktım. Zaten başka hiçbir işlevi yok.
önemli insanlar oluyorlar ve kesinlikle bıçağınızla halletmeniz gerek. Görev böyle…(Açık arazide Agent 47 lik yapıyoruz gibi düşünülebilir-Gökberk) “Supply Drop” ise bir noktan başka bir yere belli bir rota üzerinden yetişmek üzerine kurulu.
Tecrübelerime dayanarak dövme yapıyorum. Daha önce bahsettiğim tecrübe ve dövmenin ortak bir yanı var. O da oyundaki yetenek sistemini oluşturmaları. Oyunda 3 farklı kategoriden oluşan oldukça zengin bir yetenek ağacı var dostlarım. Balıkçıl, köpek balığı ve örümcek isminde bu kategoriler. Ve ana görevde ilerledikçe açılıyorlar ve tecrübe puanıyla aldığınız her yeni yetenek dövmenizde bir ilerleme sağlıyor. Açıkçası bu sistem de hoşuma giden diğer bir unsur. Balıkçıl uzun mesafeli çatışmada yeteneklerinizi artırırken köpekbalığı vahşete davetiye çıkarıyor. Örümcek ise gizliliği tercih edenlere istediklerini veriyor. Oturup her yeteneği anlatmayacağım tabi ki o yüzden bu çeşitliliği kendiniz keşfetmelisiniz. Oyunun size verdiği seçenekler o kadar fazla ki…
-Hobiler. Seninki ne? -Avlanmak… Oynanışla ilgili olarak diğer bir unsura geçelim görev sistemimiz. Ana görevimiz sadece oyunun sonunda ikiye ayrıldığı için ona pek değinmeyeceğim. Hikaye size nereye gitmeniz gerekiyorsa oraya gitmenizi söylüyor. Tabi radyo istasyonlarını aktive etmediyseniz adanın engebeli ve karışık arazisi sizi çok zorlayabilir. O yüzden tavsiyem radyo istasyonlarını oyunun daha başındayken aktive etmeye başlamanız… Asıl bahsetmek istediğim yan görevlerimiz. Rakyat kabilesinin sakinlerinin dertlerine koşturabilirsiniz mesela. Bu size tecrübe ve para kazandıracaktır. Ya da benim favorim olan “path of the hunter” görevleri.(Gerçekten eğlenceli ve iyi getirileri var-Gökberk) Bu görevler tahmin edileceği üzere avcılık görevleri ve hepsi önceden belirlenmiş silahlarla yapılması gerekiyor. Crafting sisteminde bahsettiğim özel malzemeler de bu görevlerle elde ediliyor. “Wanted Dead” görevleri ise size bir kişiyi öldürmeniz gerektiğini söylüyor. Bu kişiler genellikle stratejik açıdan
Teknik yönlerinden de koysana biraz… Benim için oyun hikaye, hikaye anlatımı, atmosfer ve çeşitlilikle gönlümü kazandı. Oyun inanılmaz dinamik yahu. Anlamanız için başıma gelen bir olayı anlatayım, Radyo kulelerinden birini aktive eder etmez ipten sarkarak aşağı kaydım ve o esnada nehrin yanındaki bir yolda bir devriyeyle karşılaştım. Sürücüyü vurunca kontrolden çıkan araç nehre uçtu ve araç üstündeki silahı kullanan adamı öldürmeye gittim ancak adam sanırım çarpışma sonrası zaten ölmüştü. Tam dedim ki iyi kaçıyorum canım zaten tek slot o sırada bir timsah ayağımı kaptı ve quick time eventlerle boğuştum. Oyunun ilk bölümünde aldığım kamayla timsahı da haklayıp nehirden çıktım. Yine en çok etkinlendiğim olaylardan biri olay ilk yardımı gerçekleştirdim. Jason brody eğer serumunuz yoksa da canını bu ilk yardımlarla doldurabiliyor. Bazen çıkık bir
parmağı yerine oturtmak bazen dönen bir bileği düzeltmek ya da bir kurşunu bıçakla çıkartmak olabiliyor. Bu oyunda karşılaşacağınız aksiyonun yanında çok küçük bir örnek. Ama tüm bu harikalara rağmen bazı aksaklıklar insanın canını sıkıyor. Mesela müzikler oldukça iyi olmasına rağmen sesler öyle değil. Hayvan sesleri inanılmaz tek düze ve ben burdayım sana saldıracağım diye önceden uyarır cinsten. Ya da biriyle konuşurken ona arkanızı dönseniz ya da ondan uzaklaşsanız seste ne bir değişme ne bir kısılma oluyor. Sanki gaipten sesler duymuşa dönüyorsunuz. Gökyüzünü beğendim. Karakter tasarımlarını yüz ve mimik animasyonlarını beğendim her ne kadar mükemmel olmasalar da… Ancak yapay zekayı biraz daha iyi yapabilirlerdi. Herhangi bir taktik uygulamadan savaşıyorlar.(Aslında bir korsan zekasındalar adam öldürmeden dikkat dağıtarak bölüm bitirdiğim çok olduGökberk) Bir düşman karargahından nerdeyse diğerine kadar amaçsızca kovalanmışlığım var . Sabit yapılar dışında pek çok şeyin yıkılması da yine dinamik bir unsur olduğundan oynanışa artı bir etki yapıyor.
Üşengeçler için özet Oynayın Artıları ;
İnanılmaz derecedeki başarılı hikaye anlatımı ve kurgu Combat adına sunulan seçeneklerin bolluğu her türlü oynanışa izin veriyor. Mermi harcamadan karargah ele geçirebilirsiniz Silah çeşitliliği ve silahların özelleştirilebilir oluşu Oyunun dinamik yapısı Orijinal karakter tasarımları(Vaas , Hoyt{tam bir Tonymontana} , Citra , Dennis)
Eksileri;
Yapay zeka güzel.(evet bu bir eksi Ign’den 9.5 alan bir oyunda yapay zeka mükemmel olmalıydı) Vuruş hissi biraz daha iyi olabilirdi. Bana yazacak daha fazla bir eksi vermedi
Minimum Sistem Gereksinimleri İşlemci: 2.66 GHz Intel Core 2 Duo E6700 veya 3.00 GHz AMD Athlon 64 X2 6000+ RAM: 4 GB Ekran Kartı: Shader Model 4.0 ve DirectX 9.0 destekli 512MB Önerilen Sistem Gereksinimleri İşemci: Intel Core i3-530 veya AMD Phenom II X2 565 RAM: 6 GB Ekran Kartı: DirectX 11 ve Shader Model 4.0 destekli 1024 MB Yüksek Performans İçin Sistem Gereksinimleri İşlemci: Intel Core i7-2600K or AMD FX-4150 orbetter RAM: 8 GB Ekran Kartı: DirectX 11 ve Shader Model 4.0 destekli 1024 MB Desteklenen Ekran Kartları ATI Radeon HD 2900 / 3000 / 4000 / 5000 / 6000 / 7000 serisi NvidiaGeForce GTX 8800 / GTX 9000 / GT 200 / GT 400 / GT 500 / GT 600 serisi
Eğer mayalar tarihin en büyük spoilerını vermemişse siz de bu yazdıklarımı okuyabileceksiniz ve umarım içinizden “ne övmüş hele bakalım” dedirtmişimdir. Kendinize iyi bakın. Tabi dergi çıkmadan ölürsek yazı içimde patlayacak :/ biterken çalıyordu… http://www.youtube.com/watch?v=BGpzGu9Yp6Y
Faruk Yaylaz
Daha yapımına başlanmadan beklemeye başladığınız oyunlar vardır sanıyorum daha dedikodular etrafta uçuşurken ya da yapımcıların yaptığı röportajlardan cümleler arası cımbızla döküp aldığınız ipuçları üzerine… He bir de adını bile duymadığınız ama “related”lardan kendisine ulaşabileceğiniz(Songül Karlı?!) düşük bütçeli renkli farklı oyunlar vardır. Hell Yeah benim için ikisinden de biraz oldu. Şu an hatırlamıyorum bile neyi arıyordum da bu, evreni jelibon fabrikasına benzer bir cehennem olan oyuna ulaştım? Ne ara sevdim? Ne ara çıkışını bekler oldum hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım şey şu; derginin ilk sayısı için pek duyulmamış oyunlar için platform ya da indie oyun trailer’ları izleyen bir Faruk(ki bendeniz),rengarenk bir cehennem ve yuvarlak testere süren(baya baya biniyor:D) iskeletten ibaret bir tavşan… anlatırken bile gelecekten duyuyorum ne biçim oyun la o diyenleri biraz sabredin anlatacağım :D Aslında oyun çıkalı 2 ay oluyor ve daha önce incelemek istiyordum fakat ileride değineceğim bir teknik sorunla karşılaştım.
Hımırmır mır mır… mırmırmır… Başlıktan da anlayacağınız üzere oyunumuzun konusu şu ki çok derin ve çok şaşırtacak epik olmadığı için direk söyleyeceğim… Cehennemin kralı uzun yıllar boyunca ve gaddarca yürüttüğü saltanatının sonuna gelmiş,hayatını kaybetmiş ve tacı prens Ash’e verecektir. Ancak prensin bir sırrı vardır. Kendisi küvetini doldurup plastik ördeğiyle oynamayı çok sevmektedir :D Bir paparazzi eve sızar prensin
bu görüntülerini çekip gossip666 sitesinde yayınlamaktadır. Artık bütün cehennem Ash’in bu sırrını bilmektedir. Bunu öğrenen Ash en sadık hizmetkarı Nestor ile fotoğraflarının peşine düşer. Ve oyunu böylelikle başlar.
Babam sağ olsun… Nestor’un ilk bölümde verdiği baba yadigarı testeremizle artık önümüzde geleni kesebilmenin yanında artık daha yükseğe çıkabiliyor ve bazı duvarları kırarak giremediğimiz alanlara ulaşamadığımız yaratıklara ulaşabiliyoruz. Oyunun ana seyri bu. Platformlara ulaş devasa bölümler içerisindeki kapılardan geçmek için gerekli sayıda mini boss öldür ve tüm kapıları geçtikten sonra bir sonraki bölüme giderek asıl bossu öldür. Oyunun seyri tamamen bu. He tabi ki küçük görevler var para için yaptığımız küçük görevler var ancak çok gerekli değiller. Bazıları eğlenceli. Mesela sürdüğümüz testere yerine bir motosiklet tekeriyle yarış pistleri şeklinde düzenlenmiş bir bölümde istenen hareketleri yapmaya uğraşmak gibi.. Hell Yeah için bir platform oyunundan çok platfrom üzerinde geçen bir aksiyon demek daha doğru. Vıyılvıyıl yaratık kaynıyor. Ne kadar öldürürseniz öldürün geriye dönerseniz yeniden oluşuyorlar. Her ne kadar oynanış mekaniği bastığınız her tuşa yapmak istediğiniz her harekete mükemmel cevap verse de; gerek mini oyunlar gerek oynanışın kendisi fare ve klavye ile oldukça zorlayıcı. Oyuna gamepad ile başlayıp klavye-mouse
ile devam edince oldukça zorlandım. Gamepad sahibi olmayanlar bazı parmaklarınız incinebilir ;)
oyun içerisinde öldürmeniz gereken toplam 101 tane miniboss olunca her birini en az 6-7 defa görüyorsunuz ki bu bir yerden sonra sıkıyor.
Nasıl talihsizlikler bunlar
Bölümler çok değil ama inanılmaz büyükler ve her yerine ulaşamıyorsunuz. Buralar gerek alacağınız bir power-up ile geçebileceğiniz yerlerle gerekse yukarıda bahsettiğim kapılarla kapalılar.Buraya kadar her şey çok farklı gelmiyor katılıyorum. Ancak beni en çok eğlendiren ve gerek eksikliklerini gerekse hiçbir yenilik getirmeyişini önemsemememi sağlayan olay şu ki sevgili arkadaşlar oyun fazla komik. Bazı yerlerde durup gülmemin geçmesini bekledim. İlk olarak çok fazla gönderme var. Michael Jackson figürleriyle dans eden mini-boss,fareli köyün kavalcısı kılığında yapılan fatality, skin olarak takabileceğiniz fes,Kanye West gözlükleri (:D),mortal kombat ‘toasty!’ yerine aynı ses tonuyla ‘Roasted!’ ve aynı sağ alt köşeden bir kafa çıkması … bu ve bunun gibi göndermelerin yanında oyunun oynanışında da esprili bir tat var. Örneğin; Ash, kendisine neden dövüşmeleri gerektiğini soran ilk bossumuza ‘Sen ilk bossun. Seni öldürmeden sonraki bölümlere geçemem.’ demesine ‘E o zaman korkunç sesler çıkartmamı ister misin adamların boss konuşmamın çok etkileyici olduğunu söyledi. ‘ cevabını alıyor. Nerdeyse tüm bosslarla aramızdaki diyaloglar böyle komik ve eğlenceli. Şimdi gelelim asıl Hell Yeah’nin en çok ileri çıkan özelliğine; fatalityler. Her bossa fatality yapmak zorundasınız yoksa ölmüyorlar. Ve başaramadığınız her fatality sizin canınızdan can götürüyor. Bu fatalitylerin de bazıları eğlenceli ancak bazıları gerçekten insanı sinir edebiliyor. Hepsinin bir mini oyun olduğu fatalitylerin bazıları farklı olanı bul ya da jetonla çalışan hediye kapmaca oyunları olabiliyor. Bazıları ise aşağıdaki en mantıklı seçeneği seçin tadında quizler olabiliyor. Ancak
Girişte bahsettiğim teknik sorundan bahsedeyim. Oyunu steam üzerinden satın almak üzereyken hele önce bir demoya bakayım dedim. Demoyu indirdim tam deneyecekken hata verdi. Bildiğimiz o iğrenç "Hell Yeah" çalışmayı durdurdu hatası. Tabi dedim hemen şöyle bir hata alıyorum diye. Codeclerimden tutun klavye seçeneklerime kadar her şeyimi sormalarına rağmen “Hmm.Çok zor bir sorunmuş.” yanıtını alabildim. Sonra benimle aynı sorunu yaşayan başka bir türk arkadaş bölge ve dil seçeneklerini Amerika’ya göre ayarlayınca düzeldiğini söyledi. Denedim baktım çalışıyor. Lütfen çözüldü yazın başlığa diye bir cevap aldım deminki ‘hmm’layan beyden. Pekala ama böyle bir hatanın var olması çok yanlış açıkçası utanç verici bir durum olmalı dediğim beyefendi yine pişkin pişkin ‘biliyorum ^-^’ dedi :D. Bunu siz de eğer oynamaya karara verirseniz de aynı hatayla karşılaşırsınız diye söyledim. Artıları;
Espritüel anlatım ve çok ciddi olmayan bir ortam(bence artı)
Gamepad desteği var. Çok kolay algılıyor.(zaten oynarken kol bozuldu )
Rengarenk tasarımlar
Eksileri ;
Müzikler hoş olsa da azlar ve sıkıyorlar. Diyaloglarsa hiç yok. Intro da Magicka tarzı bir konuşma hakim Fatalityler az Checkpoint sistemi zorlayıcı insafsızca Oyun Steam üzerinden 14.99$ ‘a satın alınabiliyor. Bence biraz fazla bu oyun için. İndirime girmesi beklenilebilir. Ayrıca Metascore’un biraz gaddarca değerlendirdiği kanaatindeyim. 69 Hell Yeah için biraz az ben olsam 75 (±3) verirdim. Faruk Yaylaz
Merhabalar herkese, sizi pokemoncular. Geçen hafta ufak bir giriş yapmış olduğum Pokémon maratonuna başlıyorum bu ay. VBA Link emulatörümüzü açtık, Rom’umuzu insert ettik, görüntüyü de tam ekran yaptık (LCD televizyonda garip oluyor ama gideri var!), çerezler içecekler (!) de hazır, başlayabiliriz. Bu ay her ne kadar Gökberk “Pokémon Yellow ‘u seç 1. Generation için” dese de , anlamı bende çok büyük olan bana göre milat olarak kabul edebileceğim oyunu yani Red Version’u seçtim. İlk Gameboy oyunum olduğu için olabilir tabi, eğer halen soruyorsanız. Peki bu versiyon farkları ne, Red-Blue-Green ve Yellow. Red ve Blue birbirine çok yakınken Yellow daha farklı, Green ise direkt yabancı dilden kaybediyor. Biraz daha açıklamak gerekirse hepsi aynı oyun, aynı harita, aynı sernaryo vs. Bir tek sizin yakalamak için karşınıza çıkacak olan yabani pokemonlar farklı. Örneğin Route 11 çalılarında Red Version’da Ekans karşınıza çıkıp yakalayabiliyorken Blue Version’da Sandshrew karşınıza çıkıp yakalayabiliyorsunuz. Buradaki amaç tabi biraz ticari yurtdışında Gameboy popüler tabi, Türkiye’deki kadar azınlık değildi. Sende Red Version var, komşu çocuğunda Blue, trade yapabiliyorlar. Ben daha bızdıkken Gameboy’ları birbirine bağlamak için gerekli olan kabloyu bile bulamıyordum.. Green Versionda buna ek olarak sadece Japonca olması. Sonradan İngilizcesi çıktı gibi rivayetler duyup bakmıştım ama fan-made çeviri olduklarını öğrenmiştim. Yellow ise gene bunların yanında (merak etmeyin İngilizcesi var) daha Animeye bağlı. Oyuna Pikachu ile başlıyorsunuz (ki Animedeki gibi Onix’i Pikachu ile yenmek hiç de öyle kolay falan değildi) çeşitli yerlerden de Bulbasaur, Charmender ve Squirtle’ı topluyoruz. Tek, tüm “starter” pokemonlarına bir oyunda kendiliğinden (trade ve hile kullanmadan) sahip olduğumuz oyundur Yellow Version. Ayrıca ufak grafik yenilenmeleri de vardır tabi. Bir de bazı levellarda ekstra yeni “saldırılar” öğrenebiliyorlar diğer versiyonlara kıyasla. Kaseti de siyahtı ben oynarken, görüntüsü de ayrı bir hoş tabi, neyse lafı fazla uzatmadan biraz da hiç bilgisi olmayanları da hesaba katarak Pokemon Red Walkthrough başlasın.
Oyuna minik ama dubleks evimizdeki üst katı komple kapatan odamızda başlıyoruz. Önümüzdeki SNES ‘i inceledikten (zevk için) sonra odadaki bilgisayarımıza bir bakıyoruz ne var ne yok diye. Orada bir tane Potion var (20 HP verir – biliyorsunuzdur da usulen söyleyeyim dedim) , onu alıp hemen odadan çıkın. Annenizle sohbet edin, yanağından öpün ve evden dışarı çıkın. Evden çıkmayı bulmak canımı okumuştu daha bızdıkken. Halı dediğin kapının dışarısında yani evin içinde olmaz, bunlarda farklıymış. Her gördüğünüz halı kapı demek. Neyse iyice çömez muamelesi yapmadan bulunduğumuz yere bir bakalım neymiş..
Pallet Town Güzelim kasabamızda elektrik, su, doğalgaz gibi hizmetler gayet üst düzeyde. Ancak gariptir ulaşım rezillik, güzelim tatil mekanı Cinnabar adalarına gitmek için bir gemi bile yok, Viridian şehrine mi gidiceksiniz? Taksiye binip mi gitmek istediniz? yok öyle bir şey, bildiğin tanrının bile unuttuğu yer. Ama pokémon dünyasının en meşhur adamının laboratuarı orada.. kim mi? Profesör Oak elbette! aynı zamanda sizin çocukluk arkadaşınız ve oyundaki rakibinizin de dedesi. Şanslı veletmiş. Yukarı doğru çimenliklere dalın, bir merak kapladı ne olacak diye.. Prof Oak hemen yanınıza depar atıp gelir ve “Ne yapıyorsun arkadaşım sen daha pokemonunu almadan cıbıl cıbıl çıkıyorsun dışarı, bir ratata gelecek patates olacaksın, annen bana çatacak sonra” diye atar yapıp sizi alır götürür laboratuarına. Burada bir sürü sohbet muhabbetten sonra ilk pokemonumuzu seçeceğiz, neler mi peki? Hemen söyleyelim: Bulbasaur: Grass/Poison pokemonu , oyuna yeni başlayanlar için ideal. Çünkü Brock ve Misty’i yenmek onunla çok kolay olacaktır. (Aslında kontrol tarzı sevenler için de denilebilir.spore ataklar ile hep pokemon yakalarken hem zor gymlerde çok işe yarar-Gökberk)
Charmender: Fire type pokemon. Gene Brock ve Misty’den dolayı Charmender ile başlamak zor olabilir. Hatta oyunun çok ilerisini düşünüp Elite 4’u da hesaba katarsak Charizard (o zamana kadar Charizard olur) bir Blastoise kadar etkili olamayabilir. Ama benim favorimdir o ayrı, ayrıca Viridian Forest’ta çok sayıda bug type pokemon çıkacağından Brock’un karşısına Charmeleon olarak bile çıkabilirsiniz.
Squirtle: Water type pokémon. Başlangıç zorlukları açısından diğer 2 başlangıç pokemonuna kıyasla arada kalmış bizim serseri Squirtle. Brock’u saniyede patatese çevirme yeteneği olan ancak ondan sonra normal düzeyde devam edip, Cinnabar adasından sonra gene alıp başını giden bir pokemondur. Elite 4’da da Bruno’yu tek başına saf dışı bırakabilir. Aslında oyunda taktiksel açıdan seçilmesi gereken pokemon olabilir. Fakat oyunda su bol. Yani Su pokemonu da bol. Squirtle’ın boşluğunu isterseniz Gyrados ile de kapatabilirsiniz (eğer magikarp’ı lvl5’den lvl20’ye kadar çıkartabilecek kadar sabrınız varsa. Her görüşümde tokatlayasım geliyor zibidiyi).
Neyse seçtik mi birini? Bravo (iyice Dora’ya bağladım ben de). Biz ne seçersek seçelim bizim çakal rakibimiz, bize türce üstün olan pokemonu seçicek. Yani, Charmender seçtiysek, eleman da Squirtle’ı seçecek. Gitmeden Oak bizden küçük bir şey istedi, Viridian City’deki Marketten temin edebiliyoruz bunu. Tam vedalaştık çıkarken Oak’ın torunu patates “Blue” ile kapışıyoruz. Pokemon savaşı yapıyoruz yani, saç baş yolma yok. Evden aldığımız potion burada yarayacak bize. Rakibinizi yenin, pokemonunuz level 6 oldu, para da kazandınız ilk ödülünüz, ooh mis her şey. Laboratuardan çıkıp yukarıya yönelip Route1’den Viridian City yolunu tutalım.
dönün(Pallet Town’a yani) Oak’a verin ki o da size Pokedex’inizi versin. Artık bu sayede Pokeball alabilir, pokemon yakalayabilir ve kaydedebilirsiniz. Ayrıca rakibinizin evine gibi ablası ile konuşmayı da unutmayın. Fazla çapkınlık yapmadan Kanto Haritasını alın ve hemen uzaklaşın. Başımıza bela almayalım, ufacık kasaba zaten 2 tane ev var, rezillik. Viridian City’e döndük isterseniz sol tarafa Route 22 yoluna girip değişik pokemonlar yakalar (ya da rakibinizle kapışırsınız ki orada pusuya yatmıştır çakal.. çok zeki bu çocuk ya, cidden) ya da dümdüz devam eder Viridian Forest’ın yolunu tutarsınız. Route 22 Wild Pokemon Pokemon Method
Rattata
Walk
Spearow
Walk
Nidoran F
Walk
Nidoran F
Walk
Nidoran M
Walk
Nidoran M
Walk
Rate
40%
6%
4%
50%
4%
50%
VIRIDIAN CITY - FOREST Route 1 Wild Pokemon Pokemon Method
Pidgey
Walk
Rattata
Walk
Rate
50%
50%
Route 1’de gördüğünüz gibi bu patates pokemonlar çıkmakta. Level 2-4 arasında çıkarlar, bu yüzden ilk başlangıç pokeniz bayılır, dımdızdak kalır, elaleme rezil olurum diye korkmayın. Viridian’a vardığınızda dediğim gibi Oak’ın istediği itemı marketten temin edin, geri
Kırmızı nokta Red versionda, mavi nokta ise haliyle Blue versionda olduğunu göstermekte, ilk başlarda belirttiğim gibi. Route 22’de en fazla level 5 çıkar ve çıkan pokemonlar da pidgey ve ratataya kıyasla daha ilginç gelir. Çok sık çıkmadığı için de olabilir belki. Nidoranları yakalayabilirsiniz, ilk başlarda hep yakalamaya çalışırdım, oynaması bana hep zevkli gelmiştir. Özellikle erkek Nidoran’ın Horn Attack’ı ile ilk tanışmam beni benden almıştır.
Viridian Forest Wild Pokemon Pokemon Method
Caterpie
Walk
Caterpie
Walk
Metapod
Walk
Metapod
Walk
Weedle
Walk
Weedle
Walk
Kakuna
Walk
Kakuna
Walk
Pikachu
Walk
Rate
5%
45%
5%
40%
5%
45%
5%
40%
5%
Ormanda ne olur, börtü böcek olur tabi. Eğer charmender seçtiyseniz level kasmak için ideal bir ortam. Varlığınız bile beleş exp point nerdeyse. Adamlar para vermek için bildiğiniz önünüzü kesiyor sizin. Acemiler için gene ufak bir not yabani olarak çalılarda karşınıza Metapod ya da Kakuna çıkarsa yakalamayın, saldırın gitsin. Hem hoş exp point gelir bir de Weedle ya da Caterpie yakalamak sizin için daha iyi. Öbür türlü sadece “harden” yapabilceksiniz onlarla. Ormanda 3 tane poketop görünümlü item var onları da alıp (ki onlar 1 pokeball ve 2 antidote’tur) çıkalım.
Pewter city/Boulder Badge/Çapkın Brock Geldik Pewter City’e ki burası ilk rozetimiz için mücadele vereceğimiz şehir.
Pewter City haritası gördüğünüz üzere ufak tefek pek de bir şeyi olmayan dağ yamacında yer almış bir şehir. Hazır buradayken belirtmek istediğim bir şey var, daha sonra detaylı bahsederim ama aklınızda bulunsun, oyunu hiç oynamamışlar için. Oyunda item olarak TM veya HM olarak itemler yer alır, TM01…TM34 ya da HM01… HM04 gibi. Bunlar pokemonlara öğretebileceğiniz “saldırılar”dır. Ayrıca bazı saldırıları normal haritada çeşitli görevler için kullanabiliyoruz. Abra ile teleport kullandığımızda kendiliğinden en son gittiğimiz PokeCenter’a ışınlanmamız gibi. Tabi ki her saldırıda böyle eklentiler mevcut değil ancak HM ile yüklenen her saldırıyı böyle aktif olarak da kullanabiliyoruz. İler ki bölümlerde bir şekilde HM01 alacağız ki bu “Cut” saldırısıdır. Oyunda bazı özel ağacımsı garip şeyler var, görünce anlarsınız. Onları bu “Cut” ile kesebiliyorsunuz. Şimdi anlatmak istediğim şeyden bahsedeyim. Haritada gördüğünüz gibi en yukarıda iki tane bina var, bitişik. Sağdan geçip oradaki zımbırtıyı Cut ile kesip o binaya girin. İçerideki elemanlarla lafladıktan sonra size bedavadan (amma da kerizlermiş) pokemon fosili verecekler. Bu fosili çok ileride Cinnabar Island’da kullanabileceğiz ancak. Fosil gerçek pokemona dönüşücek ne çıkacağını biliyorsunuzdur ama gene de kendi kendime heyecan olsun diye ileride söyleyeyim (“Pokémonun adını yazamadı demiyor da” diye söylediğinizi duyuyorum bazılarının evet, nolmuş!) Daha fazla lafı uzatmadan şehirdeki asıl mesele Rozet karşılaşmasına gelelim. Bizim çapkın Brock kollarıyla çiçek olmuş bizi hazır beklerken onun elemanlarını yenmemiz gerekiyor. Her GYM’de olmasa da burada o elemanı yenmek zorunlu değil, arkasından dolaşabilirsiniz ancak siz gene de yenin, çok güzel exp point ve para kazanabilirsiniz.
Pokemon
Information
Level: 12 Type: Ground/Rock
Pewter City Gym: Brock Geodude Speciality: Rock
Level: 14 Type: Ground/Rock Onix
Route 3’de karşınızda gene size exp point ve para vermek için önünüzü kesmeye can atan pokemon eğitmenleri olacak. Alayı çoluk çocuk endişe etmeyin, patates hepsi ama pokemon sayınızın da az olması ve o ana kadar yakalayacak pek adam akıllı pokemon olmamasından da kaynaklı, Pewter City’deki PokeCenter’a sık sık gitmeyi de ihmal etmeyin, üşenmeyin. Yolu takip ettikten sonra Mt. Moon girişinde PokeCenter göreceksiniz. Orada dinlendikten sonra PC’nin oradaki adama gidin konuşun. Size level 5 Magikarp satmak isteyecek. Aslına bakarsanız ben her zaman alırım çünkü başlardan itibaren bir Gyarados sahibi olmak çok işe yarıyor. Çok zor bir işlem çünkü Magikarp level 15’e kadar Splash dışında hiçbir saldırısı yok ki Splash de bir saldırı değil zaten, ucube bir şey. Switch yöntemi ile level atlatmak gerekiyor, biraz sabır isteyen işlem özellikle emulatör yerine Gameboy ile oynuyorsanız. Level 20 olunca ama tüm sabrınızın karşılığını almış olacaksınız.
Mt. Moon 1F Wild Pokemon Yakalamış olduğunuz tüm pokemonların en az level 10 olması size rahat nefes aldırtır bu karşılaşmada. Önceden de dediğim gibi Squirtle veya Bulbasaur’u başlangıç pokémonu olarak seçmişseniz Brock bir patatesten farksız olmaz gözünüzde. Charmender seçtiyseniz en azından level 16 olması size avantaj sağlayabilir. Bir de size ufak ipucu, rakip Onix ya da Geodude ne zaman “Bide” saldırısını yapsa sakın saldırmayın(1-2 turda yenebilecekseniz saldırın-Gökberk), Growl ya da Tail Whip gibi savunmaları(savunma?-buff ve debuff dedi Yankı burda :D -Gökberk) kullanın. Ayrıca aklınızda bulunsun, Flying, Normal, Bug ve Electric type saldırılar Onix’e ya da Geodude etkili olamaz. Brock’u yendikten sonra bize TM34 – Bide verecek. Vedalaşıp üç beş kız tavlama taktiği de aldıktan sonra yolumuza Mt. Moon doğrultusunda devam ediyoruz(haritaya göre sağ tarafa yani).
Pokemon Method
Clefairy
Walk
Zubat Walk
Paras Walk
Geodude
Walk
Pokemon Method Route 3 Wild Pokemon Pokemon Method
Walk
Rate
48%
Clefairy
Walk
Zubat Walk
Paras Walk Spearow
Walk
80%
4%
12%
Walk
Rate
4%
70%
10%
48%
Geodude Jigglypuff
4%
Mt. Moon B1 Wild Pokemon
Mt. Moon
Pidgey
Rate
4%
Walk
16%
Mt. Moon B2 Wild Pokemon Pokemon Method
Clefairy
Walk
Zubat Walk
Paras Walk
Rate
6%
50%
14%
Mağarayı iyice dolaşın her yeri talan edin çünkü çeşitli yerlerde işinize yarayacak şeyler bulabilirsiniz. TM12 – Water Gun gibi ya da Rare Candy, bir sürü var böyle. Mt.Moon’un asıl olayı resimde görmüş olduğunuz durum. Yalnız onu demeden önce resimdeki ufak kırmızı ile işaretlenmiş kayaya gidin, orada Moon Stone bulacaksınız. Para ile satılmadığı için önemi biraz daha fazla. Oradaki elemanı yani Super Nerd’ü yenin. Kazandığınız için fosillerden birini ilk seçme şansı sizin oluyor. Soldaki Dome Fossil (Kabuto) sağdaki ise Helix Fossil ( Omanyte). İki pokemon da rock/water olduğundan kararı size bırakıyorum, çok benziyorlar genelde. Omanyte
Geodude
Walk
30%
İyi Special ve Defense özellikleri mevcut
Kabuto Sonunda Mt. Moon’a yani Ay Dağına giriş yapmış bulunmaktayız. Burası meşhur pokemon cave şakalarının başladığı yer. Yani şu meşhur “gene mi Zubat arkadaşım ?!” durumları. Her ne kadar oran olarak %80 Zubat çıkma olasılığı dese de sizin hissedeceğiniz durum aynen şöyle: Mt. Moon Wild Pokemon Pokemon Method
Clefairy
Walk
Zubat Walk
Paras Walk
Geodude
Walk
Rate
0.001%
99.99%
0.003%
0.006%
Her yerde Zubat var, arkanızda, sağınızda, solunuzda, ayağınızın altında hatta pantolonunuzda bile Zubat var. Aslında Pokémon Fire Red Version’dan itibaren Zubat yakalayıp yetiştirmeye başlamışımdır. Golbat cidden çok güçlü ve sonraki version’larda şahane saldırılara sahip oluyor ancak bizim şu an oynadığımız version’da Zubat sadece patates. Magikarp çıksa daha iyi, en azından level 20’de Gyarados olunca bir işe yarıyor.
İyi Attack ve Defense özellikleri mevcut
Bu şu demek, Kabuto ile scratch gibi normal fiziksel saldırıları etkili yaparken, Omanyte ile Water Gun gibi özel saldırıları etkili yaparsınız. Aslına bakarsanız çok fazla saldırı öğrenmiyorlar level 49(omastar) – level 53 (kabutops)’den sonrası yok. Sons aldırı da Hydro Pump. Neyse mağaradan çıkıp Route 4’e geçelim artık.
Cerulean City/Cascade Badge/Su gibi aziz Misty
Route 4 Wild Pokemon Pokemon Method
Rate
Route 25 Wild Pokemon Pokemon Method
Rattata
Spearow
Walk
Walk
Ekans Walk
Sandshrew
Walk
Rate
40% Caterpie
Walk
Caterpie
Walk
Metapod
Walk
Metapod
Walk
Weedle
Walk
Weedle
Walk
Kakuna
Walk
Kakuna
Walk
Pidgey
Walk
Oddish
Walk
4%
35%
25%
25%
Route 4 Cerulean City’e götüren kısa bir yol, hemencecik şehre varabilirsiniz. Şehre vardığınızda biraz gezinin. Bisiklet alabileceğiniz bir yer göreceksiniz ama hiç tartışmayın o adamla, ileride bedavadan verecekler bisikleti. Eğer pokemonlarınızın yeterince güçlü olduğunu düşünüyorsanız direkt Misty ile olan randevunuza gidebilirsiniz ama yok daha hazır değil veya Charmender seçip Misty’i yenebilecek pokemona sahip değilseniz, yukarıya doğru gidin, orada kendinizi çok güzel geliştirip dönebilirsiniz.
20%
2%
20%
4%
20%
Route 24 Wild Pokemon Pokemon Method
Caterpie
Walk
Metapod
Walk
Weedle
Walk
Kakuna
Walk
Pidgey
Walk
Oddish
Walk
Abra
Walk
Bellsprout
Walk
Rate
20%
20%
20%
20%
20%
25%
15%
25%
Abra
Walk
Bellsprout
Walk
2%
20%
14%
25%
15%
25%
Dediğim gibi eğer Misty’i yenmekte zorlanıyorsanız burada güzel çiçek gibi pokemonlar mevcut, Oddish gibi. Şahsen oyundaki en sevdiğim grass pokemonlardan olan Oddish level 21’de Gloom olduktan sonra kimse karşı koyamaz (kısmen, Mewtwo’yu bile yakalayabildiğimiz bir oyunda çok iddialı oldu bu laf). En azından Misty’i ezer. Ayrıca asıl değinmek istediğim şey ise burada, hepinizin animeden dolayı bildiği, o zamanlar çoğu kişiye göre en güçlü pokemon gibi gözükenden bahsedeceğim. Kadabra’nın bir ufak boyu Abra! Fakat kendisini yakalamak
zor, şansızsanız size pahalıya patlayabilir. Tek saldırısı “Teleport” olduğundan hemen pokeball atıp yakalayamasanız kendisi savaştan kaçıyor. Level 16’ya kadar Magikarp kadar olmasa da eziyet çekip Kadabra yapma zahmetini alırsanız (ki ben hep alırım) Kadabra hizmetinizde olacaktır. Şehirden yukarıya doğru giderken rakibimiz bizi karşılayacak ve sizin için gayet hoş ve eğlenceli olacak olan pokemon savaşına başlayacaksınız. Çok da güzel bir şekilde pokemonlarınız level atlayabilir. Peki, neler mi var elemanda, hemen sırasıyla söyleyeyim: 1. 2. 3. 4.
Pidgeotto L18 Abra L15 Rattata L15 Başlangıç Pokemonu (charmender/squirtle/bulbasaur) L17
Elemanı yendikten sonra yoluna devam edin ve sizi bekleyen 6 eğitmenle kapışın. Yolu izleyip Bill’in kulübesine doğru ilerleyin. Kendisi bir takım deneylerden ötürü abidik gubidik hallerde olduğundan sizden yardım isteyecek. PC’ye geçip onu düzeltin ve de o da size ödül olarak S.S. Anne gemisine binebilmek için bilet verecek. Şehre geri dönün ve şu Misty ile de kapışın.
Pokemon
Route 5 and Route 6 Wild Pokemon Pokemon Method
Pidgey
Walk
Oddish
Walk
Meowth
Walk
Mankey
Walk
Bellsprout
Walk
Rate
40%
30%
30%
30%
30%
Information
Level: 18 Type: Water
Cerulean City Gym: Misty
Vermilion City/Thunder Badge/Yıldırım Amerikan Lt. Surge
Staryu
Speciality: Water Level: 21 Type: Water/Psychic Starmie
Misty’e karşı grass/electric tpe pokemon kullanın. Pikachu, Bulbasaur; Ivysaur, Oddish, Bellsprout ve türevleri gibi. Sakın Charmender ya da Geodude kullanmayın, gözükmeleriyle yok olmaları bir olur. Butterfree ile de zehirleyebilirsiniz tabi ya da Beedrill’in Twineedle saldırısıyla Starmie’yi patates edebilirsiniz. Bir tanecik Misty’mizi yendikten sonra bize TM-11 Bublebeam verecek biz de yolumuza devam edeceğiz.
Bill’den döndükten sonra Cerulean City’de sağ üst köşedeki evin kapısını tutan polisin artık geçmenize izin vereceğini göreceksiniz. Oradan girip Rocket Team üyesini bir güzel pataklayın. Size TM-28 – Dig de verecek üstüne, çiçek gibi. Yolu takip edip aşağıya indiğinizde bir tane ev göreceksiniz. Orası Daycare Center. Peki, Daycare Center nedir ne değildir bu aslında başlı başına apayrı bir konu niteliğinde. Zaten Red/Blue version’da Daycare olayı daha patates olduğu için temelini söylesem yeterli olacaktır. Oradaki amcaya pokemonunuzu veriyorsunuz o kendi kendine exp atlıyor. Tekrar almak istediğinizde belli bir ücret ödemeniz gerekiyor. Her bir adımınızda pokemonunuz 1exp kazanacaktır. İler ki oyunlarda bu sistem git gide gelişmekte bildiğiniz pokemon sülalesi bile kurabilmektesiniz (yazar burada çiftleştirme olayından söz etmektedir ). Her yerde tatlı tatlı bızdık Totodile’larınız olabilir. Neyse yolumuza devam edip yandaki ufak binaya girelim. Neden önümüzdeki hayvan gibi binaya girmiyoruz diye sorarsanız kapıdaki güvenliğin kıllığı. Pokemonda olduğu kadar hiçbir oyunda polislerden veya güvenlik görevlilerinden gına gelmedi. Sırf adam susamış diye bizi koskoca metropol şehrine sokmuyor resmen, terbiyesizlik. GTA oynarken bile polisler daha sempatik geliyordu bana. Ufak binadan alt geçit saçmalığıyla koskoca Safron City’nin altından yürüyüp (!) Route 6’ya varıyoruz. Orada da eğitmenlerle kapışmamızı sürdürüyoruz. Buradakiler güçlü gelebilir genellikle çimlere dalmadan geçmeye çalışın ki size bir şey olmasın. Elemanları patatese çevirdikten sonra işte karşınızda Vermilion City!
Kadabra L18 Ivysaur/Wartortle/Charmeleon L20
Yendikten sonra devam edip kaptanın odasına çıkalım. Lafladıktan sonra bize özel bir item verecek. HM01 – Cut. Bu sayede resimde gördüğünüz gibi GYM’in yolunu tıkayan ağacı kesip rozet savaşına girebiliriz. Buradaki GYM’de küçük bir hinlik var. Lt. Surge’e giden yol kapalı açmak için anahtarları bulmak lazım. 1. anahtarı bulduktan sonra hemen 2. bulamazsak anahtarlar resetleniyor ve baştan başlıyoruz. Tekniği şu: 1.anahtarı bulduktan sonra 2.anahtarı hemen bitişiğinde arayın, sağında, solunda, üstünde, altında, çaprazında gibi. Şans işi de olsa aşırı zaman alacağını sanmıyorum, umarım. Pokemon Şehre gelir gelmez GYM’in üstündeki eve girin ve Bike Voucher alın. Orada koltukta oturan amcayla uzun bir sohbetten sonra alabilirsiniz. Cerulean City’deki Bike Shop’a uğrayıp bedavadan bisikletiniz olabilir. Bu durumu da hallettikten sonra sağ tarafa bakabilirsiniz ki orası Route 11 ve Diglet’s Cave’dir.
Information
Level: 21 Type: Electric Voltorb
Route 11 Wild Pokemon Pokemon Method
Spearow
Walk
Rate
Vermilion City Gym: Lt. Surge Level: 18 Type: Electric
35% Speciality: Electric Pikachu
Ekans Walk
Sandshrew
Drowzee
Walk
Walk
35%
35%
30%
Burada pek bir şey yok yolun sonunda uyuyan Snorlax var kilit olmuş. Boşverin onu uyumaya devam etsin. Bu şehirdeki asıl olayımıza geçelim, animeden de hatırlarsınız belki, S.S. Anne Gemisi..
Level: 24 Type: Electric Raichu
Bizim Amerikalının pokémonları işte böyle. Diglett ya da Geodude varsa anında patatese çevirirsiniz. Yoksa da o kadar zor değil açıkçası. Charmeleon ya da Ivysaur bile burada güzel iş yapar. Wartortle olup da Geodude bile yakalamamışsanız sizin ayıbınız. En kötü çıkıp Diglett yakalayıp gelirsiniz.
S.S. ANNE Biletimizi zamanında Bill’den almıştık, istediğimiz gibi gir çık yapabiliriz. Her kabine her odaye girin, her kata inin her düzlüğe adım atın. Ne bulursanız toplayın ve savaşın. Hep de save etmeyi unutmayın çünkü kaptanın odasına doğru yaklaştığınızda rakibiniz sizin önünüzü kesebilir ve pokemon savaşına başlayabilirsiniz. Bu sefer neler mi var onda bir bakalım:
Pidgeotto L19 Raticate L16
Yendikten sonra bize TM24 – Thunderbolt verecek ve bu saldırı en güçlü 2. Elektrik saldırısıdır. Birincisi ise Thunder.(Tunderbolt daha isabetli bir saldırı Tunder a göre bu arada-Gökberk) O kadar Diglett dedim de nerede bu zıpır şey ? Diglett Cave’de tabi, önceden de belirttiğim gibi. O mağara mükemmel exp kazanma yeridir. İlk kez oyunu oynadığımda HM/TM kullanmasını bilmiyordum bu yüzden de GYM’e geçememiştim. Tüm vaktimi Diglett’s Cave’de geçirip Charizard’ımı level 60’a kadar kasmıştım. Tekrar yeniden
başlamadan çözümü bulsaydım da o güzelim Charizard’ım hep benimle kalsaydı.
Route 10 Wild Pokemon Pokemon Method
Rate
Diglett's Cave Wild Pokemon Pokemon Method
Diglett
Dugtrio
Walk
Walk
Rate Rattata
Walk
Spearow
Walk
15%
95%
5% Ekans Walk
Diglett’s Cave ile de Pewter City’e yürüyerek ulaşabilirsiniz, ilk başlarda söylediğim gibi fosili kapabilirsiniz. Ya da biraz daha turlayıp HM05 – Flash bulabilirsiniz, eğer 10 çeşit pokemon yakalamışsanız. Flash gereksiz bir saldırı olsa da Rock Tunnel gibi mağaralarda önünüzü görmenizi sağlar. Aslında mağaranın haritasına hakimseniz gerek kalmaz. Ya da benim eskiden kullandığım küçük bir durum da vardı. Mesela bir pokemonu zehirleyip öyle giriyordum mağaraya. O pokemon Gyarados gibi bol HP’li bir şeyse daha iyi tabi. Her poison olan pokemon yürüme sırasında canı gidince mağara aydınlanıyor. Flash kullanmamak için zavallı pokemona işkence ediyordum yani. Ya da daha mantıklısı uyduruk bir pokemon yakalayın ona yükleyin, işiniz bitince PC’ye geri yollayın sizin bileceğiniz iş.
Sandshrew
Walk
Voltorb
Walk
30%
30%
30%
25%
Pokecenter’da işinizi hallettikten sonra mağaraya girebilirsiniz. Umarım yanınızda Dig bilen pokemon ya da escape rope vardır, yoksa o mağaradan tek parça çıkamayabilirsiniz.
Rock Tunnel Wild Pokemon ROCK TUNNEL Cerulean City’e geri dönün, doğuya gidip ağacın tıkadığı yola girin. Elbette ağacı HM01 ile de kesin ki girebilesiniz. Route 9’a hoş geldiniz.
Pokemon Method
Zubat Walk
Rate 50%
Route 9 Wild Pokemon Pokemon Method
Rattata
Walk
Spearow
Walk
Ekans Walk
Sandshrew
Walk
Rate
Machop
Walk
Geodude
Walk
40%
35%
Onix Walk
16%
26%
8%
25%
25%
Burada birkaç eğitmen olacak sizinle kapışmak isteyen. Canınız azalırsa Cerulean city’deli pokecenter’a gitmeyi ihmal etmeyin. Yolda TM30 – Teleport var onu da alırsanız pokecenter’a git-gel kolay olur. Yola devam edin ve Route 10’a girmiş ardından da pokecenter’ı görmüş olacaksınız.
Bu tüneli seviyorum çünkü en çok yakalamak istediğim 2 pokemon da burada, Onix ve Machop. Kaya gibi adamlar, önlerine geleni parçalamakta ustalar. Ne yazık ki bu oyunda daha 2.nesil yaratılmadığı için Onix, Steelix olamıyor. Machoke de Machamp level atlayarak olamıyor, trade edilmesi gerekiyor. VBA Link Emulatörü bu konuda dediklerinizi karşılayabilecek bir program olduğundan meraklanmayın. Bu konu ile ilgili detayları gelecek sayımızda en ince ayrıntısına kadar anlatacağım sizlere. Tabi ki Red/Blue/Yellow ile ilgili az bilinen bilgileri ve sıkça
sorulan sorularla birlikte. “neden bu ay yazmıyorsun arkadaşım?!” diye soranlara ise, çok yazı oldu ne yapabilirim sığmadı cevabı ile karşılık verebilirim. Tünele girince doğuya doğru yol alın kavşağa varınca da güneye doğru ilerleyin (iyice yol tarifi eder gibi oldu. Aslında onu yapıyordum ben de, neyse) Pokemaniac’ı patatese çevirip geçin onu. Merdiveni bulana kadar yolu takip edin. İleriki oda da batıya veya güneye yol alın. Mümkün olduğu ilk anda kuzeye yönelin, yolu takip edin. Ardından güney doğuya yönelip duvara arkanızı vererek yürümeye devam edin. Ne olur ne olmaz yabancı mahalledesiniz, kapkaranlık bir mağaradasınız. Sonra bize niye demedin bak böyle oldu şöyle oldu demeyin. O duvarı takip edin ve diğer merdivene ulaşmış olacaksınız. Tebrikler gençler çıkışa az kaldı bile! Tüm yol boyunca batıya gidin oradaki eğitmenleri dövün ardından kuzeye yönelin gene merdiveni göreceksiniz. Güneye gidin ve mümkün olur olmaz batıya dönün. Duvara tutunarak ilerleyin. Çıkışı görür görmez koşun! Mağara çıkışı eğitmenleri yenin ve güzelim kasabamız Lavender Town’a hoş geldiniz.
Route 7 and Route 8 Wild Pokemon Pokemon Method
Pidgey
Walk
Ekans Walk
Sandshrew
Walk
Vulpix
Walk
Meowth
Walk
Mankey
Walk
Growlithe
Walk
Lavender Town
Rate
38%
12%
12%
12%
38%
38%
12%
Hep batıya gidin yolu takip edin, Cerulean City’den Vermilion City’e geçtiğimiz gibi alt geçidi kullanın ve koskoca Saffron City’din altından yürüyerek geçin! Yoldaki eğitmenleri de yenip paralarını almayı ihmal etmeyin. Zengin olacağız bu gidişle zengin! Alt geçitten geçtikten sonra karşınızda Celadon City !
Gördüğünüz gibi kasabamız minnacık bir yer ama buradaki en meşhur şey, müziği. Ne efsaneler döndü bu müzik hakkında aşırı derecede fazla dinleyip intihar edenler mi, oynarken hayalet gördüğünü sanıp delirmeler mi ve daha niceleri. Ben daha bızdıkken müzikten rahatsız olmuyor değildim, direkt sesi kısardım lanet kasabaya geldiğimde, şimdiyse favori kasaba müziği oldu. Şu an bile setlist’te çalıyor. Burada şimdilik yapılcak bir şey yok Ghost Tower’a girip rakibinizi yenip çıkabilirsiniz. Sonra oraya nasılsa geri döneceğiz vakit kaybetmeye gerek yok. Batıya yönelip Route 8 sınırlarına girelim
Daha anlatılacak çok şey bilinmesi gereken bir sürü püf noktası var. Ancak ne yazık ki bu aylık sayfa limitimi abarttığımdan dolayı bu sayılık bu kadar yazabiliyorum. Gelecek ay sizlere Celadon City’den ve Rainbow Badge karşılaşmasından, Poke Flut ve Snorlax’tan, Koga ve Safari Zone’dan hatta gene mümkün olursa Elite 4 ve opsiyonel alanlardan bahsedeceğim. Ya da Mew nasıl yakalanır gibi. Cheat Code yazmıyoruz tabi, öyle olsa şimdi yazardım hemen. Skarmory’im gelmiş gene ah ne düşünceli bir kuşsun sen öyle, gene çerez getirmiş. Neyse şimdilik bu kadar gelecek sayıda görüşmek üzere, hoşçakalın, ne görürseniz yakalamaya özen gösterin ! Yankı Özmumcu
Reyckuit NeedforSpeed serisini hepimiz biliyoruz. Porcshe Unleashed, Underground ardından da Most Wanted'dan sonra yine de oynadığımız ama “Allah belanı versin iyey allah belanı versin!1!bir!!” şeklinde bağırdığımız serinin bu kısmında anlatacağım şeyler Carbon ile alakalı. Daha çok bir anım diyelim. Carbon'u seven birisi olarak laf ettirmedim ettirmem ama beni bir çileden çıkardı ki bir delirtti ki lanet olası. Efendim öncelikle bir hatırlatma yapayım ya da bir bilgi vereyim. Carbon’da Canyon Duel denilen bir dalga var. Kanyon yollarında bir sen ilerde bir ben ilerde şeklinde ebelemecik usulündeki yarışta rakibi en yakın şekilde takip ederek ya da en uzakta önünden giderek puan topluyorduk. Önde olanı geçip önde 10 sn duran ise direk kazanıyordu. Canyon Dueller böyle idi. Canyon çıktığı zamanlarda benim daha Allah'ın liselisi olduğumu düşünürsek yee beybii diye diye oynadım oyunu bitirdim. Ama YETMEDİ! Lanet oyunu özümsemeye mi çalıştım ne yaptım hiçbir fikrim yok ama challengelara giriştim. Bronzlar günlük güneşlik, gümüşler zorlayıcı altınlar ise küfür kıyametlik sevgili arkadaşlar. Ama Allah'ın ergeni olmuyorsa bırak ı-ıh. O challengelar yapılacak. Söz konusu challenge: Canyon Duel (Gold Tier) EternityPass3.1miles -ChevroletCorvetteHani zaten… zaten virajlarda itfaiye arabası tarafından bile hezimete uğrayan Corvette, yanlarında korumalarınolmadığı %98 de falan aşağı uçabildiğiniz bir yarışta ne yapabilir? Ne yapabiliir? Ama kardeşim bu gold bırak başkaları yapsın diyorum ı-ıh olmuyor bırakamıyorum. Peki rakip ney? BMW M3 GT-R. Bmw…M3…GTR! Ya bi gidin. Bi gidin. Düzgün challenge koyun Allah'ınızı severseniz.
İşsiz adam olarak bir yaz oyundan oyuna koşuyorum. Carbonda duraksıyorum. Ve gelelim asıl olaya: Yine aynı challenge ı deniyorum. Sabah kalkıyorum deniyorum olmuyor. 5 denemeden sonra Allah belanı versin diyip kapıyorum. Sonra tekrar açıyorum. 10 defa deneyip o zamanların tüplü ekranına yumruk atıyorum :D Elim ağrıyor buz dolabına sokuyorum. Sonra geliyorum yine deniyorum. I- ıh. Olmuyor. Olamıyor. Sonra bir anda böyle gaipten bir ışık üzerime düşüyor. Böyle bir fikir… ilk virajı zaten dönemiyorsun çocuğum çarp şuna ve yanında geç git. Evet! Aradığım fikir bu! Hemen uygulamaya geçiyorum. Basıp gidiyor her zamanki gibi Ama bu sefer sıra bende basmıyorum frene . Hafif sola kırıp bam diye geçiriyorum. Ve inanılmaz bir gerzeklikte işe yarıyor. M3 beyin yanından sürte sürte geçiyorum ve oyun 10dan geriye sayarken eşlik ediyorum. “YOU WIN” yazısını görür görmez bir bağırıyor bir bağırıyorum. Sonra kafama terlik yiyorum. Head-shotlarıyla ünlü head-hunter annem kapıda durmuş bana bakıyordu. Bire bir olarak şunu söyledi “Allah canını almıya çocuk. Öyle bağırdın dedim elektrik çarptı kesin çocuğa. Kalk ordan monitörü silicem” anam kadınanam. Yüreği endişeli titiz anam. Geçtim M3ü. Artık hiçbir zaman kullanmayacağım "switch blade" spoiler açık T-T Bir sonraki reyckuitte görüşmek üzere (╯°□°)╯︵zɐlʎɐʎʞnɹɐɟ
MüzİK
Death Metalin Filozofu Chuck Schuldiner
Geçen ayki yazımda da bahsetmiştim. Dünyada iki tane grup var beni en çok etkileyen. Geçen ay bu gruplardan Pantera' yı sizlere tanıtmıştım. Bu ayki yazımda da (her ne kadar geçen ay yazmak istesem de yoğunluktan yazamadım) diğer grup olan Death'ten bahsedeceğim. Death ile tanışmam Pantera kadar eskilere dayanmıyor. Üniversiteye başlayana kadar pek çok death metal grubu dinlemiştim.(Çoğunluğu melodik death metal olsa da. In Flames, Dark Tranquillity, Amon Amarth vs. ) . İnsan üniversiteye başlayınca daha sert şeyler arıyor tabi haliyle. Liseye oranla artan serbestlikle beraber bu sertlik arayışı daha çok arttı tabi bende. 2009 yılında başladığım üniversitede o yıllarda kaldığım evdeki ev arkadaşım da metal dinleyen birisiydi. Onun geçmişi ve dinlediği gruplar bana göre daha fazla olduğundan bana sevdiği gruplardan bazılarının karma albümlerini yapmasını söylemiştim İşte o grupların birisi de Death' ti. İlk başlarda çok agresif ve sert gelse de daha sonra kulaklarım alışınca ne güzel bir müzik olduğunu anladım. Ardından bu karma albüm yerine bütün albümlerini hatmeder gibi dinlemeye başladım ve dinledikçe müziğe ve gruba olan hayranlığım katlanarak arttı. Chuck Schuldiner' in vokalleri ise daha önce dinlediğim brutal vokaller gibi değildi. Daha agresif ve daha anlaşılırdı. Genelde metal dinlerken sözlere pek bakmam fakat Death dinlerken bu tamamen farklı yönde ilerliyor. Çünkü müzik zaten şahane olmasıyla beraber sözler de inanılmaz derin ve anlamlı Death şarkılarında. ( İlk 2 albümdeki gore sözler değil tabi. Ama onların da kendine göre güzellikleri var) . Neyse fazla uzatmadan grubu incelemeye başlayalım.
Kuruluş ve Mantas Yılları 1983 yılında 16 yaşındaki Chuck Schuldiner (adam müzikal dahi bence) müzikal yönden Slayer ve Venom' a benzeyen ancak daha sert bir şeyler yapma arzusuyla gitarist Rick Rozz ve Baterist Kam Lee ile Florida' da Mantas isimli bir grup kurar. ( Florida Death metal gruplarıyla ünlüdür. Deicide,Morbid Angel ,Cynic , Cannibal Corpse vs. ).
Grup kurulduktan sonra Chuck şarkılar bestelemeye ve bunları kasetlere kaydetmeye başlar. Death by Metal adıyla bir demo yayınlarlar ve o sırada yaygın olan kaset değiştirme yoluyla (O zaman internet yok tabi. Napsın vatandaş. ) diğer insanlara kendilerini tanıtmaya çalışırlar. 1984 yılında Chuck grubun adını değiştirerek Death yapar ve asıl yolculuk başlar. Tim Aymar(Chuck'ın en son işi olan Control Denied 'da vokallik yapıyordu. ) 2010'da verdiği bir röportajda bu isim değişikliğinin Chuck' ın ölen kardeşinin ölümünü olumlu bir şeye dönüştürmek için yaptığını söylemiştir. 1985' te Infernal Death isimli demo yayınlanır. Bundan kısa bir süre sonra gitarist Rozz gruptan ayrılır ve yerine Scott Carlson ve Matt Olivio gelir. Fakat bu ikili uzun süreli olmaz ve Kam Lee ile beraber gruptan ayrılırlar. Chuck çeşitli kişilerle grup elemanlığı için konuştuktan sonra en son San Fransisco' da Bay Area denen thrash metal gruplarının yoğunlukta olduğu bölgeye gider ve burada genç baterist Chris Reifert ile anlaşır. Beraber Mutilation isimli demo ve daha sonra da 1987' de Scream Bloody Gore isimli albümü çıkarırlar.
Zombi Ayini !!! Scream Bloody Gore o zamana kadar duyulmamış bir sounda sahipti. Chuck' ın gırtlaktan gelen agresif vokalleri daha agresif olan davul ve gitarlarla buluşuyor inanılmaz hızlı gitar sololarıyla yeni bir müzik türünün kapılarını açıyordu. Albümde başka müzisyen bulamadığı için vokal , gitarlar ve bassları kendi çalan Chuck ilk albümünü çıkarmış ve sesini duyurmaya başlamıştı. Scream Bloody Gore pekçok müzik otoritesi tarafından Death Metal prototipi olarak görülür. Bunun nedeni günümüzde yapılan klasik Death Metal' in ögelerini içinde barındıran ilk albüm olmasındandır. Albüm genelde pek çok grubun ilk albümlerinde olduğu gibi çiğ sound ile brutal vokaller ve gore şarkı sözlerinden oluşur. Albüm benim gibi Oldschool Death Metal (Gerçi bu albümle beraber oldschool dinlemeye başladım.) sevenler için bulunmaz bir nimet zaten. Albümde en sevdiğim şarkılar ise , Evil Dead (bkz) , Zombie Ritual (bkz) , Land Of No Return (bkz) ' dür. Albüm çıktıktan kısa bir süre sonra Reifert gruptan ayrılır ve Chuck yine yalnız kalır (Dahileri anlayan olmuyo tabi :D). Bunun üzerine Chuck yine eski grup arkadaşı olan Rozz ve onun Massacre' dan arkadaşları Terry Butler (ilerde Obituary ve Six Feet Under gibi önemli Death Metal gruplarında çalıyor.) ve Bill Andrews gruba katılır .1988'de bu kadroyla beraber ikinci albümleri olan Leprosy yayınlanır.
Açık Tabut !! Leprosy Scream Bloody Gore'a oranla çok daha profesyonel bir albümdü.Yine aynı sertlik ve gore şarkı sözleri vardı fakat daha temiz bir sound elde etmişlerdi. Ayrıca bu albüm dünya çapında tanınmalarını da sağladı. Türün öncülerinden olduklarından ötürü yeni bir tür olan Death Metal' in ne kadar gelişebileceği müzik endüstrisi tarafından merak konusu olmuştu. Kapağında cüzzamlı bir adamın resmedildiği gerçekten Death Metal fışkıran bu yapıtta en sevdiğim parçalar Choke On It (bkz) , Pull The Plug (bkz) , Left To Die (bkz) 'dır . Her parçası güzel aslında ama benim için bunlar daha önemlidir. Bu albümün turnesinden sonra Rozz yine gruptan ayrılır. Geçici bir süre Paul Masdival (daha sonra Cynic' i kuracak olan diğer bir dahi reyiz) ile turladıktan sonra gitarist olarak James Murphy ile anlaşan Death yeni albümü olan Spiritual Healing' i çıkarmaya hazırlanır.
Ruhsal İyileşme !!! 1989 yazında yayımlanan Spiritual Healing önceki albümlere göre değişiklikler içermektedir. Gore temalı sözler yerine daha toplumsal ve sosyal içerikli sözler ile müzikte de klasik brutal müzikten daha teknik bir müziğe geçiş başlamıştır. Daha sonra bu teknik müzik Teknik Death Metal adı altında alt bir tür olacaktır. Death' in eski albümleri de çok güzeldir fakat birçoklarına göre Death'in esas olarak başladığı albüm olarak Spiritual Healing görülür çünkü bu albümden sonraki albümler benzer soundlarla olacaktır. Albümdeki favori parçalarım ise Altering The Future (bkz) , Defensive Personalities (bkz) , Living Monstrosity (bkz) ve Spiritual Healing (bkz) ' dir ama siz hepsini dinleyin Death parçalarının sadece bu albüm olarak demiyorum bunu. Spiritual Healing' ten sonraki turne Chuck' ın isteği üzerine yapılmamıştır.Çünkü 1988' deki turnede düzensizlik olmuştu ve bu turnede de olacağa benziyordu. Grubun yükümlülüklerini yerine getirmek için Butler ve Andrews yanlarına iki müzisyen daha alarak Death olarak Avrupa' da turlarlar. Fakat bu Chuck'ı çok sinirlendirir ve bunun üzerine Butler ve Andrews gruptan kovulur. Chuck bu eleman değişme durumunun sıklığından ötürü gruba kalıcı elemanlar yerine turlama veya albüm için geçici elemanlar alır. Sadus(ki bu gruba bayılırım)'tan bas gitarist olarak Steve Digorgio(Bas gitarın reyizidir.Perdesiz çalıyor ayrıca.), Cynic (O zamanlar isimleri fazla duyulmamıştı.)’ten Paul Masdival (Bahsetmiştim turlamak için katıldığında.) gitarist ve Sein Reinert(Paul ile beraber Cynic'in altın ikilisi. Tsubasa gibi oldu biraz ama öyle yani. ) baterist olarak gruba dahil oldular. Bu kadroyla beraber 1991 yılında çıkardıkları Human ise kariyerlerinin dönüm noktası albümü olacaktı.
sevdiğim Death albümü olduğundan ötürü bütün parçalarını ayrı severim bu albümün. Sizlere önereceğim parçalar ise Destiny (bkz) , Mentally Blind (bkz) , Nothing Is Everyting (bkz) ve The Philosopher (bkz) olur bu albümden. “Look deep into their eyes, For what they have to say. Emotions take control of life Everyday.”
Anlayış Eksikliği!!! Geldik 1991' e. Spiritual Healing güzel bir albümdü fakat Chuck' ın kafasındaki müziği tam olarak yansıtmıyordu. Yeni benimsedikleri sounddan kısımlar içermesine rağmen tamamı öyle değildi. Fakat Human bunu gerçekleştirdikleri ilk albüm olarak gerçekten çok önemli bir yerdedir benim için. Flattening Of Emotions' ın ilk notasından Vacant Planets' in son riffine kadar inanılmaz bir müzikal şölendir Human. Çoğu Death dinleyicisi için Human en iyi Death albümüdür. Buna sonuna kadar katılıyorum. Çünkü bu albüm inanılmaz ilham verici bir albümdür. Şimdiki Teknik ve Melodik Death Metal gruplarının çoğu bu albümden ve Death' in müziğinden etkilenmişlerdir. Çünkü 1991 yılında bu albüm çıktığında bu şekilde oluşturulan bir müzik yoktu. Agresif ve tempolu müziğin yanına Masdival ve Digorgio' nun eklenmesiyle gitarlar ekstra olarak teknik ve melodik olmuştur. Albümde sevdiğim parçalara geçersek , Lack Of Comprehension (bkz) , Suicide Machine (bkz) , Cosmic Sea (bkz) ve Vacant Planets (bkz) ' dir.Ayrıca grup bu albümle beraber ilk video kliplerini de yayımlamıştır. Lack Of Comprehension'a çekilmiştir bu klip. “right before your very eyes a reflections of the mistakes to the end you will deny your part in the demise of a life lack of comprehension thriving on your cliché compelled by self-resentment ” Sözleri açıklar grubun geçirdiği değişimi. Eskiden sadece gore sözler yazan grup artık toplumsal ve sosyal içerikli sözler yazarak bir boyuttan tamamen farklı bir boyuta geçmiştir. 1993' te Reinert ve Masdival Cynic' e devam etmek için gruptan ayrılır. Bunun üzerine gitarist olarak King Diamond' dan Andy LaRocque ve baterist olarak Dark Angel' dan Gene Hoglan (en sevdiğim bateristtir kendileri. Atomic Clock lakabı vardır çeşitli ataklar yaparken bile hiç ritim kaçırmamasından ötürü.) gruba dahil olur. Grup bu kadroyla beraber 5. stüdyo albümlerini hazırlar.
Filozof !!! 1993 yılında grup 5. stüdyo albümleri olan Individual Thought Patterns' ı yayınlar. Death bu albümde Human' da geçtiği müzikaliteyi korumuş ve hatta daha progresif bir çizgide buna devam etmiştir. Gene Hoglan davulda , Steve Digorgio bas gitarda inanılmaz işler çıkarmıştır. Tabi yine Chuck bildiğimiz dehasını konuşturmuştur. Şahsen en
Sözlerden de anlaşılacağı üzere Nothing Is Everything dinliyorum şu anda 0:48'de giren melodi ile tüylerim diken diken resmen. Bu albümden hemen sonraki turneye başlamadan önce LaRocque gruptan ayrılır ve tur gitaristi olarak Ralph Santolla gruba dahil olur. Sıradaki stüdyo albümlerinin hazırlıklarına başlarken bas gitarist Digorgio ve tur gitarisi Santolla gruptan ayrılır ve yeni albüm için bas gitarist Kelly Conlon ve gitarist olarak Bobby Koeble ile yola devam edilir.
Kristal Dağ!!! Yeni kurulan kadroyla beraber albüm hazırlıklarına başlayan Death 1995 yılında 6. stüdyo albümleri olan Symbolic' i yayınlar. Her albümde teknik ve progresiv yönden gelişen Death bu albümde de bunu sürdürür. Albümdeki şarkıların uzunlukları önceki albümlere göre artmıştır ve bunun artan progresifliğin sonucu olduğu söylenebilir. Albümde önereceğim parçalar ise Crystal Mountain (telefon melodim ,bkz) , Empty Words (bkz) , Misanthrope (1:20'de başlayan kısımda Gene Hoglan uçar, bkz) ve tabiki Zero Tolerance (bkz) ' tır. Chuck Live In LA konserinde Crystal Mountain'dan önce şöyle der; “Next song is about a mount build upon deception and greed” Ve şarkıda; “All the traps are set to confine All who get in the way of the divine In sight and in mind of the hypocrite A slave to the curse forever confined ”
Symbolic'ten sonra Chuck ve müzik şirketi Roadrunner'a Chuck' ın yeni projesi olan Control Denied'a şarkı yazımından dolayı yeni Death albümü için acele edilmemesi gerektiğini söyler. Bu gerçekleşmeyince Nuclear Blast 'a geçen Chuck Death ve Control Denied albümleri için anlaştıktan sonra yeni Death albümünün hazırlıklarına başlar. Bu albümün hazırlıklarından önce Chuck hariç bütün grup elemanları gruptan ayrılır. Bunun üzerine davula Richard Christy (başka bir davul efsanesi), gitara Shannon Hamm ve bas gitara Scott Clendenin yerleşir.
Azmin Sesi!!! 1998'de yeni kadroyla beraber Death' in 7. ve son stüdyo albümü olan The Sound Of Perseverance yayımlanır. Önceki albümlere göre çok daha progresif bir çizgide ilerleyen albümde ayrıca bir de Judas Priest coverı mevcuttur. Painkiller'a yapılan bu cover orjinali kadar iyidir. Bu progresif yönün daha da artmasına paralel olarak şarkı uzunlukları da artmıştır bu albümde. Gitarlar daha ağır tempoda ve daha melodiktir. Ben bu albümle Death dinlemeye başladığım için ayrıca bende yeri ayrıdır. Death dinlemeye başlanabilecek albüm olarak bu albümü önerebilirim progresif yönünün çokluğundan ötürü. Albümde sevdiğim parçalar Spirit Crusher (bkz) , Scavenger Of Human Sorrow (bkz) , Flesh And The Power It Holds (O giriş muazzam , bkz) ve A Moment Of Clarity (bkz) ' dir. Chuck bu albümden sonra Death' i şu sözlerle sonlandırıp Control Denied isimli projeye geçmiştir. “Bu benim için doğru yönde ilerlemenin , gelişimin bir parçası.Bu şarkıları bir Death albümüne koymayacağım.Grubun adını değiştirerek doğru bir seçim yaptığımı düşünüyorum.Her şeyi doğru şekilde yapmaya çalışıyorum” Böylelikle 1999 yılında Death sonlanır. Chuck yeni projesi Control Denied ile hayatına devam eder.
Control Denied !!! Control Denied Chuck' ın 1996 yılından beri aklında olan bir Progresif / Heavy Metal grubudur. Son Death albümünden elemanlarla beraber ( Clendenin yerine Digorgio geri dönüyor. ) ve vokalist olarak kendisi yerine Tim Aymar'ı koyarak 1999 yılında The Fragile Art Of Existence isimli albümü çıkarır. Bana soracak olursanız bu albüm Human ile beraber Chuck' ın en önemli eseridir. Hatta belki en iyisi bile denilebilir. The Sound Perseverance' daki progresif müziğin üzerine Tim Aymar'ın güçlü power metal tarzı vokalleri ile inanılmaz bir müzik oluşturmuştur Chuck bu albümle beraber. Chuck' ın müzikal dehası ile tanışmak için çok iyi bir başlangıç albümüdür (Brutal vokal olmadığından daha önce Death metal dinlememiş olanlar için daha rahat olabilir.). Albümün çıkışından kısa bir süre sonra hastalanan Chuck' a doktorlar beyin tümörü teşhisi koyarlar. Kendini iyi hissettiği zamanlarda 2. Control Denied albümü için çalışsa da 2001 yılının 13 Aralık günü durumu çok kötüleşir ve hastahaneye kaldırılır. Daha sonra durumu düzelir gibi olunca eve geri gönderilir fakat 1 saat kadar sonra ölür. Chuck' ın ölümü hem insan olarak hem de dahi bir müzisyenin dünyaya bırakacağı eserlerin önünü kestiğinden ötürü çok büyük bir kayıptır. O yaşasaydı müziğin ilerleyişi şu anda çok daha farklı yönlerde olabilirdi. Ben şahsen her 13 Aralık günü tüm gün Death dinleyerek anarım kendisini. Ayrıca belirmeden geçmeyeyim geçen yaz eski Death ve Control Denied müzisyenleri ile bazı gönüllü müzisyenler Death To All ismiyle Chuck' ı anma konserleri verdiler (bkz).Yazımı The Philosopher dinleyerek kapatıyor ve şu sözlerle noktalıyorum. “ Lies feed your judgement of others. Behold how the blind lead each other. the philosopher. you know so much about nothing at all. ” Seni unutmayacağız Chuck Schuldiner… Çağlar Durmaz
Detektivbyrån
Bir radyo programında rastlayıp; peşine düşmüştüm, bu tatlı ötesi grubun. Thereminli müziği ile beni hem safına hem de dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Radyoda denk geldiğim parça, “Om Du Möter Varg” 2008 yılı “Wermland” albümünün çıkış parçasıydı; fantastik dünyaya tek kişilik kesilen bir biletti adeta benim için.
Ah, bir de neredeyse unutuyordum. Sahne performansları da tadından yenmiyor. Buyurun bakalım bir de buradan yakın. http://www.youtube.com/watch?v=GRUcDR44XQk Etkin Oldukları Yıllar: 2005-2010
Detektivbyrån, 2005 yılında Molin kardeşler ve Jon Nils Emanuel Ekström tarafından İsviçre’ de kurulmuş , folk müziğini elektronik tınılarla birleştirerek icra eden elektrofolk olarak nitelendirebileceğimiz bir grup. Yaptıkları müzikle kulaklarımızın pasını bir güzel sildiler sağ olsunlar var olsunlar diyeceğim; ama 2010 yılının Ağustos ayında yaptıkları bir açıklamaya göre “Artık Detektivbyrån adı altında müzik yapılmayacak” diyerek sevenlerini üzmüş , sonrasında da dağılmışlardır. 2010 yılında yaptıkları bu açıklamaya kadarki süre zarfında, üç albüm çıkarmışlardır. Hangi tarz müzik zevkine sahip olursanız olun, albümlerini dinlediğiniz zaman neşeleneceğiniz ve huzuru hissedebileceğiniz parçalara sahip; farklı melodilerle dolu bir şölen yaşamaktan geri kalmayacağınızın garantisini verebilirim. Enstrüman olarak , ksilofon , akordeon, theremin, trompet ve hatta makas bile kullanmışlardır. E18, Nattöppet, Neonland parçaları size üç ayrı albümden tavsiye edebileceğim üç ayrı parça. Bunların haricinde albümlerinde geri kalan parçaları da dinlemeden geçmeyin, kısa parçalardan oluşan topu topu üç albüm bırakıverdiler arkalarında zaten. Özellikle son çıkardıkları albüm “Wermland” çok başarılı benden söylemesi!
Albümleri: Hemvägen (2006) E18 Album (2008) Wermland (2008) Ece Gündüz
DESTRUCTION – SPIRITUAL GENOCIDE Sanatçı:Destruction Album Adı:Spiritual Genocide Tur:Thrash Metal Çıkış Tarihi:23 Kasım 2012 Şirket:Nuclear Blast
Alman Teutonic Thrash bölgesinin üç önemli grubu vardır. Kreator, Sodom ve Destruction. Bunların içinden en çok Kreator' u sever fakat en çok Destruction' a saygı duyarım. Bunun iki önemli nedeni var. Birincisi 82 yılında kurulduklarından beridir tarzlarında değişikliğe gitmeden ( 90 ' lardaki Metallica önderliğindeki değişim ) müziklerini sürdürmeleri , diğer neden ise İstanbul' da gittiğim ilk metal konseri olan 7 Mart 2010 konserleridir. Şimdi de 82' de kurulan grubun bu yıl 30. yılını kutlarken çıkardıkları bu albümün kritiğini sizlerle paylaşıyorum. Exordium bir yandan durgun bir yandan davulla verilen atmosferle güzel bir şekilde ilk şarkı olan Cyanide' a bağlanıyor. Cyanide vokal Schirmer' in çığlığıyla açılarak modern thrash sound' u ile iyi bir şarkı olarak göze çarpıyor. Güzel bir konser giriş parçası olabilir. Hem tempolu hem de mosh pit oluşturabilecek kapasitesi olan bir şarkı. Bu şarkıdan sonra albüme adını veren şarkı olan Spiritual Genocide başlıyor. Gayet agresif riff ve vokallerle başlayan bu şarkının tek eksik görebileceğim yanı beğenmediğim nakarat kısmı. Onun dışında gayet tempolu örnek bir thrash parçası olmuş. Renegade ise albümde sevmediğim parçalardan. Agresiflik var ama vokal ve gitar rifflerini sevmedim. City of Doom ' un girişi ise bana Megadeth'ten Holy Wars...The Punishment Due 'yu hatırlattı. Neyse ki sadece hatırlatmakla kalan bir kısım sonradan gayet tempolu bir şekilde başka yerlere kayıyor. No Signs No Repentence ise tipik 80' ler thrash metalini yansıtarak albümün en iyi parçası olarak gözüme çarpıyor. Çok güzel bir solosu olan bu parçada albüm genelinde çok iyi performans sergileyen davulcu Vaaver yine performansını sürdürüyor. To Dust You Will Decay ise albümde en sevdiğim şarkı. Slow girişi ile çok farklı başlayan şarkı 0:55 itibarı ile tempo kazanıyor ve en sevdiğim kısmı olan nakarata bağlanıyor. Eşlik etmesi çok güzel olan bu nakarat bence parçanın en güzel yönü. Legacy Of The Past albümdeki güzel şarkılardan. Gayet güzel bir tempoda ilerleyen bir şarkı. Carnivore ise biraz crossover tarzı ( Municipal Waste , D.R.I. ) bir giriş ve tempoyla ilerliyor. Crossover tarzına bayıldığımdan albümde sevdiğim şarkılardan biri oldu. Ayrıca gitarist Mike Sifringer' ın döktürdüğü bir solo da mevut şarkıda. Riot Squad albümün sönük şarkılarından. 2:20 civarından sonra giren güzel bir kısım dışında albenisi olmayan bir parça. Under Violent Siege ise yine 80' ler kokan gümbür gümbür bir parça. Davulcu yine döktürüyor bu parçada. Gaz bir nakaratı olan parça albümün iyilerinden. Gelelim bonus parçalara.
Benim de sevdiğim şarkılardan olan Saxon' dan Princess Of The Night cover' ı ilk bonus parça. Parça güzel olduğundan zaten kötü bir durum olmamış. Destruction bunun üstüne biraz agresiflik eklemiş ve güzel bir cover olmuş. Diğer bonus ise Carnivore parçasının başka bir versiyonu. 30. yılını kutlayan bir grubun bu kadar iyi bir albüm çıkarabilmesine şaşırdım gerçekten. Bu albüm çıkmadan önce yılın thrash albümü Kreator – Phantom Antichrist olur diye düşünürken Destruction bu düşüncemi değiştirdi. Albüm harika mı, bana sorarsanız değil fakat iyi bir albüm olduğunu söyleyebilirim. Son söz olarak ise “ 30. yaşın kutlu olsun Deli Kasap ” der ve incelememi noktalarım. Çağlar Durmaz
Şarkı Listesi 01. Exordium - 1:03 02. Cyanide - 3:21 03. Spiritual Genocide - 3:39 04. Renegades - 3:55 05. City of Doom - 4:01 06. No Signs of Repentance - 4:50 07. To Dust You Will Decay - 4:21 08. Legacy of the Past - 4:28 09. Carnivore – 4:28 10. Riot Squad - 4:12 11. Under Violent Sledge - 4:09 12. Princess Of The Night (Bonus Track) – 3:51 13. Carnivore(Guest Version) – 4:29 Grup Marcel 'Schmier' Schirmer - Vokal & Bas Gitar Mike Sifringer - Gitar Vaaver (Wawrzyniec Dramowicz) – Davul
7,5/10
SKÁLMÖLD-BÖRN LOKA Sanatçı:Skálmöld Albüm Adı:Börn Loka Tür:Folk Metal/Viking Metal Çıkış Tarihi:26 Ekim 2012 Şirket:Napalm Records
Skalmöld yakın zamanda ortaya çıkmış bir grup. İzlanda'dan çıkan grup 2009 yılında kurulup 2010 yılının sonlarına doğru çıkardıkları Baldur isimli albümleri ile seslerini Dünya'ya duyurdular. Grubun şarkı içerikleri genelde Norse (Viking) Mitolojisi ve bununla beraber İzlanda serilerinden (İcelandic Sagas) oluşur. Ayrıca grup 2011 Wacken'a katılarak rüştünü de ispatlamıştır metal müzik arenasında. Grubun genel müzik tanımlaması Folk/Viking metal olmakla beraber, İzlanda'nın yerel ezgileri ile biraz Ensiferum biraz Tyr ve İron Maiden ile thrash metal unsurlarını içerdiğini söyleyebilirim. Albüme geçmek gerekirse, albümdeki tüm şarkıların isimleri Norse Mitolojisinden ögelerden oluşmakta. Ayrıca albümün ismi olan Börn Loka İzlandaca'da Loki'nin çocukları manasına gelmektedir. Albümün introsu olan Óðinn (Odin) koro vokaller içeren epik diyebileceğimiz bir giriş olmuş. Sıradaki parça olan Sleipnir(Odin'in 8 bacaklı atı) albümdeki headbang yaptıran şarkılardan. Melodik Death Metal havası içeren ve 2:10 civarında giren groove kısımla beraber doruklara çıkan zamanında Bathory (saygımız sonsuz)'nin kullandığı ambiyans oluşturan efektlerden yararlanarak (kişneyen at sesi) güzel bir kompozisyon hazırlanmış şarkıda. Sonlara doğru giren melodik kısım ise mükemmel bir şekilde ana riffe bağlanarak noktalıyor şarkıyı. Ve sıradaki şarkı olan Gleipnir (Fenrir'i tutan zincirler) albümdeki favori parçam. Giriş melodisi dans ettiren cinsten bir folk ezgisi. Tempolu bir solo içeren parça solo bittikten sonra ana riffle beraber koro vokallere bağlanarak sona eriyor. Fenrisúlfur (Fenrir) ise tempolu bir parça. 1:27 civarı giren melodik riff gerçekten çok güzel bir folk riffi ve Brutal vokallerden sonra Tyr'i anımsatan bir şekilde koro vokallere bağlanıyor. Parçanın eksisi olarak diyebileceğim şey scream brutal şeklinde olan vokal yerine clean bir vokalin daha çok uyabileceğini düşünmem yoksa başından sonuna güzel bir viking şarkısı. Himinhrjóður ise gerçekten vahşet dolu bir intro ile açılan bir ara geçiş parçası. Miðgarðsormur (Midgard'ın yılanı diğer adıyla Jörmungandr) çok sevdiğim bir folk vokal tarzı ile açılıyor. Altta çalan ana riff ile çok uyumlu olmuş vokal. 2:30 civarı thrash metal havasına giren şarkıya bir de thrash metal solosu eklenince grubun ne kadar değişken tarzlarda müzik yaptığı belli oluyor. Daha sonra ise koro vokaller ile eski ritmine dönen şarkı son kısımlara doğru gerçekten epik oluyor. Narfi ( Loki' nin çocuklarından biri ) güzel bir melodik girişle açılıyor.
Nakarat kısmı koro vokaller ve ana riff melodisiyle hoş bir birleşim olmuş. 3:06 ' daki kısım parçadaki en sevdiğim kısım. Koro vokaller tüyleri diken diken ediyor bu kısımda. Şarkı bundan sonra ana riff ve vokalle sonlanıyor. Hel (Loki'nin kızı ) güzel bir girişe sahip bir şarkı. Melodik kısımları çok hoş olmuş. Parça ortalarından sonra Pagan/Black metal tarzı bir müziğe bağlanıyor ki bu tekdüzelikten uzak durumu ile albümdeki en sevdiğim ikinci parça olduğunu söyleyebilirim. Váli (Loki'nin diğer oğlu ) ise albümdeki melodik ve tempolu parçalardan. Iron Maiden tarzı bir solosu olduğunu söyleyebilirim. Solo sonrası giren kısım ise albümde genel olarak en sevdiğim yerlerden biri olan koro vokallerle sonlanıyor. Loki ise melodik death metal tarzı bir riff ile açılıyor. Albümün en uzun parçası olan Loki yer yer artan ve azalan temposu ve harika bir solosu ile gerçekten güzel bir şarkı dinletiyor bize kapanışta. Albümde ayrıca Eldur (Fire)/Part 4 of Millennium Songs isimli bir şarkı mevcut.Bu şarkı da albümün geneli gibi çok güzel kısımlar içeriyor(koro vokaller, melodik kısımlar vs.). Son söz olarak tam olarak bir konsept albüm olmasa da Börn Loka bize Loki' nin çocuklarının hikayesini gayet güzel bir dille ulaştırıyor. Çağlar Durmaz
Şarkı Listesi 01. Óðinn - 2:11 02. Sleipnir - 6:27 03. Gleipnir - 4:01 04. Fenrisúlfur - 5:37 05. Himinhrjóður - 2:08 06. Miðgarðsormur - 5:19 07. Narfi - 3:53 08. Hel - 5:35 09. Váli - 6:02 10. Loki - 9:37 11. Eldur (Fire)/Part 4 of Millennium Songs - 6:56 Grup Björgvin Sigurðsson – vokal, gitar Baldur Ragnarsson – gitar, geri vokal Snæbjörn Ragnarsson – bas gitar Þráinn Árni Baldvinsson – gitar Gunnar Ben – klavye, obua Jón Geir Jóhannsson – davul
8,5/10
KİTAP
Öncelikle tahmin edeceğiniz üzere hikayeYüzüklerin Efendisi’nden önce geçiyor. Kesin olmak gerekirse 60 yıl önce. Kitapda Yüzüğün nasıl Bilbo’nun eline geçtiği de anlatılıyor. Ayrıca Yüzüklerin Efendisi’nde de Hobbit’de ki olaylara göndermeler var. Bu yüzden seriyi daha önce okumamışsanız ve kronolojik olarak okumak istiyorsanız Hobbit’i önce okumanızı öneririm. Kitap klasik bir anlatım sergiliyor. Bir de dil olarak oldukça basit ve akıcı bir dil kullanmış Tolkien. Yüzüklerin Efendisindeki gibi ağır ve ciddi bir anlatım söz konusu değil yine de bir disney masalı olduğunu düşünmeyin burası Orta Dünya ve burda tehlike her daim kol gezmektedir. Hobbitimiz ve cücelerin maceraları bölüm bölüm anlatılıyor. Her bölümde de bir başka macera anlatılıyor, grubumuz hikaye boyunca pek çok düşmanlarla ve dostlarla karşılaşıyorlar. Bir de kitapla ilgili ilginç bir detay; Neredeyse bütün hayvanlar konuşabiliyor.
Orta dünyaya Yüzüklerin Efendisi ile başlamıştım. Kitabı okuyanlar bilirler, ağır bir dili ve anlatımı vardır Tolkien’in. Belki de bu yüzdendir ki diğer kitaplarını sonra okurum diye erteledim bu güne kadar. Lakin Hobbit gösterime girerken kitabını okumadan gitmek istemedim ve böylece Hobbit’e başladım. Okudukça gördüm ki Yüzüklerin Efendisi’nden oldukça farklı bir seri Hobbit. Bir kere okuması çok rahat. 2-3 günde bitirebilirsiniz. Hikayesi de oldukça eğlenceli ve sürükleyici. Bunun sebebi Hobbit’in aslında çocuklar için yazılmış bir kitap olarak piyasaya sürülmesi. Ancak bu sizi basit bir kitabın beklediğini düşündürmesin. Oldukça zevkli ve sürükleyici bir kitap Hobbit.
Daha önce de bahsettiğim gibi temelde çocuk kitabı olduğu için kimi zaman hikaye eğlenceli olabiliyor. Bir de mümkün olduğunca şiddetten kaçınılmış, elbette düşmanlar ölüyor ediyor ancak buralar detaylı bir şekilde anlatılmıyor ve üzerinde durulmamış. Ancak olumsuz olduğunu söyliyemiyeceğim, çünkü kitabın amacı bir serüveni anlatmak ve bunu gayet güzel bir şekilde başarıyor. Kitap ana karakterimiz Bilboya odaklanıyor. Ancak Gandalf da bol bol öne çıkan karakterlerden. Cücelerden ise Thorin ve Bombur dışında kalanlar biraz arada kaynıyor. Eh kendileri 13 tane oldukları için zaten 300 sayfalık bir kitap da pek de bahsedilememeleri normal. Yine de hikaye boyunca hepsinden ufak da olsa bahsediliyor. Hobbit, Yüzüklerin Efendisi’ne başlamadan önce okunucak hafif, ancak oldukça sürükleyici bir kitap. Orta Dünya’ya uzaksanız Hobbit’i kesinlikle öneririm. Aykut Kekeç
Hikayemiz Bilbo Baggins’in evinin önünde oturup piposunu içerken Gandalf ile karşılaşması ile başlar. Nazik, sevecen ve güler yüzlü hobbitimiz maceraları pek sevmez, ancak Gandalf’ın kendisi için başka planları vardır. Mazlum hobbitimiz bir şekilde kendini evinde 13 cücenin toplantısının ortasında bulur. Cüceler zamanında Yalnız dağın eteklerinde büyük ve zengin bir krallık kurmuşlardır. Lakin büyük kötü ejderha Smaug, cücelerin zenginliğini görüp dağa saldırmış, cüceleri katletmiş ve hazinelerini ellerinden almıştır. Katliamdan kaçan bir grup cüce hayatta kalmış ve hazinelerini geri çalma planları yapmaktadır. Kahramanımız Bilbo Baggins devreye burda giriyor. Cücelerimize bir hırsız lazımdır ve Gandalf onlara Bilbo’yu önermişdir. Pek de istekli olmayan hobbitimiz mazlumluğundan kendini maceranın içinde bulur. 1937’de basılan ilk Hobbit
bütün evreni buna göre kurgulamış. Pern evreninde ejder binicileri vardır. Bunlar bindikleri ejderlerle ömür boyu sürücek bir bağ kurarlar. Öyle bir bağ ki binicisi ölen bir ejder kendini de öldürür, ejderi ölen bir insan ise ölmese bile ölene kadar kendini yarım bir insan gibi hisseder. Ejderler konuşan zeki varlıklardır, ve binicileri ile telepatik olarak anlaşırlar. Ve gelelim en önemli noktaya; teleport olabilirler. Bunun için ara bölge dedikleri bir bölgeye atlarlar ve ordan istedikleri yere birkaç saniye içinde gidebilirler. Az çok bu konular ile ilgileniyorsanız Solucandeliklerinden bahsettiğimi anlamışsınızdır. Yazar Anne McCaffrey seriyi yazarken pek çok kez bilimadamlarına danışmış, fikir alışverişinde bulunmuştur. Böylece seri boyunca zaman mekan kavramını kullanıp kurguda oluşan mantıksızlıkların, paradoksların önüne geçmek istemiş. Ve oldukça başarılı olduğunu da söyliyebilirim.
Pern serisi
Fantastik kurgu sevip de ejderha sevmemek olmaz. Gelmiş geçmiş en karizmatik ve güçlü yaratıklarda ilk sırada olan ejderhalar, fantastik kurguda pek çok farklı şekillerde tasvir edilmiştir. Kimi zaman sadece aşırı gelişmiş bir yaratık, kimi zaman büyülü özellikleri olan bir efsane hatta kimi zaman bir tanrının dünyadaki formu. Açıkcası benim de en sevdiğim yaratıklardandır. Mümkün olsaydı evimde ev hayvanı olarak ejderha beslerdim(kediden daha iyi bir seçenek). Siz de benim gibi ejderhaları seviyorsanız Pern serisi tam size göre, çünkü kitapda oldukça önemli bir yere sahip ejderhalar. Pern evreninde ejder adamlar vardır. Bunlar farklı bir soydan gelen, ejderlere binen ve dünyayı koruyan, herkesin saygı duyduğu ve korktuğu bir halktır. Yüzlerce ejderden oluşan klanın sadece bir adet kraliçesi vardır ve oda ölmek üzeredir. Ardında bir adet altın yumurta bırakarak. Ancak kraliçe ejderha yumurtadan çıktığında dişi bir insan ile zihinsel bir bağ kurmak zorundadır ve bu bağ ne kadar güçlü olursa dişi ejderha da o kadar güçlü olacak ve pek çok yumurta bırakabilecektir. Ancak pern de ejderha halkına eskisi kadar saygı duyulmuyor ve dünyayı korumalarına ihtiyaç duyulmadığı düşünülmeye başlanıyordur. Konumuz bu şekilde başlıyor, daha sonra hikaye bayağı ilginçleşiyor ancak spoiler olmaması adına bunları anlatmıyacağım. Daha çok bahsetmek istediğim kitabın içeriği; Yazar(Anne McCaffrey) ejderhaları diğer kitaplara nazaran oldukça farklı olarak tasvir etmekle kalmamış,
İlk kitabı okurken biraz zorlanabilirsiniz çünkü kitapda pek çok olay açıklanmadan geçiliyor. Örnek olarak dünyaya saldıran gümüş iplikler var ancak bunların ne olduğu, nasıl oluştuğu bilinmiyor. Ancak kitabın ortalarına doğru biraz tahminde bulunabiliyorsunuz. Bunun gibi birkaç detay daha var ancak keyfinizi kaçırıcak veya keyif almanızı engelliycek şekilde değil. Biraz kafa karışıklığı bolca da meraka sebeb oluyorlar. Özellikle sonlara doğru daha açıklanmamış bir sürü şey olduğunu görüp daha anlatılıcak çok hikayesi olduğunu anlıyorsunuz. Kitapdaki karakterler genel olarak başarılı. Öyle çok akılda kalıcı değil, ancak çok silik de değiller. Baş karakterimiz ise başına buyruk güçlü bir kadın. Özellikle kitabın başlarında karaktere çabucak ısınıyorsunuz. Bir de kullanılan isimler oldukça garip bu yüzden başlarda zorlanabilirsiniz(F’lar, F’nor, R’gul, S’lel… gibi) Pern serisini ejderhalar ve uzay zaman paradoksu temasını seven herkese öneririm. Toplamda 22 kitapdan oluşan serinin ne yazık ki sadece 4 tanesi türkçeye çevrildi. Yine de belli olmaz, bakarsınız ileride tekrar basılır. Aykut Kekeç
olarak da (öldürdükten sonra) acaba buraya neden geldi diye sorarlar. Genelde sistem böyle işler. Yine de kahramanımız tüm bu zorluklara rağmen yüzeyde yaşamaya devam eder, kendini anlayan yeni yol arkadaşları bulur (Catti brie, Regis, Bruenor, Wulfgar) ve tabi ki yeni düşmanlar edinir (Artemis Entreri...) ve macera devam eder.
Karaelf olmak zordur Ne demiştik, Drizzt diğer drowlarla uyum içinde yaşayamaz ve genç yaşta yurdundan ayrılır. Neden peki? Drowlar, elflerin karanlık akrabalarıdır. Koyu ten renkleri, beyaz saçları ve elf gibi sivri hatları ve kötü kalpli olmaları belirgin özellikleridir. Halk arasında karaelf olarak bilinirler. -tenlerinin siyah olmasından dolayı mı yoksa kötü olmalarından dolayı mı böyle derler hep merak etmişimdir.
FANTASTİK EDEBİYATIN EFSANELERİ
Kitap tanıtımlarının yanında birde fantastik dünyalara ismi kazımış önemli karakterleri tanıtalım dedik ki bundan sonra biri sana, sen "şunu tanımıyor musun? şöyle yapmış" dediğinde "haa ben onu bir yerde okumuştum" deyip günü kurtarabilesin.
Farklı Drow; Drizzt DO'URDEN Yeraltında yaşayıp doğayı seven ve Mielikki'ye dua eden, drow olup aynı zamanda fazlasıyla iyi kalpli olan, güneş gözlerini yaksada ona kucak açan menekşe rengi gözlü, R.A. Salvatore'nin gözdesi, ozanların hakkında şarkılar yazdığı kaç tane canlı tanıyorsunuz? (Canlı dedim çünkü Lolth böylelerini yaşatmaz.) Bu özelliklerin hepsini barındıran bir bünye bulmak zordur. Ama bir tane var ve size onu takdim etmek istiyorum. KARŞINIZDAA DRIZZT DO'URDEN!
Drowlar gerçekten kötüdür. Öyle ki, anaerkil bir ırk olan drowlar, üçüncü erkek çocuklarını fazlalık olarak görürler ve kendi öz evlatlarını zevkle öldürürler, pardon tanrılarına sunarlar. Öyle ki, kardeşini sırf ailede ki büyük kardeş olup yükselmek için öldürür. Öyle ki, bir soylu aile sırf yükselmek için başka bir soylu aileye saldırdığında geride tanık bırakmamak için tüm aileyi katlederler. Çünkü bu yaptıkları bir suçtur ve geride tanık bırakamazlar. İşin aslıysa herkesin kimin kime saldırdığını çok iyi bilmesine rağmen arkalarına yaslanıp işin ne kadar temiz yapıldığı hakkında sohbet etmesidir. Zaten temiz yapılmamışsa kurallar uygulanır ve saldıran aile katledilir. Kısacası işler biraz karışıktır. Her an sırtınıza bir hançer saplanabilir ya da bir arbaletin klik sesini duyabilirsiniz -ve bu duyduğunuz son ses olur- Zaten kaosun tanrıçasına tapan bir toplumdan daha iyisi beklenir mi?
Kim ki bu? Kahramanımız, R.A SALVATORE'un Unutlumuş Diyarlar'da geçen maceralarının çoğunda baş rol almış bir drowdur. Soylu Do'Urden ailesine mensup olan bu küçük kardeş, Annesi Matron Malice Do'Urden, babası ..spoiler..(bkz: 1. kitap, Anayurt) Bu drow diğer drowlarla uyum içinde yaşayamaz ve genç yaşta yurdundan ayrılmak zorunda kalır. Uzun bir süre yeraltında yaşadıktan sonra sonunda yüzeye yeryüzüne- çıkar ve hayatının geri kalanını yüzeyde geçirmeye karar verir. Tabi yüzeyde yaşamak kolay değildir. Özellikle de bir drowsanız. Çünkü yüzeyde yaşayan ırklar bir drowu yüzeyde görünce önce şaşırır, sonra saldırır, en son
Efsanenin başlangıcı.
Neyse konumuza dönelim
Sonunu da bağlıyabilirsem
Drizzt'in diğer drowlarla neden uyum içinde yaşayamadığını açıklayabildim sanıyorum. Çünkü Drizzt diğer drowlar gibi değildir. O iyi kalplidir. Fazla iyi. Kötü olduğunu bilmesine rağmen başka bir drowa kolay kolay zarar veremeyecek kadar iyi. Böyle bir toplumdan böyle bir drow nasıl çıkmış bilemiyoruz. Garip. Bu garipliklerinden dolayı kahramanımız kendini genç yaşta (bir drow için oldukça genç) yollara vurmuştur. Kahramanımız gariplikleri –hayata bakışı, kurduğu felsefe, düşünme şekli- okurken bize "Yazar da amma fanteziye girmiş" dedirtecek kadar fazladır.
Çok şey yazdım gibi hissetsem de aslında çok az şey yazdım. Drizzt'in yaptıklarını anlatsaydım herşey çok daha karışık olurdu buna eminim. Anlatmamamın sebebi ise tabi ki sizsiniz. Dikkatinizi çekebildiysem ve bir gün Drizzt'in hayatını okumaya karar verirseniz spoiler almadan okuyun istedim. Ama okumaya karar verirseniz de dikkatinizi çekmek isterim bu kitapların hiçbirinde tek karakter Drizzt değil. Çoğunda baş karakter olduğunu da belli etmez. Zaten dışardan sessiz ve içine kapanıktır. Ama çoğu yerde kendi iç çatışmalarını görebilirsiniz.
Ha birde iyi kalpli olmasının yanında oldukça yetenekli bir savaşçıdır. O konudan hiç bahsetmedim ama tahmin edersiniz ki iyi kalpli ve saf olmasına rağmen o toplumda hayatta kalabilmişse -ki bunu başarması gerçekten zordubu büyük bir yetenektir. Drizzt'in hünerlerinden kısaca bahsedecek olursak, Menzoberranzan'ın –yaşadığı drow şehri- en iyisidir demek yeterlidir. Eğitimini birincilikle bitirmiş, hatta kendi hocasını da yenmiştir. Kimse pek dile getirmese de en korkulan drowlar arasındadır. Yurdundan kaçtıktan sonra onu geri getirmeyi başarana Lolth'un kutsaması vadedilse de kimse onu geri getirmeyi başaramamıştır.
Ayrıca kitaplardan sanki çok psikolojik gibi bahsettim ama aslında pek öyle değil. Tersine, içlerinde bolca aksiyon, entrika, heyecan bulundurur. Ahmet Emre
DİZİ FİLM
Hobbit; Tolkien in çocuklar için yazdığı, bir grup cücenin Gandalf ve Bilbo Baggins eşliğinde ejderhadan hazinelerini geri çalmalarını anlatan bir öykü. Kitap 1937 yılında yayınlanmasına rağmen daha sonraları biraz daha değiştirilip günümüzdeki haline getiriliyor. Kitapdan uyarlanan filmleri izliyeceğim zaman filmi izlemeden önce mutlaka kitabını okumaya çalışırım. Zira orijinal versiyonunu görüp filmi de ona göre izler değerlendiririm. Bu sefer de öyle yaptım ve filme gitmeden önce daha önce okumaya fırsat bulamadığım Hobbit’i okudum. Kitap bölümünde ayrıca incelediğim halini de bulabilirsiniz.
2012’nin en çok beklenen filmi nedir diye sorarsanız alacağınız cevap %90 Hobbit olacaktır. Eh dile kolay, Yüzüklerin Efendisi gibi bir seriyi oldukça başarılı bir şekilde beyaz perdeye aktaran Peter Jackson, yine aynı şekilde Tolkien’in Hobbit’ini uyarlıyor. Üstelik yine üçleme olarak. Son Yüzüklerin Efendisi filminden 9 sene sonra tekrardan beyaz perdede yine Orta Dünya’ya gideceğiz. Heyecanlanmamak elde mi? Benim Yüzüklerin Efendisi ile tanışmam ortaokul yıllarıma denk gelir. O zamanlar daha ergenliğe bile girmemiş, fantastik kurgudan haberi olmayan bir velet iken tek başıma gittiğim sinemada fantastik kurguyla tanışmış. Elf nedir? niye Arwen o kadar güzel? Orklar niye dişlerini fırçalamıyor? Cüceler niye sakallarını kesmiyor? gibi tam bir noob soruları sorup filmi izliyordum. Derken Frodo’nun elflerin mekanında Bilbo ile karşılaştığı ve Bilbo’nun yüzüğü görünce atıldığı o ani ve ürkütücü sahne geldi, ve ben deli gibi korktum. Filmin geri kalanını titreye titreye izledim. Evet sayın okurlar, bir hobbitten korktum. Varın Nazgul ve diğer ürkünç sahneleri nasıl izlediğimi siz düşünün. Hobbit incelemesine geldik sen bize çocukluğunu anlatıyorsun diyebilirsiniz. Değinmek istediğim nokta hemen hemen herkesin filmi beklemesi için bir sebebi olduğu, ve dolayısı ile salona büyük beklentiler ile girmesiydi. Peki bakalım film beklentilerimizin ne kadarını karşılıyor.
Gelelim filme. Hobbit orjinalinde çocuklar için yazılan bir kitap olduğu ve toplamda 300 sayfalık bir kitap olduğu için, 3 partlık, toplamda 9 saatlik bir film olduğunu duyduğumda pek şaşırmış, biraz da daha çok hasılat için bu yöne gittiklerini düşünmüştüm. Ancak filmin orijinal hikayeden başka şeylerede değineceğini ve evrenle ilgili bilgiler vereceğini, bu yüzden böyle bir yol seçildiğini duyduktan sonra bekleyelim ve görelim moduna girdim. Filmle ilgili bir diğer önemli nokta ise 3d teknolojisi idi. Özel olarak 48 fps lik kameralarla çekilen film, daha keskin görüntüler ve gözü yormayan bir seyir vaadediyor. Lakin çok az sinemada bu teknoloji var. Açıkcası Türkiye’de hangi salonlarda vardır falan araştırmadım. Ancak görselliğin iyi olacağını düşündüğümden bir de beklediğim bir film olduğundan dolayı IMAX’de izlemeye karar verdim. Nispeten pahalı olan bilet fiyatını gözardı edip salonun yolunu tuttum ve 3 saat boyunca filmi izledim. İzledikten sonra uzun uzun düşündüm filme mümkün olduğunca objektif yaklaşmaya çalıştım ve verdiğim karar şudur;
2012’nin en iyi filmi.
Film kesinlikle mükemmel! 3 saat olmasına rağmen nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Peter Jackson gene mükemmel bir iş çıkarmış. Film konu olarak kitapla paralel gidiyor. Tabi bu ilk bölümü olduğu için ilerde daha da farklılaşabilir bu durum. Gene de arada farklılıklar yok değil. Fazladan eklenen düşmanlar var mesela, bir de kimi yerler kısa geçilmiş, bazı olaylar yok sayılmış. Bir de karakterlerde hafif bir değişim var mesela thorin normalde olduğundan biraz daha inatçı ve asabi bir tip olarak gösterilmiş, Bilbo ise kitapdaki mülayim halinden çok biraz daha olgun bir karaktere sahip.
“Kitaba bağlı değil.”
3d ise muhteşem. Belki IMAX’de gittiğimden de olabilir ancak normal 3d ye giden arkadaşlarımdan da aynı yorumları aldım. Film şimdiye kadar gördüğüm en güzel 3d ye sahip. Rahat algılanabilen ve güzel ayarlanmış bir derinlik hissi var. Şimdiki çoğu 3d film gibi ara ara 3d sahneler yerine baştan sona kadar 3d ye sahip. Özellikle kimi sahnelerde ağzınız açık kalıcak. 3d nin güzel olmasının yanında, gerek Yeni Zellanda’nın o mükemmel doğası, gerek özel efektlerin muhteşemliği size tam bir seyir zevki yaşatıyor.
Kitapdan uyarlama filmleri izlerken yapılan en büyük hatadır kitapla filmi birebir uygun olup olmadığına göre değerlendirme. İkisi oldukça farklı şeyler, mutlaka bir değişiklik olacaktır. Asıl önemli olan “film kitaba bağlı mı? değil mi?” sorusu değil, “filmin anlatmak istediği ile kitabın anlatmak istediği aynı mı?” sorusu olmalıdır. Yüzüklerin Efendisi’nin de kitapla pek çok farklı noktaları vardı, ancak bu onu kötü bir film yapmadı.
Tabi 3d nin olumsuz tarafları da yok değil. Bir kere hızlı aksiyon sahnelerinde fps yavaşlıyor. Bu biraz rahatsız ediyor. Bir de kafanızı hafif kaydırdığınızda falan 3d hemen bozuluyor. Ancak diğer 3d filmlerde rastladığım gözün yorulmasını bu sefer yaşamadım, bunu da bir artı olarak ekliyebiliriz.
Kitabı okuyanlar göreceklerdir ki serüven boyunca pek çok kez kahramanlarımız komik durumlara düşüyor, Zaten başta da dediğim gibi çocuklar için yazılmış bir serüven bu. Kimi zaman eğlenceli, kimi zaman tehlikeli, kimi zamansa heycanlı oluyor.
Gelelim müziklere; Howard Shore gene mükemmel bir işe imza atıp uzun süre dinlenicek müzikler yaratmış. Özellikle daha filmin başlarında cücelerin akşam şöminenin başında söyledikleri Misty Mountain aklınızı alıp sizi filmin içine sokuyor. Ayrıca film bittikten sonra jenerikte çalan Song of the Lonely Mountain’i de dinlemeden salonu terketmeyin. Hobbit son zamanlarda izlediğim en iyi filmdi benim için ve uzun zaman da böyle kalacak. Herkese öneririm. Ancak filmle ilgili sağda solda bir kaç olumsuz eleştirilere rastladım, büyük ihtimal siz de rastlayacaksınız. Olumsuz yorumlara baktığımda ağırlılklı olarak gördüğüm şeyler şunlardı; “Bir Yüzüklerin Efendisi değil.” Tabi ki değil arkadaşım. Biri 3 kitaplık koskoca bir seri. Gerek anlatımı olsun, gerek hikayesi olsun oldukça karanlık bir seri. Diğeri ise 300 sayfalık çocuklar için yazılmış bir macerayı anlatan, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman tehlikeli bir hikaye. Sen Yüzüklerin Efendisi 4’ü görücem diye gidiyorsan o sinemaya, tabi ki umduğunu bulamazsın.
“Film yeteri kadar ciddi değildi.”
Eğer yukarıda yazdığım gibi düşünüyorsanız, yani yüzüklerin efendisi 4 veya kitabın filme dönüşmüş halini bekliyorsanız Hobbit’ten istediğiniz verimi alamayabilirsiniz. Ancak geri kalan diğerleri için yılın filmi gidip izlenmeyi bekliyor. Hala gitmeyenlere veya 2. kez gitmek istiyenlere IMAX’i öneririm. Aykut Kekeç
Aradan yıllar geçmiş ve günümüze gelinmiştir (filmde günümüz dediği 1997 yılı). İnsanların taptığı eski tanrı heykellerini toplamayı kendine görev edinen koleksiyoncunun göz bebeği olacak olan Ahura Mazda heykeli sonunda limana getirilmiştir.Fakat talihsiz bir kaza sonucu heykel parçalanmış ve heykelde gizli olan opal çalınmıştır. Elden ele gezen opali en son satın alan kişi değerini öğrenmek için onu bir şirkete götürür. Opali eline alan analistimiz Alexandra Amberson taşı temizlemeye çalışırken Cini serbest bırakır (hapsedildiği taştan çıkması için ise her zamanki lambadan cin çıkartma taktiği olan bir hohla, üç kere ovala kuralı geçerli). Hapsedildiği opalden ilk çıktığında güçsüz olan Djinn insanların dilekleriyle güç kazanmaktadır. Sonsuz bir güce sahip olan Cin, gücünü ancak başkalarının isteklerini yerine getirmekte kullanabilmektedir. Ayrıca dilekleri yerine getirmek zorunda olsa da sonuca ulaşmak için seçeceği yol Djinne bağlıdır. Djinn, bir an önce onu serbest bırakan kişiyi bulmayı, üç dilek hakkını kullandırmayı ve böylece dünyalar arası kapıları açmayı hedeflemektedir.
‘istenmeyen sonuçlara maruz kalmak istemiyorsanız, ne dilediğinize dikkat etmelisiniz. Acılarınızın son bulmasını dilediğinizde ölebilirsiniz(Sonuç olarak dileğiniz yerine getirilmiş olacaktır). Şaşırt beni, mucizeler göster bana dediğinizde ise sihirli lambayı bulduğunuz güne lanet edebilirsiniz. Yine de iki adım ötedeki mutfaktan su getirmeyen kişilerin olduğu bu dünyada, dilediğiniz her şeyi yerine getirecek birinin olması güzel olabilirdi. Unutmayın ne dilediğinize dikkat etmelisiniz. Filmin konusuna gelecek olursak,Pers kralının üç dilek hakkı vardır.Kralın Djinn’den kendisini şaşırtmasını istemesi sonucunda halkı büyük felaketlerle karşılaşır. Olanlar karşısında kayıtsız kalamayan krallığın büyücüsü Djinn’i bir opalin içine hapseder. Çünkü üçüncü ve son dilek dilendiğinde artık Djinn serbest kalacak ve dünyalar arasındaki kapılar açılacaktır. Djinn, kapıların açılmasıyla kendi ırkını dünyaya getirebilecek ve kendi krallığını kurabilecektir.
1997 yapımı olan ve Peter Atkins yazdığı, Robert Kurtzman’ın yönettiği film, korku ve fantastik öğeleri bir araya getiriyor. Vizyona girdiği hafta iyi bir gişe başarısı elde etmiş ve Box Office’de üçüncü sıradan yer edinmiş. Film korku türünde dedik fakat bazı sahneler korkutmaktan çok iğrendirebiliyor. Genellikle korkutmak için her şey yolunda giderken aniden ortaya çıkan ya da bir yerlerden fırlayan şeyler kullanıyor. Sizde ister istemez refleks olarak ekrandan uzaklaşıyorsunuz (çay içerken izlemeyin). Djinn’in makyajı dönemine göre oldukça başarılı. Görsel efektler ise biraz göze batabiliyor. Tabi bunu 1997 yılına göre düşünmek lazım ancak yine de düşük bütçeli bir film izliyor gibi hissediyorsunuz. Ana konusu güzel olsa da karakterler (Djinn hariç) başarılı değil, tepkileri çok abartılı ve göze batıyor. Djinn’i canlandıran Andrew Divoff hariç oyunculuklar yetersiz kalıyor. Engin Küçükyeter
senaristi olan Bob Gale olduğunu söylersem fazladan birkaç kişiyi daha kandırabilirim heralde. Ayrıca yine Geleceğe Dönüş'ten tanıdığımız Christopher Lloyd ve Michael J. Fox dışında Garry Oldman ve Kurt Russel gibi tanınmış oyuncularıyla da öne çıkan bir yapım. Film anlatmak istediği şeyi anlatmak için gerçeküstü karakterler ve mekanlar kullansa da biraz üstünde düşününce; aslında filmdeki olayların, gerçek hayattaki karşılıklarının sadece "biraz" abartılmış versiyonları olduğunu fark ediyorsunuz. Kırmızı papyonu ve maymun kafası şeklindeki piposuyla O. W. Grant ise şimdiye kadar izlediğim filimlerdeki en garip karakterlerden biri. Bir o kadar da gerçek geliyor bana, sanki varolması "kaçınılmaz" gibi (yazının başını hatırlayın). Filmin, hayatınızı değiştirmek gibi bir iddası olmasa da hayata "bakış açınızı" biraz değiştireceğini düşünüyorum. Interstate 60'e mutlaka bir göz atmanızı öneririm. Burak Bayın
Bir teoriye göre, sonsuz bir evren ve zamanda, her şey gerçekleşecektir. Bu imkansız olanlar da dahil tüm olaylar kaçınılmaz demektir. Bu sözlerle başlamamın nedeni filmde göreceğiniz çoğu olayın imkansız olaylar kategorisine girmesi. Neal Oliver 23 yaşına girmek üzere olan bir gençtir. Hayatında herşey yolunda gözükse de aslında çok farklı bir yaşam arzulamaktadır. Doğum gününde bir "cevap" dilemesinin asıl nedeni de budur. Çünkü ressamlık eğitimi almak istemesine rağmen babası onun hukuk okuması konusunda ısrarlıdır, ona bir burs bile ayarlamıştır. Ama Neil için bardağı taşıran son damla, babasının ona hediye olarak kırmızı (en sevdiği renk olan mavi değil, babasının sevdiği kırmızı) üstü açık bir araba alması olmuştur. Neil'in bu halini gören, gizemli kişi O. W. Grant (babası bir leprikondur, hani İrlanda'nın dilekleri yerine getiren küçük yaratıkları) gencin dileğini yerine getirmeye karar verir. Neil için artık imkansız olaylar giderek sıradanlaşmaya başlar. Binaların varolmayan katlarındaki ofisler, başka kimsenin göremediği reklam panoları ve haritada bile bulunmayan bir otoban olan Interstate 60. Interstate 60 bir yol filmidir, hem de herşeyin mümkün olduğu bir yolda geçmektedir. Bu noktada filmin senarist ve yönetmeninin aynı zamanda Geleceğe Dönüş filminin de
Bilim kurgu türüyle komediyi harmanlamış ve başarılı olmuş filmlerle sık karşılaşmayız, hatırladığım bir tek ‘Galaksi Savaşçıları’ var, onun dışındaki filmler komik olsa da aradaki dengeyi kuramayıp komedinin cılkını çıkarttıkları için vasat olarak tanımlıyorum. Yoksa ‘Korkunç Bir Film 4’te de avuç avuç güldüm, ve bilinçli olarak. Başarılı komedi bilim kurgu filmlerinin konu alındığı bir listede, Paul üçüncü sıradaydı ancak konusunu okurken Comic-Con ve geek’lerin olduğunu gördüğümde Paul’u listenin birinci sırasına taşıyıp izlemeye karar verdim ve de pişman olmadım. Paul 2011 yapımı bir komedi filmi. Başroldeki oyuncular daha önceden komedi ve zombi kavramlarını güzel karıştırıp çok eğlenceli bir film olan ‘Shaun of the Dead’ filminde başrol oynayan Simon Pegg ve Nick Frost. Ayrıca Shaun of the Dead gibi Paul’un da senaryosu yine bu ikiliye ait. İkisinin birarada olması zaten bende ufak bir tebessüm yarattı ☺ Konuya gelecek olursak, Graeme (Simon Pegg) ve Clive (Nick Frost) hayalleri Comic Con’a gitmek olan iki geek. İkisi de sıradan işlerde çalışan, çizgiroman ve bilim kurgu meraklıları. Comic Con’a gitmek için gerekli olan parayı topladıktan sonra yola çıkıyorlar ve yolda bir dizi komik olaydan sonra Paul ile karşılaşıyorlar. Paul, yolunu kaybetmiş bir uzaylı. Ve bu klişeden sonra, olaylar çok daha komik bir hal almaya başlıyor. Bir çok klişenin aksine, filmde klişelerden çok daha fazla orjinal içerik ve espri mevcut ve çok iyi yedirilmişler.
TED’i izlediniz mi bilmiyorum, her ne kadar hikayeleri farklı olsa da konu açısından benzerlikler taşıyorlar. Ayrıca, ikisi de fazlasıyla eğlenceli. Efekt namına bahsedebileceğim pek birşey yok, çünkü uzay gemileri ve patlamalar gibi alışık olduğumuz şeyler dışında über bir efekt göremedim. Ancak, Paul’un modellemesi ve seslendirmesi gerçekten başarılı olmuş. Filmde bir uzaylı olması hiç sırıtmıyor, Smeagol’dan beri bu kadar başarılı bir model gördüğümü hatırlamıyorum. IMDb puanı 7.0, Tomatometer de 71%’i gösteriyor. Ben favori komedi filmlerim arasına aldım, hikâyenin ve komedinin yoğun olduğu bu filmi kaçırmayın derim. Çağlar Bozkurt
duygusundan yoksun ve hiçbir şeye ihtiyaçları yoktur. Kitaplarının içerisinde yazılar yoktur, sayfalar bomboştur. İtfaiyelerin görevi ağaçlarda mahsur kalmış kedileri kurtarmaktan ibarettir. Sanata dair atılan ve gerçekleştirilen hiçbir adım yoktur, öte yandan “pleasantville” kasabasındaki insanların cinsel hayatı da yoktur. Kasabadaki insanlar ise tüm bu “yok”luklara rağmen mutludur. Ancak, David ve Jennifer’ın “pleasantville” kasabasına gelmesiyle birlikte işler seyrini değiştirir. Kasaba, adeta bir devrime tanık olur. Sıradanlığın, kısıtlanan hayatların ve siyahbeyazlığın yerini; heyecana, duyguya, sanata, cinsel hayata, öfkeye, şiddete ve renklere bırakmasını hayranlıkla izleyeceğinizden eminim.
Pleasantville, bu zamana kadar izlediğim en iyi filmler tadında bir liste oluşturacak olsam; kesinlikle bu listenin içerisinde yer alacak bir film. 1998 senesinde, filmin hem senaristi hem de yönetmeni Gary Ross tarafından kaleme alınıp; beyaz perdeye aktarılmıştır. Daha sonraki yıllarda Spider-Man filminden hatırlayacağımız Tobey Maguire ve benim “Walk the Line” filminden hatırladığım Reese Witherspoon başrollerde. Ah tabii “Honey, i’m home” repliğiyle akıllara yer eden, “Pleasantville” kasabasının tatlı mı tatlı babasını da (William H. Macy) unutmamak lazım. David’in (Tobey Maguire) en büyük zevklerinden biri televizyonda siyah-beyaz olarak yayınlanan “pleasantville”
“Pleasantville” kasabasındaki yasakların ve kuralların çiğnenmesi için gereken tek şey az biraz cesaret. Evet, cesaret! Kasabadaki insanlar cesareti içlerinde yakaladıkları vakit; kitapların boş sayfaları dolmaya, yağmurlar yağmaya, yangınlar çıkmaya, aşk ve sanat kendini renklerle göstermeye başlayacak. “Pleasantville” film arşivinizde mutlaka bulunmalı, tekrar tekrar izleyin ve izlettirin diye! UNUTMADAN!!! Filmin son sahnesindeki Beatles parçası "Across the Universe" ise Fiona Apple’ın yorumuyla son sahneye cuk oturmuş. Eee şey, buradan sonrası da huzur işte. Yapım yılı: 1998 Imbd puanı: 7.5 Yönetmen/Senarist: Gary Ross Fragman için: (bkz.) İyi seyirler! Ece Gündüz
adlı diziyi tekrar tekrar izlemektir. Kız kardeşi Jennifer (Reese Witherspoon) ile televizyon kumandası için tartıştıkları bir sıra, kumanda kırılır ve bunun üzerine eve gelen televizyon tamircisi; kardeşlere yeni bir kumanda verir. Yeni kumandanın düğmesine bastıkları anda, iki kardeşte kendini “pleasantville” dizisinin içerisinde bulur. “Pleasantville” kasabasında her şey siyah-beyaz, uyulması gereken belirli kuralar çerçevesinde tek düze ve sıradandır.“Pleasantville” dışındaki hayat sorgulanmazsorgulanamazdır. Kasabada yaşayan insanlar merak
Friends – Bir Dostluk Hikayesi
Friends'e üniversitenin ilk yılında başladım.O zamanki ev arkadaşım Friends'i bitirmek üzereydi ve bana övüyordu. Güzelse ver dedim ve başladım.Friends hakkında o zamana kadar olan bilgilerim sadece bir sit-com olduğu yönündeydi.Sit-com geçmişim ise biraz Frasier ,How I Met Your Mother (Friends'e başladığım sırada güncel takip ettiğim bir diziydi.) ve Seinfeld'den oluşuyordu. Kabul ilk bölümlerde biraz sıkabiliyor.Yani az değil başlangıcıyla şu an arasında 18 yıl fark var bu hem görüntü kalitesi hem de o zamanki güncel diyalogların şu andakinden farklı olması dizi açısından başlangıç olarak eksi gibi gözükebilir ama bu sonuçta bir arkadaş grubunun hikayesi ve arkadaşlık her zaman geçerli olan bir kavram.Diziye alışma süreci 10-12 bölüm alabiliyor.Çünkü pilot bölüm ve sonraki birkaç bölüm acemilik süreci gibi geçiyor.Ayrıca oyuncuların da o zaman şimdiki gibi yıldız değil kariyerlerine yeni başlamış gençler olduklarını belirtmem lazım.Dizi 10 sezon ve her bölüm yaklaşık 22-24 dk civarı.Ayrıca dizinin introsu da arkadaşlık üzerine yazılmış sözlerden kuruludur (bkz).Şimdi kısaca 6 ana karakterden bahsedeyim. Monica Geller (Courteney Cox): Aşırı temizlik düşkünü.Gıcık edici bir sese sahip.Genelde konuların işlendiği evin sahibi.Aynı zamanda çok hünerli bir mutfak şefi. Ross Geller (David Schwimmer) : Hareketleriyle komik olabilen Monica'nın abisi.Üniversitede paleontoloji bölümünde öğretim üyeliği yapıyor. Rachel Green (Jennifer Aniston): Dizideki hikayeyi başlatan kişi.Romantik ve rahatına düşkün diyebileceğimiz bir karakter.Pek komik bir tarafı olmasa da 6. kişi olarak gayet uymuş. Chandler Bing (Matthew Perry) : Dizideki en komik esprileri yapan espri makinası.Monica'nın karşı komşusu.Bir şirkette yönetici.
Joey Tribbiani(Matt LeBlanc): Dizinin çapkın erkeği ve komik yüzü.İtalyan asıllı olan Joey aktörlükle uğraşıyor.Chandler ile ev arkadaşı. Phoebe Buffay (Lisa Kudrow): Dizideki en garip karakter ve bu garipliğiyle güldüren bir isim.Genel iş olarak masörlük yapsa da arada sırada sokak şarkıcısı olarak gözükür. Dizi bu 6 karakter ve bunların gündelik hayatta yaşadıkları kimi zaman komik kimi zaman hüzünlü ama genelde komik hikayelerinden oluşuyor.Genelde bölümler Central Perk isimli kafede başlar.Ayrıca bu dizide en beğendiğim yönlerden biri de 6 karakterin hiçbiri diğerinden önde değildir.(Eleştirmek gibi olmasın ama How I Met Your Mother 'ı Barney , Big Bang Theory'i ise Sheldon isimli karakterler sürüklüyor.). Ayrıca bu dizi sayesinde bu oyuncular yıldız olmuşlar kendilerini kanıtlamışlardır. Friends'ten önce ve sonra pek çok sit-com izledim.Tamam bölüm bazında düşünürsek daha çok güldüğüm başka sit-comlar olmuş olabilir ama genel olarak en çok seyrederken zevk aldığım dizidir Friends.Neden mi? Çünkü yapaylık yoktur dizide.Onlar sadece dizi karakterleri değil sizin de arkadaşınız olmuştur.Sevindiklerinde sevinir üzüldüklerinde üzülürsünüz siz de.Hala arada sırada 5-6 bölüm izlerim Friends'ten.Aynı bölümleri izlemek sıkmaz çünkü.Tıpkı Kemal Sunal filmlerini her izlediğimizde güldüğümüz gibi.Yakın çevreme de önerdim Friends'i bitirdikten sonra.Başlarda eski, görüntüleri kötü gibi cevaplar aldım.Fakat izlemeye başladıktan sonra bırakanı görmedim diyebilirim.Çünkü arkadaşlar bırakılmaz. Çağlar Durmaz
“Bizler hayatta kalmak için savaşmıyoruz, var olmak için savaşıyoruz!”
Öne çıkması gereken ama yine günümüz dizi piyasasında geride kalan bir diziden bahsedeceğim bu ay. “Falling Skies” Dünyayı yine uzaylılar ele geçirdi. Ama bu seferki bir farklı. Uzaylılar dünyayı ele geçirip ne yapacaklarını biliyorlar. Diğerleri gibi “Saldıralım, ele geçirelim sonra düşünürüz ne yapacağımızı” demiyorlar.
Hadi olayı en başından anlatayım. Dünya aniden dünya dışı varlıklar tarafından istila edilir. Aylar süren yıkımdan sonra bir grup hayatta kalmış dünyalı birleşip tekrardan savaşmaya karar verir. Aslında savaştıkları şey hayatları değil, dünya gezegenidir. Büyük şehirler artık çok tehlikelidir. Karşı taraf pek de kolay alt edilecek bir düşman değildir. Her yeni gün insanlık için zorlayıcı mücadelelerle doludur. B unlar da yetmezmiş gibi karşı taraf “koşum” (orijina l olarak “harness”) adı verilen yarı canlı yarı mekani k bir aleti insanların sırtına koyarak onları kontrol edebilmektedir. Ve bu şekilde sürekli olarak kendi saflarına insanları da katmaktadır.
“İnsanlık İçin!” Tipik Amerikan uzaylı istilası yapımlarında öne sürülen “Amerikan Ruhu” mantığından çok “İnsanlık Ruhu” nu öne çıkararak çok değişik bir hava yaratıyor bence. Her şeyleri ellerinden alınan insanların cesaretlerine, dayanıklılıklarına ve yeniden tek vücut olma çabalarına şahit oluyoruz. Hayatta kaldıkları her gün daha da kahramanlaşan bir avuç
“Tom Mason” bu ismi aklınızda iyi tut un çok sık duyacaksınız Hikayemizin merkezinde ailesi istila sırasında paramparça olmuş Boston’lu tarih profesörü Tom Mason yer almaktadır. Aynı zamanda askeri tarih bilgisi sayesinde Boston’da kurulan 2. Massachusetts Birliği’nin (kısaca 2. Mass “orijinal olarak <<2nd Mass>>”) önde gelen liderlerinden biri olmayı da başarmıştır. Ama bu liderin de uğruna her şeyini feda edebileceği bir zayıf noktası vardır; oğulları Ben Mason ve Hal Mason. Üstelik Ben Mason kısa bir süre önceye kadar sırtında bir “koşum”la karşı taraf için işçilik yapmaktaydı, koşumun çıkarılmasına rağmen halen tam olarak iyileşmeyen Ben ileride hikayenin gidişatı için kilit rol oynabilir gibi.
insanın hikayesi aslında bu. Tamam, şartlar eşit olmayabilir, sayıca az olabilirler, silahları onlarınkilerin yanına antika kalıyor olabilir ama hiçbir şey insan ruhunu yenemez! Zaten genel olarak dizide de çeşitli zorlu durumlar karşısında insanların ne olursa olsun birlik olması ve karşı koyması işleniyor.
Peki buradaki uzaylıları farklı kılan ne? Seride uzaylılar yüce, gizemli ve merhametsiz bir yapıya sahip. Son derece zekiler ve askeri taktiklere de hakimler, ki bu durum onları 2. Mass karşısında çok ezici bir rakip yapıyor. Üç tip uzaylı türü karşımıza çıkıyor. İnsanlar bunlara “Sıçrayanlar” (Skitters), “Mekanikler” (Mechs) ve onları yönetenlere de Overlord adını vermişler. Sıçrayanlar daha çok örümceği andıran bir yapıya sahip, oradan oraya zıplayıp insanları avlamakla görevliler. Aileleri katledip çocuklarını, sırtlarına "koşum"lar takılmak üzere merkezleri ne götürürler. Uzaylıların askeri hiyerarşisinde en alt tabakayı oluşturuyorlar. İsminden de anlaşılacağı gibi Mekanikler, "Sıçrayanlar" tarafında kontrol edilen 2 insan boyundaki robotlardır. Çok güçlü silahlara ve savaş alanını domine etmek için her türlü imkana sahipler. İnsanlar için zemindeki en büyük risk oldukları da söylenebilir.
Ve piramitin zirvesinde tüm ekibin amiri olarak Overlord'lar oturmakta. Pek fazla savaş alanlarında göremeyeceksiniz, y er yer karizmatik girişler yaparak sizi şaşırtacaklar. Çünkü bu yaratıklar gerçekten büyük. Tom Mason bunların bir bacağı kadar neredeyse. Tüm operasyonları yönetenlerdir Overlord'lar. Çocukları yakalayıp, Tom Mason'ın oğlu Ben gibi, bio-mekanik koşumlar takma işini bu ekibin tasarladığı açıktır, ancak bu işin arkasındaki planın hepsini tam anlayabilmiş değiliz. Baş yapımcılığını hepimizin tanıdığı Steven Spielberg'in yaptığı seri iki sezonu geride bıraktı. Henüz üçüncü sezonun yayın tarihi açıklanmadı fakat, olayların kaldığı nokta bizleri ne olursa olsun beklemeye yöneltiyor. Umarım izlemekten z evk alırsınız, esenle kalın dostlar. Aykut Hacıoğlu
şuan Türk televizyonlarında yayınlanmaya başladı, zaman içerisinde her alanda bir revolution geyiği çeviren gençler görebilirsiniz, gerçi ben çok popüler olmasına karşıyım o ayrı mesele.
Sağlam kadro, başarıyı beraberinde getirir
Tüm hayatımız elektrik üzerine kurulu. Fakat hiç düşündünüz mü, eğer elektrik olmasaydı ne olurdu? Bir gün biri dünyanın şalterlerini kapattı ve insanlık karanlık çağlara geri döndü. Uçaklar gökyüzünden düştü, hastaneler işlemez hale geldi, hayat sanayi devriminden önceki gibi oldu. Aileler küçük barakalarda yaşıyor, güneş battıktan sonra fenerler yakılıyor. Hayat daha yavaş ve tatlı. Ya da gerçekten öyle mi? Günün birinde küçük bir tarım topluluğunda bir anda işler karışır. Genç bir bayanın hayatı, kasabaya gelen bir grup milisin, babasını öldürmesiyle dramatik bir şekilde değişir. İşin garip yanı babasının dünyadaki kesintiyle bir bağlantısı olmasıdır. Ve işte “Devrim” başlar.
Aslında çok şans eseri keşfettiğim “Revolution” adlı bu dizi sessiz sakin yerini sağlamlaştırıyor. Çoğu takipçisine göre ilk başta durağan bir yapıya sahip olması kendisine sabit bir izleyici kitlesi oluşturmasını zorlaştırdığı söyleniyor, fakat bana kalırsa böylesi daha iyi olmuş. Bu şekilde her bölümde yavaş yavaş “Revolution” evreninin içine doğru giriyoruz, ve bir anda kendimizi “Acaba şimdi kesilse halimiz ne olurdu?” demekten alıkoyamaz hale geliyoruz.
Bu başarısını belki de biraz kadrosuna borçlu bir dizi. Bünyesinde bir çok başarılı ve profesyonel oyuncu barındıran dizi kadrosundan size birkaç örnek verirsek sanırım ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Giancarlo Esposito (“Breaking Bad”) Captain Tom Neville rolünde, Maria Howell (“The Blind Side”) Grace rolünde, Daniella Alonda (“Friday Night Lights”) güzel asi Nora rolünde, Tim Guinee (“Iron Man”) Ben Matheson rolünde, Elizabeth Mitchell (“Lost”) Rachel Matheson rolünde. Dizinin baş yapımcıları Kripke, Abrams ve Bryan Burk daha önce “Lost” ve “Star Trek” gibi fenomenlerin altına imza atmış kişiler. Aynı şekilde dizinin yardımcı yapımcısı Jon Favreau “Iron Man” ve “Iron Man 2” kadrosundan tanıyabileceğimiz isimlerden.
Basit bir fikri derinleştirmek.. Temel olarak çok basit gibi görünen bir durum üzerine bu denli köklü bir senaryo yaratabilmek takdir edilecek bir şey bence. Çünkü dünyada elektriklerin çat diye kesilmesi olayı “abi bu benim aklıma gelmişti ya” dedirtecek kadar bulunması zor olmayan bir fikir, hatta bir çok defa farklı projelerde işlendi de. Ama olaya çok farklı bir yaklaşım getirmeyi de başarmış bir dizi “Revolution”. Kurgusu gayet mantıklı ve tutarlı bir tasarıya sahip.
Dilerseniz biraz karakterlerden bahsedelim
Bölümler ilerledikçe aslında ne kadar derin bir senaryonun içine girdiğinizi size parça parça veriyorlar. Denize girmek gibi bir bakıma, ilk başta sığ ve soğuk gelebilir, ama bir süre sonra içinde yüzmekten zevk alacağınıza eminim. Hatta
Charlie Matheson dizimizin baş karakterlerinden sayılabilir. Esas kız bir yerde, ama zaman içinde kendi potansiyelini fark ediyor. Yaşadıkları mutlu mesut köylerini basan milislerle köy halkı arasında çıkan çatışmada babası Ben
Matheson’ı kaybediyor, üstelik bir askeri öldüren kardeşi Danny Matheson’ı da milisler rehin alıyor. Tüm bunlar yaşanırken Charlie çok uzaktadır ve köye döndüğünde olan olmuştur. Tabi her insanoğlu gibi kardeşini kurtarmayı ve babasının intikamını almayı kendine görev edinir. Babasının son sözlerinden biri gidip amcasını bulmasıdır ve işe buradan başlamaya karar verir. Yanına yol arkadaşı olarak kesintiden önce iki çocuk annesi olan Maggie’yi ve google’ın üst düzey yöneticilerinden biri olan fizikçi Aaron’ı alır ve yollara düşer. Amcası Miles Matheson’a ulaştığında ise işlerin düşündüğünden daha farklı olduğunu anlar. Ve devamında olaylar gelişir.
Kötü adamlar olmadan tadı mı çıkar dizinin? Elbette ki burada da bir takım kötü adamlarımız mevcut. Monroe Milisleri’nin başı aynı zamanda Monroe Cumhuriyetini yöneten adam Bass Monroe var mesela ve onun çok güvendiği Yüzbaşı Tom Neville. Diziye başlamak için bu karakterleri bilmeniz yeter. Zaman içerisinde flashback’lerle diğer karakteri tanımak size daha çok zevk verecektir. Dizi şuan için sezon arası verdi. Yeni bölümün Amerika yayın tarihi ise 25 Mart. Şimdiden çok heyecanlı bir noktada bıraktıklarını söyleyebilirim. Diziye başlarsanız eğer ajandanızda 25 Mart’ı işaretleyeceğinizin garantisini verebilirim. Aykut Hacıoğlu
ÇİZGİ ROMAN
“
Seni seviyorum ve senden nefret ediyorum Tüyap
Çook çok eskilere gidiyoruz. Benim liseliergen bile olmadığım 8. sınıfa… Ortaokulu belki de hayatımdaki en düşeş zaman olarak değerlendirdiğim 5. sınıf yazında kazandığım bir bursla özel bir okulda okudum. Dolayısıyla ilgi ve alaka oldukça fazlaydı her bir yere. Sosyal projeler sosyal aktiviteler derken iş kültüre kadar geldi ve okul bizi topluca tüm bir günü tatil edip Tüyap kitap fuarına götürdü. Tabi o zamanlar ne çizgi roman ne manga ne oyun ne kitap hiç bir şey bilmeyen dümdüz adamlar olduğumuzdan fuardan, ben ve benim gibi pek çok arkadaşım torbalarca eşantiyonla geri döndük. Tabi ki o stand senin bu stand benim dolaşırken hangi standtan kapmışım bilmem Spiderman'in tanrı bilir hangi serisinden Türkçe bir sayısını almışım (hatta sanırım Türkçeye çevrilen ilk sayılardan biriydi). Ancak önemli olan spidey değil arkada yapılan tanıtımlar. Çizgi roman satışlarını artırmak için miydi yoksa sadece biz fikri aşılayalım o kendi kendisine büyüsün taktiği miydi bilmiyorum. Ancak şunu okur okumaz duyduğum hayranlık patlamasını hala hissedebiliyorum. Tabi ki daha ben 160. sayıları okurken lönk! diye 200. sayılardan spoiler veren arkadaş da tüyap görevlisiydi. Nerden nereye? 200. sayı gelmiş almaya hazırlanıyorum hani şu şu öldü ya hani bu bu böyle ya işte onlar karşı karşıya geliyor diye alnıma çat diye koydu spoilerı. Yuh dedim elimden yavaşça düştü 200. sayı…
“Spawn’ın öldükten sonra dirildiğini ve symbiot adında yaşayan bir kostüm giydiğini biliyor muydunuz?”
Evet? Biliyor muydunuz? Bilmiyorsanız ya da çok eskiden bir yerlerden duyduysanız o zaman bana kulak verin. Hmm ama sanırım uyarımı yapmalıyım. Bu bir tanıtım değil inceleme, irdeleme, betimleme bazen de tartışma üzerine gidecektir. Yani evet üstünüz başınız spoiler olacak. Çok oldu tabi ancak hatırlamaya uğraştığım ve Google içerisinde kaybolduğum kadarıyla yazı ve resim bu ya da buna benzerdi. Ama farketmiyor. Önemli olan benim için bu taktiklerinin başarılı olduğu. Etkilenmesine etkilenilir. Etkilenilir etkilenilmesine de ben nerden bulacağım bu Spawn denen çizgi romanı? Ya da onunla ilgili herhangi bir şeyi, ne bir internetim var ne de nereden edineceğimi bilmiyorum. Türk televizyonları bunu duymuş olmalı ki zamanın en iyi görsel efektleriyle o zamanlar daha yıldızları parlamamış Michael Jai White ve John Leguizamo gibi oyunculara sahip olmasına rağmen
gerek aşırı fanatik çizgi roman okuyucuları ya da Spawn hakkında hiçbir şey bilmeyip “Bu ne lae?” diyen kitle yüzünden yerden yere vurulan 1997 yapımı filmi kanallarda yayınladılar. Eh artık benim için çizgi romanı okumadan Spawn fanı olma vaktim gelmiş geçiyordu bile.
kadar karmaşık ve o kadar detaylı ki hala yerine oturmamış parçalar var ve hala geri dönen eski ve oyunun en büyük parçalarında parmağı olup sadece bir kere görünen karakterler var. Ana konumuzu oluşturan asıl kahramanımız olan Spawn ise dünyaya geri gelmeden önce de önemli bir birey olan paralı asker Al Simmons. Kimliğini çizgi romanda ilk bölümlerde hatırlayamayan ve daha çok bir bilinmeze sürüklenen Al, nasıl öldüğünüve neden dünyaya geri dönmeyi istediğini sorgular. “Ait değilim. Buraya. Bu zamana. Oraya geri dönmeliyim. Anlaşmamız sadece bir hileydi. Beni inandırdı. Ve şimdi ruhumda bir karanlık var. Ölmek istiyorum. Tekrardan… Ama geri dönmeyi seçtim… Neden?” Al Simmons tarihteki diğer spawnlardan farklıdır. İlk olarak neden geri döndüğünü hatırlayamaz. İkinci olaraksa sürekli sorgulama ve başkaldırı emareleri göstermektedir. Mesela burada bir ironi söz konusu; önceki yaşamında aldığı emirlerden başka hiçbir şey gerçekleştirmeyen ve her emre harfiyen uyan Spawnın kendini benliğini ve evrendeki yerini sorgulaması bana oldukça başarılı geldi.
Çenemi yerden alayım artık Sevgilisiyle tanışma hikayesini anlatanlar gibi döktürdüğüme göre artık tanıtıma geçebilirim. Kimdir Spawn? Daha doğrusu nedir? Spawn ruhunu satandır. Yeniden dünyaya gelendir. Ölümü bir türlü kabullenemeyen, geçmişi ya da kimliği belki geçmişe ya da geleceğe kendi hayatından daha çok ve daha önemli hayatlara etki etmiş ya da edecek olandır. Tek değildir. Ondan önceleri de olmuştur ondan sonraları da olmuştur. Ve olacaktır da. Spawn kendi döneminde tektir. Birden fazla Spawn aynı dönemde bulunamaz. Bu kuraldır. Kim koymuştur? Göreceğiz. Tarihte pek çok spawn gelmiştir. Hepsi birbirinden farklı kişiliklere sahiptir. Hatta bu farklılıklara önceki yaşamlarında ne yaptıklarını düşünürsek farklı yeteneklere ve farklı güçlere sahiptirler. Ancak her Spawnda bulunan bir özellik var. Hepsi ama hepsi büyük bir kurgunun birer parçası. Kendi aklı ve hayallerinin bile alamadığı bir oyunun parçasıdırlar. Bu öyle bir oyun ki; en masum görünen başından beri size yardım etmek isteyenler kainatın dengelerini değiştiriyor. Öyle bir oyun ki cennet ve cehennem, iyi ve kötü kimliklerinden yoksun. Bu oyun o
Ölümünden ve dirilişinden önce de çok güçlü bir karakter olan, her şeye eski karısı ile tekrar birleşmek için katlanan Spawn yine Malebolgia’nın oyununa gelir ve Spawn'ın karısı Wanda onun yasını tutmayı bırakıp da en yakın arkadaşı olan Terry Fitzgeraldla evlendiği zamanda dünyaya gönderir. Güçlerinden bahsedecek olursak öncelikle hiç bir Spawn kendi bedeninde geri dönmez. Mezarından kalkıp gelmesi söz konusu değildir. Her Spawn’ın vücudu necroplasma denen bir maddeden oluşmuştur. Ve her Spawn’ın yaşayan bir kostümü vardır. Bu sadece bir kimliği olduğu anlamına gelmiyor. Kendi fikirleri kendi çıkarları ve kendi amaçları olan bir kostüm . Cennetin varlığına tepki gösteren bir kostüm. İstediği gibi manipüle edebildiği ve kendisine karizmalardan karizma katan kırmızı dik yakalı pelerinini ve zincirlerini unutmamak lazım. Mother (ileride anlatacağım) kendisine tanrısal güçler verdikten sonra pelerini yerine kanatlar geldi. Ve dünyayı kaostan kurtarmak için tüm dünyayı yokedip tekrar yaratınca kanatları ellerinden alındı ve tekrar pelerinine kavuştu.
Tek bir evren olduğunu mu sanmıştın? Biraz da Spawnın geçtiği evrene bakalım. Todd Mcfarlane'in yarattığı bu karanlık ve insanların henüz farkında olmadıkları distopik ortam inanılmaz başarılı. Açık konuşmalıyım pek çok psikolojik ve dinsel öğeler almış başını gidiyor. Hiçbir dinin öneminin kalmadığını ve her şeyin bir yalandan ibaret olduğu Spawn evreninde inandığımız bazı unsurları değiştirmiş Mcfarlane. Örneğin çizgi romanın kurgu ve hikayesinde çok büyük bir önem taşıyan bir savaş var. Cennet ve cehennem arasındaki bir savaş. İki tarafta kötü ve ya iyi olarak tanımlanamıyor. İnsanlar mı? Umurlarında değiller. Pek çok bölümde ilk olarak cehennem ordularını yönetmek için oluşturulan Spawnlara karşı cennet de kendi kahramanını oluşturuyor. Bunu yaparken de Al Simmons’ın başından geçenlerin bir benzerini suçu sadece Tanrı’ya inanmak olan birinin başına getiriyorlar. Açıkçası Todd Mcfarlane nasıl bir adam bilmiyorum. Ancak bu oluşturduğu evren beni rahatsız etmese de pek çok okuyucuyu rahatsız edebileceğini düşünüyorum. Zaten çizimlerinin yeterince rahatsız edeceğini düşünürsek materyel ve çizimlerden ziyade bu fikirlerin daha çarpıcı olduğunu söylemek mümkün. Ne zaman Spawnı okusam ve artık her şeyi kafamda oturttuğumu düşünsem, evren daha da genişliyor. Bize daha çok malzeme sunuluyor ve işler o taptığım hatta sonrasında Spawna biraz küstüğüm Armageddon Arc'ında işlerin o kadar büyüdüğünü görüyoruz ki Spawnın geçtiği evrenin dahi resmin sadece küçük bir parçasını oluşturduğunu söyleyebilirim.
Her ipin ucunu başkası çekiştiriyor Spawnda pek çok taraf ya da topluluk var sevgili okurlar. Kimisi büyük bir kurmacanın ortasında buluyor kendini kimisi kurmacayı kendisi oluşturuyor. Cehennem – Tüm iğrençlikleri ve kaosu barındıran cehennem çoğu zaman bunu içinde tutamayıp dışarıya dünyaya kusuyor. Violator , Spawn , Malebolgia , Ab ve Zab isimli iblisler bu tarafın akılda kalıcı isimleri… Şeytanı unutmamak lazım… Cennet – Güzelliklerin ve iyiliklerin timsali olacağını düşündüğüm ve her ismi geçtiğinde masumane bir saflık olarak hayal ettiğim cennet tasvirinden çok uzakta Spawndaki cennet… Kendisi de en az cehennem kadar gaddar olabiliyor. En az cehennem kadar kaosa ve yıkıma yol açabiliyor.Ve savaşı kazanmaya oldukça niyetliler. Redemeer’ı meydana getirmelerinin sebebi ise Hell’sPawn(Hellspawn) karşılık bir anti-antikahraman oluşturmak. Melekler, Zera , Redeemer ve tabi ki Tanrı da öncekilerle birlikte cennet safındaki karakterler. Ve ilginçtir ki Cennet ne kadar Cehennemin karşılığı ise Tanrı da Şeytanın karşılığı. Yani ikisi de birbirlerine denk. Greenworld – Al Simmons’ın tüm farklılıklarından ve başkaldırışlarından önce pasif olan Greenworld Cennet ve Cehennem arasındaki savaşa müdahale edecek olan diğer bir saf. Al’ı başından beri izleyen ve onun diğer tüm Hellspawnlardan farklı olduğunu anlayan Greenworld en
doğru anı bekledi her zaman. Onun hazır olmasını… Tüm kainatların yaratıcısı, Tanrıyı ve Şeytanı vareden Mother ‘ın Greenworld safındaki tek kişi olduğunu fark ediyoruz sonraki sayılarda… İnsanlar – Kaostan ve yıkımdan başka bir şey bilmeyen insanlar Spawn hikayesindeki en masum saf olarak karşımıza çıkıyorlar. Tabi ki burunlarını boylarından büyük işlere sokuyorlar tabi ki bilimi ve makineleri geliştirerek en güçlü saf olmaya çalışıyorlar. Ancak ne bunu başarabilmiş durumdalar ne de çoğunluğu bunlardan haberdar… Cogliostro insanlar adına akılda kalan ve çizgi romanda en sürprizlerle dolu karakter.Nyx de büyüyle uğraşan azınlıklardan öne çıkan karakterlerden biri. Vampirler her zaman yaptıkları gibi karanlıklarda takılıyorlar. Ve her ne kadar büyük dertler açabilseler de herhangi bir şeyin parçası olamıyorlar. Al Simmons’ın eski patronu olan ve ona ihanet eden Jason Wynn'de pek çok taşın altından çıkmayı ihmal etmiyor. Sam ve Twitch FTW Forgottens– cennetteki büyük savaşta kendi ırklarına karşı mücadele etmeyi reddeden bir grup olan Forgottens ,cennetten kovulan meleklerdir. Her ne kadar geri kalan üyelerini pek aktif göremesek de bir Forgotten olan Mammon nerdeyse her entrikanın arkasından çıkarak bu grubun akılda kalmasını sağlamaktadır. Pek çok kişi ve tarafa çalışsa da Al Simmons’ın zaten parlak olmayan hayatını bir cehenneme çevirse de kendi amaçları vardır. Amacı Throne of Creation’ı bularak evreni kendi istediği şekilde biçimlendirmektir. Diğer Forgottenlardan farklı olarak Mammon cehenneme girmeye mahkum edilmiştir.
Bir efsanenin bitişi, bir başkasını başlatır… Dünyayı yok edip tekrar oluşturduktan sonra (ArmageddonArc) korkunç bir gerçekle yüzleşen Spawn , daha ilk sayıda dediği gibi bu dünyaya ait olmadığını bir kez daha anlar. Ancak Mother kendisinin cezasının bu olduğunu söyleyerek onu her zaman ait olduğu yere arka sokaklara yollar. Spawn dünyayı yeniden yaratırken tüm kötülükleri de tekrardan oluşturmuştur. Bu yüzden yeni düzen patlaklar vermeye başlar ve yine herşeyin arkasından Mammon çıkar. Al Simmons’ın ve karısı Wanda’nın her zaman öldüğünü düşündüğü kızlarını Mammon yanına almıştır ve en iyi hellspawnı oluşturmayı hedeflemektedir. Nyx ile Terry ve Wanda'nın kızı Cyan Spawn'a yardım ederler ve Spawn kendi kızını alt eder. Mammonu büyüyle tutsak ederler, bu büyünün ne kadar süreceği bilinmez ancak yeterli zaman olmadığından orayı terk ederler. Herşeyden bıkan ve dünyada bi yeri olmadığına inanan Al Simmons güçleriyle bir Spawnı öldürmenin yolunu uygular ve kendi kafasını uçurur. Al Simmons artık ölüdür.
New era Al Simmons intihar eder etmez , laneti yıllardır komada olan ve hiç birşey hatırlamayan Jim’e geçer. Bu arc hala devam ediyor. Ve Todd Mcfarlane neredeyse tüm kadrosunu değiştirdi. Spawn artık farklı bir yöne ilerliyor ancak tabi ki geçmişinden kopmuş değil. Örneğin Jim, Al Simmons’ın güçlerini ilk ele geçirdiğinde karısına giderken girebildiği tek insani form. Todd bunun 1992 yılından beri planlandığını mı yoksa bir anda mı aklına geldiğini şu şekilde cevaplamıştır: “Elbette Al’in hikayesinin biteceğini düşündük ancak yeni karakteri o sayıya binaen oluşturmak aklımıza sonra gelen birşeydi " Yeni erada bir diğer sürpriz de Al simmons’ın tekrar döndüğü ancak şu için pek bir ayrıntı yok. Kendisine OmegaSpawn diyen Al, tam olarak kendisi değil ve kesinlikle kötü bir karakter. İlk akla gelenin aksine Todd Mcfarlane bunun ucuz bir eski karakteri kötü olarak yeniden karşımıza çıkarma olmadığını ve hikaye ve kurgu olarak endişe etmememizi söylüyor. Armageddon arc’ından sonraki bölümleri açıkçası pek dengesiz ve Spawn anahatlarına uymadığını düşünsem de Mcfalane ve ekibine güveniyorum. Sonuçta karşımızda gelmiş geçmiş en çok satan bağımsız çizgi romanlardan biri olan Spawn’ın yaratıcısı duruyor.
Diğer medyalarda Spawn SNES,PlayStation, GameBoy gibi pek çok alanda spawn oyunu çıksa da en çok konuşulan Spawn:Armageddon olmuştur. Hikaye olarak 1-99 arasındaki sayıları alır. HBO tarafından televizyona mini-seri olarak uyarlanan Todd Mcfarlane’s Spawn 2 Emmy ve 2 Golden Reel ödülü almıştır. Bu seriden bağımsız olarak yeni bir çizgi dizi yapılmaktadır. IcedEarth’inThe Dark Saga isimli albümü Spawn’ın hikayesi üzerine bina edilmiştir. Albüm kapağını Mcfarlane ve çizgi roman kapaklarında da büyük bir başarıya imza atan
Capullo tarafından yapılmıştır. Ancak telif hakları yüzünden isimleri şarkılarında kullanamazlar.
Türkiyede Spawn
Eh yakışıksız şeyler de olabiliyor. 1993 yılında Todd, büyük insan Neil Gaiman’dan 9. Sayıyı yazmasını ister. Gaimen da bu sayıda seride çok büyük önem taşıyan Angela, Cogliostro gibi kimi karakterleri yaratır ve okuyucalara sunar. Sadece hikayede değil bu karakterler Mcfarlane’in figür şirketinde de kullanılır. Filmde de Cogliostro karakterini görmek mümkündür. Bu sırada Todd Gaimen’ın bu karakterlerde hakkı olduğunu kabul eder ve tüm gelirlerden Gaimen payını alır. Ancak Mcfarlane bir süre sonra Gaimen’a para ödemeyi keser ve onun sadece o sayı için tutulduğunu ve tüm karakterlerin haklarının kendisinde olduğunu söyler. Tabi sonra davalar açılır her şey iyice tatsızlaşır. Ancak mahkeme Todd’un yaptığı tüm açıklamaları reddederek, Todd’un hikayeyi yazdığı ve Gaimen’ın da karakterleri yarattığı için %50 %50 paylaşılır. Diğer seriler;
Angela miniserileri : Spawn’ın bir sayısının bir öncekiyle bağımsız bir şekilde başlamasıyla şaşırıp dikkatli bakınca Angela miniserisindeki şu sayıyı okuyun ibaresini görmemle haberdar oldum bu miniseriden. Ve açıkçası bu yüzden kendisine biraz olumsuz bakıyorum. Güzel oluşturulmuş bir karakter ancak bilemiyorum ben doğru bulmuyorum bu tarz hikaye bağlamlarını… Spawn: Godslayer : Spawn serinsinin fantastik öğelerle birleştiği yeniden yaratılan bir çizgi roman olan Godslayer tek sayı olarak çıkmış ancak sonradan devam serisine dönüşmüştü. Fakat düşük satış rakamları yüzünden durduruldu. Hellspawn : Spawn’dan esinlenerek yapılmış olan Hellspawn çok daha karanlık ve atmosferi yoğun bir seri olan Hellspawn toplam 16 sayıdan oluşuyor.
200 sayıyı aşmış ve oldukça popüler olan bu çizgi romanı türkiyede nereden bulabilirim diye soracak olursanız birkaç hafta öncesine kadar olumsuz bir cevap verecek olurdum zira seri Arkabahçe yayıncılık tarafından 99 yılında çevirilmeye başlanmış ancak 25 sayı sonra yayın hayatını bitirmiştir toplan 3 ciltten oluşan seriyi günümüzde sahaflarda bulabilirsiniz ancak gerek baskı kalitesi gerekde devam etmiyecek olması nedeniyle pek ilginizi çekeceğini sanmam. Gelelim güzel haberlere Arkabahçe yayıncılık geçenlerde spawnın yayın haklarını aldığını ve en baştan yayınlamaya başlıyacağını duyurdu umarız bu sefer düzgün bir baskı ve düzenli bir şekilde yayınlanlır. Duyuru için (bkz.)
Faruk Yaylaz
“ Bayanlar ve Baylar… Yıllardır insanoğlu tek bir soruya cevap aradı : “Bir göz kırpışında tam manası ile milyarlarca insanı nasıl öldürebilirim?”
Hikayemiz daha önceden hiçbir hamilelik belirtisi göstermemiş 43 kadının bir anda doğum yapması ile başlıyor. doğan çocukların pek çoğu ölüme terkedilir, kalanların akıbeti bilinmezken milyoner mucit Reginald Hargreeves bu çocuklardan 7 tanesine ulaşır ve evlat edinir. Kendisine bunun nedeni sorulduğunda ise şunu der; “Tabi ki dünyayı kurtarmak için.”
Şemsiye Akademisi: Kıyamet Senfonisi
Karmaşa, kaos, düzensizlik. Bu kavramları seviyorum. Özellikle edebiyatta karşıma çıktığında direk üzerine atlıyorum. Lineer bir hikayenin olmadığı, okuyucunun bir anda öykünün içine atıldığı, sürekli kafanın karıştığı ama aslında herşeyin oturaklı olduğu hikayelere bayılıyorum. Genelde Neil Gaiman’ın kitaplarında(Amerikan Tanrıları, Yokyer) görmeye alışık olduğum bu türü, çizgi romanda görmek pek mümkün olmuyor maalesef. Lakin son zamanlarda okuduğum Şemsiye Akademisi tam aradığım türde bir çizgi romandı. Oldukça beğendiğim bu çizgi romanı yazının devamında ballandıra ballkandıra anlatıp sizleride almaya teşvik edeceğim . Şemsiye Akademisi Gerard Way in yarattığı bir çizgi roman. Kendisi My Chemical Romance’ın kurucusu ve vokalistidir. Grubu dinlemediğim için müziği konusunda pek bir yorum yapamayacağım ancak turneden turneye koşan, albüm kayıtları ile uğraşırken boş vaktinde çizgi roman yazan biri için oldukça sağlam bir esere imza atmış, kendisine saygı duydum.
Oldukça ilgi çekici değil mi? İnanın çok daha fazla ilginçleşiyor. Serimiz tek cilt olduğundan(şu ana kadar 2 ana hikaye birkaç da yan hikaye yayınlandı, bu incelediğimiz ilk hikayenin toplandığı cilt.) konusunu daha fazla anlatıp spoiler vermiyeceğim, ancak hikayeden daha çok keyif almanız için biraz evrenden, birazda kahramanlardan bahsedeceğim. Çünkü başta da söylediğim gibi hikayemiz düzensiz, karmaşık bir şekilde işleniyor bu yüzden ilk sefer okuduğunuzda kafanızda pek çok soru işareti oluyor. Hikayemiz günümüz dünyasında geçiyor ancak teknolojik olarak bizden çok daha ileride bir dünya. Robotlar, uzaylılar, evrimleşmiş maymunlar gibi pek çok acayiplik mevcut. Tabi ne kadar gelişmiş dünya o kadar büyük tehlike demek, özellikle kahramanlarımızın engellediği ilk tehlikeyi görmeniz lazım . Kahramanlar demişken yazının başında da bahsettiğim üzere 7 adet çocuk var ve bunların her birinin özel güçleri var. Kahramanlarımız daha çizgi romanın başında güçlerini kullanırken gösteriliyor, ancak kimin hangi güce sahip olduğu açıkca anlatılmıyor satır aralarından çıkarmanız gerekiyor. Bu yüzden her bir karakteri ve sahip olduğu gücü yazacağım. Böylece hem kafanız karışmaz, hem de çok başlarda anlatıldığı için spoiler sayılmaz diye düşünüyorum. Yine de keyfiniz bilir tabi istiyen bu bölümü atlıyabilir;
00.01 Spaceboy (Luther Hargreeves): Grubun lideri. Özelliği, süper güç. 00.02 The Kraken (Diego Hargreeves): Nefesini istediği kadar tutabilir, Bıçak kullanmayı sever. 00.03 The Rumor (Allison Hargreeves): Yalan söyliyerek gerçekliği değiştirebilir, bir şeyin olduğunu söylerse o şey olur. 00.04 Séance (Klaus Hargreeves): Havada durabilir(şahitleri var), telekinesi ve ölülerle iletişim kurabilme özelliğine sahiptir. 00.05 The Boy: zamanda ileriye gidebilir(ancak geriye dönemez). 00.06 The Horror (Ben Hargreeves): Derisinin altında çeşitli boyutlardan yaratıklar çağırabilir, genelde gövdesinden dokungaçlar çıkar. 00.07 Vanya Hargreeves: Grubun son üyesi, herhangi bir özel yeteneği yoktur. Gördüğünüz gibi özel güçler için oldukça orijinal denilebilir. Zaten uzun zamandır çizgi roman okuyorsanız zamanla pek çok şeyin kalıplaştığını görürsünüz, bu yüzden sıradışı çizgi romanlar çok daha fazla kıymete biner. Şemsiye Akademisi ise hem karakterler olarak, hem hikaye akışı olarak oldukça orijinal ve başarılı bir işe imza atmış. Jedbang yayıncılıktan çıkan ilk cildi bir solukta okudum. İkinci cilt(Dallas) ne zaman çıkar bilinmez, ancak çıkacağı kesin. Son olarak serinin 2008’de en iyi kısa seri dalında Eisner ödülünü de aldığını belirtip karmaşayı seven herkesi bu senfoniye davet ediyorum. Aykut Kekeç
Oldukça uzun bir süre sonra, Skrull İmparatorluğu, Galactus tarafından yok edilir ve taht Prenses Veraneke’ye kalır. Illuminati grubunun saldırısında insan ırkı ve süperkahramanları hakkında yeterli bilgiye sahip olan Prenses Veraneke, Dünya’ya bir işgal planlamaya başlar. Plan o kadar derindir ki, Sivil Savaş ve ’50 Eyalet Oluşumu’ gibi olaylarda Skrull’ların ufak da olsa etkileri görülmektedir. Avengers’ın bölünmesi ve süperkahramanlar arasındaki yasal/yasadışı karmaşasından sonra Dünya’ya saldırırlar. Tabi ki Dünya’nın koruyucuları süperkahramanların birbirlerine olan güvensizlik/ayrılıklarını kullanarak. Bazı hadiselerin aksine, Gizli İstila hadisesinde önceki olayların özetlerini okumanız dışında başka bir bilgiye gereksinim duymuyorsunuz. Nitekim bazı gerekli bilgileri ufak ufak ben aşağıda özet şeklinde çıtlattım, kesinlikle spoiler değiller kendileri. ‘Hulk’ın Dünya Savaşı’ ya da ‘Sivil Savaş’ gibi hadiselerde ana serilerde ufak tefek kopmalar oluyor, Gizli İstila’da ise böyle bir şey sözkonusu değil. Bu hadisede özellikle Norman Osborn öne çıkıyor, bu hadiseden sonra zaten Marvel Evreni’nde sıklıkla alfa derecesinde yer almaya başlıyor. Fırsatçılığını ve kurnazlığını fazlasıyla kullanıyor. Uzun zamandır göremediğimiz Nick Fury’i yine bu hadisede başrole çok yakın görüyoruz.
Normalde çizgi roman dünyasındaki hadiseleri (event) bağlantılı her hikayeyi zaman sıralamasına göre inceleme yazılması gerektiğini savunsam da, genel hatlarıyla verilmiş bazı serilerde (Sivil Savaş gibi) yan hikâyeler yalnızca spoilera sebep oluyor. Bu yazımda Gizli İstila hadisesini anlatacağım. Marvel’ın ‘Marvel Now’dan önceki büyük hadiselerinden birini.
Marvel bu seride de yine bize hangi tarafı tuttuğumuzu sorgulatmayı başarıyor. Hadise, daha önceden Fantastic Four’da sıkça çizim yapmış ve bazı hadiselerde karşımıza çıkan Leinil Yu’nun çizimlerini taşıyor. Ayrıca hikâye kısmında ise Michael Bendis’i görüyoruz. Daha önceki yazarlıklarında olduğu gibi, yine sıklıkla olmaz denen şeyleri oldurmuş (!).
Amerika’da 8 fasikül halinde yayınlanmış bu seriyi Marmara Çizgi tek ciltte toparlamış. Daha yeni basılan bir cilt, Kasım 2012 tarihli. Baskı kalitesi gayet iyi, Marmara Çizgi’nin diğer baskıları gibi kaliteli. Ayrıca çeviriler oldukça yerinde, ingilizcesi ile saçma sapan farklılıklar ve yersiz çevirimler içermiyor. Gizli İstila hadises bir çok yere dokunuyor; Sivil Savaş ve sonrasındaki bir dizi olaydan sonra gerçekleşmesinden dolayı, olaylara farklı bakış açılarıyla yaklaşıyor değişik kahramanların düşünceleriyle. Olayların arkaplanı ve hikayenin özeti şöyle; Kree ırkı ile Skrull ırkı arasındaki savaştan sonra Iron Man, Mr. Fantastic, Prof. X, Dr. Strange, Black Bolt ve Namor; Illuminati adında bir örgüt kurarlar –ayrıca New Avengers #7 ilk kez gözükmüşlerdir, New Avengers: Illuminati’da hikâyeleri anlatılmıştır, sonrasında alt hadiselerde ara sıra tekrar toplanmışlardır. Bu örgütün amacı, Dünya’yı Skrull’lara karşı korumak ve Skrull’lar ile mücadele etmektir. İstila ihtimaline karşın Skrull İmparatorluğu’na saldıran grup, bu olası istilayı önlerler ve Dünya’ya geri dönerler. Ancak geri dönmeden önce yakalanıp incelenmişlerdir ve geride oldukça fazla bilgi bırakmışlardır –özellikle Mr. Fantastic.
Her hadisede olduğu gibi, bu hadisede de efsanevi sahne çok fazla. Beni en çok sinirlendiren sahne Mr. Fantastic’in gerilmesi oldu. Onun dışında savaş sahneleri genelde karmakarışık ancak spesifik bakıldığında zekice dizayn edilmiş.
Diyeceklerim bu kadar, yazının devamında Illuminati ve 50 Eyalet Oluşumu hakkındaki özetleri bulabilirsiniz. Çizgili kalın, ve son olarak; Siz kime güveniyorsunuz ? Illuminati - Orjin : Iron Man, Mr. Fantastic, Prof. X, Dr. Strange, Black Bolt ve Namor tarafından oluşan ve Skrull ırkına karşı savaşmak amaçlı kurulan süperkahraman grubu. Iron Man tarafından uzaylılar hakkında bilgisi olan süperkahramanların biraraya getirilmesiyle kurulan bir grup. Iron Man dışındaki her üyenin karşı çıkmasına rağmen, üyeler garip bir şekilde bilgi paylaşımı için sık sık toplanmışlardır. 50 Eyalet Oluşumu : 50 Eyalet Oluşumu ‘Sivil Savaş’ hadisesindeki ana yasanın altındaki fikirlerden bir tanesidir. Tüm süperkahramanların yasal olarak kimliklerinin ifşa edilip memur gibi kayıt edildikten sonra, Amerika’daki 50 eyalete süperkahramanların atanması fikridir. Kaptan Amerika’nın başını çektiği bir çok süperkahraman tarafından reddedilmiştir ve ‘Sivil Savaş’ hadisesi gerçekleşmiştir. Neticede Kaptan Amerika teslim olmuştur, Iron Man S.H.I.E.L.D yöneticisi olmuştur ve bir çok süperkahraman yargılanmıştır. Kaçan süperkahramanlar ‘Secret Avengers’ adı altında hayat kurtarmaya ve şehirlerini savunmaya devam etmişlerdir. Yasal olarak kaydolan süperkahramanlar da gruplara bölünüp 50 eyalet’e görevli olarak atanmışlardır. Skrull’ların gelimini tetikleyen en büyük olay budur, bu bölünme içerisinde bir de Kaptan Amerika suikaste kurban gittiğinde, halk ve süperkahramanlar için bölünme kaçınılmaz olmuştur. Çağlar Bozkurt
Hikayenin geçtiği dönem ise oldukça güzel yansıtılmış. Hikaye dönem olarak demiryollarının daha yeni yeni döşenmeye başladığı zamanlarda geçiyor. Ancak kahramanımız yalnız takılmayı sevdiğinden ve kasabalarda yaşamadığından dolayı ara ara şahit olduğumuz sahneler dışında çok bir şey öğrenemiyoruz. Yine de oldukça güzel anlatıldığını söyliyebilirim. Bir de vahşi batının o tehlikeli yüzü güzel yansıtılmış. Eh nede olsa elinde silahı olanın kanunu belirlediği bir dönemdeyiz ve ortalıkta çok silah var.
Amerikan çizgi romanları ile Avrupa çizgi romanları birbirinden oldukça farklıdır. Amerikan çizgi romanları genellikle süper kahraman ağırlıklı, renki ve büyük sayfalı formatta yayınlanırken, Avrupa çizgi romanlarında(özellikle Fransa, İtalya) çoğu çizgi roman kahramanı sıradan insanlardır. Süper güç diye bir şeyi çok az görürsünüz. Ve genelde çinileme tekniği ile saman kağıdında yayınlamayı tercih ederler. Ben şahsen ikisinide severim. Lone Ranger’ı ise ilk gördüğümde tarzı sebebiyle Avrupa çizgi romanı sanmış, ancak daha sonraları Amerikan çizgi romanı olduğunu öğrenmiştim. Çizgi romanın kahramanı Lone Ranger ise meğersem 1940’lı yıllarda oldukça popüler olan bir Amerikan kahramanıymış daha önce pek çok filmi, dizisi, çizgi romanı olan serinin bu yeniden çevrimi bakalım nasılmış. Lone ranger 2007’de Brett Matthews(kendisi Angel dizisinin de senaristiymiş aynı zamanda)’ın yazdığı Sergio Cariello’nun çizdiği, 25 sayıdan oluşan bir seri. Hikayemiz Lone Ranger’ın nasıl doğduğunu ve ilk zamanlarını anlatıyor. Yani bir nevi origins gibi düşünebilirsiniz. Hikaye daha ilk sayfalardan hızlı bir tempo ile başlıyor. Brett Matthews oldukça güzel bir kurgu oluşturmuş. İlk 7- 8 sayfada pek çok kesit gösterip karaktere hemen ısınmamızı sağlamış. Ancak burada uyarmam gerekir, başlarda klasik bir intikam hikayesi gibi gözükse de, detaylara indiğimizde oldukça güzel bir hikayesi var. Ancak hızlı geçtiğiniz zaman pek çok detay gözünüzden kaçıyor, tavsiyem sindire sindire okunması.
Çizimler ise oldukça başarılı. Farklı bir teknik kullanan Sergio Cariello sahneleri kare kare çizmek yerine alt alta çizmeyi tercih etmiş ve oldukça güzel durduğunu söyliyebilirim. Okurken geniş ekran bir film izliyormuş gibi hissediyorsunuz. Hoz comics tarafından yayınlanan Lone Ranger’ın ilk 3 cildini çizgi romancılarda bulabilirsiniz. 4. sü de yoldadır. Tahminimce 5 yada 6 ciltten oluşacak bu kısa seri hem okuması zevkli, hem de güzel basımıyla kitaplığınızda durmasını isteyeceğiniz bir çizgi roman. Aykut Kekeç
Hikâyede olan şeyleri SPOILER başlığı altındaki kısımda okuyabilirsiniz, #699 ve #700 ile ilgili konudaki sinir bozucu kısımları kapsamaktadır, SPOILER Dan Slott, önce Doctor Octopus ile May Hala’yı birleştirdi, üstelik May Hala’ya hiç ummadığımız bir davranış gösterterek. Sonra da Doctor Octopus’u öldürüp, Doctor Octopus’u Spider-Man yaptı ve Doctor Octopus yani Superior Spider-Man şimdi Mary Jane ile evli. Evet, Peter Parker öldü, ve Otto nam-ı diğer Doctor Octopus, Peter Parker oldu. Bu sayede başdüşmanlarından biri olan Doctor Octopus hem May Hala ile hem de Mary Jane ile birleşti. Well played Dan Slott, well played. SPOILER
Yeni yıla nasıl girerseniz öyle gider derler ya hani, ben öyle olmamasını umuyorum. Yani en azından Peter Parker açısından, Amazing Spider-Man #699 ve sonunda #700’den sonra Stan Lee ve Steve Ditko’nun da öyle düşündüğüne eminim. Marvel’ın başına kötü bir şey geldi, Dan Slott. Amazing Spider-Man’deki son zamanlarda gerçekleşen büyük olaylarda parmağı olan, her ne kadar storyline’a katkıları olsa da, son zamanlarda seride radikal ve uyumsuz kararlar veren bir yazar Dan Slott. Ve ona bu kararları vermekte yardımcı olan Marvel NOW. Marvel NOW Marvel’ın yeni başladığı bir oluşum, aslında bir yenileme. Marvel’ın, daha önce de bir çok kez serileri background’u temiz olan eventler yaratarak düzenleyip yeni okuyucu kitlesi edinmeye çalıştığını biliyoruz, ancak bu kez biraz daha farklı. Çünkü bu kez gerçekleşen şey bütün Marvel Evreni’nde gerçekleşiyor, tüm seriler belli evrelerden geçerek temiz hale geliyorlar. Bu iyi bir şey mi ? Bana göre, en azından Peter Parker için değil. Marvel zamanla, özellikle ‘One More Day’ ile birlikte Peter’ı çok değiştirdi. Karakterin çekirdeklerini oluşturan şeylerin bir kısmını bocalattı. Hikâye gitgide rezil bir hâl almaya başladı, ve her şey yeniden başladı. Bu da bir okur kazanma stratejisi miydi ? Belki. Ama yeni okuyucu kazandırdıysa da, şu anki okuyucularına çok şey kaybettirdi.
Mahallenizin Örümcek Adam’ı olan Amazing Spider-Man artık yok, o artık Superior Spider-Man denen saçma sapan serideki Otto. Okuyacağım, ancak Dan Slott’un twitter’a yazdığı saçma sapan düşünceyi benimseyerek değil. Marvel’ın bir çok kez hayranlarının kızgınlığını çekmesinin sebebi de burada gizli, hikâyenin derinliğini algılayamamış ve karakterin yapısını anlayamamış insanlara hikâye yazdırıyor olmaları. Peter Parker geri dönecek belki, hikâyenin devam eden kısımlarında, ancak bu kez Superior çerçevesine nasıl uyacak hep beraber bekleyip göreceğiz. Stan Lee’nin ASM #700’ü okuduktan sonra verdiği tepki aşağıda. Umarız 2013 Peter Parker için iyi bir yıl olur, takipte kalın. Ayrıca, Superior Spider-Man’in ilk sayısı 9 Ocak’ta çıkıyor, aklınızda olsun. Çağlar Bozkurt
Ming, Mongo gezegenini kontrol eden galaktik bir imparatordur. Ona bir çok güç sağlayan bir yüzüğe sahiptir ve galaksideki bir çok gezegeni şiddet yolunu kullanarak kontrol etmektedir. Canı sıkıldıkça etraftaki gezegenlere saldırmaktadır, ve Dünya’ya da böyle bulaşır aslında. Deprem, volkanik hareket tetikleyici, meteor yağmuru yapabilen bir gemisi vardır ve bunla doğal olmayan bir çok olay gerçekleştirmiştir. Dünya’ya saldırırken, son olarak Ay’dan meteor göndermesi ile Ay’ın yörüngesi değişir ve bunu farketen Dr. Zarkov Flash ile Dale’i zorlayarak potansiyel bir saldırı için hazırladığı roketle birlikte uzaya giderler.
Flash Gordon ‘Fezada Çarpışanlar’
Bu ay da film incelemek istedim geçen ayki gibi, aklıma direk olarak Pembe Panter geldi ama canım tüm seriyi izleyip yazmak isteyeceğinden, ve de bu kadar çok vaktim olmadığından başka bir şey düşünmeye başladım. Yakın zamanda TED filmini izlemiştim ve orada Sam Jones’un oluşu ve olan göndermeleri anımsadım, sonrasında küçükken ‘Fezada Çarpışanlar’ olarak yayınlanmış ve televizyonda izlediğim 1980 yapımı Flash Gordon’ı tekrar izleyip incelemeye karar verdim. Fezada Çarpışanlar nedir derseniz, o kısma hiç girmeyelim. Léon’u, Sevginin Gücü olarak çevirmiş insanların da bilincinde olarak tabi. Flash Gordon aslında 1934 yılında Alex Raymond tarafından çizilmeye başlanmış bir çizgi roman serisi. Orijini böyle olsa da, bolca yan ürün çıkartmış bir seri. Şu ana kadar 6 adet dizisi, 3 adet filmi yayınlanmış. Listeye Wikipedia sayfasından ulaşabilirsiniz, ben direkt olarak filme geçmek istiyorum. Konumuz şöyle; Flash Gordon New York Jets’te oynayan bir quarterback’tir –oyun kurucu. Flash Gordon ve Dale Arden özel bir jetle yolculuk ederlerken Ming isimli bir uzaylının Dünya’ya etkilerinden dolayı iniş yapmak zorunda kalırlar. İniş yaptıkları yerde, daha önceden NASA’dan istifa etmiş bir bilimadamı olan Dr. Zarkov tarafından kısmi olarak kaçırılırlar ve kendilerini uzaya giden bir rokette bulurlar. Sonrasında Ming’in gemisine çekilirler ve olaylar başlar.
Film eski kabul ediyorum, ancak geçen ayki Forbidden Planet deneyimimle karşılaştırdığımda her ne kadar daha yoğun aksiyon ve daha büyük bir evren içerse de –en azından anlatılan kadarı- filmin bazı yerlerinde dahil olamadım. Küçükken çok beğenip, büyüyünce ‘o kadar da değilmiş be abi’ dediğim şeyler listesine ekledim. Berbat diyemem; ancak oyunculuk, efektler, diyaloglar ve ana erkek ile ana dişi arasındaki o hıphızlı etkileşim bu kadar bariz mi olur ? Tabi Sam Jones hala bir efsanedir, filmde ona laf yok. Flash Gordon böyle bir film, fikir açısından orjinallikler taşıyor, ancak bunları bir adım öteye geçirip devamlı olmayan ama one-shot çok eğlenceli/yaratıcı bir film yapabilirlermiş görüşündeyim. Çizgi roman’dan farklı bir hikâyeye sahip olduğu için one-shot dedim tabi ki, sınırı aştıktan sonra sınırın bir anlamı kalmıyor gibi. Vaktiniz varsa izleyin, IMDb puanı da 6.2 ve bana göre de vasat sayılmaz. Ah, bitiriyordum ancak soundtrack’ten bahsetmeyi atlamışım. Soundtrack Queen tarafından hazırlanmış, zaten her sahnede buram buram Queen kokusu alacaksınız. Çağlar Bozkurt
Oyunumuz ufak bir alandaki beyaz bir evde başlıyor. Zork takviminin 948 GUE yılını gösterdiği bir zamandayız ve oyuncu olarak maceracı rolünü üstleniyoruz. Ancak neyin olup bittiği hakkında hiçbir fikrimiz yok, dolayısıyla ben size doğrudan eve girerek başlamanızı öneririm. Benim yaptığım gibi eve girmeyip uzaklaşırsanız yarım saat kadar ormanda saçma sapan dolanıp, sonrasında bir troll tarafından öldürülebilirsiniz.
ZORK I ‘Zork: The Great Underground Empire’ *Zork: Büyük Yeraltı Uygarlığı
Oyunun başlangıcı için, ev gerçekten iyi tasarlanmış. Size yeraltı uygarlığına inerken kullanmanız gereken bir çok eşyayı sağlıyor. Burada bir oyuncu tavsiyesi daha veriyorum, saçma sapan her eşyayı almayın. Sonra bazılarını drop etmekle uğraşıyorsunuz. Görevimiz değil belki ama ileride amaç olarak belirleyeceğimiz ve karşımıza çıkacak şey, ‘Zork’un 20 Hazinesi’ni toplamak.
West of House... You are standing in an open field west of a white house, with a boarded front door. There is a small mailbox here. > examine mailbox The small mailbox is closed. > open mailbox Opening the small mailbox reveals a leaflet. > take leaflet Taken. > examine leaflet “WELCOME TO ZORK! ZORK is a game of adventure, danger, and low cunning. In it you will explore some of the amazing territory ever seen by mortals. No computer should be without one!” Zork Dünyası’na hoşgeldiniz.
Oyunda söylendiği üzere; Zork, macera, tehlike ve marifet gerektiren bir oyun. Ölümlüler tarafından görülebilecek en müthiş yer olarak tanımlamış, ve ufak da bir espri yapmış yazarımız Zork, Infocom tarafından 1978’de yayınlanmış, yazı tabanlı bir rpg oyunu. Belli kurallara dayalı ve komutlar girerek oynuyorsunuz. Komutlar önceden tanımlı, her ne kadar önceden sınırlandırılmış olsanız da, oyun içinde size özgür bir ortam sunuyor. Çevredeki herşeyle etkileşime geçebiliyorsunuz; masa, sandalye, yaprak gibi.
Yeraltı gerçekten çok tehlikeli ve karşımıza bir çok düşman çıkıyor, her ne kadar çok fazla çıkmasa da combat kısmı yeterli fazlalıkta. Karşımıza çıkan yaratıklar; ölümcül grue’lar – türkçe’ye çeviremedim-, baltalı bir troll, dev bir tekgöz ve gerçekten hızlı bir hırsız. Ayrıca yeraltında dolanırken bizi zorlayan şeylerin içine karmaşık iki labirent ve bazı bulmacalar da giriyor. Hazineleri topladıktan sonra, ‘Master Adventurer’ yani ‘Usta Maceracı’ ünvanını kazanıyoruz. Bu ünvanı kazanmamızla birlikte gizli bir harita kazanıyoruz. Bu harita bize bir tepeye gidiş adımlarını veriyor, bu tepeye girmeye çalıştığımızda ise oyun bitiyor. Zork size bir forumda ya da chat üzerinden FRP oynuyormuşsunuz hissi yaratan bir oyun, tabi ki oyun yöneticisini biraz algıda seçici olarak hayal etmeniz gerekiyor. Kullanabileceğiniz komutlar şunlar; look, examine, talk, close, exit, pull, move, take, kill, open, enter, push, lift, tie. Bunların yanında size cümle içinde belirttiği nesneyi de belirtmeniz gerekiyor. Girişteki leaflet örneğine bakabilirsiniz.
Windows 7 üzerinde DOSBox ile ZORK1.bat dosyasını sürükleyerek çalıştırabiliyorsunuz. Save komutuyla kaydedebiliyor, restore komutu ile de kayıtlı oyununuzu geri yükleyebiliyorsunuz. Zork, 1986 yılına kadar toplam 378 bin 987 adet satmış, disket olarak. Şu anda tüm serisi internet üzerinden ücretsiz indirilebiliyor. Aynı zamanda bir çok web sitesinde de port edilmiş versiyonu mevcut, browser’ınız üzerinden de çalıştırabilirsiniz. Siz de küçükken ‘Macera Tüneli’ okuduysanız, Zork sizde benzer etkiyi yaratacak. Oyunun haritası da internette mevcut, ayrıca ben yazıya da ekledim. Şayet kaybolacak gibi olursanız, bakmanızı öneririm. Zork’un karanlık dünyasında, hepinize bol şans. Çağlar Bozkurt
frp
FRP ve Bir Adım Ötesi
Önceki sayımızda FRP'nin tarihine ve genel hatlarına
naziktir, genelde soluk tenlidir. Ranger sınıfı ise tam bir doğa adamıdır, dere tepe gezer durur, üstü başı toprak toz içindedir.
değinmiştik. Şimdi size oynadığınız oyundan alacağınız zevki
Doğaya saygılıdır, ormanda kendini çok daha rahat hisseder.
arttırmanın tüyolarını vereceğim.
Elfler için genel olarak yetişkinlik yaşı 110-125 civarıdır, karakteri miz 107 yaşında olsun mesela, hayatının baharında. Gençliğin
En basitinden başlayarak sıra sıra bir göz atalım;
Rol Yapın!
getirdiği deli doluluk vardır üzerinde. Hatta çok meraklı olduğu için ailesini ve şehrini geride bırakıp yollara düşmüş olabilir. Boğulmaktan korkuyor olsun mesela. Ve gelelim düşmanlarımıza Elfler ve cüceler tarihin başından beri yıldızları barışmayan iki
Bu maddeyi en başa yerleştirdim çünkü birçok oyuncu rol yapmaktan aciz. Kimseyi eleştirdiğim yok, olduğunuz gibi de
ırktır. Ayrıca Elfler ve orklar da aynı ortamdayken kan akmaması mümkün olmayan ırklardır.
oynayabilirsiniz fakat bu işin adı "RYO" yani "Rol Yapma Oyunu" en temel işlevini gerçekleştirmezseniz masadan gram zevk almadan kalkarsınız. Çekinmeyin. Sonuçta o sandalyeye oturma, o masanın etrafında toplanma amacınız bu zaten. Örneğin; "Ben cüceye 'Yapma!' diye bağırıyorum" Bu cümleyi ele alalım. Böyle demeyin. İşe biraz ruh katın ve "Yapma!" diye bağırın! Eğer cüce oyunculardan biriyse mutlaka bir adı vardır, ona ismiyle hitap edin. Ve oyuncuya doğru "Hayır, Bardin! Yapma!" diye haykırın. Olay apayrı bir boyuta geçecektir, emin olun. Bu size rol yapma konusunda vereceğim Hayal gücü oldukça efektif olabilir.
ilk(ve en önemli) ipucuydu.
Eğer daha da ileriye taşımak isterseniz karakterinize odaklanın. Bu bilgilerle karakterimizin hatlarını belirledik, oyun içerisinde Irkını, sınıfını, yaşını, boyunu, karakteristik özelliklerini,
bunu değiştirebilirsiniz de. Mesela zamanla olgunlaşıp bilge bir
korkularını, geçmişini vs. ayrı ayrı düşünüp tasarlayın.
karaktere de dönüşebilir.
Karakterinizi ne kadar derinleştirirseniz, onun içine girmeniz daha da kolaylaşacaktır.
Bunları oyunda nasıl mı uygulayacağız? Elbette ki yerine göre rol için yardımcı element olarak kullanacağız. Karakterimiz bir
Mesela "Pathfinder" sisteminde bir karakter yaralım; Karakterimiz bir Elf Ranger olsun. Elfler elit bir ırktır, uzundur,
Ork gördüğünde rahatsız olabilir ya da partideki cüce ile hep sürtüşme içinde de olabilir. Düşmandan kaçarken yüzmesi
gerektiğinde boğulma korkusu yüzünden zorluk çekebilir.
çıkabilecek olası bir savaşı canlandırabilirsiniz de. Görsellik her
Bunun pratiğe dökmek tamamen sizin hayal gücünüze kalmış.
zaman iyidir. Alacağınız hazzı kat ve kat arttırır.
Fon Müzikleri
Oyuna konu olan eşyaları da bir şekilde yapabilirsiniz. Örneğin bir madalyon varsa onu köpükten vs. yapıp oyunda kullanırsanız
Oyununuzu zevkli kılmak için olaya farklı duyularınızı da
farklı bir deneyim yaşayabilirsiniz. Ya da oturup kendinize gümüş
katmalısınız, örneğin arkaya atmosferik müzikler koyun. Bu
veya altın paralar da yapabilirsiniz. Hatta oyunda bulacağınız bir
hem oyunun ritmini hem de oyuncuların rollerini iyi anlamda
hazineyi direk modele aktarıp kullanabilirsiniz de.
etkileyecektir. Gördüğünüz gibi hiçbir sınır yok, tamamen sizin hayal gücünüze Durağan sahnelerde daha sakin hafif müzikler tercih edin. İş aksiyöne geldiğinde ise şöyle hareketli bir şeyler açtığınızda
ve isteğinize bağlı bu durum. Hazır yapım zindan setleride oldukça güzel gözüküyor.
heyecanı gerçekten hissedebilirsiniz. İnternette yapacağınız kısa bir arama sonucunda dişinize ve oyununuza göre çok güzel müzikler bulabilirsiniz Özellikle epik anlarda Two Steps From Hell oldukça işinize yarıyabilir.
Kostümler Oyun sırasında fazla abartmamak kaydıyla, kostümler giyebilirsiniz. Çok da gözünüzde kostüm olayını büyütmeyin, sonuçta sizden bir cosplayer olmanız beklenmiyor. Sadece elde bulunan malzemelerle de bir şeyler ortaya çıkarabilirsiniz.
Minyatürler ve 3 Boyütlü Maketler Mesela benim mezuniyetimden kalma bir cüppem var, bunu yer İşe birazcık da görsellik katmak gerek. Savaş alanlarında
yer oyunlarda bazen pelerin bazen de büyücü cüppesi olarak
kullanabileceğiniz minyatürler edinin ya da birazcık vaktiniz
kullanıyorum.
var ise karakterinize uygun bir minyatür tasarlayın ve yapın. Savaş sahneleri böylece görsel açıdan daha iyi olabilecek,
Eğer “hacı benim vaktim bol bol var” derseniz de internette bir
taktiklerinizi daha iyi belirleyebileceksiniz.
sürü şeyin şablonu mevcut, alıp kendinize bir şeyler dikebilirsiniz Bunlar çok temel ama alacağınız zevki sağlam derecede arttırıcı olaylardır. Birini bile uygulasanız ne denli etkili olduğunu görecek siniz. Oyundan temel beklentiniz zevk almak ve eğlenmek olmalı. Bu aylık da benden bu kadar sevgili dostlar. Gelecek ay görüşmek üzere, esenle kalın hoşça kalın.
Bunlarla oynamayı kim istemez? Biraz daha ileriye taşımak isterseniz birkaç ev, han, kale maketi ile kendinize küçük bir şehir kurabilirsiniz. Hatta burada
Aykut Hacıoğlu
-Aydın Can Gür ‘ün babilkulesi.net’te yayınladığı 24 Ağustos 2011 tarihli yazıdan alınmıştır. Bizi kırmayıp yayınlamamıza izin verdiği için teşekkür ederiz. -
BADASS Yetiştiğiniz sosyal çevre, eğitim düzeyiniz ya da maddi durumunuz ne olursa olsun, eğer Türkiye’de doğup büyüdüyseniz, bir şeyi defalarca tüketmiş olmanız yüksek olasılıktır: Ucuz aksiyon filmleri. Nerede okuduğumu şimdi çıkaramasam da bir yerde şöyle dendiğini hatırlıyorum: “Bu filmler Batılı izleyici için B filmdir, Türk insanı içinse sinema.” Ve sinemasının büyük kısmını bu tür filmler üzerine inşa etmiş ülkelerden birinin vatandaşları olarak, bu anlatıların ruhuna hepimiz aşinayızdır. Bir sıçrayışta surların üstüne zıplayıp 20 kişiyi tek kılıç darbesiyle yere seren, gözleri kör olduğu halde bir saç telini rüzgarda çıkardığı hışırtıyı duyarak vurabilen, dünyadaki tüm madenlerin kaynadığı havuza saunaya girer gibi girebilen ve filmdeki bütün erkekleri dövüp, bütün kadınlarla yatan kahramanlar… Fedailerini “Aptallar! Beceriksizler!” diye paylayan ve kreşendosunu doldura doldura kahkahalar aran pos bıyıklı kötü adamlar… Her filmde çılgınca dayak yiyen sapık tipli figüranlar… Aslında bedava kaynaklar söz konusu olduğunda ayrıntılı inceleme yapmaktansa vaktimi ve enerjimi başka yazılara harcamayı uygun buluyorum. Ama Badass için bir istisna yapacağım. Çünkü tasarımcısı Jay Steven Anyong, Cüneyt Arkın’la Erol Taş arasındaki mücadeleyi cigerden yakalamış.
Önce Bir Endamına Bakalım, Değil mi? Badass’in tüm kuralları sadece 28 sayfalık bir PDF iledağıtılıyor. Grafik kalitesi gibi unsurlar hakkında denecek pek bir şey yok. Ahım şahım değil ama derli toplu ve konu başlıkları organize biçimde sunulmuş. Metin, pek fazla kafa karışıklığına izin vermeden, gayet temiz akıyor. Bedava bir oyundan beklenmesi gereken de budur zaten. Görsel açıdan çarpıcı olmak yerine iyi fikirler barındırmak ve insanların ürüne hızla ısınmasını sağlamak. Bir oyuna para ödediğinizde, onun potansiyelinden bütünüyle yararlanmak için gerçekten çaba harcıyorsunuz. Oysa bedelsizce elde ettiğinizde, büyük ölçüde zaman ve enerji yatırımı yapmak için ekstra bir motivasyona ihtiyaç duyabilirsiniz. A sınıfı oyunlar kendi bünyelerinde barındırdıkları kaliteyle bu motivasyonu yaratabilirler. Ama bağımsız ve amatör yapımlar tüketiciyi hemen yakalamalıdır yoksa kaçırırlar. Badass bu açıdan başarılı bir ürün. Oyunu oynamanız için gerekenleri sizi hiç sıkmadan, kısa süreli bir okumayla veriyor. Ve başlamak için neredeyse hiç vakte ihtiyaç duymuyorsunuz.
Ama Önemli Olan Ruh Güzelliği Metindeki sadeliğin, içeriğe de yansıdığını söylemem mümkün. Oyun çok basit birkaç mekanik üzerine oturuyor. Karakteriniz için önce 3 tipten birini seçiyorsunuz: Kickass (Cüneyt Abi tipi), Smartass (MacGyver tipi. Türk örnek bulamadım, aklınıza gelen var mı?) ve Wiseass (Cingöz Recai tipi). Sonra Irk, Meslek, Metagame ya da Stile dayalı iki Flava seçiyorsunuz. Bunlar special skilleriniz oluyor. Bir ya da birkaç ekipman seçiyor ve karakterinizin geçmişine ilişkin birkaç önemli ayrıntıyı kısaca not ediyorsunuz. Hepsi bu. Karakteriniz hazır. Bundan sonrasıysa Badass Point ve Awesomeness Point denen iki mekanik üzerinden akıyor. Awesomeness Point’in işlevi çok basit. Her 30 Awesomeness Point kazandığınızda, yeni bir Flava alabiliyorsunuz. 60, 90 diye katlandıkça yeni special skilleriniz oluyor. Oyunu esas götürense Badass Point’leriniz. Normal şartlar altında her aksiyon için 2z6 atıyorsunuz. Ama Badass Point’leriniz sayesinde, fazladan zar atma şansınız oluyor. Kimi Flava’larınızı yine bunları harcayarak aktive ediyorsunuz. Badass Point’leriniz sizin adınıza ekstra aksiyon demek ve kullandığınız her bir BP için Awesomeness Point’iniz bir artıyor. Badass Point’ler aynı zamanda karakterlerimiz için Hit Point işlevi de üstleniyor. Ama hiç akıl karıştıracak bir şey yok. Dead of Night incelememde anlattığım Survival Point benzeri bir işlevi var bunların. Yalnız Badass, Dead of Night’tan bile daha bol aksiyonu teşvik eden deli dolu bir oyun. Ve bu puanları çok hızlı bir şekilde kazanıp harcayarak müthiş bir tempo yaratmanız mümkün.
Örneğin, kendisine “Akılsız baş tez uçarmış” diye saldıran Bizans İmparatoruna, “Seninki hala duruyor, bak”diye yanıt veren Cüneyt Abim, Badass Point’ini kazanıveriyor. Düşmanlarınıza attığınız tekmeleri sinematik bir tatla anlattığınızda, hanenize yine +1 yazılıyor. Oyun seansına atmosferi güçlendirecek bir soundtrack getirmekle de ekstra BP kazanabiliyorsunuz. Oyunda Badass Point kazanmanın 8-10 yolu var, hepsini yazmayayım. Ama soundtrack dışındaki oyun harici unsurların da kurallara yedirilmiş olmasını sevdim. Örneğin rüşvet, oyunun bir parçası. Masadaki herkese birer çay ısmarlayıp bir success zarı satın alabiliyorsunuz. Zar atmak yerine oyunculardan birini yahut GM’i bilek güreşine davet edebiliyorsunuz. Kitap, kötü adamlara ilişkin kuralların özetlendiği birkaç sayfa ve Amerikan filmlerinde sıklıkla gördüğümüz, suça batıp çürümüş distopik kent temalı örnek hayal alemiyle son buluyor. Düşmanlara verilen avantajlarda da ucuz aksiyon filmlerinin ruhu olağan üstü yakalanmış. 20 kişi halinde saldırıp her biri birer yumrukta ölen dandik fedaileri, Ninjaları, ara ve son bossları mükemmel biçimde canlandırabileceğiniz kurallar oluşturulmuş.
Sonuç Olarak Hakkında yazdığım her şeyi unutsam da Badass bir şeyi çok iyi yapıyor. O da sınırlarını ve imkanlarını bilmek. Jay Steven Anyong, elinden geleni hedeflemiş, elinden geleni yapmış ve potansiyelini oldukça iyi değerlendirmiş. Ortada gayet oynanabilir durumda ve iyi tasarlanmış, bol esprili bir oyun var. Söz konusu bir amatör olduğunda şunu demek gerekiyor sanırım “Daha ne olsun?” Badass kendi hayal alemine sahip bir oyun değil. Ama hayal alemleri konusunda hiç sıkıntı çekmiyor.Çünkü daha önce, Farklı Oyunlara Neden Gerek Var yazı dizisinde değindiğimiz bir yönteme ustaca başvurmuş ve yıllar boyunca yapılmış yayınlardan, filmlerden, yani mevcut birikimden yararlanmış. Sizi böylece çok iyi tanıdığınız bir dünyaya davet ediyor. Hani izlerken “Ulan böyle filmi ben de yaparım”dediğiniz o dünyaya. Velhasıl, buyurun. Hodri meydan. Açıkçası ben Badass’i çok sevdim ve onunla en az bir oyun oynatacağımdan eminim. Ama onu doğrudan kullanmayacaksanız bile, arşivinize katmanızı ve amatör çalışmalara örnek olabilecek bu oyunu incelemenizi öneririm. Zaten topu topu 28 sayfa. Ne kadar zaman kaybedebilirsiniz ki? Pekala, oyunu şu bağlantıya tıklayarak indirebilirsiniz. Bir de aklıma gelmişken, Steven Seagal’ın 2003 yılı sonrasında çektiği video filmlerini izleyin. Acayip malzeme çıkıyor. Aydın Can Gür
kart atıyorsunuz, sayı doğrusu oluşturmak gibi. Yani ortada 6numaralı inek ve 12 numaralı inek varsa, siz ya 6’dan ufak bir inek atacaksınız, ya da 12’den büyük. Daha sonra yeni bir kart çekiyorsunuz. Eğer uygun bir kartınız yoksa, yerdekilerin hepsini alıp biriktiriyorsunuz. Oyun bittiğinde bu birikmiş kartlarda bulunan sinekler sayılıyor ve sizin hanenize ekleniyor.
Süper İnek ! Aklıma direk olarak Worms’teki super sheep geldi, ama hayır mow’daki süper ineklerin super sheep ile bir alakası yok. En azından patlama yaratmıyorlar. Oyunda 7 tane süper inek var, bunlar; engelleyen inek, akrobatik inek, uyuşuk inek, buza, cılız inek, süt ineği, deli dana. Bu inekler sırasıyla şu işlere yarıyorlar; -
Birkaç ay önce düzenlediğimiz board game etkinliğinde oynadığımız oyunlardan biriydi Mow. Saçma sapan ama çok eğlenceli çizilmiş ineklerin ve sineklerin olduğu, oynanışı çok basit ve eğlenceli bir kart oyunu.
Mööööö Oyunda hepimiz çiftçileri canlandırıyoruz. Biz inekleri biraraya getirip sıra halinde götürmeye çalışıyoruz, ancak ineklerin çevresinde iğrenç bok sinekleri var ve kimse bu ineklerin yanlarına yaklaşmak istemiyor. Amacımız her ne kadar inekleri sıraya sokmak olsa da, oyun içinde bu amaç biraz karmakarışık bir hal alabiliyor. Farkındayım, açıklama kısmında kart oyunundan biraz daha farklı bir şey uyandı kafanızda, ama birazdan hepsi düzelecek çünkü oynanışı açıklayacağım. Bir destede 48 kart var ve bu 48 kartta 74 tane sinek var. Bu kartların büyük bir kısmı normal ve az sinekli ineklerden oluşuyor. 6 adet süper güçlü inek var ve 6 adet beş sinekli inek bulunuyor. Ayrıca oyun yönünü belirleyen bir ok kartı var, onun dışındaki kartların hepsi az sinekli şirin inekcik tasvirleri olan kartlar.
Oynanış Kartların hepsi numaralandırılmış, bu numaralar da tabi ki oynanışa etki ediyor. Bir setten iki deste çıkıyor; 3-5 kişi arasındaysanız bir desteyi, eğer 6-10 kişi arasındaysanız yanında gelen ek desteyle beraber oynuyorsunuz. Kartlar karıştırıldıktan sonra her oyuncuya 5’er kart dağıtılıyor. Oyunun başında ok kartı kartları dağıtan kişinin solundaki oyuncuya dönecek şekilde konur ve süper güçlü bir inek atılıp o ok yön değiştirilene kadar oyun saat yönünde döner. Her tur özel kartlar dışında şöyle işliyor; ortada olan kartların en ufağından daha ufak ya da en yükseğinden daha yüksek bir
Engelci inek eklendiği tarafı tıkıyor. Uyuşuk inek araya girebiliyor, örneği 6 ile 8 varsa ortada, siz uyuşuk ineği 7 olarak ekleyebilirsiniz. - Cılız inek oyuncunun tur sonunda tekrar kart çekmemesini sağlar. Eli 4 karta sabitlenir. - Süt ineği oyuncunun tur sonunda iki kart çekmesini sağlar. Eli 6 karta sabitlenir. - Buza rengi yeşil olan bir kartın sağına ya da soluna yerleşebilir. Ancak 0’ın soluna ve 15’in sağına yerleşemez. - Akrobatik inek aynı sayıya sahip bir kartın üzerine koyulabilir.
İneklerin Sonu Deste ve tur bittiği zaman, herkes elinde kalan inekleri biriktirdiği kartlara ekler ve sonrasında herkes kendi ineklerindeki sinekleri sayar. Eğer etap sonunda herhangi bir oyuncunun toplam sinek sayısı 100’ü geçtiyse, o kişi mahçup ve üzgün bir inek gibi möö’lemek zorundadır. Oyun bittiği zaman en az sineğe sahip olan oyunu kazanır. Mow, taşıması kolay ve oynaması basit/eğlenceli bir kart oyunu. Vakit geçirmek ve kahkaha atmak için gerekli her özelliğe sahip. Kitapçıkta ufak bir teşekkür var; Dünya’daki ineklere teşekkür ederiz çünkü onlarsız bu oyun olmayacaktı. Hurrican, bu oyunun gelişme sürecinde hiçbir ineğin yaralanmadığını ya da mağdur olmadığını garanti eder. İyi oyunlar ! Çağlar Bozkurt