Müjde::4
“Size söyleyeceklerimiz var!”
Müjde Fanzin Kış 2018. Sayı 4. Editör/Tasarım: Can Barlas zeynep coşansu Yazarlar: Ahçik might Görkem Can Barlas Burak Sander Hasan Sarıçam zeynep coşansu Hüseyin Bilgehan Güven Görseller: Afşar (sf. 14) Can Barlas (sf. 11, 13) Dilara Yavuz (sf. 7) might (sf. 8, 13, 19) Bize ulaşın: mujdefanzin@gmail.com Instagram/ @mujdefanzin
2
Önsöz
Can Barlas Zamanın akışı karşısında bazen şaşırıp kalmamak mümkün değil... Yeni bir sayıyla yine karşınızdayız, daha güçlüyüz, durmak bilmiyoruz. Beğenmeniz ve okumanız umuduyla bir araya geliyoruz, Sizin için tüm bu kelimeleri birleştiriyoruz. Ama aynı zamanda demek istiyoruz ki: Türk edebiyatı ölmedi, Korkmayın, genç nesillerin emin ellerinde. Günümüzde okunan tek şair Nazım Hikmet, Tek yazar Sabahattin Ali iken, Yeni nesilden çıkan “yazarlar” sadece “Mutluluğun formülü”nü yazdıkları kitaplar basarken Biz edebiyatımızı koruyoruz. Korkmayın! biz Nazım Hikmet’lerle büyüdük Ve kendimizden katarak edebiyatı güçlendirmeye geldik. Daha yeni başladık, evet, Hiçbir yayınevi bize bakmaz, torpilimiz yok Ama size kendi sesimizi duyurmaya kararlıyız Çünkü yazdıklarımıza güveniyoruz. Alın çayınızı elinize, yudumlarken Bu sayfalardaki kelimeleri Ve kelime aralarını okuyun!
3
Gökyüzünün Kapıcısı Burak Sander
Anneannemden gizli çatıya sigara içmeye çıktım dün
gece. Emekliye ayrılmaya hazırlanan yıllanmış kiremitler, kucakladı
üzerlerine yıkılan bedenimi. Kargaların bile unuttuğu gökyüzü, bütün çekiciliğini bana armağan etti. Ben de pılımı pırtımı topladım,
cebime attım. O esnada göklerdeki en büyük yıldız gözüme ilişti.
Bana bir şeyler anlatmasını o kadar çok istedim ki hiç düşünmeden
ona doğru koşmaya başladım. Üstünden atladığım her bina beni
yıldıza bir adım daha yaklaştırıyor, heyecandan gözüm kararıyordu.
Yıldızın yanına varmama ramak kala son kez gözlerim karardı, ama bu diğerleri kadar kısa sürmedi. Uyandığımda üstünde bayıldığım
çatı katının sahipleri hunharca sevişiyorlardı. Aldırış etmeden
gökyüzüne baktım. Yıldız hala oradaydı. Biraz uzaklaşmış, ama
hala orada.
Yolum uzun, onun aksine benim hala umudum vardı. Bir
çatı katında kanser bir kadın dökülen saçlarını izliyor, kocası da
kanepelerden birine uzanmış kan kusuyordu. Belki de bir çocukları
vardır diye düşündüm. Peki nerede o zaman? Belki de şu an 100
gram kokain karşılığında böbreklerinden birini vermeye çalışıyordur.
Belki de tam şu an annesinin dökülen saçlarıyla kendini asıyordur. Hayatın en karanlık yerinde dünyaya gelmek bunları gerektiriyordur
belki de. Çok geçmedi, 7 apartman sonra Epikür’ü gördüm.
Gördüğü her kadının gizlice fotoğrafını çeken bu adam bir odasını
eserlerine ayırmıştı. Onu Epikür yapan kendisinden başkası değildi.
Ben dahil herkes tarafından sapık olarak yargılanacak olan bu adam, yaptığı işten sonsuz bir zevk alıyordu. Sonradan fark ettiğim bir
4
şey oldu. Başka bir oda sadece tek bir kadına ayrılmıştı. Odanın
her tarafında yüzlerce fotoğraf, binlerce gözyaşı silinmiş mendil.
Hayatın en karanlık yerinin daha da kararmaya başlayacağı geceydi bu. Bütün bir odayı kaplayan kadın karşı apartmanda onu aldatan
sevgilisini yakaladı. İşte insanoğlunun en zayıf noktası. Epikür
olacakların hiçbirini göremedi. Bir saat sonra kadın sayamadığı
kadar uyku ilacının eşliğinde meyve bıçağıyla beraber bedeninde sayamayacağı kadar yara açtı.
Çok fazla insan yaşıyordu. Bir kadın üçüncü vodka şişesini
bitirdikten sonra onu hamile bırakamayan kısır kocasının penisini
koparttı. Dostlarının hepsini poker masasında kaybeden adam dostu saydığı köpeğini kederinden ateşe verdi.
Artık yıldıza çok yakınım. Sadece birkaç adım daha
atmam gerek. Birkaç adım sonra görüntüsü, kulaklarımda bestesi ancak tanrıya ait olabilecek bir piyano eseri, ışığı ise bir defne
yaprağı kokusu olana ulaşmış olacağım. Ama içimde buruk bir his
gitmemem gerektiğini söylüyor. Belki de sezgilerime güvenmeliyim
sonuçta gökyüzünün kapıcısı benim. Asla bana ait olmayacak bir
yıldıza sahipmişim gibi davranamam. Bu gece çok fazla şey gördüm.
Belki de o kocaman yıldız sadece çöldeki seraptır. İnsanların hepsi
birer kum tanesi. Ne direnebiliyor, ne de yaşayacak daha güzel bir
çöl bulabiliyor. Burada, bu küflenmiş hayallerin arasında tek bir güzellik dahi olmamalı.
Tarihi bilinmeyen o uzun sigara molasının sonunda
gökyüzünün kapıcısı ayak bileklerine bağlı bir düzine taşla kendini
Mostar Köprüsü’nden aşağı bıraktı.
5
Sen’de Duruyor Ahçik
Sigara paketinin külleri taşırdığı sabahlarda Özledim Seni
Mum ışığının gün ışığına denk geldiği gün Dolunay’da Yasemin kokusunun burnumun direğini sızlattığı... “Beş dakikaya evden çıkmam lazım!” deyip
Seni seyre daldığım o akşamlarda özledim. Gittim... Ve gittin,
Şimdi pencerenin önündeki çiçekler soldu
Kahvenin, soğuk çayın ise bayat tadındayım Gidişini bekletemeyen ben!
Son yudumunu içmediğin bardağı, Dolapta bıraktığın çıkolatayı,
Yatağa fırlattığın o pijamayı... Gittiğin yerde bekletiyorum. Gelirsin diye değil,
Geleceksin biliyorum.
Çünkü... Çünkü; ellerim üşüyor, dudaklarım çatlıyor, yağmur çiseliyor... Kış geliyor, kış.
Yaz zaten geçiyor
Ve zaman hep Sen’de duruyor.
6
Utangaç Sevgili Hasan Sarıçam Kuvvetli bir
ölüm hüznü
Seni düşündükçe
çöküyor üstüme
kızıyorum
o an kendime Korkaklığıma,
çekingenliğime Tamam diyorum;
şimdi açıklayacağım
Fakat seni görünce,
dudaklarım açılmıyor
Bari gözlerimle anlatayım diyorum, Gözlerinin
içine
bakamıyorum
Artık bilmen gerek!
Benim için o kadar zor ki;
O
cümleyi
söylemek: “Seni seviyorum.”
diyebilmek.
-Saygılarımla arz ederim-
7
sisyphus
zeynep coşansu tavandaki nereden geldiğini hiçbir zaman çözemediğim, ölü hayaller tutan kurşun kalem izleri, yukarıdan asılı kumaştan kuşlar, dikkatsizce yandaki duvara bantlanmış birkaç kağıt. gece pencereyi açık unuttuğum için boynum tutulmuş. üzerimde ne olduğunu anlamak için çok uykulu olduğum bir ağırlık var; ufalanıyorum. ruhumun en derin katmanlarına kadar inandığım ve benimsediğim sisyphus’un rutininin gerçekçilikten uzaklığını fark etmem üzerine bunu anlamlandırmaya çalışmaktayım. ancak bunu yapmak için fazla ufak, zayıf hissetmekten geri kalmayan bilincim beni geride tutuyor, yalnızca içime çöken huzursuzlukla oturuyor ve bu çirkin sabahta beni uyandıran karın ağrımın yaşama anlam veremememden kaynaklanıp kaynaklanmadığını düşünüyorum. perdeyi açıp yüzümü ışıkla yıkarken bu ışığın görüşümdeki karanlığı değiştiremediğini fark etmem uzun sürmüyor. bedenim içimdekileri kaldıramıyor, havada çözünüyor gibi hissediyorum; moleküllerim atomlarına ayrılıyorlar. dedim ya, u-fa-la-nı-yo-rum. yukarı devrilmiş camdan dışarı süzülüyor; sevimsiz kahverengi havayla bir oluyorum. rüzgar beni götürmesi gerekirken yüzüme yüzüme esiyor, kendimden kaçışlarımın ne kadar anlamsız olduğunu hatırlatıyor. üzerimdeki varlığının yeni farkına vardığım, annemin yıkanmaktan incecik kalmış vişne çürüğü kazağının içinde ürperiyorum; kendiminkiler çok daha kalın ama koşulsuz sevginin belli belirsiz kokusu beni ısıtmasa da rahatlatıyor, kazağın kollarını çekiştiriyorum.
8
banyonun loş ışığında baktığım yüz çok da çirkin değil ama kesinlikle rahatsız edici biçimde tuhaf; boyası akmış saçlar ve çatlamış dudaklar yıllardır görülmemiş, giderek de yıpranmış bir portreyi andırıyor. gördüğüm bu çehre bana bir yabancıdan daha da uzak. peki ne zaman kendimi bu denli soyutladım? sadece sürekli bozuk bir makine gibi kendi yarattığı buharlarda boğulan bilincim, boşluk ve bunalımla ne yaptığını bildiğine inanmadığım bilinçaltım ve ben varız. fiziksel halime “ben” demek bana garip geliyor; üç farklı oluşum aynı ortamı paylaşıyorlar ve metafizik fiziksellikten daha “elle tutulur” hale geldiğinden yaşayıp yaşamadığımdan bile emin olamıyorum. baktığım yüz bir yabancı, ve varoluşumu geçerli kılan her şey an itibariyle çözünmeye devam ediyor. bir bedenden bağımsız düşünceler karmaşası geçerli bir varoluş sayılır mı? zamanın akışı etrafımda vızıldıyor; bir süre sonra tekerrür eden her şey gibi ona karşı da hissizleşiyorum. hissizleşmeme rağmen varlığını sürdüren, nasıl tanımlayacağımı bilmediğim bir oluşum içinde yüzüyorum. tekrarlar ve tekerrürler, sıkıntılar ve sıkılmalar, bunalımlar ve buhranlar, farklılaşamamalar ve farksızlıklar aklımdan geçiyor; ilerleyen saniyede hangisi daha yerinde ise onu benimsiyorum, gerçi hangisi olduğunu bilmiyorum, ama biliyormuş gibi davranabilirim. fizikselden, hatta metafizikten bile kopmak üzere olup savrulan, incecik bir iplikten ibaret olan, “varlık” dersem bile abartacağım ancak yerine başka bir kavram bulamayacağım yaşayış hali devam etmeyi hak eder mi? sisyphus inadına, ama daha çok başka bir şansı olmadığı için devam etmişti. ama o, varlığından emindi ve tatsız da olsa bunu benimseyebilmişti; varlık kavramım yok olurken aynı şeyi sürdürmeye çalışmam faydasız değerlendirilemez mi? sanatsal olabilir, eteklerime taşlar bağlayabilir veya kafamı bir fırına sokabilirim belki; ama fiziksel varlığı sona erdirmek, ondan bu denli
9
uzaklaşmış bilinci de yok eder mi, artık bilememekte, bilsem de bunu sorgulamaktayım. üstünde isteksizce gezineceği bir beden de kalmadığı için yunan trajedilerinde insanlara musallat olan ruhlardan biri olmak istemiyorum, bu da demek ki sahte sanatsallığın da bir sınırı var. kısılmış gözlerimi kırpmadan bedenimle bakışıyor, bir şekilde onun içine girmeye, eski bütünlüğüme dokunabilmeye çalışıyorum. soğuk taşta üşüyen ayaklarım olmasa, yarattığım bu ayrılık kaosunda yok olacak, sonsuza dek bu aynanın önünde dikileceğim, biliyorum. ruhumun bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmadım değil: kusana kadar yemek yedim, başım ağrıyana kadar uyudum, içime dolar umuduyla sağnak yağmurun altında bekledim, baştan aşağı ıslandım. ama bu noksanlık yalnız ve yalnız zaten var olan, uzaklaşmış benlik algısıyla dolabilir; bunu biliyor ve gerçekleşeceğine inanmadığımdan ne yapmam gerektiğini bilemiyorum. şu ana kadar gerçekleşmeyen mucizeler şimdi de gerçekleşemeyecek, yüzümü bu sefer suyla yıkamaktan başka yapacak bir şeyim yok; boşluk geçici olarak dolabiliyor, sadece anlamsız günlük hareketler ve gereksiz telaş gerekli. akşam çöktüğünde hepsi yine buharlaşacağından telaşlanmakla kendimi yormuyorum bile. galiba geç kaldım. ya da günü yaşayıp eve geri mi döndüm? tek bildiğim şey kanser rengi mor duvar, ve önündeki aynada baktığım yüz; zaman ve hacim artık birbirine dolandı, çözmeye tenezzül edemiyorum. abartı olduğunu düşünsem, süreli şikayet etsem ve farklı olduğumu söylesem de sisyphus’tan farkım yok. sadece devam ediyorum. başka bir seçenek yok; bu ilerleyişin de bir seçenek olduğundan pek emin değilim gerçi. şu anda, artık geçici eylemleri bile istemediğim gerçeğinin farkındalığına eriştim. aynadaki yüze bakmaya devam edeceğim.
10
11
köyümün güzel insanı might
guguk kuşları öterdi sanki ellerinden çalınmış gibi kalpleri,
üzerlerinde bir ölüm yorgunluğu ve sakinliği ile alışmışlığın
köyümde, ah o güzel vişnelerin ayaklarla çiğnendiği köyümde, sadece ağlardı insanlar
ama ne bir gözyaşı düşerdi toprağa, ne bir hıçkırık süzülürdü gökyüzüne
yaşamayı öylesine ciddiye alan kadınlar tanıdım köyümde,
düşüncelerine bir fil edasıyla tutunan kadınlar, beklerlerdi sadece. gün doğar, ülke batar; ama onlar sadece ellerinde demli, sımsıcak çaylarıyla bakarlardı ufka.
öyle adamlar tanıdım ki, bir begonvilin daha çürümeden bıraktığı güzel yaprakları gibi akıtırlardı çapkınlıklarını, henüz yeni tuzlu sudan çıkmış saçlarındaki damlalarla.
gökyüzü ve deniz kokusuyla bezenmiş köyümün insanları sokakta beklerler, birbirlerine bakarlar ve derlerdi iç çekerek, “o anda ne düşmek dalgalara!
o anda ne kavga, ne hürriyet!” köyümün güzel insanı, kalplerinde bir orman yeşertmiş o güzel insanlarım,
onların gözleri bir çöl ve de kaçınılmaz bir ölümün yakınlığını görürdü.
12
Oyun Görkem
Usul usul beklenilen o geceler
Tavana gözleri dikip baktığımız o küçücük nokta Samimiyetsizlik yine diz boyu Sırtımı ağaç dalları deliyor
Birlikte gittimiz o ağaç bile
Sen yokken bir huzursuz oluyor Sanki hıncını benden çıkarırcasına vuruyor bana Beni kendinden uzaklaştırıyor Ama soran olursa suçlu yok Ama maktul hep ortalıkta
Uzun zaman oldu belki
O küçücük nokta bile hasretinle boğuşur olmuş Uyutmuyor yine beni o tavan
Senin gözlerin yanımda olmadığında
Adeta siliyor kendisini tıpkı o hatıra gibi Bazı geceler var gündüzlerden daha kısa fakat daha soluklu O noktanın birden bire beliriverdiği geceler
Hiçbir şey yokmuşçasına ve konuşulmaya değer bile olmayan Bir oyun olmalı bu
Kazananın belli olamadığı
Doğru oynanmalı bu oyun Senin hile yaptığın oyun
13
14
*Manhattan
Skyline,
taken
from
Queens,
NY
Ressam Eliza Can Barlas
Eliza tavana baktı. Uyuyamıyordu. Çok yorgundu, tüm gün çalışmıştı ama şu an gözüne uyku girmiyordu. Saate baktı. Saat 12’yi geçiyordu. Yaşadığı binada uyanık kimse kalmamıştı, bir tek o. Kendisi de neden hala uyuyamadığını anlamıyordu, onu huzursuz eden bir şeyler vardı. Eliza bir ressamdı. Diğer tüm ressamlar gibi özgür ruhlu ama hapis yatan bir bedenin sahibi. Kendini babasının verdiği tek tük para ile zar zor geçindiriyordu. Tüm gününü ya evinde resim yaparak ya da yaşadığı şehirdeki kafelerde diğer ressam ve sanatçılarla takılarak geçiriyordu. Hayatından hoşnuttu aslında ama bazen düşünüyordu, acaba özgür ruhunu özgür bir bedene değişse nasıl olurdu? Gazetede okuyordu hep varlıklı ailelerin yaşamlarını, kıskanıyordu. Onların yaşadıkları evler 3 katlı, altlarında 2 tane arabaları vardı. Ayrıca hepsi çok şık giyiniyorlardı. Gerçekten de dışarıdan bakması çok güzeldi. Bedenleri ve sahip oldukları çok güzeldi. Peki Eliza sahip olduğu ruhu gerçekten bu materyallere değişmek istiyor muydu? Çünkü bu gördüğü insanlar, hiçbiri mutlu değildi. Hepsi çok ciddiydi ve belli ki kendileri dışında hiçbir şey ile ilgilenmiyorlardı. Gerçekten disiplinliydiler, her şeyi bir kurala göre yapıyorlardı, her günleri aynıydı – ruhları hapisti. Eliza tavana baktı, saatlerdir baktığı gibi. Uyuyamıyordu. Çok yorgundu ama şu an gözüne uyku girmiyordu. Saate baktı. Saat 1’i geçmiş, 2’ye yaklaşıyordu. Artık sokakta havlayan köpekler bile uyumuştu. Tüm mahallede uyumayan kimse kalmamıştı, bir tek o. Kendisi de neden hala uyuyamadığını anlamıyordu, onu huzursuz eden bir şeyler vardı. Eliza’nın her günü bir diğerinden farklıydı. Genel olarak yaptıkları aynıymış gibi gözükse bile o bir ressamdı bu yüzden yaptığı işe ruhunu katıyordu. Ruhunu kattığı şeylerin de zaten aynı olmasının imkanı yoktu,
15
hep değişiyordu. Özgür bir ruh değişim demekti. Aynı bir akarsu gibi ruhu da akıyordu, canlıydı. Dün akan su ile bugün akan su farklıydı. Eliza resim çizmeyi 14 yaşındayken öğrenmişti. O – her çocuk gibi – erken yaşta sanata ilgi göstermiş ama hemen ailesi tarafından bu sanatçı yanı bastırılmıştı. Ailesi ruh nedir bilmezdi ama kızlarının işe yaramaz bir sanatçı olmalarına izin vermeyeceklerdi. Sanat sadece zaman kaybıydı. Zaten sanat ile bir hayat geçindirilemezdi. Ve Eliza’nın elinden erken yaşta kalemi alınmıştı. Onun yerine eline bir matematik kitabı koyulmuştu – özgür ruhlu olmayanları eğlendirmek için icat edilmişti matematik. Ama Eliza 14 yaşına geldiğinde gittiği okulunda tekrar resim ile tanışmıştı. Bunu ona bir arkadaşı göstermişti – matematiği sevmeyen bir arkadaşı. Eliza zaman içinde gizlice resim yapa yapa tekniğini geliştirmişti, o bir ressamdı. Eliza tavana baktı, gözünü kırpmamıştı bile. Uyuyamıyordu. Çok yorgundu ama şu an düşünceler içinde boğulmuştu, gözüne uyku girmiyordu. Saate baktı. Saat 4’e geliyordu, şafak vakti yaklaşıyordu. Yeni bir gün başlamak üzereydi. Tüm şehir derin bir uyku içindeydi. En ufak bir canlı ayakta değildi. Kendisi de neden hala uyuyamamış olduğunu anlamıyordu, onu huzursuz eden bir şeyler vardı. Eliza sanatı seviyordu. Özgürlük veriyordu ona sanat. Eliza masasının başına oturduğunda, elinde kalemi önünde de bir kağıt – veya her ne ise üstüne çizeceği – her şeyi yapabilirmiş gibi hissediyordu. Onu durdurabilecek tek şey kendisiydi. Hiçbir beden onu durduramazdı. Sanat yaparken kimse onun ruhunu susturamazdı. Çok olmuştu onun özgürlüğüne karşı çıkanlar. Zaten ilk düşmanı Eliza’nın ailesiydi. Onlar Eliza’yı hasta sanmışlardı, kendini ifade edebildi diye. Ve onu engellemişlerdi. İkinci düşmanı okuluydu. Okulu onun resim yapmasını istemiyordu – aslında onlara sorarsan destekliyorlardı Eliza’nın sanatını ama sözde laflardı bunlar. Okulu Eliza sanat yapmasın, özgür düşünmesin diye hep onu oyaladı. Okulun tek amacı buydu aslında, bir çeşit oyalama
16
mekanizması. Amaçları Eliza’nın ruhunu hapis düşürene kadar oyalamaktı. Ödevler, dersler, sonu gelmeyen çalışmalar ve yanıltmacalar ile oyalamaktı. Ama Eliza bunun da üstesinden gelmeyi başardı. Okulda sanata önem veren öğrenciler vardı. Onlar tüm risklere rağmen sanata devam ettiler ve Eliza’yı da yanlarına aldılar. Ama üzücü olan şu ki çoğunun yaptığı sanat uzun sürmedi. Tüm uğraşlar hüsran ile son buldu, Eliza’nınki hariç. Eliza tavana baktı, harcanmış hayatlara baktı. Uyuyamıyordu. Çok yorgundu ama kafasını kurcalayan, onu rahatsız eden düşünceler vardı, gözüne uyku girmiyordu. Saat 5 buçuktu, şafak vakti. Güneşin doğduğu ve yeni bir günün başladığı vakit. Tüm canlıların gülerek uyandığı ve bu yeni güne umut ile baktıkları vakit. İnsanlar da yavaş yavaş başlamıştı uyanmaya ama Eliza henüz uyuyamamıştı bile. Onu huzursuz eden bir şeyler vardı. Eliza tavana bakmaya devam etti. Hayat adil değildi. O bir sanatçıydı, bu yüzden görebiliyordu ama fark etmeden tüm yaşamlarını harcayan insanlar vardı – ve bu insanların sayısı çok fazlaydı. Eliza hiçbir şey söyleyemiyordu. Donakalmıştı, tavana bakıyordu. Hapis yatmaya mahkum ruhları düşündü. Ne yaptıklarını bilmeden sahip olduklarını aptal bir beden için değişen insanları düşündü. Gözünden bir damla yaş geldi. Gerçekten üzülüyordu bu insanlar adına. Herkes kördü. Sahip oldukları gözler, hakikatı görmelerine engel oluyordu. Eliza bu yüzden biliyordu asla hakikatı bilemeyeceklerini. Gözleri kıpkırmızı oldu, elleri titriyordu. Milyarlarca yazılmayı bekleyen hikaye, yapılmayı bekleyen tablo, hepsi yarım kalacaktı. Eliza yardım etmek istedi ama edemezdi. Kimse yardım edemezdi. Ve Eliza tavana bakmaya devam etti. Çok yorulmuştu. Gözleri yavaş yavaş kapanıyordu. Tam kapatamamış olduğu camından kuş sesleri girdi odasına. Eliza uykuya daldı, hayat adil değildi.
17
Bir Kalp
Hüseyin Bilgehan Güven Bir yılan yaklaşıyor Buğdayların arasından Aman dikkat et sevgilim Bizi ısırmasın Biz seninle en çok sonbaharı severiz Çünkü biz yalnız sonbaharda açan çiçekleriz Diğerlerinin aksine Dökeriz içimizi Dökeriz ve bir daha toplamayız ortalığı Dağınık bir düzenden ziyade Düzenli bir dağınık var içimizde Dağınık yanık kırık buruşuk soluk Bir kalp
18
LİSTELER Dınleme Lıstesı
O
k u m a
Listesı
İ
z l e m e
Lıstesı
J a d e B i r d – L o t t e r y London Grammar – Nightcall Q u e e n – L i f e I s R e a l L e o n a rd C o h e n – C h e l s e a H o t e l # 2
Jon Krakauer – Into The Wild D o n n a Ta r t t – T h e G o l d f i n c h Sadık Hidayet – Kör Baykuş M u r a t h a n M u n g a n – Ya z G e ç e r
M a rc e l Ca r n é – Ch ildren of Par adise Bohman Ghobadi – Sarhoş Atlar Zamanı Michel Gondry – Eternal Sunshine of the Spotless Mind Zana Briski – Kalkütanın Çocukları
19
“Though lovers be lost love shall not.” –Dylan Thomas