EYLÜL 2016, ZİLHİCCE 1437 • YIL 4 • SAYI 46 FİYATI 7,5 TL• dergi.nebevihayatyayinlari.com
Sihir Yapanlara Gitmenin ve Onlara İnanmanın Hükmü • Hasan Karakaya
Hakka İsyan Eden Şımarık Zenginler “Mütref” • Zafer Mert
Şeytan ve Misyonu • Hakan Sarıküçük
Doğu Timor/Timor Leste • Metin Eken
Şeytan ve Hizmetkârlarının Ortak Adı; Tağut • Ahmed İnal
Korkusuz Âlim Said Bin Cübeyir Rahimehullah (665-713) • Cihan Malay
KAMPANYA
satis.nebevihayatyayinlari.com
Okul Öncesi Hem İHTİYAÇLARINIZI KARŞILAYIN
Hem de HAYRA VESİLE OLUN... Başlıca Ürünler Okul Kırtasiye Malzemeleri İslami Romanlar Hikâye Kitapları Arapça Ders Kitapları Dini Kitaplar Sözlükler Ofis Ürünleri Oyuncaklar
25 tl’den başlayan fiyatlarla
Oku Yaşa Anlat
0212 515 65 72 0543 654 46 63 Güneşli Mh. Ayçin Sk. No: 36 Bağcılar/İstanbul
facebook/nebevihayatyayinlari twitter/nebevihayatyay www.nebevihayatyayinlari.com siparis@nebevihayatyayinlari.com
KURBANLIK ve HİSSE 1. HİSSE BEDELİ: 1250 TL YAKLAŞIK 25-28 kg KEMİKLİ ET 2. HİSSE BEDELİ: 1500 TL YAKLAŞIK 30-35 kg KEMİKLİ ET
Yurt Dışı
Bağış Bağış
520 1000
İmam Buhârî Vakfı olarak bu yıl da Kurban çalışmalarımıza devam ediyoruz. Kurbanlıklarınızı İslâmî usûller ve hijyenik ortamlarda kesip teslim ediyoruz. - Kurban kesimleri dini vecibelere uygun bir şekilde yapılmaktadır. Yurt içinden temin edilen kurbanlıkların; hijyenik koşullarda ve her kesimhanede görevlendirilen tecrübeli personel eşliğinde kesimi gerçekleştirilmektedir. - Kesim faaliyetleri alanında hisseleme ekibimiz tarafından kurbanlarınız hisselenecektir. - 1. Hisse bedeli 1250 TL olup yaklaşık 25-28 kg. kemikli et verilmesi planlanmaktadır. - 2. Hisse bedeli 1500 TL olup yaklaşık 30-35 kg. kemikli et verilmesi planlanmaktadır. - Vakfımıza vekaleten kurban bağışı yapabilirsiniz. - Kesimlerimiz “Hilale Göre” yapılacaktır.
Amel, Sözün Efendisidir.
Yurt İçi
1. HİSSE %100 Yerli Besi
BEDELİ
2. HİSSE
BEDELİ
1250 1500
Alo Hisse
0530 323 13 81
kurban.imambuharivakfi.org
Güneşli Mahallesi Ayçin Sokak No: 36 Bağcılar / İstanbul bilgi@imambuharivakfi.org
Editör
YIL: 4 Sayı: 46 Fiyatı: 7,5 TL Sahibi İmam Buhari İktisadi İşletmeler Adına Ahmet Özer Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Mert Mali İşler Sorumlusu Hakan Sarıküçük Abone ve Dağıtım Sorumlusu Mürsel Gölbaşı (0543 654 46 63) - (0212 515 65 72) Abonelik Hesap Bilgileri Posta Çeki Hesap No: 10204553 Hesap Sahibi: Hakan Sarıküçük Kuvveyt Türk Katılım Bankası A.Ş. Mürsel Gölbaşı Hesap No: 6847147 IBAN: TR13 0020 5000 0068 4714 7000 01 (Açıklama kısmına mutlaka isim ve telefon bilginizi yazınız.)
H
amd, her şeyin üzerinde gerçek tasarrufu bulunduran, her şeye karşı gerçek Samed ve Ehad
olan Allah’adır. O Allah ki şeytan ve dostlarına vela beslenilmemesini, önder ve lider edinilmemesini emredip aksini yapanları onlarla birlikte aynı ateşle tehdit edendir. Salat ve selam, şeytan ve yandaşlarına nasıl tavır takınılmasını ümmetine sözleri ve amelleri ile öğreten Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e, temiz ehline ve şerefli ashabına olsun. “…Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlar
Tashih, Redaksiyon Yusuf Yılmaz
olursunuz.” (En’am, 121) Genelde insanlığın, özelde
Grafik, Tasarım Ercan Araz
de görünmeyen düşmanları vardır. Bu, Adem aleyhis-
Yönetim Merkezi Reklam ve Abone İşleri Güneşli Mh. Ayçin Sk. No: 36 Bağcılar/İst. Tel-Faks: (0212) 515 65 72 GSM: (0543) 654 46 63 twitter.com/nebevihayat facebook.com/nebevihayat dergi.nebevihayatyayinlari.com bilgi@nebevihayatyayinlari.com Abone Şartları 2016 Yılı Yurt İçi Abonelik Bedeli: 90 TL
tüm Müslümanların hem görünen düşmanları hem selamın yaratılıp dünyaya gönderildiği andan bugüne ve yarınlara devam edecek bir düşmanlık… Hayra ve iyiliğe ait ne varsa ona karşı fitili yakılmış bir düşmanlık… Doğru yolun üzerinde çetin bir düşmanlık… İnsanlık en yüce değere ulaşmasın diye yapılmış bir düşmanlık… Salih ve salihalar sırat-ı müstakimden uzaklaşsın diye verilen kıyasıya düşmanlık… Nebevi Hayat Dergisi olarak Eylül ayı konusunu “Şeytan ve Dostları” olarak belirleyerek, gizli ve
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Nebevî Hayat Aylık Dergi (Türkçe)
açık düşmanlarımıza dikkat çekmek istedik. Tek düş-
Baskı: Matsis Matbaa İstanbul, Ağustos 2016
olan Karunlara, ilimdeki eli Belamlara, göz boyama-
Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.
manın İblis olmadığını, dünyadaki uzantıları olan; yönetim masasındaki dostu Tağutlara, ekonomi ayağı ları ile arka saflarda bulunan Sihirbazları inceledik. Bu sayının sizlere fayda getirmesini umarız. Selam ve dua ile
İçindekiler 04
Başyazı Sihir Yapanlara Gitmenin ve Onlara İnanmanın Hükmü / Hasan Karakaya
10
Kapak Dosya Şeytan ve Misyonu / Hakan Sarıküçük
15
Kapak Dosya Kazanma Kuşağında Önümüze Çıkan Bir Hastalık; Bel’âmlık - Hakkı Gizlemek / Said Özdemir
18
Kapak Dosya Şeytan ve Hizmetkârlarının Ortak Adı; Tağut / Ahmed İnal
22
Kapak Dosya Yeterli Gelen Az Mal Baştan Çıkaran Çok Maldan Hayırlıdır / Ebubekir Eren
26
Olaylar ve Yorumlar Emperyalist Ülkelerin Günah Galerisi - 2 / Nedim Bal
34
Kur'ân'ın Gölgesinde Hakka İsyan Eden Şımarık Zenginler “Mütref” / Zafer Mert
40
Nebevi Nasihatler Hiçbir Günah Karşılıksız Kalmaz Her Bela Da Ceza Olmaz / M. Sabri Yücel
42
Nebevi Aile Sosyal Hayatta Çocuk / Halime Yılmaz
46
İslam Coğrafyaları Doğu Timor/Timor Leste / Metin Eken
48
Davet ve Cihad Önderleri Korkusuz Âlim Said Bin Cübeyir Rahimehullah (665-713) / Cihan Malay
55
Haber Analiz Üniversiteli Müslüman Gençlere Tavsiyeler / Emrah Seven
57
Serbest Köşe İnsanlığın Gizli Düşmanları; Bankacılık ve Kredilerle Gelen Esaret / Ümit Şit
61
Serbest Köşe Teknolojik Sihirlenme (Zehirlenme) ! / Derya Fıçıcı
15
22
26
55
61
BAŞYAZI
Hasan Karakaya
Sihir Yapanlara Gitmenin ve Onlara İnanmanın Hükmü S
ihir yapanlara gitmek dinen haramdır. Bunlara inanmak, inananı günahkâr yapar. Hatta bazen de küfre düşürür. Aşağıda zikredilen naslar bunu ifade etmektedir.
Ebû Musa el-Eş’arî radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Üç kimse cennete giremez: İçkiye müptela olan (içki içip alkolik olan), akrabalık bağını koparan ve sihre inanan.” (1) Yani bunları yapan, tevbe etmeden ölürse cehennemde yanmadan doğrudan cennete giremez. Ancak Allah’ın affetmesi müstesnadır. Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kendisinde beş şeyden biri olan cennete giremez: İçkiye müptela olan (içki içip alkolik olan), sihre inanan, akrabalık bağını koparan, kâhinlik yapan ve yaptığı iyiliği başa kakan.” (2) Âişe radıyallahu anhâ diyor ki: Bazı insanlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e kâhinleri sordular. O da buyurdu ki: “Kâhinlik bir şey değildir…” (3) Safiyye bint Ebî Ubeyd radıyallahu anhâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bazı hanımlarının ondan şunu rivayet ettiklerini beyan etmiştir: “Her kim falcıya gider de ondan bir şey sorarsa, onun kırk gece namazı kabul edilmez.” (4) Nevevî bu hadisin izahında şunları söylemiştir: Bu hadisteki “Falcıya gidip ondan bir şey soranın, kırk gece namazı kabul edilmez” ifadesinden maksat, kıldığı namazlardan sevap alamaz, demektir. Yükümlü olduğu namaz borcunu ifâ edemez, demek değildir. Zira böyle birinin kıldığı namazları iade etmesi gerekmemektedir.
4
EYLÜL 2016
Böyle birinin kıldığı namaz, gasp edilen yerin üzerinde kılınan namaz gibidir. Bunlar yükümlü oldukları namaz borçlarını ifâ etmiş olur fakat sevap alamazlar. Çünkü yapılan ibadetlerin iki karşılığı vardır: Yükümlülüğü yerine getirmek ve sevap kazanmak. Bunlar sevap kazanamazlar. (5)
Ebû Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Her kim âdet halinde olan bir kadınla cinsî münasebette bulunursa veya bir kadının dübüründen (anüsünden) cinsî temasta bulunursa yahut bir kâhine giderse şüphesiz ki o, Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur.” (6) Bu hadisin Ebû Davud ve İbn Mâce’de yer alan rivayetinin sonu şöyledir: “… Şüphesiz ki o, Allah’ın Muhammed’e indirdiğinden berî olur.” (7) Hadis Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i ile Beyhakî’nin Sünen’inde şöyledir: “Her kim kâhine veya falcıya gider de onun söylediğine inanırsa, şüphesiz ki o, Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur.” (8) Tirmizî bu hadisi rivayet ettikten sonra şunları zikretmiştir: “İlim ehline göre bu hadis sert ifadelerle beyan edilmiştir. Zahirî anlamı kastedilmemektedir. Zirâ Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den ‘Âdet halinde bulunan bir kadınla ilişkide bulunan, bir dinar sadaka versin’ (9) buyurduğu rivayet edilmiştir. Şayet âdetli olan bir hanıma yaklaşmak küfür olsaydı, keffaret verilmesi emredilmiş olmazdı. Hadisin zahirî manasına göre, bunları yapan gerçekten kâfir olur. Ancak zahirî mananın kastedilmediği, buradaki küfürden maksadın mecazî anlamda küfür ol-
duğu söylenmiş ve bunları yapanların, kâfirlerin amelini yapan ve onlara benzeyenler olduğu belirtilmiştir. Yahut hadis, kâhin ve falcıların gaybı bildiklerine inananları ve haram kılınan ilişkileri helal sayanları beyan etmiştir. Bunlar ise kâfir olurlar.” (10) Bu hadisi Tirmizî, Ebû Davud, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel ve Dârimî, Hakîm el-Esrem <Ebû Temîme el-Huceymî> Ebû Hureyre isnadı ile rivayet etmişlerdir. Tirmizî, Buhârî’nin bu hadisi, zikredilen senetle zayıf gördüğünü söylemiştir.
şürürse isabet etmiş olur” buyurdu. (16) Yani mucizeyi taklit edemeyeceğine göre bundan vazgeçsin. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hadisinde bir peygamberin çizgi çizerek hâdiseler hakkında fikir yürütmesinin, onun bir mucizesi olduğunu, diğer insanların böyle bir mucizeye muktedir olmadıklarını beyan etmiş ve bu efsanenin önünü tıkamıştır. Sihir Yapanın Dinen Hükmü
(11)
Bunu iki meseleye ayırarak zikredeceğiz.
Ancak bu hadis güvenilen raviler zinciri ile de rivayet edilmiş ve senetler birbirlerini desteklemiştir. (12) Bu itibarla Tirmizî’nin değerlendirmesi kendisinin rivayet ettiği isnada göredir.
Birinci Mesele: Mezhep âlimlerinin görüşleri
Abdullah b. Mesud radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Her kim sihir yapana veya kâhine yahut falcıya gider de onun söylediğine inanırsa, şüphesiz ki o, Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur.” (13)
Abdullah b. Abbas radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Sihir yapan ve yaptıran, kâhinlik yapan ve yaptıran, uğursuzluk yapan ve yaptıran bizden değildir.” (14) Bezzâr bu hadisin benzerini İmrân b. Husayn’dan rivayet etmiştir. Bunun ravileri sika kimselerdir. (15) Muâviye b. el-Hakem es-Sülemî radıyallahu anh diyor ki: “… Ey Allah’ın Rasûlü! Ben câhiliyyeden yeni kurtulmuş bir kimseyim. Allah İslâm’ı getirdi fakat bizden öyle adamlar var ki, hâlâ kâhinlere gidiyorlar” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Sen onlara gitme!” buyurdu. “Bizden bazıları da uğursuzluğa inanıyorlar” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Bu onların içlerinden gelen bir şeydir fakat sakın onları alıkoymasın!” buyurdu. “Bizden bazı adamlar da çizgi çizerek onunla falcılık yapıyorlar” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Peygamberlerden biri (mucizesi olarak) çizgi çizerdi. Her kim çizgisini, onun çizgisine uygun dü-
Mezhep âlimleri sihir yapanın kâfir mi veya günahkâr mı olacağı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: Hanefîlere göre, eğer sihirbaz her dilediğini, şeytanların yapacaklarına inanırsa kâfir olur, yoksa olmaz. İmam Mâlik’e göre, sihir yapan kâfirdir. Sihir yaptığından dolayı öldürülür. Tevbe etmesi istenilmez, etse de kabul edilmez. Ahmed b. Hanbel’den iki rivayet nakledilmiştir. Fakat bu mezhebin âlimlerine göre tercihe şayan olan görüş, sihirbazın sihri öğrenmesi ve yapmasıyla kâfir olacağı ve öldürüleceği görüşüdür. Ahmed b. Hanbel’in kardeşinin oğlu Hanbel, ondan şunları rivayet etmiştir: Amcam, falcı, kâhin ve sihirbaz hakkında dedi ki: Benim görüşüm bunların bütün bu fiillerinden tevbe etmeleri istenir. Çünkü bunlar, tevbe etmelerinin istenilmesi hususunda mürted gibidir; eğer tevbe eder ve yaptıklarından vazgeçerlerse serbest bırakılırlar. Hanbel diyor ki: Dedim ki: Tevbe etmezlerse öldürülürler mi? Dedi ki: Hayır, hapsedilirler, umulur ki vazgeçerler. Dedim ki: Niçin öldürmüyorsun? Dedi ki: Namaz kılıyorlarsa umulur ki tevbe eder ve vazgeçerler. (17) Görüldüğü gibi bu rivayette Ahmed b. Hanbel’in bunları yapanları tekfir etmediği belirtilmiştir. Şâfiîlerde meşhur olan görüş, sihirbazın kâfir
ZİLHİCCE 1437
5
olmadığı, günahkâr olduğu görüşüdür. Yalnız küfrü gerektiren şeyler yaparsa kâfir olur. Nevevî diyor ki: Sihir bazen küfür, bazen de büyük günah olur. Eğer sihir yapan, küfrü gerektiren bir sözü söyler veya bir işi yaparsa kâfir olur. Yıldızlara ilgi gösterip onlara yaklaşmaya çalışması veya onların, dilediği her şeyi yapacaklarını sanması yahut sihir yapmanın helal olduğuna inanması bu kabildendir, bunlar onu kâfir eder. Şayet küfrü gerektiren bir sözü söylemez veya herhangi bir ameli yapmazsa kâfir olmaz, fâsık olur. Eğer sihir yapan küfre düşerse, öldürülmesi gerekir. Yoksa ona tazir cezası uygulanır. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir. Çünkü Hz. Âişe’ye, ölmesinden sonra hür olacağına karar verdiği cariyesi sihir yapmış, Hz. Âişe onu öldürtmemiş, sahâbîlerin huzurunda başka birine satmıştır. Bu da sihirbazın küfrü icap ettiren bir şey yapmaması halinde kâfir olmayacağını ve öldürülemeyeceğini göstermektedir. (18) İkinci Mesele: Mezhep âlimlerinin delilleri Sihir yapanın her halükarda kâfir olacağını söyleyenler delil olarak şunları zikretmişlerdir: “Onlar (Yahudiler) şeytanların, Süleyman’ın mülkü hakkında (uydurup) okuduklarına tâbi oldular. Oysa Süleyman kâfir olmamıştı. Fakat o şeytanlar kâfir olmuşlardı. İnsanlara sihri ve Bâbil’de, Harut ve Marut denen iki kişiye indirilen şeyi öğretiyorlardı. Hâlbuki bu iki kişi ‘Biz ancak bir imtihan vasıtasıyız. Sakın kâfir olma’ demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı…” (19) Bu ayette “Süleyman kâfir olmadı” ifadesinden maksat “Süleyman sihir yaparak sihirbazlar gibi kâfir olmadı” demektir. Yine bu ayette “Biz ancak bir fitneyiz. Sakın kâfir olma” ifadesinden maksat “Sihri öğrenme! Yoksa onu öğrenerek kâfir olursun” demektir. Bu da sihir yapanın kâfir olacağını gösterir.
6
zikretmişlerdir: Hz. Âişe’ye, ölmesinden sonra hür olacağına karar verdiği cariyesi sihir yapmış, Hz. Âişe onu öldürtmemiş, sahâbîlerin huzurunda başkasına satmıştır. (20) Eğer cariye sihir yapmasıyla kâfir olsaydı, onun öldürülmesi gerekirdi. Tekrar köle yapılmazdı. Sihir yapmak insanlara zarar vermektir. Diğer eziyetlerle kâfir olunmadığı gibi bununla da olunmaz. (21) Sihir Yapanın Dünyadaki Cezası Sihir yapanın Müslüman veya gayrimüslim olması, bazı mezheplere göre uygulanacak cezanın farklı olmasını gerektirir. Bu nedenle bunlar ayrı ayrı zikredilecektir. Birinci Mesele: Müslüman olduğu halde sihir yapanın cezası Buna verilecek ceza hakkında iki görüş vardır: Cumhur ulemânın görüşü: Müslüman olduğu halde sihir yapanın cezası öldürülmesidir. Bu görüş Ömer b. el-Hattâb, Osman b. Affân, Abdullah b. Ömer, Hz. Peygamber’in hanımı Hafsâ, Cundeb b. Abdullah, Cundeb b. Ka‘kaa, Kays b. Sa‘d ve Ömer b. Abdülazîz’den rivayet edilmiştir. İmam Mâlik de bu görüştedir. Ebû Hanife ve Şâfiî de sihirbazın, bazı hallerinde bu görüşü zikretmişlerdir. Ahmed b. Hanbel’in tercih ettiği görüş de budur. Bunların delilleri şunlardır: Ayet
Diğer yandan Hz. Ali de sihir yapanın kâfir olduğunu söylemiştir.
“Onlar (Yahudiler) şeytanların, Süleyman’ın mülkü hakkında (uydurup) okuduklarına tâbi oldular. Oysa Süleyman kâfir olmamıştı. Fakat o şeytanlar kâfir olmuşlardı. İnsanlara sihri ve Bâbil’de, Harut ve Marut denilen iki kişiye indirilen şeyi öğretiyorlardı. Hâlbuki bu iki kişi ‘Biz ancak bir imtihan vasıtasıyız. Sakın kâfir olma’ demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı…” (22)
Sihir yapanın küfrü gerektiren bir şeyi yapmaması halinde kâfir olmayacağını, günahkâr olacağını söyleyen âlimler ise delil olarak şunları
Bu ayetin zahiri, sihir yapanın kâfir olacağını ifade etmektedir. Küfür ise öldürülmeyi gerektirir. Nitekim dinden dönen böyledir.
EYLÜL 2016
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den de şu hadisler rivayet edilmiştir: Cundeb radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Sihir yapanın cezası, (boynunun) kılıçla vurulmasıdır.” (23)
Tirmizî bu hadisi rivayet ettikten sonra şunları söylemiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sahâbîlerinden ve diğerlerinden ilim sahibi bazı kişilere göre bu hadisle amel edilir. Mâlik b. Enes de bu görüştedir. Şâfiî ise şöyle demiştir: Eğer sihirbaz, yaptığı sihirle küfre düşerse öldürülür. Bundan daha az bir şey yaparsa biz onun öldürülmesi kanaatinde değiliz. (24) Becâle b. Abde diyor ki: Ben, Ahnef b. Kays’ın amcası Cez’ b. Muâviye’nin kâtibi idim. (Ona) ölümünden bir yıl önce, Hz. Ömer’in bir mektubu geldi. (Bu mektupta) “Her sihirbazı öldürün, mecusilerden kendisine haram kılınmış olan birisiyle evlenmiş olan her çifti birbirinden ayırın ve onların, (yemeğe başlarken) ağızlarını kapatıp burunlarından ses çıkararak mırıldanmalarını men edin” (yazıyordu.) Bunun üzerine biz, bir günde üç sihirbaz öldürdük ve mecusîlerden Allah’ın Kitabı’na göre kendisine haram olanlarla evli olan her erkeği (eşinden) ayırdık… (25) Muhammed b. Abdurrahmân b. Sa‘d b. Zurâre’nin rivayet ettiğine göre, ona şu hadis ulaşmıştır: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hanımı Hafsâ, kendisine sihir yapan cariyesini öldürtmüştür. Hafsa, ölümünden sonra bu cariyenin hür olmasını söylemişti. Fakat o sihir yapınca emretti ve onu öldürttü. (26) Aşağıdaki şu rivayet bu hadisteki kıssayı zikretmektedir. Nâfi‘, Abdullah b. Ömer radıyallahu anh’tan şunu rivayet etmiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hanımı Hafsa radıyallahu anhâ’nın cariyesi ona sihir yaptı ve bunu yaptığını itiraf etti. Hafsa radıyallahu anhâ, Abdurrahmân b. Zeyd’e onu öldürmesini emretti, o da onu öldürdü. Hz. Osman, kendisinin haberi olmadan Hafsâ radıyallahu anhâ’nın bunu yapmasına karşı çıktı. Abdullah b. Ömer, Osman radıyallahu anh’a gitti ve şöyle dedi: O cariye Hafsâ radıyallahu anhâ’ya
sihir yaptı ve bunu itiraf etti. Osman radıyallahu anh’ın karşı çıkması, Hafsa radıyallahu anhâ’nın bunu, yöneticinin izni olmadan yapmasından dolayıydı. (27) Ebû Osman en-Nehdî, Cündeb el-Becelî’nin, Velîd b. ‘Ukbe’nin yanında bulunan bir sihirbazı öldürdüğünü ve şu ayeti okuduğunu rivayet etmiştir: (28) “Siz görüp dururken sihir mi yapıyorsunuz?” (29) Ali b. Zeyd, Hasan’ın şunu söylediğini rivayet etmiştir: Osman b. Ebi’l-Âs, Kilâb b. Ümeyye’ye uğradı. O zaman Kilâb, Basra’nın haracını toplama heyetinin başkanı idi. Osman ona dedi ki: “Seni burada oturtan nedir?” O da dedi ki: “Şu Ziyâd b. Ebîhi beni buraya vazifelendirdi.” Osman ona dedi ki: “Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den duyduğum bir hadisi sana anlatayım mı?” O da “Evet” dedi. Bunun üzerine Osman dedi ki: Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Allah’ın peygamberi Davud -aleyhisselâm’ın - geceleyin belli bir saati vardı. O saatte ailesini uyandırır, onlara şöyle derdi: Ey Davud ailesi! Kalkıp namaz kılın. Çünkü bu öyle bir saattir ki, Allah bunda yapılan duayı kabul eder. Ancak sihir yapanın ve (haksız yere) haraç toplayanınki hariç…” Bunun üzerine Kilâb b. Ümeyye gemisine bindi. Ziyâd’a geldi ve o vazifeden alınmasını istedi, Ziyâd da onu o vazifeden aldı. (30) Buradaki haraç memurundan maksat, İslâm’ın öngörmediği şekilde vergi toplayandır. İslâm’ın emrettiği şekilde cizye veya öşür yahut haraç toplayanlar buna dahil değildir. Zira bu, İslâm’ın emrini yerine getirmektir. Bunun günah değil sevap olması umulur. Ancak İslâm’ın koyduğu sınırları aşanlar hadisin kapsamı dahilindedir. Hadiste, sihir yapanın geceleyin yapacağı münacatın dahi reddedileceği vurgulanmıştır. Şâfiî Mezhebi’nin görüşü: Bu mezhepte meşhur olan görüş, sihir yapanın kâfir olmayacağı, bu itibarla öldürülemeyeceği görüşüdür. Ancak sihir yaparak kasten birini öldürdüğünü ve yaptığı sihrin öldürücü olduğunu itiraf ederse, bu takdirde kısas yapılarak öldürülür. Eğer yaptığı sihrin öldürmesinin muhtemel olduğunu söy-
ZİLHİCCE 1437
7
lerse öldürülmez. Fakat bizzat kendi malından ölenin diyetini öder. Nevevî diyor ki: Bize göre sihir yapan öldürülmez. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir. Bizim mezhebin âlimleri demişlerdir ki: Eğer sihir yapan sihri ile birini öldürürse ve sihrinin çoğu kez öldürücü olduğunu itiraf ederse, ona kısas yapılması gerekir. Eğer “O benim yaptığım sihirden dolayı öldü ama benim sihrim bazen öldürür, bazen öldürmez” derse, bu durumda ona kısas gerekmez fakat bizzat kendi malından diyetini öder, akrabaları bir şey ödemezler. Bizim mezhebin âlimleri dediler ki: Sihrin öldürdüğü, şahitlerle tespit edilemez. Sihir yapanın itirafı ile tespit edilir. Bu görüş Ahmed b. Hanbel’den nakledilen rivayetlerden biridir. Münzirî de bu görüştedir. (31) Bunların delilleri şunlardır: Amra, Hz. Âişe’den şunu nakletmiştir: Bir zaman Âişe radıyallahu anhâ hastalanmış, kardeşinin oğullarından bazıları onun hastalandığını Zudlular’dan (32) birine anlatmıştır. Bu adam onlara şunu söylemiştir: “Herhalde sizler kendisine sihir yapılan bir hanımdan bahsediyorsunuz. Ona cariyesi sihir yapmış. Şu anda cariyenin kucağında, üzerine işeyen bir çocuk var.” Kardeşinin çocukları bunları Âişe radıyallahu anhâ’ye anlattılar. Bunun üzerine Âişe radıyallahu anhâ “Filan cariyeyi bana çağırın” dedi. “Onun kucağında filan çocuk var, onun kucağında işemiş” dediler. Hz. Âişe “Onu bana getir” dedi. Cariye getirildi. Hz. Âişe ona “Bana büyü yaptın mı?” dedi. Cariye “Evet” dedi. Âişe radıyallahu anhâ “Niçin yaptın?” dedi. Cariye “Azat olmak istedim” dedi. Hz. Âişe, ölmesinden sonra bu cariyenin azat olacağını bildirmişti. Bunun üzerine Hz. Âişe dedi ki: “Allah’a ahd ediyorum ki, sen ebediyen azat edilemeyeceksin. Sizler Araplardan, sahip olduğu kölelere en kötü davranan birini bulun ve bunu ona satın.” Hz. Âişe bu cariyeden aldığı para ile başka bir cariye aldı ve onu azat etti. (33) Bu olayda Hz. Âişe’nin, kendisine büyü yapan cariyeyi öldürtmediği beyan edilmiştir. Eğer sihir yapanın öldürülmesi gerekli olsaydı, bunu satmak caiz olmazdı, diğer sahâbîler buna karşı
8
EYLÜL 2016
çıkarlardı. Saîd b. el-Museyyeb diyor ki: Bir kadın Âişe radıyallahu anhâ’nın yanına geldi ve ona “Devemi bağlamamın bir sakıncası var mı?” dedi. Hz. Âişe “Deveni bağla” dedi. Kadın “Bana karşı kocamı bağlayabilir miyim?” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe “Bu sihirbaz kadını benim yanımdan çıkartın” dedi. Orada bulunanlar da onu çıkarttılar. (34) Bu olayda da sihirbaz öldürülmemiştir. Hz. Osman diyor ki: Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Bir Müslüman’ın kanı helal olmaz. Ancak şu üç şeyden birini yapanın kanı helal olur: Müslüman olduktan sonra kâfir olan, evlenmiş olduğu halde zina eden ve birini öldürmeyeni öldüren.” (35) Bu hadisin aynısı Abdullah b. Mesud (36) ile Hz. Âişe’den (37) de rivayet edilmiştir. Sihir yapandan bu amellerin herhangi biri meydana gelmemiştir. O halde kanı helal olmaz. (38) İkinci Mesele: Gayrimüslim olan sihirbazın cezası Eğer sihir yapan Müslüman olmaz, Ehl-i Kitap veya putperest biri olursa bunun cezası hakkında iki görüş vardır: İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve Şâfiî’ye göre bu kişi büyüsüyle birini öldürürse, kısas olarak öldürülür. Yoksa öldürülmez. Bunların delilleri şunlardır: Yahudi Lebîd b. el-A‘sam, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e büyü yapmış, Allah Rasûlü onu öldürmemiştir. (39) İbn Şihâb ez-Zuhrî’ye “Müslümanlarla muahedeli olan Ehl-i Kitap’tan biri sihir yaparsa öldürülür mü?” diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Bize ulaştığına göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e böyle biri bunu yapmış, o bunu yapanı öldürmemiştir. Bunu yapan Ehl-i Kitap’tan biriydi. (40) Diğer yandan, Allah’a ortak koşmak sihirden daha beterdir. Onunla öldürülmediği gibi sihirle de öldürülemez.
Sihir yapanın öldürüleceğini beyan eden haberler, Müslüman iken sihir yapanlar hakkındadır. Zira bu mürted olur, ölümü hak eder. Diğeri ise aslen kâfirdir. Ebû Hanife’ye göre ise, gayrimüslim olan biri sihir yaparsa öldürülmeyi hak ettiği takdirde o da öldürülür. Zira sihir yapanın öldürülmesini beyan eden naslar umumîdir, tahsîs edilemez (geneldir, özelleştirilemez). Diğer yandan sihir yapmak bir cinayettir. Bunu yapmak bir Müslümanın öldürülmesini gerektirdiği gibi muahedeli zımmînin de öldürülmesini gerektirir. Bu, birini haksız yere öldürmeye benzer. Kanaatimize göre tercihe şayan olan birinci görüştür. Zira Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e büyü yapan Yahudi’nin öldürülmemesi bunu ifade etmektedir. ------------------------1. Ahmed b. Hanbel, IV, 399; İbn Hibbân, Sahîh, VII, 366, no: 5322 (Bu hadisi Hâkim de Müstedrek’inde rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir. Zehebî de ona katılmıştır.) 2. Ahmed b. Hanbel, III, 14. (Bu hadisin ravileri içinde Atıyye el-Avfî bulunmaktadır. Atıyye, hakkında tartışma olan biridir. Ancak bundan önceki Ebû Musa’dan rivayet edilen hadis bunu desteklemektedir.) 3. Buhârî, Tıb 46; Müslim, Selâm 123, no: 2228. 4. Müslim, Selâm 125, no: 2230; Ahmed b. Hanbel, V, 380; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, IX, 157, no: 9172 (Taberânî bunu Hz. Ömer’den ve onun oğlu Abdullah’tan da rivayet etmiştir. Bkz. Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, II, 111, no: 1423-1424) 5. Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, XIV, 227. 6. Tirmizî, Tahâret 102, no: 135; Ebû Davud, Tıb 21, no: 3904; İbn Mâce, Tahâret 123, no: 639; Ahmed b. Hanbel, II, 429; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 233, no: 16497; Dârimî, Vudû’ 114. 7. Bkz. Ebû Davud, Tıb 21, no: 3904; İbn Mâce, Tahâret 123, no: 639. 8. Bkz. Ahmed b. Hanbel, II, 429; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 233, no: 16496. 9. Tirmizî, Tahâret 103, no: 136. 10. Bkz. adı geçen son kaynak. 11. Bkz. Tirmizî, Tahâret 102, no: 135. 12. Bu hadisi Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah, şu isnadla rivayet etmiştir: Avf, Hilas b. Amr el-Hecerî’den, o da Ebû Hureyre ve Hasan’dan. (Bkz. Ahmed b. Hanbel, II, 429) Bu senette kopukluk yoktur. (Heysemî bu hadisi Bezzâr’ın, Abdullah b. Mes’ûd’dan rivayet ettiğini, ravilerinin Müslim’in Sahîh’inin ravileri olduğunu, keza Taberânî’nin el-Mu‘cemu’l-Kebîr’inde Abdullah b. Mes’ûd’dan rivayet ettiğini, ravilerin güvenilir kimseler olduklarını (Bkz. Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, X, 76, no: 10005); yine Taberânî’nin el-Mu‘cemu’l-Evsat’ında Abdullah b. Mes’ûd’dan rivayet ettiğini (Bkz. Taberânî,
el-Mu‘cemu’l-Evsat, II, 131, no: 1476); keza Beyhakî’nin es-Sünenü’l-Kübrâ’da Abdullah b. Mes’ûd’dan rivayet ettiğini (Bkz. Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 233, no: 16497) söylemiştir. Bkz. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, V, 117-118) 13. Beyhâkî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 233, no: 16497; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, X, 76, no: 10005; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, II, 131, no: 1476. 14. Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, IV, 490, no: 4262. Heysemî, hadisin ravilerinden Zem’a b. Sâlih’in zayıf olduğunu söylemiştir. (Bkz. Mecmau’z-Zevâid, V, 117) 15. Bkz. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, V, 117. 16. Müslim, Mesâcid 33, no: 537; Ebû Davud, Tıb 23, no: 3909 (Bu kaynakta hadisin sadece son bölümü mevcuttur.) 17. Bkz. İbn Kudâme, Muğnî, VIII, 151-155. 18. Bkz. Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, XIV, 176, 2189 no’lu hadisin izahı. 19. Bakara 2/102. 20. Ahmed b. Hanbel, VI, 40 (Heysemî bu hadisi Ahmed b. Hanbel’inrivayet ettiğini, ravilerinin Müslim’in Sahîh’inin ravileri olduğunu söylemiştir Bkz. Mecmau’z-Zevâid, IV, 249.) 21. Bkz. İbn Kudâme, Muğnî, VIII, 152. 22. Bakara 2/102. 23. Tirmizî, Hudûd 27, no: 1460; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 234, no: 16500; Hâkim, Müstedrek, IV, 360. (Bu hadisi Dârekutnî de rivayet etmiştir). Tirmizî diyor ki: Eğer hadisin ravilerinden İsmâîl b. Müslim, el-Mekkî ise bu, hadiste zayıf görülen biridir. Şayet İsmâîl b. Müslim, el-Abdî el-Basrî ise Vekî’ bunun güvenilen biri olduğunu söylemiştir. Bu hadis Hasan’dan da rivayet edilmiştir. Sahîh olan Cundeb’den mevkûf olarak rivayet edilendir. 24. Bkz. Tirmizî, Hudûd 27, no: 146. 25. Ebû Davud, İmâre 31, no: 3043; Ahmed b. Hanbel, I, 190, 191; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 234, no: 16498. 26. Mâlik, Ukûl 14. 27. Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, XXIII, 187, no: 303; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 234, no: 16499. 28. Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 234, no: 16501. 29. Enbiyâ 21/3. 30. Ahmed b. Hanbel, IV, 22, 218. 31. Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, XIV, 176. 32. “Zud”, Hintçe “jut”un Arapçalaştırılmış halidir. Bu isim Hindistan’ın (Pakistan’ın) Sind Eyaleti’nde yaşayan insanların ırk ismidir. Bunların bazıları zaman zaman Arap âlemine göç edip orada yerleşmişlerdir. Özellikle Basra’ya çokça yerleşmişlerdir. (Bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, VII, 308) 33. Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 236, no: 16506. 34. Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 237, no: 16507. 35. Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 8, no: 4023; İbn Mâce, Hudûd 1, no: 2833; Ahmed b. Hanbel, I, 61, 63, 65, 70, 163. 36. Bkz. Buhârî, Diyet 6; Müslim, Kasâme 25-26, no: 1676; Ahmed b. Hanbel, I, 382, 428, 444, 465. 37. Bkz. Ebû Davud, Hudûd 1, no: 4353; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 5, no: 4022; Ahmed b. Hanbel, VI, 181, 214. 38. Bkz. Hasan Karakaya, Akaid Risaleleri, Cin Sihir ve Büyü 39. Bkz. Buhârî, Tıb 50, Bed’u’l-Halk 11, Daavât 57, Edeb 56; Müslim, Selâm 43, no: 2189 ve diğer kaynaklar. 40. Buhârî, Cizye 14.
ZİLHİCCE 1437
9
KAPAK DOSYA
Hakan Sarıküçük
ŞEYTAN VE MİSYONU
H
amd; Cennetten, rahmetten, af ve mağfiretten Kovulmuş olan Şeytan’dan kendisine sığınmamızı bildiren Allahu Teâlâ’ya, Salat ve Selâm; Şeytan ve avânesine karşı türlü ikazlarıyla bizleri uyaran Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem efendimize, Allah’ın lütuf ve keremi de Şeytana karşı her zaman ve ortamda “euzu billahi” diyerek Allah azze ve celle’ye sığınan muvahhid kullarının üzerine olsun.
Şeytan Kimdir? Bu soruya verilecek en güzel cevap sanırız ki şu âyeti kerimedir: “Muhakkak ki şeytan, sizin düşmanınızdır. Öyleyse siz de onu düşman edinin. O, taraftarlarını ancak çılgın alevli ateşin yaranı olmaya çağırır.” (1)
10
EYLÜL 2016
Allah’a isyan ederek kibirlenip böbürlenen ve insan neslinin ilk ferdi Âdem aleyhisselâm’a secde etmeyen İblis, ilk şeytandır, şeytanların atasıdır. “Şeytan” kelimesi ise; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan, şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir cins isimdir. Şeytanlar, tercih edilen görüşe göre cinlerin bir kısmıdır ve bazı değerler bakımından meleklerin karşıtıdır. Zira melekler hayır işler, iyiliği emreder ve hayır üzere sabit kalırlar. Şeytanlarda şer işler, kötülüğü emreder ve kötülük üzere hareket ederler. Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Cin şeytanı olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı görüldüğü halde, ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile bilinir. Bu sebeple, şeytan isminden, genel
olarak, gizli ve kötü bir kuvvet, kötü ve habis ruh anlaşılır. İnsan şeytanı, cin şeytanına tabi, ona bağlıdır. Yaratılışta her cins, bir “ilk fert” ile başladığından, “şeytan” denilince, bu cinsin ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis” akla gelir. Şeytana, işlediği hatanın onu sonsuza kadar hüsrana uğratması sebebiyle “iblis” denmiştir. İblis, Şeytanın Kur’an’daki özel adıdır. İblis kelime anlamı olarak; hayırsız olan, zarara uğrayan, şaşkınlığa düşen manalarına gelmektedir. Daha Âdem aleyhisselâm ile karşılaştığı o ilk andan itibaren kıskançlık ve çekememezlik hastalığına yakalanmış olan Şeytan’ın vazifesi kıyamete kadar Âdemoğullarını Allah’ın lütfundan, nimetlerinden kısacası cennetten uzaklaştırabilmek için her türlü çaba ve gayreti göstermek olmuştur. Allah’a en yakın kul iken imtihana tabi tutulmak ve kendisinden yaratılış bakımından daha alt derecede bulunduğuna inandığı Âdemoğluna secde (keramet saygısı) etmekten imtina etmesi ve aklınca kıyasa müracaat ederek bu yanlışta ısrar etmesi onun rahmetten kovulmasına ve ebediyyen cehennemliklerden olmasına sebep olmuştur. Bu yanlışın akabinde diretmesi ve isyan etmesi onun kâfirlerden olmasına sebebiyet vermiş, o da bu sebeple Âdemoğullarını kendisi gibi cennetten alıkoyacak her türlü isyana, zulme ve tuğyana sevk etmek üzere cinlerden ve insanlardan olan tüm yardımcılarıyla harekete geçmiştir. Ku’an’ı Kerim’in naslarını incelediğimizde Şeytan ile insan arasındaki farkın şeytan hakkında isyan ve inkâr ile neticelenirken, Âdemoğlu hakkında ise tevbeye riayet etmek olduğunu görürüz. Nitekim hatayı idrak edip yanlışını kabul etmek ve bu hatadan en kısa sürede dönerek tevbe etmek te yine Âdem aleyhisselam’ın nesli olan insanlığın yapması gereken bir tutumdur. Aklı ön plana çıkarmak ve her şeye akıl ölçüsünde önem vermek ve aklın algılayamadığı şeyleri yok saymak ve kabul etmemek
Şeytanın durumuna düşmek kadar tehlikeli bir durumdur. Nitekim Şeytan aleyhillane Allahu Teâlâ’nın İlahlığını ve Rabliğini inkâr etmemişti. Allah’a ait olan hakları tamamıyla gasbetmeyi ve ona rakip olmayı ise hiç düşünmemişti. Ona karşı bir pakt oluşturup kendisine uyanlarla birlikte Allah’a savaş açmayı ise hiç hayal
“Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem’e secde edin! diye emrettik. İblis’in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.” (3)
dahi etmemişti. Çünkü o çok iyi biliyordu ki bu hususlarda Allah’a meydan okunamazdı. Ve böyle bir kalkışma sonu net bir felakete ve helake götürürdü. Ancak o Allah’ın sadece bir konuda ki emrine ki, o da Âdemoğluna secde etme emriydi, bunu kabul etmeyerek isyan etmişti., Akıl ölçüsüne göre mantıklı bir tarafı olmadığı için bunca zamandır Allah’a yakın olan kendisi gibi bir kul varken, yaratılışında dünyayı ifsad edecek ve kan akıtacak yeni yaratılmış bir varlığa tabi olmasını akli bir ölçüyle izah edemediği için diretmiş ve isyan etmişti. Nitekim bu durumu Kur’an’ı Kerim şöyle izah etmektedir. “Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.” (2) “Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem’e secde edin!
ZİLHİCCE 1437
11
diye emrettik. İblis’in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.” (3) Bütün melekler secde ettikleri halde sadece İblis secde etmemişti. “Hani Rabbin meleklere demişti ki: “Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.” “Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!” Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler. Fakat İblis hariç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı. (Allah:) Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir? dedi. (İblis:) Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim, dedi. Şeytan, Allahu Teâlâ’yı ilah ve Rab olarak görmesine ve bunu ikrar etmesine rağmen belki de bizler nazarında ufak(!) bir mesele gibi görünen ve kıyas yoluyla kendisinde doğrunun bulunduğuna inanılan bir meselede bile lanete uğramış ve ilahi huzurdan kovulmuştu. Ne acıdır ki bugün insanlık şeytandan daha kötü
Şeytanlar, tercih edilen görüşe göre cinlerin bir kısmıdır ve bazı değerler bakımından meleklerin karşıtıdır. Zira melekler hayır işler, iyiliği emreder ve hayır üzere sabit kalırlar. Şeytanlarda şer işler, kötülüğü emreder ve kötülük üzere hareket ederler. Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir.
12
EYLÜL 2016
bir duruma düşmüş Allah’a ait olan tüm haklar, beşeriyet tarafından gasbedilmiş(!) ve insanlık Allahu zu’l celâl karşısında ilahlığa soyunmuştur. Acaba şeytanı böyle feci bir duruma düşüren bir meseleden daha fazla ehemmiyet arzeden ve Allah’a karşı ilahlığa cüret etmek gibi bir meselede durum ne olur? Allah şöyle buyurdu: Öyle ise oradan çık! Artık kovuldun! Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır! (İblis:) Rabbim! Öyle ise, (varlıkların) tekrar dirileceği güne kadar bana mühlet ver, dedi. Allah buyurdu ki: “Sen mühlet verilenlerdensin” “Allah katında bilinen vaktin gününe kadar...” (İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna. (Allah) şöyle buyurdu: “İşte bana varan dosdoğru yol budur.” “Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.” Muhakkak cehennem, onların hepsine vâdolunan yerdir.” (4) Allah! Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin? dedi. İblis: Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi. Allah: Çık oradan (cennetten)! Sen artık kovulmuş birisin. Ve ceza gününe kadar lânetim senin üzerindedir! buyurdu. İblis: Ey Rabbim! O halde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi. Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin.’’ “O bilinen güne kadar” buyurdu. İblis: Senin mutlak kudretine andolsun ki, onların hepsini mutlaka azdıracağım.” “Ancak onlardan ihlâslı kulların hariç” dedi. Allah buyurdu ki, “O doğru ben hep doğruyu söylerim.” “Mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım!.” (5) Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem’e secde edin! diye emrettik. İblis’in dışındakiler secde
ettiler. O secde edenlerden olmadı. Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi. Allah: Öyle ise, “İn oradan!” Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu. İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi. Allah: Haydi, sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu. İşte o andan itibaren Şeytanın bütün çabaları o şerefli kılınan insan denilen varlığın acizliğini ve kendisinden daha aşağıda olduğunu(!) kanıtlamak olmuştu. Bu sebeple de hiç durmayacak kendisine verilen bu zaman diliminde saptırabildiği kadar çok insanı kendisiyle birlikte cehennem sürükleyecek, bu sebeple de en çok bu iddiasına karşı onun haksızlığına sebebiyet verecek olan sıratı müstakim üzerinde tüm plan ve programlarını yoğunlaştıracak ve burayı hedef alarak işe koyulacaktı. İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. «Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi. Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.” (6) İslam âlimleri bu ayet ile ilgili olarak çok önemli bir hususa dikkat çekmişlerdir ki o da şudur: İslam’da cihet (yönler) altıdır. Ayette sağ, sol, ön, arka bildirilmiş ancak üst ve alt zikredilmemiştir. İşte buda Şeytanın nüfuz edemeyeceği secde hali ile, kulun ellerini açarak Rabbine yöneldiği dua anıdır. Bu sebeple bu iki cihet müslüman için pek ehemmiyet arzeder. (Allah buyurdu ki) : Ey Adem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalim-
lerden olursunuz. Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi. Ve onlara: Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara: Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nidâ etti. (Adem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz. Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu. “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve orada (diriltilip) çıkarılacaksınız” dedi. (7) Yukarıdaki ayette de görüldüğü üzere şeytan, vesvese ve yalan yere yemin etmek suretiyle ve her türlü hileye başvurarak kandırdığı Âdem aleyhisselâm ve eşi hakkındaki tüm bu düşünceli ve iyilikyapar vari bu tavrını daha sonradan gelen Âdemoğullarının geri kalan nesline de uygulamış o ve avanesi her zaman “Biz ıslah edicileriz.” Sloganlarıyla hareket ederek inananları kandırmaya devam etmişlerdir. Ne acıdır ki saf olan insanoğlu bu iyi görünen zulüm ve şer odaklarının sözlerine kanmışlar ve onların peşinden ateşe doğru sürüklenmişler ve hâlâ da sürüklenmeye devam etmektedirler. Âdemoğlunun bir ferdi olarak bizler şunu hiç-
ZİLHİCCE 1437
13
bir arkadaştır o!” (11)
İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. «Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi. Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.” (6)
Ayet-i kerimelerden net olarak anlaşıldığı gibi, şeytan, insanları doğru yoldan, Allah’ın yolundan saptırmaya çalışacaktır; bu onun görevidir. İnsanlar içerisinde ona uyanlar olacağı gibi, ona uymayıp reddedenler de olacaktır.
bir zaman unutmamalıyız ki şeytan bizi hiçbir zaman sevmedi ve sevmeyecek. Düşmanlığı da kıyamete kadar devam edecek. Öyleyse kendisini ahirette bile satacak ve yarı yolda terk edecek bu asi ve hain varlığın izinden ne diye insanlık gider?
“Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.” (12)
“Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah’ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki şeytanın yandaşları hep kayıptadırlar.” (8) Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana “İnkâr et” der. İnsan inkâr edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım, der. Nihayet ikisinin de sonu, içinde ebedî kalacakları ateş olacaktır. İşte bu, zalimlerin cezasıdır. (9)
14
Allahu Teâlâ Kur’an’da, şeytanın bizim düşmanımız olduğunu bizlere defalarca bildirmiştir. Bu düşmanlık kıyamete kadar asla bitmeyecektir. Biz ona şirin gözüksek bile o bizi asla sevmeyecek ve bizden razı olmayacaktır. Zaten onu razı etmek demek Rabbimize isyan manasına gelir ki böyle bir husus hiçbir müslüman için düşünülemez ve kabul edilemez. Şeytanın bu düşmanlığından habersizmiş gibi davranmak ve bunu bilmemek ise mümkün değildir. Biz müminler, devamlı olarak şeytandan uzak durmalıyız ve kesinlikle ona uymamalıyız. Aksi halde biz de onun gibi Allah’a isyan edenlerden oluruz. Konumuzu Rabbimizin bizlere yaptığı şu ilahi ikaz ile bitirelim.
Selam ve Dua ile ------------------------1. Fatır,6. 2. Bakara,30. 3. Araf,11. 4. Hicr,28-43. 5. Sad,75-85. 6. Araf,12-18 7. Araf,19-25.
“Müşrikin arkadaşı (şeytan) der ki: Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi derin bir sapıklık içindeydi.” (10)
8. Mücadele,19.
“Şeytan bir kimseye arkadaş olursa, ne kötü
12. Araf,27.
EYLÜL 2016
9. Haşr,16-17. 10. Kaf,27. 11. Nisa,38.
KAPAK DOSYA
Said Özdemir
İ
slâm ümmetinin yeni yeni filizlenmeye başladığı bir çağda Müslümanların en büyük
dertleri ‘İslâm’ın bütün kavramlarını ihyâ etmek, gizlememek, onu muhâfaza etmek ve bizâtihi yaşamaktı.’ Kutlu Nebiden böyle öğrenmişlerdi. Eğer bu dine imza atıp gireceklerse türlü türlü belâlara karşı dik durup her zaman hakkın savunuculuğunu yapacaklardı. Tarihin seyri ne kadar değişse de, zaman ve zemin her ne kadar farklılaşsa da müminin bir
Kazanma Kuşağında Önümüze Çıkan Bir Hastalık; Bel’âmlık / Hakkı Gizlemek
yüzü olacak, duruşu her zaman çevresine örnek, sözleri ve fiilleri ise kendi döneminde ki insanları harekete geçirecek güçte olacaktı. İşte sahâbeler bu sarsılmaz öğretileri iç benliklerine kazımış dinde tavizsiz bir hayatın en renkli görüntüsü olmuş, kazanma kuşağında kaybedenlerden olmamışlardı. Ne var ki ilerleyen günler insanın nefsinin kumandasına kendisini teslim ettiği, fitnelerin ard arda geldiği, bâtılın hak suretinde gösteril-
إذا سكت العالم تقية والجاهل يجهل فمتى يظهر الحق
diği ve kavramların içinin boşaltıldığı bir zamanı soludu. Efendimiz aleyhisselâm’ın: “Az bir dünya malına dinlerini satacaklar’ (1) dediği gibi dini yaşamanın, akide savaşı vermenin zorluğundan kaçan her fert dini sulandırmaya, onun kavramlarıyla oynamaya başlamıştı. Al-
“Âlim takiyye yaparak susarken (hakkı söylemezse) cahilde bir şey bilmezken hak nasıl ortaya çıkacak!”
lah kullarının maslahatını hiç kimsenin heva ve hevesine bırakmamışken bu konuda rol kesen insanlar zuhûr etmiş, bunu yaparken de ‘Allah için yapıyoruz’ kisvesine bürünerek insanları hak yoldan çekip almışlardı.
ZİLHİCCE 1437
15
“Onlara, kendisine âyetlerimiz hakkında ilim nasib ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat: Evet, o adam bu ilme rağmen o âyetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı. Eğer dileseydik, onu o âyetler sayesinde yüksek bir mevkiye çıkarırdık, lâkin o yere saplandı ve hevasının esiri oldu. Onun hali tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da yine dilini salar solur! İşte bu, tıpkı âyetlerimizi yalan sayan kimselerin misalidir. Sen olayı onlara anlat, olur ki düşünüp kendilerine çekidüzen verirler.” (2)
Hâlbuki bu hâli/bu filmi biz daha önce tarih sahnesinde çok defa izlemiş, bilinçaltımıza hep ‘Bel’am’ olarak kaydetmiştik. Kim hakkı ört bas ederse ona misâl olarak getirilirdi ‘Belâm bin Baûra’. İnsanların gönüllerinde manevi tahta talip olan, Firavunun saltanatına ‘hayır’ diyen Musa aleyhisselâm’ın döneminde kendisine ilâhi görevler ve lütuflar verilmişken zâlimin yanında var olan mal, mülk ve saltanata aldanmış, Allah’ın peygamberinin yanındayken karşı tarafa geçmiş bir prototipti Bel’am bin Baûra. Bunlar bir merkezden yayılmış gibi tarihin çeşitli dönemlerinde gelen her arzu ve isteği kendi açısından değerlendiren, kendi akıllarını şeytana satan, zâlimin sarayında entrika ekip kasırga biçen, başkalarının kuyularını kazmak için ilâhi öğretileri değiştiren kişilerdi. Bunlar bazen âlim, bazen talebe, bazen de hakkı saptıran sıradan insanlardı. Nefislerine köle olmak, insanları müstakim olan yoldan çıkarmak ortak görevleriydi. Bunlar hatalı olduklarını
16
EYLÜL 2016
Musa aleyhisselâm Kızıl denizi aşınca ya da ölüm meleği can alıcı bir halde geldiği zaman farkına varmış Allah’ın kendilerine kıyâmete kadar lanet ettiği kimselerdi. “Onlara, kendisine âyetlerimiz hakkında ilim nasib ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat: Evet, o adam bu ilme rağmen o âyetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı. Eğer dileseydik, onu o âyetler sayesinde yüksek bir mevkiye çıkarırdık, lâkin o yere saplandı ve hevasının esiri oldu. Onun hali tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da yine dilini salar solur! İşte bu, tıpkı âyetlerimizi yalan sayan kimselerin misalidir. Sen olayı onlara anlat, olur ki düşünüp kendilerine çekidüzen verirler.” (2) Bu derece aşağılanmayı hak etmeleri kul ile Allâh’ın arasına perde olmalarıydı. Hâlbuki Allah kendisini bizlere tanıtmak, ilahlığını bizlere göstermek, indirmiş olduğu hak dinden haber vermek için kâinatı yaratmış, peygamberler göndermiş ve insanoğluna bu hususta görevler vermişti. Ne zaman ki son din olan İslam dini zuhûr etti, efendimiz aleyhisselâm İslam’ın emirlerini, öğretilerini doğru bir şekilde ortaya çıkarıp onu İslam’ın ipi ile sağlamca bağladı. O zamandan beri bu ipi hiçbir beşer gücü çözemedi, çözmeye yeltenemedi. Bu ümmet riddet olaylarını, Kâbe’ye sığınan Müslümanların kanının dökülmesi için Kâbe’nin ateşe verilmesini, Tatar ve Moğol tiranlarının işgalini, haçlı seferlerini, Siyonistlerin istilasını yaşadı. Ama en büyük tehlikenin esasında bunlar olmadığını da gördü. Esas tehlike, musibet âlim rolünde olanların Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in bağladığı ipi çözmeye yeltenmesi ve güçten yana olmasıdır. Bunların en büyük cürümleri zulüm düzenlerini desteklemeleri, zâlimin saltanatını yerle bir edecek kur’an âyetlerini kendi hevâ ve hevesleriyle yorumlamaları, bir açıdan ilahlık iddia ederek zâlimin sarayına
harç yapmaları, kaviye/güçlü’ye alkış tutmaları, zayıfları ve güçsüzleri tekmelemeleridir. Derelerde olanların tepelerle dalaşmaya girdiği veya çukurda kalmışların zirvelere laf attığı bir zaman da Rabbâni âlimlerin azlığı, hakkı söyleyenlerin azaldığı bir dönem ne acı dönemdir. İnsanı en çok üzen de günümüz hak ehlinin kabuğuna çekilmesi ve meydanı bel’amlara bırakmalarıdır. Bunu yaparken de fitneden uzak kalmak, teknolojiye bulaşmamak, sıradan insanlarla aynı kulvarda bulunmamak gibi hikmet(!) örnekleri sergilemeleri ise daha da acı veren bir hâldir. Tâbi olmuş oldukları Nebileri ukaz, mecenne, zü’l mecaz pazarlarını dolaşıp davet ederken onların böyle hikmet yarışına girmeleri, böyle hallere bürünmeleri ise baştan aşağı hayret edilecek bir durum, şaşılacak bir girdaptır. Bizler daha büyük davet alanlarını bırakıp kendi mahallelerimiz de bir şeyler yapmaya çalışırken akide ve amel olarak sapık olanlar tv programlarını, sosyal medya mecralarını en iyi şekilde kullanıp, kitlelere hitap edip, hem kendileri hem de halkları saptırırken devâ bulmaz bir sefâletin derdi neslimize musallat olmuşken biz hala sözde ve sarıkta Müslümanlar, davetçiler olarak kalmamız ne hazin bir durumdur. Söyler misiniz o zaman bu halk nasıl hakikati öğrenecek!? Tarihin fikren karardığı bir dönem de insanlar yanlış ideolojinin ve fikrin kurbanı olacakken Allah Ahmed bin Hanbel gibi bir âlimi göndermiş, O büyük imam rahimehullah inandığı doğrudan, sabiteden asla sapmamıştı. Bir ara işkencenin dozajı arttığı bir zaman da İmam Mervezi ona gelip, ‘Kur’an mahlûktur’ meselesinde tevriye (3) yapmasını söylemişti. O büyük imam ise bize ders olacak şu ince hakikati söyledi:
إذا سكت العالم تقية والجاهل يجهل فمتى يظهر الحق
“Âlim takiyye yaparak susarken (hakkı söylemezse) cahilde bir şey bilmezken hak nasıl ortaya çıkacak!” Bizler aynı durumu, ahvâli Üstad Seyyid Kutub rahimehullahta da görüyoruz. Mahkeme konuşmalarından birinde bir arkadaşı gelip görüşlerinden vazgeçmesini en azından biraz yumuşamasını söylemiş, İslâm şehidi ise: “Akide de tevriye/takiyye yapmak caiz değildir” demişti. Zamanın her anında Müslümanlar akide ve inançlarını ortaya koymalı, hiçbir gizleme ve örtbas etme girişiminde bulunulmamalıdır. Akıllarındaki kusuru, ellerindeki güçle telâfi edenlerin piyonları asla olmamadır. Bunu yaparken de beşerin yumrukları, zâlimin zindanlarından da asla korkulmamalıdır. Evet, hakkı ortaya çıkaracak olanlar her gün fikir değiştirenler, aldıkları paralara göre veya belirli güce göre konuşan, tv ekranlarında dün söylediklerini bugün inkâr edenler değildir. Bunların inandığı davalar günü geldiğin de hıçkırıksız feryatsız yıkılıp gidecektir. Hakkı ortaya koyma ve açıklama misyonunu üstlenmek her zaman hakkın sesi olmaya tâlip Müslüman âlimler ve davetçilerin görevidir. Onların cılız sesleri gün olur fikir olur; hakikati diriltir, umut olur; ruhları şahlandırır. Yeter ki davamıza olan ümidimizi yitirmeyelim… “Ne zaman insanlık kurtuluş ipini göğüslese mutlaka önlerine bel’amlar çıkar ellerindeki desise ve batıl makaslarla hak ipini kesip İslâm baharının gelmesine engel olurlar.” Onlar engel oldukça Müslümanlar da granitleri kıracak akide ve fikirleri anlatmaya devam edeceklerdir Allâh’ın izni ile… ------------------------1. Müslim 1/297 2. A’raf sûresi/175-176 3. Tevriye (iki Anlamlılık) : Birden çok gerçek anlamı olan bir sözü herkesçe bilinen ( yakın )anlamında değil de uzak anlamını kastederek kullanmaya denir.
ZİLHİCCE 1437
17
KAPAK DOSYA
Ahmed İnal
Şeytan ve Hizmetkârlarının Ortak Adı; Tağut
D
ünya hayatı, şeytan ile âdemoğlunun amansız mücadelesinin cereyan ettiği se-
değildir. Zira kendilerini Allah’a adayan mü-
rüvenin adıdır. Allah(cc) bu yolculuğun başın-
da vardır. Gerek insanlardan gerekse cinlerden
da müminleri birbirlerine kardeşler kıldığı gibi
olan bu kullar şeytan tarafından çepeçevre ku-
şeytan ve dostlarını da düşman kılmıştır. İki
şatılarak onun elinde bir kukla gibi her türlü
taraf arasındaki bu düşmanlığın dünya serü-
şekle girmişler ve “Şeytanın Hizmetkârlar
venini başlattığı ne kadar hakikat ise bu serü-
Ordusu”nda yerlerini alarak hak ile çetin bir
venin sonuna kadar devam edeceği de o kadar
kavgaya tutuşmuşlardır. Ancak, Allah(cc) bu
büyük bir hakikattir. Ne var ki şeytan; bitmek
ordunun kemiyet olarak bir güç teşkil etse de
tükenmek bilmeyecek bu mücadelede akla ha-
keyfiyet olarak basit ve zayıf tabiatta olduğunu
yale gelmedik her türlü hile ve desiseleri kul-
18
minler olduğu kadar şeytana adanmış kullar
haber vererek müminlere onlar ile savaşmaları-
lanmaktan geri durmamakta, kurduğu tuzak-
nı emretmiştir:
ları özü itibariyle olmasa da görüntü itibariyle
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inan-
yenileyerek düşmanının önüne sunmaktadır.
mayanlar ise tâğut(batıl davalar ve şeytan)
Unutulmamalıdır ki; bu büyük mücadelede
yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostla-
müminler yalnız olmadığı gibi şeytan da yalnız
rına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kur-
EYLÜL 2016
duğu düzen zayıftır.” (Nisa Suresi, 76)
Allah’a isyan ise üç derecede olabilir:
Şeytan, emrine amade kıldığı bu köleleri mü-
1) Eğer bir kimse Allah’ın kulu olduğunu kabul eder, fakat pratikte O’nun emirlerinin aksini yaparsa buna fasık denir.
minler ile girmiş olduğu yarışta kullanmakta ve onlar sayesinde gücünün yettiği kimselerin mallarına ve evlatlarına ortak olmaktadır: “Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaatlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey vaat etmez.” (İsra, 64)
2) Bir kimse Allah ile irtibatı koparır ve başka birisine bağlanırsa o zaman kâfir olur. 3) Eğer bir kimse Allah’a isyan eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tağut’tur. Böyle bir kimse şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. (Tefhimül Kur’an,I, 202)
Şeytan insanları hak yoldan geri çevirmek için bazen bizzat insanın kendi nefsini, bazen insan ve cinlerden olan yardımcılarını, bazen de insanların kalplerini ve zihniyetlerini kendisiyle şekillendirdiği ideolojik sistemleri kullanır. Kur’an-ı Kerim, kullandığı vasıtaların çeşitliliğine bakmaksızın genel olarak, Şeytana ve onun hizmetine girmiş olan her türlü unsura “Tağut” kavramıyla hitap ederek onları aynı paydada toplamıştır.
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tâğut(batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.”
Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın ifadelerine göre; arzuları ilahlaştırılan her nefis, Allah’ın emir ve yasaklarını tanımayan her fert, İslam dini ile çatışan düzen ve düsturlara çağıran her önder, Allah’tan başka zatında güç görülen tüm eşya/insan/ putlar, Allah’ın şeriatıyla çatışan tüm gelenekler ve esas alınan tüm rejimler tağuttur. Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere tağut; şekiller üzerine değil; işlevler üzerine bina edilen çok geniş bir kavramdır. Bu işlevi taşıyan canlı, cansız, soyut ve somut varlıkların tümü tağut olarak isimlendirilir. Mevdudi’nin yaptığı değerlendirmelere göre ise; Arapça olan “tağut” kelimesi sözlük anlamıyla sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden, insanların hâkimi ve mâliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır.
Bir kimse tağutu reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah’a ve O’nun mükemmel nizamı olan İslam’a ait olduğunu tasdik etmedikçe tevhidin kulpuna yapışamaz, imanını salahiyete erdiremez. Bu hakikati Allah(cc) şöyle bildirir: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayrılmıştır. Artık her kim tâğutu inkâr edip, Allah’a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir. “ (Bakara, 256) Ayetler üzerinde birazcık olsun tefekkür eden bir mümin, bu ayette tağutu reddetmenin Allah’a imandan önce gelmesinin hikmetlerini idrak edecektir. Tağutu tümüyle reddetmek,
ZİLHİCCE 1437
19
lah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!” (Nahl, 36)
Mevdudi’nin yaptığı değerlendirmelere göre ise; Arapça olan “tağut” kelimesi sözlük anlamıyla sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden, insanların hâkimi ve mâliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. ondan ateşten kaçar gibi kaçmak, imanın ön şartıdır. Virüslü bir hard diske yeni bilgiler eklenemeyeceği gibi; tağutu inkâr etme cüretini gösteremeyen, Allah’ın dışındaki tüm sahte ilahlara ve onların zayıf düzenlerine “LA”(HAYIR) diyemeyen zihinlere ve kalplere de iman yüklenemez. Yine aynı hikmete istinaden; İslam’a giriş sözü olan Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet’te Allah’ın ilah olmasının kabulünden önce, tüm sahte ilahların inkârı gelmektedir. Tağutları reddetmeyi imanın ön şartı olarak esas kabul etmek tüm peygamberlerin ortak sünnetidir. Hz. Âdemden, Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler tağutlara ve tağuti düzenlere savaş açmış ve kavimlerini onlara karşı uyarmıştır: “Andolsun ki biz, «Allah’a kulluk edin ve Tâğut’tan sakının» diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Al-
20
EYLÜL 2016
Peygamberlere ve tevhidi davetlerine engel olmak isteyen tağutlar kimi zaman put şeklinde kimi zaman insan şeklinde kimi zaman da düzen ve ideoloji şeklinde hakkın karşısında saf tutmuştur. Tağutların put veya diğer maddi varlıklar şeklinde belirmesi eski çağların, insan şeklinde zuhur etmesi tüm zamanların, düzen ve ideoloji şeklinde temayüz etmesi ise özellikle modern zamanın bir özelliğidir. Maddi varlıklara doğrudan tapmak, onlara kutsiyet atfetmek ve Allah ile eşdeğer olduklarını kabul etmek tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolup gitmiştir. Günümüz dünyasında ineğe kutsallık izafe eden Hindular ve bir kaç sapkın görüş sahiplerinin dışında bu refleksi temsil eden farklı bir örnek bulunmamaktadır. Klasik anlamda bir Putperestlik bugün insanlığı tümüyle tehdit eden bir unsur olmaktan çıkmıştır. Ancak, şeytan bugün daha tehlikeli planlarla karşımızda durmaktadır. Çünkü tağut ve putu sadece maddi varlıklardan ibaret olarak gören bireyler şeytanın stratejisindeki bu değişikliğin farkına varamamışlar ve onun ağlarına takılmaktan kurtulamamışlardır. Çağdaş dünyada tağutlar, maddi olma özelliklerini bir kenara bırakarak soyut fikirsel yapılara ve ideolojilere bürünerek yeni bir anlam kazanmıştır. Artık, İslam ile mücadelenin temelinde asıl unsur, tağutlaşmış şahısların ya da başka maddi varlıkların bizzat kendisi olmaktan ziyade gayri İslami ideolojilerin şekillendirdiği sistem ve düzenlerdir. Bu sistemler hadlerini aşarak azgınlaşmış şahısları her ne kadar içlerinde barındırsalar da esasında şahıslar üstü bir özellik taşımaktadırlar. Bu yapılarda fertler değişse de İslam ile mücadele sekteye uğramamakta, yeni metotların üretimine devam edilmektedir. Bu açıdan, günümüz insanı-
na tağutun sadece Lat, Uzza, Menat gibi putlar,
inkâr etmesi gereken hususların en başında
Firavun, Nemrut gibi şahıslar olmadığını ha-
gelir. İnsanın önünde iki yol bulunmaktadır.
tırlatmak ve söz konusu değişikliği idraklerine sunmak iktiza eder. Daha önce bahsi geçtiği üzere Tağutların insan şeklinde tebaruz etmesi sadece eski dönemle-
Ya Allah'ı velisi olarak kabul ederek onun istekleri doğrultusunda neticesi saadet olan bir hayat yaşayacaktır ya da baş tağut olan şeytanın
rin değil tüm çağların ortak özelliğidir. Bilimsel
hizmetine girerek karanlıklar içinde kaybola-
ve teknolojik gelişmelerin zirve yaptığı, insa-
caktır.
nın ve aklının neredeyse ilahlaştırıldığı modern dönemde bile insanların bir akıl tutulmasına
“Allah, inananların dostudur, onları karan-
uğrayarak bazı şahıslara kayıtsız şartsız itaat
lıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere
ettikleri, hayatlarını Allah’ın emirlerine göre
gelince, onların dostları da tâğuttur, onları
değil de bu şahısların arzu ve istekleri doğrultusunda şekillendirdikleri vakidir. Unutulma-
aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte
malıdır ki; bir şahsın tağut olarak kabul edil-
bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada de-
mesi için illa ki Firavun ve Nemrut gibi ilahlık
vamlı kalırlar.” ( Bakara Suresi,257)
iddia etmesi ya da açıktan açığa Allah ile bir mücadeleye tutuşması gerekli değildir. Allah’a rağmen insanlara bir hayat programı sunmak, onları Allah’ın yolundan gizli ya da açık olarak geri bırakmak, insanları kendi emirlerine kul yapmak her tağutun ortak özelliğidir. Bunu yapan şahsın âlim, kanaat önderi ya da siyasi lider olması fark etmeksizin Allah’a karşı tuğyan(azgınlık) içinde olduğu muhakkaktır. İnsanlar çoğu zaman tağutları dışarıda ararlar. Ancak tağutlar bazen insanın bizzat kendi nefsi olabilmektedir. Allah'ın(cc) buyurduğu gibi; Arzularını kendine ilah edinmiş olanı gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın? (Furkan Suresi, 43) İnsan kendi arzu ve isteklerini Allah'ın emirlerinin önüne geçirdiği ve nefsinin kulu, kölesi olduğu zaman o nefis, sahibinin ilahı haline gelebiliyor. Bireyciliğin öne çıkarıldığı, insana sınırsız bir ego ve hürriyetin bahşedildiği(!),insana değer atfedilirken ifrata kaçıldığı böylesi dönemlerde müminlerin bu hususa dikkat etmeleri son derece elzemdir. Netice olarak diyebiliriz ki; şeytan, onun hizmetkârları ve maşa olarak kullandıkları her
Çağdaş dünyada tağutlar, maddi olma özelliklerini bir kenara bırakarak soyut fikirsel yapılara ve ideolojilere bürünerek yeni bir anlam kazanmıştır. Artık, İslam ile mücadelenin temelinde asıl unsur, tağutlaşmış şahısların ya da başka maddi varlıkların bizzat kendisi olmaktan ziyade gayri İslami ideolojilerin şekillendirdiği sistem ve düzenlerdir.
faktörün ortak adı olan tağut, bir müminin
ZİLHİCCE 1437
21
KAPAK DOSYA
Ebubekir Eren
Yeterli Gelen
Az Mal Baştan Çıkaran Çok Maldan
Hayırlıdır
H
amd âlemlerin Rabbi Allah’a, salat ve selam resullerin sonuncusu Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ashabına ve kıyamete kadar ihsan ile kendisine tabi olanların üzerine olsun. Bu yazımızda Allah’ın izniyle Karun kısasından bahsedeceğiz ve Allahu Teâlâ’nın ona ne yaptığını açıklamaya çalışacağız. Allahu Teâlâ bu kısssayı Kasas Sûresinin sonunda bize haber vermektedir. "Şüphesiz Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez.” Ve Allah’ın sana verdiği şeylerin içinde bulunan ahiret yurdunu iste. Ve dünyadan nasibini (de) unutma. Allahu Teâlâ’nın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et (karşılıksız ver). Ve yeryüzünde fesat isteme (çıkartma). Muhakkak ki Allah, müfsidleri (fesat çıkaranları) sevmez." (1) Seyyid Kutub bu ayetin tefsirinde der ki: Karun, Hz. Musa’nın (selâm üzerine olsun) kavmine mensup bir kişiydi. Yüce Allah ona çok mal vermişti. Kur’an-ı Kerim bu çokluğu “hazineler” olarak nitelendiriyor. Hazine ise, kullanım ve tedavül fazlası malın saklandığı, yatırıldığı gizli depodur. Bu hazinelerin anahtarlarının bir grup güçlü, kuvvetli erkek tarafından zor taşınabildiğini belirtiyor. Bu yüzden Karun, kavmine karşı azgınlaşıyor, haksızlık ediyor. Ancak onlara hangi konuda haksızlık ettiği belirtilmiyor. İfade, türlü azgınlığı ve haksızlığı kapsayacak şekilde belirsiz olarak bırakılmak isteniyor. Belki de onlara zulmederek, çoğu zaman mal sahibi tağutların yaptığı gibi topraklarına ve araç gereçlerine el koyarak azgınlaşmıştı. Belki de onları bu maldaki haklarından yoksun bırakma suretiyle haksızlık etmişti. Bilindiği gibi zenginlerin mallarında yoksulların hakkı vardır. Ancak bu şekilde çevrelerinde bu mala ihtiyaç duyan birçok yoksul
"Şüphesiz Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez.” Ve Allah’ın sana verdiği şeylerin içinde bulunan ahiret yurdunu iste. Ve dünyadan nasibini (de) unutma. Allahu Teâlâ’nın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et (karşılıksız ver). Ve yeryüzünde fesat isteme (çıkartma). Muhakkak ki Allah, müfsidleri (fesat çıkaranları) sevmez."
varken, sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olması engellenir. Aksi takdirde kalpler kin ve kıskançlık duygularıyla bozulur, insanlık hayatı yozlaşmış olur. Kısacası Karun bu ve benzeri nedenlerden dolayı kavmine karşı azgınlaşmış, haksızlık etmiş olabilir. Her ne şekilde olursa olsun, o zaman kavmi arasında onu bu azgınlıktan vazgeçirmeye ve yüce Allah’ın servet konusunda uyulmasını istediği dengeli ve tutarlı sisteme döndürmeye çalışan kimseler bulunuyordu. Yüce Allah’ın servet için belirlediği bu sistem, zengini servetinden yoksun bırakmaz, onları yüce Allah’ın kendilerine bahşettiği maldan dengeli bir şekilde yararlanmaktan alıkoymaz. Sadece onların, kontrollü ve dengeli harcamada bulunmalarını öngörür. Bundan önce de, kendilerine bu nimetleri veren yüce Allah’ın gözetimini ve ahiret günü ile bu günde gerçekleşecek olan hesaplaşmayı düşünmelerini ister.
ZİLHİCCE 1437
23
Karun’un Cevabı Karun’un cevabı: Bu malı, sahip olduğum bilgiyle hak ederek topladım. Malı toplayıp biriktirmemi bu bilgi sağladı. O halde size ne oluyor ki, bu malı belli bir yönde harcamamı empoze etmeye çalışıyorsunuz? Neden özel mülkiyetime müdahale ediyorsunuz? Ben bu malı özel çabamla elde ettim. Kendi özel bilgimle bu serveti hak ettim. Bunlar nimetin kaynağını ve veriliş hikmetini unutan, gözü hiçbir şeyi görmeyen, malın çekiciliği ile aldanan ve zenginliğin kör ettiği kibirli birinin sözleridir. İnsanlar arasında bu örneğe her zaman rastlanır. Çünkü zenginliğinin tek nedeninin bilgi ve becerisi olduğunu sanan çok insan vardır. Bu yüzden bu tür insanlar, mallarını harcamaları veya harcamamaları konusunda kimseye karşı sorumlu olmadıklarını sanırlar. Malı ile neden olduğu bozgunculuk ve iyilikten dolayı hesap vermeyeceklerini düşünürler, mala karşı tutumları ile yüce Allah›ın öfkesini ve hoşnutluğunu çekeceklerini düşünmezler. İslâm, ferdi mülkiyeti tanır ve kendisinin belirlediği helâl yollarla mülk edinmek için harcanan kişisel çabalara değer verir. Hiçbir zaman kişisel çabayı küçümsemez ya da geçersiz saymaz. Şu kadarı var ki, İslâm aynı zamanda ferdi mülkiyet edinmek ve geliştirmek için belli bir sistemi zorunlu kıldığı gibi, bu mülkiyetin kullanımı ve tasarrufu açısından da belli bir sistemi zorunlu görür. Bu sistem dengeli ve tutarlıdır. Ferdi, emeğinin ürününden yoksun bırakmaz…
Dünya Hayatını İsteyenler “Karun süsü, debdebesi içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler; “Keşke Karun’a verilenlerin bir benzeri de bize verilse, doğrusu o büyük varlık sahibidir” demişlerdi.”
24
EYLÜL 2016
Her zaman ve her yerde dünyanın çekiciliği, göz alıcı süsleri bazı kalpleri kendine çeker. Bu çekicilik, bu göz kamaştırıcı süsler, dünya hayatını isteyenlerin başını döndürür. Bunlar dünya hayatının çekiciliğinden, göz kamaştırıcı süslerinden daha üstün, daha onurlu değerlerin farkında değildirler. Bu süslere sahip olanların bunları ne pahasına satın aldıklarını sormazlar. Mal-mülk ve makam mevki gibi yeryüzü nimetlerini hangi yollarla elde ettiklerini bilmezler. Bu yüzden sineklerin tatlının başına üşüşmesi gibi bu çekici güzelliklere kapılır, başına üşüşürler. Bu malı elde etme karşılığında ödedikleri ağır bedele, geçtikleri iğrenç yollara, kullandıkları pis yöntemlere bakmadan zenginlerin sahip oldukları debdebeye bakıp salyalarını akıtırlar.
Kendilerine İlim Verilmiş Basiretli Kimseler “Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise; “Size yazıklar olsun, inanan ve yararlı iş yapanlar için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur” dediler.” Allah’a bağlı olanlara gelince, onların hayatı değerlendirdikleri bir başka ölçüleri vardır. Mal, süs ve dünya nimetlerinden başka değerler yer etmiştir içlerinde. Onlar yeryüzünün bütün değerlerinin cazibesine kapılmayacak, göz alıcı süslerin önünde küçülmeyecek kadar
yüce ruhlara, ulu kalplere sahiptirler. Onlar Allah’a bağlanarak yüceldikleri için, kulların sahip oldukları mevki ve makamlar karşısında küçülmekten korunmuşlardır. Onlar “Kendilerine ilim verilmiş” kimselerdir. Onlara hayatı gereği gibi değerlendirdikleri gerçek bilgi verilmiştir.
de mevkisi kendisini kurtaramadı.
Allah’ın vereceği sevap bu göz alıcı süslerden daha iyidir. Allah’ın katındaki nimetler Karun’un yanındaki mal ve mülkten daha hayırlıdır. Böyle bir bilince sahip olmak, ancak sabırlı kimselerin ulaşabildikleri üstün bir derecedir. Bu dereceye ulaşan kimseler insanların eşya ve olayları ölçüp değerlendirdikleri kriterler, ölçüler karşısında sabrederler. Hayatın çekiciliğine, baştan çıkarıcı özelliğine karşı sabrederler. Birçoklarının imrenerek baktıkları şeylerden yoksun olmaya sabrederler. Yüce Allah da onların bu şekilde sabırlı olduklarını bildiği için, onları bu üstün dereceye yükseltmiştir. Bu, yeryüzündeki her şeyin üstüne çıkma, onlara tepeden bakma derecesidir. Hoşnutlukla, güvenle ve içtenlikle yüce Allah’ın vereceği sevabı tercih etme, O’nun katındaki nimetleri isteme derecesidir.
Mütevazı Müminlerin Ödülü
Karun İmtihanı Kaybediyor “Sonunda biz onu da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Kendi kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi.” İşte böyle, tek bir cümleyle ifade edilebilecek kısa bir sürede, yıldırım hızıyla gelişen ani bir hareketle “Onu da sarayını da yerin dibine geçirdik.” O da sarayı da toprağa gömüldü. Üzerinde büyüklük kompleksine kapıldığı, mal varlığına güvenerek herkese tepeden baktığı yerin dibine girdi. Hiç kuşkusuz bu, onun sergilediği tavra uygun bir karşılıktır, yerinde bir cezadır. Böylesine böbürlenen, malın sağladığı güce güvenerek insanlara tepeden bakan Karun, güç-süz ve çaresiz biri olarak yok olup gitti. Hiç kimse ona yardım etmedi. Ne malı ne
Onunla birlikte bazı insanları etkisi altına alan bu zor imtihan da bitti. Bu öldürücü darbe fitnenin büyüsüne kapılan bu insanları Allah’a döndürdü. Kalplerinin üzerini örten gaflet ve sapıklık perdesi kalktı.
Bu sahnenin de perdeleri iniyor. Kudret elinin açıkça ve dolaysız olarak olaya müdahale etmesiyle mü’min gönüller üstün gelmiş, iman değeri terazinin kefesinde ağır basmıştı. Şimdi de en uygun bir zamanda sahneye ilişkin değerlendirme yer alıyor: “İşte ahiret yurdu. Onu yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmayanlara veririz. Güzel sonuç Allah›a karşı gelmekten sakınanlarındır.” Kendilerine ilim verilenlerin, eşyayı gerçek değeri ile değerlendiren, gerçek bilgiye sahip olanların sözünü ettiği ahireti... Çok üstün dereceli, engin ufuklu ahiret yurdunu... Evet, bu ahiret yurdunu: “Yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmayanlara veririz.” İçlerinde kendilerini üstün görme gibi bir düşünce yer etmez. Kalplerinde kendilerini beğenme, şahıslar ve onunla bağlantılı şeylerle gurur duyma, büyüklük kompleksine kapılma gibi bir duygu uyanmaz. Şahıslarına ilişkin düşünceleri bir kenara bırakarak kalplerini Allah düşüncesi ile O’nun hayat sistemine ilişkin bilinç ile doldururlar. Onlar bu dünya hayatındaki varlıklara, eşyalara, yeryüzü değerlerine ve ölçülerine bir değer vermezler. Bir şey yaparken, bunları göz önünde bulundurmazlar. Rabbim yardımıyla bizleri de her türlü imtihanı kazanan kullarından eylesin âmin, vesselam… ------------------------1. Kasas.76-81.Ayetleri. Not: Konu Fi Zilal’il Kur’an’dan özetlenerek hazırlanmıştır.
ZİLHİCCE 1437
25
OLAYLAR VE YORUMLAR Nedim Bal
Bismillahirrahmanirrahim Bir önceki yazımızda emperyalizm konusu üzerinde durmuştuk. Bu yazımızda da emperyalist ülkelerin tarih boyunca işlemiş oldukları katliam, vahşet ve insanlık suçlarından bahsetmeye çalışacağız. Şunu hemen belirtelim ki emperyalist ülkelerin yaptığı cürümlerin hepsini yazmaya kalksak bize ayrılan sayfalar buna yetmez. Bu sebeple batılı emperyalistlerin yaptığı zulümlerden özetle bahsedeceğiz. Bilinmesi gerekir ki bu zulüm ve vahşetler burada bahsedilenlerden ibaret değildir.
Emperyalist Ülkelerin Günah 2 Galerisi İngiltere, orijinal adı Büyük Britanya (Birleşik Krallık)’tır. Bu krallık dört devletten oluşur; İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda. Yönetim şekli monarşidir. Yani bir kral-kraliçe-prens tarafından yönetilmektedir. İkili parlamenter bir sistemi vardır. Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası. Avam Kamarasını halk seçerken, Lordlar kamarası monark tarafından soylular (seçkinler) arasından seçilir.
26
EYLÜL 2016
Emperyalist İngilizlerin Kanlı Tarihi İngiltere, emperyalizmin en eski temsilcilerindendir. Uzun yıllar boyunca “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” sıfatını taşıyan ve tüm insanlığı kana, acıya boğan bir hükümdarlık kuran İngiliz emperyalizmi, bugün bu gücünü yitirmiş olsa da, ABD’nin her türlü emperyalist işgal ve operasyonlarına bilfiil katılmaktadır. Türklerin bir atasözü var; “Karda yürür, izini belli etmez.” Bu söz tam da İngilizleri anlatan bir ifadedir. İngilizlerin öyle ince, öyle sinsi hileleri vardır ki, ‘ağzınızdaki dişlerinizi söker ama siz farkında bile olmazsınız.’ İngiliz siyasetinin en büyük özelliği kendini çok iyi kamufle etmesi ve yaptıklarıyla ön plana çıkmamasıdır. Eski gücünden çok şey kaybetmiş olsa da; çok önemli maden kaynakları, verimli araziler ve gelir getiren büyük şirketlerin dolaylı olarak İngiltere’nin elinde olduğu unutulmamalıdır. Şuan İngiltere dünyada ABD’den sonra en büyük ikinci yatırımcı ülkedir ve 2 trilyon dolara yakın bir dış yatırım stoku bulunmaktadır. İngiltere, orijinal adı Büyük Britanya (Birleşik Krallık)’tır. Bu krallık dört devletten oluşur; İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda.
Yönetim şekli monarşidir. Yani bir kral-kraliçe-prens tarafından yönetilmektedir. İkili parlamenter bir sistemi vardır. Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası. Avam Kamarasını halk seçerken, Lordlar kamarası monark tarafından soylular (seçkinler) arasından seçilir. Avam kamarasının aldığı kararlar, Lordlar kamarası tarafından onaylanmadığı müddetçe hiçbir önemi ve bağlayıcılığı yoktur. Avam kamarası sadece sistemi tatbik etmek ve sistemle halk arasındaki uyumu sağlamakla görevlidir.
İngiliz Barbarlığının Tarihi İngilizler; Cermen halklarından olan Angluslardan (Angle) gelmedir. Daha sonra yine bölge halklarından olan Saksonlarla karışmıştır. Britanya İmparatorluğu’nun temelini ise, 1588’de Avrupa’nın en güçlü donanması olan İspanyol Armadasını yenilgiye uğratan Kraliçe I. Elizabeth attı. Bu tarihten itibaren iyice güçlenen Britanya İmparatorluğu Kuzey Amerika’da büyük katliamlar gerçekleştirerek (Kızılderili katliamları) ilk kolonilerini kurdu. Ardından 1707’de İngiltere ve İskoçya birleşerek Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik krallığı kuruldu. Takriben 130 yıl sonra yani 1837’de ‘Britanya İmparatorluğu’ olarak yeniden kuruldu. 1921 yıllarından neredeyse dünyanın dörtte biri İngiliz yağması ve sömürüsü altında can çekişiyordu. 1948’de İngiltere’nin önünü açması ile kurulan İsrail Devleti, bölgede resmî olarak 50 yılı aşkın bir süredir onlarca katliama imza atmış bir “terör devleti” olarak varlığını sürdürmektedir. Filistinlileri katlederek, işkence ve sürgün ederek topraklarını her geçen gün büyütmektedir. Oysa Filistinli katliamları İsrail’den de önce başlamıştır. Bu katliamların en büyüğü 1936 yılında İngiliz yönetimi sırasındaki genel grevde olmuştur. 1939 yılında ayaklanma bastırıldığında 40 bin Filistinli öldürülmüş
20 bini tutuklanmış ve 110 Filistinli de asılmıştır. 1948 yılında ise Filistin’i İsrail için elinde tutan İngiltere; Yahudilerin yeterince yerleşmesi, kurumlaşması ve bölgede aslan payı cinsinden söz ve güç sahibi olmasını sağladıktan sonra İSRAİL devletinin kurulmasına imkân vermek için Filistin’i boşaltmıştır. İngiliz İktisatçı Jevons’un şu sözleri tüm emperyalistlerin/sömürgecilerin dünyaya bakış açılarını çok güzel yansıtmaktadır: “Kuzey Amerika ve Rusya ovaları bizim ekin tarlalarımızdır; Chicago ve Odesa bizim ambarlarımızdır; Kanada ve Baltık bizim kereste ormanlarımızdır; Avusturalya’da (Malay, Polinezya, Malinezya, Mikronezya, Yeni Zelanda) bizim koyun çiftliklerimiz vardır; Arjantin’de ve Kuzey Amerika’nın batısında ki kırlarında bizim öküz sürülerimiz yayılır; Peru altınını gönderir, Güney Amerika ve Avustralya altını Londra’ya akar; Hindular ve Çinliler çayı bizim için yetiştirirler ve bizim kahve şeker ve baharat çiftliklerimiz tüm Hint adaları üzerindedir. İspanya ve Fransa bizim bağlarımız, Akdeniz meyve bahçemizdir ve uzun süre Güney birleşik Devletlerini kapsayan bizim pamuk alanlarımız artık dünyada ki sıcak bölgelerin her yanına yayılmaktadır.” Sömürgeler içerisinde “Kara Afrika” kadar Hindistan’daki tablo da ürkütücü idi. İngiltere tarafından yüzyıla yakın bir süre baskı altında tutulan Hindistan, yıllar boyunca süren bağımsızlık mücadelesi sırasında öldürülen yüz binlerce insanın dışında daha sonraki kışkırtılmış din savaşları döneminde de korkunç katliamlara sahne oldu. İngilizlerin “böl-yönet” taktiğinin kurbanı olan Hintliler, Pakistan ayrılığı döneminde 200 binden fazla ölü verdi. Hindistan’ı işgal ederek sömürgeleştiren İngilizler, orada bulunan yerli el dokumacılığını yok etmedikleri sürece İngiliz fabrika kumaşlarına pazar açamayacaklarını anlayınca, Hindis-
ZİLHİCCE 1437
27
tan’daki yerli kumaş üretimini yok etmek üzere Hindistanlı 20 binin üzerinde dokumacının başparmaklarını keserek onları Hint kumaşı üretemez duruma düşürmüştür. Böylelikle hem dünya pazarlarında Hindistan kumaşını yok ederek İngiliz kumaşının egemenliğini sağlamaya yönelmiş, hem de bir milyar nüfuslu Hindistan’ı İngiliz kumaşlarının tüketicisi ve müşterisi durumuna düşürmüştür. Bu İngiliz vari alçaklık, yaşanmış örnekler içerisinde sadece bir tanesidir. 2 Mayıs 1857’de Delhi yakınlarında Meerut’taki askerlerin ayaklanmasıyla başlayan ve buradan Hindistan’a yayılan ayaklanma kanlı şekilde bastırıldı. İngiltere ayaklanmayı bir ırk savaşına dönüştürdü ve İşgalci İngilizler, girdikleri bütün köylerdeki insanları imha ettiler. Aynı yıl İngilizler Delhi’yi ele geçirdiler. İşgale karşı ayaklanma Şubat 1859’a kadar sürdü. Yine on binlerce Hintli katledildi. İngilizler 1859’de ise Hindistan’da Morar’ı işgal ettiler. Şu olay İngilizlerin kibrini, barbarlığını ve zulmünü anlatmaya yeter. 1919 yılında İngiliz işgali altında bulunan Hindistan’daki Hintliler, dini bir ayin için toplanırlar. O sırada bir İngiliz misyoneri kadın, bisikletiyle oradan geçer. Bu kadın oradan geçerken Hintlilerin kendisine saygıda kusur ettiğini yani önünde eğilmeyip yere kapanmadıklarını görünce doğru General Dyere gidip şikâyette bulunur. Bu olay üzerine General Dyere küçük bir birliği bu topluluğun üzerine gönderip ateş açılması emrini verir. 15 dakika içerisinde 700 kişi ölür. Sağ kalanlar ise ibreti âlem olsun diye Hindistan sokaklarında yüz üstü süründürülür.
28
EYLÜL 2016
İngiltere’nin merkezden gönderdiği müfettiş, generale bu olayı niçin yaptığını sorduğunda General Dyere, tam bir İngiliz kibri ile şöyle cevap verir: “Bu Hintliler kendi Tanrılarına saygı için yerlerde yüz üstü sürünürler. Ben onlara bir İngiliz kadınının Hint Tanrılarından daha yüce ve kutsal olduğunu göstermek için bunu yaptım” der. Hindistan’ın her yerinde İngilizlerin aleyhine gösteriler yapılmaya başlar. Bu ayaklanmaları bastırmak ve halkı sakinleştirmek için İngiltere, General Dyere’in hak ettiği şekilde cezalandırılacağını söyleyerek görevden alır. Fakaaat, 13 Nisan 1919 da ‘Amritsar şehrini kan gölüne çeviren adam’ diye tarihe geçen bu alçak General İngiltere’ye döndüğünde Lordlar kamarasında ağırlanıp kendisine üstün hizmet madalyası verilir. İşte İngiliz siyaseti, İngiliz hainliği ve İngiliz sinsiliği… İngiltere sömürge tarihinde önemli bir yeri bulunan Avustralya’da, 1788-1938 yılları arasında uygulanan soykırım ve tehcir, bizzat İngiliz Merkezî Hükümeti tarafından 1824 yılında çıkarılan savaş kanunları çerçevesinde uygulanmıştır. Yapılanları tanımlamak için barbarlık kelimesi bile kifayetsiz kalır... Öyle ki Tazmanya’da binlerce yerli erkeğin cinsel organı kesilerek hadım edildi. Çeşitli nedenlerden dolayı öldürülmekten kurtulan yerliler ve buna direnen yerliler ise seri bir şekilde katledildiler. Yine “Queensland” bölgesinde de, 1824
ve 1908 yılları arasında yerli nüfusun % 25’lik bölümü olan 10.000 kişi katledildi. 1885-1887 yılları arasında dayanılmaz işgal ve baskı politikasına karşı çeşitli direnişler oldu. İngiliz sömürge yönetimi, bu direnişlerde ölen her beyazın karşılığında ceza olarak yerlilerden 50’sini katletti. 1788 yılında Avustralya Kıtasında 750.000 siyah derili yerli Aborjin yaşamaktaydı. 1911 yılına gelindiğinde, bu sayı 31.000 kişiye düşmüştü.
İngiltere, Siyonizm’in silahlandırılması ve Ortadoğu’ya yerleştirilmesinde önemli rol aldı. Bu destek nedeniyle İngiliz güçlerinin 1939 yılında Ortadoğu’dan çekilmesiyle 5000 Arap katledildi. 14 bin Arap yaralandı. Ayrıca İngilizler, özel terör örgütü olan “Özel Gece Birlikleri’ni kurdular.
1860’da Pekin’i işgal ettiler. 1874’te Sudan’ı işgal ettiler. 1882’de Mısır’ı işgal ettiler. 1881’de Mehdi ayaklanmasıyla kovulduğu Sudan’ı 1896-1898 yılları arasında tekrar ele geçirdiler. 1890’da Kenya ve Uganda’yı işgal etti. İngiliz terörü aralıksız on yıllarca sürdü. 1950’li yıllarda Kenya tam bir toplama kampına dönüştü. Ekim 1953’te İngiliz emperyalizmi 138 bin Afrikalıyı gözaltına aldı. Aynı yıl 1300 Kenyalı katledildi. Kenya’da İngiliz işgali boyunca köyler yakıldı, 39 toplama kampında 70 bin Kenyalı tutsak edildi ve bu süreç zarfında 30 bin Kenyalı vahşice öldürüldü. 1900’de Güney Afrika’da Boer’lere saldırıldı. İngilizlerin yakaladıkları ve toplama kamplarına koydukları çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 20 binden fazla Boer öldürüldü. 1902’de Vereeniging anlaşması sonunda Boerler bağımsızlıklarını yitirdi.
pek çok IRA önderini yargılamaksızın idam etti. Ayrıca birçok Cumhuriyetçi ele geçirilir geçirilmez kurşuna dizildi. İngiltere 1927’de Shanghay’da İngiliz egemenliğine başkaldıran on binlerce Çinli işçiyi katletti. 1929’da İngiltere işgali yıllarında Siyonist zulme isyan eden Filistinlilerden 200 isyancıyı İngiliz güçleri katletti. Birçok Arap köylü idam edildi, birçoğu hapsedildi. Yine İngiliz emperyalistler 1936 yılı içinde 1000 Filistinliyi katlettiler. İngiltere, Siyonizm’in silahlandırılması ve Ortadoğu’ya yerleştirilmesinde önemli rol aldı. Bu destek nedeniyle İngiliz güçlerinin 1939 yılında Ortadoğu’dan çekilmesiyle 5000 Arap katledildi. 14 bin Arap yaralandı. Ayrıca İngilizler, özel terör örgütü olan "Özel Gece Birlikleri’ni" kurdular. 1931 Temmuz’unda İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri Hindistan’a 500 ton bomba attı.
12 Mayıs 1916’da İrlanda kurtuluş mücadelesinin önderlerinden James Conolly gizli bir duruşmayla idam edildi. Kangrene dönüşen yaraları nedeniyle ayakta duramaz halde olan Conolly koltuğa oturtularak kurşuna dizildi.
1945-50 arasında 100 bin Korelinin öldürül-
İngiliz işgali altındaki İrlanda’da 1922-23 arasındaki iç savaş boyunca İngiltere hükümeti
programda, Arabistan’a 20 milyon Sterlin’lik
mesinin sorumlularından biri de İngiliz emperyalizmidir. İngiltere, işkence aletleri de pazarlıyordu. 11 Ocak 1995’te Channel 4’te yayınlanan bir işkence aletleri satıldığı açıklandı.
ZİLHİCCE 1437
29
birde meclisleri bulunuyordu. İşte bu 13 kolo-
İlk biyolojik silah, Kızılderililer üzerinde uygulanmıştır. Sürgüne gönderilen Kızılderililere yardım olarak dağıtılan battaniyelere çiçek mikrobu bulaştırılarak çok sayıda insanın öldürülmesi sağlanmıştı. Kızılderililerin açlıktan ölmesi için başlıca yiyecekleri olan bizonların toptan öldürülmesi de soykırım yöntemlerinden biri olmuştu.
ni Amerika devletinin temelini oluşturdu. İngilizler bu kolonilerden ağır vergiler alıyordu. Zaman içinde bu koloniler ile İngiltere arasındaki ilişkiler bozulmuş ve İngilizlerle 6 yıl sürecek bir savaş başlamıştı. Bu savaşın sonunda koloniler, Hollanda, Fransa ve İspanya’dan da aldıkları destekle İngilizleri mağlup etmiş ve 1787 Amerika Birleşik Devletlerini kurmuşlardır. ABD bayrağında ki 50 yıldız, 50 eyaleti simgelemektedir. ABD, bugün insanlığa karşı işlenen her suçun kaynağı ve odağı haline gelmiş bir terör devletidir. Bu konuda tartışılmaz bir yere sahiptir.
Endonezya’da Suharto rejiminin 1976 yılında işgal ettiği Doğu Timor’da uyguladığı soykırıma İngiltere tam destek verdi. Bugüne kadar Doğu Timor’da 210 bin kişi katledildi. İngiliz hükümetleri Suharto’nun 30 yıldır süren diktatörlüğünü askeri ve mali projelerle destekliyordu. İngilizlerle alakalı son sözümüzü bir Kızılderili atasözü ile bitirelim; “Eğer bir derede iki balığın kavga ettiğini görürseniz, bilin ki oradan uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.” Bu söz; İslam coğrafyasında yaşanan tüm karışıklığa ışık tutuyor öyle değil mi?
30
Ve her gün suçlarına bir yenisini eklemektedir. 1950’lerden bu yana, yalnızca ABD tarafından tezgâhlanan darbeler bile bunun en açık kanıtıdır. O kadar ki, bu darbelerin sayılması bile mümkün değildir. Yalnızca Türkiye’de 1971 ve 1980’de olmak üzere iki darbe tezgâhlayan ABD, dünyadaki bütün kukla yönetimlerin baş destekçisidir. 1945’ten 1977’ye kadar ABD’nin tüm ülkelere yaptığı 140 milyar dolarlık “yardım(!)”ın üçte ikisini (3/2), Amerikan yanlısı cuntalara gönderilmiştir.
Amerikan Emperyalizmi
Bunun 13,5 milyarı G. Kore’ye, 5,5 milya-
Amerika kıtasının 1492’de Avrupalılar tarafından keşfinden sonra İspanyollar, Portekizler, Fransızlar ve İngilizler, buradaki yerli halkları da katlederek geniş toprak sahibi oldular. İngilizler, Amerika kıtasındaki topraklarını genişlettikten sonra İngiltere başta olmak üzere çeşitli ülkelerden göçmenler alıp buralara yerleştirerek koloniler kurdular. 18. Yüzyılın ortalarına doğru bu kolonilerin sayısı 13’ e yükseldi.
rı Brezilya’ya, 3 milyarı İran Şahı’na gitmiştir.
İngilizlere bağlı olan bu koloniler, İngiliz kralının tayin ettiği bir vali tarafından yönetiliyor ve
”ne layık görülen ülkelerde, yılda en az 500 bin
EYLÜL 2016
1979’da dünyanın en baskıcı yönetimlerinden 15’i, patronluğunu ABD’nin yaptığı Dünya Bankası’ndan 2,9 milyar dolar yani yaklaşık tüm kredilerin 1/3’ünü almışlardır. Rakamlar bile göz önüne alındığında kukla diktaların nasıl himaye edildiği, nasıl ayakta tutulduğu görülmektedir. Öte yandan Uluslararası Af Örgütü’nün 1998 verilerine göre 193 devletin yaklaşık üçte ikisinde, yani ABD’nin “sevgisi kişi sistematik işkenceye uğramaktadır.
Amerikan Emperyalizmine Hizmet Eden Kurumlar Amerikan emperyalizminin denetiminde bir dünya hükümeti gibi çalışacak Birleşmiş Milletler Örgütü kuruldu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bu dünya hükümetinin içişleri, savaş ve adalet bakanlığı işlevini yürütecekti. ABD denetimindeki dünyanın maliye, ekonomi ve ticaret bakanlıkları görevini üstlenmek üzere Uluslararası Para Fonu İMF ve Dünya Bankası kuruldu. Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması GATT imzalandı. GATT, sonradan Dünya Ticaret Örgütü adını aldı. ABD emperyalizmi, kapitalist düzeni korumak ve kapitalist sistemin dışına çıkan ülkeleri tehdit altında tutmak üzere ise askeri alanda Kuzey Atlantik bölgesini denetim altına alan NATO, Güney Doğu Asya’yı denetim altına alan SEATO ve Orta Doğu’yu denetim altına alan CENTO oluşturuldu. NATO, kapitalist dünyanın genelkurmay başkanlığı işlevini üstlenmişti.
Kuruluşundan Bugüne ABD Emperyalizminin Suç Dosyası Kızılderili Katliamı Kızılderili katliamı, ABD’nin kuruluşundan çok önce başlayan ve insanlık tarihinin en ağır suçlarından biridir. Avrupalı denizci Kristof Kolomb’un, 1492 tarihinde Amerika kıtasının varlığını keşfetmesinden hemen sonra başlayan Kızılderili katliamı, yerli halkın tabi tutulduğu soykırımın adıdır. O tarihten 1886 yılına kadar süren katliamda, 70 milyon Kızılderili ortadan kaldırıldı. Her ölü Kızılderili için resmi olarak 5 dolar ödeyen ABD’nin devlete ait binalarının bodrumları, Kızılderili kafataslarıyla dolmuş taşmıştı. İlk biyolojik silah, Kızılderililer üzerinde uygulanmıştır. Sürgüne gönderilen Kızılderililere yardım olarak dağıtılan battaniyelere çiçek mikrobu bulaştırılarak çok sayıda insanın öl-
dürülmesi sağlanmıştı. Kızılderililerin açlıktan ölmesi için başlıca yiyecekleri olan bizonların toptan öldürülmesi de soykırım yöntemlerinden biri olmuştu. Amerika kıtasını keşfeden Kristof Kolomb’un seyir günlüğüne göre Kızılderililer, ”Keskin silahları ilk kez gören, kötülüğü tanımayan ve hiç silahı olmayan“ bir ulustu. O tarihlerde dünya nüfusunun 5’te biri Kızılderili’ydi. Ancak bugün, soykırımlarla yok denecek seviyeye geldi. Korkunç bir asimilasyon politikası ve sahtekârlıklarla topraklarından adım adım sürülen Kızılderililer, yıllar boyunca toplama kamplarına ya da kimliksizliğe mahkûm edildiler. Amerikan demokrasisi denilen şey, böylece yaklaşık 70 milyon yerlinin katledilmesi üzerine kuruldu. Sayıları milyonlarla ifade edilen Aztek ve İnka halklarının korkunç katliamlarla yok edilmesinin ötesinde sömürgecilerin yerlilerden gasp ettiği maden ve altın stoklarının da miktarı tam olarak bilinmemektedir.
Afrikalı Zencilere Karşı Uygulanan Zulümler ABD’nin bu kanlı tarihi unutulmuş gözükse de Amerikan rüyasının altında yatan kan ve gözyaşını hatırlamakta fayda var. Yüzbinlerce Afrikalı’nın köle gemileriyle ABD’ye taşındığı bu dönem, ABD’nin ekonomik zenginliğinin de aslında ilk temelini oluşturur. On binlerce kölenin açlıktan, hastalıklardan ve işkenceler yüzünden öldüğü bu dönemden sonra ilk siyah hareketleri başladığında ise ortaya çıkan Ku-Klux-Klan linçleri işin başka bir cephesidir. 1800’lü yıllardan bugüne dek süren Amerikan linç geleneğinde, on binlerce siyah, yakılarak,
Küfrü tanımadan, hile ve yöntemlerini bilmeden ona galip gelemezsiniz.
ZİLHİCCE 1437
31
asılarak öldürülmüş, bu arada kısırlaştırma gibi iğrenç ırkçı yöntemler de uygulanmıştır. Öyle ki, salt 1870-1890 arasındaki yirmi yılda on bin siyah linç edilerek öldürülmüş, 1970’lere kadar siyah kadınların %24’ü, Porto Riko’luların %35’i kısırlaştırılmıştır.
kartmasını örgütledi.
Aynı süreçte suikastlarla öldürülen Martin Luther King gibi siyahi önderler ve Kara Panterler’in katledilen militanları da bu arada anılmalıdır.
ABD, 1975’te Vietnam’da halkın üzerine attığı 638 bin ton bomba, II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa ve Afrika’ya atılan toplam bombaların yarısıdır. Kişi başına aşağı yukarı 5 bomba atıldığı söylenmektedir. Milyonlarca insan “stratejik köylere” sürülmüş, on binlerce kadının ırzına geçilmiş, yüzbinlerce insan sakat bırakılmıştır. Milyonlarca insan işkenceden geçirilmiştir.
Meksika İşgali 2 Şubat 1848’de Meksika’ya ait Teksas, Arizona, California gibi sekiz kentin işgal edilerek ABD toprakları haline getirilmesi de ABD tarihinin utanç sayfalarından biridir. Daha da ileriye giderek bu topraklar üzerinden eski sahiplerini kovan Amerikalılar, zaman zaman çıkan ayaklanmaları da 1957’de olduğu gibi kanla ve tutuklamalarla bastırmışlardır. Bu arada Meksika’nın büyük Kızılderili uygarlığı talan edilmiş ve bu kültür neredeyse tamamen yok edilmiştir.
Diğer İşgal ve katliamlar 1898’de Küba’ya girdi. 1921 yılında Nikaragua’yı işgal etti. Somoza’nın başını çektiği terör örgütünü kurdu. Anti-emperyalist direnişin başını çeken Sandino ve 300 kişiyi katletti. 40 yıldan fazla sürecek bir terör devrini başlattı. Sabotaj ve suikastlar düzenledi. 1945’te Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atarak dakikalar içerisinde 250 bin sivil insanı vahşice öldürdü. 1955’te Endonezya, Laos ve Kamboçya’da çok sayıda CIA operasyonu düzenledi. 1956-59 yılları arasında Küba’da 60.000 kişiyi, ABD’li danışmanların ve Batista’nın birlikte yürüttüğü operasyonlarda katletti. 1961’de Küba’ya karşı Domuzlar Körfezi çı-
32
EYLÜL 2016
1965’te ABD desteğiyle işbirlikçi Suharto, 1 milyon Endonezyalıyı katletti. 1965’ de Dominik’e paraşütçülerini indirdi ve 10 bin Dominikliyi katletti.
ABD, 1970-75 yılları arasında Kamboçya ve Laos’ta 1 milyon insanı katlettiler. 1973’te Şili’de CIA’nın düzenlediği darbe ile 30 bin kişi katledildi. ABD, Arjantin’de kendine yakın generallerle yaptığı işbirliği sonucu ABD karşıtı 30 bin kişi katledildi. 1983’te Lübnan’a müdahale etti. 14 bin Deniz Piyadesinin katıldığı operasyonda binlerce Lübnanlı katledildi. Aynı yıl Lübnan’a ikinci bir müdahalede bulundu. Akdeniz’de eşkıyalık yapan Amerikan 6 Filosu’na ait savaş gemileri Lübnan’a günlerce bomba yağdırdı. 1983 yılında Grenada’yı işgal etti. Yüzlerce insan katledildi. 1986’da uluslararası haydutluk örneği sergileyerek Libya’yı bombaladı, bine yakın sivili katletti. Ülkeye ambargo uygulayarak deniz ablukasına başvurdu. 1989’da Panama’ya asker çıkarttı ve 5 bin Panamalıyı öldürdü. 1991’de Irak’ın Kuveyt’e girişini bahane ederek ve diğer emperyalist güçleri de ardına takarak
Irak halkına karşı bomba yağdırdı. 100 binin üzerinde insanı katlettiği bu vahşeti iletişim kanallarıyla tüm dünyaya resmen izlettirdi. ABD uçakları Irak halkının üzerinde 12 bin sorti yaptılar. 2001 yılında Afganistan’ı işgal etti. On binlerce insanı katletti. İşgal halen devam ediyor. Her gün insanlar katlediliyor. 2003 yılında Irak’ı yeniden işgal etti. 1.000.000 civarında insanın katledilmesine zemin hazırladı. Yüz binlerce Müslüman’ı şehit etti, kadınların namuslarına el uzattı ve hapishanelerde on binlerce Müslüman’a sistematik işkenceler yaptı. Somali’deki durumu bahane ederek yine diğer emperyalist güçleri de peşine takarak ülkeyi işgale girişti. Latin Amerika da ABD’nin bulaşmadığı savaş, katliam, insan hakları ihlali yok gibidir. Nikaragua’dan kaçan ABD yanlısı işbirlikçileri “Özgürlük Savaşçıları” adı altında Honduras’ta üslendirdi ve silahlandırarak yeniden Nikaragua halkının üstüne saldırttı. Birçok Latin Amerika ülkesinde de “Ulusal Muhafızlar” adı altında “Ölüm Mangaları”nı örgütledi, eğitti, finanse etti, silahlandırdı ve halkın üzerine saldırttı. ABD, sadece 1946-1975 yılları arasında amaçlarına ulaşmak için tam 215 kez askeri gücüne başvurmuştur. Aynı yıllarda insanlığa 19 kez “nükleer silah kullanma” tehdidini savurmuştur.
Burada bahsettiğimiz olaylar ABD’nin kuruluşundan bugüne yaptığı zulümlerden sadece bir kaçıdır. ABD devleti bu alçaklıklarının yanında dünyayı kontrol altında tutmak için birçok ülkede kurduğu askeri Üs’leriyle, çıkardığı ekonomik krizlerle, istihbarat birimi CIA marifetiyle giriştiği darbelerle, suikastlar, adam kaçırmalar, sistematik işkence yöntemleriyle, yine işkence için özel tasarlanmış uçaklarıyla; yeryüzünü kirlettikten sonra gökyüzüne de zulüm bulaştırarak adını utanç tarihine yazdırmış TERÖRİST bir devlettir. Şüphesiz ki emperyalist ülkeler sadece ABD ve İngiltere’den ibaret değildir. ABD ve İngiltere’den sonra Fransa, Portekiz, Belçika, Hollanda, Çin ve Rusya’ da en büyük emperyal terör devletleri olarak tarihe geçmiştir. Küfrü tanımadan, hile ve yöntemlerini bilmeden ona galip gelemezsiniz.
İstifade Edilebilecek Kaynaklar Kanda Yürüyenler / F. Karaduman Irak, Afganistan ve Çağımız Emperyalizmi/ Otonom Yayınları Sermaye İmparatorluğu / Yordam Yayınları Sömürgecilikten Günümüze Kalkedon Yayınları
Emperyalizm/
Haşhaş ve Emperyalizm/ Alfa Yayınları Kültür ve Emperyalizm/ Nil Yayınları Makale/ S. Kırlangıç Makale/ M. Güldağı
ABD’li emperyalistler, dünyanın birçok bölgesinde halklar arasındaki birlik zeminini ortadan kaldırmak için danışmanları ve işbirlikçi hükümetler eliyle komplolar düzenlemiştir. Bir taraftan milliyetçilik duygularını körüklerken diğer taraftan karşıt görüşleri desteklemiştir. Dünya görüşleri birbirine zıt olan toplulukların birbirleriyle çatışmasını sağlamak için karşıt suikastlar düzenleyerek iç savaşlar çıkarmıştır.
ZİLHİCCE 1437
33
KUR’ÂN’IN GÖLGESİNDE
Zafer Mert
HAKKA İSYAN EDEN ŞIMARIK ZENGİNLER
“MÜTREF”
َو َما اَ ْر َس ْل َنا ٖفى َق ْر َي ٍة ِم ْن ن َٖذي ٍر اِ َّلا َقا َل ُم ْت َرفُو َها اِنَّا بِ َما اُ ْر ِس ْل ُت ْم بِ ٖه كَا ِف ُرو َن َو َقالُوا ن َْح ُن اَ ْك َث ُر اَ ْم َوا ًلا َواَ ْو َلا ًدا َو َما ين َ ن َْح ُن بِ ُم َع َّذ ٖب “Biz, hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek oranın şımarık zenginleri, “Biz, sizinle gönderileni inkâr ediyoruz” demişlerdir. Yine, “Bizim mallarımız ve çocuklarımız daha çoktur. Bize azap edilmeyecektir” demişlerdi.” (1)
K
ur’ân-ı Kerim’in birçok ayetinde Peygamberlerin mesajına ilk karşı çıkanların o
timinde söz sahibi olabilecek bu düşüncedeki
toplumun servet, nüfuz ve yetki sahibi olan şı-
zararlarından emin olabilelim ve özellikle Al-
marık kodamanları olduğu vurgulanmıştır.
lah’ın kendisini mal ile nimetlendirdiği kimse-
Tarihin her döneminde iktidar ve sermaye iliş-
34
kesimlerin tanımı, özellikleri iyi bilinmeli ki
ler haddi aşmasınlar.
kisi ayan beyan görülmektedir. Günümüzde
Arapça bir kelime olan “mütref”, sözlükte “su-
olduğu gibi her dönemde, bu peygamberlere
yun bol olması, rahat, refah ve bolluk içinde
ilk karşı gelenlerin; avama göre daha bilgili,
yaşama” anlamında olan “terife-yetrafu” fii-
daha kültürlü ve daha varlıklı olan önde gelen
linden türeyen “etrefe” fiilinin ismi mefûlü-
kişiler olduğunu, bu kesimin bununla da kal-
dür, çoğulu “mütrefûn/mütrefîn” olarak gelir
mayıp, Firavn’un yaptığı şekilde hükmettikle-
ve “sorumsuz, rahat yaşayan, cebbâr ve zorba
ri kimseleri inkâra zorladıkları da malumdur.
kişi” gibi manalar için kullanılır. Terim olarak
Dolayısıyla toplumun ekonomisinde ve yöne-
ise tefsir kaynaklarında “mütref”, “bol nimet
EYLÜL 2016
içerisinde yaşayan, bu nimetleri, Allah’ın rızasına muhâlif bir şekilde kullanmanın neticesinde O’nun gazabına çarptırılan, refah ve zevk peşinde koşan, Allah’ın verdiği çeşitli nimetler içerisinde yaşarken şımaran, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma gibi dini görevleri terk ederek, cenneti unutup dünyayı tercih eden ve ahireti terk edip dünyanın zevk ve lezzetlerine dalan, hayatın tadını çıkarmaya çalışırken, hayatında ahlâkî endişelere pek yer vermeyen ve benzeri kişiler” olarak tanımlanmaktadır. Buna göre mütrefleri, Allah’ın, dünya hayatında kendilerine verdiği bol miktardaki nimetlerin içerisinde yaşarken, şımarıp şaşıran, her şeyi sadece dünya hayatından ibaret zanneden, ahiret endişesini taşımayan, Allah’tan gafil olup elde ettikleri her türlü maddî ve manevi imkânları kendi zevk ve sefaları için kullanan, Allah’ın ve O’nun gönderdiği peygamberlerin emir ve yasaklarını dinlemeyen, her türlü israfa dalarak ölçüsüz hareket eden ve toplulukları kendi menfaatleri istikametinde yönlendiren kişiler olarak tanımlamamız mümkündür. Mütref kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’ân’da sekiz yerde geçmektedir. Konuyla ilgili ayetlerden anlaşıldığına göre, mütrefler, inkârcı, isyan eden, taşkınlıkta bulunan, toplumların çöküşünde etkili olan ve Allah’ın kendilerini azap ile cezalandıracağı türdeki insanlardır. Mütreflerin karakterini yansıtan özellikler, Kur’ân’da başka sözcüklerle de anlatılmaktadır. Kur’ân’da, mütref kelimesi gibi şımarıklığı ve toplumda diğer insanlara zulmetmeyi ifade eden başka bazı kavramlar da yer almaktadır. Mele’, Ekâbir, Batar, Eşir kavramları bunlardandır.
Mütreflerin Özellikleri 1 – Kâfir Olmaları Mütrefler, tarih boyunca menfaatleri gereği hep Allah’ın gönderdiği peygamberlere ve onların anlattıklarına inanmak istememişler ve karşı
çıkmışlardır. Onların bu inkârları, psikolojik bir bozukluk olan nankörlükten ileri gelmektedir. Çünkü egemenlik ve varlık, toplumdaki bazı yönetici ve zenginlerin zihinsel hâllerini değiştirmekte, onları farklı bir anlayışa götürmektedir. Mütreflerin bu bencillik ve şımarıklıkları, kendilerini Allah’a ve O’nun gönderdiği elçilere karşı inkâra ve isyana götürmektedir. Onların bu hâli, Kur’ân’da şöyle haber verilmektedir: O peygamberin kavminden, Allah’ı inkâr eden, ahireti yalanlayan ve bizim dünya hayatında kendilerine bol bol nimet verdiğimiz ileri gelenler şöyle dediler: “O da ancak sizin gibi bir insandır. Sizin yediğiniz şeylerden yiyor, içtiğiniz şeylerden içiyor.” (2)
Bu ayette “mele” ve “mütref”in aslı olan “etrafe” fiili bulunmaktadır. “Etrafe” fiili ile, “verilen nimetlerle şımartılma” ifade edilmektedir ve bu kelime, ileri gelen eşrâf anlamında kullanılan “mele’”in sıfatı durumundadır. Mütref ve mele’ kelimelerinin ikisi de, zenginlik, soyluluk ve sosyal statü gibi sahip olunan maddî imkânlara aldanarak hak dine ve onun peygamberine karşı mücadeleye girişen, iktidar güçlerini kaybetme ve bazı imtiyazlardan mahrum kalma endişesiyle hareket eden kişileri tanımlamaktadır. Bu ayetin, önceki ve sonraki ayetlerle beraber oluşturduğu anlam bütünlüğüne göre, geçmiş peygamberlerin toplumlarında bulunan şımarık ve zengin ileri gelenler, onların peygamberliklerine inanmamış ve onları alaya almışlardır ve neticede helâk olmuşlardır. Daha önceki peygamberlerde olduğu gibi, müşriklerin ileri gelen şımarıkları da, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e inanmamış, ona karşı çıkmış ve sonunda helâk olmuşlardır. İster Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ister kendisinden önceki peygamberlere karşı çıkanlar, ellerindeki imkânları kaybetme endişesini taşıdıkları ve bu nedenle inanmak istemedikleri için, bu tür itirazlarda bulunmuşlardır.
ZİLHİCCE 1437
35
“mütref”, “bol nimet içerisinde yaşayan, bu nimetleri, Allah’ın rızasına muhâlif bir şekilde kullanmanın neticesinde O’nun gazabına çarptırılan, refah ve zevk peşinde koşan, Allah’ın verdiği çeşitli nimetler içerisinde yaşarken şımaran, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma gibi dini görevleri terk ederek, cenneti unutup dünyayı tercih eden ve ahireti terk edip dünyanın zevk ve lezzetlerine dalan, hayatın tadını çıkarmaya çalışırken, hayatında ahlâkî endişelere pek yer vermeyen ve benzeri kişiler” olarak tanımlanmaktadır.
2 – Haddi Aşmaları Yüce Allah’ın, “Allah, kullarına (tümüne birden) rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”
(3)
diye söylediği gibi, mütrefler hep,
kendilerini üstün görme gafletinde bulunur ve taşkınlık eder dururlar. Bu ayetin bağlamından anlaşıldığı kadarıyla mütrefler, burada dile getirmeye çalıştığımız gibi, başta zenginlikleriyle şımarıp isyan ve tuğyan ederler; dünyevî lezzetlerin ve şehvetlerin tutsağı durumunda olurlar, düşkün oldukları hayatı yaşarken sınır tanımazlar ve hep haddi aşarlar. Çünkü, nefsânî duyguların doyumu yoktur. Aslında Allah, bazı niteliklerden yoksun bu tür insanlara zenginlik, para, mal-mülk vermekle,
36
EYLÜL 2016
onlara fazla bir şey vermediğini açıkça ortaya koymaktadır. Mütrefler hakkında bilgi verilen ayetlerin tümünde, bu hususa işâret edilmektedir. Fakat onlar, bu işin bilincinde olmadıkları için aldanmaktadırlar. 3 – Toplumların Çöküşüne Sebep Olmaları Her zaman için toplumların çöküşünde politik, idarî, ekonomik, ahlâkî, sosyal ve itikâdî meseleler rol oynamaktadır. Ancak zalim idarecilerin yani mütreflerin, başında bulundukları toplumun yıkılışındaki etkileri, çok daha fazladır. Çünkü toplumda ekonomik gücü elinde tutanlar, genelde hâlkın davranışları üzerinde etkili olmaya çalışmaktadırlar. Bu tür gelişmeler ise, toplumda sosyal tabakalaşmalara neden olmaktadır. İşte mütrefler, ekonomik güçlerini kullanarak içinde yaşadıkları toplumda taşkınlık ve zorbalık yapmaktadırlar. Çünkü onlar, temelde materyalist düşünceye sahiptirler. Ayrıca toplum psikolojisi, genelde güçlüden yana olma eğiliminde bulunmaktadır. Kur’ân’ın çeşitli ayetlerinde, bu hususa dikkat çekilmektedir: “Sizden önceki nesillerden aklı başında kimseler (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan alıkoysalardı ya! Ancak içlerinden kendilerini kurtardığımız pek az kimse bunu yapmıştı. Zulmedenler ise içinde şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve günahkâr kimseler oldular.” (4) Allah’ın kendilerine çeşitli nimetler verdiği kişiler, ellerindeki nimetleri kaybetmemek için zulüm işleyip günahkârlardan oldular. Her zaman için bu tür karaktere sahip olan mutrefler, sermayenin büyük kısmını ellerine geçirerek, toplumda ekonomik dengeyi bozmakta ve güç kullanarak fakir kesimleri sömürmektedirler. Günümüzde de dünyadaki zulmün finansörleri mütreflerdir. Allah’ın kendilerine lütfettiği imkânları mazlumları sömürmek ve köleleştirmek için kullanmaktadırlar. Suriye başta olmak üzere İslam âleminde yaşanan zulümler bunun kanıtıdır. Azgın ve şımarık azınlık çoğunluk
olan mazlumları maddi ve manevi olarak yok etmeye çalışmaktadır.
D – Mütreflerin Sonu Mütrefleri dünyada helak, ahirette ise acı bir azap beklemektedir. Bilindiği gibi insanlar, dünya hayatında bir imtihana tabi tutulmakta ve bu imtihanda baskıya tabi tutulmamaktadır. Fakat neticede insanlar, yaptıkları iyiliklerin karşılığı olarak mükâfat ve kötülüklerin karşılığı olarak da azap göreceklerdir. Hâliyle mütrefler de bu imtihana tabi tutulmaktadırlar ve yaptıkları kötülüklerin karşılığında, ahirette şiddetli bir azap ile karşı kaşıya geleceklerdir. Onların bu durumu, Kur’ân’ın çeşitli ayetlerinde haber verilmektedir. Dünya hayatında fakir ve zayıf insanlara zulmeden mütrefler, bir şekilde Allah tarafından helâk edilirler. Ahiret gününde kendilerine, dünya hayatında işledikleri zulüm ve haksızlıkların karşılığı olan cezanın verileceğini hissedince, kaçışmaya çalışacaklar. Fakat onların, bundan kaçmaya çalışmalarının hiçbir faydası olmayacaktır: “Onlara, “Kaçmayın, o içinde şımartıldığınız bolluğa ve yurtlarınıza dönün. Çünkü sorulacaksınız” denildi.” (5) İşte onlar, ahiret hayatında böyle bir sorgu ve ceza ile karşılaşınca, “Eyvah bizlere! Bizler gerçekten zalim kimseler idik” dediler.” (6) diyecekler.” Orada onlar, Allah’ın, dünya hayatında işledikleri şiddetli zulüm ve içine düştükleri küfür yüzünden kendilerini azap ile cezalandırdığını kabul edecekler. Fakat artık iş işten geçmiş olacak ve o zaman suçlarını itiraf etmelerinin hiçbir yararı olmayacaktır. Mütreflerin azap ile cezalandırılacaklarını haber veren başka bir ayette de şu hususlara yer verilmektedir: “Nihayet refah ve bolluk içinde olanlarını azapla kıskıvrak yakaladığımız zaman, bakmışsın ki feryat edip duruyorlar.” (7) Fakat bu safhadan sonraki feryatları, artık kendilerine herhangi bir fayda sağlamayacak, hiç kimse orada onların imdadına yetişemeyecek, onlara
yardımcı olamayacak ve dünya hayatında işledikleri zulüm ve kötülüklerin karşılığı olan cezanın şiddetli acı ve ızdırabını tadacaklardır: “Onlar, iliklere işleyen bir ateş ve bir kaynar su içindedirler. Ne serin ve ne de yararlı olan zifirî bir gölge içinde!. Çünkü onlar, bundan önce (dünyada varlık içinde) sefahata dalmış ve azgın kimselerdi. Büyük günah üzerinde ısrar ediyorlardı. Diyorlardı ki: “Biz öldükten, toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra mı, biz mi bir daha diriltilecekmişiz?” Evvelki atalarımız da mı?” (8)
E – Mütreflikten Korunmak Firavun, mal, mülk, servet ve egemenliği zülüm ve kötülükte kullanan bir kişi olduğu için, Allah onu mütref olarak tanımlamaktadır. Ancak bu ve benzeri örnekler, mal, mülk, servet ve egemenliğin kötü şeyler olduğu anlamına gelmemektedir. Bunların hayır ve iyilikte kullanılmaları, Allah tarafından tasvip edilen olumlu bir davranıştır. Kur’ân’da, Süleyman (a.s.) bunun örneği olarak gösterilmektedir. Buna göre mal, egemenlik, hatta ilim, zulüm ve küfre alet olarak kullanılırsa, zulme sebep olur ve toplumu helâke götürür. Yok eğer bunlar, hayır ve iyilik yolunda kullanılırsa, dünya ve ahiretin mutluluğuna vesile olur. Buna göre inanan insanların, maddî veya manevî her türlü imkânı, insanların yararı için kullanmaları gerekmektedir. “Nitekim Allah, Şımarıp böbürlenmek, insanlara gösteriş yapmak ve (halkı) Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar (Mekke müşrikleri) gibi olmayın. Allah, onların yaptıklarını kuşatıcıdır.” (9) diyerek uyarıda bulunmaktadır. Burada geçen “batar” sözcüğü, nimet sebebiyle azmak, haddi aşmak ve çalım satmak anlamına gelmektedir. Bu ayette, şımarıklıkla bağlantılı olarak üzerinde durulan bir diğer nokta da, “insanlara gösteriş yapma” konusudur. Bura-
ZİLHİCCE 1437
37
da “riâe” sözcüğü, içi çirkinlikle dolu olduğu hâlde, görünüşte güzel şeyleri ortaya koymaya niyetlenmek, yönelmek anlamındadır. Bu ayette çalım satma, gösteriş ve Allah yolundan alıkoyma konusu, birlikte işlenmektedir. Bu olumsuzluğu yapan Mekkeli müşrikler, çalım satma, öğünme ve kendini beğenme karakterinde idiler. Buna göre, şımarıklık ve gösteriş gibi olumsuz nitelikleri kendilerinde bulunduranların bir özellikleri daha ortaya çıkmaktadır ki, o da, toplumda konumlarını sarsacak boyutta gördükleri gerçeklere, iyi ve güzel olan her şeye karşı çıkmak ve bunlar karşısında kendi güçlerini kanıtlamak üzere, gövde gösterisi niteliğinde biçimsel davranışlar sergilemektir. Bu ayette belirtildiği gibi, Kureyşli müşriklerin de yaptıkları bundan ibarettir. Burada inananların, sahip oldukları nimetlere şükretmeyen, azgınlık yapıp şımararak, savaşmak üzere Mekke’nin dışına çıkan kâfirler gibi yapmamaları istenmektedir. İnanan insanların, her zaman için bu ölçülere göre hareket etmeleri gerekmektedir. Mümin toplumlardaki zengin kişiler, mütreflerin yaptıkları olumsuz hareketleri işlemezler ve bu türlü davranışlardan şiddetle sakınarak, Allah’ın Kur’ân’da haber verdiği müminliğin vasıflarına uygun hareket ederler. Onlar, Allah’ın, “And olsun, şükrederseniz, elbette size daha fazla veririm ve eğer nankörlük ederseniz, azabım pek çetindir.” (10) hitâbına kulak vererek hareket ederler. Onlar, mutluluğu lüks hayatta, eğlence ve sefahatte değil, Kur’ân’a uygun bir hayat tarzında ararlar. Yüce Allah Kur’ân’da, inancında samimi ve amelinde dürüst olan kişileri müjdelemekte ve bu şekilde hareket eden kişilerin, her zaman için yeryüzüne egemen olmaya namzet olduklarını bildirmektedir: “Allah, içinizden inananlara ve iyi işler yapanlara, kendilerinden öncekileri yeryüzünde hükümran kıldığı gibi, onları da hükümran kılacağını, kendileri için hoşnut kıldığı dinlerini, kendileri
38
EYLÜL 2016
için güçlendireceğini ve korkularını güvene dönüştüreceğini vadetmiştir. O hâlde bundan sonra kimler inkâr edecek olurlarsa, onlar, doğru yoldan çıkmış olanlardır.” (11) Bu ayette açık bir şekilde haber verildiği gibi, inançları sağlam ve amelleri dürüst olan kişiler, yeryüzüne egemen olmaya namzet olan kişilerdir. Allah’ın bu konudaki vaadi, net ve kesindir. Eğer bu gün Müslümanlar yeryüzünde mutlu ve müreffeh değil, hatta başkalarının karşısında perişan ve geri bir durumda iseler bu, onların, inançlarında ve işlerinde dürüst ve samimi olmamalarından kaynaklanmaktadır. Uygulamalarında adalet ölçülerini ön plânda tutmayan, sosyal adalet ilkelerini çiğneyen ve dünya hayatında mütrefler gibi kötü hareketlerde bulunan insanların muvaffak olmalarını beklemek, gerçekleri görmemek veya görmezlikten gelmektir. Allah, iman edenleri arındırmak ve kafirleri de mahvetmek için, zamanı müminlerin lehine, kafirlerin ise aleyhlerine çevirmektedir. İnsan, insan olma özelliği ile hayata, inancı ve dini yaşayışıyla da hayatın anlamına kavuşur. İlâhî esasları akla rehber kılarak insanların, nefis ve duygularının değil, Allah’ın kulu olduklarını gündeme getirmek ve bunu iyi bir şekilde anlatmak gerekir. Bunu sağlamak için de, İslâm terbiyesi ile ilmi paralel bir şekilde götürmek gerekir. Bu gün için İslâm âleminin bundan başka çıkar yolu yoktur. İnanç sahibi Müslümanların, insanı mütrefliğe götüren her türlü hâl ve hareketten uzak durmaları, geçici dünya menfaati için, mütreflik içerisinde bulunanların yanında yer almamaları, inançlarında samimi ve amellerinde dürüst olmaları gerekmektedir. Bu da, sağlam bir inançla hak, adalet ve sulhtan yana tavır koymak, kötülüklerden tövbe ve istiğfarda bulunmakla mümkün ola bilmektedir. Allah’ın, kendilerine verdiği çeşitli nimetlerle şımaran ve bunun neticesinde O’nun yolun-
dan saparak küfür ve zulme dalan mütrefler, hem kendilerini hem içerisinde bulundukları toplumu helâke götürmektedirler. Çünkü onlar, tarih boyunca Allah’ın emirlerine ve O’nun gönderdiği elçilerine muhalefet ederek isyanda bulunmuşlar, imân etmemişler, hakka teslim olmamışlar, insanlara zulmetmişler, kendi menfaatlerini korumak için her türlü kötü yola baş vurmuşlardır. Mütrefler, katı yürekli insanlardır; mal, makam ve benzeri menfaat duyguları için en yakınlarını, hatta evlâtlarını bile feda etmekten çekinmezler. Mütrefler, mal ve makam elde etme duygularını her şeyden üstün tuttukları için, her zaman için dolandırıcı olmaya oldukça müsaittirler. Onlar, kazanç ve ün peşinde oldukları için, aşağılık yeteneklerini geliştirirler. İnsanlar, bazen kendi yetenekleri ile zengin olup yükselirler. Bazen de mütref türü kişiler, çevrelerindeki insanların cahilliğinden yararlanarak, özellikle aptal ve budala kişileri kullanarak zengin olmaya ve yükselmeye çalışırlar. Maddi imkânlar, otorite, dini ve manevi duyguları istismar, ilmi birikim ve benzeri hasletler, hak ve adaletin emrinde kullanılırsa, hayırlara vesile olur; aksi takdirde insanları, toplumların yıkılışına sebep olan mütreflerin yaptığı azgınlık, şımarıklık ve çılgınlık gibi anormal sonuçlara götürür. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de bazı şımarık insanlar, hak ve adalet ölçüsünü kabul etmeyip taşkınlık yapmaktadırlar. Ancak onlar da Allah’ın kendilerini helâk edeceği günü beklemektedirler. Son söz olarak insanların, mütreflikten ve mütreflerden korunmaları için, doğru akideden, ibadetten, dürüstlükten, Allah’ın emir ve yasaklarından, hak ve adaletten yana tavır koymaları gerekir. Maddi veya manevi menfaatler için haktan sapmak, insanı mütreflikten yana olmaya yönlendiren bir karakter ve şahsiyet bozukluğudur.
Mümin toplumlardaki zengin kişiler, mütreflerin yaptıkları olumsuz hareketleri işlemezler ve bu türlü davranışlardan şiddetle sakınarak, Allah’ın Kur’ân’da haber verdiği müminliğin vasıflarına uygun hareket ederler. Onlar, Allah’ın, “Ant olsun, şükrederseniz, elbette size daha fazla veririm ve eğer nankörlük ederseniz, azabım pek çetindir.” (10) hitâbına kulak vererek hareket ederler. Onlar, mutluluğu lüks hayatta, eğlence ve sefahatte değil, Kur’ân’a uygun bir hayat tarzında ararlar.
Rabbim ümmet-i Muhammedi Mütreflerin azgınlıklarından muhafaza buyursun. Onları ve mallarını İslâm’a hâdim eylesin.
-------------------------
1. Sebe, 34/34-35. 2. Müminun, 23/33. 3. Şura, 42/27. 4. Hud, 11/116. 5. Enbiya, 21/13. 6. Enbiya, 21/14. 7. Müminun, 23/64. 8. Vakıa, 56/42-48. 9. Enfal, 8/47. 10. İbrahim, 14/7. 11. Nur, 24/55.
ZİLHİCCE 1437
39
NEBEVÎ NASİHATLER
M. Sabri Yücel
Hiçbir Günah Karşılıksız Kalmaz
Her Bela Da Ceza Olmaz
عج َل َّ ً « إِ َذا أَ َرا َد اللَّ ُه بع ْب ِد ِه َخ ْيرا: وسلَّم َ قال رسو ُل اللَّه َصلّى الل ُه َع َل ْي ِه: عن أنس رضي اللَّه عنه قال ِ أمسكَ ع ْن ُه ب َذنْ ِب ِه ح َّتى ُي . » واف َي ب ِه َيو َم الْ ِقيام ِة َ وإِ َذا أَ َرا َد اللَّه بِعب ِد ِه الشَّ َّر، لَ ُه الْ ُعقُوب َة في ال ُّدنْ َيا ً وإِ َّن اللَّه تعالى إِ َذا أَ َح َّب َقوما، « إِ َّن ِع َظ َم الْجزا ِء َم َع ِع َظ ِم الْبلا ِء: وسلَّم َ و َقا َل الن ِب ُّي َصلّى الل ُه َع َل ْي ِه ِ من حديث حس ٌن :السخْ ُط » رواه الترمذي و َقا َل ٌ َ رض َي ف َل ُه ْ َف، ابتلا ُه ْم ُّ و َم ْن َس ِخ َط َف َل ُه، الرضا
B
aşımıza gelen musibet ve sıkıntıların işlediğimiz kabahatler, günahlar ve cürümler sebebiyle olduğunu düşünürüz. Elbette ki, bu konuda haklı olduğumuzu ortaya koyacak birçok dini referans mevcuttur. Geçmiş ümmetlerin akıbetlerinin belirtildiği ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde, onların ibretlik hallerinin gerekçesinin işledikleri günahlar ve zulümler olarak belirtilmesi, bu konuya delil olması bakımından önemlidir. “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir…” (Şûrâ, 30) Zalimin yaptığı elbette yanına kâr kalmayacak ve zalimler er-geç yaptıklarının hesabını verecek ve karşılığını göreceklerdir. Zira esma-i hüsnâsına inandığımız Rabbimiz, zalimlerin yaptıklarından asla habersiz değildir. Kendisinin bildiği hikmetler ve gerekçelerden ötürü onları, gözlerin dehşetle bakakalacağı güne kadar tehir etmektedir. (Bkz. İbrahim Suresi 42)
40
EYLÜL 2016
“Sünnetullah”, yeryüzünde günah irtikâp edenlerin ve ilahi emirlere karşı isyan edenlerin hemen cezalandırılması şeklinde tezahür etmekten çok vazgeçip tövbe etmeleri için süre tanınması şeklinde gerçekleşmektedir. Zira Allah, kullarını işledikleri günahlardan dolayı hemen cezalandırmamakta, onları belli bir vadeye kadar ertelemektedir. “Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.” (Fâtır, 45) Zalimin hemen cezalandırılmayıp kendisine belli bir vade tanınması Nebevî buyduk da şu şekilde beyan edilmiştir: “Şüphesiz Allah zalime mühlet verir. Nihayet onu yakaladığında asla ona göz açtırmaz.” (1) İşledikleri günahlardan dolayı kullarını hemen
cezalandırmadığı gibi birçok günahlarını da bağışlıyor olması mağfireti bol olan Rabbimize hamdetme sebeplerinden kabul edilmelidir. “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (Şûrâ, 30) Öte yandan müslüman şuuru ve bilinci, başına gelen her musibeti mutlaka bir günahın cezası gibi değerlendirmek de haklı olduğu kadar; “ismet” sıfatına sahip olduğuna inandığı Peygamber Efendilerimizin ve onların salih takipçilerinin başlarına da sıkıntılar geldiğini ama bu sıkıntı ve musibetlerin işledikleri kabahat veya günahtan ötürü değil de ilahi kaderin bir cilvesi olduğunu düşünmelerinde de bir o kadar haklılardır. Yani kısaca ifade etmek gerekirse; başa gelen belanın sebebi günahlar olurken her bela ceza olarak değerlendirilmemelidir. Nuh kavmi günahlarından ötürü tufanda yok oldu. Fırtınayla boş kütüğe dönen Âd kavminin bu cezayı hak edişinin sebebi de günahlarıydı. Semûd’u ihtişam abidesi sayılan saraylardan mahrum eden korkunç gürültünün sebebi de günahlarından başka bir şey değildi. Firavun’u hükümranlık tasladığı sularda âleme ibret kılan da günahı değil miydi zaten? Bütün bu ilahi cezaların sebebi elbette onların işledikleri günahlardı. Diğer yandan Nuh aleyhisselam’ın başına gelen musibet ve sıkıntılar, Hûd aleyhisselam’ın maruz kaldığı eziyetler, Salih aleyhisselam’ın gördüğü baskı ve şiddet, İbrahim aleyhisselam’ın canına kastedilecek kadar zulme uğraması ve diğer cennet rehberi peygamber efendilerimizin başlarına gelen sıkıntı, musibet ve belalar elbette işlenilen kabahat, kusur veya günahlardan kaynaklanmıyordu. “Doğru söyleyenin dokuz köyden kovulması” elbette doğru söylemenin yanlış ve hata olduğundan kaynaklanmamaktaydı. Allah azze ve celle’nin sevdiği kişileri sıkıntılarla imtihan ettiği gerçeği yine müslüman şuur ve düşüncesinin temel ilkelerindendir. Bu dünyada cennet hayatı yaşamadığımıza göre korku, açlık, iflas, şiddet, eziyet, iftira, ölüm vb. sıkıntılara maruz kalacağımız unutulmamalıdır. Altının saf halinin ortaya çıkması için ateşe tutulması gibi sıkıntılara gö-
ğüs gererek iman cevherinin en şaibesiz ve berrak haline ulaşılabilir. Meyvelerin kızgın güneş altında olgunlaşması gibi başa gelen musibetlere tahammül ederek ihlâs sahibi olunabilir. Nimete şükretmenin önemini her daim hatırda tutarak Rabbine hamd ile yoğrulan salih kimseler, sıkıntıya sabretmenin ehemmiyetini de her daim bir nasihat meselesi bilmişlerdir. Meclislerin sonunun “Asr Suresi” ile nasihate bağlanması ve sabırlı olmaya vurgu yapılması bu sebepten olsa gerektir. Her daim sıkıntılarla karşı karşıya kalmamızın mümkün olduğu dünyada, işlediğimiz günahların karşılığını gördüğümüzü düşünerek istiğfar dilediğimiz gibi, her sıkıntıya mutlaka bir suçun cezası olarak da bakmamalıyız. Başımıza gelen sıkıntılar ve zorluklar ihlaslı, tevekkül sahibi, muttaki kimseler olmamıza vesile olabileceği gibi büyük mükafat ve sevaplar kazanmamızı da sağlayabilir. Bu konuyu izah sadedinde oldukça önemli olduğuna inandığımız şu Nebevî buyruğu sizinle paylaşıyor olmak ve bu buyruğun gereği olarak zorluklar karşısında daha güçlü olacağınızı düşünmek, iç âlemimizde bizlere tarif edilemez sevinçler hissettirmektedir. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah, iyiliğini dilediği kulunun cezasını dünyada verir. Fenalığını dilediği kulunun cezasını da, kıyamet günü günahını yüklenip gelsin diye, dünyada vermez.” Nebî sallallahu aleyhi ve sellem (yine) şöyle buyurmuştur: “Mükâfâtın büyüklüğü, belânın şiddetine göredir. Allah, sevdiği topluluğu belâya uğratır. Kim başına gelene rızâ gösterirse Allah ondan hoşnut olur. Kim de rızâ göstermezse, Allahın gazabına uğrar.” (2) ------------------------1. Sahabeden Ebu Musa el-Eş’arî radıyallahu anhu’nun aktardığı bu hadis-i şerifi; Buhari, Tefsir (Sure 11), 5 ve Müslim, Birr, 61 rivayet etmişlerdir. 2. Tirmizî, Zühd 57. Ayrıca bk. İbnî Mâce, Fiten 23.
ZİLHİCCE 1437
41
NEBEVÎ AİLE
Halime Yılmaz
Sosyal Hayatta
Çocuk
İ
nsan sosyal bir varlıktır. Yani toplumda girift halinde hayat sürmeye ihtiyaç duyan bir tabiata sahiptir. Sosyalleşmek “toplu yaşama alışmak” hem fıtrî bir ihtiyaç hem de sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bilfiil uygulayıp ümmetine “özellikle de bu ulvî dinin tebliğcilerine” tavsiye ettiği bir gerekliliktir. Nitekim bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuşlardır: “İnsanların arasına karışıp sıkıntılarına katlanan, insanların arasına karışmayıp sıkıntılarına katlanmayan kişiden daha hayırlıdır.”
42
resyona girmeye sebep olabilir. Asosyal bir hayat yaşamanın bir diğer götürüsü de kişinin bir zaman sonra toplum içerisindeki edep-ahlâk kurallarını unutması ve ne yapacağını bilemez halde davranmasıdır ki bu İslâm’ı yayma ve yaşatma görevini üstlenen bir Müslüman için hoş bir durum değildir.
Çünkü sosyalleşmek insanı birçok ruhî problemlerden ve bu problemlerle tek başına mücadele etmekten kurtarır. Bir atasözünde: “Sevinçler paylaştıkça çoğalır, hüzünler paylaştıkça azalır.” denilmesi bu gerçeği gözler önüne sermektedir.
Bütün bu sebeplerden dolayı Müslüman anne-babalar ulvî değerleri yeryüzüne yayma düsturuyla yetiştirdikleri çocuklarının sosyal, atılgan ve toplumda yaşamanın kurallarını bilen bireylerden olmaları için çaba sarf etmelidirler. Ama bunun için önce bizzat kendilerinin sosyal hayatın fiilen içinde olmaları gerekir. Sonra da çocuğun sosyal ortamda büyükleriyle, yaşıtlarıyla ve arkadaş çevresiyle olan davranış biçimini şekillendirmede yardımcı olunmalıdır.
Toplumdan uzak yaşamaya çalışmak kişiyi bunalıma, hayattan kopmaya ve hatta bazen dep-
Çocukların sosyalleşmesinde ebeveynlere yardımcı olacağına kanaat getirdiğimiz noktaları,
EYLÜL 2016
tabi ki de Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatından örneklerle, konunun daha iyi kavranması adına maddelendirmek faydalı olacaktır.
sonra edep ve vakarla konuşur. Böylece okul ve ruh bakımından gelişir; büyüklerin söz ve sohbetlerini yavaş yavaş tanır ve topluma girmeye hazırlanır.
Çocukların Sosyal Yapılarını Geliştirmede Yapılması Gereken Ana Öğeler:
Hz. Ömer; “Nasr Sûresi hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Sahabenin bazısı; “Allah, bize yardımı geldiğinde ve fetih ihsan eylediğinde kendisine hamd etmesi ve kendisinden mağfiret dilememizi emretmektedir.” dedi. Bir kısmı da; “Bilmiyoruz.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, İbn Abbas’a: “Sen de mi öyle diyorsun?” dedi; İbn Abbas: “Hayır.” dedi. O: “Peki ne diyorsun?” dedi. İbn Abbas: “Bu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ecelidir. Onu Allah bildirmiştir. Ayette geçen fetih, Mekke’nin fethidir.” Hz. Ömer de: “Bu ayetle ilgili senin bildiğin dışında bir şey bilmiyorum.” dedi. (5)
1) Çocuğun, büyüklerin ilim ve sohbet meclislerine götürülmesi: Çocuklar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ilim ve sohbet meclislerinde hazır bulunurlardı. Babaları ellerinden tutar ve güzel toplantılara getirirdi. İşte oğlunu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in meclisine getiren Hz. Ömer’in oğlu, Abdullah anlatıyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Bana bir ağaç söyleyin! O ağaç Müslüman misali olsun; Rabbinin izniyle her zaman meyvesini versin ve yaprağını dökmesin.’ buyurmuştu. Benim içimden onun hurma olduğu geçti; ama söylemekten çekindim. Orada Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer de vardı. Onlar bir şey demeyince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun hurma olduğunu söyledi. Babamla beraber dışarı çıktıktan sonra; ‘Babacığım! Benim aklımdan da onun hurma olduğu geçmişti.’ dedim. Babam: ‘Peki, onu söylemeye engel ne idi? Eğer onu söyleseydin, bana, şundan şundan daha sevimli gelirdi.’ dedi. Bunun üzerine ben; ‘Sen ve Ebu Bekir bir şey demediniz. Ben de konuşmaktan çekindim.’ dedim.” (1) (2) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çocuklara karışır ve onlara hoş davranırdı. Enes der ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bizim aramıza gelir, hatta benim küçük kardeşime ‘Ey Umeyr! Ne yaptı, Nuğayr?’ derdi. Nuğayr, kardeşimin oynadığı bir kuş idi. Bizim sergimize su serpildi ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem üzerinde namaz kıldı. Bizi de arkasında saf yaptı.” (3) (4) Çocukların ilim meclislerine götürülmesiyle elde edilecek faydalar: a) Çocuğun eksik yönleri ortaya çıkar. Böylece eğitimci onu olgunlaştırabilir ve ortaya bir soru attığında cevap vermesi için ona cesaret verebilir. Böyle bir ortamda çocuk izin aldıktan
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çocukların gelmeleri halinde, erkeklerin meclis adabına dikkat etmelerini istemiştir. Sehl b. Sad’ın rivayetine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Mecliste baba ile
Toplumdan uzak yaşamaya çalışmak kişiyi bunalıma, hayattan kopmaya ve hatta bazen depresyona girmeye sebep olabilir. Asosyal bir hayat yaşamanın bir diğer götürüsü de kişinin bir zaman sonra toplum içerisindeki edep-ahlâk kurallarını unutması ve ne yapacağını bilemez halde davranmasıdır ki bu İslâm’ı yayma ve yaşatma görevini üstlenen bir Müslüman için hoş bir durum değildir.
ZİLHİCCE 1437
43
ve maharetle herhangi bir karışıklık, düzensizlik ve bozukluk olmadan sağlam adımlarla hayatını sürdürebilir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çocukları bazı hacetler için, birini çağırması için ve hatta alacaklıdan alacağı şeyi istemek için gönderirdi. Böylece bunların adabını da öğretirdi.
oğlu arasına oturulmasın.” (6) (7) b) Çocukların, yetişkinlerin sohbet ve meclislerine gelmelerinin diğer bir faydası da büyüklerin onları iyiye yönlendirmeleri, öğüt ve nasihatte bulunmalarıdır. (8) Günümüzde toplum içerisinde nasıl davranacağını bilmeyen, ukala gençlerin peyda olması ve gençlerin çoğunu böylelerinin oluşturmasının sebeplerinden biri de sanal dünyada kendini sosyal zannedip gerçek dünyada kendini toplumsal adap kurallarından haberi olmayan çocukların yetiştirilmesidir. Çocuklar küçük yaştan itibaren salih ve saliha büyüklerin yanına sokularak hem ilmen geliştirilmeli hem de sosyal hayata hazırlanmalıdır. 15-20 yaşına gelmesine rağmen yumurta bile kıramayan kız çocukları veya çalışmanın ve para kazanmanın zorluklarından bir haber büyütülmüş erkek çocukları küçük yaşta gerçek sosyal hayata pek sokulmamış, “büyüyünce öğrenir” diyerek asıl eğitimleri ertelenmiş, sorumsuzluk “öğretilmiş” çocuklardır. Bu sorumsuzluğun asıl sorumlusu, küçükken çocukları sosyal hayata sokmanın verdiği meşakkati yüklenmekten çekinen anne-babalardır. 2) Çocuğun yapabileceği bazı iş ve ihtiyaçlar için görevlendirilmesi: Çünkü çocuğun; evin veya anne-babasından birinin ihtiyaçlarını yerine getirmesi, onun hayatında olumlu yönde aktif bir rol oynar. Çünkü bu vesileyle hayatın bilinmeyen yönlerini tanır. Bu tanımanın verdiği sevinç ve neşeyi, iş ve olaylar karşısında kendine olan güveni hisseder. Bu geleceğinde önemli bir rol oynar. Çünkü küçüklüğünde bir tecrübe ve maharet kazanmış olur. Bu tecrübe
44
EYLÜL 2016
Ebu Hureyre’den rivayetle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İnsanlara borç veren bir adam vardı. Hizmetçisine şöyle derdi; ‘Fakire varırsan ondan vazgeç, onu affediver! Umarım Allah da bizi affeder.’ Adam Allah’a kavuştu ve Allah onu affetti. (9) (10) Çocuklar evin, anne-babasının istek ve ihtiyaçlarını yerine getirmeye alıştıktan sonra onlarda yeni bir duyarlılık gelişir. Bu duyarlılıkla onlar anne-baba söylemeden arzu ve isteklerini anlar duruma gelirler. İbn Abbas der ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Meymune’nin evinde idi. Ben de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in abdest suyunu hazırlayıp koymuştum deyince: ‘Allah’ım! Onu dinde ince anlayış sahibi kıl ve ona tevili (Kur’an’ın manasını) öğret.’ buyurdu. (11) Görüldüğü gibi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hizmetlerinden ötürü dua etmek suretiyle çocukları ödüllendirmektedir. Hepimiz bunu fazlasıyla yapmak durumundayız. Umarız ki Allah yapılan duaları bir an kabul buyurur. (12) 3) Çocuğun selamlaşmaya alıştırılması: İyi temennilerle sosyalleşmeye başlamasını öğretir. Selam, Müslümanlar arasında İslâmî bir dirlik temennisidir. Çocuk çeşitli seviyelerde insanlarla karşılaşır. Bu durumda onun da insanlarla yapacağı konuşmanın anahtarını taşımaya ihtiyaç vardır. Çocuğa selam sünnetinin kazandırılmasında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabından güzel uygulamalar görmekteyiz. Sabit’in rivayetine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ensarı ziyaret eder, çocuklarını selamlar, onların başlarını sıvazlar ve onlara dua ederdi.
Enes’ten rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: “Yavrucuğum! Aile efradının yanına vardığında selam ver ki bu; senin ve ailen için bereket olsun.”
etmiştir. (17)
(13) (14)
8) Çocuğun salih akrabalarının yanında gecelemesi: Bu sayede çocuk ikinci bir aile hayatı görür ve bilgi, anlayış ve dindarlık bakımından onlardan faydalanır. Bu sıla-i rahime de çocuğu alıştırır. Akrabalarına karşı sevgi bağlarının güçlenmesini sağlar ve sosyal ilişkilerinin düzenler. Tabi; anne-baba kalacağı akrabasının ilim ve takvasından faydalanmasını çocuğa öğütlerse çok daha güzel olur.
4) Çocuğun hastalandığında ziyaret edilmesi: Sosyal bağların kurulmasına katkıda bulunur. Küçüklüğünde büyüklerin gelip kendisini ziyaret ettiklerini gören bir çocuk, bu güzel âdeti daha sonra alışkanlık haline getirir. Ayrıca bu nevi ziyaretler onun acı ve ıstırabını hafifletir. Enes anlatıyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e hizmet eden Yahudi bir çocuk vardı. Derken hastalandı. Ziyaret etmek üzere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona gitti. Başucunda oturan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ona; ‘Müslüman ol.’ dedi. Çocuk babasına baktı ve babası; ‘Ebu’l Kasım’a itaat et.’ dedi. Çocuk hemen Müslüman oldu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi; ‘Onu ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun.” (15) 5) Çocuğun iyi arkadaş edinmesi: Sosyalleşmesi açısından çok önemlidir; çünkü topluma karışarak onlarla sevgi ve kardeş hayatı yaşamak beşer tabiatının bir gereğidir. Anne-baba, çocuğuna uygun ve iyi bir arkadaş seçerse onun ıslah ve yetiştirilmesinde pedagojik bir kapıyı açmış olur. Çocuğun kötü bir arkadaş seçeceğini fark ettiğimiz zaman, bize düşen Allah’a itaatte ve İslâmî hayatta ona destek olacak iyi bir arkadaşın seçiminde ona yardımcı olmaktır. (16) 6) Çocuğun alış-verişe alıştırılması: Çocuğa güçlü ve sosyal bir aksiyon kazandırır. Ayrıca alış-veriş çocuğa özgüven kazandırır. Artık yetişkin bir insana dönüşür o. Hayat şartları içinde yavaş yavaş ciddiyeti öğrenir, oyun ve şakadan uzak durur ve alış-verişe alışır. Amr b. Hûreys’in rivayetine göre; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Abdullah b. Cafer’e uğramıştı. O da bir çocuk olarak alış-veriş yapıyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem; “Allah’ım! Onun alış-verişini bereketli kıl.” Buyurarak onun tecrübe ve alış-verişine dua
7) Çocuğun meşru düğün ve törenlere gitmesi
İbn Abbas: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in zevcesi teyzem Meymune’nin evinde geceledim. Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem nasıl namaz kıldığını gözetliyordum.” (18)
Velhamdûlillahi Rabbil Âlemin. -------------------------
1. Buharî, İlim, 4; Müslim; Timizî; Ahmed b. Hanbel 2. Muhammed Nur Süveyd, Çocuk Eğitimi, Uysal Yayınları 3. Ahmed b. Hanbel, 111/119 4. Muhammed Nur Süveyd, Peygamberin Sünnetinde Çocuk Eğitimi, Uysal Yayınları 5. A.g.e. 6. Ahmed b. Hanbel 7. A.g.e. 8. A.g.e. 9. Buharî, Müslim 10. A.g.e. 11. Hakîm, Müstedrek 12. A.g.e. 13. Tirmizî, İsti’zan, 10 14. A.g.e. 15. Buharî, Ahmed b. Hanbel 16. A.g.e. 17. A.g.e. 18. A.g.e.
ZİLHİCCE 1437
45
İSLAM COĞRAFYALARI
Metin Eken
Doğu Timor/Timor Leste
İ
slam coğrafyaları yazı dizisinin son üç ya-
ması, batılı sömürgecilerin bölgede uyguladığı
zısını Endonezya bölgesine yapmış oldu-
sistematik ve zorunlu göç stratejileri, bölgeye
ğumuz seyahate ayırmıştık. Bu yazımızda ise,
dünyanın farklı yerlerinden gelen Katoliklerin
binlerce yıldır aslında Endonezya toprağı olan
yerleştirilmesi ve misyonerlik gibi faaliyetler
ancak batılı sömürgeciler tarafından zamanla
sonucunda meydana gelen bir durumdur.
Hristiyanlaştırılarak bağımsız bir devlet statüsü kazandırılan Doğu Timor’a konuk olacağız. Bugün Doğu Timor olarak bilinen bölge Güney
46
Doğu Timor’un Tarihine Kısa Bir Bakış ve Tarihsel Sorunlar
Asya’da yer alan ve geçmişte halkının büyük
Endonezya adaları 16. Yüzyıldan itibaren batılı
çoğunluğunun Müslüman olduğu Timor ada-
emperyalist güç odaklarının çıkarlarının ke-
sının doğu kısmında yer alır. Adanın batı kısmı
siştiği bir bölge haline gelir. İslam kimliğinin
ise günümüzde Endonezya sınırları içerisinde
kökleştiği, farklı inanç gruplarından insanların
kalmıştır. 14,609 km² yüz ölçümüne sahip olan
İslam’ın adaletinde huzur içinde yaşadığı top-
Doğu Timor’un başkenti ise Dili’dir. Yaklaşık
raklar bu dönemden itibaren İngiliz, Hollanda-
bir milyon nüfusa sahip olan ülkenin yaklaşık
lı ve Portekizli sömürgecilerin istilasına uğrar.
%95’lik bir kısmını Hristiyan Katolikler oluş-
Portekizli denizcilerin Timor adasına ayak bas-
turmaktadır. Geri kalan yüzdelik dilimin ufak
ması ise 1512 yılına rastlar ve bu dönemden iti-
bir bölümü ise Müslümanlara aittir. Ancak
baren bölge Portekiz sömürgesi haline getirilir.
bölgede Müslüman nüfusun bu denli az ol-
Bugün Endonezya sınırları içerisinde bulunan
EYLÜL 2016
pek çok bölge gibi Timor adası da bu sömür-
di bir biçimde engellenirken Hristiyan halkın
gecilik faaliyetlerinin etkisi altında kalır. 1975
çoğunlukta olduğu bu bölgenin bağımsızlığı
yılına kadar Portekiz sömürgesinde kalan böl-
batılılar tarafından her zaman desteklenen bir
ge 1975 yılında ise Endonezya tarafından ilhak
durum olmuştur.
edilir. Bu dönemden itibaren ülkede pek çok
Doğu Timor bölgesinin hiçbir zaman kendi ha-
etnik ve dini gruptan on binlerce kişinin öldüğü kanlı bir sürecin kapıları aralanır.
line bırakılmamasının ise pek çok önemli gerekçesi vardır. Bölgedeki zengin petrol ve do-
Endonezya devletinin bölgenin geçmişte ken-
ğalgaz rezervleri emperyalist iştahların ilgisini
dilerine ait olduğu gerekçesiyle 1975 yılında
sürekli canlı tutan en önemli unsurdur.
bu toprakları ilhak etme (kendi topraklarına
Doğu Timor örneğinden hareketle tekrar an-
dâhil etme) girişimi özellikle Amerika tarafın-
laşıldığı üzere Müslüman nüfusun bulunduğu
dan da desteklenmiştir. Evet, bölge geçmişte
her bir bölge, ufak bir toprak parçası dahi olsa
Endonezya’ya aittir ancak Amerika’nın bölge-
batı emperyalizminin kan emiciliğinden payı-
deki katliamları desteklemesinin pek çok sebe-
na düşeni almaktadır. Müslümanların bir arada
bi vardır. Ancak bunların en önemlisi bölgede
ve güçlü olmasına, stratejik yer altı ve yer üstü
komünist hareketlenme olduğu iddiasıdır. Ve
zenginliklerine sahip olmasına müsaade edil-
bu iddia sonucu bölgede pek çok insan haya-
memektedir. Müslümanların yaşadığı toprak
tını kaybeder. Bölgedeki İslami hareket de bu
parçaları gerek misyonerlik faaliyetleri gerekse
olaylardan önemli ölçüde etkilenmiştir.
de zorunlu göç ve katliam gibi politikalarla zu-
1991 yılına gelindiğinde ülkede yaşanan kar-
lümlere düçar olmaktadır…
maşa ortamı sebebiyle Birleşmiş Milletler’in bölgeye girişinin yolu açılır. Bölge bu dönemden itibaren özerk bir statüde yer alır. 2002 yılında ise bölge tamamen bağımsız bir hale gelir. Bölgenin tarihine dair anlatılanlar ışığında göze çarpan en önemli husus batılı sömürgecilerin, Müslümanların yoğun olarak yaşadığı ve geçmişte farklı dinlere inanan insanların bir arada yaşama becerisi gösterebildiği yerlere attığı fitne tohumlarıdır. Sudan’da ortaya çı-
Doğu Timor bölgesinin hiçbir zaman kendi haline bırakılmamasının ise pek çok önemli gerekçesi vardır. Bölgedeki zengin petrol ve doğalgaz rezervleri emperyalist iştahların ilgisini sürekli canlı tutan en önemli unsurdur.
karılan Güney Sudan meselesi, Fas’ın yaşadığı batı sahra sorunu ve daha pek çok Müslüman ülkenin baş başa bırakıldığı sorunlar bunların yalnızca birkaçıdır. Ancak biraz dikkatle baktığında Doğu Timor’un bağımsızlığına dair batılı çabalarda ciddi bir ikiyüzlülük göze çarpar. Keşmir, Moro ve Doğu Türkistan gibi Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelerde Müslüman halkın bağımsızlık mücadelesi cid-
ZİLHİCCE 1437
47
DAVET VE CİHAD ÖNDERLERİ
Cihan Malay
Korkusuz Âlim
SAİD BİN CÜBEYİR RAHİMEHULLAH (665-713)
“Annene de ki; buluşma yerimiz inşallah cennettir.” (Said b. Cübeyir’in tutuklanıp şehid edilmeden önce küçük çocuğuna söylediği son sözleri)
48
EYLÜL 2016
Hayatı Tabiin devrinde yetişen müctehid imamlarından olan Said b. Cübeyr(r.h), 665 yılında Kûfe’de doğdu. Künyesi Ebu Abdullah veya Ebu Muhammed’dir. Abdullah b. Said ve Abdulmelik b. Said adlı iki oğlu olduğu bilinir. Kendisi Esed bin Huzeymeoğullarından Vâbile bin Hârisoğullarının âzadlı kölesiydi. Önceleri Kûfe kâdılarından Abdullah ibn Utbe bin Mesud’un kâtibiyken daha sonra Ebu Bürde bin Musa el-Eş’ari’nin yanında bir süre kâtiplik yaptı. Bir ara Fırat Nehrinin suladığı arazinin öşürlerini toplamakla görevlendirildi.
İlmi Şahsiyeti Ve Takvası Tabiin nesli hakkında İmran b. Husayn’den rivayet edilen hadiste Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: “İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları
bas(r.anh) ile beraber gezip, işittiklerini yazması örnek bir durumdur. Onun ilimdeki yerini takdir eden hocası Abdullah ibni Abbas (r.anh), ona şöyle derdi: “Ey Said! Sende dini meselelerde soru soranlara cevap ver. Hatalı bir hükümde bulunursan tashih eder, düzeltiriz.” deyince, hocasına: “Ey Ebu’l-Fadl! Huzurunda dini işlerde fetva vermek benim haddim değildir” diyerek tevazularını bildirmiştir. Ancak İbn Abbas(r.anh) gözleri âmâ olup göremez hale gelince, Said bin Cübeyr(r.h) fetva işlerini üzerine alarak Müslümanların dini meselelerdeki sorularına fetva vermeye başlamıştır.
(2)
Onun şu olayı bu durumuna örnektir: “Kûfeliler, Abdullah ibni Abbâs’a bir meselede fetvâ sormaya geldiklerinde, onlara; ‘Sizin aranızda İbn-i Ümmü Dihâmâ (yani Said bin Cübeyr) yok mu?” derdi.
takip edenlerdir.” [İmrân (r.anh) dedi ki: “Kendi asrını zikrettikten sonra iki asır mı, üç asır mı zikretti bilemiyorum.]” (Buhari, Şehâdat 9, Fedâilu’l-Ashâb 1, Rikak 7, Eymân 27; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 214; Tirmizi, Fiten 45, Şehâdât 4; Ebu Dâvud, Sünnet 10; Nesâi, Eymân 29) Tabiinden olup övgüye nâil olma şerefine mazhar olan Said b. Cübeyir(r.h), sahabeden büyük ilim sahibi bazılarından ilim öğrenme şerefine de nail olmuştur. Bunlar arasında şu sahabeler sayılır: “Abdullah ibn Abbas, Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Ömer, Ebu Said el Hudri, Ebu Hureyre, Ebu Musa el-Eş’arî (r. anhum) vd.” İbn-i Hibbân, Kitâbus-Sikât adlı eserinde onun için: “O; fakih, çok ibâdet eden, fazileti çok, verâ ve takvâ sahibi birisiydi” der. Said bin Cübeyir(r.h) devrinde “Cehbezu’l ulemâ” (1) olarak anılmıştır.
Onun ilimdeki yerini takdir eden hocası Abdullah ibni Abbas (r.anh), ona şöyle derdi: “Ey Said! Sende dini meselelerde soru soranlara cevap ver. Hatalı bir hükümde bulunursan tashih eder, düzeltiriz.” deyince, hocasına: “Ey Ebu’l-Fadl! (2) Huzurunda dini işlerde fetva vermek benim haddim değildir” diyerek tevazularını bildirmiştir. Ancak İbn Abbas(r.anh) gözleri âmâ olup göremez hale gelince, Said bin Cübeyr(r.h) fetva işlerini üzerine alarak Müslümanların dini meselelerdeki sorularına fetva vermeye başlamıştır.
Onun ilme düşkünlüğüne gece gündüz İbn Ab-
ZİLHİCCE 1437
49
Onun ilminin çokluğu bütün âlimler tarafından ittifâkla bildirilmiştir. Onun hakkında büyük müctehid İmam Tavus(r.h) şöyle der: “İbn Abbas’ın yanındaydık. Biz yazmadığımız halde Said b. Cübeyr yazıyordu.” Bunu kendisinin söylediği şu sözleri de ispat eder: “Çoğu zaman İbn Abbas’a gelir, sahifeme yazardım. Sahifem dolduğu zaman da takunyalarıma, onlar da dolduğunda avuçlarıma yazardım.” Onun ilmi hakkında şöyle de söylenmiştir: “Tabiinden; talak konusunda en âlim olan kişi Said b. el-Müseyyeb; hacc konusunda Atâ b. Ebi Rabâh, helal ve haramda Tavus; tefsirde Mücâhid’tir. Bütün bunların hepsinden de ilim sahibi olan kişi ise Said b. Cübeyr idi.” Ahmed b. Hanbel(r.h)’de onun ilminin yüceliğini şöyle ifade etmiştir: “Said b. Cübeyr şehid edildi. Yeryüzünde onun ilmine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur. “ Said b. Cübeyir(r.anh)’ın hadis ilminde rivayetleri meşhur olup, hadis âlimleri tarafından sika(güvenilir, sağlam) olarak bildirilmiştir. Rivayet ettiği hadisleri Kütüb-i Sitte’de vardır.
Said Bin Cübeyr’in Tefsiri ve Kıraat İlmindeki Yeri Emevi halifesi Halife Abdülmelik, Said b. Cübeyir(r.h)’ten bir tefsir yazmasını istemiş ve bu tefsir kendisi tarafından yazılmıştır. İbn Ebi Hâtim, bu tefsirin yazıldığını babasından teyid etmiştir. Onun Kur’an tefsirini önemsemesi hakkında şu sözü meşhurdur: “Kur’ân’ı okuyupta onu tefsir etmeyen, sanki âmâ gibidir.” Said b. Cübeyr(r.h), Kur’an tefsirini yazarken şöyle bir metod izlemiştir: “İlk olarak Kur’ân’ı Kur’ân ile daha sonra Kur’ân’ı Sünnet ve saha-
50
EYLÜL 2016
Askerler iki muhafız ile birlikte Said b. Cübeyir(r.h)’ı götürmek için ellerine ve ayaklarına zincir takınca, Said b. Cübeyir(r.h) orada bulunan dostlarına şöyle der: “Bu zâlimin beni öldüreceğini zannediyorum. Ben ve iki dostum bir gece imanın tadını alarak Allah’a ibadet ettik ve Allah’tan bizi şehitlerden kılması için dua ettik. Allah, o iki dostumun duasına icabet etti ve onları şehit olarak huzuruna aldı. Geriye ben şehadeti bekler bir halde kaldım” dedi. Sözlerini tam bitirdiği esnada küçük kızı onun yanına gelipte, babasını ellerinin ve ayaklarının zincire bağlı bir halde ve askerlerin tuttuğunu görünce ağlamaya başlar. Bunun üzerine küçük kızının başını okşayıp ona şöyle der: “Annene de ki; buluşma yerimiz inşallah cennettir.”
benin sözleriyle tefsir etmiş, nüzul sebeplerin-
ordusu üstün gelmeye başlayınca, İbn Eş’as’ın
den, nâsih ve mensûhtan faydalanmış, haber
askerleri savaşmaktan vazgeçip Haccâc’a teslim
bulamadığı noktalarda da dil bilimlerinden is-
olur ve İbnu’l Eş’as’ın ordusu mağlup olur.
tifade yoluna gitmiştir. Hatta kendi re’yi
(3)
ile
yaptığı tefsirlerde muhatabı ikna etmek için, sözlerini yeminle teyid etmiştir.”
İbnu’l-Eş’as mağlup oluşundan sonra İsfahan tarafına doğru kaçmış, oradan Azerbaycan’a, oradan da umre için gittiği Mekke’ye
Ayrıca Tabiin devrinin en meşhur Kur’ân kâri-
yerleşir. Mekke’ye yerleşmesinin nedeni, bu
lerinden biri de olan Said b Cübeyr(r.h), kıraat
dönemde adaletiyle meşhur ve bazı âlimler
ilmini İbn Abbas’tan öğrenmiştir.
tarafından 5.halife olarak görülen Ömer b. Ab-
Said b. Cübeyir(r.h), meşhur yedi kıraat imamından biri olan Amr b. el-Alâ (ö. 154/770)’nın
dulaziz(r.h)’ın Haccâc’ın zulmünden kaçanları himaye etmesiydi.
kıraat hocalarındandır. Kıraata ait örneklerini
Haccâc’ın, Ömer b. Abdulaziz(r.h)’ı ‘yönetime
Taberi tefsirinde sık sık görmek mümkündür.
karşı olanları destekliyor’ suçlamasıyla Emevi
Onun kıraat ilmine vukufiyetini İsmail b. Abdulmelik’ten gelen bir rivayet bize bildirmektedir: “Said b. Cübeyr, Ramazan ayında bize
yönetimine şikâyet etmesi sonucu dönemin Emevi halifesi tarafından Ömer b. Abdulaziz Hicaz valiliğinden azledilir.
imam olurdu. Bir gece Abdullah b. Mes’ud kıraa-
Hicaz valiliğinden azledilen Ömer b. Abdula-
tini, bir gece Zeyd b. Sabit kıraatini, diğer bir gece
ziz’in yerine Haccâc’ın tavsiyesiyle Mekke ve
başka birinin kıraatini, okurdu” demektedir.
Medine’ye tayin ettiği valiler ilk icraatlerini
Müctehid imamlarımızdan Süfyân es-Sevrî(r.h), tefsirin şu dört kişiden alınmasını tavsiye etmiştir: “Said b. Cübeyr, Mücâhid, İkrime, ed-Dahhâk.”
Âbidliği Kendisinin ifadesine göre, Ka’be’de Kur’ân’ı bir
yapar. Bu icraatleri, Haccâc’a karşı olan kişileri yakalayıp, ona göndermek olur. Bunların arasında Tabiin’in büyük müfessirlerinden Said b. Cübeyir(r.h)’ta vardır. Askerler iki muhafız ile birlikte Said b. Cübeyir(r.h)’ı götürmek için ellerine ve ayaklarına zincir takınca, Said b. Cübeyir(r.h) orada bu-
rekâtta hatmetmiştir.
lunan dostlarına şöyle der: “Bu zâlimin beni öl-
Bir gece namazında; “Ey günahkârlar! Bugün
gece imanın tadını alarak Allah’a ibadet ettik ve
Mü’minlerden ayrılın!” (Yâsin, 59) âyetini okuyarak sabahlamıştı.
Tutuklanması Said b. Cübeyr(r.h), Haccâc ile İbnu’l Eş’as arasında cereyan eden Deyru’l Cemâcîm Savaşı’na katılmış ve bu savaşta İbnu’l-Eş’as’ın askerlerinin arasına girerek onları savaşa teşvik etmiştir. Savaşın ilk anlarında İbn Eş’as’ın ordusu galip
düreceğini zannediyorum. Ben ve iki dostum bir Allah’tan bizi şehitlerden kılması için dua ettik. Allah, o iki dostumun duasına icabet etti ve onları şehit olarak huzuruna aldı. Geriye ben şehadeti bekler bir halde kaldım” dedi. Sözlerini tam bitirdiği esnada küçük kızı onun yanına gelipte, babasını ellerinin ve ayaklarının zincire bağlı bir halde ve askerlerin tuttuğunu görünce ağlamaya başlar.
gelmeye başlamış, hatta bir ara galibiyet haberi
Bunun üzerine küçük kızının başını okşayıp
bütün orduda yayılmıştı. Ancak savaşın sonucu
ona şöyle der: “Annene de ki; buluşma yerimiz
hiç de umdukları gibi olmaz. Çünkü Haccâc’ın
inşallah cennettir.”
ZİLHİCCE 1437
51
Haccâc İle Arasında Geçen Son Konuşmalar Ve Şehit Edilişi Şehit edilmeden önce elleri ve ayakları zincirlenmiş bir halde Said b. Cübeyir(r.h), Haccac’ın
oğlu, gençlerden ilk Müslüman olan ve Hz. Fatıma’nın kocasıdır. Cennet gençleri Hasan ve Hüseyin’in babasıdır.”
önüne getirilir ve aralarında şöyle bir dialog ge-
Haccâc: “Ümeyye oğullarından hangi halife se-
çer:
nin daha çok hoşuna gider.”
Haccâc: “Senin adın ne?”
Said b. Cübeyir(r.h): “Rabbini en çok razı eden.”
Said b. Cübeyir(r.h): “Said b. Cübeyr.” (4)
Haccâc: “Rabbini en çok razı eden kimdir?”
Haccâc: “Hayır! Senin adın Şaki b. Kuseyr’ dir.”
Said b. Cübeyir(r.h): “Bunun bilgisi gizliyi ve
(5)
açığı bilen Allah’a aittir.”
Said b. Cübeyir(r.h): “Bilakis, annem benim
Haccâc: “Benim hakkımda ne düşünüyorsun?”
adımı senden daha iyi biliyor.”
Said b. Cübeyir(r.h): “Sen kendini daha iyi bi-
Haccâc: “Muhammed hakkında ne dersin?”
lensin.”
Said b. Cübeyir(r.h): “Muhammed bin Abdullah
Haccâc: “Ben senin fikrini öğrenmek istiyorum.”
(sallallahu aleyhi ve sellem)’i mi kasdediyorsun?” Haccâc: “Evet.” Said b. Cübeyir(r.h): “Âdemoğlunun efendisi ve seçilmiş bir peygamberdir. İnsanlardan gelip geçenlerin en hayırlısıdır. Risaleti taşımış ve tebliğ etmiştir.” Haccâc: “Ebubekir hakkında ne dersin?” Said b. Cübeyir(r.h): “O, sıddık ve peygamberin halifesidir. Peygamberin yolunu değiştirmeden o yol üzerinde yürümüştür.”
Said b. Cübeyir(r.h): “Bu senin hoşuna gitmez ve seni üzer.” Haccâc: “Ben yine de senden işiteceğim.” Said b. Cübeyir(r.h): “Sen Allah’ın kitabına muhalefet eden, kendi heybetini arttırmak maksadı ile kendini helâke götüren ve kendini cehenneme sokacak işler yapan birisin.” Haccâc: “Allah’a yemin olsun ki seni öldüreceğim.” Said b. Cübeyir(r.h): “O zaman sen benim dünyamı yıkmış olursun. Ben ise senin ahiretini yı-
Haccâc: “Ömer hakkında ne dersin?”
kacağım.”
Said b. Cübeyir(r.h): “O, Allah’ın kendisiyle hak
Haccâc: “Dilediğin ölümü kendine seç.”
ile batılın arasını ayırdığı, fâruktur. İki dostunun yolu üzerinde yürümüştür. Şehit olarak Rabbine kavuşmuştur.”
Said b. Cübeyir(r.h): “Bilakis sen kendin için ölümlerden ölüm seç, ey Haccâc! Allah’a yemin ederim ki sen beni hangi şekilde öldürürsen, Al-
Haccâc: “Osman hakkında ne dersin?”
lah da seni ahirette o şekilde öldürecek.”
Said b. Cübeyir(r.h): “O, zorluk ordusunu teçhi-
Haccâc: “Seni affetmemi ister misin?”
zatlandıran, Rasûlullah’ın iki kızının kocasıdır. Zulüm ile öldürülmüştür.” Haccâc: “Ali hakkında ne dersin?”
52
Said b. Cübeyir(r.h): “Peygamberin amcasının
EYLÜL 2016
Said b. Cübeyir(r.h): “Bana gelecek olan af ancak Allah’tandır. Senin için ise asla bir özür ve bir kurtuluş yok.”
Haccâc(öfkelenerek): “Kılıcı ve deriyi getir (6) ey
ve teslim olmuş olarak yöneliyorum. Ben müş-
cellat!”
riklerden değilim.” (7)
Said b. Cübeyir(r.h)’ın güldüğünü gören
Haccâc: “Yüzünü kıbleden çevirin” deyince, Said b. Cübeyir(r.h) şu ayeti okudu: “Sizi oradan
Haccâc: “Niye gülüyorsun?” der.
(toprak) çıkarttık ve sizi tekrar oraya çevirece-
Said b. Cübeyir(r.h): “Senin Allah’a karşı cüreti-
ğiz ve sizi başka bir sefer tekrar oradan çıkara-
ne ve Allah’ın sana karşı merhametine.”
cağız.” (8) Ardından da şu ayeti okudu: “Nereye
Haccâc:
“Öldür
onu
ey
cellat!”
Ölüme giderken bile hakkı haykırmayı ihmal etmeyen
dönerseniz dönün orası Allah’ın yönüdür.” (9) Haccâc: “Allah’ın düşmanını öldürün, Kur’an ayetlerini ondan daha iyi delil getiren kimseyi
Said b. Cübeyir(r.h), Haccâc’a: “ Ey Haccac!
görmedim.”
Seni bir ve eşi olmayan Allah’tan başka ilah ol-
Said b. Cübeyir(r.h), en son şöyle dedi: “Al-
madığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resulu olduğuna şahit tutuyorum.” Haccâc, Said b. Cübeyir(r.h)’ın öldürülmesi kararını verince onu karşısına alıp: “Seni öyle bir ölümle öldüreceğim ki, geçmiş ve geleceklere ibret olacaksın.”
lah’ım benden sonra bu zalimi kimseye musallat etme” ve cellat Said’in boynunu vurarak onu şehit etti. Rivayete göre bu olay 95 yılı Şaban ayında veya 94 yılı Şaban ayında Vasıt’ta gerçekleşti. Said b. Cübeyir(r.h), 49 yaşında şehid edilmiş ve Vasıt
Haccâc; “Vurun boynunu” emrini verdiğinde,
kabristanına defnedilmiştir. (10)
Said b. Cübeyir(r.h); “İki rekat namaz kılmama
Hasan Basri(r.h), Saİd bin Cübeyr(r.h)’ın şe-
fırsat ver” deyip kıbleye yönelip, şu duayla na-
hit edildiğini duyunca, “Eyvah! Doğudan batı-
maza başladı; “ Gökleri ve yeri yaratana, hanif
ya kadar ilmine, irfanına bütün müslümanların
ZİLHİCCE 1437
53
muhtaç olduğu değerli âlimi kaybettik” der.
Haccac’a Dua İle Gelen Kötü Ölüm Said b. Cübeyr’in şehadetinden on beş gün geç-
mem. Yalnız secde edemeden geçirdiğim vakitlerime üzülürüm.” “Yapılması emredilen her vazife, büyüktür.”
meden zâlim Haccâc hastalanır. Sürekli bayı-
“Üç türlü kalb vardır:
lıyor ve şöyle bağırarak uyanıyordu. “Said bin
1- Mü’minin kalbi. Temiz ve sevgi ile Allah
Cübeyr geldi. Boynumdan tutuyor ve beni neden öldürdün diyor” sonra ağlıyor ve “Said’i benden
Teâlâ’ya bağlıdır.
uzaklaştırın” diyordu.
2- Katı, ölü kalp. Kimseye acımaz.
Haccac bu şekilde çığlıklar arasında öldü. O öl-
3- Hasta kalp. Hastalık, münafıklık hastalığıdır.
dükten sonra bazıları onu rüyasında görmüş ve
İlki kurtulucu, son ikisi ise azaptadır.
ona şöyle sormuştu: “Allah sana öldürdüklerin-
Mü’minin kalbi selimdir ve kalbi selim övülüyor.
den dolayı ne yaptı.” Haccac “Her öldürdüğüme karşılık beni bir defa öldürdü. Said b. Cübeyr’e karşılık ise beni yetmiş defa öldürdü.” (Bu rüya Ömer Bin Abdulaziz(r.h)’tan rivayet edilmiştir.) Onun katlettiklerinin sayısı, bazı kaynaklarda 120 bine kadar çıkarılmaktadır. Ölüm haberini alan âlimlerden bazıları şöyle tepki vermiştir:
“Kalbi selim ile gelen hariç, o gün, mal ve çocuklar fayda vermez.” (11) -------------------------
1. Cehbez: Eskiden piyasada sarraflık, devlet maliyesinde ise başta para ayarı olmak üzere, çeşitli mali işleri yapan kimselere verilen ad. 2. Abdullah bin Abbas(r.anh)’ın künyesi 3. Rey: Düşünce, görüş, fikir.
Hasan Basri(r.h) öldüğünü duyunca; “Allah’ım!
4. Said: Mutlu, Cübeyr: Onaran
Onu ortadan kaldırdığın gibi sünnetini de kal-
5. Şaki: Bedbaht, Kuseyr:Kıran, yıkan, döken
dır!” diye dua etmiştir. Ömer b. Abdülaziz(r.h) şükür secdesine gitmiş, büyük âlim İbrahim en-Nehai(r.h)’ta sevincinden ağlamıştır.
Sözleri “Allah Tealâ’ya itaat edip emirlerini yerine getiren, O’nu zikrediyor demektir. O’nun verdiği
6. İnfaz edilecek kimsenin boynu vurulacağı esnada kanın etrafa yayılmaması için mahkûmun altına serilen deriden bir tür çarşaftır. 7. Enam, 79 8. Taha, 55 9. Bakara, 115 10. İbn Hallikan, Vefatu’l Ayân. 2/371-373 11. Şuara, 88-89
emirlere göre hareket etmeyen, ne kadar tesbih çekerse çeksin, ne kadar Kur’an-ı Kerim okursa
Kaynakça:
okusun, onu zikretmiş sayılmaz.”
1. Korkusuz Âlim: Said b. Cübeyir, Halil İbrahim Turhan, Nebevi Hayat Dergisi, 6. Sayı(Mayıs 2013)
“İnsanların en çok ibâdet edeni, kalbini günahla
2. Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi
yaralayıp sonra tövbe eden ve bir daha yapmayan, hatalı işlerini her hatırladıkta, iyi amellerini az ve eksik bulandır.” “Dünya hayatından kaybettiğim hiçbir şeye üzül-
54
EYLÜL 2016
3. TDV Ansiklopedisi Said b. Cübeyir maddesi, Mehmet Efendioğlu, c. 35, s. 552-554 4. Said b Cübeyr(r.h)’ın Haccâc’a karşı kıyamını anlatan bir eser olarak Yusuf el-Kardavi’nin “Âlim ve Tağut” eseri okunabilir.
HABER ANALİZ
Emrah Seven
Üniversiteli Müslüman Gençlere Tavsiyeler
G
eçen haftalarda ÖSYM, sınava giren öğrencilerin üniversite tercihlerini açıkladı.
Tercih sonuçlarında kimi öğrenciler istedikleri üniversite ve bölüm geldiğinden dolayı sevindi. Kimileri öğrenciler ise istedikleri üniversite ve bölüm gelmediğinden dolayı üzüldü. Bu iki sonuç grubu kendi çalışmalarının neticesi ile karşılaştı. Yıl boyunca çalışan, hedefine koşan öğrenci mutlu oldu. İstediğini elde etti. Hedefine ulaştı. Şu da unutulmamalıdır ki maraton daha yeni başlıyor. Bu yazımızda üniversiteye adım atarken kendilerini bekleyen tehlikelere karşı Müslüman gençlere yol rehberi tadında birkaç tavsiye vereceğiz.
Müslüman gençler, hayatınızın tek amacı Allah’ın rızasını kazanmak olsun. Üniversite kurumunu amaç haline getirmeyin. Üniversiteyi Allah’a yaklaştıracak bir araç olarak görün. Peki, üniversite nasıl amaç haline getirilir. Maalesef gençler farkında olmadan hayatının tek merkezi olarak üniversitesini ve okuduğu bölümü görüyor. Olmazsa olmaz olarak görülüyor. Hâlbuki en iyi bölüm dahi olsa bizim inancımıza ters ise elimizin tersi ile itebilmeliyiz. Müslüman gençler, üniversitenize gittiğiniz ilk andan itibaren İslami kimliğinizi ve kişiliğinizi belirtiniz. Çevrenizdeki insanlar sizin kırmızıçizgilerinizin olduğunun farkına varsın ve sizle diyaloğa girecekleri zaman sizlerin İslami hayata sahip gençler olduğunuzu anlayabilsinler.
ZİLHİCCE 1437
55
Müslüman gençler, İslam fıkhını iyi araştırın. Özellikle sizin bölümüzle ilgili fıkhi meseleleri iyi bilin. Çünkü üniversite hayatından sonra belki de vefatınıza kadar bu mesleği icra edeceksiniz. Bu sebeple bölümünüzle ilgili fıkhı iyi bilin ki bölümünüze hâkimiyeti sağlayabilesiniz. Müslüman gençler, hayatınızın her alanında olduğu gibi hayatınızı etkileyecek, şekillendirecek üniversite hayatında da istişareye önem verin. Aldığınız kararlarda, attığınız adımlarda ve geleceğe dair düşüncelerinizde hocalarınızla, ailenizle ve yakınlarınızla istişare yapın ve onların kararlarına önem verin. Çünkü alacağınız bir karar hayatınızın tümünü etkileyecek.
“Beş şeyden evvel beş şeyin kıymetini bil; İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin, fakirlik gelmeden önce zenginliğin, meşguliyetten önce boş vaktin ve ölmeden önce hayatın.” (Buhârî ve Müslim) Öğrenci olan gençlerin vakitleri, çalışan bir insana göre daha fazladır. İş hayatına girmeden önce müsait olan bu vaktimizi iyi değerlendirmeliyiz. Zamanımızı kendimizi yetiştirmeye ve İslami çalışmaların içerisinde bulunarak değerlendirmeliyiz.
Çünkü üniversite hayatından
sonra bu kadar fazla zamana sahip olamayabi-
Müslüman gençler, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
liriz. Bu sebeple vaktimizi nitelikli kullanma-
“Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.” (Ebu Davud, Tirmizi)
Müslüman gençler, önemli bir sınavdan çıktı-
Hz. Peygamberin bu tavsiyesi üniversite hayatı boyunca geçerli olacak altın bir kuraldır. Üniversite hayatı boyunca edineceğininiz inançlı, ahlaklı arkadaşlar sizin hem ahiret hayatınızı hem de dünya hayatını etkileyecek bu sebeple birlikte öğrenebileceğiniz, birlikte vakit geçirebileceğiniz arkadaşlar edinin. Müslüman gençler, üniversite hayatı sizi aldatmasın. Attığınız ilk adımdan itibaren bir hedefiniz olsun. Seçtiğiniz bu hedefe adım adım ilerleyin. Hedefinizde belirleyici etken ise İslam inancı olsun. İslam inancına ters bir hedef belirlemeyin. Müslüman gençler, iyi kitap okuyun; özellikle de İslami alandaki kitapları bir hoca eşliğinde okumaya gayret gösterin. Kuran-ı Kerim ve Sünnete özel önem verin. Vakti bol ve ufku geniş olan öğrenciler olarak kitap tahlilleri yapın ve her zaman yanınızda okunabilecek bir kitap bulunsun. Müslüman gençler, Rasûlullah sallallahu aleyhi
56
ve sellem buyurdular:
EYLÜL 2016
lıyız.
nız. Sınav sonrası sizde rehavet oluşturmasın. Üniversite de çalışmalarınıza ara vermeden devam edin. Usulsüz vusul olmaz. Bu söz de olduğu hedefinize giderken hedefe uygun bir yol belirleyin. Bu da sizin çalışmanızda sonuç almanıza hedefe ulaşmanızı sağlar. Müslüman gençler, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular: “Bir köy veya kırda üç kişi birlikte bulunur da namazı aralarında cemaatle kılmazlarsa, şeytan onları kuşatıp yener. Şu halde cemaate devam ediniz. Muhakkak ki sürüden ayrılan koyunu kurt yer.” (Ebû Dâvûd, Nesâî) Son olarak Hz. Peygamberin dediği gibi sürüden ayrılanı kurt kapar. Ömrünüzün sonuna kadar İslami çalışma içerisinde bulunan insanlarla birlikte olun. Bulunacağınız insanlar Kuran ve sünnet merkezli çalışma yapan insanlar olsun. Özellikle de bu ihtiyacınıza üniversite döneminde daha da fazla ihtiyaç duyacaksınız.
SERBEST KÖŞE
Ümit Şit
SERBEST KÖŞE
Yazar Adı
İnsanlığın Gizli Düşmanları; Bankacılık ve Kredilerle Gelen Esaret
D
ünyadaki ilk bankacılık eski Sümer ve Babil’e kadar uzandığı sanılmaktadır. Sü-
merler M.Ö.3500 yılında “Maket” adıyla bilinen ilk bankayı kurmuşlardır. Daha sonra ise Yahudilerin yoğunlukta olduğu İtalya’da ve Lübnan’da yürütülmüştür. Ancak biz burada size bankacılık tarihini anlatacak değiliz. Biz bankacılık sisteminin faizin gölgesine çekilerek kredi zincirleriyle günümüz insanını nasıl modern bir köleye çevirdiğini ve toplum üzerindeki olumsuz baskılarının yansımalarına değineceğiz.
Bankalar iki temel amaçla çalışır. Bu amaçlardan biri tasarruf sahiplerinin paralarını almak ve aynı kişiler geri isteyinceye kadar muhafaza etmektir. İkinci amaç ise belirli bir faiz ödemeyi kabul eden kimselere kredi vermektir. Kredi kullanırken, insanımız ihtiyacının görülmesi karşılığında bankaya ve bankacılara bir sevgi, bir muhabbet beslemektedir. O kadar güven duyarlar ki ardında yatan gizli gerekçeleri, hain planları görmezler ya da görmezden gelirler. Güven duyarlar, çünkü menfaat ilişkisi düzeyinde hukuku olan akrabalardan borç temin edilememiştir. Güven duyarlar, çünkü kan
Son derece nazik tavırlarıyla, cezbedici elbiseleriyle, yumuşak ses tonlarıyla, bakımlı, alımlı kadın ve erkek banka memurlarıyla bankalar her insanı potansiyel bir av olarak görmektedir. Avına düşen saf, temiz insanlarımızı hem maddi hem de manevi olarak kirletmektedirler. Kirlenen insanlarımız bir daha asla eski temizliğine Allah izin vermedikçe dönememektedirler. Çünkü bu kredi alım süreci öncesi ve sonrasıyla insan hayatında domino taşı etkisine sahiptir.
ZİLHİCCE 1437
57
emici kapitalist sistemin kasası konumundaki bankaların işleyiş sistemi daha çözülememiştir. Güven duyarlar, çünkü her kapı suratına kapanmasına rağmen bankaların otomatik kapıları sonuna kadar açık ve neredeyse hiçbir zaman yüzlerinin asık ve sert olacağına kimsenin inanası gelmeyeceği banka askerlerinin o yumuşak, sıcak tavırları insanımızın adeta ruhunu okşamaktadır. Borçların çoğalması ve işlerin yolunda gitmemesi üzerine her taraftan eleştiri oklarına tutulanların, kredi kullanımı öncesi bankacılardan iltifat ve hürmet görmesi, öncelikli olarak alacağı krediye psikolojik olarak hazırlanmasından ileri gelir. Derdini anlatamadığı anlatsa da teselli bulamadığı arkadaşları, kardeşleri ya da iş ortaklarının rakibi olarak son derece iddialı bir konumda, bankaların klimalı ofislerinde kendisini bekleyen, dertleriyle dertlenen, neşeleriyle neşelenen sözüm ona çözüm ortakları vardır. Son derece nazik tavırlarıyla, cezbedici elbiseleriyle, yumuşak ses tonlarıyla, bakımlı, alımlı kadın ve erkek banka memurlarıyla bankalar her insanı potansiyel bir av olarak görmektedir. Avına düşen saf, temiz insanlarımızı hem maddi hem de manevi olarak kirletmektedirler. Kirlenen insanlarımız bir daha asla eski temizliğine Allah izin vermedikçe dönememektedirler. Çünkü bu kredi alım süreci öncesi ve sonrasıyla insan hayatında domino taşı etkisine sahiptir. Kafamızdaki ya da cevabını bildiğimiz ama
58
EYLÜL 2016
sebebini bulamadığımız en temel soruyu gündemimize taşıyacak olursak bu vampirlerin yuvasına girmemize neden olan aşırı borçlanmamızın kaynağı nedir sorusu ile karşı karşıya kalmaktayız. Bu sorunun cevabı ise çok basittir. Kuran’ın gölgesinde, nebevi sünnetin izinde bir hayat sürmeyişimizden ileri gelmektedir. Dinimiz olan İslam’ı yanlış anlayıp yanlış yaşamamız bizi böyle kötü sonuçlara götürmüştür. Toplum olarak dinimiz üzerinde en çok yanıldığımız noktalardan biri ise İslam’ın ekonomi, hukuk, siyaset ve sosyal alanlara karışmadığı, sadece öldükten sonraki hayata karışan bir din, kutsal kitabımız Kuran’ın ise sadece ölüler arkasından okunan bir kitap olduğu anlayışıdır. Şüphesiz ki bu anlayış yanlış ve sakat bir anlayıştır. Bu şekilde olan bir din asla Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği din değildir. Onun getirdiği din ekonomiye, hukuka, siyasete, sosyal, bireysel ve aile hayatına müdahale eden, pratik çözümler sunan ve bu çözümleri uygulayan devletleri, toplumları, aileleri ve bireyleri imtihan dünyasında gerçek huzura ve hakiki barışa ulaştırırken, gerçek yurt olan ahirette ise en büyük mükâfata erdiren bir hayat nizamı ve yaşam tarzıdır. İslam’ın belirlediği ekonomi prensipleri dışındaki prensip ve kriterler ile bütçelerini düzenlemek isteyen insanların akıbetlerinin kötü olması şaşılacak bir durum değildir. Bu kötü akıbetin en temel belirtileri bankalara, kredi kartlarına, vadeli mevduat hesaplarına muhtaç hale gelen insanların acınası hayatlarıdır. İnsanlar TV dizileri ve programlarıyla hipnoz hali yaşarken karşılarına hayatını Allah’a rağmen, Allah’a karşı özgürce yaşayan bir aile profili, bir birey profili çizilmiş ve reklamlar aracılığıyla ihtiyaçlar üretilmiştir. Bu ihtiyaçlar, kirada oturan fakir annemizi faizli ev almaya, düşük model araca binen mağdur babamızı yüksek faizli araç almaya, üçüncü seri dokunmatik akıllı telefon kullanan mahrum gencimizi beşinci seri faizli kredilerle telefon almaya itmiştir. Bu faizli kredilerle alınan eşyaların hayrında şüphe edilme-
si bir yana faiz gibi büyük bir günah işleyen insan kalbinin hala temiz kalması Allah hidayet vermedikçe zordur. Küçük günahlar kalbimize siyah bir nokta olarak geri dönüyorsa, büyük günahlardan olan faizin tahribatını siz düşünün. Neden ibadetlerimizden zevk alamadığımızı, neden imanımızın salih amele dönüşmediğini, neden kalbimizin sükûnete eremediğini siz düşünün. Şu bir gerçektir ki, Türkiye toplumunun büyük bir çoğunluğunu Müslümanlar oluşturmaktadır. Ama İslam’da faiz gibi büyük ve helak edici günahlar, Müslüman toplumu içinde ‘secdeye giderken önce ellerin mi yoksa dizlerin mi konması gerektiği’ gibi fıkhi bir mesele kadar gündem olmamıştır. Şunu görüyoruz ki, bu gibi birçok feri meselelere verilen ciddiyet, Allah’a ve Rasûlü’ne harp açma sebebi sayılan faiz günahına verilmemiştir. Evet, bu topraklarda İslam’ın siyasi, iktisadi, içtimai ve hukuki değerlerine karşı, köklü bir inkılaba girişilmiş olması sebebiyle ve birçok kelimelerin ve kavramların içi bilerek boşaltılmıştır. Faiz de bu içi boşaltılan kavramlar arasındadır. Faizin gerçek tanımını bilmeyen insanların bankada bir nevi ticaret yapmıyor mu? Mobilyacı masa satar, bankalar da para satar demeleri sebebiyle Allah’ın şu hitabına muhatap olurlar: “Faiz yiyenler tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. Bu, onların “Alış veriş de faiz gibidir.” demelerindendir. Hâlbuki Allah alış verişi mübah, faizi ise haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir talimat gelir, o da faizden vazgeçerse, daha önce yaptığı muamele kendisi için geçerlidir, hakkındaki hüküm de Allah’a aittir. Her kim tekrar faizciliğe başlarsa, işte onlar cehennemliktir, hem de orada ebedî kalacaklardır. (Bakara, 275) Müslümanlara, ‘faiz haram değil midir’? ‘neden işlerinizi faizli paralarla yürütüyorsunuz?’ Soruları sorulduğunda bu sorulara karşılık genellikle “faizi yiyen günah işler, veren işlemez” ya
İnsanlar TV dizileri ve programlarıyla hipnoz hali yaşarken karşılarına hayatını Allah’a rağmen, Allah’a karşı özgürce yaşayan bir aile profili, bir birey profili çizilmiş ve reklamlar aracılığıyla ihtiyaçlar üretilmiştir. Bu ihtiyaçlar, kirada oturan fakir annemizi faizli ev almaya, düşük model araca binen mağdur babamızı yüksek faizli araç almaya, üçüncü seri dokunmatik akıllı telefon kullanan mahrum gencimizi beşinci seri faizli kredilerle telefon almaya itmiştir. Bu faizli kredilerle alınan eşyaların hayrında şüphe edilmesi bir yana faiz gibi büyük bir günah işleyen insan kalbinin hala temiz kalması Allah hidayet vermedikçe zordur.
da ”bu devirde kredi olmadan iş nasıl olsun” cevabı alınmıştır. Bu cevaba karşılık Abdullah İbni Mesud radıyallahu anh, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem faiz yiyene, yedirene ve (faiz muamelesinin işlemine) şahitlik edene ve yazana lanet etti. (Ebu Davud-Tirmizi) Faiz kavramının içinin boşaltıldığını, insanların faiz kavramının mahiyetine ne kadar uzak olduğunu ve paraya, helal mi? haram mı? demeden nasılda cahilane şekilde atladıklarını bu söylemlerden çıkarmak mümkündür. Gündelik hayatlarına altının, gümüşün, banknotların, banka mevduat cüzdanlarının hükmettiği abdestli namazlı insanlar, batının acımasız
ZİLHİCCE 1437
59
propagandalarına maruz kalmıştır. TV’lerde oynatılan banka reklamları ise bu tarz propagandaları sürekli yenilemiştir. Bu gibi reklamlarda genellikle yerine göre halkçı gibi görünen ünlü sempatik kişiler satın alınmış, kapitalizmin sembolü olan banka reklamlarında oynatılarak, bireyler üzerinde ünsiyet kurulmaya çalışılmış ve büyük oranda da başarı sağlanmıştır. Allah’ın emirleri, Müslümanların hayatından uzaklaştırılmış, Müslümanlar ise bir çaba içine girmeksizin helake giden yola şartsız teslim olmuştur. Çünkü kısa vadede mutluluk vaat eden popüler kültür, insanlara kısa vadeli planlar yaptırarak aceleci davrandırmış ve hatalar zinciriyle üst üste zincirlemiştir. Manası teslimiyet olan İslam’dan uzaklaşan insanlar, bu propagandalara teslim olarak iki metrelik helak çukuruyla sonuçlanacak olan dünya hayatını, dolu dolu yaşadıkları zannına kapılmışlardır. Günümüz devrinde tam olarak Kuran ve sünnetle yönetilen bir devlet olmadığından, insanlar, faiz kurumlarına laik veya seküler devletler tarafından bizzat teşvik edilmiş, bu şekilde halklarını köleleştirmişlerdir. Öncelikle pratik hayata dair problemlere çok basit çözümler sunan İslam’ı, kötü propagandalarla, Müslümanların gündemlerinden çalarak, yerine el yapımı sabun misali karmaşık maddelere yer vermişlerdir. Çıplaklığın, ahlaksızlığın övüldüğü, aile kavramının ise dinamitle patlatıldığı toplumların cahiliye adetleri medeniyet olarak servis edilmiştir. Günümüz toplumu bir nevi taklit toplumuna dönüşmüştür. İnsanlar bankalardan aldıkları paralarla ünlü oyuncu, şarkıcı, futbolcu vs. gibi modern kölelerin hayatına benzer bir hayat arzusuyla evlerinde, bineklerinde yersiz değişikliklere giderek hem eşya işgaline sürüklenmiş hem de 10 yıl, 20 yıl vadelerle ağır hapis istemiyle bankaların esaretine, kendilerini, hanımlarını, çocuklarını ve nesillerini mahkûm etmişlerdir. Daha sonra ise banka borçlarını ödeyemeyerek intihar, boşanma, cinayet hikâyelerinin başkahramanları olmuşlardır. Oysaki bir Müslüman olarak
60
EYLÜL 2016
hayatımızın her alanını şifremiz, önderimiz, biricik rehberimiz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatı gibi mütevazı bir yaşam sürmemiz gerekmez miydi? İhtiyaç dışındaki eşyaların israf sayılacağını ve Allahu Teâlâ’nın hakkımızda şöyle buyuracağını bilmemiz gerekmez miydi: “Ey Âdem’in evlatları! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” (Araf, 31) Sonuç olarak şöyle demek yerinde olacaktır. Bankalar hiçbir zaman sivil bir kuruluş olmadığı gibi, bankacılar da sivil insanlar değildirler. Bankalar kapitalizmin kaleleri, bankacılar ise askerleridirler. Faiz ise bu askerler tarafından atılan kurşunlardır. Bu kurşunlar her temiz kalbi delmiş, katran karası yapmış ve günahları hafife alan günahkâr bir kalbe çevirmiştir. Kredi verme sırasındaki tebessümler, sıcak yaklaşımlar borçlarını ödeyemeyen insanlara soğuk, katı, acımasız bir prosedürler silsilesi olarak geri döner. Bir zamanlar para vermek adına size ulaşmak isteyen 444’lü telefonlar bu sefer para almak için hayatınızı meşgul ederler. Ancak evdeki hesap hiçbir zaman çarşıya uymayacaktır çünkü bu onların savaş taktikleridir. Onlar Allah ve Resulü’ne karşı savaş açmışlardır. Bizim üzüldüğümüz nokta ise Müslümanların bu savaşı hala fark edemeyişleridir. Allah bizi muhafaza etsin. Âmin Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor; “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve eğer mümin iseniz geri kalan faizi terkedin! Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından size savaş açıldığını biliniz! Eğer faizcilikten tövbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Böylece ne haksızlık eder, ne de haksızlığa uğrarsınız. (Bakara, 278-279)
SERBEST KÖŞE
Teknolojik Sihirlenme (Zehirlenme) !
Derya Fıçıcı
S
ihir, gizli bir sebeple insanın gözünü ya da gönlünü yanıltan şey demektir. Görenin görüleni olduğundan farklı algılamasıdır. Görülen aslında görüldüğü gibi değildir. Günümüzde insanı bu denli etkileyen ancak adına sihir denilmeyen bazen müzik, bazen televizyon, bazen sosyal medya adı taşıyan, insanların gözlerini ve gönüllerini yanıltan, görüldüğü gibi olmayan tehlikeler söz konusudur. Yaşadığımız sosyal toplumda bunun etkisi altında yaşayan insanları gözlemliyoruz. Özellikle çocuklar üzerinde olumsuz etkilerini görebiliyoruz. Gözlemlerimden birini sizinle paylaşmak istiyorum: Bir bayram günüydü. Akraba ziyaretleri yapıyorduk. Malum, insan bayramda en çok çocukları güzel giyimli, neşeli gördüğünde bayramı yüreğinde hissediyor. Evin kapısını çaldığımızda gözlerinin içi gülen, en güzel kıyafetlerini giyen, elinde şekerleme çikolata olan, daha içeri girmeden bayramımızı tebrik eden, elimizi öpen minikler; utangaç edasıyla bizi karşılayan, eline harçlık ya da ufak tefek hediyeler verdiğimiz çocuklarla karşılaşırız. Genelde karşılaştığım manzara budur, böyle olmalıdır.
Sürekli kulaklıkla müzik dinleyen, dış sese ve topluma tamamen kapalı olan insan yığınları haline geldik. Dünyada olan bitene baktığımızda; insanların öldürülmesi, zulümler, savaşlar, adaletsizlikler görüyoruz. Bütün bunlar, dini değerleri olmasa dahi, insanoğlunun fıtraten razı olmayacağı, üzülüp tepki vereceği olaylar. Ancak insanlar bu gibi durumlar karşısında tepkilerini yitiriyorlar. Hatta tepkiler dahi sosyal medyadan yönlendirilir hale geldi.
Ancak bir şey fark ettim ki; artık o çocuklar yok. Kapıyı çaldık. Kapıyı çocuğun açacağını da biliyorduk. Tam o neşeli çocuğu beklerken kapı açıldı. Ancak kapıyı açan minik eli gördük. Sonra kapıyı açar açmaz, hiç yüzümüze bakmadan, arkasını döndü ve hızla içeri girip odasına kapandı. Çok şaşırmıştık. Acaba evde bir durum mu vardı? Ya da bir yaramazlık yapıp ceza mı almıştı? Annesine sordum, sebep şuydu: O an internette oyun oynuyordu, annesi kapıyı açmaya gönderdiği için hızlıca kapıyı açıp oyunun başına geri dönmüştü. Uzak yoldan geldiğimiz için epey uzun kaldık. Yemek, çay, kahve faslı geçti. Bu süre boyunca ufaklığı hiç ortalıkta görmedik. Sadece odadan bir ses, “Anne yemek!” diye bağırdı ve yemek tepsiyle odaya gitti. Merak etmiştim. Annesine sordum; günde kaç saat böyle bilgisayar ya da tablet başında oynuyor diye. Bütün gününü böyle geçirdiğini, dışarı çıkmak istemediğini, hatta misafirliğe ya da dışarı gezmeye gittiklerinde eve gelmek için
62
EYLÜL 2016
sürekli ağladığını, namaza ve Kur’an’a alışamadığını, bir türlü engelleyemediklerini söyledi ve daha bir sürü şikâyette bulundu. Tam çıkarken koridorda karşılaştık. Annesi ona; “Bak oğlum kimler geldi?” dedi fakat ufaklık yüzümüze boş boş bakıyordu. Anne tekrar serzenişte bulundu: “Oğlum misafirlere hoş geldin desene.” Çocuk sanki donmuş gibiydi. Tepkisizdi. Gülümseme dahi yoktu. Aklıma bir öğretmen kardeşimle çocuklar üzerine konuşurken kendisinin yaptığı bir tespit geldi. Demişti ki: “Dönemin çocuklarının konuşma ve anlatma problemi var. Duygularını ifade edecek cümleler kuramıyorlar. Genelde suskunlar ve duygularını bazı davranışlarla gösteriyorlar. Sebebi ise bilgisayarda çok fazla oyun oynama, aşırı televizyon izleme.” Gerçekten çocukları gözlemlediğimizde bu etkiyi bariz bir şekilde görebiliyoruz. Biz Müslümanlar çocuklarımızı birçok kötülükten korumaya çalışırken, bazen o kötülüğün evin içinde olduğunu fark edemiyoruz. Örneğin çocuklarımıza sağlıklı bir birey olması için sosyal hayatta var olmayı, insanlarla iletişim kurmayı öğretmeliyiz. Bu edebi çocuklarımıza öğreteceğimiz ilk on kural içine almalıyız. Evimize Müslümanlar ziyarete geldiğinde çocuğumuz umursamaz bir vaziyette, televizyon izlemeye devam ediyor ya da tablette oyun oynarken geleni fark etmiyor, selam verip almıyor ise biz gerçekten bir kez daha durup düşünmeliyiz. Şöyle bir çocukluğumuza gitsek… Biz yedi sekiz yaşlarından sonra, eve misafir geldiğinde anne ve babalarımızın, büyüklerimizin bize neyi öğrettiğini hatırlarız. Hatta çocukları incelediğinizde, kendi çocukluğumuzda, o yaşlarda daha yetenekli olduğumuzu, ellerimizi ve kollarımızı daha iyi kullanabildiğimizi fark ederiz. Çocuk on yaşına gelmiş ancak ayakkabı bağcığını bağlayamıyor. El becerisi yok. Bazı eşyaları taşıyamıyor. Çünkü bunlar çeşitli hareketli oyunlarla gelişen davranışlardır.
Örneğin bir kız çocuğu evcilik oynayarak ev işlerini öğrenir. Ancak tuşlarla oynadığı evcilik ona beceri kazandırmaz. Sadece bilgisayarın tuşlarını iyi ve hızlı kullanır. Bunun gibi daha birçok zihinsel, ruhsal, bedensel anlamda olumsuz etkilerini sıralayabiliriz. Fark ettiyseniz, sihir ve büyü yapılmış insanların tepkilerini sıraladık: Konuşmama, tepkisizlik, dış dünyadan kopma, normal hayatını devam ettirememe, mutsuzluk, ibadetlerini yerine getirememe… Biri bize ya da çocuğumuza sihir yapıldığını söylese endişelenirdik, öyle değil mi? “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. O ateşin başında gayet katı, çetin, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen ve kendilerine emredilen şeyi yapan melekler vardır.” (Tahrim, 6) Aynı şekilde yetişkinler üzerinde de çeşitli etkileri görülür. İnsanların yolda yürürken dahi, telefonlarına bakmadan yürüyemediklerini görüyoruz. Hatta öyle bağımlı hale geliniyor ki; günlük işlerini yapamayacak, hatta eşler arasında boşanmaya sebep olacak raddeye gelebiliyor. Müzik de aynı şekilde insanların zihinlerine etki edebiliyor. Dinlediği müziğin etkisiyle kendisini jiletleyen, hatta intihara kalkışan gençleri görüyoruz.
beyninde birtakım algıların oluştuğu, daha fazla satın alma dürtüsünün uyandırıldığı yazıyordu. Bütün bunlar insanları aldatan, haktan alıkoyan, Allah’ı anmaktan uzaklaştıran, tağutların aşağılık, pis ve çirkin düzenlerini güzel gösteren, insanları oyalayan, Firavunların sihirbazlarının aldatmacasıdır. “Sihirbazlar gelince, Musa onlara: Atacağınızı atın, dedi. Onlar atacaklarını atınca Musa dedi ki: Bu sizin yaptığınız sihirdir. Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah, elbette fesatçıların işini düzeltmez.” (Yunus, 80-81) Bizleri, çocuklarımızı, aile ve akrabalarımızı, toplumumuzu, Allah’tan ne uzaklaştırıyor, O’nu anmaktan ne alıkoyuyorsa o bizim mücadele alanımızdır. Onunla mücadele etmek ve İslam’a, davete olan zararını ortadan kaldırmak zorundayız. Biz müminlerin her türlü kötülükten korunması için Allah celle celaluhu kitabında bizlere bildirmiştir: Bu tür hastalıklardan korunmanın yolu; Allah’ı çokça anmak, O’nu zikretmek, O’nun kitabını okumak ve hastalıklı ortamlara, hastalıklı topluma Kur’an-ı Kerim ile şifa vesileleri aramak… Kendimize, aile ve çocuklarımıza, sokağımıza, mahallemize Kur’an ahlakını, adabını yerleştirmek, Kur’an’dan olmayan hiçbir değeri kabul etmemekle dünya ve ahirette özlem duyduğumuz hayata kavuşabiliriz. Selam ve dua ile…
Sürekli kulaklıkla müzik dinleyen, dış sese ve topluma tamamen kapalı olan insan yığınları haline geldik. Dünyada olan bitene baktığımızda; insanların öldürülmesi, zulümler, savaşlar, adaletsizlikler görüyoruz. Bütün bunlar, dini değerleri olmasa dahi, insanoğlunun fıtraten razı olmayacağı, üzülüp tepki vereceği olaylar. Ancak insanlar bu gibi durumlar karşısında tepkilerini yitiriyorlar. Hatta tepkiler dahi sosyal medyadan yönlendirilir hale geldi. Okuduğum bir makalede alışveriş merkezleri, büyük mağaza ve marketlerde çeşitli müziklerin kullanıldığı, müziğin ritmiyle insanların
ZİLHİCCE 1437
63
R O Y I N A Z A K R A L N A OKUY 1. Umre Kitap Çeki t ya Ha i ev eb N TL 0 30 + tın Al 2. Tam t Kitap Çeki ya Ha i ev eb N TL 0 20 + tın Al 3. Yarım
Yarışma Koşulları 1. 2016 yılında çıkan bütün sayılardan sorumlusunuz. (Aralık 2016 Hariç) 2. 18 yaş üstü herkes katılabilir. 3. Yarışmamız test usulü yapılacaktır.
Tarih : 25 Aralık 2016 Pazar 11:00 İrtibat : 0531 234 2154 Yer : İmam Buhârî Vakfı (Bayanlar için vakfımızda yer ayrılmıştır.)
Online kayıt ve detaylı bilgi için: dergi.nebevihayatyayinlari.com
“ Insanlara haccı ilân et. Gerek yaya olarak ve gerekse uzak yolları asarak yorgun develer üzerinde sana gelsinler. ” (Hacc, 27)