Müjde:::.7
“Size söyleyeceklerimiz var!”
Müjde Fanzin Güz 2019. Sayı 7. Editör/Tasarım: Can Barlas might zeynep coşansu Yazarlar: Can Barlas Atalay İnci Can Gülertan Erkan Batıgün zeynep coşansu Hüseyin Bilgehan Güven Görseller: Afşar (sf. 7, 14) Can Barlas (sf. 11) might (sf. 2, 5, 17, 19) Bize ulaşın: mujdefanzin@gmail.com Instagram/ @mujdefanzin
2
Önsöz
Can Barlas “I am large, I contain multitudes” –Walt Whitman
Müjde Fanzin’e ilk başladığımda, kendimi yalnız sanıyordum. Herkes
birazcık salak ve birazcık da vurdumduymaz, habersiz yaşıyorlar hayatı diyordum. Kimse beni anlamıyor kimse beni anlamıyor (!). Anlaşımak istiyordum
herhalde, fanzini yapma fikri bir anda kafamda belirince. İlk planım fanzinin her şeyini kendim yapmaktı. Her şeyi ben yapacağım, bu sayede yanlışlıklar olamaz...
Ve gerçekten de o kafayla ilerledim bir süre. İnsanlardan umudum kaybolmuştu, ama ne komiktir ki tek umudum insanlardı! Altı ay geçti ve elimde hiçbir şey yoktu, sadece hayata geçirilmemiş fikirler. Lone-wolf Barlas’tım ve başarısız
olmuştum. İnsanlara olmayan inancım beni yalnızlığa sürüklemişti. Sonradan ancak fark edebildim ki, belki de herkes birazcık salak değilmiş ve fark ettiğimde bu fikrin benim değil bizim olduğunu, işte o zaman hayata bakışım değişti.
Şimdi Müjde Fanzin’in 7. sayısını hazırlıyoruz, bitmek üzere, siz okurken
bitmiş olacak. Belki son sayımızı hazırlıyoruz belki de daha yolun sonuna
yaklaşamadık bile (belki de hepinize yalan söylüyorum). Her sayımız yalnız benim ve yazarlarımızın fikirleri ve duygularını temsil etmiyor, aynı zamanda
koskoca bir jenerasyonun kaygılarını paylaşıyor. Ve önemli değil benim ne yazdığım ya da yazdıklarımın doğruluğu. Müjde Fanzin’in amacı hiçbir zaman
“ben” olmadı. Müjde Fanzin burada olmasa da var olan insanların hissettiklerini
yansıttı sadece. Biz sadece bir örneğiz, gençliğin gücünü gösteren. Bizim gibi çok fazla fanzin var (ve bir o kadar fanzin de sadece kendini tekrar ediyor). O
yüzden hepinizi bu fanzinin sayfalarını okurken farkındalığa davet ediyorum. Okuduklarınız bir avuç insan değil, koskocaman bir ülke; gençlik...
3
Öykü
Atalay İnci
Isparta’da ne çok zengin ne de çok fakir olan Rasim okuma-yazmayı
geç yaşta öğrendi. Öğrendikten sonra eline kalemini ve not defterini alıp sıkıntılarını yazdı. Ölünce insanların okuması için hikayeler yazdı. Şiirler yazdı, hatta oğluna şarkı bile yazdı. Çok fazla sıkıntısı, derdi, hastalığı vardı. İnsanları kendi sıkıntılarıyla sıkmak istemediği için anlatmazdı, yazardı.
Kalemi kuvvetli bir yazardı. Okuma-yazmayı her ne kadar geç öğrense
de çocukken hayal ettiklerini döktü kağıtlara yetişkinliğinde. Puslu Kent kitabında yaşadığı yeri, oranın sıkıntılarını anlattı. Afitab kitabında ölmüş karısı için şiirler, ağıtlar vardı. Yine de Rasim’in en çok sevdiği şey yazmak değildi. Oğuz Atay okumaktı, Orhan Veli, Sait Faik okumaktı şu herkesin kendi dışında birini düşünmediği dünyada. Hep en acımasız varlık olarak gördü kendi ırkını, insan ırkını. En sevdiği arkadaşı Paşa’ydı. Golden türü tatlı mı tatlı, bir o kadar da sadık köpeği Paşa. Rasim yazdıklarını sadece onunla paylaşırdı başlarda. Sonra Paşa hastalıktan ölünce kapadı kendini kendi beyninin kilitli odalarına. Çıkmadı yıllarca oradan. Oğlu sokaktan bir köpeği sahiplenip babasına götürdü. Rasim ilk kez o zaman evden çıktı. Kapkara tüylerinin arasındaki aydınlığı seyrede seyrede doğal ortamına bıraktı köpeği. Arkadaşı hâlâ arkadaşıydı. Uzun zamanlar görüşememelerine rağmen Rasim biliyordu bir gün tekrar buluşacaklarını. Paşa sadece taşınmıştı bu bitirim dünyasından. Emindi Rasim, daha mutlu olduğuna Paşa’nın. Emindi, Paşa onu bekliyordu ardından.
Sigara çok içerdi. Her defasında bırakıp tekrar başlardı dertten tasadan.
Sevmezdi sigara denen illeti ama içerdi.Sanki çıkan dumanla dertlerinin çıkacağını zannederdi ama her defasında derdi hâlâ içinde kalırdı. Belki de seviyordu dertli olmayı, bitmesin istiyordu belki de sıkıntı. Hayata tutunmasının sebebiydi belki
4
dertli olmak. Karısı öldüğünden beri mezarlığa gitmemişti mesela. Onu toprak
olarak
görmeyi
istemiyordu. Bilincindeki
güler
yüzüyle hatırlamayı seviyordu. afitabım
Eşine demeyi
çok severdi, Asaf ’ın Lavinia’sı
varsa
Rasim’in
Afitab’ı
vardı.
Afitab’ı
öldükten
sonra
çalışmayı da bıraktı mesela. Eve ekmek getiren oğlu oldu. Bir süre sonra o da aşk denen bataklığa girip kendini üzdü.
Rasim arabaya binmeyi de sevmiyordu mesela, yürümek varken niye
arabaya binsin ki! Paşa’nın ölümünden iki yıl sonra sokağa tekrardan çıkmaya başladı. Bu sefer de eve hiç girmedi. Parktaki banklara oturup kitap yazdı. Zordur halbuki bir gecede kitap yazmak. Rasim zoru başardı. Yemek yemeyi kesti bir süre. Sonra dayanamadı açlıktan ölmeye. Ölümden korkuyordu. Bu kadar derdi olan başka bir insan şimdiye intiharı düşünürdü. Rasim intihar etmeyi düşününce bile korkardı. Hem ölse kim ağlardı arkasından. Oğlu dışında kimsesi yoktu Rasim’in. Alkolü, kumarı yoktu neyse ki, sigaraya bile nasıl para bulduğunu bilmiyordu.
Her hafta hastaneye gitmeyi de sevmiyordu mesela. O hastane kokusu,
yaşlılar, bebeklerin ağlaması. Bunlardan tiksinirdi. Çoğu şeyi sevmezdi ama oğlunu severdi. Kendi sıkıntısından vakit bulamasa da oğluyla vakit geçirmek için kendine boş vakit yaratırdı. Tabi bu Paşa ölmeden öncesiydi. Oğlu her hafta başı iki lira verirdi babasına. Rasim de bu paranın yarısını kitaba verirdi. En
5
sevdiği kitabın sayfalarının sararmasını bile düşünemezdi. Kitaplara çok önem verirdi. Kitap kapaklarını kırmamaya özen göstererek okurdu kitaplarını. Ne zaman okumayı öğrendi, işte o zaman kitaplığa sahip oldu. Her geçen gün kitapların sayısı artıyordu. Mutlu oluyordu kitap görünce ama biliyordu bir gün bu kadar mutlu olmayacağını, kitaplardan sıkılacağını. Mesela insanların onun hakkında düşündükleri de umrunda değildi. Dedikodudan nefret ederdi ama kendi kendine insanların arkasından konuşmayı severdi. Arkadaşları sayesinde okulun ne olduğunu, okulda vaktin nasıl geçtiğini biliyordu. Gitmemişti ama okulu da sevmiyordu. Spor yapmak istiyor ama yapmıyordu. Şehir dışına hiç çıkmamıştı. Evi dışında başka yerde kalmayı sevmiyordu.
Rasim herkesten farklıydı. Rasim farklı olduğunu biliyordu. Rasim
elli dokuz yaşında son kitabını bastırdı. Arkadaşı vardı yayıncıda, bu yüzden Rasim’in cebinden para çıkmazdı. Hep teşekkür ederdi arkadaşına. Son teşekkürünü kitaba onun ismini vererek etti. Yazmaktan sıkılmıştı artık, bıraktı yazmayı. Oğlu babasını o zaman kaybetmişti, beden olarak olmasa da Rasim ölmüştü artık. Zaten zihinsel olarak öldükten iki yıl sonra beden ölümü de gerçekleşmişti. Oğlu da babasının anısına evin bir bölümüne kütüphane yaptırdı. Rasim Kemalettin Kütüphanesi, oğul ölene kadar açık kaldı. Kütüphane kalmasa da Rasim’in mezar taşında yazan Rasim’i unutturmadı insanlığa. “İnsanları tanıdıkça, köpeğimi daha çok seviyorum.” Mark TWAIN
6
* A n t e l o p e
C a n y o n ,
A r i z o n a
7
yaz
zeynep coşansu
annemin öldüğü yaz çok sıcaktı.
o kadar sıcaktı ki cenazeye gelen uzak akrabalarımdan biri beyaz, uçuşan
bir elbise giyiyordu. terleyen ve mutsuz bir siyahlar denizi arasındaki bu zarif beyaz elbise cenazeden daha çok kalbimi kırmıştı; ölümün saflığını, insanlığını hatırlamıştım. durumun gerçekliği o anda kalbime çökmüştü, ağlayamamıştım.
uzun süre de ağlayamadım.
bir ay sonra cehennem gibi bir temmuz günü, güneş tenimde
cızırdarken içimde adeta bir şalter attı, yediğim bal bademli dondurmaya tuzlu gözyaşlarım karıştı. bal badem annemin en sevdiği dondurmaydı, ama aklıma
annem geldiğinden akmamıştı gözyaşlarım; bilinçaltım artık taşıdığı yükü kaldıramamış, sıcakta zorlanan devreler sonunda yanmıştı.
tuzlu dondurmamı yedim ve bir hafta ağladım.
sonra yaşlar durdu.
yaz sıcağında duygularımdan uzaklaşmış, sıradan detayların tuhaf
şalter geri kaldırılmışçasına gözlerim kurudu.
cenazeden sürükleyerek getirdiğim hissizlikte huzur buldum.
ancak güzel yapılarına merak sarmıştım. yaz boyunca otobüste bana merakla bakan çocukların fotoğraflarını çektim, güneşin altında çimlere yatıp bulutların
-korkunç şekilde hızlı(?)- ilerlemesini seyrettim, çok fazla bira içtim ve ufak tatil beldelerinde amaçsızca gezindim.
8
dondurmacılardan yayılan taze külah kokusunu içime çekerek el yapımı
takıların dizili olduğu tezgahlar arasında dolaşırken sık sık gözlerimi kapatıp taşlar üzerinde gezdirdiğim parmak uçlarıma odaklanırdım. arada sırada
bir yeşimin pürüzsüz yüzeyine veya gri kuartzın simetrik köşelerine rastlar, kabullenemeyişimin boğazımdan yukarı tırmanmaya başlayan lavlarını geri
itmek umuduyla yutkunur, yine de gözlerimin dolmasından kurtulamazdım. genelde orta yaşlı ve sevimli bir hanımefendi olan tezgahtar iyi olup olmadığımı sorduğunda da gözüme kirpik kaçtığını veya uykum olduğunu söyler, hızla deniz
kıyısına kaçar ve gece kuvvetlenen dalgalara düşünme yetimi kaybedene dek bakardım.
bir süre sonra bu sudan bahanelere ben de inanmaya başladım.
o yazı annemin öldüğü yaz olarak anımsamam tuhaf aslında, annemle
ilgili hiç mi hiç düşünmedim. yalnızlıktan kaçmaya çabalamak çok daha kolay geliyordu bana -o zaman bunu bilinçli yaptığımdan değil gerçi. kafayı takmaya
başladığım sıradanlıklar bana yetiyor, aklımı dolduruyor, kalbimin üstüne üstüne bastırıyordu, dışarı bir şey çıkamıyordu.
güneş batarken pek turuncu değil, neon pembe görünürdü gözüme;
bu parlaklığın gökyüzünü kaplayan toz pembeyle güzel bir zıtlık oluşturuşuna kafa yorar, dakikalarca göz kırpmadan göğe bakardım. açık mavi derin ve zengin
tonlara usulca ve zarifçe geçerken aslında gökyüzünden, kolyemin ucundaki yeşimden, dudaklarımda kuruyan tuzdan farklı olmadığımı hayal eder; bu sıradan güzelliklerin bir parçası, doğanın ve yapayın devamı niteliğinde var olmanın fantezisini kurardım.
kafamda bazı teoriler kurup sonuçlara ulaşmıştım, mantık ifade
9
etmemelerini önemsemiyor, kendi aklımda dönüp duruyordum. mesela insan, kendisi haricinde var olan her şeyden ayrı tutuluyor ve bu bize hem bir
üstünlük, hem de inanılamaz ve tarif edilemez bir yalnızlık getiriyordu. ben ayrı olmak istemiyordum; duygusuz yaşamaya başlamak bana madde ve ruhun
düşünüldüğünden daha ayrı olduğunu öğretmişti. ben, ama “ben” olan ben içi boş bir kabuk misali askıda duruyor, bilincimin gereksiz farkındalığıyla kendimi rahatsız ediyordum. ama bedenim neden ruhun bir eklentisi kabul ediliyordu?
ben yüzdüğüm denizle, soluduğum havayla, sabahları altında nefessiz uyandığım,
yaz gelse de değiştirmediğim ağır yorganımla bir olmak istiyordum. bağlanmak, çözülmek, tek-leşmek istedim. bir şeyin parçası olmak istedim.
ama bir süre sonra yaz da son buldu, havalar serinlemeye başladı.
hala sıcaktı elbet, yaz sıcağı bilincime tutunmaya çalışıyordu, kolay kolay
ilerleyemiyordum. ama artık karasinek sesleriyle değil, gözlerimde donuk yaşlarla uyanıyordum. annemin gözlerindeki yeşil rüyalarıma doluyor, uykularımda dışarı
sızıyordu. rüzgarın ıslığı dikkatimi dağıtıyor ve kafamda kurduğum hayalleri ve teorileri düşmeye başlayan yapraklarla beraber savuruyordu.
sonra yağmurlar başladı. sular ve karanlık soluk boruma, mideme, kalbime
doldu; boğulmaya başladım. tembel sıcaklığın getirdiği ilgisizlik zamanla nemli
bir huzursuzluğa dönüştü. ve bir kasım sabahı nereden geldiğini bilmediğim bir korku ile üşüyerek uyandığımda ruhumun tamamen bedenimden koptuğunu hissettim. istediğim olmuştu, bedenim evrenle birdi; ancak kendime uzaktan baktığım izlenimine kapılan ben, bir başımaydım. annem o yaz ölmüştü. kış gelmişti. ve ben tamamen yalnızdım.
10
11
Tehlikeli Başlıklar Hüseyin Bilgehan Güven Şu tablonun dili olsa da konuşsa
En eski anılarımıza dahi tanıklık etti kendisi Yıllar geçse de unutmamıştır herhalde. Sanki o da
bize bizi anlatır gibi Sonbahar yağmurunun ıslattığı bir park Her yağmur sonrasında olduğu gibi Ve yağmurun tek sevmediğim yanı Islak banklar
Şiir klişelerindendir ama
12
Bu tabloda da var
Sararmış yapraklar
Bir sonbahar rüzgarı değmişçesine
Hayatımda tıpkı eski zamanlardaki gibi Yine sevmediğim insanlar var
Ama herkesle seni aynı kefeye koyamam Bizim finalimiz
Tehlikeli başlıklarda olmamalıydı Kelimelerin anlamlarında değil
Kafiyelerin hoşluğunda kaybolmalıydık Hüzünlü şarkılar yerine İlkbahar ayındaki kuş cıvıltılarına
ve insanların uzamış dillerine iyi birer konuk olmalıydık
13
* W a n a k a ,
14
N e w
Z e a l a n d
Rüzgarlarım Erkan Batıgün
Ah benim rüzgarlarım Poyrazlarım, alizelerim, yıldızlarım benim Sabah yellerim. Esin doyasıya, bahar getirin mis kokulu Bukle bukle lavanta getirin Ve papatyalar, sardunyalar getirin Esin gönlünüzce gönlüme Okyanus getirin bana,tuz kokuları Yosun kokuları getirin. Alplerden gelin bana, Pirenelerden gelin ve Kaçkarlardan, Palandökenden, Toroslardan gelin. Çayırlarını getirin yurdumun Bağlarını, yaylalarını, ovalarını getirin. Kuzu seslerine karışmış türkülerini getirin, Bağrı yanık, kına kokulu. Ufuklar getirin biraz da, Açılmış, masmavi ufuklar Kızıla çalan akşamları getirin. Akarsuların, şelalelerin nağmelerini Bozkırların, steplerin tınılarını. Ah benim rüzgarlarım. Serin ve gezgin rüzgarlarım.
15
Anlaşılma İsteği Can Barlas
Anlamıyorlar,
Anlamıyorsun. Bana kafan basmıyor
Ama zaten beklemiyorum… Ya da ben anlamıyorum,
Anlayamıyorum. Belki de hastalıklıyım Derdime şifa bul? Konuşuyorsun,
Dinliyorum. Biliyorum;
Ben konuşsam dinlemezsin…
Besleme bir yetim miyim?
Saçımı yine mi kötü kestirdim? Dış görünüşüm,
Senin görmene izin verdiğim; Onu bile göremiyorsun.
16
Kimseye bir şey açıklamak zorunda değilim; Sen de değilsin tabii
Ama ben bir “salak” olmaktan bıktım Konuşmayı bilmeyen bir insanım
Ve dinlemeyi bilmeyen insanlarla konuşuyorum. Sonuç beni şaşırtmamalı Ama şaşırtıyor;
Anlaşılmak istiyorum.
Nasıl anlaşılırım diye sorunca;
Çözüm sanki ünlü olmakmış gibime geliyor Benim şiirlerimi beğenen çıkar mı diye Herkese soruyorum
Benim yazdıklarımı kimse hatırlamamış
Ya da belki de,
Okumamış. Anlamıyorlar beni;
Anlaşılmak istiyorum
Ne bir dinleyen
Ama herkesin işi başından aşkın;
Ne bir okuyan
Bulamıyorum…
17
Eksik Dizeler, Kaldırım Tozu Can Gülertan
Boş bir balkonun insanın içinde uyandırdığı hisler kadar karmaşık aklım,
Özlüyorum bazen hayatı yaşamayı, zamanın efendisi tavırlarıyla gezinmeyi bir huy oldu bu bulutlu havalar bende
Korkar oldum ölümden, yaşlanmaktan, yaşarken kum saatimin kumlarını saymaktan
Gitmez oldum en sevdiğim kafelere
Oturmaz oldum zamanında çok şeyler anlattığım insanlarla Yaşlı bir benliği tanıyorum sanki aylardır,
Omuzlarımda çok tabut taşımış gibi bir ağrı var, sanki sevdiklerimi gömmüş hayat
Ne geldiyse şu dertli başıma çok düşünmekten geldi,
Çiçeğe bakıp da bir anlam aradım diye oldu bütün bunların hepsi. Bilmeliydim
Ve belki de alayını siktir etmeliydim.
Ama eli mahkûm insan umut ediyor işte… Şimdi ayak bileklerimde kaldırım tozu Sokağı taşımışım eve birkaç dizem eksik, özlüyorum beni
18
LİSTELER Dınleme
T h e S m i t h s – I K n o w I t ’s O v e r
Lıstesı
Müzeyyen Senar – Elbet Bir Gün Buluşacağız
O
k u m a
R a d i o h e a d – E x i t M u s i c Fo r a F i l m Düş Sokağı Sakinleri – Hoşçakal
Aimee Bender – Limonlu Pastanın Sıradışı Hüznü J a c k
K e r o u a c
–
B i g
S u r
Listesı
Platon – Sokrates’in Savunması
İ
Sean Penn – Into The W ild
z l e m e
Lıstesı
S t e ph e n J D u bn e r – Fre a k on om i c s
Joe Carnahan – The Grey Martin
S corsese
Greg Berlanti
–
Hugo
– Love, Simon
19
“I have great faith in fools; self-confidence my friends call it.” –Edgar Allan Poe