Yıl: 7- Sayı: 84 - Fiyatı: 9,5 TL
Editör Hamd, “Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak dav-
Sahibi
randın. Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır
Nebevi Hayat Yayınları
giderlerdi” ve “Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz
Adına Yakup Hazman
çevir.” buyurarak yumuşak huylu ve affedici olmayı emreden Allah’a
Genel Yayın Yönetmeni
Salât ve Selâm “Kime, yumuşak huyluluktan nasibi verilmişse, ona
Yusuf Yılmaz
hayırdan nasîbi verilmiştir. Kim de yumuşak huyluluk nasibinden
Tashih, Redaksiyon
mahrum kılınmışsa, hayır nasibinden mahrum olmuştur. Kıyamet
Yusuf Yılmaz Grafik, Tasarım Yakup Hazman Yönetim Merkezi Reklam ve Abone İşleri Güneşli Mh. 1300. Sk. No: 36 Bağcılar/İst.
günü, müminin tartıda en ağır gelen şeyi (iyi ameli) güzel ahlâktır. Gerçekten Allah, kötü iş işleyen kötü sözlüye buğzeder.” buyurarak yumuşak huyluluğun önemine dikkat çeken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e
Abone ve Dağıtım Sorumlusu:
Yüce Allah’ın affı ve keremi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in “Alla-
Kadri Karataş
hım! Ümmetime rıfk ile muamele edene sen de rıfk ile muamele et”
Tel-Faks: (0212) 515 65 72
duasına mazhar olan, yumuşak huylu olup sabır gösteren, kardeşle-
GSM: (0533) 056 83 19
rine karşı hoşgörülü ve bağışlayıcı olan müminlerin üzerine olsun.
Web ve Sosyal Medya:
Hilm; Yumuşak huyluluk, sabır göstermek, tahammül etmek, öfke
twitter.com/nebevihayat
anında kendini tutmak ve vakur olmak, gücü yettiği hâlde intikam
facebook.com/nebevihayat dergi.nebevihayatyayinlari.com bilgi@nebevihayatyayinlari.com Abone Şartları
almaktan kaçınmak anlamına gelmektedir. Hilm sahibi olmak genel ifadeyle; yumuşak huyluluk ve tahammülkâr bir üslup ile davranışlara yansıyan olumlu bir özelliktir.
2019 Yılı Yurt İçi
Rıfk kelimesi ise sözlükte “yumuşak ve yararlı olmak; yardım etmek”
Abonelik Bedeli: 100 TL
anlamlarına gelirken terim olarak ise “İyi huyluluk, uyumlu, geçimli
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Nebevi Hayat Aylık Dergi(Türkçe) Baskı: Matsis Matbaa, İstanbul, Kasım 2019
ve nazik olma, yumuşak davranma” mânalarına gelir. Kapitalizmin bencilleşmelere, bencilliklerin de sadece kazanma hırsını tetikleyip bünyelerimizde aşırı öfke ateşlerini yaktığı günümüz dünyasında unuttuğumuz önemli bir değeri hatırlatmayı faydalı gördük. Ki o da hilm ve rıfk sahibi olmaktır. Bununla beraber zengin makalelerimiz ile ilim ve gönül dünyanızda ufuklar açmayı hedefledik. Allah azze ve celle istifade etmeyi nasip etsin.
Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve
Nebevi Hayat Dergisi olarak 2020 yılı abonelik çalışmalarımızı baş-
çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel
lattık. Abone olup abone bularak bu hayırlı çalışmada bize yardımcı
sorumluluğu yazarlarına aittir.
olabilirsiniz. Selam ve dua ile
İçindekiler İslâm’da Hilm-Rıfk (Yumuşak Huyluluk) ve Önemi Hakan Sarıküçük
Kanaat Etmenin İslâm’daki Mahiyeti Ahmet İnal
04
17
KUR'AN'I KERIM'DEN MÜ'MINLERE NIDALAR Söz Uçar Yazı Kalır Kul Kuldan Razı Kalır M. Sadık Türkmen
24
NEBEVÎ DAMLALAR
Savaşmakla Emrolundum Yener Yılmaz
29
İslâm Dünyasındaki Kâşifler Altı Nesil Bir Tabip Ailesi ve Öncü Bir Müslüman Tıp Bilgini: İbn Zühr Cihan Malay
35
Nebevî Aile Hayırlı Ailenin Özellikleri Halime Yılmaz
42
Serbest Köşe İlim ve Eğitim Bahanesiyle slâmi Davetten Uzak Kalmak Ümit Şit
45
Serbest Köşe Depresyonda mısın? Derya Fıçıcı
51
Serbest Köşe Şimdi Rabbinizin Hangi Nimetlerini Yalanlayabilirsiniz? Cumali Aydın
54
Serbest Köşe Hayat İsraf Edilemeyecek Kadar Değerlidir Yakup Hazman
60
KAPAK DOSYA Hakan Sarıküçük
İSLÂM’DA HİLM-RIFK (YUMUŞAK HUYLULUK) VE ÖNEMİ Hilm sahibi olmak genel ifadeyle; yumuşak huyluluk ve tahammülkâr bir üslup ile davranışlara yansıyan olumlu bir özelliktir.
H karşı
amd, “Allah’ın rahmetinden dolayı, sen onlara
yumuşak
davran-
dın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi”
(Âl-i İmran, 159)
“Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.”
(A’râf, 199)
buyurarak
yumuşak huylu ve affedici olmayı emreden Allah’a, 1. Tirmizî, Kitabü’l-Birri, 67. bab.
4
Kasım 2019
ve
Salât ve selâm “Kime, yumuşak huyluluktan nasibi verilmişse, ona hayırdan nasibi verilmiştir. Kim de yumuşak huyluluk nasibinden mahrum kılınmışsa, hayır nasibinden mahrum olmuştur. Kıyamet günü, müminin tartıda en ağır gelen şeyi (iyi ameli) güzel ahlâktır. Gerçekten Allah, kötü iş işleyen kötü sözlüye buğzeder.” (1) buyurarak yumuşak huyluluğun önemine dikkat çeken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e,
Yüce Allah azze ve celle’nin affı ve keremi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in “Allah’ım! Ümmetime rıfk ile muamele edene sen de rıfk ile muamele et” (2) duasına mazhar olan, yumuşak huylu olup sabır gösteren, kardeşlerine karşı hoşgörülü ve bağışlayıcı olan müminlerin üzerine olsun. Hilm; yumuşak huyluluk, sabır göstermek, tahammül etmek, öfke anında kendini tutmak ve vakur olmak, gücü yettiği hâlde intikam almaktan kaçınmak anlamına gelmektedir. Hilm sahibi olmak genel ifadeyle; yumuşak huyluluk ve tahammülkâr bir üslup ile davranışlara yansıyan olumlu bir özelliktir. Rıfk kelimesi ise sözlükte “yumuşak ve yararlı olmak; yardım etmek” anlamlarına gelirken terim olarak ise “iyi huyluluk, uyumlu, geçimli ve nazik olma, yumuşak davranma” manalarına gelir. Merhamet, rıfk, yumuşak huyluluk, nezaket, hassas ve ince duygulu olmak, sabırlı olmak, vakur davranmak, öfkeyi yutmak, sakin, tevazu sahibi ve ağırbaşlı olmak, müminlerin güzel Ahlâk özellikleri arasında sayılmaktadır. Hilm, âdeta bu özelliklerin hepsini davranışlarında yoğurabilen ve ortaya koyabilen insanların genel özelliğidir. Hilm sahipleri yine güçlü
ve kuvvetli olan, fakat intikam peşinde koşmayan, kendi haklarını da korumasını bilen, hiçbir konuda zillete düşmeyen, bağışlama yolundan da ayrılmayan yüksek ahlâklı kişilerdir. Hasan-ı Basri’ye nispet edilen ayrıntılı bir Müslüman tanımı şu şekildedir: “Müslüman dininde güçlü, kararlı ve yumuşak huylu kişidir. İmanı sağlam, bilgili ve halîm, zeki ve rıfk sahibidir, haklı iken bağışlayıcı, güçlü iken cömert, dostluğu ve arkadaşlığı güzel, öfke halinde sabırlıdır.” (3) İslâm ahlâkına dair kaynaklarda cahiliye dönemi diye adlandırılan İslâm öncesi Arap toplumunda yaygın olan kabalık, saldırganlık, şiddet gibi tutum ve davranışlara karşı rıfk, hilm, sabır, af gibi kavramlarla ifade edilen erdemler Müslümanı cahiliye insanından ayıran nitelikler olarak değerlendirilmiştir. Bilhassa güçlü ve haklı olduğu halde hilm ve rıfk ile muamele etmenin önemine değinilmiştir. İbn Hibbân rahimehullah’a göre akıllı insan daima rıfk ile davranmalıdır. Yumuşaklığın düzeltemediği şeyi sertlik hiç düzeltemez. Akıldan daha sağlam bir dayanak bulunmadığı gibi rıfktan daha hayırlı bir rehber de yoktur. Rıfkı terk eden sertliğe yönelir, sertliği
2. Müsned, VI, 62, 93, 257, 258, 260. 3. Gazzâlî, III, 166
Rebi'ül Evvel 1441
5
azze ve celle’nin
günahkâr kullarına karşı ceza vermek için acele etmemesi” olarak ele alınmıştır.
Hasan-ı Basri’ye nispet edilen ayrıntılı bir Müslüman tanımı şu şekildedir: “Müslüman dininde güçlü, kararlı ve yumuşak huylu kişidir. İmanı sağlam, bilgili ve halîm, zeki ve rıfk sahibidir, haklı iken bağışlayıcı, güçlü iken cömert, dostluğu ve arkadaşlığı güzel, öfke halinde sabırlıdır.”
seçen kişi ise tehlikelerle yüz yüze kalır. (4) Kur’an’da hilm kelimesi toplam 16 yerde geçmektedir. (5) Kur’an’da hilm kavramı, Allah azze ve celle’nin kullarıyla ve insanların birbirleriyle olan ilişkisinde ortaya çıkan bir kavram olarak kullanılırken, Allah azze ve celle’nin özelliği olarak hilm; “kullarına karşı yumuşak davranışlı ve merhametli olmak” demektir. Ancak Kur’an’da “Allah
İyi huy ve yumuşak başlılık, insanı cehennemden kurtaracak değerli bir sermayedir. Mükemmel imana sahip olmanın ölçüsü, iyi huylu ve yumuşak başlı olmaktır. Yumuşak başlı ve uysal olanlar da Allahu Teâlâ’nın beğendiği şahıslardır. İnsanlarla olan işlerinde onlara kolaylık gösteren, alırken, satarken, borcunu öderken zorluk çıkarmayanlar iyi huylu insanlardır. Kötülükleri iyi huylarla önlemek mümkündür. Kendine yapılan fenalığın intikamını almak, hiçbir özelliği olmayan rastgele kişilerin yapacağı bir hareket tarzıdır. Kötülüklere göğüs germek, kötülerden intikam almamak ise daha üstün bir davranış biçimidir. Şüphesiz bu üstün mertebeye ancak ruh olgunluğuna sahip kimseler erişebilir. Bu tür insanlar nefislerini yendikleri için kötülüğe cevap vermek yerine kötüleri bağışlamayı tercih ederler. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, nefsini tatmin etmek için kimseden öç almamıştır. (6) Büyük insanlar nefislerinin arzusuna karşı koymaktan ve böylece Allah Teâlâ’yı hoşnut etmekten derin haz duyarlar.
4. Ravżatü’l-'ukalâ' ve nüzhetü’l-fużalâ', s. 215-223. 5. Muhammed Fuad Abdülbaki, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfazi’l-Kur’ani’l-Kerim, s. 216-217. 6. Buhari, Menakıb 23
6
Kasım 2019
“İyilikle kötülük aynı değildir. Kötülüğü en iyi bir davranışla önle. O zaman aranızda düşmanlık bulunan kimsenin candan bir dost olduğunu göreceksin. Bu mükemmel davranışı ancak sabredenler gösterebilir. Bu mertebeye ancak olgunluktan büyük payı olanlar erişebilir.” (Fussilet, 34-35)
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum
İyilikle kötülük elbette bir değildir. İyi bir davranış ve tatlı bir söz insanları birbirine yaklaştırıp kaynaştırırken, kötü bir hareket ve kaba bir söz ise insanları birbirine düşman eder.
Adam aldırma da geç git diyemem aldırırım.
Kötülüğe iyilikle karşı koymak, kötülüğe sabretmekten daha üstün bir davranış biçimidir. Cahilce davranışlara kızanlar, kendilerine saldıranlara aynı şekilde karşı koyanlar, görüşlerini benimsetmek ve kazanmak istedikleri kimseleri büsbütün kaybederler. Hilm; öfkeye, ihtiraslara ve bencil duygulara hâkim olarak ağır başlı davranmak demektir. Hilmde sabır, sekînet ve vakar vardır. Şüphesiz hilmin de bir ölçüsü vardır. Fakat asla güçsüzlük ve onursuzluktan kaynaklanan bir acizlik göstergesi değildir. Yumşak huylu olacağım diye zulme boyun eğmek doğru değildir. Bu durumu, yumuşak başlı olmakla zillete boyun eğmenin farkını, merhum şairimiz Mehmet Akif şu mısralarıyla ifade etmiştir.
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım. Sertlik göstermek gereken yerde sert, yumuşak huylu olmak gereken yerde mülâyim davranmalı, bu huyların her birini yerli yerinde kullanmalıdır. Hilm, başkalarını idare edenlerin vasfıdır, başkaları tarafından yönetilenlerin vasfı değildir. Gücün olmadığı yerde hilm yoktur. Yaratılış bakımından zayıf ve güçsüz olan kişi kızdırıldığı zaman ne kadar sakin durursa dursun o zayıftır, ona halîm denilmez. Halîm kişi o kimsedir ki, istediği zaman her şeyi yapabilecek kuvveti olduğu halde onu dizginler, ona hâkim olur. Kendisini zorbalıktan alıkoyacak güce sahiptir. Sert ve haşin bir adam Harun er-Reşid’e gelerek: - Ey Müminlerin Emiri! Eğer dayanabilirseniz size nasihat etmek istiyorum. Fakat sözlerim biraz acı
Rebi'ül Evvel 1441
7
söyleyin!” (Tâhâ, 44) dediğini bilmiyor musun?”
İbn Hibbân rahimehullah’a göre akıllı insan daima rıfk ile davranmalıdır. Yumuşaklığın düzeltemediği şeyi sertlik hiç düzeltemez. Akıldan daha sağlam bir dayanak bulunmadığı gibi rıfktan daha hayırlı bir rehber de yoktur. Rıfkı terk eden sertliğe yönelir, sertliği seçen kişi ise tehlikelerle yüz yüze kalır.
olacak, kusura bakma, demişti. Harun er-Reşid bu sert tabiatlı adama söz vermeden önce, nasihatlerin kalp kırmayacak uygun bir üslupla yapılması gerektiğini şöyle hatırlattı: “Eğer sözünü yumuşak bir eda ile söylersen, seni dinlerim. Yoksa nasihatin nasıl yapılması gerektiğini sana acı bir şekilde öğretirim. Zira sen Musa aleyhisselâm’dan büyük değilsin. Ben de firavundan kötü değilim. Cenâb-ı Hakk’ın Musa aleyhisselâm ile kardeşi Harun aleyhisselâm’ı firavuna gönderirken: “Ona yumuşak söz
8
Kasım 2019
Kur’an’da hilm kavramı diğer peygamberlerle ilgili olarak da ele alınmaktadır. Bu konuda İbrahim, Şuayb ve İsmail ya da İshak aleyhimusselâm “halîm” olarak nitelendirilir. “İbrahim’in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” (Tevbe, 114) Bu ayette İbrahim aleyhisselâm’ın çok yumuşak huylu ve sabırlı olduğuna işaret edilmektedir. Yumuşak huylu, yufka yürekli ve kalbi merhamet doluydu. Bu merhameti sebebiyle de babası için af dilemişti. Babasının kendine olan zulmüne rağmen ona karşı halîm davranmış, ona dua etmiş, onun için mağfiret dilemiş, hidayete kavuşması için yalvarıp yakarmıştır. Ancak onun bir Allah düşmanı olduğunu anladıktan sonra, Allah azze ve celle’ye olan haşyetinden dolayı bundan vazgeçti. İbrahim aleyhisselâm’ın bu özelliğine Hud suresi 75. ayette de işaret edilir. “İbrahim, cidden çok yumuşak huylu ve çok yufka yürekli (yanık kalpli) idi.” İbrahim aleyhisselâm bu ayette, meleklerden o kavmi cezalandırmak için acele etmemelerini, tevbe etmeleri için onlara fırsat vermelerini dilemiştir.
“İbrahim'den korku iyice geçip gidince, bu müjde de kendisine gelince, bizim (meleklerimiz)le Lût kavmi hakkında tartışmaya girişti:” (Hud, 74) “Melekler: “Ey İbrahim! Bu konuda bizimle tartışmaktan vazgeç. Çünkü Rabbinin emri kesin olarak geldi ve onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.” (Hud, 76) Hud suresi 87. ayette ise, Şuayb hilm sıfatı ile nitelendirilmektedir. “Dediler ki; “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysaki sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” Ona, “yumuşak huylu, akıllı ve uyumlu birisin” denilmektedir. İbn Abbas radıyallahu anh’a göre Allah düşmanları bu sözleriyle onunla alay etmişlerdir. Kurtubi rahimehullah’a göre ise “gerçekten, aklı başında ve halîm biri iken” denilmek istenmiştir. Kur’an’da halîm olarak nitelendirilen başka biri İsmail aleyhisselâm ya da İshak aleyhisselâm’dır. Saffat suresi 101. ayette: “Biz de kendisine yumuşak huylu bir oğul müjdeledik.” buyurularak İbrahim aleyhisselâm’a “iyilerden bir çocuk isteme” duasının karşılığı olarak “halîm bir oğul” müjdelenmiştir.
Rivayetlerin geneline göre bu çocuk İsmail aleyhisselâm’dır. İkrime rahimehullah ve Katade rahimehullah’a göre ise ayette sözü edilen İshak aleyhisselâm’dır. İbn Kesir, bu çocuğun İsmail aleyhisselâm olduğunu çünkü İshak aleyhisselâm’dan büyük olduğunu ve ilk müjdelenen çocuğun İsmail aleyhisselâm olduğunu söyler ve kurban edilecek bir çocuğun halîm yani yumuşak tabiatlı olduğuna işaret edildiğini belirtir. Bazı ayetlerde rıfk ile yakın anlamlı kelimelerle insanlara karşı yumuşak davranmanın önemine dikkat çekilmiştir. Tâhâ suresi 40. ayette “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.” buyurulmuş ve yumuşak davranmanın etkili bir eğitim ve irşad yöntemi olduğuna işaret edilmiştir. Âl-i İmran suresi 159. ayette ise “Sen onlara sırf Allah’ın lütfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever” şeklinde buyurulmaktadır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in etrafındakilere yumuşak davranmasından övgüyle söz edilmekte, bu davranışının ilahi rahmetin bir eseri olduğu belirtilmekte, kaba ve katı kalpli olmanın zararlı etkilerine işaret edilmektedir.
Rebi'ül Evvel 1441
9
Kötülüğe iyilikle karşı koymak, kötülüğe sabretmekten daha üstün bir davranış biçimidir. Cahilce davranışlara kızanlar, kendilerine saldıranlara aynı şekilde karşı koyanlar, görüşlerini benimsetmek ve kazanmak istedikleri kimseleri büsbütün kaybederler.
Yumuşak huyluluk kişilerin birbirleriyle yardımlaşmalarını, birlikte hareket etme güçlerinin artmasını ve gerçek anlamda bir cemaat olmalarını sağlar. Kaba ve katı kalpli bir kimse -başka bazı erdemlere sahip olsa damuhataplarında nefret uyandırır. İnsanlar böyle bir kimseyi dinlemek istemezler veya onun arkadaşlığına katlanamazlar. İslâm gibi evrensel bir mesajla âlemlere rahmet olarak gönderilen ve yüce bir ahlâk üzere bulunduğu “Sen elbette yüce bir Ahlâk üzeresin.” (Kalem, 4) ayetiyle
10
Kasım 2019
bildirilen Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in böyle kötü vasıfları taşıması asla düşünülemez. Şüphesiz bu ayet Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in büyüklüğünü, yüksek ahlâkını ve yüreğinin katı olmadığını, aksine şefkat ve merhametle dolu olduğunu gösterir. O, Allah azze ve celle’nin kendisine lütfettiği bu özellikleri sayesinde arkadaşlarına, özellikle Uhud Savaşı’nda emrine muhalefet ederek İslâm ordusunun zarara uğramasına sebep olanlara ve Müslümanları imha edilme tehlikesiyle karşı karşıya getirmiş bulunanlara merhametle muamele etmiştir. Eğer onlara karşı katı davransaydı ve onları sert bir şekilde cezalandırsaydı, çevresindekiler dağılıp giderlerdi. İslâm’ın eğitim metotlarından biri de affetmektir. Yerine göre af, cezadan daha etkili olur. Bu sebeple Allahu Teâlâ 152. ayette müminlerin Uhud Savaşı’ndaki hatalarını affettiğini ilan etmiş, burada da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e onları affetmesini, bağışlanmaları için dua etmesini emretmiştir. “Siz Allah’ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir. Allah size sevdiğiniz (galibiyeti) gösterdikten sonra zaafa düştünüz. (Peygamber’in verdiği) emir hakkında tartışmaya kalkıştınız ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz ahireti isti-
yordu. Sonra Allah sizi, denemek için onlardan geri çevirdi ve sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır.” (Âl-i İmran, 152) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabeye karşı yumuşak ve merhametli davranması sahabe üzerinde büyük bir etki göstermiştir. Nitekim Uhud Savaşı’ndaki hataları affedilen sahabiler bir daha böyle bir hata yapmamaya gayret göstermiş ve girdikleri bütün savaşlarda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve kumandanlarının emirlerine titizlikle uyarak zaferler kazanmışlardır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Müslümanlara karşı bu şekilde merhametli davranması neticesinde birçok kimsenin Müslüman olduğu da rivayet edilmiştir. (7) Bu konuda bir başka ayet de Âl-i İmran suresi 155. ayettir:“İki toplumun karşılaştığı gün içinizden yüz çevirip gidenler var ya, şeytan onların kazandıkları bazı şeylerden dolayı ayaklarını kaydırmak istedi. Ama yine de Allah onları affetti. Kuşkusuz Allah çok bağışlayandır, halîm (çok yumuşak)dir.” Bu ayette savaş meydanında cihadı bırakıp gidenlere karşı Allah azze ve celle’nin affedici olduğu belirtilmiştir. Buna göre Allah azze ve celle, onla-
rın günahlarını cezalandırmaktan vazgeçmiştir. Çünkü Allahu Teâlâ müminlere gazabıyla değil, hilmiyle muamele eder. Cezada acele etmeyip, tevbe edebilecekleri kadar kendilerine zaman verir. Daima kullarına karşı merhametli, şefkatli ve sabırlıdır. “Eğer Allah’ın yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiç bir canlı yaratık bırakmazdı.” (Fâtır, 45) İbn Hazm, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in insanları eğitirken onları ümitlendiren, sevindiren ve rahatlatan sözler söylemeye önem verdiğini, bu sayede nasihatlerinde başarılı olduğunu, kolaylaştırıcı olmayı ve zorluk göstermekten sakınmayı emrettiğini belirtir. (8) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de hadislerinde yumuşak huylu olmayı tavsiye etmiş, bu özelliğe sahip olanları övmüştür. İbni Mes’ud radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Cehenneme kimin girmeyeceğini veya cehennemin kimi yakmayacağını size haber vereyim mi? Cana yakın olan, herkesle iyi geçinen, yumuşak başlı olup insanlara kolaylık gösteren kimseleri cehennem yakmaz.” (9)
7. İbn Âşûr, IV, 145. 8. El-Ahlâk ve’s-siyer fî Müdâvâti’n-nüfûs, s. 62. 9. Tirmizî, Kıyâmet 45
Rebi'ül Evvel 1441
11
“Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huyluluk ve ihtiyatkârlık” buyurdu. (12) İbn Hazm, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in insanları eğitirken onları ümitlendiren, sevindiren ve rahatlatan sözler söylemeye önem verdiğini, bu sayede nasihatlerinde başarılı olduğunu, kolaylaştırıcı olmayı ve zorluk göstermekten sakınmayı emrettiğini belirtir.
“Rıfktan mahrum kalan kimse hayırdan da mahrum kalır.” (10) “Bir iş rıfk ile yapılırsa rıfk mutlaka o işi güzelleştirir.” (11) Yumuşak huyluluk Allahu Teâlâ’nın en sevdiği ve kullarında görmeyi en çok istediği özelliklerdendir. Nitekim İbni Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Abdülkaysoğullarından Eşec’e:
Abdülkaysoğulları kabilesi, Bahreyn dolaylarında yaşayan bir Arap kabilesiydi. Bu kabileden Münkız bin Hibbân ticaret maksadıyla Medine’ye gelmişti. Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’i tanıyınca Müslüman oldu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de ona bir mektup vererek bunu kabilesine götürmesini istedi. Fakat Münkız, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mektubunu kabile halkına vermeye cesaret edemedi. Ama evinde kimseye fark ettirmeden namazlarını kılmaya başladı. Hanımı onun bu halini babası Eşec’e haber verdi. Eşec damadı ile görüşerek Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderdiği mektubu okudu. Gönlüne İslâm sevgisi düştü ve hemen Müslüman oldu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mektubunu kabilesine okuyunca onlar da Müslüman olmayı arzu ettiler. Bir heyet hazırlayarak Medine’ye göndermeye karar verdiler. Asıl adı Münzir bin Âiz veya Abdullah bin Avf olan Eşec’in yüzünde bir kılıç veya bıçak yarası izi vardı. Yüzünde bıçak yarası olan kimselere Araplar Eşec derlerdi. Ona da bu sebeple Eşec lakabını
10. Müsned, IV, 362, 366; Müslim, “Birr”, 74-76; İbn Mâce, “Edeb”, 9 11. Müsned, VI, 58, 112; Müslim, “Birr”, 78; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 1 12. Müslim, Îmân 25, 26. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 149; Tirmizî, Birr 66; İbn; Mâce, Zühd 18
12
Kasım 2019
vermişlerdi. Mekke fethinden bir müddet önce yola çıkan bu heyet Medine’ye varınca, bir an önce Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i görmek, eline ayağına yüz sürmek için Mescid-i Nebevi’ye koştular. Fakat Eşec onlar gibi davranmadı. Devesini bağlayıp en güzel elbisesini çıkardı. Yıkanıp temizlendikten sonra onu giydi ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna öyle geldi. Onun bu hâli Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hoşuna gitti. Eşec’in takdire şayan ikinci bir hali daha görüldü. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Abdülkaysoğullarına:
- “Kendiniz ve kavminiz adına bana biat ediyor musunuz?” diye sorunca herkes: - "Evet, ediyoruz" dediler. O zaman Eşec söz alarak kendi adlarına biat edeceklerini fakat kavimleri adına bu sözü veremeyeceklerini söyledi. Geri dönüp giderken kendileriyle birlikte kavimlerini dine davet edecek bir mürşid gönderilmesini teklif etti. Bu mürşidin davetine uyanların artık kendilerinden olacağını, İslâmiyet’i kabul etmeyenlerle de savaşacaklarını belirtti. Onun bu sözlerini Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem pek beğendi ve kendisine:
- “Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huyluluk ve ihtiyatkârlık” buyurdu. O zaman Eşec:
- Bu özellikler bende eskiden beri mi vardı, yoksa yeni mi ortaya çıktı? diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: - “Eskiden beri vardı” buyurunca, Eşec: - Beni sevdiği iki özellikle yaratan yüce Allah’a hamd ederim, dedi. Rıfk ve hilm ile muamele etmenin gereğini ifade eden bir diğer hadisi şerif de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in zevcesi Aişe radıyallahu anha şöyle demiştir: - Yahudilerden beş-on kişilik bir erkek topluluğu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına vardılar da: - Essâmu Aleyküm = Ölüm üzerinize olsun, dediler. Aişe radıyallahu anha demiştir ki: - Ben bunu anladım ve “ölüm sizin üzerinize olsun, Allah’ın laneti de” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: - Yavaş ol, ey Aişe! Allah bütün işlerde yumuşaklığı sever! Ben dedim ki: — Ey Allah’ın Rasûlü! Onların dediğini işitmedin mi? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi; (Ben onlara) ve Aleyküm = Sizin üzerinize olsun, demiştim.” (13) Fazilet sahiplerinin, düşük seviyeli kimselerin sözlerini anlamazlıktan gelmeleri en güzel bir harekettir. Yahudilerin «Selâm» kelimesinden “L” harfini kaldırarak essamü aley-
13. Buhâri, Kitabü’1-Edeb, 35. Bab; Müslim, Kitabü’s-Selâm, Hadîs No; 10, 11.
Rebi'ül Evvel 1441
13
küm demelerinin manasını Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem anlayarak, işin farkında olmamış gibi “Ve Aleyküm = Sizin üzerinize olsun.” buyurmuştur. İşi açıklamamış ve daha sert ve ağır mukabelede bulunmamıştı. Öyle ki Aişe radıyallahu anha’nın mukabelesine rıza göstermemişti. Her işte yumuşak hareketin hayırlı olacağını ve Allah azze ve celle’nin
rızasına uygun düşece-
“Nerede kolaylık varsa, orada güzellik vardır. Kolaylığın bulunmadığı her şey çirkindir.” (15) Zikredilen bu hadisi şeriflerde rıfkın değeri belirtilmektedir. Rıfk, söylenen sözde, yapılan işte, gösterilen davranış ve tutumda hep insanlara kolay geleni tercih etmek, onlara karşı nazik ve yumuşak olmak demektir.
ğini ifade etmişti.
Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle dedi:
Selâm, kederlerden kurtulmak, selâ-
Bedevinin biri küçük abdestini onu azarlamaya rine Peygamber şöyle buyurdu:
met ve saadete ermek manalarını taşır. Sâm ise aksine olarak helak olmak, felâkete düşmek ve ölmek manalarını ihtiva eder. Telâffuzları birbirine yakın olduğundan maksadı ve ifadeyi anlamamış gibi hareket etmek en isabetli bir yoldur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
böyle hareket etmekle
bize izleyeceğimiz yolu göstermiş bulunmaktadır. Yine Aişe radıyallahu anha’dan rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ kullarına lütufkârdır. Onlara kolaylık gösterilmesine memnun olur. Zorluk çıkaranlara ve başkalarına vermediği başarıyı ve sevabı, kolaylık gösterenlere verir.” (14) Aişe radıyallahu anha’dan rivayet edilen diğer bir başka hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
Mescid-i Nebevi’de bozmuştu. Sahabiler kalkıştı. Bunun üzesallallahu aleyhi ve sellem
“Adamı kendi haline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova (veya büyük bir kova) su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” (16) Hadisi şerifin muhtelif rivayetleri dikkate alınınca olayın şöyle geliştiği anlaşılıyor: Adı tam olarak bilinmeyen, yeni Müslüman olduğu için de İslâm edebi konularında bilgisi bulunmayan bir bedevi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i ziyarete gelmişti. Mescid-i Nebevi’nin bir köşesinde namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp dua etmeye başladı: -Ya Rabbi! Bana ve Muhammed’e merhamet et. İkimizden başka kimseye merhamet etme, dedi. Orada otur-
14. Müslim, Birr 77. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 10; İbni Mâce, Edeb 9 15. Müslim, Birr 78. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 10 16. Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80. Ayrıca bk. Müslim, Tahâret, 98-100; Ebû Dâvûd, Tahâret 136; Tirmizî, Tahâret 112; İbni Mâce, Tahâret 78
14
Kasım 2019
makta olan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bedevinin bu garip duasına güldü. Sonra ona dönerek: “Allah’ın geniş rahmetini amma da daralttın, yahu!” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında biraz oturan bedevi, küçük abdesti gelince Mescid’in bir köşesine giderek abdest bozmaya başladı. Bedevinin bu hiç beklenmedik davranışı karşısında sahabiler telaşa kapıldılar. Kimi oturduğu yerden “Yapma, etme!” diye bağırarak, kimi öfkeye kapılıp bedevinin üzerine yürüyerek ona engel olmaya çalıştılar. Duruma hemen müdahale eden Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Bırakın, adam işini bitirsin” buyurduktan sonra, bedevinin küçük abdestini yaptığı yere büyük bir kovayla su dökmelerini söyledi. Sonra da ashabı kiramı “Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil” diyerek yatıştırdı. Daha sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bedeviyi yanına çağırdı. Ona mescide abdest bozmanın, orayı kirletmenin doğru olmayacağını, bu mübarek yerlerin Allah azze ve celle’yi zikretmek, namaz kılmak ve Kur’an okumak için yapıldığını hatırlattı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in dini bilmeyen kimselere gösterdiği bu müsamaha, onun daha çok sevilmesini, öğrettiği esasların daha çok
benimsenmesini sağladı. Bu sert ve kaba insanlar daha sonraları gözünü budaktan sakınmayan birer İslâm fedaisi oldular. Yine Aişe radıyallahu anha’nın rivayet etmiş olduğu bir hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur. “İyiliksever olanların hatalarını bağışlayınız.” (17) Bu hadiste hataların tatlılıkla bağışlanması ve şiddet gösterilmemesi ifade edilmiştir. İyiliksever kişiler hata ve günahlarından utanç duyarlar ve pişmanlık çekerler. Bunun için onları mahcup duruma düşürmeden ve kendilerine eziyet vermeden hatalarını örtmek, onlara büyük bir iyilik olur. Fakat daima kötülük yolunda bulunanlar bağışlanır ve cezalandırılmazlarsa daha fazla kötülük etmeye imkân kazanırlar. Böylece zarar verme bakımından onlara yardım edilmiş olur. Allahu Teâlâ kullarının sadece birbirlerine değil, yarattığı bütün varlıklara iyi davranmalarını, herkese ve her şeye iyilik etmelerini emretmektedir. Yumuşak huyluluğu sadece insanlara has kılmakla kalmayıp diğer canlılara da aynı şekilde rıfk ile davranmanın ehemmiyetini bildiren bir başka hadise göre, Aişe radıyallahu anha şöyle demiştir: - Bir deve üzerinde idim ki, onda serkeşlik vardı; (bundan dolayı onu dövüyordum). Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem (bana) şöyle buyurdu:
17. Ebu Davud, Kitabü’l-Hudûd, 5. Bab; Feyzü’l-Kadîr: Cild: 2, Sayfa: 74, Hadîs No, 1363.
Rebi'ül Evvel 1441
15
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem koyun kesen bir adam görmüştü. Adam koyunu yere yatırdıktan sonra bıçağını bilemeye çalışıyordu. Adamın bu
Yumuşaklıkla hareket et zira yumuşaklık, bulunduğu her şeyi güzelleştirir. Bir şeyden de çıkarılınca muhakkak onu çirkinleştirir.
katı ve duygusuz davranışına kızan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayvanı iki defa mı öldürmek istiyorsun? Onu yere yatırmadan bıçağını bilesen olmaz mıydı?” diye çıkıştı. (20) Hayvanlara dahi sert davranmamayı ve onları dövmemeyi, onlara işkence etmemeyi ihtar eden bu hadis-i şeriflerde hayvanlar sert huylu ve serkeş
- “Yumuşaklıkla hareket et zira yumuşak-
dahi olsa, onlara acımanın ve şiddet
lık, bulunduğu her şeyi güzelleştirir. Bir
kullanmamanın öneminden ve her
şeyden de çıkarılınca muhakkak onu çir-
işte yumuşaklığı ve orta yolu seçme-
kinleştirir.”
nin güzel sonuca ulaştıracağından
(18)
Ebû Ya’lâ Şeddâd İbni Evs radıyallahu
bahsedilir. Aksine hareket etmek ise
anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlul-
çirkin ve noksan sonuca ulaştırır.
lah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
İyi huylu bir insan olabilmek için bir
“Allahu Teâlâ her varlığa iyi davranılma-
yandan Peygamber sallallahu aleyhi ve sel-
sını emretmiştir. Öyleyse canlı bir varlığı öldürmeniz gerektiğinde, bu işi can yakmayacak şekilde yapın. Bir hayvanı boğaz-
lem’in
duasıyla “Allah’ım! Beni güzel
yarattığın gibi huyumu da güzelleştir” diye niyaz etmeli, diğer yandan
layacağınız zaman, ona eziyet vermeyecek
da iyi huylu, yumuşak başlı ve insan-
güzel bir şekilde kesin. Bu işi yapacak olan
lara karşı anlayışlı olmaya gayret
kimse bıçağını iyice bilesin, hayvana acı
etmeliyiz. Dünya ve ahiret saadetinin
çektirmesin.” (19)
anahtarının
İnsan yaptığı her işi yumuşak bir tarzda yapmalıdır. Hayvanları boğazlarken veya
haşereleri
canlarını
öldürürken
yakmamaya
bile
çalışmalıdır.
yumuşak
huyluluktan
geçtiğini unutmayalım. Rabbim hepimizi hilm ve rıfk sahibi kullarından eylesin. Selâm ve Dua ile
18. Müslim, Kitabü’l-Birr, Hadîs No: 79. 19. Müslim, Sayd 57. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edâhî 11; Tirmizî, Diyât 14; Nesâî, Dahâyâ 22, 26, 27; İbni Mâce, Zebâih 3. 20. Hâkim, el-Müstedrek, IV, 231, 233.
16
Kasım 2019
KAPAK DOSYA Ahmet İnal
KANAAT ETMENIN İSLÂM’DAKI MAHIYETI
G
ünümüz dünyasında ölümcül hastalıkların sayısı ve etki
zevklerden el etek çekmeye
alanı çok hızlı bir şekilde art-
yip buna göre bir yaşam sür-
maktadır. Her yeni gün ken-
meye özen göstermeleri tak-
dini biraz daha geliştiren tıp
dire şayandır elbet. Ancak ne
dünyasının tüm çabalarına
yazık ki maddi hastalıklardan
rağmen(!) maalesef herkesin
uzak olmak için bunca çaba
etrafında kanser, verem, AIDS
içerisine girenlerin manevi
gibi hastalıklara yenik düşüp
hastalıklara karşı kör sağır
vefat
bin-
kesilmeleri üzücüdür. Bugün
lerce kimse bulunmaktadır.
üzülmek için illa ki bir insa-
Bilançonun bu denli korkunç
nın kalp krizi geçirmesine ya
olması doğal olarak herkesi
da kansere yakalanmasına mı
daha tedbirli bir yaşam sür-
ihtiyaç vardır? Bir kimsenin
meye sevk etmekte ve yer yer
herhangi bir ahlâki meziyetini
eden
yüzlerce,
mecbur etmektedir. İnsanların beden sağlıklarını önemse-
Kanaat sadece fakirlere mahsus bir haslet değildir. Bu hususta zenginler çoğu zaman fakirlerden daha muhtaç duruma düşmektedir. Çünkü mal arttıkça beraberinde mal sevgisi, hırs ve tamah da artmaktadır.
Rebi'ül Evvel 1441
17
kaybetmesi ya da toplumların günbegün erdemsiz bir hale dönüşmesi üzülmek ve gerekli tedbirler almak için yeterli değil midir? Tüm çabamız sadece maddi hastalıklarla mücadeleye yönelik mi olacak? Kalbi tıkır tıkır işleyen ruhsuz insanların varlığı bizi hiç mi rahatsız etmiyor? Bu sorulara cevap veremeyişimiz acı tabloyu ortaya koymaktadır aslında. İtiraf etmeliyiz ki Müslüman bireyler ve toplumlar olarak bu konuda başarılı olamadık. Bizleri tehdit eden manevi mikroplara karşı gereken mücadeleyi veremedik. Ardımızdan gelen nesilleri bu tehlikelerden uzak tutamadık. Bu durum belki hastalığı teşhis edememekten belki de gerekli müdahaleyi
yapamamaktan
ötü-
rüydü, bilemiyoruz. Ancak sebebi her ne olursa olsun sonuçta hastalık tüm vücudu sardı, bünyelerimiz yorgun düştü, değerlerimizi kaybettik ve mutsuz olduk. 1. İsti’cal: Bir şeyin erken olmasını isteme, acele etme 2. Muâteb: Azarlanan
18
Kasım 2019
Günümüzde insanlığı tehdit eden ve bireyleri mutsuz hale getiren manevi hastalıklardan birisi belki de en yaygın olanı “hırslı olmak” tır. Modern dönemin yaldızlı kelimelerinden olan hırs, pembe ambalajlar içinde başarı ve mutluluğun yegâne yolu olarak sunulmak istense de durum aslında çok farklıdır. Tecrübeler göstermiştir ki; bir şeye karşı hırslı olmak çoğu zaman başarısızlık getirmiştir. Büyüklerimiz bu durumu ortaya koymak için, “Kim bir şeyi vaktinden evvel isti’câl (1) eyler ise mahrumiyetle muâteb (2) olunur.” demişlerdir. Yani kişinin herhangi bir nimeti elde etmedeki aceleciliği onu hedefe yaklaştırmaktan çok uzaklaştırır ve sonuçta o nimete ulaşamamakla cezalandırılmasına sebep olur. Hırsın insanları ne gibi kötülüklere düçar ettiğini çok uzakta aramamak lazım esasında. Çünkü kanaatsizliği, hep daha fazlasını istemeyi ifade eden bu kelime aslında kendisini ele vermektedir. Arapça kökenli olan “hırs” kelimesi, deve ile çöl dikenleri arasındaki bağın hazin bir son ile neticelenmesinden hareketle bu ismi almıştır. “Develerin çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe
kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa deve kan kaybından ölür. Bunun adı ‘harese’ dir. Hırs kelimesi de buradan türemektedir.” İnsanoğlunun
(3)
dünya
malı
başta
olmak üzere her türlü nimete karşı hırslı olması yeni bir durum değildir. Hırslı olmak, elde olan nimetlerle iktifa etmemek insanlık kadar eskidir. İnsanlığın atası olan Âdem radıyallahu anh
her türlü nimetin bulunduğu cen-
nette bile şeytanın tuzaklarına karşı bu konuda kendisini ve eşini koruyamamıştır. İnsanın bu özelliğini bilen şeytan durumu lehine çevirerek onları kandırmış ve cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştur. Bu olayda kandıran, hile ve desise kuran şeytan olsa da neticede insanoğlu cennet
Hırslı olmanın Ademoğlunun özünde bulunan bir özellik oluşuna Rasûlullah da sallallahu aleyhi ve sellem değinmiştir. “Ademoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, kendisinin diğer bir vadisi daha olmasını ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah azze ve celle (ihtirastan) tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.”
gibi bir yerde bile kendisine verilen nimetlerle yetinmemiş ve ebediliği, daha çok yaşamayı, hep yaşamayı tercih ederek bir anlık gaflet ile Allah’a azze ve celle
karşı asi olmuştur. Âdem
“Ademoğlunun bir vadi dolusu altını
yaşadığı bu tecrübe gös-
olsa, kendisinin diğer bir vadisi daha
terir ki insanoğluna bu özellikten bir
olmasını ister. Onun ağzını topraktan
cüz verilmesi imtihanın bir gereğidir.
başka bir şey doldurmaz. Allah azze ve celle
Allah azze ve celle yarattığı kullarına hem
(ihtirastan) tevbe eden kimsenin tevbe-
bu özelliği vermiş hem de yolunu yor-
sini kabul eder.” (4)
aleyhisselâm’in
damını öğreterek onu dizginlemelerini istemiştir.
İnsanı
felakete
sürükleyen
hırsın
önündeki tek engel “kanaat duygusu”
Hırslı olmanın Ademoğlunun özünde
dur. Kişi bu özelliğiyle ancak “kanaat”
bulunan bir özellik oluşuna Rasûlullah
sayesinde mücadele edebilir. Bu müca-
da sallallahu aleyhi ve sellem değinmiştir.
delede akıl nimeti bile çoğu zaman tek
3. bkz: Zülfü Livaneli, Huzursuzluk, Doğan Kitap Yay., İstanbul, 2017. 4. Müslim, Zekât, 117.
Rebi'ül Evvel 1441
19
başına yeterli değildir. Çünkü hırslı olan her insan zaten bu duygunun hem maddi hem de manevi felaket için yeterli olduğunu bilir ancak yine de içinden gelen arzulara yenik düşer ve hırsının kurbanı olur. Kanaat, kişinin Allah’ın azze ve celle kendisine dünya nimeti olarak verdiği paya rıza göstermesi, kısmetine razı olması, başkalarının elindekine göze dikmeyip tok gözlü olmasıdır.
(5)
Kanaat sahibi bir kimse elinden gelen tüm gayreti gösterdikten sonra neticeyi Allah’a azze ve celle bırakır ve kendisi için ne takdir edildiyse ona razı olur. Emeğinin karşılığını Allah’ın azze ve celle
bir ikramı olarak kat kat fazla-
sıyla aldıysa şükreder bu onun için hayır olur. İmtihanın gereği olarak bir karşılık bulamıyorsa da sabreder, isyan etmez, neticede bu durum da kendisi için hayır olur. Kanaatkâr kimseler, kendilerinden daha zengin olanlarla anlamsız bir yarışın içine girmez, ihtiyaçlarını bu yarışa göre belirlemezler. Onlar, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in, “Sizden biriniz mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle davranmak, Allah’ın azze ve celle üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için daha uygundur.»
(6)
ğince hareket ederler.
buyruğu gere-
Kanaat sahibi kimseler dünya malına karşı itidalli olan kimselerdir. Onlar, geçimlerini temin ederken aç kurtların yemek çanağına saldırdıkları gibi saldırmazlar. Bilirler ki; her şeyi katında belirleyen Allah azze ve celle onların rızıklarını da belirlemiş ve bu konuda çalışıp çabalayan kimselere kefil olmuştur. Kanaatkâr kimseler, ihtiyaç halinde olsalar bile insanlardan bir şey istemez, istemekten de çekinirler. Çalışıp çabalayıp alın teriyle az da olsa kazanmak varken insanlara el açıp boyun bükmeyi bir çıkar yolu olarak kabul etmezler. Onlar Rasûlullah’ın şu buyruğuna gönülden kulak verenlerdir: “Dilenmekten sakınmak isteyenleri Allah azze ve celle iffetli kılar. Halka karşı tok gözlü davranmak isteyenleri de Allah azze ve celle insanlara muhtaç olmaktan kurtarır.” (7) Kanaatkâr olmanın bir diğer alameti ise kazanılan metanın biriktirilip yığılmamasıdır. Kanaatkâr kimseler dünya malına haddinden fazla tamah etmedikleri için kazandıkları fazla malları Allah azze ve celle yolunda gönül hoşluğu ile infak etmekten geri durmazlar. Hayır yolunda yapılan bir harcama onları rahatsız etmez. Böylesi kimseler almaktan değil vermekten zevk alırlar. Ancak hak ettikleri bir şeyi almaktan da çekinmezler. Çünkü kanaatkâr
5. Mustafa Çağrıcı, ‘Kanaat’, DİA., C. 24, TDV. Yay., İstanbul 2001, s. 289. 6. Buhari, “Rikak”,30; Müslim, “Zühd”,8. 7. Buhari, Zekât, 18.
20
Kasım 2019
olmak insanın hakkı olan bir şeyi almasına engel değildir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu husustaki ölçüyü en güzel şekilde ortaya koymuştur. Hz. Ömer radıyallahu anh şöyle anlatır: Rasûlullah arada sırada bana gazilik bahşişi verirdi. Ben de kendisine: “Bunu benden daha fakir birine verseniz” derdim. Allah Rasûlü de cevaben: “Sen bunu al. Göz dikmediğin ve istekli de olmadığın halde sana gelen böylesi malı al. Kendine mal et, istersen onunla tasaddukta bulun. Fakat böyle olmayan bir malın da peşine düşme!” tavsiyesinde bulunurdu. (8) Kanaatkâr olmak, insanın hakkı olan bir şeyi almasına engel olmadığı gibi çalışıp dünya metaı kazanmasına da engel değildir. Müslüman her daim çalışmalı, rızkının peşinde koşmalı ve ümmet içinde maddi-manevi yük olan değil yük çeken bir kimse haline gelmelidir. Dinimiz İslâm, insanın “kanaat şuuru” altında yan gelip yatmasını, gösterilecek gayretten geri durmasını kesinlikle yasaklamıştır. Burada dikkat edilecek nokta, kanaatin neticeye karşı gösterilmesi gerektiğidir, emeğe karşı değil. İnsan kendi çalışmasına ve emeğine kanaat edemez ve etmemelidir. İster maddi sahada ister manevi sahada olsun, insandan beklenen, devamlı bir tekâmül gayreti içinde olmaktır. Bu ise, mevcut durumuyla yetinmemeyi gerektirir.
Kanaatkâr kimseler, ihtiyaç halinde olsalar bile insanlardan bir şey istemez, istemekten de çekinirler. Çalışıp çabalayıp alın teriyle az da olsa kazanmak varken insanlara el açıp boyun bükmeyi bir çıkar yolu olarak kabul etmezler.
Her türlü çalışmasında insanın gözü daima daha ileride olmalıdır. Allah azze ve celle’nin çizdiği sınırlar içinde her gün bir evvelkinden daha ileriye gitmek için gayret göstermelidir. Eğer bu azim ve gayreti kaybolur ve insan bulunduğu durumu kendisi için kâfi görürse artık o durumda da kalamaz, geriye doğru gidiş başlar. Fakat azmi canlı tutacak olan da yine kanaattir. Kendisi her türlü çareye başvurduktan sonra eline geçen neticeye şükür ve kanaatle mukabele eden bir kimse, “Bana bugün bu kadarını veren rahmet sahibi Rabbim, yarın daha fazlasını verir.” düşüncesiyle daha ileriye gitme azmini devamlı
8. Buhari, Zekât, 51.
Rebi'ül Evvel 1441
21
sadını unutur hem de yanlış yollara sapar ve kendisini mahveder. Cenab-ı Hak; “İnsanları ve cinleri, yalnızca bana kulluk etmeleri için yarattım. Onlardan ne herhangi bir rızık ne de beni doyurmalarını istiyorum!.. Şüphesiz Allah azze ve celle, bol bol rızık veren ve çok kuvvetli olandır.” (Zariyat, 56-58) buyurmak suretiyle bu davranışın yanlışlığını belirtmektedir. (10) olarak canlı tutar. Kanaat, ahlâki bir erdem olmanın yanı sıra insanın hem kişiliğini ve haysiyetini koruması hem de mutlu ve huzurlu hayat yaşamasının bir gereği olarak görülmüştür.”
(9)
Toplumumuzda kanaat kavramının yanlış değerlendirildiği başka bir nokta daha vardır. Birçok kimseye göre kanaatkâr olmak zenginlerden daha çok fakirler için geçerli bir özelliktir. Kanaat sadece fakirlere mahsus bir haslet değildir. Bu hususta zenginler çoğu zaman fakirlerden daha muhtaç duruma düşmektedir. Çünkü mal arttıkça beraberinde mal sevgisi, hırs ve tamah da artmaktadır. İnsan, bütün yakınlarına yetecek kadar mal kazansa bile, bununla yetinmeyerek daha fazla kazanmaya ve mal yığmaya çabalar. Bu hırs, malik olduğu zenginliği gözüne az gösterir ve böylece malından hakkıyla istifade etmesine mâni olur. Testisini taşırdığını fark etmeden daha çok su alma hırsına kapılan kimse hem yaratılış mak-
Kanaat, fakir ya da zengin tüm kulların Allah azze ve celle’den en başta isteyeceği temenniler arasında olmalıdır. Çünkü, kanaat en büyük zenginliktir. Diğer yandan bu nimetten mahrum olmak da büyük bir noksanlıktır. Kişi hem dünyada hem de ahirette kendisini mutlu edecek, işini kolaylaştıracak, kalbini mutmain kılacak bu özellikten mahrum kalmamalıdır. Yazımızı, Allah azze ve celle’den kanaati talep eden bir gencin durumunu anlatan şu olay ile tamamlıyoruz: “Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'i ziyarete gelen Beni Tücib heyeti yurtlarına dönmek istediklerinde, Rasûlullah bunlara, diğerlerine verilen bahşişlerden daha fazla verdi ve: – Sizden, bahşiş verilmeyen kimse kaldı mı? diye sordu. – Evet, yaşça en küçüğümüz olan bir genci binitlerimize bakmak üzere bırakmıştık, dediler. Allah Rasûlü: – “Onu da gönderiniz” buyurdu. Onlar
9. İstikametimiz Ne Olmalı? http://www.adyed.com 10. M. Öztürk, Efendimizden Ahlâk Ölçüleri, Erkam Yay., İstanbul,2014.
22
Kasım 2019
binitlerinin yanına dönünce gence: – Rasûlullah’ın yanına git de hediyeni al! Biz bahşişimizi aldık ve kendisine veda ettik, dediler. Genç, Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem yanına gelince: – Ya Rasûlullah! Ben, Ebza oğullarından bir kimseyim. Biraz önce senin yanına gelen, dileklerini yerine getirdiğin cemaattenim. Benim talebimi de yerine getirir misiniz? Habib-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
– Biz Ebza oğullarıyız, dediler. Vefa sahibi olan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Geçen sene sizinle birlikte bana gelen genç ne yapıyor?” diye sordu. – Ya Rasûlallah! Yüce Allah’ın azze ve celle verdiği rızka ondan daha kanaatli-
sini görmemişizdir. İnsanlar dünyayı aralarında bölüşecek olsalar, o genç ona hiç iltifat etmez, dönüp bakmaz dediler. Bu sözleri sevinçle dinleyen
– “Senin arzun nedir?” diye sordu.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Allah
Genç:
azze ve celle’ye
– Ya Rasûlallah, benim dileğim arka-
hayır temennilerinde bulundu.
daşlarımınki
gibi
değildir.
Onlar
İslâm’ı özleyerek geldiler, zekâtlarını da sürüp getirdiler. Sen Allah azze ve celle’ye
beni mağfiretine mazhar kılması,
rahmetiyle muamele etmesi ve bir de
hamd etti ve o genç için
Bu genç, davranışlarıyla kavmi arasında bir fazilet timsali olmuştur. Dünyaya değer vermeyen ve Allah azze ve celle’nin
kendisine verdiği rızka
kalbime zenginlik vermesi için dua
çokça kanaat eden bir kul olarak
ediver, dedi. Bunun üzerine Sevgili
hayatını sürdürmüştür. Peygamber
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
sallallahu aleyhi ve sellem'in
- “Ey Allah’ım! Onu affet ve rahmetinle muamele eyle! Kalbine de zenginlik ver!”
vefatı üzerine
Yemen halkının İslâm’dan döndükleri sırada da onlara Allah azze ve celle’yi ve
diye dua ettikten sonra, ona da öte-
İslâm’ı hatırlatmaktan geri durma-
kiler gibi bahşişinin verilmesini emir
mış, onun vesilesiyle kavminden bir
buyurdu.
tek kişi bile İslâm’dan dönmemiştir.
Beni Tücîb heyeti yurtlarına döndüler. Bunlardan bir cemaat ertesi sene
Daha sonra Ebubekir radıyallahu anh bu genci araştırmış, halini sormuş ve o
hac mevsiminde Mina’da Peygamber
bölgedeki valisine bir mektup yaza-
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile
rak gence hayırla muamele etmesini
buluştu.
tavsiye etmiştir.” (11)
11. İbn-i Kayyım, III, 54-55; İbn-i Sa’d, I, 323
Rebi'ül Evvel 1441
23
KUR'AN'I KERIM'DEN MÜ'MINLERE NIDALAR M. Sadık Türkmen
SÖZ UÇAR YAZI KALIR KUL KULDAN RAZI KALIR Bismillahirrahmanirrahim Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, onun ailesine ve ashabına olsun. “Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın, Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adalet ile yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın(olsun). Çağrıldıkları vakit şahitler gelmezlik etmesin. Büyük veya küçük, vadesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadet için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Ancak aranızda yapıp bitirdiğiniz peşin bir ticaret olursa, bu durum farklıdır. Bu durumda onu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. (Genellikle) alışveriş yaptığınızda şahit tutun. Ne yazan ne de şahit zarara uğratılsın. Eğer bunun yaparsanız (zarar verirseniz) şüphe yok ki bu, sizin yoldan çıkmanız demektir. Allah’tan korkun. Allah size gerekli olanı öğretiyor. Allah her şeyi bilmektedir.” (Bakara, 282)
24
Kasım 2019
Allahu Teâlâ insanın benliğine mal
Kur’an’da mal ile ilgili ayetler ve
sevgisini yerleştirmiştir. Dünya haya-
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den
tına gelen her insan mutlaka mal ile
zekât ve miras ile ilgili gelen hüküm-
imtihana tabi tutulacaktır. Ancak
ler incelendiğinde dikkatleri çeken en
bu sevgi kuldan kula değişiklik arz
önemli nokta bu alanlardaki nassların
etmektedir.
Kimi
insanlar
dünya
malında hayatın ihtiyaçlarını gidermek ve muhtaç olanların sıkıntılarını izale etmeyi talep ederken kimi de yaşam gayesini sadece mal biriktirmek üzere kurar.
en teferruatlı konuları dahi ele almış olmasıdır. Oysa Kur’an’daki çoğu hüküm sadece ana başlıklara dokunup meselelerin teferruatında bizleri sünneti seniyye veya âlimlerin içtihatlarına yönlendirmektedir. Bunun en önemli sebepleri arasında insanların
Hayatın devamı için zaruri olan mal
mala karşı olan hassas durumları ve
sahibi olma arzusu, insanlar ara-
ihtilafı giderme iradesi yatmaktadır.
sında çoğu zaman ihtilaflara, kavgalara ve katle sebep olan durumlara yol açar. Çoğu savaşların temel sebebi de yine dünya malına sahip olmakta yatmaktadır.
Borç alıp-verme konusunun insanlar arasında bazı anlaşmazlıklara sebep olabileceğini bilen yüce Allah azze ve celle
bunun hukukunu Kur’an’ı
Kerim’de en uzun ayette, en ince tefer-
İnsanın malının güvenceye alınması
ruatıyla bizlere beyan etmiştir.
İslam’ın beş temel emniyet sınırları
Bu ayeti kerimeyi okuyan bir insan
içerisinde yer almaktadır. İslam mal
toplum içinde borçlardan dolayı yaşa-
ile ilgili hükümleri koyarken en önce
nan mağduriyetleri bilmezse niçin bu
malın mahiyetini açıklamıştır: “Mal
kadar detaya girildiğini bilemeyebilir.
ve evlatlar dünya hayatının süsüdür.
Ancak vakıalar insanların basite aldık-
Baki kalacak iyi işler ise Rabbinin
ları, sıradan gördükleri bir meselenin
katında mükâfat bakımından daha
toplumlarda oluşturduğu güven eroz-
hayırlıdır, umut bakımından da
yonunu gözler önüne sermektedir.
daha hayırlıdır.” (Kehf, 46) Yüce Rab-
Günümüzde güven zedelenmesinin
bimiz malın dünya hayatında ihtiyaca göre ele alınmasını, gözleri ahiretteki
daha büyük bir haram olan faize, soyguna ve gaspa yönelttiği müşahede
baki mülke dikmemizi emretmiştir.
edilen bir gerçektir.
Zira dünya malının Allah azze ve celle
Şimdi ayet-i kerimede işaret edilen
katında bir sinek kanadı kadar dahi
konulara belli başlıklar altında deği-
değeri yoktur.
neceğiz,
Rebi'ül Evvel 1441
25
a) Akitlerin yazılması: “Söz gider, yazı kalır” atasözü bizim kültürümüzde akitlerin sağlama bağlanmasının ne kadar önemli olduğuna dair bir delildir. İnsanların muamelelerinin daha sağlama bağlanması, aralarındaki ihtilaf meselelerinin izalesi için akitlerin belgelenmesi zaruridir. Burada konunun önemine binaen nakledilen bir hadisi şerifi aktarmakta fayda görüyoruz. İbni Abbas radıyallahu anhuma şöyle dedi: “Borç ayeti nazil olunca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İlk inkâr eden Âdem aleyhisselam oldu. Zira Allah azze ve celle Âdem aleyhisselam’ı yaratınca sırtını sıvazladı ve sırtından kıyamet gününe kadar ondan türeyecek neslini çıkardı. Nesillerini Âdem aleyhisselam’a teker teker sunuyordu. Onlardan yüzü parlayan birini görünce “Ey Rabbim, bu kimdir?” dedi. Allah azze ve celle: “O senin oğlun Davud’tur” - Rabbim, onun ömrü ne kadardır? - Altmış yıl. - Rabbim onun ömrünü uzat. - Hayır, olsa olsa senin ömründen ekleyebilirim, buyurdu. Âdem aleyhisselam’ın ömrü ise bin yıldı ve Allah azze ve celle onun ömrünü kırk yıl kısalttı. Sonra ona, buna dair bir yazı yazdı ve melekleri de buna şahit tuttu. Âdem aleyhisselam öleceği vakit ölüm melekleri 1. Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/251
26
Kasım 2019
yanına gelince Âdem aleyhisselam “Kırk yıl ömrüm daha var” dedi. Ona “Sen ömrüm oğlun Davud’a hibe etmişsin” denildi. Âdem aleyhisselam “Hayır öyle bir şey yapmadım” dedi. Bunun üzerine Allah azze ve celle ona bu kâğıdı gösterdi ve meleklerle şahitlik yaptırdı. (1) Bu örnekte görüldüğü üzere kaleme alınan akit ihtilafı çözmüştür. Âdem aleyhisselam üzerinden cereyan eden bu hadise, bizlerin ne kadar dikkatli davranması gerektiği konusunda bir uyarı mahiyetindedir. b) Anlaşmalarda şahit tutulması: Sözlü anlaşma ve yazılı kayıt alma ile beraber borcun sabit olmasının önündeki son engel olan şahitlik konusu ele alınarak meselelere son nokta konulmuş oluyor. Bu Yüce Allah azze ve celle’nin önemli bir tavsiyesi olduğu için şahitlerin durumu en ince detayına kadar açıklanmıştır. Taraf tutma ihtimalini ortadan kaldırmak için en az iki erkek şahit talep ediliyor. Böyle bir imkân yoksa kadınlardan iki erkeklerden bir şahit isteniyor. Olabilir ki kadınlar günlük hayatlarındaki yoğun meşgalelerinden dolayı biri unutursa diğeri hatırlatsın. Aynı zamanda burada kadınların zikredilmesi ile onların toplumsal hadiselere karşı sorumluluğu hatırlatılmış olunuyor. Kâtip nasıl ki kendisine söylenen bilgilerin en ayrıntılı noktalarını yazmaktan sorumlu ise şahit de çağrıldığı zaman icabet etmek ve hak üzere
şahitlik etmek ile mükelleftir. Zeyd bin Sabit radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu: “Size
şahitlerin en iyisini söyleyeyim mi? O, kendisinden istenmeden şahitlikte bulunmayan kimsedir.” (2) Tabi ki kendisinden şahitlik yapan kişinin doğru şehadette bulunması gerekir. Görmediği bir olaya kendisinden istenmeden girişen bir kişi yalancı şahit olma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bu konuda rivayet edilen hadisler asla böyle bir duruma maruz kalınmaması açısından dikkate şayandır. c) Allah’tan korkmanın semeresi: Ayetin son kısmında tüm tedbirlerin bildirilmesin ardından müminlerin bakışları uhrevi manalara yönlendiriliyor. Yaptıkları her amelin muhasebesinin olacağı hatırlatılıyor. Dünyevi ameller ile uhrevi akıbet arasındaki irtibat hatırlatılıyor. Allah azze ve celle’den korkmanın ilim ve hikmeti öğre-
teceğine işaret ediliyor. Allah azze ve celle’den
korkmanın böylesi bir üstün
Bu ayeti kerimeyi okuyan bir insan toplum içinde borçlardan dolayı yaşanan mağduriyetleri bilmezse niçin bu kadar detaya girildiğini bilemeyebilir. Ancak vakıalar insanların basite aldıkları, sıradan gördükleri bir meselenin toplumlarda oluşturduğu güven erozyonunu gözler önüne sermektedir. Günümüzde güven zedelenmesinin daha büyük bir haram olan faize, soyguna ve gaspa yönelttiği müşahede edilen bir gerçektir.
makama ulaştıracağı bir ayet-i kerime de şöyle beyan edilmiştir: “Ey İman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız o size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfâl, 29) 2. Müslim 1719, Ebu Davud 3569
Rebi'ül Evvel 1441
27
d) Allah’ın yardımı: Maddi hukukta
Allah yeter’ deyince kabul etmişti.
esas olan tedbir ve her şeyin kayıt altına
Benden şahit istemişti ve ‘şahit ola-
alınması olsa da verilen borcun bir
rak Allah yeter’ demiştim. O buna da
sadaka olduğu ve Allah azze ve celle’nin borcu verirken sadaka niyeti ile vereni, borç isterken de ödeme niyeti ile isteyeni hiçbir zaman darda bırakmayacağı muhakkaktır. Bu konuda rivayet edilen çok güzel bir kıssa vardır. Ebu
parayı göndermek için çok çalışıp aradım fakat (bir nehir aracı) bulamadım. Şimdi ise bunu sana emanet ediyorum” dedi ve tahtayı nehre attı.
Hureyre radıyallahu anh’dan Rasûlullah
Tahta, nehre girince oradan ayrıldı
sallallahu aleyhi ve sellem’in
şöyle dediği
ve memleketine giden bir vapur ara-
rivayet edilmiştir: “İsrailoğullarından
maya devam etti. Alacaklı adam da
bir adam yine İsrailoğullarından birin-
nehrin alt tarafında paramı getirecek
den bin dinar borç istedi ve aralarında
bir kayık görürüm ümidi ile (arada
şöyle bir diyalog geçti.
bir) nehre bakıyordu. Bir ara içinde
- Bana şahitler getir ki onları şahit
mal bulunan tahta parçasını (ne
tutayım.
olduğunu bilmeden) evdekiler yak-
- Şahit olarak Allah azze ve celle yeter.
sınlar diye nehirden aldı. Onu kırdı-
- Bana bir kefil getir.
ğında içinde alacaklı olduğu parayı ve yazılı kağıdı buldu. Bir süre sonra
- Kefil olarak Allah azze ve celle yeter.
da ondan borç alan adam çıkageldi.
- Doğru söyledin, diyerek belli bir
“Vallahi, sana malını teslim etmek
süre sonra ödemesi için ona borç para
için tüm gayretim ile bir vapur arayıp
verdi. Borç alan, nehirde yolculuk
durdum ama geldiğim şu vapurdan
yaparak bir yerlere gitti. Orada işini
önce bir şey bulamadım” dedi. Ala-
gördükten sonra borcunu ödemek için memleketine gitmek üzere bir vapur aradı fakat bulamadı. Sonra bir tahta parçasını alıp oydu ve içine bin dinar ile borç veren arkadaşına yazdığı bir mektubu koydu. Sonra nehre
caklı: “Sen bana daha önce bir şey gönderdin mi?” dedi. Borçlu: “Sana, onunla geldiğim kayıktan önce bir araç bulamadığımı söyledim ya!” dedi. Alacaklı: “Allah azze ve celle senin
geldi. “Allah’ım! Sen biliyorsun ki ben
tahta ile gönderdiğin malı bana ulaş-
filan kişiden bin dinar borç almıştım.
tırdı. Şimdi şu bin dinar paranı al da
Benden kefil istemiş, ben ‘kefil olarak
selametle git dedi.” (3)
3. Ahmed b. Hanbel 2/348
28
razı olmuştu. Şimdi ise bana verdiği
Kasım 2019
NEBEVÎ DAMLALAR Yener Yılmaz
SAVAŞMAKLA EMROLUNDUM Abdullah bin Ömer’den radıyallahu anhuma rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Ben, Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehadet edip, namazı dosdoğru kılıncaya ve zekâtı hakkıyla verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları takdirde, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. İslâm’ın gerektirdiği haklar ise bunların dışındadır. Onların gizli hallerinin hesabı Allah’a aittir.”
Buhârî, Îmân 17, 28, Salât 28, Zekât 1, İ’tisâm 2, 28; Müslim, Îmân 3236. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 95; Tirmizî, Tefsîru sûre (88); Nesâî, Zekât 3; İbni Mâce, Fiten 1-3.
Rebi'ül Evvel 1441
29
Açıklama - Bu hadisi şerif, herhangi bir kişi ya da toplumun kelime-i şehadet getirip İslâmın emirlerini uyguladıkları takdirde İslâm dairesine gireceklerini, canları ve malları hususunda güvende olacaklarını, İslâm dininin insanlar üzerinde birtakım haklarının olduğunu bu haklar ihlal edildiğinde İslâm hükümeti tarafından ceza hukukunun uygulanabileceğini, insanların zahirlerine göre hükmedileceği ve sırlarının araştırılmayacağını ifade eden değerli bir hadistir. - Hadisin içerisinde geçen “emrolundum” sözünde emreden Allah azze ve celle’dir. Çünkü Hz. Peygamber’e sallallahu aleyhi ve sellem emredebilecek olan sadece Allah azze ve celle’dir. Eğer bir sahabi “emrolundum” derse bu durumda emreden kişi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’dir . Burada “bana diğer bir sahabi emretti” demeyi kastetmiş olamaz. Çünkü onlar müçtehit olmaları itibarıyla başka bir müçtehidin emrine uymazlar. - Hadisimizde kendileriyle savaşılacağından söz edilen kimseler, öncelikle müşrikler ve kitap ehli olmayan putperestlerdir. Kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlarla savaşılmasının sebebi ise Allah azze ve celle’ye inanmakla beraber, inançlarının bozukluğu ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’ın Rasûlü olduğuna inanma1. Riyazu’s Salihin şerhi Erkam Yayınları 2. Kırk hadis şerhi Y. Kaplan
30
Kasım 2019
yışlarıdır. Bu kimseler İslâm’ın hâkimiyetini kabul etmeye ve Müslüman olmadıkları takdirde cizye vermeye mecbur edilirler. (1) - Allah azze ve celle’ye ve Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’e inandıklarını söyleyenlerle yani kelime-i şehadeti getirenlerle savaşılmaz. Daha sonra onlardan namaz kılmaları, zekât vermeleri ve İslâmın diğer şartlarını yerine getirmeleri istenir. Çünkü kelime-i şehadet getirip İslâm’a girenler, İslâm dininin bütün gereklerini yerine getirmeyi kabul etmiş sayılırlar. Bunları yapıp yapmadıkları, İslâm devleti tarafından takip edilir. Dinin gereklerini yerine getirmeyenlere ise gereken ceza verilir (2)
Savaşmanın Farz Olması Açıklamaya çalıştığımız hadisi şerifteki “…savaşmakla emrolundum” ifadesi açıkça İslâm’da savaşın emredilen bir fariza olduğunu ifade eder, Yüce Allah azze ve celle bu konuyla alakalı şöyle buyurmaktadır: “Hoşunuza gitmediği halde, cihad üzerinize farz kılınmıştır. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216) Yüce Allah azze ve celle, düşmanların hile ve tuzaklarını geri çevirmek, İslâm akidesinin sancağını yeryüzü
ümmetleri üzerinde dalgalanıncaya kadar yükseltmek için savaşı farz kılmıştır. Bununla birlikte İslâm, ehlikitaba cizye vergisini ödemeleri şartıyla dinleri üzere kalmalarına müsaade etmiştir. Arap müşrikleri ya da putperestler için Müslüman olmaları yahut da
kendileriyle
savaşılmalarından
başka bir seçenek yoktur. (3)
Cihadın Gayesi ve Savaşın Sebepleri Nelerdir? Öncelikle bilinmesi gereken bir husus şu ki cihad, insanları zorla İslâm inancına sürüklemek değildir. O ancak Allah azze ve celle’nin arzında Allah azze ve celle’nin
hükmünü geçerli kılmak
için yapılan mücadeledir.
İslâm, diğer dinler gibi sadece bazı inanç ve ibadetlerden oluşan bir din değil, hayatın her alanını etkileyen Allahu Teâlâ’nın sistemidir. Bu din insanları pratikte etkisi olmayan inanç manzumesine değil tüm yaşamı etkileyen bir inkılaba davet eder. Hedefi, şeriatı yeryüzünde hâkim kılarak kulların adalete ulaşmasını sağlamak, zulüm ve fesadı olabildiğince uzaklaştırmaktır. İslâm otoritesi sağlandığı zaman kâfirler isterlerse kendi inançları üzere kalma konusunda serbest bırakılırlar, ancak bu kâfirler heva ve hevesleriyle çıkardıkları ve uyguladıkları kanunlar ile diğer insanları kendilerine kul yapmaya kalkışırlar, yeryüzünde ahlâksızlığı yayıp insanların tabiatlarını bozar ve onların
3. İbn Kesir, I, 368.
Rebi'ül Evvel 1441
31
hakkı öğrenip kavramalarını engel-
Ribi bin Amir, İran kralı Rüstem’in
lerseler artık İslâm’ın tahammülü kal-
karşısına çıkınca bu hedefi açıkça
mayacak ve müdahale edecektir. İşte
ifade etmişti. Rüstem neden geldiniz
bu nedenlerden ötürü İslâm saldırı
diye sorunca “Allahu Teâlâ’nın dile-
cihadı için iki hedef belirlemiştir;
diği kişileri kula kulluktan kurtarıp
1) Kâfirlerin hak din olan İslâm’ı kabul etmeleri 2) Eğer Müslüman olmayı kabul etmezlerse kendi dinlerinde kalıp cizye vermeleridir. Sembolik denilecek kadar basit bir meblağ olan cizyeyi kabul ettikten sonra İslâm hükümeti onların mallarını ve ırzlarını korumayı üstlenecektir. Kendi bölgelerinde kişisel olarak dinlerine göre yaşama imkânı bulacak olan bu insanlar artık yaşadıkları bölgelerde kendi kanunlarını uygulayamazlar. İslâmî ahkam nasıl Müslümanlara uygulanıyorsa aynı şekilde kâfirler için belirlenmiş olan İslâmî kanunlarda o bölgede geçerli olacaktır. Cihadın asıl gayesi Allahu Teâlâ tarafından açıkça belirtilmiştir: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın
oluncaya
kadar
onlarla
savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüp-
bir olan Allah’a ibadete, dünyanın darlığından ahiretin genişliğine, diğer dinlerin zulmünden İslâmın adaletine sevk etmek için buraya geldik” dedi. Kâfirler yeryüzünde Allahu Teâlâ tarafından konulan adaletli hükümlerin uygulanmasını kabul eder ve cizye vermeye razı olurlarsa artık kendi inançlarıyla yaşamaya devam edebilirler. Herhangi bir şekilde -kılıç ya da silah zoruyla- İslâm’a girmeleri talep edilmez, onlar artık vicdanlarıyla baş başa kalırlar ta ki gözleri açılıp İslâm’ın hak din olduğuna kanaat getirinceye kadar. Tevbe sûresinde Yüce Mevla şöyle buyuruyor “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın”
hesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” (Enfâl 39) İmam İbn
Tevbe sûresinin 5. ayeti kerimesi
Cerir et-Taberi bu ayeti tefsir ederken
mekte ve bu hadisi daha iyi anlama
şöyle der: “Şirk ortadan kalkıncaya
konusunda bize yardımcı olmaktadır
ve yeryüzünde yalnız Allahu Teâlâ’ya
“…Eğer şirkten vazgeçer, namazı
ibadet edilinceye ve kulların üzerinde
kılar ve zekâtı verirlerse yollarını
var olan bela yani fitne (hak dinden
serbest bırakın. Şüphesiz Allah,
alıkoyan etkenler) bitinceye kadar
çok bağışlayıcıdır, engin merhamet
onlarla savaşın”
sahibidir.” (Tevbe, 5)
hadisi şerifte geçen konuları içer-
4. Fethul Mulhim bi şerhi sahihi imami Muslim; Tevbe, 29
32
(4)
Kasım 2019
Yani müşrik ya da kâfirler artık tevbe ederlerse, yani şirkten vazgeçip imana gelirlerse, namazı kılıp zekâtı verirlerse, yani namaz ve zekâtı kabul ederek Müslüman olurlarsa hemen yollarını açınız, koymuş olduğunuz engelleri kaldırınız, onları kendi hallerine bırakınız. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir. İmana girmelerinden dolayı, daha önce yapmış oldukları şeyleri, şirk, küfür ve haksızlıkları bağışlar, üstelik iman ve taatlerine ecir ve sevap da verir.
Namaz Kişinin Kanını Koruyan Bir Emandır Halid bin Velid radıyallahu anh, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den bir adamı öldürmek için izin istedi “Hayır, belki o namaz kılıyordur” buyurdu. Halid radıyallahu anh
dedi ki: Nice namaz
kılan vardır kalbinde olmayanı söylüyor Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ben insanların kalbini delmekle emrolunmadım, içlerini yarmakla da emrolunmadım.” (5) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Hayır, belki o namaz kılan birisidir” sözü, namazın hadisin geri kalan bölümünde zikredilen hususlarla birlikte, kanın dökülmesine engel teşkil ettiğine bir delildir.
Zekâtı Vermeyenlere Karşı Tutum Zekât veren bir kimse, kanını ve malını korumuş olur. Zekâtın farziyetini inkâr eden kişi ise kâfir olur ve dinden çıkar. Zekâtın farz olduğuna inanmakla birlikte zekât ödemeyen kimse elbette ki günahkâr olur fakat dinden çıkmaz. Müslümanların imamı (İslâm devleti başkanı) zekâtı ondan zorla almalıdır. Herhangi bir topluluk zekâtın farz olduğunu inkâr etmeksizin edâ etmiyor ve de bunların belli bir gücü ve kendilerini koruyabilme imkânları bulunuyorsa, Müslümanların imamı, zekâtı verinceye kadar onlarla savaşmakla yükümlüdür. (6)
İslâm’ın Gerektirdiği Haklar Nelerdir? Müslümanların üzerinde var olan kanının ve canının koruma garantisi bazı suçlar işlendiği takdirde ortadan kalkacaktır. İşte bu durum «İslâm'ın hakkı» olarak isimlendirilir. Örneğin öldürülmesi haram olan bir cana kıymak, muhsan (7) olduktan sonra zina etmek ve dinden dönüp mürted olmak gibi. Bu gibi durumlarda kişi Müslüman da olsa ona ceza hukuku uygulanacak ve hak ettiği ölüm cezasına çarptırılacaktır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim Allah’ın Rasûlü olduğuma şahitlik eden Müs-
5. Buhari 6. Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslâm 7. Muhsan: Evli veya dul olan iffetli Müslüman erkek. Evli olan iffetli kadına ise muhsana denir
Rebi'ül Evvel 1441
33
lüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden birisi ile helâl olur: Zina eden evli kimse, cana karşılık can ve Müslüman cemaatten ayrılarak dinini terk etmek.” (8)
Müslüman zahire göre hükmeder. İnsanın kalbini Allah bilir. Hesaba çekecek olan O’dur. İslâm insanların görünüşlerine göre hükmetmeyi
bizlere
emretmiştir.
Kalplere ve niyetlere hükmeden ancak
1- Bir kâfirin Müslüman olduğuna hükmetmek için kelime-i şehadet getirmesi yeterlidir. 2- Kişiler, dış görünümleri ve davranışlarına göre değerlendirilir, haklarındaki hüküm de buna göre verilir. 3- Gizli olan niyet ve düşüncelerin hesabını sormak, kulların vazifesi olmayıp Allah azze ve celle’ye aittir. 4- Kelime-i şehadet getiren ve İslâm’ın
Allah azze ve celle’dir. Ömer radıyallahu anh şöyle diyor: “İnsanlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında vahiy ile gizli hallerinden de sorumlu tutulurlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
Bu Hadisten Çıkartılan Bazı Hükümler:
vefatı ile vahiy
kesilmiştir. Bugün sizi gördüğümüz amellerinizden dolayı sorumlu tutarız. Bu yüzden kim bize hayır ve adalet gösterirse onu emin sayar ve güvenilir kabul ederiz. Gizli hallerin hesabı Allahu Teâlâ’ya aittir. Bize zahiren fena hal gösterenlerden de emin olamayız. Niyetinin iyi olduğunu söylese bile ona inanmayız.” (9)
emirlerine uyan bir kimse, işlediği suçlardan dolayı hesaba çekilir ve ölüm cezasına veya başka bir cezaya çarptırılır. 5- Bu hadisten, Allah azze ve celle’nin birliğini kabul eden ve O’nun koyduğu hükümlere bağlanan, bununla birlikte bidat ehli olan (ehli sünnet dışındaki mezheplere bağlı bulunan) kimselerin tekfir edilemeyeceği, inkârından tevbe eden kişinin, inkârının açık veya gizli olmasına bakmaksızın tevbesinin kabul edileceği de anlaşılmaktadır.
Hz. Ömer radıyallahu anh, niyetlerinin iyi olduğunu iddia ederek kötü ameller işleyen insanların iç hallerini Allah azze ve celle’ye havale ederek onları zahirleri
ile sorumlu tutuyor. 8. Buhârî rivayet etmiştir. Müslim Şerhi, IV, 243. Lafız Müslim’indir 9. Buhari
34
Kasım 2019
İSLÂM DÜNYASINDAKI KÂŞIFLER Cihan Malay
Altı Nesil Bir Tabip Ailesi ve Öncü Bir Müslüman Tıp Bilgini:
İBN ZÜHR (1094-1162)
H
ayatını anlatacağımız İbn Zühr’ün dedesi, aynı zamanda İbn Zühr ailesinin ilk tabibi Ebu Mervân Abdülmelik b. Muhammed b. Mervân b. Zühr el-İşbîlî, bugünkü İspanya topraklarında yer alan ve yaklaşık beş asır İslâm hakimiyetinde kalan, Müslümanların İspanya topraklarını fethetmelerinin ardından ilk idari merkezi (1), eski adı İşbiliye olan ve günümüzde
Sevilla
olarak
adlandırılan
bölgede dünyaya geldi. Mâliki
fakihi
olan
babası
Muhammed b. Mervan’dan tefsir, hadis ve diğer dini ilimleri
öğrenmesinin
yanında
tıp ilmini öğrenmeye merak saldı. Bu alandaki yeterliliğini arttırma yolunda seyahatlere çıktığı, öğrendikleriyle Kayrevan (Tunus) ve Mısır’da uzun süre hekimlik yaptığına kaynaklarımız yer vermektedir.
1. Lütfi Şeyban, İspanya’da Endülüs-İslâm Medeniyetinden Kalan İzler ve Eserler -III: Sevilla, The Journal of Academic Social Science Studies, Number: 24, p. 129-138, Spring 2014, s.132.
Rebi'ül Evvel 1441
35
Mısır’da ve Tunus’ta yaptığı hekimliğin ardından memleketine dönme kararı alan Ebu Mervân, Dâniye Emirliği kurucusu ve ilk hükümdarı Mücahit el-Âmiri (2) (1014-1045) tarafından sarayının özel hekimi olarak atanmasıyla namını Endülüs’te duyurmaya başladı. Kimi kaynaklarda onun Sevilla’da, kimi kaynaklarda da Dâniye’de 1078 yılında vefat ettiği söylenmiştir. Ailenin ikinci hekimi, Ebu Mervân’ın oğlu hayatını anlatacağımız İbn Zühr’ün babası Ebu’l-Ulâ Zühr’dür. O da babası gibi tıp alanında yaptığı çalışmalarla döneminde öne çıkmış kimselerden olmuştur. Batılı kaynaklarda ismi, “Aboali” olarak anılan Ebu’l-Ulâ, ilk tıp eğitimini babasından aldıktan sonra bu alanda kendini geliştirmiştir. Ebu’l-Ulâ, tıptaki geniş bilgisini uygulamaya geçirmekle tanınmıştır. Sevilla Abbâdî Hükümdarı Mu‘temid-Alellah’ın özel hekimliğini yapmıştır. Birçok nüshası bulunan Kitâbü’l-Mücerrebât, Câmi'u esrâri’t-tıb, Kitâbü’l-Îzâh bi-Şevâhidi’l-İftizâh, Kitâbü Halli Şükûki’r-Râzî 'alâ kütübi Câlînûs, Makāle fi’rred 'alâ Ebî 'Alî b. Sînâ, Makāle fî bastıhî li-risâleti Ya'kûb b. İshâk el-Kindî fî terkîbi’l-Edviyeti’l-müfrede, Kitâbü’n-Nüke-
ti’t-tıbbiyye, Kitâbü’l-Edviyeti’l-müfrede ve Müshilât bi-i'tibâri’l-fusûl eserlerini geride bırakarak, sırtında iki kürek arasında çıkan çıbandan dolayı 1131 yılında Kurtuba’da vefat etmiştir. Hayatı hakkında bilgi vereceğimiz Ebu’l-Ulâ Zühr’ün oğlu Ebu Mervân bin Zühr, ailenin üçüncü ve en meşhur hekimidir. Ailede tıp merakı, adeta babadan oğula miras olarak bırakılmıştır. Tıp tarihinde İbn Zühr denildiğinde yaptığı
gelişmiş
çalışmalarından
dolayı kendisi hatırlanır. Onun bu alandaki çalışmaları, diğer aile bireylerinden daha çok tanınmasına olanak sağlamıştır.
Ebû Mervân Abdülmelik B. Muhammed B. Mervân B. Zühr El-İşbîlî Sevilla’da h.484 veya 487’de (1091 veya 1094) dünyaya gelen İbn Zühr, erken yaşta dil, edebiyat ve dinî ilimler tahsil edip Ebu Muhammed Abdurrahman
b.
Muhammed
b.
Attâb’dan lugat, kıraat, hadis ve tefsir, Ebu Muhammed b. Azb’dan da Mâlikî fıkhı okudu.
2. Mücahit el-Âmirî: Mülûkü’t-tavâif’ten (Endülüs’te müslümanların kurduğu emirliklerden) Dâniye Emirliği’nin kurucusu ve ilk hükümdarı (1014-1045). Adaletli, ileri görüşlü, sağlam iradeli, cesur bir devlet adamı kimliğiyle tanınmıştır. Şöhreti, bütün Batı Akdeniz’de Müslümanlar ve kendisini “Mogetus” adıyla tanıyan Hristiyanlar arasında sürekli denizlerde gezen ve kahramanlıklar yapan efsanevî bir kişi olarak uzun yıllar yaşamaya devam etti. Mücâhid’e yer veren kaynaklarda onun başarılı idareciliği ve cengâverliği yanında özellikle hadis, kıraat ve Arap dili ve edebiyatı alanlarında bilgi sahibi olduğuna ayrıca mülûkü’t-tavâif arasında en fazla âlim ve edibin onun sarayında görüldüğü belirtilmektedir. Mücâhid, topraklarında ilmin yayılması için özel bir çaba harcamış, bu çabanın bir sonucu olarak hür insanlar kadar köle ve câriyeler de ilmî faaliyetlere katılmıştır.1045 yılında vefat etmiştir. (Mehmet Özdemir, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.31, s. 441-442)
36
Kasım 2019
Babasının tıp alanındaki bilgisi, onun bu alandaki ilk öğrenim bilgilerini babasından almasını sağlamıştır. Nitekim bu durumu “Kitâbü’t-Teysîr fi’l-müdâvât ve’t-tedbîr” adlı meşhur eserinde açık bir şekilde belirtmiştir. O da babası ve dedesi gibi tıp alanında yaptığı çalışmalarla öne çıkmış, Murabıt Devleti’nin Sevilla valisi İbrâhim b. Yûsuf b. Tâşfîn’in özel hekimliğini yapmıştır. Bu valinin kendisine sağladığı büyük faydalarından dolayı yazdığı “Kitâbü’l-İktisâd” eserini ona armağan etmiştir.
İbn Zühr ailesi “tıp bilgini” yetiştiren bir medrese gibi nesilden nesile tam altı kuşak boyunca tıp ilmini birbirine miras bırakmıştır.
Murabıt Devleti’nin yıkılmasının ardından ilk Muvahhidiler Devleti hükümdarı Abdülmü’min el-Kûmî’nin (1130-1163) hizmetinde hekimlik yapan İbn Zühr, tıp alanında birçok eserini kendisine sağladığı olanaklardan dolayı bu dönemde yazıya geçirmiştir. Nitekim Kitâbü’t-Teysîr, Kitâbu’l-Kânûn eserlerini ona armağan etmiştir.
kim babasından sonra Muvahhidiler Devleti’nde yöneticilerin hekimliğini yapmıştır. El-Hafîd de babasından aldığı tıp ilmi mirasını oğlu Ebu Muhammed b. el-Hafîd Ebu Bekir b. Zühr’e (ö. 602/1205), Ebu Muhammed de oğlu Ebu’l-Alâ Muhammed’e öğretmiştir. Nitekim bu ailede iki kadın tıp bilgini olduğuna dair kaynaklarda bilgiler verilmiştir.
İbn Zühr ailesi “tıp bilgini” yetiştiren bir medrese gibi nesilden nesile tam altı kuşak boyunca tıp ilmini birbirine miras bırakmıştır.
Ebu Mervân’ın oğlu dışında da yetiştirdiği öğrencileri vardır. Babası ve dedesi gibi dine bağlılığıyla ön plana çıkan Ebu Mervân İbn Zühr, eserlerinin İbranice’ye ve Latince’ye çevrilmesiyle tıp alanında büyük bir şöhrete kavuşmuştur.
Babası gibi Ebu Mervân İbn Zühr de tıp alanında öğrenci olarak evvela oğlunu yetiştirmiştir. Oğlunun adı Ebu Bekir Muhammed b. Ebu Mervân Abdülmelik b. Ebü’l-Alâ b. Zühr el-Hafîd olup, Kur’an-ı Kerim ve Sahih-i Buhârî’yi ezberlemek gibi şer’i ilimlerde olduğu gibi tıp alanında da adını duyurmuş bir kişiliktir. Nite-
İbn Rüşd ile Ebu Mervân arasındaki yakın ilişkiye kaynaklarımız yer vermektedir. Nitekim İbn Rüşd “el-Külliyyât” eserinde Ebu Mervan İbn Zühr’den kendisinden otuz yaş büyük olduğunu belirtir ve Ebû Mervân’dan
Rebi'ül Evvel 1441
37
Onun tıp alanında yazdığı eserleri tıp tarihi alanında önemli bir yer tutmaktadır. Hatta İbranice’ye ve
Eserlerinde göze çarpan hususların başında, daha önce karşılaştığı hastalarının tedavilerinde kullandığı yöntemleri raporlayarak eserlerine alması ve hastalığın sebepleri, tedavi ve korunma yolları hakkında bilgileri kayıt altına alması yer almaktadır.
Latince’ye çevrilen eserleri 18. yüzyıla kadar alanında temel başvuru kaynağı olmuştur. Eserlerinde göze çarpan hususların başında, daha önce karşılaştığı hastalarının
tedavilerinde
kullandığı
yöntemleri raporlayarak eserlerine alması ve hastalığın sebepleri, tedavi ve korunma yolları hakkında bilgileri kayıt altına alması yer almaktadır. Babası gibi deneysel metodun önemini vurgulayan İbn Zühr, eserlerinde kendi yaptığı deney ve gözlemleri ayrıntılarıyla açıklar ve tıp ile ilgilenenlerin anatomi (3) hakkında iyi
‘Kitâbü’t-Teysîr’ eserini çoğaltma amacıyla istediğini anlatır ve bu eserini “zamanımızda tecrübî (uygulamalı)
derecede bilgiye sahip olması gerektiğini vurgular. Kendisinin aktardığı şu olay bizlere
tıp alanında yazılan en mükemmel
bu durumu örneklemektedir:
eser” diye tanımlar.
“Bizzat şöyle bir hâdiseyi müşahede
Tıp Alandaki Tartışılmaz Otoritesi Batılı kaynaklarda “Avenzoar” olarak bilinen İbn Zühr, zamanın en büyük doktorları arasında yerini almış-
ettim. Bir gün devlet büyüklerinin yakınlarından bir hanım geldi. Dilinin altındaki bir ağrıdan şikâyetçi olup, doğru dürüst konuşamıyordu. O sıralarda ben henüz çok gençtim. Böyle
tır. Hatta bazı bilim tarihçileri onu
bir hastalığı duymadığım gibi hiç
tabiatçı Ebubekir er-Râzî’den sonra
karşılaşmamıştım. Tatbiki tedavisi ve
İslâm dünyasının yetiştirdiği Müs-
ilâcı hakkında bir şey söyleyemedim.
lüman doktorların en iyisi olarak
Daha sonra deneyler ve araştırmalar
görmüşlerdir.
neticesinde bu hastalığı tedavi ettim.”
3. Anatomi: Keserek ayırma, parçalama anlamına gelmektedir. Anatomi teriminin Latince’deki karşılığı dissection’dur. Günümüzde, kadavranın bölgelere ayrılması ve bu bölgelerin kesilerek incelenmesi yöntemi için genel bir ifade olarak disseksiyon terimi kullanılmaktadır. (http://anatomi.nedir.org/)
38
Kasım 2019
Diğer bir olay da şöyle aktarılmıştır: “Ebu Mervân İbn Zühr, hükümdarın sarayına gittiği günlerden birinde yol kenarında mide ağrısından rahatsız olduğu belli eden bir adama rastlar. Yanına yaklaşarak, rahatsızlığının tam olarak neden kaynaklandığını öğrenmek için şöyle sorar: ‘Ne yedin?’ Adam ekmek ve içinde su bulunan sürahisini gösterir. İbn Zühr: Ekmek zarar vermez. Sebebi sürahideki sudan kaynaklanabilir. Kuyudan çekilen sürahideki sudan da olamaz. O zaman sürahiden olabilir diye düşünüp adama: ‘Sürahini kır ve içinde ne olduğuna bakalım.’ Adam: ‘Bu benim tek sürahim.’ İbn Zühr: “Miden mi sürahin mi?” der ve yanındaki bir adama onu kırmasını söyler. Adam da kırar. Kırıldığında içindeki pisliklerde görülmeye başlar. Günler sonra İbn Zühr, adamın iyileştiğini görür. Adam da ona teşekkürler eder.” Onun yaptığı ilaçları önce hayvanlar üzerinde denemesi, ardından izlenimleri ve sağladığı faydaları üzerinden insanların tedavisinde kullanması, onu ön plana çıkartan en önemli hususların başında gelir.
Babası gibi deneysel metodun önemini vurgulayan İbn Zühr, eserlerinde kendi yaptığı deney ve gözlemleri ayrıntılarıyla açıklar ve tıp ile ilgilenenlerin anatomi hakkında iyi derecede bilgiye sahip olması gerektiğini vurgular.
lenme durumlarında gümüş ve kalay bir tüp yardımı ve yemek borusu vasıtasıyla sunî beslenmeyi öneren ilk hekim olduğu söylenmiştir.
Onun yutak felci ve orta kulak iltihabı hakkında verdiği bilgilerden günümüzde de istifade edilmektedir.
Uyuz hastalığının teşhis ve tedavisiyle ilgili görüşleri ise kendisinden sonraki tıp ile ilgilenenlere ışık olmuştur. Bu alandaki çalışmalarından dolayı ilk parazitolog (4) olarak kabul edilmiştir.
Nefes borusu ameliyatı yapan ve normal yollardan mümkün olmayan bes-
Böbreklerde oluşmuş daha sonra böbreği terk ederek üretar adı verilen
4. Parazitoloji: İnsan ve hayvan sağlığını etkileyen parazitlerle ilgilenen anabilim dalı.
Rebi'ül Evvel 1441
39
Peritonitin (karın zarı iltihabı) ile perikarditin (kalp zarı iltihabı) akciğer rahatsızlıklardan farklı olduğunu dile getiren de İbn Zühr‘dür. Yukarıda saydıklarımız dışında eserlerinde birçok daha önce bahsedilmeyen hastalıklar hakkında bilgiler vermiş, tedavi yöntemlerini bildirmiş ve hastalıkların meydana gelmeden önce alınması gereken tedbirleri sıralamıştır. Tıp Tarihiçisi Dr. Neuberger, “İbn Zühr (Avenzoar), anatomi detaylarını iyi biliyordu ve ameliyat tekniği mükemmeldi” diyerek, İbn Zühr’ün tıp alanındaki otoriterliğini ifade etmiştir. Ebu Mervân İbn Zühr, İşbîliye’de babası gibi iki kürek kemiği arasında çıkan çıbandan h.557 (1162) yılında vefat etmiştir.
Eserleri 1. Kitâbü’t-Teysîr fi’l-müdâvât ve’t-tedbîr. Vücuttaki organlarda ortaya çıkan hastalıklar ve bunlara karşı kullanılacak ilaçları tanıttığı eseri.
önemini vurgulamıştır.
Eserin kalp ile ilgili bölümünde kalbin vücuttaki önemli yerini şu sözler ile ifade eder: “Kalp hastalıkları bütün hastalıklardan önce meydana gelir ve diğer organlar bunun ardından etkilenir. Ayrıca kalpte yaşanan hastalıkların zararlı etkileri, diğer organlara da sirayet eder.”
Hastalıkların oluşumlarından önce
2. el-Câmi'.
engellenmesi için diyeti ilk geliştiren
Bazı macun, şurup ve yağların hazırlanışı ve kullanılışlarını anlatır.
böbrek ile mesane arasındaki idrar kanalına ilerlemiş ve burada takılarak idrar akışını tıkamış olan taşın (üreter taşı) vücuttan atılması yönünde yapılması gerekenleri ana hatlarıyla belirtmiş, bu konuda diyet yapmanın
tabip olarak bilinir.
40
Kasım 2019
3. Kitâbü’l-Aġziye.
mektedir.
Yiyecek ve içeceklerin sağlığa olan yarar ve zararları, diyetler, hijyen kuralları ve baharat çeşitlerinin tıp açısından taşıdığı özellikleri anlatır.
Dil hakkında, “Dil, Allahu Teâlâ’yı
Eserinde yiyeceklerin mevsimine göre tüketilmesine vurgu yapan İbn Zühr, yılın her mevsimine uygun besinlere de yer verir. Ayrıca tüketilen gıda miktarının hastalıklar üzerinde etkili olacağını da belirtir.
tan meramımızı da dilimiz vasıtasıyla
4. Kitâbü’t-Tezkire fi’d-devâ'i’l-müshil. 5. Kitâbü’l-Kānûn. Çeşitli organlarda görülen hastalıklara karşı uyarı mahiyetinde küçük bir risâledir.
zikretmenin, Kur’ân-ı Kerîm, tesbih ve dua okumanın âletidir. Dolayısıyla dil ve ağız bakımı çok önemlidir. Diğer tarafifade ederiz. İfadenin güzel, nâzik ve muntazam olması gerekir ki istenilen fayda hâsıl olabilsin” ifedelerine yer vermiştir. Eserin son bölümünde ise humma ve zatürre gibi hastalıklara değinmiştir. Eserin yazma nüshası, Paris Bibliothèque Nationale Kütüphanesi 2959 numarada, diğer bir nüshası ise Madrid Escurial Kütüphanesi 834 numarada mevcuttur. 8. Makāle fî 'ileli’l-külâ.
6. Tafzîlü’l-'asel 'ale’s-sükker.
Böbrek hastalıklarını konu alan eserin
Müellifin kendi dönemindeki hekimlerin gerek tedavi gerekse besin maddesi olarak şekeri bala tercih etmelerinin yanlışlığını anlatmak üzere kaleme alınan eser.
Arapça aslı zamanımıza gelmemişse
7. Kitâbü’l-İktisâd fî ıslâhi’l-enfüs ve’l-ecsâd. Tıp ve koruyucu hekimlik yöntemlerinin bir arada işlendiği muhtasar bir eserdir. Eserin ilk kısmında psikoloji üzerine değerlendirmelerde bulunmuş, bu alanda kıymetli bilgilere değinmiştir. Eserde beden, sinir ve ruh hastalıklarına yönelik tedavi yöntemleri yanında dil, karın, sırt, ağız, baş, göz ve kulak gibi hastalıklardan bahsedil-
de Latince tercümesi bulunmuştur. Kaynaklarda adı geçen diğer eserleri ise şunlardır: Kitâbü’z-Zîne, Risâle fî 'illeteyi’l-baras ve’l-behak, Kitâbü Muhtasarı Hileti’l-bür' li-Câlînûs. ------------------------Kaynaklar 1. Yavuz, Mustafa. İslâm’da Tıp Tarihi II, Abu-Marwān 2Abd al-Malik ibn Ebi al-2Alāʼ Ibn Zuhr, Haz. Rukiye Özdemir, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Bilim tarihi. 2. Endülüste Tıp, Ankara Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Endülüs ve Mağrib Kültür Tarihi Açık Ders Malzemeleri. 3. Kaya, Mahmut. İbn Zühr, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.20, s. 469-472. 4. Hüseyin Gazi Topdemir, İslâm Dünyasında Tıp, Bilim ve Teknik Ağustos 2012, s.90-93. 5. İbn Zühr, Rehber Ansiklopedisi, c.9, s.?. 6. İbn Zühr, İslâm Tarihi Ansiklopedisi, c.6, s.?.
Rebi'ül Evvel 1441
41
NEBEVÎ AİLE Halime Yılmaz
HAYIRLI AİLENİN ÖZELLİKLERİ Hayırlı aile, içinde iyiliklerin ve meleklerin kol gezdiği, kötülük ve şeytanların uzak durduğu, Kuran’ın sürekli okunduğu bir evdir.
42
Kasım 2019
B
ir aile, dünyayı kötülük yumağına çevirecek bir şer yuvası olabilir. Dünyaya hayırdan başka bir şey bırakmayan, şer odaklarının korkulu rüyası ve mustaz’afların sığınağı bir kale de olabilir. Hayırlı aile, hayırlı ümmette olması gereken özelliklere sahip olan ailedir. Çünkü “insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı ümmet” olmak, hayırlı bir birey ve hayırlı bir aile olmaktan geçer. Kur’an ve Sünnet ışığında hayırlı ailenin özellikleri şunlardır:
- Hayırlı aile, her konuda vasat olabilmeyi başaran bir ailedir. İfrat ve tefritten korunarak inancında, ahlâkında, her türlü tavır ve davranışlarında adalet çizgisinden ayrılmayan, büsbütün zevk ve sefaya dalmadığı gibi, tamamen dünyadan el-etek çekmeyen itidalli bir ailedir. Tüm fertlerinde bu özellikleri taşıyan bir aile, dünya üzerinde bombadan daha kuvvetli bir etki bırakabilir. Eğer bu aile, kendini çevresine ve ümmete karşı sorumlu hisseden, İslâm’ı yaşama ve
yaşatma projesini gerçekleştirme gayesi güden fertlerden oluşuyorsa, bu ailenin yeryüzünde bırakacağı etki hayallerin bile üstünde bir güçte olabilir. Ama bu aile önce vasat olması gerektiğini bilmelidir. Zira vasatlığı kaybettiğimiz günden beri iktidar ve otoritemizi kaybettik. Bu aile önce kendi içinde “iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma” görevini ihmal etmemeli ve Allah azze ve celle’ye olan imanı asla sarsılmamalıdır. Rabbimiz en hayırlı ümmetin üç özelliğinin bunlar olduğunu bildirmiştir. - Hayırlı aile, içinde iyiliklerin ve meleklerin kol gezdiği, kötülük ve şeytanların uzak durduğu, Kuran’ın sürekli okunduğu bir evdir. Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Hakikaten içinde Kur’an okunan ev sahiplerine genişler. O evde melekler bulunur. Şeytanlar orayı terk eder ve orada iyilik çok olur. İçinde Kur’an okunmayan ev ise orada oturanlara dar gelir. Melekler orayı terk eder. Şeytanlar orada bulunur ve orada iyilik az olur.” (1) Yeryüzü tüm genişliğine rağmen insana dar geldiği, küçük ailevi problemlerin bile çözülemediği anlar birçok kişinin yaşadığı anlardır. Evimiz geniş de olsa, havası oldukça ferahlatıcı, manzarası müthiş bir ormanda da
olsak, dünyanın en güzel mekânında da olsak içimizde bir şeyler hep sıkar durur bizi. Sebep ise Allah’ın razı olmadığı amellerin, kalbimizi, evimizi kuşatmasıdır. Kurtuluş, Rabbe ve O’nun kitabına dönüştedir. - Hayırlı aile, her bir ferdin hakkının verildiği ailedir. - Hayırlı ailede, bireyler birbirinin cenneti için uğraşırken yapılması gereken amellerde birbirine kıyar ve uyarır. Ebu Said radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kişi gece uyanır ve ehlini uyandırır, iki rekât namaz kılarsa Allah azze ve celle’yi zikreden erkek ve kadınlardan yazılır.” (2) Yine Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah, gecenin bir kısmında kalkıp namaz kılan, sonra namaz kılması için hanımını uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serpen erkeğe rahmet etsin! Allah azze ve celle, gecenin bir kısmında kalkıp namaz kılan, sonra namaz kılması için kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serpen kadına rahmet etsin!" (3) - Hayırlı ailede fertler birbirinin sırrını ifşa etmez. Çünkü bunu yapan, kıyamette insanların “en kötüsü” olarak çağırılacağını bilir. - Hayırlı ailede fertler birbirine değer verir ve verdiği değerde samimidir. Öyle ki bu dışarıdan bile fark edilir.
1. Dârimî, 3312 2. Camiu’s-Sağir 3. Camiu’s-Sağir
Rebi'ül Evvel 1441
43
“Allah, her idareciyi, idare ettikleri hakkında sorguya çekecektir. Haklarını gözetmiş mi, yoksa zayi mi etmiş?
Çorba pişirip Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i, yemeye çağıran İranlı komşusunun teklifini, Aişe radıyallahu anha’yı davet etmediği için üç kere reddettiğini, sonunda onu da davet edince kabul ettiğini bilmek, bir adamın hanımına vermesi gereken değeri göstermeye yeter.
Öyle ki kişiyi aile fertleri hakkında bile sorguya çekecektir.” (5) - Hayırlı aile dinde bilgi sahibi, birbirine karşı yumuşak ve kendi kusurlarının farkında olan ailedir. Enes radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah, bir ev halkına hayır dilerse onları dinde bilgi sahibi kılar. Küçükleri büyüklerine saygılı yapar. Hayatlarına yumuşaklık, harcamalarına iktisat nasip eder. Tevbe etmek için kusurlarını kendilerine
Çorba pişirip Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i,
yemeye çağıran İranlı
gösterir. Hayır dilemezse onları kendi haline terk eder.” (6)
komşusunun teklifini, Aişe radıyallahu
- İffet, hayırlı ailenin süsü, anne
anha’yı
davet etmediği için üç kere
babaya iyilik en önemli özelliğidir.
reddettiğini, sonunda onu da davet
Çünkü bu özellikler sözle değil sadece
edince kabul ettiğini bilmek, bir adamın hanımına vermesi gereken değeri göstermeye yeter. (4) - Hayırlı ailedeki bireyler, birbirine karşı sorumluluklarının bilincindedir ve bu konuda hesaba çekileceklerini unutmaz. Enes radıyallahu anh’dan rivayet edildi-
örneklikle silsile halinde nesilden nesile aktarılacaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Siz iffetli olunuz ki hanımlarınız da iffetli olsun. Siz anne babanıza iyi davranın ki çocuklarınız da size iyi davransınlar.” (7)
ğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mah-
sellem şöyle buyurdu:
sustur.
4. Müslim, Eşribe 5. Buhari, Enbiya 50; Müslim, İmare, 14; Tirmizî, Cihad 27; Ahmed, Müsned 2/ 297 6. Dârekutnî, Sünen, Camiu’s-Sağir 7. Hâkim, Müstedrek
44
Kasım 2019
KAPAK DOSYA Ümit Şit
İLİM VE EĞİTİM BAHANESİYLE İSLÂMİ DAVETTEN UZAK KALMAK Rahman
ve
Rahim
olan
son derece önemli bir görevi üstlenmeye çağıran yüce bir
Allah’ın adıyla “Ey örtüye bürünerek saklanan Peygamber, kalk da uyar.” (Müddessir, 1-2)
sesleniş, bir görevdir. İnsanlığı uyarma, onu dünyada kötülükten, ahirette cehennemden kurtarma, henüz fır-
Bu ayet Peygamber sallallahu
sat elde iken onu doğru yola
Mekke sokakla-
iletme görevidir. Bu görev o
rına itmiş ve İslâm davetini
günlerde bir insana bu insan
insanlara
için
bir peygamber de olsa yükle-
23 yıl boyunca yatağından
nebilecek son derece ağır ve
ve
uzaklaşma-
zor bir görevdi. Çünkü o gün-
sına sebep olmuştur. Seyyid
lerin insanları öylesine sapık,
Kutub rahimehullah, bu ayeti
öylesine günahkâr, öylesine
şöyle tefsir etmiştir: “Peygam-
inatçı, öylesine söz dinlemez,
ber sallallahu aleyhi ve sellem ağır ve
öylesine azgın, öylesine gözü
aleyhi ve sellem
ulaştırmak
rahatından
Davet ve İslâmi eğitim, etliye sütlüye karışmadan motamot bir eğitim anlayışı değildir. Her Müslüman alt yapısını türlü yöntemlerle almış olduğu bilgiyi cadde ve sokaklara taşımakla mükelleftir.
Rebi'ül Evvel 1441
45
Dünyadan cehenneme yuvarlanma suretiyle düşen insanlarımızın arkasından tebessüm ederek cehenneme yuvarlanışlarını seyretmek bizim iman ettiğimiz İslâm’a aykırı bir davranış ve karakterdir.
kara, öylesine kaypak ve öylesine gerçekten uzaklaşmıştı ki, onları gerçeğin sesini dinlemeye çağırmak dünyadaki yükümlülüklerin en ağırı, en sıkıntılısı niteliğinde idi”. İnsanlarla uğraşmak her zaman, her kesim ve her taife tarafından zor görülen işlerden olmuştur. Adeta deveye hendek atlatmak daha kolay sayılmıştır. Ancak insanlığa gönderilen rahmet ve cihad Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu halka cahil demeden, zalim demeden, alim demeden İslâm davetini ulaştırmayı gaye edinmiştir. Mekke halkı ne kadar İslâm’a aç idiyse, günümüzdeki insanlık da bir o kadar belki de daha fazla hurafelerden, bidatlerden arınmış hanif olan
46
Kasım 2019
İslâm’a o denli açtır ve ihtiyacı vardır. Nasıl ki eski Mekke’de zorbalık, yağma, tecavüz, gasp, zina, cinayet, ahlâksızlık, adaletsizlik mevcutsa aynı şekilde günümüzde fazlasıyla mevcuttur. Bu durumu her akıl sahibi iyi düşünerek, analiz ederek görebilir. İşte bu tür sapıklık ve sapkınlıklar, müptela olunan günahlar, günümüz insanını kuşatarak her geçen gün cehenneme daha da yakınlaştırmıştır. Dünyadan cehenneme yuvarlanma suretiyle düşen insanlarımızın arkasından tebessüm ederek cehenneme yuvarlanışlarını seyretmek bizim iman ettiğimiz İslâm’a aykırı bir davranış ve karakterdir. Bundan dolayı öncelikle kendimizi ilimle donatmak ve bu ilimle İslâm’ı insanlara taşıyarak amel etmek bizi Allah azze ve celle’nin izniyle cennete taşırken, insanlarımızı cehennemden kurtarma ile sonuçlanacaktır. Biz bu yazıda insanlara İslâm davetini ulaştırmak için ilim yoksunluğunu, eğitim yetersizliğini bahane ederek derin ilme ve köklü eğitime sahip olma yolunda nasıl davetten uzaklaşıldığına Allah azze ve celle’nin izni ile değinmeye çalışacağız. İlim erkek ve kadına farz olan bir ibadettir. Öğrendikçe ufkumuz genişler. Ufkumuzun genişlemesiyle dünyanın darlığından ahiretin genişliğine uzanırız. Kafamızdaki soruları cevaplandırarak iç huzuru yakalarız. Cahilliğimizi atar, Allah azze ve celle’ye kul olmanın gerçek mahiyetini öğreniriz. Ancak bu ilim birkaç sene boyunca
şipşak sahip olunan ve tecrübe edinilen bir kısa eğitim ürünü değildir. Bu eğitim köşeye çekilerek toplumdan uzaklaşarak nasihat etmekten kaçınarak sadece ilim tahsil etme meselesi de değildir. Davet için gerçek eğitim saha içindedir. Davet ve İslâmi eğitim, etliye sütlüye karışmadan motamot bir eğitim anlayışı değildir. Her Müslüman alt yapısını türlü yöntemlerle almış olduğu bilgiyi cadde ve sokaklara taşımakla mükelleftir. Tabii ki, hiç eğitim almadan yarım yamalak meal davetçisi olarak önümüze gelen her kişiye bir usul izlemeden bir şeyleri tebliğ etmek veya aktarmak davet değildir. Çünkü hikmetli olunamayacak ve türlü sorunlarla karşılaşılacaktır. Anlatmak istediğimiz mesele bir kişinin yeteri derecede İslâmi eğitim almasına rağmen bu hakikatleri insanlara aktarmak yerine başka bir kursa gitmesi ve o kursu bitirince yeni başka bir kursa başlaması, şeytanın hedef saptırmadaki yöntemlerine çanak tutmasıyla ilgilidir. Sürekli öğrencilik hayatı yaşayan bir Müslüman öğretici konumuna gelmek, sorumluluk almak yerine kaçmayı seçmektedir. Bu kaçış üniversitede bir bölüm bitirdikten sonra tekrar başka bir bölüme başlayan ama bir türlü hayatın içine giremeyen öğrencilere benzemektedir. Bu kadar bilgiye rağmen henüz insanlara bir şey anlatamayan, bir işin ucundan tutamayan Müslümanların bu durumu çok vahim bir durumdur. Üniversitelerin İslâm’a muhalif yönleri
Elmasın değerli olması işlenmesidir. İlmin veya eğitimin değerli sayılabilmesi için işlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde öğrenilen ilmin veya alınan eğitimin hiçbir değeri yoktur.
sebebiyle çocuklarını medreselere ve çeşitli İslâmi kurslara veren aileler, üniversiteye gitmeyerek elinden kaçırdıkları kariyer rüyalarının tabirini bu kurslar ve medreseler üzerinden yapmaktadırlar adeta. Sürekli akademik bir dil müfredatıyla dili bozulan davetçi adayları halka seslenememektedir. Seslense de halk bu sese yabancı kalmaktadır. İnsanların suya muhtaç olduğu kadar İslâm’ın şiarlarına fazlasıyla muhtaç olduğu bu dönemde ilim alma adı altında geçen yıllar, kişinin aldığı ilmi toprağa gömmesine sebep olmuştur. Bu ise insanlığa yapılan bir vefasızlıktır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, tüm Kur’an ayetleri indikten sonra mı
Rebi'ül Evvel 1441
47
mesulüz. Yeniden kalplerin yapılandırılması, zihinlerin arındırılması ve hayatların yeniden ihyası için bir çalışmanın ucundan tutmak zorundayız. Her çiçekten bal alıp, balı kimseyle paylaşmamak ve üstüne üstlük bir mazeret/maharet gibi “daha bal istediğim kıvama gelmedi” demek, şeytanın vesvesesinden başka bir şey değildir.
davete başladı? Yoksa ilk inen vahiyle insanlara kâinatı okuyun da boşuna yaratılmadığınızı anlayın mı dedi? Ey insanlar sizler şu dünyada gelip geçen başı boş bırakılmış alelade bir varlık değilsiniz mi dedi? Bilakis sizler Allah azze ve celle’nin
yeryüzündeki halifeleri
olarak adaleti tesis etmek, insanları cehennem çukurlarının çeperlerinden Allah azze ve celle’nin izni ile alıp cennet bahçelerinin
kapılarına
yönlendir-
meye mükellefsiniz demedi mi? Elmasın değerli olması işlenmesidir. İlmin veya eğitimin değerli sayılabilmesi için işlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde öğrenilen ilmin veya alınan eğitimin hiçbir değeri yoktur. Batının kokuşmuş kültürüne müptela olmuş bu halka İslâm’ı götürmekten
48
Kasım 2019
Erkeklerimiz erkeklerimize, kadınlarımız kadınlarımıza, çocuklarımız çocuklarımıza öğrendiği ya da bildiği her şeyi anlatmak zorundadır. Nitekim kişi bildiği ve bildiğini paylaştığı kadar alimdir. Hanımlarımızı davetten uzaklaştırmamız en büyük tehlikedir. Evde çocuk yetiştirsin, ilmini de ben veririm diyen Müslüman kocalar! Biliyoruz ki bunun için zamanınız olmayacaktır. Hanımlarımız sadece evde oturursa daveti hanımlara kim götürecek? Kocalar bilinçlensin onlar götürür diyenler de var tabi. Ancak pratiğe bakıldığında hiç de öyle olmuyor. Çalışmalardan uzak hanımların eğitim seviyeleri düşerken aile içindeki iletişim de çatırdamaktadır. Eşler eve geldiklerinde ahiretten çok dünya sorunlarını konuşmaktadırlar. Bunun sebebi hanım kardeşlerimizin kocaları gibi davet sahalarında olmayışlarındandır. Çocuklarımıza Sümeyra ismini koymak en kolay olanıdır. Önemli olan Sümeyra radıyallahu anha gibi sahaya inmek ve indirmektir. “E o zaman birbirimizi pek göremeyeceğiz” diyen kardeşlerimiz de vardır. Onlara da inşallah Şehit Zafer Mert hocamızdan bir alıntı ile cevap vermek
istiyorum: “Şayet dünyada hep görüşürseniz, cennette görüşemezsiniz.” Şayet Hasan el Benna rahimehullah’ın dediği gibi “bu toplumun yarısını kadınlar oluşturuyor ve diğer yarısını da kadınlar doğuruyor” ise kadınlarımızın çocuklarına iyi bir hoca olması için kadınlarımız davet sahasında çocuğuyla beraber olmak durumundadır. Çocuk o havayı, o atmosferi teneffüs ederek yaşamalıdır. Çünkü siz de takdir edersiniz ki asrı saadette yaşamıyoruz. Bir Müslüman; iş yerinde çalışanını,
Bir Müslüman iş yerinde çalışanını, evde ailesini, akraba ortamlarında akrabalarını, başka ortamlarda ise o ortamlarda bulunan insanlara hakikati anlatması kendi nefsi için ilaçtır.
evde ailesini, akraba ortamlarında akrabalarını, başka ortamlarda ise o ortamlarda bulunan insanlara hakikati anlatması kendi nefsi için ilaçtır. Neden mi? Çünkü eğitim ile frenlediğimiz hayatımız monotonlaşmıştır.
sen olacaksın. Anlatırsan, hatırlar-
Edindiğimiz ilim; ruhtan, duygudan
sın. Hatırlarsan, kalbin canlanır ve
uzaklaşarak
hesap-
taşlaşmış duyguların yumuşamaya
lamalara dönüşmüştür. Bu tür ilmi
başlar. Halkla iç içe olmayan tekfirci-
şayet paylaşmaz ve insanların yanlış-
lerin kalpleri neden sertleşti? Çünkü
lardan doğruya ulaşmaları için vesile
matematiksel bir hesapla din anlattı-
kılmazsak, kendimize de yararı olma-
lar ve sonucunu gözlediler. Halbuki
yacaktır. Çünkü şu ayete göre şunlar
ne zaman bu halkın dertlerini dinle-
matematiksel
münafık, şu hadise göre şunlar kibir ehli diyerek nefsimizi unutmaktayız. Şayet namaz kılmayan bir genci
diler ki? Ne zaman bu halkın önündeki engelleri merhametli elleriyle kaldırmaya çalıştılar ki? Bu yüzden
namaza başlatmak için konuşuyorsan
duygulardan ve empatiden arınmış
bil ki namazın önemini kavrayacak
bir üslupla din anlattılar ve kendi
olan öncelikle kendi nefsindir. Eğer
nefislerini temize çıkardılar. Böyle-
dünyadan yüz çevirip gerçek yurt
likle insanlardan uzaklaşarak sert bir
olan cenneti anlatıyorsan, bil ki cen-
yapıya sahip olmayı seçtiler. Biz İslâm
netin kokusunu burnunda hisseden
davetçileri Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve
Rebi'ül Evvel 1441
49
gibi İslâm’ı kimseyi kınamadan,
Bir genç ile karşılaşmıştım. Çocuk çok
kırmadan, “sen kafirsin, müşriksin”
ahlâklı biriydi ama namaz kılan biri
demeden insanlara anlatmalı ve kendi
değildi. Ona neden namaz kılmıyor-
imanımızı her daim canlı tutmalıyız.
sun dediğimde nefsime ağır geliyor
sellem
Velhasıl
eğitim
almak
önemlidir.
Ancak “bu diksiyon kursuna gideyim, şu Kur’an talim kursuna gideyim, o dil eğitimine gideyim sonra insanlara bir şey anlatırım” demek şeytanın sağdan yaklaşmasından başka bir şey değildir. Sen onları öğrenene kadar zamanı durduramayız. Kayıplarımız gün geçtikçe artmaktadır. Bu yüzden öğrendiklerini paylaşmak en temel görevindir. Aksi takdirde ne eğitim biter ne de insanlara ulaşırsın. Eğitimin bitse de o zamana kadar sendeki iman aynı olmayacaktır. O zaman da
yerinde
oturmayı
seçeceksin.
sonra şöyle dedi “bizim bir hoca vardı namaz kılmasak da Müslüman olduğumuzu ve cehennemde cezamızı çektikten sonra cennete gideceğimizi söylemişti”. Subhanallah! Evet kafir olmuyor ama namaz kılmayarak kafirliğe bir adım atmıyor mu bu genç? Cehennem bu kadar mı hafife alınır? Yanar ve cennete geçersin ne demek? Kafir gibi yaşanırsa yolun sonunda sinelerde iman kalacağını kim garanti edebilir? Yahudilerin “ateş bize sayılı günler kadar dokunacak sonra cennete gireceğiz” demelerinden ne farkı
Ama zaman oturma zamanı değildir.
var bu söylemlerin? İyi bir portre
Gençlerimiz, zihinlerini hipnoz eden
çizeceğimize portreleri düzeltmemiz
müziklerle
gerekmez mi?
parçalamaktadırlar.
Bu
yüzden ne anlatsan seni anlamıyorlar. Gençlerimizin hayatlarını İslâmi yaşantıdan küresel kafir hayatlarına sürüklüyorlar. Bu yüzden ahlâk dibe vurmuş durumdadır. Gemi batıyor kaç kişi kurtarsak Allah azze ve celle için kar değil midir?
50
dercesine başını öne eğdi ve daha
Cennetle müjdelerken, cehennemle korkutmak Rasûllerin görevlerindendir. İşte sadece ilimle uğraşıp koltuklara yapışırsak gençlerimizin gerçek vakıalarından da uzaklaşırız. Olaylara kendi eksenimizden bakmaya başlarız. Böylelikle gençlerimiz kafir gibi
Ne yazık ki kitap çıkarmaktan bir hâl
düşünür. Kafir gibi görünür. Kafir
olan ve bu kitapla da ilim ehlini tenkit
gibi yaşayarak Müslüman olarak mı
eden ilim ehli insanlara rastlıyoruz. Bu
ölür onu ise Allah azze ve celle bilir. Yaşa-
Müslümanlar insanlara var olan vahim
yan hiçbir Müslüman cenneti garan-
durumu, güllük gülistanlık göster-
tilememişken bizlere ne oluyor da
mektedirler. Nerden mi biliyoruz?
bahanelere sarılıyoruz?
Kasım 2019
KAPAK DOSYA Derya Fıçıcı
Depresyonda mısın Depresyonun bilimsel tanımını psikologlar şu şekilde açıklamıştır:
psikolojide depresyon denilen
“Depresyon; yaşamın getirdiği, stres oluşturan birçok duruma gösterilen tepkidir. Üzüntü ve keder depresyonda en çok göze çarpan duygusal belirtilerdir. Kişi çaresizlik ve mutsuzluk hisseder, sık sık ağlar hatta intihar etmeyi dahi düşünebilir. Yaşamdan zevk alma duygusunun kaybolması, daha önce yapmaktan hoşlandığı şeylerden haz almama ve olumsuz düşüncelerin oluşması ile
kulluk bilincine sahip olan
süreç başlamış olur.” Hayata mümince bakabilen, kimse, bu duygularla kolayca baş edebilir. Mümin dünyayı imtihan yeri olarak görür ve yaşadığı her şeyin, başına gelen her olayın ardında ayrı bir hikmet arar. Sıkıntılara sabretmenin ardında Rabbinin müjdesinin olduğunu bilir. “Andolsun ki, sizi bazen çetin korkularla, bazen açlık ve yoksullukla, bazen de ser-
“Andolsun ki, sizi bazen çetin korkularla, bazen açlık ve yoksullukla, bazen de servetinizi, sağlığınızı ve ürünlerinizi elinizden alarak imtihân edeceğim. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155)
Rebi'ül Evvel 1441
51
vetinizi, sağlığınızı ve ürünlerinizi elinizden alarak imtihân edeceğim. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155) Allah azze ve celle bu ayeti kerimesinde Müslümanlara, başlarına gelecek olayları nasıl karşılamaları, olayların mahiyetini doğru olarak nasıl değerlendirmeleri gerektiği hakkında bilgi veriyor. İnsanın hayat konforunun aynı derecede ilerlemeyeceğini, zaman zaman korkularla, açlıkla, nimetlerin eksiltilmesiyle çetin imtihanlara uğrayacağımızı bildiriyor. Özellikle imtihan kelimesine dikkat etmemiz gerekiyor. Bütün bu korkuların, çekilen sıkıntıların sebepsiz olmadığını, bir denenme olduğunu ve sıkıntılara hakkıyla sabredenlerin de müjdeleneceğini öğreniyoruz. Bu ayet-i kerîmeyi anlayıp kavrayan kimse hayatın içinde karşılaştığı sıkıntılarla nasıl baş edeceğini anlamış olur. Öyle ki artık bu imtihanlara uğramak onun kalbinde elem yerine tatlı bir lezzet bırakır. Çünkü onun iman ettiği, güvendiği, sığındığı Allah azze ve celle buyuruyor ki: “… Sabredenleri müjdele.” Yani o artık bu meselenin sıkıntı ve acı kısmında değil, sabrın sonundaki müjde kısmını düşünür durumda. Ancak bu ayetleri anlayamamış bir kimse, kulluk bilincine sahip olamamış bir kimse başına gelenler karşısında şaşkına döner. Hayat stan-
52
Kasım 2019
dartlarının bozulmasını hiç istemez, daima bu korkuyla yaşar. En ufak bir sıkıntıda bunalıma girer. Çünkü hayat onun için sorunsuz ilerlemelidir. Çünkü mutluluk yeri dünyadır. Burada bir şeyler ters gittiğinde morali bozulur, canı sıkılır. İşte bunlar mümince düşünceler değildir. Seyyid Kutup rahimehullah bu ayetin tefsirinde bizlere şöyle hitap ediyor: “Sözünü ettiğimiz musibetler bu inancın bağlılarının bel kemiklerinin sağlamlaşması ve dinamiklik derecelerinin artması için gereklidir. Sıkıntılar müminlerin potansiyel güçlerini, saklı enerjilerini harekete geçirir. Kalplerdeki perdeyi kaldırır, vicdanlardaki pası siler ve isabetli düşüncelerin gelişip serpilmesini sağlar.” Başa gelen musibetleri “Neden benim başıma geldi?” diyerek karşılamak yerine, sıkıntıları bir acziyet ve güçsüzlük olarak görmek yerine sağlamlaştıran, hikmet ve basiretimizi artıran, bizleri Allah azze ve celle’ye daha fazla yaklaştıran, değerimizi artıran, ruhumuzu incelten, kalbimizi yumuşatan, bizi insan yapan, vicdanımızı devreye koyan değerler olarak görmemizi sağlıyor. Kişi, “Neden benim derdim var? Neden bunlar benim başıma geliyor?” demek yerine derdini sevmeye başlıyor. İnsan derdini sevince zaten sıkıntı da ortadan kalkmış oluyor. Kim böyle bir kafa konforuna sahip olmak istemez ki? Sıkıntı olarak gördüğün musibetler, imtihanlar, onlara sabrettiğin müddetçe
seni hem dünyada güçlü kılıyor hem de
Seyyid Kutup rahimehullah Fizilal’il Kur’an
ahirette ebedi mutluluğa, cennete taşı-
adlı tefsirinde şöyle yazmaktadır:
yan Rabbinin müjdesine sevk ediyor.
“Rabblerinden onlara mağfiret (sala-
Ve Allah azze ve celle sıkıntı halinde, bir
vat) vardır.’ Yüce Allah azze ve celle bu
musibete uğradığımızda ne yapma-
ifade ile sabreden müminlere bizzat
mız gerektiğini de bize ayetiyle bildi-
kendisinin ve meleklerinin salavat
riyor. “Onlar başlarına bir musibet
getirdiğini bildiriyor. Bu son derece
geldiği zaman: “Biz Allah’a aidiz ve
onurlu bir makamdır. Allah azze ve cel-
sonunda O’na döneceğiz.” derler.”
le’nin
(Bakara, 156)
ve doğru yolu bulanlar da onlardır.”
İşte sabredenlerin ağzından dökülen
Bu öyle bir ödül ki dünyalık hiçbir
ayetler bunlardır. Onların ağzından
makam, hiçbir mevki bu ödülle ölçü-
ne bir isyan sözü ne de memnuniyet-
lemez. Öyle ise dünya üzerindeki
sizlik ifade eden bir söz duyabilirsin.
bütün sıkıntılar dağılıp gitmiştir.
Kalpleri huzur ve güven içinde “Biz Allah’a aitiz” derler, “Biz yalnızca O’nun için varız” derler. “O Allah ki bize ne dilerse yapar ve O’ndan gelen her şeye razıyız. Ve yine dönüşümüz O’nadır” derler. İşte sabredenler bunlardır. Allah’ın azze ve celle müjdelediği kimseler, o mutlu, bahtiyar insanlar bunlardır. Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “İşte Rabblerinden mağfiret (salavat) ve rahmet onların üzerinedir ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” (Bakara, 157)
rahmeti de onların üzerinedir
Allah azze ve celle’nin ve meleklerinin selâmlamasıyla müjdelenen hangi kişide sıkıntı kalabilir ki? Hangi dert onu kedere, ümitsizliğe, bunalıma, depresyona sürükleyebilir ki? O mümin öyle bir hedefe kilitlenmiş ki Rabbinin ve meleklerinin selâmını işiteceği o güne. Öyle ise tüm dertlere tüm sıkıntılara cevabımız tıpkı İbrahim aleyhisselâm gibi; “Hasbunallahu ve ni’mel vekil / Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.” Selâm ve Dua ile
“Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman: "Biz Allah'a aidiz ve sonunda O'na döneceğiz." derler.” (Bakara, 156)
Rebi'ül Evvel 1441
53
KAPAK DOSYA Cumali Aydın
İ
54
ŞİMDİ RABBİNİZİN HANGİ NİMETLERİNİ YALANLAYABİLİRSİNİZ?
nsan var olmaya başladığı andan itibaren pek çok nimetlerle donatılmakta
leri kadar da uzundur. Ancak
ve bu nimetler insanın her-
mini daha çok hissettirmekte
hangi bir çabası olmaksızın
ve daha ağır basmaktadır. Bu
kendisine bahşedilmektedir.
nimetlerin önceliği ve sırala-
Bu nimetlerin niceliği ve nite-
ması insanların yaşam biçimi
liği insandan insana değişse
ve düşüncelerine göre değişse
de istisnasız her bir birey bu
de bir Müslüman için elbette
nimetlerden istifade etmekte
bu sıralamanın başını iman
ve faydalanmaktadır. Elbette
nimeti çekmektedir. İnsanın
bu nimetler çok çeşitli ve
Rabbini
türlü türlüdür. Saymakla biti-
hemhâl olması, O’nu anla-
rilemeyecek kadar çoktur ve
ması ve yalnızca O’na kul
kelimelerin birbiri ardına gel-
olması
mekle sonunu getiremeyecek-
büyük nimettir. Sıralamanın
Kasım 2019
bu nimetlerden bazıları vardır ki diğerlerine nazaran öne-
tanıması,
Onunla
tartışılmaksızın
en
bir sonraki basamağını insanoğluna lütfedilen en büyük hediye yani aile doldurmaktadır. İnsan ana rahmine düştüğü andan itibaren bir ailenin parçası olur ve aile ile ünsiyet kurmaya başlar. Anne karnı onun için pek korunaklı ve güvenli bir sığınaktır. Burada plasenta (1) aracılığı ile anneden beslenir ve gelişimine devam eder. Yavaş yavaş bedeni şekillenir, organlar oluşur ve makul seviyeye ulaşırlar. Kalbin ilk ritim sesleri duyulur ve hayatın varlığı tüm emareleriyle kendini hissettirir. Tabi bu süreç özellikle anne için oldukça zorlu bir süreçtir. Fiziksel değişimleri ruhsal değişimler takip eder. Bu değişimlerle beraber anne yorulur ve acı çeker. Ancak bu acı ve kederin sonucunda kendisini bir müjdenin beklediğini bilir ve sabrı kendine dost edinerek günlerini büyük bir bekleyişle geçirir. Yaklaşmakta olan gün gelir ve acılar, sancılar şiddetlenir. Acılar dayanılmaz bir hale mutluluğa bir adım daha yaklaştığının farkındadır. Ne büyük bir tezat! Acıyla, hüzünle harmanlanmış bir durumdan zuhur eden yüce bir mutluluk. Sonunda annenin acı çığlıkları ile bebeğin ağlaması birbirine karışır. Sevinç, acı, hüzün ve mutluluk bir arada yaşanır. Anne için doğum sancısı o denli şiddetlidir ki, bir erkeğin aynı düzeydeki böylesi bir acıya maruz kalmasının mümkün
Çocuk, anne karnında hissettiği duygu ve durumun bir benzerini anne kucağında yaşadığı andan itibaren sakinleşir ve kendini güvende hisseder. Allah azze ve celle bu aciz kulunun korku ve kaygısını, anne ve annenin merhametini vesile kılarak giderir ve onu emin kılar.
olmadığı hatta ölebileceği bilinen bir gerçektir. Kadınların bu denli yüksek şiddetli ağrılara karşı dayanıklı olmaları Allah azze ve celle’nin kullarına olan rahmetinin işaretlerinden bir işarettir. Çocuk dünyaya geldiği andan itibaren çok aciz ve korumasız durumdadır. Yeryüzüne adım attığı anda bu denli aciz ve korumaya muhtaç olan başka bir canlı türü bulunmamaktadır. Çocuğun ilk günlerinde aradığı en önemli şey güvendir. Çünkü anne karnı gibi korunaklı ve güven dolu ortamdan çıkıp tanımadığı, anlamlan-
1. Kadının rahminin içinde oluşan ve bebeğin yaşamının devam etmesini sağlayan, hayati ve geçici bir organdır
Rebi'ül Evvel 1441
55
dıramadığı ve kendisinde belirsizlik ve belirsizlikle beraber kaygı doğuran bir ortama ayak basmıştır. Tam bu sırada çocuğun bu ihtiyacına annenin merhamet ve şefkat dolu kucağı yetişir. Çocuk, anne karnında hissettiği duygu ve durumun bir benzerini anne kucağında yaşadığı andan itibaren sakinleşir ve kendini güvende hisseder. Allah azze ve celle bu aciz kulunun korku ve kaygısını, anne ve annenin merhametini vesile kılarak giderir ve onu emin kılar. İlk yıllarda anne ve çocuğun kurduğu ilişki çok önemlidir. Bu ilişkinin çocuğun geleceği üzerinde etkisi oldukça fazladır. Çünkü bu dönem çocuğun kendisini ve çevresini anlamlandırdığı ve ruhsal, fiziksel ve duygusal olarak çok hızlı geliştiği bir dönemdir. Çocuk annesiyle ve çevresiyle kurduğu ilişki üzerinden kendini değerlendirir ve çevreye dair, dünyaya dair kanaatler oluşturur. Çocuk bu dönemde sevilip sevilmediğini, ilgi görüp görmediğini anlayabilir. Bunun üzerinden kendilik algısına dair düşünceleri belirir ve bireyin özünü oluşturan ben kimim sorusunu yanıtı ve özgüven gibi hususlar yavaşça şekillenmeye başlar. Annenin çocuğuna sıcak olması, ona ilgi göstermesi, onunla eğlenmesi, onunla gülmesi, ihtiyaçlarını gidermesi, ona sarılması ve koklaması çocuğun kendisini sevilebilir bir varlık olarak değerlendirmesine ve beraberinde mutlu olmasına sebep olacaktır. Böylece ruhsal ve fiziksel gelişimi olumlu bir biçimde etkilenecektir.
56
Kasım 2019
Bundan sonraki yaşam evreleri bu dönemden büyük oranda etkilenecektir. Bir binada temel ne denli önemli ve gerekli ise aynı önem ve gereklilik çocuğun yaşamının ilk yılları için de geçerlidir. Peki, bu dönem sağlıklı bir biçimde atlatılamazsa çocuğun ruhsal, fiziksel ve duygusal gelişimine ne gibi etkilere sebep olabilir? Çocuğa ilgiyi hissettiren en önemli hususlardan birisi dokunmaktır. Dışarıdan bakıldığında ufak ve çok gerekli görünmese de bilakis bu davranış çocuk için elzem bir ihtiyaçtır. Bu davranışın önemini anlatan pek çok araştırma ve deneysel çalışma mevcuttur. Bu çalışmalardan biri üzerinden bu durumun ehemmiyetini izah etmeye çalışacağım. Araştırma bir yetimhanede geçmektedir. Yetimhanede bulunan çocukların aileleriyle beraber kalan çocuklara nazaran psikolojik, fiziksel ve duygusal gelişiminin yavaş olduğu hatta daha geride kaldığı gözlemleniyor. Bu durumun altından yatan sebepleri araştırdıklarında dikkat çekici bazı hususlar ortaya çıkmıştır. Birinci durum, bu çocukların aileleriyle beraber yaşayan çocuklara nazaran daha az fiziksel uyarana maruz kalmaları ve bu fiziksel temasla birlikte ortaya çıkan güven, sevgi, merhamet ve ilgi hissiyatının mahrumiyeti, çocukların streslenmelerine ve beraberinde vücutta bulunan
stres hormonunun artmasına neden olduğu gözlemleniyor. Bu durumun akabinde büyümeyi ve öğrenmeyi sağlayan hormonların yeterince kana karışması stres hormonunun yoğunluğu tarafından engelleniyor. Böylece çocuğun fiziki ve zihinsel gelişiminin yavaşladığı fark ediliyor.
herhangi bir engelle karşılaştıklarında
İkinci fark edilen durum bu çocukların daha geç konuşmalarıdır. Bunun sebebi incelendiğinde, bu çocukların yeterince sözel uyaranlara maruz kalmamaları yani çocuk ile yeteri kadar konuşan, onunla oynayan ve çocuğun nidalarına cevap veren bir kimse olmadığı için iletişim becerileri normalden daha yavaş bir seyirde gerçekleştiği fark ediliyor. Ayrıca bu durumun çocuğun duygusal gelişimini de olumsuz etkilediği fark edilmiştir.
duygularımızla ilişkili olan ve fazla
Üçüncü fark edilen durum ise yetimhanede bulunan çocukların diğer çocuklara nazaran daha geç yürümesi olmuştur. Bu durumun altında yatan nedenler incelendiğinde çocuğun fiziksel uyaranlara maruz kalmaması yani çocuğa çok dokunulmaması, oyun oynanmaması ve bazı egzersizlerin yapılmamasının çocuğun kasları ve bu kasların ilişkili olduğu beyin bölgelerinde gelişimin zayıflamasına neden olduğu görülmüştür. Böylece yetimhanede bulunan çocuklar diğer çocuklara nazaran daha yavaş gelişim göstererek yürümeye geç başlamıştır.
gibi bu durumda çocuğu zehirleye-
Başka bir çalışmada aile sıcaklığından, sevgi ve ilgisinden mahrum olarak büyüyen çocukların ilerleyen yaşlarda
bir nimet olduğunun anlaşılmasında
ortaya çıkan stresi yönetebilme ve başa çıkma becerilerinde, yaşıtlarına nazaran daha zayıf oldukları gözlemlenmiştir. Kısacası bu çocuklar olayları çok daha hızlı travmatize edebiliyorlar ve olaylarla mücadele etmekte zorlanabiliyorlar. Bunun nedeni beynin stres hormonu salınımının önüne geçen sistemin bu çocuklarda yeterince gelişememesidir. Bu ve daha pek çok örnek sıcak bir yuvanın
gerekliliğini
ve
önemini
anlamamızda bize yardımcı olacaktır. Elbette her durumda ve işte olduğu gibi ilgi ve sevgi konusunda da denge çok önemlidir. Aksi takdirde yüksek dozda verilen ilacın zehre dönüşmesi cektir. Bu hususlarda aşırıya kaçmak çocuğun bir birey olabilmesini ve kendi ayakları üzerinde durabilmesini, problemlerle baş etme ve çözüm üretme becerileni olumsuz etkileyecektir. Böylece çocuk hayatın zorlukları ile baş etmede güçlük çekebilecek ve yaşam kalitesi olumsuz anlamda etkilenebilecektir. Hülasa, daha pek çok hususa ve konuya değinebiliriz. Lakin şimdilik bu kadarının sıcak bir yuvanın ve ailenin gerekliliğinin ve ne denli büyük bir nebze de olsa katkı sağlayacağı kanaatindeyim.
Rebi'ül Evvel 1441
57
Küçük gibi görünen ancak kartopu misali büyük etkileri olan ve pek çok noktaya dokunan, bununla birlikte çocuğun fiziksel ruhsal ve duygusal gelişimini sağlayacak olan bu durumlarda ailenin ve tabi ki en başta annenin rolü çok büyüktür. Aile üyeleri bu konularda gereken hassasiyeti gösterip üzerine düşen rolleri hakkıyla yerine getirdiği takdirde daha mutlu olacak ve beraberinde de toplumda bu mutluluktan payını alacaktır. Elbette bu konularda üzerine düşeni yapmak kadar rolün devamlılığı ve sürekliliği de ayrıca dikkat edilmesi gereken bir husustur.
Zaman durdu. Gecem ve gündüzüm
Son olarak, bize en aciz olduğumuz bir durumdayken aile sıcaklığı ve sevgisini veren ve hiçbir karşılık beklemeksizin kullarına merhamet eden ve bu merhameti hissetmemizde anne, baba ve ailemizi vesile kılan Allah’a azze ve celle hamd eder ve O’nun habibine salat ve selâm ederim.
Yürek acısı ve gönlün sıkışması daha
Çok sevdiğim ve beni ben olduğum için seven, olduğum gibi kabul eden ve hiçbir zaman sevgisinden şüphe etmediğim anneme yazdığım şiiri sizinle paylaşmak isterim. Bu şiiri zorlu dönemlerden geçtiğim ve yoğun duygular yaşayıp zorlandığım bir dönemde kaleme aldığımı da ayrıca belirtmek isterim.
daha işitemem ama ebedi birlikteliği-
Biliyor musun Anneciğim... Burası çok soğuk, tıpkı acı çığlıklarla koridorları inleyen karanlık bir zindanın hücresi gibi.
58
Kasım 2019
yok oldu. Odamın penceresinden içeri sızan ve tenimi ısıtan güneş artık yok. Günün
aydınlandığının
haberini
veren kuşlar artık ötmüyor. Karanlığa boğulmuş daracık bir tabuttayım. Sanki ölmeden gömülmüşüm gibi... Üzerimde ölü toprağı ve hüznün birikmiş ağırlığı var. Keşke sadece tabut sıksaydı beni.
ağırmış anneciğim. Merhametli ellerinin gözyaşlarımı sildiği, engin gönlünden kopan sözlerin gönlüme su serptiği günleri özledim. Belki ellerim ellerine kavuşmaz bu gözler seni görmez belki de sesini bir miz pek yakındır. O zaman bana sıkıca sarıl ve beni asla bırakma. Sevgin aksın gönlünden yüreğime, merhametin hücrelerime işlesin ve ruhlarımız birleşsin sonra da bir kuş olalım. Bir kanadı sen ol diğer kanadı ben. Kanat çırpalım beraber mutluluk diyarlarına...
Yayınevi REKLAM
KAPAK DOSYA Yakup Hazman
HAYAT İsraf Edilemeyecek Kadar Değerlidir
“.. kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın, işlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever.” Bakara Sûresi, 195
İ 60
nsanı israf eden bağımlılıklar günümüzün en önemli sosyal sorunların-
hayatımızı tehdit etmektedir.
dan birini teşkil etmektedir.
talep edildiği bir dünya haline
Gerek
uyuşturucu,
gelmiştir. Bu sebeple modern
uçucu maddeler gibi bağım-
yaşamdaki dönüşümlerle ilin-
lılıklar gerekse internet, oyun
tili olarak toplumda bağımlı-
gibi daha güncel bağımlılık
lık türlerinde ve miktarında
türleri bireysel ve toplumsal
artışlar meydana gelmiştir.
Kasım 2019
sigara,
Yaşadığımız modern dünya, özgürlüklerin en üst seviyede
Ülkemizde sigara, alkol ve uyuşturucu ile tanışma yaşı giderek düşüyor. 12-17 yaş arası gençlerin risk altında olduğu bir gerçekle karşı karşıyayız. Bu yaşlardaki gençlerin kendi elleriyle kendilerini tehlikelere attığı, aklı örten, düşünme yeteneğini fes eden bağımlılık tuzaklarına kapılması toplumsal bir sorundan kaynaklanmaktadır. İnsanın aklını örten sebepler insanın kendi elinde olmayan unsurlar olabileceği gibi kendi eliyle de ortaya çıkan sebepler olabilir. Allah azze ve celle kitabında şöyle buyurmaktadır: “.. kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın, işlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever.” (Bakara, 195) Oysaki İslâm, en değerli varlık olarak yaratılmış olan insanın, kulluk vazifesini yerine getirebilmesi ve dünyada esenlik içerisinde yaşayabilmesi için şu beş temel esasın korunmasını emretmiş ve bunları insanlığın olmazsa olmazı kabul etmiştir. Bu beş esas şunlardır: 1. Nefsin (canın) korunması 2. Aklın Korunması 3. Dinin korunması 4. Neslin korunması 5. Malın korunmasıdır. Bu beş esas insanın en tabiî haklarıdır. Dini hükümler de genellikle bu beş esas
ile ilgilidir. Dolayısıyla dünya ile âhiret mutluluğu da bu esaslara bağlıdır. Allah azze ve celle kitabında şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.’’ (Maide, 90) Yukarıdaki beş maddeden biri olan akıl; insanı insan yapan değerlere hayat vermektedir. Verilen bu nimetin bünyesinde iyi ve kötüyü ayırt etme mekanizması olan irade bulunur ki bu da insanın değerini muhafaza etmektedir. Akıl ve irade sayesinde insan, yaratan tarafından gönderilen yasaları anlamaya ve yaşamına aktarmaya gayret gösterir. Eğer insan aklını dolayısı ile iradesini sağlama alır yani muhafaza ederse hayatının kontrolünü elinde tutacak ve iman ehli bir kimse ise Rabbine karşı olan görevlerinde gevşeklik göstermeyip gaflete düşmeyecektir. Aksi taktirde Allah azze ve celle’nin özgür olarak dünyaya gönderdiği insanın maddelere bağımlı olması aşağılayıcı bir durum olacaktır.
Rebi'ül Evvel 1441
61
Neslini muhafaza etmekle görevli olan ailelerin ilk işi hastalık bünyeye bulaşmadan önce tedbir almaktır. Hastalık bünyeye girdikten sonra vücut bulan arizî durumlardan etkilenmemek mümkün değildir. Bu sebepten aileler “ağaç yaş iken eğilir” sözünden de anlaşılacağı gibi daha çocukken evlatlarını Allah sevgisi ve korkusu ile yetiştirmelidir. Bu eğitimler çocukta karakter haline bürünmelidir. Allah azze ve celle’nin sevgisine ulaşma isteği ileride çocuğun iradesini ayakta tutan bir kuvvet haline gelecektir. Bu da onu Allah azze ve celle’nin kötü dediğinden -her ne olursa olsun- uzaklaşmasını sağlayacaktır.
Yani; Kuran’ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü davranışlarına anlam kazandıran ve ilahi emirler karşısında sorumluluk altına girmesini sağlayan şey aklıdır. Akıl zafiyeti yaşayanlar yukarıda belirtilen diğer dört esası da çiğnemeye meyyal olacaklardır. İradesi yıkılan bir insan, iyi ve kötüyü birbirine karıştıracak ve nefsinin arzularına meylederek diğer dört maddeninde sınırını aşacaktır. İnsanın aklını örten, iradesini yıkan durumlar gerek uhrevi gerekse dünyevi değerlerini ortadan kaldıracaktır. Bu durum insanın hayatının tüm safhalarını israf edeceğinden kendine ve dolayısıyla topluma zarar veren bir asalak haline çevirecektir. İnsana verilen şeref ve değerde yok olup gidecek. Gençlerin zararlı alışkanlıklardan korunması ve sağlıklı yaşam bilincinin kazandırılmasında büyük görev ailelere ve sosyal kurumlarımıza düşüyor. Burada iş birliğinin güçlendirilmesi şart. Ülkemizde de son dönemlerde uyuşturucu ve teknoloji kullanımı tehlikeli boyutlara ulaştı ve yayılmaya devam ediyor “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.” (Tahrim, 6) Neslini muhafaza etmekle görevli olan ailelerin ilk işi hastalık bünyeye bulaşmadan önce tedbir almaktır. Hastalık
62
Kasım 2019
bünyeye girdikten sonra vücut bulan arizî
durumlardan
etkilenmemek
mümkün değildir. Bu sebepten aileler “ağaç yaş iken eğilir” sözünden de anlaşılacağı gibi daha çocukken evlatlarını Allah sevgisi ve korkusu ile yetiştirmelidir. Bu eğitimler çocukta karakter haline bürünmelidir. Allah azze ve celle’nin
sevgisine ulaşma isteği
ileride çocuğun iradesini ayakta tutan bir kuvvet haline gelecektir. Bu da onu
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” Âli İmran Sûresi, 104
Allah azze ve celle’nin kötü dediğinden -her ne olursa olsun- uzaklaşmasını sağlayacaktır. Hastalık vuku bulduğunda ise aile evladını önce hastalıklı ortamdan uzaklaştırmalı ve iyileşmesini sağlayacak mekânlara yönlendirmelidir. Şu gerçeği iyice belirtmemiz gerekir ki bağımlılık hastalıklarından her hangi birine bulaşmış gençlerimizin ortak sorunu olan kendini bulamam ve kendini ispat etme çabaları gibi psikolojik sorunlardan dolayı bunları sadece hastalıklı ortamdan uzaklaştırmak veya hapsetmek, bir kazanç getirmeyecektir. Bu gibi davranışlar hastalıklarına yeni bir boyut katacağı gibi bağımlılıklarına karşı özlemlerini de artıracaktır. Bu tür psikolojik ve sosyal sorunu olan
Sonuç itibariyle zararlı alışkanlıkların hepsi kişinin şahsiyetine, dünyasına ve uhrevi hayatına zarar vermektedir. Hem ferdi hem de sosyal problemleri ortaya çıkarmaktadır. Bu sebeple toplumun bütün kesimleri bu zararlı alışkanlıklara karşı seferber olmalı, öncelikle kendimiz kullanmayarak örnek olmalı, kullananlara karşı ise itici değil, birleştirici ve bütünleştirici yaklaşımlarla onları topluma kazandırma yollarını aramalıyız. Allah azze ve celle’nin kendisinden razı olduğu ortamlarda bulunmalı ve gazabına sebep verecek
bağımlıların sosyal çevrelerinin tama-
ortamlardan uzaklaşmalıyız.
men hastalıktan arınmış temiz ortam-
Yüce Rabbim dünya ve ahiret haya-
lar olması gerekir.
tımızı sıkıntıya uğratacağımız zararlı
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emre-
şeylerle buluşturmasın. Her türlü
den ve kötülükten men eden bir top-
bağımlıklıklara müptela olmuş kar-
luluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren-
deşlerimizi bu alışkanlıklarını bırak-
ler onlardır.” (Âl-i İmran, 104)
mayı nasip etsin. (Amin)
Rebi'ül Evvel 1441
63