5 YTL
DERKENAR Sayı: 19
Mart-Nisan 2008
Osman Toprak Ali Görkem Userin Ayhan Demir Yusuf Genç Zeynep Çevik
Şiirleriyle İbrahim Tenekeci Hüseyin Akın Mustafa Akar Furkan Çalışkan Alper Gencer Ünsal Ünlü
Hikâyeleriyle Kâmil Yeşil Kâmil Yıldız Mustafa Kılıç
Hüsrev Hatemi Grili Çocuk Kitabı
Atilla Yaramış Sezai Karakoç gözüyle Necip Fazıl
iki aylık edebiyat ve kültür dergisi
Cihan Aktaş ile söyleşi
.
İÇİNDEKİLER 40
3 İbrahim Tenekeci Dönüş hazırlığı
21 Kâmil Yıldız Her şey hakkında bir öykü
Yeni bir Binbir Gece Masalları neşri
4 Hüseyin Akın Cevapsız çağrı
24 Seyfullah Aslan Hikâyenin kâmil hali
Hüseyin Akın
5 Furkan Çalışkan Mandalina kabukları ya da Wagner’den kanamalı 6 Alper Gencer Koca suskunluklar için çok sesli bir kente adak 7 Mustafa Akar Bir türkü kendin yakar
25 Mustafa Kılıç Hediye paketi 27 Atilla Yaramış Sezai Karakoç gözüyle Necip Fazıl 32 İbrahim Tenekeci Geyve, Taraklı, Göynük
9 Ünsal Ünlü Uzak Afrika
37 Seyfullah Aslan Osmanlı deniz politikaları ve teşkilatı
10 Hüsrev Hatemi Grili Çocuk Kitabı
38 Sinem Tüfekçi Osmanlı Denizciliği
14 Yusuf Genç Cihan Aktaş ile söyleşi
38 Joyce Kilmer Ağaçlar
18 Kâmil Yeşil 5 YTL
39 Zou Difan Kuş şarkısı
DERKENAR
iki aylık edebiyat ve kültür dergisi ISSN:1304-6667 ikinci dönem Yıl: 5 Sayı: 19 Mart-Nisan 2008
Yazı İşleri Müdürü Seyfullah Aslan Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Akın huseyinakin@yahoo.com
Görsel Tasarım Seyfullah Aslan İmtiyaz Sahibi Ayhan Soylu Adres Rumeli Cad. No: 144 / 3 Şirin Apt. Osmanbey Şişli- İST.
Ali Görkem Userin
42 Bir Ömür Süvarisi’nin anıları 45 Osman Toprak İrtibatı koparmayalım 47 Mehmet Solak Redifsiz 48 Zeynep Çevik Kapıları Açmak 51 Adem Özdağ Asi-t 52 Ayhan Demir Kosova’nın Çanakkale Kahramanları 54 Yusuf Genç Seni Dinleyen Biri İnternet www.derkenar.gen.tr derkenardergi@gmail.com
Baskı Milsan (0212) 697 10 00
Baskı Tarihi: Şubat 2008
Yayın Türü: Yaygın Süreli Yayın Kurulu Osman Toprak Furkan Çalışkan Ayhan Demir Yusuf Genç
Abonelik Koşulları Yıllık: 30 YTL / Kurumlara: 100 YTL Seyfullah Aslan adına Garanti Taksim Şubesi: 028-6674555 Posta Çeki Hesap Numarası: 1603241
Genel Dağıtım KDD Kültür Dergi Dağıtım (212) 527 45 97
SUNUŞ Merhaba sevgili dostlar, Bir süre önce Derkenar dergisine ara vermiş, bir başka kanaldan yürümeye çalışmıştık. Bunun Derkenar adına bir son olmadığını bir kenara yazmanızı özellikle vurgulamıştık. Çünkü bu kesinti, mecalsizlikten olduğu yere yığılıp kalma değil, soluklanma ve ileriyi gözüne kestirme molasıydı. Edebiyat dergilerinin şaşmaz periyodu her zaman için bir istikrar olarak değerlendirilemez, bazen işlerin rutine dönüştüğünün ya da döngüsel tekrarın ifadesi de olabilir. Eğer yinelemek yenilemekle birlikte bir derlenip toparlanmanın adı oluyorsa yeniden yola koyulmanın anlamı vardır. Aksi takdirde yeni çıktığını zanneden her dergi sadece eski bir sayısını tekrarlamış olur. Derkenar dergisinde bir araya gelen şair ve yazarlar neden burada olduklarının farkında olan düşünce ile duyarlık arasındaki ince çizginin ayırtına varmış kişilerdir. Evrensel olanla kültürel coğrafyaya bağlı yerli tınıları buluşturup birleştiren, aynı zamanda yazmayı çağa tanıklık etmenin bir yolu kabul eden birden fazla kuşağın oluşturduğu bir korodur bu. İlk sayımızda böyle bir fotoğrafı yansıtmaya çalıştık. Hüsrev Hatemi, Kamil Yeşil, Hüseyin Akın, İbrahim Tenekeci, Osman Toprak, Mehmet Solak, Ayhan Demir, Alper Gencer, Mustafa Akar, Furkan Çalışkan, Ünsal Ünlü, Ali Görkem Userin, Yusuf Genç, Atilla Yaramış, Mustafa Kılıç, Adem Özdağ, Zeynep Çelik ve Seyfullah Aslan bu sayımızda ürünleriyle yer aldılar. 1939 doğumlu şair Hüsrev Hetemi’den 1984 doğumlu en genç öykücümüz Mustafa Kılıç’a kadar ara kuşakları içine alan bir yazı kadrosuna sahibiz. Bunu kemiyet ya da çeşitliliğe vurgu olsun diye söylemediğimiz muhakkak. Bu fotoğraf Derkenar’ın salt kuşak edebiyatı dergisi olmadığını, daha önemlisi edebiyatta misyon dergiciliğine daha yakın durduğuna dair bir işarettir. Önde yürüyenlerin arkadan gelenlere yolunu, yordamını, izini, refikini, adını ve adımını aşikâr kılmaya yönelik bir tedrisattır. İbrahim Tenekeci, Hüseyin Akın, Alper Gencer, Mustafa Akar, Furkan Çalışkan, Ünsal Ünlü, Mehmet Solak, Adem Özdağ şiirleriyle; Kâmil Yeşil, Kâmil Yıldız ve Mustafa Kılıç ise hikayeleriyle bu sayımızda yer aldılar. İbrahim Tenekeci’nin gezi yazıları
başka mekânlarla sürüyor. Bu sayıda Tenekeci’nin Geyve, Taraklı ve Göynük’te yaptığı geziye iştirak edeceksiniz. Yusuf Genç, Cihan Aktaş’la son romanı Seni Dinleyen Biri üzerine konuştu. 80’li yıllardaki başörtülü kızları konu olan roman dolayısıyla, gündeme dair ilginç tespitler okuyacaksınız. Atilla Yaramış Sezai Karakoç’un gözüyle Necip Fazıl’ı yazdı. Hem Necip Fazıl’ı hem de Sezai Karakoç’u anlatan-anlatılan bağlamında daha yakından tanıma fırsatı veren bir yazı. Şiirin arka bahçesi olur mu? Şiire sığmayan şiirin dışına taşan her kullanışlı şey şiirin arka bahçesinde yerini alır. Hüsrev Hatemi, şiir kitaplarının arkasında görmeye alışık olduğumuz “meraklısına notlar” bölümünden çok daha ayrıntılı olarak şiirlerinde geçen bazı noktaları, mekân ya da şahıs isimlerini okuyucuda merak uyandırarak şerh ediyor. Hatıra tadındaki bu şiir şerhlerini ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Kitap tanıtımlarında; Seyfullah Aslan Kâmil Yeşil’in ‘Özet Yaşamaklar’ını, Hüseyin Akın Hüsrev Hatemi’nin ‘Bir Ömür Süvarisi’ adıyla kitaplaştırdığı hatıralarını, Ali Görkem Userin Ahmet Özalp’in hazırladığı Çağrı Yayınları’ndan çıkan ‘Binbir Gece Masalları’nı, Zeynep Çelik Mustafa Kutlu’nun son hikâye kitabı ‘Kapıları Açmak’ı, Ayhan Demir “Çanakkale’nin Kosova Kahramanları”nı, Yusuf Genç Cihan Aktaş’ın ‘Seni Dinleyen Biri’ romanını, Sinem Tüfekçi ve Seyfullah Aslan ise İdris Bostan’ın Osmanlı denizciliği hakkındaki kitaplarını yazdılar. Derkenar’ın bu sayısında iki çeviri şiir yer alıyor. Joyce Kilmer’in “Ağaçlar” şiirini Ali Görkem Userin, Çinli şair Zou Difan’ın şiirini ise Bahadır Cüneyt İngilizce’den çevirdi. Osman Toprak dil eleştiri yazılarına devam ediyor. Toprak’ın bu sayıdaki yazı başlığı kalbimize tercüman olacak bir temenniyi dile getiriyor sanki: ‘İrtibatı koparmayalım!’ Evet, sevgili okur-yazar dostlar, dergimiz Derkenar Türkiye’nin bütün köşelerine, kültürün kenar mahallelerine kadar uzanan bir dağıtım ağına sahiptir. Gerek satış noktalarından, gerekse abonelik yoluyla Derkenar’a ulaşmanız mümkündür. Yeter ki irtibatı koparmayalım. 2
İbrahim Tenekeci Dönüş hazırlığı Yalancı şahit, nasılsın iyi misin? Dertleşelim gel, hasar tespiti için: Kapanıyor kapısı büyük çarşının Burada durmak lazım; Yepyeniydi, kıyamazdım giymeye Uzak bir ihtimaldi, dinç tutan beni. Bunu anlatırım bir ara O neydi? Yeniliyor burada savaş tanrısı bile Büyümek düşüyor yetimlere de, Kalkmıyor yokluğa kimsenin eli, Kendimi kötü hissettim, niye? Ağır misafir gibiydik gençken Dünyaya bakınca dalgalandı içimiz. Şimdi böyle değil; suratsız günler... Ne olacak halimiz? ... Yazı çıkardım ömrümün üzerinden Kış, odur, dinmek bilmeyen...
3
Hüseyin Akın Cevapsız çağrı Seferden dönen atlılar her gelişlerinde bir yorgunluk bırakırlar, bir karanlık Bileğimde ince bir sır, sorsanız söyleyemem kim kışkırtır Damarımda bu kanı, ben bu kanı böyle taşıyamam tek başına Kana karışır karanlık, kan karışır karanlığa, söndüremem Siz benim hâlâ çıkmayan bir şiirlik canım var sanırsınız Alıp biraz karanlığınızdan bastırsam işte şuraya, yaralarıma Size benzeyen bir yüzüm olur, size bakacak bir yüzüm Sefere çıkar da bir daha dönmez atından olur atlılar Belki benim de odasından hiç çıkmayan bir gündüzüm olur Saçar günlerini ortalığa, içinden bir kara kedi sustukça gece olur. Sus konuşma orada kal, o kararsız karanlıkta yanılgılarımı çoğalt Ağlamaktan dönüyorum her şeyim orda kaldı; dinle, sana anlatacaklarım var: Çok önceler her tenhada bir tanıdık perçeminden gül deren Çok sonralar ben de bildim yok babalar eski evi öteler Yoksa onlar kudüm çalan ölüler mi hepimizden geç gelen Fotoğrafta çirkin çıkan her resimde uzak düşüp eksilen Yoksa onlar hep biz miyiz havlu atıp kız evinden şen dönen Son mektubu elden verip her salada gönderlere çekilen Susup durur bizsiz adem o kulağı kesiklerden cevaptır bu Düşer gibi iskeletten yeni çıkmış ad bilenir zorlu kışa Cevaptır bu, tınsın diye sessiz harfler, cemden dönen suzinaktır Ben ki alkış mevsiminde gözüm açtım bu dirliğe Ah ki ben ne söyledimse şiir söyledim, küle dönen kitaptır bu
4
Furkan Çalışkan Mandalina kabukları ya da Wagner’den kanamalı Kalbim ve paltom çift taraflı, kanamış ve polyester neredeysem oradalar yoğurt alırken ve sigara kız da orada sırtında bant blumia pek tabi mutluluğu üstünü iyice aramadan davet etmişimdir bozuk paralar, tornet, 37 ekran yarım kalmış bir şiir gitme demeyi unutan kente wagner getirmişler toplanıp gittik, sabaha kadar çekyatın üstünde mandalina kabuğunda izmaritler seni bana uygulayan nedir? Esenler’e ve Ankara’ya ve posterlere kadar kağıt dolaplar gibi yıktığın kimdir? insanlar diyorum telefon açan ve zile basan karıları ve kocaları ve tanıdıkları olan heryerdeler. ah sütün mekaniği tabur tabur yıkılıyor üzerime bilinmez ölümün bir kadına ettiği yul bıraynırdı o tamam buldum oğlunu vurmuştu hem de zırhından matemine şaşmıştın sevgilim ben gamzelerine atlılar devriliyordu güldüğünde sen gittin ve ben pencereleri açtım havasız kalmıştı dünya günlüklerim hiç yazmadığım bugün ilk defa tek bir kelime veda. rosemariagirbach, arkaş ve 3. Mustafa bunları da yazdım sonra... 5
Alper Gencer Koca suskunluklar için çok sesli bir kente adak her şeyi ses çıkarmadan sürükleyen bir gece oturacak yerim yok tuhaf bir alınganlık besliyorum kendime dinmez esintiler titreyerek çoğalan zamanın tamtamları kolay atlatılacağa benzemeyen söğüt gölgeleri beton zarlarda bir sus payı kadar vakit tanı gözlerime konuşsunlar sözlerim beni anlaman için kurulmuş birer bomba çalgılar sustular ve bil ki kenti senin için temizleyen biri var çıktım caddeleri kırdım kaldırımlarından indirdim çerçeveleri bozdum kilitleri yıktım iskeleleri ve sonunda sustu o ne idüğü belirsiz gürültülü senfoni çünkü bizim başlamamız için her şeyin susması gerekliydi önce bir başınalığımızı garipsedik sonra zorlanacak kapılar yakılacak odalar dışarıda yalnız dolaşanlar kadar seviyorum bu caddeleri kırılan şeyleri yumuşak bir örtüyle soğuran ve sürükleyen geceleri ve sonra kesilmiş olanın ardında kalakalan zoraki gerçeklik seferlerini beni elbet bunlar -bu fütursuzca yaşananlar- damıtıp bırakacak ortaya sular testileri keder ömrü alıp gidecek kendime üst üste koyup katlıyorum giderek yükselen şeyleri yıkılmıyor! altında kalmıyorum! ama senin bir gülüşünü hatırlıyorum beyaz uzun biraz bilge kalkarken cesur ve hızlı inerken pejmürde
6
Mustafa Akar Bir türkü kendin yakar Bu duyduğum onun yüzüydü Bu yaralardan duyduğum avuntumdu benim Dört kutu vermidon tükettim onunçün, çatılara falan çıktım bağırdım Kara sağrılı yüzümle şehre göreydim, bir karşıtlığım yoktu Yakın arkadaşlarım sevdiler beni onlar için ateş yaktım Döl bıraktım, ürkek meydanlara kaçtım öyle güzeldim Sakallarımı da sevdiler sevmek bir biçimdi Hikâyelere girip çıkmışlığım vardı ne gam İş hanlarında yaşamdan artırdığım kanaviçe Neden ansıyorum şimdi seni Neden durmadan bıyıklarım ve kaygılarım uzuyor Neden benim dinlendiren kötü olamaz bir yanım var Gebeler arıtıyor sözlerimi, kadınlar gecenin bir yarısında erkekliğe alışıyor iyi mi Bana yakışan bir çiçek olmalıydı buralarda İnandığım ya da kanıtlayamadığım şeyler olmalıydı Uzayda hayat, ısınmış rakılar, geleceği yazan bir sahtekârın küçük burjuva ahlâkına yaraşır ceketi gibi
Gömleğimi nereye assam Bir asılmışın acısı da siniyor yakalarıma Denizi düşünüyorum, dağlardan arınıyorsun niye gelirken Küçük ırmakları sürüklemiyorsun peşinden, köpükleri işlemiyorsun yüzüne Kucağında bir ormanın çocukluğuyla çıkmıyorsun karşıma Dört ucundan kavrayıp ellerimi Darmadağın çayırların yeşilini katmıyorsun demlediğin çaya İncirin kış günü neşesini kapıp gelmiyorsun ne yapmalı Zifire boyamalı duvarları Koltuk takımlarını değiştirmeli aslında, halıları yıkamalı Aynalardan bakmalı sana, saçlarına üflediğim akşam gibi olmalısın Suskun ve loş yani bayat bir yanın olmalı biliyor musun Gerekirse ağlarız, annemizi düşünürüz, iki paket sigara içeriz bak Başı darda dostlara ve arap kadınlara şarkılar yakarız Sen Baez’den bir balada hazırlanan parmakların kadarsın
7
Gemiler battı, tespih dağıldı, zımba gibi kaldık uyduruk yazlarda Kardeşimin Latince öğrenemediği dil kursları, bando mızıka ekipleri Ey duyun beni, büyün kurtuluşu bağırdım en sahisinden Bütün kurtuluşu bağırdım Vivaldi olmak için astım olmaya gerek yok Ama astımdan kurtulmak için Vivaldi olabilirdim Saçlarım çılgınca uzayınca, sandallar boyanınca Hiçbir şey eski açıklığında olmayacak biliyorum Olmazı olmaz yapan rengi yaşıyor oluşumuzun
Bir gün geri dönmek altmışıncı yaşımla Asmalar budanınca, elbiseciler tükenince, taksitler bitince Ev sahibi olunca yani, dağlara hazırlanan küskün keşişlerce Dönmek geri hiç çıkmamacasına Vazgeçmediğim anlaşılır mı bir zaman sanmam Pikniğe gideriz oralara buralara Çalışkan adamların bilmecesine alışırız Aşk evlilikleri yaparız belki de çocuklarımız olmuştur Birden kapıları açarız mehdiyi bekleriz Elimiz değmez ama uçurtmalar sabahı temizler zaten Yanmış konser biletimiz, kahverengi şehir haritalarında Ekmek tutan ellersiz, cezayirlersiz ağlamalarımızda Ben tükendim, birden adam oldum, birden annem yeni doğdu daha Birden sevmeyin beni, içten değilim, matematikte yanlış yapabilirim Solgun bir her kimse olarak geldimse de buraya bilirim Bu gövdeler kımıldanınca bir tabut acıkır hep ölüm olmaya
Bir saat her yerde aynı anlaşılır Bir ölüme bütün dillerde aynı ağlanır bilirsiniz Ya da bilmezsiniz ya da ağır konuştum Ya da evvelden hazırım bu Karadeniz tavrına Bu esmelere gürlemelere bu yer yataklarına Adam gibi konuşmadım kapı kilitlerini kırdım n’olcak Sana gecikince ölüm kısalmadı n’olcak Yine çoğunluk kazandı, yine güzel hemşireler çirkin doktorlarla evlendi Yine adım sordular, yine bir durağın yerini değiştirdiler Yine ağzımda senin adın, bir ülke değerinde, bir dağımız var mıydı Ağrı’ya, Everest’e, evrene göre ya da az daha ufak Ama nerde bizde o bilgelik, o keskin eda Kalsa kalsa bir türkü Kendi gidip ahbapları kalan yar
8
Ünsal Ünlü Uzak Afrika Bu uzak Afrika denizinde şimdi kayboluyor Kıyılar, sönmüş fenerler az ötemde Afrikalar Biraz Akdeniz sarhoşluğunda biraz Afrika bak Buraya yazıyorum; yorgun ve yorulduğumuz Günler adına biriktirdiğimiz günler gelecek Avutamadığım zamanlar, gölgesini yıkadığım Toz yüzlü Afrikalar yine bizim için uzak Yerlerimiz olacak unuttuklarımız arasında Hırçın bir bekleyişin sonsuz hislerini ayartıp Her sabah kendimi senin için çağırıyorum. Unutulan bir yolun kadim bir yolcusu sanıp Kendimi, yeni bir dünya aramışım kendime Ben kendimdeyken öylesine bitirmişim dünyayı Orası mazeretsiz yürünmeyecek kadar bilinendi Oysa bilmek yetmedi bana bozuldu ezberlerim. Unutuldu zamanlarım kural neydi tanımadım Bir iki üç diye bağırdıklarında şaşırmalarım Tadında bırak derlerdi, biraz doysam azalırdı Sevdiğim kaç şey vardı çekinmeden söylediğim Çekemezdim kahrını, delirebilseydim ne olurdu Çıkıp gelsen şimdi bizim olurdu belki Afrika Düz çizgilerini eğriltip doğruları altüst ederdik Sarılsak sarsılırdı dünya berkitirdi kıskançlığını Uyumazdı kimse ezbere anlatılan masallarla Şimdi Afrika’dayım uzayabilsem gelirdim sana.
9
Grili Çocuk Kitabı Hüsrev Hatemi Geceler ve hayalin
Hanım Sultan’da bunu bilir ve bana kin duyardı. Mıknatısın zıt kutuplarının birbirini çekmesi gibi, Kahire’deki garden partide birbirimize bir sempati duymak üzereydik. Fakat içimizdeki nostalji ile Kahire gecesinin hüznü, ikimize de güçlü bir manyetik etki uyguladı ve ruhlarımız aynı kutupta birleştiğinden, birbirini itti. Ah Sultanım, acaba hatıralar nemli topraklardan hoşlanan plantagolar mıdır? (plantago: Sinir Otu) Çünkü, gözlerim nemlendiğinde, anılar beynimde birbiri ardından plantagolar gibi yeşeriyorlar. 1950’li yıllardan sonra ikimiz de İstanbul’a dönmüştük. Bir daha hiç görüşmedik. Yâni halimi arzetmeğe uygun bir an bulamadım. Size bir hayranlık duyduğumu açıklayamadım. Ben, İstanbul’un çok mütevazi bir semtinde oturuyor ve güçlükle geçiniyordum. Siz oldukça iyi bir semtte idiniz. Fakat oturduğunuz daire Dolmabahçe Sarayı’nın güzelliğinden uzaktı. Mutfak duvarı kararmış ve kabarmış olan, bir yap-satçı inşaatıydı. 1970’li yıllar biterken, öldüğünüzü gazetelerden öğrendim. Oturduğunuz daire boşaldıktan sonra, kendime alıcı süsü vererek, daireyi gezdim. Sizden iz kalmamıştı. Sâdece mutfakta, yarısı kullanılmış bir likid yağ şişesi duruyordu. 1980’li yılların ortalarında, ben de, bu dünyâyı terk ettim. Benim vefatımın farkında olan çok az kişi vardı.
Şeyhülislam Yahyâ (17. yüzyıl divan şairi) diyor ki: “Bîm-i reh bilmez, şeb-i târikde tenhâ gelir Senden ey mehru, hayâlin bana bî pervâ gelir” Yol korkusu bilmeyen hayâlin, seni hiç umursamadan gece karanlığında yalnız başına beni ziyarete gelir. Bence, bu beyit divan edebiyatımızın en güzel beyitlerinden biridir. Sevdiklerimizin hâyali hep böyle yapar. dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur da yağsa, kar da yağsa, o hayâl, kupkuru olarak karşımızda belirir. Dolmabahçe yolu ile mi Unkapanı yolu ile mi, çevre yolundan mı geldiğini söylemeden karşımızda durur ve kaybolur. Gece yolculuklarında bizi Susurluk, Bilecik gibi ara duraklarda da izler. Fakat Uçak ve otobüslerin içine girmez. Sadece pencereden bakışla yetinir. Bir gece uçakta iken, onu Alpler üzerinde gördüm. Ertesi gün de Zürich gecesinde otel penceresinden bana baktı ve kayboldu. Benim bu dünyâdaki son günümün gecesinde, hayâlin beni bulamayacak. Yukarıdaki beytin şairi olan Yahyâ Efendi’nin Fatih Çarşamba semtindeki mezarına giderek, daha düne kadar kendisini seyreden benim gözlerimin nereye gittiğini soracak. Haberi alınca ümit ediyorum ki, benim yasımı tutar, senin bedenine kapanır ve geceleri kimseyi ziyarete gitmez.
Kahire’de iki sürüngen
Servistan 1
Tamâmen düşsel bir hikâye. Hayâl ettim ki, ben bir eski ittihatçı subay olarak bir Osmanlı prensesini Kahire’de verilen bir garden partide görmüşüm. Ben kimsesizim, çünkü siyasi sebeplerle vatana dönemiyorum. Prenses Hanım da vatana dönemiyor. Ayrıca mâli zorluklar içinde. Ben bir zamanlar o Hanım Sultan’ın babasını sevmez, benim ilerici fikirlerime göre fazla muhafazakâr bulurdum.
Şimdi de var. Fakat sayıları azaldı; büyüleri bozuldu. Eskiden, sık ağaçlarla gölgelenmiş Boğaziçi bahçeleri çoktu. Bahçenin içinde yükselen köşk veyâ yalıların üst kat pencerelerinden, evin beyini, babasını veya büyük babasını getirecek olan vapurların yolu gözlenirdi. Şimdi babalar da, anneler de büyükanneler de, arabaları ile dönüyorlar. Çoğunlukla üst kat pencerelerinde kimse yok. Herkes ev 10
dışında ve herkes akşam eve dönüyor. Kim kimi bekleyecek? Hayat, muhtelif kişileri beklemekle, mezuniyet, askerlik, evlenme, çocuk sahibi olma, emeklilik gibi olayları beklemekle geçiyor. Birgün de, Tanrı’dan “bana dön” emrini getiren ölüm çıkageliyor. Çok sevdiğimiz bir pipoyu, dolmakalemi veya vazoyu almamıza da izin vermeden, alıp götürüyor. Yunus Emre’nin dediği gibi, kimseler, ölüm sırasının kimde olduğunu önceden bilemiyor. Yeni toprağa verilmiş olan bir kişi, yanından geçen bir karıncaya, sigara ikram ederek, sohbet kapısı aralamaya da kalkışabilir. Felek bizi toprağa karınca: Felek bizi toprakla yoğurup karıştırdığı zaman (karmak fiilinden)
Pentagon generali görünümündedir ve kendisine saygı gösterilir. Hüseyin lâmekanî “Ey tanrım, ben seni çok aradım, sinemde, kalbimde ikamet ettiğini hissedinceye kadar arayıp durdum.” demişti. Ey tanrım ben dünyada yaşarken, senin kalbimde olduğunu hissedemedim. Bu hissin binde biri kalbimde olsaydı bana yeterdi. Halbuki dünyada, senin varlığına, senin sevine tanıklık eden olaylar da vardı. Sen, insanlara civciv tüyü gibi yumuşak saçlı bebekler gönderirdin. Senin yarattığın o güzel varlığın, bir gümüş gülümsemesiyle, her yerde güller biterdi. Ben, senin varlığına tanıklık eden güzellikleri, gereği gibi yorumlayamadan, bu tarafa, ölüler ülkesine geçiverdim. Şimdi ruhum azap içinde
Servistan 2 Çâker:, Köle demektir. Ben üzüntünün, kederin kölesi mi idim? Sık sık yüreğime keder çökerdi. Yaşadığım günlerde, yalnız kendi dertlerim için üzülmekle kalmaz, bir de başkaları için üzülür, onların dertlerini de deşerdim. Servi ağaçları yurdunun (mezarlığın) yiğidi, şövalyesi miydim, çünkü hayatın huysuz atının binicisi olan ben, sonunda benim gibi buraya gelecek olan birini severdim. Onu sevmemek mümkün müydü? Tanrı, kâinâtı yaratırken “kün=ol” demiş ve kâinat var olmuştu. Sevdiğim, sanki özel bir “kün” emri ile yaratılmıştı. Benim hayatım gözlemci bir rüzgarın hayatı gibi geçmişti. Durup dinlenmeden, ona kavuşmak için çaba harcamadan, sadece sessiz bir hayranlığı sürdürdüm.
Servistan 4 Ardımda bıraktığım yeryüzünde, bir anım da, sevilenlerin kendilerini asıl sevene karşı ilgisiz oldukları, başkalarına iltifat edip, kendilerini asıl seven kişiyi görmezlikten geldikleri idi. Sevenler (aşıklar) aşkı, hep yüreklerindeki kederin üzerine yazıp dururlardı. Sessiz ağıtlar söylerlerdi. Benim yaşadığım Türkiye’de, kar yağışının neşesi kısa sürer, ardından trafik kazaları, kapanan köy yolları gibi dertler başlardı. Hayatta iken, İsviçre’de bir karlı gün yaşamıştım. Millet neşeliydi. Bizde ise kar kara sevda gibi çökerdi ülkenin ve milletin üzerine. Şimdi Edirnekapı mezarlığını kar örtsün istiyorum. Ey dünyada bıraktığım “Hüzünler Perisi” beni şimdi bir “Yasin Suresi” okunması huzura kavuşturur. Senin için ise İnşirah (iç ferahlığı) Suresi okunması diliyorum.
Servistan 3 Benim bıraktığım dünyâda, hem zaman, hem gök kubbe, hem kader anlamlarına gelen “felek” kelimesi vardı. Kambur bir ihtiyar şeklinde düşünülürdü. Bu kambur ihtiyar, bir mancınık ile, insanların üzerine cevr ü cefa taşlarını yağdırırdı. Şimdi de Felek, şehrin çok katlı binalarına mancınık ile taş atarken, ondan korkan ve çekinen kimse yokmuş. Sadece, ellerinde alış veriş torbaları olan kapıcılar onu görüyor ve gülerek “Felek Efendi de delirmiş artık.” diyorlarmış. Çünkü, artık insanların gözünde kader imajı, kambur bir ihtiyar değil, bir 11
Kovulmuş vakanüvis
nerelerde olduğunu bilseydim, şiiri ve yakınmayı bırakır, yüzümü senin yönüne çevirir, susardım.
Tarihi olayların yorumu ile uğraşan tarihçilere “müverrih” sadece olayları yazan tarihçilere de “vak’a nüvis = olay yazan” denirdi. Buradaki “nüvis” fars dilinde yazan demektir. Bunu Fransızca zanneden bazı zevât-ı kiram, sonundaki “t” harfi unutulmuş düşüncesi ile bazen “komünist” vezninde “vakanüvist” şeklinde yazarlar. Ben, zaman sultanının hisar (kale, şato) görünümlü sarayında çalışan, bir vakanüvis idim. Zaman sultanının sarayında, çok sayıda şehzade (prens) vardı. Büyük şehzadenin karakteri, mermer ve çelik gibi sert idi. Zaman sultanı, onu Batı Avrupa’dan sorumlu sayıyordu. Sonra Amerika’yı da onun yönetimine verdi. Paris’te Concorde Meydanı ve Londra, Prag, Berlin, Münih’te birçok bina sağlam ve dayanıklıdır. Çünkü oraları yöneten “Zaman Valisi” mermer ve çelik karakterli şehzadedir. İkinci şehzade, ahşap ve erguvan ağacı karakterliydi. İstanbul’da zaman yönetiminden bu şehzade sorumlu idi. Bu şehzade yaşadıkça İstanbul, ahşap yalı ve erguvan ağacı karakterinde, şiirli bir şehirdi. Fakat 1940’lı yıllarda, bu ikinci şehzade, tüberküloz geçirerek Amcazade Yalısında vefat etti. Onun yerine üçüncü kardeş, İstanbul’a zaman valisi tayin edildi. Bu şehzade ilk iki şehzadenin üvey kardeşi idi. Annesi ayrı idi. Çürük beton ve plastik seciyeli olan bu şehzade, 1950’li yıllardan beri İstanbul’a hükmediyor ve İstanbul kötüye gidiyor. Önce de söylediğim gibi, sarayda çok sayıda şehzade vardı. Bunlardan birisi neşeli şarkı sözü yazarı şairlerin ömrüne hükmederdi. Mehmet Akif gibi ağırbaşlı ve yurtsever şairlerin ömrüne hükmeden şehzade ise, Hz. Muhammed’in “Bu din garip geldi, garip gider” hadisinin özünü kavramış bir şehzade idi. Çocuk! Sen bunları nerden bileceksin ki? Ben hem senden yaşlıyım, hem de zaman sultanının vakanüvisliğini yaptığım için biliyorum bunları. Vakanüvislik yanında yorum da yaptığım için, zaman sultanı bana kızdı ve saraydaki hayatım sona erdi. Halk arasına karışınca, hanedandan olmayan sen “Zaman Prensesi” ile karşılaştım. Şimdi senin
Gam sipahisi Gam askerine övgüler. Gam ordusunun erleri mert yiğitlerdir. Neşe çelebileri dertli anlarımda beni terk ederler. Gam askeri ise bütün dertli anlarımda beni bulurlar ve beni dinlerler. Başım (beynim), o ordunun yazlığıdır. Kış mevsiminde ise, gam ordusu yüreğimde kış mevsimi geçirir. Kısa süren bir neşeli anımda bu ordu beni terk etmeye hazırlanmışken, iyi gün dostu olan neşe çelebileri gelerek kalbimde piknik yapmaya hazırlandılar. Tam o anda, davulcubaşı büyük davula (kös’e) bir vurdu ki, ürken neşe çelebileri hemen dağıldılar. Gam askeri ise, dönüşten vazgeçip tekrar gönül bozkırında ordugâh kurdu.
Tarlabaşı’nda yağmur Tarlabaşı’nın genişletildiği yıllardı (1987). Birçok eski ev yıkılıyordu. Bir gün, araba ile Tarlabaşı Caddesi’nden geçerken yıkıntıların arasında yan yatmış bir mavi fon üzerine beyaz yazılı sokak levhası gördüm. Üzerinde “Küflüçıkı Sokağı” yazıyordu. 1945-1963 yılları arası sıklıkla gördüğüm Zehra Beyan ve hiç görmediğim eşi Ali Beyan Bey’i hatırladım. Çocuksuz karı koca idiler. İkisi de İran Azerbaycan’ı kökenli olduklarından, Zehra Hanım, İstanbul’da oturan on-on beş Azeri ailenin sıra ile ziyaretine giderdi. Dar gelirli oldukları halde bu ziyaretlerinde para yardımı istemez, sadece öğle yemekleri ikramı ile yetinirdi. 1957’de biz Yukarı Göztepe’ye taşındığımızda bu tarihten sonra bize gece yatısına da gelmeye başladı. 1963’te evlenme törenime geldi. 1964 veya 1965’ten sonra da vefat ettiği haberini annemden aldım. Eşi Ali Beyan Bey 1960 veya 1961’de vefat etmişti. Tarlabaşı, Kurtuluş’ta oturan bizler için, Aksaray’da oturan halamıza giderken zorunlu olarak tramvay ile geçtiğimiz bir cadde idi. Küflüçıkı Sokağı, Zehra Hanım’ın sokağıydı. Sık sık o sokağı görmek ister, ertelerdim. Zehra Hanım’ı tanıdığım 1945 yılından kırk iki yıl geçmişken, yerde sokağın tabelasını görmek, ben de çok tuhaf hisler uyandırdı. Geçmiş zamanın tramvay sürücüleri (vâtmân) 12
Tuna ve Ren
ve biletçileri ortaya çıkmış gitar ve davul eşliğinde bir oyun havası çalıyorlar ve Ali Beyan Bey halayın başını çekiyor gibi geldi bana. Bir zamanlar, Emirgân ve İstinye’de sayıları çok fazla olan bülbüller nasıl azalmışsa, siz de gözden kaybolun, kalbimi ağrıtmayın, derdimi deşmeyin demek istedim bu folklor grubu üyelerine.
İçimden bir çığlık yükseliyordu. “Yine gam yükünün kervanı geldi/Çekemem bu derdi de yarim bölek seninle” Fakat artık karayollarında kervanlar değil dev kamyonlar bulunduğunu hatırlayarak, kalbimin ses düğmesini sonuna çevirerek, çığlığı kestim. Fakat, pop şarkılarının, seralarda yetiştirilen acayip imgelerini kullanarak çığlık atamazdı kalbim. Kalbimin çığlıklarında kullanılan hicran, firak, hasret gibi kelimelerde işten çıkarılmış boş geziyorlardı. Biz aksini düşünürüz fakat, Tuna ve Ren kıyıları hâlâ şiiri bırakmamış. Ey şiir, sahil yolunda işsiz dolaşarak, teneke bira kutularına tekme atacağına, Almanya’ya işçi yazılmak ister misin? Bunu düşün.
Yedikule hafif zaman metrosu Ablam Güzin Hatemi Duygulu, 1928 yılında, Fatih Fevzi Paşa Caddesinde doğmuş, aile, daha sonra Yedikule Halit Efendi Sokağına taşınmış. Ağabeyim, rahmetli Prof. Dr. Nadir Hatemi (1931-1980) Yedikule’de doğmuş. Yedikule’ye taşınıldığında iki yaşında olan ablam, çocuklarda sık görülen anne veya babayı kaybetme korkusu içindeymiş. Özellikle sabah evden çıkıp, hava kararırken, Sirkeci’den trenle eve dönen babamı kaybetme korkusu içindeymiş. O kadar ki, bahçedeki incir ağacının altındaki su saatini, babamı boğacak bir dere sanır. “Anne iyi, Bab iyi, ben onları sevecââm. İncir ağacı altındaki suya düüşmesiin.” diye bir çocuk duası icad etmiş. 1987 yılında birden Yedikule’deki ev aklıma geldi. (Ben o evi ancak on yıl kadar sonra görebildim). O evde ağabeyim doğmuştu. 1987’de yaşamıyordu. Hiç görmediğim büyükbabam o evde ölmüştü. Hiç görmediğim büyük halam, tüberküloz teşhisi ile çok genç yaşında, o evde ölmüştü. Bütün bu kaybedilenlere, eski Yedikulelilere, Mehmet Akif Ersoy’a, Kadem-i Şerif Tekkesi mensuplarına bir ağıttır bu şiir. “Kum” Arapça’da “Kalk” demektir. Ablam, su saati ile boğulmayı hatırladığına göre ben de kum saatini düşünürsem, bu saatin adındaki “kum” hitabından kalkmayı anlayarak, gidenler kalkar, aramıza dönerler miydi acaba? Bir zamanlar İstanbul cinlerinden birinin adı “İbrik Kalfa” imiş. Hayal bu ya, onu da bu arada görmek fırsatı olur muydu?
Çeşmi bülbül Kalpler kırılgandır, kolay kırılır. Şu halde insanlar sağlam yürekle ölmezler. Yerlerde kırılan yüreklerden etrafa dağılmış cam parçaları bol miktarda bulunur. Bir takım dedikoducu kişiler yerlerden bu cam parçalarını toplar ve cam bilyalar yaptırarak dedikodu meclislerinde zevkle tokuştururlar. Oysa bu kırıklar toplanmalı ve çeşmibülbül kadehler yapılmalıydı. Menderes ve İnönü’nün kalbi birbirleri ile çarpışmış ve ikisi de kırılmıştı. Mehmet Akif ile Tevfik Fikret’in kalplerinin hikâyesi de buna benzer. Çeşmibülbül kadehler çeşitli insanların kırık kalplerinin parçalarını bir araya getireceğinden bu kadehlerde içilen çay da siyasi çatışmaların acı çayı veya sevdadan kırılmış yüreklerin is kokulu buruk çayı içilecekti. Çeşmibülbül camların üzerinde kıvrılıp giden hâreler (tahrirler) vardır. Bu kadehlerde bu kalp kırıkları kesişmeyecekler renkli hâreler şeklinde uzanıp gideceklerdi. Çeşmibülbül sanatının Avrupa’da karşılığı “Murano Cam Sanatı”dır. Avrupalıların yürek kırıkları ise Murano camlarda kıvrılmalı. Bu konuda Avrupa Birliği’nin “Murano Kriterleri” varsa eğer, umurumda değil. Ben yürek kırıklarımı, kendi iç dünyamda kurduğum “Ahmet Fethi Paşa Cam İşleri Vakfı’na bıraktım.
Cahit Zarifoğlu Cahit Zarifoğlu, ağabeyim gibi erken vefat eden, onun gibi insanlara sevgiyle bakan bir şair dost idi. Cânib-i Rahmet’e şiir dolu bir yürekle gitti. 13
Seni Dinleyen Biri romanı üzerine
Cihan Aktaş ile söyleşi Söyleşi: Yusuf Genç İlk romanınız Bana Uzun Mektuplar Yaz’ın üzerinden beş yıl geçti ve siz yeni romanınız Seni Dinleyen Biri ile karşımızdasınız. Politik - romantik roman diyorum bu eserinize, okurken sarsıldığımı söyleyebilirim. Seni Dinleyen Biri’ni neden yazdınız?
manla anlatma isteği, hikâyenin dar odasından çıkıp romanın geniş salonlarından yararlanma amacı mı? Romanın imkânları elbette hikâyeye göre çok daha geniş. Ben bu romanda anlattığım yaşantıları yansıtan hikâyeler de yazdım, fakat kafamda yıllardır kurduğum bir macerayı anlatmak için hikâyelerle yetinemeyeceğimi de biliyordum. Hikâye özenle dokunulmuş güzel bir dantelse, roman dokunulması daha fazla emek ve çaba isteyen bir halı. Bu halıyı dokumak istedim. Böylelikle bir döneme ilişkin yaşananların daha bütünsel ve yerli yerinde görüneceği açık. Tabii beni zaman içinde bu romanı yazmaya sevkeden, zihnimde yığılı hikâyelerin birbiriyle etkileşim içinde oluşturmaya gittiği bütünlüktü. Yoksa hikâye olarak yazılabilecek metinleri roman türünde yazayım diye düşünmedim hiç.
Bu romanı başörtülü bir yazar olarak kişilikleri bastırılan, hor görülen, kıyılara sürülerek Modern Türkiye fotoğrafından silinmek istenen başörtülü öğrenciler ve kadınlar bağlamında duyduğum sorumluluk nedeniyle yazdım. Tamamen hissi ve tepkisel bir anlama çabasıyla yetinmemizi isteyen, bunun ötesine geçeni ise karanlık isimlerle damgalayan bir kültürel yapılanma hâkim ülkemize. Yakın geçmiş bile o nedenle hızla gözlerimizin önünden kayarak uzaklaşıyor; yabancılaşıyor. Türkiye toplumunda mevcut olan gerginliklerin çoğunlukla sorunların ciddi ve derinlemesine konuşulamamışyazılamamış olmasından ileri geldiği söylenebilir pekâlâ. Sorunları sümen altı etmenin bir diğer yolu, onları yeni adlandırmalarla tanınmaz hale getirmek. ‘Türban’ üzerinden yürütülen ya da yürütülemeyen muhakemelerle sesleri bastırılan, yine de varlıklarıyla, görünürlükleriyle özgürlük ve kimlik gibi konulardaki soruları hatırlatarak bir sese dönüşen bir kesim, başörtülüler. 80’li yılları yeterince bilmeden, günümüzde nicel olarak bir artış gösteren başörtülü genç kızlarla ilgili doğru bir değerlendirme yapmak mümkün değil. Ben yazar olarak kısmen içine katıldığım, kısmen de bir gözlemci olarak tanık olup da etkilendiğim olayları ve olguları, bunun için en uygun tür olduğunu düşündüğüm roman diliyle anlatmaya çalıştım.
Seni Dinleyen Biri, ilk romanınız gibi tarihsel bir kesit romanını andırıyor. Bana Uzun Mektuplar Yaz’da 70’li yılları bir kız öğrencinin, Aslı’nın, gözünden yansıtmıştınız. Bu sefer 80’li yılları yine bir kız öğrencinin, Meral’in, gözünden işlemişsiniz. Dinlenmeyenlerin Türkiye’sinin tarihini mi yazıyorsunuz? 90’lı ve 2000’li yılları beklemeli miyiz? Doğrudan 90’lı yılları anlatan bir roman yazmayı tasarlamıyorum. İlk iki romanımı da bir dönemler dizisi anlatmak üzere yazmadım zaten. 70’ler ve 80’ler benim açımdan roman diliyle anlatılması gerekecek boyutta yaşanılmış ya da izlenilmiş dönemlerdi. 90’lar o açıdan benim yıllarım değil. Fakat 90’larda geçmese de o dönemlerdeki tanıklıklarımı kapsayan romanlar tasarlıyorum. 90’lar benim için bir yerleşme arayışının yolculuklarıyla
Daha çok hikâyeleriniz ve kadın sorunu merkezli araştırma ve inceleme kitaplarınız ile tanıyoruz sizi. Derdinizi hikâye ile değil de ro14
geçen yıllardı. O yıllara dönecek olursam, yolculuk romanları yazmayı yeğlerim sanıyorum. Romanın başat karakteri bir kadın. Birçok kitabınız da kadın sorunu üzerine. Kadın odaklı yaklaşımlarınız feminizm bağlamında eleştiriler almanıza yol açtı. Ne söylemek istiyorsunuz? Romanımın başlıca üç kahramanından ikincisi de erkek ama... Bu konuda bir sıkıntı duyduğum yok. İçinde yaşadığım çağın verimlerini eleştirel bir gözle değerlendirirken, bu verimlerden yararlanmayı önemli buluyorum. Sizinle bir önceki söyleşimizde de bu konuya değinmiştik kısmen. Batı insanının karşı karşıya bulunduğu baskılar kadınlar söz konusu olduğunda daha özel bir nitelik kazanıyor. Kadın, ruhu olmadığı düşünülen bir insan cinsi sayılmış Avrupa’da, 19. yüzyılın sonlarına kadar. Şifacı kadınlar, cadılık yaptıkları gerekçesiyle yakılmışlar. Büyük baskılar, büyük isyanların da sebebi olurlar. Büyük baskılar bazen de güdük zihinlerin çoğalmasına sebep olabilirler gerçi. Ben akli yetenekleri inkâr edilen, pazarlarda meta gibi satılan kadınların isyanlarını anlayabiliyorum. Tabii İslam toplumları, kadının insanlık değerinin daha açık bir şekilde anlaşıldığı toplumlar olmanın avantajını yaşamışlar uzun zaman. Feminist araştırmacı Andree Michel’in, İtalya’da, feminist bir geleneğin kültürel planda yaşayabilmesini, VIII. yüzyıldan beri kadınlara kendilerini kanıtlama olanağı tanıyan parlak bir müslüman kültürün etkisine bağlayışını anlatan ifadelerine kimi yazılarımda atıfta bulunmuşumdur. Michel’in sözünü ettiği müslüman kültürüyle ilgili etkinin Aydınlanma döneminde Endülüs’ten Avrupa’ya yayılan yeni bir insanlık bilgisi ve bilincinin de kaynağı olduğu söylenebilir.
Romandaki asıl karakter, yazarın kendisidir gibi geliyor bana. Beni heyecanlandıran karakterlerin hemen hepsi için bunu söyleyebilirim. Meral çok gerçekçi, çok canlı… Onu tanıyor gibiyim. Bu nasıl oluyor? Meral siz misiniz? Meral’i anlatan benim, fakat onun yaşadıkları daha anonim hikâyeler. Meral ilk başörtülü kuşağın temsilcilerinden biri, bu açıdan aramızda ortak noktalar bulunabilir. Ama yazdığım otobiyografik bir roman değil. Ben Meral gibi evden ayrılıp öğrenci evlerinde yaşamadım mesela. Babam da faiz geliriyle geçinen bir adam olmadı hiç. Annem Çerkez değil, fakat atları severim. Annem Cem Karaca dinlemeyi seven bir kadındı kendimi bildim bileli; böyle küçük benzerlikler kurulabilir. Bir dönemde ben de Meral gibi sevdiğim şarkıcılardan, ressamlardan, yönetmenlerden, kanıma karışmış türkülerden uzaklaşmadım mı? Evet, uzaklaştım; ama sevdiği ve fakat fıkhen kuşkulu görünen zevklerinden vazgeçme konusunda o dönemde başörtülülerin, bütün olarak dindar gençlerin çoğu benzeri tecrübeleri yaşamışlardır.
Vahiyle bize inen mesajı her dönemde yeni baştan anlama ve yorumlama gibi bir sorumluluğumuz var. Atalarımızın bizlere bıraktığı mirası olduğu gibi muhafaza etmekle üzerimize düşen vazifeyi yapmış olmuyoruz. Her dönemin kendine özgü bir anlama çabası var. Bu çabayı göstermediğiniz takdirde, kişi ya da toplum olarak zayıf düşmeye başlıyorsunuz.
Kitabın daha ilk sayfasında, Meral’in parmağındaki bir opal yüzüğü çıkarışına tanık ediyorsunuz bizi. Son sayfalarda ise Meral’in geldiği yer aynı opal yüzüğü tekrar parmağına 15
ler karşısındaki hassasiyetini disiplin altına alma kararlılığını temsil ediyor, Meral’in takılarından vazgeçtiği sahne. Yüzüğü parmağına geriye takışında ise, geçen zaman içinde insan olarak edindiği tecrübelerin getirdiği bir esneklik var. İradesini ve nefsini sınamış, dinsel açıdan gerekli gördüğü olgunluğu ise Halil’den vazgeçerek göstermiştir çünkü. Yüzük artık bir ayrıntıdır. İslamcı kızlar, onlardan Hz. Meryem olmalarını bekleyen erkeklerin istekleri ile onların sadece yürüyen siyasi bir simge olduğuna inanan düşmanlarının (seküler zihniyetin) baskısı arasında kendi olma mücadelesi mi veriyor?
takması oluyor. Sonrasını bilmiyorum, siz daha iyi tanıyorsunuz Meral’i, çıkarır mı dersiniz?
Kuşkusuz çok zıt beklenti ve açıklamaların nesnesi kılınmak istendi başörtülüler. Bunun her zaman kötü niyetle ve kasıtlı olarak yapıldığı da söylenemez. Başörtülülerin çoğalmasını kendi hayat tarzlarına yönelik bir tehdit olarak anlama konusunda ciddi korkular duyan bir kesim var. Dindarlara yönelik medyada da bu kesimin korkularını besleyen malzemeler sunmakta hiç beis görmeyen yazarlar eksik değil hem. Başörtülüler bir taraftan kendilerini anlamaya ve tanımlamaya çalışırken; modernlikle geleneksellik arasında bir varoluş alanı kurmak için çabalarken, bir taraftan da iki türlü yanlış anlama ile baş etmeye çalışıyorlar. Bu zorlu çaba sonuçta yozlaşma görüntülerinin de içinde bulunduğu sayısız fotoğraf veya sahne sunuyor topluma. Modern kentlerde dini açıdan oluşturulmasında güçlük çekilen muaşeret kurallarından yoksunluk, çarpık sunumların bir nedeni. Başörtülü olmayan bir genç kızla çok rahat sohbet edebilen dindar bir genç, başörtülü bir kıza selam versin mi, vermesin mi, bu konuda kararsızlık yaşardı 80’li yıllarda. Başörtülüler de dindar olmayan erkeklerle konuşurken daha az sıkıntıya kapılırlardı belki, davranış biçimlerindeki ölçüler, muhataplarının göstereceği tepki konusundaki kararsızlıklar nedeniyle. ‘Bacılar’ üniversite kapılarında beklerken, abiler kravatlarını takıp kariyerlerini sürdürdüler. Bu anlayışla karşılanmayacak bir gidişat değil tabii. Fakat farklılaşan konumlar, aynı davanın karşı cinsleri arasında bir uçurumun oluşmasına yol açtı zaman zaman. Gün geldi, kimi dindar erkekler masumiye-
Meral’in çok sevdiği bir yüzükten vazgeçmesi, hayat tarzını bütünüyle değiştirme konusundaki kararlılığının bir temsili. Romanın sonunda ise Allah’ın rızasını kazanmak için vazgeçtiği kimi alışkanlık ve zevklerin hayatından ille de çıkarılması gereken fazlalıklar olmadığının bir nişanesi olarak -bir bakıma verili hayatla hatta gelenekle, ya da geleneksel kadınlık imgeleriyle kısmi bir uzlaşma niyetinin de ifadesi olarak- opal yüzüğü yeniden takıyor Meral. Allah’ın rızasını kazanmanın öncelikli yolları nelerdir? Bir bakıma bir kez daha en baştaki soruya dönüyor -ki aslında bu, dinamik bir dini kişilik açısından olumlu bir dönüş sayılmalı-. Meral’in Halil yüzünden en fazla acı çekeceği saatlerde mülteciler üzerine yoğunlaştırdığı düşünceleri, aşk ve dava ikilemine de geri döndürüyor bizi aslında. Toplumsal dönüşmenin çarpıcı fotoğrafını, hususen İslamcılar özelinden çekmişsiniz. İslamcılar, başlarken ellerinde bulunanları bile reddettiler. Sonra elde edemediklerinin hayıflanması içinde buldular kendilerini. Meral’in hangi hamlesi doğru, yüzüğü çıkarışı mı ikinci kez takışı mı? İki durum da kendi yerinde anlamlı. Yola çıkmazsanız, yolculuk etmiş olmazsınız. Bir sanatçı olarak hayatın asıl anlamına doğru yolculuk yapabileceği hafif adımları kazanmak üzere güzellik16
tin sembolü saydıkları başörtülüleri hayat arkadaşı olarak seçmekten kaçınır oldular; İsmail Kılıçaslan elbette bütüne genellenemeyecek olan bu olguyu bir yazısında etkileyici bir dille anlatmıştı. Hayat bütünüyle sembollerden dokunmuştur aslında, kültürel açıdan gelişmek bunu anlamayı gerektirir, tabiatıyla insanlaşma süreci de. Başörtüsünün üstelik tehlikeli bir simge, bir sembol olarak gösterilmesi nedeniyle başörtülü kızlar, çok fazla baskıya maruz kaldılar. Büyük bir dinin ve bu dinle bağlı hareketlerin sınav sorularına muhatap temsilcileri sayılarak suçlandılar ya da hor görüldüler. Çirkinleştirildiler, bazen de -romanımdaki Zehra’nın yaşadğı gibi- sırf sokakta dolaşma özgürlüğünü kazanabilmek için kendilerini çirkinleştirmeye çalıştılar. 80’li yıllar İslamcılığını taşradan yükselen düşünce çığlığı yönlendirmiş gibi. Romandan anladığımıza göre varoşlar İslamcı düşünceyi -bir yere kadar da olsa- baskın olarak yönlendirmiş. Şehre inmek için ön toplanma mı bu? Merak ettiğim şu; Cihan Aktaş, öğrenciliğinde bu ev toplantılarına katıldı mı? Mesela Sultanbeyli’ye gittiniz mi hiç?
önemli bir gereklilikti ki hâlâ da öyle olmalıdır. 80’li yıllarda masa başı çalışması, estetik kaygılar, sanatsal dışavurumlar örtük bir şekilde de olsa kınanır, halkla bütünleşilen faaliyetler önemli bulunurdu. Ben de aşağı yukarı 1985’ten itibaren yıllarca Sultanbeyli de dâhil çeşitli gecekondu mahallelerine konuşmalar yapmaya gitmişimdir. Bunun okuma ve öğrenmeyle bağlı bir bilinçlenmeyi tamamlama konusunda bir zorunluluk olduğunu düşünüyordum; hâlâ da öyle düşünüyorum. Bir hatip saymam kendimi, bilginin paylaşıldığı sohbet ya da söyleşi tarzı konuşmaları yeğlerim. Bir sohbeti paylaşmak amacıyla gecekondu bölgelerine gitmek bana çok şey kazandırdı, yine de benzeri davetler aldığımda, şartlarım uygunsa gitmeye çalışıyorum.
Dindarlar, Türkiye’nin genellikle yoksul -bir görüşe göre kültürel açıdan da yoksul- kesimlerinden geliyorlar. Din, bütün modernleşme çabalarına karşılık bütün dünyada yoksulların sığındığı büyük çatı. Gecekondu halkıyla ya da müstazaflarla yakınlaşmak, müslümanca yaşama konusunda
CİHAN AKTAŞ KİTAPLARI
17
CİHAN AKTAŞ KİTAPLARI
5 YTL Kâmil Yeşil Sağdan ve gölgeden gidecekti. Baş önde, zihni bir an önce varmak istediği hedefte. Birkaç metre yürümemişti ki yerde onunla karşılaştı. Dörde katlanmıştı. Atatürk fotoğrafı en üste gelecek şekilde kıvrılmıştı. 5YTL. Eğilip alsa mı? İhtiyacı olsaydı hiç tereddüt etmeyecekti. Caddenin girişinde içinin sesini dinleyerek yolun sağından yürümesinin bir hikmeti varmış demek ki. Bu para senin nasibin Ferhat, dedi içindeki ses. Al onu ve indir cebe. Sağına, soluna, ardına, önüne baktı, kimse yoktu görünürlerde. Eğer evlerin camlarından, perde arkasından bakanlar yoksa…. Eğildi ve parayı aldı. Acaba içinde başka bir beşlik daha var mı diye katlanmış parayı hızlıca açıp baktı. Yoktu. Olsun, dedi, kısa günün kârı. Bu şehirli insanlar ne kadar aptal oluyor diye düşündü sonra. Ve gülümsedi. Şehirli ama aptal. Öyle olmasaydı elindeki parayı düşürür müydü? Tabi, adamlarda bok gibi para var, benim gibi köyde olsa, parayı alnının terini sile sile kazansa elindeki parayı o kadar sıkı tutar ki düşürmek şöyle dursun, paradaki fotoğrafın canını acıtır, suyunu bile çıkarırdı. Sonra, fark etmemiştir bile parasını düşürdüğünü hergele, dedi içinden gene. Bankaya vardığında elektriklerin kesildiğini, dolayısıyla bilgisayarların çalışmadığını öğrendi danışmadan. Bankada aklına ilk gelen, yolda bulduğu parayı eğilip alması ve cebine indirmesi oldu. Var bu parada bir uğursuzluk, dedi. Kim bilir hangi fakir fukaranın, garip gurabanın parasıdır. Kim bilir hangi garibanın alın teri, göz yaşıdır. Kim bilir hangi yetim çocuğun hakkı. Yaramaz tabi. Bak işte hemen gösterdi tesirini. Elektrikler kesik… Bir an önce kurtulmak gerek bu âhlı paradan. Kime verse ki. Bankanın içine bir göz gezdirdi.
Karşıma külliyetli bir para veya içi döviz dolu bir cüzdan çıkar ve sonra da başıma bela olur diye korktuğundan, yolda giderken gözünü kaldırımlardan kaldırır daha yüksek yerlere, en azından vücudunun hizasındaki duvarlara, kapılara dikerdi. Böylece hem gidip geldiği yerler hakkında bilgi sahibi olur hem yeni yeni kelimelerle karşılaşırdı. Ağaçların gövdeleri, apartmanların adları gözünü en çok diktiği yerlerdi. Olacak olanın önüne kim geçmiş veya çöp, sakınan göze batarmış. Kaderinin kendisine hazırladığından habersiz olarak Bahçelievler metrosuna geldiğinde, iki ayrı çıkış merdiveninin önünde durduğunu neden sonra fark etti. Hangi merdivenden çıkarsa yolunu kestirmeden bularak zaman kazanacaktı. Önce yazılı tabela aradı gözleri. İşte karşı duvara asılmış iki tabela. İlahiyat Fakültesi yazan tabela üstte, Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi altta. Bu bilgiler işime yaramaz diye düşündü. Güvenlikteki görevliye gitti sormak için; ama adamın tipini beğenmedi. Ben buranın yabancısıyım, diyordu adamın bıyıkları, yanındaki kişi ile konuşması. Adam, işe başlayalı daha birkaç gün olmuş gibi geldi ona. Vazgeçti sormaktan. Hele çıkalım bakalım şu merdivenlerden, dedi Allah Kerim, böyle dedi ama sağdakini tercih etti. Tercih etti demeyelim hatta, ayakları onu o tarafa çekti diyelim. Merdivenler onu bir benzin istasyonunun önüne çıkardı. İşte aradığı sokağı buldu. Köşedeki levhada yazıyor: Aşkabat Caddesi. Vay anısını, kelimenin düştüğü hallere bak: bir ülkede başkent başka bir ülkede cadde adı. Okuma, yazma ne güzel bir şey diye düşündü sonra. Kimseyi rahatsız etmeden, yönünü, yolunu buluyorsun. Pusulan kendi elinde oluyor. Yoksa bu şehir yerinde adres soran ya azarlanıyor ya da yanlış yere yönlendiriliyor. Caddenin girişinde bir güzergâh belirledi. 18
Hemen herkesi eti budu yerinde, tuzu kuru buldu. Yoksa ne işi vardı bu kadar çok insanın bankada. Parası olmayan adamın banka ile işi mi olurmuş. Dışarı çıksa mı? Çıkarsa sırası yanar. Ama bu lanetli paradan kurtulmazsa hem kendisinin hem o kadar insanın işi aksayacak. Derken floresanlar bir iki göz etti ve hemen yandı. Jeneratör, dedi danışmadaki güvenlik görevlisi, içinden geçenleri okumuş gibi. Jeneratör çalışıyor, hadi gene iyisiniz. Jeneratör evet. Zengine karanlık da yok bu dünyada he mi? İşte içerisi hürül hürül serinlik esiyor, nerdeyse temmuz ayında üşüyeceğiz. Yazın sıcak yok, kışın soğuk. Oh, dünyaları cennet pezevenklerin. Ahiretteki cenneti ne yapsın. Boşuna değilmiş çoğunun imansız olması. Tevekkeli ölümden boşuna korkmuyor namussuzlar. Zengin olmak varmış anasını sattığımın dünyasında. Yolda 5 YTL bulmakla insan zengin mi olurmuş? Olsun dedi, onu bile bulamayanlar var. Bereket parası yaparım. Evet bereket parası. Bir gün ninesi 5 Krş vermişti de beğenmemişti parayı. Bunlar geçmiyor nine demişti, yok mu şunların büyüğünden. Hadi hadi ne kirli çıkınsındır sen! Nerden bulurum oğlum ben parayı demişti ninesi; ama elindeki 5 Krş helal paradır, deden onu bana verdiği günden beri hiç parasız kalmadı kesem, al senin olsun, bereket parası edersin.
Ondan sonra -acaba kaç yıl sürdü, unuttu- az da olsa hiç parasız kalmamıştı cebi. Evet dedi, bereket vardı bir zaman. Yolda bulunmuş paradan bereket parası olur mu ki. Kim bilir hangi hastalıklı eller değmiştir ona. Cenabet şehirde bulunan paranın bereketi mi olur ya hu? Neyse işimiz görüldü, çıkalım bakalım şu nalet yerden. Bankadan çıktığında sokağın karşısındaki otobüs durağına gitmek için güzergâhını değiştirdi. Orada, bir dairenin avlusundaki ağacın gölgesine sığınmış iki orta yaşlı kadın ve yanlarında bir kız çocuğu gördü. Aklına hemen elinde tuttuğu kâğıt 5 YTL’yi onlara vermek geldi. Kaldırımda birkaç saniye durdu ve onlara doğru bakmaya başladı. Ama kadınlar ve çocuk kendi âlemlerindeydi. Çocuk elindeki dondurmayı yalıyor, kadınlar gömleklerinin yakalarını açmış bedenlerini, göğüs çatallarını üflüyor, serinlemeye çalışıyordu. Çocuğu çağırsa mı? Nasıl çağıracak peki. “Hişt, çocuk bana bak bakayım.” mı diyecek? Durduğum yerden başımı belaya sokmayayım dedi, sapık filan zannederler, neme lazım... Yürüdü. Sıhhiye yönüne giden bir dolmuşa bindi. Parayı dolmuş şoförüne vermeyi ve bir an önce kurtulmayı düşündü. Ama o zaman bulunmuş parayı harcamış olmaz mı. Olur. Ne olur ne olmaz diye geçirdi içinden, para uğursuzsa şimdi bir de kaza-maza olur. Cebindeki helal paradan ver. Dol19
Oysa dilenciye para verme yanlısı değildi hiç. Dilenciye para vermek, dilencilik mesleğine devam et, demek olurdu ona göre. Bir nevi teşvik pirimi. Ama o adam dilenci değildi ki. Sadece bakımsız biri idi o kadar. Garibanın teki. Kim bilir ne derdi vardır? Bu para ile evine giderse akşam evi başına bir depremle yıkılacakmış gibi geliyordu. Nerden aldım şu laneti diye diye dolaştı Kızılay’ı. Hah, dedi bir mescidin önünden geçerken. Apartman altını mescit yapmışlar ve girişe de bir kutu koymuşlardı. Üstünde Camiye Bağış Kabul Edilir yazıyordu. Elini cebine götürdü. Tam yerini buldu, dedi. Hem kaybeden hem ben sevaba gireceğiz. Sonra içindeki o ses girdi devreye. “Camiye haram para verilmez.” Madem namaz kılmıyorsun hiç olmazsa kaş yapayım derken göz çıkarma, başkalarının namazını ifsat etme. Vazgeçti. Camiye de vermeyecekti. İşi var mıydı Kızılay’da. Elindeki 5 YTL’yi vermeyi saymazsa, yoktu. Otobüse bindi. İstikamet Bağlum’daki evi idi. İşte araç yolu da bitti. Eve doğru yaya gidiyor. Hem de bulunmuş para ile. İçinde bir sürü fırtına. Şimdi bu parayı kaybeden çocuk ağlıyordur. Şimdi bu parayı kaybeden yaşlı teyze parayı aramaya çıkmıştır. Şimdi bu parayı düşüren çocuk babasından dayak yemiştir. Şimdi bu parayı… Zihni bu düşüncelerle hercümerç iken yedisekiz yaşlarında çocuklar gördü kaldırımda. Beş çocuktan ikisi dama oynuyor kaldırımda, diğerleri onları seyrediyordu. Başlarında bekledi. Birkaç saniye seyretti. Kim yeniyor, dedi. Çocuk, başını kaldırmadan iki iki berabere ağbi dedi. Son eldeyiz. Boş verin damayı şimdi, dedi. Hava çok sıcak, dondurma sever misiniz, alayım mı size? Oooo, bayılırız dondurmaya ağbi dedi, kız çocuğu. Kalkın len, gidiyoruz. Dondurmacı iki adım ötede idi. Vardılar dondurmacıya. - Arkadaş, dedi, ver bakalım şu gençlere birer liralık dondurma. Bol kepçe olsun ha!
muşçuya zorluk olacağını bile bile 50 YTL uzattı. - Bozuk para yok mu ağbi? - Yok, kardeş. - Kaç lira? - 1 lira 20 kuruş. - Bir lira alsan olmaz mı? Şoför başını iki yana salladı. İki cık cık çekti: Sert bir sesle: - Ne yani pazarlık mı yapacağız? - Ben düz hesap olsun diye düşündüm de. - Olmaz kardeşim. Zaten benim kazancım 20 kuruş…. Nerde ineceksin sen ? - Sıhhiye’de. - O zaman bekleyeceksin biraz. Oraya kadar bozuk para çıkar indi-bindilerden. Allah belanı versin Ferhat, dedi. Haris adam. Buldun bir 5 YTL, başın beladan kurtulmuyor. Bir gariban da binmiyor ki ağbi param yok desin şoföre de; ben veririm paranı, desin ve kurtulsun şu nalet paradan. Yola besmelesiz çıktın diyelim, yerde bulduğun parayı alırken çekseydin bari besmeleyi. Şehre geldiğin günden beri besmeleyi unuttun lan. Neyse ki şoför bu arada tamamladı da verdi parasının üstünü. Zaten Sıhhiye köprüsüne gelmişlerdi. Dolmuştan indi, Kızılay’a gitmek için merdivenlerden indi. Metronun yanında o adamı gördü. Metro duvarına yaslanmış bekliyordu adam. Üstü başı perişandı. Yaz sıcağında gayet yağlı, oldukça da kararmış, asıl rengini kaybetmiş bir kaput giymişti adam. Sakalları uzamıştı. Elleri büyük ve kara kıllı idi. Kara kıl ile cildin rengi birbirine karışmıştı. Adam, Kara Kaputlu adam mı dese acaba, önündeki gazete kağıdında ekmek parçalıyor ve eline aldığı en büyük lokmayı ağzına götürüyordu. Tamam dedi, bu adamın hakkı bu 5 YTL. Elini cebine attı ve “al bunu dedi, kuru kuruya gitmez bu ekmek, şuradan birkaç tane domates al, çay söyle kendine, öyle ye.” Siyah, kirli kaputlu, siyah kirli sakallı adam gözünü bile kaldırmadı. Param var dedi, paraya ihtiyacım yok benim. Konuşulanları duyan bir başkası adama seslendi. Alsana lan parayı. Yok dedi adam, almam. Gidinin şehri dedi, dilencisi bile para beğenmiyor. 20
Her şey hakkında bir öykü Kâmil Yıldız Kesikler – Övgü dolu bir yalnızlık
İnsan düşünmeden edemiyor. Böyle giderse, her şeyin övgüsü yapılabilir gibi geliyor bana. O bildik deliliğe, yavaşlığa, yobazlığa, az gelişmişliğe yapılan övgüleri bir tarafa bırakıyorum. Beni korkutan, böyle de denemez ya. Neden korkayım ki milyarlarca canlı varlık arasında, hem neden korkayım ki. Ki beni düşündüren övgüye değer şeylerdir ve biraz dikkat edince, yani düşününce, evet birçok şeyin, yani neredeyse her şeyin övgüsü yapılabilir. Yeşil zeytin konservelerinden sirkeye, asfalta ve kır yoluna, dağların yüksekliğine, boş konuşmaya, kaleme, yazgıya ve kötülüğe, alışkanlığa ve ağlamaya, ayakkabıya ve onun bağcıklarına her şeye övgüde bulunabiliriz. Çünkü şeyler özleri gereği yalnız başlarına gerçekten övgüye değerdirler. Buna olayları da katın; mesela kusurlu bir cinayeti. O halde, diye sormadan edemiyor insan neden üzülüyoruz? Mutsuzuz? Bizi kaygılandıran, tedirgin eden ne olabilir ki bunca övgüye değer şeyin arasında? Her şeyi ululadıktan sonra nedir bizi sıkan? Etrafınız övgüye değer şeylerle dolu ve siz geceden ve karanlıktan (bunları öven de sizdiniz ya) ve yıldızların uzaklığından (bunu da siz övmüştünüz) yakınabiliyorsunuz. Benim görevim eğer bunun yanıtını ortaya koymak olsaydı bunun için çabalayabilirdim; ancak öyle değil. Yine de bu konuda söyleyecek kimi sözlerimin olduğunu göstermek istiyorum. Kişioğlunun çıkmazı burada gizli. Yalnızca kendisi övgüye değer değil. Hemen itiraz etmeyin. Bunca varlığı öven ve bunca işi yapan insanın tüm bunlardan daha çok övgüye değer olduğu anlaşılır diye düşünüyorsunuz. Üstelik insanın olmasa da aklın övüldüğünü söylüyorsunuz. Bunları kabul etsek bile aradığımız karşılığı bulamayız. Niçin mi? Çünkü yeterli değil. Öven kişi ya doğru olan bir şeye işaret ediyordur ya da yanılıyordur. Eğer yanılmışsa bu o kişinin de övgüye değer olmadığını göstermeye yeter. Ama isabet etmişse bu yine onun övgüyü
Prolog Her şey hakkında yalnızca bir budala konuşmak ister. William Blake, buna şöyle cevap veriyor: “Budala ile bilgenin gördüğü ağaç aynı değildir. … Budala kişi budalalığında diretseydi, bilge olurdu.” Kaynak: Neredeyse bütün eserleri dizisi: 02, Cennet ve Cehennemin Evliliği, William Blake, Altıkırkbeş Yayınları, Ön kapağın iç tarafı ve 15. Sayfa, Cehennem Meselleri. Ayrıca belirtmekte yarar var. Bu oldukça nitelikli ve ironik yayında şöyle bir not var: “Bu çevirinin tüm yayın haklarını sahiplendik. Tanıtım alıntıları dışında -makul boyutlarda- izinsiz çoğaltılması ahlak kurallarına göre ayıp, yasalarımıza göre suç sayılmaktadır. Böyle bir harekete kalkışmak istediğinizde bize sorarsanız uygar dünya adına seviniriz.” “P.S.: Tüm fotokopi fanzinler yukarıdaki açıklamadan bağımsızdırlar. Onlar istedikleri ALTIKIRKBEŞ kitabını veya metnini çoğaltabilir, bozup yeniden yaratabilirler. Okurlarımızı yasal dergileri değil ‘fotokopi fanzinleri’ izlemeye çağırıyoruz. Onlar sizi uçurumdan aşağı itecek güce sahiptirler ve uçmayı öğrenmenin zamanı geldi. Yaşasın FOTOKOPİ, yaşasın KAOS” Prolog sonu bir not: İyi bir öykü okuyucusu bu giriş için kaygılanabilir, üzülebilir ve bu berbat girişten sonra okumayı bırakabilir. Özgür bir kişinin yapamayacağı şeyler değildir bunlar. Biz yine de aşağıdaki satırlarda fazlasıyla iyi öykülerin bulunduğunu söyleyelim. * * * 21
Foto: Yasin Onat
siyle bağırdığını duydu. Tam o sırada kapının zili, kapıyı açmak için kalktığında da telefon çalmaya başladı. Kapıyı açmaktan vazgeçerek telefona yöneldi.” Kaldığım yerden devamla diyebilirim ki yaklaşık dokuz yıl boyunca gözlemlediğim insan davranışlarından edindiğim izlenimlerin bu kesiklere yansıdığını görüyorum: “Erkek: Evlenmeden önce bazı konuları açıkça konuşmalı… Kadın: Elbette. Erkek: Bence ilerisi için en tehlikeli konu birimizin başka bir kişiye âşık olabileceğidir. Eğer böyle bir şey olursa, nasıl davranmamız gerektiğini konuşalım. Kadın: Bu konuda kendime güveniyorum. Seni gerçekten seviyorum. Ama eğer böyle bir aşk yaşanırsa ikimiz için de aynı kuralı uygulamalıyız. Öyle değil mi? Erkek: Bir farkla, ben âşık olursam; seni teselli edebilirim. Fakat sen âşık olur ve beni bırakırsan asla teselli edemezsin. Bu yüzden kural tek taraflı işlemeli. Kadın: Beni teselli edebileceğini, hem bu “teselli” sözünü nereden çıkardın. Ona gereksinim duymayacak kadar güçlüyüm. Biraz önyargılı değil misin? Erkek: Siz kadınlar gerçekte söylediğiniz kadar güçlü olamıyorsunuz, ağlıyor, sarılıyor ve kırılıyorsunuz. Olmak istediğiniz ile yaptığınız arasındaki çatışmada boğuluyorsunuz. Kesinlikle kolayca avunabiliyorsunuz; yeter ki bu dışarıdan bir nedene dayansın.” (Kaynak: El çantasındaki kupürlerden en altta olanı. Herhalde bir tiyatro eserinden…) Düşünüyorum da yukarıdaki öykü taslağında bazı değişiklilere gereksinim var. Örneğin, öykü genişletilirken -ne demek şimdi bu, öykü genişletilirken. Yani bitmiş; ancak çekip uzatmalı, enini boyuna eşitlemeliyiz öyle mi? Bu sözü siliyorum: Öykü tam olarak yazılırken dramatik bir etki katmalı, duygulu bir tarafı olmalı… Dışarıda, dünyanın birçok yerinde çatışma… Gazetelerde. Ve televizyonda. Birçok çatışma var/ oluyor/ evet oluyor. Gerçekte olmuyor gibi mi? Gerçektenden de dünyanın dört bir yanı felaket. İşte kapının önündekiler bunu bilmiyor ve top oynuyorlar. Güzel güzel.
hak ettiğini göstermiyor. Niye? Bunca övgünün doğru olması durumunda mutluluğun elde edilmesi gerekmez miydi? Bunun böyle olmadığını; yani söylediğim gibi olduğunu bilmelisiniz. Çeşitli dergi, gazete ve kitaplardan derlediğim -şöyle oluyor bu: Okurken ilginizi çeken bir haberi, bilgiyi, konuşmayı bir kâğıt makasıyla keserek biriktiriyorsunuz (inanın yazmak için yeterli vakit bulamazsınız). Bunun için boşaltılmış her türlü kutu kullanılabilir. Ben öteden beri bir el çantasında topluyorum bu notları/ kupürleri/ her türlü kâğıt parçasını. Bunlar gerçekten ilgi çekici şeyler. Derlediğim yazılar bu konuda bize yardımcı olacaktır. Mutlu olmalıydık. Peki, neden olamadık? Bir taraftan yüksünmüyor değilim. Sizi düşüncelerime inandırmak yerine az önce aklıma gelen öykü konusunun kurgusuna değin ön çalışmalar yapabilirim. Neyse şimdilik şurada bir yere not edelim: “Eve dönerken görmemişti. Çocuklar evin ön tarafındaki sokakta top oynuyorlardı. Az önce aldığı gazetelere göz gezdirirken bir yandan da televizyonun sesine kulak veriyordu. Aslında okuduğu ve dinlediği bir felaket haberiydi. Bağdat’taki bombalı saldırı. Okuduğu ve dinlediği haberi anlaşılmaz kılan çocukların sesiydi. İçlerinden birisinin ‘ne, direk mi?’ diye olan se22
Üstelik adam pencereden izliyor onları bir süre, sonra iyi birer futbolcu olduklarını/olmaları gerektiğini ve sonra olabileceklerini düşünüyor. Canı da sıkkın. Olup bitenler yıpratmış onu. Üzülüyor tüm bunlara. Buna layık olmadığını düşünüyor. İstediği zammın bir haftadır verilmediğini düşünüyor ve üzülüyor. Bunca yıldır çalıştığı için yıpranmış. Çocukken de top oynayamazdı, bu yüzden kıskanç. Çocukların böyle oynamaları… Dünya gırtlağına kadar acıyla dolu. Onlar oynuyor, birileri güzel havaların tadını çıkarıyor, kendilerinden ve her şeyden memnunlar. Ama o değil. Aşağıdaki pasaj el çantamdan değil, onu az önce, yukarıdaki bağlantısızlığı aydınlatmak için yazdım. (Acaba kaleme aldım dersem daha mı şaşalı ve havalı olurdu ve de bilimsel?) “Bu gayretim, her şeyi aydınlatmak isteyen bu çabam, bilgileri ve olayları birbirine karıştırmakla sonuçlanabileceği gibi, kafamızın karışmasına da neden olabilir. Her şeyi bir arada sunmak güç olduğu gibi her şeyi bir arada görmek de katlanamayacağımız bir korkunçluk, bir yük ve kaos olabilir. Yoksa tüm şeylerin birbirine katışmaksızın var olabileceğini mi düşünüyordunuz.” O çocuklar hâlâ kapının önünde oynuyor mu acaba? Bunu çoktan unutmuş olmalı. Arayan her kimse konuşmamıştı, yanlış numara olabileceği gibi bir tuzak da olabilir bu. Hani evde birinin olup olmadığını öğrenmek istemiştir biri. Tekrar kaldığım yerden alıyorum: Mutsuzluk için en değerli örnekler. Gereksinim duyduğunuz bütün kanıt ve tanıtlamalar var bu örneklerde. “İnsan, bu budalalığı otuzuna kadar sürdürebilir diye kendimi aldatmıştım. Onlarla oyalanacak kadar budala olmama karşın vazgeçecek kadar güçlü değildim. Cesur olmadım hiçbir zaman. Kavga ederken bile cesur değildim. Üstelik seni düşünüyordum. Okurken ve yazarken, her koşulda aslında sayıklayıp duruyordum.” (Kaynak: El çantası. Bu, kuşku dolu bir alıntı) İşte görüyorsunuz bir mutsuz adam daha. Tam bir bedbaht. (Requiem for a dream, Edith Piaf, Eydie Gorme, rembetiko/rebetler ve sürgünler, Selma Sağbaş ve Fani Ömür… Cellâdıma Gülümserken… Bara-
ka… Seventh Seal… Diğerleri Vercors… İnsanlar ve hayvanlar…)(Kaynak: El çantası, tüm kupürlerin özeti) “Genellikle öykü ile roman arasındaki ayrım uzunluk-kısalık bağlamında değerlendirilir. Bir romanda ‘her şeye’ yer verebilirsiniz; fakat bir öykü için geçerli değildir bu. Bu yönüyle roman büyük bir ambara, öykü ise küçük bir sandığa benzetilebilir. Bir sandığın içerisinde türdeş nenler bulunabilir; ambarın içi bir yığıntıdır. Örneğin okumakta olduğunuz yazı/anlatı ne bir romandır, ne de bir öyküdür. Her ne kadar öykü öykünmekle ilgiliyse de başkalarına (romana) imrenerek saçların uzatılması bir snopluk başlangıcı sayılabilir.” (Kaynak: El çantası, türler arası geçişgenliğin eleştirisi) “Yine konuma dönüyorum. Mutsuzluğu övmeksizin ele alabilen başka bir yazı/ anlatı/ öykü bilmiyorum ben. Bu denli karmaşık ve önemli bir konuyu aydınlattığı için yazarımıza ne kadar teşekkür etsek azdır. Olağanüstü bir başarıdır bu. Sosyal, siyasal bilimlerde yeni bir başlangıç, felsefede yeni bir atılım, bilimde şeffaflığa dönüş, eğitime büyük bir darbe… Özetle yeni bir hayat. Her şeye yeniden bakabiliriz artık. Yazarımızın bize iletmek istediği asıl mesaj bu olsa gerek. Ana düşünce. İşte her şey yerle bir oldu.” (Kaynak: El çantası, ne dediğini bilen bir yazar için övgü) Arayan kişinin kim olduğu umurunda bile değildi. Tekrar koltuğuna oturdu. Haberler bitmiş, bir magazin programı başlamak üzereydi. Gazeteyi isteksizce aldı, bir süre okumaya çalıştı. Olmadı. Bıraktı. Bir kahve hazırlamak için tekrar kalktı, mutfağa yöneldi. Yürürken birkaç şeyi birden düşündü. Önce Mutfak Çıkmazı’nı, yazarı kimdi? Anımsadı. Tahsin Yücel. Evet, tamam yemek yapmak eğlenceli bir işti. Süt tozu katmak iyi olmuyor. Süt. Var mıydı acaba. Keşke yeni bir kupa alsaydım. Tuzla yıkarsam… Tertemiz olmuştu önceki, şöyle iyice yıkamalı. Kes şunu artık be kadın. Çocuklara bağırıp duruyor. Nereye gidecekler sanki. Lanet şey nerede bu. Su kaynatmak için cezveyi kullanmıyordu. Cezve. Hiç kullandığı bir şey değildi bu. Türk kahvesi için bile. Çaydanlığı bulamıyordu. Su ısıtıcısını kullanmak da istemiyordu. Elektrik faturasını kabartan küçük akıllı ev aletlerinin en reziliydi bu. Çaresiz ona uzandı, dolaptan indirdi. Yarısına ka23
dar suyla doldurdu. Biraz fazla galiba, diye düşündü. Suyu boşaltacaktı; ama duraksadı. Boşa harcamak istemiyordu. Boş bir şişe çıkardı, yarı yarıya doluydu üstelik. Neyse suyun bir kısmını boşalttı. İçi rahatlamıştı; çünkü bu büyük bir iyilikti. Çevrecileri, küresel ısınmayı, iklim değişikliğini, imza kampanyalarını, turizme yatırım yapmanın yersiz, gereksiz ve talihsiz bir iş olduğunu söyleyen yazarı anımsadı, adını çıkaramadığı için biraz öfkelendi. Neyse, dedi. Su kaynayınca kahvesini hazırladı ve mutfaktan çıktı. Çocukların sesi gelmiyordu. Televizyonu kapayarak çalışma masasına yöneldi. Yazdığı öykü için birkaç başlık düşündü. Her şey hakkında bir öykü (oldukça iyi bu, yüzü gülerek ve kendinden memnun.) Kesikler (Gog, nereden geldi aklına, bu da hiç fena değil.)
Övgü dolu bir yalnızlık (kendimi düşünerek yazmışım bu başlığı, benim yalnızlığım.) Bir seçimde bulunamadı. (En iyisi üçünü bir başlık olarak düşünmek. Eksik olan bir epilog, evet şöyle bir şey.) Epilog Sanırım fazlasıyla aydınlatıcı bir konuşma oldu bu. İşin doğrusunu her zaman açık yüreklilikle de söylemeyi ihmal etmeyen ben, genelde bu tür açıklamaları sona saklarım. Tüm okuyucular da sonu merak eder: Son mutluluktur dostlar. Kendi tezim önündeki en büyük karşı tanıklık benim. Yaşamım tüm bunları yalanlayacak güzellikte geçti. Örneğin hiçbir çatışmada yer almadım. Ölmedim ve hâlâ yaşıyorum.
Hikâyenin kâmil hali Seyfullah Aslan Kâmil Yeşil’in son hikâye kitabı Özet Yaşamaklar Ebabil Yayınları’ndan çıktı. Kitap üç bölümden ve yirmi dokuz hikâyeden oluşuyor. Derkenar’da daha önce yayınlanmış hikâyelerin de yer aldığı kitap, Yeşil’in kaleminin gücünü ortaya koyması açısından çok değerli bir eser. Hikâyeciliğimizin önemli kalemlerinden Kâmil Yeşil, farklı konu ve mekânları insan öznesi noktasında buluşturuyor. Bir hikâyesinde köylüyü özne olarak işlerken, başka bir hikâyesinde televizyon karşısında değişen ve dönüşen insanı konu ediniyor. Küçük insanların hayatlarından büyük hikâyeler kuruyor ve oluşturduğu dünyanın içine okuyucuyu ustalıkla çekiyor. Günlük hayatın ironisi niteliğindeki hikâyeleriyle Yeşil, etrafımızda akıp giden hayata, günümüz insanına karşı eleştirel bir tavır geliştiriyor. Günlük hayatın iktidar yapısına karşı bizi uyaran Yeşil, insanın temel kaygılarından biri olan aşkı heba eden hayat dizgesine özellikle dikkat çekiyor; bu husus hikâyelerinde tetikte durmamız gereken bir
nokta olarak öne çıkarılıyor. K â m i l Yeşil’in karakterlerinin çoğu kendi dünyasındaki sorunları çözmeye çalışan, çözmeye çalıştıkça daha çok düğümlenen, düğümlendikçe başa dönme korkusu yaşayan ya da çıkmaza giren tipler. Modern dünyanın köşeye sıkıştırdığı insanlar yani. Belki hikâyelerin altında yatan ‘modern’ kötümserlik, karakterlerle temsil edilmiyor ama karakterlerin duruşları ve söyledikleri yaşanılan dünyada olup bitene karşı bir rahatsızlık olduğunu belli ediyor. Son dönem hikâyecilerimizin en sağlam isimlerinden biri olan Kâmil Yeşil, küçük insanların hayatlarının büyük hikâyeleri beslediğini bu kitabıyla tescillemiş oluyor. Özet Yaşamaklar, Kâmil Yeşil, Ebabil Yayınları
24
Hediye paketi Mustafa Kılıç Sabah saatlerinin hareketliliği bütün şehri kaplamış. Yollarda akan arabalar, insanlar ve hayvanlar; damarda yürüyen bir kan misali. Yaz geldi artık. Kalın paltolar, boğazlı kazaklar, atkılar, eldivenler naftalin kokulu dolaplardaki yerini aldı. Gökyüzünün rengi açıldı. Yeni açmış çiçeklerin kokusu, rüzgâra karışmış boşlukta yayılıyor. Ruhlarda bir dinginlik, gözlerde keskin bakışlar; deniz olabildiğine saydam ve sesinde tarifsiz bir çağrı. İlahi bir emrin yansımasındaki güzellikler sarıyor dört bir yanı. Ne var ki insanlar bugün sadece seyrediyordu bu güzellikleri. Keşke bugün, hafta sonu rahatlığında bir gün olsaydı. Kestirmeden bir piknik alanına kapağı atsalardı. Bir ağaca salıncak kurup kanatlansalardı. Domates kokusu beyaz peynire bulansa, yeşilliğin enginliğinde kaybolsalardı. Okulların kapanmasına yirmi-yirmi beş gün var. Karne heyecanı daha şimdiden sarmış bütün çocukları. Yaz tatilinin hesapları yapılmaya başlanmış. Kimi deniz kenarındaki yazlığına gidecek, kimi köyünde dedesiyle beraber fındık toplayacak. Kimisi de, tatil yapan çocuklara kâğıt helva satacak. Hayat böyle bir şey işte, herkese farklı bir yüzünü gösteriyor. Gel gelelim, asıl öykümüze; şehrin pek de göz önünde olmayan bir mahallelisinde, küçük bir okula. İlk bakıldığında şirin bir hali var bu okulun. Dış cephesi mavi renk; ama duvarlarının uzun yıllardır boya yüzü görmediği her halinden belli. Bayrak direğinin paslanmış gövdesinin yanında, senelerdir değiştirilmesinin hesabı yapılan Atatürk büstü duruyor. Az ileride arka tarafa giden aralıkta da yığınla kiremitler; okulun akan damının aktarılması için zengin bir iş adamı almıştı geçen sene bunları. Tüm bunlara rağmen bahçe kapısından ilk adımınızı attığınızda, farklı bir âlemin kucağına düşmüş gibi oluyorsunuz. Taşları üst üste yığarak yapılmış kaleler, kırık bir basket potası, duvarın kenarında
sıra sıra dizilmiş ağaçlar. Her santiminde bir çocuk yüreği; taşların arasına sıkışmış gülücükler, ter kokan pembe yanaklar. Okulun bahçesini saysan hani bir uçtan bir uca, doksan bilemedin yüz adımda bitecek. Ne var ki meydan büyük olmuş, küçük olmuş kimin umurunda. Bir parça oyun değil mi çocukların istediği, her yere sığdırabilirler. Ders zili çalmış, çocukların hepsi oyunlarını yarım bırakarak sınıflarına doğru gönülsüz adımlarla yürümeye başlamışlardı. Okulun bahçesinden taşıdıkları oyunlarını sınıfta, sıraların arasında devam ettiriyorlardı. Çocuk olmak güzel şey, bir parça gülücükten memnun olmak, bir sakız parasıyla zengin olmak, ağaçların arasında dünyayla saklambaç oynamak güzel şey. Kimi bahçede ebeleyemediği arkadaşını ebelemeye çalışıyor, kimi kızların saçını çekip kaçıyor, kimisi de minik avuçlarından taşan tebeşirle tahtaya anlamsız şekiller çiziyor. Fakat bir çocuk vardı ki, o bütün bunlardan uzak; bütün oyunlardan, bütün gülümsemelerden habersiz sırasında oturuyordu. Çakır gözlü minik bir çocuk; tombiş yanakları, suratında bir fındığı andıran ufacık burnu ve bakışlarında anlamsız bir kaygı vardı. Dördüncü ders olmuş, üç teneffüs geçmiş; ama bir kez olsun yerinden kalkmamıştı. Yaz geldi artık, yerler kuru. Koşunca üzerine çamur sıçramıyor, düşersen toza bulanan önlüğün kolayca temizleniyor. Tüm bunları bilmiyor mu, yoksa başka bir derdi mi var bu çocuğun? Öğretmen, ders kitabını koltuğunun arasına sıkıştırmış, elinde tebeşir, omzunda ufak beyaz çantası asılı durduğu halde ağır ağır sınıfın kapısından içeriye girdi. Öğretmenin sınıfa girmesiyle konuşmalar, kahkahalar bir anda kesildi. Hemencecik herkes sırasına geçip hazır ola durdular. Hoca Hanım gördüğü muameleden memnun, masasına oturdu. Çantasından çıkardığı kalemiyle önünde açık duran deftere bir şeyler yazmaya başladı. 25
yecanlı yarıştan kendisini uzak tutmasına rağmen, o da soruyu çözmek için uğraşıyordu. Belki bir şeylerle uğraşarak rahatlamak için, belki de öğretmeninin rahatsız edici bakışlarından kurtulmak için. Ve sonunda kolaylıkla soruyu çözmüş, cevabı bulmuştu. Hediye paketine baktı çocuk, ona sahip olmak istiyor muydu? Hayır. Onun küçük dünyasında böyle çalkantılara yer yoktu. Hele ki bugün, bugün asla olmazdı. Bugün asla göz önünde olamazdı. Kendince çok büyük bir derdi vardı onun bugün. Bütün bu sus-pus halinin, bütün bu tedirgin, utangaç tavırlarının bir sebebi vardı. Çünkü ayakkabılarının bir tanesinin ucunda kocaman bir yırtık vardı. Onun için yerinden kalkmıyor, kimselere görünmek istemiyordu. Sırasında otururken bile yanındaki arkadaşından saklamaya çalışıyordu ayakkabılarını. Dün, son dersten çıktıktan sonra spor ayakkabıları olmadığı için, okul ayakkabılarıyla top oynamıştı. Attığı gollere sevinemeden ayakkabısındaki yırtığı görmüş, üzülsün mü korksun mu bilemeden, ayakları sanki geri geri basarak evinin yolunu tutmuştu. Babası görse ona kızacak, annesi görse söylenecekti, onun için kimselere bir şey diyemeden, ayakkabısındaki yırtığı herkesten saklamıştı. Dahası o, bu durumdan utanıyordu. Çünkü arkadaşlarının ayakkabıları pırıl pırıl, tertemiz ve hiçbir yerinde en ufak bir yırtık yoktu. Şimdi parmağını kaldırsa, cevabı bulduğunu söylese, öğretmen onu tahtaya kaldıracak, herkesin önünde soruyu çözdürecekti. Bütün sınıf onun yırtık ayakkabılarını görecek, belki de bazıları gülüp onunla alay edecekti. En iyisi mi otursun yerinde, kalkmasın; hediye paketi varsın ışıl ışıl alsın gözlerini, ona bakması bile güzel. Onu da, yırtık ayakkabılarını da kimseler bilmesin. Eline silgisini aldı çakır gözlü minik çocuk ve cevabı defterinden sildi. Hoca Hanım masasından kalkarak kollarını göğsünün üzerinde bağlayıp sıraların arasında ağır ağır dolaşmaya başladı. Tam bu sırada çocuklardan bir tanesi parmağını kaldırıp “yaptım öğretmenim” dedi. Çocuk, heyecanla yerinden kalkıp tahtada bütün sınıfın önünde soruyu çözdü. Ayakkabıları tertemiz ve sapasağlamdı. Hediye paketinin ışıltısı gözlerinde parladı çocuğun. Paketi sevinçle açarken, çakır gözlü minik çocuğun gözleri, arkadaşının ayakkabılarındaydı.
Çakır gözlü minik çocuk, hâlâ sessizliğini koruyordu. Bir omzunu duvara yapıştırmış, sağ elinde kalemi, önünde takım elbise giymiş bir tilkinin resmi olan defteri ve gözlerinde tedirgin bakışlar. Sınıfın içerisinde git gide artan uğultular. Çocuk tedirgin, sanki utanç duyuyor. Sanki ayıp bir iş yapmış da yakalanmaktan korkuyor. Kimsenin kendisine bakmadığına emin olabilmek için sürekli etrafı süzüyor gözleri. Öğretmen, masasından yavaşça kalkıyor, her attığı adımda sınıfın uğultusu biraz daha azalıyor. - Evet çocuklar! Şimdi size bir önceki ders anlattığım konu ile alakalı bir soru soracağım. Cevabı ilk bulan parmağını kaldırsın, verdiği cevap doğruysa ona bir hediye vereceğim. Hoca Hanım çantasından süslü, küçük bir paket çıkartıp masasının üzerine koydu. Sınıftaki bütün çocuklar meraklı ve iştahlı gözlerle hediye paketine bakmaya başladılar. İçerisinde her ne olursa olsun, ona sahip olmak, parlak kırmızı kurdelesini açıp rengârenk kâğıdını sıyırmak, o anda hepsinin hayaline yerleşmişti. Yalnız, çakır gözlü minik çocuk; o tüm bunlara kayıtsız kalmıştı. Baygın baygın pakete bakıp yanındaki arkadaşını dürtmemiş, içerisindeki hediyeyle alakalı tahminler yürütmemişti. O hâlâ tedirgin ve sıkılgan bir ifadeyle sırasında oturuyor, sanki şu anda burada, bu sınıfta olmak istemiyordu. Hoca Hanım tahtaya soruyu yazmış, sınıfa dönüp hadi bakalım der gibi bir bakış fırlattıktan sonra, masasına oturarak beklemeye başlamıştı. Hediye paketi bütün ışıltısıyla sınıfı büyülemeye devam ediyordu. Çocuklar bir önlerindeki soruya, bir de masanın üzerinde ışıl ışıl ve bütün albenisiyle duran pakete bakıyorlardı. Çakır gözlü çocuk, bu he26
Sezai Karakoç gözüyle Necip Fazıl Atilla Yaramış Fikir ve edebiyat, bir medeniyeti var eden ve onu yaşanılır / yaşanılacak kılan en önemli kaynaklardan iki tanesidir. Bunlar, medeniyetlerin diğer kolonlarından farklı olarak, birbirlerine daha çok muhtaçlardır. Birindeki “dirilik” yahut “ölülük”, diğerine olduğu gibi akseder. Cılız ve mesnetsiz bir fikre dayanan topluluk veya bireylerin, ortaya kuvvetli bir edebiyat koymaları beklenemez. Aynı şekilde, kuvvetli bir edebiyatın cılız bir fikre dayandığı görülmez. Hal böyle olunca da bir edebiyatçıyı, bir bütün olarak değerlendirmek lazım gelir. Yani bir şair, bir öykücü için “sanatı ayrı, fikri ayrı” gibi bir değerlendirmenin sağlıklı hiçbir tarafı yoktur. Biz Nazım’ın inkârını, şiirlerinden öğreniyoruz. Ya da Orhan Kemal’in Allah’ı bir makineden daha aciz gördüğünü, bir romanından öğrendik. Örnekler çoğalır… Cumhuriyet sonrası gelişen fikir ve edebiyatımıza “şekil ve anlam” veren en önemli isimlerden biri de Necip Fazıl’dır. O, hem devirdaşları hem de kendinden sonraki nesiller üzerinde ciddi anlamda “tesir”li biridir. N. Fazıl’ın en fazla tesir ettiği isimlerden biri de, kuşku yok ki Sezai Karakoç’tur.
sinde, en belirgin kıstas konumundadır. Onun İslam dünyasındaki kimi isimlere karşı kullanmış olduğu keskin dilin de dayanağı budur. Mesela Hamidullah, Mevdudi ve daha birçok kişiye karşı söylediklerini, bu bağlamda değerlendirmeliyiz. Yoksa burada, bugün kimi ulemanın (!) dillendirdiği gibi, bir cehalet söz konusu değildir. Ya da Necip Fazıl’ın bu görüşlerini, “ona yakışmayan ifadeler” diye değerlendirmek, her şeyden önce, onu tanıyamama ve anlayamamanın kanıtıdır. Burada, N. Fazıl merkezli olarak, bir görüşü yükseltme veya yerme gibi bir kaygım yok. Ama “aydın” olarak nitelenen kişilerin bile, ekseriyetle, bu eleştiriler noktasında üstadı haksız bulduklarını görmekteyiz. Ben, bu kişileri, (üstadca) eleştirilen isimlerin büyüklüklerini kabul edip N. Fazıl’ın büyüklüğünü kabul edememelerine bağlıyorum. O, Hamidullah’tan daha az önemli biri değildir. Hamidullah gibi, İslam dünyasında söz sahibi âlim bir zata, iftira atacak nitelikte de değildir. Ona karşı yaptığı eleştiriler, yıkıcı değil, uyarıcıdır. Ve hepsi bilinçlidir. Diğer isimler için de aynı yargımız geçerlidir. S. Karakoç’un, tabir yerindeyse, üslubunun kucağı biraz daha geniştir. Onun değerlendirmelerinde “sufi-selefi” vb. ayrımlar yoktur. Bu da onun, düşünsel anlamda, daha geniş (fazla) çevrelerce kabul edilmesini sağlamıştır. Ama bu fazla çevreler, fazla insan anlamına gelmemektedir. Belki bu çevrelerin elitlerince bilinmektedir Karakoç. N. Fazıl gibi, sokaktaki insana inmemiştir. Hal böyle olunca, şöyle bir cümle yanlış olmayacaktır: N. Fazıl, daha az çevre (cemaat, tarikat, İslami vakıflar…) ama daha çok insan tarafından kabul görmüş ve tanınmışken, S. Karakoç, daha fazla çevre ama daha az insan tarafından kabul görmüş ve tanınmıştır. Üsluplarındaki bu farklılığın ikinci nedeni ise, zamandır. Cumhuriyet tarihinin en bedbaht günlerinin yaşandığı 1940’lı yıllarda, N. Fazıl, fikir ve
Büyük Doğu ve Diriliş Necip Fazıl tarafından kurulan ve kuşatıcı bir medeniyet tasarımı olan Büyük Doğu düşüncesi, Sezai Karakoç’un Diriliş’ine ilham olur. Tabir yerindeyse, canlı bedenlerin üzerlerine kapatılmış toprağı Büyük Doğu temizler; Diriliş de, o bedenlere ayağa kalkmalarını (dirilmelerini) söyler. Bu kalkış, ruhlarının ne denli güçlü olduğunun farkına varılmasıyla gerçekleşecektir. Buna, o bedenler muhtaçtır. Aynı amacı dava edinen ve aynı kaynaktan beslenen Büyük Doğu ve Diriliş* arasındaki belki en belirgin fark, üslûp farklılığıdır. Bunu da iki yönüyle ele alabiliriz. Birincisi, N. Fazıl’ın, Karakoç’a oranla, tasavvufa daha fazla yakınlığıdır. Tasavvuf, N. Fazıl’ın hayattaki pek çok şeyi değerlendirme27
takil bir kitabı olmasa da, bu yazılar toplandığında, pek rahat bir kitabı oluşturur hacimdedir. Mesela “Edebiyat Yazıları II” kitabının yarısını oluşturan, aynı zamanda da en oylumlu yazılar, N. Fazıl’ın şiiriyle ilgilidir. Yine aynı eserde, onun “Bir Adam Yaratmak” adlı piyesi ele alınmaktadır. Bu yazı, aslında N. Fazıl’ın bütün piyes metinlerini inceler niteliktedir. Karakoç, muhtelif fikir eserlerinde ve hatıralarında da onun ismine ciddi anlamda yer ayırır. Bütün bunlar, Karakoç’un dünyasında N. Fazıl’ın ne denli büyük bir yere sahip olduğuna kanıttır. Onun hem sanatını hem de fikrini ciddi anlamda incelemiş ve sonuçta da Türk düşünce ve edebiyatındaki büyüklüğünü, adeta tescillemiştir. Karakoç, daha ortaokuldayken Büyük Doğu dergisini takip etmeye başlar.2 İlk şiiri de lise sondayken Mehmet Leventoğlu imzasıyla yine Büyük Doğu’da yayımlar.3 N. Fazıl’a o kadar muhabbet duyar ki, üniversiteyi bile, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü’nde okumak ister. Bu isteğinin amacı, anlaşılacağı üzere, N. Fazıl’a yakın olma arzusudur.4 Nitekim maddi sınırlılıklar, bu isteğin gerçekleşmesini engeller. Ama bu isteğinin gerçekleşmemesi, onun N. Fazıl ve Büyük Doğu’dan koptuğu anlamına gelmez. Her şeye rağmen gerek maddi ve gerekse manevi anlamda üstadının yanındadır. Uzun süre, haftalık yayımlanan Büyük Doğu’nun “sanat-edebiyat” sayfasını yönetir. O yıllarda (1955-56’lı yıllar) bu dergide yazmak, her şeyden evvel, büyük bir cesaretin göstergesidir. Bir de Karakoç’un yeni başlayan memuriyetini düşünün, daha da “zor” bir durum. Ama o, “müstear”la bu işi yürütmek ister. Hatta bir müddet Mehmet Sezai ismini kullanır. Ancak karşıda, N. Fazıl gibi bir adam var. “Yoksa korkuyor musun? Öyleyse, bilhassa ismini koyacağım.” der.5 Sonuçta da “sayfayı hazırlayan Sezai Karakoç” diye yazılır oraya. Karakoç, yukarıda da dediğimiz gibi, maddi olarak da üstadı N. Fazıl’a desteğini esirgememiştir. Hatta bu destek kimi zaman, kendisini ciddi anlamda sıkıntıya bile sokmuştur. Şu hatıra, belki buna en iyi örnektir: N. Fazıl, S. Karakoç’u kefil göstererek bankadan bir miktar para çeker. Ödeyemez. Borç, kefile kalır. Kefil Karakoç da maaşı
aksiyon adamı sıfatını, en ileri derecede hak etmiştir. Bu hak ediş, bilindiği üzere, onun hakikati dillendirişinde gizlidir. Müslümanlar, o yıllarda sindirilmiş ve silikleştirilmiş bir haldedir. Onlara, öyle bir seslenilmeliydi ki, “kendi” olduklarının farkına varsınlar. Düşmanlar da öyle bir üslupla tanıtılmalı ve anlatılmalıydı ki, kendilerinden geçirilmiş olan Müslümanların iliklerine kadar inilsin. İşte bu büyük vazifeyi N. Fazıl yerine getirmiştir. Onun üslubunun sertliği ve yargılayıcılığı, bu noktadan bağımsız değildir. Fakat Sezai Karakoç’ta durum biraz farklıdır. Onun fikir ve aksiyon adamlığı sıfatını, 60’lı ve 70’li yıllarda üstlendiğini kabul edebiliriz. Bu yıllar, önceki senelere nazaran (30’lu, 40’lı, 50’li) toplumun az da olsa şuurlu olduğu zamanlardır. Çünkü öncesinde, Bediüzzaman Said Nursi, Süleyman Hilmi, Necip Fazıl gibi, kuvvetli şahsiyetler, toplumun şuurlanması için büyük çaba göstermişlerdir. Bu çabalar sayesinde zemin, işlenmeye biraz daha müsaitleşmiştir. Nitekim Karakoç’un kendini de, bu çabaların bir uzantısı olarak görmek, pek rahat mümkündür. İşte Karakoç, N. Fazıl’a göre biraz daha olumlu bir atmosferde fikrini dillendirmiştir.** Bu atmosferin, onun üslubuna muhakkak ki etkisi olmuştur.
Karakoç gözüyle Necip Fazıl Karakoç, ustası N. Fazıl’ın hem sanatının hem de düşünce ve aksiyonunun değerine, sık sık değinmiştir. Onun, hakkında en fazla yazdığı isim, yine N.Fazıl’dır.1 Her ne kadar, onunla ilgili müs28
deniyet macerasını. N. Fazıl’ın şiiri ise, her şeyin bittiği kendi dünyamızın kapandığı, yaşamaya ve var olmaya yeniden başlanıp başlanmayacağının sorulduğu anda doğmuş, insanın toprağa ilk ayak bastığı andan haber olmuştur toplumumuz için.”9 Bu isimlerden aynı zamanda, “yeni Türk şiirinin temel fonları” diye bahseder.10 Anlaşılacağı üzere, bu fonlar içerisinde N. Fazıl’ın nitelikleri daha “içsel”dir. Var ve yok arasındaki tercihtir. Peki, bu tercih hangi yöndedir? Bu soruya cevap olarak Karakoç’un şu cümlesi kâfidir: “Necip Fazıl’ın şiiri ve düşüncesi, çıkışında doğrudan doğruya insanın, hakikati arama, güzelin iyi ve doğrunun en taze özlerini ve perspektiflerini (ben)in en mahrem varoluş kaygısıyla karşılaştırma atılımından doğmuştur.”11 N. Fazıl’ı, Baudelarine’in Rimbaud’nun Türkiye’deki bir takipçisi gibi görenlere katılmaz Karakoç. Onların, işin mahiyetini anlamadıklarına işaret eder. Her ne kadar övseler, hatta birçok batı sembolistlerini geride bıraktığını bile söyleseler de, onun şiire getirdiği “gerçek devrimi” görememişlerdir. Bu durumu epey yadırgar: “Garip bir durumdu bu, bir paradokstu bu. Bir bakıma büyük bir şöhret içinde, büyük bir meçhul olarak şiirinin hazinesini, edebiyat tarihinin teferruata boğulmuş yığını içinde görüyoruz şairi.”12 Bu cümlenin geçtiği yazıyı Karakoç, 1970’te yazmıştır. Hem bu yazının yazılmış olması hem de aradan 40 yıla yakın bir zamanın geçmesi, ne kötü ki, bu “gerçeği” değiştirememiştir. Hâlâ N. Fazıl şiiri, kapağı tam anlamıyla kaldırılamamış bir hazine sandığı olarak beklemektedir. Kuşkusuz ki bu kapağı en açık farkla aralayan yine Karakoç olmuştur. Onu, dünyadaki yeni şiirin önderlerinin üstünde tutar: “… Baudelaire’in Yolculuğa Çağrı şiirinde çizdiği hasret iklimi, Doğu, “ Orda her şey düzen ve güzellik / Süs, sükûnet ve şehvet”tir. Hâlbuki Doğu şairinin özlediği dünyanın özellikleri ise, “birlik” ve “ahenk”tir. Çok yönlü bir şiirin sahibi bulunmakla beraber, Baudelaire’de daha çok sığınılan dünya ten hazlarının, afyonun bayıltıcı kokularının insanı kendinden geçiren dünyasıdır. O, aleladeyi bu araçlarla kırmak ister. Necip Fazıl şiirinde ise, “ezel fikri” ve “ebed duygusu”dur gidilecek, aranacak ülkenin özelliği.”13 Karakoç’un bu işareti, “hakikati bütün olarak görme” işidir. Ben bu karşılaştırmada, aynı zamanda
ve ailesinin biriktirmiş olduğu parayı birleştirerek bu borcu öder.6 Bu destekler, bizi biraz olsun düşündürmelidir. Karakoç gibi yüzyılın en büyük mütefekkirlerinden birisi, niçin N. Fazıl’ı bu derece sevmekte ve önemsemektedir? Yazımızın başında da belirtmiş olduğumuz N. Fazıl’ın büyüklüğünü kabullenememiş olanlar, bunu (yani, Karakoç’un Üstad’a verdiği bu desteklerden ötürü, yer yer sıkıntıya düşmesini) N. Fazıl’a bir zaaf olarak yüklemektedirler. Akıllarınca da S. Karakoç’u mazlum göstererek, ona iyilik yaptıklarını zannetmekteler. Bu soruya şöyle cevap verelim: N. Fazıl’a maddi anlamda destek olan sadece S. Karakoç mu? Elbette hayır. Süleyman Hilmi Tunahan, Adnan Menderes*** ve daha birçok isim. Tüm bu destekler, N. Fazıl’ın şahsına değil; bütün bir medeniyeti kuşatan Büyük Doğu idealineydi. Bu davanın “hak” olduğunu kestiren ve davayı sırtlanmayı görev edinen herkes, makamı mevkisi ne olursa olsun, sıkıntı çekme pahasına, ona destek olmuştur. Burada destek olanlar kadar, destek olunanın da büyüklüğü ortaya çıkmaktadır. Karakoç, dünya üzerinde 20. asırda beliren, İslami hareketleri sayarken, bunlar içerisinde Büyük Doğu’yu da anar. Hatta bu hareketi nereye konumlandırdığını daha iyi anlamak için o cümleyi tamamen alalım: “Pakistan’da Mevdudi Hareketi, Mısır’da Müslüman Kardeşlerin Davranışı, Türkiye’de Nurculuk ve Büyükdoğuculuk, İslam Dirilişinin ilk düşünce, inanç ve aksiyon akımlarıdır.” 7
Yüzyılımıza şeref olan şiir saati Karakoç’a göre İslam’ın edebiyat ve sanattaki “diriliş”nde de N. Fazıl önemli bir yerde durur: “Türkiye’mizde İslam’ın güçlü kalemi olan Necip Fazıl da, bu yola ilkin bir metafizik kaygıyla,”öteleri” kurcalayan üstün bir şiir aracılığıyla girdi.” 8 Yukarıdaki cümlede geçen “üstün şiir” üzerinde, enikonu durur. Bir yazısında Türk şiirinin büyük ustalarından M. Akif ve Y. Kemal’le karşılaştırır onu: “Gerçekte Akif’in şiiri, imparatorluğun, geleneksel Türk toplumunun ölüm kalım savaşı olur. Önlenmez çöküşten sonra Yahya Kemal bir anıtta toplar sanki geçmiş macerayı, ulu ve unutulmaz bir me29
Doğu- Batı ayrımını da görüyorum. Doğu’nun o kuşatıcı, bütünleyici fikri karşısında, Batı’nın dar ve sığ dünyası var. Nitekim batı kökenli pek çok bilim ve sanat adamının, isimleri kazındığında, altından Doğu âlimlerinin çıkması, galiba bu yorumumuzu destekler niteliktedir. Karakoç, N. Fazıl’a salt anlamıyla “mistik” denmesine de karşıdır. Çünkü onda, bu sıfatın sınırını aşacak bir şiir vardır: “Necip Fazıl, eşyanın ötesini daha çok insan “ben”inin alın yazısı bakımından düşünmekte ve mutlak hakikati bulma kaygısıyla eşyanın ve evrenin gizlilikler perdesini aralamaya çalışmaktadır. Sembolizm, soyutçuluk ve mitsizim, kimi zaman bir araç, kimi zaman bir ruh hali, kimi zaman da bir unsur olarak “ben”in var veya yok olma, yani ekzistantiyel bunalımının nağmeleri ve makamları gibi, Necip Fazıl şiirini bürürler.”14 N. Fazıl’ın en meşhur şiirlerinden birisi olan Kaldırımlar’a da orijinal bir yorum getirir. Bu şiirin yaygın yorumlarına, yani yalnızlık, sıkıntı vs. gibi duyguları aktardığı söylemine, karşı çıkar. Şiiri, yukarıdaki bildik yorumlarla açıklayanlardan biri olan Mehmet Kaplan’a da katılmadığını, gerekçesini açıklayarak ifade eder: “Bu şiiri Necip Fazıl’ın kendi yalnızlığını, ürkekliğini, kimsesizliğini anlatan bir nevi şikâyetnamesi gibi almaya imkân göremiyorum. Kaplan, şiiri yorumlarken özü gereğinden fazla şahsileştirmiştir. Her büyük şiirde olan özelliğin tabii sonucu olarak Prof. Kaplan’ın yorumunu da içerse bile, böyle bir yorum, Kaldırımlar için söylenecek son teferruat yorumlardan biri olabilir. Şair, “ben” derken asıl “insan”ı kastetmiştir. Ve bizi de asıl ilgilendiren şiirlerin bu yanıdır. (…) Şairin özel duygusu, bütün insanları ilgilendiren “ben”in dramını anlatmak için bir vesile olmasa, büyük şiir doğamaz”15 Bu cümleler, Kaldırımlar şiiri üzerinde söylenmiş de olsa, genel anlamda Karakoç’un “bir şiiri nasıl değerlendirdiği noktasında” da bize bilgi vermektedir. Buna dayanarak onun şiirde evrenselliği aradığını/önemsediğini söyleyebiliriz; tabi ki Kaldırımlar’da da aradığını bulduğunu. Karakoç’un üzerinde fazlaca durduğu bir diğer şiir ise “Çile”dir. Genel intiba şudur ki N. Fazıl şiirinin zirvesi yine bu şiirdir. Zaten N. Fazıl’ın kendisi bile bir kitabında, terazinin bir kefesine bütün şiirlerini, diğer kefesine de Çile’yi koysalar, Çile’nin daha ağır basacağını söylemiştir. Bunun anlamı, bu
şiirde, diğer bütün şiirlerini kapsayacak bir özelliğin var olduğudur. Karakoç da bu şiire, bu kuşatıcılıkla yaklaşır: “Necip Fazıl’ın şiirinde, asıl özellik, gerçeği arama ve ona vararak üstün ruh erginliğine, ebedilik tadına varma olunca, Senfoni (Çile) şiirinin tahlili, bütün şiirlerinin anahtarı olabilecek demektir.”16 Karakoç’un dikkatleri hemen üzerine çeken bir diğer görüş ise, “hece şiiri” noktasında Yunus Emre ve Necip Fazıl’ı beraber değerlendirmesidir. Bu, N. Fazıl, Yunus kadar önemlidir, anlamına gelir. Çünkü bu ikisi, diğerlerinden farklıdır: “Gerçekten Yunus Emre ve Necip Fazıl’ı bir an için bir yana bırakırsak, halk ozanlarının hepsi, aşağı yukarı belli bir havanın varyantları olarak gözükürler. Yunus Emre ve Necip Fazıl’da ise hece şiiri, bütün olabilirliğiyle ilk çıkış alanı, ilk kendini arayış alanıdır şair için.”17 Bu bahsi kaparken son olarak değineceğimiz nokta ise, bizce en fazla kulak kesilmemiz gereken görüştür. Çünkü bu çağrıya kulak verdiğimiz vakit, bir devrin şiirini doğru bir şekilde yorumlayacağız. Ki burada, Türk toplumu mevzu bahis ise, “devrin şiiri” demek, “devrin özü” demek olacaktır. Yani bir dönemin şiirini doğru anlamak, o dönemi doğru anlamaktır. Bu cümleler doğrultusunda Karakoç’a kulak verelim: “Merkez Necip Fazıl’ın şiiri olarak alınmadığı için Cumhuriyet sonrası şiirimizin gerçek yorumu yapılamamıştır.”18 Anlaşıldığı üzere, Karakoç’a göre cumhuriyet sonrası şiirimizin merkezine N. Fazıl’ı koymamız gerekir. Bu merkeze Nazım Hikmet’i koyanlar, yanılmıştır. Çünkü o, “içerden çıkan değil, dışardan gelen; aruzu boyuna soyunmaya çalışıp heceyi boyuna giyinmeye çalışan, geç kalmış eksi ve yabancı bir Akif gibidir.” Orhan Veli, “mutlakçı ekole karşı düzyazının başkaldırışıdır.” İkinci Yeni ise “Necip Fazıl ekolüyle Orhan Veli akımı arasındaki bir tereddütten yola çıkan, dünya şiiri ile çalkalana çalkalana duygu ile düşünce arasında eriyen bir şiir akımı oldu.”19
Göklerin çektiği kartal Bu başlık, Sezai Karakoç’un üstadı Necip Fazıl’ın ölümü üzerine kaleme aldığı yazının başlığıdır. Gökler, bizde Tanrı’nın makamını sembol eder. Çünkü O, büyük ve üstündür. Kartal ise, cesaret ve asalettir. İşte 25 Mayıs 1983’te, Gökler, bu 30
kartalı yanına çekmiştir. Necip Fazıl’ın ölümü üzerine yazılan en içli ve manidar yazı, Karakoç’unkidir. Onun fikir, sanat ve aksiyon hayatımızdaki doldurulamayacak yeri, birer cümleyle vurucu bir şekilde ifade edilir bu yazıda. İşte birkaç örnek: “Dev sulara karşı bir ömür boyu gerilmiş kollar düştü.” “Ve yüzyılımıza şeref olan şiir saati, durdu.” “Ve doğru, iyi ve güzel için yükselen ses sustu.” “Yankıları çağların ufkunda çağlayacak.” “İslam’ın onuru için çağın çelik yüzüne karşı koyan elmas kas, gevşedi.”
*** Gerçi N. Fazıl, Menderes’in desteği için “Büyük Doğu’ya bir verdiyse, düşmanlara on verdi” demiştir ama…
DİPNOTLAR: 1. Turan Karataş, Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları, 1.baskı, s.495 2. Muhittin Bilge, Medeniyet ve Diriliş, Hece Yayınları, 1.baskı, s.14 3. Bilge, age, s. 14 4. Bilge, age, s. 15 5. Karataş, age, s.64 6. Karataş, age, s.65 7. Sezai Karakoç, İslamın Dirilişi, Diriliş Yayınları, 9.baskı, s.22 8. Karakoç, İslamın Dirilişi, s.41 9. Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları II, Diriliş Yayınları, s.53 10. Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s.54 11. Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s.53 12. Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s.60 13. Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s.62 14. Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s.67 15. Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s.74 16. Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s.82 17. Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s.84 18. Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s.89 19. Karakoç, Edebiyat Yazıları II, s.89
* Büyük Doğu demek, Necip Fazıl; Diriliş demek, Sezai Karakoç demektir. Bunu, böyle değerlendirmek, hem davalar hem isimler hem de o fikirlere muhtaç olan bizler açısından daha faydalı olacaktır. ** Burada, yaptığım kıyasın altını çizmek istiyorum. Aslında Türk tarihi için 200 seneden beri, “olumlu atmosfer”, ibaresini kullanmak zordur. Fakat N. Fazıl’a oranla, bir elif miktarı Karakoç’un çıkış dönemi, iyidir. Yoksa güllük gülistanlık bir ortam, hiçbir zaman mevzu bahis olamamıştır.
Ben, yazılarımla ancak ’suare’ izletecek bir yaşa geldim. Fakat, işyerimin kapısına ‘geleceğim’ yazılı bir karton asıp, bu kitapta sunulan matineyi izleyeceğim. Hüsrev Hatemi
HÜSEYİN AKIN’dan Geçmişi getiren kitap...
Hüseyin Akın, öncelikle şair. Belki de bundan, bütün şair-denemeciler gibi iyi bir denemeci. Şairin denemeciliği öyledir; çıplak değildir şairlerin düzyazıları, şiirle giydirilmişlerdir. Düz çizgi halindeki raylar üzerinde bir tren imgesiyle ilerlediğinizi sanırken, bir bakarsınız bulutları dağıtan bir şiir rüzgârı imgesiyle buluşmuşsunuz. Cemal Süreya’nın demesiyle ‘bay düzyazı’ ile ‘şiir hanım’ı birleştiren bir biçemi var onun. Hangi konuyu işlerse işlesin, okuyanın kafasına olduğu kadar kalbine de işlemeyi gözeten bir yaklaşımla yazan Akın ironiyi bir biçem öğesine dönüştürmektedir. Baki Ayhan T. Kitapta ilk dikkat çeken şey, yazıların su gibi akıp gitmesi. Okurken, sıkılmak nedir bilmiyorsunuz. Orijinal fikirler, parlak düşünceler, gerekli bilgiler… Hepsi mevcut. Hüseyin Akın, bizlere, sadece neyi kaybettiğimizi değil, nasıl kaybettiğimizi de hatırlatıyor. Hüseyin Akın, bazı şeylerin altını çizdiği gibi, bazı şeylerin de üstünü çiziyor. ‘Tecrübe’ dedikleri bu olsa gerek. İbrahim Tenekeci
31
Geyve, Taraklı, Göynük İbrahim Tenekeci Asırlık meşe, ıhlamur ve kestane ağaçlarının altında, havuzun hemen yanında, çay bahçesinin tek müşterisi olarak çayımızı yudumluyoruz. Sezai Karakoç da belki buraya oturmuş ve karşımızdaki güllere bakarak şiirini yazmıştır: “Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak Kanadı kırık kuş merhamet ister Ah, senin yüzünden kana batacak Mona Roza siyah güller ak güller…” Bunu düşünürken, “kanadı kırık kuşlardan” biri masamıza kondu. Elli yaşlarında. Zayıfça. Fakir olduğu her halinden belli... Bizden yol parası istedi. “Bir suçlu gibi ezik…” Beş lira çıkarıp “buyur amca” dedim. Almadı. “Bana bir lira lazım” dedi. Verdik. Geyve’nin güllerinden biri olan bu adam, ağır adımlarla yanımızdan uzaklaşırken, biz bir müddet susup içimizdeki yangının sönmesini bekledik. “Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.” Can sıkıntımızı gidermek ve geçen sene Napolyon kirazlarını hem doya doya yediğimiz hem de sepetlere doldurup eve getirdiğimiz Yaşar amcayı ziyaret etmek istiyoruz. Kendisi, Geyve’nin dağlık kesimindeki Akdoğan köyünde oturuyor. Köye gittiğimizde, Yaşar amcanın kısa süre önce vefat ettiğini öğreniyoruz. Turp gibiymiş. Fakat oğlunun ani ölümünden üç ay sonra vefat etmiş. Allah rahmet eylesin. Babalar ve Oğullar… Bildiğim örnekler gösteriyor ki, oğlan çocuklarının ölümü, babalara daha ağır geliyor.
Gecenin dördünde yollardayız. Müslim Coşkun, Ayhan Demir, ben ve Geyve’den bize katılacak olan Selçuk ve Ömer arkadaşlar. Güzergâhımız, İngiliz Yüzbaşı Fred Bur-naby’nin 1876 yılında geçtiği ve uzun uzun anlattığı Geyve, Taraklı, Göynük hattı. (At Sırtında Anadolu, İletişim Yayınları) Geyve boğazına girmeden evvel Arifiye’de mola veriyoruz. Çay içip kahvaltılık bir şeyler yediğimiz bahçe ile tren rayları arasındaki mesafe iki metre kadar. İlk geçen katarda, Irak sınırına kaydırılan ağır topçu birlikleri var. İkincisi, galiba Ankara’dan gelen bir yolcu treni… Sakarya nehriyle birlikte ilerleyen Geyve boğazı, bu sekizinci geçişim olmasına rağmen, hala heyecan veriyor. İngiliz yüzbaşıya göre, bir bölük asker bu boğazı aylarca savunabilir. Birinci gün Geyve-Taraklı hattındayız. Geyve, Osmanlının ilk fethettiği yerlerden biri… Nüfusunu manav Türklerin oluşturduğu Akdoğan, Ahibaba, Umurbey, İlimbey, Safibey, Sarıgazi köyleri, neredeyse Osmanlı ile yaşıt. Sadece İngiliz yüzbaşı değil, Hindistan seferine çıkan Büyük İskender, Mısır’a yürüyen Yavuz Sultan Selim de Geyve yolunu tercih etmiş. Yine, Haçlı orduları Anadolu’ya hep Geyve üzerinden geçmiş. Toprakları oldukça verimli olduğu için ilçede meyvecilik yapılıyor. Ağırlıklı olarak kiraz, elma ve ayva... Türkiye’nin en büyük havai fişek fabrikası Geyve’de… Belediye, gündüzleri bile havai fişek gösterisi yapıyor. O meşhur atasözünü hatırlayıp gülüşüyoruz. Geyve’de her zamanki yaptığımız şeyi yapıyor ve “müdavimi” olduğumuz lokantada çorbalarımızı içip meydandaki çay bahçesine geçiyoruz. Saat daha sabahın dokuzu...
Çim kaçakçılığı, kangal köpeği vs. Biraz oyalandıktan sonra Geyve-Taraklı yolu üzerinde, fakat oldukça içerilerde kalan 1.200 metre yükseklikteki Karagöl ve soğuk sularıyla meşhur Hamzapınar yaylalarına çıktık, Belengerme tepesine tırmandık, Güngörmez şelalesi ve Hark kalyonunun 32
Sağdan sola: Selçuk Özer, İbrahim Tenekeci, Müslim Coşkun, Ayhan Demir
adını bir kenara not ettik vs. Müslim arkadaşımızın eğimin bazen yetmiş dereceye kadar ulaştığı tepeye kundura ile tırmanması, görülmeye değerdi. (İstanbul’a döndükten sonra ilk işi, kendisine bir spor ayakkabısı almak oldu.) İstanbul’da, Büyükşehir belediyesi yol kenarlarını, parkları, defter kitap kaplar gibi hazır çimle kaplıyor. Çimler on günde bir biçildiği için, gördüğümüz tek şey renk oluyor. Sanki yağlı boya ile yeşile boyamışlar gibi. Ne bir papatya ne de bir yonca başını kaldırıp kendini gösterebiliyor. Yaylalarda, çim kaçakçılarının açtığı yaraları görünce, aklıma işte bunlar geliyor. Birçok yerde, toprağın kabuğunu ya da derisini soyar gibi, çimli üst tabakayı sıyırıp götürmüşler. Hamzapınar’da mola verdiğimiz sırada, havlayarak üzerimize gelen devasa Kangal köpeğini, ancak koca bir Trabzon odun ekmeğini feda ederek durdurabildik. Sonra köpeğin sahibi geldi. Bir çoban. Köpek aslında zararsızmış, pınara gelen gidenleri korkutup karnını doyuruyormuş. Son kurbanı biz olmuştuk. Bir belgeselde, Kangal köpeklerinin ne kadar akıllı oldukları anlatılıyordu. Demek doğruymuş. Hamzapınarı’nı Geyve’ye bağlayan yol, bugüne kadar gördüğüm en güzel yürüyüş parkurlarından biri. Bizim talihsizliğimiz, arabamızın olması. Suyun ve yapraklı ağaçların bol olduğu bu yol, Selçuk
Özer arkadaşımızın sürat tutkusuna rağmen, yorgunluğumuzu alıp götürüyor. Sürat diyorum ama saatte otuz kilometreyi geçmeyi hiç başaramadı. İkinci gün Taraklı-Göynük hattındayız. Taraklı, sevdiğim, saydığım ilçelerimizden biri. Merkez nüfusu dört bin civarında. Türkiye’nin en kalabalık ilçesinde (Gaziosmanpaşa, nüfusu bir milyonun üzerinde) oturan biri olarak, dört bin nüfuslu bir ilçede bulunmak, insanı kuş gibi hafif yapıyor. (Paul Valery: Önemli olan tüy gibi değil, kuş gibi hafif olmaktır.) Taraklı da Osmanlı’nın ilk fetihlerinden… Kalenin hemen eteklerindeki Yunus Paşa camiine uğruyor, kulluk vazifemizi yerine getiriyoruz. Büyük ölçüde orijinalliğini koruyan bu camii 1517 yılında, Mısır seferine çıkan Yavuz Sultan Selim’in Vezir-i Azamı Yunus Paşa tarafından inşa edilmiş. Caminin de olduğu mahalle SİT alanı. Burada ilk günkü halini koruyan yüz yirmi ev var. Aralarında üç yüz yıllık evlerin de olduğu söyleniyor. Çarşısı da ilk günkü güzelliğini koruyor. Dükkânların büyük kısmı boş olsa da… Son yıllarda Taraklı’ya karşı büyük bir ilgi var. İleriki yıllarda Safranbolu’dan daha popüler olacağı söyleniyor. Ne kötü! Geyve gibi Taraklı’da da enginar ekimi moda olmuş. “Bu işte iyi para var” diyorlar. İstanbul’da zengin yemeği olarak bilinen enginar, burada, en fakir ailelerin bile sofrasını süslüyor. Benim enginar karşısındaki durumum ise Yahya Kemal’in şu 33
dizesine benziyor: “Duydumsa da zevk alamadım İslav kederinden…” Taraklı pazarına uğruyor ve köylülerin kurduğu sergileri dolaşıyoruz. Kendi mahsullerini satmaya çalışıyorlar. “Temiz” kelimesinin karşılığı olan; nur yüzlü, beyaz sakallı, fidan gibi bir ihtiyar görüyoruz. İhtiyar diyorum ama bizden genç görünüyor. Sergisinde üç çeşit kiraz var. Fiyat falan yazmıyor. Yanına yaklaşıp “dayı, bana bir kilo kiraz” diyorum. “Hangisinden” diye soruyor. “Önemli değil” diyorum. “Ben kiraza değil, sakala geldim.” Sakal bizi mahcup etmiyor: Hem kirazın en iyisinden veriyor, hem bir kilo fiyatına neredeyse iki kilo tartıyor. Yolculuk boyunca, tam üç kere, “şu kirazı bitirelim artık” diye poşetin başına çömeliyor, ama bitiremiyoruz. Öyle bereketli ki…
ğiliz.” “Sizi defineci sandıydım” diyor. Sonrası malum. Sorular, cevaplar, gülüşmeler… Göynük’ü uzaktan görmek bile insana heyecan veriyor. Geyve’yi sekiz, Taraklı’yı beş kez görmüş biri olarak, daha önce buraya niye gelmedim ki? Göynük’ün Osmanlılar tarafından fethi, Geyve ve Taraklı’dan hemen sonra oluyor. Bu üç ilçenin kaderi, tarihi, neredeyse aynı… Aralarında, bir iki yaş gibi küçük farklılıklar var. Göynük ilçesinin nüfusu, Taraklı gibi, yüz elli yıldır hiç değişmemiş. Son nüfus sayımına göre merkez nüfusu 4,984 kişiden oluşuyor. İlçe, merkezinde bulunan 127 adet mimari eser nedeniyle, Kentsel Sit Alanı ilan edilmiş. İlçenin içinden, Çubuk gölünden kaynağını alan Göynük Suyu geçiyor. Aynı su, büyüyerek Taraklı ve Geyve’ye uğradıktan sonra Sakarya nehrine karışıyor. (Bingöl’de Murat nehrinin kollarından biri de Göynük Suyu idi.) Göynük’ün sokaklarını, çarşısını geziyor, bol bol fotoğraf çekiyor, 1922 yılında yapılan üç katlı Zafer Kulesinin olduğu en yüksek noktaya çıkıp ilçeye kuşbakışı bakıyor, Göynük Suyu kenarını kurulmuş çay bahçelerinin birinde çayımızı yudumluyor, İbrahim Usta’nın dükkânından görülmedik indirimle bir iki ahşap hediyelik alıyor ve yolumuza devam ediyoruz. Ama nereye? Haritayı açıyor ve hedefi belirliyoruz…
Göynük’e doğru... İşte Göynük, güzel ve duru Dağın alnına kurulmuş şehir, Çıkarken susamıştık yokuşu Suyun ticaretini yapmak iyi değildir Dedi, ikram ederken suyu. Meyveler geldi sonra, bir sofra! Emmi dedim, gülerek, bir soru Meyvenin iyisini seçmek sünnettir Diye duydum, doğru mu? Göynük yolunda ilerliyoruz. Ama Göy-nük’e gitmeyecek, ilçeye on beş kilometre kala sağa döneceğiz. Haritada işaretlediğimiz Taşlıdoruk tepesine tırmanmak için… Altmış yaşlarında bir adam otostop yapıyor. Duruyoruz. Selam verdikten sonra “Göynük’e mi gidiyorsunuz” diye soruyor. “Evet” diyoruz, “şu andan itibaren Göynük’e gidiyoruz.” Arabamıza aldığımız kişi, Kaşıkçı İbrahim Usta. Göynük’te küçük bir dükkânı varmış. Şimşir ağacından kaşık falan yapıyor. Kendisine haritada görünen köyler ve dağlarla ilgili bir iki şey soruyoruz. Pek konuşmak istemiyor. Oldukça temkinli. Endişesini hemen anlıyor ve “korkma dayı” diyorum, “biz defineci falan de-
Dünyanın büyüklüğü, insanın küçüklüğü Seyahat etmek, insanın fanilik duygusunu pekiştiriyor. “Biz gidiyoruz dünya, sen çok yaşa emi” diyen şair ne güzel söylemiş. Bu yollardan bugüne kadar kimler geldi, kimler geçti. 1970 yılında, yani doğduğum sene, ders kitaplarında dünyanın yaşı beş milyar olarak yazıyordu. İşte, büyüdüm, kırk yaşına yaklaştım, dünyanın yaşı hala beş milyar olarak yazılıyor. İnsan ömrü dediğin nedir ki? Bugün varsın, yarın yok. 34
Göynük’ten bir görünüm
Şunu da: “Canımı yakıyor, dünyanın güzelliği Yetmiyor ömür, o büyük şiire. Rabbim, ne olursun Sözümü kesme…”
“Ben de buranın yabancısıyım” sözü, galiba her şeyi özetliyor. Yine de hiç ayrılmayacakmışız gibi yaşıyoruz. “Neyi seversen sev, ayrılacaksın” nasihatini bildiğimiz halde… Çubuk Gölü’nü bulmakta biraz zorlanıyoruz. Gölün çevresini gezdikten, ördekleri ve yüzeye yakın yavru balıkları seyrettikten, biraz da taş sektirme yarışı yaptıktan sonra, bölgeye en hâkim tepeye çıkıp kamp kuruyoruz. Çam ormanının içindeyiz. Yeni geliştirdiğim dumansız ateş yakma metodunu yine başarıyla uyguluyorum. Ormanın içinde ateş yakıyor, fakat duman çıkarmıyoruz. Ne yangın ihbarı tehlikesi, ne de jandarma veya ormancının gelme ihtimali… Ayaklarımızı biraz uzatsak, sanki göle değecekmiş gibi… Aşağıya bakarken, işte bunları düşünüyorum: Bu dağlardan, kim bilir kimler göle bakmış, manzara karşısında hayretini gizleyememiş, buraya ev yapmaya özenmiştir. Ama civarda hiç ev yok. Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat, Anamas dağının eteklerindeki Malanda yaylasına gelir ve hem yaylaya hem Beyşehir gölünün manzarasına öyle bir hayran olur ki, “Cennet ya burası ya da buranın altı” der. Aynı sözü, burası için tekrar ediyorum.
Burası neresi dayı? “Yeni yol şöyle dursun, can kurban eski yola” diyerek, otobanı değil, ikinci, hatta üçüncü sınıf yolları tercih ediyoruz. Kâh kötü asfaltta, kâh toprak yollarda ilerleyerek, şimdinin gözden düşmüş, eskinin ise gözde beldelerini, güzergâhlarını geçiyoruz. Buralarda zaman donmuş gibi. Taraklı da, Göynük de Osmanlıyı aşıp Cumhuriyete gelememişler. Kasabalara, köylere gittikçe, bu düşüncemiz iyice pekişiyor. Yol ustamızı (Selçuk Özer) Geyve’de bıraktığımız için, artık haritamızın gözünün içine bakıyoruz. Burada her kuşun, her çiçeğin, her ağacın bir adı var. Şu ardıçkuşu, şu ezan çiçeği, şu ahlât ağacı… Şehirlerde ise, özellikle yeni nesillere göre, uçan bütün kanatlılar kuş, açan bütün bitkiler çiçek, şu yol kenarı veya parktakiler de ağaç. Ama ne kuşu, ne çiçeği, ne ağacı diye sorduğunuzda verebileceği doğru dürüst bir cevabı yok. Belki serçe, karga, 35
martı veya papatya, gül, karanfil gibi üç beş kuş ya da çiçek ismi biliyordur. Peki, bu yeterli mi? Bakalım, söğütle iğde ağacını birbirinden ayırabiliyor mu? Saka kuşunun uçuşu ile kırlangıç veya serçenin uçuşu bir mi? Şu çiçek soğanlı bitki mi, değil mi? Neyse… “Ömür biter, yol bitmez” deniliyor. Haritada, bir noktadan sonra yolun bittiği görülüyor. ‘Gerçekten bitiyor mu’ diye yola koyuluyoruz. Yirmi dakikalık yolculuktan sonra dört haneli bir dağ köyüne geldiğimizde, yol hakikaten bitti. Sonrasında bir patika bile yok. Mecburen geri dönüyorsunuz. Onca yer gezdim, ilk defa bir yolun bittiğini gördüm. Arkadaşlar da öyle. Göynük’e dönmek veya Mudurnu’ya devam etmek yerine, bir dağ yoluna sapıyoruz. O andan itibaren, cep telefonunun çekmediği yerler de başlamış oluyor. Hüseyin Akın ağabeyin kulakları çınlasın. Nihayet insansız bir coğrafya... Yanlış bir yere bakmıyorsak eğer, harita, bu yolun Dokurcun kasabasına çıktığını gösteriyor. Sonrası Akyazı. Ama kaybolmuş da olabiliriz. Üç buçuk saatlik yolculuk boyunca, ne bir insan gördük ne de yoldan bir araba geçti. “Burası neresi dayı” diye sorabileceğimiz hiç kimse… Gökhan Özcan, “kaybolmanın tarihi, haritanın icadıyla başlar” demişti. Durumumuz biraz böyle… Yol, her biri anıt ağaç sayılabilecek kayın ve köknar ağırlıklı gür bir ormanın içinden kıvrılarak ilerliyor. Çilek kümeleri, soğanlı bitkiler, sincaplar, bilinmedik kuşlar, küçük sular eşliğinde ilerliyoruz. Kâh sağa çekip ilk kez gördüğümüz bir çiçeği kokluyor, kâh sola çekip bir kuşun ya da sincabın fotoğrafını çekmeye çalışıyoruz. Son nevaleleri yemek için bir açıklıkta mola
veriyoruz. Engebeli ama geniş bir çayır... Rüzgâr dizimize kadar gelen otları bir deniz gibi dalgalandırıyor. Rüzgârın ısrarına boyun eğmiş birkaç alıç ve ahlât ağacı… Ürpertici bir yalnızlık, endişe verici bir uğultu… Müslim çayırmantarı topluyor, Ayhan keşif yapıyor, bense henüz çiçekte olan bir salebin soğanını çıkarmaya çalışıyorum. Bu arada, oldukça büyük bir çilek kümesine işaret koyuyoruz. On beş gün sonra gelecek, çilekleri toplayacak, hanımlara çilek reçeli yaptıracağız… (Sonradan, buranın Açelya yaylası olduğunu öğreniyorum.) Tekrar yola koyulduk. Arabanın benzini biterse veya lastik patlarsa diye düşünmek istemiyoruz. Bir müddet sonra, yolun kenarında bilek kalınlığında bir yılan gördük. Kıvrılmış yatıyor. Hemen arabayı durdurup sopalarımızla birlikte yılana yaklaştık. Ama öldürmek amacıyla değil. Yılan kımıldamıyor. İyice yaklaşınca, bir değil, iki yılanın olduğunu görüyoruz. Birbirlerine sıkıca dolanmışlar. Sopayla dürtünce, yılanlardan biri kımıldadı. Biz biraz daha ısrar edince, kımıldayan yılan diğerinden ayrıldı. Ayrıldı ve çalıların arasında kayboldu. Diğer yılan ise ölüydü. Yara izlerine bakılırsa, ya birisi tarafından öldürülmüş ya da araba ezmişti. Yılanların birbirine düşkün olduğunu biliyordum. Ama böylesini de ilk defa görüyordum. Canımız sıkılmış bir şekilde araca geri döndük… Yol bitecek gibi görünmüyor. Önümüzü de gördüğümüz söylenemez. Tam ağaçlar seyrelmeye başlıyor, “tamam, yol bitiyor galiba” diyoruz, sonra tekrar yoğunluk… Nihayet inişe geçiyor, tek tük evlere rastlıyor ve yol kenarında üç kişi görüyoruz. İşte medeniyet! Hemen aşağıda Dokurcun kasabası…
İnternet sitemiz yayında! Dergiyle ilgili son gelişmeleri takip edebilir; yorum yazabilir; abone olabilirsiniz!
www.derkenar.gen.tr 36
Osmanlı deniz politikaları ve teşkilatı Seyfullah Aslan Baştarda, XVII. başları, Surnâme
Osmanlı, 1348’de Karasi Beyliği’ni kendi sınırları içine katıp denizlere ulaşınca bir donanmaya sahip olma ihtiyacını hissetti. Bunun için özellikle Karasi’nin denizcilerinden yararlanılarak donanmanın temelleri atıldı.
ğazında önünü kesip Girit’e erzak ve mühimmat götürmesini engelleyen Venedik’in kullandığı ve yelkenle hareket eden kalyona geçilmesine karar verilmiştir. Osmanlı, bu tarihlerden sonra hızla İmparatorluğun dört bir yanındaki tersanelerinde kalyon yapımını başlatmış ve kısa zamanda yüz kalyon inşa edilmiştir. Ancak Osmanlı devleti, kalyonu iyi bilen yetişmiş denizci sıkıntısıyla karşı karşıya kalmış, kalyondan gerektiği gibi istifade edebilmesi uzun yıllar almıştır.
1390’da Saruca Paşa’nın gayretleriyle Gelibolu’da Osmanlı Tersanesi genişletilip tahkim edilerek donanma güçlendirilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra ise, Fatih Haliç’e tersane yaptırmış, II. Beyazid ve Yavuz Sultan Selim tarafından genişletilen ve geliştirilen bu tersane, bir imparatorluk tersanesi haline gelmiştir.
Bugünkü yaygın kanaatin aksine Osmanlı devleti denizlere, en az karalara verdiği önem kadar önem vermiştir. En zor zamanlarında dahi denizleri ihmal etmemek üzere gayret göstermiştir.
Kanunî’nin dedelerinden aldığı mirasla denizlerde önemli başarılar kazanması bu bakımdan tesadüf olmamıştır. Devrin en ünlü denizcisi Barbaros Hayreddin’in, Cezayir Dayılığını bırakıp Barbaros Hayreddin Paşa olması, Osmanlıların denizlerdeki pozisyonunu güçlendirdiği gibi, bundan sonraki deniz politikalarında, teşkilatlanmasında ve gemi tekniğinde Barbaros Hayreddin Paşa’nın etkisi görülür olmuştur.
Prof. Dr. İdris Bostan, Osmanlı denizciliği denildiğinde akla gelen en önemli isimdir. Geçen yıllarda yayınladığı Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği’nden sonra, Osmanlılar ve Deniz adlı çalışmasını yayınlayarak, önemli bir boşluğu doldurmuştur. Kitapta Osmanlı deniz politikaları, teşkilatı ve kullandığı gemiler hakkında, doyurucu bilgiler bulmak mümkün. Gemi resimleri ve gravürlerle süslü olan kitap sadece akademisyenlere değil, konunun ilgililerine de keyifli bir okumayı garanti etrmektedir.
17. yüzyıla kadar, Barbaros Hayreddin Paşa’nın kullandığı, Preveze’de büyük bir galibiyet aldığı, kürekle hareket eden kadırgalar kullanılmakta iken, 1645-1669 Girit Seferi dolayısıyla kadırganın ihtiyaçlara cevap veremediği ve denizlerde düşmana karşı galip gelmek için onların kullandıkları gemilerden kullanmak gerektiği fikri ağır basmaya başlamıştır. O sırada Osmanlı’nın Çanakkale bo-
Osmanlılar ve Deniz, İdris Bostan, Küre Yayınları 37
Osmanlı Denizciliği Sinem Tüfekçi Yaygın bir görüş olarak yalnızca bir kara imparatorluğu olduğu düşünülen Osmanlı’nın denizlerle tanışması 11. yy’a kadar uzanmaktadır. Kuruluşundan itibaren, denizlere ve karadaki başarıları destekleyecek bir donanma gücüne önem veren hükümdarların faaliyetleri sayesinde Akdeniz’e, Karadeniz’e ve hatta Kızıldeniz’e kadar ulaşan imparatorluğun 16. yüzyılda yeni bir güç olarak sahneye çıkması, onu devrin en büyük deniz gücü olan İspanya, Venedik ve Portekiz ile karşı karşıya getirmiştir. Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği, denizlerde meydana gelen çıkar çatışmasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı güçlere nasıl kafa tuttuğunu, kuruluşundan itibaren imparatorluğun denizcilikteki grafiğini, özellikle 16. yy’da iyi yetişmiş denizcileriyle Akdeniz’de nasıl etkin bir güç olduğunu ortaya koymaktadır. Prof. Dr. İdris Bostan’ın, imparatorluğun deniz teşkilatını, politikalarını ve ticaretini anlatırken, daha pek çoğu günışığına çıkmayı bekleyen arşiv belgelerinden (Tersane-i Amire planları, Galata Tersanesine ait gelir ve giderler, Garp Ocakları’nın Avrupa ile ilişkilerini ortayan koyan belgeler, 18. yy.’da Rusya’nın Karadeniz ticareti ile ilgili belgeler) yararlanarak hazırladığı bu kitap, imparatorluğun denizlerdeki varlığını, başarılarının ve yenilgilerinin tek bir noktadan kaynaklanmadığını anlayabilmek açısından mutlaka okunması gereken önemli bir çalışmadır.
Joyce Kilmer Ağaçlar Korkarım asla göremeyeceğim Bir ağaç kadar güzel bir şiir İstekli ağzı sürülmüş bir ağaç Toprağın tatlı tatlı akan göğsüne inat Bütün gün Tanrı’ya bakan bir ağaç, Ve yapraklı kollarını dua için kaldıran; Yaz gelince saçlarına Ardıçkuşunun yuvasını takan bir ağaç Gövdesini kar sardığı vakit Yağmurla yakınlaşan bir ağaç
Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği, İdris Bostan, Kitapevi Yayınları
Şiirleri benim gibi ahmaklar yazar, Lâkin sadece Tanrı bir ağaç yaratır.
İngilizce’den çeviren: Ali Görkem Userin
38
Zou Difan* Kuş şarkısı güneyde bahar seheri çağırır beni ve çocukluğuma dönerim bu anneciğimin sesi mi? ya da küçük kardeşlerimin yaramaz kumruların arasında ayartıcı guguk kuşlarının uysal sarıasmaların okul günleri ve jimnastik öğretmeninin ıslığı dik kuyruklu ağaçkakanın gagalaması gibi, marangozun keskisi köy sınırında saksağanların fısıltısı büyükannemi sandala bindirmiştim iyi yürekli yel değirmeni bir kere daha dönerken bahar rüzgârında dere miskince deviriyordu çarklarını şu kesindir ki birçok şair çocukluğuna dönmek ister şiirin köyüne bütün sevdiğim o zamanlar bu seslerin bana verdiği hayal dünyasıydı. oysa şimdi kuşlar, parktaki ağaçlara öylesine konuyor ve kafesteki konuşkan sığırcık iyi şeyler çağrıştırmıyor bana
İngilizce’den çeviren: Bahadır Cüneyt
1917-1995 yılları arasında yaşamış Çinli şair. 1936 yılında ilk kitabını ya-
*
yınlamış, II. Dünya Savaşı yıllarında tanınmıştır. Asıl çıkışını 1960’larda yapan şair, günümüzde modern Çin edebiyatı tarihinin en iyi lirik şairleri arasında gösterilmektedir.
39
Yeni bir Binbir Gece Masalları neşri Ali Görkem Userin Binbir Gece Masalları, (özgün adıyla Elf Leyle ve Leyle) içinde varolup zenginleştiği Doğu kültür ve medeniyetinin olduğu kadar, Batı’nın da ilgisini çekmiştir zaman içinde. Aslında dengeleri gözeten bu cümleyi bir kenara bıraksak ve şöyle desek daha doğru olacak: Binbir Gece Masalları, içinde varolup zenginleştiği Doğu kültür ve medeniyetinden gördüğü ilgiden çok daha fazlasını bulmuştur Batı’da. Binbir Gece Masalları’nın bugün dilimizdeki en kapsamlı çevirisi 1992–1993 yıllarında Afa Yayınları tarafından onaltı cilt olarak yayımlanan, daha sonra ise YKY’nın yeniden yayımladığı Alim Şerif Onaran metnidir. Onaran çevirisinin kaynağı Joseph-Charles Mardrus’ün Fransızca metnidir. Mardrus’ün Binbir Gece Masalları’nın Bulak baskısını merkeze alarak gerçekleştiği çeviri ise 1899–1904 arasında 16 cilt olarak yayımlanmış ve her cilt Valery, Mallarme ve Gide gibi dönemin önde gelen sanatçılarına ithaf edilmiştir. Dönemin kültür-sanat hayatı için olduğu kadar bugün için de ciddi bir kültür hizmetidir Mardrus’ün çabası. Bu topraklarda ise parçalar halindeki elyazması nüshaları saymazsak ilk ciddi neşir 1861–1876 arasında gerçekleşen Ahmed Nazif çevirisidir. Bir rivayete göre dört, bir diğerine göre de altı cilttir bu çeviri. Sonraki yıllarda gerçekleşen çeviri ve yayın girişimleri de yetersiz denilecek kadar azdır: Vedat Örfi Bengü’nün üç kitap halinde 1922’de yayımlanan çevirisi ve Selami Münir Yurdatap’ın ilkin dört cilt olarak 1959-1961 arasında, daha sonra 2006’da tek cilt olarak yayımlanan çevirisi. Toplu halde kitaplaşma olanağı bulamasa da, yüzyılın ikinci çeyreği başlarında bir çevirisi daha yapılır dilimize Binbir Gece Masalları’nın. Resimli Ay dergisinin cep kitapları halinde yayımladığı Binbir Gece Masalları. 1926 ile 1932 arasında yirmiikisi eski harflerle, onbeşi yeni harflerle toplam otuzyedi kitapçıktan oluşan fakat tamamlanamayan bu çe-
virinin sahibi de belirsizdir. Yeri gelmişken Resimli Ay’a dair de birkaç cümle etmekte yarar olabilir. Şubat 1924 ile Aralık 1935 arasında çıkan derginin kurucusu Mehmed Zekeriya (Sertel)’dır. Başlangıçta okura kendi hayatını ve bu hayatın çeşitli yanlarını göstermeyi amaçlayan resimli bir magazin dergisidir Resimli Ay. Daha sonra ise yavaş yavaş edebî bir dergi olmaya başlar. Bu değişimde Yakup Kadri, Ahmed Rasim, Halide Edip, Sabahattin Ali, Reşat Nuri, Ömer Seyfettin, Peyami Safa ve Nazım Hikmet gibi yazar ve şairlerin etki ve katkıları olmuştur. Resimli Ay’ın Binbir Gece Masalları derginin fasiküller halinde vermeye başladığı 1926’dan sekseniki yıl sonra toplu halde kitaplaşma olanağı buldu. Daha çok Osmanlıcadan günümüz Türkçesine aktardığı eski eserlerle tanıdığımız edebiyat araştırmacısı N. Ahmet Özalp tarafından hazırlanan kitabı Çağrı Yayınları sonbaharın ortasına doğru okura sundu. Büyük boy sekizyüzotuz sayfalık tek bir ciltte toplanmış masallar. Özalp, kitaba yazdığı sunuşta Binbir Gece Masalları’nın ortak dünya kültürü için önemine değindikten sonra neredeyse bü-
40
tün dünya dillerine çevrilen bu hazinenin dilimizdeki sönük macerasını ve bunun içinde Resimli Ay çevirisinin önemini özetler. Ona göre “Türkçenin klasikleştiği dönemde yapılan bu çeviri, dili ve anlatımı açısından diğerleriyle karşılaştırılamayacak ölçüde özgün ve önemlidir.” Bu yargısını ise Resimli Ay çevirisinden aldığı kimi bölümleri dilimizdeki en kapsamlı metin olan Onaran metnindeki karşılıklarıyla birlikte okuyarak somutlaştırır. Metinler arasındaki farklılık oldukça şaşırtıcıdır. Üstelik salt üslup ve dil açısından değil, olayların ve detayların aktarımı noktasında da ciddi nicelik ve nitelik farkları bulunmaktadır. Özalp’in verdiği örneklerden birini buraya alırsak durum çok daha net bir biçimde anlaşılacaktır. İlk parça Mardrus’ün Onaran çevirisinden: “Durumları böyleyken büyük kardeş, küçüğünü görmek için şiddetli bir özlemin pençesine düşmüş; vezirine gidip kardeşiyle birlikte dönmesini emretmiş. Vezir, ‘Duyduk ve itaat ettik!’ yanıtını vermiş. Sonra da yola koyulmuş…” Bu satırların Resimli Ay metnindeki karşılıkları ise bambaşkadır: “Yirmi sene geçtikten sonra Şah Şehriyar’ın, küçük biraderini çok göreceği gelmiş. Şehriyar, büyük Vezirini huzura çağırarak gidip biraderini getirmesini emretmiş. “Büyük Vezir yola çıkmadan evvel toplanan vezirler divanı, Şahüzzaman’a götürülecek hediyeler hakkında reylerini bildirmişler. Üzerlerinden şelâler gibi altın sırmalar ve mücevherat akan cins küheylanlar hazırlanmış, cariyeler seçilmiş ve daha nice kıymetli şeyler tedarik edilmiş. “Şehriyar, biraderine bir mektup yazarak onu kendi payitahtına davet etmiş. Mektubu hediyelerle bera-
ber Vezire teslim etmiş ve ona hemen eteklerini toplayıp yola çıkmasını ve acele gidip acele geri gelmesini tembih etmiş. “Vezir, ‘Baş üstüne!” diyerek huzurdan çıkmış ve hemen yola revan olmuş.” Görüldüğü gibi Resimli Ay çevirisi, dilinin böylesi zengin bir kültür birikimine daha uygun olmasının yanı sıra olay ve durumların ayrıntılı anlatımı açısından da çok daha kusursuzdur. Onaran metni -ki, mevcutlar arasındaki en tam metindir- bile Resimli Ay çevirisinin yanında özet gibi kalmaktadır yer yer. Öte yandan, Resimli Ay çevirisinin dili de, kullanımdan kalkan tek tük sözcükleri saymazsak, oldukça sadedir kolaycı tahminlerin tersine. Kullanımdan kalkan bu sözcükler de dipnotlarda günümüz karşılıkları verilerek sorun olmaktan çıkartılmış. Ne yazık ki, Resimli Ay’ın kitapçıkları da Binbir Gece Masalları’nın tümünü kapsayamamıştır. Fakat Özalp, eksik kalan masalları da Ahmed Nazif metninden latinize ederek bu toplama eklemiş. Şüphe yok ki Resimli Ay çevirisinin en önemli yanı her şeyden önce yapıldığı dönem ve bu dönemin dilidir. Metnin betimlediği, anlattığı dönem ve ortama en uygun bir dildir bu. Bundan dolayı, Binbir Gece Masalları’nın Resimli Ay çevirisini toplu halde dilimize kazandırmasının yanı sıra dilimizin ve kültürümüzün zenginliğini bir kez daha hatırlatması açısından da oldukça önemli bir çalışmadır bu. Binbir Gece Masalları, (Resimli Ay Çevirisi) Haz.: N. Ahmet Özalp, Çağrı Yayınları
41
Bir Ömür Süvarisi’nin anıları Hüseyin Akın Hüsrev ve Hüseyin Hatemi kardeşleri bilmeyenimiz yoktur. Hangi düşünce ve görüşte olursa olsun ekranda onları görüp sesini işitenler anında ifratla tefrit arası orta bir noktanın da olabileceği konusunda ferahlık hissederler. Düşünce ritminde konuşmaları, alışıldık aydın tiplemesinin dışında, yanlarına kolayca yaklaşılabilen karakterde bir münevver oluşları, bu iki değerli bilim adamını (bazı bağnaz güruhları saymazsak) herkesin ortak değeri kılmıştır. Hüseyin Hatemi hukuk alanında, Hüsrev Hatemi ise tıp alanında ülke sınırlarını aşan haklı bir üne sahip. İkisi de edebiyatla aktif ilgileniyor. Hüseyin Hatemi’nin aruz denemeleri olduğunu, hatta aynı tarzda şiirler içeren bir kitabının olduğunu da biliyoruz. Hüsrev Hatemi asli anlamıyla bir hekim. Hâkimlikle hekimliği mezcetmiş bir şair. Tababet alanındaki mevki ve marifetini teslim etmek şimdilik bizi aşsa da onun ne denli maharetli bir iç hastalıkları mütehassısı olduğunu inkâr edemeyiz. Zira kalbin bütün hallerinden onun kadar iyi anlayan, derunu dinleyebilen başka bir doktor var mıdır bilmiyorum. Hüsrev Hoca’yı yaklaşık on iki yıldır tanıyorum; onda en çok dikkatimi çeken şey hangi görüşten, mezhepten ve meşrepten olursa olsun iyi güzel ve doğru üzere birleşen insanlarla kurduğu sağlam dostluktur. Kısacık zamanlara çok büyük hatıraları sığdırıverir. Kendisinden ürün almak için çoğunlukla gittiğimiz Diyabet Hastanesi’nde şahsımıza gösterdiği nezaket ve âlicenaplık gerçekten unutulur gibi değildi. Bazen önemli hikmet adamlarından örnekler verir, kimi zaman da kendi hayatından nükteli bir eda ile kesitler sunardı. Bir gün bile dudaklarından tebessümün eksik olduğuna şahit olmadık. Bir insanı tanıması için bir kez görüp konuşması yeterliydi. Konuştuğu insanı çok dikkatli dinler ve elinin altında reçete kâğıtları gibi küçük sayfalara notlar alırdı.
Sonradan öğrendik ki, Hüsrev Hoca uzun süredir anılarını kaleme alıyormuş. Eğer Hüsrev Hatemi’yi dinlemişseniz, onun sohbet tadını unutmanız mümkün değildir. Biz tam da zamanın tutanaklarına geçen bu sohbetler artık bir araya getirilip kitaplaşsın diye beklerken, sevindirici haber geçtiğimiz günlerde Dergâh Yayınları’ndan geldi. Hüsrev Hatemi’nin bütün eserlerini okuyucuya kazandıran Dergâh Yayınları bu kez onun anılarını Ömür Süvarisi alt başlığıyla kitaplaştırmıştı. İnanın bu anılar şifahi dilden yazıya geçerken Hüsrev Hoca’nın sohbet sıcaklığından hiçbir şeyi kaybetmemiş. Aynı içtenlik hatta Hatemi kardeşlere özgü aynı konuşma vurgusunu bu “Anılar” kitabında da hissediyorsunuz. 470 sayfalık anılar kitabını okuduktan sonra Hüsrev Hatemi ismini daha muhkem bir yere yerleştirmiş oldum. Öyle ki, belli siyasi, sosyal ve kültürel periyotlarla sıralanan anılar aynı zamanda Hüsrev Hatemi’nin geçirdiği fikir ve kanaat değişiminin nüans noktaları hakkında somut ipuçları vermektedir. Farklı süreç ve konjonktürler içinde Hüsrev Hoca’nın nasıl ince ayar bir tavır adamı olduğunu da anlıyoruz. Ondaki entelektüel tavrı, leğendeki kirli suyla beraber içindeki bebeği de dışarı fırlatmama dikkat ve temkinliliği şeklinde özetleyebiliriz sanırım. Anılar kitabı ‘soyağacı’yla başlıyor. Bu bölümde Hüsrev Hatemi’nin aile kökeni, İran Azerbaycan’ında ve Türkiye’deki akraba çevresi ile ilgili ayrıntılı bilgiler veriliyor. Burada Hüsrev Hatemi’nin sağlam hafızasına şahit olduğumuz kadar soyacağacın dallarının ne denli zengin meyveler verdiğini de görüyoruz. Hatırada kalan şeyin zamanla değişmediğini, iyi örülmüş yaşantıların geçen günlerle birlikte ortadan kalkmadığını İstanbul’a dair anılardan okuyoruz. Hatemi’nin şiirlerinde sıklıkla rastlanan meka42
na dair tarih vurgusunu özellikle 1940’lı yıllarda görmek mümkün. Siyah beyaz bir kartpostaldan İstanbul’u dolaşmaya benzer bir his içerisinde birbirine bir soluk mesafesi kadar yakın kaybettiğimiz sokakları, ahşap evleri, ismi ile müsemma semtleri arayıp duruyor gözlerimiz. 1940’lı yıllardan 50’li yıllara geçişle birlikte, hızla geçen on yılların ardından aslında Türkiye’de nelerin nasıl ve ne kadar değiştiğinin hikayesini de buluyoruz. Bu hikâye aynı zamanda modernleşme ve batılılaşmanın nasıl bir seyir takip ederek hanelerimizden sokağa taştığının öyküsüdür. Geçmiş günleri anmak insanlarda çoğunlukla nostalji keyfi yaşatsa da Hüsrev Hatemi’nin dilinde ve kaleminde buruk bir yad ediş, bir kaybediş hicranının hüzünlü bir şarkıya dönüşmesidir. 1940 ve 50’li yılları sokaktan ve radyodan gelen sesler olarak iki kısımda hatırlayan Hatemi’nin anı dili genel zamanın -konjonktürel geçmiş anların- özel yaşamlara etkisini de es geçmeden ortaya koyan bir özelliğe sahip. Sokaktan gelen seslerle radyodan gelen sesler adeta evdeki seslerle buluşup birleşmektedir. 1940’lı yıllara denk düşen Mecidiyeköy kır gezileri şimdiki genç kuşak için ne ifade eder bilmiyorum ama Mecidiyeköy’ün de Bakırköy’ün de kimbilir Kadıköy’ünde bir zamanlar adıyla ve tadıyla gerçek birer köy olduğunu bilmek bile benim için yürek serinliği oluşturan bir hayali fotoğraf oldu. Çamlıca’da şimdi çevreyolu geçen bir bölgede bir zamanlar (1948) öküzün çektiği sabanla işlenen bir tarla olduğunu bilmek bile toprağın betona dönüşü olduğu kadar acının bıçaklaştığının da resmi olarak gelip içerimde bir yerlere oturuyor. Hatemi’nin kaleminden 1940’lı yılların İstanbul’unu okudukça 1937 doğumlu babamın neden biz daha çocukken bir semt öteye alışveriş için çıkarken “ben İstanbula gidiyorum” dediğini şimdi daha iyi anlıyorum. İçimden kendi kendime sorduğum “Babam İstanbul’a gidiyorum dediğine göre o zaman biz neredeyiz?”. Meğerse “Buradan başka İstanbul yok kardeşim!” diyerek birbirine medeniyet dersi vermeye çalışanların dilinin ucundaki baklayı ben kendi imkânlarımla çok sonraları çıkaracakmışım. Bizim mahalle, yani babamın ‘İstanbul’a gidiyorum’ diye ayrıldığı semt Kâğıthane’den başkası
değildi. Acaba Hatemi’nin yolu Kâğıthane’ye düşmüş müdür diye merak edip dururken 1948 yılına tekabül eden bir Kâğıthane hatırasına rastlıyoruz kitapta. Hem de ağabeyi Nadir Hatemi’nin bisikletinin önünde çağlayan yokuşundan aşağı inerek. Hatemi bu yolun yeni asfaltlandığından bahsediyor hatıralarında. O yıllarda Çağlayan’da asfaltlı yol olmasını büyük yenilik olarak nitelendiriyor ki hak vermemek elde değil. Zira Kâğıthane’nin asfalt sorununun daha seksenli yılların sonunda hallolduğunu düşünürsek gerçekten bu tespitin önemli bir ayrıntı olduğunu söyleyebiliriz. 1940’lı yıllarda Kağıthane tıpkı Mecidiyeköy, Kısıklı ve Ümraniye semtleri gibi Osmanlı görünümünü koruyan bir semtmiş. Sanayi kirliliğinden eser olmayan bu semtte Kâğıthane deresinin yeşil sarı aktığını söylüyor Hüsrev Hatemi. Üstelik derenin ortasında burunları dışarıda mandalar yuva yapmışlar. 1940’lı yılların Kağıthane’sini Hatemi’nin şu sözleri özetlemeye yetiyor: “O yıllarda çiftçi olmayı çok istediğimden yine heyecanlanmıştım. Üstelik Arpaçay’da değil, Şişli’nin burnunun dibinde bir köy hayatı vardı.” Geçmiş zamanları hatıra getiren olaylar kadar 43
nesneler ve kullanılan eşyalardır da. Hatemi 1950’li yılların yenilikleri kabul edilen araç gereçleri de kendi üslubunca anlatıyor. Şimdilerde antika değere sahip bir çok eşyanın o zamanlar için nasıl bir fiyaka nesnesi olduğunu geriye doğru ritmik nazarlar fırlatarak okuyoruz. Çamaşır makinesi, ışıklı reklam, kağıt mendil, buzdolabı, fotoğraf makinesi, kabartma tozu gibi. Sadece eşyalar mı insanın ruhu üzerinde derin izler bırakan; şarkıların hatıra değeri yok mudur? Safiye Ayla, Münir Nurettin, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ Sözeri gibi sanatçılar bir döneme damgasını vurmuştur. 1950’li yıllar aynı zamanda Amerika’nın kültürümüze yer etmeye başladığı yıllar olarak yer alıyor Hatemi’nin anılarında. “Denizler doldu mayın, aldırmaz Chamberlaine” gibi şarkılardan üşüyenler kadar bunlarla ısınan özentilerin de var olduğunu görüyoruz o yıllar. Hüsrev Hatemi’nin anılarında sadece sokaklar değil aynı zamanda sokağın muharrik insanları da yer alıyor. Sokağın belki de en renkli ve hareketli insanları sokak satıcılarıdır. Halen yer yer İstanbul’un kimi semtlerinde bu nostaljiyi canlı bir şekilde yaşamak mümkün. 1960’lı yıllara kadar tam teşekküllü sokak satıcıları at arabasına, orta halli olanlar ise iki tarafından küfeler sarkan bir ata sahipmiş. Sucular, simitçiler, yoğurtçular, eskiciler, bohçacılar, kalaycılar gibi daha nicesi bu sokak satıcıları arasında imişler. Şimdiki jenerasyonun ancak mizah dergilerinden görüp bilgi sahibi olabileceği bu meslek grupları yetişkinler için
geçip gidenle beraber ortak bir kaderi paylaşmanın burukluğunu taşımaktadır. Hüsrev Hatemi anılarının ikinci bölümünü tıbbiyelikten emekliliğe uzanan elli yıllık sürece ayırmış. Elbette ayrıntısıyla ve bütün şiiriyetiyle bu denli yoğun yaşanmış yılları bu sahifelere sığdırmak mümkün değildir. İçerisine büyük değişim ve dönüşümleri alan muhtıraları peşinden sürükleyen bir döneme tanıklık etmiş beş koca on yıl (50 yıl) gezip görülen yerlerin ve insanların aynı zamanda okunan kitapların da izlerini bu sıra dışı akademisyenin ve bu hiç de sıradan olmayan şairin üzerinde bırakmıştır. 70 yılı geride bırakan bir ömür süvarisinin bu anıları önümüze sermekten maksadı ne ola ki diye düşünenlere kılavuzluk etmiş olalım ki; bu anılar çağa ve hassaten Türkiye’ye tanıklık eden genç ihtiyar, okumuş okumamış, mektepli alaylı, muhafazakâr liberal her sınıf ve özellikten insana bir çeşit insan, zaman ve mekân okuma rehberidir. Tabi bu rehberden gereken istifadeyi elde edebilmek için geriye doğru ritmik dalışlar yapmak gerekiyor. Hafızasını hiçbir zaman yitirmemiş olanlara, yolunu, yordamını, Türkiye’sini şaşırmamış olanlara en derin selam; hem ileriye hem de geriye doğru en anlamlı ve en sıcak bir tebessümdür. Ez cümle; bir hekimin hassas ellerinde bir dönemin muayeneden geçmesidir. Anılar / Ömür Süvarisi, Hüsrev Hatemi, Dergâh Yayınları
KİTAP RAFI KİTAP RAFI KİTAP RAFI KİTAP RAFI
44
İrtibatı koparmayalım Osman Toprak Yeni güne, yeni şeyler söyleyerek, yeni günden de yeni şeyler duyarak başlamak isteriz. Yeni, eskinin hükmünün ortadan kalktığının, bir sayfanın artık kapandığının işaretidir. Tarih, kapanan defterler fakat kapanmayan yaralar ve dertlerle doludur. Kişi olarak ne denli büyük bir geçmişe sahip olsak da bir milletin bünyesindeki tarihimiz bizim şahsî hayatımızı ortak bir tarihe ve kadere tahvil eder. Dil ve tarih şuuru bu büyük tarihin içindeki kaderi sahiplenmekle ve bunu paylaşmakla gelişir. Dil, bizzat tek tek bütün kelimeleri ile ve bir bütün olarak bizi tarihe ve kadere bağlar. Kader ve onunla birlikte ve onu kötülemek için kullanılan kadercilik -sanıldığı gibi- şahsın ve milletin üzerindeki mes’uliyeti ortadan kaldırmaz. Kaderin ve kaderciliğin insan üzerindeki sekineti, acılara karşı verdiği itminan duygusu, yüreğindeki fırtınanın kişiyi alabora etmesini önler onu güvenli bir sahile ulaştırır. Birey olarak da devlet olarak da millet olarak da ortak bir kaderin ve tarihin sorumluluğunu taşımaktan kaçınırsak, geçmişi bir kalemde silersek, hafızamızı tamamen boşaltırsak bundan sonrası için atacağımız hiçbir adımın sahici bir karşılığının bulunamayacağını görmememiz zor olmayacak demektir. Bu topraklarda kurulan yüksek bir ilim, irfan, kültür ve sanat devletini görmezden gelmek, dünü reddederek yarınlar için kurgu hazırlamak sonsuz bir boşluğa yönelmektir. Boşluk bizi yutmak için hazırlanmış en emin vasıtadır. Ayağı yere basan her türlü ilim, felsefe ve sanat çalışması bu topraklarda, bu milletin dili, irfanı ve kültürü ile teşekkül etmiştir. Bundan sonra da girişilecek her büyük hamlenin geçmişle bir irtibatının olması şarttır. Bir kelimenin zihnimizde silinmez ve doğru bir karşılık bırakması için çok çeşitli yollar vardır. Kelimeler, dil denilen büyük otağı ayakta tutan direk-
ler gibidir. Bir kelimenin yıkılması, otağın yıkılması için ilk, ciddi ve büyük bir işarettir. Bu yüzden kelimelerin aramızdan çekilmesine seyirci kalmamız, hatta onların dilimizden alınıp imha edilmesine ses çıkarmamız söz konusu bile olamaz. Yeni şeyler söylemek için de müracaat edeceğimiz temel kaynak eskilerin içindeki eskimeyenler olacaktır. Bir kültürün ve medeniyetin yok olması sadece o kültür ve medeniyetin ihdas ettiği kurumların ve siyasî çalışmaların tasfiyesi ile olmaz. Gerçek mânâda bir medeniyetin tasfiyesi o medeniyetin işlediği, milletin hafızasına, sanatına ve edebiyatına nakşettiği kelimelerin ortadan kaldırılması ile olur. Hangi masum gerekçe ile yapılırsa yapılsın milletin hafızasını boşaltmak o milletin o güne değin taşıdığı kimliğini terk etmesi demektir. Nasıl ki bilim adamları bedendeki biyolojik genlerle oynamak suretiyle o canlının şeklini bozmayı başarıyorsa siyaset ve sözde kültür adamları da milletin dil ve kültür genleri ile oynanarak hem de bunu çok da maharetli bir biçimde yaparak milletin özünü ve ruhunu tahrip etmeyi başarabilirler. Fakat gün gelir ki, bir vesile ile bazı kelimeler yeniden millet nazarında bir atılım gösterebilir. Böylece o kelime için artık yeni ve güzel bir talih belirir. Bu da ortak şuuru bir anda gün yüzüne çıkarır. Bu talihin o kelime kadar millet için de bir talihe dönüşmesi kaçınılmaz bir hal alır. İrtibat kelimesi bu talihi yaşamış bir kelimedir. İrtibat kelimesi hayatımızda Ekmek Teknesi dizisi ile yeniden yer edinmişti. Bugün için irtibat adresinin, irtibat bürosunun somut karşılığı bir yana “irtibatı koparmayalım” cümlesi gönüllerde kurulan bir büyük ilişkinin en güzel anlatımı olmuştur. Gazetelerin “Nusret Baba irtibatı kopardı” cümlesi tiyatro sanatçısı Savaş Dinçel’in ölümünü haberleştirmek için kurabileceği cümlelerin en anlamlı olanıydı. Türkçe’nin zenginliğini görebilmek için, bu dil45
fecinin penceresinden görmemizi sağlar Türkçe’yi: “Dilime saygının baş göstergesi kelimelere hürmet göstermektir. Koskoca bir ulu çınara balta sallamak neyse keyfince kelime tasfiye odur. Her söz tasavvura bürünmüş resimli tarihtir. Onda koca bir tarihin geçit resmini görürüz. Büyük diller içinde en gadre uğramış, bakım görmemiş dil Türkçe’dir. Bir yana bırakın şu tasfiyecilik denilen kepazeliği, yıkıcılığı, kırıcılığı; olağan şartlarda dahi Türkçe’yi kullananlarda dil şuuru sıfır. Yeryüzünde büyük kültür dilleri arasında Türkçe kadar şuursuzca tahrip görmüş başka bir dil yok.” Bir büyük kültür dilinin şuursuzca -Acaba şuurluca mı demeliydi?- tahrip görmesinin altında çok ciddi hesapların ve plânların bulunduğunu söylemek ve bunları araştırmak yanlış olur mu? Sözlerimiz arasına girmiş, bir anlam kazanmış her kelime bizimdir. Bir çırpıda tarihimizi, kaderimizi, dilimizi silenlerin çabalarından nasıl rahatsız olursak, bizimle tarihimiz, kaderimiz, dilimiz arasında rabıta kuran her çalışmayı, her kelimeyi sahiplenmemiz de şarttır. Zira geçmişimizle aramızdaki bağları koparmak bize yeni ve güzel günlerin kapısını açmaz. Bize yeni ve güzel günlerin kapısını açan, bizim bu millet içinde ve bu vatanda emniyette olmamızı sağlayan geçmişimizle kopardığımız bağlar değil tam aksine geçmişimizle kurduğumuz irtibattır. İrtibat kuramadığımız bir tarihin, irtibat kuramadığımız bir dilin, irtibat kuramadığımız bir medeniyetin ve hatta irtibat kuramadığımız bir vatanının bize ait olması söz konusu olabilir mi? Düşüncemizin de, edebiyatımızın da bu toprakların ve bu milletin mahsulü olması gerekir. Bunun için önce kendimize yönelmemiz, kendimizde bir yolculuğa çıkmamız, kendimizi tanımamız şarttır. Hem bilim hem felsefe hem de edebiyat için bütün bir kültür, medeniyet ve düşünce hayatımız için kaynakları öncelikle bu topraklarda aramak isabetli olacaktır. Bize ait olmayan bizim olmayan hiçbir fikrin, sanatın, düşüncenin aramızda barınması mümkün değildir üstelik bizim başkasının fikrine –bizimmiş gibi- sahip çıkmamız yakışık almaz. Dücane Cündioğlu, Felsefenin Türkçesi adlı kitabında şu fikri ileri sürer: “Ahmet Cevdet Paşa’nın Tezâkir’ini, Mâruzât’ını duymamış olanların, Kâmus-ı Felsefe’yi veya Lügatçe-i Felsefe’yi hatasız
le yazılmış sözlüklere ve bu dilin meydana getirdiği edebiyata bakmak gerekir. Zenginliğin farkına ancak, dönüp tarihine, kaderine, edebiyatına, sanatına bakmasını bilenler varıyor. Dünü okuyamayan, dünü okumasını bilmeyen bir zihinden yarını görmesini beklemek ne kadar sahicidir? Bir milletin kaderinden, sanatından, edebiyatından nasipsiz üstelik o milletin bir ferdi olan bireyin bugün ve yarın için doğru adımları atması ne kadar mümkündür? Bir büyük medeniyet ve insanlık dairesine mensubuz. Daire bizi kısıtlamak, hacmimizi küçültmek için değil, tam aksine ulaştığımız ufukların sınırını tayin etmek, kendi gücümüzün idrakine varmak için baş vurabileceğimiz en esnek vasıtadır. Bu medeniyetin din unsurunu İslâm teşkil ettiği gibi dil unsurunu da Türkçe sağlamıştır. Yalnız Türkçe’yi sadece 7. yüzyıldaki Orhun kitabeleri olarak düşünmek ya da bir başka büyük yanlışa düşerek Türkçe’nin Arapçalaştığını veya Farsçalaştığını söylemek sadece cehalet değildir, kör bir inattır, kör bir kasıttır ve bir büyük şuurdan yoksunluktur. Bugün için tasfiyecilik anlayışının gelip dayandığı son sınır olan ulusalcılık cereyanının menfî tesirlerini görüyoruz. Kabaca, yabancılaşmaya hayır, başlığı altında sürdürülen çeşitli kampanyaların eninde sonunda gelip dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimelerin bir bir ve sonuçta tamamen temizlenmesine dayanması ne kadar acıdır. Türk Edebiyatı dergisinin 396. sayısında yer alan Şaban Teoman Duralı’nın sözleri bir felse46
okuyamayanların, Elmalı’nın Dibace’sini bilmeyenlerin Amâk-ı Hayal’i kuşa çevirenlerin, Descartes, Kant, Locke, Hume, Husserl, hatta Schleiermacher, Wittgenstein, Heidegger, Gadamer, Foucault gibi isimleri telaffuz ediyor olmalarını ciddiye alabilir miyiz? Elbette hayır!” Düşüncenin, felsefenin, edebiyatın yerliliğine en sağlam delil nedir diye sormak gerekir? Şüphesiz önce dilin ve dilin teşekkül ettirdiği zihnin yerli olması lazımdır. Dilin ve düşüncenin yerliliği, bize aitliği, bu toprakların ürünü olması hususunda elbette pek çok kıstas ileri sürülebilir. Hatta kültür alış-verişini olumlu ve makul görenlerin yanında bunun “yabancılaştırıcı” etkisinden de söz edenler de çıkabilir. Bu konuda Elmalılı Hamdi Yazır’ın: “Ben halis Anadolulu, öz Oğuz Yazır Türkü’yüm. On beş yaşımda İstanbul’a geldim. Ne Arabistan’a gittim ne Türkistan’a. Ne İran’ı gördüm ne Frenkistan’ı. Öğrendiğimi bu vatanda öğrendim. Bir binanın mimarisi Türk olmak için bütün kerestesi yerli olmak lazım değildir.” ifadeleri meramımızı anlatmak için yeterlidir. İnşaa veya imar edeceğimiz hayatın malzemesi başka milletlerden, dillerden gelse de ortaya çıkaracağımız eserin bize ait olması için zihnin ve kalbin önceden bu şekli almış olması gerekir. İsmail Kara’nın Din ile Modernleşme Arasında isimli eserinde yer alan şu düşüncesi bir anlamda bugüne kadarki temel meseleyi özetlemekte bundan sonrası için büyük bir hatırlatmada bulunmaktadır: “Türkiye bir ihya hareketine muhtaçtır. Bu ihya ameliyesi, son iki asrın Müslüman aydınlarının anladığı gibi tarihi, devasa İslâm ilim, irfan ve kültür mirasını, ayak bastığımız ve bizi var kılan unsurları atlayarak, asr-ı saadet gibi, kaynaklara dönüş gibi, muasır Avrupa medeniyeti gibi parlaklıkları ölçüsünde güçlü dayanakları ve derinlikleri olmayan yönelişlerle, hülyalarla olamaz.” Ayak bastığımız yere ve bizi var kılan unsurlara yönelmek, onları atlamamak, görmezden gelmemek tarihimizle, dilimizle, kaderimizle, medeniyetimizle yeniden kurulacak irtibatın sağlam ve kopmaz bir büyük bir bağı olacaktır. Zira Nusret Babanın bize artık hiç unutmamak üzere hatırlattığı son bir gerçek var önümüzde; irtibatı koparmak, ölmek demektir.
Mehmet Solak Redifsiz Kâmil Yeşil’e
kim geldi ardından kelimelerden başka kim aradı sordu kim kaldı seninle zemheride mahreci kendi olan neydi ney! kalmadı göl sessizliği o sahipsiz uykularda boğuldu periler suyu ve rüzgârı ve geceyi yakan aynada, yazık göl sıcak. kum sıcak. söz sımsıcak ne kaldı nardan neye ne! nazenin gölgelerden başka
hani kanadıydı kar dudaklarından mükedder öpünce ince bir intizar gibi nar neysin sen suskun göllere meyyal zar-ı ney nefesinde
kim geldiydi kim o aydınlık gölgelerin ışıltılı göl diplerine redifsiz
47
Kapıları Açmak Zeynep Çevik “Kapıları Açmak” Dergâh yayınlarından çıkan bir hikâye kitabı. Ve hoş bir kişisel âdet gibi yine Eylül’le gelen bir kitap. Eylül’le gelişi Kutlu’nun hikâye kahramanının eteklerini, sonbaharla dökülen yapraklara sürüyüp de gelmesi gibi hoş bir enstantane oluşturuyor ruhumuzda. Bu hikâye kitabının muhtevasına geçmeden evvel “hikâye” türü hakkında bir iki şey söylemek istiyorum.
hikâyelerin yapısındaki değişimde en göze çarpan faktör ise, olayların geri plana atılıp karakterlere ağırlık verilmesiyle, okuyucunun âleminde bir duygu atmosferi oluşturmaya çalışan hikâye sayılarının artmakta olmasıdır. Belki de bunun temel sebebi insan ruhunun aşınmakta olan güzelliklerine değinmenin ihtiyacının hissedilmesidir. Mustafa Kutlu’nun bu hikâyesi kendisini bir solukta okutan, fakat okuyucuyu kendini bir solukta okutmaya da direten bir hikâye. Çünkü okuyucu birbirini kovalayan cümlelerin heyecanlı havasında kendini çekip çıkarmakta zorlanabilir. Kutlu’nun hikâyeciliğin başarısı zaten bunun kanıtıdır.
Hikâye çok eski zamanlardan günümüze kadar ulaşan edebi bir türdür. Onun oluşmasındaki en büyük etken, kuru sözün akılda kalmaması ve kolay unutulmasına nispeten hikâyenin akılda kalıcılığı ve insanları etkilemenin daha kolay olması babından ehemmiyetidir. Okunan ve dinlenen hikâyelerde kimi zaman dersler ve pâyeler çıkarılır kimi zaman da hayatın uzanılmamış noktalarına bir başka âleme kısa yolculuklar yapılır.
Onun üslubu dinlendiren bir üslup… Şefkat kapıları, insanlık kapıları açılıyor bu hikâyede. Samimiyetle usulca tıklatmak yeterli oluyor kapıları. Sonra bir bir açılıyor kapanan kapılar.
Hikâye bir olayın kurgulanarak anlatılmasıdır. Romandan en büyük farkı çok fazla olay örgüsü ve karakter içermemesidir. Hikâye mini mini bahçesi olan küçük bir eve benzer. Roman ise daha çok kaotik ve mutantan bir apartman gibidir.
Kitapta benim yakalayabildiğim üç anahtar var kapıları açmak için; şefkat, azim ve para. Fakat üçüncü anahtarı kullananlar kapının ardında kocaman bir boşlukla karşılaşıyor. Bazen hüzne bazen sevince doyamayan ve her yağmur yağdığında camdan bakan arap kızları var hikâyede. Bez bebekler var; dilleri olmayıp da çok şey anlatan.
Şüphesiz insanlığın ta ilk zamanlarında da olan hikâye, o zamanlar yazılı edebiyatın var olmamasından dolayı varlığını sözlü olarak sürdürmüştür. Türk edebiyatında hikâyenin bilinen ilk yazılı örnekleri XV. yüzyılda yazıya geçirildiği varsayılan ve destansı bir nitelik gösteren Kitab-ı Dede Korkut’taki hikâyelerdir. Ayrıca divan edebiyatındaki mesnevi türü de (Husrev ve Şirin, Leyla ile Mecnun,Yusuf ile Züleyha vb.) hikâye geleneğinin o devirdeki temsilsileri niteliğindedirler.
İyiliğin kaybetmiş görünse de kazandığı, iyinin onuruyla zirveye tırmandığı, son gülenin iyi güldüğü bir hikâye. Eserin adı dikkat çekici olmakla birlikte düşündürücü. Henüz okumaya başlamadan evvel, acaba, diyorsunuz, kitabın kapağını açtığımda bana da yeni kapılar açılacak mı? Ve bu hikâyeden bir kapı açmak için anahtar mahiyetinde bir hikmet yakalayabilecek miyim? Ne de olsa Kutlu’nun hikâyelerinin genelinde “hikmet” unsuru mühim yer tutmaktadır. Hikmet, dünya görüşünün temel dayanağı olan özdür. Sükûna, huzura, mükemmel-
Osmanlı İmparatorluğu’nda 1839 yılında Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla başlayan modernleşme ve yenileşme dönemi olan ve Batıda “Osmanlı Reformu” adıyla anılan Tanzimat dönemi, Türk edebiyatında Batılı anlamdaki ilk öykülerin yazıldığı dönemdir. O günlerden bugüne gelirken 48
liğe ulaştırır insanı. İslami Türk hikmetinde düşünce, deruni karakterlidir. Kişinin içe dönüşünü, içten duyuşunu gerektirir. Bu yönden hangi hikâye kahramanının, hangi anahtarlarla, hangi kapıları açtığını hikâyenin içine girdikçe birer birer görüyoruz. Kimi yüreğini kullanıyor anahtar olarak, kimi cebindekini. İşte yazarın kitabına verdiği isimle anlatmak istediği de bu olmalı.
kaynaklanır. Çünkü Kutlu hikâyelerini etrafımızda sürekli tanık olduğumuz, ekranlarda izlediğimiz, gazetelerdeki haberlerde rastladığımız yaşanmışlıklardan alır. Onun hikâyeleri gündeme sıkı sıkıya bağlı hikâyelerdir ve hikâyelerinde öyle iyimser bir yön vardır ki bu iyimserliği yazar hikâyenin sonuna kadar elden bırakmaz. Hatta bizi en kızdığımız hikâye kahramanına bile, azıcık da olsa bir merhamet hissiyle yaklaşmamıza vesile olur. Öyle ki Kutlu’nun kaleminden çıkan hikâyelerde yaşanan tüm tersliklere ve olumsuzluklara rağmen ironik bir bakış açısıyla yazar olumlu, mutlu anlar ve sonuçlar çıkarabilir ansızın karşımıza.
Yazar hikâye kahramanlarına babacan bir tavırla yaklaşıyor. Onlara içinde bulundukları durumlardan kurtulmaları için yeni yeni fırsatlar verip kapılar aralıyor. Yaşayan hayatı ve hayatın temel devinimi olan; bir şeyler için karar verme halini kitapta canlı biçimde okuyuculara izlettiriyor. Yazar bu hali ustalıkla işlemiş ve ne hikâyenin ne hayatın bir adım gerisinde kaldığını ne de aşırı kaçıp hayatın bir adım ilerisine gittiğine şahit oluyoruz. Kitabın satırlarında okuduğumuz şey, hayatın ve insanın ta kendisi...
Kutlu’nun hikâyelerinden sinemasal bir tat alırız. Bunun sebebi onun tadına doyulmaz anlatımındaki üslubudur. Ruhsal ve maddesel ayrıntılar atlanmadığı gibi hikâyenin bize duygu yoğunluğu yaşattığı anlarda da sanki bir fon müziği duyarız satırların arkasından.
Kutlu bu hikâyesinde de insan ruhuna yönelmiş ve İnsanın ruhsal âlemindeki oluşumların iniş çıkışlarını eserinde konu edinmiş. Az önceki acabanın cevabı olarak diyebilirim ki kitabın ismi ile paralel olarak hikâyeyi okurken bize de kapılar açıldığını görüyoruz. Kitabı okurken okuyucu kendisini hikâyenin içinde bir yerlerde hisseder. Bu sahiplenicilik, hikâyenin anlaşılır ve açık kurgusundan ziyade okuru zorlamayan meselesinden
Önceki satırlarda da dile getirdiğim gibi Şarkİslam sanatının ortak özelliği olan hikmet ve ahenk Kutlu’nun hikâyelerindeki en mühim arayıştır. Biçim açısından ahenkli konu açısından hikmete haiz hikâyeler kaleme alan yazarımız, geçmişle gelecek arasındaki kırılmaya mahal vermemek için bir köprü vazifesini üstlenmiştir kendine has üslubuyla. Ayrıca, dini duyarlılık, toplumsal değişim ve dönüşüme tanıklık, harbi söylem ve eleştirel bakış 49
tekkeyi sırf karnaval alanında hoş görüntü oluşturmayacağı için yıkmak isteyen belediye başkanına karşı tepki gösterirken ve geçmiş değerlerin bir temsilcisi olan tekkeyi yok olmaması için onun savunuculuğunu üstlenirken görüyoruz. Hikâyedeki bu örnek ahlaki davranış bize bu kitabı niçin okumamız gerektiği hakkında ipuçları vermektedir. Unutulan ve modern hayatta geride kalan, yok olmaya yüz tutmuş, yenilikler karşısında eski gibi kalmış, hâlbuki güzelliğini eskiliğinden alan maddi ve manevi unsurlar kitapta önemi vurgulanarak diriltilmeye çalışılmıştır. Kitabın konusu Zehra’nın kaderidir. Elbette konu Zehra’nın kaderi dediysem onun kaderinin bize aktarmak istediği bir dolu ibretlerin var olmasıdır bu kaderin hikâyeye konu edilişinin sebebi. Bu yüzden de ana tema kader derken kitabın adıyla paralel olarak hayatımız boyunca karşılaşacağımız tüm kapıların anahtarları da serpiştirilmiştir kitabın satırları arasına. Bu ana temanın etrafında diğer kahramanların da kaderleri bir bir anlatılır hikâyede. İnce nüansları yazarın ressam kimliği sayesinde yeri gelince tablolar halinde izleriz. Bu da bir hikâyenin o küçük ama derin çerçevesinde kaybolmak için yeter de artar. Mesela Zehra’nın eve dönüş tablosundan bir pasajı buraya alalım:
onun hikâyelerinin konuyu ele alırken kendini hissettiren vazgeçilmez üslup unsurlarıdır. Bu kitapta da ziyadesiyle, zenginlik ve mal mülk arzusuyla ahlâkın bu amaç için kullanılması eleştirilmiştir. Kahramanlardan Zehra’nın abisi Ahmet, bu arzu ile hülyalara kapılıp kardeşini boşluğa atacak kadar gözünü karartmış bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar. Ancak sonlara doğru bu vicdani mesele onun yakasını hiç bırakmayacaktır ve ruh dünyasında -şairin dediği gibi- bir boşluktan başka bir boşluğa düşecektir, birikip yeniden sıçramak için. Kutlu, hikâyelerinin genelinde olduğu gibi bu hikâyede de iyimser bakış açısıyla; bazen toplumsal bazen de bireysel çelişki ve çarpıklıkları hikmetler süzüp okuyuculara yeni kapılar açan, yazdığı satırlarla umut ve sebat tohumları eken bir derviş gibidir.
“Bavulun kulpuna yapıştı, topuksuz ayakkabıları ile yola düştü. Uzaktan derenin şarıltısı geliyor. Dağlardan kekik kokan bir rüzgâr. Kekik kokusu, yağmurla ıslanan toprağın kokusuna karışıyor. Kavaklar arada bir hışırdıyor, ürperiyor Zehra. Dere kasabanın altından, yolun kıyısından geçiyor. Güz gelmiş, derenin suyu azalmış. Sesi türkülerden bir demet. Bir küçük dal parçasına basıyor Zehra, dal çıtırtı ile kırılıyor. Zehra durdu. Şimdi nereye bakıyor. Aniden temmuz güneşi altında yer-gök yıkanıyor.”
Kitapta, masumane bir aşkı ve zengin olup köşeyi dönme arzusuyla gerçek mahiyetinden uzaklaşan hayatları izliyoruz. Maddi ve manevi iki kapıyla karşılaşırız eserde. Biri açıldıkça diğeri kapanan, biri kapandıkça öbürü açılan bu iki kapı, maddiyat ve maneviyat kapılarıdır.
Hikâye bir yolculukla başlıyor. Zehra’nın eve dönüş yolculuğu. Neyle karşılaşacağını bilmemenin kaygısıyla bitmek bilmeyen uzun mu uzun bu yolculuk boyunca, Zehra’nın bu yolculuğa nasıl çıktığını, kasabasına döndüğünde dışlanmayı nasıl göze aldığını ve bu dönüş kararını verebilmek için kendi içinde hangi ruhsal yolculuklara çıkmıştır bunu dinliyoruz Kutlu’dan. Dinliyoruz diyorum çünkü
Kitabın konusu hayata duyarlı gözlerle bakan okuyucuyu fevkalade ilgilendiriyor. Çünkü kenarda kalmış hayatlardan daha doğrusu bir kasaba hayatından süzülen hikâye, bir nevi modern hayatın ve teknolojinin eleştirisini de yapıyor. Mesela hikâyedeki kahramanlardan Mahir Hoca, kasabadaki tarihi eser niteliğinde fakat bakımsız olan 50
yazar bize dostların toplandığı bir sohbet meclisinde muhabbet eder gibi anlatıyor hikâyesini. Bu noktada şuna değinmeliyim ki Kutlu’nun hikâyelerinde gördüğümüz bir başka fark yaratan özellik ise, yazarın okuyucuya yazarlığını olması gerektiğinden fazla hissettirmemesidir. Yani onun kalemi daha ziyade “anlatma” kavramına adaptedir. O “aktarma” kavramını çoktan aşmış okuyucuyla arasındaki kalın duvarları çoktan kaldırmıştır. Hatta ara sıra hikâyeyi anlatırken araya girip yorumlar yapar, kahramanlar hakkında açıklamalarda bulunur. Böylece hikâyelerini yazarken bir sohbet ortamı yaratır okuyucuya. Bu yönüyle Kutlu, Ahmet Mithat Efendi’yi anımsatır bize. Kitapta sadece Zehra’nın hikâyesi yoktur. Tüm kahramanların her birinin anlatılma zamanlarının gelmesini bekleyen ayrı ayrı hikâyeleri görürüz kitap boyunca. Hikâyenin devamında ise ipsiz Kemal adında, hikâyedeki olumsuz fakat mühim yer tutan şahsiyet, hayatı boyunca sadece “harcamak” işlevini kendine yaşam biçimi edindiği bozuk kişiliği ile Zehra’yı İstanbul’da yapayalnız bırakarak onun hayatını da harcar. Daha sonra kötü yola düşen Zehra’nın savunmasız ve henüz uçmayı bilmeyen yavru kuşlar gibi zorla götürüldüğü İstanbul’dan, alıcı kuşlar gibi dönüşünü izliyoruz. Artık ona ne önündeki kapalı kapılar ne de insanlığın sığ, mengenede sıkışıp kalmış düşünceleri engel olabiliyor. Bir de cihan adında bir kahraman daha var hikâyede. Sona kaldığı için dona kalan bir kahraman. Cihan, kendi içine doğru kapadığı kapıları açamamış ezik ve silik bir tip. Bu ezikliği yüzünden Zehra, onun avuçlarının içinden uçup gitmiştir. Elbette hikâyede her daim kapılar açılmıyor. Aksine kapanan çok kapı da var ve bu kapıları kapatma görevi en çok hak edene yani Zehra’nın ellerine teslim edilmiştir. Neticede kapıları açan da kapılar ardında kalmayı hak edene kapıları kapayan da odur hikâyede. Zehra inadına üzerine gitmiştir kaderinin ve tekrar eve dönüşüyle içine düştüğü bataklığın izlerini, azmiyle kasaba halkının düşüncelerinden silmiştir. Hep kendisi olarak kalabilen Zehra, tüm olumsuzluklara rağmen kendine başka bir dünya kurmayı başarmıştır. Bize de bir kapı açar gibi bu kitabın kapağını açmak ve bir sonraki Mustafa Kutlu hikâyesini beklerken, seve seve bu kapıyı hep açık tutmak kalmıştır geriye. 51
Adem Özdağ Asi-t çeksin ellerini en mahrem saçlarıma uzanan aynalar, ne olduracaksa oldursun göklerden denizlere sıçrayan renklerin sahibi, bir sınırla ayırmalıymışım yüreğimin çeperlerini matarama biriktirdiğim yağmur sularından, kırlara taşınmaz güneşe enerji sansarlara günaydın diyerek başlamalıymışım banka kuyruklarında beklemeye, yankısız mağaralarda oturup sorgusuz saatimi beşe ayarlamalıymışım.
oysa unuttular: gizlemek için bahar renklerini, eleğimi kuş sesinden bir duvara astığımı.
konişmentoları ve mavi yolculuğu imzalanmış gemilere değil bacağı kırık bir ata koşturduğumu biliyor, ne çıkar bilsin en mahrem saçlarıma uzanan aynalar.
Kosova’nın Çanakkale Kahramanları Ayhan Demir 1900-1912 yılları arasında, dönemin süper güçleri olan İngiltere ve Rusya’nın desteğini alan, Sırp, Bulgar ve Yunan çeteleri, Türk köy ve karakollarını basıp terör estiriyorlardı. Özgürlük, hak ve adalet gibi söylemlerin ardına sığınarak, silaha sarılan isyancıları durdurmak mümkün değildi. Dirlik ve düzeni muhafaza etmeye çalışan Osmanlı, verdiği her tavizin peşinden, yeni isteklerle karşı karşıya kaldı. Sırp, Bulgar ve Yunan çetelerinin talepleri dipsiz bir kuyudan farksızdı. İsyancıların talepleri bitmediği gibi, İstanbul’un da direnecek takati kalmamıştı. Sonunda, kaşla göz arasında, kimsenin aklına bile gelmeyen oldu: Rumeli toprakları elden çıkıverdi. Ancak Batılılar bu kadarı ile yetinmek niyetinde değildiler. Mehmet Akif’in deyimiyle “yedi düvel” bir araya gelerek, son darbeyi vurmak üzere, Çanakkale’ye hücuma geçtiler. Fakat Batılıların hesap edemediği bir şey vardı ki, Osmanlı, kılıç değil, yürek devletiydi. Osmanlı, Balkanlardan çekildikten üç yıl sonra, Balkan Müslümanlarının gruplar halinde gönüllü olarak Çanakkale Harbi’ne katılmaları bu durumun en somut ifadesiydi. Çanakkale Harbi’nin esnasında Sırbistan toprağı olan Kosova, binlerce evladını gözü kapalı Çanakkale’ye, savaşmaya göndermiştir. Haftalarca aç-susuz yaya yolculuktan sonra Çanakkale’ye ulaşarak, Osmanlı Ordusuna dâhil olan bu yiğit insanların tarihte eşine çok nadir rastlanan cesaretleri ve vatan sevgileri gerçekten dikkat çekicidir. Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sofuoğlu’nun hazırladığı ve Yarımada Yayınları’ndan çıkan Kosova’nın Çanakkale Kahramanları tüm bu sebeplerle çok önemli bir çalışma. Kosova’nın Çanakkale Kahramanları savaşa katılanların çocuklarından, torunlarından veya yakınlarından elde edilen bilgilerin derlenmesi ile hazırlanmış. Kitapta hatıralarına yer verilen isimlerden bir tanesi de, Çanakkale Zaferi’nden sonra Mamuşa’ya dönüp, 1965’te vefat eden, Çanakkale
gazisi Aslan Onbaşı’dır. O yıllarda iki arkadaşıyla birlikte Kosova’da askerlik yapan Aslan Onbaşı, iki arkadaşı ile birlikte, Sırp Ordusundan kaçarak, Alman Ordusuna teslim olmuştur. Birkaç gün esirlikten sonra Türk askerlerini görürler ve gönüllü olarak Türk askerlerine katılmaya karar verirler. Alman askerlerinin “Neden Türklerle beraber savaşmak istiyorsunuz. Kalın burada. Rahatınız yerinde değil mi” sorusuna Aslan Onbaşı şu cevabı verir: “Benim dedem Osmanlı askeri olarak Ruslarla savaşırken şehit düşmüş ve ben dedemin kanını almak istiyorum.” [Sayfa 49] Aslan Onbaşı, Türk askeri olarak savaşın neredeyse her aşamasında Osmanlı safında bulunmuş hatta Batum’a kadar gitmiştir. Birçok cephede savaşan Aslan Onbaşı, en çetin savaşların Türkçe bilen ve Türk üniforması giyerek, Türk askerlerine saldıran Ermenilerle yaşandığını anlatırmış. “Ermeniler tarafından esir alınan 40 Türk askerini, elleri, ayakları ağaçlara bağlı, kulakları ve dilleri kesilmiş şekilde bulduklarını” söylermiş. [Sayfa 50] Savaş bittikten sonra Kosova’ya Mamu-şa’daki köyüne dönen Aslan Onbaşı şu türküyü dilinden düşürmezmiş: Canım feda olsun bu vatana / Patlatayım, mermiler şahlanıp gitsin dağa taşa / Ezan sesi duyulmuyor hâkim çıkmış minbere / Kâfir düşman bayrak asmış camilere her yere / Öyleyse gelin hey din kardeşler gelin ölelim el ele.” [Sayfa 51] Elbette bu noktada üzerinde düşünülmesi gereken en önemli noktalardan biri de, Anadolu’dan uzaklarda, Mamuşa’da bir köyde yaşayan bir gencin “Canım feda olsun vatana” dediği toprakların, İstanbul’unda dâhil olduğu, Anadolu toprakları olmasıdır.
Gora Türkleri Kosova’nın Çanakkale Kahramanları kitabında bahsi geçen bir diğer konu ise Çanakkale Harbi’ne Gora’dan katılanlardır. Çanakkale Harbi’nde, 52
460 evladını şehit veren Goralılar, Yemen dâhil, Osmanlı’nın yapmış olduğu bütün savaşlara katılmıştır. Hatta 1878 Osmanlı-Rus Harbine, “Gora taburu” diye adlandırılan, bir taburla katılarak cephede hazır bulunmuşlardır. [Sayfa 57] Peki, Gora dediğimiz yer nerededir? Kimdir bu Goralılar? Gora bölgesi, Kosova’nın güneyinde yer alan, Prizren iline bağlı Dragaş ilçesi ve yirmi köyden oluşmaktadır. Bugün çoğunluğu Kosova’da olmak üzere; Makedonya’da, Sırbistan’da, Bulgaristan’da, Arnavutluk’ta ve Yunanistan’da Goralılar bulunmaktadır. Goralıları bölgede yaşayan diğer topluluklardan ayıran bir diğer özellik de, kendilerine Slav oldukları dayatılmasına rağmen, büyük çoğunluğunun kendisini Türk olarak tanımlamasıdır. Ayrıca, örf, adet, gelenek, görenek, mezar taşı damgaları, halı, kilim kıyafet ve yaşantıların benzerliği gibi, Goralıların, Kuman-Peçenekler’in torunları olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Çanakkale Harbi’ne, Gora-Dragaş’tan katılanların anlattıklarına göre, biri Gora’dan olmak üzere, Kosova’dan sekiz tabur katılmıştı. Bunlar; Yeni Pazar, Yeni Varoş, İpek, Gora, Prizren, Priştine, Üsküp ve Kalkandelen taburları idi. Yine savaşa katılanların anlattıklarına göre, Debre’den Halife’nin çağrısı üzerine, Kosova’daki camilerde verilen vaazlarda, Türk topraklarında gözü olan, düşmana karşı verilen mücadeleye katılma çağrısı yapılmıştı. “Çanakkale Savaşına katılacak olanlar sabah ezanının okunmasıyla birlikte yol almaya başlamışlar, gerideki gözü yaşlı fakat gururlu analar, bacılar ve eşler onlara “Şehit düşseniz bile hakkımız helal olsun. Yeter ki Türk bayrağı dalgalansın.” diyerek dualarla uğurlamışlardı. Halife’nin çağrısı üzerine bir köy imamının beklemeye tahammül etmeden gece yola çıktığı, köylülerce, sabah ezanı okunmayınca anlaşılmıştı. [Sayfa 75] Çanakkale Savaşına katılmış Goralı bir gazi olan Akif Tane, Leştane Köyü’ndendir. 74 yaşındaki oğlu Seyfi Memiş’in anlattığına göre: Akif Tane savaş boyunca 17 yerinden yara almış ve Fransızlara esir düşmüştür. Savaş esnasında neredeyse hiç yemek yememişler ve karınlarını hoşafla doyurmaya çalışmışlardır. Savaşta o kadar çok şehit vermişlerdir ki, zaman zaman şehitlerin üzerin-
den atlamak ya da onları siper olarak kullanmak zorunda kalmışlardır. Savaş bitip Kosova’ya dönerlerken üzerindeki Osmanlı üniformasını gören bazı Sırplar, Türkler geri dönüyor kaygısıyla silaha sarılmışlardır. Akif Tane, üniformalarını bir çobanla değiştirerek canını kurtarmış. [Sayfa 77-78] Çanakkale Harbi’ne sadece Goralı erkekler değil, kadınlarda koşa koşa katılmışlardı. Zeynep Mido Çavuş’ta savaşa bekâr olarak katılan ve şehit düşen Dragaşlıdır. Zeynep Çavuş’un akrabalarından İsmet Dırda, Dragaş ve Gora’da geçmişte ve günümüzde ne zaman ve nerede olursa olsun, bir düğünde bile olsa, Çanakkale türküsü söylendiğinde, her işlerini bırakıp ayağa kalkarak, Çanakkale Şehitleri anısına saygı duruşunda bulunduklarını anlatıyor. [Sayfa 80] Gora bölgesinde, Çanakkale Harbi’ne katılanlar için, yakılan şu türkü bile Türkiye-Kosova arasındaki bağın ne denli derin ve koparılamaz olduğunun açık göstergesidir: “Türklerin gemisi kırmızı delikli / İçindeki askerler aslan yürekli / Düşmanların gemisi yeşil direkli / İçindeki askerler tavşan yürekli / Kaçma düşman kaçma tutuklanırsın / Çanakkale boğazında teslim olursun” [Sayfa 94] Son söz olarak şunu söyleyebiliriz: Umarız, Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sofuoğlu’nun hazırladığı bu kıymetli çalışma Türklerin anayurdunun Anadolu olduğunun altını çizerek, bu toprakların İslam ile vatan olduğunu kuvvetlendiriyor. Kosova’nın Çanakkale Kahramanları Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sofuoğlu Yarımada Yayınları
53
Romantik - politik roman arasında sarsıcı bir Türkiye izdüşümü:
Seni Dinleyen Biri Yusuf Genç Mustafa Kutlu: “Cihan Aktaş ilk romanını yayımladı; Bana Uzun Mektuplar Yaz” cümlesiyle giriş yapmıştı, Aktaş’ın ilk romanı üzerine yazdığı yazısına. Aradan beş yıl geçti ve Cihan Aktaş, beş yılın emeğiyle ördüğü ikinci romanı ile karşımızda; Seni Dinleyen Biri. Bana Uzun Mektuplar Yaz, TYB’ce yılın romanı seçilmişti, Seni Dinleyen Biri için konuşmak daha şimdiden çok erkense de ikinci romanının ilkinden daha fazla tartışmaya açılacağını söylemek mümkün. Zira kitabın satırları arasındaki yolcuğunuz başlayınca bir romandan çok daha fazlasıyla karşılaştığınızı fark edebiliyorsunuz. Seni Dinleyen Biri, 80’li yıllar Türki-ye’sinin, belki de sadece marşlarla açıklanabilecek kasvetli politik havasını, oldukça sağlam bir kurguyla soluyabileceğimiz bir roman. Edebiyatta tabii ve gerçekçi olana yakın olduğunu bildiğimiz Cihan Aktaş’ın bu ikinci romanının başat karakterleri yine kadınlar. Bana Uzun Mektuplar Yaz’da 70’li yılların fotoğrafını, parasız yatılı yurdunda kalan Aslı’nın hikâyesi üzerinden çeken Aktaş, Seni Dinleyen Biri’nde 80’li yılları yine bir kız öğrencinin, üniversitede okuyan Meral’in, penceresinden yansıtmış. Roman türlerine ait sınıflandırmada, sağlıklı bir dikkat göstermeksizin Seni Dinleyen Biri’ne haksızlık yapılması kolay olacaktır. Karşılaştığımız şey, kadın romanı olmadığı kadar İslamcı romanı da değildir. Kitabı, politik ya da psikosiyasal roman sınıfına dâhil etmemiz veya böyle adlandırmamız daha yerinde olacaktır. İki kitabın seyrine bakarak, tarihsel bir kronoloji mi izleniyor, sorusunu sormadan geçemiyoruz. Bu yönüyle Cihan Aktaş’ın farklı bir, Türkiye tarihini yansıtma telaşında olduğunu görebiliriz. Hiç dinlen(e)meyenlerin, görülmeyenlerin ve sesi çıkmayanların Türkiye’sinin tarihi. Seni Dinleyen Biri, biri birine geçmiş katmanlar-
dan ve bu katmanlara ilişik veya oldukça ayrışık karakterlerden oluşuyor. Genel bir izlek oluşturabilmek için bu gerekli. Bu gereklilik, romanın ustalıkla kotarılmış kurgusu ve içtenlikle örülmüş diliyle ahenkli bir biçimde verilmiş. Daha çok hikâyeleriyle tanıdığımız Cihan Aktaş, bu yeni romanında anlatı dilini oldukça iyi oturtmuş. Her ne kadar Umberto Eco, “Roman yazarı söylemek istediklerini başkarakterine söylettirme niyetiyle hareket eder.” dese de, Seni Dinleyen Biri’nin başkarakterinde bir şey söyleme kaygısı görmüyoruz. Kuramcılar; “İnsanoğlu fiktif eserlerde hayata mana kazandıracak formülü aramaktadır” derler. Cihan Aktaş’ta bu, formülü arama değil daha çok ve belki sadece sorgulama arayışı şeklinde gözüküyor. Kitabın sonuna geldiğinizde, ne düşünmeliyim sorusunun cevabını, omuzlarınızdaki melekleri dinleyerek elde etmekten başka çareniz kalmıyor. Seni Dinleyen Biri, gerçek doğruyu bulma çabasında olan, okuyarak öğrendiklerini ise tereddütsüz hayatlarına geçirmeye çabalayan, bütün çelişkilerine rağmen doğruyu bulmaktan ve uygulamaktan vazgeçmeyen bir grup öğrencinin hikâyesi. Çoğu, inandıkları değerler uğruna aileleri dâhil herkesi 54
ve her şeyi yok sayabilecek samimiyette. İsimlerini, hayatlarını, yaşantılarını ve düşüncelerini değiştiren, öğrendikleri her yeni bilgiyle dünyaya ait bir şeylerini daha bırakan genç erkeklerin ve genç kızların anlatısı, Seni Dinleyen Biri… Romanın asıl karakteri Meral, babasıyla tartıştıktan sonra evden ayrılıp, öğrenci evlerinde hayatını idame ettirmeye çalışan bir ressam adayı. Evden ayrılmasının gerekçesi, babasının kazandığı paranın faize bulaşıyor olması. Titiz ve dikkatli… Uygulamacı ve protest… Cihan Aktaş, satır aralarında ne çok şeyi tekrar hatırlatıyor bize. Vaiz/e olup, taşralarda yeni yeni başlayan ev sohbetlerinde halkı irşad etme mücadelesi, Afganistan için büyük heyecanlarla düzenlenen yardım sergileri, kermesler ve ilaç kampanyaları, dergi çıkarma ve devam ettirme çabaları gibi günümüz İslamcılığının fazlasıyla yakın olduğu bir atmosferde geçiyor roman. Her ne kadar romanı kati bölümlere ayıramasak da iki bölüm olarak incelemek mümkün; ilk bölüm, her şeyi göze alan İslamcı genç kızların, kendileriyle ve çevreleriyle yaşadıkları içsel tartışmalar ve çözüm arayışları, savrulmalar ve yalpalamalar. İkinci bölüm ise, ağırlıkla İslamcı genç erkeklerin çözülme süreçleri ve bir yol bulma çabaları. Yolu ararken, buldukları yoldan çıkma sonuçları… Roman, siyasi tartışmaların, slogan atmaların ve kavgaların gölgesinde kalan başörtülü kızların iç dünyasına bütün renkleriyle, zaaflarıyla ve güzellikleriyle kulak kesilmemizi sağlıyor. Kitabın ayırdığımız ilk bölümünde, bunun izlerine rastlamak mümkün. İslamcı genç kızlar, onlardan hep Hz. Meryem olmalarını bekleyen İslamcı erkeklerin ya da onların (politik bir bomba gibi) sadece yürüyen siyasi sembol olduğunu düşünen düşmanlarının (seküler zihniyetin) bakışları arasında kaldı. Bu tartışmaların gerisinde, bir kız öğrenci üzerinden onların iç dünyaları konuşuluyor aslında. Konuşmalarına fırsat verilip, dinleyicisinin var olduğu söyleniyor. Gerçekten öyle mi? Romanda öne çıkan iki isim var; Meral ve Halil. Aralarında inceden inceye ve utana sıkıla yeşeren bir aşk mevcut. Meral, arkadaşlarıyla çıkacağı bir yolcuğa katılmama gerekçesi olarak, yeni öğrendiği bir bilgi olan; “Hanefi mezhebinden kadın-
lar doksan kilometreden uzak yerlere yalnız başına yolculuk yapamazlarmış” cümlesine itaat eden biri. Halil ise, yeni bağlandığı Batılı bir şeyhin inancı doğrultusunda Meral’den kitapları bırakmasını ve ismini değiştirmesini isteyen bir tip… Teknolojiyi terk edip, doğaya dönmekle çözüm arayan biri. İkisi de başlangıçta öğrendikleri yeni bilgiler uğruna her şeyi yapabilecek samimiyetteler. Romanın sonu, değişimin nasıl yaşandığını göz önüne serecek sarahatte. Aslında bu, İslamcılık özelinden toplumsal değişimin özeti. Halil, başkasıyla imam nikâhlı olduğu halde Meral’e beraber olmayı ve başka bir şehre taşınmayı teklif eder, Meral’in kafasını kurcalayan tek şey ise, Halil’in karısı ve çocuğudur; onlar olmasa belki de gidecektir. Meral’in dünyaya ait her şeyini terk ederek ilk değişim yaşadığı yerdeki düşüncesi ise; 90 km ötesine tek gitmenin caiz olmayacağı noktasında idi. İslamcıların, 80’li yılları nasıl ve hangi iç tartışmalarla atlattığının çok açık bir anlatımı Seni Dinleyen Biri. Belki ilk olarak, onları sosyolojik kategorilere ayırmadan, hayvansal sınıflara dahil etmeden dinleme uğraşısı. Aslında Halil’in yolculuğu, bugün nerede olursa olsun bir zamanlar İslamcılık hareketine mensup herkesin birkaç adım da olsa yürüdüğü yolun aynısı. Hepimizde Halil’den ve Meral’den bir taraf var. Cihan Aktaş’ın bu ikinci romanını, romantik 55
roman yada ruhbilimsel roman türü arasında değerlendirebilir, kitabın psikolojik olarak oldukça sarsıcı olduğunu söyleyebiliriz. Kitabı okurken zihnimi sürekli meşgul eden şey, nedenini açıkça anlayamadığım halde Goethe’nin Genç Werther’in Acıları oldu. Belki bendeki derin yaraların gün yüzüne çıkması belki de Meral’le tanışmanın boğuculuğu yüzünden zaman zaman sorgu amaçlı eleştirel okumadan uzaklaşıp, kendimi Meral’in ya da Halil’in yanı başında, onları dinlerken buldum. Kitabının daha ilk sayfasında eski kasetlerini ve gümüş takılarını bir daha kullanmamak üzere bir kenara bırakan Meral, kenara koyduğu eşyalara sağ elinin işaret parmağından çıkardığı opal yüzüğü de ekliyor. Kitabın son sayfalarına geldiğinizde Meral’in değerleri için çıkarıp bir kenara fırlattığı aynı opal yüzüğü tekrar parmağına taktığını görüyorsunuz. Kitabı okurken buna benzer kurgu özelliklerinin tam yerinde kullanıldığına şahitlik edebilirsiniz.
Ancak, ne olursa olsun canınız sıkılıyor. Velhasıl Seni Dinleyen Biri, 80’li yıllar Türkiye’sini, tecessüs uğruna sancılar çeken aydın adayı bir grup gencin penceresinden işleyen, bununla kalmayıp onların iç çatışmalarına, tartışmalarına ve bağlılıklarına, o hiç görünmeyen yönleriyle bakan (Belki bir ezber cümle olacak ama) son yılların en şaşırtıcı romanlarından biri. Cihan Aktaş’ın beş yıl sonra Türk edebiyatına iz düşüm olarak kaydettiği uzun soluklu bir okuma yolculuğu. Kendilerinden melekler gibi yürümeleri istenen kızları, bu talebi dillendiren erkekleri hâsılı belki kayıp bir kuşağı anlama daveti, Seni Dinleyen Biri. Cihan Aktaş, Meral’e -kısmen- yüklediği dinleyici rolünü devam ettiriyor. Konuşma sırası sizde, sizi dinleyen biri var. Seni Dinleyen Biri, Cihan Aktaş, Kapı Yayınları
ABONE KAMPANYASI ŞİMDİ ABONE OLUN 1 YILLIK ABONELİĞE 2 2 YILLIK ABONELİĞE 5 ESKİ SAYI FIRSATINI
KAÇIRMAYIN! www.derkenar.gen.tr’den abone olun!
56
.
5 YTL
DERKENAR Sayı: 19
Mart-Nisan 2008
Osman Toprak Ali Görkem Userin Ayhan Demir Yusuf Genç Zeynep Çevik
Şiirleriyle İbrahim Tenekeci Hüseyin Akın Mustafa Akar Furkan Çalışkan Alper Gencer Ünsal Ünlü
Hikâyeleriyle Kâmil Yeşil Kâmil Yıldız Mustafa Kılıç
Hüsrev Hatemi Grili Çocuk Kitabı
Atilla Yaramış Sezai Karakoç gözüyle Necip Fazıl
iki aylık edebiyat ve kültür dergisi
Cihan Aktaş ile söyleşi