DERKENAR Sayı: 21
Temmuz - Ağustos 2008
Hüsrev Hatemi Mustafa Kılıç
Şiirleriyle Hüseyin Akın Furkan Çalışkan Ahmet Edip Başaran Mustafa Akar Ünsal Ünlü
Hikâyeleriyle Cihan Aktaş Kâmil Yıldız Seyfullah Aslan
Ali Görkem Userin Bir mesele olarak İslâm
Osman Toprak Suriye Hatıraları
edebiyat ve kültür dergisi
90 şiirinin imkânları Kolektif habersizliğe karşı gözlemci şiir Dünyaya kapı aralığından bakan şairin fotoğrafı
SUNUŞ
İÇİNDEKİLER 3 / Ahmet Edip Başaran Bir ışığa göz
32 / Hüseyin Akın Dünyaya kapı aralığından bakan bir şairin fotoğrafı
4 / Mustafa Akar Pirpaye
34 / Esra Elönü Okul harçlığı
5 / Furkan Çalışkan İngilizleri kim yenecek seni kim öpecek 6 / Ünsal Ünlü İnsanın insana anlatamadığı
34 / Bahadır Cüneyt Arnavut 35 / Suavi Kemal Yazgıç Vaktin oğlulları ve kızları 37 / Hüsrev Hatemi Berlin 1969
7 / Cihan Aktaş Sedef’e benzemek 23 / Seyfullah Aslan Kaldırımdaki adam
39 / Müslim Coşkun Yüksek dağın kuşuyum, serviye konacağım
24 / Kâmil Yıldız Ardımızda kalan
41 / Osman Toprak Suriye Hatıraları
25 / Sonia Sanchez Balad
44 / Ali Görkem Userin Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm
26 / Mustafa Akar 90 şiirinin imkânları 29 / Furkan Çalışkan Kolektif habersizliğe karşı gözlemci şiir
DERKENAR
46 / Mustafa Kılıç Bir modernizm vurgusu olarak Kapıları Açmak
iki aylık edebiyat ve kültür dergisi ISSN:1304-6667 ikinci dönem Yıl: 5 Sayı: 21 Temmuz - Ağustos 2008
48 / Hüseyin Akın Adem ağacı
Merhaba dostlar, Hayat ara sıra tutukluk yapsa da hedeflediği noktayı vurmayı sürdürüyor. Hayatın hedeflediği nokta, kalplerin mevzilendiği anlama ve algılama noktasıdır. Belki yaz geliyor, belki tatile çıkıyor kitaplar ve vicdanlar; ama biz hayattan aldığımız enerjiyle aynı noktaya aynı ayarda vurmaya devam ediyoruz. Bu mevsimde (Temmuz-Ağustos) bu ülkede her şey kendini sıcağın rehavetine bırakır, yaprak bile kımıldamaz diye bir kanı vardır öteden beri. Şiir bile birkaç adım geldiği yere geri çekilirmiş. Eğer varsa böylesi bu durum, herhalde edebiyatın ve yazmanın mevsimlik işçilerine mahsus bir şey olsa gerektir. Nasıl zulüm dört bir yanda kol geziyor ve tatil yapmıyorsa, kalemin ve kelamın nöbetini tutanlar da nöbet yerlerini terk edip tatile çıkacak ya da uyuklayacak değildirler. Derkenar 21. sayıya ulaşırken teyakkuz durumunu sürdürüyor. Bu sayıda usta hikâyeci Cihan Aktaş uzun bir hikâyesiyle aramızda yer alıyor. Seyfullah Aslan ve Kâmil Yıldız ise bu sayının diğer hikâyecileri. Şiirleriyle Ahmet Edip Başaran, Mustafa Akar, Furkan Çalışkan, Hüseyin Akın, Ünsal Ünlü, Suavi Kemal Yazgıç, Esra Elönü ve Bahadır Cüneyt sayfalarımızda. Bu sayımızda iki farklı İbrahim Tenekeci Şiiri okumalarına yer veriyoruz. Tenekeci’yi geriye dönük yeniden okuyup değerlendirmek noktasında önemli tespitler içeren yazılar, Furkan Çalışkan ve Hüseyin Akın’a ait. Kitap kritik bölümünde Mustafa Kılıç, Ali Görkem Userin ve Osman Toprak yazdılar. Hüsrev Hatemi, “Berlin 1969” şiir şerhiyle yine aramızda. Birkaç sayıdır sürdürdüğümüz gezi notlarına bu sefer Müslim Coşkun’un yalın, sıcak ve samimi kalemiyle devam ediyoruz. 2008’lı yılların rakım noktasından 90’lı yıllar şiirini temaşa eden bir genç şairin (Mustafa Akar) değerlendirmelerini dikkatinize yaklaştırmaya çalıştık. Kuşkusuz ki bu bir doksanlı yıllar şiiri dosyası değildir. Belki buna bir şairin bulunduğu yerden karşı tepelere şairce bakışlar fırlatması demek daha doğru olabilir. Yeni sayılarda buluşmak üzere şimdiden iyi okumalar.
İmtiyaz Sahibi Ayhan Soylu Yazı İşleri Müdürü Seyfullah Aslan
Baskı Milsan (0212) 471 71 50
Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Akın huseyinakin@yahoo.com
Yayın Kurulu Osman Toprak Furkan Çalışkan Ayhan Demir Yusuf Genç Görsel Tasarım Seyfullah Aslan
İnternet www.derkenar.gen.tr derkenardergi@gmail.com
Adres Rumeli Cad. No: 144 / 3 Şirin Apt. Osmanbey Şişli- İST.
Baskı Tarihi: Haziran 2008
Yayın Türü: Yaygın Süreli Abonelik Koşulları Yıllık: 30 YTL / Kurumlara: 100 YTL Seyfullah Aslan adına Garanti Taksim Şubesi: 028-6674555 Posta Çeki Hesap Numarası: 1603241
Genel Dağıtım KDD Kültür Dergi Dağıtım (212) 527 65 87
Ahmet Edip Başaran Bir ışığa göz bu şiiri sana yazdım tutup avuçladım bir ışık topunu sokaklara indim toprakla yıkanmış bir çift göz hani söylenir ya bu elbise bana dar bu kınalı sünnet şenliği bu herkesi şaşkına çeviren hızlı ve soluksuz yürüyüşüm ben kekemeyim ve bir evet/hayır oyunu hayat şimdi uslandım sana bir göz, sana bir ışık, sana bir alnı yarılmış ırmak adadım. bir sesim vardı düşürdüm balkonlu evlerden adım göğe uzandı yüzüm belki yarılıp açılır belki parmaklarım bir harf kovanı olur mu kimseye kanmak yok vaktin şehvetli dokunuşlarına elif diyelim hem böyle daha güzelim: hiçbir gök beni aldatmaz ama mutlu değilim tedirginim belki yarılır yüzüm içime düşerim nemlenir canımın gözü bir sevmek gelir konar sinir uçlarıma. bir hiç için ebe olmak denirdi saklambaçtı unuttum yerimi unutunca gelip kaldırıyor unutanları göğün askerleri sararmış yüzlerle kalkıp sofralardan şükürsüz dudaklarla sesim bir sırat gibi incelip dolandı bedenime artık söz kavga yok duvarda asılı bir tüfek, tüfeğin içinde asılı binlerce kurşunun kanı sen çağın içinde bir körpe çağla, ben meyvelerden nisan aylardan kiraz.
3
Mustafa Akar Pirpaye Namlu gibi yeğin kemiklerim, yürüdüm dünyanın toprağında Uyuyan yağmur çiçeği gibi iğri büğrü Acımı üç benekli kargılarla taşıyıp durdum âdemden beri Aklımda yaz şebboyları fısıl fısıl diriliğin Ekmeğim ağacım yüreğim, kızaksız ve yelkensiz kalmışlığım Saçlarımda olgun şimşek kımıltılarıyla anladım Çok acayip bir fırtınanın panteriyle geldin sen bana Yüzüm ayağım ağustos tüten bir denizin uzağındaydım Elimdeki bütün asyalar küçüktü daha Cemşit doğmamıştı, İskender kırılmamıştı en yakın arkadaşına. İlk krallar çağından beri dumandır zaman Korkulu bir buğday çiçeğinin sesiyle dönerdi evliyalar Eski yazıları kelebekler, günün safir tırtılıyla sana koşardım Vadinin ortasında evrenin taşları elipserdi birer ikişer Ağaçlar ki hep omuzlarımda -yeryüzünün Diriliğini yayınlayan o boynuzlardır gökyüzüne değen. Zühre çıkana değin saf ayla doluluğum bitmesin Sen toprağın sıcaklığındaki denizleyin sihirsin belki Batıdan Doğuya dönüşümün ilk sözü ilk yeminli muskasısın Nemsin başka nemsin güvercin kepeneklerim misin Sıvacı kuşuyla avunan defnemin soluğu musun Saksılarda bulduğum sözcük buharlarım mısın O çok eski şiirlerdeki unutulmuş sevgili misin Guguk kuşu uçar on ikiyi bildirir duvar saatim misin? Yok ürpermezdim hiç sen olmasan Bağdat olmasa Kufe ve Ali olmasa, örtmeseler üstümü ürpermesem Pirpayem, sönsün büyük mumlar Gel saatlere ve iktidar sevgilerine tükürelim yetsin
4
Furkan Çalışkan İngilizleri kim yenecek seni kim öpecek Yan yana oturduk kaldırımda seninle Ta ki ben tek başıma kalana değin Atlaslara ve ajandalara baktım yine de Umudun son günü geçmişti, elini koyduğun yer senin Boş zamanlarımda ben senim Her zaman, hırçın ve yorgun, devlet rengi Bir tek öğlen sessiz ve sarı Kapısının önünde oturan bir kız sesi Gelin ile damat imiş bu adamla şu kadın Kasete çekmişler, üzerine dizi Dizimdeki yaraydın hiç geçmezdi Ruslara Allah dedirtmişti Emel Sayın Seni gördüm bir Türkiye yoksa Kamerun iki İngilizleri kim yenecek seni kim öpecek Aceleye geldi hayatım ne olacak şimdi? Tıbbın geldiği son noktada ağlıyorum kekeleyerek Telefon defterine yazdığım şiiri soruyorum Gömleklerimi soruyorum kahve lekelerimi Bir türlü hatırlayamadığım başkentleri Mırıldanıyorum tek başıma oturmuş kaldırıma Fasın başkenti fastı sevgilim di mi?
5
Ünsal Ünlü İnsanın insana anlatamadığı İyi şeyler de oluyor unuttuğun yerlerde Gözlerim bir sen bir ben oluyor sonra İçimde hışırdıyor kuruttuğum yapraklar Bir muşambaya gizlenip ürperiyorum Sanıyorum ellerinde titreyen diken acısı Dikenleşiyor tenimde uzayıp durdukça Unutmanın gezdirdiği bir dirim uzakta Diriliyor boşlukta doğan iri bir ölümlü İrkiliyor geçen her anı sıkarak ruhunda Umurundadır harcadığı her kuruşluk Huzurunu kaçırmış hayvan gözlerinde Bir bakışla hazırdır savrulmaya doğru Başlıyor yeni bir çizgi, derin bir susuşla Çiziyor gönlünde hep o atlas, yorgundur. Gizliyor yıkılmayan saygınlık anıtını Okunmuş bir kitabın çizili sayfalarını Saydam bir bakışla faydasız gömüyor. Sararmış suların hastalıklı kanırtması Kanatıyor içini kalabalıklara karıştıkça Hâl göstergesidir kalabalığın en uç yeri Değmemiş hiçbir ateş hiçbir gölgesine. Sınırları zorlamaya gör birkaç adımda Kesişir sözler yakıcılığını hissettirmeden Sona doğru yaklaşılmadan söylenecektir Bilinecektir insanın insana anlatamadığı Ve yarışır insan bilmediği bir dünyayla Sonra sil baştan sinecek başkaları adına Kendinde olmayan şey, unutmak içindir.
6
Sedef’e benzemek Cihan Aktaş dar ezberledim. Bir takım düşünün ki, 90 dakikada en az on gol pozisyonu oluştuğu halde maçı 2-0 kazanıyor; bu maça ağlanmaz da hangi maça ağlanır, diye yükseliyordu arka koltuklardan, otobüste gezinen öfkeyi çoğaltan yorumlar. Bizim takım bana göre oyun anlayışında daha atak olabileceği taktikler geliştirecek güce sahipti. Yahu, rakibi günlerdir bas bas bağırıyordu, artık benim adımdan başka hiçbir tarafım büyük değil diye... Bizimkilerin ilk maçın ikinci yarısındaki hücumu sırasında defansta nasıl panik yaşadıklarını gördük adamların. Hakem de elbette kime kırmızı kart göstereceğini şaşırmış bir “ibne”ydi; kimsenin kuşkusu olamazdı bundan! Küfretmeyin beyler, aileler var otobüste, bayanlar var, diye bağırdı ikinci şöför, arka sıralardan. Küfür bizim takımın zihniyetine yakışmaz. Şöför muavinine göre, geçen bütün maçların toplamında gösterdiği başarı hesaba katıldığında -her halde Serdar’ın yerine oyunu alınmış olan- Aykut’un bu yapılacak maçta yedeğe bırakılması tarihi bir hata olurdu. Peki Serdar sahiden de gelecek sezon için Birinci Lig takımlarından biriyle anlaşmaya mı hazırlanıyormuş?.. Abuk sabuk bir iddia, dedi, şehir takımının renklerinden bir şapka geçirmiş olan genç bir yolcu. O öyle gizli anlaşmalara tenezzül edecek şerefsiz bir futbulcu değildir. Hayır efendim, Aykut’un sadece adı vardı, bir köşe yazarının çalımlarını “liglerin Metin Oktay’la birlikte en efsanevi futbolcusudur” diye açıkladıktan sonra Lefter’inkine benzettiği yazısının ardından takım içinde değeri artıvermişti ansızın. Bir hoca maç boyunca takımın en iyi oyuncusunu, gol kralı olmaya aday olabilecek bir oyuncuyu yanında oturtuyorsa, ben ona teknik direktör falan demem. Ne oldu peki? Serdar maçta yoktu ve daha ilk golden önce üç pozisyon verdiler. Uzun zamandır yedekte tuttuğun, idmansız olduğu belli olan bir futbolcuyu Serdar’ın yerine oynatıyorsun. Devamlı pozisyon hatası yapan Nuri oynuyor. Ama takımın yıldızı Serdar, oyuna alınmıyor! İşin aslını bilmeden atıyorsun oğlum, dedi ikinci
I- Yolculuk sırasında otobüsün içindeki hava, gittiğimiz şehrin -eşimin doğduğu şehrin- futbol takımınının iki gün sonra deplasmanda yapacağı maçla ilgili tartışmalarla epeyce gerginleşmişti. Yolcuların çoğu, yaz tatili için akrabalarına, annebabalarına yaptıkları yıllık ziyareti iki gün sonra yapılacak maçın tarihine göre tespit etmiş kimselerdi. Konuşacak bir konu bulamadıkları için bu maçın önemini abartıyorlardı; öyle görünüyordu kızıma. Bense benzeri tartışmalara daha önce de tanık olmuştum; caddelerden zafer çığlıklarıyla akan kalabalıklar yüzünden trafiğin tıkandığı bir noktada saatlerce beklediğimi hatırlıyorum. Eşimin şehrinin ahalisi için Birinci Lige çıkmak demek, kendilerine yapılmış tarihi bir haksızlığın düzeltilmesi anlamına geliyor adeta. Bir zamanlar, hani, Osmanlı İmparatorluğu zamanında yani, şehzadelerin eğitildiği merkezlerden biri olması nedeniyle zamanının şartlarında bir hayli gelişmiş olduğu söylenebilecek olan şehir, o ihtişamlı geçmişine sanki Birinci Lige çıkan bir takım olarak ulaşabilecek! Futbolla çok ilgili biri sayılmam. Kulağıma gelen cümlelerden anladığım kadarıyla, tartışmaların bir nedeni, daha önce aynı takımla yapılmış maçta kaçırılmış gollerin sorumluları konusundaki görüş ayrılıklarıydı. Bu kaçırılmış gol fırsatları yüzünden kimisi kaleciyi, kimisi futbolcuları, kimisi de takımın en iyi golcüsünü sudan nedenlerle yedeğe alan teknik direktörü suçluyordu. Bu takımın esaslı oyuncularından biridir Serdar. Sen öyle bir oyuncuyu nasıl yedeğe çekersin!.. Şehirlerinin takımı tarihi boyunca ilk kez Birinci Lige çıkma fırsatını yakaladığı için, herkesi bir şekilde ilgilendiriyordu iki gün sonra yapılacak maç. Futbol söz konusu olduğunda kullanılan özel dile ilk kez bu kadar yakınlaşıyordum: Necati’nin kanatlara kaçışıyla, Murat’ın öne çıkışıyla rakibimizi önde bastılar, ama... Benzeri ifadeler farklı kelimelerle yeni baştan kurularak dolaşıyordu otobüste, öyle ki futbol terimleriyle pek az ilgim olduğu halde, kimi cümleleri daha sonra birilerine aktarabileceğim ka7
mı tutamam, aslına bakılırsa bir parti tutuyor da sayılmam. Kaç seçim kampanyasına tanık oldum ömrüm boyunca, sadece bir kez gittim seçim sandığının başına. Askeri darbenin liderinin gösterdiği adayın karşısındaki kişiyi desteklemek için o da... Senin yaşlarındayken siyasal partilerin temsil yeteneğine inanmaz, futbolun ise emperyalizmin bir silahı olduğunu düşünürdüm. Gide gide futbolla ilgilenmeden edemeyecek kitlelerin varlığını kabullendim. Futbolun kendi içinde bir büyüsü, hatta bir estetiği var, olmalı; orası açık. Fakat hiç tanımadıkları, daha doğrusu sadece futbol alanındaki becerileri nedeniyle belki bir hayli yoksul odalarının baş köşesinde yer verdikleri insanların yenilgileri ya da zaferleri nedeniyle birbirine giren, birbirini yaralayan hatta öldüren şu gözünü karartmış yığınlara da ne oluyor ki... Bunları söylemedim, söylemedim ona. Bana benzemesin. İçimde büyüyen sıkıntıyı da bilmesin. Birazdan bitecekti yolculuk. Şimdiden duyuyordum sitemkâr kalabalığın sesini. Gelmiyorsunuz. Niye gelmiyorsunuz? Neden daha sık gelmiyorsunuz? Bayram tatili dokuz gündü, niye gelmediniz ki... En fazla senede bir gelebiliyorum bu şehre, orası öyle. Bir yıl geçti aradan ve ne de çabuk geçti! Biletler alındıktan sonra bile, ailece yola çıkma planı suya düşebiliyor. - Oğlunuz bir fuar organizasyonu için Kıbrıs’a gitmeye mecbur kaldı, torununuz da onunla gitmek istedi. Bu açıklamayı defalarca yapmam gerekecek. Küçük görümcem terminalde bekliyor olmalıydı; gecikti. Eskiden kayınbiraderim aileye ait büyük arazi cipiyle karşılamaya gelirdi. Bu terminalde eskiden bütün gelmeler ve gitmeler kalabalıkların uğurlama ve karşılama törenleriyle gerçekleşirdi; şehirleşmenin yol açtığı kısıtlanmalar karşılama ve uğurlama törenlerini de etkilemiş. Duvarda İstiklal Marşı’nın yazılı olduğu büyük bir tablo. Bayrak. Parşömen üzerine Kufi hatla Fatiha Suresi. Fenerbahçe bayrağı. Yanıbaşında şehrin futbol takımını gösteren büyük bir poster. Bakır işi tepsiler. Mescid-i Aksa resmi. Kocatepe’de kalpaklı, dalgın Atatürk. Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez, diye, karton üzerine kırmızı ispirto kalemle yazılmış bir yazı yanında. Onun üzerinde, bu ofisi kuran ve geliştiren, eşimin uzak akrabası Kenan’ın rahmetli babası Muhittin Amca’nın siyah-beyaz resmi. Yan-
şöför. Serdar’ı oyuna sokamazdı adam, çünkü omuzu cidden sakat. Bu maçta oynayabileceği rapor edilseydi, ayrıca çalışmaya tabi tutulacaktı zaten. İdmansızlığı apaçaktı Aykut’un, renkleri takımın renklerinden oluşan bir şapka takmış olan genç adama göre. Serdar muhakkak ki sakat haliyle bile ondan çok daha iyi götürürdü maçı. Fakat Serdar’ın omuzunun sakatlığını bir bahane olduğunda diretiyordu, bir diğer yolcu. Ona kalırsa takımın golcüsünün yedeğe çekilmesinin nedeni, özel hayatındaki apaçık istikrarsızlıktı. Omuzu sakat adamın ne işi olurdu gece klüplerinde... - Şehrimizin takımına hiç yakışmıyor, isterse Altın Ayakkabı’ya aday olsun! Çocuklarımıza kötü örnek oluyor! - Çocuklarına Serdar değil, sen iyi örnek olacaksın! - Yahu, sen benim çocuklarıma nasıl bir örnek olduğumu nereden bileceksin! Giderek ses tonları sertleşiyordu; bunun önüne geçmek için ikinci şöför erkence bir mola verilmesini sağladı ve iki futbol fanatiği yolcuyu yanına alarak, lokantanın şöförlere özel servis verilen, bir perdeyle ayrılmış bölümüne götürdü. O sırada işte, kirli tuvaletlere girmek zorunda kalmamak için yol boyunca ikrâm edilen çayları, meyve sularını içmekten kaçınan kızım, ısrarım üzerine eline tutuşturduğum küçük su şişesinden minicik bir yudum aldıktan sonra, - İnsan niye bir takımı tutar ki anne, diye sordu. Düşüncelerimin bir kısmını kendime saklayarak cevaplandırdım sorusunu: - Bu maç İkinci Ligin iki önemli takımı arasında yapılacak, bu maçın sonucunda yenen takım Birinci Lige çıkacak puanı kazanmış olacak anladığım kadarıyla; o yüzden bunca önemseniyor. - Yine de çok abartıyorlar bence... Bir takım için insanlar birbirine giriyor. Bir takım niye tutulur, gerçekten anlayamıyorum. - Kimisi bir takım tutar, kimisi siyasi bir parti. İnsanlar kendilerini önemli ve değerli hissettirdiği için, bir topluluğun, bir grubun içinde olmak isterler... Söylediğim son cümle çok da üzerinde düşünmeden çıkmıştı ağzımdan, içimden sürdürdüm konuşmamı. Bir futbol takımını tutmayı hiç anlayamadım ki ben de, bir maç sırasında tribünleri doldurarak tezahuratta bulunan taraftar kesimlerinin çok uzağında duymuşumdur kendimi hep. Bir futbol takı8
‘Türban’ yüzünden. Kenan kızının türbanını çıkartıp derslere girmesinden yana: Bunu keyfi için yapacak değil ki, diye açıklıyor düşüncesini. Kısacası kızının vakti bol; babasının notlarını bilgisayarda kitaba dönüştürebilir. Çaylarımızı bitirmeden küçük görümcem geldi. Park yeri bulmakta zorlandığı için gecikmiş. Kenan ona da çay ısmarlamak istedi. Dedesinin hatıraları üzerine konuşmaları yarım kaldı. İnşallah başka sefere, dedi görümcem. Evde misafirler bekliyor. Büyük ev eskisine göre ıssızdı; büyük görümcem yoktu mesela, bir düğüne gitmek zorunda kalmış. Naciye Hanım hasta olduğu halde gelmişti; her seferinde hoşgeldin demeye gelir, hiç ihmal etmez akrabalık görevlerini. Sıkıca sarıldı. Özletiyorsun kendini, tatillerde çıkıp çıkıp gelmiyorsun! Ee, siz çıkıp çıkıp gelin tatilllerde kolay oluyorsa, diye geçirdim içimden, biraz uzağında durarak. Bir tuhaf kokuyor. Kına kokusunu ağırlaştıran özel bir sabun kullanmış sanki. Peki, yeğeni Sedef’ten ne haber? Keşke o da gelseydi! Benim kızımın yaşında hemen hemen, birlikte vakit geçirirlerdi. - İşi başından aşkın Sedef’in, dedi Naciye Hanım. Bağ davetine de gelmez büyük ihtimalle. Kurslardan başını alamıyorken tuttu bir de işe girdi. - Ne kursuna gidiyor ki… Geçen yıl üniversite sınavlarına girmemiş miydi? - Girmedi sınavlara bacım, giremedi. Geçen yıl girememişti, bu yıl da giremedi. Sınav tarihi yaklaştığında bizim kızda bir hastalık hali baş gösteriyor. Aksırıyor, burnu akıyor, başı ağrıyor. Alerjik bünyesi, benimki gibi. O hasta haliyle tuttu bir de işe girdi. Göl kıyısında bir ressamın yanında kara kalemle resim yapıyor. Resim dediğime bakma, karikatür çiziyor. Küçük bir tezgâh işte, luna parkı geçer geçmez karşınıza çıkıyor. İşe yeni girdi ya, ikide birde izin almak istemiyor. Annesi de gelemedi benimle, bağ davetine de gelemez, sanmıyorum. Kızkardeşiyle nöbetleşe yatalak babalarına bakıyorlar; bu hafta onun sırası. Ben gelmeye çalışırım, niye gelmeyeceğim ki... O gelirdi; bütün davetlere gelirdi. Çocuğu olmayan orta yaşlarda bir kadının hakkıdır bağ davetlerinde dolaşmak. Çocuğu olmadı, öyle; kusurun kimde olduğunu da bildirmek istemedi elaleme. Yeğeni Sedef’i çocuğu yerine koydu işte...
yana iki erin rengi solmuş, büyütülmüş fotoğrafı. Üzerinde şu sözler yazılı: Vatan size minnnettardır. Çanakkale Savaşını kazanan asil ruhun anısına. Kenan bir çay olsun içmemiz için ısrar ediyor. Aklı başka bir yerde sanki. Onu da iki gece sonra yapılacak maçın heyecanı mı sarmış?... Eh, biraz da olsa, öyle denilebilir. Yediden yetmişe hemşehrilerinin günlerdir şehri takımlarının renkleriyle donattığı, caddelerde bir karnaval havası yaşandığını söylüyor, Kenan. Hollanda’dan, Almanya’dan gelen gurbetçiler, otobüslerle maçın yapılacağı şehre doğru yola çıkmışlar çoktan. Ben kalabalığa gelemiyorum o kadar, o yüzden gitmedim. Ortalıkta bir gürültü, bir telaş; her tarafta bayrak balon. Kenan bu telaşın biraz da olsa uzağında durmasının nedenini anlattı: - Aslına bakılırsa ilk maçta kızdırdı beni bizimkiler. İkinci yarıda rakip takımın tuzağına düşüp koptular birbirlerinden. Basit bir kontra oyununa yattılar. “Kontra oyunu da ne demek?’ diye sormadım. MİT, Kontr-gerilla, Ülkü Ocakları kapatılsın, diye yürürdü solcu gruplar, üniversite öğrencisi olduğum yıllarda. İçinde bulunduğum proje grubunun ısrarıyla bazen onlara katıldığım olurdu. Yürüyüşten ayrılma fırsatını bulur bulmaz, sanki bana suç olarak görünen o yürüyüşün kefaretini ödemek ister gibi mahallemizdeki Ülkü Ocakları’nda alırdım soluğu. Bir keresinde Ü.O.’ya gittiğimde, çok önem verdiğim bir abiyi odasında çevresinden adeta kopmuş bir vaziyette maç dinlerken bulduğumda çok şaşırdığımı hatırlıyorum. O zamanlar futbolla ilgilenen kişilerin boş kafalı insanlar olduğu düşünülürdü. Sonraları uzak düştüm Ü.O.’ndan; daha evrensel, Maksim Gorki okumayı komünistlik saymayan, İran Devrimi’ni bir İngiliz komplosu olarak tanımlamakla yetinmeyen insanların bulunduğu ortamlara ihtiyaç duyuyordum. Bu günlerde şehrimizde her yerde futbol konuşuluyor ya, biz de az çok bu havaya uyduk, diyerek düşüncelerimi böldü Kenan. Fakat son zamanlarda onun kafasını yoran asıl konu, Çanakkale Savaşı’na katılmış dedesinin hatıralarını kaleme alma fikri. Çalakalem, dil bilgisi kurallarını dikkate almadan yazıp gidecek, elinden başka türlüsü gelmez. Daha sonra kütüphanecilik bölümünde okuyan kızına düzelttirecek yazdıklarını nasılsa... - Kız okula gidemiyor zaten, evde. Bir gidiyor İstanbul’a, üç beş gün sonra geliyor. 9
Sedef’in yalınlığı biraz da annesinin şatafat düşkünlüğüne yönelik bir tepkiden kaynaklanıyor olabilir. Giyim kuşamı konusundaki aldırışsızlığı ile halası Naciye’yi hatırlatıyor. Naciye bir dönemde nefis tezkiyesi adına hep aynı elbiseyi giydiğini anlatırdı. Akşam yıkar, sabah giyermiş aynı elbiseyi; Hazreti Fatıma anamızın kanaatkâr kişiliğine özendiği için. Bir tür kendini bırakmışlık hali içinde görünüyor şimdi. Dudaklarının üzerinde, çenesinin altında tüyler uzamış; menopoza girmiş olmalı. Nasıl kokuyor öyle! Konuşma uzayıp giderken açıkladı: Saçlarını Arap sabunu ile yıkamaya başlamış. Bütün giysilerini de Arap sabunu ile yıkıyormuş hoş. Deterjana, şampuana alerjisi var. Sedef gibi. Pek çok bakımdan bana kendi gençliğimi çağrıştırıyor Sedef ama...
İki gün sonra, yani maç gününün öğleden sonrasında bir bağevine davetliyiz. Bu şehirde büyük davetler birkaç vesile bir araya getirilerek düzenlenir. Biri evlenmiştir, biri askere gidiyordur, biri gurbetten gelmiştir, biri bir iş ya da okula giriş sınavını kazanmıştır. Fakat bu kez sadece bizim şerefimize gerçekleşen bir bağ yemeği söz konusu olan, bunu vurguladı büyük görümcem, akşama maç olsa da gitmemek olmaz. Hava kararmadan dönmüş oluruz eve zaten, maç nedeniyle. Fakat bağa gidildiğinde kolayca dönülmez, kızım bu düşüncesinden vazgeçmiyor. Bağa gidip de sıkılmadığı bir zamanı ise hatırlamıyor. Kızlar hep kendi aralarında fısıldaşır, gülüşürler. Gülüşleri birbirine bulaşır. Niye güldüklerini asla anlayamazsın. Gülmek için bir sebepleri hep vardır. Saçma sapan nedenler... - Bağa eğlenmek için gidiyorlar da ondan. - Ben o konuşmaları dinlerken hiç eğlenmiyorum ama... Ben gelmesem... Hem bak, Sedef de gelmeyecekmiş. Sedef sevmez bağ davetlerini, değil mi?.. Geçen sene bağ davetlerinde de herkes vardı, bir Sedef yoktu. - Ama çok güzel bir bağmış bu kez gideceğimiz, iki havuzu varmış, havuzlarda kuğular yüzüyormuş. Ağaçlara çıkarsın, salıncağa binersin, top oynarsın. - Kızlar yine bir yere toplanıp konuşmayı tercih edeceklerdir. Konuşma konuları bana basit geliyor ama, içim daralıyor yanlarında... Yakınmalarını duymazlıktan geliyorum. Aman Sedef’e benzemesin, yani bana, kendi iç dünyasına dalıp giderken akranlarının oyunlarından eğlencelerinden uzak düşen küçük kıza benzemesin. Yıllar akıp geçse de o küçük kız kaybolmuyor benliğimin labirentlerinde. Bu bağ daveti gibi yerlerde, akranlarımın hayat bilgisi ve becerileri yanında sahiciliğini ve güvenilirliğini yitiriyor, içimdeki labirentin kendi zevkime uygun olarak döşediğim odaları, sofalarına ilişkin önemli ayrıntılar. Hayatın özüne has bilgi onların ellerinde; tek bir kitap okumasalar, televizyondaki magazin programlarının müptelası olsalar bile, öylesine muhkem bir duruşları var ki... Peki, bu Sedef, nasıl bu denli aykırı durabiliyor, şu küçük ve ilişkilerin bunca yoğun yaşandığı şehirdeki akranları arasında? Annesine benzemediği açık. Evin içinde çivi topuklu terliklerle, takma kirpiklerle hatta postişlerle dolaşan, kahve falına bakmak için sabah saatlerinde komşuları evine toplayan bir annesi var.
Sedef herkesin giydiği giysileri giymez. Basbayağı çuvalı andıran etekleri, çarığı andıran ayakkabıları, heybeyi andıran çantaları varmış; kendi elleriyle diktiği. Sedef her çağrıldığı yere gitmez. Sedef’in üniversite sınavlarına girme fobisi var. Geçen sene de giremedi üniversite sınavlarına, bu sene de. Karikatürist Bey’in yanında çalışmaya başlayınca da üniversiteyi bitirmeden bir meslek sahibi olabileceğine inandı. Hata ediyor ama, diploma, diplomadır. Bu işte geleceği olduğuna onu inandıran, karikatürist patronu. Son yıllarda önüne gelen her şeyi boyuyordu zaten. Özellikle harabelere ait boş duvarları... Geçen yılı yağmur çamur demeden şehrin kenarında köşesinde bulduğu harabeleri boyamakla geçirdi; öyle bir kız işte. Burnunun dikine gittiği için insanları sinirlendiriyor. Yıkılacak yapıların ömrünü kendi başına aldığı kararla az da olsa uzatıyor, niye gerekli buluyorsa. O sihirli fırçasıyla dokunduktan sonra bir harabe, eskisi gibi harabeye benzemez oluyor. Onun fırçası bir duvarın üzerinde gezindikten sonra, ıssız bir bahçede çocuklar güven içinde oyun oynamaya başlıyorlar. Yıkılmaya yüz tutan bahçe duvarlarının kazandırdığı bu güvenlik havası sinir ediyor konuyu komşuyu. Yıkılacaktı işte, kurtulacaktık serserilerden, tozlardan, berduşlardan ayyaşlardan, kedi sürülerinden, çöp yığınlarından; ne güzel. Kendimizi buna hazırlamıştık. Şimdi arada bir yerde duruyor o yer. Yıkık duvar üzerindeki resme bakarken, arkada bir çöp 10
kolaylıkla kabullenemezler. Onların neşesine katılmadığında, fıkralarını paylaşmadığında, yalnızlık olur cezan. Ne tuhaf bu kız, derlerdi; tuhaf giysiler giyiniyor, garip tunikler, Japon kimonaları, Kürt şalvarları, Türkmen cepkenleri. Başını örtmeye de kalktı; annesi bütün başörtülerini makasla tek tek kesince ise öfkeye kapılıp büyük çeyiz sandığındaki kıymetli misafir çarşaflarını makasla doğradı. Kalabalıktan bağ bahçe toplantılarından hoşlanmıyor, karanlık köşelerde gaz lambaları mumlar yakarak bir kitaba dalıyor. Bahçelerde gerçekleşen beş çayı toplantılarına katılmamak için de hep bir bahane icat ediyor. Teyzesinin nişanında, kitap okuduğu odayı elinden aldılar diye öfkelenerek elinde bir mum ve kitabıyla ücra bir odada bir dolaba saklandı ve bütün nişan töreni boyunca orada kaldı; düşünebiliyor musunuz... Dünya o sırada bir süreliğine bir dolabın içindeydi oysa. Kitabın adı “Gizli Bahçe”ydi. Nişan töreninin fotoğraf karelerine yansıtılacak kadar önemsenen hiç bir sahnesi, Gizli Bahçe’nin akıp giden cümleleri kadar çekici ve renkli görünemezdi. Bir dolabın içindeydim; kitap bitmemişti daha, fakat mum sönmeye yüz tutmuştu. Biri çağırsa, çıkacaktım dolaptan, fakat kimse çağırmaya gelmiyordu. Unutulmuştum dolapta, ya da insanlar orada kalmak istediğimi sanmaya devam ediyorlardı. Kimse merak edip de çağırmıyordu, annem bile; başlangıçtaki inadımla onları güç durumda
dağı olduğunu hatırlamaz oluyor insan. Geçtiğimiz yıl harabeleri resimlemeye çıktığı sırada yakalandığı alerjiyi öne sürerek üniversite sınavlarına girememişti; bu yıl da alerjisini öne sürmüş, yine girmemişti sınava. Alerjiyi duvarlara resim yaparken kullandığı sprey boyaların yanı sıra harebelerdeki küften tozdan da kapmış olabileceğini söylemiş doktor. Tabii bünyesi her zaman alerjiye yatkınmış, Naciye halası gibi. Yanından parfüm ya da gülyağı sürmüş biri geçmeye görsün, hapşurmaya başlarmış. - Kız halaya çekermiş ya, bana çekmiş işte, dedi Naciye hala. Yanıldığını söylemek geldi içimden. Alerji konusunda haklı olabilir, ama kalabalık içinde kendini huzursuz hissettiği yabani yanıyla Sedef daha ziyade benim çocukluğuma benziyor. Fakat kızım bize benzemesin, bana, Sedef’e benzemesin. Mutfağın aydınlığından sızarak sofaya kadar uzanan ışıktan tüle bakarken; derin bahçelerin elimde bir kitapla başka alemlere daldığım kireç boyalı işli tahta tavanlı odaya süzülen hareketli ışığına çekilir gibi oluyorum. O ışığın bana vaad ettiği dünya ne kadar sahici görünürse görünsün, uzakta, hâlâ çok uzakta. Kızım bana benzemesin, Sedef’e benzemesin. Düşüncelerini ya da hayallerini, iç dünyanın kendi ellerinle döşediğin mekanlarını bir mesai eseriymiş gibi sunamazsın insanlara, bunu 11
- Olmaz, dedim. Koca evde tek başına bırakamam seni.
bırakmıştım çünkü. Nişanın sonuna kadar dolabın içinde kalmıştım, mum çoktan söndüğü için, karanlıkta çağrılmayı bekleyerek. Dolaptan çıkmak değil, çıkarılmak istiyordum. Biri dolabın kapısını açsın ve beni çekilecek fotoğraflardan birinin içine katsın, zorla da olsa... Umurunda değildim kimsenin ama... Bazen odaya birileri giriyor çıkıyor, bulunduğum dolaba yaklaşıyor, yandaki kapıları çekmeceleri açıp bir şeyler alıyor, ama benim bulunduğum dolabın kapısını açmıyorlardı. Bu açıdan bakınca, Sedef’i de bağa çağırmak gerekirdi, diye düşündüm; ne olursa olsun. Belki de kızcağız, eski bir redden hareketle davet edilmemiş olabilirdi bu davete... - Sedef’i bağa çağırmaz olur muyum, tabii çağırdım, dedi halası. İşi olduğunu bile bile çağırdım. Her zaman olduğundan bile daha fazla meşgulmüş, öyle söyledi. Fotoğrafçılık kursu varmış öğleden sonra, oradan çıkar çıkmaz karikatür işine gidecekmiş. Üstelemedim doğrusu. Elinde ya fırça olmalıdır bizim Sedef’in, ya da kalem, yoksa, daha bir saat geçmeden sıkılır bağda, bir başına dönmeye kalkar. - Ben de çok sıkılıyorum bu bağ davetlerinde, sizlerle gelmesem olmaz mı, diye sordu kızım bir kez daha. - Bu davet özellikle bizim şerefimize veriliyor kızım, dedim. Yokluğun hoş olmaz. Sedef’in durumu başka; onu bu haliyle kabullenmiş insanlar. Sedef bağa gitmez. Sedef düğün ve yaş günü kutlamalarından hoşlanmaz. Fakat olur olmaz yerlerde görünür. Bir viranenin duvarına resimler yaparken, yazılar yazarken... “Zamanını çarçur eden bir kız Sedef, kendine yazık ediyor doğrusu”; bunu ben söylüyorum, kızıma. İki yıldır üniversite sınavlarına girmiyormuş. Bir harabe duvarını resimlerle yazılarla süsleyerek yıkılmaktan kurtarabilmiş mi hiç? Sanmıyorum. Mimar mühendis olsun, arkeolog olsun da ondan sonra uğraşsın harabelerle. Telaşa kapılmam gereksiz, kızım bir kez olsun Sedef’le birlikte duvar resmi yapmaya çıkmayı istediğini söylese de, ısrarlı değil bu konuda. Fakat bağa gelmeyi hiç istemiyor. Kuzenlerinden biri geçen sene Özcan Deniz’e deli divane aşıktı, ona mektuplar yazıp duruyordu. Hâlâ sürüyor muydu bu aşkı acaba... Uff, sıkılacak, çok sıkılacak. Ne olur, ne olur evde kalsa... Hâlâ yol yorgunu sayılır, kimse yokken her zamanki gürültüsünden arınacak olan evde bir güzel uyuyabilir de...
Herkesin bağa gittiği bir günde senin yaşında bir çocuk tek başına bırakılamaz. Kimse bir çocuğun sesini duymaz bu mahallede, bir tatil gününde. Çoktandır şehir merkezine yakınlığı nedeniyle iş hanlarına dönüşüyor bu mahallenin eski evleri, tatil gününde boşalıyor binalar... Çocuksun, evet, benim için hâlâ öylesin. Eve hırsız girdi diyelim, sesini duymaz kimse, yardımına koşmaz. Hastalanabilirsin de, belli mi olur. Bak, Şerife’nin sesini de duymamışlardı. (Ben duymamıştım.) Eylül sonlarıydı, sabahları üzüm dermek için bağa gitmek üzere erkenden yola düşüyorduk. Bakımsız bir bağdı, tuvalet ortalıkta bir yerdeydi. Hamileydim, sık sık tuvalete gitmem gerekiyordu, bazen sırt üstü uzanmak istiyordum. Tuvalette su yoktu. Herkesin gözü önünde elimde bir su şisesiyle derme çatma tuvalete girip çıkmaktan hiç hoşlanmıyordum. Evde kalacağım ben bugün, diye tutturmuştum ertesi sabah, mide bulantılarımı öne sürerek; ses çıkarmamışlardı. Ev halkının gidişinin ardından bulaşıkları yıkamış, sonra elimde okunmamış gazetelerle evin penceresiz olduğu için seslere uzak olacağını düşündüğüm bir odasına yönelmiştim, gazete okurken uyuyup kalırsam, kolayca uyanmayabileyim diye. Hemen yanımızdaki evde Şerife muhtemelen birilerini, belki evde bulunduğumu biliyorsa, özellikle beni yardıma çağırmıştı; bahçesini bizimkinden ayıran duvarın kenarında ortalığa dökülüp saçılan eşyalardan belliydi bu. Ne var ki onun öldüğü merdivenlerin bulunduğu sofanın çok uzağına düşen bir odada gazete okuyarak uykuyu çağırmış olan ben, duymamıştım çıkardığı gürültüleri ve Şerife herkesin bağda olduğunu sandığı bir saatte kalp krizi geçirerek ebedi aleme irtihal etmişti. Faturalarını ödemez olduğu için telefonu kesikmiş çoktandır; kimseyi arayamazdı yani, bunu yapabilecek durumda olsaydı bile. Yapayalnız ölmüştü, bu dünyadaki akrabalarından, konusundan komşusundan bir kişi olsun yoktu yanında, son nefesini verirken. Bizim evin kalabalık halkı, soğumuş cesedini bağdan döner dönmez değil de ertesi sabah bulmuştu. Siyah üzüm severdi rahmetli; bağ dönüşü bir sepet dolusu götürmüştü çocuklar, fakat kapıyı açmamıştı. Kimse üzerinde durmamıştı bunun. Şerife kapıyı açmamış. Eee, açmaz açmaz, nerede olacak, 12
masasının gözünde Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unu bulmuşlar bir aramada. İşte böyle; Kuyucaklı Yusuf gibi bir kitap yüzünden memuriyetten atılmasına neden olan bir soruşturmaya maruz kalmış zavallı. O kadar da yaşlı değildi işte, ama kalp krizinden ölüp gitti. - Ne ilgisi var şimdi Şerife’nin başına gelenlerle benim bağda yaşayacağım sıkıntının, diye sordu kızım. Beni Şerife’ye benzetme, Sedef’e de benzetme! Saatlerce birbirine benzeyen konuşmaları dinleyerek oturmak sıkıyor beni, bu yüzden hayatımın akışı ille de Şerife’ninkine mi benzemeli? Ayrıca akraba kızları oldum olası ona az-çok mesafeli davranıyorlardı. Geçen yıl öyle olmuştu. Elinden sudoku bulmacasını düşürmüyor diye, onu ukala bulmuşlardı. Özcan Deniz şarkılarıyla bir yarışma yapacağız şimdi. Biri bir şarkıyı istediği herhangi bir yerde kestiğinde, diğeri aynı yerden devam etmek zorunda. Sonra aynı yarışmacı başka bir şarkıya geçecek, o da bir yerinde kesecek şarkıyı ve bu böyle devam edecek. Şu bulmaca dergisini bırak da bize katılsana! Hiç Özcan Deniz şarkısı bilmiyorum ki ben... Hoşgeldin Sedef! Benim adım Sedef değil. Böyle bir konuşma geçmişti aralarında. Bu kez sudoku bulmacası dergisi götürmeyecekti yanında. Sıkılacağım, orası muhakkak, dedi. Yine Özcan Deniz şarkıları söyleyecekler. Yarışmalar yapacaklar. Saatler geçmek bilmeyecek.
tavuklarına, kedilerine yem vermekle meşguldür arka avluda. Yalnız, yapayalnız bir kadındı Şerife. Sedef de öyle olacak. Yalnız, yapayalnız kalacak. Hayat böyle bir şey. Ne ekersen onu biçiyorsun. Aşına ne atıyorsan, kaşığına da o çıkıyor. Şimdi bağa gitmek istemiyor musun? İleride kimsenin bağa davet etmeyi aklına getirmediği biri olarak evinde tavuklarınla, kedilerinle, dergi ve kitaplarınla başbaşa kalacaksın. Faturalarını ödemeyi boş vereceğin bir ruh haline yakalanacaksın gün gelecek. Yokluğunun, sessizliğinin, telefonlara cevap vermeyişinin, kapıları açmayışının üzerinde durulmayacak. Sedef gibi, yani Şerife gibi... Kızım Şerife’nin ölümüyle ilgili anlattıklarımdan etkilenmişti; evde kalmayı istemiyordu artık. Yine de, altı-yedi saat de nasıl geçer ki bağda, diye sızlanmayı sürdürdü. Düşünsene, oturup Özcan Deniz’e mektup yazacak, benden de bir paragraf olsun yazmamı bekleyecekler. Yazmayı kabul etmediğimde ise, aralarında yokmuşum gibi davranmaya başlayacaklar. - İki saattir ne anlatıyorum ben peki? Sanki hiç Şerife’nin bahsi geçmedi. Bir başına öldü kadın evinde de son nefesinde elini tutan olmadı. İki katlı evinin üst katındaki bir odada yaşıyordu, alt katı tamamen tavuklara ayırmıştı. Ertesi sabah küçük halanla üzüm sepetini bırakmak için kapısını çalmış, kapıyı açan olmayınca da merak etmiştik. Nihayet evine girebildiğimizde, merdivenin üzerinde bulmuştuk cesedini. Eskiden oturma odası olarak kullanılan bir odanın duvarında 60’lı yılların ünlü bir oyuncusu olan Neriman Köksal’la, Muhterem Nur’un büyük boy resimleri asılıydı. Resmi görünce yadırgamıştım. Gizlice telaffuz edilen adı Militan Şerife’ydi onun çünkü. Şerife, işte mekan olarak bizlere bu kadar yakınken uzak mı uzak bir dünyada yaşıyordu. Evlenmesine izin vermeyen bir söylenti duvarıyla kuşatılmıştı. Gençliğinde bir sol örgüte üye olduğuna dair söylentiler nedeniyle memuriyetten atıldığı söyleniyordu. Erkek kardeşlerinin baba evinde yaşamasına izin verdikleri, ama onu hayatlarından, evlerinden olabildiğince uzak tuttukları Şerife! Militan Şerife, işte... İnsanlar ondan o şekilde söz ederken, militanlığını çok da ciddiye almazlardı. Ne yapmış da militan sayılmış, kendisi bu bahsin açılmasından hoşlanmadığı için, çok açık seçik bir şekilde konuşulmazdı. Galiba askeri darbeyi izleyen günlerde çalıştığı bürodaki
II- İki katlı evin giriş katındaki geniş sofada toplanmıştı ailenin gençleri. Konu elbette futbol. Büyük görümcemin ortanca oğlu, şehir takımının on gol yerine iki golle yetindiği ilk maçtaki faulleri hatırladığında gözyaşlarını tutamadığını söylüyor: Yazık, bin kere, milyon kere yazık. Bizim takım ilk maçta oyuna geç adapte oldu, enerjisini geç yansıttı. Rakibimiz üzerine gidildiğinde panik yaşayan, panikten çıkamayan bir takım; hiçbir Allah’ın kulu bunun aksini iddia edemez. Şimdi yarı finale çıkan üç takıma sorsunlar, ‘Karşında kimi istersin ?’ diye, Allah’ıma Kitabıma yemin ediyorum ki üçünün de karşısında olmasını isteyeceği takım, rakibimiz olur. Fakat bizim takım da ilk maçta kendisini belki Dünya futbolunun sayfalarına yazdırabileceği fırsatları hiç kullanamadı. Peki bütünüyle başarısız mıydı? Bunu söylemek haksızlık olur. Takımımız İkinci Ligin en başarılı ve önü açık 13
şarı vuran neşeli çığlıklar atsın. Sonunda MP3 çalar hatırına yüzünü boyamaya razı olmuştu; fakat yuvarlak beneklerle, boyalı küçük bir top geçirdiği burnuyla kendini palyaçoya benzeterek. Resim yeteneği var, yok değil. Sedef gibi etrafındaki boş duvarları resimlemeye dönük bir heves içinde; bunu söylüyor. Fakat, diyorum, bu konular bir bütündür. Duvarlara rezil bayağı sömürücü yerkürenin kaynaklarını bir avuç azınlık adına tüketen dünya düzenini eleştiren resimli yazılar yazmak yetmez. Neredeyse günün yarısını kulakların tıkalı geçiriyorsun, işitme duyun günden güne köreliyor, kulaklarını sadece sevdiğin seslere açık tutan o tıkaçlar yüzünden. Ona ben hediye etmiştim bu MP3 çaları, değil mi... Bütün gün kulaklarını tıkaması değil için ama... Sofraya otururken kulaklarını kapatmak istiyor, özellikle... İnsanların yemek yerken çıkardığı seslerden nefret ediyor. Elma yemesin yanında kimse katur kutur, şapur şupur sesler çıkartarak çorba ve çay da içmesin. - Bağda da meyveler yenilecek elbet, çaylar içilecek. Duyacağın sesleri normal karşılamalısın. - Ben bağa gelmesem, beni geçerken Sedef’in çalıştığı karikatüristin yerine bıraksanız... - Doğru olmaz kızım. Orada boş oturmuyor ki Sedef, çalışıyor. - Ben de karikatür çizebilirdim. - Olmaz. Sedef yeni girmiş o işe. Bakalım çalışırken ziyaretçisi olmasına hoş karşılar mı patronu...
takımı bence; önümüzdeki maçın ardından da bileğinin hakkıyla Birinci Lige çıkmış olacak, eğer Serdar’ı yine yedeğe bırakmazlarsa ki bunun için dua ediyorum. Bakın, ilk maçta on gol atabilecekken iki golle yetindik Serdar’ın yokluğu nedeniyle, ama şu mesajı vermeyi başardık: Seneye Birinci Lig bizsiz olmayacak! Bu son cümle bir slogana dönüştü ve “Seneye Birinci Lig bizsiz olmayacak” cümlesi bütün evi kuşattı. Slogan atan grubun arasından sıyrıldı kızım, yanıma geldi. - İnsan bir takım tutmasa olmaz mı anne? - Tabii ki olur, takım tutmayan çok insan tanıyorum ben. - Bu evde takım tutmayan kimse yok gibi. - Şehir takımı Birinci Lige çıkacak büyük ihtimalle, o yüzden heyecanlanıyorlar. Futbol maçlarından bu sene biraz daha daha farklı bir ilgiyle söz ediyor, akraba kızları. İçlerinden kimileri Özcan Deniz yerine Almanların (bir söylentiye göre ise Japonların) transfer etmeye çalıştığı Serdar’a yöneltmişler hayranlıklarını. Serdar deplasmandaki maçda oynamalı! Serdar’ın transferi medyanın uydurması! Keşke biz de gidebilseydik maça! Olay çıkabilir dediler, yani kesinlikle çıkarmış; bizim takım yenecek, o kesin; o zaman da stadyumdaki serseriler üstünüze gelecektir, Allah korusun. Maç üzerine konuşurak zemin kata götüren merdivenlere yöneliyor gençler; kızım onların arkasından tereddütlü birkaç adım attıktan sonra duraklıyor, geri dönüyor. Fenerbahçe ve Galatasaray arasında yapılan maçlarda bile heyecan duyduğu yok ki... Bu nedenle iki, belki de üç yıl önce bir maç sırasında yüzünü arkadaşlarının tuttuğu takımın renkleriyle boyasın, onlarla birlikte seyretsin maçı, tezahuratlarına katılsın diye, MP3 çalar vaad etmiştim ona. Doğru değildi bu yaptığım; fakat o anda sıradan, herhangi bir ergin gibi davransın istiyordum; aksi takdirde bir takım tutma coşkusu nedir hiç bilmemiş, teyzesinin nişanını bir dolabın içinde, biri gelip de onu kurtarsın diye bekleyerek geçirmiş annesi gibi, dışarıdan izleyecek, dinleyecekti tezahurat yapan, eğlenen kalabalıkları. Neşelensin, atlasın sıçrasın, bir süreliğine de olsa bir takımı tutsun, eline bir bayrak alıp ortalığa çıksın, tepinsin, tepinsin, küfretmesin, ama girmeye devam ettiği sınavların içinde biriktirdiği baskıyı dı-
Bağa gitmekten kaçış yok demek! Yüzünü asıyor. Akraba kızları onu da Sedef kadar çekilmez buluyor olmalılar. Onlar bir grup halinde hareket ediyorlar. Bir kutlamayı, bir şakayı pürüz çıkarmadan paylaşıyorlar. Birbirlerine takılsalar bile kimse öfkesiyle ya da alayıyla ötekini kolayca yaralayamıyor. Dışarıdan sana öyle geliyor kızım. Hayır, bana öyle gelmiyor. Hepsi aynı futbolcunun posterini asmışlar odalarına... Geçen sene de hep birlikte Özcan Deniz’e mektup yazıyorlardı. Bir takım tutamıyor kendisi, bir futbolcu posteri de asmaz odasına, içinden gelmiyor. Maradona’yı takdir ediyor, ara sıra yeni dünya düzeni denilen tazelenmiş sömürü düzenine muhalif açıklamalar yaptığı için; yine de onun resmini bile asmaz odasına. Bir sürü fırçası olsa, bir dolu da boya kutusu; 14
tırıldık. Bu da bir şeydir. Bir araba dolusu insanla tanışıp görüşmeyi tamamlamış oldum.
bulunduğumuz evin bahçesinin duvarlarını resimlerle yenilese! Bu ev, yanındaki ev, yani rahmetli Şerife’nin evi, onun yanındaki ev de, yakın bir gelecekte, bahçeleriyle birlikte etraflarını kuşatan işhanları tarafından yutulacaklar. - Tavandaki ahşap kaplamaların işlemelerine bakarak bile bu evin tarihi miras kapsamına alınabileceğini düşünüyorum, ne dersin? - Tavan süslemelerini kullanarak konuyu değiştirmeye çalışma anne! Bağda sıkılacağım, çok sıkılacağım. - Karadut ağaçları var bağda, sen de karadut seversin. Havuzun kenarına oturup ayaklarını suya sokarsın, kuğuları seversin, kızlarla yakantop oynarsın... Konuştukça ortak konularınız olduğu çıkacaktır ortaya. - Geçen sene öyle olmamıştı... - Geçen sene katıldığımız daha kalabalık bir davetti.
Sedef de bu arabada olabilirdi halasıyla, ama yok. - İşte görüyorsun, dedi kızım, Sedef gelmemiş. - Gelecek değildi ki zaten, dedim. Naciye hala açıklama yaptı: - Anlatmıştım ya kızım, çok yoğun Sedef bu günlerde. İki üç kursa birden gidiyor; vakti varmış gibi tuttu bir de işe girdi... Bir diğer araba daha durdu yanımızda. Amerika’dan kesin dönüş yapan Gönül ile çocukları. Selamlaşıp sarıldık, görüşmediğimiz yıllarda yaşadığımız önemli olaylara şöyle bir değinip geçerek konuşmayı sürdürdük. Aynı yıl gelin olmuştuk. O yıl yaz aylarında bağlarda ikimiz adına verilen davetlere birlikte katılmıştık. Çocuklarını sanki ilk kez görüyordum. Büyük oğlu sandığım ikinci oğluymuş, büyük olan Amerika’da babasıyla kalmayı yeğlemiş. Uzun konular; sonra anlatırım, diye fısıldadı kulağıma. Görüşelim. Mutlaka görüşelim. Fakat şimdi aynı bağa gitmiyormuşuz; onlar başka bir bağa davetli. Ne yazık; Gönül yanımda otursaydı, daha az sıkılabilirdim. Gönül’ü güçlükle tanıdı Naciye hala. Çok değişmiş buldu. Sağlığını sıhhatini sordu, üst üste; haddinden fazla meraklı göründü bana soruları. Sen de az çekmedin gurbet ellerde, Gönülcüğüm. İyisin yine de maşallah, sıhhatli görünüyorsun. Kızın sanki senin gençliğine benziyor. Bizim Sedef gibi değirmi yüzlü. Sedef’i de annesinden çok bana benzetirler, yanyana gördüklerinde anne-kız sanırlar ikimizi. Bizim kız da iyidir hoştur da, yaşıtlarıyla pek anlaşamaz. Öyle mağazalardan bir giysi alıp da giymez; kendisi dikiyor giysilerini. Sormayın; başını örtmeye kalktı bir ara. Gittiği kurstan mı etkileniyor nedir? Örttü, açtı, örttü açtı, örttüaçtı. Kenan’ın kızından etkilenmiş de olabilir, bilemiyorum. Yakışıyor, yakışmıyor diyemem, değirmi yüzlere yakışır başörtüsü; fakat aksi bir yanı var işte, bunu söylediğim için çıkartıp attı bir gün eşarbını. Ben yakışsın diye örtmüyorum, anlayın artık bunu, dedi. Evde bir baskı yok, hepimiz müslümanız elhamdülillah, fakat karışmayız yani, daha öğrenci çünkü, önünde sonunda üniversiteli olacak; örtsün de demeyiz açsın da demeyiz. Fakat girmiyor üniversite sınavlarına, girmiyor işte! İlkin alerjisini, bu yıl da başör-
Benim için de sıkıcı bir davetti o; şimdiki de daha az sıkıcı geçmeyecek; bir bağ davetine bile moda dergilerinden uyarlanmış ipek saten kıyafetlerle gelen kadınların arasında suskunlaşarak içime çekilmeyeyim diye zorlayacağım kendimi. Bir çocuk, bir genç kız değilsin ki başını alıp gidesin; arada sırada şöyle bir dolaşmaya çıksan da üzüm kütüklerinin, elma ağaçlarının arasında, çoğu zaman davetli hanımlar için hazırlanmış banklardan, üzeri halı kaplı sedirlerden birine oturup, kerevetlerden birine ilişip, bir yıldır görüşmediğin hısım akrabayla dereden tepeden konuşmalısın. Bir bağ davetinde bulunmanın güzellikleri de az değildir. Hava güzel olacaktır ve ikramlar birbirini izleyecektir. Meyve yüklü ağaçların her birinden ayrı bir koku taşıyacaktır oturduğun yere, ince ince esen yeller. Havuzun kenarına oturup ayaklarını suya sokabilirsin sen, ayrıca. Kim hoşlanmaz ki bir bağ davetinden bu mevsimde sanki? Bağa gitmek üzere kayınpederimin evinden arabayla çıktık. Bir marketin önünde durduk; cep telefonuyla küçük görümcemi arayan bağ sahibinin ricası üzerine piknik tüpüyle mangal kömürü alacağız. Bir araba yanaştı; bu arabanın içindekiler de bizim gittiğimiz bağa geliyorlar olmalılar. Arabadan inip selamlaştık, kucaklaştık, kimileriyle tanış15
tüsünü bahane etti. Yanında çalıştığı karikatüriste ise eşitsiz eğitim sistemini protesto için üniversite sınavlarına girmeyeceğini söylemiş. Ama ben biliyorum, bana çekmiş bu konuda da, aşırı heyecana kapılıyor sınavlarda, o yüzden hiç bir sınava giremiyor. Ehliyet sınavına da giremedi ki iyi bilir araba kullanmayı. Ben de jip sürerim, traktör sürerim, ehliyetim yoktur ama... Ya işte böyle, sakın ha canım, sakın ha, başını örtmeyi düşünme sen, şimdi düşünme yani en azından; görmüyor musun neler getiriyorlar insanın başına. Sedef’inki de bir heves, gelip geçer, dedik. Bir örtüyor bir açıyor, birörtüyorbiraçıyor. Bazen bir şal doluyor başına, o şalın üzerine de başka bir şal geçiriyor; herkes gibi de örtünmüyor yani. Sedef böyledir, diğer kardeşlerinden farklıdır. Düşün ki bağ davetlerinde sıkıntıdan patladığı için erkenden dönmeye kalkar, alıkoyamazsın. Kim sevmez ki bu mevsimde bir bağ davetine katılmayı... Dutlar, karadutlar, çilekler... Yabani naneler hatta. - Çok severim yabani nane kokusunu ben. - Ben de bayılırım yabani naneye, kesme çorbasında mutlaka kullanırım. Her yıl Amerika’ya kurutulmuş olarak gönderirdi annem.
Çocukken değil yalnızca... Çocuk sahibi genç bir kadınken de bir bağa (veya bir düğüne) gitmeyebilmek için karamsar ruh halimi ileri sürdüğüm olmuştur, yıllar önce. Ruh halimdeki dalgalanmalar, içine çekilecek bir dolap bulamayan varlığımı kendi kabuğuna çekilmeye zorlayan gel-gitler kabul edilemez mazeretler sayılırdı. Hiç mümkün olur muydu karamsar bir ruh hali içindeyken evde bir başına kalıp da iyileşmek?.. Su sesinde, yeşilde, çiçeklerin kokusunda, ince esen yellerde, dalından koparılıp yenen meyvede ferahlık, şifa vardır. Çocuklardan henüz bebek olanın ateşinin yükselmesi de bu bağa ya da başka herhangi bir bağa gitmek içimden gelmediğinde, anlaşılır bir mazeret sayılmazdı. Bağ hepi topu bir saat kadar uzağındaydı şehrin, şurupların fitillerin yararını görmezse, arabaya atıp doktora götürebilirdik ateşi düşmeyen bebeği. Mazeretim sadece bahane olarak telakki edilir, sonraki günlerde de bağ davetinde bulunmadığım, uyumu bozduğum unutulmazdı. Ben de unutamazdım hoş, bir davete gitmemekle bozduğum uyumu ve sonraki günlerde, evde kalmak suretiyle kazandığımı sandığım zamanın, huzurun kat kat fazlasını yitirirdim.
Yabani nane toplamanın en uygun zamanı ve bu naneleri kurutma yolları üzerine fikir yürütmelerin konuyu dağıtmasına izin vermek istemedim. Ben de Sedef gibi, çocukken pek hoşlanmazdım kalabalık davetlere katılmaktan, herkes gitsin de evde bir başına kalayım, bunu isterdim, diye söze karıştım. Bu sözü hiç söylememişim gibi sürdürdüler yabani nane bahsini. Kırgınlıkla kenara çekildim biraz. Kızım kulakları tıkalı müzik dinlediği için farketmedi olup bitenleri. Hani, orada konuşup durmamıza imkân olsaydı, teyzemin nişanında bir dolapta, birilerinin çağırmasını bekleyerek saatler boyu karanlıkta nasıl da kapalı kaldığımı bile anlatacaktım onlara. Öyle işte, çocukken ruh halimdeki bana acı veren dalgalanmalar yüzünden bazen yalnız, yapayalnız kalmak, bazen de alıp başımı uzaklara, adını bile duymadığım diyarlara gitmek isterdim. Alıp başımı uzaklara gidemediğim için de, insanlardan uzaklaşarak kitap okumaya dalardım. Bu işte böyle bir kısır döngüydü. Kitap okuduğum için kopardım akranlarımdan, akranlarımdan koptuğum için de kitaplara koşardım. Benim MP3 çalarım da kitaplardı işte.
- Sen sonuçta büyük şehir kızısın, dedi Gönül, Naciye halanın nane bahsine geri dönme isteğini farketmemiş gibi yaparak. Ben bu şehirde doğdum, büyüdüm. Amerika’dayken de rüyalarıma girerdi karadutlar, asma kütükleri, ceviz ağaçları arasında koşturduğum saatler... Nasıl da neşeli bağa gittiği için; hayatın güzelliklerinden tad almayı bilen her insan az-çok hoşlanır bir bağ davetinden. Ben de bağa gitmenin hoş yanlarını görmeye az-çok alıştırdım kendimi, geçen yıllar içinde. Nasılsa gittiğimiz bağda kalacağımız süre konusunda görüşüm sorulmayacak; hem evde de geçirecek olsam aynı süreyi, davete icabet etmemiş olmanın yol açtığı huzursuzluktan kurtulamayacağım. Yine de tahta sedirin veya yere atılmış bir kilimin kenarına iliştiğimde, yanımdakilerin fazlasıyla ilgili göründüğü konuşmaların dışına kaçırtan sağırlığımla, kendi içime dalıp dalıp gitmelerimle, elden ele dolaştırdıkları pahalı takılara beklenilen ilgiyi gösteremeyişimle Sedefleştiğimi ve kızımı da elimde olmaksızın Sedef’in çevresiyle uyumunu zorlaştıran duruşuna yönlendirdiğimi duyacağım. Kendi ken16
tıklarım kar yüzünden yolların kapandığı günlerde, en fazla bir ay içinde olup bitmiş şeyler. En çok da elma sirkesi şişeleri için üzüldüm. Tatlı elmaları seçerek, özene bezene yapmıştım o sirkeleri. Şişelerle sirke vardı, hepsini içmiş olamazlar ya; dökmüşlerdir. Gümüş takımlarımı da getirmiştim bağa, bir davet sırasında; dolabın birinde kutu içinde öyle kalmış. O kutuyu açmamışlar nasılsa. Serseri takımı, gümüşten, eşyanın değerli olanından ne anlar! Hiç anlamam mücevherden, düğün doğum hediyesi çeyrek altın almalar dışında hiç duraklamam bir kuyumcunun önünden geçerken; ne biçim kadınım ben? Üç kutu içinde üç yüzük elden ele dolaşarak bana doğru yaklaşıyor. Kızım gibi yemeğimi yarıda bırakmak, bağ çubukları arasında akıp giden çocukların arasına karışmak istiyorum. Güneş gözlerimi kamaştırıyordu zaten, birdenbire fırladım yerimden, bağ kütükleri boyunca kaçıp gidebilirmişim gibi, ama en fazla eski yerime dönebildim; eline ulaşan üç kutu yüzüğü inceden inceye gözden geçiren Naciye halayla küçük görümcemin arasına. Elmas taşlı üç yüzük almak istemiş mesleği öğretmenlik olan hanımlardan biri, tanınmış bir kuyumcudan; iş arkadaşının müstakbel gelinine hediye etmek üzere birini seçecek, ama hangisini seçsin... Bilmem ki, hiç anlamam elmas yüzüklerden, der demez ben, üç kutu küçük görümcemin avuçlarına kaydırıldı. Mücevherattan anlamayan biri olduğumun bilindiği, kabul gördüğü bir ortamdaydım; en azından iki yanımda oturan iki kadın, küçük görümcemle Naciye hala öyle düşünüyordu. Sedef gibi tuhafım işte, öyle kabul edilsin, belki öyle kabul edilmiştir bile, çoktan. Yüzükler önümden çekildi hemen, ikinci bir soru sorulmadı. Sedef çocuk sayılır, bağa gitmeyi istemiyorsa canı, üniversite sınavlarına giremediği için yaşadığı üzüntüye yorulur. Düğün nişan törenlerine spor ayakkabılarıyla gidişleri alay konusu olsa da üzerinde durulmaz o kadar. Sedef, evet. Yüzük kutuları herhalde onu da ilgilendirmiyordur. Bir kuyumcunun önünden geçerken, takıların ve değerli taşların çekimine kapılmıyordur. Canı sağ olsun, altın yüzük takmaktan hoşlanmasa da kolunda altın bileziği var sayılır, dedi Naciye hala, yeğeniyle ilgili sorumu yersiz bulmuş gibi. Dönüp dolaşıp Sedef’e getiriyorum sözü, öyle görünüyor olmalı ona. Yine de anlatmayı sürdürü-
dine oluşan sağırlığımı kızıma wolkmen kulaklıklarıyla hediye ettiğimi düşünerek üzüleceğim. Bağ evinin hemen önünde, bir açık büfe halinde hazırlanmış masa. Beyler ve delikanlılar, ellerinde tabaklar ve bardaklarla, evin arka yanındaki ana havuza doğru uzaklaşıyorlar. Genç kızlar ve çocuklar da ellerinde servis tabakları ve bardaklarının bulunduğu tepsilerle, yanıbaşımızdaki ördeklerin yüzdüğü küçük havuzun etrafına kümeleniyorlar. Bir ara elinde hemen hiç kaşık değdirilmemiş çorba kasesiyle yanıma geldi kızım. Aralarına katıldığı gençlerin futbol, daha doğrusu futbolcular üzerine konuşmalarından sıkılmış. Naciye hala ile ikimizin arasına sıkışmaya çalıştı. Yakınımızda oturan misafirlerin çorba içerken çıkardığı seslere katlanamadığı için kulaklıklarını takmaya kalktı sonra; izin vermedim. Onu alıp tahta kerevetin güneş vurduğu için boş kalan kısmına götürdüm. Şapur şupur şapır cıkkkşşş hatta yutkunurken hompnn diye bir ses çıkıyor Naciye haladan. Niye bir şeyler yerken daha dikkatli olmaz ki insanlar? Çünkü burası bağ; bağda bütün insanlar biraz salıverirler kendilerini. Ayrıca bağ sahibesinin anlattığı bir hadiseye dalıp gittiği için de denetlemiyordu kendini Naciye hala; füüt füüt füüt gibi sesler çıkartıyordu, cacığını kaşıklarken. Güneşin altında çorba yemeyi sürdürmek istemedi, gençlerin yanına dönmeyi yeğledi kızım. Doğrusu ya, ben de bağ sahibesinin bu kış bağevini soyan hırsızlar hakkında anlattıklarını dinlemeye vermiştim kendimi, üstüne varmadım. Hırsızlar talan etmişler bağevini geçen kış, eski haline gelmesi için günlerce uğraşmışlar; onu anlatıyordu. Anlaşılan haftalarca kalmış bir hırsız güruhu bağ evinde, bir yandan evin eşyalarını çalıp götürürken. (Eve kötü kadın getirdiklerinden kuşkulanılmasına yol açacak, isimlerini ağzına alamayacağı rezillikte nesneler varmış sağda solda, üstelik.) Kavanozlarda dizili turşuları, reçelleri, pekmezleri, kurumak üzere tepsilere yayılmış pestilleri cevizli sucukları, hatta deprem ihtimaline karşılık bir depoda hazır tuttukları ve zaman zaman son kullanma tarihine bakarak yeniledikleri konserveleri yiyip bitirmiş bu haydutlar. Boşalan kavanozları ise kırıp döküp ortalığa saçmışlar. Duvarlara da bölücü sloganları andıran ipe sapa gelmez yazılar yazmışlar; terörist oldukları aşikar. - Kışın arada bir de olsa uğrarız bağa; bu anlat17
bayram ziyaretlerine gitmeye de zorlayamazsınız, kendisi aklına esip de gelmeye karar vermemişse. Niye böyle bir kız oldu ki Sedef, çocukken çok cana yakın, çok sempatikti. Yoo, yanlış hatırlıyorsun sen, hiç öyle değildi, zor bir çocuktu, bin zorlukla büyütmüşüzdür onu yengemle ikimiz iki yandan, şu kadarcık çocukken de öyleydi, yani ille de kendisi karar vermeliydi yemek yeme saatine. Aç değilse sofraya oturtamazdınız, uykusu gelmemişse yatağa gönderemezdiniz. Biz üzerine vardıkça harabelere gitmeye devam etti. Biz karşı çıktıkça saçma sapan kurslara yazılmayı sürdürdü. - Ben de biraz Sedef gibiydim genç kızken, dedim, heyecana kapılarak. İçine çeki düzen verdiğim eski bir kulübe vardı, zaman zaman kaçıp oraya sığınırdım. Kemalettin Tuğcu kahramanları gibi hissederdim kendimi o harap kulübede, her gidişimde orasını burasını temizleyerek, yaşanılır hale getirmeye çalışırdım içini. Duvarlarını boyamayı düşünmemiştim başlangıçta, fakat gazete küpürleriyle, resimlerle, afişlerle kapatmaya çalışmıştım lekelerle kaplı, boyaları dökülmüş kısımlarını. Sonraları yakın bulduğum arkadaşlarımı da çağırmaya başladım kulübeme. Badana yapmaya karar vardik bir gün, bir dernek merkezi gibiydi artık kulübemiz, öyle görünüyordu bize artık. Fakat sahibi o güne kadar girip çıkmamıza ses çıkarmadığı halde, badana yapacağımızı söylediğimizde rahatsız oldu, tuttu kapısına kilit vurdu kulübemin... Nedense...
yor: Kırk yıllık ustalar gibi karikatür çiziyor, bunu söyleyen herhangi bir kişi değil, yanında çalıştığı karikatürist. Boş bulduğu duvarlara resimler yapıyordu geçen sene; bir hevesti, geldi geçti işte. Sprey boyalar alerji yapıyordu ya, evladım ister istemez vazgeçti harabeleri boyamaktan. Yani bazen bir duvarı boyamayı istese de bunun için vakti yok. İyi ki yok. O harabelerde insanın karşısına neler neler çıkabilir! İşte görüyorsun, bu kadar korumalı bir bağevine bile girip altını üstüne getirmiş çapulcular... Şehrimizin insanı değil bunlar; hayır, elin ne idüğü belirsiz göçmeni, kaçkını, teröristi. Bunu Sedef’e bin kez anlattım: Kızım o harabelerde azılı bir cani, bir deli, bir terörist çıkar karşına, Allah korusun! Dikbaşlıdır ya, alerjisiyle baş edemez olunca, bir de bu iş çıktı karşısına, eskisi kadar gitmez oldu öyle yerlere, Allah’ıma çok şükür. Karikatüristin yanında çalışmaya başladı başlayalı, devam ettiği kursları da eskisi kadar önemsemez olmuş Sedef. Üniversite sınavlarına girme korkusu nedeniyle, işi başından aşkın olsun da yaklaşan sınavları kafasına takmasın diye bu kurslara yazılıp kendini meşgul ediyormuş zaten, halasının kanaati bu. Bazı günler bir kurstan ötekine geçtiği, bu yüzden bütün gün eve uğramadığı olurmuş. Kutu yapma kursu, seramik kursu, kilim dokuma kursu, fotoğrafçılık kursu... Bazen evden başı örtülü olarak çıkıyor, başı açık olarak geriye dönüyormuş o günlerde; ya da tam tersi, başı açık olarak çıktığı halde, kendine özgü yeni bir tarzda başını örtmüş olarak çalıyormuş kapıyı. Kibirli bir kızmış gibi algılanıyordu Sedef fakat; küçük görümcem, kendi adına hiç de öyle olmadığını düşündüğü halde, kızcağızın akranları arasında sanki kibirliymiş gibi bir intiba bıraktığını söyledi. Yeğeninin yaşıtı kızların bulunmaktan hoşlanabileceği yerlere gitmekten uzak durmasının kibirli oluşuna yorulmasını kabullenmek istemedi Naciye hala. Ancak bir çatal değdirdiği etimekli havuçlu tatlı diliminin bulunduğu tabağı bir kenara bırakıp, onu savundu. İçi kıpır kıpır bir kızdı Sedef; ille de bir iş yapacak, bir şeyi boyayacak, kırık dökük bir eşyayı yenilemenin bir yolunu bulacak. Bağ davetleri gibi, herkesin tatil günlerinde ya da akşamları gitmekten çok hoşlandığı göl kenarındaki kafelere de götürülemezdi kolay kolay, şu karikatüristin yanında çalışmaya başlamış olmasaydı. Zorla bir yere götüremezsiniz onu, yaş günü partilerine, hatta
- Ah bacım, bizim Sedef’in fırçasını sürmediği harabe kalmadı ki bu şehirde! İnsanlar bir müteahhite satacakları arsanın üzerindeki harabede anlam veremedikleri resimlerle karşılaşınca, tedirgin oluyorlar. Son yıllarda en fazla göç alan şehirlerden biriymiş bizimkisi. Harabeler arasında resim yaparken başına bir iş gelebilir, diye endişe ettiğimiz için, gel vazgeç bu işten kızım, bu işin sana bir hayrı yok, dedik. Mesele sadece tinerciler serseriler değil. Harabe sahipleriyle tartıştığı için karakola düştüğü de oldu bizim kızın. Duvarda polislerin ne anlama geldiğine karar veremediği bir resim varmış ve hani, Sedef’in yaptığı şekilde duvar resmi nedir, ömründe görmemiş polis, bir gizli örgüt amblemi sanmış bu resmi. İşte, karakola çekildiği o günden sonra harabelere eskisi kadar gitmese de, saçma sapan kimi kurslara kaydolmaya başlamış Sedef. Yazılsa bile, çok az devam ettiği kurslarmış bunlar. 18
anılan, eski Gönül değil; yeni biri. Yazık valla, demek oralarda da oluyormuş doktor hatası. Oluyormuş tabii, ama dünyanın tazminatını ödüyorlarmış. Dava açmış hastaneye; çok para kazanır diyorlar. Ya işte, Kanadalı kocasından ayrıldıktan sonra göğsünü aldırmış kızcağız. Dikkat ettim de, hiç belli değildi göğsünün protez olduğu, dedi Naciye hala. Kendine yakışanı bilir Gönül, rastgele giyinmez. Gönül’den söz ediyorsunuz değil mi, diye söze karıştı, büyük bir servis kasesiyle karpuz getiren bağ sahibinin kızkardeşi. Kanser olduğunu söylüyorlardı; göğsünün tekini aldırmış. Hiç belli olmuyordu, diye tekrarladı Naciye hala. Aslı gibi duruyor.
- Aslına bakarsan üniversite sınavlarını kazanamama korkusu hasta etti çocuğu, dedi Naciye hala. Bu günlerde eskisine göre daha iyi durumda; karikatür çizmeyi benimsedi. Patronu da efendi adam. Bu yüzden, iki de bir izin almasın, işine sıkı sıkı sarılsın diyoruz. Yine de bugün bağa gelsin isterdim. Sonuçta seninle kırk yılda bir görüşüyoruz. - Kırk yılda bir değil, dedim, senede bir, bazen iki kez görüşüyoruz. Geçen sene de gelmiştim önceki sene de. Şerife’nin ölümünde buradaydım. Ah evet ya, Şerife! Bu dünyada bir gün görmedi; mekânı cennet olsun! Rahmetli, adı “militan”a çıkınca işinden atılmış, bu yüzden evlenememişti; Allah’tan abileri uzaktan uzağa da olsa kol kanat germeye devam ettiler. Sözlü gibiydi, daha doğrusu resmen sözlüydü, ama işten atıldıktan hemen sonra sözü de atıldı. Biraz saf bir kızdı Şerife, memuriyetten atıldığında da, bu saflığının kurbanı olduğu, söylendi. Şöyle olmuş güya, askeri darbe ertesinde birileri büroda bulunması sakıncalı sayılan kitapları gazeteleri, sen çok hanım hanımcık birisin, senden kimse şüphelenmez diye, saklaması için ona vermiş. Sonraları Şerife’nin kendisine o kitapları, dökümanları veren adama aşık olduğu için bu saklama işini üstlendiği bile söylendi. Böyle iftiralar atıldı kızcağıza. Şerife bu konuda konuşmaktan hoşlanmazdı. İnsanlar da ateş olmayan yerde duman tütmez diye düşünmeye meyyaldir hep. - Çok roman okurdu. O yüzden suçlamalara inandılar. - Kimse hakkında kötü konuşmak istemezdi. Yine de kendini savunamadı. Üç yıl kadar hapis yattı. - Seni müebbet hapisten kurtardım ya, buna dua et, dermiş avukatı.
Bağevinin önündeki çardak altında oturan kadınların çoğu, yıllardır hayat hikayesini bir dizi film misali takip ediyor Gönül’ün. Baba baskısı yüzünden, Amerika’ya kaçmak için evlenmişti akrabası bir gençle, sonraları kocasının kıskançlığına dayanamayarak ayrılmıştı. Bir zaman garsonluk yaparak kazanmıştı hayatını, kuaförde de çalışmıştı uzun zaman ve yıllar sonra bütün birikimini çalıştığı kuaförün sahibi olan ikinci kocasına kaptırdığı için sıfırdan başlaması gerekmişti hayatına. Kanadalı kocası çocuklarını evde istemiyormuş, o yüzden kanser olmuş kızcağız, öyle diyorlar. Adam mafya gibi bir şeymiş, kanser olmasaymış zor kurtulurmuş elinden. Kanadalı kocasından ayrıldıktan sonra Florida’ya dönmüş; ardından internet kanalıyla Türk bir eş bularak Ankara’ya gelmiş. İki evliliğinde dünyaya getirdiği üç çocuğundan ikisi yanında, büyüğünü tahsili hatırına babasına bırakmış. Bugünlerde buralarda, yeni kocasını ailesine tanıştırmak için gelmiş. Gönül Gönül Gönül. Onun Yeşilçam filmlerinden fırlama genç kız hoppalıkları. Takma kirpikleri tırnakları. Ders çıkışlarında kalın bir kemerle boyu kısalan formaları. Edebiyat öğretmeniyle mektuplaşma skandalının ardından lise hayatına veda etmesi. Sonra apansız evlenip gitmesi Amerika’ya... Göğüs kanseri, mafya mensubu kocası, kendisinden çok küçük olduğu söylenen yeni kocası, protez göğsü... Ufff... - Ufff, diye kolumu dürten, kızım. Sıkılıyorum anne, patlıyorum sıkıntıdan, ne zaman gideceğiz... Havuzun kenarında kızlar, gençler liginde futbol oynayan kayınbiraderimin oğluyla konuşmaya dalmışlar.
İyi de hanımlar, Gönül durup dururken Amerika’dan niye döndü ki, sorusuyla unutuldu Şerife. Yıllar değiştirmiyor Gönül’ü; gidiyor, geliyor, aynı kadın. Bana öyle gelmedi, çok kırışmıştı yüzü. Üç, hayır dört koca, her birinden bir çocuk. Yok yok, üç koca; biriyle iki kez evlendi, değil mi.... Hayır, öyle değil, çocuklardan ikisi ilk kocasından. Kanadalı kocasından çocuğu olmamış mı? Olmamış. Gamsız kadın; onun yerinde olsam, ayakta duramazdım ben. Ee, kansere yakalandı ya, daha ne gelsin başına; tek göğsünü aldırmış hatta. Doktor hatası diyorlar. Protez göğüslü, acıma duygusuyla 19
Uff, ne yapsak, ne yapsak ki... Boş verin, dedi bir kız, giderse gitsin Serdar, parayı takımından daha çok seviyorsa. Saçmalama ya, dedi yanındaki kız. Bir ara babam, Serdar sakatlandı, demişti de dünyam yıkılmıştı. Sanki bütün hayatı boyunca sakat kalacaktı, öyle sanmıştım. Allah’tan bir ameliyatla düzeldi; ama şimdi de omuzu sakatmış. Uff ya, başka konunuz yok mu sizin, hep futbol, hep Serdar, diye araya girdi kızım. İçinde bulunduğumuz çağda futbolu hafife almamak gerek yeğenim, dedi Bilgehan. Futbol zamanımızda bir milleti en iyi tanıtan rekabet alanıdır. Bu söylediklerinize inanmıyorum ben, dedi kızım. Futbol zavallı kitleleri suskunlaştıran bir şey, bir şeyyy, şeyy, emperyalizmin aracı işte! Bağırıp çağırıyorlar tabii, ama asıl söylenmesi gereken sözlerden uzaklaşıyorlar. Saldırganlaşıyor, bambaşka bir kişiliğe bürünüyor sahada. Biz takım olarak maçta kişilik değiştirmeyiz, gerçek kişiliğimize, benliğimize dönüşü yaşarız, dedi Bilgehan. Taraftar olarak da hiç bir zaman saldırıyı ilk başlatan olmadık. Fakat sende şu açıdan haklısın yeğenim, yenilgiyi hazmedemeyen taraftar sayısı hiç az değil. Bi yendi mi takımımız deplesmanda ki yenecek, çekeceği var oradaki taraftarlarımızın. Biber gazı. Arabalara taş yağmuru. Ara sokaklarda koşuşturmacalar, sığınacak bir delik aramalar... Deplesmanda gerçekleşen maçlarda bu sahnelere az tanık olmamış Bilgehan, bu yüzden az yaralanmamış. Yenilerde bir maçta kendi sahalarında yendikleri takımın taraftarlarının taş yağmurunda yaralanan alnını gösterdi. İşte bu yara yüzünden bu maçı stadyumda seyretmesine izin vermemişti babası. Birazdan arkadaşlarıyla maçı televizyondan seyretmek üzere yola çıkacaklardı. Trafiğe takılma riskini göze alamadıkları için bağdan erkence ayrılmaya karar vermişlerdi. Bunları söyledikten sonra, haydi bana eyvallah, diyerek bağ evinin arka taraflarına doğru uzaklaştı. Eve gidince maç için uzun uzun hazırlanır, dedi kızkardeşi. Sanki seyretmeyecek de oynayacak maçta, öylesine titiz davranır. Duş alır, formasını giyer, geçer tv karşısına. Çok önem verdiği bir maçı seyrederken de aynı çorapları giyme, aynı yerde oturma gibi takıntıları vardır. Denemiş sözde. Hep aynı koltukta oturduğunda, takımımızın gol sayısı artıyormuş. Dualar eder, ezberinde yoktur da, duvardaki tablodan Ayetü’l-Kürsi okur, babaannem-
- Herkes bağda olacak demiştin bana. “Herkes” dediğin işte bu kadar insan yani. Kızların çoğunu tanımıyorum. Bu bağevinin kızları bile üniversiteye hazırlık kursunun pikniğine katılmışlar. - Çocuklarla oyna sen de, seversin çocuklarla oynamayı. - Uff anne! Çocuklarla oynamak istemiyorum. Tuvaletim var, ama bu tuvaletin içi sinek doludur. Zaten ortalık bir yerde. Eve dönebilsek! - Şimdi eve gidemeyiz. Gel, ben seni götüreyim tuvalete. - Giremem o tuvalete. Sinekli. Pis de kokuyordur. Kendimi tutabilirim. - Erken ayrılacakmışız bağdan, akşama maç var ya... III- Yine de zorla tuvalete götürdüm onu. Dönüşte havuz başından geçerken, kızlara akşam yapılacak maç üzerine nutuk çeken kayınbiraderimin oğlu Bilgehan’ı dinlemek için yavaşladım. Bilgehan Serdar’ın transferiyle ilgili haberlerin asparagas olduğundan zerre kadar kuşku duymuyor: Benim açımdan Serdar takımımızın gelmiş geçmiş en büyük yıldızıdır. 2000 yılı Haziran ayı. Yer, şehir stadyumu. 90 dakika gol yok. Uzatmanın daha başında Necati atılıyor. Ölüp ölüp diriliyoruz. Yüreğimiz ağzımızda geçen 120 dakika da golsüz bitiyor. Sıra penaltılarda. En son Serdar’da top. Çıt yok! Taş kesilmiş durumdayım. Gol atılmazsa küme düşeceğiz. Serdar geliyor ve topa öyle bir vuruyor ki!.. Gooooooooollllllllll! Gözlerimizden sevinç gözyaşları akıyor. Şimdi bile sanki o andaki duygu fırtınasını yaşıyorum... Kaç yaşındaydım ki, en fazla on iki. Bana kalırsa da Serdar yedekte tutulmayı hazmedemiyor, haklı olarak. Transfer tekliflerine açıksa şaşırmam, ama üzülürüm. Bizler elimizdeki hazinelerin değerini bilmiyoruz ne yazık ki... Serdargitmesin ama, Serdargitmesin ya, n’olurgitmesin, diye çığlık çığlığa bağırıyordu bir kız ve Serdar’ın transferine engel olmak amacıyla kampanyalar başlatmayı öneriyordu. Şehirdeki bütün boş duvarlara, “Serdar gitmesin”, diye yazılar mı yazmalı... Sedef yazar, hatta dikkat çekici resimler bile yapar. Hayır, parmağını bile kıpırdatmaz. O futboldan nefret eder! Canım gerekirse biz yazarız, altı üstü iki üç kelime değil mi?.. Yazamayız. O yazılar dışarıdan göründüğü kadar kolay yazılmıyor. 20
Bir şekilde Sedef’le bir araya gelmeli. Sedef beni anlar! Bu akşam evin iki katını da kuşatacak olan maç havasına katlanamayacak. Sedef’le buluşma konusunu konuşmak üzere Naciye halanın yanına yaklaştı. Naciye hala bir yandan karadut yerken, kendisini arap sabunu ile saçlarını yıkamaya mecbur bırakan nedenleri anlatıyordu, bağevi sahibesinin kızkardeşine. Kızım, o anlatacaklarını tamamlayıncaya kadar oturamadı Naciye halanın yanında. Sedef’in halası karadut yemek için aralar vererek uzatıyor konuşmasını. Niye bu kadar ses çıkarıyor ki... - Dişleri protez de o yüzden, yaşlılara karşı biraz daha anlayışlı olmalısın. - Ben biraz dolaşayım, dedi ve havuz başına gitti; çok geçmedi, geri döndü.
den dua etmisini ister. Maç sırasında tv önünden biri geçmeye görsün, kıyameti kopartır... - İnsan bir takımı bütün ömrü boyunca mı tutacaktır anne, diye sordu kızım, bağevinin önündeki konuk hanımların oturduğu çardağa doğru giderken. Takım değiştiren kişinin güvenilmez bir kişiliğe sahip olduğunu mu düşünmeliyiz... - Bir insan bütün ömrü boyunca hep aynı takımı tutar gibi geliyor bana, dedim. Formlar, formalar değişir belki, ama temelde bir şeyler aynı kalır, kolayca değişmez. Cevabım ona yeterli gelmedi. Yine parlak bir cümle kurarak bir şey anlatmamayı başardım; çünkü bu konudaki hakiki görüşümü açıklamaktan kaçınıyorum. Orası öyle; bir futbol takımı tutamıyorum ben, fakat yaşıtları gibi ilgilensin akşam yapılacak maçla, ondan bunu bekliyorum. Ama o, babasının şehrinin takımını tutma konusunda bile yeterince haklı sebebi bulunmadığını savunuyor: - Asla bir futbolcu posterini asmam odama. Düşünsene! O posterden ne kadar çok odanın duvarında asılı! Kızlardan biri hele, iyice “tırlatmış”; hava toplarına hakimiyetiyle rakip takımın korkulu rüyası sayılan oyunculardan birinin gece hayatına düşkünlüğü yüzünden yaşadığı çöküşten söz açıldığında, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Bir diğer kız ki yaşı olsa olsa en fazla 12 veya 13’tür, bu önemli maçı stadyumda seyretmenin en büyük hayali olduğunu ama gerçekleşmediğini söylemişti. Kendisi yapılacak maçla ilgili bu tepki ve yorumları aşırı hatta tuhaf bulduğunu söylediğinde ise, Türk futbolunun son yıllarda gösterdiği gelişmenin önemini idrak edememekle suçlamışlardı onu, yaşları kendisinden küçük olması gereken bir sürü kız. Şimdi maçın yapıldığı stadyumda olmayı kim istemezdi ki... Tarih yazılıyordu orada, daha şimdiden. - Televizyonda seyretmeyi bile düşünmüyorum ki maçı ben... - Komiksin valla. - Niye komik oluyormuşum? - Anlamıyorsun çünkü, bu sıradan bir maç değil! Şehrimizin takımı Birinci Lige çıkacak. Bu çıkışın önemine inanmadığı için de Sedef’e benzetilmişti, geçen seneki gibi.
Hamburger cinayeti hadisesi yüzünden. Adam hamburger için karısını öldürmüş. Kafasını kesmiş zavallının ve buzlukta saklamış. Nasıl olmuş? Uydurma bir habere benziyormuş, fakat iki farklı tv kanalında dinlemiş kızlardan biri, katilin itirafını. Para verip konuşturuyorlardır. Öylesi değil bu, basbayağı öldürmüş karısını adam. Hiç inandırıcı değil. Madem ki katil, tv’de nasıl konuşturuluyor. Canım tutuklandığı sıradaki konuşmalarıdır. Hayır öyle değil, hadise yirmi yıl kadar önce olmuş. Adam hapse atılmış. Sonra Rahşan Affı denilen bir af gerçekleşmiş ve adam, bu affın çıkmasına sebep gösterilen baklava çaldığı için hapse atılan çocukla birlikte affedilmiş. Ayrıca, iki kanala değil, birkaç kanala çıkmış. Her çıktığı kanalda biraz daha farklı bir içerikle anlatıyormuş karısını öldürmesine yol açan olayları. Pişmanım, bir hamburger için değmezdi, diye bağlıyormuş konuşmasını. Bir anlatışına göre, mutfak işlerinde çok beceriksiz bir kadın olan karısı ısmarladığı hamburgeri ısıtmadan getirmiş sofraya. Eee, bütün gün evde yan gelip yatıyorsun, yemek pişirecek yerde bana yemek ısmarlıyorsun bir de, ben de yakınmadan alıp geliyorum, ama yolda bir yerlerde oyalandığım için soğumuş oluyor eve dönünceye kadar; bir zahmet ısıt da getir sofraya! Hayır ama, yağları donmuş, marulları kararmış vaziyette getirmiş. Midem bulandı, titizimdir sofra düzeni konusunda ve yorgundum üstelik, evimde bile iş dönüşü sıcak bir yemek yiyemeyecek miyim ben, diye düşününce, o da dırdıra başlayınca, gö21
ğundan çok farklı, dedi, her toplulukta gençlerin tarafını tutacak şekilde konuşan küçük görümcem. Senin okullu çocuğun yok daha, o nedenle rahat konuşuyorsun, dedi bağevi sahibesinin kızkardeşi. Doğrusu ya, çocukluğundan bu yana yeni bir yer açıldığını duymamış bu şehirde; kendini bildi bileli gençlerin gezmeye gittiği başlıca yer, göl kıyısı boyunca sıklıkla karşılaşılan ve artık ‘kafe’ diye çağrılmaya başlanan kahveler. İşin aslında Mağara, bir internetkafe. Tam karşımda oturan eltisi, oğlunun bu kafeye takılması nedeniyle eve geç gelmeye başlamasının kendisini ne kadar huzursuz ettiğini hatırlatıyor küçük görümceme: Bağ davetlerine gelirdi benimle eskiden, nereye gitsem, kız evladı gibi yanımda taşırdım oğulcuğumu, biliyorsun. Mağara açıldı açılalı eve barka uğramaz oldu. Harçlığını o mağara denilen yerde saçıp savuruyor. Babası üzerine gidince de internette ödev yaptığını söylüyor. Ödev mi yapıyor, oyun mu oynuyor, bildiğimiz yok. Üzerine sigara kokusu sinmiş olarak geliyor eve... Okullu öğrencilerin ders çalışması için müsait bir mekanda sigara içilmesine izin verileceğine aklın yatıyor mu senin?.. - Bir gidip bakmak lazım, dedi küçük görümcem. Görmeden ne diyebilirim ki... - Okullu çocuğun yok senin, o yüzden böyle rahat konuşuyorsun, diye tekrar etti eltisi.
züm döndü. Haklıyım demiyorum, zamanı geriye sarabilsek yapmazdım, inanmazsınız belki, çok severdim karımı ben; dırdırcı olduğu halde. Aşk evliliği yaptık biz. Ortaokul yıllarındayken vurulmuştuk birbirimize... Kadının kafasını nasıl kestiğini ise hiç hatırlamıyormuş. Hiç. Cinnet geçirmiş olmalı. Evet cinnetti, yoksa bir hamburger yüzünden kıyar mıydım karıma, diyormuş adam. Programın sunucusu adamı kendisine küskün olan çocuklarıyla barıştırmak istiyor; ama çocuklar telefona çıkmıyorlarmış. Halk oyuna sunmuş sunucu, çocukların tutumunu. Yüzde 95’i çocukları haklı bulmuş. - İşte bu olayı konuşuyorlar. O kanalda şöyle demişti de öteki kanalda niye böyle konuştu, falan. Sı-kı-lı-yo-rum. Artık E-VE- GİT-MEK-İSTİ-YO-RUM. Aslında eve gitmek de istemiyorum. Maç havası yüzünden. Başka bir yere gidelim. - İyi de, burada misafiriz biz kızım, istediğimiz anda kalkıp gidemeyiz ki... - Canı mı sıkılıyormuş bu cici kızın, diye sordu bağevi sahibesi. Dur hele, seni biraz çalıştırayım ben. Onu yanında mutfağa gelmeye çağırdı. Kahve fincanlarını hazırlayacak. ‘Cici kız’ olarak çağrılmak hoşuna gitmedi kızımın; yine de izledi kadını. Bir kahve içtikten sonra kalkabiliriz ancak. “Ben kahve içmiyorum, beni saymayın” diye bağırdı arkalarından, küçük görümcem. Karpuzuna da çatalını değdirmemiş. Midesi rahatsız; saat yediden sonra yemek yemesi yasak. İnsanın bu dünyadaki lokması sayılı bacım, dedi Naciye hala.
Bizim Sedef’i öldürsen gitmez öyle yerlere, diyerek araya girdi Naciye hala, övünçle. Sigara içilen bir yerde beş dakika bile durmaz. Çok hassas bünyesi evladımın ki bütün olarak hassas bir çocuk. Bir sürü kursa gidiyor ya, ailesine yük olmamak için tuttu işe girdi. Halası değil, annesi sayılırım, benden bile harçlık kabul etmiyor. Üniversiteye hazırlandığı bir dönem, önünde sonunda girecek sınava, bu şartlar altında işe girmesini ister miyiz, hayır; ama harabelere gitmesin diye sırf, sesimizi çıkarmıyoruz. Yanında çalıştığı ressam, sana öğreteceğim bir şey kalmadı benim, demiş. Kara kalemle çalışıyor; o yüzden alerji korkusu da yok. Harabelere gittiği sıralarda boş zamanı çoktu, şimdi boş zamanı yok, işten çıkar çıkmaz hangi kursa gidecekse onun yolunu tutar, fakat ‘Mağara’ dediğiniz yere gittiğini hiç duymadım. Gitmez oraya, gidemez. Anlattıklarınıza bakılırsa, sigara dumanından göz gözü görmüyormuş “Mağara” denilen o yerde.
Peki hanımlar, içinizde duyan var mı; “Mağara” diye bir yer açılmış şehir merkezine yakın bir ara sokakta, sözde okul kapandıktan sonra evi müsait olmayan öğrenciler için bir çalışma mekânı olarak tasarlanmış, dedi bağevi sahibesinin kızkardeşi. Söyler misiniz, gençler için müsait bir mekânın adı nasıl “mağara” olabilir, böyle bir isimle açılan bir mekândan ne bekleyebilir insan? Karanlık, izbe, bilinemezliklerle dolu bir yer olmalı; evladını iç rahatlığıyla nasıl gönderebilirsin ki öyle bir yere? Belki gidip bir görmek gerek, gençlerin bakışı farklı oluyor, zamane gençleri bizlerin gençliğinde oldu22
Kaldırımdaki adam Seyfullah Aslan Postane yine çok kalabalık. Fatura kuyruğu sokağa kadar uzuyor. Adamın biri postanenin karşısındaki duvara yaslanmış bekliyor. Sık sık saatine bakıyor. Caddeye bakıyor, postaneye bakıyor, yine caddeye bakıyor, sonra saatine bakıyor. O saatine bakınca gayri ihtiyari saati merak ediyorum: 09:48. Yola bakıyorum, adama bakıyorum. Adamdan başka orda duran yok. Herkes kaldırımdan geçip gidiyor. Birini mi bekliyor acaba? Olabilir. Belki de bir yere yetişecek. İyi de neden postaneye bu kadar sık ve dikkatli bakıyor. Bir ara göz göze geliyoruz. Gözlerini kaçırmıyor. Sanki gözüm üzerinde diyor. Beni mi takip ediyor. İyi de neden? Acaba cüzdanımdaki kabarıklığı para mı zannetti. O görsün diye cüzdanımın içinden faturaları göstere göstere çıkarıyorum. Sıra biraz ilerledi. Henüz postane binasına girebilmiş değilim. Adam artık bana daha dikkatli bakıyor. Yüzünde bir gülümseme var. Bana bakarken böyle gülümsemesine bir anlam veremiyorum. Belki de beni ele geçirdiğini düşünüp seviniyordur. Cep telefonu çaldı, biriyle konuştu. Kulak kabarttım: “O iş bende, evet, merak etmeyin, sorun çıkmaz.” Adam telefonu kapattıktan sonra bana baktı tekrar. Beni takip ettiğine emindim artık. Dikkat çekmeden uzaklaşmam lazım ama adam beni gözden kaçırmıyor. Saatini neden sürekli kontrol ediyor, neden caddeye bakıyor? Acaba beni kaçırmak için bir araba mı bekliyor? Ben bunları düşünürken sıra biraz daha ilerledi ve artık postanenin kapısından içeri adım attım. Şimdi kaçmak için daha kötü bir yerdeyim. Nefes alışverişimi kontrol etmeye çalışıyorum. Elimdeki faturalar terden hamura döndü. Yüzümün kıpkırmızı kesildiğini hissediyorum. Adam artık postaneye o kadar sık bakmıyor. Bir şeye canı sıkıldı sanki. Önüne bakıyor. Yüzündeki telaş, heyecan kayboldu. Canı sıkıldı. Beni kaçırmak için yaptıkları plan, benim postaneye girmemle suya mı düştü yoksa. Her dakika biraz daha
postanenin içine girdikçe adamın benden tarafa bakmadığını fark ettim ve derin bir nefes aldım. Şimdi ben ona dikkatli bakıyorum. Adamı beynime kazımam lazım. Başka bir yerde yine karşıma çıkarsa dikkatli olurum. Bugün ellerine geçiremediler beni ama, yarın denemeyecekleri ne malum. Tam bu sırada adamın durduğu yere bir belediye otobüsü yanaştı ve adam otobüse bindi. Şimdilik kurtulmuştum. *** İşe yine geç kaldım. Her sabah postanenin önüne kadar yürümekten ve her seferinde yarım saatten fazla otobüs beklemekten bıktım. Bu sabah da patrondan fırçayı yemezsek iyidir. Bir sonraki otobüs en az yarım saat sonra geleceğine göre, şu sıraya girsem de faturaları yatırsam, nasıl olur? Neyse ya şimdi o kadar sırada aval aval bekleyip yine otobüsü kaçırmayayım. Ulan Tevfik, hani sabah beni alacaktın evin önünden. Bende kabahat ki ona güvendim. Vay vay vay… Postane güzeline de bak. Ya bitiyorum böyle hanım hanımcık kızlara. Güzelliğinden gözlerimi alamıyorum. Bekârlığın gözü kör olsun. Bulamadı ki annem şöyle güzel bir kız. Nerde kös varsa bulup getiriyor. Kızın arkasındaki adama rica etsem de kızla tanışana kadar yerini bana verse… Eh artık… Ne diyeceğim ki adama, amca bey kızla muhabbet kurmak istiyorum, beş dakika sıranı verir misin, mi diyeceğim. Olacak şey değil. Niye olmayacakmış! Zaten ona olacak şey değil, buna değil; güzel kızları kapan kapıyor. Efendim abi, o iş bende, evet, merak etmeyin, sorun çıkmaz. Bu abim de, bir işi der, arkasından kırk sefer telefon açar düzgün yapalım diye. Allah Allah, bu adam niye bana bakıyor. Kızın babası falan mı acaba. Yok ya, değil herhalde. Hiç konuşmadı kızla. Ulan şimdi, ne bakıyorsun kıza, der, başım derde girer, neme lazım. Bende şans olsaydı o kız şu anda yanımda olurdu. Şansıma tüküreyim. Hah, otobüs de geldi. 23
Ardımızda kalan Kâmil Yıldız “Sevgili Bayan, Siz henüz on üçünüzdeyken de bacak bacak üstüne atıp, böbürlenerek oturmaktan hoşlanırdınız. Şimdi yaptığınız gibi, o zaman da hafif arkaya doğru kendinizi bırakır, başınızı geriye doğru atar, saçlarınızın, evet tıpkı böyle, omzunuzdan aşağı sarkmasından büyük bir memnunluk duyardınız. Ya ben. Ben, sizi o zaman da seyretmekten mutluluk duyardım, içim neşeyle dolardı. Ne güzel gülümserdiniz, konuşurdunuz. Yaptığınız her davranışa bir incelik katardınız. Ne kadar olağanüstü olurdunuz. Ah biz sıradan insanlar size çok uzaktık. Görmekle yetindiğimiz tüm güzellikler gibi. Şimdi kendimi size biraz yakın hissediyor gibiyim. Ama yine de yaklaşamıyorum. Aradan yıllar geçmiş olmasına, sarkan göğüslerinize, biçimi bozulmuş kalçalarınıza ve kırış kırış olmuş yüzünüze karşın yine de sizin yanınızda kendimi çirkin, yetersiz ve bir o kadar da kaba buluyorum. Oysa bilmez değilim bu yaştan sonra sizin her aynaya baktığınızda ya da bu çalıştığınız dairede her gün beni gördüğünüzde bir yerlerinizin acıyla pörsüdüğünü duyarak üzüntüye kapıldığınızı. Sizin şimdiki bu düşmüş haliniz karşısında bile kendimi ne denli küçük buluyorum bir bilseniz. Durumum ve kısmen de olsa sizin durumunuz. Yani biz ikimiz… Şu var ki eşinizin vefat ettiğini duyduğumda üzüldüm. Siz geride kalacak olan değildiniz. O adamı hiç sevmezdim ve doğrusunu söylemek gerekirse ölümü fazlasıyla gecikti, hiç üzücü olmayan ölümü. Ama siz bunları boş verin güzel bayan. Benim asıl söylemek istediğim şey… Yanlış anlamayacağınızı umarak bu mektubu yazıyorum. Yok, aklınıza kötü bir şey gelmesin. Zaten ne olabilir ki, birkaç aydır bizimle çalışmaya başladınız. Eşiniz öldü. Siz yaşlandınız. Daha ne olsun değil mi? Bazı şeyleri sormak için yazıyorum. Yoksa bunu bir ilanı aşk ya da bir evlilik teklifi olarak anlamayınız. Evet. Yok, öyle bir niyetten
oldukça uzağım. Sizi çok sevmiştim. Annenizle her öğleden önce apartmanın kapısında belirirdiniz. Üzerinizde o günün modasına uygun uzun bir etek ve üstünde zarif bluzlar olurdu. Size çok güzel yakışırdı. Bedeninizin o devingenliği, yumuşaklığı ve uyumluluğu, bacaklarınızda daha da kendini gösterirdi. Sonra saçlarınız. Kaç gece saçlarınızı okşadığımı, onlara dokunabildiğimi düşünerek, düşleyerek uyumuşumdur bilebilir misiniz? Evet, sizi özlediğim, aradığım bunca yıl siz benden uzak yaşadınız, hep fark edilmek istedim. Görmediniz. Evet, sizin güzelliğiniz yanında ben çok sevimsiz bir varlıktım. Budalaca sizi severdim ne yazık ki. Bunca zaman sonra sizi ilk gördüğüm anı hatırlıyorum da, gizemliliğinizden hiçbir şey kaybetmemişsiniz. Fakat bu kadar güzel bayan. Dişlerinizin ağzınızdan fırlamaması için kendinizi çok zorluyorsunuz. Kilolarınız sizi bir basamak tırmanmaktan, çeviklikten uzaklaştırmış ki bilseniz bunca şeyimi kaybettim, hatta sizi de; ama size dair hiç bu kadar üzülmemiştim. O kilolar çok kötü. Beni sizden fazla üzüyor. İnanın buna ben sizdeki güzelliğin sonsuz olmasını, benim olmasanız bile, her gördüğümde içimi sızlatan bir yanı olsa da sürmesini isterdim. Tabi zaman zaman böyle düşünüyorum. Yoksa her zaman için değil. Aslında güzelliğinizin böyle yitirilmiş olmasına içten içe seviniyorum. Evet, siz fazlasıyla yaşlı, kilolu ve çirkin bir kadınsınız. Aynaya baktığınızda ya da eski fotoğraflarınızı gördüğünüzde neler hissettiğinizi bilmek isterdim. İhtişam ve saltanat günleri geride kaldı güzel bayan. Bense kendimi hep sizin için sakladım, korudum ve kolladım. Akranlarım arasında benden daha dinç görünen birini bulamazsınız. Bakın bu işyerinde de en dinçleri benim. İstesem sahip olduğum parayı da kullanarak size çok benzeyen, güzellikte sizden hiç de aşağı olmayan, hatta sizden çok daha güzel kızınızla bir ilişki başlatabilirim. Biliyorum ki kızınız bu konuda 24
Sonia Sanchez Balad gülersem eğer, bağışla öyle eminsin ki aşktan ve öylesine genç bense pek yaşlı, öğrenmek için aşkı. yağmur patladığında aşktır göklerdeki, çimenler yeşerdiğinde aşktır yerden yükselen yeşil taşlar hatırladığında aşktır geçmişin adımları, fakat sen. çok gençsin sen aşk için ve ben çok yaşlıyım.
çok daha cömerttir. Her hafta yeni bir delikanlıyla düşüp kalkmasından kolayca anlaşılabilir bu. Siz kibirli bir koketsiniz, kızınız alçakgönüllü bir güzel, sevimli ve çok hoş. Umarım beni reddetmez. Size gelince güzel bayan şöyle ölümün de yaklaştığını akıldan çıkarmadan, sonra o biçimsiz, kilolu ve pörsümüş vücudunuzu fazla hırpalamayın. Bunca çirkinliği kullandığınız makyajla kapatamazsınız. Evet, işte bu mektubu bunun için yazıyorum. Fazlasıyla çirkinsiniz. Beni niçin reddettiğinizi bilmiyorum, ama ben sizinle olmak istedim. Sizi sevdim. Lanet olsun belki hala da seviyorum. Güzel bayan ben sizi bağışlamıyorum. Kızınızla ilgileneceğim. Unutmadan ve son olarak bugün öğle yemeğinde masaya otururken güçlük çektiğinizi, yemeğin ortasında geğirdiğinizi, çiğneme ve yutma hareketlerinde yüzünüzün kazandığı çirkinliği gördüm. Berbattı. Siz adi, pis bir şişko; kibirli, anlayışsız ve gudubet bir varlıksınız. Bir zamanlar sizi sevmiş ve değerli bulmuş da değilim. Sevdiğimi söylemem de yalan. Kendime karşı yalan. Sizi, sizin gibi aşağılık, iğrenç ve tiksindirici bir kadını sevemezdim. Sevmedim. Ah, sevgili güzel bayan asıl amacım elbette gerçekleri size söylemekti. Kederinizden öleceğinizi ummak ve dilemek de benim hakkım. Kızınız gerçekten çok güzel ve cömert.”
eskiden. fark etmezdi ne vakit ya da kim olduğu, tanırdım ben aşkı. bedenimi teslim eder ve uyurdum aşkla silinip giderdi tüm kalıntılarım gülümsersem eğer, bağışla çıplak rüyanın genç mirasçısı çok gençsin sen bense çok yaşlı öğrenmek için aşkı
İngilizceden çeviren: Ali Görkem Userin
25
90 şiirinin imkânları Mustafa Akar 90’ların şiiri tıpkı 80’li yıllarda olduğu gibi kaotik bir ortamda doğdu. 1960’da ikinci yeni son atılımını tamamlamış, 70’lerin Yeni Toplumcuları 80 darbesiyle sekteye uğramış ve 80’den sonra doğan şiirin karma karışık havası şairleri giderek bireyselleşmeye zorlamıştı. Bu bireyselleşme, özellikle nihilizm ve anarşizmi de beraberinde getirdi. Mesela 80 şiirinin ortak yanlarından çok birbirlerine giderek zıtlaşan özelliklerinden bahsedebiliyoruz. Ortak bir kuşak tavrı ise neredeyse yok denecek kadar az. Edebiyat tarihçilerine güveniyor olsaydık, Hecenin Beş Şairi dendiğinde Faruk Nafiz Çamlıbel’in; Yedi Meşaleciler dendiğinde de Ziya Osman Saba’nın yanına başka isimleri de eklemek zorunda kalabilirdik; ama bugün bu adlandırmalarla anılan oluşumlardan geriye kalan isimler, geçen zamanda kuşakların nasıl bir vizyon oluşturduğunu ya da oluşturamadığını gösteriyor. Belki de bu yüzden Haydar Ergülen ‘80 şiiri’ tanımlamasını kabul etmiyor. 80’li yıllar şiiri özellikle ‘estetik haz’ı önemseyen bir şiirdir. Yazılan değil de daha çok yapılan bir şiirdir. 90’larda yazılan şiirin 80’lerden ayrılan tarafı, şiiri sadece estetik bir hazzı duyumsamak ve duyumsatmak için yazmak yerine, şiiri estetik hazdan kurtarmak ve daha şairane (hatta belki şairaneliği de öldürerek) nitelikli bir şiiri aramalarındadır. Bu anlamda ben de Haydar Ergülen gibi ‘80’li yıllar şiiri’ tanımlamasına karşı çıkıyorum. 80’lerde, ortaya çıkacak şiirin ilk adımları atılıyordu. Dolayısıyla ortak bir tavır yoktu. Sadece ortak bir tavır oluşturmak isteyen dergilerin etrafında toplanmış şairler vardı. Her kuşak kendi dilini de beraberinde getiriyor. Orhan Veli Türk Şiiri’nin geçmişinden devraldığı alaysamalı bakışı ilginç buluşlarla geliştirmişti. Belki de taşlama geleneğini modern dille buluşturdu şair. Bu yönseyiş Salâh Birsel ve Can Yücel’e de sirayet etti ve Metin Eloğlu’nda doruğa ulaştı. M.
Şerif Onaran’ın ‘uç kopmalar’ da dediği bu dili daha sonra devam ettiren şairler çıksa da (Küçük İskender, Akgün Akova, Oğuzhan Akay) önceki şairler kadar başarılı olamadılar. Şiiri parlak bir zekânın ürünü olarak gördüler. Okurla aralarına gerdikleri estetik mesafe belki yazdıkları şiiri, şık bir şiir yaptı ama sıkı bir şiir yapamadı. Bu estetik mesafeyi Hilmi Yavuz’un etrafında toplanan şairlerde de görüyoruz. Sözdiziminin minör kalıbı, fütürizme yakın duran dize kurma taktikleri, seçilen kelimelerin sözlükten alındığı gibi mısralara uygulanması garip bir şiirle karşılaştırdı bizi. Söz zevki yaşatmayı temel alan bu şiir Divan Şiiri’ne ve geleneğe yaslandığı ölçüde daha da garipleşti ve mahdumlarını da birbirine o kadar yaklaştırdı ki, yazılan şiirler sanki tek bir şairin metniymiş gibi okundu. Buysa çok acı. Mehmet H. Doğan’ın 97’de yazdığı ‘8o Sonrası Şiiri Üzerine’ yazısı şöyle bitiyor: “Şiirlerin altından ya da üstünden şair adlarını silmenin zamanı geldi sanıyorum bugün.” 80 şiiriyle oluşmuş estetik mesafe, 90 şiirinin bir şairi, İbrahim Tenekeci tarafından kırıldı. Şiire, ‘saf lirik şiir’ yazarak başlayan Tenekeci’de gördüğümüz ‘saf ve doğal ben’ ile ‘rahatı kaçmış biz’ 90 şiirinin yeniden yakaladığı ‘saf lirik şiir’in, yeni destansı söyleyişlere açılan ilk kapısıdır. İkinci kapısı Hakan Arslanbenzer’dir. Arslanbenzer şiiri de ‘saf lirik şiir’den yola çıkarak, lirizmden ciddi bir kopuşu sağlamıştır. İmgeciliğin yeniden terk edilmesi, saflıktan da uzaklaştırmıştır şiiri, gayri şahsilikten de. Süleyman Çobanoğlu, Hüseyin Akın, Hakan Şarkdemir ve Ahmet Murat, 90 şiirinin hazırladığı imkânları genişleten şairlerdir. Bu şairlerde Antikonformist öğeler de mevcut. Şiirsel estetiğin akla dönük tarafını temsil ediyorlar. 80 şiirinden ayrılan en önemli yanlarıysa bu. 90 şiirinin öne çıkan şairleri, okuyucuyu teyakkuz halinde tutmayı başarmış şairlerdir. 90 şiirinin belirgin yanlarını da belli bir 26
Ahmet Murat
Hüseyin Akın
Süleyman Çobanoğlu
nispette belirlemiş oluyorlar böylece. 90’lı yıllarda yaşanan ayrışmalar bir tavrın da oluşmasına sebep oldu (gerçekten oluştu mu?). Sivas olayları, unutturulmaya çalışılan Başbağlar katliamı, faili meçhul cinayetlerin artışı, Güneydoğu’da yaşananlar, zaten öteden beri siyasi olan şiirimizi gene siyasi olaylarla ayrıştırdı. Fakat bu ayrışma şiirimizin geçmişine oranla daha belirsizdir. 90’larda yaşanan hamle hareketleri, dönem şiirinin daha sonraki kuşaklara bazı imkânlar tanıması açısından önemlidir. Mesela 80’lerde bazı şairler üçüncü yeni diye bir şiir hareketinden bahsetmişlerdi ama sadece bahsetmekle kaldılar; 90’larda ise bu hamleler en azından kendi teorisini de peşi sıra getirdi. Bu anlamda teorisi olmayan, 94’de Mehmet Sarsmaz ve arkadaşları tarafından imzalanan 4. Yeni Şiir Bildirisi ve Travesti şiir (Zeki Coşkun); Hakan Arslanbenzer ve Hakan Şarkdemir’in teorisyenliğini yaptığı Neoepik Şiir 90’lı yıllar şiirinin yeni imkânlar oluşturmasına önayak olmuşlardır. Bunların arasından teorisi ve şiiriyle Neoepik Şiir’in sunduğu imkânlar varlığını koruyor. Neoepik şiire bir akımdan çok bir adlandırma olarak yaklaşabiliyoruz. Özellikle Mehmet Akif’den İsmet Özel’e kadar uzanan “ethos” damarının bir anlamda günümüze tesir etmiş damarını genişleterek, daha sayıp dökmeci, imgeden uzak bir şiire ulaşmak istiyor Neoepik Şiir’in şairleri. Neoepik hareketine yakın duran şairler arasından farklı arayışların çıktığına da şahit oluyoruz bugünlerde. Hayriye Ünal’ın “çok sesli şiir” tanımlaması ve birtakım şekilleri,
görüntüleri şiirle buluşturan şairler, bizi, şiirin bugünkü durumu hakkında düşünmeye zorluyor. 90 şiiri, özellikle 80 şiirinden gelen bazı isimlerin de elenmesini sağlamıştır. 80 şiiri egemen bir şiir anlayışı kuramamıştır çünkü. Cemal Süreya’nın Gösteri dergisinin Mayıs 82 sayısında yayımladığı yazıda geçen ilginç bir cümle var: “Nedir ki gençler arasında çok büyük bir benzeşme var(…) Siyasal ortamla iletişim konusundaki değişmelerin kesiştiği nokta bugün genç şair.” Nitekim 40 kuşağı dediğimizde, aşağı yukarı sınırları ve nitelikleri çok belirgin bir şiir anlayışı anlaşılırken, 80 şiiri dediğimizde birbirine gittikçe zıtlaşan, dağınık bir yönseyişi görüyoruz. Bu durumun yaşanmasını kimi eleştirmenler ihtilâlin etkisine bağlıyorlar. M. H. Doğan buna karşı çıkıyor. Doğrusu 80 ihtilâli, doğrudan politikasıyla değil de toplum hayatına getirdiği ilginç sonuçlarla etkiledi şiiri. Tek Parti Döneminin Garip şiirini ortaya çıkarmasına benzeyen bir yanı olabilirdi 80 şiirinin. 80 şiiri bu anlamda halk içinde bir imkânı kaçırdı. 90 şiiri bu imkânı buldu mu ya da bulabilecek mi? Bu soruları hâlâ soruyor ve konuşuyoruz. 90 şiirinin bir şairi, Hakan Arslanbenzer, Dünyaya Saldıran Şair (Dergâh Yayınları, 1998) kitabında ‘Müslüman olmayan biri şiir yazabilir mi?’ diye sorduktan sonra şunları söylüyor: “Türkiye’de bir ulus olmadığını, İslam nazarıyla baktığımızda karşımızda yüzümüzü güldürecek bir şiir, siyaset ve ahlâk bulamayışımızdan çıkarabiliriz(…) Türk şiiri ve onun ait olduğu gelenek henüz ulusal bir karakter kazanmadı.” 27
Egemen bir şiir anlayışı kurabilmenin ulusal bir karaktere yaslanması gerektiğini anlamıştır 90 şiirinin şairleri. Bu anlamda dönem şairlerinin çıkarttıkları dergilerin adları bile ulusal bir karakter kazanmanın endişesini taşır: Kırklar, Şehrengiz, Huruç, Kökler, Fayrap, Kaşgar, Karagöz vb gibi. 90 şiirinin kalbi Dergâh dergisidir. Derginin ilk sayılarında İsmet Özel’in sonradan Şiir Okuma Kılavuzu’na da eklediği yazıları, 90 şiirinin bir karakter kazanmasına temel oluşturur. “Özgürlük için şiir, Elmanın kalbine eşelek diyen biz Türkler, “Sünnî” şair olur mu?” ve diğer yazılarıyla Özel, kendini tasarlayan dönem şiirine, gidilecek yolları işaret eder. Ve yine 90’lı yılların bir şairine, Süleyman Çobanoğlu’na atar zarını. Şiirin yaşadığı tıkanıklığı arka çıkarak aşabileceğini söyler Özel. Dergâh dergisinde İsmet Özel’in yazıları ve şiirleriyle başlayan hareketlilik, 90 şairlerinin yayınlanan şiirleri ve şiir kitaplarıyla sürer. Süleyman Çobanoğlu, İbrahim Tenekeci, Hakan Arslanbenzer, Ömer Erdem, Ali Emre, Cevdet Karal, Levent Sunal, Hakan Şarkdemir ve Osman Özbahçe gibi şairler, şiir ve yazılarıyla dergide görünürler. Bu şairler daha sonra yukarıda saydığım dergilerin de mutfağındaki isimlerdir. İbrahim Tenekeci ve Hüseyin Akın, Kırklar; Hakan Arslanbenzer ve Hakan Şarkdemir, Şehrengiz, Atlılar, Huruç, Fayrap; Cevdet Karal ve Ömer Erdem, Kaşgar; Osman Özbahçe, Kökler ve Şarkdemir’le birlikte Karagöz. 90’larda dolaşıma giren başka dergiler de vardır:
Argos, Biçem, Dize, Edebiyat Dostları, Edebiyat Eleştiri, Fayton, Göçebe, İpek Dili, Kavram Karmaşa, Kunduz Düşleri, Ünlem, Düş Çınarı, Ludingirra, Mavi Yaka, Poetik’us, Sombahar, Şiir Ok-u, Ütopya, Yeni Biçem. Bu dergilerin büyük çoğunluğu bugün kapandı. Halen yayınlananlar ise sadece bir ürün yayınlama dergisi oldular. Piyasadaki yerlerini ise iddialı şiir ve yazılarından çok gazete bayilerindeki sıralarına borçlular. 90 şiirinin şairleri, etik ve politik tercihleriyle, okuyucuyu daima teyakkuz halinde tutmayı devam ettirebilecekler mi, bunu şimdilik bilemiyoruz. Lirizmin esnek etkisinin yerini ironik realizmin alması; giderek anti-konformizme varan, varmaya çalışan 90 şiiri, sahip olduğu bütünlüğü korumaya devam ediyor şimdilerde. 80 şiiri, Türk şiirinden, üstelik yine Türk şiirinin geleneği adına ciddi bir kopuşsa, 90 şiiri de Türk Şiiri’nin aslî sesine geri dönüşü sağlamak adına bir sunuştur. Bu sunuşu, 90 şiirinden sonra ortaya çıkan şairler olağan bir reflekse dönüştürebilecekler mi? Bekleyip göreceğiz. Burada, bu yazıda 90 şiirini konuşurken andığımız isimler, durdukları yerleri, yazdıkları şiirler ve yazılarla kazımış şairlerdir. Durup dururken zuhur etmemişlerdir. Bir sihirbaz çentiğiyle ortaya çıkmış şairler ve kimi yazarlar bu yazının ve bu konunun dışında kalıyorlar. Aklın ve Hakk’ın yolu birse ve ikisi de birbirine ulanmakla doğruluk kazanıyorsa eğer, Türk Şiiri’nin yerlilik arayışını konuşmayı 90’lardan sonra hızlandırabiliriz demektir.
ABONE KAMPANYASI Derkenar’a şimdi abone olun, edebiyatı ıskalamayın! Abone olmak için www.derkenar.gen.tr/abonelik adresini ziyaret edin. 28
Kolektif habersizliğe karşı gözlemci şiir Furkan Çalışkan An tecrübesi Şiirin geleneksel bir dil taslağı ya da söz diziminden ibaret olmadığını, her dönemde “modern bir icat” olabilecek atikliğe sahip olduğunu kabul etmeli ve düşünmeliyiz bilhassa biz Türk şairleri. Şiirin “icat” zamanlaması, doğrudan an tecrübesiyle alakalıdır. An tecrübesi, yaşanmışlıkla yoğrulmuş, gözlem yeteneğiyle gelişmiş, nesnenin ya da olgunun şiire girişini en yüksek seviyedeki “bulgulama değeri” ile belirleyebilmenin ifadesidir. Ustalık, “henüz şiir olmayan” ile artık “şiir olan” ayrımını ve geçişini iyi bilmeyi gerektirir. An tecrübesinin dize haline gelmesi bu aşamanın, bu geçişin sonrasıdır. Bulgulama değeri, nesneler ve olgular dünyasının karmaşasında ve çoğulluğunda şiir seçkinliğini ayırt etmeyi sağlar. Bütün bu geçişler ve seçimler, an ve gözlem, yapısal olarak şiirde nasıl bir katman olarak yer alırlar? Ve şiir yapısı bu süreçler sonrasında nasıl bir oluşum halini alır? Piaget mesela yapının üç ana düşünceden oluştuğunu söyler; bütünlük, dönüşüm ve özde düzenleme (kendi kendini yönetme). An tecrübesi olmayan yahut da yüksek olmayan şiirde -ki an tecrübesini bu yapının temeli kabul edersek- bütünlük ve dönüşümden da bahsedemeyiz. Günümüz şiirinde bu üç düşüncenin bir yapı oluşturması sık karşılaştığımız bir durum değil ne yazık ki. Bütün bunlar hayatın daha iyi anlaşılması kavşağında anlam kazanan düşünceler. Şimdi bu ön girişten sonra, düşüncelerimi somutlaştırmamı sağlayan bir şair üzerinden devam edeceğim; İbrahim Tenekeci. Doksan kuşağı şairlerinin “önce kuram, sonra şiir” anlayışının -son yıllarda ağırlık kazanmaya başladı- tersi istikamette ve teoride bile kolaylıkla sağlanamayacak yapısal ve teknik özellikleri şiirinde barındıran bir şair Tenekeci. Bu özelliği de bana teoriye somut örnek verebilme ayrıcalığı kazandı-
rıyor açıkçası. Öncelikle İbrahim Tenekeci şiiri, an tecrübesi son derece yüksek bir şiirdir. Yapısal bütünlüğünün ve derli toplu yapısının en birincil sebebi budur kanaatimce. Hemen bir örnek verirsem, “Ot toplayan kadınlar” şiiri an tecrübesinin bir yansımasıdır. Otoban kenarından herkes görür ot toplayan kadınları, biraz daha daraltırsak alanı; şiir görüsü olan herkes görmüştür onları, fakat o görme anının “şiir dili” ile “fotoğraf dili” birleşiminin yaşanmış tecrübeyle harmanlanması, böyle bir isim-dize ve şiir oluşumu her şairin yakalayabildiği bir düzey değil. İşte an tecrübesi, böyle bir temel oluşturuyor şiire, bireyin “kapalı anısı”dır aslında bu tecrübe ve en önemlisi o görme anında ortaya çıkmasıdır. Bir başka önemli nokta da, bu “anlıkların”, sembollerle şiire girişi alışılagelmiş ve gücünü yitirmiş bir formdur, sembolizme yakın imgelem için de aynı şey söz konusu, modern şiir bu durumdan sıyrıldıkça salt imgenin soyutluğunda başka çıkmazlara düşmüştür. Aslında Yunanca “sembol” kelimesinin kökeni “yitirilmiş büyük bütünün bulunmuş küçük parçası”dır. Tenekeci şiiri içinde bu kelimenin kökeninden hareketle bir çıkarsamada bulunabilirim, 29
yani Tenekeci’nin yakaladığı bu “an”lıklar, yitirilmiş, artık görülemeyen büyük resmin küçük parçalarıdır. İşte bu sebeple onun şiiri okuyan hemen herkeste karşılık bulabilir ve ortalama bir şairin ulaşamayacağı bir okur kitlesine hitap eder. Teknik olarak da imgeleme batmadan, sembolizme bulaşmadan bu küçük parçaları şiire sokabilmesi, onun Türk şiirinde yeni bir şey yaptığının göstergesidir.
“esprit” kelimesi aslında “ruh, akıl” anlamlarını içerir. Tenekeci şiirinin “gülümseten acısı”, yani bu kelimenin kökeninde olduğu gibi kaynağını ruh ve akıldan alır. Tenekeci şiirinin bilinci, kayıtsız şartsız gerçekliktir, “güneşte ihtiyarlar” gerçekliği, yani “teorik gerçekliğin iptali”, saf yaşam, “kurgu” yerine “görme”. Neticede Baudelaire’in dediği gibi; “Eğer sanat yararsızsa, hayat da öyledir.” Belki de günümüz şiiri hayatla ilişkisini bu şekilde konumlandırmadığı için dar bir çemberde sıkışıp kaldı. İbrahim Tenekeci şiiri “güçlü ve lider dizeyi” önceleyen bir şiirdir. Buradan hareketle, bu şiirin sürecini göz önüne alırsak, zamanla dizeler arası koordinasyonun ve seviyenin eşitlendiğini, yani daha üniform bir yapıya evrildiğini görürüz. Yani bütünlük için dizeden vazgeçen bir anlayış değil, ikisini bir arada yapabilen bir düzey. Artık lider dize yerini “kurucu” dizeye bırakmıştır, bir bütünü oluşturan çarklar haline gelen dizeler, aynı zamanda kendi özerkliklerini ve bağımsız algı alanlarını da yaratabilmektedirler. Kim ne derse desin, bu Modern Türk şiiri için bir imkândır. “Suyu görünce susan bir anneyle bir baba” (Giderken Söylenmiştir), mesela bu dize bağımsız algı alanına sahip bir dizedir, aynı anda ise bütünün çıkarılamaz bir parçası haline gelmiştir. Tenekeci şiiri zaman içerisinde böyle bir yapısal yeniliğe gitmiştir, yine aynı şiirden “sözcük yapımında kullanılan / bir şeydir senin gülüşün” gibi anlam buluşları, söyleyiş çeşitlemeleri de ani sıçrayışlarla okuru zinde tutar. Hafıza ve an tecrübesi gibi iki farklı “görme” ve bütünleyici bir denklemle ilerleyen Tenekeci şiiri, kaostan önce yakalanabilen, görülebilen ve teşhis edilen o şiiranının tekrarlanamazlığıdır.
Hafıza, bilinç ve teşhis Hafıza ve bilinç arasındaki “tereddüt” anı, şiirgörüsünün başlangıcıdır. Günlük hayat, sistemin kabul edilmiş bilgi edimleri, şiire karşı mukavemet oluşturur. Bu mukavemeti kırdığınız anda, sıradan olandaki olağanüstüyü çıkarmak için bir şans yakalanabilir. Şiir odaklanmayı gerektirir, hayatı görüntü sekanslarına ayırır, bu yüzden hayatın süreğenliğine, kör edici devinimine direnç göstermek gerekir. Tenekeci şiiri de naif pastoral bir şiir değil, tam tersine sert ve dirençli bir şiirdir. Şairin yeni bir şey görebilmesi için yeni bir şey yapması gerekir, önce yapmak; sonra görmek, Tenekeci’nin yaptığı yeni şey, hafızayı ve toplum algısını günlük dilin çevrimine sokabilmesidir ve bunu metodik bir şiir anlayışına dönüştürmesi sonucunda yeni bir şeyler görebilmektedir. Dile yerleşen her yeni söyleyiş, Türkçenin anlam dünyasına katılan her yeni buluş ve ayrıntıya mahkûm edilmiş, neredeyse görünmez haline gelmiş değerleri “söylemenin” manşetine çekebilmiş her dize sisteme gösterilmiş bir dirençtir. Uzlaşı için hafızanın yetersiz ve kusurlu olması gerekir, Tenekeci şiiri modernizmin öngördüğü uzlaşıyı, uzlaşının aracı olan klişeleri reddeden bir şiirdir, bu yüzden canlı bir hafızası vardır bu şiirlerin. Öte yandan Tenekeci şiirinin bu özellikleri, özellikle son döneminde daha baskın bir hale gelmiştir, bu durumu daha net Profil Yayınları’ndan yeni baskıları yapılan Üç Köpük, Peltek Vaiz, Güzellik Uykusu ve Giderken Söylenmiştir peş peşe okunduğu zaman daha iyi anlaşılabilir. Bilinç ve şiir ilişkisinin Tenekeci şiirine şaşırtıcı yansımalarından biri de, insanın yüzünde acıyla karışık bir gülümseme bırakabilmesidir. Türkçeye “nükte, espri” anlamıyla geçmiş olan Fransızca
Yaşamı alıkoyarken ölümü üretmek Yazımın bu aşamasında böyle bir başlık seçmemin nedeni, İbrahim Tenekeci şiir dünyasını kanımca özetlemesidir. Yaşamla ölüm arasında olmanın soyutluğu, kekemeliği ve belirsizliği alışılageldik bir şeydir şiirde. Tenekeci’de ise yaşam ve ölüm somut, süreğen ve canlıdır. Belleğin imkânlarını sonuna kadar kullanırken, ölüm imini yani bu kadar eski ve bu kadar yeni olan bir şeyi, 30
hem hafızanın imkânlarını hem de anı’nın birdenbireliğini birleştirerek kendi şiir dilini oluşturmak dediğimiz -yahut da şiir kişiliğini-, olguya katmıştır. “Dibe vuran şeylerin anlaşılmaz görkemi / annesiz girilmeyen yerlerin cazibesi / herkesin korunduğu bu limonlukta / ey ölüm, ey yoksulların neşesi” (Özet Görüntüler), sanırım bu dizeler ne demek istediğimi göstermeye yeterlidir ve de teorik anlatıma pratik işlerlik kazandırması bakımından da önemlidir. Tenekeci şiiri “meçhule dair farkındalıkları” içerir, yani meçhul olan akışta gizlenen bilinçtir, hayatın kör edici tekrarları arasında saf güzellik meçhuldür, Tenekeci şiiri de sebebini bu farkındalığın estetiğinden alır. Şiir, modernizmin insan dışı bütün yanılsamalarını çürük bir diş gibi yerinden oynatır, çünkü tüketim çağında tüketilemeyecek, satın alınamayacak olan ne varsa ancak şiir cephesinde kendine yer bulabilir. Cocteau “gerçek özgünlük, herkes gibi davranmaya çalışıp başarıya ulaşamamaktır” der, bu sözü önemserim çünkü modern şiirdeki birçok çeşitlemeye de ışık tutar. Nedir bu çeşitlemeler? Mesela farklılık yakalamak adına salt biçimsel oyunlar, görsel uğraşlar, şiirde şiirsizlik denemeleri, manifestolar, yani kısacası şiire ait olanın dışında yer alan, maksadını güçlü şiirden değil de, sadece farklı olmasından alan, çoğu zaman anlamsızlığa, kafadan atmaya kadar giden ve hiçbir surette okuyucuya ulaşamayan denemelerdir. Şimdi bu noktada Cocteau’nun sözü önemli bir anlam kazanıyor, buradaki “herkes gibi davranmaya çalışmak” şiire tevdi edilirse, anlamamız gereken klişeler yumağı değil, “herkes”in ortak algısından sebe-
bini bulan bir eylemdir. Şiir ortak algıyı hedefler, oraya giriş içinse eğer gerçekten yetenekli iseniz, şiirin ne olduğuna dair somut bir inancınız varsa, bir seçim yapmanız, bir metot belirlemeniz gerekir. İşte özgünlük, herkesten farklı olmayı nihai hedef yapmak değil, “herkesin algı”sının esas olduğu şiire girişte klişelere karşı başarısızlıktır. Bu başarısızlık, yeni bir yol açmayı beraberinde getirir, yol açanın ayak izlerini taşır, özgündür, farklıdır ve yenidir. Tenekeci şiiri de tam olarak böyle bir yol açmıştır, bu yüzden özgündür ve yenidir. Klişeler, kolektif habersizliğe fazladan bir çentik daha atar, bu sebeple şiirin kendini duyurabilmesi, şairin topluma gönderdiği bir ulak olabilmesi, bir şaşkınlık yaratabilecek kadar önemli anlam buluşları içermelidir. Bu sebeple hafıza ve bilinçle bağlantılı gözlemcilik, buluşların ilk ve en önemli aşamasıdır. İbrahim Tenekeci şiiri kolektif habersizliğe karşı dingin bir direnç şiiridir. Kaybolmaya yüz tutan değerlerin gözlemcisi bir şiir, en önemlisi her dizenin gerçek bir karşılığı, doğduğu somut bir kaynağı vardır. Yıllar geçtikçe, çok daha emek isteyen, yazması zor bir şiire dönüşmüştür, sadeleştikçe ve fazlalıkları attıkça okuru daha çok içine alan, hafızaya daha çok kazınılan bir şiir oldu Tenekeci şiiri. Türk şiirinde modern yapılanmayı, bir nevi haiku estetiği ve ritmiyle, yani “sözü yormadan”, gerçek şiirin istediği bütün fedakârlıkları yaparak yerine getirmiştir İbrahim Tenekeci. Türk şiirinin asla bir kıskacın ve şiirsizlik ikliminin tutsağı olmayacağının da ispatı şairlerimizden biri olarak, eserler vermeye devam etmektedir. 31
Dünyaya kapı aralığından bakan bir şairin fotoğrafı Hüseyin Akın Ne zaman İbrahim Tenekeci ve şairliğinden bahis açılsa, hemen Cemal Süreya’nın o meşhur tespiti gelir aklıma. Şöyle diyor üstat: “Bir kumaş bir metresinden bellidir, derler. Bir şair de öyledir; gelişinden, adım atışından bellidir.” İbrahim Tenekeci ile tanışmamız doksanlı yılların başlarına rastlar. Bir grup arkadaşla Kâğıthane’nin Sanayi Mahallesi’nde Özülke dergisini çıkarıyorduk. Tekstil atölyelerinin bulunduğu çok katlı bir binanın üst katlarından birinde, bekâr odası büyüklüğünde bir yeri dergimize büro olarak tutmuştuk. Dergi yayın kurulu öğrenci ve öğretmenlerden oluştuğu için, günün her saati orada olmak mümkün olmuyordu. Bir gün ikindi vakti büroyu açmak için gittiğimizde, kapıya iliştirilmiş bir pusulaya rastladık. Pusulada buraya kadar gelip de bizi bulamayan birinin sitemleri yer alıyordu. “Madem yerinizde durmayacaksınız, ne diye derginizde iletişim adresi veriyorsunuz” anlamında bir not düşülmüştü. Notun sahibi yerden göğe kadar haklıydı ve o düştüğü notun altına ismini yazmayı da ihmal etmemişti: İbrahim Tenekeci! Bir kaç gün sonra tanıştık. O tanışma akşamında İbrahim’in defterinden okuduğum iki şiir elimdeki basıma hazır Özülke dosyasını allak bullak etmişti. Şiirlerden birinin adı “Gülbahar”, diğeri ise “Ağıt”tı. ‘Dosyayı allak bullak etmişti’ derken, aslında zihnimdeki dergiye dair ürün sıralamasında her şeyin bir anda yerinden oynadığını söylemek istiyorum. İlk sözü özgürlük olan bir şairin özü gür olduğu kadar, sözü de gürdür dedim içimden. Şöyle başlıyordu şiir: “özgürlük diyorsun hayaller mutluluklar/ mutluluk kâğıt gemilere benzer gülbahar / bulutlara benzer / özgürlük istiyorsun ille de özgürlük / tutabilirsen ellerinden gökyüzünün / özgürsün gülbahar özgürsün.” ‘Ağıt’ şirini okuduktan sonra şiir yatağı tertemiz, dupduru bir akışla kendi özgün sesini çağıl-
dayan bir şairle karşı karşıya olduğumuzu fark etmiştim. Bu ve daha başka gerisi gelen şiirler ileride çıkacak Üç Köpük kitabının sayfalarını oluşturacaktı. Şairin kendi deyişiyle söyleyecek olursak; ‘sözü yormadan’ yalın bir söyleyişle kendi mecrasında hiç kimseye çarpmadan akıp giden şiirlerdi bunlar. Tam da bütün edebiyat dergilerinde, kültür sanat sayfalarında “şiir kaldı mı, gitti mi” tartışmalarının yapıldığı bir ortamda nümayişsiz gelen bir şiir oldu İbrahim Tenekeci’nin şiiri. O zamanlar haftalık kültür-sanat yazıları yazdığım bir gazetede çağıltısını duyduğum bu şiirin muştusunu şu başlıkla vermiştim: “Şiir geldi, şairini de yanına alarak!” O günden bugüne en az on beş yıl geçti. Daha ilk dizesiyle iyi dokunmuş şairlik kumaşının örneğini veren İbrahim Tenekeci ilk adımıyla da adını pekiştirmiştir. Üç Köpük şiirlerinde mahcup ve münzevi bir dünyaya adeta sokulmuş gibi duran şair, Peltek Vaiz’deki şiirleriyle sanki sesini biraz daha artırmış, üzerine doğru gelen hayat karşısında korunaklar arıyor gibidir. Tenekeci’nin bütün şiirlerinde okuyucu çeken (hatta yazmaya zorlayan) taraf, dünyasında karşılık bulmayan ısmarlama ve camit kelimelere yer vermemesidir. Hüzün de, aşka da, ölüm de herkesin ana dilindeki karşılığı gibidir. Halk edebiyatının imkânlarından beslendiği kadar, çağdaş edebiyatın olanaklarından da yararlanır. Modern bir dille kent yaşamının labirentlerini, modern hayatın acılarını dillendirir. Şehir, yalnızlık içinde şaşırılıp hayret edilecek bir yerdir. Şaşkınlık ve hayret, şairin dilini açan anahtar kelimelerdir. Masumiyetimizin üzerine çığ düşmüştür sanki. Her dizede şairin geldiği yere karşı özlemi vardır. Gelinen yer insanlığımızın, doğallığımızın, kanaat ve merhamet duygularımızın kök salıp dal verdiği yerlerdir. Köklerinden koparılmış, dalları kırılmış insanların sessiz ağlayışlarını içimizde hissediyoruz. Bu ‘bir başınalık’ duygusu okuyucunun 32
şairle özdeşlik kurmasını sağlıyor bir nevi. Tenekeci şiirinde yoğunluklu olarak kullanılan birinci tekil şahıs “ben” aslında ortak bir acıyı duyumsayan herkesin sözcüsü anahtar bir kelimedir. Peltek Vaiz kitabının daha ilk şiirinin ilk dizesinde başlıyor bu ‘ortak ben’in sözcülüğü: “Şimdi ben öksüz bir kitabeyim bir mezarın başında.” (Yanık Jandarma) Şair çağının en güçlü tanığı ve en kuvvetli sözcüsüdür kuşkusuz. Aynı zamanda her şiir kitabının da sözcülüğünü yapan birkaç dize vardır. Peltek Vaiz’deki şiirlerin içinde üç dize var ki, bu dizeler içimizdeki şiiri çoğalttıkça çoğaltıyor: “Hayret, şehir sığmıyor taksiye”, “Kim salıyor caddeye bu kadar arabayı” ve “Bana çarpıp geçiyor günün kambur kuşları.” İbrahim Tenekeci’nin Peltek Vaiz’den iki yıl sonra çıkan kitabı Güzellik Uykusu. Bu isim de öylesine konulmuş değil. Kirlenen dünyanın, kokuşan insan ilişkilerinin, piyasanın ve kara siyasanın gayya kuyusuna düşmüş çağdaş şehir ahalisinin kirli uykusuna (derin gaflet) karşın yeniden dirilişin adı olan ve her kirlenmişi temiz kılan ölüme işaret ediyor. Korkunç olan ölüm değil gittikçe karanlık yüzüyle önümüze çıkan hayatın kendisidir. İbrahim Tenekeci Güzellik Uykusu’nda ölümü evcilleştirmiştir adeta. Ölümle sık sık şakalaşır. Kitapla aynı ismi alan şiirinde olduğu gibi: “Ölümden korkuyor musun diyor okurun biri / Neden korkayım ona ne yaptım ki” (Güzellik Uykusu). ‘Mevsim Normalleri’ şiirinde de aynı hava hâkimdir: “Elimdeki gülü kaldırıp mezarlıkta / Sağlığınıza dedim, hepinizin sağlığına”. Ölümün tam gün çalıştığı yerlerden geçerken mütebessim bir eda ile “Pazar ola ey ölüm!” diye takılmadan geçmeyen şairin hayatın yüzüne de söyleyecek bir çift sözü vardır elbet: “Ağzın tat görmesin hayat / Kandırdın beni.” Şairin dünya görüşü denilince evreni hangi zihinsel dokunuşla kavradığı akla gelir nedense. Oysa bir şair için “dünya görüşü” sağcı-solcu olmanın, çerçevesi çizilip standartları belirlenmiş kavramların ağına düşmek değildir. Muhafazakârlık ya da liberallik gibi tanımlamalar şairin dünya ile değil, kavramlarla ya da insan ve eşya ile geliştirdiği ilişki biçimini yansıtır. 2000’li yılların dünyasını görmüş bir şair olarak İbrahim Tenekeci’nin dünya görüşü, taşın içindeki sırra vakıf olmak isteyen bir inanmış
adamın tecessüsünde saklıdır. Bu adam dünyanın tüm kodlarını çözmüş, girilmez bütün sokaklarına girmiştir. Yani neresinden bakarsanız bakın, bu yaklaşımda kendini kolay ele vermeyen mistik bir durum vardır. Ses sokaktaki adamın sesi ama söz daha çok bir zahidin ya da bir dervişin sözüdür. Bu eda ve iklimi Giderken Söylenmiştir’de daha yoğunluklu olarak görebiliriz. İşte hem gelişi hem de gidişi güzel örneklerden bir buket: “gözüm olsaydı eğer dünya nimetlerinde / pekala bulurdum onları bir çöplükte”, “herkes bir parçamı alıyor hatıra diye / çöpçü çöpümü, dünya vaktimi ve ölüm beni”, “kapıya yakın otururdum eskiden”, “seviyorum dünyayı yüzer metre arayla”, “bakın ne diyorum, dünya / sekerek yürüyor, gözümden düştü ya”, “kurumuyor bir türlü günlerin ıslattığı / kaçıyorum dünyanın saç diplerine”, “bırakıp dünyanın bana olan aşkını / bir kâğıdın yere düşmesi gibi / gittim, insanın yanına vardım / vardım da bulamadım kimseyi.” İbrahim Tenekeci, “şairin hayatı şiire dâhildir” tezini doğrulayan bir şair. Yıllar önce gözümün önündeki dünyaya kapı aralığından bakan şair fotoğrafı hiç değişmedi. Son şiir kitabı çıkalı dört yıl oldu. Biliyorum en az iki kitaplık daha şiir dosyası var. Çıkan kitaplarının yeni baskıları sürüyor. (Profil Yayınları) Eski kitapların yeni baskılarını sanki ilk kez okuyormuşum havasında okudum. Kitaplar yerinde dursa da biz dünkü bulunduğumuz yerde değiliz. Bir de bu kitapları beş-altı yıl sonrasından okumak gerekliymiş. Dün dokunmayan dizler bugün hançerde düğümlenebiliyor. Özülke’li yıllardan bugüne yansıyan fotoğrafın arkasına şu dizeleri yazdım: “Seni yoksulken gördüm, daha güzeldin Gel ey mahcubiyet saklan arkama...” (Terden Bembeyaz) 33
Esra Elönü Okul harçlığı Pazartesi görüşürüz Boli Hala. Bir halk şarkısı kesilir boğazımızdan. Sesimiz hiç güzel çıkmadı derisinde bisküvi otu çıkan Sütlenmiş odalardan.. Sana bu mektubu bardaklardan yazıyorum Çoraplarımıza kızan topraklardan yazıyorum. Nehrin boğmaya üşendiği ateşi sakatlanmış odunlardan da olabilir.. Marmelat saatinde kılıç balığı kokuyoruz, Yerleri değiştirilmiş parmaklarımızı bu haliyle kaldırıyoruz Ayağa.. Henüz belli değil öldüğümüz, daha gelmedik o sayfaya. Leylekler kafadan bir şey atıyor kalın ve alfabetik. Havaya sırayla uçuyoruz kemik balonu diyor bize Tanrı. Üçümüze dikilir ağaç İkimiz de kemiririz metal poğaçaları. Yaşımız hiç te küçük değil. Yetişkin evlatlar da değiliz .. Pazartesi görüşürüz Boli Hala..
Bahadır Cüneyt Arnavut bu sabah kaldırıma arnavut bir kuş kondu ekmek attım kendi dilimde konuştum ona taşlar ıslaktı bir tırnağı yoktu harita çizdi oraya hazineye üç köşe kalmıştı bir kuyu annem seslendi içerden çıktım kuşun içinden anneme kuş yaptım kağıttan dedim bu arnavut bir kuş türkçe bilmez yol bilir git o zaman dedi annem kuyuları atla kanatlan gittim kanatlarımla gittim kuş oldum ben kuş ben oldu arnavutça öğrendim seviyorum demeyi ilk o da sarılmayı öğrendi omzum tüy içinde kaldı hazine uçtuk sonra
34
Suavi Kemal Yazgıç Vaktin oğlulları ve kızları diğer bütün oğlu ve kızlar gibi azat olacağım şehrin adıdır vakit tahtası benden bu kapılar tuğlası benden bu duvarlar bana sorulacak benden sorulacak kilitlediğim kilitlendiğim odalar cinayetler benden sorulacak ne kadar kapansam da ne kadar kopsam da dünya bana sorulacak
kapıyorum bana ait kapıları kapanıyorum tuğlası benden binalara bir ben var sanıyorum bir ben var sayıyorum bana öğretilen bensiz uydurulmuş bensiz kalmayacak bir yalanı kapattığım her kapıyla biraz daha kopuyorum dünyadan dünyama biraz daha bağlanıyorum kilitlendiğim her kapıyla köreltiyorum düğümlerimi düğümlerde köreliyorum cebimde anahtarlar ve ben bir anahtar destesindeyim
kapalıyım ama yine de vaktin bir oğluyum kapalıyım ama saatin sarkacı kafama vuruyor hâlâ değilmi ki vaktinde bildirildim dünyaya vaktinde silineceğim kapalı kapılar bile kurtaramaz beni vaktin o güçlü zincirlerinden yaşadığım şehrin adıdır vakit kilitlediğim kapıların ta kendisi değil mi ki yaşadığım bu ev zamana hapsolduysa ve zamanı gelince çiçeklerim hep solduysa şimdi öldürülmüş arkadaşlarım adına konuşabilirim vaktin oğulları ve kızları adına ben ki her cinayetle biraz daha kapanıyorum evime biraz daha kapılıyorum benliğime eksilen her oğul ve kızla tamamlanıyor hapsolma süreci ve tamamlanıyor ömrüm kapadığım kilitlediğim her kapıyla 35
Hüsrev Hatemi Berlin 1969 Şimdi Giritli Aziz Efendi’nin ruhu Berlin İslam mezarlığından, Der ki: Her türk benim kitabımdan bir Cevat’tır. Çünkü her türk kendi yüreğine Acılar dokuyan bir tezgahtır. Bizler birer Sadullah Paşa’yız yurt dışında; Bizi sadece acı bekler zira, Kalbimiz hüzün oklarına açık Delik-deşik bir nişangâhtır. Bizde sevgi elemdir ve “türk hüznü”nü “Alman hüznü”ne çeviren Hiçbir kambiyo bürosu yok henüz. Hepimiz dertli büyürüz, hayat bizim için, Kederle kurtuluş arasında bir berzahtır. Ah biz de “Die schöne Zeit ist vorbei” diyerek Bira ve sosisten sonra uyumağa gidebilsek. Oysa biz başka ulusların da elemlerinin İzini sürer dururuz Berlin’i otobüsle geçerken -İki dilde anlatan rehberLe Corbusier evinden de büyük, Bir keder dolduruyor içimi, Süleymaniye heybetinde bir keder. Bu kadar çok ve görünmeyen mezartaşı, Hayal gözüme çarpmamıştı hiçbir kentte; Kalbimse bugün nasıl söylesem... Blumental Biraderlerce doldurtulup, Darütta’lim-i Musiki pulu yapıştırılmış, Bir taş plak. Sen ey zamanın “Seda izlerine göre bilenmiş Mahruti ve ala platin iğnesi! ” İnletme onu bırak.
36
Berlin 1969 Hüsrev Hatemi Berlin’i ilk defa 1969’da gördüm. Doğu Berlin ile Batı Berlin’i ayıran duvar inşa edilirken, Batıya bakan Apartman pencereleri tuğla ile örülüp kapatılmış, pencerelerin perdeleri bile çıkartılmadığından, kararmış çiçekli perdeler, tuğla aralıklarında sıkışmış olarak sarkıyorlardı. Doğu’dan Batı’ya kaçmak isterken, duvar üstünde vurularak ölenlerin adları, yine Batı tarafına yazılmış, yanlarına birer çelenk konmuştu. Amerikalılar, Batı Berlin’den Doğu Berlin’e geçilen noktalardan birine “check point Charlie, çek point Çarli” adını takmışlardı. Ben, bir turist otobüsünde tek Türk olarak bu noktadan Doğu’ya geçtim. Doğu Berlin’li görevliler, iki katlı otobüsün üst katını özellikle sert adımlarla arayarak, alt kattakilere dehşet verdikten sonra, otobüsün altını aynalarla aradılar. Bu uygulama şimdi olağan. O yıl, bu da ilk gördüğüm bir uygulama idi. Doğu Berlin tarafında, İkinci Dünya Savaşında ölen Sovyetler Birliği askerlerinin anıt mezarlığına götürdüler. Ağaçlar arasında, her Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti için bir anıtsal mermer blok olmak üzere hatırladığıma göre onbeş mermer blok vardı. Doğu Berlin’de başka binaların ancak önünden geçildiği halde, Sovyetler Mezarlığında Otobüsten inildi. Onbeş dakika duruş mecburi idi. Böylece, Sosyalist bir devlete geçmiş olduğumuz hissettiriliyordu. Batı Berlin’de rehberin ballandırarak anlattığı, “Le Corbusier Evi” önünde duruldu. Bu, çok büyük bir site idi. Rehber “Bu sitede kreş de var. Krematoryumda var. Çarşı da var. Bu sitede doğan birisi, bu siteyi terk etmeden, bütün ömrünü burada geçirebilir” diyor, otobüsteki Amerikalılar gülümsüyorlardı. Beni ise, bir keder hissi esir almıştı. Etrafım, İkinci Dünya Savaşında ölenlerle sarılmış gibiydi. Ertesi sabah, Berlin’in Spandau semtinde, kaldığım pansiyonun kahvaltı salonunda, elli yaşlarında bir Alman ile sohbet ettik. Berlin doğumluydu. Doğu Almanya’nın herhangi bir şehrine giderek hasret giderebilirdi. Fakat Berlin doğumlu
olarak, Batı Berlin’de yaşamayı seçtiği için, hayatı boyunca Doğu Berlin’i ve orada kalan, doğduğu semti göremeyecekti. Savaştan önceki Berlin’de “Walterschen=Waltercik” diye anılan bir dans hocası varmış. Bizdeki Panoysan gibi. Bu, Alman sohbet arkadaşım da, Doğu Almanya lideri Walter Ulbricht için “Waltercik” diyerek yüreğini serinletiyordu. Yarım saat kadar konuştuktan sonra “Aah neyse eski güzel günler geride kaldı. Biz işimize bakalaım” diyerek benimle vedalaştı. Adam haklıydı başka ne yapabilirdi? Ben ise, Türk hüzün duygusu ile, Almanların hüzün algılama biçimi üzerinde düşünmeye başlamıştım. Karşılaştığım Alman “Eski güzel günler geride kaldı, biz işimize bakalım demeyi bilmişti.” Biz ise, kaybettiğimiz sevdiklerimiz ve başka acılarımız için, sürekli keder halinde oluruz. Mesela biz, Waltercik diyerek rahatlayamayız. Bizim kızdığımız şahıslar ya “Kanlı zalim” veya “Köpoğlusu” olur. O yıllarda cebimizdeki TL. banknotları çok eski ve ortadan bantlı iken, Alman markları gıcır gıcır idi. Ben de, bizim hüzün bankasında basılmış banknotların üzerinde Aşık Kerem, Aşık Garip resimleri bulunduğunu, Alman hüzün banknotları üzerinde ise “Die schöne Zeit ist Vorbei” (Güzel zamanlar geçip gitti) yazdığını, Alman hüznünün daha sağlam ve 37
gıcır gıcır olduğunu düşlemiştim. “Türk hüznünü Alman hüznüne çeviren hiçbir kambiyo bürosu yok henüz” mısraının kaynağı budur. 18. yüzyıl sonlarında Giritli Aziz Efendi, Prusya Devleti nezdinde Osmanlı büyükelçisi olarak Berlin’de bulunuyordu. Berlin’de ölünce orada gömülmüştü. Şimdi Berlin’de bulunan Müslüman Mezarlığı onun mezarı etrafında oluşmuştur. Giritli Aziz Bey’in yazarı belli olan ilk hikaye kitabımız sayılabilecek bir hikaye kitabı “Muhayyelat” adlı eseri vardır. Behçet Necatigil, bu kitaptan bir hikayeyi, İstanbul Radyosu için hazırlamıştı. Ben, bu hikayeyi 1967 veya 68’de radyodan dinlemiştim. Bu hikayede, Cevat adlı mürid, şeyhine “ben artık öğreneceğim kadarını öğrendim beni bırak, dış dünyayı tanıyayım” diyor, Şeyhi “daha vaktin gelmedi” demesine rağmen ısrar ediyordu. Şeyhi “peki gidebilirsin” dediği ve dışarı çıktığı zaman ise başına olmadık işler geliyordu. Meselâ Şehzâdebaşı’nda bir İstanbul Efendisi ile tanışıyor, bu Efendi Cevat’ı konağına götürüyor, dünyalar güzeli kızı ile evlendiriyordu. Ertesi sabah Cevat, gelini yanıbaşında, başı kesilmiş olarak buluyordu. Cevat, karısını öldürme suçlaması ile zindana atılıyor, idama götürülecek iken “Kendini bırakma Cevaaat” diyen Şeyhinin sesi kulağında çınlıyor, o anda kendini şeyhinin dizinin dibinde buluyordu. Şeyhi “seni kayınpederinin konağına götüreyim” diyor, bir gün önce düğünün yapıldığı evin yerinde, bomboş bir arsa buluyorlardı. Sokak sakinleri ise, böyle bir evin hiçbir zaman var olmadığını söylüyorlardı. Böylece Cevat, daha eğitimi tamamlanmadan Şeyhini terk etmekle, Cinlerin oyununa geldiğini anlıyordu. Düşünüyordum ki, yeteri kadar eğitim veremeden yurt dışına gönderilen Türk işçileri de, birer “Cevat”tır. Üstelik Türk kimliği ve Türk kültürü de onları “kendini bırakma Cevaat” diye çağıracak derecede içlerinde yer etmiş değil. Bu sebepten, dış dünyadaki muhtelif cinlerin oyununa gelerek bir kısmı hapse atılıyor, bir kısmı “ah ulan aah” diye masa yumruklayan hüzünlü alkolikler haline geliyorlar, bir kısmı kayınpeder konağı hükmünde olan Almanya’dan çıkarılma ezikliğini yaşıyorlar. Almanya’da karşılaştığım, ortaokul mezunu
ve çok iyi konuşan, işçi halkları ile ilgilenen bir Antalya’lı Türk, bana çok ilginç bilgiler vermiş ve yorumlar yapmıştı. Diyordu ki “Biliyorsunuz ki bizim halkımız, kaç-göç içinde, eşi ve ailesi dışındaki kadınlardan çok uzak bir şekilde hayat sürer. Buralara gelince, mesela pansiyon kaldığı evin sahibinin eşine karşı içinde sevgi duyuyor. Namus anlayışı ile, bu sevgiyi yengemizdir, namusunu korumak benim de görevimdir, şeklinde bir korumacı sevgiye dönüştürüyor. Bu platonik sevgiden ne ev sahibinin ne de yengenin haberi var. Derken bir gün “yengemizi” başka bir erkekle birahanede oturur görünce, gidip yanındaki erkeğe bir yumruk geçiriyor. Mahkemede ev sahibi yani yengemizin kocası, “Ben Herr Ahmet’e eşimi izleme görevi vermedim, deyince, haydi bizimki içeri atılıyor”. İşte 1970’lere kadar giden “Cevat” ların başına aşk ve sevda cinleri böyle çeşitli işler açıyorlardı. Sonra, defalarca tekrar gördüğüm Almanya’da, durumun değiştiğini fark ettim. Almanların değişme hızı bizden az olduğundan, onlar bazı “malın gözü Neo-Cevatlar” yanında daha romantik daha hüzünlü kalıyorlardı. Yeni nesil Cevatların bir kısmı kendilerini “Şeyh-i Ekber” sanıyor, bir kısmı hava-civa ile meşgul oluyorlardı. Adalet Ağaoğlu’nun “İncegül Bayram” tipi, ilk nesil Cevatlardan bir örnektir. Anavatan Türkiye’de otuz-kırk yılda çok değiştiğinden “yenge namusu koruyan” melankolik Türk tipinden eser kalmamıştı. Bizimkilerde ne Fuzuli havası kalmıştı, ne de Aşık Garip havası. Almanlar ise 1960’lı yıllarda hangi oranda Goethe havası taşıyorlarsa, 2000’li yıllarda da o oranda kalmış idiler. Onlardaki belirgin değişiklik, sosyalist fikirlerin çok azalmasıydı. Artık Bertolt Brecht’ten bahsetmek, konuşana bir entellik puanı sağlamıyordu. Karşıma çıkan Bertolt Brecht hayaline “sen hiç de fena tiyatro yazarı değildin aslan yeğenim, haydi yak bir cigara boş ver üzülme dedim.” Blumenthal biraderler, 1920-30 yıllarında, bizde taş plak dolduran bir firmadır. Taş plak zarflarının üzerinde “filan firmanın seda(ses) izlerine göre bilenmiş mahruti (konik) âlâ(süper) platin iğnelerini kullanırız” yazardı. Berlin’de yüreğimi bir taş plak gibi hissettim, geçen zaman ise o plağın üzerine sürünen konik bir platin iğneydi sanki. 38
Yüksek dağın kuşuyum, serviye konacağım Müslim Coşkun Geyve gezilerine genelde dört ya da beş kişi ile çıkıyorduk. (Geyve ekibi İbrahim Tenekeci, Ayhan Demir, Yusuf Genç, Osman Toprak ve ben). İlk defa iki kişiyle gidiyoruz. Geyve ekibinden aynı zamanda Arifiye sorumlumuz olan Ayhan Demir’i yeni evlendiği için mazur görürüz de, kaç gündür kendini dünyaya kapatan Yusuf Genç’e ne demeli, bakalım Yusuf bu durumu nasıl izah edecek? Osman Toprak’ı soruyorsanız, Osman, Sakarya Nehri’ni karşıdan karşıya geçen tek kişi olarak haklı bir üne kavuştu ama o tarihten sonra Osman’ı bir daha gören olmadı. İki saatlik yolculuktan sonra Geyve’ye yaklaşıyoruz, Ayhan Demir olmayınca Arifiye’yi es geçerek direkt Geyve’ye yöneliyoruz. Her zaman yaptığımızı yaparak, müdavimi olduğumuz lokantaya uğrayıp açlığımızı gideriyoruz. Sonra Üstat Sezai Karakoç Parkı’ndayız. (İbrahim Tenekeci öyle diyor.) Kestane, meşe, çam ağaçlarının altında çaylarımızı içiyoruz. Üstat’ın Mona Roza’sından mısralar okuyorum içimden... Parkta otururken Selçuk Özer geliyor. Vakit kaybetmeden eksiklerimizi tamamlayarak vadi boyunca Hamza Pınarı ve Belengerme’ye doğru tırmanışa geçiyoruz. Vadi boyunca muhteşem bir manzara adeta bizi kendimizden geçiriyor. Yeşilin her tonuna rastlamak mümkün... Kuş sesleri eşliğinde keyifli bir tırmanış gerçekleştiriyoruz. Büyük şehirlerde yaşayan insanların her gün yüzleştikleri betonların asık suratı karşısında, insanın kalbinin de o oranda katılaştığı bir dünyadan kopup Allah’ın insanlara bahşettiği doğa harikaları ile karşılaşmanın şaşkınlığını yaşıyoruz. Geyve’ye her gelişimizde bu anı yaşıyoruz ve insan olmanın farkına, kul olmanın idrakine varıyoruz. Saat 18:00 gibi Hamza Pınarı’ndayız. Sudan ne kadar içerseniz için, herhangi bir rahatsızlık vermediği gibi, insanı hemen acıktırıyor. Hava kararmak üzere, bir an önce Sivri Kaya’ya tırmanıp kamp hazırlıkları yaparak geceyi karşılamamız gerekiyor. Aracımızı kuytu bir yere çektikten sonra sırt çantalarımızı yüklenip yürüyüş sopalarımızı elimize alarak tırmanışa başlıyoruz. Yaklaşık 40 kg ağırlık olduğu halde 75 derece eğimli bir tepeye tırmanmak, hele bir de şimşir ağaçla-
Ve nihayet o zirvede, Belengerme Tepesi’ndeyiz. Yaklaşık bir yıl önce bu zirveye çıktığımızda, “burada mutlaka bir gece geçirmeliyiz” diye aramızda konuşmuştuk. Yöre halkının söylediğine göre, güneşin batışı en güzel buradan izleniyormuş. Uzaktan bakıldığında bir üçgeni andıran dağa, Sivri Kaya da deniliyor. Rakım 1600 m civarında. İbrahim Tenekeci: “Benim için köylere gitmek, dağlara ve yaylalara çıkmak, ormanları gezmek, iman tazelemek gibi bir şey. Çünkü güzellikleri ve mucizeleri gördükçe imanım kuvvetleniyor, inancım artıyor”der (Son Düzlük). Bizim de yaklaşık üç yıldır yapmaya çalıştığımız böyle bir şey. Köyleri geziyoruz, dağlara tırmanıyoruz, ormanların derinliğinde saatlerce yürüyüş yapıyoruz, kanyonlara iniyoruz. Bütün bunları yaparken tabiattaki güzelliklerin farkına varıyoruz, bedenimizin yorgunluğunu atıyoruz, ruhumuzu dinlendiriyoruz. Büyük şehirlerde çocuklar ayakları toprağa değmeden, yeşile dokunmadan, karga ve serçeden başka kuş göremeden büyüyorlar. Büyüklerimizden öğrendiğimiz; toprakla uğraşan merhametli olur, sabırlı olur, öfkesini yener. Buna karşılık şehir insanı, betonlaşmanın sevimsiz yüzünü yansıtır. Asık suratlıdır, asabidir, öfkesine her zaman yenik düşer. Toprağa bizim kadar kötülük eden, hor kullanan bir millet yoktur dünya üzerinde. Geyve’ye her gidişimizde canımız fena halde sıkılıyor. İstanbul’dan Adapazarı’na, ne kadar verimli toprak varsa üzerinde beton yığınlarının oluşturduğu binalar yükseliyor ve her geçen günde bunların sayısı artıyor. Halbuki atalarımız şehirleri genelde dağların eteklerine kurmuşlar ve mutlaka şehrin sırtını dağa yaslamışlardır. Anadolu’daki eski yerleşim alanları genelde böyledir. Geyve Boğazı’na kadar toprağın katledilişine şahit oluyorsunuz. Geyve Boğazı’nda sonra bu can sıkıcı durum ortadan kalkıyor. GeyveTaraklı hattında toprağın hâkimiyetini görmek insanı rahatlatıyor. Sanayinin şimdilik uğramadı bu hatta insan kendisini güvende hissediyor. Saat 13.30’da İbrahim (Tenekeci) ile İstanbul’dan yola çıkıyoruz. İstikamet Geyve. Geçen yıl yaptığımız 39
Sağdan sola: İbrahim Tenekeci, Müslim Coşkun, Selçuk Özer
yız. Onca hazırlık boşa gidiyor, toparlanarak gecenin karanlığında dağdan inişe geçiyoruz. El fenerlerinin aydınlatabildiği oranda yol bulmaya çalışıyoruz. Dağdan inişimiz çok zorlu geçiyor. (Mustafa amcanın söylediğine göre kaldığımız dağda ayıların ininin bulunduğu ve domuz sürülerinin bu bölgede dolaştığını öğreniyoruz. Gerçi biz her ihtimale karşılık yanımıza bir tüfek ve bolca fişek almıştık.) Zorlu ve tehlikeli bir inişten, ayrıca malzemelerimizin bir kısmını kaybettikten sonra, kendimizi arabaya atıyoruz. Selçuk Özer “dağ evinde kalacağız” diyor ve kalacağımız eve doğru hareket ediyoruz. Yağmur yağmaya devam ediyor. Yollar toprak olduğu için ağırlaşıyor, araba güçlükle ilerliyor. Yağmur altında yaklaşık bir saat kadar gittikten sonra dağın eteğine kondurulmuş olan yayla evlerinden birisine, bölgede çobanlık yapan Mustafa amcaya misafir oluyoruz. Mustafa amca hoş sohbet birisi, konuşmayı çok seviyor. Konuşmasında kullandığı bazı kelime ve deyimlerle dilimizin zenginliklerinden örnekler sunuyor. Bu arada Hark Kanyonu’ndan konu açılıyor. Mustafa amca, “Hark Kanyonu’nun devamı olan bir kanyon daha var” deyince kısa bir sessizlik oluyor. İbrahim ile göz göze geliyoruz. Bu demektir ki, yeni bir kanyon macerası daha bizi bekliyor. Tek gözlü kulübenin yanında, bir de koyun ağılı var. Yağmurun çatıya vururken çıkardığı ses, kuzuların meleşmeleri, köpeklerin havlamaları arasında uyumaya çalışıyoruz. Birkaç saatlik uykudan sonra kalkıyoruz. Uyandığımızda, güneş doğmamıştı daha... Mustafa amcaya veda ederek ayrılıyoruz. Çünkü yapmamız gereken bir şey daha var.
rının tepeyi bir örtü gibi kapladığı ortamda, bayağı bir çaba harcıyoruz. Bir saatlik tırmanıştan sonra kan ter içinde (en azından ben) Belengerme tepesindeyiz. İlk iş olarak güneşin batışını izlemeye başlıyoruz. Muhteşem bir manzara... İnsanın ağlayası geliyor. Yaklaşık yarım saat renk cümbüşünün oluşturduğu görüntüyle karşı karşıyayız. Güneş dağın arkasında kaybolunca, İbrahim’in sürekli tekrarladığı sözü mırıldanıyorum: “Ne kadar seversen sev, ayrılacaksın!” Gerçekten de yalan dünyanın yanlış işleri. Ömür dediğimiz şey güneşin doğup batması kadar kısa. Güneşin batması, bize güzelliklerin farkında olmamızı ama tutkuyla bağlanmayı değil de, ayrılacakmış gibi sevmemizi anlatıyor. Güneşle vedalaştıktan sonra geceye hazırlık yapmaya başlıyoruz. Sabaha kadar yanacak olan ateş için odun topluyoruz. Kurumuş şimşirleri köklerinden çıkarıyoruz, topladığımız odunlarla küçük bir tepecik oluşuyor. Hava iyice kararmadan, küçük bir sofra kurarak açlığımızı gideriyoruz. Sonra nöbetleşerek uyuyacağımız yeri hazırlıyoruz. Çukur bir yeri temizliyoruz. Etrafına rüzgârı kesmesi için taşlardan duvar örüyoruz. Zeminini şimşir yapraklarıyla dolduruyoruz, battaniyeyi de şimşir yapraklarının üzerine seriyoruz. Gece için bütün hazırlıklar tamam. Her şey yolunda giderken, Bilecik tarafından gök gürültüsü, şimşek çakması gecenin sessizliğini bozuyor, bu da yağmurun yaklaşmakta olduğunu haber veriyor. Böyle havalarda yıldırım düşme tehlikesi çok yüksek… Eğer yağmur yağarsa 1.600 metre zirvede kalmamız zor olacak. Gök gürültüsü fazlalaşıyor ve şimşek çakmaları bize iyice yakınlaşıyor. Ve birdenbire yağmur da başlıyor. Çaresiz buradan ayrılmak zorunda40
Suriye Hatıraları’nda Arap isyanı ve Ermeni isyanları
Suriye Hatıraları Osman Toprak isi idim ve kendimi daima onun Erkân-ı Harbiye Reisi sıfatını taşıyor sayarım.” Bu cümlelerin sahibi rahmetli Orgeneral Ali Fuad Erden’dir. Erden’in “Suriye Hatıraları” adlı kitabı Türkiye İş Bankası Kültür yayınları arasından çıktı. Erden hatıralarını ilk kez 1954 yılında Dünya gazetesinde tefrika etmiş, bu hatıralar aynı yıl da kitap olarak basılmıştır. Erden bu hatıraları kaleme almak, o günlerin anılarını milletle ve devletle paylaşmak için kırk yıl beklemiştir. Kırk yıl, suların durulması için beklemiştir. Hatıralarının önsözünde Erden: “İnsanlardan bahsettim. Çünkü tarihi insanlar yapar ve bilhassa Cemal Paşa’dan bahsettim. Cemal Paşa bütün olaylara kendi kudretli şahsiyetinin damgasını vurdu ve Dördüncü Ordunun tarihini o yaptı.” diyor. Gerek bu hatıraları kaleme alan Erden’in savaş sırasındaki konumu gerekse de aradan uzun bir zaman geçtikten sonra soğukkanlılıkla hatıralarını yazması kitabın önemini bir kat daha arttırmıştır. Ali Fuad Erden’in “Suriye Hatıraları” kitabından yola çıkarak iki tartışmalı konunun üzerini tarihin tozundan arındıracağız. Bunlar Arap isyanı ve Ermeni isyanlarıdır.
Türkiye’nin hangi şartlar altında var olmak ve hayatta kalmak mücadelesi verdiğini anlamak için bugünün politik kavgaları yerine dünün muharebelerini ve o muharebelerin şartlarını bilmemiz gerekmektedir. Balkan savaşları ile başlayan son gerilememizi (vatan topraklarını bir bir kaybedişimizi) büyük bir umut ile girdiğimiz Cihan Harbi’nde topraklarımızdan çekilmemiz ve Anadolu’ya kapanmamız izledi. Cihan Harbi’nin ve bu harp zamanında Türkiye’yi yönetmiş olan İttihat ve Terakki’nin tarihimizde neye tekabul ettiğini anlamak hepimiz için zaruridir. Yalnız, bugünün şartları ile dünü değerlendirmek, birtakım siyasî ve politik ihtirasın ağır baskısı altında körü körüne ithamlarda bulunmak bize yakışmaz. Yerli ve yabancı kaynakların bilgi ve değerlendirmeleri bir kriter olmakla birlikte, Cihan Harbi’ni yönetmiş, cephelerde vatanın ve milletin istiklali için mücadele etmiş kumandanlarımızın “hatıralarına” yönelmek en sağlıklı yoldur. Harbin ağır buhranı içinde çöllerde, dağlarda, denizlerde gece gündüz demeden, İstanbul’dan binlerce kilometre uzaklıktaki topraklarımızı düşmana karşı müdafaa eden kumandanlarımız ve askerlerimiz “Bizim buralarda ne işimiz var?” sorusu yerine, İngilizlerin, Fransızların buralarda, bu coğrafyada, bu Müslüman beldelerde ne işi var sorusunu soruyorlar, vatan için savaşı ve şehitliği en büyük şeref biliyorlardı. Tarihimizde en ağır ithamlara maruz kalmış kumandanlarımızdan biri de Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’dır. Onun mizacından ve yönetim anlayışından kaynaklanan ve bölgenin şartlarına da tâbi olan birtakım tasarruf ve uygulamaları savaştan sonra aleyhinde delil olarak kullanılmıştır. Cemal Paşa “Hatırât” yazarak bütün bunlara bir cevap verse de, şüphesiz o günlerde nelerin olup bittiğini Dördüncü Ordunun bu bölgede hangi vazifeyi gördüğünü ancak Cemal Paşa ile birlikte çalışmış kumandanların hatıralarından takip etmemiz daha yerinde olur. “Cemal Paşa benim kumandanımdı ve onu hâlâ kumandanım sayarım. Ben onun Erkân-ı Harbiye Re-
Arap isyanı İçimize bir hurafe gibi yerleştirilen “Araplar bizi arkamızdan vurdu.” ifadesi, aradan geçen doksan yıllık zamana rağmen hâlâ düzeltemediğimiz yanlış bilgilerin başında gelmekteir. Bu yanlış bilgi ve başka yanlış bilgiler, hem bizim için hem de bölgemizdeki diğer Müslüman milletler için bir fitne olmaya devam ediyor. Bütün hadiseleri Dördüncü Ordu’nun en üst rütbeli komutanları olarak yaşamış bulunan gerek Cemal Paşa’nın gerekse de Ali Fuad Erden Paşa’nın bu husustaki bilgileri ve ifadeleri hiçbir tereddüte yer bırakmayacak kadar açıktır. Cemal Paşa emri altındaki Arap askerleri hakkında şöyle der: “Birinci Kanal seferinde hepsi Suriyeli ve Filistinli Arap askerlerinden meydana gelen menzil kollarından hemen hemen hiçbir ferdin firar edip bir ihanete teşebbüs ettiği duyulmamıştı. 2 Haziran 1916’da 41
Şerif Hüseyin ihtilali ile karşılaştım. Bu ihtilal Kanal Seferine son derece ağır darbe indirmişti.” Yine Gazze savunması sırasında Arap askerlerinin kahramanlıklarını Cemal Paşa şöyle anlatacaktı: “Gazze bu hücumlara (Birinci Gazze Savunması) Türk ve Arap askerlerinden meydana gelen Gazze direnişçilerinin kahramanlığı sayesinde yirmi dört saat süreyle mukavemette bulundu.” Şüphesiz isyan eden Araplar değil, İngilizlerden yardım ve birtakım vaatler alan Şerif Hüseyin ve kabilesi idi. Bu acı tabloyu ve harbin sonunu yine Cemal Paşa’nın şu cümleleri bütün çıplaklığı ile göstermektedir: “İşte şimdi Umumî Harp bitti! İngilizler Şerif Hüseyin’in ihtilali sayesinde Filistin’de Türk ordusunu yenilgiye uğratarak Suriye ve Filistin’i bütünüyle işgal ettiler. Büyük Halife Hazret-i Ömer’in İslâm mülküne güzel bir hediyesi olan mübarek Kudüs’ün bulunduğu Filistin topraklarını İngilizler sonsuza dek ellerinde bulundurarak burada bir Yahudi hükümeti taslağı meydana getirmek istiyorlar.”
General Von Kress kitabında demiştir ki: “On iki hain 1916 senesi nisanında asıldılar. Bu şiddetli cezalandırmadan dolayı Cemal Paşa’ya karşı Araplar tarafından değil, Türkler tarafından da ağır tenkitler yapıldı. Benim fikrimce bu tenkitler haksızdır; çünkü bir düzine hainin idamıyla Cemal Paşa, isyan unsurlarının Türk ordusunu savaş sırasında arkadan hançerlemelerine engel olmuştur.”
Hicaz isyanı Arap isyanı değildi Arap isyanı hakkında Erden’in değerlendirmesi ise şöyledir: “Arap ihtilali teşebbüsü tohum halinde iken yok edildi. 1915 yılındaki bu ihtilal teşebbüsünden sonra (Suriye’deki durum) savaş süresince Suriye ve Filistin’de asayişi bozacak hiçbir hareket olmadı. Hicaz isyanı Arap isyanı değildi. Mekke emiri Şerif Hüseyin’in isyanıydı ve İngiliz ajanları tarafından İngiliz altını, İngiliz buğday ve pirinci ile elde edilen Urban’ın [Çöl Arapları] yardımıydı. Yalnız asilerin karargâhında birkaç Bağdatlı ve Şamlı zabit(subay) vardı ki, bunlar isyana Arap isyanı manzarası vermeye çalışmışlardı.” Bölgenin ve dönemin şartlarına bütünü ile vakıf Dördüncü Ordu’nun bu iki kumandanının kanaati bu yönde olmasına karşılık hâlâ ortada büyük bir yanlışın dolaşıyor olması hakikaten ilginçtir. Suriye’de ayrılıkçı Araplardan on ikisi nisan ayında 1916 yılında idam edildi. İdam edilen El-Lamerkeziyye üyeleri 1913’teki genel aftan sonra da ilişkilerini bu merkezle devam ettirmişti. Fransız konsolosluğundaki belgelerden ve bu kişilerin yasaklanan örgütle ilişkilerini devam ettirmelerinden dolayı idamları gerçekleşti. Bunlar, Şam ve Beyrut’ta idam edildiler. Cemal Paşa Hatıralar’ında der ki: “Şerif Hüseyin’in bağımsızlığını ilan etmiş olmasından sonra, daha ikibuçuk sene Suriye’de hiçbir ihtilalin çıkmamış olması, 1916 senesinin nisan ayında uygulanmış olan hükümlerden ileri gelmiştir.”
Ermeni isyanları Harp döneminin en netameli ve bugün de başımızı ağrıtan konularının başında Ermeni isyanları gelmektedir. O dönemde gerçekte ne olup bittiği bütün delilleri ve bütün kaynakları ile ortada olmasına karşılık, Ermeniler hem hainliklerinin üstünü örtmek hem de belki Türklerden intikam alırız duygusu ile haksızlıklarının tadını çıkarmak için mücadele vermektedir. Amerika ve Fransa’daki Ermeni lobisi tarihin, hakikatin aksini gerçekleştirebilmek için gayret etse de, hakikat ve tarih bizim için her zaman doğru yönde akmaya devam etmiştir. Suriye Hatıraları’nda en dikkat çeken hususlardan birisi de Ermeni isyanlardır. Şüphesiz dönem boyunca cereyan etmiş bütün Ermeni isyanları bu kitapta işlenmemekte, Ali Fuad Erden’in görevi dolayısı ile şahit olduğu Urfa Ermeni isyanı ayrıntıları ile yer almaktadır.
İsyan başlıyor Urfa’daki isyanın başlangıcı şöyledir; Urfa-Siverek yolunda çalışmakta olan Urfa amele taburunun bir bölüğündeki Ermeni erler 20 Ağustos günü kazma küreklerle yüzbaşılarını ve bazı Müslüman erleri şehit ederek civar dağlara savuştular. Urfa Ermenileri 29 Eylül gecesi havaya silah attılar, ertesi sabah silah aramaya gelen zabıtaya ateş baskını yaptılar. Büyük kilisede çanlar çalındı. Ermeni halkı kilise meyda42
Tehcir ve devletimiz
nında toplandı. İzbelerde saklı silahlar ortaya yığıldı. Zeytin, Samsun, Bitlis, Antep ve Maraş’tan gelmiş olan fedailerle askerden kaçanlar, bakayada kalan henüz silah altına çağrılmayanlardan ve yerli halktan silahlı bir kuvvet oluşturuldu. Sokak başları tutuldu ve herkese kabiliyetine göre görev verildi ve isyan ilan edildi.
Ermeni tehciri hakkında Dördüncü Ordu Kumandanlığının görüşü şu idi; “Her Ermeni birey olarak vatandaşımızdır. Tehcirden maksat, bulundukları yerlerde tehlikeli olabilecek çoğunlukları zararsız azınlıklar haline getirmekten ibarettir.” Ermeni tehciri esnasında Dördüncü Ordu mıntıkasına yani Toros ve Amanos menzillerine göçmen akınları başladı. Adana’da kafilelere tecavüz eden Çerkezlerden altısı kafile önünde kurşuna dizildi. Cemal Paşa, 19 Haziran’da valilere ve kumandanlara şu tebliğatı yaptı: “Kafilelere zulüm yapılıyormuş. Bu gibi davranışlar millî şerefimizi ihlal eder. Bu defalık tevbih ediyorum (azarlıyorum). Tekerrür ederse failleri ve müsebbipleri divan-ı harbe vereceğim.” Antep ve Kilis Ermenileri yerlerinde oturuyorlardı. Bunların tehcir edilmeyeceği bildirildiği halde Fındıçık’ta bir şairin teşvikiyle ihtilal çıkardılar. Memurları kovdular, siperler kazdılar. İsyanları kısa sürede bastırıldı ve isyancılar tepelendiler. Tehcire tâbi Ermeniler Dördüncü Ordu mıntıkasındaki şehir, kasaba ve köylerde iskân edildiler. Kimse çöle gönderilmedi ve kimsenin burnu kanamadı. Şam şehrinde bir koloni oluştu. Bunlar küçük ticareti ve zenaati ellerine aldılar.
İsyana hemen cevap Asiler harp halinde bulunan devletin bu sırada Urfa’ya büyük bir kuvvet gönderemeyeceğini, şuradan buradan toplanacak derme-çatma mahalli kuvvetlere karşı Rus ordusu Diyarbakır-Siverek üzerinden Urfa’ya yetişinceye kadar 7-8 ay direnebileceklerini hesap etmişler ve gerçekten 7-8 aylık tedarikte bulunmuşlardı. İsyanı bastırmak için 12. Kolordu kumandanı Korgeneral Fahrettin Paşa [Medine müdafii Fahrettin Paşa] görevlendirildi. Hükümet asilere teslim olmalarını emretti. Asiler, küçümser ve alay eder yolda cevaplar vermekle beraber verilen süre içerisinde tahkimata ve ateşe devam etmiş olduklarından yola getirme hareketi başladı.
İsyan bastırılıyor Asilerin en ziyade silah ve bomba attıkları yerler [asilerin kalesi] Protestan kilisesi ile, Amerikan yetimhanesi idi. Hükümet Protestan kilisesine Doğu illerinden gelen muhacirlerin hastalarını yerleştirmişti onun için ilk günler oraya askerlerimizce top atılmamıştı. Kilise, yetimhane ve diğer tahkim edilmiş yerler 15 Ekim günü süngü hücumlarıyla işgal edildi, isyancılardan alındı, Urfa isyanı bastırıldı. Başlangıçtan itibaren asker, jandarma ve ahaliden 20 şehit ve 50 yaralı oldu. Asilerin kalıntısının temizlenmesi 18 Ekim akşamına kadar devam etti. Diri olarak elde edilen asiler harp divanına; kadın, ihtiyar ve malüller incitilmeyerek, hastalar askerlerin arkasında, çocuklar kucaklarında taşınarak hükümet dairesine sevk edildi.
Son söz Tarih ve hakikat bizimle birlikte akmaya devam ediyor. Üzeri örtülen, küllenen acılarımız günü gelince yeşeren bir ağaç gibi karşımıza çıkıveriyor. Vatanımız, bölgemiz, devletimiz, tarihimiz, coğrafyamız hakkında henüz kesin verilmiş bir hüküm yok. Dünün egemen ve emperyalist güçleri hâlâ istediklerini elde edememiş olacaklar ki, gözlerini, askerlerini, sömürülerini bu coğrafyadan çekmediler. Bu coğrafyanın güvenliği, refahı, huzuru dün olduğu gibi bugün de “bizim” inancımıza ve direncimize bağlıdır. Kendi tarihimizi, kendi kahramanlarımızı, kendi acılarımızı kendi gözümüzle gördükçe bundan sonrası için daha sağlam ve daha doğru adımlar atacağız. Övgüler veya sövgüler yerine geçmişimizde nelerin olup bittiğini görmek, anlamak hepimiz için en sağlıklı yoldur. Bu yolu kendimiz açmadıkça bir başkasından bunu beklemek de ancak yeni bir yanlışın meydana çıkmasına sebep olur.
Asilerin silahlarının menşei Asilerin kuyulara attıkları ve yaktıkları silah ve bombalardan başka elde edilen silah, bomba ve vesikalar isyanın uzun zamandan beri hazırlanmış olduğunun kesin belirtileridir. Silahlar ve bombalar en yeni İngiliz mamülleri idi. O dönemde devletimize ve milletimize isyan edenlerin silahlarını İngilizler veriyordu. Günümüzde ise devletimize ve milletimize isyan eden militanların silahlarını Amerika temin etmektedir.
Birinci Dünya Savaşında Suriye Hatıraları, Ali Fuat Erden, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
43
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm Ali Görkem Userin İsmail Kara (d. 1955), birkaç yıllık fasılalarla çıkardığı kıymetli eserlerine geçtiğimiz ay bir yenisini daha ekledi: Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm (Dergâh Yayınları, Haziran 2008). Kara’nın, bundan önceki son iki eseri olan Aramakla Bulunmaz (Aralık 2006) ve Sözü Dilde Hayali Gözde (Ekim 2005)’den sonra ne tür bir eser üzerinde çalıştığını merakla bekleyen okurları için, tamamı iki cilt olacak Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm’ın birinci cildinin yayımlanması hoş bir sürpriz oldu. Eserin elimizdeki ilk cildi konuyu Diyanet İşleri Başkanlığı, cemaat ve tarikatlar ve İslâmcılık söylemi gibi anabaşlıklar altında tartışıyor. İkinci ciltte ise laiklik anlayışı ve politikaları, irtica edebiyatı, din eğitimi ve din merkezli siyaset, düşünce ve yayıncılık ele alınacak. İlk cildin içerik zenginliği ve ikinci cilde ayrılan konu başlıkları gösteriyor ki, eser tamamlandığında (muhtemelen bir dahaki yıl bu vakitler) yirminci yüzyılda İslâm’ın ülkemizdeki devlet ve millet macerası net fotoğraflarla takip edilebilecektir. Bu kapsamlı eserin herkese, her türlü ilgiye seslenen bir çalışma olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Konuyla ilgili belirli bir temel ilgi ve bilgiye sahip ve iyiniyetli okur ve araştırmacıların kitaptan nasibi haliyle daha çok olacaktır. Kara, kitaba yazdığı Mukaddime’de Cumhuriyet döneminde devletin İslâm’a bakışına ve onunla ilişkisine geçmeden evvel Milli Mücadele’nin “İslâmcı ve hilafetçi” bir söylemle yapıldığını, anayasada “Devletin dini din-i İslâmdır” maddesinin yer aldığını fakat sonrasında Lozan görüşmeleri, ilk meclisin feshi ve Cumhuriyet’in ilanı ve tekparti dönemi boyunca iyiden iyiye katı bir laikliğin egemen olduğunu hatırlatıyor. Bunu yaparken de önemli bir ayrıma işaret ediyor ve Cumhuriyet ideolojisinin tehlike olarak gördüğü şeyin siyasal İslâm olmadığını belirtiyor. Ona göre “… bütün modernleşme tarihimiz boyunca mücadele edilen ve dönüştürülmek istenen İslâm ve Müslümanlıktır. Çünkü bu topraklarla koparılamaz bağları olan en geniş mânasıyla İslâmdır.” Bu ayrımı kavramadan Cumhuriyet’in laiklik ve İslâm karşıtlı-
ğı tavrını da doğru bir şekilde yorumlamak mümkün gibi görünmüyor. Kara’nın Mukaddime içinde yaptığı önemli tasniflerden biri de, devletin din politikalarını üç farklı dönem altında ele almasıdır. İlk dönem, Osmanlı’nın son zamanlarına ve Milli Mücadele günlerine denk düşen 1919-3 Mart 1924 arasıdır. İslâmî duyarlılığın devletmillet birlikteliğinde yükselişe geçtiği bir dönemdir bu aynı zamanda. İkinci dönem, 1950’ye kadar uzanır. Din merkezli kısıtlama ve baskıların, hapis ve idamlara kadar uzandığı sıkıntılı bir dönemdir bu ikinci dönem. Üçüncü dönemi çokpartili hayatla başlatır Kara. Önceki dönemin katı laiklik anlayışı yumuşatıldıkça dini yaşayış normale döner. Fakat 27 Mayıs darbesiyle bu normalleşme süreci kesintiye uğrar. Kitabın ilk bölümü, aynı zamanda eserin yoğunlaştığı geniş alanın (Cumhuriyet’in İslâm ile sınavı) en somut kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı üstüne odaklanıyor. Dini siyasete alet etmenin konusu/ kurumu olarak Diyanet’in, Cumhuriyet’in ilk yıllarından bugüne kadar İslâm’ı ne gibi çalışma ve gayretlerle manipüle ettiğini tüm detaylarıyla anlatıyor bu bölümde Kara. Özellikle 40 ve 50’li yıllarda Selimiye ve Fatih Camilerinin mahyalarına gerilen “Türk Yılmaz”, 30uncu Yıl Kutlu Olsun”, “Atatürk” ve “Varol İnönü” yazılarının fotoğrafları konuyu oldukça ibretamiz bir biçimde anlatıyor. Bu bölümde Diyanet’in cemaatlere devri ve Alevilerin Diyanet’te temsili gibi 44
DERKENAR dergisini bulabileceğiniz kitabevleri
güncel konular da dahil olmak üzere Diyanet meselesi birçok açıdan ele alınıyor. Yine bu bölümün görsel malzemesi ve metin ekleri de oldukça kaydadeğer katkılar sağlıyor konuya. İkinci bölüm olan “Tarikat ve Cemaat Yapıları, İtaat ve Muhalefet Biçimleri”nde Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze gelen süreçte tasavvuf ve tarikat kollarını, tekkeleri ve şeyhleriyle analiz eder Kara. Bununla beraber tekkelerin kapanması gibi önemli bir konuyu da tarafların tanıklıklarıyla ele alır. Son yirmi yıla geldiğinde ise, cemaatların siyaset ve ticaretle sınavlarına özel bir kısım ayırır. Yine bu bölümün ekinde yer alan Nurettin Topçu’nun “İslâmı Sömüren Siyaset” yazısı ayrı bir öneme sahip. Kitabın hacmine göre en ince bölüm olan üçüncü bölüm “İslâmcı Söylemin Kaynakları ve Gerçeklik Değeri” bu ilk cildin bir anlamda sonsözü ve değerlendirmesi niteliğindedir. 360 sayfalık ilk iki bölümde ele alınan ve çözümlenen uzun sürecin sonunda gelinen noktada İslâmcı söylemi değerlendirir Kara. Bu değerlendirme hem varolan İslâmcı söylemin geniş açılı bir fotoğrafını çekerken hem de geleceğe yönelik kimi çıkış yolları, uyarı ve düzeltileri işaret eder. Genel olarak olumsuz bir manzara ile karşı karşıya kalsak da, durumun düzeltilmesi için ilk şart da sorunların sağlıklı tespitidir. Bu sebeple son bölümün eser içindeki önemi de büyüktür. Türkiye’nin içinden geçtiği/geçirildiği bu kritik dönemde İsmail Kara’nın bu kıymetli eseri hiç şüphe yok ki küçümsenmeyecek bir önem taşımaktadır. Hem uzun vadeli bir İslâmî oluşum ve düşünce için, hem de gündelik siyaset ve hareketler için geçerli bu tespitimiz. Umarız eser hak ettiği ilgiyi görecektir muhatapları tarafından.
İstanbul - Fatih Ağaç Kitabevi, Sıla Kitabevi, İnkılâb Kitabevi, Kitap Rengi Kitabevi, Aydınoğlu Kitabevi, Arkadaş Kırtasiye, Fatih N-T, Ensar Neşriyat, Çıra Bas. Yay., Murat Kitap Kırt., Beyoğlu Simurg Kitabevi, Mephisto Kitabevi, İnsan Kitabevi, İstanbul Kitapçısı, Kadıköy Nezih Kitabevi, Kadıköy N-T, Avcılar N-T, Bağcılar N-T, Bakırköy N-T, Beylikdüzü N-T, Gaziosmanpaşa N-T, Kartal N-T, Levent (2) N-T, Levent N-T, Libadiye N-T, Mecidiyeköy N-T, Pendik N-T, Sultanbeyli N-T, Ümraniye N-T, Üsküdar N-T, Zeytinburnu N-T, Elif Kitabevi / Güngören, FKM / Çemberlitaş, Gökkuşağı Kitabevi / Cağaloğlu, Kaknüs Kitabevi / Üsküdar, Maltepe Kitabevi / Maltepe, Sahaflar Kitap Sarayı / Beyazid, Yeditepe Kit. Kırt. / Şirinevler Prestige Marketler Ümraniye, Üsküdar, Çekmeköy, Maltepe, Sultanbeyli Ankara Dost Kitabevi, Birleşik Dağıtım, Turhan Kitabevi Galeri Kültür, İmge Kitabevi, Vadi Kitabevi, Akçağ Kitabevi / Kızılay, Ataköy Kitabevi / Kızılay, Beşevler N-T, Demetevler N-T, Demirtepe N-T, Feza Grup Kurum, Kızılay N-T, Kızılcıhamam N-T, Pınar Kitabevi, Sincan N-T, Yedi Renk Kırt., Yeni Bayındır Kırt., Palmiye Kırtasiye / Etimesgut Adana N-T Adapazarı N-T Adıyaman Gökkuşağı Kitabevi Ağrı Nil Kırtasiye Afyon N-T Antalya Antalya N-T, Ağaç Kitabevi / Kumluca Aydın Aydın N-T, Green Love, Endülüs Kitap Kırtasiye Balıkesir Balıkesir N-T, Bandırma N-T, Marmara Cilt / Bandırma, Akabe Kırt. / Savaştepe Batman Batman N-T, Bilge Kır. Bayburt Prizma Kitabevi Bilecik Elif Kırtasiye / Söğüt Bingöl Esen Kırtasiye Bitlis İmaj Kırtasiye Bolu N-T Bursa N-T, Irmak N-T / İnegöl, İklim Kırt. / İnegöl, Safa Gazetecilik, Arifan Kit., Serriye Kit. Çanakkale N-T Çankırı Kevser Kırtasiye Çorum N-T
Denizli N-T, Akasya Kırtasiye / Acıpayam Diyarbakır N-T, Hakikat Kit., Yeni Asya Kitabevi Düzce Özel Latif Eğitim Kitabevi Edirne N-T Elazığ N-T Erzincan N-T Erzurum N-T, Üniversite Kitabevi Eskişehir N-T Gaziantep N-T, Gökkuşağı Kit. Giresun Miraç Kitabevi Gümüşhane Gümüş Kitabevi Hatay N-T Isparta N-T İzmir Bornova N-T, Karşıyaka N-T, Konak N-T, Bilgi Kırtasiye / Buca, Fetih Kırtasiye / Kemalpaşa, Kaynak Kitap / Buca, Yeni Asya Kitabevi K.Maraş N-T, Ufuk Kırt. Kars N-T Kayseri N-T Kırıkkale N-T Kırklareli Kültür Kırtasiye, Mega Bazaar / Lüleburgaz Kırşehir N-T Kocaeli N-T, Ensar Kit. / Gebze Konya N-T, İkbal Kırt. / Akşehir Kütahya N-T, Denbay-Irmak Kit. Malatya N-T Manisa N-T, Gençlik Kit. / Kırkağaç Mardin N-T Mersin N-T Muğla N-T Nevşehir Battaloğlu Kitabevi Niğde N-T Ordu N-T, Çağlayan Kitabevi / Fatsa, Zambak Kırtasiye / Ünye Osmaniye Elif Kitap Kırtasiye Rize N-T Samsun N-T Siirt N-T, Bilgili Kırtasiye Sivas N-T Şanlıurfa N-T Tekirdağ Çorlu N-T Tokat Gülizar Kırtasiye, Filiz Kırtasiye / Niksar Trabzon N-T Van Irmak Kitabevi / Erciş Yalova N-T Yozgat Atmosfer Kırtasiye Zonguldak Nil Kit, Nur Kit.
Ayrıntılı bilgiye Kültür Dergi Dağıtım’dan ulaşılabilir. 0212 527 65 87
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm, İsmail Kara, Dergâh Yayınları 45
Bir modernizm vurgusu olarak Kapıları Açmak Mustafa Kılıç sözünü ettiğimiz modernist etkiden uzak, gelenekten beslenen taraflarını hatırlamasıyla başlar. Kasabanın deresi, babasının dokuma tezgâhı, annesinin çalışmaktan sertleşmiş, çatlamış elleri ama ne var ki Zehra’nın tenine dokundukça yumuşar bu eller; derken rengarenk çiçekler, ahırdaki buzağı. Ve yankılanan ezan sesi. Sabah ezanı. Yani Cihan. Kitabın ikinci bölümünde Zehra doğduğu kasabaya geri döner ve bundan sonra Kutlu, safını belli etmek için bu şekilde yavaş yavaş Zehra’yı Mahir Hoca’nın çizgisine çeker yani Cihan’ın temsil ettiği çizgiye. Kitapta fazlaca değinilmese de önemli bir yere sahip olan bir başka mesele ise; ‘kuşak çatışması’ ve mülkiyet meselesi. Beyhude Ömrüm’de toprağa sevdalı, büyük şehre doğru akan göç dalgasına direnen ve inatla bir tohumun yeşermesini görebilmek için bahçe kurmaya çabalayan bir adamın hikâyesi anlatılırken, bu kitapta ise Anadolu’da yaşayıp da toprağının kıymetini bilmeyen; toprağa yani sahip olunan mülke gerektiği değeri vermeyen insanlara değiniliyor. Her ne kadar işlenilen tema aynı olsa da bu iki zıt durum Kutlu’nun sürekli değindiği gelenek ve modern çarpışmasının geldiği son noktayı işaret ediyor. Kasabada bozulan düzenin “imdadına yetişen (!)” turizm ve sanayinin sonucunda terk edilmiş bağlar, bahçeler ve araziler yazlıkçılar için ev halini alır. Bunun neticesinde artık para kazanmanın yolu sahip olunan malların satılması şekline dönüşür. Özellikle yaşlılar bu duruma akıl-sır erdiremez. Toprak satıp, para kazanmaya; el işlemeden, alın teri dökmeden zengin olmaya bir anlam veremezler. Mustafa Kutlu “Eskiler için ‘el kiri’ olan para, yeniler için ‘baş tacı’ oldu. Bir yere durup dururken bunca para akarsa, bunun neticesi önüne geleni yıkıp geçen bir sel felaketi yaşanacak demektir. Ve yaşandı da.” diyor. Kasabada büyük-küçük ilişkilerinin; saygı-sevgi; şefkat-merhamet gibi hasletlerin yavaş yavaş yok olmasını; topraktan uzaklaşıp paraya teslim olunmasına bağlamaktadır. Son olarak hikâyenin diliyle alakalı birkaç not düşelim. Kutlu; yaşayan değil tanık olan bir insan edasıyla yani üçüncü tekil şahsın ağzıyla anlatmıştır hikâyesini. Bu durum hem üslubundaki akıcılığa biraz daha serbestiyet imkânı sağlarken hem de içten içe meseleye tam manasıyla hâkim olduğunu gösteren kendinden emin bir duruşun göstergesidir.
“Zamanın hükmünü yürütmesi dedikleri şey budur ve tafsilatı çoktur...” Mustafa Kutlu son kitabı Kapıları Açmak’ta diğer kitaplarına nazaran farklı bir yol çiziyor kendisine. Genellikle taşradan şehre bakan, bir Anadolu insanının düşünce ve yaşayış şekilleriyle şehri anlamlandırabilme, özellikle sosyal anlamda yaşanılan değişimi okurlarına gösterebilme çabasına tanık olduğumuz Kutlu; bu eserinde yine bir ucu şehre ve şehrin çirkin yüzüne dokunan ama aslında köylük bir yerde yaşanan ve gelişen olayları kaleme alıyor. Bu sayede Kapıları Açmak’ın alt yapısını şekillendiren meselenin, artık taşraya musallat olan modern bir kuşatmanın vurgusu olduğunu söylemek mümkün. Bahsetmiş olduğumuz meseleyi Mustafa Kutlu eserinde şu şekilde ifade etmektedir: “Her savaş sonunda olduğu gibi mağluplar galiplerin hizmetine girdi. Onların ahlak ve adaletini benimsedi. Topyekûn olmasa bile kasabanın yeni nesilleri, kızlar şalvar giymiş olsa, oğlanlar kasketle dolaşsa bile fırsat bulduklarında yabancıların hayat tarzını taklide başladılar.” Hikâyenin başat karakteri Zehra. Zehra’nın ağabeyi Ahmet, babası Arif Efendi’nin mesleği olan dokumacılığı sürdürmek istemez. Kasabaya özellikle yaz aylarında gelen turistlere hitap edecek bir işle uğraşıp zengin olmanın hayalini kurar sürekli. Zehra’nın sevgilisi olarak gördüğümüz Cihan ise, babası Mahir Hoca’nın mesleği olan marangozluğa artık pek talep olmamasına rağmen, ekmeğini bu yolla kazanmaktan başka bir şey düşünmez. ‘Baba’ imgesi üzerinden yol bulan bu davranışlar sonucunda Ahmet’in modern olanı, Cihan’ın ise geleneği temsil ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü ‘Baba’ geçmişi yani geleneği çağrıştırır. Yaşayışıyla, alışkanlıklarıyla sürekli yaşadığı çağa ait olmayan ve değişime karşı direnç göstermeye çalışan bir tarafı vardır ‘Baba’nın. Özellikle Kutlu’nun kitaplarındaki ‘Baba’ imgesi bu şekildedir. Ahmet ile Cihan’ın kesiştiği nokta ise Zehra. Zehra, bu iki ismi okurlara gösteren; yani modern ile geleneğin çarpışmasını anlatmaya imkân sağlayan ortak bir alan kanımca. Kitabın ilk bölümünde Zehra’nın kaçırılıp İstanbul’a götürülmesindeki ‘kader’ diyerek kabullenme hali, bu iki ismin davranışlarını rahatça sergilemesi için olanak sağlar. Zehra’nın gelişen olaylara pek fazla müdahale etmemesi kitabın alt yapısının temellenmesi açısından önemli bir mesele... ‘Kapıları Açmak’ dediğimiz, Zehra’nın kasabanın
46
Hüseyin Akın Adem ağacı Yalansa eğer yaşamak Ben en çok uykuya kanmak isterim bir de suya ‘Sen benim iyelik ekimsin’ diyor hayat, bir başına kalınca Şaraptan geçer gibi geçersin sıratı Şimdi sen gel de inanma buna! Geldim ve inandım ki dönmüyor dünya Oracıkta kala kalmış gökyüzü makarası Haydi yalnızlık deyip geçelim buna Çok değil çünkü iki şehrin arası Yalınayak hayat, düzayak ölüm İşte en sevdiğim yalan burası! Ey beni hasta yatağımdan kaldıran Adem ağacına kıvrılan yılan Öcüm alındı, korkunun külünü yuttum Bir memnu meyveymiş meğerse şiir Söyleyeceğim yalanı unuttum İçmeden evvel ne güzelmiş su Kaçıp giden sevinç fundalıklara Balığa yem vermek bu büyük yalan Ne güzelmiş bakmak görmeden önce İçimizden geçen uzaklıklara İşte yaşıyoruz göz göre göre Müstafi sayılır geçten gelenler Kim arka çıkar bize ölümden başka Ne kapı dayanır bu sürgülere Ne de naz haylar bu ümitsiz aşka
5 YTL