Derkenar 20

Page 1

DERKENAR Sayı: 20

Ayhan Demir Yusuf Genç Esra Elönü

Şiirleriyle Hüseyin Akın İbrahim Tenekeci Ünsal Ünlü

Hikâyeleriyle Kâmil Yeşil Seyfullah Aslan Mustafa Kılıç

Hüsrev Hatemi Tapu Sicil Muhafızı

Ali Görkem Userin Şiirin ömrü ve şerhler

Osman Toprak Anne ve Üsküp

Mayıs - Haziran 2008

edebiyat ve kültür dergisi

Hüseyin Akın - Özel’likli düşünceler Mustafa Akar - Toparlanın Gitmiyoruz Furkan Çalışkan - Derin gramer Kâmil Yıldız - Tanpınar, günler ve günlükler



SUNUŞ

İÇİNDEKİLER 4 / Mustafa Akar Şiir yazma sanatı 6 / Furkan Çalışkan Barkodsuz 6 / Ünsal Ünlü Kaos benden çıkacak

27 / İbrahim Tenekeci Osmaneli, Gölpazarı ve Hacialiler köyü 29 / Hüseyin Akın Özel’likli düşünceler ve iki özel kitap 31 / Mustafa Akar Toparlanın Gitmiyoruz

7 / Alper Gencer Ahmet’in Mustafa’ya evrildiğidir

33 / Furkan Çalışkan Derin gramer ya da yorumlama anarşisi

10 / Hüsrev Hatemi Tapu Sicil Muhafızı

35 / Kâmil Yıldız Tanpınar, günler ve günlükler

11 / Yusuf Genç Albert Camus üzerine notlar

40 / Osman Toprak Anne ve Üsküp

15 / Kâmil Yeşil Long vehicle 20 / Seyfullah Aslan Muhtaç 22 / Esra Elönü Kız uykusu 23 / Mustafa Kılıç Mermer ve ölü 25 / Ali Görkem Userin Şiirin ömrü ve şerhler

DERKENAR

42 / Ezra Pound Dönüş 43 / Ayhan Demir Hersek’in incisi: Mostar 45 / Hüseyin Akın Kardeş payı 48 / İbrahim Tenekeci Yakın dövüş

iki aylık edebiyat ve kültür dergisi ISSN:1304-6667 ikinci dönem Yıl: 5 Sayı: 20 Mayıs - Haziran 2008

Merhaba dostlar, Yeni bir sayıyla karşınızda olmanın heyecanı içerisindeyiz. Bir yanda sırasını beklemeden gelen yaz sıcakları, diğer taraftan kapımıza kadar gelen soğuk savaş rüzgarları tempomuza kastedip ritmimizi bozmaya çalışsa da bulunduğumuz yeri korumaya devam ediyoruz. Demokrasi, insan hakları, çoğulculuk gibi kavramlar kızağa çekilip her mevsim bir yerden başka bir yere doğru taşına dursun, biz hâlâ aynı mevzideyiz, hiçbir yere gitmiyoruz, yerli yerindeliğimiz sürüyor. Edebiyat yürüyüşümüzü ne gönüllü sürgünlük ne sabırsız firarilik ne de alçak sürünme ile tanımlayabiliriz. Derkenar’da bir araya gelmiş isimleri en iyi tanımlayan ifade: “Yerli yerindelik”tir. Bu sayımızda İsmet Özel’in çağrısına kulak vermeye çalıştık. İsmet Özel düşüncesini derinlemesine tahlil eden iki kitap üzerinde (“İsmet Özel: Şiire Damıtılmış Hayat”- “İsmet Özel: Toparlanın Gitmiyoruz”) Hüseyin Akın, Mustafa Akar ve Furkan Çalışkan yazdılar. Yerimizi ve yerliliğimizi korumak noktasında her iki kitap da klasik tabirle söylersek toplumsal anlamda “muktezayı hale uygun” (içinde bulunduğumuz duruma) düştü. Arkadaşımız Kâmil Yıldız, bize özgü zaman ve bize ait mekân düsturunu bütün eserlerinde muhafaza eden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın günlerine ve günlüklerine dokundu. Bu sınırlı alanda anamadığımız birbirinden değerli şiir, hikâye ve yazılarla sizi başbaşa bırakıyoruz.

İmtiyaz Sahibi Ayhan Soylu Yazı İşleri Müdürü Seyfullah Aslan

Baskı Milsan (0212) 697 10 00

Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Akın huseyinakin@yahoo.com

Yayın Kurulu Osman Toprak Furkan Çalışkan Ayhan Demir Yusuf Genç Görsel Tasarım Seyfullah Aslan

İnternet www.derkenar.gen.tr derkenardergi@gmail.com

Adres Rumeli Cad. No: 144 / 3 Şirin Apt. Osmanbey Şişli- İST.

Baskı Tarihi: Nisan 2008

Yayın Türü: Yaygın Süreli Abonelik Koşulları Yıllık: 30 YTL / Kurumlara: 100 YTL Seyfullah Aslan adına Garanti Taksim Şubesi: 028-6674555 Posta Çeki Hesap Numarası: 1603241

Genel Dağıtım KDD Kültür Dergi Dağıtım (212) 527 45 97


Mustafa Akar Şiir yazma sanatı Çünkü ben seni sevdim, ne kadar içlendim, umdum ki Ellerin güzel böyle uzakları çizmeye yormasan Çünkü ben seni sevdim, bozdum rengini, ne akisler vardı sende Yok öyle pek umurumda değil yazıp ezberlediğin güzelliğin Arka bahçede saklanıyor yetiştirdiğin çiçekler Heves ediyorum göğe göğe büyüyen şu ağaçlarına Şu nehirlerin akışına bakıyorum, gün batımlarına yakın Bir serinlik besliyorum ellerimin arasında Çünkü ben seni sevdim, ne kadar içlendim, gördüm ki Ilım noktası sensin senden ibaret, güz noktası da sen Sen diye diye büyüttüğümüz oğullar, kızlar, kalabalıklar Hepsini nerende saklarsın bilmem Ekmeğin ve kanın haklılığını kullanırsın halklara Gecikmiş bekleyişleri dindiren bir yanın var senin Her şeyimi bir yitik anne veriyor bana Tükenmez bir doğurulmaktır yaşadığım benim Sol mememin altını cefaya katladı bu bahargillerin gelişi Bahar dediğin de ne sadece bir yarısı nisanın Pek güvenemem bu yüzden güle çiğdeme filan Gel bitmeyen günleri örgütle sen Bir puslu begonya olarak gözetle haftaların geçişini Sahici bir dağ şarkısı uzat bana şapka yerine Çünkü ben seni sevdim Ey aranış ey akdenize bakan serin odalar Ey Anadolu bir yenilgi Ben sana bir yol söylevi oldum artık Yalnız cinsellikten uzak kızgın kamyoncuların bildikleri Bunca fetihler çağından beri duruşumuz mu bu felaket Kuzeyde ve başkentlerde hızlı geçer mevsim Müslüman günlerle birleşir insanoğlunun İstanbulları Ey canım ey celali bakışlım ey topukları zencefil kokan Söyle Bakırçayı nere akar böyle Bu sinagogları camileri karşı karşıya getiren kim Ey şattülaraptan yenilgi çeken kervancı başı Zeytinleri kıpır kıpır yetiştirenden geldik ona döneriz öyle mi 4


Şimdi ve şimdi susak dururum ben Kırmızımı kullanmaya aşuremi pişirmeye giderim artık Ve artık bir İngiliz ajanı bir değişmezlik kuralıysa buralarda Ve artık Bakırçay’ın Marmara’ya aktığını biliyorsam Ve artık Pers ilinden ekmek şirketlerinden bıkmışsam Ve artık kan diye başlıyorsam gülün hikâyelerine Ve artık tüberküloza ve kansere karşı ölümsüyorsam Ve artık bütün olanların ve olmayanların gizli kapaklı gülünçlüğünü alıp üstüme, utanç zindanlarında nasırlı ayaklar taşıyıp Enver Paşalardan, mahsus teşkilatlardan teşrifle geçip macar sakallarımla, gökyokuş atlarımla casus biliniyorsam Demek ben de talihsizin biriyim, demek kırgınım ben de Demek bu söylediğim elmanın ve mavinin şarkısıdır Demek ellerim gün sonu haberlerine ve pencere sıkıntılarına da yakışmaz Demekle gereksiz muhabere yapamam, suya giden kadınlara Ve açlıkların şusuna busuna deva olamam Demek ben de güç okunur gazete haberlerinden bir şey anlamıyorum Frengiye, petrole ve baharata andolsun ki Ölümlülerin büyük macerası demek böyle sona eriyor Ve hoş geldin kar renklim, yakıştın tenime Gel ellerini ver, uzun boynu naz tutmuş lâleden Güneylerden kuzeylerden gönderlerden bahsedelim Kralları papazları itleri kopukları boşver Ve de istihdam para ve iktisadi politikayı

5


Furkan Çalışkan

Ünsal Ünlü

Barkodsuz

Kaos benden çıkacak

Hatırla; yalnızlığın bizimle güneşe çıktığı Sana kimsenin bakmadığı bir anda Kapıyı ansızın açmış Kuvvetli bir ittifaktı o hırka.

Yağmur yağıyor yerçekimini düşünmeden Toprak yeniden anlam buluyor asıl şimdi Şiir burada başlıyor hayat ve ölüm burada Çekiyor beni merkezine hareket başlıyor Derimin kalınlığından bilirim geçiyor zaman

Bunu goebbels bilirdi altı çocuğu bir fünyesi Reyonlara indiği gibi panik ve gece Bir yorgancının vitrininde Köşesinde baharlıbahçenin Seninde gelmiş olabileceğin o parkta Barkodsuz ve çeşitli hareketlerle Yaşamak; Yirmi beş yıldır yaptığım propaganda.

Kıvamına gelmeden çamur kurumasın içim Henüz pişmedi hamurum ve pişmanlığım Unutturuyor törpülenen insanlık düşüncesini Ulanmış birbirine ayrılmayacak bu yollar Önümde duran durmayı korkaklık saydıran Uzak bir ülkenin kapılarını aralarken bir an Boğulmaktan kurtarıyorum dünyayı sizden Kendime acımaktan sizin gibi acıkmaktan Boyuna eğriliyorum üzerimde mahut gölge İzime rastlamadığım bir yol biraz karanlık

Bir çocuk en çok başka bir çocuğa güvenir Hatırla, yer yatağındaki akrebi Bir çocuk en çok güneşi bilir Ekoller ve matemler, an ve devlet Gidip de konuşamadığım kız, lütfen lan Bir çocuk en çok halının desenlerinde gider Fanatik bir nergisi tutuşturamadığım el Güzelin gözü, İstanbul fulya elli metrekare yer

Sonra korkuyu öğreneceğim ve bağıracağım Korkarsam yankımdan kaos benden çıkacak Dolaşacağım yanılmış olanların elbiseleriyle Korkudan dilleri tutulacak konuştuklarımın Ardından çözülüp konuşanları dinleyeceğim

Bunu kelleci kemal bilirdi kefil olduğu kredileri Akdeniz’den, Korkutun Elinden gelen oğlanları oysa Üç numara amerikan bilmezdi berber ekrem Hatırla, görmediğimiz bir okyanus bir de pusula Düşürdüğüm aynadan arta kalan alaburus. Artık seni sevebilirim.

6

Aklıevvellerin kaçamak dillerine dolanacağım Yanılmış olanları seveceğim korkakları belki Yerçekimini düşünemez onlar yağmurlarda Eskiyecek elbiselerim sonra kararacak tenim İşlediğim suçları kaos haneme ben yazacağım.


Alper Gencer Ahmet’in Mustafa’ya evrildiğidir kardeşlerim vardı. üstü açık büyüdüler yağmura karşı gece yarılarından şehrin tenhasına ağdılar teker teker Mustafa onlardan değildi, katılmamıştı aralarına çıbanlı şarkılar batardı ruhunun hamlamış taraflarına şehrin çetelerce çakılmış afişleri parlardı köpek havlamaları yanardı sokağın karanlığına masum kurgusuydu kadınların anneler babalar kayboluşa aşılanırdı. kardeşlerim Mustafa’yı bulmadan önce sokaklara dökülmüş kızgın adam ayaklarıyla savaştaydılar saat başı öterdi kötünün kargışlı çığlıkları yağmurlu havaları pardösüleriyle ödeyen adamlar Mustafa’yı koluna takıp sokakları dolaştırırdı Mustafa, kardeşlerime katılmadan önce çelmeler yemekten sızlayan bilekleri dizlerine kapanırdı acının yokoluş korkusuyla inleyip 7


caddelerin tumturaklı yüzüne sığınması Mustafa’yı berrak bir sudan bile bile haberdar etmeyen tellal ve tanrıları kümeslere layık gören avantacılar kardeşlerimin savaştıklarındandı aldanışa, büsbütün aldanışa kızgındı kardeşlerim onların birkaçı, dalgın anlarından öldürüldüler kuşları seyrederken kurşunlanmıştı biri ve tahakkuklar katılaşıp mühürlenirken ötekinin elleri ceplerindeydi bazısı denizlerin köpürmesine güç yetiremedi dilaltına davrandı yüreğini gevşetmek için ve bahçesinden söküp atamadığı nifak tohumundan yitti öteki fakat aldanışa karşı zırh kuşanmış olanlar ölen kardeşlerine imrenen yanlarını sarakaya almayı başarmışlardı ben de onlardanım, adım Ahmet sırf üstümde kalmasın diye bu bana yüklenen töhmet Mustafa’yı kuyudan çıkartmam gerekecek onun sırtında bir ihanettir duruyor ve her gün yeniden kuyuya atılıyor Mustafa Mustafa’nın kuyuda geçirdiği her vakit yargılıyor beni bu zorunlu şahitlik gözlerim tesadüfe inanmadıkça bakışlarım suça müşterektir artık Mustafa’ya ismini hatırlatacak örgütün elebaşı diye fişlendim kardeşlerim az evvel haber verdiler arananlar listesine konulmuş ismim burada, gayrimeşru durduğum beni kuvvetli bir sevinçle boğduruyor suça karşı gelmekten suçlanıyorum hem bunlar dünyanın gözlerini bürümekten yapmalar hem benim gözlerimden Mustafa’ya birikmiş olan borcum kaç sigara içsem de vicdanla kapanmazdı diyorum orada, o en inanmayan düşmanımda bile bu liseli bir çarpıntıyla korunan borçluluktur ümit için kaslarımı kızdırıyorum bana Mustafa’nın eskisini getirin Mustafa’nın doymak bilmeyen eskisini ve onun katline teşebbüsümün ilk anına bir kayıt düşülsün sıcak dönülmez sözüm var kardeşlerime bir Mustafa eskisine ölüm olacak!

8


anlatılan masala yeminler ve tansıklar taşıdı büyücüler değnekleri yalanlara tutunarak uzardı her gün bin yenisi gelirdi Mustafa’yı kandırmanın tabureler dekorun dikenleri değildi dinelmeye yumuşak yastıktandılar arkamıza şehir kapanırdı bakınca ne içinde sokulduk birbirimize, ne dışında… şehrin önündeydik her ikimiz de. beni dıştan tanıdı ilk evvela gözleri. gözleri, beni bir parçası yapıyordu küskünlüklerinin. kumrallığıma dikkat kesildi, sigarayı tutuşuma… masada çay yoktu diye seviniyordum, olsaydı dostluğum erken çıkacaktı meydana. uzunca çıkılacak bir yolculuğa bakındı sözcüklerimiz. kendilerini belli etmemenin hiçbir yolu olmadığını ilk onun karşısında tecrübe etti duygularım. adımı değiştirdim ve konuşmanın sonunda muhabbetle diktim gözlerimi kuyudan aşağıya. sanırım ilk o an boşandı bulmacası, ilk o an zifiri bir yalnızlık hissetti kavrayışında. gözleri bulutlandı, elini hafifçe kaldırıp çay söyledi garsona. korktum ve süratle boş verdim iznimi Mustafa’dan. masayı Mustafa’nın ortasından terk ettim! kardeşlerimin nasıl kucaklaştığına seviniyorum: sıkıca! evindeymiş gibi hissetmeyi özlemekten üşüyen biriydim önceleri şimdi dışarının soğuğuyla dalaşmakla meşgulüm kardeşlerimin bana adımı hatırlatmasından önceydi yani mutluluktan sonradır acıya evrilişim yanan sobalarla baş başa kaldığımı ve onlarla çıtırdadığımı hatırlıyorum Ahmet olmamın Mustafa’ya devrilen sımsıcak anlamında yoğun toz bulutu içinde öksürmekten gelen Ahmet’in en eskisi Mustafa’yı hatırlar diye umar diye düşünüyorum her şeyi anlamaya inat etmiş suretim Mustafa’yı unutur diye sezer diye hissediyorum ben bütün bunların arasından Mustafa’ya gelmişsem Mustafa da bana gelir diye varır diye ümitleniyorum kardeşlerimin nasıl tutunduklarına seviniyorum onlar, saf tutmanın kilidine çilingir onlar kadar hakkı var onlardan olmayanın onlar gibi yaşayıp onlar kadar huzura bu bir inanç meselidir at zarını Mustafa ya bir tutacak seni, ya sıfır gelecek sana ben bütün varlığımı o bir’e koyuyorum Ahmet’in yüreğini Mustafa’ya oynuyorum.

9


Tapu Sicil Muhafızı Hüsrev Hatemi 1979 yılına ait bir şiir. O yılın Edebiyat dergilerinde “Kavga Şiirleri” bol miktarda yer alıyor. Grev davulu, Türk şiirinde başlıca motiflerden biri olmuş. Şiirlerin büyük bir kısmı, Nâzım Hikmet ustalığının çok altında. Kültür ve sanat dergilerinde “Sosyalist olmayan, aydın da olamaz” tarzında iddialar dile getiriliyor. Bu kılıçlı, davullu tüfekli şiirleri yazanların hayatı kavgadan ve tüfekten çok uzak. Savaş görmedikleri gibi, Fransa’nın “rezistans” hareketi gibi bir yurt savunması deneyimleri de yok. Babaları ve amcaları, İstiklal Savaşı örneğinden söz etseler bazılarının yüzü ekşiyor. Bazıları, Melih Cevdet Anday’ dan bir Atatürk övgüsü okuyarak durumu idare ediyor. Sağ cephenin durumu da iyice tuhaf. “Alevi Şairler de mutasavvıf şairlerimiz sayılırlar” dersek, sağ cephedeki bir çok üstad “ehl-i sünnetden değiller ne faide” diyerek yüzünü ekşitiyor. Bir de orta cephe var. Şarkı güftelerinin dünyasından ibaret olan “benim gönlüm bir kelebek” tarzında şiirlerin dünyasında yetinip gidiyorlar. Ben iki arada bir deredeyim. Yahyâ Kemal, Mehmet Akif, Ahmet Haşim, Yunus Emre, Nâzım Hikmet, Pir Sultan Abdal, Attilâ İlhan, en sevdiğim şairler. ( el’ an kemâ kâne) Bu ortamda “Tapu Sicil Muhafızı” şiirim içimde doğdu. Benim çocukluğumda bazı devlet memurları, ceketlerinin kolları masaya değerek aşınmaması için, siyah bezden dikilmiş kollukları, dirseklerine kadar geçirirlerdi. İkinci Dünya Savaşı içinde bazı erkek liselilerin de ve öğretmenlerin de bunu yaptıklarını biliyorum. Ben, İkinci Dünya Savaşı bitince İlkokula başladım. Okul yıllarımda “siyah kolluk görmedim”. 1954 yılında babam Göztepe’de iki katlı bir ev yaptırma girişiminde bulunmuş, Emlak Kredi Bankasından kredi almıştı. 1957 yılında bu eve taşındık. Evle ilgili bir tapu işlemi için babam, beni “Kadıköy Tapu Sicil Muhafızlığı”na gönderdi. Saat 08:30’da gitmiştim. İşlemlerin başlamasını, kalabalık bir grupla beraber beklerken, koyu

mavi iş gömlekli çalışanlar “Muhafız Bey geliyor” diye fısıldaştılar. O devrin görgü kurallarına göre, bekleyenler ayağa kalktı. Oluşan koridordan, etrafa selam vererek, orta boylu, gözlüklü ve gri takım elbisesine siyah kolluklar geçirmiş “Muhafız Bey” geçip, odasına girdi. 1979 yılında, bir yıl önce profesör olmuş ben, kendimi oldukça yalnız hissediyordum. Prof. Celal Öker, Prof. Dr. Suphi Artunkal, Doç. Dr. Ali Karamanlıoğlu dünyayı terk etmişlerdi. Türkiye Ecevit ile Demirel arasında gidip geliyordu. Bu iki lidere de bağlı olmayan sağ ve sol gruptan gençler eylem yapıp duruyorlardı. Ders verirken “Forum yapacağız, arkadaşları serbest bırakın, sınıfı boşaltsınlar” diyen devrimci gençler, fakülte ders vermenin de tadını tuzunu kaçırmışlardı. Birden fark ettim ki ben, orta boylu, siyah kolluklu, gözlüklü bir tapu sicil muhafızıyım. Günlerin haritasına bakarken, üst tarafta (yani kuzeyde) yeni günleri gördüm. Güneyde eski günler, güney kutbunda karanlık, yani hatırlanmayacak kadar eski çocukluk günleri vardı. Kuzey kutbu ise ölüm. Batı, Avrupa’da ve Amerika’da veya İstanbul’da yaşanan Batı kültürüne paralel günleri temsil ediyordu. Doğu ise, iç alemimizin yerel kültürle içiçe geçmiş günlerinin toplandığı yöndü. Bu sebeple, hayalimdeki Tapu Sicil Muhafızından, yani yine benden 1943 yılının tapusunu isterken “Şimalden ilkokul başlangıcı, Cenuptan karanlık çocukluk, Şark’tan Feriköy Mezarlığı, gruptan İkinci Dünya Savaşı” gibi sınırlar belirtmiştim. 1979 yılında eski evler, müteahhitler tarafından alınıp apartman haline getiriliyor, sahiplerine de arsa bedeli yerine daire veriliyordu. Tabii ki 1979 dan önce başlamıştı bu yöntem. Şimdi de devam ediyordur. Fakat benim hayatıma 1979 yılında girmişti bu. Feriköy Mezarlığı: Evimizin karşısında, uzaktan, Feriköy Mezarlığı’nın ağaçları görünürdü. O yıllarda Feriköy’e sığan mezarlık, şimdi Okmeydanı’nı 10


aştı. Çevre yoluna doğru indi. 2000’li yıllarda Feriköy Mezarlığı’nı başka bir açıdan, yani çevre yolundan geçtikçe, görüyorum. 1944-46 arası, hiçbir akrabası orada yatmadığı halde bazı akşamlar (akşam serininde) annem, beni ve ikiz kardeşimi Feriköy Mezarlığına götürürdü. Sonraları Aziz Nesin’in de böyle anıları olduğunu öğrendim. Annem bunu yapmasaydı, daha iyi olurdu. Çünkü benim şiirlerime “Ölüm” kokusunun çok fazla sinmesinin sebebi bu ziyaretlerdir. Aşağı yukarı ben yaşta olan bir ölmüş çocuğun taşını okurduk orada. Anneciğim kalksana Işıkları yaksana Erhan kuşun vuruldu Yarasını sarsana. İkiz kardeşim Hüseyin, dış etkilere karşı benden daha fazla zırhlanmış bir ruh yapısında olduğundan, benim kadar etkilenmediğini sanıyorum. Feriköy Mezarlığı’na Annemin son götürüşü 1947 veya 1948’de oldu. Bu defa, biz yaşlarda olan Malatya’lı (Siirt veya Urfa da olabilir) Güler’in menenjitten ölümü sebebiyle gitmiştik. Güler’ in defnedilişinden sonra annesi mezara kapanarak,

Bostan ektim evlek evlek, Dadanmıştı Kara leylek; İstedim yavruma bir çit çekim, Bırakmadı zalim felek. şeklinde bir ağıt okumuştu. Bundan sonra ikimiz de annemizin refakat taleplerini “kesin red” ile yanıtladık. Annem de yalnız gitmeyi güvensiz bulduğundan, mezarlık ziyaretleri son buldu. Büyükannem, mezarlık ziyaretlerini gereksiz bulur, fakat gelinine pek bir şey söylemezdi. Fakat bize “Mezarlığa girince, Selâmün aleyküm ya ehl-el kubur deyin” derdi. Babama sorarak bunun “Selam size ey kabirlerde yatanlar” demek olduğunu öğrenmiştik. Bu selamı, eski mezarlıklarda kullanıyorduk. Feriköy Mezarlığında kavuklu, sarıklı mezartaşı yoktu. Orada yatanlar “o da ne demekmiş bakiyim” diye kızarlar gibi geliyordu bize. Özür ve düzeltme 19. sayımızda yayınlanan, Hüsrev Hatemi Hocamızın yazısında “Kahire’de iki sürgün” şeklindeki başlık yanlışlıkla “Kahire’de iki sürüngen” olarak yazılmıştır. Düzeltir, siz değerli okurlarımızdan ve Hüsrev Hocamızdan özür dileriz.

Futbol oynayan filozof Albert Camus üzerine notlar

Yusuf Genç - Beni şefkatle seviyor musun Yanek? - Seni dünyadaki her şeyden daha çok seviyorum. - Adaletten de mi çok?1

tanrıyla -kendi bilgi eksikliğinden dolayı- problemleri olan bir siyah ayaktı.2 Yine de bana sorulursa söyleyeceğim, Hıristiyanlıktan çok Müslümanlığa yakın olduğudur. Kendisini, çocukların acımasızca ve hesapsızca öldürülebildiği bir dünyaya saldırmakla vazifeli sayan; “Yalnızca sanatı, çocukları ve ölümü seviyorum.”3 diyen bir ahlakçıdır Albert Camus. Saçma felsefesiyle edindiği nihilizm büyüsünü başkaldırma ile gideren, yirminci yüzyılın ‘namussuzca saydığı kafa rahatlığına’ düşmeyen entelektüellerinden biridir. İkinci dünya savaşı sırasında direnişçileri desteklemek için çıkardığı Combat isimli gazete, ticari bir araca dönüşünce Jean Paul Sartre’la tanış-

I. Yirminci yüzyılın kaotik ortamını ve o karmaşa içinde kendine bir yer aramaya çalışan ıstıraplı yirminci yüzyıl insanını en iyi anlamış ve anlatmış Fransız yazarları arasında belki en önemli isimdir Albert Camus. Doğuyu biraz daha yakından okuyabilseydi Müslüman olması işten bile değildi, yine de Müslüman değildi. Hıristiyan hiç olmadı. Tanrıya inanmadığını söylememiz fazla olumsuz olur. Sadece 11


lasa da, Cezayir’de yetişmiş olmasının avantajıdır bu, yaşadığı çağa ve coğrafyaya o bilindik Batılı kör gözle bakmaz. Bir kaç hususun dışında, entelektüel namusu diyebileceğimiz tutum, Camus’de bir manifestodur. “Her fırsatta yalanın kucağına atılır.”6 dediği Avrupa onun kelimeleriyle sıralarsak; katil, karanlık, sıkıntılı, kederli ve bayağıdır. Avrupa kıtası ona göre, yirmi beş yılda yetmiş milyon insanın öldürüldüğü ya da sürüldüğü yerdir. Eserlerinin, doğduğu çağı yeterince anlamak için bir çaba olduğunu söyleyen Camus’nün gözlem gücü, (yeteneği dememeliyim) insanı hayrete düşürecek niteliktedir. Eserleri müthiş tespitler içerir; “1950’nin insanı; zina yapar ve gazete okurdu.”7 gibi cümlelerle insanı sersemleştirebilir. masına vesile olan bu gazeteden ayrıldı. Camus’nün ne kadar haklı olduğu yine kendi cümlesiyle ortaya çıkıyor; savaşın sonu düş kırıklıklarıyla doludur.

IV. 1948 yılında bir papaz grubu karşısında yaptığı konuşmada şöyle diyor; “Ben kendimi size bir Hıristiyan olarak göstermeye çalışacak değilim. Ben de aynı kötülük problemini sizinle paylaşıyorum. Ama sizin umudunuzu paylaşmıyorum ve çocukların acı çektikleri ve öldükleri bir evrene karşı savaşmakta devam edeceğim.”8 Doğu okumalarını yeterince yapmadığını düşündüğüm Albert Camus, aslında kötülük probleminde sıkışıp kalmıştır. Eserlerinde doğuya ait açık bir olumsuz ifade görmediğimi belirtmeliyim. Gazali’nin kötülük problemiyle ilgili cümlelerini okumuş olsaydı, zannediyorum bugün Camus’yü Müslüman bir yazar olarak anacaktık. “Hıristiyanlık gerçek bir huzurdan çok trajik bir umuttur.” der. Hıristiyanlık ve komünizmi birbirinin uzantısı olarak tanımlayan Camus; “Başarısız edebiyatçıların çoğu komünizme yöneliyor. Komünizm, onların sanatçılara yüksekten bakıp yargılamalarına izin veren tek mevki. Bu açıdan Komünist Partisi, tartışmalı yeteneklerin partisidir.”9 diyor ve bu deyiş, bir zamanlar yakalandığı komünizm hastalığının vicdan ve felsefeyle nasıl yenileceğini de gösteriyor.

II. İlk dünya harbinin patlak verdiği tarihlerde Cezayir’de doğdu. Savaş, ilk olarak babasını uzaklaştırdı ondan. Cezayir Üniversitesi’nde eğitimi devam ederken, kendi ifadesiyle ‘verem ve komünizm illetine’ yakalanan Camus, hastalığı yüzünden üniversite futbol takımını bırakmak zorunda kaldı. Futbol hakkındaki düşünceleri ile ilgili ayrı bir yazı bile yazılabilecek kadar bu sporu önemseyen Camus, yakın arkadaşı Charles Poncet’in “Tiyatro mu futbol mu?” sorusuna tereddütsüz futbol cevabı verdiği söylenir.4 Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum, diyen Camus, politik kökenli ahlaki sistemlerin aslında basit olan şeyleri daha karışık göstermeye çalıştığını da söyler. Futbolun basit ahlakının insanlar için daha ‘kolay’ olduğunu iddia eder. III. “Düşünce arttıkça tedirginlik de artar.”5 diyen Albert Camus, ‘suskun kalarak yapacağımız fesat’ der, ‘bizi izleyecek olanların gözündeki mahkûmiyetimiz olur’ Bu yönüyle Camus’yü çağdaşlarından ayıran önemli bir nokta ortaya çıkar; her ne kadar kendini bir Avrupalı olarak tanım-

V. Albert Camus, eserlerinde teknik ve akademik anlamda bir felsefeci olarak görülmese de, düşünce tarihini derinden etkileyen önemli açılımlar ve görüşler ortaya koymuştur. Mustafa Günay’ın da belirt12


tiği gibi; Kierkegaard, Nietzsche, Heidegger gibi filozofların oluşturduğu geleneği izlediği söylenebilir.10 Albert Camus’nün felsefi arka planı saçma/absürd11 kavramı ve başkaldırı üzerine şekillenir. Roman ve düşünce kitaplarında bunları oldukça etkili bir biçim ve anlamda işler. Kendisini varoluşçu filozoflar içinde gösterenlere şiddetle karşı çıkar; “Hayır ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı gerçekten birbirimizle tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söyleni’dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.”12 Camus için aslında en isabetli tanım, Camus’nün vicdan sahibi bir ahlakçı olduğudur.

mutsuz ve zavallı bir yabancıdır. Bu yabancılık içinde hiçbir şey gerçek değildir. Akıl yoluyla evrenin kavranamayacağını söyleyen Camus, bu cümlesine, artık akıla da güvenilemeyeceğini ilave eder. Çünkü akıl her türlü rezil isteklere boyun eğerek, her türlü politikayı kabul eder hale gelmiştir. Çocukların öldürüldüğü bir dünyada yaşam da yaşamaya değmez, bütün bunlar anlamsız, akıl dışı ve saçmadır. Böylesine saçma bir evrende yapacak iki şey kalır insana; intihar etmek ve ‘öteyi’ umut etmek. İntiharın, saçmayı ortadan kaldırmayacağını belirten Camus, intihar etmenin, saçma olan bu hayata değer vermek olduğunu, dolayısıyla onun da saçma olduğunu söyler. Öteyi beklemeyi ise hiç kabul etmez, “Akılla bilinemeyenin akılla görünene tercih edilmesi akıl dışıdır.” der. Öyleyse Albert Camus’ye göre yapılacak tek şey vardır; yaşamak. Her şeyin olanca saçmalığına karşın, yaşamak ve dünyaya karşı direnmektir. Bu direnmeye Camus, kısaca ‘başkaldırmak’ der.15 Buradan itibaren Başkaldırı Felsefesi başlar.

VI. Camus, saçma felsefesinin kurucusu değildir, ancak önemli bir temsilcisidir. Sartre, Camus’nün saçma felsefesiyle ilgili şunları söyler; “Camus’nün felsefesi bir saçma felsefesidir. Ona göre saçma, insan ile dünya, insanın akılsal istekleri ile dünyanın akılsızlığı arasındaki ilişkiden doğar. Bundan çıkardığı temalar klasik kötümserlik temalarıdır.”13 Camus’nün saçma felsefesi üzerine ilk düşünceleri, kendi ifadesiyle, akılla varılmış bir fikirden çok duygusal bir deneydir. İlk defa 1937 yılında yayımlanan Tersi ve Yüzü adlı kitabında saçmanın ilk belirtilerini yansıtır. Tersi ve Yüzü, Camus okurları için düalizmle ilk karşılaşmadır. Dünyanın mükemmel fizik güzelliğine karşın insanın geçiciliği ve bununla ilintili fikirler ciddi ve yoğun bir paradokstur. “İnsan, yaşamı üzerine umutsuz olmadıkça yaşamını sevemez.” der ve ekler; “Benim ölüm korkum yaşama hırsımdan geliyor.”14 Camus’nün saçma felsefesinin temel taşlarının anlaşılabilmesi için Tersi ve Yüzü oldukça bahse değerdir. Saçmayı varlık olarak değil ilişki olarak açıklar.

VIII. Albert Camus, düşünce kitaplarıyla olduğu kadar roman ve diğer edebiyat ürünleriyle de yirminci yüzyılın öne çıkardığı bir isimdir. 1942 yılında yayımladığı Yabancı’sı, bütün eserleri içinde en çok yabancı dile çevrilen ve en çok tartışmaya açılan kitabıdır. Camus’nün, bir roman ve bir düşünce kitabını ardı ardına çıkarması, hayatında iki defa gerçekleşir. Bunlar 1942’de yayımlanan Yabancı ve yine aynı yıl yayınlanan Sisifos Söyleni ile 1947’de yayımlanan Veba ve 1951’de yayımlanan Başkaldıran İnsan’dır. Yabancı ve Sisifos Söyleni’nde Saçma Felsefesini ve intiharı, Veba ve Başkaldıran İnsan’da Başkaldırıyı işlemiştir. Yabancı romanı, insanın ikiyüzlülüğünü, umarsızlığını ve saçmalığını ortaya koyan, çarpıcı bir cümleyle başlar; “Bugün Annem ölmüş. Hatırlamıyorum belki de dündü.”16 Romanın başkarakteri Meursault adında orta sınıf bir Fransız’dır. Meursault, Camus’nün ifade ettiği saçma insan tanımına tamı tamına uyar. İnsanın kendisine ve içinde yaşadığı topluma yabancılaş-

VII. Albert Camus, saçma felsefesinde kısaca kâinatın saçma, akıl dışı ve bilinemez olduğunu söyler. İnsan, toplum, varlık tamamıyla saçmadır. Böyle bir durumda insan ne yaparsa yapsın, başarısız, 13


masının açık örneğidir Meursault. Geçerli hiçbir sebep yokken, sadece güneşin sıcaklığı yüzünden bir Arabı öldürür, yargılanma sürecinde hiçbir şey umurunda değildir. Kendini savunmaz bile. Daha çok hayat karşısında aldığı tavır yargılanmasına neden olur. Tanıklardan biri, Meursault için, annesinin cenazesinde bile üzülmediğini, tabutu başında keyifle sütlü kahve içtiğini söyler, bir başka tanık ise cenaze töreninden birkaç gün sonra sevgilisiyle güle oynaya sinemaya gittiğini ekler. Bu noktadan sonra, yargılanma sebebi cinayet değil de toplum dışı olmak olur. Topluma yabancı olduğu için idam edilir. Sisifos Söyleni, her ne kadar Camus bunu kabul etmese de, saçmanın manifestosudur. Yabancı’da işlenen saçmanın felsefi temeli burada açıklanır. Kaynağını Yunan mitolojisinden alan eser, saçmayı ve mutluluğu irdeler. Sisifos, tanrıların cezalandırması sonucu bir kayayı bir dağın tepesine çıkarmakla görevli mitolojik bir kahramandır. Ancak her defasında kayayı tam tepeye çıkardığında kaya aşağı yuvarlanıyor ve Sisifos bitmek bilmeyen istekle bunu tekrarlamak zorunda kalıyor. Camus saçma kavramını, hem duygusal hem de felsefi olarak bu mitolojik hikâyeyle kurmaya başlar. Sisifos her defasına rağmen tekrar tekrar dener kayayı yukarı çıkarmaya. Bu modern insanın dünyadaki kısır döngüsü/saçmasıdır aslında. Ve bu saçmadan kurtulmak mümkün değildir. Saçma, sadece geriletilebilir Camus’ye göre. Onu geriletmenin yolu da bilinçli bir dirençtir. Sisifos, tanrıları memnun ettiği için mutlu bile sayılabilir. “Önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır; intihar.”17 diyerek giriş yaptığı Sisifos Söyleni’nde, “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter” der ve böylelikle intiharın son sorusunu da cevaplamış olur.

insanlık düşünce tarihine çok ciddi katkı yaptığı reddedilmez bir gerçek. Sadece; “Paraya yönelmiş her yaşam bir ölümdür.”19 sözü bile Camus’nün tavrını anlatmaya yetecektir. Rivayete inanacak olursak, ölümünden birkaç gün önce gazetecilerin: “En saçma ölüm şekli hangisidir.” sorusuna verdiği cevaplar arasında trafik kazasını da sayıyordu Camus. Birkaç gün sonra araba kazasında ölmesi ise gerçekten ilginçtir. Albert Camus, hem okunması hem de sevilmesi gereken bir isim. Gerçekten, Albert Camus’yü seviyorum ama adaletten çok değil.

Notlar: 1- Defterler 2, İthaki Yayınları, 2003, (Çev: Ümit Moran Altan) 2- Siyah Ayak: Cezayir doğumlu Fransızlara verilen isim. 3- Defterler 2, İthaki Yayınları, 2003, (Çev: Ümit Moran Altan) 4- www.camus-society.com, Albert Camus and football 5- Sisifos Söyleni, Can Yayınları, 1997, (Çev: Tahsin Yücel) 6- Denemeler ve bir Alman dosta mektuplar, Say yayınları, Çev: Vedat Günyol, S.Eyüboğlu, 1991 7- Defterler 3, İthaki Yayınları, 2003, (Çev: Ümit Moran Altan) 8- Albert Camus ve başkaldırma edebiyatı, de yayınları, 1965, John Cruıckshank 9- Defterler 2, İthaki Yayınları, 2003, (Çev: Ümit Moran Altan) 10- Camus ve İnsan, Yard. Doç. Dr. Mustafa Günay 11- Saçma için sözlük açıklaması: 1)akla açıkça karşı olan 2)mantık yasalarına aykırı olan... 12- Albert Camus, Lyrical and Critical Essays, 1970 13- Paru, 1945, (Çev: Rasih Güran) 14- Tersi ve Yüzü, Can Yayınları, 1991, (Çev: Hüseyin Demirhan) 15- Başkaldıran İnsan, Can Yayınları, 1995, (Çev: Tahsin Yücel) 16- Yabancı, Can Yayınları, 2005, (Çev: Vedat Günyol) 17- Sisifos Söyleni, Can Yayınları, 1997, (Çev: Tahsin Yücel) 18- Cogito, Wittgenstein: Sessizliğin Grameri, Sayı: 33, YKY 19- Defterler 2, İthaki Yayınları, 2003, (Çev: Ümit

IX. Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki, bu yazı bir Albert Camus yazısı değildir. Bu yazı, Camus üzerine aldığım notların bir araya getirilmesiyle oluştu. Belki de Roland Jaccard’ın, “Wittgenstein’ı Sevmek için 50 Neden”i18 gibi, Camus’yü sevmek için bir nedenler listesi yazmak gerekecektir. Camus’nün,

Moran Altan)

14


Long vehicle Kâmil Yeşil Köprünün üstünden fakülte güzergâhına giden dolmuştayız. Kimleriz? Adını sanını, yerini yurdunu ve mesleğini bilmediğimiz kişiler. Yolcularız, diyelim. Aynı anda birden fazla kişi olabiliyor insan. Mesela şimdi ben hem emekli öğretmenim hem yolcuyum. Hastaneye varınca adım “hasta” olacak. Birden fazla şapka taşımak diyor ya bazıları, şimdi daha iyi anlıyorum bu sözü. Kartvizitin ön yüzü onlarca vasıf içeriyor: öğrenci-yolcu-hasta, üye, veli, vatandaş, zanlı…şimdilik ininceye kadar yolcuyuz hepimiz. Teklik içinde çokluk. Dolmuş, otomatik kapısının merdivenine kadar dolu. Kapı açılır açılmaz içeriye doluşan insanların giyim kuşamlarına, taranıp süslenmelerine bakılırsa hemen hepsi fakülteyle şöyle ya da böyle işi, ilişiği olan insanlar. Yolcuları bir diğerinden ayıran giysisi, duruşu, oturuşu değil sadece. Kokular da insanları ayırıyor birbirinden. Yakın olduğu kadar tamamen zıt duygular uyandıran koku ile lebaleb dolu dolmuşun içi. Nefes yerine parfüm kokusu çekiyorum ve boğuluyorum. Lavanta, karanfil, tıraş losyonu, sigara, deodorant, insan kokusu, ağız kokusu, yeni giyilmiş giysi kokusu... Neden sonra şoförden fanların çalıştırmasını istedi de işi bilen, cesaret sahibi bir yolcu, evet yolcu, biraz olsun rahatladık. Saçlarını briyantinle kafatasının tam ortasında toplamış, kafatası bir deve hörgücü görüntüsü kazanmış, favorileri yukarıdan aşağıya incelerek arkaya doğru alınmış, siyah parlak takım elbiseli, güneş gözlüklü biri var yanımda. Şansa, uğura inanmıyor ama dolmuşa bindikten sonra inişlerin binişlerin çok oluşunu kendisine bağlıyor bu genç. Besmele ile binişine. Daha önce de yaşamıştı buna benzer bir şey. Ne zaman ayakkabıcı Necati’nin dükkanına girse onu tek başına oturuyor bulur, hayırlı işler Necati Ağabey der demez arkadan müşteriler sökün ederdi.

Nasipli adamım vesselam diye düşünürdü o zaman ve için için sevinirdi. Şimdi de uğurunu dolmuşa taşıdığını düşünüyor. Oysa bu saatlerde fakülte güzergâhında öğleye kadar hep böyle kıyamet gibi yolcu olur ama o bunu bilmiyor. Dolmuşun kasislere her girişinde zıplıyor ve yanındaki genç kadına sürtünüyor. Boyu dolmuşun en uzunu olan bir başka genç, koltukta oturan kadının hemen yanı başında ve ayakta. Gözleri yukarıdan aşağıya kadını süzmekle meşgûl, anladığım kadarıyla onun öne doğru eğilmesini kolluyor, böylece daha çok şeyler görebileceğini düşünüyor. Arka koltuk dörtlenmiş. Sanki yaş sırasına göre dizilmiş yolcular. Pencere kenarında altmışını biraz geçmiş, sarışın bir bayan oturuyor. Gözü camdan yana ve hep dışarı bakıyor. Yüzünden anlıyorum içinden geçenleri: Nerden düştüm bu köylülerin, kendini bilmezlerin, görgüsüzlerin içine, diyor. Allah canımı alsa da kurtulsam bu çileden. Ne zaman taşınacak bu fakülte evin yakınındaki yeni binasına? Araba sahibi olmak ve kendisi kendinin şoförü olaraktan fakülteye gidip gelmek yok aklında kadının. Ehliyeti yok öncelikle, sonra da Ankara’da trafiğe çıkacak cesareti. Oğlunu düşünüyor bu ara. İnşallah bu sınavı kazanır da bir devlet dairesine yerleşir, araba alır ve kurtarır kendisini bu sıkıntıdan. Bir gülümseme yayılıyor bu düşünceden sonra kadının yüzüne. Çok hafif bir gülümseme. İnsan hayal ettiği müddetçe yaşıyor ve bazı şeylerin hayali gerçeğinden güzel. Yaşı altmışı biraz geçmiş bu sarışın bayanın yanındaki ikinci yolcu biraz daha genç ondan. Yaşı kırk var mı? Yoksa bile görünüşünden daha yaşlı. Gözlerinin altı hem morarmış hem kapatmaya çalışsa da kırış kırış…Bazı notlar var dizinin üstünde. Eteği sıyrılmış hafiften. Acele ile yer kapma 15


telaşından olacak. Elindeki kalemi hızla satırların altından geçiriyor. Bir sınava hazırlanıyor olmalı. Sınav kâğıdı okuyor da olabilir. Bu ara şoför bağırıyor: “Ücretini gönderemeyen, parasının üstünü alamayan var mı?” Sevdim bu şoförü. Aferin ona. “Yol parasını vermeyenler var, hani nerde kardeşim para? demiyor da “Ücretini gönderemeyen, parasının üstünü alamayan var mı?” diyor. Evet, AB’ye yaklaşıyoruz git gide. Okur-yazar, satırların altını çizer kadın bu söz üzerine hemen çantasına davrandı. Bir 5 YTL çıkardı ve önünde oturan yolcunun omzuna dokundu. - Afedersin, şunu uzatır mısın? Omzuna dokunulan genç kız önce duymazdan geldi bu teklifi. Dokunulmayı da kasisten geçişe verdi. Bayan ısrarla: - Şunu bizahmet iletir misiniz? Başını arkaya çevirmeden parayı isteksizce aldı ve aynı şekilde ön koltukta oturan gencin omzuna dokundu. - Bir kişi uzatır mısınız? O gün öğrendim: “Bir kişi uzatmak” verilen paradan bir kişilik ücret almak demek. En arkadan öne doğru birkaç dakika sürdü bu uzatmalar. Sonunda şoförün hemen arkasındaki koltukta oturan ve bütün paraları önce şoföre sonra da ondan aldığı para üstlerini arkaya uzatan yolcu patladı. - İyi ki oturduk şuraya. Arkadaş, kendiniz versenize paranızı. Al-laaah Al-laaah…. Muavine çevirdiniz beni….. Kaptaaan, sen de bir muavin alsana arkadaş. Temiz mi pis mi belli değil, elden ele para…geçmiş en arkaya herifçioğlu…..uzatır mısın? Bunları duymamış gibi bir el daha uzandı tam o sırada. - Uzatır mısınız? Bir bayan sesi idi duyduğu. Alsa mı? Bir tereddüt. Sonra birden fikrini değiştirdi. “Alamam bayan” dedi. “Herkes kendi parasını kendisi versin.”

derken genellikle geç kalıyor durağa. Dolmuş geldiğinde çoktan dolmuş oluyor araç. En önde oturan yolcuyu şanslı biri olarak görüyor bu yüzden kadın. Ne arkadan uzatılan paraları öne iletmek var ne koku ne sıkışmışlık. Oh! Açmış pencereyi, hem havasını alıyor temiz temiz hem sağına, soluna bakarak gazetesini okuyor. Kırk beş dakikalık yolculuk ayakta bitmek bilmiyor yoksa. Bugün nasıl olduysa ilk defa erken çıktı evden. Dolmuşa bindiğinde fark etti bu erkenliği. Kendi de şaştı, acaba niçin dolmamış bu dolmuş bu zamana kadar? Saatine baktı. Evet… Saati ileri gitmişti on beş dakika. İlk defa yanlış bir aletten, arızalı bir saatten olumlu sonuç aldı. Geri almayacak saatini. Üçüncü yolcu yirmi beş, otuz yaşlarında ve erkek. İki kadın arasında oturmaktan gayetle rahatsız. Soldakinin parfümü yasemin mi? Yasemin olmalı. İçine çektikçe kokuyu, duyguları değişiyor. Ama sağdakinin parfümü başını döndürdü, midesine vurdu. Bundan dolayı başını sağ omzuna yıkmış olarak oturuyor. Hiçbir şeyle meşgul değil. Elinde ne çanta ne evrak… gözü yolcularda. Bakıyorum zihni karışık değil. Bir şey düşünmüyor. Ne endişe ne sevinç hali. Bana yankesici imiş gibi geldi. Biraz sonra sayın yolcular lütfen ceplerinize mukayyet olun, diye bağıracak ve elini cüzdanın bulunduğu yere götüren yolcuları böylelikle tespit edecek ve sonra da gereğini belleyecekmiş gibi bir hava aldım. Ellerini göbeğinin üstünde halkalamış, etrafı seyrediyor. Bir ara göz göze geldik onunla. Sanki daha önce bir yerlerde karşılaşmış ama çıkaramamış gibi bakıştık. İkimiz de benzetmiş olmalıyız birine. Bakışlarımızı kaçırdık sonra. Ben onun yanındaki dördüncü yolcuya çevirdim gözlerimi, o, arkasını kendine doğru dönmüş kadının beyaz pantolonuna. Dördüncü yolcunun kulakları kulaklık ile tıkalı. Elinde mp3. Hafifçe başını oynatarak dinlediği şarkıya katılıyor sallanarak fiziği ile. Ağzında sakız. Kulaklıktan çıkan müzik sesi bana kadar geliyor ama tınıdan tam bir şey anlamıyorum. Sadece bir gürültü, metalik bir ses bulutu geliyor kulağıma. Ne müziği dinliyor ve şarkıcı kim, neler diyor belli değil. Ama eminim yanında oturan kişi şarkıyı

Kırk yaşlarında, dizindeki kağıtları okumakla meşgul bayan bir koltuk bulduğu için mutlu idi. Çünkü makyajdı, kahvaltıydı, çanta hazırlamaktı 16


Fotoğraf: Ali İhsan Gökçen

güftesi ve makamı ile duyuyordur. Evet, modern insan bu işte. Her daim meşgul. Düşünmeye fırsat vermeyin denilmiş de mucitler bunu bulmuş sanki. Hiç kimse yanındaki ile iki kelam etmemeli. Bir şey de düşünmemeli. Beyin devamlı meşgul edilmeli. Şu bayan yolcu öğrenci olmalı. Arkadan bir önceki koltukta oturan bayın elinde bir dergi var. Bir kültür-sanat dergisi olmalı. Çünkü sayfalarını hızla çevirdiğinde, dergide resimlere, şekillere fazla yer verilmediğini gördüm. Dedim bu bir edebiyat dergisi olmalı. Yazıların üstünde yazarın bir fotoğrafından başka bir görüntü yoktu. Genç adam baştan sona dergiyi taradıktan sonra ortadan bir sayfayı açtı ve dizlerini üstüne yaydı. Galiba benim yazı ile ilgilendiğimi fark etmişti. Çünkü ne zaman açılmış bir dergi, kitap görsem içim kıpır kıpır bir merakla dolar. Ne okuyor acaba? Derginin adını, içeriğini tam olarak anlayamasam da bazı sayfalarda şiir görmem doğrusu beni heyecanlandırdı. Açık sayfa, sol üst köşede yazarın bir fotoğrafı ile başlıyordu. Metin iki sütun hâlinde dizilmişti ve galiba bir deneme idi. Düşünceler ve Akımlar gibi bir adı vardı yanılmıyorsam. Dergi sahibi yolcu, evet kartvizit genişliyor; dergi sahibi ve yolcu, neden sonra hoşlanmamış olmalı bu ilgimden, cep telefonunu getirdi, giriş paragrafının üstüne koydu. Telefonun ekranında büyük harflerle adını yazmış. Dikkatle bakılırsa okunabilecek bu isimle ilgilenmedim. Neden sonra telefonu aldı, fotoğrafın yanına paralel olarak koydu. Bu arada dolmuşa inişler-binişler devam ediyor. “Biraz daha sıkışabilir miyiz, lütfen. Bir adım daha atsanız yeter.” ricalarına hafif bir hareketle de olsa karşılık vermeye çalışanları fark ettim. Bu ara dergi sahibi yolcu, telefonun zilini en üst seviyede ayarlamış olmalı ki herkes kulaklarını tırmalayan sesi yüzünü buruşturarak karşıladı. Dolmuşun sıcak, kokulu, sıkışık havasına yayılan Bethoven 9 th symphony melodisi herkesin beyninde. Adam bir türlü açmıyor telefonu. Oysa dergiyi okumayı bırakmış, önünde öten telefona bakıyordu. Herhalde diye düşündüm, konuşmak istemediği bir kişi arıyor. Üçüncü çalıştan sonra aldı telefonu eline. “Alo, Yardımcı Doçent Doktor Fahri Uygun ben, buyurun.” Şimdi bir de böyle

takdim çıktı. “Ben filanca” demiyor da adınınsoyadının sonuna ekliyor “ben”i. Enteresan, ilginç, tuhaf ve de acayip. Kendini tanıtmaktan memnun bir eda ile konuşmaya başladığında etrafını unutmuştu. Dolmuştaki yolcular, ben dahil, evet ben bir yolcuyum, konuşan kişinin Elazığlı olduğunu, kaç yıl Fransa’da kaldığını, Doçentlik sınavı için fakülteye gittiğini, bu kariyerden sonra evleneceğini, Doçentlik jürisinde kimlerin bulunduğunu, kimlerle ön görüşme yaptığını her bir şeyi öğrenmekle kalmadık, önünde açık duran derginin bir düşünce-kültür dergisi olduğunu, zekiyim ve de ileri görüşlüyüm vesselam, bir görüşte anladım adamın elindeki derginin bir kültür dergisi olduğunu; bu sayısında bir makalesinin yayımlandığını, arkadaşının bunu okumasından ne kadar memnun olduğunu ve daha neler nelerini en ince ayrıntısına kadar öğrendik. Konuşmasını bitirdiğinde gayet rahatlamış olarak sırtını koltuğa dayadı. Etrafındaki kişilere tek tek göz gezdirerek derin bir nefes aldı. Anladık: Bu dolmuşta bir Yardımcı Doçent Doktor var. Elindeki dergide de fotoğraflı bir makalesi. Tevekkeli o sayfayı açıp koymamıştı dizlerinin üstüne. Bu arada yeni bir bayan yolcu bindi ve gelip önümde ayakta durdu. Giyimine, süslenişine bakılırsa okumuş-yazmış olmalıydı. Ama kokusunu alınca onun hiç de mürekkep yalamış biri olmadığını düşündüm. Biz ilkokuldayken beslenme saatinde Amerikan süt tozundan imal edilmiş ayran, süt verirlerdi. Yapımından mı karışımından mı bilmem, 17


hiçbirimiz iştahla içememişizdir o sütleri, ayranları. Bir iki yudum alır ve öğretmenimizden izin alarak okulun arka duvarının dibine dökerdik. Bir ay geçti-geçmedi, okulun arka tarafı ekşi ekşi kokmaya başladı. İşte tam bu ekşimiş Amerikan süt tozundan yapılmış ayran gibi kokuyordu kadının parfümü. Kokular nefeslere, nefesler seslere karışmış olarak gidiyoruz. Ne güzel! Biri iniyor ve hemen yeri dolduruluyor. Küçük bir kâinatız, kâinattayız ve kâinat boşluk kabul etmiyor. Şimdi oturmuş, arkasını koltuğa yaslanmış ve bu yolculuk boyunca bu koltuk tapulu yerim dercesine oturan kişi biraz sonra kalkıp gidecek. Kaptan şoför biraz geçirmiş olsa iniş durağını, 1 ytl’ye oturduğu koltuğu değil, içindekilerle dolmuşu satın aldığının düşünen yolcu, sahibi olduğu yeri hızla terk edecek ve duymuyor musun kardeşim, müsait yerde inecek var, demedik mi, diye bağıracak. Kaçıncı durağı geçtik, önümüzde daha kaç durak var bilmiyorum. İniş-binişler doğal bir süreç olarak devam ediyor. İşte yaşlı bir teyze ve yanında kocası bey amca. Sanırım fakülte hastanesine gidiyorlar. BİSMİLLAH diyerek bindiler dolmuşa. Ve ayakta, cebinden para çıkarmaya çalışıyor bey amca eşine tutunarak. Ayaklarımın altı falakaya yatmış gibi acıyor, belim ağrıyor. Diyorum ki içimden, inşallah biri kalkar da yer verir bu yaşlılara. Yoksa ben kalkacağım. Bu düşünce daha başka bir düşünceyi bırakmadan yerini, iki genç kız kalkıyor ayağa, bey amca diyor, buyurun oturun. Zahmet etmeseydin kızım diyor, bey amca. Ne gereği vardı diyor sonra nezaket göstererek. Gereği var efendim, diyorum, gereği var. Buyurun oturun. İşte bu. Seviniyorum kendi adıma, ben yer vermişim gibi seviniyorum. Giyimi aşırı, makyajı aşırı, görünüşünde iş yok ama sorumluluk sahibi imiş gençler, bravo doğrusu. Gülümsüyorum onlara. Bir gün sizin için de birileri koltuğundan kalkacak, diyorum içimden.

bayan, dedi, buyurun oturun.” Ön koltuktakiler dahil herkes duydu bu genç bayanın davetini. Yerine buyur ettiği bayan altmışını çoktan devirmiş. Elinin-yüzünün derisinden suyun çekildiği görünmesine rağmen incir kabuğu gibi kırış kırış olmuş derisini özenle makyajlamış. Biz yolcular, evet biz bir yolcuyuz, bekliyorduk ki teşekkür ederim kızım diyecek ve oturacak yaşlı kadın. Ağzından çıkan sadece bir hakaret sözü oldu: “Bana baksana sen, sen bana şu başındaki bez parçasıyla yaşlı mı demek istiyorsun bana? Aklı sıra Müslümanlık satıyor…. Herkesin canı burnunda. Bir an önce bitsin şu yol işkencesi derken hepimiz bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi. Konuşmayan, sadece dinleyen yer veren küçük hanımdı: -Hamfendi, bakın bu olmadı. Size yakışmadı doğrusu. -İstersen otur teyze. -Yaşından başından utan. -Ne var şimdi bunda. Sen de para verdin bu küçük hanım da. -Hakaret etmen gerekmezdi. Kibarca reddedebilirdiniz. -Ne bu alınganlık? Anlaşılan örtülü genç kızdan hoşlanmadı yaşlı. Acaba neden? Bilmiyorum. Dolmuştakiler de bilmiyor. Sanırım örtüyü kamusal alanda görmek rahatsız etti onu. Bereket versin fazla büyümedi olay. Yaşlı kadın ilk durakta indi. Ortalıktaki sükûtu bozan da telefonlar oldu. Benim zihnim ise allak bullak. Biraz önce yaşlı çifte yer veren gençlerin yaydığı memnuniyet hemen uçtu ruhumdan. “Kadın olmayacaktı ki gösterecektim ileri geri konuşmayı. Şerefsiz. İstersen otur. Git ayakta. Sürte sürttüre. Bir ayağı çukurda hâlâ ideoloji peşinde. Telefon sesleri doldurmasaydı dolmuşun içini, açıktan da söyleyecektim her şeyi nerdeyse.

Elinde kitap, defter taşıdığına göre öğrenci olmalı. Nasıl olmuşsa bu kalabalık içinde bir yer bulmuş dolmuşta. Kalkış noktasında binmiş olmalı. Cam kenarında otursa da dolmuştaki indi-bindi hareketleriyle de ilgilenmiş olmalı. Yaşlı bayana yer vermek isteği ile hemen davrandı. “Bakar mısınız

Sanki birbirlerini kolluyorlarmış gibi aynı anda herkes telefonla konuşuyor. Hayretle gördüm ki herkes telefon taşıyor bu ülkede. Bazılarında iki tane hem. Kimi bir şarkı, 18


kimi ilahi, kimi arı vızıltısı, kimi ring ring, kimi lov ile veriyor alarmı. Kıyamet sahnesi gibi bir şey oldu dolmuşun içi. Zili Fenerbahçe marşı çalan yolcu: -Alo, geliyorum, on dakika sonra ordayım. Zili Çekirge şarkısı çalan yolcu: -Efendim, dün akşam yatırdım parayı banka hesabınıza. Zili Godfather çalan yolcu: - Alo, alo, sesin gelmiyor baba, hah, şimdi tamam, gene kesildi kahretsin… Zili Yunus Emre ilahisi çalan yolcu: Aleykümselam, tamam abi…olur abi.. hamdolsun abi…

-Ay ben kan görmeye dayanamam. -Kolonya yok mu kolonya. -Suyu olan var mı su. -Amanın başımıza gelenler. -Vay anasına sınava da geç kaldık. -Müsaade eder misiniz? -Ablacım bi saniye. -Alooo, araba kaza yaptı, biraz geç…. -Polis çağırayım mı kaptan? -Ambülans çağırın ambülans. -Ama bırak onu, bunu bey amca ölüyor. Var mı içinizden Yasin filan okumasını bilen. -Ben okurum, bi saniye, müsaade edin. Baktım, ben okurum diyene. Saçlarını tepesinde sağdan soldan getirerek briyantinle deve hörgücü yapan genç. Başladı ezberden okumaya. Elinde sınav kağıtları okuyor sandığım bayan sonra. Nerden bulduysa başına bir eşarp geçirmiş, elinde bir Amme cüzü. Allahım dedim, sana şükürler olsun. Hâlâ fatiha okuyacak, Yasin okuyacak insanımız var. Hâla yaşlılara yer veren genç kızlarımız var. Ölsem de gam yemem. Şükürler olsun Rabbim. Yaşım altmışı geçti ama demek, geçmeyen bazı şeyler de varmış. Ölmeden önce bunları da gördüm, şükürler olsun. Tam bu sırada. Evet, evet tam bu esnada. Hiç fark etmemişim doğrusu. Onu gördüm yanımda. Elinde spor gazetesi, ağzında ciklet, gözleri oynar bir orta yaşlı. Başucunda ayakta bekleyen kadının biraz şişmanca oluşundan şüphelenmiş olmalı ki ensesini geriye yıktı ve bayana doğru başını çevirerek: -Af edersiniz abla, dedi hamile misiniz? - Sana ne kardeşim dedi kadın bağırarak. Sana ne? Terbiyesiz. Adam sanki hiçbir şey olmamış gibi, gayet masumane, koltuğa yapıştırılmış çıkmayı gösterdi. Bak dedi ne yazıyor? “YAŞLILARA, ENGELLİLERE VE HAMİLELERE YER VERİNİZ.” Sonra özür diler gibi: -Şeyyy dedi, hamile iseniz kalkıp yer verecektim de…

Ses sesi kovalıyor. Kısık ses ince bir sese dönüşüyor. -Ben şimdi geliyorum ağzını burnunu kırmaya onun, gidinin çocuğu.. - Allah şifa versin dostum. - Ben evrakları teslim ettim. Ha, evet, hepsi tamam, fotoğraflar. Makalelerimden fotokopileri de koydum şeffaf dosyanın içine. - İnterneti kapattırdım. (Gayet kuvvetli bir kahkahadan sonra) baktım çocuk ders çalışmıyor, ben de.. - Tamam, öğleden sonra Meclis’teyim. Milletvekili ile görüştüm, görüşmez olur muyum. Ama bir halt yiyeceğini sanmıyorum o pezevengin. Ha, hı dedi o kadar. - Kapatamazlar ağabeyciğim, görmüyor musun dünya ayağa kalktı. - Kurtarmaz ağbi. Valla kurtarmaz. -Bay bay. -Hadi öptüm. -Allah’a emanet. Bu hengâmede olmayacak da kaza ne zaman olacak? Allah şoförlere güç versin, derken “gümmm” diye bir sesle sarsıldık. Yolcular olarak hepimiz sandık ki arkadan bir araba dolmuşa çarptı herhalde. Meğer ses önden gelmiş. Dolmuş nasıl olmuşsa, aniden firen yapan taksinin tamponundan giydirmiş. Tampona vurmasıyla içerideki yaşlı teyze ile bey amca kafa kafaya… 19


Muhtaç Seyfullah Aslan - Cengiz nasıl? - Sürekli ağlıyor.

diyordu. Cengiz gülmüştü. Hocaya mı güldü, başka bir şey mi düşünüyordu, anlayamadım. Hava güzeldi. Islak bir güneş vardı dışarıda. Ellerimizle dokunabileceğimiz duruluktaki gökyüzü ruhumuzu yumuşatıyordu. Cengiz sanki bu manzaraya hayran kalmışçasına gözünü hiç ayırmadan dışarı bakıyordu. Herkes bahçedeydi. Kızlar erkeklerin aklını başından alıyordu. Erkekler akıllı olduklarını düşünüyordu, onları tavladıklarında. Cengiz de bunları düşünüyor muydu acaba? O zaman soramamıştım. Tam ben, dersteki kısa cümlelerle konuşmuş olmamızdan cesaretle, hadi dışarı çıkalım diyecekken, “Dışarı çıkalım mı?” dedi. Cengiz o teneffüsten sonra sürekli anlattı. Aklı başında iki adam gibi her şey üzerine konuşuyorduk. Ne kadar çok şey biliyorduk. O anlatıyordu, ben anlatıyordum. Dinliyorduk bir birimizi. Cengiz’in büyük laflar etmesine artık alışmıştım. Her teneffüs konuşuyorduk. Hatta derste hoca bize yanlış gelen bir şey söylediğinde, hocayla tartışıp zihnimizi bulandırmak yerine hocanın yanlışı üzerinden notlarımızı alıyor, bir sonraki teneffüste doğruları tartışıyorduk. İki kişiydik. Başka arkadaşımız olmamıştı. Cengiz’in evi uzak bir semtteydi. Yürüyerek gidip geliyordu. Bazen yollarımızın kesiştiği gazete bayiinin önünde birbirimizi beklerdik. Bazen ben onun evine doğru yürüdüm. Hiçbir zaman okula tek gitmemiştik bu nedenle. Artık herkes bizi iki garip, iki suskun, iki konuşkan, iki arkadaş, iki yabani görür olmuştu. Biz ilgilenmiyorduk bunlarla. Çünkü ben delikanlıydım, Cengiz ise henüz ihtiyarlamamıştı. Okul bittikten sonra Cengiz’le sürekli görüşmeye çalıştık. Ta ki üniversite sonuçları elimize gelene kadar. Cengiz Eskişehir’de okuyacaktı. Ben yine İstanbul’da kalıyordum. Onu tren garından Eskişehir’e uğurlarken bir şey konuşamadık. Yine o ilk tanışmamızdaki hale dönmüştük. O günleri

Cengiz genç bir adam. Ancak yüzüne baktığınızda gençliğinin çöktüğüne şahit olursunuz. Acının buruşturduğu yaprak gibidir Cengiz. Yine de bunca acıyla ayakta durmasına ve ağlamaya gücünün olmasına şaşırıyor insan. Onu lise sıralarında tanıdım. Boylarımızın uzunluğundan dolayı en arkaya atılınca tanıştık. Sakindi. Sürekli ellerine bakıyordu. Bazen başını kaldırıp sınıfın penceresinden dışarı baktığında gözlerindeki ışığı, saçlarına ve kaşlarına yerleşmiş simsiyah rengi ve yüzündeki o alaycı bakışı görürdünüz. Önceleri pek muhabbetimiz olmadı. Bazen bir silgi isterken, bazen hocanın yazdırdığı son cümleyi kaçırdığımızda yani bir birimize muhtaç olduğumuz zamanlarda bir iki kelimelik konuşmalarımız olurdu. Onunla yan yana oturdukça ben de daha sakinleşiyor ve o derin kuyuların anlamını anlıyor gibiydim. Bir yerlere bakıyordu sürekli. Pencereden dışarıya ya da içine. İçine baktığı zamanları anlıyordum. Çünkü o zamanlar ellerine bakıyordu. Parmaklarını inceliyordu. Ben, o parmaklarını inceledikçe, aslında evire çevire hayatına bakmaya çalıştığını anlıyordum. Onu gözümde büyütmüş bir hikâye kahramanına çevirmiştim adeta. Uzun zaman sonra, aynı sıraya oturduktan kim bilir kaç ay sonra, bana döndü ve “Adın neydi senin?” diye sordu. Şaşırmıştım. Heyecandan adımı unutmuştum. “Benim… adım… Ahmet.” diyebildim zorlukla. Bana bakıyordu; yüz hatlarıma, saçlarıma… Yüzümdeki şaşkın ve heyecanlı ifadeyi görecek diye korkmuştum. Onun ilgisini dağıtmak için “Senin adını ben biliyorum.” dedim. Hiçbir şey söylemedi. Yüzünü pencereye çevirdiğinde hoca tahtaya matematik formülleri yazmış, “Bu formüller hayatınızı kurtaracak ama farkında değilsiniz.” 20


Fotoğraf: Kerim Akbulut

hatırlamak için “Adın neydi senin?” diye sordum. Cengiz, trene doğru yürürken birden durdu. Bir iki mektupla haberleştik. İyi olduğunu, hatta arkadaşları olduğunu alaylı cümlelerle haber veriyordu. Ancak Cengiz’e gönderdiğim üçüncü mektuba cevap alamamıştım. Bir aya yakın zaman geçmişti ama Cengiz’in mektubu gelmemişti. Artık Cengiz’den haber alamıyordum. Bugünkü gibi cep telefonlarımız yoktu. Kaldığını tahmin ettiğim yurtları arıyordum. Cengiz diye biri yoktu. Kimseye soramıyordum. Ailesi de haber alamadıklarını söylüyordu. Babası Eskişehir’de aramadık yer bırakmamış. Polise kayıp ihbarı yapmışlar çaresizce. Ülke karışıktı. Herkes, sokak ortasında ölümün yakalamasından korkarak çıkıyordu evden. Evde yakalasındı ölüm. Atalarımız böyle öğretmişti. Cengiz’e belki de atalar kanununu uygulatmamışlardı. Yıllar geçmişti. Cengiz’den haber gelmediği her gün annesi ağlıyordu. Babası bir iki yılda otuz yıl yaşlanmış gibiydi. Ben hayatın gündelik işleri arasında Cengiz’e yer kaldıkça düşünüyordum. Artık okulu bitirmiştim. Annemin telkinleriyle evlenmiş, kendi isteğimle evimi kurmuştum. Üniversitede asistan olmuştum. O yılların en karışık ateşine düşmüştüm. Eşim endişeliydi. Annem endişeliydi. Ben sadece düşünüyordum. Yıllar sonra Cengiz çıkageldi. Babası ölmüştü. Annesi son nefesini vermek üzereydi. Yine o ilk tanışmamızdaki gibi hiçbir şey soramadım. Neredesin bunca yıl, diyemedim. Gençliğinin simsiyah saçlarından eser kalmamıştı. Yüzünde ağır bir yarayı taşır gibi hep sol yanağı seğiriyordu. Ellerine bakıyordu yine. Eski Cengiz olmuştu birden gözümde. Babasının mezarını ziyaret ettiğinde gözünden tek damla yaş gelmemişti. Bakıyordu sadece mezara. Ölüme bakıyordu belki de. Bir hafta sonra annesi de ölmüştü. Cengiz yine sessiz ve sakin bir yüzle karşılamıştı bu ölümü. Ben ağlamıştım oysa. Onu anlayamıyordum. Eski Cengiz olsa belki bir şeyler konuşabilirdim. Şimdiyse, karanlık ve uzun yıllarıyla karşımda duruyordu. Ona bir şey sorsam her şeyin tuz buz olup dökülmesinden ve bu rüyadan aniden uyanmaktan korkuyorum. İki hafta sonra Cengiz’in baba yadigârı evine

gittim. Kapıyı tıkladım. Açan olmadı. Perdeler çekilmişti. İçeride ışık yoktu. Ama Cengiz’in evde olduğunu hissediyordum. Bir sefer daha vurdum kapıya. Cengiz bembeyaz olmuştu. Yüzü iyice çökmüş, zayıflamış ve artık uzaklara bakamayacak kadar yorulmuştu. İçine de bakamıyordu bes belli. Ellerine bakmıyordu artık. Yer tahtaları arasında açılmış boşluklardan bir yerlere bakıyordu. “Bana bak Cengiz.” dedim tüm cesaretimle. Bana baktı. Ürpermiştim. Cesaretimi kaybetmiştim. Ben de tahtaların arasındaki karanlığa baktım. Belki bir dakika, belki bir saat öylece kaldık. Karanlığa baktıkça içime baktım. Anlamıştım sanki, neden Cengiz’in karanlığa baktığını. “Cengiz, hadi hazırlan dışarı çıkalım.” dedim. Açılmıştı. Dur durak bilmeden anlatıyordu. Yine ellerine bakmaya başlamıştı. Bu iyiye işaretti. Biriktirdiklerini bu deniz kenarında bir taşa bağlayıp suya atmalıydı. Yeniden simsiyah saçlar içindeki Cengiz olması mümkün değilse bile, her şeye yeniden başlayacak sebeplerini görecek kadar içinin aydınlanması lazımdı. Yurtdışındaymış yıllarca. Üniversitedeki arkadaşlarıyla ideolojik fikirlerin peşinden koşmuş. Daha üniversitenin ilk aylarında kavgalara karışmaya başlamış. Onun gibi sakin birinin kavgalara karışmasını bir türlü anlayamıyordum. Ülkeyi kurtarmak için kavgalara girdiğini söylüyordu. Ne yapabilirdim ki diyordu, bir gruba girmesem, 21


diğerinin düşmanı olacaktım. Bir tercih yaptım. Zamanla, diyordu, her şey keskinleşti: ülkemiz için devrim yapmaktan, halkımızın özgürlüğünden, tutsak olmamaktan bahsediyorduk. Sonra biz başka şeylerin tutsağı olduk. Kör fikirlerimizin karanlığında süzülüyorduk. Tüm bunları “Aydınlık gelecek için” sloganları atarken yapıyorduk. Ne yazık ki o zaman farkında değildim birçok şeyin. Cengiz kendini bu konuşmamıza rağmen toparlayamadı. Zihnini tazelediğim için belki daha çok kanadı yarası. Boş kaldıkça yarasıyla ilgileniyordu. Bir işi yoktu. Çalışamıyordu. Küçük bir kitapçı açtık elbirliğiyle. Kendine yeter bir şeyler kazansın istiyordum. Kitapçıyı açtığımız gün “Hep kaybetmiş birinin kazanmak için bir yer açması ne tuhaf.” demişti. Artık her şeyin hızlandığı bir devre girmiştik. Cengiz yüzündeki o yorgunluğa rağmen kitapçısını büyütmüştü. Dul bir kadınla evlenmişti. Baba yadigârı evi bir güzel tamir ettirmişti. Daha sevecen biri olmuştu. Yüzü gülüyordu. İçindeki kızgınlığı atmış gibiydi. Yanağındaki seğirme geçmişti. Bir gün öğle vakti, dükkânının kapalı olduğunu gördüm. Evine gittim. Avlunun önü kalabalıktı. İçeriden ağlamalar, bağrışmalar duyuluyordu. Cengiz’in eşi ölmüştü. Cengiz’i aradı gözlerim. Evin arka tarafına gittiğini söylediler. Erik ağacına yaslanmış ağlıyordu. Onu ilk defa ağlarken görüyordum. Babasına, annesine ağlamayan adam üç yıllık karısına ağlıyordu. Beni görünce ayağa kalktı, bir çocuk gibi boynuma sarıldı. Cenazede Cengiz’in yanındaydım. Mezarın başından uzun saatler boyunca ayrılmadı. Ağlıyordu. Eve geldik. İçeri girer girmez eşinin fotoğraflarını çıkardı. Fotoğraflara baktıkça ağladı. Ağladı. Ağladı. Elleri titriyor, hıçkırıyordu. Cengiz şimdi gerçekten bambaşka biri olmuştu. Onu değiştiren, onu daha önce ağlatmayıp şimdi ağlatan duygu neydi? Akşam eve geldiğimde Cengiz’in o hali gözümün önünden hâlâ gitmemişti. Yorgunluğumu okuyan eşim sordu: - Cengiz nasıl? - Sürekli ağlıyor.

Esra Elönü Kız uykusu Çok sürmezdi Keserdi gülmeyi Dışarıda tükürük yağınca Havanın tersine gelirdik Babasıyla aynı yaşta bir kız çocuğu Yapar ilk lapa şakasını Karyola Karyola Karyola Yeri değişen uyku otobüsünde İlk beş dakika dalları uzar gırtlak ağaçlarının Bağırdıkça sesi tanımsızlaşır Yabancılığı büyür. Bir balık getirir baba Kılçığı çıkmadan akşamüstlerinin İçinden çıkarır ritmik ağıdını Söylenerek karalar teni esmer kağıdı.. Ne diye verdik kızımızı uykuya? Ne diye biz aldık alamadığı uykuyu.

İstanbul’da Derkenar Tüm N-T mağazaları, Fatih Ağaç, Fatih Ensar Neşriyat, Beyoğlu Simurg, Beyoğlu Mephisto, Beyoğlu İnsan, Çemberlitaş Fırat Kültür Merkezi, Beyazid Sahaflar Kitap Sarayı, Üsküdar Kaknüs, Üsküdar İskele Gazete Bayii Ayrıntılı liste için: www.derkenar.gen.tr 22


Mermer ve ölü Mustafa Kılıç Çamurlu patika yolda dört kişi yürüyordu. Ayaklarını bastıkları yer, önce çamurun içerisine biraz gömülüyor, ayaklarını kaldırmalarıyla beraber oluşan çukura sular doluşuyordu. Bir bayram sabahıydı bu. Biraz sisli, biraz yağmur yağmış. Fotoğraf: Kerim Akbulut

Dört kişilik grubun en arkasında Kerim, onun önünde babası ve iki amcası yürüyordu. Kerim onyedi yaşında, kısa sarı saçlı, parlak suratlı, gülünce yanağında gamzesi çıkan bir çocuk. Paçasına bulaşan çamurlara aldırış etmeden, göğsüne bastırdığı Kur’an’la, toprağa bata çıka yürümeye çalışıyordu. Babası ve iki amcasının konuşmaları da olmasa yalnız başına yürüdüğüne inanacaktı. Yağmurun dinmesiyle beraber toprağın kokusu hoş bir rayihaya dönüşmüştü sanki insanın ruhuna ve bedenine dinginlik veren. Serçelerin ince sesleri arasına, bet karga bağrışmaları karışsa da rahatsızlık vermiyordu bu. Şuralarda kimsenin bilmediği küçük bir dere olsa, diye geçirdi içinden Kerim; içerisinde ufak tefek balıklar, derenin hemen yanında geniş gövdeli bir de ağaç, ne ağacı olduğu fark etmez. Gövdesi geniş, kökleri sağlam, boyu uzun, yaprakları yeşil ve sık olsun yeter. O ağacın altına uzansam –bir çınarın ferahlığını istiyordu Kerim- burnumda toprağın kokusu, derenin suyu paçalarıma değdi değecek, rüzgâr ve sallanan ağaç yaprakları bana ninni okusa, üstüm başım çamur olacakmış, olsun; çeksem içime bir nefeste şu bulutları, diye düşünüyordu ki babasının ve amcalarının konuşma seyrinde yükselen sesleri onu bu düşüncelerinden sıyırıp attı bir an anda. Mezarlığın kapısından içeriye ilk olarak Kerim’in babası girdi. Anlamsız konuşmalar artık tükenmiş; etrafı kısa süreli de olsa huzur verici bir sessizlik donatmıştı. Rüzgârın ince sedası artık daha berrak duyuluyor, serçelerin nerede ötüştükleri, kargala-

rın hangi köşede oyunbozanlık yaptıkları nihayet anlaşılabiliyordu. Gözün alabildiği yerin ne olduğu, ne manaya geldiği bu sessizlikle daha da bir anlam kazanıyordu. Mezarlığın sonuna kadar yürüdüler. Gruptaki herkesin yerini bildiği bir mezarın başında hep birlikte toplandılar. Kerim daha önce gelmemişti bu mezara ya da o öyle hatırlıyordu, geçmişin silinik yüzü arasında kaybolup gitmişti o günler. Dedesinin mezarına bir zaman öylece baktı Kerim, onu hiç tanımadığı için dedesiyle ilgili güzel hatıralar canlanmadı gözlerinde. İncir ağacından düşüp kolunu incittiği zamanda dedesi ölüydü, hepsi pekiyi olan ilk karnesini koşa koşa eve getirirken de. Ancak bir yabancı kadar yakındı ona. Babasının “hadi bakalım Kerim” demesiyle, sıyrıldı düşüncelerinden, göğsüne bastırdığı Kuran’ı avuçlarının içine alıp, daha önceden yerini belli ettiği bir sayfayı açtı. Sessizce besmele çekerek yine sessizce okumaya başladı. Sadece dudakları kımıldıyordu: “Yâsîn. Velku’ranil hakîm…” Şimdi sadece rüzgârın ince esintisi, kuşların 23


tertipli bir koroyu andıran ritimleri duyuluyordu. Kerim’in babası ve iki amcası birer fatiha okumakla yetinerek aralarında sohbete etmeye başladılar. Babası: - Bu sene değiştirelim şu mezarın taşını artık. Güzel bir mermer yaptıralım, dedi; göz ucuyla mezarın taşını işaret ederek. Amcalardan bir tanesi karıştı hemen söze; - Değiştirelim tabi ağabey, bayağı eskimiş; bizim Kâmil Usta’ya uğrayalım bir gün. Hem geldiniz de hiç uğramıyorsunuz deyip duruyordu. Ağabey geçenlerde gördüm, rahmetli Hayri Dayı’nın mezarına bir taş yapmış, vallahi pek güzeldi. Mezar taşının üzerindeki “hüvel bâki” yazısı silinmeye yüz tutmuş, yüzeyini parça parça kara lekeler kaplamıştı. Kerim sessizce Kur’an okumaya devam ediyordu:

- Bu mezarlıkta bir hayli eski, boş yer yokmuş burada, amcam demişti vaktiyle. - Yokmuş ya, aynı mezarın içine boyuna gömüyorlarmış, diye tamamladı sözü en küçük kardeş. - Hesap et, babam yaşasa seksen yaşlarında olacaktı. Bu mezarlık en az yüz, yüz elli yıllık vardır. E o kadar da olsun artık. Küçük kardeş bu muhabbetten hoşlanmış olacak ki, hevesli hevesli biraz da dert yanarak anlatmaya başladı: - İbrahim amcanın oğlu Cahit anlattı geçenlerde. Bursa’da çok güzel yapmışlar mezarlıkları, her şeyi sisteme bağlamışlar. Kimin mezarı nerede, kim ölüsünü nereye gömecek zaten biliniyor ya, bir de eskiden kalma mezarların etrafını da belli etmişler, yeni taş falan koymuşlar, öyle kaybolup giden mezar yokmuş. - Yok, ağabey yok, bizimkilerde iş yok, ancak yan gelip yatmasını bilir bizimkiler, diye sözü tamamladı Kerim’in babası ellerini boşlukta sallarken.

“înnâ nahnü nuhyil mevtâ ve nektübü mâkaddemû ve âsârehüm…” Diğer amca muhabbetten uzak kalmak niyetinde değildi, hemen söze karıştı: - Yahu şu mezarlığın yolunu da yapmadılar gitti. Üstümüz başımız çamur içinde kaldı buraya gelene kadar. Bir kamyon çakıl dökmek zor geliyor adamlara, dedi. Kafasını sinirli bir şekilde iki yana sallarken, derinden bir “fesuphanallah” çekerek paçalarını temizlemeye devam etti amca bey. - Zor gelmiyor da para gidecek ya para, ondan korkuyorlar. Ha bugün ha yarın diye oyalayıp duruyorlar, diye kardeşini desteklemekte gecikmedi bir diğer amca. Bir süre sessizlik yaşandı mezarlıkta. Kimisi birer fatiha daha okudu, kimisi üstünü başını temizlemeye çalıştı. Diğer mezarların başında oturan, konuşan, dua eden insanları gözlediler bir zaman. İçlerinden tanıdık olanlarına bakarak aralarında fısıldaştılar.

“fesübhânellezî biyedihî melekûtü külli şey’in ve ileyhi türceûn” Kerim kitabı kapattı ve mezar taşının üzerinde, düşmeyeceğine emin olduğu bir yere bıraktı. Ağır hareketlerle iki elini havaya kaldırıp dua etti ardından, avuçlarını yüzüne sürerken serin bir rüzgâr okşadı sanki yanaklarını. “Aferin sana Kerim” der gibi adeta. Okunacak kitap, konuşulacak söz, edilecek dua bitmişti artık. Mezarlığı terk etmeye, toprağın altındakileri toprağa emanet edip gitmeye gelmişti sıra. Kerim’in babası ve amcaları aralarındaki muhabbeti kesmeden geldikleri yöne doğru yürümeye başladılar. Yağmur tamamen dinmiş, güneş bulutların arasından kendini göstermeye başlamıştı. Geldikleri gibi yine mezarların arasından geçerek, tanıdık simalarla selamlaşarak kapıdan dışarıya çıktılar. Çamurlu patika yolda dört kişi yürüyordu. Ayaklarını bastıkları yer önce çamurun içerisine biraz gömülüyor, ayaklarını kaldırmalarıyla beraber oluşan çukura sular doluşuyordu. Bir bayram sabahıydı bu…

“ve nüfiha fissûri feizâhüm minel’ecdâsi ilâ rabbihim yensilûn…” Kerim’in babası söze başladı bu sefer: 24


Şiirin ömrü ve şerhler Ali Görkem Userin Şiirin, gerek toplum ve edebiyat mahfillerinde ve gerekse de geniş zamanlı bir algılama içinde hayatını devam ettirdiğinin en somut işareti nedir, sorusuna çeşitli yanıtlar verilebilir elbette. Şiir kitaplarının yayınlanması, dergilerde şiirlerin çıkması, şiir üstüne dosyaların hazırlanması, şiir şölenlerinin düzenlenmesi, yıllıkların hazırlanması, yarışmaların yapılması, ödüllerin dağıtılması gibi birçok cevap verilebilir, soruya bugünden ve buradan bakıldığında. Muhtemelen, şairler dahil hiçbir okur-yazar bu sorunun cevabını verirken, şerhler gibi mühim bir konuyu hatırlamayacaktır artık. Çünkü şiir şerhleri, tarih öncesi zamanlarda varolan antik bir tür gibi, günümüz edebiyat ortamının uzağına düşürülmüş, unutulmuştur.

İslam dünyasında ilk olarak tefsir çalışmaları şeklinde varolan şerh çabası daha sonra manzum ve mensur edebî eserler üstünde yoğunlaşarak devam etmiştir. Öte yandan medreselerde verilen eğitim öğretim içinde de ciddi bir yer tutar şerhler. Tefsirlerden kırk hadis çalışmalarına, oradan da edebî eserlere kadar uzanan bütüncül bir çabanın sonucudur şerhler. Türk şiirinin ve düşüncesinin asrımızdaki en önemli isimlerinden İsmet Özel’in Kırk Hadis’i bu bağlamda oldukça manidar olsa gerek. Mehmet Kaplan’ın ilk cildi Yahya Kemal’e kadar gelen, ikinci cildi ise yetmişli yıllara kadar Cumhuriyet dönemi şairlerini içeren Şiir Tahlilleri’nin ardından kaydadeğer bir girişim de olmadı şerhler cephesinde.

Modern zamanların edebiyat algılaması içinde eleştiriye verilen önem ve görev az-çok kabul edilmiş bir durum. Fakat Batı kaynaklı bu algılamanın eleştiriye ve metinle ilişkisine biçtiği roller de haliyle sınırlı. Esere dair kafa yoran ve onu açımlayan, derinlerine inmeye çalışan köklü bir çabadır oysa şerhler. Sanat eseri nasıl ki gerçeği örterek varetmenin ve bu varettiğini dile getirmenin bir sonucu ise, şerhler de onu açmanın, çözmenin sonucudur. Ama neticede şerhlerin varlığı kendinden çok esere yarar. Eser bir anlamda şerhiyle yeniden varolur, başka anlamlar, başka boyutlar kazanır. Bu bağlamda şiirin ömrü, onun kalitesine ve gücüne olduğu kadar içine doğduğu ve gelecek zamanlarda şiirin hayat ve toplum içinde konumlandırıldığı yere ve ona dair çabalara da bağlıdır. Bir şiirin ya da eserin şerhleri, onu açıklamanın ötesine geçerek onu yeniden doğurur, toplumun o şiirle, o eserle ilişki kurması için yeni nedenler, yeni bağlantılar oluştururlar.

Sevindirici bir gelişme olarak 2007’nin son günlerinde bu bağlamda ele alınabilecek ilginç bir derleme yayımlandı. Şerhlerin buraya kadar ifade etmeye çalıştığımız önem ve işlevlerinin çok somut görülebildiği kıymetli bir çalışma bu: Çıktım Erik Dalına - Yunus Emre’nin Bir Şiirinin Üç Şerhi. Yunus Emre’nin, çoğumuzun lise edebiyat kitaplarından hatırladığımız bu kasidesinin Niyazî Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî ve Şeyhzâde tarafından yapılan şerhlerini bir araya getiren kitap, şiire dair unuttuğumuz bir çabayı somutlaştırıyor. İlk şerh, Şeyhzâde isimli meçhul bir zat tarafından yapılmakla birlikte Yunus Emre’den yaklaşık dört asır sonra mutasavvıf şair Niyazî Mısrî tarafından yapılan şerhin üçü arasında en derinlikli olanı olduğunu eklemeliyiz. Üstelik kitapta yer alan bu üç şerhin yanı sıra Şeyh Ali Nevrekanî, İbrahim Hâs ve Şevket Turgut Çalpan gibi farklı zamanlarda yaşamış isimler de aynı şiiri şerh etmişler farklı zamanlarda. Kitaptaki ilk şerh olan Mısrî’nin şerhi, “Birinci beytin mânası şudur…” diyerek başlıyor ve kelime

Geçmişe doğru uzandığımızda görüyoruz ki 25


kelime, beyit beyit açıyor şiiri. Sadece ilk beytin şerhi dört sayfayı buluyor. Farklı anlam katmanlarında rastgeldiği seçenekleri de ekliyor şerhine Mısrî. Kimi yerde beyitteki bir simgeden hareket ediyor, kimi yerdeyse Yunus’un hayatından örneklerle açıklıyor şiiri. ilk dize olan “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü” dizesine dair şunları söylüyor bir yerde: “Bu gazelin birinci beytinde; şeriat, tarikat ve hakikat sırlarına, kendi bildiğinle amel ederek ulaşma gayretinde olanların hali, temsil yoluyla anlatılmıştır. Hangi meyvenin hangi ağaçtan yetiştiğini bilmeyen bir kimse, gönlü üzüm istediğinde, üzümün erik ağacında yetiştiğini zannedip ve erik diye ceviz ağacını bildiği için ceviz ağacından erik talep eder. Mürşidi olmaksızın tarikat ve hakikat yoluna gidenler de buna benzer…” mek ve tespit etmek zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Duralım ve düşünelim biraz; son elli yıl içinde yazılan kaç büyük şiirin şerhlerini, çözümlemelerini okuduk? Kütüphanelerimizde yer alan ve kadim zamanlardan kalan bağımsız şerh çalışmalarının sayısı binleri bulmaktayken bugün bu alandaki yoksulluğun sebebinin şiirimizin zayıflığı olmadığı açıktır. Bu yoksulluğun sebebi, eleştiriyi birkaç teknik hareket ve çabadan ibaret görme hatasıdır biraz da. Şiirin ve şairin değil, nesirin ve yazarın zayıflığıdır bu. Bugünün şiirleri ve eserleriyle kadim zamanlarınkiler arasında dil ve biçim, içerik ve konular açısından ciddi farklar bulunduğu iddia edilebilir. Bu ise, şerh girişimlerinin günümüzde olmamasına değil, şerhlerin de bugünün eserlerine uygun yeni biçim ve yaklaşımlar içinde yeniden varolmaları gereğine işaret eder.

Mısrî bu şiirin şerhiyle o kadar uzun süre ve o denli kendinden geçerek uğraşır ki bir gece rüyasında Yunus’u görür. Mısrî’nin şerhinin bir kısmına dair bir uyarıda bulunur Yunus rüyada. Bu ilginç durumu da Mısrî’nin dilinden dinleyelim: “Yakınlarımın isteği üzerine Yunus Emre’nin bu dokuz beytlik gazelini izaha niyet ettikten sonra müsvetteler karalayıp, sekiz ay kadar kâğıt arasında perişan kalmış idim. Yazdıklarımın Yunus’un muradına uygun olup olmadığı endişesi içindeydim. Bir gece mânada o’nu gördüm. Bana, güleryüzle büyük bir iltifat gösterip, “yazdığın şerhi ve hoş mânaları yakınlarından ve isteklilerden sakınma; ver, onlar da faydalansın!” diye tenbihatta bulundu. Ve “İplik verdim çulhaya” beyti için yaptığın açıklamayı değil, şunları yaz!” diyerek yukarıda yazdığımı beyan buyurdular.” Bu ilginç olay, Mısrî’nin aylarca şerhi için uğraştığı şiirle yatıp kalktığına ek olarak şerhi başkalarıyla paylaşıp paylaşmama konusunda da tereddütler yaşadığına işaret eder ki bu da onun gibi büyük bir şair, büyük bir derviş için ayrıca mühim bir ipucudur.

Anadolu’da Derkenar Tüm N-T mağazaları, Ankara, İzmir, Trabzon, Ağrı, Afyon, Bitlis, Balıkesir, Gümüşhane, Van, Siirt, Malatya, Kayseri, Kars ve onlarca şehirde...

Batı’da daha çok yazar üstünde yoğunlaşan incelemelerin bizdeki karşılığı, doğrudan eser üstünde duran şerh ve incelemelerdir. Bu yüzden, bugün şiirin hak ettiği ilgi ve değeri bulamamasının sebepleri arasında şerhlerin yokluğunu da gör-

Ayrıntılı liste için: www.derkenar.gen.tr 26


Osmaneli, Gölpazarı, Hacıaliler köyü İbrahim Tenekeci yerde arabayı sağa çekip suya doğru koşuyoruz. Birtakım su sporlarına imza attıktan sonra (suda taş sektirme, en uzağa taş atma, elle yavru balık yakalama vs) karşıdan karşıya geçme bahsi açılıyor. Beş kişilik grubun en mülayim üyesi olan Osman Toprak, karşıya geçmeyi başaran tek kahraman oluyor. Çünkü aramızda yüzme bilen tek kişi o. Geriye kalanlar, dağ köylerinde doğup büyümüş olanlar. Denizi değil, dereyi biliyoruz. Derelerin suyu kışın soğuk olur, girilmez; yazın ise ya kurur, ya azalır. Dolayısıyla yüzme ya da yüzmeyi öğrenme imkânı pek olmaz. Altta kalmamak, hatta üste çıkmak için “Kalın Türkler yüzme bilmez” tezini ortaya atıyoruz.

Nefis bir yol: Sakarya nehri, demiryolu ve karayolu yan yana gidiyor. Yani Bilecik yolu... Bu yoldan yedi sekiz sene önce trenle Ankara’ya giderken geçmiştim. Tadı damağımda kalmıştı. Osmaneli ilçesinde mola veriyoruz. Uzaktan gördüklerimiz göreceklerimizin teminatıdır diyerek, molayı gezmeye dönüştürmekte gecikmiyoruz. Bu ilçemizin adı, 1913 yılında Osman Gazi’ye izafeten Osmaneli olarak değiştirilmiş. Öncesinde ise Lefke, Pefka gibi Rumca adlar taşıyormuş. Yani “Bağlık, bahçelik ve kavaklık güzel yer.” Osmaneli’nin merkez nüfusu 12 bin civarında. Özellikle, mimarlığını Yüzgeç Mehmet Paşa’nın yaptığı Rüstem Paşa Cami ve caminin çevresindeki mahalle, orijinalliğini koruyarak günümüze kadar gelmiş. “Eski hiç eskimeyendir” diyen kimdi? İlk dikkatimizi çeken insanların suskunluğu oluyor. Bunu işlerin kötüye gitmesine değil, konuşacak şeylerinin kalmamasına yorumluyoruz. Hava oldukça sıcak olmasına rağmen, gezdiğimiz sokaklara huzur verici bir serinlik hâkim. Sanki az önce yağmur yağmış ya da yollar belediye aracıyla sulanmış gibi… Osmaneli ilçesinin bir diğer özelliği de Karakucak güreşleriyle meşhur olması. Mayıs ayının son haftasında Ağlan köyünde, haziran ayının ilk haftasında da Oğulpaşa köyünde karakucak güreşleri yapılıyor. Gitmek lazım. Vezirhan’dan sola dönüp Gölpazarı ilçesine gideceğiz. Gölpazarı, kirazın başkenti olarak biliniyor. Ve şimdi kiraz zamanı… Yolculuk öncesinde bölgeyle ilgili bilgi toplarken, bir arkadaşım İznik kirazının daha iyi olduğunu söyledi. Demesine göre, İznik’in kirazları Napolyon’muş ve her biri ceviz büyüklüğündeymiş. “Biz Cezzar Ahmet Paşa’yı tutuyoruz” dedim. Yolculuk boyunca beraber olduğumuz Sakarya nehrine daha fazla kayıtsız kalamıyor ve müsait bir

Kiraza yolculuk Kiraz bahçeleri görünmeye başlayınca, Gölpazarı’na yaklaştığımız belli oluyor. İşte Gölpazarı… Önce ilçeyi geziyor, fotoğraf çekiyoruz. 1318 tarihli Mihalbey Hanı (Taş Han) özellikle ilgimizi çekiyor. Temmuz ayının son haftasında yapılacak Gölpazarı Kiraz Festivali’nin afişlerini görünce, belediyeye fena halde kızıyoruz. Doğa Bekleriz gibi skandal peşinde olan bir mankenin, “Allah belanı versin / Allah seni kahretsin” parçasıyla bir gecede şöhret olan İsmail YK adlı popçunun böyle bir beldeyle ne ilgisi olabilir? Amaç tanıtımsa, bunun için daha doğru ve uygun yollar bulunamaz mı? Elbette bulunur. Şaşkınlığımız bununla kalsa yine iyi. İlçe merkezinin her yerini gezdik, manavlara uğradık, marketlere baktık ama bir tane bile kiraz bulamadık. Ya bütün kirazları bizden saklamışlardı ya da işin içinde başka bir şey vardı. Sonunda şunu öğrendik: Saat beş ile altı arasında kiraz borsası oluyor ve herkes kirazını oraya getirip 27


önce hiç geçmediğimiz, gezmediğimiz GölpazarıTaraklı hattına doğru yola çıktık. Sonra ana yola girmekten vazgeçip köy yollarına saptık. Dağlara…

Hacıaliler köyü Köyleri birer ikişer geride bırakarak ilerliyoruz. Rakım yükseldikçe yoksulluk da artıyor. Köylerin kimi tamamen, kimi kısmen boşalmış. Sadece evler değil, çeşmeler bile kurumuş. Uzun süre, içecek su bulamadık. Nihayet suyun ve birazcık hareketin olduğu Hacıaliler köyünde namaz molası veriyoruz. Caminin avlusunda şöyle bir manzara: Bir Roma/Bizans sütun başının üzerine mermer kondurmuşlar. Olmuş musalla taşı. Yıllar önce, abdestlik olarak kullanılan bir Roma mezarı (lahit) görmüştüm. Mermer lahit dört beş yerinden delinmiş ve musluk takılmıştı. Yine, kullanılmayan ilkokulun bahçesi sütunlarla, kitabelerle, figürleri belli belirsiz mermerlerle dolu… Hoş geldiniz demek için yaşlı bir köylü yanımıza yaklaşıyor. Ayaküstü bir müddet sohbet ediyoruz. Bizi evine davet ediyor, bir şeyler yiyelim içelim diyor. Teşekkür edip teklifini kibarca geri çeviriyoruz. Sonra köyle ilgili bilgi vermeye başlıyor. Köyün Osmanlı’dan daha eski olduğunu söylüyor. Zaten gördüklerimiz de bunun ispatı. Sohbetten sonra yola devam ediyoruz. Köyün biraz ilerisinde, oldukça sarp kayalıklar var. Hem yüksek, hem de alabildiğine dikler. Kayalığın üstünde iki tane alıcı kuş dönüp duruyor. Belli ki yuvaları orada… Bir kez daha merakımıza yenik düşüyor ve tırmanışa geçiyoruz. Osman Toprak hariç... O, arabanın başında nöbetçi(!) olarak kalıyor. Hiç bu kadar zorlusunu görmemiştim. Küçük bir hata ya da tutunduğumuz taşın yerinden oynaması, bizi uçurumun dibine gönderebilir. Nihayet zirvedeyiz. Sert rüzgâr, hemen terimizi soğutuyor. Nefesleniyor, su içiyor, yuvayı arıyoruz. Yuva yok, tepemizde dönüp duran kuşlar da gitti. Zorlu bir inişten sonra yerdeyiz. Ne yaptık, nasıl yaptık?

Sağdan sola: Müslim Coşkun, Osman Toprak, Ayhan Demir

satıyormuş. O günkü kirazların neredeyse hepsi anında diğer vilayetlere gidiyor, kalan birkaç kasa da bizim gibi ilçeye uğrayanlar tarafından tüketiliyormuş. Bize, borsayı bekleyin dediler. O kadar sabırlı olamayacağımızı söyleyip bahçelere doğru yola çıktık. Her yer kiraz bahçesi. Fakat bahçelerde insan yok. Şeytana (nefsimize) uymak istemiyor, inatla bir bahçe sahibi arıyoruz. İşte bir bahçe ve bahçenin içinde bir adam! İstanbul’a döndükten sonra “baktım, güzeldi, insanın tadı” dizesini bana yazdıran adam! “Kolay gelsin, bereketli olsun. Biz İstanbul’dan Gölpazarı’na kiraz yemeye geldik. Ve bir tane bile kiraz yiyemeden ilçenizden ayrılıyoruz. Başka da bir şey söylemek istemiyoruz…” Adam gülerek “buyurun, bahçe sizin” dedi. “Hayır” dedim, “Bahçe sizin. Biz ağaçtan kiraz yiyecek, biraz da toplayacak ve hediyesi neyse vereceğiz.” Adam, “tamam” dedi, “siz kirazınızı yiyin, toplayın, anlaşırız.” Sofraya oturur gibi, gözümüze kestirdiğimiz bir ağacın tepesine çöktük! Bir yandan kiraz yiyor, bir yandan da topluyoruz. İşimiz bittiğinde bahçe sahibine hediyesini takdim ettik. Almadı. Israr ettik. Yine almadı. “Olmadı ama” dedik. “Oldu, iyi oldu” dedi. En sevdiğim söz: İşte Anadolu insanı! Teşekkür ederek arabamıza bindik ve daha 28


Özel’likli düşünceler ve iki özel kitap Hüseyin Akın Kitlesel okumama direnişi güdülebilir insanlar oluşturmaya hizmet ediyor. Türkiye’deki kavram kargaşasının düşünce farklılığından meydana gelen bir kargaşa olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Tam tersi, okumama sonucu önyargı boşluğu içerisinde kalabalıkların düştükleri debeleniş var. Gerçekten okumayı kitlesel bir eylem veya halk bilinçlenmesi haline getirmiş olsaydık, şimdi tartıştığımız şeyleri tartışmayacak ve her adım başı bir şeylere şaşırmak zorunda kalmayacaktık. Okumak insana taşıdığı fikirlerin muhasebesini yapabilecek bir zaman aralığı bahşeder. Önyargılar, peşin fikirler, camit düşünceler bir sayfadan diğerine geçerken kendini eleştirme imkânı yakalar. Bir düşünce ya da ideolojiyi kitlelere koşulsuz kabullendirmek isteyenler esnek bakışla beraber ötekini anlayabilme olanağını yok etmek isterler. Bunun en kestirme yolu da, okumaya doğru giden bütün yolları kesmektir. Toplumları gerçek iktidara taşıyan unsur kitaplardan ve kütüphanelerden geçiyor. Bütün jakobenler hesaplarını kitap okuyanlar üzerine yaparlar; onları öğrendikleri doğrularla bir başına bırakarak saatleri kendi istedikleri istikamette ayarlamaya çalışırlar. Bu bir bezdirme harekâtıdır. Okuyup düşünen insanlar, yaşadıkları çağda kolektif bir dikkat oluşturarak düşüncemizi toparlamamıza yardımcı olmasınlar diye. Bundan bir süre önce İsmet Özel Türkiye’yi il il gezerek bezdirme harekâtını püskürtmeye çalışmıştı. Yerini yadırgayanları bulunduğu yeri terk etme refleksine boyun eğmeye değil, ait olduğu fiziki ve kültürel coğrafyanın bilincini iyiden iyiye kuşanmaya çağırıyordu şair: Toparlanın gitmiyoruz! Bu coğrafyanın gerçek sahipleri her şeye rağmen kalem, kâğıt ve kitap’la irtibatlarını devam ettirenlerdir. Memleketin düşünsel standardını belirleyen de onlardır.

Bir şair ve düşünce adamı olarak İsmet Özel’in 70’li yıllardan bu yana söyleyip yazdıklarını periyodik olarak sıraladığımızda giriş ve gelişme süreçlerinden sonra gelen sonuç cümlesi şudur: Bulunduğunuz yeri keşfedin, keşfettiğiniz yerde nöbeti terk etmeyin! Geçtiğimiz günlerde iki farklı yayınevi iki farklı İsmet Özel kitabıyla dikkat çekti. (Dergâh ve Ebabil) İbrahim Tüzer “İsmet Özel: Şiire Damıtılmış Hayat” kitabında şairi bütün yönleriyle anlatmayı denemiş. Denemiş diyorum, zira İsmet Özel söz konusu olduğunda bir çırpıda anladım diyebilmek hiçbir zaman kolay olmamıştır. Yanlış anlamaların anlamanın önüne geçtiği bir şairle ilgili yazmayı göze almak bile cesaret gerektiren bir şey. Altı yüz sayfayı aşan bu geniş oylumlu kitabın birinci bölümünde İsmet Özel’in aile çevresi, çocukluğu, ilk-orta öğrenimi, bilgilenme süreci, Siyasallı yılları ve ontolojik kaygıları işlenmiş. Aynı süreçte İsmet Özel’in poetik yolculuğu ve “Şiir okuma kılavuzu” çerçevesinde şiir anlayışına ve yayın faaliyetlerine değinilmiş. İkinci bölümde şairin şiir kitapları konu edilip şiirinin safhaları incelenmiş. Üçüncü bölümde tema, içerik ve yapı bakımından İsmet Özel şiiri masaya yatırılmış. Çocukluk, cinsellik, ölüm, yalnızlık, devrimci duyarlık, insanın yabancılaşması ve şehir eleştirisi gibi içeriksel durumların İsmet Özel şiirindeki yeri anlatılmaya çalışılmış. Kitabın en zor ve belki de en iddialı bölümü bu bölüm. Ne de olsa bir şairin herhangi bir şiirinden yola çıkarak bütüncül bir hüküm verme durumu söz konusudur. Geriye dönük olarak şairin hayatına dair hangi dizede ne tür izlere rastlandığının tespitini yapabilmek sadece şiir bilgisiyle mümkün olabilecek bir şey değildir. İbrahim Tüzer kitabın son bölümünde İsmet Özel’in kelime dünyasını incelemiş. Dil, üslup ve 29


ahenk özelliklerini çeşitli örneklerle aktarıp anlatmaya çalışmış. Kanaatimce bu çalışmasında önemli ölçüde başarılı da olmuş. Bundan sonrası edebiyat ortamlarının, eleştirmenlerin işi. İyi bir İsmet Özel takipçisi olan yazarı bu cesaret ve dikkatinden ötürü kutluyoruz. İsmet Özel’le ilgili ikinci kitap Ebabil yayınlarından çıkan Osman Özbahçe’nin hazırladığı üç ciltlik hacimli bir çalışma: “Toparlanın Gitmiyoruz!” Üç ciltlik derleme kitabı sadece İsmet Özel’in düşünce dünyasındaki açılımları değil, aynı zamanda Türkiye’nin gelişen ve değişen gündemini, oluşum ve birliktelikleri de ortaya koyuyor. İsmet Özel’e dair bir metin söz konusu olunca öteden beri benim hep başlıklar ilgimi çekmiştir. Bu kitapta bunu on yıllara dağılmış şekilde daha bütüncül görebiliyoruz. Türkiye’de kelimeler ve kavramlar pek öyle yerinde durmasa da Özel’in başlıkları (yazı ve konuşmalarında) entelektüel manşet hüviyetini hep korumuştur. Elbette 1000 sayfayı aşan derleme şair için sözün bittiği yer değil. Coşkun bir ırmağın bizim bulunduğumuz taraftan görünen şekli. Hep aynı noktaya bakanlar için ırmağın akışı fark edilmeyeceğinden camit bir fotoğrafa dönüşebilir. Kırk yaş şiirlerini yazarken “her şeyi gördüm içim rahat” diyen şair bu kez sonsöz edasıyla yazdığı önsözde “Geç kalmak” tan bahsediyor. Bunun bir şikayet cümlesi olmadığını özellikle vurgulayarak şöyle diyor: “ Geç vakitlere bırakıldığım besbelli. Bugüne bugün, ömrümün arkada kalan yıllarının sayısı alt-

mış üçe baliğ oldu. Ölmek için geciktim. Gecikmeliymişim ki, geç kalma bilincine erebileyim. Budur payıma düşen.” Şairin ölmeye müsait bir zaman kollaması hiç kuşkusuz bu topraklarda yaşıyor olmakla üstlendiği sorumluluğu yeterince yerine getirip getirmediğiyle ilgili bir durum. “Doyamam ömrüme” şarkısından yola çıkması da bu eksik kalan şeylerin burukluğunu dile getirmek içindir. Bu sorumluluğun özünde global düzende yer almakta yarışan kozmopolit kitlelere “millet olma bilincini” verebilme kaygısı yer almaktadır. İsmet Özel bunu çok net cümlelerle ifade ediyor: “Ben kendime nöbet yeri olarak milletleşme istikametini gözleyebileceğim alanı seçtim.”, “Benim ömrüm milletin milletliğe hazırlanışını önemsemekle geçti.” Osman Özbahçe’nin gayretleriyle çıkan İsmet Özel derlemesini, başka mevzulara dalıp sözün ucunu kaçıranlar için “İsmet Özel’i Anlama Kılavuzu” olarak da isimlendirebilirsiniz. Gerçekten de İsmet Özel konuşma ve yazılarında okuyucuyu bulunduğu yerden ileri bir adım daha atamayacak duruma düşüren bir sarsıcılık vardır. Şaire yönelik bu özellik (Özel’lik) ilk cümlenin şaşırtıcılığı ile ilgili bu durumdur. Asıl mesaj bu girizgâhtan sonra gelecektir; ama okuyucu –dinleyici- o kadar sabırlı olmadığından duyduğu bu ilk cümlenin hükmüne razı olup tesir alanından dışarıya bir türlü çıkamaz. Örneğin, İsmet Özel “Allah Türkleri diğer milletlerden üstün yarattı” diye bir giriş cümlesiyle söze başladığında şaşkınlığını gizleyememekten başka yapacağı bir şeyi olmayan okuyucu ya da dinleyici 30


bu sözün sahibini o an aklına ilk gelen en kolay yargıyla mahkûm edebilmektedir. Oysa sözün devamı oradadır ve kendine yönelenden tahammül beklemektedir. Bakın ne diyor şair: “Benim Türk tarifim bugün insanlığın geldiği yerde mana ifade ediyor. Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk deriz. Siz diyeceksiniz ki: “Yahu, bu olmaz.” Neden olmaz? Çünkü size 1839 yılından beri kâfiri düşman bilmemeyi öğrettiler. Kâfir düşman değilse, küfür düşman değilse, sen kimsin, sen nesin?” Türkiye’de sözü en çok kesilen düşünce adamı kimdir diye sorarsanız, (rahatlıkla değil, rahatsızlıkla) ‘İsmet Özel’ derim. Elbette sözün fiili engellenmesini kastetmiyorum. Öteden beri İsmet Özel’i anlamaya niyet ve gayret etmeyenler onu yanlış anlamak suretiyle yanlış algılarını pazarlamaya çalışmışlardır. İşte bu üç ciltlik derleme (aslında en az iki cilt daha ilave yapılabilirdi) sözünün kesildiği yerden bir şairi tanıma fırsatı sunuyor. Yeni başlayanlar, yeniden başlayanlar ve gitmeye davrananlar

için iyi bir toparlanma kitabı. Ayrıca bu çalışma, seksenli-doksanlı yılların düşünsel dalgalanmalarını bugünden çok iyi okuyabilme imkânı veriyor. Bundan 18 yıl evvel bir felsefeci, bir şair, bir tasavvufçu ve bir fıkıhçı bir araya gelir de ne konuşur hiç merak ettiniz mi? Bugün için gerçekleşmesi çok zor olan bu birliktelikte dört farklı alandan dört farklı isim (Yaşar Nuri Öztürk, Hayrettin Karaman, Mehmet Aydın ve İsmet Özel) İslam’ın muhtelif yorumları konusunu tartışıyorlar. İsmet Özel’in tek anlaştığı isim: Hayrettin Karaman. Özellikle yaşı henüz 20’lerde seyreden genç okuyucuların İsmet Özel’li 80 ve 90’lı yılları mutlaka okumalarını salık veriyorum. - İsmet Özel: Şiire Damıtılmış Hayat, İbrahim Tüzer, Dergâh Yayınları - Toparlanın Gitmiyoruz, 3 Cilt, İsmet Özel, Haz: Osman Özbahçe, Ebabil Yayınları

Toparlanın Gitmiyoruz Mustafa Akar da Türkiye Türkçe’sini de oluşturduk. Dolayısıyla bizim Türklüğü seçerek İslâm’ın bayraktarlığını ele aldığımız dönemde bu dili de oluşturmamız, bu iki vurgunun ne kadar birbirine bağlı olduğunu, ne kadar vazgeçilemez olduğunu gösteriyor. Ne zaman vatansız kalmak tehlikesi ortaya çıksa Türklüğümüz de tazeleniyor. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde tekrar vatansız kalmakla yüz yüze geldiğimizde, bu tehlikeyi bir kez daha İslâmlaşarak atlattık; hafızamızı kurutarak, bizi yer yuvarlağından silmek isteyenlere karşı İstiklâl Marşıyla cevap verdik. Bütün bunların sonucuna da İstiklâl Harbi’yle ulaştık. Şiir, Türk’ün İklimi lafını boşuna söylemiyor İsmet Özel. Aslında hiçbir lafını boşuna söylemiyor. Mesela bir Türk Şairi olarak İstiklâl Marşı Derneği’ni açma gerekçesiyle bana göre İstiklâl Marşı’nın yazılma gerekçeleri aynıdır.

“Milletin mahvolduğunu görmek zilletindense, yaşadığını görerek ölmek daha Türkçe olur” Kâzım Karabekir Paşa

Kâfirle çatışmayı göze almış bir Türkün, İsmet Özel’in Toparlanın Gitmiyoruz konuşmaları Ebabil Yayınları tarafından yayımlandı. Ve Özel’in son on yıl içerisinde bizlere anlatmaya çalıştığı Türklük vurgusunu, meselesini toplu halde görmek imkanına kavuştuk. Özellikle Bilinç Bile İlginç’le başlayan Türklük vurgusunu artık sistematik olarak okuyabiliyoruz. Öncelikle Türk oluşumuzun tanımına götürüyor bizi Özel; kâfirle çatışmak. Sonra kâfir kimdir onu tanımlıyor. Kâfirin tanımı onunla neden çatışmamız gerektiğiyle ilgili. Bilinen anlamların canına okuyarak ilerliyor Özel. Bu toprakları 13. yüzyılda vatan yaparak aynı zaman31


dönüştüreceğini söylüyor. Özellikle Fransız ihtilâlinden sonra modern ulus devletlerin ortaya çıkması, buna mukabil yine pozitivizmin ve bireyciliğin insanlığa yeni dinler olarak gösterilme çalışması, yaşadığımız günler içinde birtakım sonuçlarla karşılaştırıyor bizi. İsmet Özel’in vardığı sonuçlar ise gayet ilginç. Hiçbir şey bizi kurtaramaz artık, diyor şair, yalnız şair ve yalnız o kurtarabilir. Çünkü şair ifade ettiği anlamıyla samimiyeti yakalayabilir ve Özel’e göre bizi iki yüzlülükten âri kılar. Bizi geleneğin baskısından kurtarır. İşte bu çaba, şairi, herkesin ortasında kendisine bir yaşamak oyunu kurmasına zorlar. Her faslın son perde olacağını düşündüğü için de önce yapar sonra açıklar. Şiirlerini de sanki yarın ölecekmiş gibi eksiksiz ve tam bir söyleyişi arayarak yazmıştır. Bu anlamda dünyada Özel’in bir benzeri olup olmadığını düşünüyorum. Çünkü şiiriyle düşünce yapısını bu kadar benzeştirip birbirine bağlayabilen şair yok gibidir. Savaş Bitti şiiri, İsmet Özel’in düşüncesinde geldiği noktayı şiirle buluşturduğu en önemli metinlerden biridir. Bütün bu çırpınmalarının yansısıdır. Ki Toparlanın Gitmiyoruz ciltlerinde şair, çırpınıştan hiçbir yarar ummadan çırpına çırpına yaşayan bir miktar insanın bulunduğu düşüncesinden kendine bir teselli payı çıkarıyor. Bu ciltlerde zaten o insanlara hitap etmektedir.

Mesele bu kadar açık. Bu kadar açık bir meseleyi üç cilt tutan konuşmalar zinciriyle farklı açılımlara ulaştırıyor Özel. Bu ciltlerin yayımlanış vesilesiyle şahit olduğumuz, şahit bırakıldığımız mesele hayatî bir konudur. Çünkü burada bir Türk Şairi ilerlemiş yaşına rağmen birçok düşünüre taş çıkartırcasına oradan oraya neredeyse koşarak ve vazgeçilemez bir tutkunun cereyanı içerisinde zor zamanda konuşmayı göze alıyor, uzun yıllardır yaptığı gibi; fakat uzun yıllardır değindiği ilkeler artık Özel’i insanlarla zarurî bir iletişim kurma noktasına getirdi. İnsanların onu anlamadığını her zaman söylese de yaptı bunu. Hem de kendisinin hissettiği acıyı ondan sonra yaşayacak olanların duymasına engel olacak biçimde derinlemesine hissetti her keresinde. Acının fark edilmesini sağlamak olarak da adlandırabilir miyiz İsmet Özel’in söylediklerini?

Ciltlerin başına eklenmiş önsözde okuduğumuz serzeniş, Özel’in son yazdıklarında etkisini hissettiren bir nidaya dönüştü. “bir gençlik ölümü saklı kaldı bende”. Şair geç kaldığını, geç vakitlere bırakıldığını söylüyor: “Cinayetler Kitabı basılır basılmaz dünyayı terk etseydim, hepsi üç cilt tutan terekemin içerdiği şiirlerin esrarından büyülenmeyen, besbelli ki kalmayacaktı.” Artık bir külliyata dönüşen İsmet Özel kitapları, şair, genç yaşında ölmese de bizi etkilemeye devam ediyor.

Toparlanın Gitmiyoruz isminin seçilmesi ne kadar da manidardır. Üç cilt tutan konuşmalarda Özel, yakın tarihimiz konusunda da bir takım şifreleri çözümlüyor. Mesela Avrupa Birliğine girmeye çalışmanın Türkiye’yi Avrupa’nın bir vilâyetine

Toparlanın Gitmiyoruz, 3 Cilt, İsmet Özel, Ebabil Yayınları

32


Derin gramer ya da yorumlama anarşisi Furkan Çalışkan Şiir “yargı uzlaşımını” reddeden bir sanattır. Kelimeden kalkarak onun içindeki gizli öze, anlamın yüreğine gider, düzenin algısı ve kabul ettirilmiş anlamsal tekrarlar şiirin tehdit ettiği veya tehdit edildiği olgulardır. Anlam ontolojik bir şekilde varlığa bağlı ise, kelime kilit oyuncudur. Uzlaşımı reddeden bir yapı içerisinde kelimenin soyut hali yetersiz ve güçsüz kalabilir, düzen bozucu ve dahası bütün yıkıcılığı içerisinde aslında kurucu karakter taşıyan bir şiir kelimenin somutluğundan büyük güç alır. Kelime, imaj olarak ya da imgelemin bir parçası olarak kendi gerçeğini tüm ağırlığı ile şiirin yapısına yerleştirebilmelidir. Bu da şairin ustalığı, titizliği ve birikimiyle alakalı, öte yandan cesareti ve liderliğiyle de orantılıdır. İbrahim Tüzer’in İsmet Özel ile ilgili yaptığı önemli çalışması Şiire Damıtılmış Hayat, Dergâh yayınları tarafından (Şubat 2008) Türk düşünce ve sanat hayatına kazandırıldı. Yazımın çıkış noktasını ve sebebini, Tüzer’in İsmet Özel şiirini “ imge ve imajinatif söyleyiş” açısından yaptığı değerlendirmeler ve tespitlerden alıyor. Öncelikle İbrahim Tüzer İkinci Yeni şairleri ile İsmet Özel’i kelimenin kullanımı açısından ayırıyor. İkinci Yeni’de sık görülen soyutlamalı imgelerin İsmet Özel şiirinde somut bir gerçeklikten vücut

bulduğunu söylüyor. Şimdi ortaya konan bu tespit ve ayrım üzerinden, iki güçlü şiirin karşılaştırmalı netliğinde günümüz şiirine dair çıkarımlarda bulunmak niyetindeyim. Perrine imajı “duyu ile edinilen deneyimin dil aracılığı ile sunulması” olarak tanımlıyor. Bu tanım şiir için yeterli bir tanım değil, yine de imajı imgenin valörü’nü belirleyen, atıl olmaktan koruyan mekanizmanın bir unsuru olarak görürsek, bu ikilinin modern şiirin gramerindeki evrilmeleri için basit fakat doğru bir ön kabul yapmış oluruz. Tüzer, İsmet Özel şiirinde baskın imgeleri “radikal” ve “dinamik” imgeler olarak değerlendirmiş, ben buna bir de Wladamir Prop’un “dişil imge” ve “eril imge” olarak yaptığı sınıflandırmanın da eklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Burada cinsel bir çağrışımdan ziyade bir tür tamamlayıcı karşıtlık, ortak kaynaktan bir ikilik ve mücadelenin yansıması var. Şöyle ki, “gerçek”’in konumu yahut da statüsü hem bedensel olumsallığın, hem de mantık tutarlılığının, inandırıcılığının statüsüdür. İsmet Özel şiirindeki o güçlü “Ben”in erilliği, şiirinin somut gerçekliğinin garantisidir. “Dişil imge”ler ise hayata karşı tavrının tutarlılığı karşısında kazanılan zaferleri temsil eder, yani söylemin muhataplarından biridir, özellikle ilk dönem şiirlerinde. Bir başka noktada İsmet Özel şiirinde imgenin özellikle Bir Yusuf Masalı’ndan sonra narrative bir anlatıma olanak sağlayacak şekilde değişmesidir, oysaki bu süreç “Amentü” şiiri ile başlamıştır, öncesinde ise imge semantik bir sahadadır. Anlam öğretisi, kelime seçimindeki müthiş titizlik ciddi bir sosyolojik gözlem yeteneği ile birleşmiştir. Aslında son şiirleri dâhil İsmet Özel kelime ile olan derin bağını ve titizliğini hiç bozmamıştır, işte bu noktada, narrative anlatımın güçlenişinde imajın imgeye karşı konumu değişmiştir. İmaj “tarif edici”den “değerlendirici”ye doğru değişim göstermiştir, yani hüküm verici havası şiirlerin buradan gelebilir. 33


İbrahim Tüzer’in somut gerçekten imgeye ilişkin yaptığı değerlendirmeyi tekrar göz önüne alırsak, soyutlamada imge baş belasıdır. Bağlantısız kalabilir, kelimenin gücünün hayat düzlemindeki yansımalarını şiir üzerine düşürmek zorlaşır. Bu açıdan İsmet Özel çağdaşlarından henüz ilk şiirleri ile bu noktada farklılaşmaya başlar. M. M. Ponty, “görmek sahip olmaktır” diyor. İsmet Özel şiiri de gördüğüne sahip olmanın şiiridir. Bu sebeple imge bir iletim ya da anlatım aracı değil, elde edilmiş bir sonucun fotoğrafıdır. Günümüz şiirinde imge var olacaksa, ancak bu şekilde var olabilir, klasik kavramı ile zaten işlevselliğini çok önceleri yitirdi. Bu açıdan henüz ilk dönemlerinde dahi o günün şiirinin imkânlarının önünde gidiyordu. Siyasal bağlılık gibi şiire kaynaştırılması güç bir olgunun şiirde katalizör görevi görmesi için bir alt gramer ya da “derin gramer” şarttır. Evet, şiirin kendi grameri vardır, fakat günümüz şiirinde yeni bir oluşumdan çok gramere saldırmak daha kolay geliyor bize. Bu sebeple sosyolojik bakışımız, eleştirel tutumuz şiirin içinde sırıtıyor. Bu İsmet Özel şiirinin kelime ile rabıtası üzerinden oluşturduğu grameri günümüz şiiri için önemli bir emsaldir. İbrahim Tüzer’in “Gramatikal sapmalar”da bir kısmına değindiği hususun “şiir dili”nden daha öte ve bir sonraki basamak olduğunu belirtmek gerekir. Yapısal değişim şiirin gramerinde deneysel bir olgudur, bahsini ettiğim derin gramer ise yani dil-bilinç ilişkisini bulgucu bir söyleme dönüştüren, kelimenin başlı başına yani tekil bir dizimsellik oluşturduğu alt kurallar toplamıdır. Günümüz şiiri ise birincisinin yani yapısal yenilikler peşinde, bu sebeple laboratuardan çıkamamaktadır. İkincisinin ise bir yorumlama anarşisini göze alması gerekir. Muhtevadan şekle, projeden metne giden şiir anlayışı imge ve imajın koordinasyonunu da sistematik bir işleyiş içerisinde gerçekleştirir. İmgenin günümüz şiirindeki içi boşluğu ve işlevsizliği, şairin kendi serbestiyetini sağlayamaması, daha doğru bir ifade ile bunu nasıl sağlayacağı konusunda tutarlı bir seçim yapamamasından ileri geliyor kanımca. Çokanlamlılık ve anlamsızlık (blanks) serbestliği arasında bir ona, bir ötekine giden ve gerçekle olan bağını zayıflatan bir karasızlık içerisinde şiiri-

miz. Anlamsızlık, şiir içerisinde anlamı belirgin ve unutulmaz kılması için kullanılabilir, beyaz topların arasında siyah topun dikkatleri toplaması gibi... Fakat günümüz şiirindeki bazı denemelerde ya sırf beyaz ya da sırf siyah toplar hâkim, çok anlamlılık İsmet Özel’in Prusya mavisi gibi, tek anlamlı kelimenin okurun çokanlamlığına yön veren biçimi gibi ya da dize bazında bilince yönelik dışa çıkartıcı özelliğinin şiirimizde hâkim olması, bizi bazı çıkmazlardan azat edebilir. Guy Debord’un deyimiyle “bu alt üst edilmiş dünyada yanlışlığı bir doğruluk anı” olarak dizede yakalamak gerekir. İşte mesele o doğruluk anını yakalayabilmekte. İbrahim Tüzel’in İsmet Özel araştırması, şairin Türk şiirine getirdiği açılımları kayıt altına alması ile önemli kitaplarımızdan biri haline gelmiş ve yeni fikirlere kapı aralama imkânını vermesiyle de önemini ortaya koymuştur.

34


Tanpınar, günler ve günlükler “Sanata, sanatçıya ve ülkeme dair”

Kâmil Yıldız Atılgan üzerinde odaklanan çalışma bize edebiyatın önemli bir kısmının horlanmışlık ve dışlanmışlık zemininde yükseldiğini gösteriyor. Günlüklerde Tanpınar’ın şölenin dışında kaldığını hissetmemek mümkün değil. Dostoyevski soruyordu: “Çocukluğumuzdan bu yana bize göz kırptığı halde bir türlü parçası olamadığımız bu sonsuz şölen nedir?” 1958’de günlüğe şu not düşülmüş: “Dostoyevski’nin Yer Altı’nı okumaya kalktım. Benim şimdiki vaziyetimden bir parmak ötede.” Öyle sanıyorum ki bu vaziyetin ne olduğunu anlamak için birkaç alıntı yapmalıyız:

“Ben şiirin mystére’ni yeniden kurmaya, veznin magie’sini aramaya ve kâinat karşısında şaşırmaya çalışıyorum. Hayret ve kamaşma.”

İnsanlara karşı emniyetsizliğin telkin edildiği, yazılan en mahrem defterlerde bile sansürün izleri arandığı bir zamanda Tanpınar’ın Günlükleri ya da notları nasıl karşılandı, nasıl karşılanacak? Bu sorunun cevabı beni pek de ilgilendirmiyor. Doğrudan kendime soruyorum, kendim için okuyor ve kendime göre yazıyorum. Günlükler bir başkasının okuyacağı düşünülerek ya da bu hesaba katılmadan kaleme alınmış olabilir, fazlasıyla açık ya da örtülü bulunabilir. Ciddiyetinden kuşku duymadığımız her söz bir hakikate karşılık gelir. Bu yüzden bir sözü kimin söylediği de önemlidir. Tanpınar’ın günlüklerinde zavallı bir insan yok, kendisi için ve herkes için korkan bir insan var karşımızda. Öyle ne uhrevi bir kaygı ne de alabildiğine dünya işlerine gömülmüş bir zihnin iğreti vicdanı; sonuca varamamış, yola çıkmış ve yolda kalmış bir sanatçı var. Bize esaslının peşinde olduğunu söylüyor ve ben de buna inanıyorum. Geldiği ve bulunduğu yeri, geçmişi, şimdiyi ve kendini nasıl anlamlandırdığını ise görmeye çalışacağız. Bununla birlikte söylemek isterim, okuya okuya okumaktan, baka baka bakmaktan bıkmışlar ve önlerine gelen her kitabı mıncıklayanlar için boşlukta çınlayan ironinin kapısı açık.

“Bugün karaciğer muayenesi için hastaneye gidiyorum. İçimde her şey altüst. Bittabi hastalığımdan ziyade parasızlıkla meşgulüm. Cebimde yalnız bir lira var. Kendimi dün akşamdan beri küçülmüş, biçare buluyorum.” “Bugün yine bir yığın para zırıltısı. Tersine çevirttiğim paltoyu aldım. Palto, fukaralığı kabulüm gibi bir şey.” “Şiirlerim, romanlarım, hikâyelerim tamamlanacak mı? Bir kere şu para işlerinden kurtulabilsem, son derece zeki, dikkatli ve soğukkanlı olurum. Bu meseleyi halletmem lazım. Yarabbim Türk münevverinin tali’i. Fakat bizler hakikaten bedbahtız.” “Biçare, hayalperest. Gırtlağına kadar borç içinde, her gün bir mucize bekleyerek yaşıyorum. Yazık ki mucize anında olmuyor. Vaziyeti hiçbir gün olduğu [gibi] göremedim. İntiharın kapısı beliriyor. Hâlbuki dört buçuk ay sonra hepsi arkamda kalabilir. Para korkunç şey. Buna rağmen gülüyorum, eğleniyorum. Paranın tehdidini unutuyorum. Ne zalim silah.”

I Günlükler bize Tanpınar’ın yer altı dünyasını, kendisinin de yer altı adamı olduğunu gösteriyor. Şimdiye kadar tahmin ediyor olmanın soğukluğuyla belki pek önemsenmeyen bu dünya trajiktir. Tam da Nurdan Gürbilek’in merak ve ilgiyle okuduğum Mağdurun Dili kitabında sözünü ettiği gibi. Dostoyevski, Cemil Meriç, Oğuz Atay ve Yusuf

Böylesi sözlerine başka örnekler vermek mümkün üstelik. Yaşarken döneminin aydınları arasın35


nin tezatlara düşmeksizin yaşaması zordur çünkü. Nihayetinde Tanpınar şairdir1 ve kendinin peşindedir. Neye karşın ve hangi şartlarda? II Tanpınar eserlerinde altını çizdiğim ve hepsi de medeniyetimizin bir eksikliğine yönelmiş değerlendirmelerini şöyle başlıklar halinde gözden geçirmek, sonra da Tanpınar’ın yaşadığı yıllardaki şartları görmek aydınlatıcı olacaktır. Edebiyat tarihinde, roman ve düzyazılarında işaret ettiği noktalar bizde daha çok sanatın niçin gelişmediği kabulü ve sorusuyla oluşturulmuştur. “Trajik hissin yokluğu, içe bakış (instrospection) eksikliği, fikir hayatının kıtlığı, tali’iyle başa başa kalamamak (bu durum mesuliyet duygusunun oluşmamasını doğuruyor), ferdi yaşam darlığı, insanı pek az tanıma, kadın - erkek ilişkilerinin yokluğu ve tecrübesizlik, muhayyile yokluğu (kendi sanatında da rüya kavramıyla beraber üzerinde durduğu bir nokta)ve psikolojik tecessüsün/tefahhus’ün yokluğu…” Tanpınar, görebildiğim kadarıyla bütün bunların ardında ve bir sebep olarak “hakikatte Müslüman Şark[ın] muhayyilesi[nin] bir defa için bulmuş ve sonuna kadar bulduğu şeylerle oynamış [olmasını]” görür. Bunu Neşati’nin şiiriyle, minyatür sanatının saf ve az sayıdaki renkleri üzerinden örneklendirir. Yine de bu erken ve bir defada bulunan şey konusunda düşünmek gerekir.2 Bütün bu eksiklikler, Tanzimat ve sonrası için gerekli donanımın sağlanamamasına yol açmıştır ona göre. Bunu Michelet’ten aktardığı ve Tanzimat sonrasını özetleyecek nitelikte bulduğu şu sözle dile getirir: “İhtiyaçlarla imkânların muvazenesizliği.” Tam da burada ve bu şartlarda sanatçı olmanın zorluğuyla karşılaşırız. “Fikirlerin büyüklüğüyle imkânların darlığı” ve kendini mağdur görme düşüncesinin ortasından çıkan arayış, yalnız kalış… Entelektüel ortamın yetersizliği ile ferdi zaruretler. Bu şartlarda sanatın doğuşunu şu esaslı soruda aramak gerekiyor: Ben neyim? Tanpınar’ın buna “Biz neyiz?” sorusunu ilave ettiğini, bunları cevaplamaya çalıştığını görmek ve tıpkı Cemil Meriç’in “Ben dünyaya gelişi ile gelmeyişi arasında hiçbir fark olmayan fanilerden biriyim?” sorusundaki gibi yeter-

da bir yerinin olduğu düşünülebilir, önemli isimlerle dostluğu(?) hatırlanarak. Ne var ki günlüklerin bize söylediği öyle değildir. Tanpınar aslında yalnızdır, horlanmış, incitilmiştir, küçük görülmüş ve kendisi hakkında kırtıpil gibi onur kırıcı sıfatlar kullanılmıştır. Bunu biliyorduk; ama Tanpınar’ın gücenmiş ve öç duygusuyla dolu olduğunu pek de bilmiyorduk. Dostları tarafından aşağılanmış, üstelik anlaşılmamış ve yalnızlığa mahkûm edilmiş sanatçının dili keskinleşmiştir buna göre. Böylece her mağdur gibi olup biteni kabullenmek ve olup bitene karşı çıkmak ile kendini değersiz ve büyük görmek arasında sallanıp durur zihni. Kendini budala ve zavallı da görür, Beş Şehir isimli eserini kısırlık ve yazma hevesinin bir ürünü olarak da betimler; bir yandan Batılı yazarlarla kendini kıyaslar diğer yandan da Türk edebiyatının bir tarafıyla kendisince oluşturulduğunu dile getirir. Türk şiirinde Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’den sonra sıfırdan başladığını, yeni bir yol açtığını belirtir. Ama bazen öyle noktalara gelir ki estetiğine, sanatına olan inancını yitirdiğini söyler. Şimdi tüm bunlar üzerinden, Tanpınar’ın tezatları üzerinden alışılmış bir dedikodu biçimini sürdürmek yerine görünenin ardındaki sanatçı insana eğilmemiz gerekiyor. Çevresi tarafından görmezden gelinen, anlaşılmayan ve biçare görünen kendine dönük cevval bir zih36


sizlik ile kabul edemeyiş arasında yaşadığı bunaltıyı da bu doğuşun sebepleri arasına katmak gerekiyor. III “Ben neyim?” sorusunun günlüklerde tekrarına bakılırsa Tanpınar’ın iç dünyasında yaşadıkları daha iyi değerlendirebilir. Varlığımızı fark ettiğimizin açık göstergesi ve asıl öğrenilmesi gereken bir konunun ifşası olarak ‘Ben neyim?’ sorusuna Tanpınar’ın cevapları elbette çelişiktir. Bunun böyle olmasının o kadar çok nedeni var ki kimse kimseyi vardığı ya da varamadığı noktadan dolayı kolaylıkla suçlayamaz. Çevresine bakar sanatçı. İçine sinmeyen bütün hareket, yol ve düşüncelerin dışındadır ve içine sinecek olanı arar. Ararken yalnızca bir şeyin nasıl olmaması gerektiği, yanlış olanın ne olduğuna dair bilgiler nettir. Henüz bir yere varılmadığı için hakikat (içimizi rahatlatacak olan şey) aranmaktadır. Birbirini dıştan izleyen, bu arayışı anlamlandıramayan, anlamlı görmeyenlerin bakışlarındaki istihfaf yaralayıcıdır. Sanırım Türkiye’de arafta kalmışlığıyla dillendirilen sanatçı ve düşünürlerimizin durumu böyledir; hiç yoksa bu onların halini izah etmeye, onları anlamaya daha yatkın bir değerlendirmedir. Tanpınar o karmaşık insan ruhunu, kendini psikolojik halita olarak görür. “Bir yığın izah, düşünce veya benzeri, birbirine dolaşmış birtakım duygular bende beni, müphem şekilde teşkil ediyorlar. Kadın güzelliği, erotik hisler filan, falan… Hasretlerim, azaplarım, sevinçlerim.” İlerde kadın güzelliği ile birlikte sanat konusuna tekrar döneceğim.3 Burada sanatçının kendini nasıl gördüğüne biraz daha yakından bakalım. Günlüklerin bir yerinde tamamen odasına kapandığından, arkadaşlarıyla alakayı kestiğinden, gazeteleri dahi izlemeyi bıraktığından söz eder. Acaba bu bir kaçış mıdır, sorusu peşi sıra gelir ki bu da onun ferdi sorunlarının baskısı altındayken entelektüel sorumluluk duygusuyla hareket ettiğini gösterir. Ve sorar: “Ben asrımı inkâr mı ediyorum? Yoksa hastalığa karşı kayıtsız mı kalmaya çalışıyorum? Bir hastalığa karşı kendini muhafaza…” Bu içe çekiliş bir yönüyle kaçış sayılacaktır; ancak dışarıda güncel politikanın üzerini örttüğü ‘daha esaslı meseleler’ vardır. Bunlara değinmeden, bunların hal

çareleri konuşulmadan yapılan işler eksik kalacak, böylece hastalık ilerleyecektir. “Başkaları bu hastalığı daha ileriye götürerek ona başka hastalıklar aşılayarak arttırmaya çalıştılar. Düpedüz kendilerini, vaziyeti inkâr ettiler (bizdekilerde olduğu gibi), Hıristiyan oldular, komünist, individüalist, demokrat, muasır teknik adam, egzistansiyalist oldular.” O ise olup biten karşısında kendini başka türlü konumlandırır: “Ben sadece sanatçı oldum.” Bir başka yerde şöyle diyecektir: Yazık ki ben şairim, kendimim peşindeyim. İşte bu kendinin peşinde olma arzusu, isteği ya da sıkıntısı konusunda Tanpınar iki şeyden muzdariptir: para ve ülkenin içinde bulunduğu durum. Onun istediği toplumun bir denge içinde, sürerliliğini koruyarak ve geçmişle hesabını görerek akıp gitmesidir. Bu şekilde o da kendisiyle meşgul olabilecek, estetiğini ve kendi nizamını kuracaktır. Oysa şahsi para meselesi, muhitsizlik ve ülke sorunları; bunlar her şeye engeldir. Bu o kadar böyledir ki günlüklerin her on sayfasında bir önünüze yoksulluk, parasızlık meselesi çıkar. Ve Avrupalı yazarlarla kendi vaziyetini karşılaştırarak tartıştığı yerde, Virginia Woolf’u, onun Jurnalini okurken düşündükleri, kıyaslamaları, kendi durumunu değerlendirişinde de devamlılık ve emniyette olmanın huzurunu aradığını 37


gösteriyor. Woolf, “kendisiyle meşgul, zevklerini kovalıyor[dur]”; İngiliz romanı hayata bir emniyetten bakıyordur. Tanpınar’ın dilediği toplum böyle bir elbise gibi üzerimize oturmuş, herkesin ‘denge ve devamlılık’ın farkına bile varmadan yaşayacağı, herkesin kendi işiyle meşgul olabileceği bir toplumdur. Nihayet onlar, Avrupalı sanatçılar kendileriyle meşguldürler; Tanpınar ise şöyle düşünür: “Onların ferdi hayatları için düşündüklerini ben Türkiye için yapabilirim ve bu da mühim bir şey olabilir.” Ancak bu kolay da değildir. İşin zorluğunu sanırım herkes Tanpınar’ın yaşamından görebilir ve şu söze katılır: “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Görüldüğü gibi ‘ben neyim’ sorusunun cevabı peşinde giderken yeni bir soru eklenir: Biz neyiz, kimiz?4 Modernleşme süreçlerinde kaybedilen denge bir daha asla bulunamadı; bugün de bulunduğunu kimse söyleyemez sanırım. Bu dengenin yitirilişi ve bir daha kurulamayışı üzerine Edebiyat Üzerine Makaleler’inden dikkate değer bir pasajı paylaşmak istiyorum: “Bir servet kaybedilebilir, hatta bırakılabilir; fakat o servetin hazırladığı muhit ve yarattığı hayat şartlarının nezaket, zarafet, güzel ve hasbiye alışmak, istinas, istihfaf hatta tembellik ve rehavet gibi, belki de uzviyetimize geçmiş kıvrımları kolay kolay bırakılamaz.” Bir taraftan, yukarıda eski toplum hayatının eksiklerini işaret eden Tanpınar, hâlihazırdaki toplumda da çalışma terbiyesinin yokluğunu, potansiyelimizin olmayışını vurgular. Kendisini kısır gördüğünde de şöyle sorar: “Niçin bu kadar kısırız? Garp başka türlü çalışıyor, devam ediyor, biz niçin yapamıyoruz!” Bu soruların ardına düşen kişi artık entelektüel Tanpınar’dır. Biraz da ona yakından bakmalıyız.

halkla ilişkisizlik, sözde ya da gerçek aydınların ilişkisizliği asıl sorunun nedenidir. Halkla bu kopukluk ona göre “onunla birleşme yollarının yokluğundandır.” Tanpınar birleşme yolu olarak din üzerinde durur. Dindardan, muhafazakâr insandan çok da hazzetmediğini belirterek itiraf eder: “Evet, dindarın şantajından bıktım. Hayata öyle barajlar koyuyor ki tahammül kabil değil. Fakat ben de onu ne kadar tahrik ediyorum. Bu da bir mesele.” Yaşanan temel sorunlardan biri budur. Tanpınar’ın pek net olmadığı konulardan biri gibidir bu. Oysa ben şöyle düşünmeye yatkınım: İki yolun birbirine aynı oranda dâhil edilmesi reddediliyorsa üçüncü bir yolun mümkün olduğu da kabul edilebilir anlamına gelir. Bu yüzden onun üçüncü yolu işaret ettiğini söyleyebiliriz. Elbette bu nasıl olacaktır ya da nedir? Bunlar ortaya konulamamıştır kesin bir dille. Ancak “aşma” kavramı üzerinde durup düşünerek bir sonuca yaklaşılabilir. Arada kalmış her düşünür ve sanatçı, özellikle bu ülkede, üçüncü bir yolu işaret eder bize. Böyle düşünüyorum, özellikle aşağıdaki pasaj, daha önceki eserlerden ya da günlüğün başka yerlerinden karşıt içerikte aktarmaklar mümkün olsa da bence nihai noktadır Tanpınar’ın düşüncesinde:

IV Tanpınar kesin olarak Avrupalılaşmamızdan yanadır. Acaba, der “Hem Şarklı hem Garplı olabilir miyiz?” Hayır, diye yanıtlar bunu. Fakat mümkün olan bir şey vardır ona göre “Garplı bir Şarklı” olmak. Peki, bu nasıl gerçekleşecektir. Zamanla ve kendiliğinden, sanayileşerek, müreffeh bir toplum olduğumuzda, diye düşünür Tanpınar. Ama bir yönüyle de kitleyle,

“Biz Avrupalılaşacağız. Fakat Asya-yı Sagra’da oturan Türk milleti olarak. Ve kitle halinde Avrupa38


lılaştığımız nispette Avrupalılaşacağız. Kitle halinde değişmek. İşte bütün mesele. Bunun tek yolu var: Sanayileşmek, müreffeh olmak. O zaman bayramlar da, ramazan da hoşumuza gider. Çünkü kendimize mahsus bir hayat yaratmış oluruz. Yahut da kalkarlar. Fakat nasıl kalkacaklar? Nasıl sade Noel’le iktifa ederiz? Dünyanın en güzel karnavallarını buradan yaysak, yine birisi tatmin etmez. İçimiz dargın kalır.”

bir dünya, fakat bir şeyi, çok evvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş… / – Nedir o? / – Kendisini ve bütün âlemi tek bir varlık halinde görebilmenin sırrını. Belki de gelecek ıstıraplarını hissettiği için bu panzehiri bulmuş. Ama unutmayalım ki dünya ancak bu noktadan kurtulur.” (Huzur) 3- Yazıyı bitirince bu konuya dönemeyeceğimi anladım. Ama üzerinde duracağım iki şey var. Kadın insan olmasaydı, deyişi ile dizenin dışına çıkınca - sanatın dışında diye okuyorum bunu – insanın nasıl da sıradanlaştığını belirten sözleri. Bunların arasında sağlam bir paralellik var. Kadının bütün güzellik ve inceliğine karşın insan olmanın zaaflarını barındırması, sanatın yalnız edim halinde sıradanın dışına çıkabilmesi/dışında kalabilmesi gibi. Ama Tanpınar öyle sanıyorum ki mükemmel ya da tam olamamanın, olamayacak olmanın çaresizliğini dile getiriyor. Gözünü diktiği kusursuzluğu çağırmak. Dilemek; ama çaresizliğinde kıvranmak. 4- Bu konuda ilgimi çeken bir pasajı paylaşmak isterim: Beynelmilel toplulukta bizim çehremiz nedir? Vakıa henüz büyük manasında orkestranın dışındayız. Konuşmadık ki çehremiz olsun. İngiliz demokrat, aristokrat, tüccar ve azami ferdi. Fransız akılcı. Alman meloman, idealist, daüssılalı ve metafizik, ampiri ile yahut Prusya disiplini ile tatlı bir hülyayı yerleştirmiş. Bir kelime ile romantik, Islav mutlağın peşinde. Biz Türkler neyiz? Biz Türkler ki tarihte ve hayatta mevcuduz. Bugünkü nüfusumuzla aşağı yukarı dünyanın yetmişte biriyiz. Tarihimiz her şeyden sarf-ı nazar –yani pek az şeyden doğrusu- sadece tazyikıyle Avrupa’nın teşekkülünde, Araplardan sonra en büyük amillerden biri oluyor; Hıristiyanlığı çıkarırsak Türk tehlikesi Avrupa’yı birleştiriyor, bir yığın idare şekilleri kurmuşuz ve acayip salata olmasına rağmen büyük bir imparatorluğu beş asır devam ettirebilmişiz. Biz neyiz? Hangi kusurlarla malulüz. Çünkü şimdiye kadar içimizden bizi arayanlar hep meziyetlerimiz üzerinde durdu. Bana kalırsa bu işte kusurlarımızdan başlamak lazım. Milletler belki de kusurlarıyla milli hayatta en güvendikleri, övündükleri taraflarıyla birbirinden ayrılıyorlar. Dikkatsizlik fazla enfüsi olmak, sadece devlete güvenmek, tembellik, lirizm ihtiyacı ve cehalet ve gurur mu?”

Tanpınar’ı benim gözümde değerli kılan iki özellik de var bu pasajda. O, hem kendi sanatında hem de toplum olarak ülkesinde kendine mahsus bir nizamın oluşmasının imkânlarını aradı, sorguladı. Burada da Avrupalılaşmamızın ekonomiyle aşılabileceğini, refahın artmasıyla bunun mümkün olacağını söylüyor. Bir süre sonra tereddüt ediyor. ‘Kendimize mahsus’ bir yaşayışımız olur derken tereddüt ediyor ve ekliyor: Olmasa ne olur? Bize ait ne varsa ortadan kalksa ne olur? İşte bu önemlidir. Ve cevap da ikinci ve değerli gördüğüm yönüyle Tanpınar’ı ele verir cinstendir: Bir tarafımız dargın kalır. İşte bu! Sanatıyla da bunun ne demek olduğunu hissettirmeye çalışmıştır Tanpınar. Kendiliğinden olan, üzerimize sinen, sahih bir Avrupalılaşma.

Dipnotlar 1- Bana kalırsa Tanpınar’ın şiirdeki ısrarını Hilmi Yavuz’un belirttiği gibi, büyüklük hezeyanları ile kendini kandırma arasında dönen zihnin asıl yeteneğinin nede olduğunu görememesi biçiminde izah etmek bir yönüyle doğru olsa da Tanpınar için şiir sanatı, şair ise sanatçıyı karşılar diye düşünüyorum. Şiirde yani sanatta ısrar ediyordur Tanpınar. 2- Burada bir fikir vermesi açısından mühim bir diyalog: “Şark bu, güzelliği de burada. Tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerine adeta mumyalanmış

İnternet sitemiz yayında! Dergiyle ilgili son gelişmeleri takip edebilir; yorum yazabilir; abone olabilirsiniz!

www.derkenar.gen.tr 39


Anne ve Üsküp Osman Toprak Türk edebiyatının seçkin isimlerinin biyografilerini incelendiğimizde pek çoğunun daha küçük yaşlarda ya annesini ya da babasını ahirete uğurladığını görüyoruz. Bu durumun önce insan olarak sonra da yazmak duygusu olarak yazarın, şairin hayatını ne ölçüde etkilediğini, onun dünyasında nasıl bir tesir bıraktığını onların metinlerinden çıkarabiliriz. Ancak edebiyatımızı bir anlamda öksüz ve yetimlerin hayat karşısındaki başarısı olarak da değerlendirebilmemiz için burada birkaç örneği sıralamak istiyorum; Keçecizade İzzet Molla, on dört yaşında babasını; İbrahim Şinasi, üç yaşında babasını; Tevfik Fikret, on iki yaşındayken annesini; Ahmet Haşim, çok küçük yaşlarda annesini; Yahya Kemal, Üsküp’te on üç yaşında annesini; Ahmet Hamdi Tanpınar Musul’da on üç yaşında annesini; Arif Nihat Asya, bir aylıkken babasını; Behçet Necatigil, iki yaşındayken annesini; Peyami Safa, iki yaşında babasını; Necip Fazıl, on altısında babasını; Mustafa Kutlu, ortaokul ikinci sınıfta babasını; Süleyman Çobanoğlu bir yaşında annesini... Liste uzayıp gidiyor. Biz bu yazımızda özellikle Yahya Kemal ve annesini konu edinerek, annesinin Yahya Kemal’in his ve fikir dünyasındaki yerini tespit edeceğiz. Yahya Kemal, söylem ve duruşu itibariyle divan geleneğine yaslanması, biçim ve içerik olarak bu havayı yansıtması açısından itibarını bu köklü edebiyat çizgisinden kazanmıştır. Onun kökleri ile bağının devam ettiğini, yeni kurulan Cumhuriyet’e intibak sürecinde köklerini red politikası izlemeden geçiş yaşadığını görüyoruz. İstanbul’un çöküşünü Ankara’nın kuruluşunu bütün noktaları ile gören, yaşayan Yahya Kemal, vatan ve millet kavramanı en sahih anlamıyla terennüm etmiş, birtakım heyecanlara kapılarak asıl ve asil kimliğini inkar yolu ile yeni bir kimlik kazanmak yolunu tutmamıştır.

Şairin erken yaşlarda onlardan ayrıldığı ancak üzerindeki etkisini ömrü boyunca hissettiği, fikir dünyasının teşekkülünde büyük rol oynadığı iki temel nokta vardır; annesi ve Üsküp. Mallerme gibi din ile anne arasında çok kuvvetli bir bağ kuracak olan Yahya Kemal, bunu öncelikle kendi hayatından öğrenmiş, milletini ve annesini aynı manevi çatının altında yaşatmıştır. Annesi ile hatıralarında ondan şöyle söz eder: “Hatırlayabildiğim kadar, annem orta boylu idi. Kumraldı; semizliğe meyyal bir bünyedeydi. Çok hisli ve asabiydi… Çok kuvvetli ve mutekiddi. Beş vakit namazını kılardı.” Annesini burada önce bedenî vasfı ile hatırlayan şair, annesinin maneviyatına dair ilk izlenimini de vermektedir. Bir başka cümlesinde ise annesini: “Beş vakitte muntazam değilse bile, zaman zaman namaz kılardı.” şeklinde anacaktır. Şaire annesinin verdiği manevi terbiye ve duygular, esasen tam olarak annesinin ölümü ile tebarüz edecek, şair çocukluğuna dair ilk kuvvetli manevi bağlarını şu cümlelerle ifade edecektir: “İlk sofuluğum, on üç yaşımda annemin ölümüyle başladı. İsa Bey Camiinde annemin ruhuna her akşam Yasin okumaya başladım. Müslümanlık âleminde o kapıdan girdim diyebilirim.” İşte on üç yaşında birden kapıları açan bu duygu annesinin on üç yıl boyunca ona verdiği birikimin neticesi olarak ortaya çıkacaktır. Çok dindar bir anne olan Nakiye Hanım, Yahya Kemal’e daha pek küçükken İslâm İlmihali, Kur’ân ve Muhammediye’yi okuduğu gibi, itikadının sağlamlığı ile evlâdını bu dünyanın varlığından haberdar edecek, şaire ömrü boyunca tutunacağı ve sarılacağı bir manevi miras bırakacaktır. Yahya Kemal de Üsküp’te toprağa verdiği annesine belki yıllar sonra bir manevi hediye gönderecek, Ezân-ı Muhammedî şiirini annesine ithaf edecektir. Şiirin son iki mısrası aynı zamanda bu ithafın net biçimde şair tarafından terennümüdür; 40


Üsküp’te kabr-i mâdere olsun bu nev-gazel Bir tuhfe-i bedî’ü beyân-ı Muhammedî Yahya Kemal, annesi için en anlamlı hediyeyi seçmiş, adeta annesinin emeklerinin boşa gitmediğini ona göstermek için buradan oraya uzanacak bu uhrevî hediyeyi annesine sunmuştur. Yahya Kemal’in babasına ve belki de onun kendisine kazandırdığı manevi alışkanlıklara dair pek de ayrıntılı bir hatırası bulunmamaktadır. Şair babasından bu yönde şöyle söz eder: “Babamla gittiğim bayram namazlarından başka ibadet bilmezdim.” Babası burada bu iklimin hazırlayıcısı değil, bu iklimdeki bir ibadet biçiminin onda vücut bulmasını sağlayan bir yardımcıdır. Yahya Kemal’in diğer büyük hatırası ise Üsküp’tür. Kaybolan Şehir adlı şiiri bütünü ile Üsküp’ün şairde bıraktığı bütün manevi haz ve acıları dile getirmesi, onun kimliğini ve inancını; vatan ve millet sevgisinin sınırlarını yansıtması bakımından dikkate değer bir şiirdir. Burada Üsküp’te doğan şairin Üsküp’ü sadece bir hatıra olarak anmadığını, buradan beslenen fikriyatı ile vatan kavramını ve yurt sevgisini temellendirdiğini görüyoruz.

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için Yeniden şekillenen sınırlar içerisinde bizden koparılan şehirler, bizim şehirlerimiz bizim insanımızın doğduğu ve fetih rü’yâları ile büyüdüğü şehirler artık bir bir elimizden çıkmakta, geriye yalnız içli ve derinden inleyişler ağlayışlar kalmaktadır. Parçalanan vatan, aynı zamanda parçalanan kalbimizdir. Bunu bu şehirlerin gerçek sahipleri daha derinden yaşamakta, muhayyilelerindeki vatanın artık onlar için bir uzak diyar olmasının verdiği acı ile ancak hatıralara sarılarak teskin olmaktadır. Yahya Kemal’in yaşadığı çocukluk yıllar sonra bir başka veçhesi ile yeniden İstanbul’da karşısına çıkacak, bu kez hayatının son demlerinde kendi yaşadıklarını hatırlayarak huzurlu olmak, İstanbul’un belirli muhitlerindeki çocukların yaşamadığı güzelliklerinden üzülmek durumuna gelecektir:

Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır Şiire bu dizelerle başlayan şair, daha başında Üsküp ile bütün Balkan coğrafyasında sezilen ve hiç kaybolmayacak olan bu manevi atmosferi kurmaktadır. Evlâd-ı Fatihân bu coğrafyanın yaslandığı ve yaşattığı Müslümanlık kimliğini ifade eden, Osmanlının simgesi olan manevi bir zırhtır. Sonradan bu zırhı çıkaran şehirler bir bir kimliklerini yitirmiş, söz edilen manevi atmosfer de sadece bir tarih olarak hatıralar arasındaki yerini almıştır. Üsküp ki Şar-dağ’ında devâmıydı Bursa’nın Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın Üsküp, uzaklarda kalmış, vatandan ayrılmış ve ayrı bir şehir değildir. Üsküp, vatan coğrafyasının koparılamaz bir parçası, Bursa gibi ve Bursa kadar bir İslâm şehridir.

“Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitil41


mez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rü’yâsını nasıl görürler?”

Ezra Pound

Müslümanlığın çocukluk rü’yâsını annesi ile Üsküp’te gören ve bu manevi neş’eyi üzerinde gururla taşıyan Yahya Kemal, artık bu rü’yayı göremeyen bu neş’eyi duyamayan çocuklar için daha doğrusu vatanı ve milleti için endişelenmektedir.

Dönüş Bak, dönüyorlar işte; gör şu acemi Hareketleri ve ağır adımları, Sıkıntılı yürüyüşü Ve tereddütlü salınışı!

“İşte bu rü’yâ, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rü’yâsıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rü’yâsı ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitâbullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.”

Bak, dönüyorlar işte; birer birer, Korkulu ve yarı uyanık; Sanki kar durmalı, Rüzgâr mırıldanmalıymış gibi, ve yarı dönük geriye; Korkuyla kanatlananlar bunlardı işte, Dokunulmazlar bunlar. Kanatlanan pabucun tanrıları! Yanlarında gümüş rengi av köpekleri, koklayan havadaki izleri! Hey!.. Hey!.. Yağmada çabuktular; Keskin burunlular bunlardı işte; Kanın ruhu bunlar.

Bu çocukluk rü’yâsı esasen içinde çok derin bir anlamı barındırmakta, merhale merhale millet olmak şuurunu bir insana en hassas bir anlam ile öğretmektedir. Başından beri bu rü’yâdan kaçınanlar sonunda bir gerçekten tamamen habersiz olarak bu dünyadan göçmekte, bir millete ait olmanın ve daha doğrusu bir millet olmanın heyecanını ve şuurunu asla duyamamaktadırlar. İşte başından beri işaret ettiğimiz gibi annesi ve Üsküp Yahya Kemal’e bu rü’yâyı bütün güzellikleri ile yaşatmış, şair de bu güzelliğin ebedî ve manevî atmosferinde ömrü boyunca bir vatan sahibi ve bir millete ait olmanın huzurunu duyabilmiştir.

Sıkı tut yuları, solgun avcı!

İngilizce’den çeviren: Ali Görkem Userin

Not: Bu yazı Sermet Sami Uysal’ın Bilge Kültür Sanat yayınevinden çıkan, Yahya Kemal Beyatlı adlı kitabından yararlanılarak yazılmıştır.

42


Hersek’in incisi: Mostar Ayhan Demir Sokaklarında aylak aylak dolaşıp yorgun düşmek istediğim şehirlerin arasında Mostar her zaman en üst sıraları zorlamıştır. Benimle birlikte bu isteği paylaşan yüz binlerce insanın olduğunun farkında olan ve bir yandan dürbünüyle Mostar Köprüsü’nü izlerken diğer yandan “Son darbe vurulmalı, son darbe vurulmalı” diye mırıldanan Hırvat General Pralyak, çözümü Neretva’nın boynundaki gerdanlığı söküp atmakta görüyordu. Bu doğrultuda Hırvat topçusunun namlusu, 9 Kasım 1993 günü, sabahın erken saatlerinden itibaren Mostar Köprüsü’ne doğru çevrildi. Ancak Hırvat topçusunun çabası boşunaydı. Çünkü değer verdiklerimizin yokluğu sadece bizi onlara daha çok bağlar. Bu kadim kural Mostar içinde geçerliydi. Hırvat topçusunun her atışı Mostar’ı, listemin bir üst sırasına taşımak için yeterli sebep oldu. Dağılmış bir inci kolyenin taneleri gibi Neretva’nın bağrına sığınan Mostar (Eski) Köprüsü’nün parçaları ona olan bağlılığımı biraz daha artırdı. Mimar Sinan’ın tedrisinden geçen Mimar Hayrettin’in göz bebeği Mostar Köprüsü, kendini Neretva’nın soğuk sularına bıraktığında ise, Mostar listenin en üst sırasındaki yerini çoktan almıştı. Dost kötü günde belli olurdu. Eski ihtişamlı günlerinde görmek nasip olmayan Mostar Köprüsü yeniden ayaklarının üzerinde dikildiğinde ziyaret etmenin zamanı da gelmişti. Saraybosna tren istasyonuna geldiğimizde yavaş yavaş boynunu doğrultmaya başlayan güneş, tren hareket ettiğinde, varlığını daha fazla hissettirmeye başlıyor. Güneş yükseldikçe yol arkadaşımız Neretva’nın pırıltısı daha fazla gözlerimizi kamaştırıyor. Neretva’nın etrafı yeşilin her tonunu bulabileceğiniz bir palet gibi. Elinizi uzatsanız dokunabileceğiniz mesafedeki nar ağaçlarına dokunmaya kıyamıyoruz. Midemiz yerine gönlümüzü doyurmakla yetiniyoruz. Nar ağaçlarını, Nar Ağa-

cı(*) türküsünün “Nar ağacı narsist olur mu / Yiğit olan güzel yarsız olur mu / Benim gönlüm sensiz olur mu / Deli gönlüm sensiz olur mu” mısralarıyla selamlıyoruz. Mostar’ın meşhur üzüm bağlarını gördüğümüzde, yolculuğumuzun tamamlanmak üzere olduğunu anlıyoruz. Ve sonunda Hersek’in incisi Mostar’a ulaşıyoruz. Baharla birlikte Mostar da şenlenmeye başlamış. Trenden indiğimizde, Saraybosna’nın tatlı sert havasının yerini, Mostar’ın bedenimizi kundak misali sarmalayan güneşi teslim alıyor. Ancak güneşin bu sıcaklığı bile, üzerinden yıllar geçmesine rağmen, hala delik deşik olan şehrin binaları karşısında kanımızın donmasına mani olamıyor. Hüzünlü gözlerle Eski Köprüye doğru açılan Kuyumcular sokağına doğru ilerlerken teselliyi Osmanlı dönemi eserlerinden Karagöz Bey Cami’nin avlusunda buluyoruz. Her adımda daha fazla kendini hissettiren Neretva, Mostar Köprüsü’ne yaklaştığımızı usulca kulaklarımıza fısıldıyor. Koski Mehmet Paşa Camii’ni gördüğümüzde ise artık sayılı adımlarımızın kaldığını anlıyoruz. Koski Mehmet Paşa Camii’nin, Mostar Köprüsüne nazır avlusuna geldiğimizde, insanı titreterek kendinden geçiren manzaranın muhteşemliği karşısında, yapılabilecek tek bir şey vardı: Sigaraya tutunmak. Doğrusunu söylemek gerekirse hayatımda ilk defa sigara kullanmadığıma bu kadar üzüldüm. Koski Mehmet Paşa Cami’nin büyülü atmosferinden ancak Eski Köprüye daha yakın olacak olmanın tesellisi ile kopabiliyoruz. Taş sokaklarda, bir müzik tınısını andıran tıkırtılarla, ilerlerken, sevgilinin karşısına çıkacak her delikanlı gibi, kendimize son bir çeki düzen vererek Eski Köprü’nün karşısına çıkıyoruz. Gökyüzündeki hilalin yeryüzündeki en güzel yansımalarından biri olan Mostar Köprüsü, aynı zamanda millet olmanın en güzel sembollerindendir. Millet kadar sağlam olan Mostar Köprüsü’nün 43


“Yol yapımı devam ediyor. İnanmayan eşektir.” Notu okuduğunda küplere binen Bakan, notu kaptığı gibi Kralın huzuruna çıkmış. Notu okuyan Kral, Bakanına dönerek: “Ben inandım” demiş. Avusturyalılar devrinde yapılan son iç savaşta harabeye dönen Neretva’nın yanı başındaki hamamın açılış töreninde Komadina, tarihin en kısa nutuklarından birini söylemiş: “Ey vatandaşlarım parası olanlara işte hamam, olmayanlara işte Neretva!” (**) Selamın ne kadar büyük bir nimet olduğu yine en güzel bu şehirde, Mostar Köprü’den karşıya geçtiğinizde, Mostar’ın batı yakasında anlaşılır. Bu kanaatimizi destekleyen en somut kanıt şehrin batı yakasında henüz birkaç yüz metre ilerlemiştik ki, karşımıza dikiliverdi. Orta yaşlardaki bir Boşnak, Müslüman olduğumuzu anladığında, yıllardır görmediği bir yakınını görmüşçesine mütebessim bir ifadeyle “Selâmünaleyküm” diyiverdi. Elbette bizde aynı mütebessim hal ile selama selam ile karşılık verdik: “Aleykümselâm…” Mostar Köprüsü, şükürler olsun ki, bugün yeniden dimdik ayakta. Ancak Mostar’daki Boşnaklar, bugün şehrin hıristiyanlaştırılması gibi çok daha ağır sorunla karşı karşıyalar. Bu sorunun başrol oyuncusu da katolik kilisesi. Mostar’a hakim tepelerden birinin üzerine yerleştirilen büyük haç bunun en somut ifadesi. Ayrıca şehrin hırvat bölgesinde büyük bir kilise ve çok yüksek bir çan kulesi yapılıyor. Allah’a şükürler olsun ki, denge sorunundan dolayı, ayakta durması tehlikeye düşen çan kulesinin inşaatı durdurulmuş. Gördüklerim yordu beni. Dinlenmeliyim. Yeniden Eski Köprü’ye ve Neretva’ya dönüyorum. Eski köprünün üzerinden ayaklarımı Neretva’ya salıyorum. Başımı umuda yaslayıp Mostar’ın yol arkadaşları Kudüs’ü, Mekke’yi ve İstanbul’u düşünüyorum. Dilimde ise Dino Merlin’in Mostarska (Mostar’ın Şarkısı) şarkısından iki mısra: Ja cu biti sijed, ja cu biti star / Ali zauvijek je mlad moj Mostar…”(***)

kemerlerinin dayanaklılığı, her bir taşın kendisine yaslanan diğer taşa gücünü vermesinden kaynaklanıyor. Her bir taş diğerine güç verirken, aynı zamanda, bir diğerinden dayanma gücü alıyor. Mostar yalnızca köprüsüyle değil, TemelDursun fıkralarının Boşnak hali olan Muyo (Mehmet) – Sulyo (Süleyman) fıkraları ve Mostar’ın en sevilen Belediye Başkanı Muyağa lakaplı Mustafa Komadina ile meşhurdur. Muyo, Hitler Almanya’sında bir esir kampında görevlidir. Oğlunun hangi koğuşta olduğunu merak eden bir Yahudi Muyo’ya oğlunun ismini söyleyerek koğuşunu sormuş. Muyo hiç istifini bozmadan masanın üzerinde dizi dizi duran sabunları göstermiş: İşte orada, üçüncü sabun. Bir gün Sulyo, karşı tepeden Muyo’ya sesleniyormuş: “Muyo, Muyo senin inekler siğara içer mi?” Muyo, Sulyo’ya dönerek “Çıldırdın mıne siğarası!” demiş. Sulyo, bunun üzerine hiç istifini bozmadan “O halde kardeş ağılın yanıyor” demiş. Avusturyalıların Mostar’a hâkim oldukları dönemde Mostar Belediye Başkanlığını yürüten Mustafa Komadina, Kral Franz Josef tarafından pek seviliyordu. Komadina, peyniri ile meşur olan Gasko kasabasına yol yapımı için kraldan ödenek rica etmiş ve bu talebi kabul görmüş. Ancak iki yıl geçmesine rağmen, ne harcamalar, nede yolun durumu ile ilgili bir bilgi gelmemiş. Buna rağmen Komadina sürekli para talep ediyormuş. Maliye Bakanı son bir kere daha Komodina’dan bilgi talep etmiş, lakin gene yanıt gelmemiş. Kralın huzuruna çıkan bakan Komodina’yı şikâyet etmiş. Kral umursamaz bir tavır ile “boş ver” demiş. Aradan bir yıl daha geçmiş. Bakan, Komodina’ya, yeniden bilgi talep eden yazı göndermiş. Komodina bunun üzerine Viyana’ya kısa bir not göndermiş:

(*) Zekeriya Bozdağ (**)Mostar Köprüsü, Altan Araslı, Akçağ Yayınları (***) Bir gün yaşlanacağım, saçlarım ağaracak / Ama Mostar hep genç kalacak…

44


Hüseyin Akın Kardeş payı Öyle söyler erenler, yaşamak bir dalgınlık, durgun suya taş atmak Bir an gelmek göz göze, ömrün kerahet vakti sonsuz pusuya yatmak Gün kayıyor ilmekten, tüccarlar kazadursun derin siperlerini Ben kendime zırh yaptım, değmedi hiç canıma tam kıl payı ölmekten Hiç havamda değilim, nasıl çıkarsam tanrım üzerimden bu kışı Desem mi ki; ey ölüm ben senin yaşındayken dilimde çağla tadı Geçmek nedir bilmezdim namaza dursa hani bir müminin önünden Söndürmeye giderdim gecenin teknesinde tan vakti bir şarabı Bir evi vardı korkunun çok uzakta kerpiçten, ben onu hep taşlardım Bunu nasıl söylesem, tutardım nefesimi diz kırıp şarampole Dokunsam karanlığa gök üstümden çekilir ağlamaya başlardım Öpmezdi beni hayat, hep başından savardı bindirip karambole Bendim her akşamüstü o sızıp kalan çocuk kurtarmaç oyununda Ondan ne çok korkardım bir adım vardı benim çağrılmazsa bitecek Yolun sonu yalnızlık, ne zemheriler bilir ne bunu safariler Bir o kaldı geriye, gönülsüz kardeş payı, o da gitti gidecek

45




İbrahim Tenekeci Yakın dövüş Bozuldu bak, dünyanın ezberi Ağaçlar bile şaşırıyor günleri. Düşünelim bakalım; Bir şey vardı, o neydi? Üzmezdi gücümüzü, kaldıramadığımız taş Tenha bir yer seçilirdi, söylemek için. Geçim ehliydi yoksulluk bile Şükretmeyen ne bilsin! Değil mi? Pusu kurmazdı kimse, suyun başına Gitmezdi çöpe hurmanın çekirdeği Bilirdi yolu bütün mevsimler, Bir damla su, yaprağın ucunda Dünya derdik, böyle bir yer. Hiçbir şeyi tek başına yeme Diyen sahabenin sözünü Karıncalar tutuyor ancak. İnsan olmanın verdiği güzellik Soluyor durmadan, bir bak.

5 YTL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.