Nebevi Hayat Dergisi 74. sayı (Ocak, 2019)

Page 1

OCAK 2019, CEMAZİ-EL EVVEL 1440 • YIL 7 • SAYI 74 • FİYATI 8,5 TL • dergi.nebevihayatyayinlari.com

Mü'min Kimdir? • Yusuf Yılmaz

Mü'min Kişi Hayırda Yarışandır • M. Sadık Türkmen

Mü'min Allah’a ve Rasûlüne İtaat Edendir • Hakan Sarıküçük

Mü’min Haya ve İffet Sahibidir! • Ahmet İnal

Mü'min Her Zaman Sadıktır • Ümit Şit




Yıl: 7 - Sayı: 74 - Fiyatı: 8,5 TL

Sahibi İmam Buhari İktisadi İşletmeler Adına Ahmet Özer Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Yılmaz Tashih, Redaksiyon Yusuf Yılmaz Grafik, Tasarım Yakup Hazman Kadri Karataş Yönetim Merkezi Reklam ve Abone İşleri Güneşli Mh. 1300. Sk. No: 36 Bağcılar/İst. Abone ve Dağıtım Sorumlusu: Kadri Karataş Tel-Faks: (0212) 515 65 72 GSM: (0533) 056 83 19 Web ve Sosyal Medya: twitter.com/nebevihayat facebook.com/nebevihayat dergi.nebevihayatyayinlari.com bilgi@nebevihayatyayinlari.com Abone Şartları 2019 Yılı Yurt İçi Abonelik Bedeli: 100 TL Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Nebevi Hayat Aylık Dergi (Türkçe) Baskı: Matsis Matbaa, İstanbul, Ocak 2019

Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.

Editör

H

amd, bizleri İslâm nimeti ile şereflendiren Allahu Teâlâ’ya, salat ve selâm İslâm şahsiyetimizin oluşmasında önümüzdeki numune-i imtisal olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ’e, ehline ve ashabının üzerine olsun. Mü’min olmak; iman, ibadet ve ahlâk üçlüsünü rabbani bir usulle şahsiyetin temellerine yerleştirmekle mümkündür. Kişi sadece iman ettim demekle benliğini İslâmi bir hale büründüremez. İman etmek bu hedef için atılması gereken ilk adım olsa da tek başına yeterli değildir. Kalpteki bu örtülü duyguyu izhar edecek bir ibadet hayatına ihtiyaç vardır. Bu ikisinin varlığı ise en nihayetinde temiz bir fıtrattan kaynaklanan ahlâki özelliklere bağlıdır. Ahlâkın olmadığı yerde iman da ibadet de hükmünü yitirmiş sayılır. Zira ahlâk hem imanın hem de İslâm’ın kaynağıdır. Ahlâk bir aracın direksiyonu gibidir. İman, motor; ibadet ise yakıt deposu mesabesindedir. Motor ne kadar güçlü, yakıt da ne kadar çok ve kaliteli olursa olsun direksiyon olmadığı sürece araç istediği istikamete gitmekten acizdir. Aynı durum Müslümanın hayatı için de geçerlidir. İmanını güçlendirip ibadetlerle bol bol ecir kazanmak isteyen; ancak İslâm’ın sunduğu ahlâktan bihaber olan kişinin varacağı yer, çarpıp tökezleyeceği sert bir duvar olacaktır. Nebevi Hayat Dergisi olarak bu konunun önemini dikkate alarak Mü'min olmanın alametleri olan belli başlı konuları ön plana çıkararak bilgilerinize sunmak istedik. Nebevi Hayat Dergisi olarak yeni dönemde farklı konular ve başlıklar ile gündeminize gelmeye devam edeceğiz inşallah. Yeni abonelik çalışmalarında yanımızda olup daha fazla okura ulaşmamız konusunda yardımcı olmanız bizleri ziyadesi ile mutlu kılacaktır. Selam ve dua ile...


İçindekiler

Mü'min Kimdir? Yusuf Yılmaz

Mü'min Allah’a Ve Rasûlüne İtaat Edendir Hakan Sarıküçük

04

10

Mü'min Kişi Hayırda Yarışandır M. Sadık Türkmen

19

Mü’min Haya Ve İffet Sahibidir! Ahmet İnal

23

Kapak Dosya Mü'min Her Zaman Sadıktır Ümit Şit

27

İktibâs “İnni Küntü Minezzalimiyn” Diyebilecek Miyiz? Nedim Bal

32

İktibâs Değerlerin Yitimi Ve Haramların Meşruiyeti Nedim Bal

35

İslâm Dünyasındaki Kâşifler Modern Cerrahinin Öncüsü: Zehrâvî Cihan Malay

38

Yakın Tarih Kabul Görülemeyecek Bir Şey Türkçe Ezan Furkan Uyanık

46

Nebevî Aile İslam’da Kadının Hakları Ve Daveti Halime Yılmaz

52

Serbest Köşe Toplumların Islah Yeri Olan Mescidlerimiz Derya Fıçıcı

57

Serbest Köşe Bidat Hakkında Birkaç Mülahaza M. Emin Aksoy

60


KAPAK DOSYA Yusuf Yılmaz

MÜ’MİN KİMDİR

“Muhammed’in canı elinde olan Allah’a yemin olsun ki Mü'min bal arısına benzer; güzel şeyler yer, güzel şeyler üretir, (güzel yerlere) konar, (konduğu yeri de) kırmaz ve bozmaz.”

A

llah’ın kitabı Kur’an’ı Kerim’i ve Rasûlullah sallallahu aleyhi

ve sellem’in hadislerini incelediğimiz zaman akla, vicdana ve kalbe ilham veren benzetmelere şahit oluruz. Meselenin dimağlarda daha kalıcı hal bulması için kullanılan misaller de genelde muhatap olunan toplumun yabancısı olmadığı

şeyler

yapılmıştır. Aynı

üzerinden zamanda

anlamakta ve ilişki kurul-

(Ahmed b. Hanbel,

makta zorlanılmayacak örnek-

Müsned)

ler verilerek Kitap ve Sünnetin

4

Ocak 2019

muhatapların kavrama seviyelerini göz önüne aldığına müşahede etmekteyiz. Özellikle dergi kapak başlığımızı teşkil eden konumuz ile alakalı hem Kur’an’da hem de Sünnet’te o kadar çok veciz ve beliğ benzetme bulunmaktadır ki bu da üzerinde durduğumuz meselenin önemine dikkat çekmektedir. Bu yazımızda Mü'min hakkında verilen misallere ve bu misallerin üzerinden durulmak istenen ana temaya dikkat çekmek için Diyanet Vakfının


hazırlamış olduğu Hadisler ile İslam Ansiklopedisi birinci cildinde yer alan yazıyı iktibas etmek istedim. Rabbim istifade etmeyi hepimize nasip etsin. Allah Rasûlü bir gün on kişilik bir toplulukla beraber oturuyordu. Bu sırada kendisine hurma ağacının tepe kısmındaki tomurcuklardan çıkan ve süte benzeyen hurma özü ikram edildi. Rasûl-i Ekrem hurma özünün tadına baktıktan sonra etrafındaki topluluğa şöyle buyurdu: “Bana bir ağaç söyleyin ki o ağaç Müslüman’a benzer, Rabbinin izniyle her zaman meyve verir ve yaprakları da hiçbir zaman dökülmez.” Bunun üzerine insanlar çölde yetişen ağaçları saymaya başladılar. Ancak kimse Allah Rasûlü’nün Mü'mine benzettiği ağacı doğru tahmin edemedi. Bu arada orada bulunan genç Abdullah'ın içinden, “Bu, hurma ağacıdır.” demek geçti. Fakat söylemeye utandı ve sustu. Çünkü oradaki on kişinin en küçüğüydü. Üstelik hemen yanı başında babası Hz. Ömer ile Hz. Ebû Bekir vardı ve onlar da bu konuda bir şey söylememişlerdi. Abdullah onların bulunduğu ve konuşmadığı mecliste konuşmayı uygun bulmadı. Bu arada topluluktaki diğer insanlar doğru cevabı bulamayınca, Allah Rasûlü’nden sorunun cevabını söylemesini istediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Bu, hurma ağacıdır.” buyurdu.

Topluluk dağılınca Abdullah, babası Hz. Ömer’e, “Babacığım! Aslında bu ağacın hurma ağacı olduğu aklımdan geçmişti” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Peki, bunu söylemeni ne engelledi? Eğer söylemiş olsaydın gerçekten çok sevinirdim.” dedi oğluna. Abdullah da “Senin ve Ebû Bekir’in konuşmadığınızı görünce ben de konuşmak istemedim.” cevabını verdi. Babasına ve onun yakın dostu olan Hz. Ebû Bekir’e duyduğu derin saygı nedeniyle susan genç Abdullah ne Hz. Peygamber’in Mü'mini hurmaya benzetmesini ne de babasının kendisine gösterdiği sıcak ilgiyi asla unutmadı; bunları kendisinden sonrakilere aktararak bizlere kadar ulaşmasını sağladı... (1) Allah Rasûlü “Öyle bir ağaç vardır ki bereketi Müslüman’ın bereketine benzer.” buyururken aslında ilhamını Kur’ân-ı Kerîm’den almaktaydı. Çünkü Yüce Allah da Kitabında imanı ve imanın sözle ifadesi olan kelime-i tevhidi güzel bir ağaca, inkârı ve inkârın ifadesi olan kötü sözü ise kötü bir ağaca benzetmiş ve şöyle buyurmuştu: “Görmedin mi Allah güzel sözü nasıl misal getirdi? Güzel söz, kökü sağlam, dalları göğe yükselen güzel bir ağaca benzer. Bu ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü söz de gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer.” (2)

1. Buhari, Edep 89 2. İbrahim, 24-26

Cemazi-el Evvel 1440

5


Sevgili Peygamberimiz bu âyette bir

söz, kökleri kesilip gövdesi yerden

benzetme unsuru olarak kullanılan

koparılmış bir ağaca benzetilmiştir.

“güzel ağaç” ile hurma ağacının,

Kökü olmayan bir ağaç nasıl kuruyup

“kötü ağaç” ile de halk arasında “ebu-

yok olmaya mahkûmsa, samimi bir

cehil karpuzu” olarak da bilinen ve

imana sahip olmayan insanın da hem

meyvesi acı olan “hanzal” adlı bit-

dünyada hem de âhirette hüsrana

kinin kastedildiğini ifade etmiştir. (3)

uğraması kaçınılmazdır. Şu hâlde

Böylece Yüce Allah sâdık imanın

iman, “Mü'min” nitelemesine imkân

ifadesi olan kelime-i tevhidi hurma

veren kök vasıftır. Mü'min, Mü'min

ağacına benzetirken, Allah Rasûlü de

olma

sadık Mü'mini hurma ağacına benzet-

İman, Mü'minin varlık nedenidir.

miştir. Mü'min ile hurma ağacı arasında benzetme kurulurken ilk olarak hurmanın kökü dikkatlere sunulmuştur. Buna göre hurma ağacının kökleri nasıl toprağın derinliklerine sağlam bir şekilde yerleşmiş ve orada karar kılmışsa, Mü'minin imanı da onda sağlam bir şekilde kökleşmiş ve sabit kalmıştır. Hurmanın kökü onun gövdesinin, meyvesinin ve yapraklarının beslendiği yegâne kaynak olduğu gibi Mü'minin imanı da onun ibadetlerinin ve güzel davranışlarının biricik menbaıdır. Kök ağaca besin taşıdığı gibi, iman da Mü'mine ruh taşır, heyecan taşır ve onu daima diri tutar. Kök, her şeyi yerinden eden şiddetli kasırgalara karşı ağacı sabit kılarken, sadık iman da Mü'minleri hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar. Köke gelen zarar, tüm ağaca gelir. İman da böyledir. O, şüphe, şirk ve inkâr barındıran her türlü söz ve

imana

borçludur;

Mü'min bir taraftan tüm gücüyle iman kökünden beslenirken, diğer taraftan onunla Yüce Allah’a yakın olmaya ve Rızâ-i Bâri’ye ulaşmaya çabalar. Hurma ağacının göğe doğru yükselen dalları ile Mü'min arasındaki benzerlik böyle izah edilebilir. Hurma, köklerinden toprağa ne kadar sağlam tutunursa boy atmadaki gücü o kadar artar. Boyu uzayıp göğe yükseldikçe yeryüzündeki kirlilikten ve tehlikelerden o kadar uzak olur. Meyvesi güven içinde olgunlaşır. Mü'min de imanını ve niyetini perçinledikçe Rabbine daha çok yaklaşır. Allah’ın rızasını

elde

etmesinin

önündeki

engelleri daha kolay aşar. Süflî arzuların

boyunduruğundan

kurtulup

ulvî gayelere yönelir. Niyeti ve yönelişi doğru bir istikamet bulur. Böylece bütün davranışlarına yön veren imanı Allah’a yükselir.

davranıştan uzaktır. Nitekim âyette

Kökü ve dalları güçlü olan bir ağa-

Allah’ı inkâr anlamına gelen her türlü

cın aynı oranda güzel ve tatlı meyve

3. Tirmizi, Tefsiru’l Kur’an 14

6

niteliğini

Ocak 2019


vermesi tabiîdir. Meyve, büyük bir

meyvesinden

özen ve sabırla büyütülen hurma ağa-

odunundan, yapraklarından, dalla-

cından beklentiyi ifade eder. Sadık

rından ve hatta çekirdeklerinden bile

bir imana ve samimi bir niyete sahip

istifade edilen bereketli bir ağaçtır.

bir Mü'minden de buna uygun salih

Mü'min de böyledir; bereket onlar

ameller sergilemesi beklenir. Çünkü

arasındaki en önemli benzerlik nok-

salih amel, iman ağacının meyvesi

talarından biridir. Mü'min, sözle-

ve Mü'minin imanının göstergesi-

riyle, tavır ve davranışlarıyla, imanı

dir. İman, Mü'minlerin gönüllerine

ve ibadetiyle, kısacası tüm hayatıyla

sımsıkı yerleşince onların tüm hayat-

bereketli ve faydalı olmayı başa-

larına ve davranışlarına yön verir.

ran kişidir. Faydalı olma, Mü'min

İmanın bu iyi ve olumlu etkisi Mü'mi-

için bir ayırıcı vasıftır. Kendisine,

nin “salih amel” olarak bütün söz ve

ailesine ve topluma faydalı olması

eylemlerinde açıkça ortaya çıkar.

bakımından Mü'mini bir aktara ben-

İman ağacının meyvelerinden biri de ibadetlerdir. İmanın “salih amel”e dönüşmesi Mü'minin ibadetlerinde açık bir şekilde görülür. Kulluk bilincine sahip olan bir Müslüman, hayatını Allah'a karşı saygı ve itaat bilinci içinde sürdürür. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi İslâm'ın temel şartlarını teşkil eden ibadetlerin yanında Allah'ı zikretme,

Kur'an

okuma,

kurban

kesme ve infakta bulunma gibi kendisini Yüce Allah'a yaklaştıracak ibadetleri ifa eder. Farz ve nafile ibadetlerle Yüce Allah'a yakınlaşır ve böylece onun sevgisini kazanır.

değil

gölgesinden,

zeten hadiste Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Mü'min güzel koku satan kimseye benzer. Onunla beraber oturursan sana faydası olur, beraber yürürsen sana faydası olur, beraber iş yaparsan yine sana faydası olur.” (4) Hadiste ifade edildiğine göre hurma ağacının yaprakları hiçbir zaman dökülmez. Daima yeşil kalır. Mevsimlerin değişkenliğine ve iklim şartlarının zorluğuna rağmen hurma yapraklarının dallarından düşmemesi ve yeşilliğini koruması, sebat, istikrar ve kararlılık açısından Mü'min ile benzeşmektedir. Çünkü Mü'min de şartlar ve durumlar ne olursa olsun ima-

Hadiste hurma ağacının meyvesi ile

nında kesin bir sebat ve azim gösterir.

Mü'min arasında benzerlik kurulur-

Rasûl-i Ekrem’in buyurduğuna göre,

ken “hurmanın her zaman meyve

“Allah’a kavuşacağı güne kadar Mü'min

verdiğinin”

onun

erkek ve kadınların kendisine, çocuğuna

bereketli bir ağaç olduğunu ortaya

ve malına sıkıntı ve musibet gelmeye devam eder.” (5) Ancak başına gelen

vurgulanması

koyar. Üstelik hurma ağacı sadece 4. Taberani, Mu’cem 5. Tirmizi, Zühd 56

Cemazi-el Evvel 1440

7


olumlu ya da olumsuz hiçbir hâl

Karşılaştığı bela ve musibetlere

ve hadise, Mü'minin hayır ve iyilik

sabırla mukavemet etmek ve en zor

üzere olmasına engel olamaz. Allah

zamanlarda bile imanını muhafaza

Rasûlü Mü'minin bu hâlini şu veciz

etmek Mü'minin şiarındandır. Bu

hadisiyle anlatır: “Mü'minin durumu ne ilginçtir! Her hâli kendisi için hayırlıdır. Bu durum yalnız Mü'mine mahsustur. Başına sevinecek bir hâl geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ona sabreder; bu da onun için hayır olur.” (6)

kıymetli cevher olan altına benzetir ve altının özünün yüksek ısılı bir eritme ocağında dahi değişmeyeceğini, dolayısıyla Mü'minin de imanını her hâlükârda muhafaza edeceğini şöyle ifade eder: “Muhammed’in canı elinde olan Allah’a yemin olsun ki

Kabul edilmelidir ki başına gelen

Mü'min altın parçasına benzer; sahibi

musibetler ve zorluklar karşısında

ona körükle üflese bile değişmez ve

Mü'min bazen duygusal açıdan sarsı-

azalmaz.” (8)

labilir; bazen beşerî ve hissî yapısının sâikiyle tökezleyebilir. Ancak burada asıl olan iman bakımından kararlı bir duruş sergilemektir. Zira Mü'min sarsıldığında

ve

sendelediğinde

imanı onun elinden tutar ve onu

Mü'min için iyiliğin ve güzelliğin bir hayat tarzı olduğunu, onu bal arısına benzeterek anlatan bir hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurur: “Muhammed’in canı elinde olan Allah’a yemin olsun ki Mü'min bal arısına benzer; güzel şey-

yeniden ayağa kaldırır. Ebû Hürey-

ler yer, güzel şeyler üretir, (güzel yer-

re’den nakledilen bir hadiste Allah

lere) konar, (konduğu yeri de) kırmaz

Rasûlü Mü'min ile kâfirin musibetler

ve bozmaz.”

karşısındaki tavrını şu benzetme ile

ile Mü'min arasındaki iki benzerlik,

anlatır: “Mü'min, yeşil ekine benzer.

yedikleri gıdalar ile ürettiklerinin

Rüzgârla eğilir (fakat yıkılmaz). Rüz-

temizliğindedir. Bal arısı nasıl ki ağaç-

gâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte Mü'min de böyledir; o da bela ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz).

(9)

Hadise göre bal arısı

ların ve bitkilerin en güzel çiçeklerinden besleniyorsa, Mü'min de Allah’ın kendisine verdiği rızıkların temiz ve

Kâfir ise sert ve dimdik selvi ağacına

helâl olanlarından gıdalanır.

benzer ki Allah onu dilediği zaman (bir

Mü'min ayrıca rızkını kazanmak için

defada) söküp devirir.”

çalışmayı elden bırakmaz. Çünkü

(7)

6. Müslim, Zühd 64 7. Buhari, Tevhid 31 8. Ahmed b. Hanbel, Müsned 9. Ahmed b. Hanbel, Müsned

8

meyanda Allah Rasûlü Mü'mini en

Ocak 2019


Hz. Peygamber’in ifadesiyle, “İnsa-

burnu üzerine konan ve kovalayınca kaça-

nın yediği şeylerin en güzeli, elinin

cak bir sinek gibi görür.” (10) hadisiyle

emeğidir.”

Arının, tertemiz çiçek-

Mü'minin günaha karşı tavrını ifade

lerden aynı temizlikte bir üretimle

eden Allah Rasûlü, günlük hayatın

şifa kaynağı bal verdiği gibi Mü'min de temiz, sağlam, kaliteli ve hilesiz bir üretim yapar. Mü'minin çalışıp kendi emeğiyle ortaya koyduğu her türlü ürün, kendisi ve toplumu için faydalı ve anlamlıdır. Nitekim bal arısının ürünü olan bal da insanlık için büyük bir nimet ve şifa kaynağıdır. Burada aynı zamanda üretim ve tüketim arasındaki ahlâkî dengeye

türlü meşguliyetleri arasında Mü'min ile imanı arasına giren günah ve hata engellerini tevbe ve istiğfar ile aşmayı tavsiye eder. Böylece hiçbir günah sürekli bir şekilde Mü'min ile imanı arasına giremez. Mü'min ile iman arasındaki daimî ilişkiyi bir benzetme ile dikkatlere sunan hadisinde Rasûl-i Ekrem şöyle buyurur: “Mü'min, yula-

de bir gönderme vardır. Hadiste

rından bir yere bağlanmış ata benzer; o at

Mü'min ile bal arısı arasındaki ben-

gezip dolaşır sonra da bağlandığı yere geri

zerliğin bir başka yönü de çevre

döner. Mü'min de unutarak hata işler

bilinci ile ilgilidir. Bal arısı çiçeğin-

ve sonra yine imana döner.” (11) Burada

den yararlandığı ağaca hiçbir şekilde

imana dönmekten maksat, Allah’a

zarar vermediği gibi Mü'min de imar

iman etmiş bir kişinin, günah işlediği

etmekle sorumlu olduğu çevrenin ve kâinatın40 dengesini bozacak bir tavır içinde olamaz. Bu çerçevede Hz. Peygamber’in, yoldan eziyet

zaman hemen tevbe ve istiğfar ederek yeniden Allah’a yönelmesi ve imanını muhafaza etmesidir.

verecek şeyleri kaldırmayı imanın

Ve

şubelerinden birisi olarak tanımla-

Mü'mini, “bir iyilik yaptığında sevinen,

ması Mü'min ile çevre bilinci arasın-

bir kötülük yaptığında ise üzülen kimse”

daki yakın ilişkiyi göstermektedir.

olarak tanımladığı hatırlanırsa, bir

İmanda sebat ve kararlılık göstermede Mü'minin önündeki en çetin engellerden biri de günahlardır. “Mü'min,

nihayet

Allah

Rasûlü’nün,

Mü'minin yapacağı en güzel dualardan birinin şu nebevî dua olduğu anlaşılır: “Allah’ım! Beni, iyilik yaptık-

günahlarını üzerine düşüverecek bir

ları zaman sevinç duyan, kötülük yaptık-

dağ gibi büyük görür. Fâcir (fütursuzca

ları zaman da bağışlanma dileyen kulla-

günah işleyen) kimse ise günahlarını

rından eyle.” (12)

10. Tirmizi, Sıfatu’l Kıyame 49 11. Ahmed b. Hanbel, Müsned 12. İbni Mace, Edep 57

Cemazi-el Evvel 1440

9


KAPAK DOSYA Hakan Sarıküçük

“Kim Allah’a ve Peygamberine itâat ederse Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar, orada ebedî olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Nisa, 13)

MÜ'MİN ALLAH’A VE RASÛLÜNE İTAAT EDENDİR

H

amd, “Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir

kurtuluşa ermiş olur.” (1) şek-

linde

buyurarak

kurtuluşa

ermenin ancak Allah’a ve Rasûlüne itaat ile mümkün olacağını müjdeleyen Yüce Rabbimize, Salât ve Selâm, “Kim bana itâat ederse cennete girer, kim bana isyan eder, emrettiklerimi yapmazsa cennete girmeyi isteme1. Ahzab,71. 2. Buhari.

10

Ocak 2019

miş olur.” (2)buyurarak cennete girmeyi isteyen kimselerin kendisine itaat etmelerini bildiren Rasûlullah efendimize, Allahu Teâlâ’nın rahmeti ve mağfireti de imanın gereğinin Allah’a ve Rasûlüne itaat ile mümkün olacağını kavramış olan itaatkâr mü'minlerin üzerine olsun. Allah’a imandan sonra bir Müslüman için en önemli mesele Allah’a ve Rasûlüne


itaat konusudur. Nitekim imanın gereği Allah’a ve Rasûlüne itaattir. Müslüman olmak, kendi düşünce, davranış ve seçme özgürlüğünü Allah ve Rasûlüne teslim etmek demektir. Müslüman kalmak isteyen kimse mutlaka Allah ve Rasûlünün emrine boyun eğmek zorundadır. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette Allah’a ve Rasûlüne itaat emredilmektedir. Müslümanların merhamete nail olmaları, kurtuluşu, cennete girebilmeleri hep itaat ile ilişkilendirilmiştir.

“Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.” (Nisa, 80)

“Allah’a ve Peygambere itaat edin ki, size merhamet edilsin.” (3) “Eğer Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (4)

Rasûlüne itaat etmek ve mü'minleri

“Kim Allah’a ve Peygamberine itâat ederse Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar, orada ebedî olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.” (5)

birbirlerinin dostları ve velileridir-

veli edinmek mağfiret vesilesi olarak bildirilmiştir. “Erkek ve kadın bütün mü'minler ler. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetiyle

Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne davet edildiklerinde mü'minlerin sözü ancak “işittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir.” (6)

yarlığayacaktır. Çünkü Allah azîzdir,

İyi bir Müslüman olabilmek, Allah’a en güzel şekilde kul olarak O’na gereğince ibadet etmek, Allah’a ve

lullah aleyhisselâm’ı hayatlarında örnek

hakîmdir.” (7) Yüce Rabbimiz kendisine itaatin Rasûlüne itaat ile mümkün olabileceğini de bizlere bildirmiştir. Dolayısıyla Rasûalınması gereken kişi konumuna getirip içlerinde en ufak bir sıkıntı duy-

3. Ali İmran, 132. 4. Hucurat,14. 5. Nisa,13. 6. Nur,51. 7. Tevbe,71.

Cemazi-el Evvel 1440

11


maksızın gönül hoşluğu içerisinde ona itaat eden kimseler Allah’a itaat eden kimseler olurlarken, onu hayatlarından çıkaran, hâşâ ona postacı muamelesi yapıp itibarsızlaştırmaya çalışan, böylece onun tebliğ ettiği sünneti de önemsiz hale getirmeye çalışan kimseler ise yüz çeviren, Allah’a itaatten kaçınan, (Allah muhafaza) iman etmemiş kimseler olarak vasfedilirler. “Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.” (8) De ki: Allah’a itaat edin; Peygambere de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamberin sorumluluğu kendine yüklenen, sizin sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygambere düşen, sadece açık açık duyurmaktır. (9) Allah ve Rasûlü bir şeye hükmettiği zaman hiçbir kimsenin ona muhalefet etmesi, hiçbir görüşü, kanaati ve sözü Allah’ın ve Rasûlünün buyruğuna değişmesi mümkün değildir. “Hayır! Rabbine andolsun ki iş bildikleri gibi değil. Onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme 8. Nisa, 80. 9. Nur, 54. 10. Nisa, 65. 11. Muhammed, 33. 12. Mücadele, 5. 13. Nisa, 115. 14. Nisa, 14.

12

Ocak 2019

karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (10) Yine yüce Rabbimiz kendisine ve Rasûlüne böyle bir muhalefet ve isyanın sonunun belalara uğramaya, hüsrana ve cehennem azabına sebep olacağını da haber vermiştir. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.” (11) “Allah’a ve Rasûlüne karşı gelenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için küçük düşürücü bir azap vardır.” (12) “Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber’e karşı çıkar, mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (13) “Kim de Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa Allah onu da ebedî kalacağı cehennem ateşine koyar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.” (14) “(Ey mü'minler!) Peygamberin davetini, aranızdan bazınızın bazınıza daveti gibi zannetmeyin. İçinizden,


birini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, O’nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (15) Allah’a ve Rasûlüne itaatsizliğin dünyada elem verici sonuçlarından kurtulamayan kimseler, dünyada çektikleri acılara, sıkıntılara ve musibetlere ilaveten neticede bir de cehenneme girecekler ve orada da azapları daha fazlasıyla devam edecektir. Bu kişilerin oradaki feryatları da pek dehşetli olacaktır. Ancak dünyadaki itaatsizlikleri neticesinde “ahu vah” eden ve pişmanlıklar içerisinde “keşke” sözcüklerini tekrarlayan kimselere bu temennileri fayda vermeyecek yüzlerinin ateşte evirilip çevrilmesine mâni olamayacaktır. “O gün yüzleri ateş içinde çevirilirken: “Ah keşke Allah’a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!” derler.” (16) Fakat ne fayda! Allah’ım! Sen bizleri Sana ve Rasûlüne muhalefetten muhafaza eyle. Âmin. İnsanların sapıklıktan kurtulabilmeleri ancak Rasûlullah aleyhisselâm’a itaat etmeleri ile mümkündür. Yüce Rabbimiz insanlara kendilerinden olan bir kişiyi peygamber olarak göndermesinin insanlar için çok büyük bir lütuf olduğunu bildirmektedir. Bu büyük

“O gün yüzleri ateş içinde çevirilirken: "Ah keşke Allah'a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!" derler.” (Ahzab, 66)

lütuftan göz göre göre mahrum kalmak veya görmemezlikten gelmek akılsızlık değil de nedir? Allah’ın “lütuf” dediğine karşı gelmek değilse bunun ismi nedir acaba? “Andolsun ki Allah, mü'minlere kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (17) “O’dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderdi. Oysa onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (18)

15. Nur, 63. 16. Ahzab, 66. 17. Âl'i İmran, 164. 18. Cuma, 2.

Cemazi-el Evvel 1440

13


Habibullah yani Allah’ın sevgili kulu vasfına sahip olan ve “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (19) ayeti kerimesi ile tezkiye edilen Rasûlullah aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmeden hatta daha dünyaya gelmeden önce bile önceki kutsal kitaplarda müjdelenmiş, vasıflarıyla birlikte zikredilmiştir. Öyle ki Rabbimiz bunu şöyle haber vermektedir. “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizler.” (20) Kur’an-ı Kerimde Yüce rabbimiz sadece Rasûlullah aleyhisselâm döneminde ona tabi olmayı zikretmekle kalmayıp daha önceki kavim ve milletlerden olup da onun davası uğruna çalışan kimselerin de bulunduğunu haber verir. Ayrıca tebliğ etmiş olduğu din uğruna hem onun yaşadığı dönemde hem de daha sonra gelecek dönemlerde ona yardımcı olan, ona karşı saygılı olan ve onunla birlikte nur yani hakikate giden yolun kandili hükmünde olan Kur’an’a tabi olanların da asıl murada eren kurtulmuş kişilerden olacaklarını haber verir. Kendisine Şâri sıfatı verilerek, helal ve haram kılma yetkisine sahip olduğu Kur’an-ı Kerim Yüce Rabbimiz tara19. Necm, 3-4. 20. Bakara, 146. 21. A’raf, 157.

14

Ocak 2019

fından bizlere bildirilmiş olan Rasûlullah aleyhisselâm Müslümanlar için bir rahmet olup Müslümanların yüklerini hafifleten, onları kendileri gibi kul olan kimselere esaretten kurtarıp Allah’a gereği gibi kul olabilmenin ve hakiki hürriyetin yollarını gösteren bir mürşittir. Nitekim yüce Rabbimiz şöyle buyurur. “Onlar ki, o ümmî peygambere uyarlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları o peygambere uyup, onun izinden giderler ki, o, onlara iyiyi emreder ve onları kötülüklerden alıkoyar, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar, işte o vakit ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun peygamberliği ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte asıl murada eren kurtulmuşlar onlardır.” (21) Peygamberlerin gönderiliş gayesinin onlara itaat edilmeleri olduğunu beyan eden Rabbimiz, insanların kendilerine zulmedebileceklerini, anlaşmazlığa düşebileceklerini ve böylece hüsrana doğru giden bir yolda kendilerini helake sürükleyebileceklerini haber vermiş, böyle bir kötü akıbetten kurtulabilmenin yolunu da derhal Rasûlüne müracaat etmekle mümkün


olacağını, böylece Allah’ın da kendilerini bağışlayacağını bizlere haber vermiştir. “Biz hangi peygamberi gönderdikse, sırf Allah’ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Rasûl de onların bağışlanmasını dileseydi,

“Bir de "Allah'a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik" diyorlar da sonra bunun arkasından yüz çeviriyorlar; bunlar mü'min değillerdir.” (Nur, 47)

elbette Allah’ı affedici, merhametli bulurlardı.” (22) “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe

gerçekten

inanıyorsanız,

onu Allah ve Rasûlüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (23) Allah’a ve Rasûlüne itaat etmemek muhalefete, çekişip didişmelere sebep olur. Çünkü ortada uzlaşılacak ortak bir değer bulunmazsa hevalar ve nefisler devreye girer. Kişiler kendi görüşlerini mutlak doğru kabul edip kendilerine muhalif olan tüm fikirleri reddeder ve onların yanlış olduğuna inanır. Neticede de fikirlerin çatışması bir müddet sonra bedenlerinde çatışması sonucunu ortaya çıkarır ki bu da çok vahim neticelere sebebiyet verir.

“Ayrıca Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Ve birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (24) Bir de Allah’a ve Rasûlüne inandık demelerine rağmen yaşantılarının hiçbir yerinde onu kendisine örnek edinmeyen onun hiçbir sözünden haberi olmayan, bununla birlikte öğrendiği zaman da yan çizip evirip çeviren, tabi olmamak için türlü türlü tevillere başvuran neticede yine de kabullenmeyerek muhalefet eden kimselere bakın Rabbimiz nasıl sesleniyor! “Bir de “Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik” diyorlar da sonra bunun arkasından yüz çeviriyorlar; bunlar mü'min değillerdir.” (25)

22. Nisa, 64. 23. Nisa, 59. 24. Enfal, 46. 25. Nur,47.

Cemazi-el Evvel 1440

15


Bu ayet göstermektedir ki sırf lisanen “Allah’a ve Peygamber’e inandım” demek, mü'min olmak için yeterli ve geçerli değildir. Bu, münafıkların tutumudur. Mü'minler ise, dilleri ile söylediklerine kalben de inanırlar, ayrıca ibadetleri ve her türlü davranışları ile de imanlarını isbat ve te’yid ederler. İmam Gazali’nin dediği gibi, amelsiz mü'min, bütün hayati faaliyetleri durmuş, sadece nefes alıp vermekle canlılık emaresi gösteren komadaki insan gibidir. Bunun yaşadığı hayatın kıymeti ne ise, ibadetten ve güzel davranışlardan yoksun kimsedeki imanın kıymeti de odur. Bir hadisi şerifte de Rasûlullah aleyhis“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemîn olsun ki; sizlerden birinizin kendi arzuları ve hevesi, benim kendisine getirdiğim şeriata tâbi olmadıkça îmân etmiş olmaz.” buyurmaktadır. selâm:

aleyhisselâm:

nete girer, kim bana isyan eder; emrettiklerimi yapmazsa cennete girmeyi istememiş olur.” buyurdular. (27) “Sizler, sizi bırakıp mükellef etmediğim hususlarda beni kendi halime bırakınız! Sizden evvelki ümmetler ancak soru sormaları ve nebilerine karşı ihtilafları sebebiyle helak olmuşlardır. Ben sizleri bir şeyden nehyettiğim zaman ondan sakınınız. Sizlere bir şey emrettiğim zaman da emrimi tutunuz. Gücünüzün yettiği kadar onu yerine getiriniz.” (28) “Benim meselim (benzerim) ve beni kendisiyle size Allah’ın Nebi gönderdiği şeyin misali, ancak şu adamın benzeri gibidir ki, o kavmine geldi de: « Ey kavmim! Ben şurada iki gözümle ordu gördüm. Görüyorsunuz, ben çıplak bir nezirim. Hemen kurtulmaya, hemen kaçmaya bakınız.» der. Bu haber üze-

Yine Rasûlullah aleyhisselâm hadislerinde itaat konusuna değinmiş, Allah’a itaatin kendisine itaat ile mümkün olabileceğini bildirmiştir.

rine kavminden bir taife ona itaat ederek

“Her kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur ve her kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur.” (26)

kalmışlardır. Bunun üzerine sabahleyin

“Girmek istemeyen, direten kimse müstesna, bütün ümmetim cennete girer.” buyurdular. Sahabeler Yâ Rasûlallah kim istemez ki?’ dediler. Rasûlullah

İşte bu, bana itaat eden ve benim getir-

bütün gece vakar ve haysiyetle yürümüş ve kaçıp kurtulmuşlardır. Kavminden bir kısmı da onu yalanlamışlar da yerlerinde ansızın ordu onları basıp helak etmiş ve köklerini kazımıştır. diğime uyan kimse ile bana asi olan ve benim getirmiş olduğum hakkı yalanlayan kimsenin misalidir.” (29)

26. Buhâri, İbni Mâce. 27. Buhari. 28. Buhârî (7151) Müslim (1337/ 412) İbni Mâce (2) Tirmîzî (2819). 29. Buhârî (7146) Müslim (2283 / 16).

16

“Kim bana itâat ederse cen-

Ocak 2019


Cabir bin Abdullah radıyallahu anhuma’dan; “Bir kere Nebi sallallahu aleyhi ve sellem uyurken yanına birtakım melekler geldi ve “Bu dostunuzun yüksek bir sıfatı vardır. Haydi, siz de bunun yüksek mevkiini bir örnekle temsil ediniz.” dediler. Bunun üzerine melekler: “Bu zatın benzeri, şu kimsenin misali gibidir ki; o kimse yeni bir ev yaptırır, o evde bir ziyafet yemeği tertip eder ve bu ziyafete insanları davet etmek için bir davetçi gönderir. Bu davetçinin davetine kim icabet ederse, o eve girer ve ziyafet yemeğinden yer. Her kim de davetçinin davetine icabet etmezse o eve giremez ve ziyafet yemeklerini de yiyemez.” Bunun üzerine melekler (kendi aralarında temsili şöyle izah ettiler): “O ev cennettir, davetçi de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Her kim Muhammed’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiştir. Her kim de Muhammed’e asi olursa Allah’a asi olmuştur. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem insanların arasını (itaat ve isyan şiarını bildirip iman edenlerle inkâr edenleri) ayırt etmiştir.” (30) Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir zaman sonra bir takım insanların çıkacaklarını Allah’a itaat ile Rasûlüne itaatin arasını ayırmaya kalkışacaklarını Rasûlüne itaati basit bir şeymiş gibi göstermeye çalışacaklarını haber vermiştir. Oysa kelime-i tevhidi söylerken de bileceğimiz üzere iman iki

temel esasa inanmakla mümkündür. Birincisi “La ilahe illallah” diğeri ise “Muhammedun Rasûlullah” ikrarıdır. Bu iki esasa iman olmadan iman tam manasıyla gerçekleşmez. Rasûle itaati küçümsemek ve hafife almak (Allah muhafaza) ona imanı da bozar ki bu takdirde Allah’a inandıklarını söyleyen ehli kitaptan ve müşriklerden de bir fark kalmamış olur. “Onlara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) iman edin” denilince, “Biz sadece bize indirilene (Tevrat’a) inanırız” deyip, ondan sonra geleni (Kur’an’ı) inkâr ederler. Hâlbuki o, ellerinde bulunanı (Tevrat’ı) tasdik eden hak bir kitaptır. De ki: “Eğer inanan kimseler idiyseniz, daha önce niçin Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?” (31) “Andolsun, eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı hizmetinize kim sundu?” diye soracak olsan mutlaka: “Allah” diyecekler. O hâlde nasıl (haktan) döndürülüyorlar?” (32) “Eğer onlara, “gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, “onları O çok güçlü, çok üstün, her şeyi bilen (Allah) yarattı” derler.” (33) Görüldüğü üzere Ehli kitap ve Müşrikler de Allah’a inandıklarını söylemişler ancak Rasûlullah aleyhis-

30. Buhârî (7114). 31. Bakara,91. 32. Ankebut,61. 33. Zuhruf,9.

Cemazi-el Evvel 1440

17


selâm’a

tabi olmayı ve ona itaati kabul etmemişlerdir. Bu iddiaları da onları iman edenler sınıfına dâhil etmemiş, inkâr ve küfürleri içinde Allah’ın gazabını hak etmekten uzaklaştıramamıştır. Dolayısıyla Rasûle itaati terk etmek her gün kendilerinden fatiha süresini okurken bahsettiğimiz “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil” ayeti kerimesini aleyhimize çevirip onlara benzemek suretiyle kendimize de gazap ve bela dualarını okumak manasına gelecektir.

Mikdam bin Madi Kerib radıyallahu anh’dan; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Süslü tahtına yaslanmış adama benim hadislerimden birisi okunur da, o (kişi) nin vaziyetini hiç bozmadan: “Bizlerle sizler arasında Allahu Teâlâ’nın Kitabı vardır. O’nda helal olarak bulduğumuz her şeyi helal sayıyoruz, haram olarak bulduğumuz her şeyi de haram kabul ediyoruz” diyebilme zamanı yaklaşmıştır.

Dikkat edin! Rasûlullah’ın haram kıldığı şeyler Allah’ın haram kıldığı şeyler gibidir.” (34) Ebû Rafi’den; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem

şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz koltuğunda oturmuş, benim emrimden bir emir veya nehyettiğim şeylerden bir nehiy geldiğinde sakın “Biz Allah’ın Kitabı’nda bulduğumuza uyarız, başkasını bilmeyiz” demesin.” (35) Yüce Rabbimizden bizleri Kendisine ve Rasûlüne itaat eden ve bu itaatin arasını ayırmayan muvahhidlerden kılmasını niyaz ederiz. Kendisine ve Rasûlüne muhalefetten ve muhalefete sevkedecek durumlara düşmekten muhafaza eylemesini, dinine sımsıkı sarılan Kur’an ve sünnetin arasını ayırmayan itaatkâr Müslümanlardan kılmasını dileriz. Selâm ve Dua ile.

34. İbni Mâce (12) Tirmîzî (2801) 35. Ebû Dâvud (4605) İbni Mâce (13) Tirmîzî (2800) Hakim (1 / 108) Beyhaki (625) İbni Hibban (13) Ahmed (6/8) Humeydi (551) Begavi (Şerhu’s Sünne 1 / 200)

Ebû Rafi’den; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Sizden biriniz koltuğunda oturmuş, benim emrimden bir emir veya nehyettiğim şeylerden bir nehiy geldiğinde sakın “Biz Allah’ın Kitabı’nda bulduğumuza uyarız, başkasını bilmeyiz” demesin.” (Ebû Dâvud; İbni Mâce; Tirmîzî)

18

Ocak 2019


KAPAK DOSYA M. Sadık Türkmen

MÜ’MİN KİŞİ HAYIRDA YARIŞANDIR

H

amd Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selâm

dıkları için tarihe yön verdik-

Rasûlullah’a, O’nun ailesine ve

vesile olan şey ise onların din-

ashabına olsun.

leri için çalışmayı terk etme-

Dünyaya

gerçek

değerini

leri o üstün seviyeye ulaştılar. Müslümanların gerilemesine

sinden başka bir şey değildir.

veren Allah yolunun erleri

İslâm, kendi müntesiplerini

arasında meşhur bir söz var-

ilk emirle beraber sürekli

dır: “Sen nefsini hak ile meş-

hareket halinde olmayı emret-

gul etmezsen batıl onu meşgul

miştir. “Yaratan Rabb’inin

eder.” Bu sözün muktezasına

ismiyle oku!”

varan ilk dönem Müslüman-

bürünen (Peygamber!) Kalk,

ları nefislerini hak yoluna ada-

uyar.”

(2)

(1)

“Ey örtünüp

Müslüman hayırda yarışma tohumunu mutlaka kalbine ekmelidir. O tohum fidan olup, ağaç olmaya duracak ve mutlaka meyve verecektir.

tevcihatlarıyla inen

1. Alak, 1 2. Müddesir, 1-2

Cemazi-el Evvel 1440

19


ilk ayetler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ’e bu dinin geliş gayesini bildirmesi açısından çok önemli bir noktaya temas etmiştir. Bu husus insanların hayrına ve onların hidayetine vesile olmaya gayret etmek, hayatını bu yolda feda etmek için çalışmaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ona inanarak etrafında toplanan ilk Müslümanlar bu emirleri yerine getirmek için büyük gayret sarf ettiler. İslâm, fertlerin sadece kendi nefislerini kurtarmasını ve kendisinin dışındaki sorunlarla alakadar olmamasını tasvip etmez. Çünkü yaratılışı gereği insan kainattaki hadiselerden olumlu veya olumsuz etkilenmektedir. Bu etkilere en uygun amelle karşılık vermek Müslümanı kâmil bir insan yapacağı gibi bu davranışlar da çevreden olumlu karşılıklar görecektir. Endonezya ve Malezya halklarının İslâm’a ilk teşrifleri oralara ticaret amacıyla giden mü'minlerin amellerinden etkilenmeyle olmuştu. Oysa bu mü'min tüccarlar yöre halkının dilini ve örfünü dahi tam olarak bilmiyordu. Yirminci yüzyılın başlarında İslâm ümmetinin başına etkileri bugüne kadar henüz dinmeyen çok büyük bir musibet isabet etti. Osmanlı devleti yıkılıp, hilafet kaldırılmış ve ümmet paramparça edilmişti. Henüz genç yaşlarda olan Hasan el-Benna bu durumu görmüş, zamanındaki alimlere müracaat etmiş ve bir şeyler yapmaları hususunda onlarla sürekli görüşmüştü. 3. Müslim, 785

20

Ocak 2019

İnsanların ümitsizlik içinde olduğunu fark eden üstat el-Benna öğretmenlik yaptığı okulda, kahvelerde ve halkın bir araya geldiği yerlerde tebliğ faaliyetlerini başlattı. Kısa bir süre zarfında daveti kabul görmüş ve insanlar onun etrafına halkalanmıştı. Hasan el-Benna insanlara İslâm’ın bir yönünü değil her yönünü ikna edici bir dil ile anlatıyordu. Onu gören, enerjisini hisseden herkes Kur’an-ı Kerim’in amelde yarışmayı tavsiye eden ayetlerini yaşadığını müşahede ediyordu. Üstat şehid edildiğinde geriye yazma eser olarak birkaç risale bırakmıştı. Ancak dava erlerine çok daha büyük bir miras bıraktı; o eser, hayırlı işlerde yarışmak idi. Müslüman hayırda yarışma tohumunu mutlaka kalbine ekmelidir. O tohum fidan olup, ağaç olmaya duracak ve mutlaka meyve verecektir. Başlangıcı itibari ile o bir tohum olabilir. Ona bakmak zahmetli olabilir. Ancak meşakkatten uzak hiçbir iş olmadığını da bilmek gerekir. Yaptığı ameli az da olsa sürdürmelidir. Çünkü bu dinimizde sevimli görülmüştür. Hz. Aişe radıyallahu anha validemiz şöyle dedi: “Rasûlullah’a dinin en sevimli olanı kişinin yaptığı amelde daimî olmasıydı.” (3) Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “(Ey Muhammed!) Allah’ın güzel bir söze (Kelime-i Tevhid)’e nasıl misal verdiğini görmedin mi? O güzel söz kökü sabit, dalları göğe doğru yükselen güzel bir ağaca benzer. O ağaç Rabbi’nin izniyle her zaman meyve-


sini verir. Allah insanlara misaller verir ki, düşünüp öğüt alsınlar.” (4) Amellerde yarışma ile alakalı olarak Kur’an-ı Kerim’de ve sünneti seniyyede pek çok delil vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: “Rabbi’nizin affına ve genişliği gökler ve yer kadar olan, takva sahipleri için hazırlanmış bulunan cennetine koşuşun.” (5) “O kimseler ki, Rablerinin korkusundan çekinirler. Onlar ki, Rablerinin ayetlerine iman ederler. Onlar ki, Rablerine ortak koşmazlar. Onlar ki, verdikleri şeyi, Rablerine döneceklerinden kalpleri korkarak verirler. İşte onlar hayırlarda koşuşurlar ve onlar hayırlar da öncüdürler. (6) Ebu Hureyre radıyallahu anh’ dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Yedi şey gelmeden önce amellerde acele edin: Yoksa unutkanlaştıran fakirliğimi veya azgınlaştıran zenginliğimi veya ifsad eden hastalığımı ya da saçmalatan ihtiyarlığımı veya hızla gelen ölümümü ya da Deccal’i mi, o Deccal ki beklenen en şerli kişidir veya kıyametimi bekliyorsunuz. Kıyamet hem en dehşetli hem de en acı olanıdır.” (7) Hz. Ali İbn Ebu Talip radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Rabbi’nizin affına ve genişliği gökler ve yer kadar olan, takva sahipleri için hazırlanmış bulunan cennetine koşuşun.” (Âl’i İmran, 133)

“Sadaka vermekte çabuk davranın. Çünkü musibet sadakayı aşmaz.” (8) Ancak buna rağmen ilk dönem sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin dönemindeki gibi bir topluluğu Müslümanlar çıkarmaya muktedir olamadılar. Bunun sebebi nedir? Buna iki sebep söyleyebiliriz: a) Batı medeniyetinin etkisinde kalan Müslümanların onlara karşı psikolojik olarak mağlup olmaları. Bu sadece batı medeniyetinin ilerlemesi şeklinde ele alınırsa çok ciddi bir tesir değildir. Çünkü geçmiş zaman dilimlerinde Müslümanlar İslâm’a sımsıkı sarıldıklarında dış tesirler onlara çok fazla zarar verememişti.

4. İbrahim, 24-25 5. Âl’i İmran, 133 6. Mü'minun, 57-61 7. Tirmizi, 2307 8. Taberani-Evsat, 5643

Cemazi-el Evvel 1440

21


b) Müslümanların Allah’ın vaatlerinden, nimetlerinden ve razı olacağı şeylerden habersiz veya gafil olması. Meselenin özünü teşkil eden budur. Çünkü dünyada revaçta olan ve reklamı yapılan eşyaya ulaşmak daha kolay ve daha yakındır. Oysa Allah Teâlâ’nın vaatleri gözle görülmüyor. Muhakkak suretle inanılıyor ancak dünyanın metaına göre daha geç ulaşılıyor. İşte salih amellerde yarışmanın önündeki en büyük engel budur. O halde Müslüman evvela salih amele ulaştıracak yakine ulaşmalı ve kalbine kıyametin kopmasının çok yakın olduğunu yerleştirmelidir. Kıyameti uzak gibi zannediyorsa ölümün vaat edilen zamanda kendisini yakalayacağını idrak etmelidir. Kendisini Allah Teâlâ’nın salih kişilere hazırladığı nimetlerden mahrum eden günahlardan ırak etmelidir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Hayır, şüphesiz ki iyilerin (Salihlerin) kitabı (amel defteri) İlliyyin dedir. İlliyyin’in ne olduğunu sana ne bildirmiş olacak? O yazılmış bir kitaptır. Onu Allah’a yaklaştırılanlar görür. Şüphesiz ki iyiler, nimet içindedirler. Tahtlar üzerinde (etrafı) seyrederler. Yüzlerinde, nimetlerin parlaklığını tanırsın. Onlara, kaseleri mühürlenmiş halis bir içecek sunulur. Bu içeceğin sonu, misktir. İşte yarışanlar bunda yarışsın.”

(9)

9. Mutaffifin, 18-26 10. Furkan, 23 11. Buhari 2320; Müslim 1553

22

Ocak 2019

Mü'min, dış görünüş itibari ile Allah’a yaklaştıran amellerin niyet bölümünü ihmal etmemelidir. Çünkü salih niyetten uzak olan amelin sahibine hiçbir fayda vermeyeceği aşikardır. Bu ameller sahibine dünyada bir makam kazandırsa da Allah katında herhangi bir kıymeti yoktur. Bu şekilde amel etmenin nifak tehlikesi olduğu gibi herhangi bir semeresi de ortaya çıkmaz. Bu manada yapılan amellerin boşa gideceğini beyan eden Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Onların işledikleri amellere yöneldik de onları dağılmış toz zerreciklerine çevirdik.” (10) Hayır işlerinde ömrünü feda etmek isteyen mü'min yolunun uzun, işinin çok fazla olduğunu unutmamalıdır. Hatta yaptığı hayırlı işlerin neticelerini dünya gözüyle göremeyeceğini de düşünmelidir. İnsanların hayırda yarışmaması, hayırda yarıştığını iddia edenlerin azlığı veya gayretsizliği kendisini asla ümitsizliğe sevketmemelidir. Onun misali şu hadis-i şerifte tasvir edilen kişi gibidir: Enes bin Malik radıyallahu anh’den rivayet ile Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Herhangi bir ağaç veya ekin eken bir Müslümanın ektiği şeyden herhangi bir kuş, insan veya hayvan yerse bu Müslümana o yiyilen şeyden sadaka yazılır.” (11) Yüce Rabbimizden bizleri hayırlı işlerde gayret sarf eden kullarından eylesin…


KAPAK DOSYA Ahmet İnal

MÜ’MİN HAYA VE İFFET SAHİBİDİR!

M

ü’min olmak; iman, ibadet ve ahlâk üçlüsünü rabbani

bir usulle şahsiyetin temelle-

rine yerleştirmekle mümkündür. Kişi sadece iman ettim demekle benliğini İslâmi bir hale

büründüremez.

İman

etmek bu hedef için atılması gereken ilk adım olsa da tek başına yeterli değildir. Kalpteki bu örtülü duyguyu izhar

ahlâki

özelliklere

bağlıdır.

Ahlâkın olmadığı yerde iman da ibadet de hükmünü yitirmiş sayılır. Zira ahlâk hem imanın hem de İslâm’ın kaynağıdır. Ahlâk bir aracın direksiyonu gibidir. İman, motor; ibadet ise yakıt deposu mesabesindedir. Motor ne kadar güçlü, yakıt da ne kadar çok ve kali-

edecek bir ibadet hayatına

teli olursa olsun direksiyon

ihtiyaç vardır. Bu ikisinin var-

olmadığı sürece araç istediği

lığı ise en nihayetinde temiz

istikamete gitmekten acizdir.

bir

Aynı

fıtrattan

kaynaklanan

durum

Müslümanın

Ahlâk bir aracın direksiyonu gibidir. İman, motor; ibadet ise yakıt deposu mesabesindedir. Motor ne kadar güçlü, yakıt da ne kadar çok ve kaliteli olursa olsun direksiyon olmadığı sürece araç istediği istikamete gitmekten acizdir.

Cemazi-el Evvel 1440

23


tevhide davet ederken aynı zamanda edep ve hayaya da çağırmışlardır. Zira Rasûlullah’ın buyurduğu gibi “Haya ve iman bir aradadır; biri gitti-

Tarih boyunca helak edilen kavimler ve helake giden süreçleri incelendiği taktirde görülecektir ki; asıl problem iman meselesi olduğu gibi bir o kadar da haya duygusunun olmayışıdır. Çünkü Allah’a karşı utanma duygusu taşımayan bir kimse ya da toplum akla hayale gelmeyecek tüm kötülükleri işlemeye meyyaldir.

ğinde diğeri de gider!”

(2)

Bu açıdan

haya ve iffetten yoksun olan bir kimsenin kalbinde iman kırıntıları bulunsa da bu iman buzun erimesi gibi kaybolup gitmeye mahkumdur. Bir kulda ya da toplumda haya duygusunun

kaybolması

berabe-

rinde Allah’ın gazabını getirir. Tarih boyunca helak edilen kavimler ve helake giden süreçleri incelendiği taktirde görülecektir ki; asıl problem iman meselesi olduğu gibi bir o kadar da haya duygusunun olmayışıdır. Çünkü Allah’a karşı utanma duygusu taşımayan bir kimse ya da toplum akla hayale gelmeyecek tüm kötülükleri işlemeye meyyaldir. Bu durum

hayatı için de geçerlidir. İmanını güçlendirip ibadetlerle bol bol ecir kazanmak isteyen; ancak İslâm’ın sunduğu ahlâktan bihaber olan kişinin varacağı yer, çarpıp tökezleyeceği sert bir

onun

azgınlaşmasına

ardından da Allah’ın gazabına duçar olmasına sebep olacaktır. Bu vahim süreci Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şu şekilde özetlemiştir: “Hiç şüphesiz Aziz ve Celil olan Allah, bir

duvar olacaktır.

kulu helak etmek istediği zaman, ondan

İşte bu nedenle; insanlara nübüv-

gazaba uğrayan biri olur. Gazaba uğradığı

vet makamının başlangıcından beri daima hatırlatıla gelen hakikat “Haya etmedikten sonra dilediğini yap”

(1)

şek-

hayayı çekip alır. Hayayı alınca, o kul ancak zaman, kendisinden emanet (güvenilirlik) kaldırılır. Emanet kaldırılınca, o ancak hain olur. Hain olduğu zaman, kendisin-

linde özetlenmiştir. İnsanlık tarihi

den rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca,

boyunca peygamberler toplumlarını

o ancak lanete uğrar ve mel’un olur. Lanete

1. Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78. 2. Taberânî, Evsat, VIII, 174; Beyhakî, Şuâbu’l-İman, VI, 140.

24

ise

Ocak 2019


uğradığı ve mel’un olduğu zaman da kendisinin İslâm ile olan bağı koparılır!”

(3)

İslâm, kişi ile onu helake götüren etkenler arasına girerek onu bu vaziyetten kurtarmak ister. Bunun için ise mü'min fertlerden istediği ilk şey ister gizli ister açık her durumda Allah’tan haya etmesidir. Kul, kendisini daima gözetleyen bir rabbinin olduğu şuuruyla hareket ederse O’ndan haya ederek masiyetlerden kaçınır. Masiyetlerden kaçındığı zaman da Rabbi-

İslam, kişi ile onu helake götüren etkenler arasına girerek onu bu vaziyetten kurtarmak ister. Bunun için ise mü'min fertlerden istediği ilk şey ister gizli ister açık her durumda Allah’tan haya etmesidir.

nin muhabbet ve mağfiretine mazhar olur. Mü'min kimsenin haya sebebiyle ulaştığı bu makamın sonu ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ’in müjdesine göre cennettir: “Haya imandandır ve hayalı olan kimse cennettedir! Hayasızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı olan da cehennemdedir!..”

(4)

Allah’a karşı hayalı olmanın yolunu ise hayanın en güzeline sahip olan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle tarif ediyor:

başı ve onun taşıdıklarını, batni ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse dünya hayatının ziynetini terk etmeli, ahireti bu hayata tercih etmelidir. Kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allah’tan hakkıyla haya etmiş olur.”

(5)

Mü'min ferdin kendisine karşı hayalı olması gereken tek varlık Allah celle celaluhu

değildir. Allah’a karşı göste-

“Abdullah b. Mes’ud radıyallahu ahn

rilmesi gereken haya en üst merte-

aktarıyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi

bede olmakla birlikte insanlara karşı

“Allah’tan hakkıyla haya edin!”

da haya ile muamelede bulunmak

buyurdular. Biz: “Ey Allah’ın Rasûlü,

gerekir. Kişinin evinde, iş yerinde

elhamdülillah, biz Allah’tan haya ediyo-

gerek ailesine gerek arkadaşlarına

ruz” dedik. Ancak O, şu açıklamayı yaptı:

karşı olsun konuşurken, gülerken,

“Söylemek istediğim bu (sizin anladığınız

ağlarken, otururken, kalkarken kısa-

haya) değil. Allah’tan hakkıyla haya etmek,

cası her daim edep ve hayayı şahsi-

ve sellem

3. İbn-i Mâce, Fiten, 27. 4. Buhârî, Îmân, 16. 5. Tirmizi, Kıyamet 25, (2460).

Cemazi-el Evvel 1440

25


desi olan meleklerin dahi kendisinden haya ettiği yiğitler çıkmaktadır. Haya ile ilgili tüm söylenenlerin özü

İslam öylesine yüce bir haya anlayışına sahiptir ki; bu sistemde kişinin görmediği, ancak daima kendisiyle birlikte bulunan meleklere dahi göstermiş olduğu bir edep vardır. Bu açıdan mü'min kimsenin sergilediği edep ve haya göstermelik değildir; bizzat kişinin kalbinin derinliklerinden kopup gelmektedir.

ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ’in şu sözünde vücut bulmuştur: “Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır, İslâm’ın ahlâkı hayadır.”

(6)

Haya, İslâm’da bu kadar önemliyken maalesef günümüz İslâm coğrafyasında insanımız bu şuurdan gün geçtikçe uzaklaşmakta ve dipsiz bir kuyu olan iffetsizliğe doğru koşmaktadır. Daha kırk-elli yıl öncesinde insanların evlerinde dahi işlemekten çekindikleri cürümler bugün aleni bir şekilde cesurca işlenmekte, sosyal medyada

yetinin baş meziyeti haline getirmesi

paylaşılmakta ve en kötüsü tüm

onun imanın kemaline işaret eden bir

bunlar bir meziyet olarak kabul edil-

durumdur.

mektedir. Edep ve hayasından dolayı

İslâm öylesine yüce bir haya anlayı-

masiyetlerden uzak kalmaya çalışan

şına sahiptir ki; bu sistemde kişinin görmediği, ancak daima kendisiyle birlikte bulunan meleklere dahi gös-

kimseler ise pısırık, korkak olarak lanse edilerek toplumda itibarsızlaştı-

termiş olduğu bir edep vardır. Bu

rılmaktadır. Ancak her ne olursa olsun

açıdan mü'min kimsenin sergilediği

tertemiz fıtratlarını korumuş, kalp-

edep ve haya göstermelik değildir; bizzat kişinin kalbinin derinliklerin-

lerine iman yazılmış olan mü'minler

den kopup gelmektedir. Hal böyle

için haya kendisiyle cennete ulaştık-

olunca mü'minler içinden de haya abi-

ları en büyük nimetlerdendir.

6. Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 9, (2, 905); İbnu Mace, Zühd 17, (4181, 4182).

26

Ocak 2019


KAPAK DOSYA Ümit Şit

MÜ'MİN HER ZAMAN SADIKTIR “Ey iman edenler! Allah Teâlâ’dan korkunuz ve sadıklar (doğrularla) ile beraber olunuz.”

A

(Tevbe,119)

llah Teâlâ, Tevbe sûresinin 118. ayetinde, Tebük seferine katılamayan üç sahabenin

tövbesinin

kabulünü

buyururken,

devamında ise daima tövbeye muhtaç olan mü'min kullarını günahlardan sakındırmak, Allah’ın emirlerine itaatsizlikten men etmek üzere şöyle buyurmuştur: ’Ey mü'minler! Günahları işlemekten korkun ve Allah’ın emrine muhalefetten sakının. (Güç ve kolay herhangi halinizde olursa olsun Allah’ın emrine itaat eden) sadıklarla beraber olun.’ (1)

“Sıdk” Allah’ın dininde ve şeriatında, Allah’ın emirlerini yerine getirmede ve Allah’ın Rasûlüne itaatte samimi, azimli ve ihlaslı olmak demektir. Sadıklar yani doğru olanlar ise; tebliğ, davet, cihad veya başka bir Salih amelde ihlastan ayrılmayan, Allah’a verdikleri sözü yani “la ilahe illallah” davasının yolundan sapmadan bu sözü tutan, bir günah veya kusur işlediklerinde doğruluktan vazgeçmeyen kimselerdir. Sadıkların yani doğruların tersi ise münafıklardır. Sadıklar o kimselerdir ki; Allah’a ve Rasûlüne itaatte kalben ve amelen doğru olan kimselerdir. Yani ağız-

1. Tevbe, 119.

Cemazi-el Evvel 1440

27


larıyla evet bizde iman ettik diyen ama bir sıkıntı gördüklerinde sıvışan münafık ve münafık yapılı insanlar gibi değildirler. Allah’a verdikleri sözleri eğip bükmeyen, hakkı her yerde hikmetine uygun şekilde haykıran ve ayakta tutan kimselerdir. Bilmedikleri bir şeyde kendilerine Allah’ın ayetleri ve Rasûlullah’ın hadisleri hatırlatıldığında işittik ve itaat ettik diyerek Allah ve Rasûlüne gönülden iman eden kimselerdir. O sadıklar; hülasa Allah’ın ayetleri başımın üstündedir diyen veya Allah Rasûlü şimdi aramızda olsa da başımı ayağıyla ezse diyerek dilleri ile name yapanların, pratik hayata gelince canım o ayet, o hadis tam olarak onu anlatmıyor aslında diyerek ayet ve hadisleri dilleri ile büken iki yüzlüler gibi asla değillerdir. O sadıklar ki, kendi menfaatlerinden önce Allah ve Rasûlünün menfaatini önceleyen şahsiyetlerdir. O sadıklardır ki, içinden çıkılmaz bir sorunla karşılaştıklarında beşerî icadı kanunlara başvurmak yerine hükmü Allah’a ve Rasûlüne taşıyan sadakat sahibidirler. Yoksa laf geldiğinde şeriatın kestiği parmak acımaz diyen ama amele geldiğinde şeriatı sorgulayan omurgasızlar asla ve asla değillerdir. O sadıklar ki boş ve malayani işleri amaç edinmekten kendilerini ve ailelerini uzaklaştırırlar. Amaçları her daim Allah’ı razı etmek ve hedefleri ise gelip geçici dünya malı yerine her daim ebedi cennetlerdir. Allah’ın emir 2. Nisâ, 69.

28

Ocak 2019

ve yasaklarına her daim riayet ederler. Hiçbir zaman amir, maaş ve kınanma korkusu üçgeni içinde yer almazlar. “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, Sıddıklarla, şehitlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (2) Şehit Seyyid Kutub rahimullah, Fizilali Kuran tefsirinde bu ayetten şöyle bahsetmiştir. “Bu okşayıcı mesaj, her kalbin duygularını coşturur. İçinde zerrece iyilik bulunan, kurtuluş tohumu barındıran, yüce Allah’ın yakınlarında onurlu bir beraberliğin simgelediği yüksek bir makama tırmanma özlemi ile yanıp tutuşan her kalbi heyecanın şevki ile kanatlandırır. Bu yüce seçkinler gurubu ile birlikte olmak yüce Allah’ın tek yanlı bir bağışıdır. Hiçbir insan sadece iyi ameli ile, sırf ibadeti ile bu yüce makama erişemez. O yüce Allah’ın geniş kapsamlı, gürül gürül akışlı, e yaygın bir lütfundan başka bir şey değildir. O sadıklar ki, ahirette peygamberlerin ve şehitlerin yanındadırlar. İbn-i Cerir’in, İbn-i Humeyd ve Yakub Sekemı yolu ile Cafer b. Ebu Muğıre’ye dayandırarak bildirdiğine göre sahabilerden Said b. Cubeyr şöyle diyor: "Bir gün Medine yerlilerinden (Ensar’dan) bir arkadaşımız Peygam-


berimizin yanına geldi, arkadaşımız üzgündü. Bunun üzerine Peygamberimiz kendisine “Ey falanca seni üzgün görüyorum, sebebi nedir? diye sorduğu Arkadaşımız “Düşündüğüm bir şey var da onun için üzülüyorum’ dedi. Peygamberimizin “Nedir o düşündüğün şey?” diye sorması üzerine arkadaşımız şunları söyledi: “Her gün sabahleyin yanına geliyor ve ancak gece olunca yanından ayrılıyoruz. Bütün gün yüzüne bakıyor, seninle birlikte oturuyoruz. Oysa sen yarın Peygamberlerin yanına yükseltileceksin ve biz artık sana ulaşamayacağız." Peygamberimiz arkadaşımızın bu sözlerine hiçbir karşılık vermedi. Fakat bir süre sonra Cebrail geldi ve ‘Allah ve Peygamber’e itaat edenler var ya, bunlar Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle...’ diye başlayan ayeti getirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, o arkadaşımıza haber salarak kendisine bu müjdeyi iletti.” Öte yandan Ebu Bekir b. Murdeveyh’in bildirdiğine göre Peygamberimizin eşi Hz. Aişe şöyle diyor: "Bir defasında adamın biri Peygamberimize gelerek şöyle dedi; 'Ya Rasûlullah, ben seni kendimden, ailemden, çoluk-çocuğumdan daha çok seviyorum. Bazen evdeyken hatırıma geldiğinde kendimi tutamayarak sana geliyor, seni görüyorum. Benim ve senin ölümünü düşününce senin cennete girip diğer peygamberlerin yanına yükseleceğini

biliyor, eğer ben de cennete girersem seni göremeyeceğimden korkuyorum! Peygamberimiz, adamın bu sözlerine hiçbir karşılık vermedi. Bunun üzerine bir süre sonra ‘Allah’a ve Peygamber’e itaat edenler var ya, bunlar Allah’ın nimetine eriştirdiği Peygamberlerle, dosdoğru kullarla, şehitlerle ve iyilerle birlikte olurlar. Bunlar ne iyi arkadaşlardır!’ ayeti indi.” Bu arada Akl b. Ziyad’ın, Yahya b. Kesir yolu ile Ebu Seleme b. Abdurrahman’a dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Rebie b. Kaab Eslemi şöyle diyor 'Bir gece Peygamberimizin yanında yatmıştım. Sabah olunca helâ ve abdest suyunu hazırlayıp önüne koydum. Bunun üzerine bana 'bir dilekte bulun' buyurdu. Kendisine 'Ya Rasûlallah, cennette seninle birlikte olmak istiyorum.’ diye cevap verdim. ‘Başka bir isteğin yok mu?’ diye sordu. ‘Hayır, tek dileğim bu’ dedim. Bunun üzerine bana ‘O halde çok çok secdeye vararak kendin için bana yardımcı ol’ buyurdu.” (3) Ayrıca bir gurup sahabeden tevatür yolu ile nakledildiğine göre bir defasında Peygamberimize sevdiği kimselere katılamayan, onlarla birlikte olma imkânı bulamayan kimsenin durumu soruldu. Peygamberimiz bu soruyu; “İnsan, sevdikleri ile birliktedir» diye cevaplandırdı. Sahabilerden Enes b. Malik diyor ki; “Müslümanlar bu söze sevindikleri kadar hiçbir şeye sevinmemişlerdi.” (4)

3. Müslim. 4. Buhari

Cemazi-el Evvel 1440

29


Allah şöyle diyecek: “Bugün, doğrulara, doğruluklarının yarar sağlayacağı gündür’. Onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu büyük başarıdır.” (5) O sadıklar ki yalan söylemezler. Abdullah İbn Mes’ûd radıyallahu anh’dan rivayetlerine göre; o şöyle demiştir: “Ciddî de olsa, eğlenmek için de olsa yalan hiç doğru değildir. Sakın içinizden biri çocuğuna söz verip de sonra sözünü tutmamazlık yapmasın. Dilerseniz: ‘Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve sadıklardan olun’ ayetini okuyun. İbn Mes’ûd ayeti: ‘Sadıklarla beraber olun’ şeklinde değil de ‘sadıklardan olun’ şeklinde okumuş ve bunda herhangi bir kimseye bir ruhsat görüyor musunuz? demiştir.” O sadıklar ki doğrulukları sebebi ile tevbeleri kabul edilir. Allah Teâlâ, Tevbe sûresi 118-119. Âyetlerine konu olan üç sahabiyi sıkıntı ve kederden kurtardığını zikrediyor. Müslümanlar, onlardan elli gün ve gece ayrılmışlar, nefisleri onları sıkıştırmış, bütün genişliğine rağmen yeryüzü kendilerine dar gelmiş, çıkış yolları kapatılmış, ne yapacaklarını bilmez hale gelmişler fakat Allah’ın emrine sabredip boyun eğmişler, geri kalmaları hususunda Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ’e doğru söylemeleri 5. Maide, 119.

30

Ocak 2019

sebebiyle Allah Teâlâ onları sıkıntıdan kurtarıncaya kadar sebat etmişlerdir. Onların savaştan geri kalmaları, bir özürden dolayı değildir. Bu sebeple bir süre cezalandırılmışlar, sonra Allah Teâlâ onların tövbesini kabul buyurmuştur. İşte doğru söylemelerinin akıbeti, onlar için bir hayır ve tövbelerinin kabulü olmuştur. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: ‘Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun’ buyurmuştur. Yani doğru söyleyiniz, doğruluğa yapışınız, doğru söyleyenlerle olunuz ki helâkten kurtulasınız ve Allah Teâlâ sizin işlerinize bir ferahlık ve çıkış yolu kılsın, buyrulmuştur. O Sadık olan mü'minler, iman, güzel ahlâk ve Salih amellerde yarışırlar Tıpkı Hz. Ömer radıyallahu anh ve Hz. Ebu Bekir radyallahu anh gibi ahlâk, iman ve salih amellerde yarışmışlardır. Sonunda Hz. Ömer: “Ya Ebubekir! Seni hayır konusunda kimse geçemeyecek mi?” Demekten kendini alamamıştır. İman ettiğini söyleyen kulların yanı sadık mü'minlerin yanlarıdır. Hangi belde de yaşıyor olursanız olun, hangi toprak parçasında mülkünüz olursa olsun; şayet mü'minlerle beraber değilseniz, beldeniz çoraklaşır. Mülkünüz ıssızlaşır. Gönül birliği için hayat birliği şarttır. Aksi takdirde sadıkların hayatları size uzak ıssız bir köy şeklinde görülür. Bu durumun ise kimseye faydası yoktur.


O sadıklar ki, doğrulukları kendilerini

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem

günahlardan uzak tutar.

şöyle buyurmuştur: “Doğruluğa sarılı-

Rivayet edildiğine göre birisi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ’e gelir ve: “Ben, sana iman etmek isteyen birisiyim. Fakat içki içmeyi, zina etmeyi, hırsızlık yapmayı ve yalan söylemeyi de severim. İnsanlar senin bütün bun-

nız. Muhakkak ki doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi, doğru söylemeye ve doğruluğu aramaya ve tercih etmeye devam ederse sonunda Allah katında Sıddık olarak yazılır. Yalandan sakının. Muhakkak ki yalan günaha, günah da

ları haram kıldığını söylüyorlar. Ben

ateşe götürür. Kişi, yalan söylemeye ve

ise, bunların hepsini bırakmaya takat

yalanı arayıp tercih etmeye devam ederse,

getiremem. Eğer sen bunlardan sadece

Allah katında yalancı olarak yazılır. (7)

birisinden vazgeçmemi kâfi görürsen, sana iman ederim” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem

: “Yalanı bırak” buyurur. O da

bunu kabul eder ve Müslüman olur. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ’in yanından ayrılınca, birileri ona içki sunarlar. O, (kendi kendine) “Eğer içersem, peygamber de bana içip içmediğimi sorar ve ben de yalan söylersem, verdiğim sözde durmamış olurum. Yok, eğer doğru söylersem, o zaman da bana hadd (içki cezası) uygular” diye düşündü ve içki içmedi. Sonra ona birileri zina teklifinde bulundu. Aynı düşünce hatırına gelince, ona da yanaşmadı. Hırsızlık meselesinde de

Sonuç olarak; Mü'min insan, aynı zamanda sadık olan insandır. Öncelikle Allah’a ve Rasûlüne sadıktır. Asla din konusunda yalpalamaz, taviz vermez, zilleti izzete tercih etmez, ömrü boyunca bu sadakati bir mesuliyet bilinci ile taşır. Mü'min kardeşlerine sadıktır. Onlara karşı hainlik düşünmez.

İhtiyaçlarını

görür,

gözetir,

korur. Ailesine sadıktır. Haklarını gözetir ve mesuliyetinin gereği olarak maişet, ilim, ahlâk görevlerini yerine getirir. Komşularına karşı sadıktır. Komşuları elinden ve dilinden güven içerisindedir. Ümmete karşı sadıktır. Bu bilinçle yaşar, yaşamayanlar için

böyle oldu. Bunun üzerine bu şahıs,

uyarıcıdır, yaşayanlar için hatırlatıcı-

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ’e

dır. Asla cemaatçilik, kavmiyetçilik,

gelerek “Yaptığın, ne kadar güzel! Sen

mezhepçilik perspektifi ile yaklaş-

beni yalandan men edince, bütün kötü-

maz. Mü'min mü'minlere karşı sadık

lük kapılarını bana kapatmış oldun”

bir dosttur. Kafirlere karşı ise sadık bir

dedi ve her şeyden tövbe etti.’

düşmandır.

(6)

6. Razi, et-Tefsiru’l Kebir, XVI, 221, 222. 7. Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 105

Cemazi-el Evvel 1440

31


İKTİBÂS Nedim Bal

“İNNİ KÜNTÜ MİNEZZALİMİYN” DİYEBİLECEK MİYİZ? | Abdurrahman Dilipak/Akit Gazetesi

E

vet, iktidarı suçlayabiliriz ama itiraf edelim ki, tek suçlu iktidar değil. Tek başına bir suçlu

bulup onu “Günah Keçisi”ne dönüş-

iktidar da herkesi. Ama görüyorum ki, kimse kendi

türmek mümkün.

suçunu itiraf etmeye yanaşmıyor.

Önemli olan “İnni küntü minezzali-

Çok egosantrik oldu. Herkes “kendine

miyn” diyebilecek miyiz? Tamam, iktidar görevini yapmadı, bürokrasi de. Peki, “Cemaat” dediğimiz yapılar görevini yaptı mı? Üniversiteler ve basın görevini yaptı mı? İş

32

Herkes iktidarı kullanmaya çalıştı,

bağlanmamızı, itaat etmemizi” istiyor. Tarikatı da öyle, siyaseti de. Vatandaş da kendi çıkarına bakıyor. Adeta, kimse doğru-dürüst birini istemiyor. Kim onun işini görürse, o ondan yana.

adamlarımız görevini yaptı mı? STK

Onun işi görülsün de gerisi ne olursa

dediğimiz, oda, vakıf, dernek ve sen-

olsun. Yiyecekse yesin, ama kendi

dikalarımız görevlerini yaptılar mı?

işini yapsın(!)

Ocak 2019


(Bir insan) kendisi de haksız ve usulsüz bir işe talipse başkasından nasıl hukuk ve usule bağlılık talep edebilir ki! Her yerde her zaman iyiler de vardır, kötüler de! Birilerinin iyiliğini gördüğümüzde, kötülüklerini göz ardı etmeyelim. Ya da kötülüklerini gördüğümüzde iyiliklerini görmezden gelmeyelim. Adil şahitler olalım. İftiradan, yalandan, dedikodudan, gıybetten sakınalım. Elbette sonuçları itibarı ile topluma yansıyan, emsal oluşturan, suimisal/kötü örnek oluşturan işlerin toplum önünde eleştirilmesi gerek, ama ahval-i şahsiye ye ait yanlışların ise alenileştirilmesi büyük bir vebaldir. Hatta bu anlamda “batılın tasviri saf zihinleri idlal edeceği/bozabileceği” gibi, bir günahın alenileşmesi, zayıf kişiler nezdinde toplumsal zihinlerde meşruiyet kazanmasına sebep olur. Her iki halde de aşk ve öfkenin aklımızı zail etmesine imkân vermeyelim. Mücahidlikten müteahhitliğe savrulanlarımız oldu, muvahhidlikten münafıklığa savrulanlarımız da. Kimi zenginken cömertti, fakirleşince sapıttı. Kimi de fakirken daha cömertti, zenginleşince savruldu. Başörtüsü forumunda istişare kurulu üyeliği yapan birileri bugün çok farklı vadilerde kâm/zevk alıyor dünyadan. Laiklik ve Kemalizm eleştirisinde önde koşanlardan bazıları bir baktık ki Yeşil Kemalist olmuşlar, liberalleş-

Çok egosantrik oldu. Herkes “kendine bağlanmamızı, itaat etmemizi” istiyor. Tarikatı da öyle, siyaseti de. Vatandaş da kendi çıkarına bakıyor. Adeta, kimse doğru-dürüst birini istemiyor. Kim onun işini görürse, o ondan yana. Onun işi görülsün de gerisi ne olursa olsun. Yiyecekse yesin, ama kendi işini yapsın(!)

tikten sonra Ilımlı İslâmcılık’tan Sekülarizm’e evrilmişler. Dinleri vicdan sorunu olmuş. Kimi Deist takılıyor, kimi Agnostik olmuş. Kimi “tarihselci” olmuş, kimi nev’i şahsına has bir ulusalcı! Ehl-i Sünnet, Sufi, Selefi, Şii geçtik, şimdi Maturidi, Eş’ariyi tartışıyoruz. Yakında Akaidi de tartışırız. Türk İslâmı, Fars İslâmı, Arap İslâm’ını konuşuyoruz, daha da ötesi, Protestan İslâm, Ortodoks İslâm, Katolik İslâm icad oldu! Evet, ulaşamadıkları hazlara “murdar” deyip, o hazlara ulaşınca, dünyayı ve toplumu değiştirmek için çıktıkları yolda değişip dönüp (o hazları)

Cemazi-el Evvel 1440

33


meşrulaştırırlar. Paranın, makamın ve fuhşun dönüştürücü gücü onları da dönüştürmüş. İktidar ve toplum ilişkisi aslında “U Borusu” gibidir. Birbirini dengeler. Sonuçta, “Tencere yuvarlanır, kapağını bulur.” Sonuçta biz bize benzeriz. Birbirimizi eleştirmeden önce biraz da kendimize baksak ne iyi ederiz.

34

Kur’an’dan bir kıssadan yola çıkarak bir nasihat ya da eleştiride bulunacak olsan, “hard” kaçıyor. Onlar “dünde kalmış”, “basit” şeyler gibi anlaşılıyor. “Asri”lik moda şimdi. “Kifayetsiz muhterisler”in “Muhafazakâr asri”liği başımızın belası. Yeşilin her tonu var atık. “Yeşil Kemalist”ler, “Yeşil Kapitalist”e, “Yeşil Çağdaş”tan,

Aslında günahlarımızın çoğu ortak. Aynı yanlıştan besleniyoruz ve birbirimizin günahlarının gerekçesini/ bahanesini üretiyoruz. Aynı sütün yağı, kaymağı, yoğurdu, ayranıyız…

“Yeşil Ulusalcı”lığa kadar!

Bakıyorum da başörtüsü eylemlerinde en önde koşan bazı anne-babaların kızları bugün başka vadilere savrulmuşlar. Buraya nasıl geldik bunun muhasebesini yapmamız gerek.

Dünden bugüne biz de evrildik (ger-

Bugün daha rasyonalist, daha pragmatik, daha determinist düşünüyoruz. Daha liberal, daha rekabetçi, daha hedonist olduk... Daha egosantriğiz. “Ben” (ene) demek ayıptı. Nefsimizi terbiye edecektik, ama şimdi “ene”miz kabardı. Kendi boyumuzun yetmediği yerde, benim liderim, benim şeyhim, benim örgütüm... Ben, ben, ben!

mize benziyoruz. İçimizdeki beyin-

Allah’ın emrine uymazsanız haram, peygamberin sünnetine uymazsanız mekruh, benim gibi düşünmezseniz dinden çıkarsınız! Haşa...

bir topluluğa yardım etmez.

Kardeşlik hukuku, istişare ve şura, ehliyet ve liyakat, adil şahidlerden olmak modası geçmiş şeyler bunlar(!)

Hakk’a çeviririz, Allah’ın ipine sımsıkı

Ocak 2019

Tekin Erer diye biri, 1970’lerin başında biz “Ne sağdayız ne solda, Hak yoldayız Hak yolda” diye slogan atınca bize “Yeşil Komünist” diye saldırmıştı. çekte bir tereddiye/yozlaşmaya uğradık) ve artık “Yeşil Kapitalist” olduk herhalde! Sivil-siyaset fark etmiyor. Biz birbirisizlere yakamızı kaptırdık gidiyoruz. Eğer kurtulmak istiyorsak, önce yakamızı bunların elinden kurtarmamız gerek. Yoksa içimizdeki beyinsizlerin işledikleri helakımız için yeter. Onların ve onların yaptıkları karşısında sessiz kalan bizlerin bu sessizliği sebebi ile Allah’ın yardımı bize ulaşmaz. Çünkü Allah, cahil ve zalim Allah’ın yardımı bize ulaştıktan sonra ne gam. İnşallah akleden bir topluluk oluruz ve tevbe ederiz. Yüzümüzü tutunuruz da hüsrana uğrayanlardan olmayız.


İKTİBÂS Nedim Bal

DEĞERLERİN YİTİMİ VE HARAMLARIN MEŞRUİYETİ | Ali Haydar Haksal/ Millî Gazete

L

aik ve seküler devletin kurallarını din belirlemez. Dinin kimi unsurları sadece bir ayrıntı

İslâm’da Müslümanların hayatı bir

olarak yer alır. Ya da müsamaha gös-

namaz da. Müslümanların laik, sekü-

terilir. Sınırlarını zorlayacak ya da

ler yönetimin, daha açık bir ifade ile

ilkelerine ters düşebilecek dini hiçbir

demokrasi ile uyuşması beklenemez.

olguya izin vermez. Dinin kimi unsur-

Bu hem bir çatışma oluşturur hem de

bütündür. Hiçbir durum diğerinden ayırt edilemez ve ayrılamaz. Dışla-

ları, toplumun ya da kitlelerin tedirgin

tahammülsüzlük.

olmayacağı, karşı çıkmayacağı kimi

Müslüman toplumların yönetimlerle

durumlara izin verilir.

bu anlamda ciddî sorunları bulu-

Cemazi-el Evvel 1440

35


nuyor. Türkiye özelinden bakarsak, demokrasiye geçişten beri cumhuriyet ideolojisi ile halkın sorunları var. Dinin alanlarını sınırlamaya kalktığında hayatın bütününü etkilemiş oluyor. Oysa, İslâm’ın kesin hükümleri bulunuyor. Bunlara uymak zorunluluk. Haram olanı meşru kılmak veya dayatmak hayata da müdahaledir. Bundandır ki çatışma ve gerilim asla bitmiyor. Demokrasi yönetiminde iktidarı ele geçirenler bu sisteme uymak zorunda. Yoksa devre dışı bırakılıyorlar. Cumhuriyetin kurumları buna müsamaha göstermiyor.

İslâm’da Müslümanların hayatı bir bütündür. Hiçbir durum diğerinden ayırt edilemez ve ayrılamaz. Dışlanamaz da. Müslümanların laik, seküler yönetimin, daha açık bir ifade ile demokrasi ile uyuşması beklenemez. Bu hem bir çatışma oluşturur hem de tahammülsüzlük.

36

Ocak 2019

Müslümanların gerilimleri süreklidir. Çünkü hayatın bütünü yaşanamıyor. Hayatı zorlayan kimi durumlar da hem gerilim hem de çatışma oluşturuyor. Kumar, faiz, zina, sarhoş edici her içki yani alkol haramdır. Haramların sınırları bellidir. Bir Müslüman, geleceği bakımından bunlardan sakınmak zorundadır. Yoksa günah işlemiş olur ve bu geleceğini de etkiler. Demokratik yöntemlerle Müslümanların iktidarı ele geçirmesi, yönetmesi söz konusu kurumu ya da sistemi Müslümanlaştırmaz. Müslümanlar ancak o yönetimin uygulayıcıları olurlar. Yakın zamanda kimi trajikomik durumlar var. Aslında bu bir trajedi değildir, tam anlamıyla bir dram ve bir çıkmaz. Giyimden kuşamından yaşayışlarına kadar bir kişinin Müslüman olması ile yönetime geçince sistemin Müslümanlaşması beklenemez.


Dahası burada çok çarpık bir durum oluşturur. Haram kazanç ile hayır yapılmaz. Çünkü haramın önünün her halükârda kesilmesi gerekir, engellenmelidir. Ne kumarın ne zinanın veya benzeri haramların meşru kılınması kabul edilemez. Laik seküler devletin başına geçen muhafazakârlar ile birlikte zihni karmaşa giderek bir evcilleşmeye dönüştü. Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi bir kabulleniş içindedirler. Bir kumar kurumu olan toto ya loto vasıtasıyla hayır oluşturması tam bir garabet. Bu dram ötesi bir vahamet. Asıl yıkım Müslümanların harama ve onun kurumlarına meşruiyet kazandırması. Muhafazakâr, namazlı, abdestli yaşayışıyla Müslüman birinin bu kurumun başına geçmesi (o kurumu ve yapılanları) meşru kılamaz. Ama ve ne yazık ki Müslümanlar artık bunun kabullenişi içindedirler. Haram ile hayır yapma, o kurumları bir hayır kurumu gibi görme tuhaflığı oluşuyor. Müslümanlar birçok yönüyle duyarlıklarını yitiriyorlar. (Mevcut duruma) çıkarları ve iktidarları uğruna razı oluyorlar. Sistemi dönüştürme yerine kendileri dönüşüyorlar. Kendilerinin dönüşmesi bir yana halkımızı dönüştürüyorlar. Faiz kurumları manevi bir programa sponsor olabiliyor. Ya da tamamen bir kumar kurumu kalkıp İslâmî bir

Laik seküler devletin başına geçen muhafazakârlar ile birlikte zihni karmaşa giderek bir evcilleşmeye dönüştü. Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi bir kabulleniş içindedirler. Bir kumar kurumu olan toto ya loto vasıtasıyla hayır oluşturması tam bir garabet. Bu dram ötesi bir vahamet. Asıl yıkım Müslümanların harama ve onun kurumlarına meşruiyet kazandırması.

kurumun inşaatını yapıyor. Böyle olunca haram insanların gözünde meşru hâle gelebiliyor. “Ne güzel bir binaya sahip olunmuş!” diye gururlanılabiliyor. Bu bir anlama kabulleniş ve teslim oluştur. Aslolan bunlardan kaçınmak, sakınmak ve korunmaktır. Müslümanlar bu duyarlılıklarını yitirince hemen her olumsuzluğa rıza gösterilebiliyor.

Cemazi-el Evvel 1440

37


İSLÂM DÜNYASINDAKI KÂŞIFLER Cihan Malay

Modern Cerrahinin Öncüsü:

ZEHRÂVÎ (930-1013)

Talebelerine şu nasihatte bulunmuştur: “Yüce Allah bizi görüyor, bundan dolayı menfaat için ameliyat yapmayın.”

Hayatı

A

sıl ismi Halef bin Abbas ez-Zehrâvî, 930 yılında Kurtuba yakınlarındaki Endülüs

Emevi Hükümdarı III. Abdurrahman’ın karısı Zehra için yaptırdığı Medinetü’z-Zehrâ’da dünyaya gelmiştir. Künyesi Ebu’l-Kâsım’dır. Doğduğu yere nispetle de “Zehrâvî” adıyla meşhur

38

Bulunduğu dönemde Endülüs İslâm Medeniyeti’nin altın çağı yaşanmakta olup, Müslümanlar ilim ve bilimin çeşitli dallarında gözleri kamaştıracak bir ilerlemeye sahiptir. Evet, Avrupalılar’ın karanlıklar içerisine gömüldüğü ve ilim ve bilime kör ve

olmuştur. Batı dünyasında “Ebu’l-Kâsis,

sağır kaldığı bir dönemde Avrupa’da

Bukasis ve Al-Zahravivs” adlarıyla “Cer-

İslâm Medeniyet’nin güneşi her tarafı

rahinin Babası” olarak anılmıştır.

aydınlatıyordu.

Ocak 2019


Bilim tarihini bir disiplin halinde düzenleyen Belçikalı kimyager ve tarihçi George Sarton, bu durumu şu sözlerle ifade etmektedir: “Endülüs Emevi uygarlığı Avrupa’nın yaşadığı karanlık dönem (Orta Çağ)ın en önemli ilim ve kültür merkezidir. Museviler ve Hırıstıyanlar Müslümanlar’a bağımlıdır. Müslümanların yönetiminde hayat standartları-seviyeleri yükseldi.” Victor Robinson, “The Story of Medicine” isimli eserinde “Avrupa güneşin batmasıyla karanlıklara gömülürken Kurtuba, sokak lambalarıyla aydınlatılıyordu. (Londra ve Paris’in geceleyin sokak lambalarıyla aydınlatılması ise ancak 700 yıl sonra mümkün olacaktı.) Avrupa’yı pislik götürürken, Kurtuba’da binden fazla hamam vardı. Avrupa bit ve pire istilasına uğramışken, Kurtubalılar her gün iç çamaşırı değiştiriyordu. Avrupa çamurda yüzerken, Kurtuba caddeleri taş döşeliydi. Avrupa saraylarının tavanları kir ve pastan görünmezken, Kurtuba saraylarının tavanları nakışlarla süslenmişti. Avrupalı soylular adlarını bile yazamazken, Kurtubalı çocuklar okula gidiyordu. Avrupalı keşişler vaftiz dualarını okuyamazken, Kurtubalı müderrisler İskenderiye Kütüphanesi boyutlarında özel kitaplıklar kuruyorlardı” ifadelerine yer vermiştir. (1) Konuyla ilgili Müslümanlardaki bir eksiği de Türk bilim adamı Fuad Sezgin şöyle dile getirmiştir: “İşin ilginç tarafı, Müslümanların tarihte ne kadar büyük yerleri olduğuna önce

Bulunduğu dönemde Endülüs İslam Medeniyeti’nin altın çağı yaşanmakta olup, Müslümanlar ilim ve bilimin çeşitli dallarında gözleri kamaştıracak bir ilerlemeye sahiptir. Evet, Avrupalılar’ın karanlıklar içerisine gömüldüğü ve ilim ve bilime kör ve sağır kaldığı bir dönemde Avrupa’da İslam Medeniyet’nin güneşi her tarafı aydınlatıyordu.

Müslümanları inandıracaksınız. Bu da işimizin ne kadar zor olduğunu gösteriyor.” İslâm Medeniyeti’nin parladığı dönemin ilim merkezlerinden olan Kurtuba’da dünyaya gelmesi, onun için büyük bir ilmi ve bilimsel mirasa yakın olmasını sağlamıştır. Eğitimini bulunduğu bölgede bulunan Kurtuba Medreseleri’nde –aslında bir anlamda üniversite görevi gören yerlerde- almış, bu sayede ilmin çeşlitli dalları hakkında bilgi birikimine sahip

1. Ülüve Atasoy, “Var Her Bir Yükselişin Bir Sonu Endülüs”, Medeniyet Yolcuları, 24. Ünite, s.113-114.

Cemazi-el Evvel 1440

39


lah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah derdi de çareyi de verdiği gibi, her dert için bir ilaç yaratmıştır. Bu sebeble tedaviye devam ediniz. Fakat haramla tedavi etmeyiniz.” (2) İmam Şâfiî’nin (ö.820) (rahimehullah) “Şer’i ilimlerden sonra ilgilenilmesi gereken ilimlerin başında tıp ilminin” geldiğine dair sözü de bu alanda çalışılması gerektiğinin önemli bir boşluğu dolduracağını öğretmektedir.

| Ez-Zehrâvî’nin “Kitâbu’t-Tasrif” Eserinde Yer Verdiği ve Günümüzde Kullanılmaya Devam Edilen Cerrahi Aletler

olmuştur. Gayretli kişiliğiyle de ilmi birikimini kısa sürede ilerleterek, ilmin çeşitli dallarında kaynak eser olma özelliği taşıyan eserleri okumuştur. Onun ilmi gayretlerini çeşitli dallarda sürdürmesine rağmen asıl ilgilendiği ve zamanının çoğunluğunu verdiği alan, tıp ilmi olmuştur. Bu durum doğal sonucu olarak da alanında uzman bir kişi olarak tarihte yerini almıştır. İslâm dininin insana verdiği bir değer olarak onun sağlığını bozan durumlara karşı önlemler alınması ve sağlığının bozulması durumunda da onu eski sağlığına döndürme yolundaki teşvikleri, Müslümanları her zaman tıp ilmine yönlendiren etkenlerin başında gelir. Konuyla ilgili Rasûlul2. Ebu Dâvud, “Tıb”, 11.

40

Ocak 2019

Yaşadığı dönemde kendisine kıymet gösterilmiş ve dönemin Endülüs Emevi Hükümdarı III. Abdurrahman en-Nasır (912-961) tarafından saray hekimliğine getirilmiştir. Ardından gelen II. Hakem (961-976) devrinde de bu görevini sürdürmüştür. Hayatının büyük çoğunluğunu doğduğu bölgede tıp ve eczacılık araştırmaları ile geçiren Zehrâvî, dini ilimler yanında diğer fenî ilimlerde de tahsil görmüştür. Usame bin Munkız (ö.1188) “Kitab el-İ’tibar li Usame bin Munkız el Kinani (İbn Munkız Haçlılar’a Karşı)” adlı eserinde, İslâm tıbbının önemli gelişmelere imza attığı bu gelişmelere karşı Avrupa tıbbının içinde bulunduğu durumu gözler önüne seren şu olayı aktarır: “Doğulu Hristiyan hekim, söze şöyle başlar: “Bana bacağında çıban bulunan bir savaşçı ve ateşi olan bir kadın getirdiler. Savaşçıya biraz yakı uyguladım,


çıban açıldı ve iyileşmeye başladı. Kadına gelince, belli yiyecekleri yemesini yasakladım ve ateşini düşürdüm. Bir Frank hekim geldiğinde oradaydım. Benim için onlara dedi ki: ‘Bu adam, onları nasıl tedavi edeceği konusunda hiçbir şey bilmiyor.’ Sonra, savaşçıya dönerek sordu: ‘Hangisini istersin, tek bir bacakla yaşamayı mı, yoksa iki bacakla ölmeyi mi?’ ‘Tek bir bacakla yaşamayı isterim’ diye yanıtladı savaşçı. Hekim, ‘O zaman bana, keskin bir baltayla güçlü bir asker getirin’ dedi. Hekim, hastanın bacağını bir kütüğün üzerine koydu ve askere, ‘Bacağı baltayla kes, tek bir vuruşta kopar!’ dedi. Gözümün önünde asker sert bir darbe indirdi, ama bacak kopmadı. Talihsiz adama ikinci bir darbe indirdi ve bunun üzerine kemikten ilik aktı ve hasta hemen öldü. Kadına gelince, hekim onu muayene etti ve ‘Bu kadının kafasında şeytan var; saçını kazıyın!’ dedi. Tıraş ettiler; (hasta) yine soydaşları gibi sarmısak ve hardaldan oluşan perhiz yemeğini yemeyi sürdürdü. Ateşi daha da yükseldi. Hekim o zaman, ‘Şeytan, kafasının iç taraflarına gitti’ dedi. Usturayı kaparak kadının kafasını haç biçiminde yardı, yarığın ortasındaki deriyi çekerek kafatası kemiği görününceye dek soydu. Sonra kafasını tuzla ovdu. Kadın hemen öldü.” (3)

Tıp Alanında Önde Bir Kişiliğe Sahip Oluşu Zehrâvî, öğrendiklerini uygulama yönüyle cerrahi alanında öne çıkmış bir kişiliktir. Cerrahinin gelişmesinde göz ardı edilmeyecek bir öncülüğe sahiptir. Alanında birçok ilke imza atmıştır. Cerrahlığın bağımsız bir ilim haline gelmesinde önemli bir yere sahiptir. Aynı zamanda Müslüman cerrahların da öncüsü sayılmıştır. Bizzat ameliyatlar yapması, ameliyatlarda kullanılacak aletler geliştirmesi ve bunları maharetli bir şekilde kullanmasıyla ün salmıştır. Kullandığı 200 kadar cerrahi alet, günümüz modern tıpta da kullanılmaktadır. Onun özellikle tıp alanında geliştirdiği yöntemlerin ve kullandığı aletlerin Avrupa’nın karanlıklardan kurtularak ilmin aydınlığa kavuşmasında büyük tesiri olmuştur. Yazdığı eser ve geliştirdiği yöntemlerden Avrupa’da asırlarca faydalanılmıştır. Günümüzde de bütün dünyada hala faydalanılmaya devam edilmektedir. İbn Hazm (ö.1064) onun hakkında şöyle demiştir: “O, zamanın en verimli ve en ciddi şekilde tıpla uğraşan doktoruydu.” Hadis ve biyografi âlimi Humeydî (ö.1095), Zehrâvî’nin ilim ve fazilet ehli olduğunu, tıp alanında yetiştiğini, bu konuda “et-Tasrîf” adıyla çok bilinen, büyük bir eser kaleme aldı-

3. İslâm Tıbbı: İslâmiyette Tıbbın Tarihi, www.beybut.com

Cemazi-el Evvel 1440

41


ğını ve 1010 yılından sonra vefat etti-

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de

ğini belirtir.

çaresi bulunması zor bir hastalık olan

Ünlü tıp tarihçisi İbn Ebû Usaybia

temleri üzerinde çalışan Zehrâvî’nin

(ö.1269) ise Endülüslü bilgin Zeh-

başvurduğu bu yöntemler, günü-

râvî’den şöyle bahseder: “Zehrâvî basit

müzde kanser tedavilerinde uygulan-

ve mürekkep ilaçlar hususunda tecrübeli,

maya devam etmektedir.

doğru tedavi uygulayan iyi bir tabiptir.”

Akciğer

Ünlü ilim tarihçisi Aldo Mieli, “La Science Arabe” adlı eserinde, hakkında: “O, asrında Endülüs’ün en önde gelen tıp üstadı ve otoritesi idi. Hatta denilebilir ki o en büyük Müslüman tıp âlimidir. Özellikle cerrahi sahasında temayüz etmiştir...” ifadelerine yer vermiştir. Meşhur

fizyolojist

Halen,

“Onun

iltihaplanmaları

üzerinde

çalışmış ve ameliyatla göğsü yarıp dağlama yoluyla bunu tedavi etmeyi başarmıştır. Böbrek taşlarını düşürme, ameliyatla çıkarmayı ilk defa gerçekleştiren de yine odur. Göz, kulak, burun, boğaz ve diş cerrahisinde tedavi yöntemleri geliştirmiş ve ilk defa fıtık ameliyatını ger-

eserleri 14. asırdan önce yaşamış bütün

çekleştirmiştir.

cerrahlar için yegâne kaynak” diyerek,

Kadın hastalıkları dalında tedavi yön-

onun cerrahi alandaki önderliğini

temleri geliştirerek, doğum sırasında

ifade etmiştir.

çocuğun ters doğumuna müdahaleyi

Endülüslü tabip, her türlü cerrahi

lar sonra Stuttgartlı jinekolog Walcher

operasyonu gerçekleştirdiği gibi, o

(1865-1935) onun bu yöntemini sahip-

dönem için çok ağır bir ameliyat türü

lendi ve bu usul “Walcher Durumu”

olan guatr ameliyatını da büyük bir başarıyla yapabiliyordu. Çeşitli Hastalıklara Yönelik Geliştirdiği Tedavi Yöntemleri Dönem şartlarında ameliyatlarda kullandığı aletleri bakterilerden temizlemek için özel yöntemlere başvurdu. Bu yöntem günümüzde de bakterileri temizlemede bilinen bir yöntemdir.

42

kanser hastalığına yönelik tedavi yön-

Ocak 2019

ilk defa o tavsiye etmiştir. Ancak asır-

adıyla bilindi. Böylece Müslüman bir bilginin keşfettiği yöntem, bir Avrupalı doktora mal edildi. Ameliyat dikişlerindeki karın çukuru altındaki cerrahi müdahalelerde ilk defa kalça boşluğunu yatakta yüksekte tutma yöntemini uygulamıştır. Ancak yirminci asrın başlarında Alman cerrahı Friedrich Trendelenburg (1844-1924), bu buluşu kendisine mal etmişti.


Büyük Müslüman tıp bilgini Zehrâvî’nin

çalışmalarını

kendilerine

mal eden özellikle Avrupalı bilginlere 1100 yılında Endülüslü diğer bir bilgin İbn Abdın şöyle serzenişte bulunuyor: “Ne Yahudilere ne de Hristiyanlara, onların hukukunu ilgilendiren kitaplar dışında hiçbir eser satılmamalıdır. Çünkü bu kitaplar Müslümanlarca yazıldığı halde, kendi dillerine çevirirken mutlaka kendi uzmanları ve papazlarına atfediyorlar. Yazar adını değiştiriyorlar. Eseri kendileri yazmış gibi takdim ediyorlar. Bununla kaynak karartıyor ve bilim hırsızlığı yapıyorlar.” Burun içindeki fazlalık et parçalarını temizleyip almak için ilk defa senanin

Zehrâvî, öğrendiklerini uygulama yönüyle cerrahi alanında öne çıkmış bir kişiliktir. Cerrahinin gelişmesinde göz ardı edilmeyecek bir öncülüğe sahiptir. Alanında birçok ilke imza atmıştır. Cerrahlığın bağımsız bir ilim haline gelmesinde önemli bir yere sahiptir. Aynı zamanda Müslüman cerrahların da öncüsü sayılmıştır.

denilen orijinal bir alet yapmıştır. İlaçların mesaneye ulaşmasını sağlamak için madeni şırıngayı da ilk defa o yapıp kullanmıştır. Çürük dişlerin kırılmadan çekilebilmesi için kurşunla doldurulup çekilmesi fikrini ortaya atan ilk kişi de ken-

Çıkan omuzu yerine koyma tekniğini de o bulmuştur ve günümüzde bu teknik hala söylediği şekilde uygulan-

disidir.

maktadır.

O zamana kadar tek bir hastalık ola-

Hayvan bağırsaklarından yapılan ve

rak bilinen guatr ve tiroid bezi kanse-

vücut içi yaraları dikmede kullanılan

rini ayrı ayrı tarif eden ve teşhis koyan

kal-kütü (dikiş ipini) ilk kez o bul-

da Zehrâvî’dir.

muştur. Kal-küt, insan vücudunun

Hemofili hastalığını ilk ayrıntılı ola-

tepki vermediği tek ipliktir.

rak ilk tanımlayan kişidir.

Hastalarını anestezi için özel bir ottan

Bunun yanında göğüs kanserinin

faydalanmış, varis (damar genişle-

ameliyatla nasıl tedavi edileceğini de

mesi) hastalığı üzerinde çalışmalarda

ilk o göstermiştir.

bulunmuştur.

Cemazi-el Evvel 1440

43


Başta İstanbul kütüphanelerinde olmak üzere seksenden fazla yazma ve kopyası bulunan ve iki ciltten meydana gelen eser, dokuz yüz sayfadır. Eserin üç nüshası Süleymâniye Kütüphanesi’nde mevcuttur. Eserde hastalık sebepleri, iyileştirme yöntemleri ve iyileştirmede kullanılacak ilaçların yapımı hakkında bilgilere yer verilmiştir. Son bölümde ise cerrahlıkla ilgili bilgilere yer verilmiştir. Bu bölümde ayrıca resimli anlatım yolu ile 200 kadar resme yer verilmiştir.

| Ez-Zehrâvî’nin “Kitâbu’t-Tasrif” Eserinde Yer Verdiği ve Günümüzde Kullanılmaya Devam Edilen Cerrahi Aletler

Alanında Kaynak Bir Cerrahi Kitabı: Et-Te’lif (Et-Tasrif) Zehrâvî’nin tıp alanında büyük bir öneme sahip olan eseri. Eserin asıl adı “et-Tasrîf limen acize an’il Te’lif (Derleme İle Baş Edemeyenleri Muktedir Kılan Kitap)”dir. Bu eser, Avrupa’da cerrahi ilminin temeli olma özelliğine sahiptir. Eserine bu ismi vermesiyle ilgili olarak mukaddimesinde şu ifadelere yer vermiştir: “Ben onu, bir doktorun devamlı bir şekilde ellerinde bulunduracağından ve ona her zaman çokça ihtiyaç duyacağından ve herhangi bir eser yazmasına gerek duymayacağı bütün bilgilere sahip bulunacağından dolayı bu biçimde adlandırdım.” (4)

Eserin son bölümü Fâtih Sultan Mehmet zamanında Amasya Hastanesi başhekimi Sabuncuzâde Şerefeddin tarafından bazı eklemelerle “Cerrahiye-i İlhâniye” adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Eserde doktorlar için temel olan şu hususların bilinmesi gerektiğini söylemiştir: “Bir tabip her şeyden önce anatomi ilmini ve organların fonksiyonlarını bilmelidir. Böylece onları anlayacak, şekillerini tanıyacak ve birbirleri ile olan münasebetlerini kavrayacaktır. Aynı zamanda, kemikleri, sinirleri ve adaleleri (kasları), damarları ve bunların nereden başlayıp nerede bittiğini bilmelidir. Bunlar anatomik ve fizyolojik bakımdan temel bilgiler olup önemlidir. Bunları tam kavrayamayan bir tabip yanlış tedavi ile hastasına zarar verir ve hatta öldürebilir.” Kendi dönemine en yakın kişilerden meşhur fıkıh alimi İbn Hazm (ö.1064),

4. Abdulhalik Bakır, Orta çağ İslâm Dünyasının Olgunluk Çağında Tıp Kültürü ve Çalışmaları, Tarih İncelemeleri Dergisi, XXXI / 1, 2016, s.58.

44

Ocak 2019


Endülüs uleması ve bilim adamlarını tanıttığı eserlerinde bizzat gördüğü Zehrâvî’nin “et-Tasrîf” adlı eserini överek şu şekilde dile getirmiştir: “Tıp sahasında bundan daha kapsamlı, ifade ve uygulama bakımından bundan daha güzel bir eser yazılmamıştır desek doğru söylemiş oluruz.” Eser Salerno, Montpelleier ve diğer Avrupa tıp fakültelerinde asırlarca ders kitabı olarak okutulmuştur. 1497’de Venedik’te, 1541’de Basel’de, 1778’de ise Oxford’da basılarak çoğaltılmıştır. Eser, Zehrâvî’nin günümüze ulaşan tek eseridir.

Vefat Geliştirdiği yöntem ve uygulamalarla cerrahi olanda önder bir kişi olan ve ömrünün büyük çoğunluğunu memleketi ez-Zehrâ’da geçiren Zehrâvî, memleketi ez-Zehrâ’nın yağmalanmasından iki yıl sonra takriben 1013 yılında ardında tüm insanlığa fayda verecek tıp bilgileriyle vefat etmiştir. Ardında büyük bir ilmi mirası bırakan Zehrâvî, mütevaziliğini elden bırakmayan şu sözleri sarf etmiştir: “Bildiğim her şeyi eskilerin kitaplarını okumama, onları anlama arzuma ve bu bilimi kendime (öğrenme gayesiyle) mal etmeme borçluyum.” Onun talebelerine olan şu önemli nasihatı ile bu değerli insanın hayatı hakkındaki sözlerimizi sonlandıralım:

“Yüce Allah bizi görüyor, bundan dolayı menfaat için ameliyat yapmayın.” NOT:

Zehrâvî‘nin

cerrahi

alanda

kullandığı aletleri ve Müslümanların bilime olan katkıları hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler İstanbul’un, Fatih ilçesinin, Eminönü semtinde yer alan Gülhane Parkı’nın içinde bulunan İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ni ziyaret edebilirler. -------------------------Kaynaklar 1. Irmak, Seyyid. “İslâm Mütefekkirlerinin Avrupa Rönesansına Etkileri”, s.50-55. 2. Kahya, Esin. “Zehrâvî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.44, sayfa. 189-191. 3. Kahya, Esin. “et-Tasrif”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.44, sayfa. 132-133. 4. Rehber Ansiklopedisi, “Zehrâvî” maddesi, c.20, s.?.

Cemazi-el Evvel 1440

45


YAKIN TARİH Furkan Uyanık

KABUL GÖRÜLEMEYECEK BİR ŞEY

TÜRKÇE EZAN H amd, yerin ve göğün yaratıcısı olan, gücün ve kuvvetin gerçek sahibi Allahu

“Şüphesiz ki biz, o kitabı anlayasınız

Teâlâ’yadır. O ki vaadini yerine geti-

en beter sahneleriyle doludur. 28

rendir. Salat ve selâm Efendimiz,

Kasım 1925 Şapka Kanunu, 17 Şubat

komutanımız Hz. Muhammed sallal-

1926 İsviçre Medeni Kanunu’nun

lahu aleyhi ve sellem ’e, ailesine ve ashabına

Kabulü, 1 Kasım 1928 Harf İnkılabı-

olsun.

nın Kabulü, 30 Ocak 1932 Türkçe Ezan

1. Yusuf 12.

46

Ocak 2019

diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (1) Tarihimiz bunun tersi yönde


Okuma Zorunluluğu, 3 Aralık 1934 Kılık Kıyafet Kanunu. Evvela Müslümanlar! Bu söz üzerine derin bir tarih tefekkürüne dalın. Özellikle hilafetin ilgasıyla 1950 yılları arasını şöyle bir düşünüp bu toplumun bu günlere nasıl geldiğini fehmetmeye çalışın. Akabinde ise yazdıklarımıza ve aktaracağımız olaylara bütün dikkatinizi vermeye çalışın. Birazdan okuyacaklarınız size yardımcı olacaktır. Verilenlerin tümü, üzerinde çokça düşünülmesi gereken meselelerdir. Biz şimdilik ezan-ı Muhammedi’nin Türkçeleştirilmesi meselesini sizlere aktarmaya çalışacağız. Ana gayemiz o dönemde yaşamış kişilerden alıntılar yaparak meseleyi ilk ağızdan aktarmaktır. Tarihler 30 Ocak 1932’yi gösterdiğinde ilk kez Türkçe ezan zulmü Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu. 5 Şubat 1932 yılında Ramazan ayının son cumasında Süleymaniye Camii’nde ilk kez Saadettin Kaynak tarafından “Ey Ulu Tanrı(!)” ibaresiyle Türkçe okunmaya başlandı. Ayrıca ilk kez Türkçe Kur’an burada okunulup Türkçe tekbir burada getirildi. Saadettin Kaynak hatıralarında o gün “150 sivil polisin hazır beklediğini ve Türkçe hutbeye tepki gösteren birinin yaka paça yakalandığını yazmıştır.” Yine bu dönemde Hafızlar sakallarını kesmiş, cübbe ve sarıklarını çıkarmış; yerine fötr şapka, takım elbise ve kravatlı olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Bu durum 1950 yılına kadar devam

Tarihler 30 Ocak 1932’yi gösterdiğinde ilk kez Türkçe ezan zulmü Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu. 5 Şubat 1932 yılında Ramazan ayının son cumasında Süleymaniye Camii’nde ilk kez Saadettin Kaynak tarafından “Ey Ulu Tanrı(!)” ibaresiyle Türkçe okunmaya başlandı.

etti. Halk patlama noktasına gelmişti ki sistem mecburen ezan-ı Muhammedi’yi Arapça’ya çevirdi. Bu gerçeği süslemeye ihtiyaç yoktur. Vakıa böyledir. Bu topraklar “Ben Müslümanım” diyenlerin toprağıdır. Türkçe ezan zulmünün yaşandığı yıllardaki zulümlere geçmeden önce gelin bugün İslâm coğrafyasında yaşanan olaylara bir bakalım. Özellikle Ortadoğu ve Asya’da şer odaklarının uyguladığı politikalara bir bakın. İslâm’ın ve getirdiği/gerektirdiği bütün emarelerin ortadan kaldırılması için verdikleri gayrete bir bakın. Evvelinde bize yapılanlardan farksız mı? Vallahi değil.

Cemazi-el Evvel 1440

47


Bugün Rusya, şeytan İlmiski’nin politikalarıyla devam etmektedir. Özbeklerin, Çeçenlerin, Kazakların, Türkmenlerin dillerini, adetlerini nasıl değiştirmiş inceleyin bakalım fark görecek misiniz? Her ne yaşanırsa yaşansın, müslümanlar ne kadar zulüm görürse görsün bizler Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ’in pes etmediği gibi pes etmeyeceğiz. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bize Medine’den Fars’a, Roma’ya, Çin’e, Anadolu’ya ve yeryüzündeki tüm beldelere giden bir yol açtı. Bizler nefesimiz yettiğince o yoldan yürüyeceğiz ve mücadele edeceğiz. Size bu koca cihan yetmez diyenlere ise Allah bize yeter diyeceğiz. Şimdiyse gelin hep birlikte bu topraklardaki mü'min erkek ve mü'min kadınların İslâmi hayatı ve İslâm’ın şiarlarını nasıl sevdiğine ve nasıl içselleştirdiğine hep birlikte bakalım. Zaten önceki yazılarımızda da bu topraklardaki mü'minlerin yalnızca Kâbe’nin Rabbi’nin rızasını kazanmak için hareket ettiklerine şahitlik etmiştik... Türkçe ezanı mecburen okurduk. O zaman imamdım. Hatta ben de ezanı Türkçe okuyanlardan biriydim. Bunu istemeyerek yapıyordum çünkü mecburduk. Bazen inadına ezanı Arapça okumaya başlar, minareden jandarma arabasını görünce hemen değiştirir, Türkçe olarak devam ederdim. Ezanı Türkçe okurken defalarca ağlamışımdır.

O dönemde camiler garip kalmıştı. Cemaat iyice azalmıştı. Kimse gelmez olmuştu. Halk camilere adeta küsmüştü. Belki de en doğrusu buydu. Çünkü camide ibadetler Türkçe olmuştu. Ezan Türkçe’den Arapça’ya çevrildikten sonra minareye çıktım. Ağlamaktan okuyamadım ki! Halk desen sokaklara dökülmüş “Allah Allah” nidaları ile akın akın camiye koşuyordu. Herkes sevinçten ağlıyordu. Ben hayatımda ilk defa milleti o kadar coşkulu gördüm. Namazdan sonra kurbanlar kesildi. Ortalıkta adeta bir bayram havası esiyor, çoluk çocuk herkes bayram ediyordu. (2) İçinden ezanı okur, yüksek sesle “Bitti” diye bağırırdı. Ezanın köy camisinin minarelerinden Türkçe okunduğunu da duymuş, yeniden Arapça okunması sırasındaki şenlikleri de birebir yaşamış. Hacı Ahmet Cemil, halen doğduğu köyde ikamet ediyor. Zeytinlikleri ve meyve bahçeleri var. Geçim kaynağı bunlar. Zeytinyağı ve sabunu kendi yapıyor. Türkçe ezan konusunda bir çalışma yapılmakta olduğunu, anıları varsa anlatmasını rica ettiğimde, önce kısık kısık sonra kahkahalar atarak gülmeye başladı. Bir müddet tepkisiz kalıp kahkahalarının bitmesini bekledim. Sonunda dayanamayıp

2. Mustafa Armağan, Türkçe Ezan ve Menderes, Timaş Yayınları, İstanbul 2013

48

Ocak 2019


“Hayrola hacı, seni bu kahkahalara boğan nedir? Benden mi kaynaklanıyor? Komik bir şey söylemedim. Ezan dedim, Türkçe ezan dedim!” Mendilini çıkardı, gözünde biriken yaşları sildi. Elimi tutarak yanına oturttu. “Komik olan ezan değil, ezanın Türkçe okunması hiç değil. Bizim köyün başta babam ve köy imamı Niyazi Hoca’nın o yıllarda yaptıkları aklıma geldi de ona gülüyorum. Bizim köyde bu konu ne zaman açılsa ortalık kahkahadan inler.” “Babamın adı Mehmet, o yıllarda bizim köy (Işıklı Köyü şimdilerde Mudanya’nın bir mahallesi gibi) 40 hane. Dönüm olarak en çok zeytinlik babamların. Babam aynı zamanda köyün muhtarı. Her derdine babam koşuyor, köy kahvesini de babam çalıştırıyor o yıllarda. 1949 ve 1950 yıllarındaki olayları birebir hatırlıyorum ama 1932’de Arapça ezana konan yasağı babamdan dinliyorduk. Dedim ya köy kahvesi onunmuş. Bu yasak konunca köy imamına ulaştırılmak üzere eski yazıyla yazılmış bir emir gelmiş. (Bu yazılı vesika, doküman ya da evrak, belki bir gün bir yerlerden çıkacak. Şimdilik aradı ama bulamadı.) İmam Niyazi Mudanya’ya gitmiş. Babama vermişler. Babam imamı beklemeden açmış okumuş. “Atatürk’ün emriyle bundan böyle ezan Türkçe olarak şöyle şöyle okunacak” diye yazıyormuş. Babam, kahvedekileri etrafına toplayıp gelen emir evrakı yüksek sesle okumuş.

Aralarından biri, “Eyvah yandık, şu ezana bak, hani bizim Galip var ya, gramofonu açıp orada dinliyoruz, cızırtılı seslerle şarkı çağıran gibi. Ne o öyle be!” Babam eliyle sus işareti yapıp adamın (Adı Selim, 1996 yılında 76 yaşında vefat etmiş) daha fazla konuşmasına engel olmuş ama hemen herkes aynı düşüncede olduklarını gözlerinde taşıdıkları ifade ile belli etmişler. Öğle ezanına yakın İmam Niyazi köye gelmiş. Kahveye girer girmez ortamın karamsarlığından bir terslik olduğunu anlamış. “Kadir abi mi vefat etti yoksa?” diye sormuş. Babam eliyle işaret edip yanına çağırmış İmam Niyazi’yi. Gelen evrakı tutuşturmuş eline. Birkaç aydır böyle bir yasak bekleniyormuş. Gerek Mudanya’da gerekse köyde ezanın Türkçe okunması konusunda hemen her gün tartışmalar yapılıyormuş. Korkudan halk fazla sesini yükseltemiyormuş ama birçok yerde protestolar ve sözlü tepkiler hayli dikkat çekiciymiş. İmam Niyazi evrakı okuduktan sonra Cabbar Ağa’yı işaret edip “Bu sözlere senin sesin yatkın. Bundan böyle Türkçe ezanı sen okuyacaksın bunu ben okumam” deyip kahveden çıkmış. Öğle vakti gelmiş. İmam ortada yok. Cemaat camiye girmiş, ezan bekleniyor, ezan okuyan yok. Cemaatten birisi öğle namazının sünnetine diye salavat getiriyor, sünneti kılıyorlar, bekliyorlar birisi cübbeyi giysin de

Cemazi-el Evvel 1440

49


farz eda edilsin. Herkes şaşkın, minareden ezan Türkçe okunacak deniyor da cami içinde nasıl okunacak bundan kimsenin bilgisi yok. Cabbar Ağa ayağa kalkıyor “Haydi herkes öğle namazını tek başına eda etsin, başka çare yok” diyor. Cemaatten birkaç kişi şöyle yapalım böyle yapalım derken cami boşalıyor. İkindi vaktine yakın yine kahveye gelen cemaatten birisi İmam Niyazi’nin evde olmadığını, Aydınpınar Köyü’ndeki dünürünün yanına gittiğini ve bir daha gelmeyeceğini söylüyor. Cami cemaati ezan vaktine yakın yine evine dağılıyor, namazı evde eda ediyorlar. Akşam ve yatsı namazları da aynı. Ne ezan okunuyor ne de camiye gelen var. Babam ve köyün ihtiyar heyeti toplanmışlar, İmam Niyazi’nin köye dönmesi için birini Aydınpınar Köyü’ne göndermişler. Neyse uzatmayayım. Zaman yine öğle vaktine yakın. İmam Niyazi “Ya muhtar, bizim köyde namaz kılan kaç kişi var, hepimiz biliyoruz. Bu ezanı ben yine Arapça okuyacağım ama içimden okuyacağım. Bitti deyince herkes ezan duasını yapar, camiye girer. Günahı benim arkadaş.” der. 1932 yılının Eylül ayından 1949 yılının mayıs ayına kadar bu böyle devam eder. Bizim köyün imamı Niyazi Efendi caminin önündeki 60-70 cm’lik basamağa çıkar, içinden ezanı okur, bitti diye bağırır, camiye girermiş. 1949 yılı mayıs ayında yılan sokmuş, zehirsizdir diye önemsememiş bir gün sonra vefat etmiş. Bir hafta sonra

50

Ocak 2019

köye yeni imam gelmiş: İmam Kasım. Babam ve ihtiyar heyeti oturup konuşmuşlar. “Bak imam efendi bizim köyde ezan senden önceki rahmetli imamın zamanında böyle okundu. Biz bundan sonra da böyle okunmasını istiyoruz. Günah ve cezası bizim boynumuza” derler. İmam Kasım Efendi itiraz eder. Şikâyet olur, beni şöyle yaparlar böyle yaparlar der. Ama bir yandan da ezanı içinden de olsa Arapça okuma fırsatını göz ardı edemez. Sonunda “Muhtar sana bir şey söyleyeceğim ama aramızda kalacak. Ben daha önce Bursa’nın Nilüfer Köyü’nde imamdım. Cemaat belli, sabah namazı 7 kişi, öğle namazı 13, ikindi 13, akşam 9, yatsı 9 kişi. Bu yıllardır böyleydi. Emir geldi, ezanı Türkçe okuduk. Cemaatte ne bir artış var ne bir eksilme var. Bir cuma günü cuma selası okudum. Köy kahvesine gittim. Sandalyeyi tam orta yere koydum. Üstüne çıktım. “Ey kahve halkı ve camiye gelenler. Ne zamandır Türkçe ezan okuyorum, cemaat hep aynı, bir kişi bile artmadı. Diyordunuz ki Türkçe okunursa ne olduğunu anlar, camiye koşarız. Hani neredesiniz! Kaç yıldır ezan Türkçe okunuyor, cemaatte bir artış var mı? Eksildik ama artmadık…” Bizim köyde 1950 yılının 16 Haziran’ına kadar ezan, caminin önünde 60-70 cm’lik basamakta okunup bitti bağırtısı ile halledilmiş. Şikâyet olmamış mı? Olmuş. Her şikâyette babam “şikâyet eden kimse gelsin, ispat etsin” dermiş. Görevliler geldiğinde Türkçe ezanı bir kâğıda yazıp, ezan vakti kendi


okurmuş. Görevliler gidip cami cemaati kahveye geldiğinde “Ey cemaat ben Türkçe ezanı abdestsiz, öylesine okuyuverdim” dermiş. Cemaat de “Biz malımızı biliriz, sen Türkçe ezanı okuduğun vakit biz içimizden kendi bildiğimiz dilde ezanımızı okuyoruz” derlermiş. (Akif Uslu) (3) İsmet İnönü zamanında sadece delilere dokunulmazdı. Köyümüze, İsmet İnönü zamanında camide okul açıldı. Camimizin hemen bitişiğinde bulunan bir odada Kur’an öğretimi yapılıyordu. Bu sırada köyümüze jandarma geldi. Kur’an öğrenen insanları sert bir şekilde dağıttılar. Bu sırada köyümüzde yaşlı bir imam vardı. Köy halkı ve imamı Türkçe ezana şiddetle karşı çıktılar fakat karşı koyamadılar. Köyün imamı ezanı Türkçe okumamak için başka birine okuttururdu. Okuyan kişi Türkçe ezanı bilmediği için imam aşağıdan Türkçe ezanı söyler, yukarıdaki köylü tekrar ederdi. Böylelikle imam Türkçe ezan okumanın verdiği manevi sıkıntıdan kurtulmuş sayardı kendisini. Durum böyle olmasına rağmen cuma günleri gizlice Arapça ezan okunurdu. Bunun üzerine bir cuma günü köye gelen jandarmalar, Arapça ezan okurken bir vatandaşı yakalayıp zoraki karakola götürmek istemişler. Okuyan kişinin kılık kıyafeti çok bozuk oldu-

O dönemde camiler garip kalmıştı. Cemaat iyice azalmıştı. Kimse gelmez olmuştu. Halk camilere adeta küsmüştü. Belki de en doğrusu buydu. Çünkü camide ibadetler Türkçe olmuştu.

ğundan dolayı köy muhtarı ve halkı adamın deli olduğunu söylemiş ve adamı böylece kurtarmışlar. Aslında adam elbette ki deli değilmiş, ezan okunacağı zaman öyle giydirilirmiş. Günlerden bir gün köyümüze yabancı köyden bir Arap arkadaş geldi. Ezan vaktiydi. Çıkıp Arapça ezan okudu. Okunma sırasında askerler devriye geziyordu. Camimizde minare bulunmadığı için ezan dut ağacında okunuyordu. Jandarma, adamı ağaçtan indirip dövdü. Köylü bile ellerinden alamadı. O zamanlar insanlar ezanı Türkçe olarak okumak istemedikleri için sürekli birilerini “deli” diye isimlendirip Arapça olarak okuma geleneğini sürdürmeye çalıştılar. (4)

3. Mustafa Armağan, Türkçe Ezan ve Menderes, Timaş Yayınları, İstanbul 2013, s. 122-125. 4. Mustafa Armağan, Türkçe Ezan ve Menderes, Timaş Yayınları, İstanbul 2013, s. 165-166.

Cemazi-el Evvel 1440

51


NEBEVÎ AİLE Halime Yılmaz

İSLAM’DA KADININ HAKLARI VE DAVETİ

K

adın hakları, İslam düşmanlarının bizzat İslam ile savaşmak

için kullandıkları en başarılı yol olmuştur. Müslümanları İslam’ dan uzaklaştıramayacaklarını anlayınca “kadını boz-ümmeti parçala” projesiyle bu isteklerine kavuşacaklarını fark ettiler. Maalesef başardılar. Kadını evinden çıkarıp

özgürleştirecekleri

iddiasını ileri sürerek aileleri paramparça ettiler. Kocasına itaat etmekten imtina eden kadın, kocası dışındaki erkek-

52

Ocak 2019

lerin kölesi olduğunun farkına varmadı. Halbuki İslam, kadına yönelik koyduğu tüm kanunlarda kadını korumak istemiştir. İslam, kadına her alanda değer vermiş ve pek çok alanda da kadınla erkeği eşit kılmıştır. Kadınla erkeğin eşit olduğu alanların en önemlisi de “insanlıkta” eşit olmalarıdır. Burada değinmekte fayda vardır: Fıtrat olarak kadın ve erkek birbirinden farklıdır. Fıtrat ve insanlık ayrı şeylerdir.


“Allah katında en değerliniz, O’ ndan en çok korkanlarınızdır…” (1) Yine iyilik ve kötülükten hangisini yaparsa mükafat ve ceza konusunda eşittir. Aslında bazı İslam düşmanlarının iddia ettikleri gibi İslam kadını aşağılamaz. Bilakis, İslam’ın kadına verdiği değer ve hakları başka hiçbir sistem vermemiştir ve veremeyecektir. Hatta İslam’ da kadına “pozitif ayrımcılık” yapılmıştır diyebiliriz. Hangi yönlerden diye sorulacak olursa şöyle denilebilir: İslam kadına hem “kız çocuğu” hem “eş” hem de “anne” olarak ayrı ayrı değer biçmiş ve onu saygıdeğer kılmıştır. Kızı olan onu güzel yetiştirir ise bu, o anne babanın cehennem ile aralarında bir perde olacağı vurgulanmış, eş olarak kadını çok özel bir yere koymuş ve bu konuda ona birçok hak tanımış, diğer yandan anneliğe çok özel bir konum belirleyerek hakkının asla ödenmeyeceği gerçeğini her fırsatta dile getirerek başka hiçbir sistemin vermeyeceği değer ve özeni İslam kadına vermiştir. İslam’ın kadına verdiği değeri anlamak istiyorsak geçmiş medeniyetlerde kadına nasıl bakıldığına bir göz atmamız yeterli olacaktır. Yunan Medeniyetinde kadın değersiz bir varlıktı. Köle gibi görülür, kocası ölen kadın kocasının malına mirasçı olamazdı. Hint Medeniyetinde 17.

Kocasına itaat etmekten imtina eden kadın, kocası dışındaki erkeklerin kölesi olduğunun farkına varmadı. Halbuki İslam, kadına yönelik koyduğu tüm kanunlarda kadını korumak istemiştir.

yüzyıla kadar kadının kocası ölünce kadın diri diri yakılırdı. Yahudilerde kadın lanetli kabul edilirdi. Hıristiyanlar ise kadını uğursuz, suçlu ve şeytanın oyuncağı olarak görürdü. Fransızlar ise kadının insan olup olmadığını tartışmışlar ve sonunda “erkeğe hizmet için yaratılmış bir insan!” olduğuna karar vermişlerdir. Halbuki İslam’ a göre kadın kocasına hizmet ederken bile Allah’ın emrini yerine getirmek için bu işi gerçekleştirir. Bunu da sevap umarak yapar ve erkeğin veya başka kimsenin kölesi değildir kadın. İngiliz kanunlarında 1805’ e kadar erkeğe karısını satma yetkisi veriliyordu. Cahili Araplarında kız çocukları diri diri toprağa gömülür, kocası ölen kadın bir eşya gibi mirasçılar arasında paylaşılırdı. Ne zamanki İslam geldi kadını aile ve

1. Hucurat, 13.

Cemazi-el Evvel 1440

53


toplumdaki değeri yükseldi. Namusu korundu ve saygınlığı arttı. (2) Kadının İslam’daki değerini anlamak için şöyle bir İslam’ın kaynaklarına göz ucuyla bakmamız bile yetecektir. Bakış açınızı genişletmek için birkaç tanesini sıralayacağım: Kuran’ da kadınlar anlamına gelen adı “Nisa” olan müstakil bir sûre olduğu gibi, sadece kadına ve onun eş olarak ilişkilerine has hükümlerin bulunduğu birçok ayet inmiştir. Erkekler adına has bir sûre olduğunu duydunuz mu? Bu, kadına yapılan bir “pozitif ayrımcılık” değil de nedir? Üstelik bu sûre Kuran’ın en uzun sûrelerinden ve Kuran’ın baş kısmında yer alan bir sûredir. Bu, kadına verilen değeri göstermeye yeter. Aişe radıyallahu anha’ dan rivayetle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Kadınlar, erkeklerin öz kardeşleridir.” buyurarak kulluk konusunda takva hariç birbirine üstünlüklerinin olmadığını ifade etmiştir. (3)

Karı-koca olarak birbirine iyiliği emredip kötülükten alıkoyma görevinde de eşittirler. Kadın hayız günlerinde namaz kılmaz, oruç tutmaz. Bu, kadına verilen bir değerdir. “Sana ay başı halinden sorarlar. Deki o, bir eziyettir…” (4)

Düşünsene! Kadının en özel günü, kutsal kitabımızda gündem ediliyor. Öyle ki kadının bu dönemde yaşadığı psikolojik ve biyolojik sıkıntıları da dile getirilerek adeta Allah tarafından erkeğe bu günlerde sabırlı olması mesajı veriliyor. Ne büyük bir değere sahip olduğumuzun farkına varmalıyız. Hangi patron, çalıştırdığı kadın işçisinin özel günlerini gözetip, o günlerde çalışmamasına izin verir? Üstelik çalışma kurallarının yazılı olduğu vesikalara bunu not düşerek diğer çalışanlarda farkındalık uyandırmaya çalışır. Kimse böyle bir şey yapmaz. Ama Rabbimiz yapmış. Kadın kullarının haklarını bizzat savunmuştur. Kadınların imanı, erkeklerin imanı gibidir. “Erkek olsun kadın olsun kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım.” (5) İfade özgürlüğü sadece erkeğe has değildir. Kadına, kendini ifade etme hakkı verilmiştir. “Mü'min erkek ve Mü'min kadınlar birbirinin velisidir. İyiliği emreder kötülükten men ederler.” (6) İslam’ın rehberliğinde kadınlar erkekler gibi eğitim faaliyetlerine iştirak etmişlerdir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ in hadislerini nakleden ravi, şair, edebiyatçı hanımlar ve çeşitli ilim dallarında eser veren kadın müellifler

2. İslam’a Göre Kadın Hakları, Kevser Muhammed el- Minavî 3. Tirmizi, 1-190 4. Bakara, 222 5. Âl’i İmran, 195 6. Tevbe, 71

54

Ocak 2019


“Mü'min erkek ve Mü'min kadınlar birbirinin velisidir. İyiliği emreder kötülükten men ederler.” (Tevbe, 71)

çıkmıştır. İslam özellikle çocuk yetiştireceği için kadının eğitimine önem vermiştir. Haramlarla dolu erkeklerle karışık alınan eğitim ortamlarında olmamak şartıyla elbette. Kadın, bilinçli ve idrak sahibi olduğu müddetçe mülk edinme hakkına sahiptir. Temel görevleri olan eşlik ve annelik görevlerini aksatmadığı ve haramlara bulaşmadığı sürece bunu yapabilir. Kadın, sahip olduğu şahsi malını yönetme yetkisine sahiptir. Ancak Avrupa’da koca, kadının şahsi malında ortak ve sorumlu kabul edilir. Dolayısıyla kadın, kocasının izni olmadan kendi malında tasarruf sahibi olamaz. Nerede savundukları kadın hakları? Hikâye anlatıyor ve kendilerine kanmaya hazır olanları aldatıyorlar sadece. İslam’da kadının mirastan hakkı vardır. Kadın, evleneceği erkeği seçme hakkına sahiptir. Bu konuda herhangi bir baskı ve zorlama yapılamaz. Ayrıca nikah kıyılmadan önce evlilikten vazgeçme hakkı vardır. Evlendikten sonra kendi soyadını koruma ve kullanma hakkına sahip-

tir. Bugünkü sistemlerde ise evlilikten sonra artık sadece kocasının soyadıyla anılmaya başlar. İçinde yaşadığı toplumun adetlerine uygun olarak mihir isteme ve bunu nikah anında veya sonraki zamanda alma hakkı vardır. Eşiyle anlaşırsa mihrini hibe de edebilir. Kadın evinin işini görür, kocasının namusunu ve malını korur. Koca da onun nafakasını sağlaması gerekir. Muaviye el-Kureyşi’den rivayetle o Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ e sordu: “Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakkı nedir?” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi: “Kendi yediğinden yedirmen, giydiğinden giydirmen, yüzüne asla vurmaman, onu takbih etmemen (çirkin görmemen), ona hakaret etmemen, onu lanetlememen ve ev içi hariç onu terk etmemendir.” (7) Kocanın karısına güzel muamele etmesi gerekir. Kadınlar eğitim işini daha iyi bildikleri için çocuğun bakımı onlara verilmelidir. Ebu Eyyub el-Ensari’den rivayetle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem

7. Ebu Davud, Nikah, 42

Cemazi-el Evvel 1440

55


şöyle buyurdu: “Kim bu dünyadayken anne ile çocuğunu birbirinden ayırırsa ahirette Allah onunla sevdiklerinin arasını ayırır.” (8)

sallallahu aleyhi ve sellem kadınların akıl ve

dinlerinin yarım olduğunu bildirmiştir. Öyleyse kadının daveti de erke-

Ortamda fitne söz konusu değilse ve fazla abartmadıkça camiye, ilim meclislerine gitme hakkı vardır.

ğin desteği ve yardımı olmadıkça

Kadınların haksız yere dövülmeleri yasaklanmıştır. İbn Ebi Zuab’dan rivayetle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah’ın kadın kullarını dövmeyiniz.” (9)

namaz ve oruç gibi farz ibadetlerden

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kadınların kaburga kemiğinden yaratıldığını bildirerek, onlardan olduğu gibi faydalanmayı emretmiş ne tamamen bırakmaya ne de fazla sıkmaya izin vermemiştir.

genelde ön planda kullandığından

Kadının Daveti Kadının dinini yaşayacağı kadar ilim öğrenmesi gereklidir. Ayşe annemiz radıyallahu anha Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’ den en çok hadis nakleden kişilerdendi. Ama kadınların erkekler gibi sokaklarda fazla dolaşması, davet için sürekli dışarıda bulunması zordur. Çünkü kadın dışarı çıktığında şeytan, erkekleri fitneye düşürmeye çalışır. Bunu önlemek için İslam, tesettürü kadına farz kılmıştır. Tesettür için ortaya konulan şartlara riayet ettikten sonra kadın, İslam’ın belirlediği sınırları aşmadan davete atılabilir. Ama şu gerçek 8. Ahmed 9. Ebu Davud, 2146

56

akıldan çıkarılmamalıdır; Peygamber

Ocak 2019

yarım olacaktır. Kadının dini yarımdır. Çünkü ayın yarısı adet görür ve uzak durmak zorundadır. Kadının aklının yarım olmasından kasıt onun geri zekalı olması değildir. Bilakis duygusallığıdır. Kadın duygusallığı olayları değerlendirme ve hüküm vermede yarım kalmaktadır. Yoksa peygamber

sallallahu

aleyhi

ve

sellem

burada kadını aşağılayacak bir şey kast etmemiştir. Bugün yapılan araştırmalarda kadının gebelik, doğum gibi sebeplerden dolayı çokça unutkan olduğu ispatlanmıştır. Ayrıca buradaki hüküm kadınların çoğu içindir. İstisnalar da elbette olabilir. Kadınlar davet konusunda tamamen

elini

eteğini

çekmemelidir.

Ama “gizli kahraman” olup arkadan kocasını, evladını bu dava için teşvik etmeli ve helal çerçevede davet çalışmalarında bulunmalıdır. Ama bu konudaki eksikliğinin şuurunda hareket etmelidir. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.


SERBEST KÖŞE Derya Fıçıcı

TOPLUMLARIN ISLAH YERİ OLAN MESCİDLERİMİZ

A

llah’a yaklaştırıcı, faziletli ameller içerisinde hiç kuşkusuz, mescid inşa etmek ve onları imar etmek, onların çoğalması için servet harcamak vardır. Allah bu ameli ancak itaatkâr kullarına nasib eder. (Hasan El- Benna) “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan

kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe, 18) Allah’ın adının anılması, Allah’ın dininin yayılması için ceplerindekini Allah yolunda harcayan kimseler, Allah’ın yanındakinin kalıcı olduğunu anlayıp kavrayan kimselerdir. Allah azze ve celle ayetinde; “Gerçekten insan için, çalıştığından başkası yoktur. Ve onun çalışması

“Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe, 18)

Cemazi-el Evvel 1440

57


“(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin okunmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O'nu tesbih ederler. Birtakım insanlar (Allahı tesbih ederler) ki ne ticaret ne de alışveriş onları Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur, 36-37)

ilerde görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.” (Necm, 39-41) buyurmaktadır. Rahman olan Allah celle celaluhu bir toplumu İslâm ile ıslah etmek için bu mescidlerin oluşturulmasında büyük küçük emek eden, fedakârlık gösteren kimseler için, mescidlerin duvarlarını, yerlerini, hatta orada uçuşan toz zerreciklerini dahi kıyamet gününde, hesap gününde şahit kılacaktır inşaallah. Haramların kolayca işlendiği, fitne-

58

Ocak 2019

lerin baş gösterdiği, kötü amellerin yayıldığı, güvenliğin kaybedildiği şu zamanda, insanları hayra çağıran, İslâm’a davet eden, toplumların ıslahı için çalışan mescidler çoğalmalı ki, yeryüzünde Allah’ın adaleti gerçekleşsin. Kim bu mescidleri sahiplenir, oranın hizmetçisi olursa, o kimseler Allah’ın dininin hizmetkarı olurlar. Mescidleri sahiplenmek oranın duvarlarını, taşını sahiplenmek değil elbet. Mescidlere gelen kardeşlerimizi sahiplenmek, onların dertleriyle yakından ilgilenmek, onlara iyilik ve ihsanda bulunmaktır. Yüzündeki tebessüm sebebiyle kardeşinle kurduğun gönül bağıdır. Bazen samimi duygularla ikram edilmiş bir bardak çaydır. Müslümanları göreceğim sevinciyle yağmura, çamura, zorlu yollara sabrederek yürümenin adıdır. Kalbini yumuşatıp gözünden yaş akıtan nasihatleri işittiğin, amellere şahit olduğun yerdir. Ümmetin derdiyle dertlenerek, samimi duaların Arş-ı A’la’ya gönderildiği, kin, nefret, öfke gibi duyguların kapının dışında bırakıldığı yerdir. Sevgi, muhabbet ve beraberliğin adıdır mescid... Bazen bir evden ayrılma küçücük bir odacıktır ama müslümanları birleştiren yerdir. Mermer sütunları, pahalı halıları, alttan ısıtma sistemi yoktur. Lüks bir şadırvanı, sıcak akan suyu, aydınlatan elmas avizeleri yoktur. Sağlamlığı, birbirine kenetlenmiş mü'minlerdendir. Isıtması, kardeşliğin sıcaklığıyladır. Aydınlığı ise, kalp-


lerin nurudur. Duvarları nakışlı, süslü değildir. Ancak kalplerin nakış nakış işlendiği, İslâmi ahlâkla süslendiği yerdir. Mescidlerin en güzel süsü ise, Kuran tilavet eden, talim sesleri ile yeri göğü inleten çocuklardır. Kardeşlerimizden birini görmediğimiz zaman kaygılandığımız, hasta ise hastalığına, borçlu ise borcuna, dertli ise derdine çareler aradığımız yerdir.

Mescidleri sahiplenmek oranın duvarlarını, taşını sahiplenmek değil elbet. Mescidlere gelen kardeşlerimizi sahiplenmek, onların dertleriyle yakından ilgilenmek, onlara iyilik ve ihsanda bulunmaktır.

“(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin okunmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O’nu tesbih ederler. Birtakım insanlar (Allahı tesbih ederler) ki ne ticaret ne de alışveriş onları Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.”

(1)

Allah’ın adının anıldığı evlerde öyle kimseler vardır ki, Allah’ı zikrederler, kalpleri Allah korkusu ile titrer. Dünya meşguliyetleri onları namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymaz. İşte bu kalpler, bu evlerde toplanırlar. Aynı zamanda bu evler (mescidler) ve mescidin içindeki bu kimseler, karanlıkta yolunu kaybetmişlere yol göstericidirler. Onlar, Allah’ın yeryüzündeki nurudurlar. Kim onlara ulaşmak isterse bu evlerin (mescidlerin) içinde onları, Allah’ı anarken bulur.

Haramlar, günahlar, çirkinlikler, korkular içinde yüzerken bir kurtuluş, bir çare, bir ışık arayanlar, Allah’ın dilemesiyle bu evlere (mescidlere) ve bu kimselere ulaşırlar. Onların vesilesi ile Allah bu kalplere hidayet verir. Allah bu kalplere nurunu ulaştırır. Allah bu kalpleri karanlıklardan aydınlıklara çıkarır. Rabbim bu mescidleri ve içindeki hayırlı

kimseleri

çoğaltsın.

Alla-

humme Âmin... Selâm ve dua ile... -------------------------Kaynaklar Hatıralarım / Hasan El- Benna

1. Nur, 36-37

Cemazi-el Evvel 1440

59


SERBEST KÖŞE M. Emin Aksoy

“Deki siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı bağışlayarak örtsün. Allah çok bağışlayandır, esirgeyendir.” (Âl-i İmrân 31)

BİDAT HAKKINDA BİRKAÇ MÜLAHAZA

M

erhamet sahibi rabbimiz biz aciz kullarını sevme-

sini peygamber efendimizin temiz sünnetine tabi olmaya ve onun gösterdiği yolda yürümeye bağlamıştır. Allah

Rasûlü

sallallahu

aleyhi ve sellem ise ümmetini net bir şekilde bidatlerden kaçınmaya; bidatlerin delalet, yanlışlık olduğunu ve akıbetinin de ateş olduğunu çeşitli vesileler ile bildirmiştir.

60

Ocak 2019

Bu hakikat ilim ehli, kalbi selim ve Allah’ın kendilerine hayır murat ettiği bütün alimler tarafından kabul edilen bir gerçektir. Ancak bu genel kabulden sonra İslam alimleri bidatin tarifi, kısımları, asli veya izafi oluşu; ameli, itikadi, örfi ve benzeri hususları tespitinde ihtilaf etmişlerdir. Muteber bir kısım İslam aliminin çerçevesini belirlediği bidat tarifine başka bir kısım muteber alim gurubu katılmamıştır.


İslam’ın otoritesi altındaki dönemde yaşayan alimler bidat hakkında konuşmuş, yazmış hatta aralarında hararetli tartışmaların olduğu zamanlar dahi olmuştur. Ama bu münazaraları bir edep dairesinde ve ilmi bir birikimle ele alındığını ve meseleye etraflıca vakıf olan alimlerimizin bir karara bağladığını veya her alimin deliller ışığında kendi görüşünde sabit kaldığını görmekteyiz. Fakat durum günümüzde çok farklı bir hal aldı. Bidat kavramı yeterince araştırılmadan konu hakkında ehli sünnet alimlerin kitapları iyi tahkik edilmeden bidatin tarifi, kısımları, lafzi, izafi oluşu vesaire hakkında derinlemesine bir inceleme yapılmadan işin ehli olmayan, kanları delice akan birçok meseleye toptancı ve sathi yaklaşan müçtehitler(!) türedi. Meseleyi etraflıca araştırma zahmetine girişmeden Allah ve Rasûlü adına konuşmanın ciddi sorumluluk ve ehliyet gerektirdiğini umursamadan keskin kılıçlarını kuşandılar ve kendi yakınlarından başlayarak bidat ve bidatçi avına çıktılar. Tırpanlama işi yapan bu güruh bidat hakkında acaba ne kadar kitap okudu ne kadar araştırma yaptı veya rabbani alimlerden kaç tanesinin kitabını inceledi de kendisine ciddi ehliyet gerektiren bu mesleği seçti heyhat. Kesinlikle bidate veya bidat ehline karşı İslam’ın emrettiği şekilde tavır takınmalı, bu hususta tolerans gösterilmemeli, yapılanlar hoş görülme-

melidir. Ancak bu ve benzeri meseleler hakkında konuşacak, ahkam kesecek veya Müslümanlara bidatçi damgasını vuracak kişi gerçekten meseleyi etraflıca bilen, alanında ehliyet sahibi, Allah ve Rasûlü adına konuşmanın sorumluluğu altında titreyen bir vicdana sahip olup olmadığını gözden geçirmelidir. Kendisini hakkın temsilcisi, ehlisünnet çizgisinin dışına çıkmadığı sürece karşısındakini de batılın tam kendisi olarak yansıtmamalı. Bu kıt ve dar anlayışla hareket edip büyük alimlerin dahi görüş belirlemede ihtiyatlı davrandığı meselelerde cesurca davranıp Müslümanları kendi anlayışına göre kısımlara ayırmamalıdır. Evet, altın, dağlardan ilk çıkarıldığı zaman değersiz bir taş parçasından farklı değildir. Ehliyet sahibi sarraflar o taşı alır bir gramına bile zarar gelmemesi için hassas bir şekilde işler ve sonunda kaya parçasından çok daha farklı ve değerli bir maden olarak vitrindeki yerini alır. Acaba bizim acemi sarraflar anlamadıkları ve erbabı olmadıkları için ne kadar altını taş parçası ile karıştırıp bir kenara itmişlerdir. Az önce de zikredildiği gibi bidat ve benzeri meseleler hakkında yeteri kadar ehliyet sahibi olmadan konu hakkında ayrıntılar iyi tahkik edilmeden yapılan bir kısım işler hakkında son noktayı koyup bu bidattir demek veya yapanları bidatçi olarak isimlendirmek İslami ilimlerle

Cemazi-el Evvel 1440

61


biraz meşgul olmuş insaf ehli kişilerin yapacağı bir iş değildir. Örneğin, kat’i bir şekilde riba/faizin haram olduğunu söyleyen alimler neyin faiz olduğunda veya faizin illetinin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Gerçekten de ikisi birbirinden çok farklıdır. Ana meselede yani faizin haram olduğu hususunda ittifak eden muteber mezhep alimleri ve onların binlerce talebesi ayrıntılarda, neyin faiz kapsamına gireceği veya girmeyeceği hususunda hiç de azımsanmayacak kadar farklı fikir beyan etmişlerdir. Hanefi mezhebinde kesin faiz olan bir mesele maliki mezhebinde kesin faiz kapsamına girmiyor. Ama bu değerli alimler birbirini faizi helal kılmakla suçlamamış, içtihatlarının farklı olduğunu belirtmişlerdir. Allah Rasûlünün yapmadığı veya emretmediği birtakım şeyleri yapmak bidattir; yapanda bidatçidir demek ilmi bir dayanağı olmayan gerçekten kof ve bayağı bir anlayış olup aşağıda açıklanacak birçok hakikate de ters düşmektedir. *Hz. Ömer radıyallahu anhın, topluca teravih namazı kılanlar için bu ne güzel bidattır demesi. *Hubeyb bin Adiy radıyallahu anh’ın şehit edilmeden önce iki rekât namaz kılması. Sahih rivayetlere göre Hubeyb, idam esnasında iki rekât namaz kılma adetini ilk defa başlatan kimsedir.

62

Ocak 2019

*Peygamber efendimizin dizinin dibinde büyümüş ve hayır duasına mazhar olmuş Abdullah bin Abbas’ın yağmurlu bir günde müezzine ezan okurken ezanın arasına “namaz bineklerde kılınacak” sözünü ekle demesi. *Sahabeler seferde iken bir aşiret liderini akrep sokması haberinin onlara ulaşması ve belirli bir ücret karşılığında o grupta bulunan sahabilerden birisinin şifa niyetine o kişiye Fatiha’yı şerifi okuması. *Allah Rasûlünün müezzini Bilal Habeşi’nin efendimize sormadan sabah ezanına “namaz uykudan hayırlıdır” lafzını eklemesi. *Bir kadın sahabi annemizin evine ziyarete giden ve orada bir süre uyuyup uyandıktan sonra mübarek sakalından dökülen birkaç tel sakalını alıp bereket umarak bu birkaç tel sakalı saklayan mübarek kadının tutumu. *Allah Rasûlü aleyhisselam’ın ve dört halifenin yapmadığı Cuma namazında minberde Nahl sûresindeki ayeti bütün camilerde okunmasını emreden Ömer bin Abdulaziz’in içtihadı. *Kuran’ı Kerim’e hareke ve nokta konulması işlemi Abdülmelik döneminde ihdas edilmiştir. İmam Nevevi, Kuran’a sonraki dönemlerde hareke ve noktalama işleminin konmasını müstehab olduğunu belirtmiştir. Şimdi bizim mutlak müçtehitlere asrı saadet döneminde okunan harekesiz


ve noktasız mushaftan bir sayfa oku denilse nasıl okurlar acaba. Ve daha buna benzer yüzlerce meseleyi Allah Rasûlünün bizzat emretmediği veya kendisinin yapmadığı uygulamaları muteber İslam alimleri, bunlardan hiç birisini Allah Rasûlünün tehdit ettiği bidat kapsamında değerlendirmemiş, yapana da bidatçi damgasını vurmamışlardır. İslam dininin gayesini, ruhunu ve

Az okuyup çok çabuk hüküm verme, tek taraflı ve yüzeysel bakma hastalığı o kadar ileri bir hal aldı ki Allah Rasûlünün yaptığı duaları ve zikirleri vaktinin dışında yapmak dahi bidat sayıldı.

inceliklerini çok iyi bilen, yanlış yaparız da hakkımızda ayet nazil olur korkusuyla titreyen sahabeler sevap beklemek gayesiyle yaptıkları bu uygulamaların Allah Rasûlünün genel öğretilerine ters düşmediğini çok iyi biliyorlardı ki yaptıkları işi daha sonra Allah Rasûlüne haber vermişler, efendimizde bu uygulamalarına bir yasak getirmemiş ve onları bidatçılar olarak nitelememiştir. Az okuyup çok çabuk hüküm verme, tek taraflı ve yüzeysel bakma hastalığı o kadar ileri bir hal aldı ki Allah Rasûlünün yaptığı duaları ve zikirleri vaktinin dışında yapmak dahi bidat sayıldı. Mesela bir Müslümanın saat onda bir köşeye çekilip sünnetten varid olan duaları okuması, zikir veya istiğfarda bulunması bu büyük müçtehitler(!) nezdinde bidat sayıldı. Çünkü Allah Rasûlü bu saatte zikir ve dua yapmamış sizde yapamazsınız diyorlar.

Ehli sünnet alimlerinin genelinin, bidat ve dalalet olarak isimlendirdikleri fırkaları veya fiilleri dikkatlice incelendiğinde görülüyor ki onlar Hz. Osman, Hz. Ali ve birçok sahabeye kafir diyen ve bu sahabelerin kanını akıtanlara bidat ve delalet ehli diyor. Allah cennette görülmeyecek, kul kendi amelini kendisi yaratır, Allah şerri yaratmaz, Kur’an mahlûktur ve benzeri sözleri söyleyen ve inanan mutezileye bidatçi ve delalet ehli diyor. Yine mü'minlerin sıddıka annelerinden olan Ayşe radıyallahu anha’ya haşa o kötü işi yapmıştır diyen, bizim öyle imamlarımız vardır ki ne bir Rasûl ne de bir melek onların seviyesine ulaşamaz diyen ve birçok sahabeye kem gözle bakan ve daha

Cemazi-el Evvel 1440

63


birçok sapıklığı bulunan bedbahtlara bidatçi ve delalet ehli diyor.

Bu meseleler hakkında gerektiğinde

Müşebbihe, mürciye, kaderiye ve daha birçok ameli ve itikadi sapkınlığı olan mezheplere delalet ehli ve bidat ehli demişlerdir.

değerli görüşlerini objektif bir şekilde

Bir program sonunda gönüllere şifa olsun diye fatihayı okuyanları, taziye yerinde meyyitin ruhu için Kur’an tilavet edenleri, tesbih ile topluca otuz üç defa subhanallah, elhamdülillah, Allahuekber diyenleri, efendimizin doğumu münasebetiyle bir araya gelip onun siretini anlatanları veya dinleyenleri, Cuma namazından önce insanlara dini anlatanları, yemeğe başlarken bismillah değil de bismillahirrahmanirrahim diyenlerle Hz. Hüseyin şehit edildi diye sözde ehli beyt sevgisini gösterme adına vücutlarını kamçılayarak kan akıtan sapıkları, namaz dua etmektir bende biraz ayakta dua ederim namaz kılmış sayılırım diyen eblehleri, yanmayan kefen satarak din tacirliği yapan budalaları, Hz. Adem’in babası olup olmadığını konuşacak kadar çirkinleşen ahmakları aynı kefeye koyup her iki gurubunda yaptığı bidattir; her bidat sapıklıktır, her sapıklıkta ateştedir deyip hızlı bir karar vermeden önce bir defa daha iyice araştırılmadan, etraflıca okunmadan verilecek bir fetvanın doğru dahi olsa ehil olmayan kişilerin söylemesi sonucu yanlış olacağını Allah için bir defa daha düşünmemiz gerekir.

kimiyle kendini İmam Ebu Hanife,

1. Buhari-Müslim

64

Ocak 2019

alimlerden nakiller yapma, onların aktarma yerine mütevazi bir Arapça bilgisi, okuduğunda kendisinin bile tam anlayamadığı azıcık usul biriİbni Teymiyye, İmam Nevevi konumunda görüp olur olmaz her yerde gürleyen, ayet ve hadislerden fakih edasıyla hüküm çıkarmaya yeltenen ve Müslümanları dizayn etmeye çalışan bu mutlak müçtehitler(!) garip kalmış, dışarıdan da yeterince darbe almış yaralı ceylan mesafesinde olan dini mübine içeriden de kendilerinin bir darbe vurduklarını unutmamalıdırlar. “Allah, ilmi kullarından soymakla çekip almaz. Ancak ilmi, alimleri almak suretiyle ortadan kaldırır. Allah hiçbir alim bırakmayınca da insanlar birtakım cahil başlar edinirler ve onlara sorular sorarlar, onlarda ilimsiz fetva verirler. Bu yüzdende hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar.”

(1)

Bizler, devamlı bu ve benzeri hadisleri okuyor ancak başkalarını bu hadislerin kapsamına koyuyoruz… Bizlerinde bu hadislerle muhatap olduğumuzu unutmayalım.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.