METROBÜS JÜRİSİ
O sabah işe geç kalmıştım. Yine de iki şeyden ötürü sevinçliydim. İlki, Cevizlibağ’a aktarmasız giden, diğer günlerde bir türlü yakalayamadığım 34A metrobüsünü yakalamam, diğeriyse oturacak yer bulmamdı. Kendimi içeri attım ve güneş gelmeyen yönü kestirmeye çalışarak önlere yakın koltuklardan birine, koridor tarafına oturdum. Memnuniyetle etrafıma bakındım. Yanımda, saçları Semra Özal modeli yapılı, süsü yerinde bir hanımefendi vardı. Sarı tonlarına boyanmış kısa saçları tepesinde cömertçe kabartılmış, öyle durması için de bolca sprey sıkılmıştı. Karşımızdaysa, yüzü bize dönük iki yolcu oturuyordu. Yan sıramızda da bizim gibi karşılıklı yerleşmiş dört kişi vardı. Yer buldukları için onlar da mutluydu. Semra Hanım, karşımıza yerleşmekte olan çifti, yüzünde kekremsi bir ifadeyle önce aşağıdan yukarı, sonra yukardan aşağı süzdü. Suratındaki ekşilik, büzdüğü dudaklarından benim ağzımın içine sirayet etmişti. İstemsizce dilimi damağıma sürttüm. Sanki az önce bir şey yemişim de sindirmeye çalışıyormuşum gibi yüzümü buruşturdum. Esnemenin bulaşması gibi ekşimtırak tat bana da bulaşmıştı. Karşımızdaki çift nihayet oturmuştu. Zararsız duruyorlardı, çünkü çiklet çiğnemiyor, yüksek sesle konuşmuyorlardı. Takılıp düşmemize neden olacak bir bavul yoktu ayaklarının arasında. Gelgelelim Semra Hanım, kadını tapon bulmuştu. Bakışlarını benim üstümden aşırıp diğer dörtlüye kaydırdı. Spreyden kaskatı kesilmiş mizanpli saçlarından anladığım kadarıyla kuaförden çıkmayan bir hanımdı.
Karşımdakiler birer poğaça çıkartıp yemeye başladı. Semra Hanım’sa görüş alanındaki her yolcuyu akbaba gibi izliyordu. Sonunda hareket ettik. Duraklar insan seliydi. Her durakta metrobüse bir sürü kişi biniyor ama kimse inmiyordu. Onca kişiye rağmen otobüs sessizdi. Çoğu hâlâ uyuyordu. Askıya tutunarak uyuyabilenler vardı aralarında. Kimiyse kulaklıkları takmış haber ya da müzik dinliyordu. Normalde işe daha erken saatte gittiğimden olsa gerek bu topluluğa yabancıydım. Bunlar benden bir sonraki gruptu. Dolayısıyla aralarında Semra Hanım gibi hanımefendiler vardı. Otobüs henüz köprüye ulaşmamıştı ki, garip bir telefon melodisi yayıldı ortalığa. Melodiden ziyade bir şarkıydı bu. Ses, seksenlerin yanık, “Küçük” lakaplı arabeskçilerini anımsatıyordu. Sana alo diyoruum, Beni duymuyor musuun? Telefona cevap verr, Yoksa sevmiyor musuun? Melodi, sol taraftan geliyordu. Tam bizim hizamızdan. Hepimiz dönüp baktık. Telefonun çaldığı yerde iki adam, uyuyan çocuğunu kucaklamış bir kadın ve sarışın, uzun saçlı bir kız vardı. Telefon çalmaya devam ettikçe insanlar birbirine baktı, baktı. Şarkı çaldı, çaldı. Sonunda telefonun kime ait olduğu anlaşıldı. Kimseye bakmayan kızındı. Sabah sessizliğini yırtan, ne idiği belirsiz ses herkesin dikkatini çekmişti. Hep birden kıza bakmaya başladık. Kız aheste hareketlerle telefonu açtı ve karşı tarafa ortalama bir açılış selamı verdi. Ne konuştuğunu işitemedim, ancak arayan kişiye hürmet eden ve bu telefonu bekleyen bir hâli vardı. Karşısında oturan adamlar çoktan sohbetlerine geri dönmüştü. Çocuklu kadınsa çocuğuyla beraber uyuklamaya devam etti.
Hepimiz biliriz, açık renk insanların naif olduğuna dair bir düşünce vardır. Sarışınlar munistir, uyumludur. Hatta iyi kalpli, dürüsttür. Üst tabakadan Avrupai görünümleriyle reklamlarda da onlar oynar, iş başvurularında da onlar seçilir. Hâl böyleyken, pek çok sarışın bunun kaymağını yemekten şikâyet etmiyordu. Beri yandan kişiliğini kabul ettirmekte güçlük yaşayan, bağımsız sarışınlar da vardı. Ciddiye alınmamaktan, beceriksiz görülmekten bıkmışlardı. Belki bu kızın da böyle bir derdi vardı. İnsanlar onu toy, hatta bön yerine koyuyordu. Ona şimdiden sempati beslemeye başlamıştım. İnce parmaklarını telefona sımsıkı sarmış konuşan bu kız, saçlarıyla oynamayı da bırakmıştı. Derken şu sözleri net bir biçimde işittim, “Nazan Anne, lütfen... Zaten moralim o kadar bozuk ki. Gerçekten konuşacak bir şey yok! Bakın ‘gerçekten’ diyorum.” Nazan Anne mi? Belli ki Nazan denen bu kadın, sarı kızın üvey annesiydi ve kızı çok kırmıştı. Bu tipleri iyi bilirdim. Bunlar kocalarını sever ama onların analarını da çocuklarını da sevmez, buncağızların “ayağını evinden kesmek” için elinden geleni ardına koymazdı. Sofrada üvey çocuklarına servis yapmayı kazara unuturdu mesela. Yerine oturduktan sonra yeni fark etmiş gibi yapardı. Yersen! Ah be kızım. Sen keşke üvey annenin evine, yanında kocan olmadan gitmeseydin. Ya da üvey ananın kocası olmadan gitseydin de ona üveylik neymiş gösterseydin. Ama dur. Bu kız evli olsa parmağında alyans olurdu. O hâlde bekârdı. Baba evine tek başına gitmiş, kadın da bir punduna getirip çıngar çıkarmıştı. Hatta... hatta belki anneciğiyle ilgili atıp tutmuştu orospu. Moralim yerle yeksan olmuştu. Ben olsam öyle anayla bırak konuşmayı, ömrümün sonuna dek lügatımdan silip atardım karıyı. Kız yine terbiyesini bozmuyordu, helal olsun. Kadın telefonu kapatmayınca, kızcağız da kapatamıyordu. “Siz beni tanıyorsunuz. Benim bugüne kadar neyimi gördünüz Allah aşkına?” (...)
ŞANLIURFA
İlk buğday tanesinin toprağa düştüğü peygamberler kenti
On bir bin beş yüz yıllık bir kente yolculuktu bu… Balıklıgöl’de bulunan, uygarlık tarihinin bilinen en eski heykeline doğru… Ana Tanrıça imgesinden çok önceleri erkeğin kutsal yaratık olduğunun kanıtı da sayılan bu heykel, on bir bin yıl öncesine aitti. Neolitik devir insanlarının sandığımızdan çok daha farklı ve gelişmiş olduğunu ortaya çıkaran Göbeklitepe Tapınağı da buradaydı, eser sayısı bakımından Türkiye’nin beşinci müzesi de… Ülkemizin en çok kazı yapılan iliydi; dünyanın ilk üniversitesi, ilçelerinden Harran’daydı… Güneydoğunun Efes’i olarak nitelendirilen Şuâyb antik şehri de, Soğmatar antik kenti de yine Şanlıurfa’nın sınırları içindeydi. Halepli Bahçe’de bulunan, Amazon kraliçelerini görüntüleyen üç milimetrekare boyutlarındaki mozaik taşları da… Şimdi bu mozaikler, gerçekten etkileyici bir binada, müzeciliğin çağdaş koşullarında sergileniyor. Üç semavi dinin buluştuğu peygamberler diyarı, efsaneler şehri bugün, GAP’ın başkenti ve Türkiye’nin en; dünyanın dördüncü büyük barajı olan Atatürk Barajı’nı da barındırıyor…
Göbeklitepe Dünya medeniyetinin doğumuna dair bütün varsayımları sarsacak bilgileri barındırdığı söylenilen Göbeklitepe’ye yaptığımız ilk yolculuk gerçekten önemli verilerle karşılaştıracaktı bizi. 1994 yılında Alman arkeolog Klaus Schmidt tarafından keşfedilen bölgede kazı çalışmaları, o tarihten bu yana sürüyordu. Buradan edinilen bilgiler, avcılık ve toplayıcılıkla geçinen göçebe toplulukların tarımı öğrenerek yerleşik yaşama geçtiği tezini de çürütüyordu. Çünkü, söz konusu tapınakları yapanların çanak çömlek kullanmayı bilmediği düşünülüyordu. Mezopotamya’daki ilk şehirlerden beş bin beş yüz yıl, İngiltere’deki ünlü Stonehenge anıtından da yedi bin yıl daha yaşlı olduğu belirtilen Göbeklitepe’deki tapınaklarda pek çok tuhaf ve narin sürüngen resmi göze çarpıyordu. Kesin olmamakla birlikte dünya tarihinde ilk insan kurban etme törenlerinin de bu bölgede gerçekleştiği düşünülüyordu. O ilk yolculuğumuzda kazı ekibinden kimse olmadığından, oradaki bekçi ve güzeller güzeli bir köpek eşliğinde gezecektik kazı alanının izin verilen bölümlerini… Stellerdeki boğa, tilki, yaban domuzu, yılan, turna, yaban ördeği, ceylan, yaban eşeği kabartmalalarını gözlerimizle görecektik. Bir de çevredeki gelincik tarlalarının kırmızıları alacaktı gözlerimizi… Sonra, Klaus Schmidt’in rehberliğinde de, elimizde hazırladığı “Taş Çağı Avcılarının Gizemli Kutsal Alanı Göbeklitepe, En Eski Tapınağı Yapanlar” kitabı, ören yerini yıllar içerisinde birçok kez gezecektim. Her defasında coşkusunu, heyecanını, önce Türkçe başlayan keyifli anlatımının da etkisiyle bizlere geçirmeyi başaracaktı. Her gittiğimizde kazı alanı genişliyor; çıkan eserler koru-
nabilmesi için çatı altına alınıyordu. Son defasında ziyaretçilerin dolaşacağı yürüme yolları da bitirilmişti. Yirmi yıla yakın bir süredir kazıları sürdürüyordu Schmidt. O güne kadar ören yerindeki 20 tapınaktan ancak 6’sını, bütün alanın ise yüzde 5’ini ele geçirmişti. Henüz 61 yaşındaydı ve kazı alanında onun günyüzüne çıkarmasını bekleyen 14 tapınak daha vardı. Dünyanın bilinen en eski “tapınak merkezi” olduğu belirtilen Göbeklitepe, bir süre önce UNESCO tarafından “Dünya Mirası Geçici Listesi”ne de alınmıştı. Bu Göbeklitepe ziyaretlerimizin benim için artı keyifli yanlarından biri de orada bulunan kimi turistlerce Klaus Schmidt’e benzetilmem, hattâ birlikte fotoğraf çektirmek istenmesiydi! Sonra, sonra bir gün ajanslara düşen bir haber, yalnız arkeoloji dünyası için değil, Göbeklitepe için de büyük bir kaybı duyurdu. Göbeklitepe’yi tanıtan profesör Klaus Schmidt ülkesinde havuzda yüzerken geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetti. Haberi okurken on küsur yıl öncesinin Ağustos ayını anımsadım. Manfred Korfmann’ın, Troia kazılarını neredeyse 20 yıla yakın bir süredir sürdüren yine bir Alman arkeologun ölüm haberini alınca da çok etkilenmiştim. Kelimenin tam anlamıyla dağ gibi bir adamdı Korfmann. Ölümünden daha 6-7 ay önce, Tübingen Troia Vakfı’nın kuruluşu nedeniyle yapılan toplantı için Alman Başkonsolosluğu’nda beraberdik, bir yıl önce de yine Troia’da... Ondan evvelki yıl da. Daha önceki sene de. Oysa Korfmann artık yoktu... (...)
BİR
Rafların arasında durmuş, ne alacağımı hatırlamaya çalışıyordum. Tam ofisten çıkarken arayan annem, yarın yapacağı “gün” için bir şey istemişti. Ben de markete gelene kadar çoktan unutmuştum. Eğer o çok önemli şeyi -ki bunu iki kere belirtmişti- almazsam da sonsuza dek susmazdı. Arayıp ne istediğini soracaktım ama servisten inerken telefonumun şarjı bitmişti; her zamanki gibi tam lazım olacağı zamanda. Bütün günün yorgunluğuna annemin angaryası da eklenince başımın ağrısı sinsice artmaya başladı. Markette karşılaştığım Serap da bu konuda çok faydalı oluyordu doğrusu. Nefes almadan konuştuğu için kendimi bile unutmak üzereydim. Bütün gün evde oturan birinin anlatacak bu kadar çok şeyi nereden bulduğunu merak ediyordum. Gerçi Serap konu bulmakta hiç zorlanmazdı. Saçının rengini değiştirmekten, manikürcüsünün aile problemlerinden, mahalle dedikodularından saatlerce bahsedebilirdi. Bir ara kayboldu. Tam işkence bitti diye seviniyordum ki, konservelerin önünde karşıma çıkıverdi yine. Aşırı makyajı ve özenle alınıp boyanmış kaşlarıyla beni hipnotize etmeye çalışıyordu sanırım. Etli dudaklarını büzerek, günün en anlamlı sorusunu soruverdi. “Ee, Harun nasıl?” Üç gündür görmediğim adamın nasıl olduğunu tabii ki bilemezdim. “İyi” diye geçiştirmeye çalıştım. Ancak Serap’ta geçiştirecek göz yoktu.
“Sahi kaç sene oldu sizin nişanlılık? Dört mü, beş mi?” “Beşi bitirip altısına giriyor ablası” diye içimden söylendim. Ondan önce evleneceğim için sırf gıcıklığına yaptığını biliyordum. Omuz silktim, “Öyle bir şey.” Sinirlenmeyecek, mümkünse iyi akşamlar dileyip yanından gidecektim. Serap konuyu uzatmaya devam etti. “Ayol millet o kadar senede evlenip çocuk yapıyor, üstüne bir de boşanıyor.” Tespitini vurgulamak için de bir kahkaha atmayı ihmal etmedi. “Seni çok fena bozardım ama başımın ağrısına şükret” dedim içimden. Ondan kaçmaya çalıştıkça, dibimden ayrılmıyordu Serap. Neyse ki bu sefer konuyu değiştirmişti. Yeni hedefiyse, sokağın başındaki eve bir ay önce taşınan bekâr adamdı. Adamın meziyetlerini bir bir sıralarken, ben de sepetimi renkli makyaj pamuğu gibi gereksiz şeylerle doldurmaya devam ediyordum. “Durmuş Efendi söyledi, eşyalarının hepsi yeniymiş. Hele bir deri kanepesi varmış ki üç adam zor taşımış yukarı...” Cevap vermezsem sıkılıp gider diye yorum yapmadım ama Serap sıkılacak gibi değildi. “Koliler dolusu kitap taşımış adamlar. Televizyonu bile yokmuş, sadece kocaman bir müzik seti varmış. Ayol televizyon izlemeyen insan olur mu hiç?” Serap, Durmuş Efendi’nin tekmilli raporunu aktarırken annemin istediği şey deterjan mıydı yoksa lavabo açıcı mıydı ikilemini yaşıyordum hâlâ. İçimden, “ne olur sus artık” derken, sesi kulaklarımda çınladı yine. “Her hafta araba değiştiriyormuş biliyor musun? Durmuş Efendi ‘Adam kara para falan aklıyor herhalde’ dedi, hatta mafya bile olabilirmiş. Bir de huysuzmuş ki, sorma.”
Konuşmamam gerekirdi ama kendimi tutamadım. “Kütüğü nereye kayıtlıymış?” “Kütük derken?” Gözlerini şaşkınlıkla açan Serap’la aynı yaşta olduğumuza inanamıyordum. Fiziksel yaşı otuz üç olan bu ev kızının zekâ yaşı beşle yedi arasında gidip geliyordu. “Yani nüfusu nereye kayıtlıymış?” Dudak büktü, “Bilmiyorum ki. Karşı tarafta bir yerde oturuyormuş galiba.” “Durmuş Efendi’yi esefle kınıyorum. Adamın eşyalarının ayrıntılı listesini çıkarıyor ama nereli olduğunu öğrenemiyor. Eski performansı hiç kalmamış, yazık!” Kapıcılarla dedikodu yapacak kadar vahim durumda olan Serap’a acıyordum. Fakat benim hâlim daha ciddiydi. Eğer annemin siparişini bir an önce hatırlayamazsam Serap’a daha fazla maruz kalacaktım, bu da, akşamın bu saatinde en son istediğim şeydi. Birden kolumdan tutup sarstı beni. “Ay! İşte orada.” “Kim? Durmuş Efendi mi?” “Hayır Aylin, şu yeni taşınan adam. Sütlerin orada.” Serap’ın dizlerini titreten adam, ilgiyle süt kutularını inceliyordu. “Kendine de iyi bakıyormuş, aferin ona” dedim ilgisizce. O sırada kurbağa şeklindeki açacağı sepetimdeki yığının içine atmakla meşgul olduğum için konuyla pek ilgilenmedim. Ama Serap garip sesler çıkararak tırnaklarını koluma geçirince, adama alıcı gözle bakmak zorunda kaldım. Serap’ın söylediği kadar hoş değildi, hele yakışıklı hiç değildi. Hatta inanılmaz derecede sinir bozucu bir havası vardı. Bir kere boyu fazla uzundu, kaşları çatıktı, burnu da büyük ve yamuktu, ince dudaklarının kenarında da çizgiler vardı. (...)
BİR
“Ağlayan deve gibiyim” düşüncesi geçti kafasından. Ağlayan deve... Deve ilk doğumunu yapmıştı. Uzun ve sancılı doğum yüzünden, yavruyu benimsemek istememişti. Onunla ana olarak hiç ilgilenmemiş, yavru süt emmek için ananın altına dalınca, ya kaçmış, ya onu iteklemişti. Yavru sanki zorla ananın gövdesine girmiş, onu acılar içinde bırakmış, ona işkenceler çektirmiş bir kaya parçasıydı. Ama ayakları üstünde duran, yürüyen, anaç deveye sürtünen, altına dalarak süt emmek isteyen, sevgi, şefkat, sıcaklık arayan bir kaya parçası. Yavru, serpilemiyor, gittikçe güçsüzleşiyor, günden güne büyüyecek yerde, sanki daha da küçülüyordu. Moğol yaylalarında devenin sahibi göçerler, ne yapacaklarını bilemiyorlar, anayı tutup yavruyu yanına getiriyorlar, ama ana yavruyu tepiyor, bir türlü emzirmeyi istemiyordu. Göçerlerin bütün bildikleri, bütün sanatları tükenmiş, anayla yavruyu barıştırmaya çare bulamamışlardı. Sonunda akıllarına kasabadaki kemancı geldi. Orada müzik öğretmeniydi. Göçerler, tüyü bitmemiş iki oğullarını bir deveye bindirip kasabaya gönderdiler. Oğlanlar, kemancıyı okulda bulup sorunu anlattılar, bozkır yaylasına çağırdılar. Kemancı, kemanını alıp motosikletine atladı ve çadırın yanına ulaştı. Kemanın yürek sızlatan inlemelerini ve gelinin içli sesiyle söylediği dokunaklı ezgiyi sakince dinleyen deve-
nin gözlerinden yaş damlamaya başladı. Anaç devenin yüreği yufkalaştı; yavru, altına sığınınca, artık tepki vermiyordu. Bıraktı, yavru keyifle memeyi emmeye başladı. Ana ile yavru buluştu, kaynaştı. Develer sarılmayı bilselerdi, anaç deve yavrusunu neredeyse dört koluyla sarıp sarmalayacaktı. Yanlarında çalıştığı doktor karı-koca, Ağlayan Deve filmini küçük bir sinema salonunda izlemiş, deveyle birlikte ağlamışlardı. Mutlaka bir kez daha görmek istiyorlardı. Doktor Hanım, “Meryem, seni sinemaya götürmek istiyoruz” deyince, elindeki elektrik süpürgesiyle donakaldı. Kulaklarına inanamadı. Ayağıyla aygıtı susturan düğmeye bastı. Bu işi bir sanat gibi yapıyordu. Durdu. Başı Doktor Hanım’a dönük, dili tutulmuş gibiydi. “Sinemaya” dedi Doktor Hanım. “Biz gördük, çok güzel bir film. Bir daha görmek istiyoruz. Sen de gel, çok seveceksin.” Dili bir süre çözülmedi. İlk kez böyle bir davet alıyordu. Sonunda, “Siz bilirsiniz” dedi, kendinden ve dilinden utanırcasına. Öğretmen okulunda bir salonda gösterilen filmleri hatırlıyordu, ama bir sinema havası yoktu o salonda. Ankara günlerinde sinemaya para verecek durumda değildi. “Siz” sözünü ise bu eve geldikten sonra öğrenmişti. Doktor Hanım öğretmişti, ama bir şey söyleyerek değil. O, “sen” dedikçe, kirpiklerinin altından boz bir bakış gelip gözüne dokunurdu. Acıtmazdı ama okşamazdı da. Huzursuz ederdi. Aslında “siz” demeyi bilmediğinden değil, Mazlum’la yaşamanın korkunç sonuçlarından biri olmuştu, insanlarla konuşurken, “sen” demek. Sanki bütün kimliğini, kişiliğini Mazlum’un kabalığı yutup eritmişti. Bir gün Doktor Hanım’a bir şey söylemesi gerekince, “siz”
sözü çıktı dudakları arasından. Tiz bir “siz”. Dudaklarının, sinema oyuncularının dudakları gibi güzelleştiğini hissetti. Doktor Hanım, beklemediği bir anda, herkesten gizli bir iş görürken yakalanmış gibi kalakaldı. Sonra bütün bedenine yayılan tatlı bir gevşeme hissetti. Meryem’e sevecen gülümsedi. Bu boz bakış değil, meneviş bir gülüştü, ısı dalgası hâlinde Meryem’in yüzünü okşuyordu. İlk kez “siz” dediğinde henüz yeniydi Doktor Hanım’ın hizmetinde. Mazlum zorbalıkla engellediği için, Almanca kursuna, ardından akşam okuluna başlayamamıştı. Doktor Hanım, onda heves ve yetenek gördükten sonra, bu olanakları sağlayacaktı. Sinemaya bir Pazar günü gittiler. Doktor Hanım ile Doktor Bey, genellikle çalışmıyorlardı Pazar günleri. Ama nöbet sırası kendilerine geldiği zaman, bayram seyran yoktu onlar için. Sinema, Köln’de küçük bir salondu. Daha sonraları şehirde çeşitli büyüklükte salonların bulunduğu bir sinema sarayının olduğunu da görecekti. Sinema sarayının içinde, sinema salonlarının dışında, lokantaların, barların, kafelerin ve başka mağazaların bulunduğunu görüp bu dev bir cam kafese benzeyen dünyada gördüklerini ağzı açık, gözleri aval aval seyredecekti. Hele insan kalabalığı karşısında hayreti algısızlığa kayıp donacaktı. Almanya’ya geldiğinden beri hiç bu kadar çok insanı bir arada görmemişti. Alışverişe çıktığı haftalık pazar bile, bu kadar çok kişiyle dolu olmuyordu. Ancak televizyonda izleyebildiği bazı kalabalık yerler böyleydi. Doktor Hanım ile Doktor Bey’in, onu ilk kez götürdükleri sinema ufak bir salon olmaktan öteye, neredeyse boştu. (...)