Özgür Halk sayı 11

Page 1

İçindekiler

Editör 2

Abdullah Öcalan

14 Temmuz Direniş Kararlılığı Başarımızın Temelidir

7

Duran Kalkan: ROPÖRTAJ

7 Haziran Seçimlerinin En Büyük Sonucu Demokratik Türkiye Özerk Kürdistandır

12

Murat Karayılan

Rojava Devrimi Dördüncü Yılında Demokratik Suriye Devrimi’ne Yürüyor!-I

20

Mustafa Karasu

Sivas Katliamı Alevilerle Kürt Halkının Mücadele Ortaklığını Engellemek İçin Gerçekleştirilmiştir

27

Muzaffer Ayata 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu

33

Abdullah Öcalan

Sivas Katliamı Çözümsüz Kalan Rejimin Gerçeğidir

38

Ali Haydar Kaytan Kemal’e Ermek!

44

Sinan Şahin

33 Kurşun’dan Roboski’ye Değişmeyen Katliam Zihniyeti Faşist Ulus Devlet Gerçeği

48

Cemal Şerik

Devlet-AKP-DAİŞ ve HÜDA-PAR Birlikteliği

51

Diyarpir Delibaş

Faşizm Ses ve Işıktan Korkar!

59

Şoreş

Abi, Abi Söyleyin Siz Kimsiniz?

63

Hakan Adıgüzel

O Bir Newroz Militanıydı

PKK’nin direniş tarihinde en büyük eylem ve kararlaşmayı ifade eden 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi, gerçekleştiği zaman, mekân ve sonuçları itibariyle de insanlık davasının en büyük hamlelerinden birisi olduğunu kanıtlamıştır. Zira solun ve sosyalizmin, ulusal kimlik ve bilincin, insanlık onuru ve özgür yaşam isteğinin hem Kürtler hem de diğer halklar için bitirilmeye çalışıldığı tarihsel an ve ortamda, tüm bu değerlere sahip çıkılacağının ilanı, yaşamın ve tarihin akışını halklar lehine değiştirmeyi başarmıştır. 14 Temmuz direnişi bir ülke için, bir halk için ve hatta insanlık için “nasıl bir yaşam?” sorusuna “özgür, örgütlü ve eylemli” bir yaşamda kararlaşma iradesi ile tarihsel bir yanıt niteliğindedir ve bu yanıt halen bir yaşam ve mücadele tarzı olarak sadakatle bağlı kalınması gereken bir çizgi olmaktadır. Kesin olan şudur ki, eğer bu direniş gerçekleştirilmeseydi Kürt halkı ve Anadolu halklarının özgür geleceğine dair tek bir söz dahi edilemeyecek zifiri karanlık bir dönem yaşanması kaçınılmazdı. Eğer bugün Kemal Pir’in vasiyet ettiği üzere “Kürdistan ve Türkiye halkları parti ve önderlik çizgisinde ortak kurtuluş mücadelesi” veriyorlarsa, bunda 14 Temmuz direnişinin rolü tartışma götürmez bir tarihsel hakikat olarak belirleyicidir. 14 Temmuz direnişi Parti ve Önderlik gerçeğinin savunulması açısından da mücadele tarihimizin bir kilometre taşı, bir doruk aşaması, çok önemli bir dönemecini ifade etmektedir. Çünkü o günkü koşullarda en dehşet verici zulüm uygulamalarıyla öncü kadrolara dayatılan şey, PKK’den ve onun önderliğinden vazgeçilmesidir. Eylem esas olarak tam da bu dayatmaya karşı geliştirilerek, vazgeçilmez olan bu iki ilkeye söz ve eylem ile bir bağlılık manifestosu niteliğinde ölümüne sahip çıkılmasını ifade etmektedir. “Biz bu parti ve önderlikte zaferi görüyoruz” çıkışıyla PKK’den ve Önderlikten vazgeçilmeyeceğinin ilanı en zor koşullarda en görkemli bir şekilde tüm dünyaya büyük direnmeyle gösterilmiştir. Parti, yoldaşlık, önderlik ve halka ölümüne bağlılığı ve zafere olan sonsuz inancı ifade eden, en imkânız koşullarda en kahredici düşmana karşı tüm bu değerlerin nasıl savunulabileceğinin ve kazanılacağının büyük ispatı olarak tarihe kaydedilen 14 Temmuz’un ölüm orucu direnişçileri Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz yoldaşları direnişin 33. Yılında büyük saygı ve minnetle anıyoruz. 14 Temmuz’a sahip çıkmak demek; imha ve inkâr uygulamalarına karşı ölümüne direnmek kadar, çizgi saptırmalarına karşı da Parti ve Önderlik gerçeğinin amansız savunulması demektir. Unutulmamalıdır ki, mutlak bağlılık kadar, gereklerinin ne pahasına olursa olsun başarılması 14 Temmuz direnişçilerinin talimatıdır ve bundan başka yaşam ve mücadele seçeneğimiz yoktur! 14 Temmuz direniş kararlılığı Özgürlük Hareketin’nin bütün başarılarının temelidir. Bu direniş geleneğini bir sonucu da Rojava Devrimi’dir. 19 Temmuz 2012’de gerçekleşen Rojava Devrimi, girmekte olduğu dördüncü yılında tüm ezilenlere ve sistemden dışlanan kesimlere umut olmaya devam ediyor. Özelde Kürdistan ve Suriye, genelde ise tüm Ortadoğu’yu aydınlatan sönmeyen bir ışıktır Rojava Devrimi. Yok sayılan bir halkın, şimdi bütün dünyanın ilgisini üzerinde topladığı Rojava’da yaşanan devrimin gerçekliğini anlamak, bölgenin temel sorunlarını tanımak ve şüphesiz devrimin tarihini bilmekten geçmektedir. Çünkü özü itibarıyla Rojava Devrimi, Ortadoğu Devrimi’ne yol açabilecek bir kıvılcımı çakmış ve yeni bir kapıyı aralama sürecine girmiş bulunmaktadır. Bu temelde Temmuz ayının tüm şehitlerini anarken, Rojava’da şehit düşen YPG ve YPJ’li militanların fedaice savaşarak bölgenin gerici gücü olan DAİŞ’i adım adım, köy köy, şehir şehir yenilgiye uğratmalarını kutluyor, devrim savaşında şehit düşen kahramanları büyük bir minnetle bir kez daha saygıyla anıyoruz. Özgürlük Kazanacak...


Özgür Halk

Temmuz 2015

14 Temmuz Direniş Kararlılığı Başarımızın Temelidir Bütün Türkiyeli ve Kürdistanlı direniş şehitlerinin anısı ölümsüzdür. Yine 14 Temmuz direniş kararlılığı, başarımızın temelidir. Bu temelde verdiğimiz söz, artık zaferi esas alan, ondan başka hiçbir gidişata şans vermeyen, halkımızın da artık bu dönemde mutlaka öncülüğü doğru yaklaşımda isteyebileceği ve kabul edebileceği bir devrimciliğe yol almadır. Abdullah Öcalan mamız gereken tarihi bile özümsetmekte, onun anlamını ve çıkarılması gereken sonucu belirlemekte bile zorluk çekiyoruz. Bu, katliam tarihi ile kendisini aldatmış olan halkın izdüşümünü saflarımızda yaşamak demektir.

14 Temmuz direnişçiliği, ancak kesintisiz başarıları mümkün kılan bir devrimcilikle ve sonunda onların zaferiyle mümkün olabilmiştir. İnsanlar unutkandır, hatta denilir ki “hafıza-î beşer nisyan ile malûldür” yani, insan hafızası unutkanlık hastalığı taşır. Fakat bunun tam böyle olduğunu sanmıyorum veya böyle olmaması gerektiği kanısındayım. Unutulmaz yaşamlar, anlar, kişiler, eylemler vardır. Varlıklarıyla insanlıkla eş düzeyde değer taşıyanları, öyle olması gereken unutulmazları göz ardı edemeyiz, bellekten silemeyiz. Bu, eğer yeterince anlaşılmışsa, unutulmaması gereken gerçekten unutulmazsa, onu gerçekleştiren kişinin de başarısı demek olur, unutulmazın yaşatılması olur ve bütün bunların bileşkesi de zafer olur. Bir kişiyi, bir örgütü, bir halkı değerlendirmek istiyorsak, ölçmek istiyorsak, en temel kıstaslardan birisi de geçmişine ne kadar saygı gösterdiği, geçmişinin yiğitliklerine ve unutulmazlıklarına ne kadar yaşam şansı verdiği veya onu ne kadar unuttuğudur. Çok acıdır ki, halk gerçekliğimize baktığımızda, belleksiz bir halk, hafızasını çoktan yitirmiş bir halktan söz ediyoruz. Bu bir anlamda doğrudur. Tarihi halklar demek; tarihini olduğu gibi yaşayan halklar demektir. Bakın Avrupa’nın gelişmiş halklarına; yaşadıkları önemli oranda kendi tarihleridir. Bir de bizim tarihimize bakalım; kişi burnunun ötesini göremeyecek kadar inkârla yüklüdür. Ve en kötüsü de bireylerine, kendisinin olmayan tarihi, onun tarihiymiş gibi mal etmektir. Bir halka kendisinin olmayan bir tarihi mal ettin mi, tarihini unutmaktan da daha kötü bir duruma düşmüş demektir. Kendi egemenlerinin tarihi ile aldatılan bir halk, belli ölçüde baskı düzeni altındadır. Buna, egemenlerin kendi tarihlerini, bilinçli olarak genel tarih haline getirmesi diyebiliriz. Ancak tamamen yabancı bir tarihi, hem de katliamla yazılmış bir tarihi, kendi öz tarihiymiş gibi yaşamak ve kabul etmek bir halk açısından, hele onun temsilcileri açısından içine girilebilecek en derin alçaklık, ihanet ve gaflet durumunu ifade eder. Bizim gerçeğimiz söz konusu olduğunda maalesef yaşamın bu olduğunu görürüz. Somut görevimiz, partiye bilinç kazandırmak ve onun kanalıyla halka uzanmaktır. Bırakalım bir halkın tarihsizliğine çare olmak, katliam tarihinin onun tarihi olmadığını kendisine anlatmakta, en yakın etle-tırnak gibi bağlı ol-

Onları Savunacak Güçte Bir Direniş Yarattım Zindan direnişçiliğinde 14 Temmuz adımı, ölüm orucuna karar verme diye anılır. Bu karar değerlendirilmelidir. Aynı zamanda bu ciddi bir görevdir. Kararın, bir halka dayatılan en onursuz baskı ve sömürüden de öteye, bir soykırım sürecine karşı verilmesinden tutalım, tarihine, kimliğine sahip çıkış amacını taşımasına kadar, yine kişiye yönelik her türlü insanlık dışı yaklaşımlara, adını ve amacını bile inkâr ettirmeye varan dayatmalara, dayanılmaz işkencelere tepkiye kadar birçok yönü göz önüne getirilebilir. Ağır basan yanın ne olduğu tartışılabilir. Ayrıca içinde hareket ettikleri partinin o dönemdeki durumu, gücü yanında güçsüzlüğü, umudu kadar umutsuzluğu ele alınabilir. Aynı şey halk için de söylenebilir. Halkın içinde bulunduğu durumun etkileri, yine uluslararası kamuoyunun durumu, hepsi birer etken olarak böyle bir kararda nasıl bir rol oynamıştır biçiminde bir değerlendirmeye tabi tutulabilir. Ama bütün bunlar doğru değerlendirildiğinde bile bu kararın ikili yanı kendisini ortaya koyar. Bir ölüm kararı mıdır? Bazıları buna intihar der. Kaldı ki, daha önce Mazlum’un da bir kararlılığı vardır. 21 Mart direniş kararı! Aslında “Ancak yaşamı adarsak, insanlığı, halkımızı ve kimliğini, hatta kişi olarak onurumuzu kurtarabiliriz, bunun dışında mümkün olan hiçbir biçim yoktur, bunun dışında bir eylem biçimi yoktur” denilmektedir. Büyük bir olasılıkla bu doğrudur da. Gerçekten o koşullarda başka bir biçim yoktur. Yaşamak için, onur için, bazı değerlerden vazgeçmemek için, eğer yaşamak bunlarla yaşamaksa, yapılması gereken, onun can bedelini ortaya koymaktır. Bunu bu dönemde yüzlerce kişi yapabilir, ama o dönem için durum farklıydı. Bu eylem, hiç şüphesiz kendi koşulları içinde değerlendirilmelidir. Zaten bir tarihsizlik egemendi, bu tarihsizliğe biraz karşı konulmuştur. Kürt olgusunu ağzına almak yasak, ama onlar onu inkâr etmek istemiyorlar. Bir öncü parti adına yola çıkmışlar, onu inkâr etmek istemiyorlar. Karşı

2


Özgür Halk

Temmuz 2015

Unutulmazlar Unutulursa En Büyük Alçaklık Yapılmış Olur Başta da belirttiğimiz gibi, eğer unutulmazlar unutulursa, en büyük alçaklık yapılmış olur. Ama unutulmazsa, o zaman en temel görev, unutulmazlığın yaşandığı anın yüklediği görevleri yerine getirmek, büyük zaafı ortadan kaldırmaktır. Biz bunu daha o dönem anladık. Ağlamakla, düşünmekle anılamaz bu değerler. Derin bir zayıflığın kurbanıdırlar. O halde, örgüt güçlenecek, savaş gelişecek ve halk, devrime gelecektir. Aldığımız talimat buydu. Ve on yıldır yapılanlar belli. Birçok dönüm noktalarından bahsedilebilir. Halk tarihi açısından olduğu kadar, bizim hareket açısından da bu böyledir. Belki de böylesine bir dönemeç noktası olmasaydı, bugün bu hareket böyle olmazdı. Ama eğer bugün bu tarih var deniliyorsa, bir örgüt buna sorumlulukla cevap vermiştir deniliyorsa, bunu da iyi anlamak gerekir. Tarihsizlik, nasıl tarih yapıldı? Kimliksizlik, nasıl kimlik yapıldı? Bu dönemeç noktasının koşulları neydi? Bütün yönleriyle gerçeği nedir? O koşullarda, özellikle ulusal imha tutturulmak, kesinleştirilmek isteniyordu. Bir iki kişi direnerek bu koşullarda belirleyici oluyor, kabul edemeyiz diyor. Diğeri ise, öldürerek kabul ettiririm diyor. Oranın cellâdı vardı: Esat Oktay Yıldıran! O, bir düzen kılıcıdır, cellâdıdır. Bunu iyi anlamak gerekir. Bir subay olmaktan çok öte bir konumdaydı ve bunu iyi görmek gerekir. Onu da tarihi, ulusal, sınıfsal boyutu içinde görmek gerekiyor. Ama ne yazık ki, yalnız bireysel özelliklerle tasvir edilmeye çalışılıyor, o da yetersiz kalıyor. Onun şahsında düzenin yargılanması çok önemlidir. Bir yerde direnmekten başka, canımızı ortaya koymaktan başka bir çözüm kalmamıştır deniliyorsa, bu, çok tehlikeli bir durumun varlığını gösterir. Direnişin önderleri eğer bir yerde intiharvari bir direnişi seçmişlerse, orada iyi düşünmek gerekir. Bir dönemeç noktasıdır, fakat ölüme gidiliyor. Halk adına önderlik yapması gerekenler şehit düşüyor. Birileri öyle gider, diğerleri de biraz ağlar, sızlar, ondan sonra unutur giderse bu olmaz! Bu duruma düşüldüğünde, söylediğimiz gibi tarihin gafili, tarihin haini ortaya çıkar. İstediğiniz kadar süslü sözcüklerle durumu örtbas etmeye çalışın, doğru bir anma değildir bu. Onlar öyle giderken, bizim de soluk alışlarımızın çok sınırlandırıldığını biliyoruz. Tek şans olarak, özgür koşullarda savaş imkânı vardır elimizde. Onlar öyle savaştılar, biz ise daha değişik savaşabilecektik. Bunu değerlendirmek kalıyordu geriye. Büyük anılar var; mutlaka karşılık vermeyi gerektiriyor. Karşılık vermesi gerekenlere çağrılar var. Halkımız korkusunu iliklerine kadar yaşıyor. Sözüm ona onun adına yola çıkanlar var, ama kaçıştan başka bir

taraf bunları mutlak olarak inkâr edeceksin diyor. Karşı taraf derken, kastedilen sıradan bir iki jandarma veya işkenceci değil, rejimin mutlak egemenleri ve bu egemenlerin arkasındaki emperyalizmdir. Türkiye sermayesi var, Kürt hain işbirlikçileri var. Toplumu mutlak sessizliğe gömmek ve aldatılmayı onaylatmak için üzerine geliniyor. Düşmana göre, partiden geriye zorbela birkaç “artık” kurtulmuş, onları ne yapacaklarını kestirmeye çalışıyor. Bu yoldaşları; Mazlum’u, Kemal’i, Hayri’yi, Akif’i iyi tanıyorduk. Yoldaş olmayı bildikleri kesindir. Bu karar, bunun en iyi göstergelerinden birisidir. Fakat buna rağmen Hayri son sözlerinde borçlu gittiklerinden söz ediyor. Öyle fazla bir şey yaptıklarına bile emin değiller. Kemal’in benzer türden bir yaklaşımı vardır. “Bu halk savaşı başarıya ulaşacak” diyor, ama çaba yetersizliğine olan derin öfkesi de söz konusu. Demek ki kararın en önemli bir yanı, karşı koymadan vazgeçmeme ve bunun can bedelini ödeme oluyor. Olumlu yanı budur ve gereken de budur. Diğer ve daha çok da olumsuz diye niteleyebileceğimiz, yalnız onlara mal edilemeyecek olan yönü de, büyük bir yetmezliğin sonucu olmasıdır. Ülke halkı zayıf ve faşistler buradan cesaret alıyor. Uluslararası kamuoyu zayıf, parti zayıf, zindan kitlesi zayıf, direniş biçimleri o gün için çok çok zayıf. İnsanlar kendilerini bu biçimde adamamalıydı. Bu, zayıflıkların kefareti oluyor. İşte görmek gerekir dediğimiz, yetersiz dediğimiz ve yalnız onlara bağlanmayacak olan yön budur. Onlar bunu, canlarını, kendilerini ortaya koyarak ödemeye çalışır ve yine de kendilerini borçlu ilan ederken, bunun giderilmesi gerektiğini de böylece kanıtlamış oluyorlar. “Biz böyle gittik, ama gereken tamamlanmalı” diyorlar. Kararın diğer yönü budur. Bu yetersizliği kim kapatacak? Aksi halde bu bir intihar olur ve devrimciler de intihar etmezler. Yetersizlik giderilemezse bu gidişler intihar olacak, buna gereken karşılığı vermek de kalanların işi oluyor, kalanların namusluluk meselesi oluyor. Şehitlerimiz, bu direnişleriyle bizi de böyle ağır bir yükün altına soktular. Bu, bir nevi bize de tepkidir. Bir halk, bir örgüt ve insanlık, bizi böyle dayanılmaz koşullar içinde zayıf bırakmışsa, biz de böyle bir protestoyla buna karşılık veririz demişlerdir eylemleriyle. Kalanlara bir diğer mesaj veya mesajın bir diğer yönü de bu oluyor. Bu mesajdan, bu hatırlatmadan çıkan sonuç; bıraktıklarını tamamlamaktır. Peki, neyi tamamlayacağız? Bu dayanılmaz koşullardaki yaşamı yaşanılır hale getirin, faşist baskıya karşı koyun, azaltın veya ortadan kaldırın demektir. Bilgisizlik var, giderin demektir. Parti zayıf, güçlendirin demektir. Faşizmin tek yönlü, korkusuz yürüyüşünü durdurun demektir. İşte çıkarılacak önemli sonuçlar bunlardır.

3


Özgür Halk şey düşünemiyorlar. O büyük zayıflığı gidereceksin ve anıya karşılık vereceksin! İşte burada eylemden ziyade, biraz da söylemin gücü büyük önem taşıyor. Benim bu yıllarda en çok başvurduğum silah hitap oldu ve ardından çözümlemelerle işi idare etmek zorunda kaldık. Bu dönemin silahı ancak böyle kuşanılabilirdi. Şimdi biraz daha talimatlarla, perspektiflerle işi yürütmeye çalışıyorum. Bu, son zamanların bir gelişmesidir. Daha öncesi bin dereden su getirip iknayı geliştirmekti. Sonuçları biliyoruz: Biraz planlamalar gelişti, ülkelerine adım attılar, ilk kurşunu patlattılar, ama kolay düştüler. Ne var ki düşme yürekliliğini göstermeleri de küçümsenemez. Birkaç yıl kurtuldu böylece. 1982’nin anısına bir kongre düzenlenmesi söz konusu oldu. Bu bir dönüş kararıydı. 1983, dönüşü hızlandırma ve eylem başlatma yılıydı. 1984 de, adına 15 Ağustos Atılımı denilen bir sürece girme oldu. 1985 yılı, 15 Ağustos Atılımı’nın sonuçlarını yenilgiye götürmeme, 1986 ise, bunun tedbirlerini bir kongrede alma yılıydı. 1987, direnişi daha da sürdürme, silahlı mücadeleyi güçlendirmekti. 1988, kendini ısrarla dayatan iç ve dış engellere karşı koyup silahlı mücadeleyi bir adım daha öteye, silahlı propagandadan gerillaya ulaştırmaktı. 1990, biraz gerillaya benzer bir durumu yaşatmaktı. Artık biraz da halkı ayağa kaldırarak kesintisiz ve yenilgisiz hale getirmekti. 1991, bir anlamda halkın da köklü bir taban teşkil ettiği bir gerillayı kalıcı kılmaktı. 1992, biraz daha nitelikli ve istikrarlı halk cephesini ve gerilla cephesini oturtmaktı. Bu yıllar, küçümsenmemesi gereken ve her birisi büyük irade isteyen, büyük çaba isteyen kazanım yılları olarak değerlendirilebilir. İnsanlar hesap vermesini bilmelidir, yıllara hesap vermesini bilmelidir. Bunu özellikle kendi vicdanına karşı başarmalıdır. Hesap verme lafla olmuyor. Başarıdan başka hiçbir biçim kabul görmüyor. Aksi halde hepsi borçlu yazılır. Her yıl borç hanesini artırma, sonuçta iflasa götürür. Çok kolay düşüyorsunuz, bu bir iflastır; bir kazandırmadan on kaybettiriyorsunuz. Ölseniz ne çare? Hayri’nin üzüntüsü; yapılmayan, yerine getirilmeyen görevlerin üzüntüsüdür. O koşullarda onlara yüklenemezdik, çünkü zindan koşulları bellidir. Peki, kalanların durumuna ne diyeceksiniz, kendinize ne diyeceksiniz? Bu konuyu çok vurguladık, sizi çok eleştirdik. Özgür koşullarda, her türlü direnme silahı elindeyken, borçlu ölmeyen kaç kişi var? Bunun hesabını vereceksiniz. Bu, bizim için düşmanla hesaplaşmaktan daha zorunlu bir hesaplaşmadır. PKK’lileşmek, PKK tarzıyla savaşmak o kadar kolay değil ve çoğunuza biz bu onuru bahşedemeyiz. Eğer bu büyük direniş şehitlerinin anısına vereceğimiz en yerinde bir karşılık varsa, o da borçlu ölmemektir. Hayri, “Ben borçlu gidiyorum” diyordu. Onun ardından yürüyenler, “bizler borçlu ölmeyeceğiz” demeliler. Doğrusu budur. Onun borçlu ölmesini ben anlayışla karşılar ve anlarım da. Fakat bunun dışında hiç birisinin, hele elinde özgürlük silahı olup da her türlü direnme imkânına sahipken, çok kötü gideni, mezarında da olsa iyi anmayacağımı belirttim. Büyük eksiklikler, yetersizlikler içinde gideni anmak için fazla güç bulamıyorum. O halde, en önemli sonuçlardan birisi, kolay ölmemeyi bilmektir, borçlu ölmemeyi bilmektir. Yaşamı bu temelde mutlak başarı

Temmuz 2015

temelinde örgütleyebilmekten başka sonuç çıkaramazsınız. Borçlu gidebilmek meselesi söz konusu oldu mu, böyle bir tarih yazıcılığı söz konusu olamaz. Bunun kabul edilmesi imkânsız! Çok eleştirmemiz bu nedenledir. Anlayışla karşılamak bir tarafa, gereklerinin hepimizce mutlak yerine getirilmesi gerekiyordu. Ben de başlarda bu kadar derin ve tempolu değildim. Fakat baktım ki anılar dayatıcıdır. O halde ar damarımızı çatlatmak istemiyorsak koşacağız, çare olacağız. Bu savaşı imkân dâhiline sokabilmek için, başımızı yerden yere, duvardan duvara vurma pahasına da olsa bir şeyler çıkaracağız. Beyinde veya canda ne bitiyorsa harekete geçirip buna yükleneceğiz. Nitekim yaşamın diğer bütün belirtilerini adeta dondurarak yüklendik, var mı tarihsizliğe karşı başka türlü mücadele biçimi? Şehitlerin anısına bu hareketi böyle düzenle diye kimse beni zorlamadı. Ama ben onların amaçlarına geçerlilik kazandırmak için her şeyimi ortaya koydum. Kimse beni bu yönde baskı altına almadığı gibi, tam tersini yaptılar. En dost bildiklerimizden, adı komüniste çıkmış olanlardan tutalım, yine adı Kürtçüye çıkmış olanlara

Partinin basit bir hizmet aracı olduğunu, esas olanın ise halkta sağlanan özgürlük düzeyi olduğunu iyi biliyoruz. Partinin halktan kopuk, kendi başına bir çıkar aygıtı olmasına fırsat tanımıyoruz. kadar, beni bu işten vazgeçirmek için en akla gelmedik komplo biçimlerinden, her türlü etkisizleştirme biçimlerine kadar kullandılar. Dostlar bile vazgeçirmek istiyordu. Bırakalım dostları, parti içindekiler dahi, ölüme geliriz de bu biçimde direnişe gelemeyiz dediler. Ya kötü bir intihar, ya kaçış... O da bir şey kurtarmıyor. Eylemleriniz intihara çok yakın tarzda yapılıyor. Oysa 14 Temmuz direnişçilerinin eylemi, bir intihar eylemi değil; en büyük ve mutlak verilmesi gereken bir savaş biçimidir. 14 Temmuz ölüm orucu ve bu savaş biçimi artık rolünü oynamıştır. Geriye kalanlara tam tersi bir eylem biçimi gereklidir. Borçlu gitmemenin, başarılı olabilmenin, hesabı tam verebilmenin, bütün örgütsel tedbirleri, söz tedbirleri, eylem tedbirleri alınır ve öyle gidilir artık. Sonuç budur ve bizim önderlik ettiğimiz PKK’lileşme de budur. Eğer gerçekten partileşmek istiyorsanız; bir yeniden doğuşla karşı karşıya olduğunuzu görmelisiniz. Eğer tarihi iki döneme ayırırsak, biri bundan önceki dönem, diğeri bundan sonraki dönemdir. Sizler bundan sonraki tarihin içinde yer almak istiyorsanız, direnişin anlam ve önemini iliklerinize kadar yaşayıp bu temelde bir doğuşu gerçekleştirerek yaşanabileceğini unutamazsınız, bunu göz ardı edemezsiniz. Partileşme açısından çıkarılacak bir sonuç, yeniden özgürlük tarihi olabilmek, özgürlük tarihinden vazgeçmemek ve onun yenilmez militanı olmaktır. PKK biraz bunu ispatlamaya çalıştı. Tüm gücümüzle bunun sorumluluğunu üstlendik. Bugün tam istediğimiz gibi olmasa da, buna hatırı

4


Özgür Halk sayılır bir başarıyla karşılık verilmiştir. Bu on yılda yapılanlarla, bizi kendimize karşı saygısız kılmayacak, aksine umutlu kılacak, hiç olmazsa bundan sonrasının başarı imkânlarını daha da artıracak bir gidişatın yakalandığı vurgulanabilir. Partileşmeye kesin adım atılmıştır. Bu şehit yoldaşlar, “Biz partimizin adını inkâr etmeyiz” dediler. Ama biz de “ancak saygı duyulacak partiyi yaratırsak anınıza karşılık veririz” dedik ve bu biraz başarıldı. Partinin adı uğruna büyük eylem düzenlemek ne kadar önemliyse, onu somutlaştırmak da bir o kadar önemlidir. Böyle karşılık verilmeye çalışıldı.

Temmuz 2015

nin iyi olduğunu gösterir. Bürokratik yapılanmalara kolay teslim olmayacağını, feodal ve küçük burjuva bürokratik tutumlara, kemikleşmelere belli bir karşı çıkma konumuna geldiğini gösterir. Bu, önderlik tarzıyla bağlantılıdır. Kısacası, savaşan halk gerçekliği iyi yoldadır ve öncü ile bağlantısı da doğru temellerdedir. Bir partinin ancak ve ancak bir halkı özgürleştirdiğinde öncü sıfatına layık olabileceği, demokratik veya sosyalist diye değerlendirilebileceği biçimindeki yaklaşımımız gerçeğe yakındır. “Parti her şeydir, halk da ona kul köledir” anlayışını mahkûm ediyoruz. Partiyi ısrarla bu noktaya getirmek isteyenlere karşı savaşımız kesintisizdir. Partinin basit bir hizmet aracı olduğunu, esas olanın

Parti Basit Bir Hizmet Aracıdır Esas Olan Halkta Sağlanan Özgürlük Düzeyidir Düşman yine zindanlar üzerinde kahredici baskıyı sürdürüyor. Yargılamasız infazlar devam ediyor. Sözde faili meçhul cinayetler, günlük olaylar halini almıştır. Özel savaş da zaten bütün şiddetiyle sürüyor. Fakat en iyisi şudur: Bütün bu saldırıları karşılıksız bırakmıyoruz. Bireysel şiddet eylemlerinden öteye, çok kapsamlı ve giderek bizi halk savaşına yaklaştıran biçimlerle gelişmeyi sürdürüyoruz. Bu, bizi biraz avutuyor. Eskinin büyük telaşı, endişeleri biraz zayıflamıştır. Bu, işlere biraz daha tahammüllü, planlı yaklaşma fırsatı oluyor. Zaferi garantileyecek taktik çabalar söz konusudur. Mevcut düzene karşı onuru kurtaralım, namusu kurtaralım yaklaşımı, yerine zaferi kesinleştirelim, onun başarılı adımlarını peş peşe atalım biçiminde bir yaklaşıma bırakmıştır. Bu süreci doğru değerlendirelim. Mesele baş aşağı bir gidişata, yine çok acımasız bir işkenceli ortama dur demek değildir. Ondan da öteye, bunlarla birlikte giderek pekişen adımlarla ve başarıdan başka bir sonuca fırsat vermeyecek bir çalışma tarzıyla, onun özellikle örgüt ve kadro gücüne, örgüt düzenlemesine, taktik belirlemesine, önderliğine, komuta düzeyinin doğru teşekkülüne başarı şansı verdirmedir. Bugünün en belli başlı çabaları bu yönlü görevleri başarmaya yöneliktir. Nasıl ki ilk savaş umudu kazanma, daha sonraki de umudu diri tutma savaşı idiyse, şimdi de bu umut adım adım gerçekleşiyor. Bu hem heyecan vericidir ve hem de çok gerçekçi olmayı gerektirir. Savaşa duygusal değil, gerçekçi yaklaşmayı şart kılar. Bütün bunları partiye özümsetmeye çalışıyoruz. Partilileşmeyi oldukça derinleştirerek gücümüzü, günün olduğu kadar, yakın geleceğin sorunlarına karşılık verecek öncü güç durumuna getirmek istiyoruz. Parti içindeki militan çözümleme şahsında, halk demokrasisini, sosyalizmi zafere götürmeyi en önemli bir kadrolaşma çabası olarak görüyoruz. Özellikle reel sosyalizmin sonuçlarından çıkardığımız derslerle, sosyalizmin bu yönlü bir yorumuna başarı şansı verdirmek istiyoruz. Öncelikle sosyalizmi sürekli kılacak bir militan tipi ortaya çıkarmayı parti bünyesinde başarma ve bunun mücadelesini kesintisiz verme konusuna oldukça bağlı kalınmıştır, halen de yoğunca sürdürülmektedir. Halkın eylemi olmadan bir devrimci partiden bahsedilemez. Parti eylemi ile halkın eyleminin içiçeliğine yüksek değer biçtik. Bugün ulaşılan safha iyi bir safhadır. Halk partiye oldukça bağlandığı gibi, partiyi de eleştirebiliyor. Bu iyi bir şeydir. Partiyi eksik buluyor, kadroyu eksik buluyor, eleştirdiği gibi kabul edilmez yanını gördüğünde tavır alabiliyor. Bu da halkımızın olgunluk düzeyi-

ise halkta sağlanan özgürlük düzeyi olduğunu iyi biliyoruz ve bu konuda çok dikkatliyiz. Partinin halktan kopuk, kendi başına bir çıkar aygıtı olmasına fırsat tanımıyoruz. Reel sosyalizmin içine düştüğü sapmalara, saplantılara yer vermiyoruz. Bunun da çok iyi bilinmesi gerekir. Bu büyük sapmaya, özellikle de kendi sorumluluğum altında asla fırsat vermeyeceğimi tekrar tekrar vurgulamak isterim. Hiçbirinizin ağalık taleplerine, küçük burjuva bürokratlık taleplerine yer vermeyeceğim. En büyük savaşı, sizin bu yöndeki isteklerinize, bu yönlü tehlikelerinize karşı vereceğim. Bu cephedeki savaşı bir an bile unutmadan götüreceğim. Tehlikenin farkındayız. Sizin toplumdan aldığınız özelliklerin bu konuda çok tahrik edici olduğunu biliyorum. Serbest bırakıldığında, her an partiyi bir ağalar örgütü veya küçük burjuva, köylü kurnazları örgütü durumuna getirme tehlikesinin büyüklüğünün farkındayız, bu savaşım süreklidir. Az savaş verilmedi, daha da verilecektir. Doğru kavrayalım ve ona göre doğru partileşelim. Bunun ölçütü de, dediğim gibi feodal kalıntılardan olduğu kadar her türlü sömürgeci etkilerden de arınıp halk gerçekliğine bağlılığa ulaşmaktır. Parti-halk ilişkisine doğru bir çözüm getirecek ilerlemeye, bir de bu yönüyle

5


Özgür Halk

Temmuz 2015

çözümlenmeye yüksek değer biçiyoruz. Bütün bunlar için, halk ordulaşması temeldir. Ordulaşma başlı başlına büyük bir olaydır. Ordulaşmada gerçekleşen bir partidir, bir halkın kendisidir. Bir parti ordulaştıkça partileşir, bir halk ordulaştıkça halklaşır. Bu, en çok bizim için geçerlidir. Dolayısıyla biz ordulaşmayı, halklaşmanın ve partileşmenin en temel odağı olarak görüyoruz. Ordulaşma uğruna geliştirilecek savaş; halklaşma savaşı, halkın özgürlük savaşıdır ve bunun parti öncülüğündeki başarısı en temel ölçülerinden birisidir. Ordulaşmaya bu nedenle büyük değer biçiyoruz. Ordulaşma sürecini bütün yönleriyle ele alıyoruz. Onu salt bir askeri aygıt olarak değil, yoğunlaşmış siyaset olarak, çelikleşmiş örgüt olarak, tutturulacak temel vuruş tarzı ve savaşçılığı olarak üzerinde kapsamlı duruyoruz. Bunu başardığımız oranda partileşmenin ve halklaşmanın zaferinin kesin olacağını söyleyebiliriz.

tık. Gerektiğinde büyük iddia, büyük çaba, büyük bilinç, karar büyüklüğü ve uygulama ustalığı da gösterilerek, görevlerin gerekleri yapılmaya çalışıldı. Bütün bu eleştirilere rağmen, PKK yapısında birleşenlerle, bundan sonra da yola devam etmek isteriz. Ama eleştirilerin gereklerinin yerine getirilmesinden de vazgeçmeyiz. Bunun kısa sürede olması hepimizin yararına olur, hepimizin başarı şansını artırır. Mutlaka bu temelde karşılık vermeliyiz. Tüm dost güçlere de, PKK’yi bu temelde bir güç olarak değerlendirmeleri gerektiğini söylüyoruz. Özellikle birlikte kurtulmaya mahkûm olduğumuz Türkiye halkı ve onun öncü güçleriyle birlikte, savaşımımızı bundan sonra doğru temellerde geliştirmeye de özen gösteririz. PKK pratiği kendini biraz kanıtlamıştır. Halklar için ne söylerse onu yapar. Buna Türkiye devrimciliği de, hiç olmazsa bundan sonra biraz karşılık vererek iyi bir yoldaş müttefik, olmazsa iyi bir dost müttefik olmayı bilmelidir.

O halde, en temel görevimizin partinin ezici militan ve çalışanlarının böyle bir ordulaşmayı yaratmaları olduğunu vurgulayalım. Ordulaşmaya büyük bir tutkuyla sarılıyoruz, ama doğru temelde... Vuruş tarzının keskinliği esastır, ama çok kapsamlı çabalarla, özellikle siyasileşmenin öncelik taşımasıyla bu böyledir. Bu temelde, biz genelde bütün direniş şehitlerinin, sadece PKK’nin ve Kürdistan’ın değil, başta Türkiye olmak üzere, tüm ülkelerin direniş şehitleri anısına böyle bir on yılla karşılık vermeye çalıştık. Hiç şüphesiz bu on yılda bu büyük şehitlerin anısının etkisi vardır ve belki de belirleyicidir. Daha fazlasını da yapmak isterdik, ama bilinen nedenlerle gerçekleşen budur. Bundan sonra bizi daha da iddialı kılan bu gelişmelere dayanarak, geleceği çok daha güçlü kazanmaya çalışacağız. Bu olanaklarla bundan sonrasını daha güçlü kılmak mümkündür. Anılarından çıkartılması gereken en önemli sonuç, geçmişte düşülen zaafları, eksiklikleri tekrarlamamaktır. Böyle bir fırsat da yakalanmıştır. Bu iyi değerlendirilirse, geleceğin kazanılması daha da kesinleşir. Bu iddia büyüktür, çabası da büyük olacaktır. Üzerimize düşeni, gerçekten çok mütevazıca ve bir emekçinin alçakgönüllülüğüyle yerine getirmeye çalış-

Her düzeyde ortaklaşa savaşım doğru bulduğumuz ve istediğimiz bir tarzdır. İnanıyoruz ki, bundan sonra Türkiye cephesinde de gelişmeler daha farklı ve istenilen doğrultuda olacaktır. Çok yüksek değer biçtiğimiz Türkiye direniş şehitlerinin, en az kendi direniş şehitlerimiz kadar onların anısına da bağlayabileceğimiz çıkışımız, bu şehitlere de vereceğimiz en büyük karşılık; PKK’yi böyle savaşan öncü güç haline getirmektir. Dolayısıyla onların da anısına verilen söze bağlı kalındığı gibi, geçerlilik de kazandırılmıştır. Bu temelde diyoruz ki: Bütün Türkiyeli ve Kürdistanlı direniş şehitlerinin anısı ölümsüzdür. Yine 14 Temmuz direniş kararlılığı, başarımızın temelidir. Bu temelde verdiğimiz söz, artık zaferi esas alan, ondan başka hiçbir gidişata şans vermeyen, halkımızın da artık bu dönemde mutlaka öncülüğü doğru yaklaşımda isteyebileceği ve kabul edebileceği bir devrimciliğe yol almadır. Biz bundan sonra bu temelde yeni bir dönemeci yakalayabildiğimize eminiz. Bu temelde de, bütün direniş şehitlerinin anısı, 14 Temmuz direniş kararlılığı zafere ulaşacaktır. Bu zaferin çalışma tarzı, bütün çalışmalarımıza yön verecek ve mutlaka başaracağız.

6


Özgür Halk

Temmuz 2015

7 Haziran Seçimlerinin En Büyük Sonucu Demokratik Türkiye Özerk Kürdistandır Yazarımız Sinan Şahin’in 7 Haziran seçimleri ve sonuçları ile önümüzdeki süreç üzerine PKK Yürütme Komitesi Üyesi Sayın Duran Kalkan ile yaptığı röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz. Duran Kalkan Tarihsel bakımdan ise, son yüzyıl içerisinde Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya dayatılan ulus-devlet çizgisinin yenilgisi oluyor. Aslında kaybeden AKP kaybeden Türk devlet-ulus çizgisidir, diyebiliriz. Devlete dayalı Anadolu ve Mezopotamya’daki tüm dilleri, kültürleri, ulusal varlıkları, kimlikleri yok ederek soykırımdan geçirerek bir Türk ulusu yaratma çizgisinin başarısız kalması, yenilgiye uğraması demektir. Buna karşı HDP’nin kazanması ise Türkiye demokratik ulusunun şekillenmeye başladığını gösteriyor. HDP böyle bir çizgiyi temsil ediyor. Anlayış olarak, örgütsel ve pratik tutum olarak. Bu bakımdan 7 Haziran genel seçiminde Türk devlet ulusu çizgisinin yenilgiye uğradığını buna karşı Türkiye demokratik ulusunun şekillenmeye başladığını ifade edebiliriz. Bu da Türkiye’nin bundan sonraki yönünün nasıl olması gerektiğinin açıkça belirlenmesi demektir. Artık ulus-devlet de ya da devlet ulusu yaratma Türk devlet ulusunu ortaya çıkarma, tekçi zihniyeti, tek ulus, tek millet, tek dil biçimindeki tekçi tekerlemeyi dayatmakta ısrar etmeme, ondan vazgeçme demektir. Bunun yenilgisi anlamına geliyor. Buna karşı Türkiye demokratik ulusu üst kimliğinin bir toplumsal yapı olarak şekillenmeye başladığını görüyoruz. Daha zihniyet olarak ve örgütsel yapı olarak çok gelişmemiş, tüm toplumu içine almamış olsa da 7 Haziran seçiminin kazananı bu çizgidir. Güçlü bir çekirdek bu anlamda Türkiye’de oluşmuştur. 7 Haziran seçim sonuçları bunu net olarak ortaya çıkarmış, göstermiştir. Böyle bir demokratik uluslaşmanın temel dayanakları nelerdir? Kuşkusuz ki, birincisi kadın özgürlüğüdür. Bu anlamda da 7 Haziran seçim çalışmalarında kadın katılımının aktifliği, yine seçilen milletvekilleri içerisinde 100’e yakının kadın olması, bu anlamda beş buçukta bir oranında kadın vekil olarak bulunması bunu açıkça gösteriyor. Kuşkusuz bu sonuç henüz yetersiz, olması gerekenden çok eksik, fakat geçmişe göre de devrim değerinde bir gelişmeye işaret ediyor. Bu da çok somut bir gerçeklik. Kimsenin inkâr edemeyeceği, görmezden gelemeyeceği bir gerçeklik. Artık şu netçe söylenilebilmelidir: bir kadın özgürlük devrimi başlamıştır, erkek egemen sistem ne kadar katı, saldırgan olursa olsun, ne kadar taciz, tecavüz, katliamcı davranırsa davransın kadın özgürlük devrimi gelişerek, derinleşerek sürecek ve yeni bir toplumu, yeni bir uluslaşmayı ortaya çıkaracaktır. İkincisi, ulusal, dinsel, mezhepsel kimliklerin kendilerini özgürce ifade etmeleri ve örgütlemeleridir. İşte

Sinan Şahin: 7 Haziran seçimlerini, HDK-HDP’nin başarısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu seçim sonuçlarının zihniyet üzerindeki etkileri ne olacaktır? Önderliğin belirttiği demokratik ulus seçeneğine nasıl etki edecektir? Bundan sonrası için yapılması gerekenler nelerdir? Duran Kalkan: 7 Haziran Genel Seçimleri, aslında Türkiye’nin yönünün nasıl olması gerektiğini somut bir biçimde belirledi. Kaybeden AKP, kazanan ise HDP oldu. Her ne kadar bu kaybetme ve kazanma çok ileri düzeyde olmadıysa ve bu anlamda siyasi süreci net belirleyecek bir konum kazanmadıysa da, güncel siyasette ve tarihsel gelişmeler bakımından önemli anlamı olan sonuçlar da ortaya çıkardı. AKP’nin kaybedişi demek inkar ve imha sisteminin son örgütlü saldırısı olan uluslararası komplonunum AKP eliyle yürütülme çabalarının başarısız kalması, yenilgiye uğraması demek. Özel savaşı tüm boyutlarıyla uygulaması ve derinleştirmesine rağmen AKP’nin uluslararası komployu başarıya götürememesi kendinden önceki hükümetler gibi açık bir yenilgiyi yaşaması demek. Bu bakımdan artık Türkiye’de AKP iktidarının sonu görünmüştür. 7 Haziran seçimi böyle bir durumu ifade ediyor ve sonun başlangıcı oluyor.

7


Özgür Halk mevcut meclise hemen hemen bütün etnik kimlikler Türkiye demokratik ulusu üst kimliğini esas alma temelinde kendi ulusal, dinsel, mezhepsel kimliklerini açıkça ifade eden bir propaganda ve tutum sonucunda seçildiler. Mevcut meclis böyle vekillerden oluşuyor. Bu da Anadolu ve Mezopotamya’nın dil ve kültür mozaiğinin mecliste temsil edilmesi, dil-kültür katliamının artık sona ermesi, çoğulcu, özgürlükçü bir toplumsal yapının gelişmesi anlamına geliyor. Bunlar 7 Haziran seçim sonuçlarının kanıtladıklarıdır. Fakat bunların hepsi henüz bir başlangıç halinde. Mevcut Türkiye’deki hakim zihniyet ve sistem buna ters, karşıt durumdadır. O sistemi değiştirmek üzere bu demokratik ulus ögeleri ortaya çıkmışlar ve ileri atılmışlardır. Fakat henüz değiştirmiş değiller. Örneğin, meclis açılışında yemin edildi; hepsi Türk ulus-devlet çizgisine göre yemin etti. Birçoğu isteyerek yemin etmedi. Mesele olmasın, daha meclis başlarken sorun yaratılmasın diye yemin ettiler. Meclisi açalım da, mecliste çalışarak, mücadele ederek gerekli değişimi, demokratik yeniden yapılanmayı sağlayalım, onun için çalışma, mücadele fırsatı bulalım, diye yaptılar. Bundan sonra yapılması gereken ne, yeminden başlamak üzere Türk devlet ve yönetim sisteminde gerçek demokrasiyle demokratik çoğulculukla çelişen ne varsa hepsini değiştirmek. Tekçi, merkezi, otoriter, diktatöryal bütün zihniyet tarz ve sistemleri yok etmek. Bunun için de meclis çalışma sisteminde gereken değişiklikleri yapmaktan tutalım da, yeni demokratik bir anayasa, bütün yasaların, başta seçim yasası olmak üzere, demokratik ölçüler-ilkeler temelinde reforma tabi tutulmalıdır. Böylece 35 yıllık faşist askeri 12 Eylül rejiminden, yüz yıllık tekçi, otoriter cumhuriyet anlayışından kurtularak demokratik ulus çizgisinde yeni bir toplum şekillenmesini ve devlet yönetimini oluşturacak bir süreci geliştirmek gerekiyor. Mevcut sonuçlar Türkiye’deki demokratik değişimin ve yeniden yapılanmanın temel ilkelerinin neler olması gerektiğini de bize açıkça gösteriyor; 1-Kadın özgürlüğü olması. Bunun, her yerde her bakımdan gerçekleştirilmesi. Özgürlük ve farklılıklara dayalı eşitlik anlayışı en temel anlayış olarak yaşaması, yaşatılması. 2-Tüm ulusal, dinsel, mezhepsel kimliklerin Türkiye Demokratik Ulusu üst kimliği altında kendilerini özgürce örgütleyip ifade ettikleri bir sistemin oluşturulması. 3-Kürt sorunun demokratik çözümünün sağlanması. 4-Her bakımdan geçerli bir ifade ve örgütlenme özgürlüğünün sağlanması 5-Anti-tekel bir çizginin ekonomide ve diğer bütün yaşam alanlarında geçerli kılınması. 6-Bunun için gerekli anayasal, yasal, siyasi ve sosyal düzenlemelerin yapılması. Bundan sonra yapılması gerekenler belirttiğim hususlar temelindeki çalışmalar şeklinde olmalıdır. 7 Haziran seçim sonuçları, HDP’nin seçimdeki başarısı bu tür bir demokratik değişim ve yeniden yapılanmayı gerçekleştirmek için güçlü bir adım attı, ön açtı, başlangıç oluşturdu. Bunu örgütlü ve planlı bir biçimde adım adım geliştirip devlette ve toplumda köklü bir değişim ve yeniden yapılanmayı gerçekleştirecek tarzda çalışmalar yürütülmelidir. Bunun için çok alelacele etmemek, dar yüzeysel, sıkboğaz yaklaşmamak lazım, ama çok faz-

Temmuz 2015

la sürece de yayılamaz. Türkiye’nin daha fazla zaman kaybetmeye şansı yok. Çünkü, etrafı ateş çemberi. Ortadoğu’da amansız bir savaş var. Ulus-devletler kendilerini değiştirmezlerse paramparça oluyorlar. Savaşlar toplumlara büyük acı yaşatıyor. Kürt gerçeği kendisini en yalın bir biçimde ortaya çıkardı. Kürdü inkâr eden bir strateji ile bu gelişmeler karşısında nasıl yürünebilir. Yürünemeyeceği, gelişmelere ters düşürülerek çöküş yaşanacağı açıktır. Böyle olmaması için gereken ne? Bunun için gereken asgari bir demokratikleşme programının oluşturulması, meclisinin kendisini demokratik kurucu meclis olarak tanımlaması, yeni bir demokratik anayasa ve yasal reformlar yapmayı esas alması ve programlar yapmasıdır. Bütün bunları geçen dönemde İmralı’da yürütülmüş olan müzakere süreci hazırlıklarıyla birleştirilmesi, müzakerenin yeniden tanımlanarak Dolmabahçe görüşmesinde deklare edilen 10 Madde üzerinden müzakerelerin özgür koşullarda hızla başlatılması. Bunların eşit, adil olabilmesi için de Kürt tarafının “baş müzakerecim” diye belirlediği Önder Abdullah Öcalan’ın özgür yaşam ve çalışma koşullarının sağlanması. Olması gerekenler

35 yıllık faşist askeri 12 Eylül rejiminden, yüz yıllık tekçi, otoriter cumhuriyet anlayışından kurtularak demokratik ulus çizgisinde yeni bir toplum şekillenmesini ve devlet yönetimini oluşturacak bir süreci geliştirmek gerekiyor. bunlardır. Bu temelde müzakerelerin hızla ve derinlikli yürütülmesi, müzakerelerin ortaya çıkardığı sonuçları meclisin yeni bir anayasa ve yasal düzlemde yeniden yapılanmaya dönüştürülerek Türkiye’yi dönüştürecek bir sürecin yaşanması. Bu durumun iki olmazsa olmazı var; 1-Bu ancak HDP öncülüğünde olur. HDP buna aktif katılır, rol oynar. Bu kesinlikle gereklidir. HDP’siz diğer partilerle bu olmaz. 2-Önder Abdullah Öcalan’ın özgür yaşam ve çalışma koşullarına sahip olması şarttır. Bu olmadan asla bu süreç yürümez. Çünkü müzakere süreci gelişmez. Müzakere olmadan da hiçbir koalisyon, hükümet kuruluşu meclisi demokratik yeniden yapılanma organı haline getiremez. O nedenle Önder Apo’nun özgürlüğü, müzakere sürecinin eşit, adil koşullarda geliştirilmesi, meclisin kendini kurucu meclis olarak ilan ederek yeni bir anayasa ve yasal reformlar yapmayı temel programı bilmesi ve bu temelde sorumluluk duyan tüm partilerin böyle bir değişim ve demokratik yeniden yapılanma sürecinin başarılması için görev ve sorumluluk üstlenmesidir. Tüm partiler buna katılsa iyiydi. Ama MHP katılmazsa diğer partiler yapabilmeli. Partiler böyle davranmaz, süreci böyle ele alıp ilerletme gerçekleşmezse o zaman geriye ne kalır? Mevcut süreci yürütecek bir hükümetin kurulması kalır ki, bu hükümeti kim kurarsa kursun o hükümet faşist bir hükümet olur, savaş hükümeti olur. Böyle bir faşist savaş hükümetine karşı da başta Kürt halkı olmak üzere bütün

8


Özgür Halk

Temmuz 2015

demokratik güçler, Türkiye emekçileri, kadınları ve gençleri yiğitçe direnir. Nasıl 7 Haziran seçim çalışmalarını aktif bir biçimde yürüttülerse böyle bir faşist diktatörlüğe karşı da demokrasi mücadelesini her alanda etkin bir biçimde geliştirerek demokratikleşme sürecini hızlı ve başarılı bir biçimde yürütürler. Sinan Şahin: Kürtlerin ilk defa Bakur Kürdistan’ında bu düzeyde ulusal birliği yakalamalarını neye bağlıyorsunuz? Bazı siyasetçiler barajın ‘emanet oy’la geçildiğini belirtti. Fakat Kürdistan’daki sonuçlar şunu göstermedi mi; Kürt sorunun çözümü konusunda vaatlerde bulunan partilere verdikleri emanet oylar asıl adrese geri döndü? Duran Kalkan: 7 Haziran seçim sonuçlarının ikinci ve önemli bir diğer kısmı ise Kürdistan’da ortaya çıkan sonuçlardır. Bu noktada da AKP’nin seçim yenilgisi yüzyıllık Kürt inkârı ve imhası siyasetinin yenilgisi anlamı-

lik çizgisinden yana oy kullanmıştır. Somut bir Kürdistan coğrafi ve siyasi haritasını demokratik özerklik temelinde ortaya çıkarmıştır. Bu gelişmeler hiç kuşkusuz Önder Abdullah Öcalan’ın demokratik ulus çizgisine bağlı. Dar milliyetçiliği aşan, etnik milliyetçiliğe göre örgütlenmeyi ve devletleşmeyi, bu temelde parçalanmayı reddeden, her kimliğin kendisini özgürce örgütleyip kattığı demokratik konfederal birlikleri esas alan çizgisi zafer kazanmıştır. Türkiye’de zafer kazanan da bu çizgi, Kürdistan’da yüzde seksen oy oranıyla tarihin en büyük seçim zaferini kazanan da esas olarak bu çizgidir. Dikkat edelim, geçen dönemlerde Kürt özgürlüğü için mücadele eden partiler ancak Kürtlerden oy alabiliyorlardı. Kürtlerin dışındaki halk kesimlerinden çok az oy alıyorlardı. 7 Haziran seçimi ise bunun aşıldığını ortaya koyuyor. Kürtlerden en fazla oy alındığı gibi, Kürtlerin dışındaki halklardan, dinsel

na geliyor. Yenilen AKP yenilen kültürel soykırım rejimi oluyor. Buna karşı kazanan HDP ise Kürdistan demokratik özerkliğinin şekillenmesini ifade ediyor. Nasıl ki Türkiye’de demokratik uluslaşma süreci başladıysa Kürdistan’da da demokratik özerklik açık bir biçimde şekillenmiş durumdadır. Bunu coğrafya olarak da siyaseten de gördük. Somut bir demokratik özerklik haritası ortaya çıktı, coğrafi ve siyasi olarak. Bu gerçeği herkesin görmesi, anlaması, kabul etmesi lazım. Bu %80’lere yaklaşan oy oranıyla oldu. Kırsal zemin yüzde yüz HDP dedi. Küçük kasabaların yüzde 90’dan fazlasının HDP dediğini görüyoruz. Büyükşehirlerin ise yüzde yetmiş-seksen arası HDP’ye oy verdi. Böyle bir seçim sonucunun bir benzeri daha dünyada tarihsel olarak yaşanmamıştır. Evet, 20 yüzyıl ve öncesinde ulusların kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde referandumlar yapıldı, ama bu referandumlar dıştan adil gözlemciler tarafından yapıldı. Buna rağmen birçok halk özgürlük için yüzde seksen oy veremedi, yüzde atmışta kalanlar oldu. Kürdistan’da 7 Haziranda yapılan ise kültürel soykırımın her türlü baskı, hile ve katliamla gerçekleştirdiği bir seçimdir ki, tüm bunlara rağmen Kuzey Kürdistan halkı özgürlük demiştir, demokratik özerk-

ve mezhepsel gruplardan da çok ciddi ve kayda değer oranda oy alınmıştır. Bu açık bir gerçek; Mardin ve Siirt örneği ortada. Araplardan ciddi bir oyun HDP’ye gittiği net bir biçimde görülüyor. İşte Serhat pratiği ortadadır. Kürtler yanında Azerilerin, Terekemelerin, diğer sayısız halk grubunun HDP’ye oy verme temelinde birleştiği net görülüyor. Yine Alevilerin önemli ölçüde oylarını HDP’de birleştirdiğini görüyoruz. Êzidîlerin, Hıristiyanların HDP’ye oy verdiklerini görüyoruz. Bütün bunlar Kürdistan’da artık özgürlük hareketinin Kürtleri aşarak Kürdistan’da yaşayan bütün halk gruplarını kendi kimliklerini özgürce örgütleyip Demokratik Konfederalizme katılma temelinde bilinçlendirdiğini ve örgütlediğini gösteriyor. Mevcut gelişmede buna bağlıdır. Böyle bir çizgi temelinde düşünce ve siyaset geliştirilirse bunun yüzde yüzlük toplum desteğine sahip olma gücüne sahip bulunduğu açık bir şekilde ortaya çıktı. Şimdi bunları emanet oy olarak, AKP’ye tepki olarak, MHP’ye tepki olarak Kürt katliamlarına tepki olarak değerlendirmek, yorumlamak mümkün değildir. Eğer bu tür şeylerin etkisinden söz edeceksek çok cüzi bir biçimde etkisinin olduğunu belirtebiliriz. Diğerlerinin hepsi

9


Özgür Halk demokratik ulus çizgisinin bütün halklar, etnik gruplar, ulusal kimlikler, dinsel kimlikler, kadın ve gençlik gerçekliği tarafından anlaşıldığını ve benimsendiğini gösteriyor. Başka hiçbir biçimde bu sonuçlar ele alınamaz ve değerlendirilemez. Demagojiyle, hileyle, parayla egemen düzen partilerinin çoğunlukla halkı aldatarak elde ettikleri oylar şimdi halkın bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi sonucunda HDP’nin böyle bir gerçekliği temsil ederek demokratik alternatifi ortaya koyması sonucunda, böyle bir alternatif etrafında birleşir hale gelmiştir. Gerçekleşen, olup biten budur. Türkiye’de yeni başlamakta olan toplumsal yapıya uygun bir ideolojik-siyasi yapının oluşması Kürdistan’da başarılmıştır. Gerçek denge mevcut biçimiyle ortaya çıkmıştır. Bunu başka biçimlerde yorumlamak kesinlikle mümkün değildir. Verdiği vaatleri boşa çıkan, demagojisi, yalanı dolanı açığa çıkan, maskesi düşen partiler kaybetmişlerdir. Özellikle de, Kürt sorununu çözeceğiz, deyip bu işi yapmayan partilerin eninde sonunda kaybedecekleri açığa çıkmıştır. Gerçekleşende kesinlikle budur. Bu bakımdan herkesin Kürdistan’daki sonuçları doğru okuması, ders çıkarması gerekiyor. Kürdistan toplumu ve insanı büyük bir demokrasi dersi verdi. Bütün kimlikleriyle, halk gruplarıyla birlikte 7 Haziran seçiminde insanlık, özgürlük dersi verildi. Bu tutumlarından ve başarılarından dolayı hepsini kutluyorum, selamlıyorum. Söz konusu çizgide daha da derinleşip büyük başarılar kazanmalarını diliyorum.

Temmuz 2015

ye’ye teslim edilmiştir. İmralı işkencehanesine, tabutluğuna konarak rehin tutulmaktadır ve bu rehinelik büyük bir siyasi baskıyla, tehditle sürdürülmektedir. Bunu yapmak aslında suç işlemek oluyor. Doğru bir anlayış ve demokratik çizgiyle yaklaşacaksak Önder Apo’nun bu biçimde İmralı’da tutulması bir insanlık suçudur, özgürlük suçudur, demokrasi suçudur. Bir halkın özgürlük ve demokrasi mücadelesinin önderliğini yapıyor. Bu halk yüzde seksen “bu benim önderimdir” diyor. Onun özgürlüğü için her türlü mücadeleyi yürütüyor. Şimdi böyle bir halk duruşundan soyutlanarak ortada suçlu bir kişilik var, cezasını çekiyor, denebilir mi? Bu sözlere kargalar bile güler. Suçlu ve ceza çekiyor, denen kişinin 25 milyonluk Kuzey Kürdistan toplumunun özgürlük iradesini temsil ettiği tartışma götürmez bir gerçektir. Genelde ise 40 milyonu aşan Kürdistan halkının özgürlük ve demokrasi iradesi oluyor. Bütün ezilenlerin, başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm emekçilerin özgürlük iradesi oluyor. Önder Apo üçüncü Önderliksel doğuşla birlikte tüm ezilenlere ve küresel düzeyde insanlığa hitap eden, onların özgür kurtuluş yolunu, özgür ve demokratik yaşam yolunu gösteren bir Önderlik haline geldiği tartışmasız bir gerçek. Bu bakımdan da artık Önder Apo İmralı tabutluğunda böyle tutulamaz, bu suç tutumuna derhal son vermek gerekiyor. Bu suç durumu devam ettikçe Türkiye normalleşemez! Kürt toplumu durdurulamaz! Kürdistan’da sükûnet sağlanamaz, istikrar olamaz, savaş durdurulamaz. Bunu herkes bilmeli. Sen bir toplumun iradesini tut en ağır bir işkence ortamına koy, ondan sonra o halktan durmasını, mücadele etmemesini, savaşmamasını iste. Bu mümkün mü? Hangi halk bunu kabul eder? Hiçbir halk bunu kabul etmez. Halklar onurlu topluluklardır. İddialı ve iradeli topluluklardır. Dolayısıyla böyle onursuzlaştırıcı, iradesizleştirici dayatmaları, tutumları kesinlikle kabul etmezler. Bu bakımdan da gün artık Önder Apo’nun özgürlüğü günüdür. Aslında bu süreç çoktan gelip geçmiştir. Net belirtiyorum: tarihin en hilekâr, en alçakça komplosuyla Önder Apo zaten böyle bir işkence ortamına alındı. 17 yıldır da böyle tutuluyor. Bunun herhangi bir haklılığı, geçerliliği zaten yoktu. 17 yıl boyunca geçen süreç de bu gerçeği net bir biçimde doğruladı, ispatladı, açığa çıkardı ki, Önder Apo’yu böyle tutanlar tarihin en büyük suçunu işliyorlar. Faşist, anti demokratik bir tutum sahibi oluyorlar. Suçlu Önder Apo değil onu bu duruma koyanlar oluyor. Çünkü barışın ve demokrasinin sesi olarak, sözü olarak, temsilcisi olarak kendi gerçekliğini defalarca kanıtladı Önder Apo. Boşuna Kürt halkı “barışın elçisi İmralı’da” demiyor. Barışın elçisi de İmralı’da, demokrasinin elçisi de İmralı’da, özgürlüğün elçisi de İmralı’da. Kürdistan ve Ortadoğu’ya özgürlüğün ve demokrasinin gelmesini sağlayacak Türk-Kürt barışını ve birlikte yaşamını tesis edebilecek tek kişi İmralı’da. Başka böyle bir kişi de bu dünya da yok zaten. Bu gerçekliği herkes görmeli ve değerlendirmelidir. Bu noktada sorunu sadece tecrit, izolasyon, onun kırılması olarak ele almak kuşkusuz çok geri ve yetersiz bir durumdur. Hiç kimse öyle ele almamalıdır. Ama şu da bir gerçek, aile görüşmeye gitmek istiyor görüştürülmüyor, avukatlar 4 yıldır görüşmeye gitmek istiyor görüştürülmüyor. Bunlar da hukuki suçtur. Mevcut TC yasalarına göre bile suç. Nasıl olur da bir aile, bir avukat -haydi

Önder Apo’yu İmralı’da tutmaya çalışan güçlerin karşısına dikilmeli, onların yakalarını tutmalı. Her yerde, her yöntemle, her fırsatta Önder Apo’nun özgür yaşam ve çalışma koşullarına sahip olması gerektiğini haykırmalı. Sinan Şahin: KCK açıklamalarında Önder Apo’nun özgürlüğü çözümün olmazsa olmazı olarak belirtildi. Fakat özellikle Türkiye ve Kürdistan’da Önderliğin özgürlüğünün gündem haline getirilmesinden ziyade tecrit ve izolasyon politikalarına dönük açıklama ve eylemlilikler yapılıyor. Bu konuda yaşanan yetersizlikler nelerdir, nasıl aşılabilir? Duran Kalkan: Önceki sorulara cevapta kısmen değindik. Bir defa 7 Haziran seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı siyasi durum, seçim sonuçlarına uygun olarak Türkiye’de siyasetin işletilmesi kesinlikle Önder Apo’nun özgürlüğünü gerektiriyor. Önder Apo’nun özgür yaşam ve çalışma koşullarına sahip olmasını şart kılıyor. Sağlık ve güvenlik sorunlarının bu temelde çözümlenmesini gerektiriyor. Bunun anlaşılmayacak bir yanı yoktur. İkincisi, çok haksız bir biçimde ve zalimce 17 yıldır sürdürülen İmralı işkencehanesinin sona ermesi gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onu yöneten hükümetler ne kadar “burası da bir cezaevi, suç işlenmiş ceza verilmiş, hükümlü var ve verilen cezayı çekiyor” dese de, bu sözler artık hiç kimseye inandırıcı gelmiyor, hiç kimse artık bu sözlere itibar etmiyor. Ortada bir rehine olayı var. Kürt Halk Önderi Kenya’dan kaçırılıp Türki-

10


Özgür Halk diyelim ki tutuklu ya da hükümlü bir kişi- görmeye gidiyor, ama görüştürülmüyor. Demek ki burada hukuk filan işlemiyor. Bir rehinelik durumu var. Siyasi rehine olarak uygulamalara tabi tutuluyor. Ne dedi Ahmet Davutoğlu, “silahları bıraktırmayacaksa niye gidip görüşelim!” yani Önder Apo üzerinde ne tür baskıların uygulandığı, Önder Apo’ya nelerin yaptırılmak için dayatmalarda bulunduğu açığa çıkıyor. Kim böyle davranabilir. Bir hükümet başkanı böyle nasıl hareket edebilir. Farz edelim ki bir tutuklu, tutukluya böyle davranılır, hukuk bu mu? Burada hukukun H’si bile yoktur. O bakımdan bir hukuksal mücadele boyutu da var. Avukatlar, hukukla ilgili güçler, aile bu mücadeleyi kesinlikle yürütmelidir, ama halk buna çakılıp kalmamalı. Öyle sorunu bir hukuk sorunu olarak görmemeli, o son derece dar ve yetersiz yaklaşım olur. Ortada çok ciddi bir ideolojik, siyasi sorun var, mücadele var. İmralı ortamını büyük bir mücadele ortamı olarak kesinlikle görmek lazım. Önder Apo’yu 17 yıldır bu mücadeleyi kahramanca yürüten bir Önderlik olarak görmek, değerlendirmek gerekli. 17 yıl boyunca insanüstü çaba göstererek tüm ezilenlere, insanlığa yol gösterme başarısını sağlamış bir Önderlik olarak görmek lazım. Bu temelde sahiplenmek, defalarca doğruluğu kanıtlanmış görüşlerini esas almak ve onları özümseyerek uygulayıcısı olmak kesinlikle gereklidir. Bunun dışında ve gerisindeki bir tutum ve yol, bu gerçekliğe doğru yaklaşmamak olur. O nedenle de diğer şeyler bir yana kesinlikle bırakılmalıdır. Süreç kesinlikle Önder Apo’nun özgürlüğünü istemektedir. Eğer Türkiye’de özgürlük, demokrasi olacaksa, demokratik yeniden yapılanma gerçekleşecekse, barış olacaksa, insanca yaşam olacaksa bu ancak Önder Apo’nun özgürlüğüyle mümkün olur. Sürecin bu temelde işleyebilmesi Önder Apo’nun özgürleştirilmesiyle gerçekleşir. Özgür yaşam ve çalışma koşullarına sahip olmasıyla gerçekleşir. Bunun başka yolu yöntemi kesinlikle yoktur. O nedenle de tüm halkımız, bütün demokratik güçler, özgürlükten ve demokrasiden yana olan herkes, tüm yurtseverler, gün Önder Apo’ya özgürlük günüdür, demeli, Önder Apo’nun özgürlüğü bizim özgürlüğümüzdür, demeli. Böyle bir tutumla Önder Apo’yu İmralı’da tutmaya çalışan güçlerin karşısına dikilmeli, onların yakalarını tutmalı. Her yerde, her yöntemle, her fırsatta Önder Apo’nun özgür yaşam ve çalışma koşullarına sahip olması gerektiğini haykırmalı. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm emekçiler, halklar, Anadolu ve Mezopotamya’nın tüm baskı altında tutulan, ezilen, özgürlük için mücadele eden kimlikleri, böyle bir süreçte Önder Apo’ya sahip çıkarak, bunun kendi özgürlüğüne ve demokratik yaşamına sahip çıkmak olduğunu bilerek Önder Apo’ya özgürlük kampanyasına katılmalı. Herkes bulunduğu yerde, imkanları neyse, nasıl mücadele edebiliyorlarsa mutlaka mücadele etmeliler. Sokaklar, meydanlar dolmalı. Çok değişik mücadele yöntemleri kullanılmalı, demokratik mücadele en geniş bir biçimde geliştirilmeli. Özellikle gençlik ve kadın hareketleri, örgütleri kendilerini de, toplumu da böyle bir özgürlük mücadelesine seferber etmeliler. Herkes kendi özgürlüğü için, onuru için, demokratik yaşam için böyle bir mücadeleyi yürütüyorum, diyebilmeli ve yiğitçe, örgütlü bir biçimde, kah-

Temmuz 2015

ramanca yürütebilmeli. Bunu sonraya ertelemek olmaz, sadece gündem oluşturmakla yetiniyoruz, demekle olmaz. Bunlar artık geride kalmıştır ve yetersiz yaklaşımlardır. Kesin sonuç almak, başarmak üzere bu kampanya yürütülmelidir. Nasıl 7 Haziranda mucize gerçekleştirildiyse, birçoklarının “baraj aşılamaz” diye yaydığı karamsarlıklar kırıldıysa, bütün barajlar yıkılarak Türkiye demokrasisinin ve demokratik yeniden yapılanmanın önü açıldıysa, bunu tamamlamaya götürecek olan Önder Apo’nun özgürlüğünün de mutlaka sağlanması gerekir ve “bu bugün olmalıdır” denmelidir. Böyle bir özgürlüğün sağlanması için elinden gelen her türlü mücadeleyi yürütmelidir. Oldukça yaratıcı, yeni eylem biçimlerine bu noktada başvurulmalıdır. Demokratik eylemliliğin tüm yöntemleri kullanılabilmelidir. Önder Apo’yu İmralı’da tutmanın faşizmle, sömürgecilikle, soykırımla, vahşetle, haksızlıkla bağı net bir biçimde ortaya konarak Önder Apo’nun özgürlüğünden başka bir yolun olmadığı herkese gösterilmelidir. Özellikle de Türkiye toplumunu bilinçlendirme, örgütleme, toplumun en büyük kesimlerini böyle bir özgürlük mücadelesine katma, çekme esas alınmalıdır. Eylemler kü-

çükten başlayarak giderek büyütülmeli ve bütün Türkiye toplumunu içine almalı. Neden, çünkü Önder Apo bütün Türkiye toplumunun önderidir, Türkiye barışının önderidir, demokrasisinin önderidir. O halde bütün bunların yapılabilmesi için böyle bir önder kişiliğin özgür yaşar ve çalışır koşullara sahip olması lazım. Bu koşullara sahip olması demek Türkiye toplumunun özgür ve demokratik olması demek, Türkiye kadının, gencinin, emekçisinin özgür ve demokratik yaşama ulaşması demektir. Barış ve demokrasi içinde yaşayabilir hale gelmesi demektir. Böyle bir sonuca ulaşabilmek ve bu sonucu kesinlikle alabilmek için herkes Önder Apo’ya özgürlük demeli, Önder Apo’nun özgürlüğü benim özgürlüğüm diyerek içinde bulunduğumuz süreci Türkiye’nin özgür yaşama kavuşması ve demokratik yeniden yapılanmayı sağlaması için mücadele etmelidir. Bu mücadelenin kesinlikle kazanacağına inanarak, başarma ve kazanma ruhuyla mücadele etmeli ve mutlaka da kazanmalıdır. Diyoruz ki, bu temelde mücadele edenler mutlak kazanır, kazanma ruhuyla mücadele edip başaranlara da bin selam olsun…

11


Özgür Halk

Temmuz 2015

Rojava Devrimi Dördüncü Yılında Demokratik Suriye Devrimi’ne Yürüyor! -I PYD, ne uluslararası güçlere dayanan müdahale güçlerini esas aldı ve ‘projelerinde bölge halklarının çıkarlarına bir şey yok’ diyerek onlarla tam birleşti; ne de bölgede statükoculuğu savunan, aslında anti-demokratik, diktatöryal bakış açısından fazla öteye gitmeyen İran’a dayalı ekseni doğru buldu. Her ikisini de eleştirdi ve üçüncü bir çizgiyi esas aldı. Üçüncü çizgi, hiç şüphesiz ki Önder Apo’nun çizgisidir. Murat Karayılan 19 Temmuz 2012’de gerçekleşen Rojava Devrimi, girmekte olduğu dördüncü yılında tüm ezilenlere ve sistemden dışlanan kesimlere umut olmaya devam ediyor. Bununla beraber gerek askeri, gerekse de siyasi olarak Devrim’e yönelik saldırılar da hız kesmiyor. Kürdistan’ın en küçük parçası olan Rojava’da bir devrimin olabileceğinin hayal bile edilmediği yıllar çok uzak değil. Ancak gerek bağrından çıkarmış olduğu YPG / YPJ gerçekliği, gerekse de öz yönetimine dayalı kantonlarıyla özelde Kürdistan ve Suriye, genelde ise tüm Ortadoğu’yu aydınlatan sönmeyen bir ışıktır Rojava Devrimi. Yok sayılan bir halkın, şimdi bütün dünyanın ilgisini üzerinde topladığı Rojava’da yaşanan devrimin gerçekliğini anlamak, bölgenin temel sorunlarını tanımak ve şüphesiz devrimin tarihini bilmekten geçmektedir. Çünkü özü itibarıyla Rojava Devrimi, Ortadoğu Devrimi’ne yol açabilecek bir kıvılcımı çakmış ve yeni bir kapıyı aralama sürecine girmiş bulunmaktadır. Bu yüzden de Ortadoğu’yla olan bağını iyi görmek gerekmektedir. Bunun için de Rojava Devrimi Ortadoğu’dan kopuk bir şekilde tam izah edilemeyecek ve tanımlamaya kavuşmayacaktır. Bu nedenle Rojava Devrimi’ni ancak Ortadoğu’nun durumunu açıklayarak anlayabiliriz.

olan Ortadoğu toplumlarına dışarıdan reçetelerle hazırlanmış modellerin ve sistemlerin empoze edilmesiyle sorunlar çözülemeyecektir. Nitekim şimdiye kadar uluslararası hegemonik güçler hep dışardan kendi reçetelerini dayattıkları için halkların derinliklerinden gelen içsel dirençle karşılanmışlardır. Halkların direnişi gelişmiş, empoze etme girişimleri sonuçsuz bırakılmıştır. Bugün de aynı şeyin yaşandığından söz etmek mümkündür. Ortadoğu Bölgesi’nde yaşanan sorunların temel nedenlerini çok kalın hatlarıyla üç ana halkadan ele almak mümkündür: Mevcut Ortadoğu sistemi halkların iradesine dayanmamaktadır Birincisi; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede geliştirilen düzenleme, siyasi haritalar ve yeni sistem, Ortadoğu halklarının iradesi dışında geliştirilmiştir. Bu sınırların hiçbiri halkların gerçekliğine, kültürel varlıklarına ve iradelerine dayalı olarak çizilmiş sınırlar değildir. Tamamen paylaşım ve emperyalist çıkarlar uğruna çizilmiş haritalar ve üstten dayatılmış bir sistem durumu söz konusudur. Birinci Paylaşım Savaşı’ndan galip gelen İngiliz ve Fransızlar, daha alana ulaşmadan Sykes-Picot denilen gizli bir anlaşmayı geliştirmişlerdir. Daha sonra ise Lozan’da ufak bir takım değişikliklerle bu anlaşma tescil edilmiş ve uluslararası bir anlaşmaya dönüşmüştür. Bu anlaşmaya göre bölgede Türk ve Fars egemenleri birinci sınıf uluslar olarak belirlenirken, Araplar ise ikinci sınıf biçiminde konumlandırılmıştır. Kürtler, Asuri-Süryaniler ve bölgedeki diğer halklar ise yok sayılmıştır. Yani Türk, Fars ve Araplar dışında kalan halklara üçüncü sınıf vasfı bile verilmemiştir. Yok sayılma politikası aslında orada başlamıştır. Yani bugün Kürdistan üzerindeki inkar ve imha politikasının kaynağı aslında bu uluslararası anlaşmaya dayanıyor. Açık ki, Kürdistan üzerinde daha sonra gelişen o büyük katliam ve trajedinin kaynağı buradadır; yani Lozan Antlaşması’ndadır. Bölgede bir Türk ve bir de Farsların devleti egemen devlet olarak kabul ediliyor; diğer halklar ve kültürler ise sömürgeleştiriliyor. İkinci Dünya Savaşı ardından bu klasik sömürgecilik yeni sömürgeciliğe dönüştürülerek sürdürülürken, bu yeni sistem ise 22 ayrı parçaya bölünmüş olan Arabis-

Ortadoğu’da yaşanan kaos tüm dünyayı etkilemektedir İnsanlık uygarlığının doğup gelişmesinde analık rolünü oynamış olan bölgemiz Ortadoğu’da bugün çok ciddi bir kaotik durum ve çatışma yaşanmaktadır. Bu kaos ve çatışma durumunun ne zaman sona ereceği ve aşılacağı ise fazla kestirilememektedir. Bunun nedeni, Ortadoğu Bölgesi’nde yaşanan sorunların çok yönlü ve derinlikli olmasıdır. Bölgenin sorunları, köklü sorunlardır. Bu köklü ve derinlikli sorunlar çözülmeden Ortadoğu Bölgesi’nde barış ve istikrarı sağlamak, yine toplumsal gelişmenin doğasına uygun bir gelişimi yaşamak da mümkün olmayacaktır. Ortadoğu Bölgesi, derin tarihsel ve kültürel köklere sahip olan bir coğrafyadır. Her bakımdan zenginliği bulunan bir toplumsal-kültürel çokluğu ve zenginliği bağrında yaşatan bir alandır. Böylesine çok yönlü, derinlikli ve zengin bir kültürel birikime sahip

12


Özgür Halk tan’da, ajanlıkta kademe yapmış, işbirlikçi bir takım ileri gelen aşiret ve aile çevrelerinden oluşmuş uşak iktidarlar eliyle oturtulmak istenmiştir. Bugün bir çok emirliğin, Katar, vb. ülkenin ortaya çıkmasının temel nedeni, her bir işbirlikçiye bir yerin bahşiş verilmesi ve ona bölgede bir rol biçilmesidir. Bununla birlikte bir Filistin-İsrail sorunu da yaratılmıştır. Adeta Araplar bu sorunla uğraştırılarak idare edilme politikası yürütülmüştür ve bugün halen bu politika uygulanmaktadır. Kısaca bölgede yapılan dizayn, halkların iradesine rağmen yapılmış, tamamen egemen-sömürücü güçlerin emperyal çıkarları hesabına düzenlenmiştir. Sistem bu biçimiyle halkların çıkarlarına değil, hegemonik güçlerin çıkarlarına hizmet eden bir sistem konumundadır. Şüphesiz bu sistem düzeltilmeden, bunun yarattığı sancılar da bitmez. Kürt halkının inkarı ve soykırım politikası; Arap halkına dönük yapılan haksız uygulamalar ve işbirlikçilik; Asuri-Süryani halklarına dönük geliştirilen yok etme politikaları değiştirilmeden ve dönüştürülmeden; yine İsrail-Filistin sorunu çözülmeden Ortadoğu’da barış ve istikrarın sağlanması da söz konusu olmayacaktır.

Temmuz 2015

olmuştur. Ulus-devlet ve tekçilik demek, aslında ‘diğer kültürleri ve halkları soykırımdan geçirmek’ demektir. Zaten soykırımın kökeninde tekçilik, kendisi dışındakilerin hepsini ötekileştirme ve yok etme vardır. Kısaca ulus-devlet zihniyeti tüm dünyada olduğu gibi Ortadoğu’da da sorunların ana kaynağı durumundadır. Mevcut yaşanan çekişme ve çatışmaların temelini bu zihniyet yapısı oluşturmuştur. Ortadoğu’daki çatışmaların bir nedeni de adil olmayan paylaşımdır Üçüncü olarak ifade edebileceğimiz halka ise; adil paylaşımın olmaması, yani sömüren ile sömürülenlerin arasında büyük bir farkın açılmış olmasıdır. Özellikle Türkiye’de devlet erkinde üst düzeyde görevli olan subay ve tüccar eşrafının Ermeni ve Rum mallarına el koyarak palazlanması ve zenginleşmesi, Arabistan’da ise Suudi ve benzeri ailelere petrol kuyularının teslim edilmesi ve mülkleri haline getirilmesi suretiyle, bölgede sınıflar arasında büyük uçurumlar açılmıştır. Bir taraftan milyarlarla oynayan bir takım kalantor aileler, diğer taraftan ise açlıkla boğuşan büyük kitleler tablosu yaratılmıştır. Yani ezilen sınıfların yaşadığı büyük yoksulluk ve bölgeye egemen olan büyük adaletsizlik, mevcut sorunların ana halkalarından birisidir. Sosyal problemlerin yoğunluğu ve derinliği bu sorunların daha da büyümesine ve yayılmasına yol açmıştır. Yeryüzünde en çok ezilen, sömürüye

Ulus-devlet ve tekçilik halkların yok edilmesidir Bununla bağlantılı olarak ikinci halka; Avrupa’nın kendi ulusal devlet bakış açısını Ortadoğu’ya taşımış olmasıdır. Ortadoğu, tarih boyunca çok çeşitli kültürel zenginliklerle bezenmiş, zaman zaman çok sınırlı bazı çelişkileri yaşasa da özü itibarıyla bir arada yaşama kültürünü her dönemde muhafaza etmiş halklar mozaiği ve kültürel birikime sahip bir bölgedir. Böylesine kozmopolit ve zenginlik içeren bir bölgeye ulus-devlet gömleğini zorla giydirmek ise sorunların ana kaynağı haline gelmiştir. Bölgede halklar, kültürler ve mezhepler arasında yaşanan çelişki, çatışma ve katliamların temel kaynağı şüphesiz ulus-devletçi yaklaşımdır. 1789’da Fransa’da gerçekleşen burjuva devrimi ile birlikte yaşam bulan bu model, o tarihten bu yana küresel düzeyde gittiği her yerde büyük çelişkiler yaratmış, kaosların ana kaynağı haline gelmiş, çatışmaların temel nedeni olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın en büyük nedeni bu ulus-devlet mantığının her alana hükmetmek istemesidir. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in dayandığı temel olgu yine budur. Tekçilik, yani tek ulus, tek dil, tek bayrak, tek vatan söylemleri, -ki bu söylemi Erdoğan da çok kullanıyor- büyük savaşların ana kaynağıdır. Yaşanan büyük paylaşım savaşlarının ekonomik çıkar boyutları olsa da dayandıkları esas zihniyet ulus-devlet zihniyetidir. Elbette ki dünya çapındaki bu çatışma ve savaşlar tek başına ulus-devlete dayandırılamaz; emperyal amaçlar, imparatorluk hayalleri, dünyaya egemen olma rüyaları ve esasen büyük çıkar hırsları ulus-devlet zihniyetiyle bütünleşince, tümüyle militarist, faşizan, hükmedici ve hegemonik bir yapılanmaya dönüşmektedir. İşte bu ulus-devlet zihniyetinin Ortadoğu’ya bulaşmasıyla birlikte Ortadoğu’da halklar arası çatışma ve çekişme durmamıştır. Kuşkusuz ulus-devlet modeli ilk önce 1924 yılı itibarıyla Türkiye’de uygulanmaya başlamış, zaten peşi sıra başlayan katliamlar ve savaşlar gelişerek Kürdistan’da bilinen soykırım politikalarının uygulama zihniyetinin kaynağı, bu ulus-devlet mantığı

Ulus-devlet zihniyeti tüm dünyada olduğu gibi Ortadoğu’da da sorunların ana kaynağı durumundadır. Mevcut yaşanan çekişme ve çatışmaların temelini bu zihniyet yapısı oluşturmuştur. tabi tutulan ve erkek egemenliğinin baskısı altında yaşamaya mahkum bırakılan kadın cinsinin, dogmatik bakış açılarıyla en çok baskı altında tutulduğu alanların başında da Ortadoğu gelmektedir. Kısaca Ortadoğu bölgesinde ulusal, sosyal ve siyasal sorunlar vardır. Bu konulardaki dengesizlik, yok sayma, kültürlere ve kimliklere saygı duymaksızın kendi çıkarlarına göre sistemlerin dayatılmış olması, bugünkü sorunların ana kaynağını teşkil etmektedir. Kuşkusuz bundaki sorumluluk, bu sistemi kuran ve ardından bazı değişikliklerle bugüne kadar bu sistemi sürdüren uluslararası hegemonik güçlere ve onların işbirlikçilerine aittir. Ortadoğu Bölgesi’nde derinleşen çatışmaların kaynağında adil olmayan, halkların iradesine dayanmayan bu sistemin yarattığı sorunlar ve bu büyük sömürü ile ezen ve ezilenin çarpışma durumu da yatmaktadır. Bunlara ek olarak belirtebileceğimiz bir diğer faktör ise, Ortadoğu Bölgesi’nin sıradan bir bölge olmayışı ve tarihe beşiklik etmesidir. Ortadoğu Bölgesi’nin, tarih boyunca sürekli bir biçimde önemli ve stratejik bir konumu olmuştur. Her şeyden önce insanlık kültürünün Mezopotamya’da, Zagros ve Toros eteklerinde doğup gelişmesi, Altın Hilal’in burada şekillenerek uygarlığın yer yüzüne yayılması durumu söz konusudur. Bununla birlikte bu-

13


Özgür Halk gün dünyanın ezici çoğunluğunun inanç duyduğu üç semavi dinin merkezi de burası olmuştur. Düşüncenin, fikrin, insanlık gelişiminin kaynağı halindeki bu bölge, tarihin her döneminde önemini korumuştur.

Temmuz 2015

kistan, vb. ülkeler daha öne çıkmışsa da Ortadoğu’daki doğalgaz rezervi bu bölgelere nazaran daha güçlüdür. Yine Ortadoğu’daki akarsular çoktur, dolayısıyla tatlı su da fazladır. Yani Ortadoğu bölgesi yeniden büyük bir cazibe merkezi haline gelmiş bulunmaktadır. İşte batı sermayesinin en büyük korkusu, dev gibi büyüyen ve aslında her tarafa giren Çin sermaye ve sanayisinin Ortadoğu’ya uzanmasıdır. Tabii ki yükselen Çin teknolojisinin giderek daha fazla enerjiye ihtiyaç hissedeceği açıktır. Eğer ki batı, Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını kontrol altında tutarsa, Çin’i kendine muhtaç hale getirebilecektir. Yok, Ortadoğu bir biçimde batı güdümünden çıkarsa veya Çin’le yakınlaşırsa, işte o zaman batı Çin’e muhtaç hale gelmek zorunda kalacaktır. Yani Ortadoğu’nun dünya denkleminde böylesine çok önemli ve stratejik bir yeri vardır. Kim hakim olursa, mutlak anlamda o, dünya geneline hakim olma imkanına kavuşacaktır. 1990 Körfez Savaşı’ndan bu yana ABD’nin öncülüğündeki batı sermayesinin sürekli bir biçimde her fırsat bulduğunda Ortadoğu’ya müdahale etmiş olması, ‘Yeni Dünya Düzeni’, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’, ‘Yeni Demokratik Ortadoğu Projesi’, vs. projelerle Ortadoğu’ya yönelmesinin ve bölgeyi yeniden dizayn etmek istemesinin temel nedeni, doğudan yükselen tehlike daha fazla büyümeden Ortadoğu’ya kendi sistemini hakim kıldırmak istemesidir. Bugün yürütülen savaşın perde arkasında aslında bu gerçekliklerin yeri çok daha fazladır. Savaşın bu kadar hazin bir biçimde en gelişmiş silahlarla sürdürülüyor olması da, bunun, yani uluslararası sermaye güçlerinin çıkar çatışmasının bir boyutudur. Doğru; bölgenin kendi bünyesinde var olan dengesizlikler de var ama esas olarak bölgedeki sorunlar dışarıdan getirilmiş sorunlardır. Yüz ya da iki yüz yıl önce bu topraklarda bu kadar sorun yoktu. Mevcut sorunların kaynağı kapitalist modernitenin her şeyi çıkarına göre esas alması; bu bağlamda uygulamış olduğu hegemonik sömürü politikasının bölgeye verdirmiş olduğu biçim ve hakim kıldırdığı haksız, temeli olmayan sistemdir. Bu sistem bugün çöküşü yaşamaktadır. Çünkü sistemin temeli çürüktür. Çünkü bu sistem, temeli adaletsiz olan bir sistemdir. Dolayısıyla çöküşe mahkumdur. Aslında bugün bölgemiz olan Ortadoğu’da var olan çatışma düzeyi, sistemin çöküşünü açıkça ilan etmiştir; yeni bir dizayna ve yeni bir sisteme ihtiyaç vardır ama nasıl bir çözümün olacağı bu konuda önem arz etmektedir.

Dünyaya hakim olmak istiyorsan önce Ortadoğu’ya hakim olmalısın Diğer yandan Ortadoğu Bölgesi’nin jeo-stratejik konumu da büyük bir önem arz etmektedir. Avrupa’yı Asya ve Afrika’ya bağlayan, kıtaların geçiş noktası haline gelen Ortadoğu bölgesinin yerüstü zenginliklerinin yanısıra yeraltı zenginliklerinin de oldukça fazla olması, onun eski çağlardaki önemini de, günümüzdeki önemini de süreklileştiren bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden kim dünyaya egemen olmak istemişse, önce Ortadoğu Bölgesi’ne göz dikmiş ve buraya egemen olmak istemiştir. Hangi imparatorluk büyüyüp artık dünyaya hükmetme hedefini önüne koymuşsa, Ortadoğu’da egemenliğini pekiştirmeye başlamış ve buradan dünyaya hakim hale gelmeyi esas almıştır. Tarihe bakıldığında bunu rahatlıkla görmek mümkündür. Aslında nasıl ki Ortaçağ’da ve ardından gelen dönemlerde dünyaya hakim olmak isteyen büyük imparatorlukların el attığı ve hakim olmak istediği bir cazibe merkezi haline gelmişse, günümüzde bu çok daha çarpıcı bir biçimde gündemde olan bir konudur. Bugün iki kutuplu dünya aşılmıştır; Reel Sosyalizm’in çözülmesiyle birlikte soğuk savaş dönemi ve iki kutuplu sistem geride kalmıştır. Fakat giderek batı uluslararası sermayesi ile doğu sermayesinin çekişmesi gündeme ağırlığını koymaktadır. Batıda Avrupa, Amerika, vb. güçler; doğu da ise yükselen bir dev olarak Çin, toparlanan Hindistan ve Reel Sosyalizm’in çözülüşünden sonra bir dönem toparlanamayan ancak özellikle de Putin’in gelişiyle birlikte güç kazanan Rusya’nın oluşturduğu Şangay Birliği arasındaki çelişki günümüz dünyasının gidişatını da belirlemektedir. Dolayısıyla bugün bir tarafta batı sermayesi, diğer tarafta ise doğu sermayesi diyebileceğimiz bir yapı oluşmuş bulunuyor. Çin’in büyüme hızı yılda yüzde 7’dir ve Çin bu tempoyla büyümeye devam ederse 20 yıl sonra dünyanın en büyük sermaye ve nüfus gücü, yani hegemonik gücü durumuna gelecektir. Bu dev büyüme batı sermayesini çok ürkütmektedir. Peki, birisi batıda, diğeri doğuda olan bu güçler için Ortadoğu Bölgesi neden bu kadar önemli bir bölgedir? Ortadoğu’daki tükenmez enerji kaynakları hegemonları kendisine çekiyor Şüphesiz çağımızda gün geçmiyor ki teknolojik gelişmeler yaşanıyor. Gün geçtikçe insan yaşamı teknolojiye daha fazla bağımlı hale geliyor. Devasa bir biçimde gelişen bu teknolojik yükseliş ile birlikte nüfus büyümesi de yaşanıyor. Bu durum, beraberinde insanların daha fazla enerjiye ihtiyacını ortaya çıkarıyor. Gelecekte kim enerji kaynaklarına hakim olursa, o, dünyaya hakim güç haline gelebilecektir. Enerji kaynaklarının artan önemi gündemdeki en temel konu durumundadır. Ortadoğu Bölgesi’nde bu enerji kaynakları oldukça fazladır. En başat enerji petrol, doğalgaz ve tatlı sudur. Kömür, vb. başkaca yeraltı zenginliklerinden de bahsedilebilir ama en önemli enerji kaynakları belirttiğimiz bu üç maddedir. Dünyanın tüm petrol rezervinin yüzde 66’sı Ortadoğu’da bulunmaktadır. Her ne kadar Rusya, Kaza-

Bölgenin sorunlarını çözecek tek formül Önder Apo’nun formülüdür Aslında bugün bölge üzerinde çatışan güçler, halkların çıkarına dayalı ve bu sorunların çözümünü esas alan bir formül önermiş değiller. Ne bölgeye müdahale eden küresel güçlerin bu konuda bir çözüm formülü vardır; ne de statükoyu savunma konumunda olan İran, vb. güçlerin bölgenin sorunlarının çözümüne ilişkin herhangi bir formülü vardır. Zaten gözle görülür bir çözüm formülleri olmadığı için mevcut sürdürülen savaş bir kör dövüş halini almış ve beraberinde ciddi tahribatlar yaratmıştır. En önemlisi de bu savaştan bölge halklarının hiçbir çıkarının olmamasıdır. Çünkü çatışan tarafların bölge halklarını ve çıkarlarını ifade eden bir programa sahip olmadıkları açık ortadadır. Günümüzde bu çatışmaları

14


Özgür Halk durdurmak ve sorunu çözmek için çok çeşitli uluslararası konferanslar ve toplantılar yapılmıştır ama hiçbirisinden sonuç çıkmamıştır. En ciddi ve elle tutulur bir biçimde Birinci ve İkinci Cenevre Konferansları yapıldı ama bir sonuç çıkmadı. Şimdi üçüncüsünün yapılacağı belirtiliyor ama bu kadar süredir yapılmamasının asıl nedeni, kimsenin bir çözüm perspektifi sunmamasındandır Bölge sorunlarının çözümüne dönük formül sahibi olan bir tek güç Kürdistan Özgürlük Hareketi’dir. Önder Apo’nun Ortadoğu bölgesine dönük geliştirmiş olduğu paradigmasal çözüm formülü, Ortadoğu Bölgesi’nin sorunlarını doğru tahlil eden, çözümleyen, onu tarihsel kökleriyle bağ içinde ele alan ve günceli doğru okuyan bir bakış açısına sahip olduğu için, günümüzde en uygun ve makul çözüm formülü durumundadır. Zaten Başkan Apo, arzuladığı devrim sürecini hiçbir zaman sadece Kürdistan veya Türkiye boyutuyla ele almamıştır; hep Ortadoğu eksenli bir devrimsel bakış açısını önemli görmüştür. Önderliğin Ortadoğu’ya dönük geliştirmiş olduğu teorik çözümleme ve çözüm, Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Ulus Formülü biçiminde somutlaşmıştır. ‘Kadın Özgürlüğüne Dayalı Demokratik-Ekolojik Toplum Paradigması’, Ortadoğu Bölgesi’nde Demokratik Ulus biçiminde formasyon kazanmıştır. İşte bu eksende yaklaştığımızda Rojava Devrimi’nin artan önemini anlamak ve kavramak mümkün olacaktır.

Temmuz 2015

kurumlar iradi bir güç olurken, öbürleri sürekli dışarıdan sadece bir işbirlikçi konumunda kalmışlardır; kendilerini bir irade olarak ortaya koyma çabaları bile söz konusu olmamıştır. Bu önemli bir farktır. Tabii ki parçanın küçük olmasından dolayı sadece ve sadece kendi başına hareket ederek mücadele yürütmesi güç ve çok uzun zaman gerektiren bir husustur. Yine bundan hareketle parçanın kendini Suriye devrim hareketinden ve demokrasi hareketlerinden yalıtması da bir hatadır. Maalesef dar-klasik-milliyetçi siyasi yapılar bu konumdaydı. Yani Suriye Devrimi ile kendisini birleştiren, bütünleştiren aktif bir durumları yoktu. Halbuki bir taraftan Kürdistan Özgürlük Mücadelesi ile, öbür taraftan ise Suriye özgürlük ve demokrasi mücadelecisi hareketlerle bir iç içelik gerekliydi. Konumundan dolayı Rojava’da böylesine ikili bir duruma girmek dün olduğu gibi bugün de şarttır. Elbette ki Rojava’daki devrim koşullarının doğmuş olması, bu sözünü ettiğimiz bölge genelindeki bunalımla, kaotik durumla, çatışma ve çekişmeyle ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Zaten Güney Kürdistan’daki mevcut

Bölgedeki sistemin istikrarsızlığı Rojava Devrimi’nin yolunu açmıştır Rojava Devrimi, esas olarak kimsenin pek hayal edemediği bir devrimsel gerçeklik durumundadır. Rojava Kürdistanı, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sözü edilen uluslararası anlaşmalar çerçevesinde Kürt halkının yok sayılması, varlığının inkarına dayalı olarak ülkesinin dört parçaya bölünmesi projesi çerçevesinde, en küçük parça olarak Suriye’ye bağlanmıştır. Kendi içinde de Cezire, Kobanê ve Efrîn olmak üzere üç ayrı parçaya bölünmüştür. Her bir parçanın arasına Arapların yerleştirilmesi suretiyle oluşturulan Arap Kemeri’nin hakim kılındığı Rojava’da böylesi kendi öz gücüne dayalı devrimsel bir çıkışın yapılması tahayyül bile edilmiyordu. ‘Diğer parçalar mücadele eder, savaşır, özgürleşir; onun Rojava üzerindeki etkisiyle Rojava da özgürleşir ve haklarına kavuşur’ yaklaşımı daha fazla egemendi. Hatta Rojava’daki bir çok klasik parti, daha baştan beri böyle bir psikolojik duyguyla hareket ettikleri için hiçbir zaman özgüven geliştirmeye gerek bile duymamışlardır. Hep ‘biz küçük kardeşiz; beklentimiz dışardan’ demişlerdir. Yani böyle öz güven yoksunluğunu esas alan bir psikolojik toplum yapısı ve siyasal zihniyeti ifade eden bir konum söz konusudur. Bu yüzden de dikkat edin; hiçbiri güç olmamıştır. Çünkü onlar hep dışarıya dayanan, gidip birinin koltuğuna girmeye çalışan ve ona dayanarak kendini güç haline getirmeyi esas alan bir zihniyetten hareket etmekteydiler. Ancak Önder Apo’nun Rojava’ya gelişiyle birlikte bu yaklaşımı aşma ve özgüveni geliştirme süreci başlamıştır. Yani Rojava’da kendine güvenen, kendine dayanan, kendi öz gücüyle iradeleşen ve bir hakikat olmaya çalışan yaklaşım, Önder Apo’nun çizgisinin Rojava’da etkili olduğu oranda gelişmiştir. Bu yüzden de Önder Apo çizgisi etrafında kendini ifade eden örgütler, partiler ve

statünün elde edilmesi de bu kapsamdaki gelişmeler çerçevesinde mümkün olabilmiştir. Bölge sistemi çerçevesinde dörde bölünen ve yok sayılan Kürdistan ve Kürt halkı, bu mevcut sistem sarsıldıkça, doğal olarak doğrudan etkilenmektedir. Dolayısıyla sistemin etkisi aşıldıkça Kürt halkının da özgürleşme zemini gelişmiş olmaktadır. Yakın zamanda görüldüğü gibi, Irak’ta kurulan sistem bir ölçüde çözüldü, zayıfladı; orada Kürtler statü kazandı. Aslında şu an Rojava’da da aynı şey gelişmekte: Suriye’de bir çatışma ve çekişme var. Bu çatışma ve çekişme yalnızca Suriye’yle sınırlı değil, tüm bölgeyi etkileyen bir çekişme ve çatışmadan bahsediyoruz. Dolayısıyla Rojava Kürdistanı da özgürleşme zeminini yakalamış olmaktadır. Kendisini mahkum eden, bu bölge çapındaki sistemdir; kendisine özgürleşme zeminini açan da yine bu sistemin zayıflıyor olmasıdır.

15


Özgür Halk Rojava Devrimi’nin temelini Önder Apo atmıştır Rojava Devrimi’nin temellerine baktığımızda ise, esas olarak 1979 yılında Önder Apo’nun Kobanê’ye geçişini bir milat olarak ele almamız gerekiyor. Bu çıkış, devrimin bir takım stratejik hesapları çerçevesinde yapılan bir çıkıştır; ki aslında hareketimizi yaşatan bir çıkış olmuştur. Çıkış yapıldıktan sonra bir süre Kobanê’de halk içinde ailelerle birlikte kalınmıştır. Suruç’un ve Birecik’in bir uzantısı durumunda olan, sosyal yapılarının, aşiretlerinin, kültürlerinin ve dillerinin aynı olduğu Kobanê’yi aslında öncesinden biraz tanıma durumu söz konusuydu ama orada kalınan süreçte, Önderlik tarafından hem Kobanê’yi hem de tüm Rojava’yı daha iyi tanıma, dolayısıyla oraya dönük ilk tohumu atma ve ilk çalışmaları yürütme süreci de gelişmiştir. Daha sonra bu çalışma giderek gelişim kat etmiş, bizzat Önderliğin çabalarıyla yoğunluk arz eden bir ilişki oluşmuştur. 1982 başlarından itibaren ise Filistin ile Lübnan sahasındaki eğitimin tamamlanması ve geriye dönüş çerçevesinde Rojava’ya daha kapsamlı bir yönelim gelişmiştir. Kadroların görevlendirilmesi, dost edinme, halkı kazanma, ideolojik-siyasi propaganda yapma, daha sonra da örgütlülüğe kavuşturma biçiminde gelişen bir etkileşim durumu söz konusu olmuştur. Özet olarak Önder Apo’nun Ortadoğu’da kaldığı süre boyunca en yakından ilgilendiği kesim

Temmuz 2015

yoğun bir baskı dönemi yaşanmıştır. 2004 yılında Türkiye, Suriye ve İran’ın ortak anti-Kürt ittifakı çerçevesinde MİT, İtlaat ve Muhaberat bir çok ortak proje geliştirmiştir. Sadece baskı ve şiddet değil; psikolojik savaş taktikleriyle gençliği baştan çıkarma, yozlaştırma, düşürme projelerini de bu üç istihbarat örgütü ortak geliştirmiştir. Hatta Suriye Muhaberatı ile Türkiye’nin Halep’te ortak operasyonlar yaptıkları bile olmuştur. Bu süreçte Suriye’nin Rojava Kürdistanı’na dönük, özellikle de Apocu çizgide olan kitleye karşı uyguladığı büyük şiddet ve baskı söz konusudur. İşte PYD bu baskı ve şiddete karşı kendini örgütlemek durumunda kalmış olan kitlenin ortaya çıkardığı bir partileşme sürecidir. Ondan sonra baskı daha da artmış ama bu baskılara karşı mücadele de yürütülmüştür. Ebu Cudi, Istaz (Mamoste) Osman ve bir çok yurtsever işkencede katledilirken, yüzlerce PYD militanı ise zindanlara atılmıştır. Kısacası o toplumsal yapı sıkıştırılmıştır. 12 Mart 2004’te ise Qamişlo’da bir katliam yapıldı. Buna karşı Efrîn, Kobanê ve diğer yerlerde sahiplenme yürüyüşleri gerçekleşti, başkaldırılar oldu ve büyük bir çatışma süreci yaşandı. Her yerde direniş ve katletmeler yaşandı. Kobanê’de, Efrîn’de ve Cezire’de şehitler verildi. Yani Suriye Devleti ve Kürtler, Qamişlo Katliamı ile doğrudan karşı karşıya geldi ve bu durum 2011’e kadar böyle sürdü. Bu dönemde Rojava halkı öz gücüne ve inancına dayanarak direnişini sürdürmüştür ama kitlesel boyutta oldukça bastırılan ve zayıflatılan bir mücadele söz konusudur. Aşırı baskı ve işkencelerin, Rojava’da örgütsel yapıda ciddi anlamda bir daralmayı yarattığını biliyoruz. Bu tarihlerden itibaren hareketimiz de orada doğrudan faaliyet yürütmemiştir; PYD örgütlenmesi, yine değişik biçimlerde kadın ve gençlik örgütlenmeleri tarzında Rojava halkının kendisini şiddete karşı örgütlemesi durumu vardır.

Rojava Devrimi’nin temelinde esas olarak 1979’da Önder Apo’nun Kobanê’ye geçişini bir milat olarak ele almamız gerekiyor. Ortadoğu’da kaldığı süre boyunca en yakından ilgilendiği kesim Rojava halkı olmuştur.

Arap Baharı Rojava Devrimi’ne zemin sunmuştur 2011’in başlarında Tunus’ta bir gencin uygulanan haksızlık ve baskıyı protesto etmek amacıyla kendisini yakmasıyla başlayan halk hareketi, sonrasında Mısır’a da sirayet edince, artık bunun giderek tüm Arap ülkelerine yayılacağı anlaşılıyordu. Bu konuda şunu da belirtmek gerekir ki, Rojava’da PYD’nin en büyük avantajı bunu erken algılamış olmasıdır. Burada en önemli nokta, daha 2011 Şubat ayında PYD’nin o zamana kadar Güney Kürdistan’da üslenmiş olan karargahını tümden Rojava’ya kaydırması ve tüm önemli kadrolarıyla Rojava’ya geçerek halkı örgütlemesidir. Yani gelişmeler Suriye’ye daha tam yansımamışken PYD harekete geçmiştir. Nitekim sonra Suriye’ye yansıyan gelişmelerin sonucunda kitle hareketleri başladı. Bu hareketler başta hem Tunus’ta, hem Mısır’da, hem de Suriye’de sivil hareket biçiminde gelişti. Buna yoğun baskı altında olan Kürtler de bir nefes alıp kendilerini toparlama biçiminde eşlik etti. Arap halkının Tunus ve Mısır’la başlayan ve var olan rejimlere karşı olan başkaldırısına, ‘Arap Baharı’ denildi. Biz aslında hareket olarak o zaman da bu kavramı pek kullanmadık. “Halkların Baharı’na dönüştürmek gerekir” dedik. Çünkü ne kadar Arap Baharı olup olmayacağı net değildi. Bir de bu bölgede sadece Araplar değil bir çok

Rojava halkı olmuştur. Birçok ilişki, bir çok dostluk, bir çok toplantı vuku bulmuş, çalışmalar bu anlamda yürütülmüş ve halkın adeta yeniden kendine gelmesi sağlanmıştır. Çünkü belirttiğimiz coğrafik ve toplumsal-psikolojik durumdan dolayı kendisini tüm gücüyle Güney Kürdistan’da Mustafa Barzani öncülüğünde yürüten direnişe bağlayan Rojava halkı, 1975’te bu direnişin çökmesiyle umudunu yitirmiştir. Böyle bir toplumsal yapıda olan, yani oldukça ümitsizleşen ve kırılmayı yaşamış olan Rojava toplumuna Önderliğin bu biçimdeki dostane ilişkileri yeniden umut olmuş ve canlanmaya yol açmıştır. Oluşan yurtseverlik temelinde ‘80’lerden itibaren gençlik, Kuzey’deki mücadele sürecine katılmış, devrimsel bir ruhun yaşatılması sürecine girmiş ve ‘90’lardan itibaren ise bu çok ciddi bir yükselişi yaşamıştır. Fakat gerçekleşen uluslararası komplo ile birlikte bilindiği gibi Önderliğimiz Suriye’den çıkmak zorunda kalmış ve o süreçte Suriye ile Türkiye arasında Adana Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma, her ne kadar ‘99’da gerçekleşmiş olsa da hemen uygulanmamış; adım adım uygulamaya geçilmiştir. Fakat 2003-2004 itibarıyla özellikle de Türkiye’de AKP’nin işbaşına gelmesi ve Erdoğan ile Beşar Esad arasında çok sıkı ilişki ve dostlukların gelişmesi çerçevesinde Suriye Devleti tümüyle Türkiye yörüngesine girmiş; Rojava’da Kürt halkına dönük çok

16


Özgür Halk

halk yaşıyor ve bu sistem herkesi baskı altına alan bir sistemdir. Gerçek şu ki Ortadoğu’da kurulmuş bu sistem Arap halkını oldukça baskı altına alan ve büyük bir adaletsizliği geliştiren bir sistemdir. Evet, Kürt halkını yok saymıştır; Kürt halkı bu sisteme 90 yıldan bu yana direnmektedir. Arap halkı da çeşitli biçimlerde direniş göstermiştir ama Tunus ve Mısır’la başlayan süreç, bölgede var olan diktatöryal rejimlere, adil olmayan paylaşıma ve haksızlığa artık dur deme kalkışıdır. Artık Arap halkı da uygulanan o sistemde oldukça zorlanır bir noktadayken başkaldırı gelişmiştir. Gelişen şey, özgürlük, demokrasi ve adil paylaşım uğruna halkların haklı, meşru istemi ve devrimsel çıkışıydı. Nitekim Tunus ve Mısır’da bu devrimsel çıkış kendi mecrasında yürüdü ve sonuç aldı. Fakat öteden beri bölge üzerinde hesapları olan, bölgeyi kendi bakış açısına ve çıkarlarına göre dizayn etmek isteyen uluslararası sermaye güçleri ve istihbarat organları bu süreci fırsat bilip müdahale ettiler. Yani gelişen bu halk hareketlerini kendi çıkarlarına göre yönlendirmeye giriştiler. Özellikle batı sermaye güçleri Ortadoğu’da önayak olarak Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeleri esas alıp, bu ülkeler yoluyla halk hareketini yönlendirmeye çalıştılar. Öbür taraftan ise sırtını Rusya, Çin gibi ülkelere dayandıran İran, Suriye, Irak hükümeti ve Lübnan’daki Hizbullah örgütlenmesi ise statükoyu korumaya ve hatta fırsattan istifade ederek kendi eğilimini Ortadoğu bölgesine daha fazla yaymaya dönük çabalar içerisine girdi. Yani bu şekilde iki taraf biçiminde bir süreç ve mücadele başladı. Burada özellikle Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın ve Katar’ın oynadığı çok kötü bir rol vardır: Hem hızla şiddete bulaştırma durumunun gelişmesinde bu ülkelerin rolü fazladır, hem de mezhepçilik ekseninde yaklaşarak çatışmayı mezhep çatışmasına dönüştürmede bu ülkelerin rolü belirgindir. Fakat esas sorumlu batı hegemonik güçlerin başta Libya’da sözüm ona Kaddafi sistemini düşürmek için ‘hava saldırılarıyla destek sunuyoruz, yerel güçlere de silah veriyoruz’ diyerek müdahale et-

Temmuz 2015

mesidir. Bu tutum aslında, halkların devrimsel kalkışının raydan çıkmasına yol açtı. Çünkü öbür yandan uluslararası güçlerden gelen yardım Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar eliyle daha çok El Kaideci güçlere ulaştırılmış oldu. Çünkü bu halk hareketi dalgasıyla yeni örgütlenen güçler; örneğin ‘Suriye ordusundan kopup, ÖSO’yu kurduk’ diyen esas kesimler örgütsel çalışmalarda yeniydiler; güçlü kadroları yoktu. Ama El Kaide’nin önceden Afganistan’da, Pakistan’da ve Çeçenistan’da örgütlediği, yoğunlaştırdığı, hem siyaset hem de savaş anlamında tecrübe kazandırdığı kadroları vardı. Bu kadrolar Irak’ta 2003’ten beri savaşarak bir hayli yetkinleşti ve bunun üzerine El Kaide de Ortadoğu’da gelişen bu yeni duruma müdahil oldu. Daha çok muhalefet yörüngesinde yer alan El Kaide, örgütlü bir yapıya ve tecrübeli kadrolara sahip olduğu için dışarıdan gelen tüm yardımları bir biçimde kendisine mal etti ve bundan yararlanarak güçlendi. Aslında El Kaide çizgisindeki selefilerin güçlenmiş olmalarının nedeni Türkiye ile Suudi’nin fark gözetmeksizin yardım vermesi ve özellikle El Nusra ve DAİŞ gibi yapılara öncelik vermesiyle bunların palazlandırılmış olmalarıdır. Bunun temelinde mezhepçi ve hegemonik bir yaklaşım söz konusudur. Suudi Arabistan bunlar aracılığıyla Aleviliği ve Şialığı geriletmek isterken, AKP ise hem aynı hesapları paylaşıyor hem de bunlar aracılığıyla Kürdistan Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeyi ve kontrol altına almayı hesaplıyordu. Bu biçimde güçlenen El Kaide çizgisi, her şeyi şiddete çevirdi. Suudi Arabistan kaynaklı selefi örgütlenmelerinin giderek güçlendiklerini ve önemli bir kısmının El Kaide tarzında örgütlendiğini biliyoruz. Bunlar 2004’ten sonra Irak’ta biraz yoğunlaştılar. Daha sonra 2011’le birlikte bu durum çıkınca, her alana el attılar. Türkiye’nin, Katar’ın ve Suudi Arabistan’ın bunlara hoş ve destekleyen yaklaşımı da bunları tetikleyen temel bir faktör oldu. Böylece gittikçe muhalefet cenahının da karmaşıklaşması durumu gelişmiş oldu. PYD’nin daha başlangıçta tespiti doğruydu. PYD, ne uluslararası güçlere dayanan müdahale güçlerini esas

17


Özgür Halk aldı ve ‘projelerinde bölge halklarının çıkarlarına bir şey yok’ diyerek onlarla tam birleşti; ne de bölgede statükoculuğu savunan, aslında anti-demokratik, diktatöryal bakış açısından fazla öteye gitmeyen İran’a dayalı ekseni doğru buldu. Her ikisini de eleştirdi ve üçüncü bir çizgiyi esas aldı. Üçüncü çizgi, hiç şüphesiz ki Önder Apo’nun çizgisidir. PYD’nin PKK’yle yakınlığı da buradan gelmektedir. PYD, PKK’nin bir kolu değildir. Çoğu kesim öyle söylüyor ama aslı öyle değildir. PYD’nin Önder Apo’nun çizgisinden oldukça etkilendiği doğrudur. Önder Apo çizgisi ekseninde kendisini örgütleyen bir yapı olması durumu vardır. Önder Apo, paradigması, felsefesi ve kendine ait bir model çizgisi olan bir önderliktir. Bu yönüyle PKK’yi daha da aşan, daha geniş bir yelpazede bir gerçekliği ifade eden paradigmasal bir hakikattir. Yani yarın Rojava’da değil de Arabistan’da da veya Latin Amerika’da da Önder Apo’nun çizgisini esas alan bir yapı veya bir örgütleme ortaya çıkabilir. Çünkü Önder Apo, tüm dünyaya, özelde de tüm Ortadoğu’ya dönük projesi olan bir önderliktir. Yani nasıl ki Marx-Engels çizgisinde veya Mao çizgisinde yüzlerce parti kurulduysa, Önder Apo çizgisinde de çok ülkede çok sayıda parti kurulabilir. Bu partilerin birbirleriyle illa da organik bağ taşımaları gerekmez. Çünkü Önder Apo’nun çizgisi, dünya çapında kapitalist moderniteyi aşan, ezilenlerin de-

Temmuz 2015

2011’in baharıyla birlikte Rojava’da bu siyasi yapılardan bağımsız olarak öz savunma çalışmalarının geliştirilmesi faaliyetidir. Bu çalışmaları başlatan Şehit Xebat Derik arkadaşın sergilediği büyük bir çaba ve emek söz konusudur. Xebat Derik, Kürdistan devriminde ve özgürlük mücadelesinde büyük emeği olan yiğit bir mücadeleci kişilikti. Tecrübeli bir asker ve gerilla olan Xebat Derik, öz savunma birimlerini örgütlemeye çalıştı. Bildiğimiz kadarıyla 2004’te gelişen Qamişlo Katliamı’ndan sonra zaman zaman öz savunma içerikli bazı birimlerin varlığı söz konusu olmuş ama Xebat Derik’in sistematik bir biçimde çalışmalara başlamasıyla askeri örgütlenme faaliyeti daha yoğun bir biçimde gündeme girmiştir. İlk önceleri köylerde ve mahallelerde, öz savunma birimleri biçiminde silahsız olarak kendini örgütleyen; ama fırsat buldukça askeri çalışmalar üzerinde yoğunlaşan, bazıları silahlı bazıları ise yarı silahlı bir biçimde kendisini örgütleyen birimlerden söz ediyoruz. Bu çok önemli. Çünkü bu birimler, bugünkü YPG ve YPJ’nin temelidir. İlk önce kendi mahallesini ve köyünü korumak üzere silahsız veya yarı silahlı olan birimler, 2012’ye doğru giderken, yoğunlaşarak yer yer kendisini silahlandırabiliyor ve dolayısıyla genelde Suriye’de toplumsal hareket giderek silahlı bir mücadeleye doğru dönüşürken Rojava Kürdistanı da buna hazır bir biçimde sürece paralel dahil oluyor. Öz Savunma Birliklerine sahip olan Rojava halkı, yeri geldiğinde Halep’in Şêx Meqsut Mahallesi’nde ya da Eşrefiye’de, yeri geldiğinde ise Efrîn’de çeşitli gruplara karşı kendini savunabiliyor, yine yer yer rejim güçlerine karşı savunma pozisyonuna geçiyor. Bir takım çatışmaları yaşıyor; daha fazla örgütlenme ihtiyacı hissediyor ve artık bir güç haline geliyor.

19 Temmuz 2012 günü Rojava Devrimi’nin fiili başlangıç tarihi olmuştur. O gün Kobanê’de fitili ateşlenen yönetimlere el koyma hareketi, giderek bütün Rojava’yı kapsayan bir halk hareketine dönüşmüştür.

Rojava Devrimi gerçek bir halk devrimidir İşte tam o dönemde Suriye’deki devrimsel koşullar daha fazla gelişiyor. Muhalefet güçleri Suriye’nin çeşitli yerlerinde ilçelere el koyunca, 19 Temmuz 2012’de ilklerin merkezi Kobanê’de de öz savunma birliklerinin öncülüğünde halkın da katılımıyla yönetime el koyma, devlet dairelerine yönelerek orada bulunan polis ve askeri güçleri silahsızlandırma suretiyle Suriye Devleti’nin yönetimsel varlığına son verme hareketi başlatılıyor. Hemen akabinde Efrîn’de de böylesi bir harekat gerçekleşiyor. Sonrasında Derik, Dirbesiyê, Amûdê, Tirbespî ve Qamişlo’da halk adım adım yönetimlere el koyuyor. Bundan dolayı 19 Temmuz 2012 günü Rojava Devrimi’nin fiili başlangıç tarihi olmuştur. O gün Kobanê’de fitili ateşlenen yönetimlere el koyma hareketi, giderek bütün Rojava’yı kapsayan bir halk hareketine dönüşmüştür. Burada en çarpıcı şey, daha başlangıçtan itibaren silahlı birimlerin oynadığı öncü roldür. Yani silahlı birimler önden yürüyor; halk da büyük kalabalıklar halinde devletin çeşitli kurumları üzerine giderek o kurumların ele geçirilmesini sağlıyor. Değil ki çatışma olmuyor; bazı yerlerde çatışma da yaşanıyor; şehitler de veriliyor. Bir baskın tarzında gelişiyor ama Suriye güvenlik kuvvetleri, karşılarında silahlı güçleri görünce çok direnme gücünü göstermiyorlar. Bazı çevreler bunu çok polemik konusu yaptılar ve sanki ‘rejim iktidarı PYD’ye devretmiş’ gibi gösterdiler ama bu sadece Kürtlere karşı bir yaklaşım olarak gelişmemiştir. Mesela önce Halep’e bağlı Bab il-

mokratik modernitesinin çerçevesini çizen, halkların bir arada yaşama formülü olan Demokratik Ulus, Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Sosyalizm hedefini somutlaştıran yeni bir çizgidir. Reel sosyalizmin içinde bulunduğu sorunları aşmayı öngören, dogmatizmi aşan, bilimi ve akılcılığı esas alan bu çizgi, yeni dönemde kapitalist moderniteye karşı ezilenlerin alternatif bir mücadele çizgisidir. İşte PYD, Önder Apo’nun paradigmasını esas alan bir yapıdan hareket etti ve buna dayanarak orada üçüncü çizgiyi yürüttü. PYD’ye esas kazandıran şey buydu. Her ne kadar bastırılmış olsa da o çizgiye sempatiyle yaklaşan bir kitle de vardı. Bununla birlikte bir de PYD’nin dışında, kendisini meclisler halinde ifade eden yapılar oluştu. Rojava’da çok sayıda parti vardır ama bu partilerin kitle üzerindeki etkisi fazla değildir. Kitlenin ezici çoğunluğu aslında bağımsız duruş sergileyen çevrelerdir ve bu çevrelerin büyük çoğunluğu da Önder Apo çizgisine sempatiyle bakan kesimlerdir. Bu kesimler, PYD’nin dışında bazı yapılar geliştirdiler. Kadınlar, gençler, çiftçiler ve toplumun daha bir çok kesimi kendi birliklerini kurdu. Daha değişik bazı partiler bu çizgi paralelinde kendisini yenileyerek yoğunlaştı ve sürece dahil oldu. Böylece Rojava Halk Meclisleri (Meclîsa Gel) yapılanması ortaya çıktı. Burada zikredilmesi gereken en önemli husus,

18


Özgür Halk

Temmuz 2015

çesinde, sonra Minbic’te, ardından Cerablus’ta (ki bunlar Kobanê’ye yakın yerlerdir) muhalefetin çatışmasız bir biçimde buralardaki devlet otoritesine son vermesi durumu yaşanıyor. Böyle olunca Kobanê’de de halk devreye giriyor ve Kobanê’deki devlet otoritesine son vererek yönetimi ele geçiriyor. Devlet ise nasıl ki diğer yerlerde çatışmadan alanı bırakıyorsa, Kobanê’de de bu şekilde bırakıyor. Aynı günlerde muhalefet güçleri Girê Spî (Til Ebyad)’yi de çatışmasız bir biçimde ele geçiriyorlar. Açıkça burada görülen, bir çok ilçede devlet güçleri çok fazla direnmeden çekilme durumunu yaşıyor. Yani devlet güçlerinde halka karşı çıkmama, bir çözülme durumu yaşanıyor. Yoksa buralarda rejimin bilinçli bir şekilde, ‘iktidarı PYD’ye devredeyim’ gibi bir durumu asla söz konusu değildir. Bu tamamen bir manipülasyondur. Her şeyden önce bu halk hareketini PYD yalnız başına gerçekleştirmemiştir. Bağımsız oluşmuş olan silahlı birimler ve PYD’nin de içinde olduğu ama daha geniş bir biçimde örgütlenmiş olan Rojava Kürdistanı Halk Meclisleri

geri adım atması durumunun yaşandığı da bir gerçektir. Ancak belirttiğimiz gibi bu, Suriye’nin bir çok yerinde olabilen bir durumdur. Bu durum, gerçekleşen halk hareketinin bir eksisi değil; tersine halk hareketinin büyüklüğü karşısında çözümsüz kalan rejim güçlerinin geri çekilmesi durumudur. Bu durum, esas olarak toplumsal hareketin kapsamlılığının ve büyüklüğünün yarattığı heybetin bir sonucudur. O dönemde Suriye’nin diğer bölgelerinde de halk hareketleri vardı. El Nusra, El Kaide çizgisindeki örgütler gibi tek başına hedeflerin üzerine yürüme durumunda değildi. Sonradan bu tür yönelimler gerçekleşti. Nitekim Suriye rejim güçleri onlara karşı çatıştılar ama kitleye karşı çatışamadılar. Yani kitle ile silahlı güçlerin birlikte hareket ettiği ve üzerine yürüdüğü yerlerde rejim güçleri genellikle geri çekilmek zorunda kaldı. Rojava Devrimi bu biçimde gerçekleşen önemli bir devrim olarak tarihe not düştü. Çünkü Kürdistan’ın en küçük parçasında toplumsal bir kalkışla öz savunma

bu hareketi gerçekleştirmiştir. Halk Meclisleri’nin kitlesel boyutta ayaklanarak silahlı birimler eşliğinde devlet binalarının üzerine yürüme durumu vardır. Çok büyük boyutlarda olmasa da çatışmalar da yaşanmıştır. Efrîn’de, Derik’te ve daha bir çok yerde rejim güçleri çatışarak çıkartılabilinmiştir. Hatta Gir Zîro’da olduğu gibi günlerce yaşanan çatışma ve kuşatma sonucunda ancak rejim hedefleri düşürülmüş ve alınmıştır. Yani çatışmalar da yaşandı fakat Suriye rejim güçlerinin kitlelere karşı silah kullanma ve daha fazla direnme durumu Suriye’nin bir çok yerinde olduğu gibi Kürt bölgelerinde de pek gelişmedi ve bu biçimde gerçek bir halk devrimi olarak zorba iktidar güçlerin üzerine yürüyen Kürt halkı Rojava Devrimi’ni gerçekleştirdi. Rojava Devrimi gerçek bir halk devrimidir. Çatışmıştır, direnmiştir, yüksek bir kararlılık temelinde devrim iradesinin ortaya konulmasıyla çıkış gerçekleştirmiştir. Tabii ki karşıdaki gücün pasifleşmesi, diretmeyi görünce

güçlerinin eşliğinde egemen sömürgeci devlet erkinin kendi bölgesinde sona erdirilmesi girişimi önemli bir girişimdi. Bu, hem Rojava halkı açısından önemli bir sürecin başlangıcı olurken, hem de aynı zamanda diğer parçalar için de önemli rolü olabilecek bir çıkıştır. En önemlisi ise, Rojava Devrimi’nin Önder Apo’nun paradigmasına dayanarak ‘üçüncü çizgi’yi esas almış olmasıdır. Yani Suriye’nin tümüne dönük bir bakış açısına ve bir çözüm formülüne sahip olmasıdır. Belki 19 Temmuz 2012’de kimse bunun farkında değildi ama o devrimsel çıkışın bağrında taşıdığı bu ideolojik, teorik ve pratik öz, onun büyüklüğünü ve gün geçtikçe daha da artan yükselişini, parlayan bir yıldız gibi gündeme taşıyan esas özelliğiydi. Rojava Devrimi’nin en önemli ve çarpıcı özelliği aslında burada, yani taşımış olduğu çözüm perspektifi ve ideolojik doğrultusunda yatmaktadır. Devem edecek...

19


Özgür Halk

Temmuz 2015

Sivas Katliamı Alevilerle Kürt Halkının Mücadele Ortaklığını Engellemek İçin Gerçekleştirilmiştir Nasıl öldüklerini anlamayanlar nasıl öldürüleceklerini de anlayamazlar. Bu açıdan Aleviler üzerindeki fiziki ve kültürel soykırımı anlamanın yolu Sivas Katliamını anlamaktan, o dönemdeki devlet zihniyetini anlamaktan ve bu katliam sonrası Aleviler üzerindeki politikaları derinliğine bilince çıkarmaktan geçmektedir. Mustafa Karasu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte temel politika olarak Türk etnisitesi dışında tüm farklı etnik kimlikleri ya fiziki soykırımla ya da kültürel soykırımla ortadan kaldırarak Türkiye sınırları içinde tek etnisiteye dayalı bir ulus-devlet kurmak hedeflenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bugüne kadar bütün politikalarını bu amacı gerçekleştirmek üzerine kurmuştur. Eğitimini, kültür politikasını, sosyal politikalarını, ekonomi politikalarını, güvenlik politikalarını, iç ve dış politika dengelerini tamamen başta Kürtler olmak üzere tüm farklı etnik ve dinsel toplulukları yok ederek ulus-devlet kurma temelinde şekillendirmiştir. Bunun için de hiçbir ahlaki, vicdani ölçüye bağlı kalmadan her türlü baskı, zulüm, katliam, işkence politikasını pervasızca uygulamıştır. MHP’lilerin zaman zaman dillendirdiği gibi söz konusu ulus-devlet kurmaksa gerisi teferruattır anlayışı Türkiye Cumhuriyeti devletinin politikasının ve yöneticilerinin temel ilkesi olmuştur. Türk devlet eliti için ulus-devlet önündeki engelleri kaldırma dışındaki her şey önemsizdir, teferruattır. Bu açıdan Kürtlerin fiziki, ağırlıklı olarak da kültürel soykırımla yok edilmesi hedefi Türk devletinin temel hassasiyeti olmuştur. Her saniyeleri, her saatleri, her günleri ve yılları böyle bir amaç için harcanmıştır. Bu amaç bir nevi kutsal hedef olarak önlerine konulmuştur. Amiyane deyimle kızıl elmaları bu olmuştur. Türk devletinin ulaşmak istediği temel hedef; Kürtleri Türkleştirerek Kürdistan’ı Türk ulusallaşmasının yayılma alanı haline getirmektir. Öykülerde, destanlarda ulaşılmak istenen hedefler olur ya, Türk devleti de bu hedefe ulaşmak için her yol ve yöntemi denemekte kararlıdır. Bu nedenle Şeyh Sait ve arkadaşları asılmıştır; bu nedenle Şark Islahat Planıyla Fırat’ın Batısı ve tüm Alevi Kürtler üzerinde Türkleştirme politikası izlenmiştir. Yine bu amaç doğrultusunda Dersim Raporları temelinde Dersim’in tümden soykırıma uğratılarak Türk devletinin tek etnisiteye ve tek mezhebe, inanca dayalı hedefi gerçekleştirilmek istenmiştir. Bütün bunlar yapılırken de hiçbir evrensel siyasi kuralı, ölçüyü, vicdan ve ahlak ölçüsünü esas almayan bir politika yürütmüşlerdir; uygulamalar bu çerçevede yapılmıştır. Eğer Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki bütün olaylar ve olgular incelenirse, bugüne kadar tüm

politikaların ulus-devlet yaratma, bu temelde de Kürtleri yok etme üzerine kurulduğu rahatlıkla görülür. İdama götürülmeden önce Menderes’e de sorarlar, Türk devletinin en temel sorunu nedir diye. Menderes de “Türk devletinin en temel sorunu Kürt sorunudur” diye cevap verir. Belki Türk devleti hiçbir zaman bunu açıktan itiraf etmemiştir, ama bütün gizli ve resmi toplantılarında, bütün resmi belgelerinde Türkiye’nin en temel sorununun Kürt sorunu olduğu kabul edilmiştir. Bir Alevi ve Kürt araştırmacısı Mehmet Bayrak’ın belirttiği gibi Türk devleti kamuoyuna açık durumda inkarcıyken, retçiyken, resmiyette itirafçıdır; gerçekleri kabul eder. Tabii bu resmiyette ya da gizli belgelerde gerçekleri kabul etmesinin nedeni; bu gerçekleri görüp, inceleyip üzerinde analizler ve değerlendirmeler yaparak bu toplulukları fiziki ve kültürel olarak nasıl soykırıma uğratacağının planını, programını oluşturmak içindir. Bu yönüyle Türk devletinin resmi ya da gizli belgelerinde en fazla da Kürtler nasıl asimile edilecek, yok edilecek; Aleviler nasıl Sünnileştirilecek konuları üzerinde durulmuştur. Türkiye’nin temel politikaları bunlar olmuştur. Diğer politikalar, ekonomik, sosyal, kültürel politikalar iktidardaki mevcut Hükümete bırakılmıştır. Kuşkusuz Hükümetler bu yönlü politikalar izlerken de yine Kürtlerin kültürel soykırımının gerçekleşmesini sağlayacak karar ve uygulamaları esas almak zorundadırlar. Kürtlerin kimliğinin varlığının gelişmesi, güçlenmesi ve tanınmasına hizmet eden herhangi bir politika ve uygulama yapılmayacaktır. Türkiye siyasi tarihinin özetinin esas olarak bu çerçevede olduğunu görmek gerekmektedir. Kuşkusuz PKK tarih sahnesine çıkınca ve gelişince en büyük tehlike olarak PKK’yi görmüşlerdir. PKK’nin tarih sahnesine çıkışını, söylemlerini ve faaliyetlerini o güne kadar izledikleri ulus-devlet politikasına karşı bir isyan, bu politikaya karşı bir meydan okuma olarak görmüşlerdir. Bu açıdan daha baştan itibaren Önder APO’yu ve PKK’yi izleyip kontrol altına alma politikası izlemişlerdir. İlk başlarda küçük bir grupken kendilerine göre çok fazla tehlikeli görmezlerken, Apocular grubunun Önder APO Önderliğinde kısa sürede gelişmesinin devlet için tehlikeli olduğunu görerek çeşitli müdahaleler

20


Özgür Halk yapmaya başlamışlardır. İşte bunlardan ilki Haki Karer’in katledilmesidir. Daha sonra Hilvan’da Süleymanlar aşiretinin PKK kadrolarından Halil Çavgun’u katletmesi de PKK’nin gelişmesine yönelik engelleyici bir müdahale olarak gerçekleşmiştir. Kürdistan’da birçok egemen aşiretin, feodal kesimin, ağaların ve beylerin, ya da toplumun üzerinde etkinliği olan tarikatların; Apocuların gelişmesini kendilerine engel gördükleri ortaya çıkmıştır. Bu Hareketin kaçınılmaz olarak kendilerine yöneleceğini iyi anlamışlardır. Türk devleti zaten o güne kadar Kürdistan’da halkı bir taraftan ordusuyla, polisiyle, despotik yönetimiyle, kültürel-soykırımcı-sömürgeci egemenlik altında tutarken; diğer taraftan da işbirlikçiler eliyle Kürtleri kontrol etmeyi esas almıştır. Apocu Hareketin gelişmesi ve örgütlenmesiyle birlikte ilk önce devletin toplumu kontrol altına almada kullandıkları işbirlikçilerle karşı karşıya gelinmiştir. Bu yönüyle PKK örgütlendikçe sadece devleti değil, devletin Kürtleri kontrol altında tutmada kullandıkları işbirlikçileri karşısında bulmuştur.

Temmuz 2015

dit olduğunu gören Türk devleti ne yolla olursa olsun özgürlük mücadelesinin durdurulması gerektiği kararına varıştır. Türk devletinin ulus-devlet projesinde en fazla hedef aldığı güneybatıda da ulusal demokratik gelişmelerin ortaya çıkması tehlikenin büyüklüğünü devletin önüne koymuş, devlet de bu temelde her an çatışmaya yol açacak Alevi-Sünni gerilimini kullanarak Maraş Katliamını gerçekleştirmiştir. Aleviler bir daha devletin özel savaş politikasının kurbanı olarak katliama uğratılmışlardır. Kürt Özgürlük Hareketi’ni ve Türkiye’deki devrimci demokratik hareketi etkisizleştirmek açısından Maraş’ın seçilmesi tesadüfi değildir. Maraş Katliamı, Türk devletinin ulus-devlet projesi çerçevesinde bilinçli tercih edilmiş, planlanmış ve gerçekleştirilmiş bir katliamdır. Kuşkusuz 23. Yılında olduğumuz Sivas Katliamının da Maraş Katliamı gibi Kürdistan’da yaşanan gelişmelerle doğrudan bağı vardır. 1993 yılı Türk devletinin tarihinde en fazla zorlandığı yıldır. Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi hem şehirlerde, hem de kırsal alanda büyük bir gelişme göstermiştir. Sivas Katliamının yapıldığı dönemde binlerce gerilla kültürel soykırımcı sömürgeci devlete karşı mücadeleyi geliştirdiği gibi, şehirlerde de Kürt halkı 2-3 yıldır süreklileşen serhıldanlarla özgürlük ve demokrasi iradesini ortaya koymuştur. PKK öncülüğündeki Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi özellikle 12 Eylül darbesinin sonrasında Türkiye’de tek etkili muhalefet gücü haline gelmiştir. PKK dışında 12 Eylül rejiminin oturtmak istediği siyasi düzene karşı mücadele eden bir siyasi güç yoktur. Çok küçük gruplar olsa da bunlar marjinal kalmıştır; Türk devletinin politikaları önünde engel olacak bir karaktere sahip değildirler. Bu açıdan bunlar Türk devleti için bir tehlike arz etmemektedirler. Ama Kürt Özgürlük Hareketi tek muhalif güç olarak Türkiye’yi sarsar hale gelmiştir. Sadece Kürt halkını etrafında toplamamış, Türkiye’de Kürtlerden sonra en fazla baskı ve zulüm gören Alevileri de etrafında örgütlemekte ve mücadeleye çekmektedir. Öyle ki, Kürt özgürlük gerillaları içinde binlerce Alevi Kürt genci vardır; yine yüzlerce Alevi Türk genci de gerilla saflarına katılmıştır. 12 Eylül’e darbe vuran ve süreklileşen mücadelesiyle Türkiye’deki tüm muhalif güçlerin umudu haline gelmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin yarattığı bu umut, bu mücadele gücü Türkiye’deki birçok sol, sosyalist, demokrat kesimi de etkilemiştir. O yıllarda 12 Eylül faşizminin karanlığının yarattığı Türkiye siyasi ortamında birçok aydın, yazar, sanatçı Özgürlük Hareketi’nin 12 Eylül’ün kurduğu faşist düzene karşı yürüttüğü mücadelesine sempatiyle bakmaya başlamıştır. Belki açıktan söylemese de birçok aydın, yazar ve sanatçı Önder Apo öncülüğündeki Özgürlük Mücadelesine içten büyük bir sempati beslemiştir; bu mücadeleden büyük bir heyecan duymuştur. O yılların faşizmin yarattığı sessizlik ortamında, aydınların, yazarların, sanatçıların ve demokratların Önder Apoya ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne sempati beslediğini gösteren birçok işaret vardır, birçok emare, belirti, kanıt vardır. Öte yandan özelikle Avrupa’ya göçertilen Aleviler ve Alevi Kürtler içinde Özgürlük Hareketi’nin gelişmesi çok fazladır. Avrupa’da Türkiye ve Kürdistan’dan göçertilen yüz binlerce, hatta milyonla ifade edilebilen Türk’üyle, Kürt’üyle Aleviler vardır. Maraş Katliamından sonra özellikle 1980’li yıllarda Fırat’ın Batısındaki Alevi Kürtler daha fazla topraklarından kopartılmış; metropollere,

Maraş katliamıyla hedeflenen Özgürlük Mücadelesini bastırmaktı Ancak PKK kısa sürede büyük gelişmeler göstermiştir. Kürt gençliğini, işçisini, köylülerini, bir bütün olarak toplumu hızla etkisi altına almaya başlamıştır. 1978 yılına gelindiğinde başta Urfa olmak üzere Apocular etkisini tüm Kürdistan’da göstermeye başlamıştır. Yüz binler, hatta milyonlarca sempatizanı olan bir Hareket haline gelmiştir. Bu dönemde Türkiye’de de devrimci hareket önemli gelişmeler yaratmıştır. Türkiye’de gençlik üzerinde, halk üzerinde devrimci hareketlerin örgütlü etkisi artmış, birçok devrimci hareket etkili bir siyasi güç haline gelmiştir. Her an on binleri, hatta yüz binleri harekete geçirecek devrimci örgütlenmeler gelişmiştir. İşte Şark Islahat Planın hedefinde olan Fırat’ın Batısında Özgürlük Hareketi’nin etkisinin geliştiğini gören devlet, hem Kürdistan’da hem de Türkiye’deki devrimci mücadelenin gelişimini durdurmak için Maraş Katliamını bir saldırı zemini olarak değerlendirmiştir. Derin devletin elinin de içinde olduğu provokasyonlarla gerçekleşen çatışmalarda derin güçlerin kontrolündeki faşistler Alevi Kürt halkına, bir bütün olarak Alevilere, devrimcilere, solculara saldırarak yüzlercesini katletmiş, devlet de bu katliam üzerinden hemen birçok yerde sıkıyönetim ilan etmiştir. İlk önce bazı şehirlerde ilan edilen sıkıyönetim daha sonra tüm Kürdistan ve Türkiye’de yaygınlaştırılarak Kürdistan’da ve Türkiye’de devrimci mücadelenin gelişmesini engelleyen saldırılar arttırılmıştır. Maraş Katliamı sonrası Kürt Halk Önderinin Maraş Katliamı üzerine yazdığı broşürde Maraş Katliamının neden gerçekleştiğini tüm çıplaklığıyla açıkça ortaya koymuştur. Aslında “Maraş Katliamı Üzerine” adlı broşür bugün hala güncelliğini koruyan, Maraş Katliamı ve sonrası gelişmelerin hangi temelde gerçekleştiğini gözler önüne seren çok değerli bir çalışmadır. Maraş katliamıyla Kürdistan’da gelişen Özgürlük Mücadelesini bastırmak hedeflendiği gibi, Şark Islahat Planının Türkleştirme hedefinde olan Fırat’ın Batısındaki Alevi Kürt halkı üzerinde de çok kapsamlı bir özel savaş yürütülmüştür. Fırat’ın Batısında da Kürt Özgürlük Hareketi’nin gelişme dinamikleri ortaya çıktığını; sadece bunun bile Türk devletinin ulus-devlet projesine karşı büyük bir teh-

21


Özgür Halk özellikle de Avrupa’ya göçertilmiştir. Bu açıdan Avrupa’da önemli bir Alevi nüfusu vardır. Bunları 1980’li yıllardan başlayarak, özellikle 1990’lı yılların başında Kürt Özgürlük Hareketi yaygın ve yoğun örgütlenme içine almıştır. 1995’lere kadar Avrupa’daki Özgürlük Hareketi’nin toplumsal tabanının büyük çoğunluğu Alevi Kürtlerden oluşmaktadır. Savaşın şiddetlendiği, yükseldiği 1990’lı yılların başında binlerce Alevi genç Avrupa’dan Kürdistan dağlarına yürümüştür. Yine Avrupa’daki örgütlülük temelinde Kürt Özgürlük Hareketi’ne maddi ve manevi destek her yıl giderek daha fazla artmıştır. Basın ve diplomasi çalışmalarının gelişmesinde de Avrupa’daki halkımızın çok önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. İşte bu gerçeklik de Türk devletini ürkütmüş; sadece Türkiye ve Kürdistan’da değil, Avrupa’da da Alevilere yönelik özel savaş politikası yürütmüştür. Türk devleti şunu görmüştür; Aleviler muhalif güç olarak, Türk devletinden rahatsız bir güç olarak PKK etrafında toplanmaktadır. Bu sadece Kürdistan’da değil, Türkiye geneli açısından da Türk devletini zorlayan gelişmeler ortaya çıkaran bir durumu ifade etmektedir.

Temmuz 2015

ittifakları dağıtmaya yönelik olduğunu söylemek doğrudur. Hem 1990’lı yıllarda yükselen mücadeleyle sol örgütleri, aydınları etrafına toplaması, hem de Alevilerin özgürlük mücadelesinin çok önemli bir toplumsal temeli olması devleti Özgürlük Hareketi’nin etrafında toplanan bu ittifaklarını, sempati duyan çevreleri ve dostlarını mücadeleden uzaklaşmasını sağlamak için Sivas katliamı gerçekleştirilmiştir. Sivas Katliamı ile Aleviler tehdit edilmiştir. Alevilere, Alevi Kürtlere Kürt Özgürlük Hareketiyle yakınlaşırsanız, devletten uzak olursanız, devlete muhalif olursanız katledilirsiniz, yok edilirsiniz mesajı verilmiştir. Bu mesaj yoluyla Aleviler Kürt Özgürlük Hareketi’nden uzaklaştırılıp devletin yedeğine alınmak amaçlanmıştır. Sivas’ta Madımak otelindeki katliam göz göre göre olmuş bir katliamdır; seyredilmiş bir katliamdır. Türk devletinin, askerinin, polisinin Kürdistan’daki en küçük bir gösteriyi bile nasıl dağıttığını, bu gösterilerde yüzlerce insanı nasıl katlettiğini, yüzlerce Kürt’ü katlederek serhıldanları nasıl bastırmaya çalıştığı dikkate alınırsa Sivas’ta saatlerce otel etrafında ölüm dansı yapanlara asker ve polisin dokunmaması tabii ki Türkiye’de derin devletin ortaya çıkan bu durumdan faydalanmak istemesidir. Bu katliamın sonucunda öngördüğü hedeflere ulaşmak istediğinden katliamı yapanlara müdahale edilmemiştir. Yoksa Sivas’ta Pir Sultan Abdal şenlikleri yapan topluluğa yönelik saldırıları Türk ordusu, polisi o yıllarda rahatlıkla kısa sürede etkisizleştirebilirdi. Çünkü 1990’lı yıllarda Türk devletinin her türlü gösteriye nasıl saldırdığını çok iyi bilmekteyiz. Sadece Kürdistan’da en ufacık gösteride halka saldırılmamıştır; Türkiye’de de demokrasi güçleri ve sol örgütlerin yaptığı her gösteri polisin ve devletin şiddetli saldırısına maruz kalmıştır. Bu katliamla Aleviler ve sol güçler, aydınlar üzerinde büyük bir baskı kurulmuş, büyük bir tehdit ve şantaj politikası yürütülmüştür. Sivas’taki dinsel bağnazlığın kışkırtılması çerçevesinde şeriat tehlikesi gösterilerek Aleviler, laik aydınlar, demokratlar Türk devletine sığınır hale getirilmiştir. Türk devleti ondan sonra kendini bir nevi Alevileri, aydınları, demokratları, laik çevreleri himaye eden bir güç olarak göstermiş ve Kürt Özgürlük Hareketi etrafında toplanan bu güçleri Kürt Özgürlük Hareketinden kopararak kendi yanına çekmeye çalışmıştır. Bu konuda da belli sonuçlar almıştır. Sivas Katliamının en önemli sonuçlarından biri budur. Sivas Katliamıyla Alevilerin, demokratların, aydınların Kürt Özgürlük Hareketi’ne yakınlaşmaları, Kürt Özgürlük Hareketi’ne sempati duymaları da cezalandırılmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi’ne sempati duymanın, Kürt Özgürlük Hareketi ile ilişki içinde olmanın bedelinin ağır olacağı Sivas Katliamıyla gösterilmiştir. Çünkü Sivas o yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi’nin, Alevi Kürtlerin ve Alevi Türklerin bulunduğu alanlarda gelişme göstererek Alevileri birleştiren bir rol oynarken, Aleviler üzerinden Türkiye halkına açılan bir rol oynayan il haline gelmiştir. O yıllarda gerillalar Sivas alanında yerleşmiştir; Sivas üzerinden Tokat’taki Alevi Türkleri de etkileyen bir konuma ulaşmıştır. İşte Sivas Katliamıyla başta Alevi Kürtler olmak üzere tüm Aleviler üzerinde böyle büyük bir korku yaratılmıştır. Nitekim Maraş Katliamından sonra nasıl ki Maraş tümden boşalmış, yönünü tümden Avrupa ve Türkiye metropollerine vermişse, Sivas Katliamından

Sivas’ta Madımak otelindeki katliam göz göre göre olmuş bir katliamdır; seyredilmiş bir katliamdır. Türkiye’de derin devletin ortaya çıkan bu durumdan faydalanmak istemesidir. İşte Sivas Katliamı Kürt Özgürlük Hareketi’nin özellikle de Aleviler üzerinde büyük etkisinin geliştiği, Alevileri örgütleyerek Özgürlük Mücadelesi içine soktuğu, Alevilerin özgürlük mücadelesinin önemli bir toplumsal temeli, maddi ve manevi gücü haline geldiği dönemde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Sivas Katliamını değerlendirirken, anlamak isterken bu katliamın gerçekleştiği Türkiye siyasi ortamını, Kürdistan’ın ve Ortadoğu’nun durumunu, yine Avrupa’da başta Alevi Kürtler olmak üzere Alevilerin tutumunu ve özgürlük mücadelesi açısından aldığı yeri doğru ele almak ve doğru değerlendirmek gerekmektedir. Türk devleti 1993 yılına gelindiğinde Özgürlük Mücadelesi karşısında çok fazla zorlanmıştır. Bu açıdan Özgürlük Mücadelesini yalnızlaştırmak, tasfiye etmek için tüm politikaları denemiştir. İçeride nasıl yalnızlaştırırım, dışarıda nasıl yalnızlaştırırım, Kürt Özgürlük Hareketi’nin etrafındaki ittifakları nasıl dağıtırım, destekçilerini bu Hareketten nasıl uzaklaştırırım konusunda yoğun bir çaba göstermiştir. 1991 yılında çıkarılan bir yasayla sol örgütlere bağlı tutsakların tümünün cezaevinden çıkarılması da Kürt Özgürlük Hareketi’ni yalnızlaştırma politikasının bir zemini olarak kullanılmak istenmiştir. Nitekim 1991’de Özal zamanında çıkarılan yasayla bütün sol örgütlerin yöneticileri, kadroları, militanları dışarı çıkarılırken; Türkiye solundaki örgütlerin militanlarının dışarıya çıkmasını sağlayan yasa PKK’nin kadrolarına, PKK davasından yatanlara uygulanmamıştır. 1993 2 Temmuz’undaki Sivas katliamının en önemli hedeflerinden birinin Kürt Özgürlük Hareketi etrafındaki

22


Özgür Halk

Temmuz 2015

sonra hem Türk’üyle, Kürt’üyle Sivas’ın Alevileri, hem de Tokat’ın, Amasya’nın ve çevresinin Alevileri de yönünü metropollere vermişlerdir. Böylelikle Aleviler Aleviliği var eden kendi coğrafyalarından koparılarak tümden eriyecekleri metropollerin potalarının içine sokulmuştur. Zaten Türk devleti şimdi Türkiye metropollerini Alevi ve Kürtleri eriterek yok eden bir pota olarak kullanmaktadır. Böylelikle Türk devletinin Türklüğe ve Sünniliğe dayalı ulus-devlet projesinin gerçekleşmesinde Türkiye metropollerine farklı kimlikleri eriten bir rol oynatılmaktadır. Sivas Katliamından sonra devlet Alevi Kürtleri, Alevi Türkleri hem metropollerde eritmek, hem de kendi çizgisine getirmek için çok boyutlu bir özel savaş yürütmüştür. Bunlardan biri de kendisine bağlı kimi kurumlar, dernekler kurarak Alevileri devletin yedeğine alarak muhalif güç olmaktan çıkarılması ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne yanaşmalarını engelleme çabası yürütülmüştür. İzzettin

üzerinde yürütülmüştür. Özellikle Avrupa’da Kürt Özgürlük Hareketi’nin Aleviler üzerinde çok etkili olduğu bilindiğinden, Avrupa’daki Alevileri Kürt Özgürlük Hareketi’nin etkisinden koparmak için Alevilerin Avrupa’da örgütlenmesini teşvik etmişlerdir; bu konuda destekler sunmuşlardır. Bunun sonucu Avrupa’da Alevi dernekleri 1990’lı yıllardan sonra her yerde açılmaya başlamıştır. Kuşkusuz bu Alevi örgütlenmelerini geliştirenler doğrudan devletin ajanı değildir; ama devlet bu örgütlenmelerin önünü açınca Aleviler de kendi kimliklerini ve kültürünü ifade edecek bu örgütlenme içine girmişlerdir. Ancak şu gerçektir ki, bu örgütlenmelerin ortaya çıkmasını sağlayan da, Aleviler konusunda Türk devletinin yumuşamasını sağlayan da Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesidir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi nasıl ki Türk devletini özellikle dil ve kültür konusunda belirli yumuşamalara mecbur ettiyse, daha doğrusu Kürt Özgür-

Doğan’ın Cem Vakfının kurulması temelinde özellikle de Şark Islahat Planının hedef aldığı Fırat’ın Batısındaki Kürtlerin bu Vakıflarıyla kontrol edilmek istenmesi, yine televizyon ve radyolarda Alevi kimliği ve kültürü konusunda Sünnileştirmeyi de hedefleyen temelde belli yumuşamalara gidilmesi gerçeği söz konusudur. Tüm bunlar Sivas Katliamının yarattığı psikolojik ortam üzerinden daha da geliştirilmiştir. İlk başlarda Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı alternatif olarak geliştirilen bazı kurumlar 1993 Sivas Madımak Katliamından sonra daha planlı, daha örgütlü hale getirilmiştir. Bu örgütlere maddi destekler de verilerek belli hedeflere ulaşmaları yönünde planlamalara gidilmiştir. Özellikle de Türk devletinin istihbarat örgütleri bu Alevileri sistem içleştirme işine özel bir önem vermişlerdir. Genelkurmay İstihbarat Dairesi, MİT ve JİTEM başta Alevi Kürtler olmak üzere tüm Alevilerin devletin parçası haline getirilmesi, muhalif konumdan, demokrasi güçlerinin yanında yer alma konumundan çıkarmak için çok yoğun faaliyet yürütmüşlerdir. Bizzat devletin örtülü ödeneğinden, açık ödeneklerden Alevi Kürtleri ve Alevi Türkleri devlete yedekleyen çalışmalara parasal destek verilmiştir. Bu çalışmaların bir parçası da Avrupa’daki Aleviler

lük Hareketi’ne karşı savaşı yeni koşullarda sürdürmek için bazı yumuşamalar yapmak zorunda bıraktıysa, aynı biçimde de Özgürlük Hareketi’nin mücadelesinin sonucu Alevilerle ilgili bazı konularda yumuşamalar yapmak zorunda kalmıştır. Daha doğrusu Alevilerin tamamen sistemiçileşerek Sünnileşmesini sağlayan politikalar yeni koşullarda yeni bir biçime kavuşturulmuştur. 1993 Sivas Katliamından sonra özellikle aydınlara, demokratlara, yazarlara yönelik ağır bir psikolojik harekat yürütülmüştür. Kürt düşmanlığı o kadar sert hale getirilmiştir ki, Kürtlere yönelik her türlü sempati en ağır suç olarak görülmüştür. Sivas Katliamı arkasından Kürtlere yönelik sempatinin en ağır suç haline getirilmesi tamamen Kürt Özgürlük Hareketi’ni tecrit edip, kuşatıp ezme politikasının sonucudur. Bu dönemde Kürt Özgürlük Hareketi’ne birazcık sempati duyan insanların nasıl bir saldırıya uğradığının en somut ifadesi Ahmet Kaya’dır. Ahmet Kaya Türkiye’nin en popüler sanatçılarındandır, protest müzikçilerindendir. Ahmet Kaya bir Kürtçe klip çıkaracağım dediği için nasıl bir saldırıya uğradığını herkes bilmektedir. Ahmet Kaya konuştuğu zaman, ben bir Kürtçe klip çıkaracağım dediği zaman orada bulunan diğer sanatçıların, müzisyenlerin, çeşitli

23


Özgür Halk çevrelerin yüzüne bakmak bile nasıl bir Kürt düşmanlığının yaratıldığını ortaya koyar. Yüz ifadeleri Ahmet Kaya’nın en büyük suçu işleyen ve aforoz edilmesi gereken bir kişi olduğunu açıkça belli etmektedir. O yüz ifadeleri Ahmet Kaya’nın nasıl aforoz edileceğinin, nasıl linç edileceğinin en somut ifadesi olarak belgelenmiştir. Aslında Türkiye’de Kürt düşmanlığının ne düzeye geldiğini anlamak için Ahmet Kaya’nın bir klip çıkaracağım dediği anda orada oturan yüz ifadelerinin değerlendirilmesi, analize tabii tutulması, ne anlama geldiğinin ortaya konulması bile yeterlidir. Bu durum, 1990’lı yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı nasıl bir kirli savaş yürütüldüğünü göstermektedir. Aslında Amed’in, Batman’ın sokaklarında işlenen faili meçhul cinayetlerle Ahmet Kaya’nın konuşmasına gösterilen tepkilerdeki yüz ifadeleri aynıdır. Faili meçhul cinayet işleyenlerin durumuyla Ahmet Kaya’nın söylediklerine tepki gösterenlerin durumu aynı şeyi ifade etmektedir. Bu açıdan Sivas Katliamının olduğu yıllardaki devlet politikasını çok iyi değerlendirmek, Alevi Katliamının neden yapıldığını iyi anlamak gerekir. Aleviler kurban edilmiştir. Türk devletinin Kürt düşmanlığının kurbanı olmuşlardır. Aleviler bu gerçekliği görmeden, anlamadan doğru politika üretemezler. Nasıl öldüklerini anlamayanlar nasıl öldürüleceklerini de anlayamazlar. Aleviler üzerindeki kültürel ve fiziki soykırımı önleyemezler. Bu açıdan Aleviler üzerindeki fiziki ve kültürel soykırımı anlamanın yolu Sivas Katliamını anlamaktan, o dönemdeki devlet zihniyetini anlamaktan ve bu katliam sonrası Aleviler üzerindeki politikaları derinliğine bilince çıkarmaktan geçmektedir. 1990’lı yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi sadece kitleselleşmemiş, Kürdistan’ın tüm şehir ve kasabalarında toplumsallaşarak güçlü serhıldanlar haline gelmiştir. Türkiye metropolündeki Kürtleri de mücadele içine çekmiş, büyük bir demokratik cepheyi yaratma gücüne ulaşmıştır. İşte Sivas Katliamı ve daha sonraki aydınlar, yazarlar, sol güçler, demokratlar üzerindeki tüm baskılar, 1990’lı yıllardaki sola yönelik tüm saldırıların amacı tamamen Kürt Özgürlük Hareketiyle Türkiye’deki demokrasi güçlerinin, demokratların, aydınların, yazarların, tüm ezilen etnik ve dinsel toplulukların, baskıya uğrayan tüm sosyal kesimlerin birleşmesini engellemeye yöneliktir. Türkiye’deki demokratik güçler bu baskılarla Kürt Özgürlük Hareketi’nden uzaklaştırılmıştır. Emekçilerin, aydınların, yazarların, sosyalistlerin, Alevilerin, kadınların, gençlerin, tüm farklı etnik ve dinsel toplulukların Kürt Özgürlük Hareketi’ne sempati duymasını engellemek, destek vermesinin önüne geçmek için 1990’lı yıllarda Türkiye cephesinde tam bir kirli savaş yürütülmüştür. Kürdistan’da yürütülen kirli savaş, Türkiye cephesinde de çok kirli bir psikolojik savaşa dönüşmüştür. Devletin tüm kurumları Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı topyekün bir savaşa sokulmuştur. Üniversiteleriyle, basınıyla, sivil toplum örgütleriyle ve çeşitli güçleriyle Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeye yönelik bir saldırı konsepti yürütülmüştür. Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı olmayan, savaşmayan herkese karşı tutum alınmıştır. Sakıp Sabancı’nın Kürt sorununda yumuşak bir söz söylemesi bile Türkiye’nin en büyük burjuvasının bile hedef haline gelmesini sağlamıştır. Kim ki Kürt Özgürlük Hareketi’ne yakın olmuş, kesinlikle cezalandırılmıştır. Kürt işadamlarının cezalan-

Temmuz 2015

dırılması, Türkiye’deki Kürt Özgürlük Hareketi’ne yakın sanatçıların cezalandırılması hep bu yılların ürünüdür. Ama bunun yanında da kim Kürt düşmanı olmuşsa, kim PKK düşmanı olmuşsa, kim Önder Apo’ya düşman olmuşsa ona da PKK rantı verilmiştir. Öyle ki, zengin olmak isteyenler, bu ranttan yararlanmak isteyenler PKK düşmanlığında yarışmışlardır, Apo düşmanlığında yarışmışlardır. Bir zamanların Genç Partisinin kurucusunun PKK ve Apo düşmanlığında yarışmasının nedeni, PKK ve Apo rantı yemek içindir. Türkiye’de PKK ve Apo rantı yiyerek palazlanan birçok kesim vardır. Her alanda kim PKK ve Apo düşmanı olmuşsa o çevrenin önü açılmış, kim PKK ve Apo’ya düşmanlık yapmamışsa onun önü kapanmıştır. Sivas Katliamı böyle bir ortamda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu katliamın amacı ve hedefleri de Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme, Kürt Özgürlük Hareketi’ni kuşatma konsepti çerçevesinde ele alınmalıdır. Böyle ele alındığında Sivas Katliamı doğru anlaşılacağı gibi, Sivas Katliamını yaratan etkenleri ortadan kaldırma mücadelesi de en doğru biçimde verilmiş olur. Sivas Katliamı tabii ki belli düzeyde sonuçlara ulaşmıştır. 1990’lı yıllarda kirli savaş Kürdistan’da da, Türkiye’de de belli hedeflere ulaşmıştır. Çünkü çok çirkince yürütülmüştür. Çok adice, kapsamlıca yürütülmüştür. Bu açıdan da toplumun belli kesimi sindirilmiştir. PKK’ye ve Apo’ya yaklaşan yanar kuralı, kanunu olduğundan birçok

Kürdistan’daki siyasi hareketler içinde ilk defa PKK sadece Sünni Kürtleri değil Alevi Kürtleri de örgütlemiştir. Alevi Kürtleri çok yoğun olarak örgütleyen tek hareket PKK’dir.

kesim yanmamak için, PKK’ye ve Apo’ya yaklaşmanın cezasını çekmemek için kendisini uzak tutmaya çalışmıştır. 1995’e kadar Alevilerden Kürt Özgürlük Hareketi’ne yoğun bir akış varken, 1990’lı yılların ortalarından sonra Kürt Özgürlük Hareketiyle arasına belli bir mesafe koyanlar olmuştur. Gerillaya katılım hiç durmamış olsa da 1993 Sivas Katliamından önceki dönemdeki yoğunluk belli düzeyde zayıflamıştır. Öte yandan Sivas Katliamından sonra Maraş Katliamıyla boşalan Fırat’ın Batısı daha da fazla boşalmıştır. Zaten 1993 yılında Dersim de yoğun bir saldırıya uğramıştı; Dersim’de de köyler boşaltılmıştı. Hatırlanırsa Dersim’de helikopterler, uçaklar köyleri bombaladığı zaman dönemin Başbakanı Çiller “Bunlar PKK’nin helikopterleridir, Kandil’den, Ermenistan’dan gelmişlerdir” gibi açıklamalar yapmıştı. Bu açıklamalara tabii kimse inanmamıştır, herkes gülmüştür. Ama Türk devletinin Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürüttüğü kirli savaşta nasıl pervasızlaştığını, yaptığı katliamları, baskıları, zulümleri örtmek için ne tür yalanlar ortaya attığına en somut örnek, Çiller’in bu köyleri PKK’nin helikopterleri bombaladı demesidir. Kuşkusuz Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana özellikle 1924 Anayasasının kabul edilmesiyle birlikte

24


Özgür Halk

Temmuz 2015

Türk devletinin en hassas olduğu konu Kürt sorunudur; Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesine karşı gösterdiği tepkidir. Kürt sorunu söz konusu olduğunda en sert, en katı tepkiyi gösteren bir devletle karşı karşıyayız. Çünkü temel stratejisi Kürtleri yok etme üzerine kuruludur. Bütün imkanlarını, bütün birikimini, bütün potansiyellerini Kürt halkını fiziki ve kültürel soykırıma uğratmaya harcamıştır, kilitlemiştir. Böyle bir devletle karşı karşıyayız. Bu açıdan böyle bir Hareketi tasfiye etmek için de her türlü yol ve yöntemi kullanmıştır, kullanmaya da devam etmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin kuruluşundan itibaren hiçbir siyasi gücün, hareketin başaramadığı bir durumu Önder Apo gerçekleştirmiştir. Kürdistan’daki siyasi hareketler içinde ilk defa PKK sadece Sünni Kürtleri değil Alevi Kürtleri de örgütlemiştir. Alevi Kürtleri çok yoğun olarak örgütleyen tek hareket PKK’dir. Önder Apo’nun öncülük ettiği Özgürlük Hareketi’dir. Kuşkusuz diğer Kürt gruplarında da Aleviler yer almıştır. Ama bunların sayısı çok sınırlıdır, tek tüktür. Ama Apocular ve PKK gerçeğin-

de farklı bir özel savaş ve psikolojik savaş uygulamıştır. Hatta en özel ve kirli savaşlardan birisi de Alevi Kürtler üzerinde uygulanmıştır. Bugün Alevi Kürtlerin bulundukları topraklardan tümden koparılması böyle bir kirli özel ve psikolojik savaşın sonucudur. Zaten Türk devletinin kültürel soykırımcı politikasını temel alan Şark Islahat Planının birinci hedefi de Fırat’ın Batısı ve Dersim’dir. Buraları ilk Türkleştirilecek yerler olarak görmüşlerdir. Özellikle de inançlarının farklılığından da yararlanarak Kürtleri bu inanç farklılığı temelinde parçalayıp, bölüp bir parçasını erkenden Türkleştirmek istemişlerdir. Tüm Alevi Kürtlerin de, tüm Kürtlerin de bu kirli savaş gerçeğini, özel savaş gerçeğini bilince çıkarmaları ve bu temelde de Türk devletinin özel savaşına, kirli savaşına, psikolojik savaşına bilinçleriyle, örgütleriyle, Kürtler içinde ulusal birliği yaratarak, Türkiye’de demokrasi güçlerinin birliğini yaratarak cevap vermeleri gerekmektedir. Bir daha vurgulamalıyız ki, Türk devleti tüm Kürtler üzerinde ve Alevi Kürtler üzerinde kapsamlı bir kirli özel

de daha baştan itibaren Alevi Kürt gençleri yoğun biçimde yerlerini almışlardır. Apocu Hareketin ilk kuruluşunu ifade eden Çubuk Barajındaki 6 kişiden 4’ü Alevi Kürt gencidir. Çubuk Barajı toplantısında Önderlikle birlikte 3 Dersimli, 1 Vartolu, 1 de Urfalı vardır. Bu gerçeklik bile PKK’nin kuruluş genlerinde, kuruluşunun temelinde Alevi Kürtlerin de önemli bir etkisinin var olduğunu ortaya koymaktadır. Daha sonra da binlerce Alevi Kürt genci gerillaya katılmıştır. Kadını ve erkeğiyle binlerce Alevi genci şehit düşmüştür. Başından itibaren de Apocu Hareketin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin yönetiminde Alevi Kürt olan birçok kadrosu yer almaktadır. İşte Türk devleti bunu da gördüğünden Alevilere yönelik özel savaşı ve psikolojik savaşı derinleştirmiştir. Nasıl ki Kürdistan’da Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı çok kirli bir savaş yürütmüşse, Amed’te, Batman’da, Mardin’de çok kirli bir özel ve psikolojik savaş yürüterek Kürt halkını Özgürlük Mücadelesinden uzaklaştırmak ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeyi hedeflemişse, Alevi Kürtler üzerinde

savaş, psikolojik savaş yürütmüştür. Özellikle Alevileri Kürt Özgürlük Hareketi’nden, demokrasi güçlerinden koparmak için her şeyi yapmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Önder Apo’nun çizgisinde, PKK öncülüğünde Kürt Özgürlük Hareketi doğru zihniyetiyle, doğru politikasıyla, mücadelesiyle 12 Eylül’den bu yana yürütülen, hatta daha 12 Eylül’den önce başlayan bu kirli ve özel savaşı önemli oranda boşa çıkarmıştır. Kuşkusuz Fırat’ın Batısının boşaltılması, Dersim’in boşaltılması gibi önemli sonuçlara ulaşılsa da, bugün Alevi Kürtlerin Kürt Özgürlük Hareketi’yle yeniden güçlü biçimde buluşması gerçekleşmektedir. Alevi Kürtler Kürt Özgürlük Hareketi’nden hiçbir zaman kopmamışlar, başından beri bu mücadele içinde etkin yer almışlardır. Ama 1990’lı yıllardaki kirli savaşla ürkütülen, belli düzeyde Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı mesafeli duruşların ortaya çıkarılması da Kürt Özgürlük Hareketi’nin sabırlı, doğru politikası, doğru zihniyeti ve doğru çalışmalarıyla bugün önemli düzeyde boşa çıkarılmıştır. 7 Haziran seçimlerin-

25


Özgür Halk de başta Aleviler olmak üzere Türkiye’deki tüm demokrasi güçlerinin, etnik ve dinsel toplulukların Kürt Özgürlük Hareketi’yle ortak bir siyasal mecrada buluşması bunun en somut kanıtıdır. 1990’lı yıllar boyunca Türk Devleti Alevileri, demokratları, aydınları, yazarları, kadınları, gençleri, solu, sosyalistleri, sendikacıları Kürt Özgürlük Hareketi’nden uzaklaştırmak istemişse de, bugün HDK-HDP şahsında bunlar boşa çıkarılmıştır. Hatta bugün Kürt Özgürlük Hareketiyle Türkiye halklarının daha güçlü buluşması gerçekleşmiştir. Sadece bir politik buluşma değil, zihniyet olarak, ideolojik olarak güçlü biçimde bir araya geliş yaşanmaktadır. Özellikle de Önder Apo’nun demokratik ulus projesiyle Türkiye halklarının kardeşliğinin çok güçlü bir ideolojik, teorik ve siyasi temeli atılmıştır. HDP’nin başarısında da bu demokratik ulus çizgisinin, farklı etnik ve inanç topluluklarının demokratik ulus çatısı altında birleşme projesi belirleyici rol oynamıştır. Bütün sosyalistlerin, demokratların, aydınların, yazarların, kadınların, gençlerin, emekçilerin, farklı etnik ve dinsel toplulukların bugünkü tutumlarıyla bir mücadele birliğinde birleşmeleri Türk devletinin Türkiye’de halkları, toplulukları parçalayarak, bölerek yönetme politikalarını, yalnızlaştırarak mücadele eden güçleri tasfiye etme politikalarını önemli düzeyde boşa çıkarmıştır. Zaten 7 Haziran seçimlerinde Aleviler açısından da büyük bir devrim yaşanmıştır. Alevilerin örgütlü kimlikleriyle Meclise sokulması çok önemli bir gelişmedir. Demokratik ulus projesi zaten tüm farklılıkların örgütlülükleriyle bir arada olmasını ifade etmektedir. Etnik ve inanç toplulukların, tüm toplumsal kesimlerin Örgütlülükleriyle, siyasi iradeleriyle, toplumsal güçleriyle bir arada olmasını ifade etmektedir. Bu açıdan Alevilerin ilk defa örgütleri, örgüt temsilcileriyle tüm diğer farklı etnik ve dinsel topluluklarla, farklı siyasal görüşlerle ortak bir çatıda, ortak mücadelede buluşmaları tarihlerinde yeni bir dönem başlatmıştır, bir devrim gerçekleşmiştir. Artık Aleviler kendi kimlikleri ve kültürleriyle demokrasi güçleriyle birlikte Özgürlük Mücadelesini verecekler, kendi özgür ve demokratik yaşamlarını diğer toplulukların ve tüm Türkiye’nin, Kürdistan’ın özgür ve demokratik yaşamıyla birlikte gerçekleştireceklerdir. Kuşkusuz Aleviler yaşadıkları büyük acılar sonucu şunu anlamışlardır; bu devlet Alevilerin düşmanıdır; Alevilerin kimliğini yok etmeyi hedeflemektedir. Alevileri kendi yedeğinde tutarak Alevileri kendisine ihanet ettirir hale getirmiştir. Aleviler her şeyden önce devlet dışı bir topluluktur. Devlet dışı topluluk olarak bugüne kadar varlıklarını korumuşlardır. Alevilerin tüm güzellikleri, tüm özellikleri devlet dışı kalmalarından dolayı gerçekleşmiştir, bugüne kadar gelmiştir. Eğer bir Alevilikten söz edilecekse bu da devlet dışı olmalarından dolayıdır. Yani varlık nedenleri devlet dışı olmaktır. İnançları, kimlikleri, kültürleri devlet dışı olmayı ifade etmektedir. İşte bugün devlet dışı toplum olarak, devlet dışı tüm diğer toplumlarla buluşarak kendi gerçeğine en uygun tutumu ve davranışı ortaya koymuşlardır. Bu gerçeklik çok çok önemlidir; Alevilerin bir nevi tarihte oluşan özlerine uygun olarak kendileri olmaları, kendi farkına varmalarını ifade etmektedir. Aleviler bu temelde de şunu görmüşlerdir; devlet dışı toplum olarak özgür ve demokratik yaşamlarını kazanmak için tek başına mücadele etmek

Temmuz 2015

yetmez, devletten kopmak gerekir, devlete bulaşmak ihanettir, devlete yakınlaşmak bir intihardır. Kuşkusuz sadece devlet dışında kalmak, devlet dışı topluluk olmak da yetmez, devlete karşı mücadele etmek de yetmez, devlet dışı topluluk olarak, devlete karşı mücadele eden tüm demokrasi güçleriyle, özgürlükçü güçlerle yan yana olmak ancak Alevileri özgür ve demokratik yaşama kavuşturabilir. Bunun dışında tek başına Alevilerin özgür ve demokratik yaşamlarını kazanması mümkün değildir. Tek başına olduklarında Türkiye’nin demokrasi güçleriyle, özgürlük güçleriyle, sol ve sosyalist güçleriyle, bir bütün olarak tüm demokrasi mücadelesi veren güçlerle birleşmedekileri takdirde, böyle bir ortak mücadele içine girmedikleri takdirde kendilerini de özgür ve demokratik yaşama kavuşturmaları mümkün değildir. Bu açıdan Alevilerin tüm tarihlerinden, özellikle Türkiye Cumhuriyeti tarihinden çıkaracakları en önemli sonuç, bütün demokrasi güçleriyle ortak mücadele vermeleri gerektiğidir. Bunların başında da Kürtler gelmektedir. Aleviler, ezilen, kültürel soykırıma uğratılan bir topluluktur. Türkiye’de ve Ortadoğu’da kültürel soykırıma, fiziki soykırıma en fazla uğrayan topluluk da Kürtlerdir. Bu açıdan aynı devlet karşısında aynı kaderi paylaşan Alevilerin kendisi gibi kültürel soykırıma uğratılan Kürtlerle ortak hareket etmeden, Kürtlerle birlikte ortak demokrasi mücadelesi vermeden kendi özgürlüklerini de kazanamazlar. Kendi özgürlük ve demokrasi mücadelelerinde samimi ve tutarlı olamazlar. Alevilerin kendi özgür ve demokrasi mücadelelerinde samimi olmalarının birinci yolu Kürt Özgürlük Hareketi’yle ortak mücadele içinde yer almalarıdır. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi’yle yakınlaşırlarsa, ortak mücadelede yer alırlarsa o zaman kendi özgür ve demokratik yaşamları konusunda yürüttükleri mücadelede samimi olurlar, kendi özgür ve demokratik yaşamlarını sağlayacak mücadeleyi güçlü biçimde yürütebilirler ve sonuca ulaştırabilirler. Bu açıdan Sivas Katliamının yıldönümünde sadece Sivas Katliamını değil, Türk devletinin Aleviler üzerindeki bütün politikalarını gözden geçirmek, bütün politikalarından dersler çıkararak Aleviler için doğru bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi hattı tutturmak gerekmektedir. Tabii böyle bir hattı tutturmak açısından yaşanan gerçekler ve kanıtlanmış doğrular vardır. PKK’nin kuruluşundan itibaren Alevi Kürt gençlerinin, aydın gençlerin Özgürlük Mücadelesine öncülük yapmaları, Özgürlük Mücadelesinde yer almaları, binlercesinin özgürlük mücadelesinde şehit düşmeleri, hala binlercesinin de Kürt özgürlük mücadelesinin içinde yer almaları başta Alevi Kürtler olmak üzere Alevilerin hangi güçlerle ortak mücadele içinde olacakları, hangi örgüt ve siyasal mücadele içinde yer alacaklarını da somut olarak ortaya koymaktadır. Aleviler şimdiye kadar Kürt Özgürlük Mücadelesiyle birlikte hareket etmekten hep kazanmışlardır, bundan sonra da Kürt Özgürlük Hareketiyle birlikte hareket ettiklerinde, Kürt Özgürlük Hareketiyle ortak mücadele içine girdiklerinde, bu mücadeleyi Türkiye demokrasi güçleriyle birlikte yürüttüklerinde dün olduğu gibi bugün de kazanacaklardır. Alevilerin tarihlerinde gördükleri bütün acılar, çektikleri bütün eziyetler, ödedikleri bütün bedeller bu doğru zihniyet, politika ve tutumlar Türkiye’nin bütün ezilen topluluklarıyla birlikte Alevileri de özgür ve demokratik yaşama kavuşturacaktır.

26


Özgür Halk

Temmuz 2015

14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu

Kürdistan´da katliamları, soykırım ve inkarı kırmak için 14 Temmuz direniş ruhunu yeniden güncelleştirmeliyiz. Tam bir seferberlik ruhuyla ayağa kalkmalı, halkımıza zarar veren ve düşmanlık güdenlerden mutlaka hesap sormalıyız. Bu görev en basta kadın, erkek Kürdistan gençliğine düşmekte. Muzaffer Ayata

Bu büyük tarihi olayın üzerinden 33 yıl geçti. Bu yaman yıllara büyük gelişmeler sığdırıldı. 14 Temmuz halk ve parti tarihimizde özel bir yere sahiptir. Yakın bir tarih olmasına, olayların içinde yer alan insanların birçoğu hayatta olmasına rağmen, yeni neslin çoğu için yeterince bilinmiyor. Bu açıdan 14 Temmuz´u yeniden yeniden degerlendirmek, ortaya çıkan sonuçlar ve deneyimlerle ele almak gerekiyor. 1980 askeri fasist darbesiyle Kürdistan halkı yeniden tarihe gömülmek ve bir daha dirilmemek üzere tüm canlı gözenekleri yokedilmek istendi. Aradan onyillar geçmesine ve büyük direnşiler sergilenmesine ragmen bugünde Türk devleti aynı politika ve niyetlerinden vazgeçmiş değildir. Bugün AKP eliyle Rojava başta olmak üzere Kürtlere katliam ve teslimiyet dayatılmaktadır. İnsanlığın başına bela olmuş İŞİD gibi dünyada teşhir olmuş vahşi ve değer tanımayan bir güç AKP eliyle desteklenmiş ve Kürtlerin üzerine saldırılmıştır. En son 25 Haziran 2015 tarihinde İŞİD´in Kobani´ye yaptigi saldırıyla tam bir katliam tezgâhlanmış, 200´den fazla sivil insan katledilmiş, yüzlercesi de yaralanmıştır. YPG güçleri halkın can ve mal güvenliğini sağlamak amacıyla Til Ebyad´dan İŞİD´i çıkarınca Erdoğan ve AKP hükümeti kendisi yenilgiye uğramış gibi büyük bir tepki göstermişlerdir. “Suriye´nin kuzeyinde ne pahasına olursa olsun bir devlete izin vermeyeceğiz”, dediler. Daha öncede Rojava´da ilan edilen kantonları, Kürtlerin kendilerini yönetmelerini kırmızıçizgileri olarak ilan etmişlerdi. Irkçı ve Kürt düşmanı politiklarını Türk yöneticileri bir türlü terketmediler. Kim Kürtleri öldürür, inkar eder, süründürür, hiç önemli değildir. Kürtlerin başına herkes her felaketi getirebilir, yeter ki, Kürtlerin kimliği olmasın ve kendilerini yönetmesinler. Kürtleri inkar ve yok etme politikalarını en iyi 12 Eylül generalleri uygulamışlardı. Tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak politikalarını en yokedici biçimde faşist generaller güncelleştirdiler. Bu politika 20.yüzyıl boyunca eksiksiz uygulanmıştır. 21. yüzyılda da AKP eliyle sürdürülmeye çalışılmaktadır. Bu politikalar bilinmez ve yaşananlardan ders çıkarılmazsa Kürtler herzaman

felaketlerle karşı karşıya gelmeye devam edeceklerdir. Tarih bilgisi geçmişten ders çıkarılırsa işe yarar yoksa yaşanan olaylarin hikâyesi olarak kalır. 12 Eylül darbesi neden tezgahlandı? 12 Eylül askeri faşist darbesi Türkiye´de yükselen devrimci demokratik muhalefeti bastırmak ve Kürdistan´daki uyanışı yoketmek amacıyla tezgahlandı. Bu darbe Nato´nun Gladyosu ve ABD tarafından desteklenmiş ve önü açılmıştır. Darbe böyle bir uluslararası destek görmeseydi uygulanamazdı. O dönem hala Sovyetler ayakta, bir biçimde de itibarını korumaktaydı. Emperyalist güçler açısından demokrasi diye bir dert yoktu. Yeter ki, kendilerine uşaklık etsin, sistemlerine hizmet etsin. Bu amaçla Ortadogu´daki bütün gerici rejimleri desteklemiş ve güçlendirmeye çalışmışlardı. Türkiye´de 12 Mart askeri müdahalesine rağmen devrimci dinamikler tamamen yokedilememiş, tam bastırılamamıştı. Muhalefeti ezmek ve örgütsüz bırakmak, içini boşaltmak içinde kontr-gerillanın sokaktaki kolu olan ve kirli işlerini yapan MHP ve ülkücü faşistleri devreye sokmuşlardı. Öyle olmuştu ki, günde 15-20 kişi sokaklarda öldürülüyor, ülkenin geleceğini temsil eden gençler, devrimc öncüleri yokediliyordu. Kitle hareketi ve emekçi direnişleri yükseldikçe de devlet eliyle kanlı katliamlar gündemleşiyordu. Nitemik 1 Mayıs 1977´de İstanbul´da beşyüzbinden fazla insanın katıldığı gösteride katliam düzenlenmiş, 37 işçi katledilmiştir. Devleti yöneten güçler açık, gizli, yasal yasadışı yollarla halka düşmanlığı örgütlemiş ve darbeyi göz göre göre tertiplemişlerdir. Olaylar giderek tırmanmış, 1978´in sonunda daha açık ve kitlesel bir katliam, Maraş katliami düzenlenmiştir. İstihbarat ve kontr-gerilla hazırlıklar yapmış, Kürt ve Alevi kesimleri hedefleyerek yüzlerce insanın kanına girmişlerdir. Bu katliamdan sonra giderek Kürdistan’ın önemli merkezlerinde sıkıyönetim ilan ettiler. Bu katliamla açıktan Kürtler hedeflenmişti. Türk rejiminin her zaman yaptığı gibi ne zaman katliam ve kurban olacak birileri gerekiyorsa bu hep azınlıklar, Kürtler ve Aleviler olmuştur.

27


Özgür Halk 1970’lerin sonunda Kürdistan´da Apocu grup aktifleşmiş, özgürlük tohumlarının yeşereceği anlaşılmıştı. Hareket, gençlik ve halk içinde taban bulmuş, gelişme gücü göstereceği anlaşılmıştı. Hareketin büyümesi 27 Kasım 1978´de PKK´nin kurulmasıyla karşılanmıştı. Kürdistan´daki gelişmelerle birlikte ordu hızla harekete geçmeye başladı. Nitekim darbeyi düzenleyen Kenan Evren, “Hilvan-Siverek ve Batman´ın üzerinden geçtikten sonra kararımızı artık netleştirdik” demiştir. Görüldügü gibi faşist darbenin hedefi Türkiye´deki devrimci demokratik hareket ve Kürdistan´daki uyanıştı. Darbenin hazırlıkları temelinde sıkıyönetim mahkemeleri ve askeri cezaevleri hazırlanmış, giderek tırmanan operasyonlarla tutuklanmalara hız verilmişti. Daha darbe yapılmadan PKK adına faaliyet yürüten yüzlerce kadro ve militan işkencehanelerden geçirilmiş cezaevlerine doldurulmuştu. Türkiye´de de devrimci güçler benzer biçimde toplanmaya başlanmıştı. Öldürme, tutuklama ve işkenceler istenen sonucu vermemişti. Devrimci güçler direniyordu. Buna son noktayı koymak için 12 Eylül´de darbe yapıldı. Türkiye ve Kürdistan´da tüm yönetime ordu elkoydu. Bütün partiler, sendikalar ve parlamento kapatıldı. Kısa sürede muhalefet olacak odaklar bastırıldı. Darbeye karşı direnebilecek bir güç kalmadı. Darbenin bu kadar etkili sonuçlar vermesi adeta generallerin başını döndürdü. Kendilerine tanrısal güçler bahsetmeye başladılar. Karşılarında duracak kimse kalmamıştı. Yurtdışına çıkanları da kılıç artıkları olarak tanımlıyorlardı. İçeride ve dışarıda dur, yapma diyecek bir güç yoktu.

Temmuz 2015

nacaklardı. Dışarıda bunu yapacak kimseyi bırakmayan faşistler içeride, avuçlarında olanlara nasıl tahammül edeceklerdi? Ayrıca böyle bir durum darbenin amaçlarıyla da bağdaşmıyordu. Geleceği, Kürtlüğü, eşitlik ve özgürlügü savunacak kimse kalmamalıydı. Geleceği temsil edecek, geleceğe, tarihe ait sözü olan kimse bırakılmamalıydı. Bu amaç ve hedefler doğrultusunda cezaevlerine saldırıldı. Türkiye´de devrimci öncü ve kadroların en fazla toplandığı Mamak ve Metris gibi cezaevleri daha fazla hedef oldu. Kürdistan´da ise Diyarbakır. Diyarbakır´a binlerce PKK´li kadro toplatılmıştı. İçlerinde önder kadrolar da vardı. PKK´nin en fazla etkili ve aktif oldugu bölgeler olan Mardin, Urfa, Batman, Diyarbakır 7. Kolordu komutanlığına bağlıydı. Karanlık yıllar! Askeri darbeyle birlikte cezaevinde hava değişti. Askeri personelin tutum ve davranışları daha buyurgan ve tehdit içerikli oldu. Ancak işkenceler hala sistematik değildi. Uygulamalar başlamış, ön temizlemeye girilmişti. Ancak Subat 1981´de hersey değişti. Tutukluların tanımıyla vahşet zamanları başlamıştı. Vahşetin başlaması, işkencelerin çığırından çıkması Esat Oktay Yıldıran´ın iç emniyet amiri olarak atanmasıyla başladı. E. Oktay belirlenen yokedici, inkar ve imhanın yeniden tamamlaması projesi temelinde cezaevine getirilmişti. Bu tamamen askeri konsey tarafından, devletin zirvesince planlanmıştı. Askeri hiyerarşinin bu kadar hakim oldugu bir kurum ve zamanda bir kolordu komutanı veya cezaevi yöneticisinin yapabileceği birşey degildi. Nitekim tüm görevlendirmeler ve düzenlemeler buna göre çok bilinçli ve seçilerek yapılmıştı. Diyarbakır´daki kolordu komutanlığına Kıbrıs Türk kuvvetleri komutanı Kemal Yamak atanmıştı. K. Yamak özel harp dairesi komutanı, Türk gladyosunun başıydı. Kıbrıs´taki operasyonları bunlar düzenlemiş. Rumlara dönük katliam ve provokasyonları yönetmiş, Kıbrıs´ı işgal ortamını hazırlamışlardı. İşkence ve katliamlarda da deneyim kazanmışlardı. İşte E. Oktay bu ekibin içindeydi. K. Yamak gelirken E. Oktay´ı da birlikte getirmişti. Diyarbakır´daki ekibin iyi tanınması ve bilinmesi gerekiyor. Ekip iyi tanınırsa nasıl bir katliam ve politikanın da amaçlandığı az çok anlaşılır olacaktır. Esat Oktay geldiğinde cezaevinde bir eleme olmuştu. Direnen kadrolar ve militanlar hücrelere alınmıştı. Daha önceki bütün protestolar, 1981 yılbaşında yapılan on günlük açlık grevi de hiç bir sonuç vermemişti. Bu döneme kadar koğuşlarda gruplar ve örgütler arasında haberleşme ve ortak eylemler düzenleme ortamı vardı.

12 Eylül ve zindanlar, Diyarbakır Darbeyi yapanlar hızla planladıkları gibi hedeflerini ortadan kaldırmaya devam ediyorlardı. Önlerinde hiç bir engel kalmamalıydı. Rejimi yeniden düzenlemeli, yasal, anayasal sistemi oturtmalıydılar. 12 Eylül askeri faşist darbesi, öyle 1960 veya 12 Mart darbeleri gibi ele alınmamalı. 12 Eylül faşist darbesini Takrir-i Sükun, Sark Islahat planı gibi uzun vadeli bir devlet stratejisi, düzenlenmesi olarak görülmelidir. Böyle görülmezse üzerinden 35 yıl geçmesine rağmen Türkiye´nin neden hala 12 Eylül anayasası ile yönetildiği anlaşılmaz. Faşist darbe müthiş bir özgüvenle cezaevlerine yöneldi. Dışarıda hiç bir direniş odağı yoktu. Toplum sindirilmiş ve ülkeye korku egemen olmuştu. Devletin tüm kurumları elden geçirilmiş ve amaca göre düzenlenmişti. Basın organları tamamen emirleri altına alınmıştı. Darbeyi yapanlardan habersiz bir sinek bile uçamaz hale gelmişti. Faşist sistem bu koşullarda cezaevlerine yöneldi. Cezaevlerinde binlerce militan ve kadro vardı. Bunların bir kısmı siyasi savunma yapacak, düşüncelerini savu-

28


Özgür Halk Her hareket kendi içinde de tartışıp nasıl tutum takınacağını az çok belirlemişti. PKK de kendi tutumunu başından beri net biçimde belirlemişti. 1981 başında koğuşlarda eleme yapılıp direnerek hücrelere alınanların ekseriyeti PKK´li tutsaklardı. PKK yönetimi ve kadroları başından beri hiç bir tereddüde yer vermeyecek biçimde direnişi esas aldılar. Direniş dışında bir düşünceleri ve politikaları olmadı. Her uygulama ve baskıya açıktan tutum aldılar. Direniş esaslı davranmaları her açıdan da onları hedef ve muhatap durumuna getirdi. E. Oktay gelir gelmez ilk nutkunu gelip hücrelerde verdi. O hücrelerin ismini 35 ve 36. Koğuşlar olarak belirledi. 35´teki nutku kimsenin direnemeyceği, herkesin iradesinin bir sınırı olduğu üzerineydi. Teslimiyet dışında kimseye bir şans tanınmayacağını açıkca belirtmişti. Herkesin ırkçı Türk ordusuna ve sistemine boyun eğme dışında yaşama şansının olmayacağını gizlememişti. Bu açık tehdit ve ölümcül uyarıya PKK´li tutsakların tavrı yine tartışmasız direniş oldu. İlk isteği Türk olmamızdı. Türk olduğunu kabul etmeyenler yoğun işkencelerden geçiriliyordu. Hücreler tam bir işkence tezgahına dönmüştü. Gece gündüz birbirine karışmıştı. Bu saldırıları ve işkenceleri durdurmak için Mart ayında ölüm orucu kararı aldık. Bu Ö.Orucu 43 gün sürdü. E.Oktay bundan sonra işkence yapılmayacak, mahkemede savunma yapmanıza müdahale edilmeyecek diye söz verdi. Bunun üzerine eylem sonlandırıldı. Bu Ö.Orucunda K. Pir ve Hayri Durmuş arkadaşlar da vardı. Hem öncü hem eylemci olarak hep önde yeralmışlardı. Ö.Orucu deneyimimiz hiç yoktu. Bu direnişte Ali Erek arkadaşımızı şehit vermiştik. Bu kadar vahşi işkencelerin neyi hedeflediğini de tam çözememiştik. Daha çok mahkemelerde siyasi savunma yapmamızı engellemek ve teslim almak istiyorlar, diyorduk. Cezaevi deneyimlerimiz de yoktu. Hepimiz gençtik ve askeri cezaevine ilk defa girmiştik. E.Oktay bize asker sözü vermişti güya. Eylemden hemen sonra hiç bir tedaviye izin vermedi ve niyetinin bizleri öldürmek oldugunu çok kısa sürede anladık. Direniş içinde ölürsek siyasi bir değeri olacaktı. Ancak eylemden sonra ölümler olursa bir değer ifade etmeyecekti. Asker sözünün ne kadar basit ve ikiyüzlüce kullanıldığını da böylece görmüş olduk. Mahkemeler başladı. Vahşet sınır tanımadı. Anladık ki, bu iş mahkemelerle sınırlı değil. Bu çarkın bir dişlisi de mahkemelermiş. Vahşet ve işkenceler dile getirildi ancak değişen birşey olmadı. Saldırılara karşı direniş Mayıs ayına kadar devam etti. Direnenlerin sayısı giderek azalmaya başladı. Bir gün E. Oktay bizleri, K. Pir ve M. Dogan´ın da içinde olduğu birkaç kişiyi Hayri arkadaşın hücresine götürdü. Kendisi çekip gitti, “aranızda konusun, bu işi artık bitirelim” dedi. Hayri arkadaş kısaca şöyle bir görüş sundu: “Direnenlerin sayısı çok azaldı. Kitlemizin içinde degiliz. Acaba direnişi bırakıp arkadaşların içine gitsek, yeniden örgütlensek, nasıl olur” dedi. Zamanda fazla yoktu. Kısa bir durum değerlendirmesi yapmak gerekiyordu. Kimse biraraya gelemiyor, artık tartışamıyordu. Hayri´nin söyledikleri üzerine Mazlum arkadaş; “kim direniyorsa partiyi o temsil eder” dedi. Ayrıca “bir eksiğimiz var, herseyi yaptık ama ölmesini bilmedik” içerikli bir değerlendirme yaptı. K. Pir ise; “yenilmiş bir ordunun askerlerini topla-

Temmuz 2015

yıp yeniden savaştırabilmek çok zor” dedi. Bu biraraya geliş ve alınan tutum çok önemlidir Tarihi değeri var. En zor ve kritik bir noktada bile hiç bir kadro ve yönetim direnişi bırakalım, dememiş ve bu yönlü bir karar almamıştır. Daha sonraki günler direniş sonlanmış, ancak herkes kendi adına karar vermiştir. Ortada bir yenilgi var ama herhangi bir yönetim kararı sözkonusu değildir. Bu PKK´nin her koşul altında direnişi esas almasının ve ancak direnişle temsil edileceğinin ifadesidir. Mazlum´un direnen PKK´yi temsil eder, sözü bunun en özlü ifade edilmesidir. Direnişin sona ermesiyle baskılar azalmamış, tersine vahşet daha fazla artmıştır. Niyetlerinin askeri kuralları, disiplini oturtmak, bir direnişi kırmak olmadığı anlaşılır olmuştu. Binlerce insan dur durak bilmez biçimde iskence tezgahı içinde ögütülüp tüketilmeye çalışıldı. Süreç giderek ölümcül bir hal aldı. Kim ölmüş, sakat kalmış öyle bir kaygıları olmadı. Ancak esas hedefleri ruhsal ve düşünsel ölümü yani ihaneti egemen kılmaktı. Devrimci ve öncü insanlar tüm değerlerinden arınacak, soykırımcı ve inkarcı sistemin bir parçası olacaktı. 1981´in sonlarına doğru işler çığırından çıktı. Mahkemelere çıkıldığında kimin ihanet edeceği, itirafçı olacağı artık bilinmez olmuştu. Başta Şahin Dönmez, Yıldı-

Hayri´nin söyledikleri üzerine Mazlum arkadaş; “kim direniyorsa partiyi o temsil eder” dedi. Ayrıca “bir eksiğimiz var, herseyi yaptık ama ölmesini bilmedik” içerikli bir değerlendirme yaptı. rım Merkit, Ali Gündüz gibi isimler itirafçı olmuş, başka insanların ihanet etmesi için de yönetimle ortak çalışır olmuştu. Tutsaklar koyu bir tecrit çemberine alınmıştı. Dışarıda ne olduğunu, kimin yaşayıp yaşamadığını öğrenme imkanı olmadığı gibi koğuşlarda ne olup bittiğini bilme imkanı da bırakılmamıştı. Korkunç bir kuşatma ve umutsuz bırakma, karanlıklara gömme çalışması hummalı biçimde sürüyordu. Buna karşı durmak gerekiyordu. Karanlıkları delen, umut ve ışık olan bir çıkış adeta bir mucize gerekiyordu. Bu da direnişten başka birşey olamazdı. Direnişin o günlerdeki adı da ölümden başka anlama gelmiyordu. Ölümü göze alan öncülere, önderliksel çıkışlara ihtiyaç vardı. İhaneti durdurmak ve devrimci iddiayı sürdürmek büyük bir irade ve inancı gerektiriyordu. İhaneti ve soykırımı yeniden eğemen kılmaya, PKK´yi bitirmeye karşı direnmek için yeniden karar alındı. İhaneti durdurmak için Ölüm Orucuna başlanacaktı. Cezaevindeki tüm tutsakların gözü Hayri onlarin üzerindeydi. Öncü arkadaşlar mutlaka birşeyler yapar inancı ve beklentisi vardı. Partiyle, devrimle bütünleşmiş, kişilikleri böyle şekillenmiş militanlardı. Bu bakış ve inanç kendiliğinden ortaya çıkmamıştı. Yaşamları ve mücadeleri bunu ortaya çıkarmıştı. Çok dar bir arkadaş grubu arasında yürütülen tartışmadan eylem kararı çıkmıştı. Ne zaman başlayacağı konusunda gün belirlenmedi. Hayri arkadaş mahkeme-

29


Özgür Halk

Temmuz 2015

lerin önemi üzerinde hep durdu. Mahkeme kürsülerinde Kürdistan sorunu dile getirilmeli, dava savunulmalı ve tarihe not düşülmeli, diyordu. Bir devrimci hareket eğer devrime öncülük edecek ve halka güven verecekse zindanlarda da rüştünü ispatlamalıydı. Bu temelde daha iddanameler gelmeden Mazlum arkadaşla hazırlıklar yapmış, savunmanın içeriği belirlenmişti. Savcı esas hakkındaki mütaalayı okuduktan sonra savunma yapıp eylemi başlatırız görüşü benimsendi. Ancak itiraflar giderek yoğunluk kazandı. Mazlum arkadaş artık kaldıramaz hale geldi. Sürece zaman yitirmeden müdahale etmek gerektigine inanmıştı. Ancak arkadaşlara ayrı bir eylem yapacağını söylememişti. Söylese arkadaşların kabul etmeyeceğini biliyordu. Daha direniş günlerinde söylediği “herseyi yaptık ama ölmesini bilmedik” sözünün gereklerini yerine getirdi. Mazlum arkadaş ölüm pahasına ilkeli ve özlü bir insandı. Ölüm gereki-

tercih ediyorlar. Direnişlerin süreceği ve sürmesi gerektiği mesajını veriyorlar. Sömürgeciliği lanetleyen, direniş çağrısı yapan bir bildiri hazırlayıp gece el ele tutuşarak kendilerini yakıyorlar. Tarihe Dörtlerin Direnişi olarak geçen bu büyük bilinç ve irade gerektiren eylemde F. Kurtay, Mahmut Zengin, Necmi Öner, Esref Anyık arkadaşlar şehit oldular.

yorsa bunu başkasından bekleme hakkını kendisinde görmezdi. Doğru olduğuna inanıyorsa o zaman pratiğini de yapmalıydı. Nitekim öyle de yaptı. 21 Mart 1982 gecesi hücresinde yaşamına son verdi. Newroz´u seçmesi bilinçli bir tercihti. Tarihle bağ kurarak ihanet ve zulme karşı direnmek, bir çıkış yapmak gerektiğini gösterdi. Mazlum´un eylemi artık hiç birşeyin böyle gitmeyecegini gösteriyordu. Arkadaşlar arasında cok sevilen ve benimsenen bir öncüydü. Onun bu şekilde aramızdan ayrılması hepimizde derin bir yara açtı. Yaşıyormuyduk yaşamıyormuyduk artık çok fark edilmiyordu. Hepimizi cok etkiledi. Mazlum arkadaşın eylemi geçde olsa koğuşlarda duyuldu. 33. koğuşta Ferhat Kurtay arkadaş kalıyordu. Onlarda Mazlum´un eylemine bir karşılık vermek gerektiğini tartışıyorlar. Bu tartışmalardan sonra kendilerini yakarak, ihanete ve karanlığa karşı bir ışık olmak, yol açmak gerektiğini kararlaştırıyorlar. Koğuşlarda yağlı boya kullanılarak yapılan resimler, yazılan yazılar için yanıcı bir madde olan tinerden biraz fazla aldırıyorlar. Onlarda Haki´nin şehadet tarihi olan 18 Mayıs´ı bilinçli olarak

Buna karşı Hayri arkadaş söz istedi ama duruşma hakimi Emrullah Kaya sözvermek istemedi. “Ne konuşacaksın Hayri, herşeyi söylemişsiniz, yeni bir sey yok”, dedi. Bir süre sonra yine itirafçı konuşunca Hayri yine kalkıp ısrar etti. Hakim sözvermek istemiyordu. Çünkü Hayri onların kitle üzerindeki etkisini ve saygınlığını biliyorlardı. Mazlumların şehadetinden sonra birşeylerin olacağı beklentisi de vardı. Bunun için daha dikkatliydiler. Mümkün olduğunca önder kadroları fazla konuşturmamaya çalışıyorlardı. Ancak Hayri´nin ısrarı üzerine istemeyerek de olsa sözvermek zorunda kaldı. Hayri arkadaş kalkıp sanık kürsüsüne gitti. Herkes nefesini tutmuş, pür dikkat dinlemede. Hayri kısaca cezaevinin içinde bulundugu durumu özetledi. “Biz yılardır baskı ve işkence gördük. Bunu mahkemelerde dile getirdik. Ancak hiç bir çözüm bulunmadı. Bir amaç için tutuklanmışız ve yargılanıyoruz. Düşüncelerimizi ve davamızı savunmamıza olanak verilmiyor. Bu koşullarda yaşamanın ve mahkemelere çıkmamının bir anlamı kalmıyor. Bu duruma son vermek için bugünden itibaren Ö.Orucuna başlıyorum” dedi.

14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Artık savunmaları bekleyecek bir durum kalmamıştı. Fırsat bulunduğunda Ö.Orucu kararı açıklanacaktı. Eyleme katılım tamamen gönüllü olacaktı. Kimsenin kimseye gir deme hakkı ve ortamı yoktu. Kendisine güvenen ve kendisini hazır gören katılacaktı. Bu temelde eylemi açıklamak için zaman ve fırsat yakalanmaya çalışıldı. Beklenen gün 14 Temmuz 1982 oldu. O gün Urfa grubunun duruşması vardı. Bir itirafçı kalkıp konuştu.

30


Özgür Halk Buna karşı hakim Hayri´nin sözünü keserek; “kolordu komutanlığına yazarız, koşullarınızı düzeltsinler, ölüm orucuna girmene gerek yok”, dedi. Hayri ise: “Bunu yaparsanız, işkencelere son verilirse arkadaşlarım adına sevinirim. Ancak bunun olacağına benim güvenim kalmamış. Bu açıdan kararımdan vazgeçmeyecegim. Bir daha mahkemelere çıkma imkanımda olmayacak, son sözlerim olarak şunları belirtmek istiyorum; kim ki Kürdistan´da sömürgeciliğe karşı mücadele etmek istiyorsa silahlı mücadele etmek zorundadır. Bunun dışında ayakta kalma ve varolma şansı yoktur”, dedi. Hayri son sözünü de şöyle bağladı; “Ölürsem mezar taşıma halkına karşı borçlu gitti diye yazılsın”. Hayri´nin duruşunu, mahkemedeki atmosferi anlatabilmek çok zor. Adeta zaman durmuş. Canlı cansız herşey bir huşu içinde onu dinler olmuştu. Sesi tarihten, çok eski zamanlardan bugüne yankılanıyordu. Mazlumların, ezilenlerin zalimlere, hükümranlara karşı bir isyanı, çıkışı gibiydi. O heybetli, tanrısal güce sahip olduklarını sananlar, mahkemeyi yönetenler adeta silinmiş, yok olmuştular. Hayri´nin sözleri ve kararlılığı, haklılığı karşısında erimiş, sinmiş kaybolmuştular. Hayri sözlerini bitirip yerine geçti. K. Pir arkadaş el kaldırdı. Hakim durumun giderek ağırlaştığını, tutsakları daha fazla kapsayacağını gördüğü için Kemal´e sözvermek istemedi. “Ne söyleyeceksin, gerek yok. Hayri herşeyi söyledi zaten,” dedi. Kemal yerinde konuştu. “Hayri´nin söylediklerine katılıyorum. Ayrıca ilk ölen de biz olmalıydık, ben de eyleme katılıyorum” dedi. Kemal, Dörtleri kastederek ilk ölenler biz olmalıydık, demişti. Ona göre öncüler ölümde de önde olmalıydılar. Kemal´den sonra Ali Çiçek el kaldırdı ve hakimi beklemeden kürsüye yürüdü. “PKK bize teslimiyeti değil, direnişi öğretti. Buna bağlı kalamadım. Bundan sonra daha fazla suç işlemeyeceğim ve direnişi esas alacağım. Ben de Ölüm Orucuna katılıyorum” dedi. Ardından bir iki kişi daha kalkıp eyleme katıldıklarını açıkladılar. Mahkeme artık fiilen bitmişti. Zaten hakimler de birşey demeden dosyalarını alıp salonu terkettiler. Olağanüstü bir atmosfer vardı. İlk olarak askerler saldırmadan, itip kakmadan sessizce bizi kelepçeleyip cezaevine getirdiler. Geldiğimizde E.Oktay haberi almış, salonda hazır bekliyordu. Kemal´in yanına gelerek “Patron bu defa ölmelisin, önceki gibi olmamalı, yoksa daha kötü olur” dedi. Bununla 1981´deki Ö.Orucunu kastetmişti. Kemal de; “merak etme bu sefer öyle olmaz” dedi. Kelepçeler çözüldü, herkesi koğuşlarına, hücrelerine dağıttılar. Hayri, Mustafa Karasu arkadaşın bir üstündeki hücrede kalıyordu. Su borusuna vurarak dinlemesi için haber verdi. Ve “başardık, başardık altı kişiyle başardık” dedi. Ölüm orucuna başlamış olmayı, kararı açıklamayı bir başarı olarak, omuzlarındaki yükü atmış gibi bir rahatlığı dile getirdi. Aslında başladığı ölüm yolculuğuydu. Öleceğini biliyordu. Devletin öyle kolay kolay sorunu çözmeyeceğini bilecek kadar bilinçli ve mantıklı biriydi. Eyleme katılanları sabah hücrelerinden çıkarıp 36. Koğuş dedikleri karşı taraftaki hücrelere götürdüler. Sabah sayımında Fuat Kav ve Akif Yilmaz arkadaşlar da eyleme katıldıklarını açıkladılar. Onları da çıkarıp götürdüler. Bir iki gün sonra M.Karasu arkadaş da katıldı. Eyleme katılanlar giderek artıyordu. Ancak kitlesel bir katılım zincirleri kıracak bir başkaldırı ortada yoktu. Eylem

Temmuz 2015

tamanen kadrolara dayalı olarak yürüyordu. O da sınırlı bir kadroydu. Ben katıldığımda eylem bir hayli ilerlemişti. 36. koğuşa gittiğimde arkadaşlarla selamlaştık, hal hatır sordular. Kemal “şimdi 16 kişi olduk yarın milyonlar olacağız” biçiminde bir değerlendirme yaptı. Kemal hep coşkulu ve düşüncelerini sade dile getiren bir insandı. İçi dişi bir, sözünü esirgemeyen, militanlığa ruhunu katmış, ruhsal bütünlüğü sağlamış ender öncülerden biriydi. Bir gün duruşmada hakim sordu; “Kemal sen Kürt degilsin, bunların içinde ne işin var” dedi. Kemal’de “Ben bu harekette devrimi görüyorum. Ortadoğu´nun birliğini görüyorum” demişti. Tarih bilinci, sosyalizme bağlılığı ve coşkusu hep böyle gürül gürül akan birisiydi. O ruh ve coşkuyla da Ö.Orucunu sürdürdü. Birgün askerin birisi gelip konuşmayın, sessiz olun dediğinde Kemal “sen bize karışamazsın, biz artık özgürüz, direnişteyiz” demişti. Konuşmanın bile yasaklandığı ortamı hatırlatarak “oh be artık kelimeler özgür” diyordu. Direnişimiz kırılmış, emir komuta sistemlerine uymuştuk. Ancak hiç bir zaman ruhen bunu sindirememiş, kabullenememiştik. Şeklen uysak da ruhen ve fikren hep reddettik ve hep arayış içinde olduk. İşte bu arayışlar Mazlum´un ve Dörtlerin eylemi olarak pratikleşmiş, şimdi Ö.Orucu şeklinde devam ediyordu.

Ali Çiçek, kürsüye yürüdü. “PKK bize teslimiyeti değil, direnişi öğretti. Buna bağlı kalamadım. Bundan sonra daha fazla suç işlemeyeceğim ve direnişi esas alacağım. Ben de Ölüm Orucuna katılıyorum” dedi. Ö.Orucunun ilerleyen günlerinde Hayri arkadaş derin bir sorumlulukla yine kafa yoruyor, tutsakların, partinin durumunun ne olacağı üzerine düşünüyordu. Hayri´nin en belirgin özelliklerinden biri inanılmaz bir sorumluluk bilincine sahip olmasıydı. Olağanüstü bir pratik zekası vardı. Bu açıdan Kemal onlar daha çok işleri Hayri´ye yüklüyorlardı. “Hayri hepimiz yerine düşünür, o söylüyorsa doğrudur” diyordu. İşte o koşullarda da Hayri partinin ve kadroların daha fazla kayıp vermemesi, belirsizliğe düşmemesi için bizi uyarıyordu. Hastahaneye kaldırılmadan önce bize şunları söylemişti: “Eğer yönetim sadece hücrelerdeki kadrolar üzerinde işkenceleri durdurur ve savunma hakkı tanırsa eylemi sonlandırabilirsiniz. Daha fazla kadro kaybı olmasın.” Eylem kitlesellik kazanmadiği için tüm cezaevinde işkencelerin kalkmayacağından yola çıkarak bunlari söylemişti. En azından parti yapısı kurtarılsın, daha sonra öncülük güvence altına alınsın düsüncesini taşıyordu. Büyük bir irade ve inanılmaz bir sabırla eylem yüksek bir moralle sürdürüldü. Arkadaşların durumu ağırlaştırıldığında hastahaneye kaldırıldılar. Kemal daha hücredeyken gözlerini yitirmişti. Daha sonra görüşmeler için bizi hastahaneye götürdüler. Gittimizde Kemal, Hayri, Ali Çiçek ve Akif Yilmaz sehit düşmüşlerdi. Karasu arkadaşın durumu ise kritikti. Kurtulma şansı fazla değildi. Hayri´nin söylediklerini dikkate alarak tartıştık ve eylemi

31


Özgür Halk sonlandırdık. Kolordu komutanı temsilcisini göndermişti. Cezaevinde işkenceye son verilecek ve tutsakların savunma yapmalarına engel olunmayacaktı.

Temmuz 2015

şahsında pratikleşmişti. 12 Eylül karanlığında zindan direnişleri Kürdistan´da devrimin kesintiye uğramasını engellemiştir. Bir direniş odağı olarak halka güç ve moral kaynağı olmuştur. Büyük bir boşluğu doldurmuş, 12 Eylül´ün başarıya ulaşmasını engellemiştir. 12 Eylül rejimi her yönüyle eğemen olmuştu. Onu boşa çıkaran ve tasfiye eden yagane güç PKK ve direnişi olmuştu. Bu direniş günümüzde de devam etmektedir. 14 Temmuz bir direniş bilinci ve çağrısı olarak Kürdistan´ın dağlarından ovalarına kadar yankılanmış ve yenilmez bir gerilla, halk hareketine dönüşmüştü. Kürdistan´in dört parçasında milyonlarca insan örgütlenmiş ve büyük kazanımlar elde edilmiştir. Bugün herkes Kürt olduğunu söyleyebiliyor. Ama o günlerde devrimci kimliğine, Kürtlüğe sahip çıkmak her babayiğidin harcı değildi. Şimdi bazı kravatlı hainler ve işbirlikçi Kürtler AKP´ye yamanarak, milletvekili vb. olabiliyor, TV´lere çıkıp Türk ırkçılığını, AKP´yi cilalayarak halka pazarlamaya çalışıyorlar. Onlarda 14 Temmuz direniş ruhunun, PKK ve Önderliğinin yarattığı miras üzerinden ancak ekmek yiyebiliyorlar. Eğer PKK ve direnişi olmasaydı sömürgeciler onları neden milletvekili yapsın veya TV´lere çıkarsınlar? Hain ve işbirlikçi takımı onun için 14 Temmuzları, Hayrileri olabildiğince hatırlamak ve anmak istemezler. Tarihi

Eylemin sonucları Bir hafta kadar kalıp tedaviye alındık. Sonra bizi cezaevine geri getirdiler. Geldik, baktık Esat Oktay yok. Alınacağını söylemiştiler. Bu şahıs vahşetin ve zulmün sembolüydü. Onun alınması yoketme ve soykırımı yeniden eğemen kılma politikasının yenilgisi ve tasfiyesi anlamına geliyordu. Büyük ölüm orucu eylemi başarıya ulaşmış, ihanete ve partiyi yoketmeye son vermişti. Yıllarca kuralsız ve hiç bir insani değeri dikkate almayan vahşetleri ve politikaları boşa çıkarılmıştı. Mahkeme kürsülerini ihanetin dile geldiği ve ülkeye yayıldığı alanlar yapmayı başaramadılar. O kürsülerden direnişin, PKK´nin ve özgürlüğün sesi Kürdistan´ın her alanında yankılandı. Hayri, Mazlum ve Kemallerin direnişi PKK´nin direniş çizgisini belirlemişti. PKK´nin artık başka yerlerden öğrenmesine, örnek aramasına gerek kalmamıştı. Tarihin gördügü en eşitsiz koşullardaki bu çatışmada, ellerinde hiç bir silah ve olanak bulunmayan insanların zulmu nasıl alt ettiği, direnilebileceği gösterilmişti. Bundan daha etkileyici ve sonuç alıcı eylem olabilirmiydi? İşte PKK´nin tarihsel çıkışını, direniş çizgisini burada görmek gerekiyor. Başka yerde arayanlar ve açıklamaya çalışanlar yanlış yaparlar. O zifiri karanlıkta bu insanları ayakta tutan neydi? Onları direnişe yönelten neydi? Böyle zor bir ölümü nasıl kaldırabildiler? Aylar süren, acılı ve an be an hissedilen bir ölüm yolculugunu hangi irade göğüsleyebildi? Bunlar öyle sıradan olaylar ve sorular değildir. Olağanüstü koşullarda nasıl ki, büyük düşüşler, alçaklıklar ortaya çıkıyorsa kahramanlıklar ve çıkışlar da çıkar. İşte Diyarbakır´daki bu direnişler de Kürdistan´da kahramanlığın ve direnişin zirveleştiği anlardır. Şahin Dönmezlerin alçalması karşısında Hayri, Kemal ve Mazlumların yükselmesidir. O koşullarda, karanlık zamanlarda tutsakların en büyük güven kaynağı PKK´nin önderliğini yaşıyor olmasıydı. Şu inanç hepimizde belirgin ve ortaktı; Başkan Apo yaşıyorsa bu iş yürüyecek, mücadele devam edecek! En büyük inanç ve güven kaynağımız o günlerde de Parti Önderliği’ydi. Nitekim Şahin Dönmez o zamanlar devlete şu aklı vermişti; “Eger Apo yaşıyorsa o taşları bile örgütler, üzerinize gönderir.” 14 Temmuz direnişi PKK´de militanlığın ölçülerini de belirledi. En olumsuz koşullarda bile direnilebiliyor ve parti temsil edilebiliyorsa elinde olanak olanların artık bahane uydurmasına, söz söylemesine gerek yoktur. Tüm militanların ve partinin direnişe, yüzünü ülkeye dönmesine bir çağrı olmuştur. Partinin yeniden toparlanmasına, dönemin ihtiyaclarına göre eğitilip örgütlenmesi temelinde önderliğin gösterdiği olağanüstü çalışmaya en büyük desteği yine zindan direnişi vermiştir. Hayriler yaşamlarında nasıl ki, PKK´yi yaratmaya, inşaa etmeye çalıştılarsa şehadetleriyle de bunu yapmaya devam ettiler. Onlar önderliğin arkadaşı ve en iyi öğrencileri olduklarını kanıtladılar. Bu direniş ruhu ve büyük sorumluluk bilinci en başta Önderlikte ifadesini bulmuştu. Bu özellikler Diyarbakır zindanında bir kez daha direnişçilerin

Şu inanç hepimizde belirgin ve ortaktı; Başkan Apo yaşıyorsa bu iş yürüyecek, mücadele devam edecek! En büyük inanç ve güven kaynağımız o günlerde de parti önderliğiydi. yok saymayı, inkarcılığı başka biçimde üretmeye katkı sunmaktadırlar. Kürdistan halkı, en başta da gençliği 14 Temmuz ruhunu esas alır ve kendisini örgütlerse hiç bir güç onu yenemeyecek ve durduramayacaktır. Bu açıdan 14 Temmuz´u her açıdan incelemeye ve bilince çıkarmaya devam etmeliyiz. Etrafımıza bakalım, başta AKP olmak üzere sömürgeci güçler ve işbirlikçileri halkımıza köleliği ve ölümü dayatmaktadırlar. Önderliğimizi zindanlarda tutmaya, çürütmeye devam etmektedirler. Onu bir santaj aracı olarak bize karşı kullanmaya çalışmaktadırlar. Diyarbakır´daki katliamdan sonra Rojava´da sürdürülen düşmanlığa, kirli ittifaklara, sivil insanların katliamlarına kadar her suçu işlemektedirler. Kürdistan´da katliamları, soykırım ve inkarı kırmak için 14 Temmuz direniş ruhunu yeniden güncelleştirmeliyiz. Tam bir seferberlik ruhuyla ayağa kalkmalı, halkımıza zarar veren ve düşmanlık güdenlerden mutlaka hesap sormalıyız. Bu görev en basta kadın, erkek Kürdistan gençliğine düşmekte. PKK bir gençlik hareketi olarak doğdu, Hayri, Mazlum ve Kemaller birer genç öncü ve militanlar olarak tarihe yürüdüler. Onları direniş ruhu ve kişilikleri tüm engelleri ve zorlukları bertaraf eden özellikleriydi. Onları kendimize örnek alırsak ortadan kaldıramayacağımız bir engel kalmaz.

32


Özgür Halk

Temmuz 2015

Sivas Katliamı Çözümsüz Kalan Rejimin Gerçeğidir Katledilenlerin büyük bir kısmı halkın dini duygularına, insani gerçekliğine saygılıydılar. Pir Sultan’ın kendisi Alevi bir önderdir. Zulme, eşitsizliğe karşı başkaldırmıştır. Katledilen bu sanatçıların büyük bir kısmı da Pir Sultan’la yücelmiştir. Pir Sultan’ı yücelten sanatçılar, halk kahramanlarıdır ve şahadetleri kahramanların şehitlik mertebesindedir, kendilerini saygıyla anıyoruz. Abdullah Öcalan

Sivas katliamı, Kemalist sol demagojicilerin ve rejimin gerçeğidir. Kürdistan’da ulusal kurtuluş mücadelesinin derinleştiği, oldukça da yoğun bir savaşımı yaşadığı ve gündemi tamamen işgal ettiği bir dönemde, mücadelemizin gelişimine karşılık topyekün olarak halkımızı katliamlarla tehdit ediyor. Bizzat Genelkurmay Başkanı bunu Diyarbakır’da açıkladı. Katliamlar temelinde amansız bir yüklenme her sahada görülüyor. İşte “bahar operasyonunu yaza taşırdık ve en kısa zamanda sonuç alacağız. Bazı yerlerde canlı bırakmayacağız” deniliyor. Sivil ve suçsuz köylüler kurşuna diziliyor, çok sayıda köy harabeye çevriliyor. İşte tam da böyle bir saldırı döneminde Sivas katliamı gerçekleşti. En çok çarpıtılan, başka türlü gösterilmeye çalışılan bu olayı, Türkiye’nin ve Kürdistan’ın devrim ve karşı-devrim çatışmasının temelinde ele almak en doğrusudur. Zaten bunu dost da, düşman da biliyor, söylüyor, yazıyor. Bütün sorunların kaynağında her gün yükselttiğimiz mücadelemiz yer almaktadır. Bütün gelişmeleri belirleyen temel nokta da mücadelemiz olduğuna göre, Sivas’taki bu gelişmeyi de savaş gerçeğimiz temelinde ele almak gerekir. Ama burada ayırtedici olan bazı yönler vardır. Bir yandan “şeriatçılar” deniliyor, öte yandan da “Sünni-Alevi çatışması” deniliyor, “ilerici-gerici kavgası” biçiminde yaftalar vurularak bu olay anlatılmaya çalışılıyor. Her ne kadar bu ikilemlerle gerçeğin bazı yönleri gösterilmek istenilse de, olay, düzenleniş, hayata geçiriliş ve sonuçları itibariyle farklıdır. PKK önderliğindeki devrimci savaşımın ve ona yönelik kontrgerilla savaşının diyalektiğini, karşılıklı gelişimini sıkıca gözden geçirenler bilirler ki, sürekli gündem saptırılmaya çalışılır. Yapay gündemler oluşturularak, toplum gelişmelerin dışına, başka kanallara kanalize edilerek, hafıza kaybına uğratılmaya çalışılır. Böylece kitlelerin gerek özel savaştan kopuşu ve gerekse ulusal kurtuluş savaşına olumlu yaklaşımı engellenmeye çalışılır. Bunlar özel savaş yöntemleridir ve sıkça uygulanmıştır. Mücadele tarihimize baktığımızda, bunun sayısız örnekleriyle karşılaşıyoruz. Hatta biraz daha geriye gittiğimizde, biz ulusal sorunu temel bir sorun olarak ortaya koymaya çalıştığımız zaman Türk solcuları, “şimdi ulusal sorunun zamanı değildir, biz devrim yaptıktan sonra

Kürtleri tanırız ve bazı hakları düşünürüz” diyorlardı. Burada dikkat edilmesi gereken önemli nokta, asıl sorunun örtbas edilmek istenmesidir. Aslında sorunun o zaman da kilit bir sorun olduğunu, biraz düşünenler bilirdi. Ama şimdi bu, düşünülmekten de öteye, çok yoğun yaşanan bir savaş gerçeğidir. Bugün kışkırtılmaya çalışılan şeriatçılık veya laiklik objektif olarak bu biçimde gündeme gelecek bir sorun değildir. Dikkatle incelendiğinde, ulusal kurtuluş mücadelemizin dine yaklaşımı çok anlamlı ve doğrudur. Bu konuda bir broşürde dile getirilen görüşler, halkımızın dini duygularını bilimsel temelde izah ediyor. Hatta İslam dininin ve genelde de dinlerin başlangıçtaki olumlu rollerine, devrimci özlerine değer biçiyor ve bunların içerdiği eşitlik, adalet, özgürlük, anti-emperyalizm gibi hu-

33


Özgür Halk suslara dikkat çekiliyor. Yine dinin günümüze taşırılacak olumlu yönleri nelerdir ve yaklaşım nasıl olmalıdır biçiminde gerçekçi bir yaklaşım da gösteriliyor. Halkımızın ağırlıklı dini kesimleri, dini duygularına, düşüncelerine değer veren partimize yüksek değer biçiyor ve etrafında birleşiyorlar, oldukça da etkili bir güç oluyorlar. Tam da bu noktada yapay tarikatların çığ gibi oluşturulduğunu ve en son sahte “Hizbikontra” dediğimiz devlet kaynaklı bazı çıkışların, katliam türüne ağırlık veren bir yöntemle mücadelemize dayatıldığını ve İran İslam devriminin de bazı olumlu etkilerini, “Hizbullah” adını kullanarak bize karşı kullanmak istediklerini açıkladık. Milli Selamet, yeni adıyla Refah Partisi’nin Kürdistan’daki halkın dini duygularını nasıl istismar etmek istediği, 12 Eylül’de neredeyse Kürdistan’da birinci parti haline getirilmeye çalışıldığı bilinmektedir. Aslında düzenin kendilerine verdiği bir görev olduğu, Kürdistan’da Kemalizmin artık kabul edilemez ve oldukça teşhir-tecrit edildiği açıktır. Bunun yerine Refah Partisi tarafından din kullanılarak doldurulmaya çalışılıyor. Türk özel savaşı kısa süreli de olsa, halkın dini duygularını istismar ederek, Hizbikontra oluşumunu mücadelemize karşı çıkartmaya çalıştı. Fakat bu tehlike daha sonra partimiz tarafından bertaraf edilip teşhiri ve tecriti sağlandı. Şimdi aynı yöntemle bu kez de Refah Partisi’nin öne çıkarılıp devreye sokulmak istendiğini görüyoruz. Hizbikontranın bir özel savaş aracı olarak birçok yurtseveri katletmesi partimiz tarafından açığa çıkarılınca, bu kez dış İslam destekli Refah Partisi devreye sokuluyor. Amaç, bir yandan PKK’yi darbeleyerek zayıf düşürmek, diğer yandan sözüm ona TC’nin laik anlayışına karşı halk kitlelerinin dini duygularını istismar ederek, etkin bir güç haline gelmektir. Böylelikle hem savaşan iki güç arasında ucuz bir hesapla, çok sinsi ve planlı bir süreç izleyerek sıyrılmak, hem de mücadelemizin yarattığı birçok değere konmak hedefleniyor. Kürdistan’da PKK’nin, Türk özel savaşı tarafından geriletilmesi veya güçten düşürülmesi durumunda tümden değerler gaspedilerek, devrim potansiyelini sözü edilen dış İslami destekle devletin hizmetine çekmek amaçlanıyor. Hizbikontra bunun öncesi, Refah Partisi de bugünü olmaktadır. Böylelikle ulusal kurtuluş savaşımının doğru din yaklaşımı boşa çıkarılmak istenilmektedir. Tarikat örgütlenmeleri, Hizbullah ve en son Refah Partisi gibi partilerin öncülüğündeki Sivas katliamında görüldü ki; “Şeriat isteriz”, “Halklara özgürlük isteyenler anti-şeriatçıdır”, dolayısıyla “Kürt ulusal kurtuluş savaşımı da şeriata karşı bir başkaldırıdır; Türk sömürgeciliğine, kemalist-faşist imha politikasına karşı değil, şeriata karşı değil; dolayısıyla bütün dindarlar Kürt ulusal kurtuluş savaşımına karşı çıkmalı” imajı empoze edilmek istendi. Bu, tarih boyunca uygulandığı gibi, yoğun bir şovenizmin (ki bu, din maskesi altındadır ve Osmanlı tarihi boyunca, hatta bütün yayılma dönemlerinde böyledir) bu sefer Kürdistan’daki çok önemli bir aşamaya gelmiş ulusal kurtuluş mücadelesinin karşısına çıkarılmasıdır. Yakın süreçteki Bingöl eyleminden başlayıp askerlerin cenaze törenlerinde şovenizm şaha kaldırıldı. Bu yetmedi, Sivas’ta tarihte görülmemiş bir katliam dayattılar. Hem de bir halk katliamıyla. Aydınlar içinde uzun süre ve çok büyük bir tartışmaya yol açacak bir katliam denemesiydi bu. Yine ulusal kurtuluş mücadelemizin yeni yeni ulaşmaya çalıştığı Koçgiri’yi yoğun asimilasyon etkisinden kurtarmaya yöneldiği bir zamanda böyle bir katliam dayatıldı. Bu katliam türlerini Malatya, Adıyaman ve Maraş’ta

Temmuz 2015

çok gördük. PKK’nin modern ulusal kurtuluşçu yaklaşımları bu alana girdiğinde, Maraş katliamı, yine Hamit Fendoğlu’nun Malatya’da öldürülmesiyle başlayan süreç giderek tırmandırılmak isteniyordu. O zaman PKK yeni yeni gelişiyordu. Sivas ve Erzincan’daki gelişmeler bu anlamda yenidir. Dersim’de gittikçe kök salan mücadele hızla Erzincan’a, giderek Koçgiri’ye ulaşıyor. Bu oldukça önemlidir. Sivas potansiyelini de mücadeleye çekmekte olduğumuz bir süreçte, bu katliam patlak veriyor. Şimdi katliamın geliştirilmesinde iki tarafın da kullanılma ihtimali yüksektir. Yani hem “şeriatı isteriz” diyenlerin, (ki oldukça kendini dindar Müslüman sayanlar vardır) ve hem de “ben laikim, Aleviyim, solcuyum”, diyenler bu katliama alet edilmişlerdir. Bunlar fazla ayrışmış, bilimsel temele oturmuş yapılar haline henüz gelmemişlerdir. Fakat gelişme Sivas’ta böyle hızlı bir ayrışmayı doğurabilir ve böyle bir durum ortaya çıkabilir. Çünkü bir boşluk var ve bu boşluk doldurulmaya çalışılıyor. Tam da TC için provoke edilmesi gereken bir ortam söz konusudur. Kaldı ki mücadele tarihimize baktığımızda, çok sayıda buna benzer provokasyonlar söz konusudur. Örneğin Serhat’ta Azeriler kışkırtılmaya çalışılıyor, hepsine silah veriliyor. Gittikçe karşımıza çıkarılmak istenen bir durum yaratılmak isteniliyor. Hakkari’ye girdiğimizde aşiretler karşımıza çıkarılmak istendi. Güney Kürdistan’da biraz etkili olmaya çalıştık, aşiretçi-feodal önderlik hızla Ankara’ya çağrılarak karşımıza dikildi. En son Almanya’da 100 bini aşkın kitleyle tarihi bir yürüyüş yapıldı, karşımıza aynı günlere denk getirilen Solingen katliamı çıkarıldı. Aslında bunu yapan MİT ve kontrgerilladır. Brüksel’de büyük bir yürüyüş yapıldı, onun öncesine de Möln cinayeti denk getirildi. Yakılanlar, öldürülenler zavallı ailelerdir. Sanıyorum kiralık adamlar buluyorlar ve bunları kullanıyorlar. Nitekim MHP’nin bu konuda ünü meşhurdur. Almanya’daki sağcılarla birçok ilişkileri de var; satın almak zor değil. Kaldı ki orada her türlü insan var, sağcı olup olmaması da o kadar önemli değildir. Bir bidon benzin döküp yakıyorlar ve Avrupa’da kıyamet koparılıyor. Bizim yürüyüşlerimiz ve tarihi gösterilerimiz böylece boşa çıkarılmaya çalışılıyor. İki büyük yürüyüşümüzü böylece etkisizleştirmeye çalıştılar. Çok az kişi bunu farketti. Aslında bununla birçok şeyi birden yakalamak istediler. Yani bir taşla birkaç kuşu birden vurma gibi bir hedefleri vardı. Kürt sorunu gittikçe Avrupa gündemini işgal ediyor, onlar bu provokasyonlarla sorunu gündemden çıkarmaya çalışıyorlar. Bu hükümetin dışa yönelik bazı politikaları var. Gittikçe bu politikalarını hayata geçiriyorlar. “Mazlum Türk” pozisyonu yaratıyorlar, “Türkler yakılıyor”, hatta “PKK, sağcılarla birlikte bu olayı yapabilir” denilerek, o bildiğimiz diplomatlarını, kontrgerillayı harekete geçiriyorlar. Sonuçta bir bakıyorsun ki, Türkler “mazlum”, Kürtler “tehlikeli” imajı karşımıza çıkıyor. Türk unsuruna puan toplayacak, Türk hükümeti destek toplayacak ve böylece Avrupa’nın gündemine giren Kürt sorunu gündemden çıkartılmış olunacak! Bunlar Avrupa’daki provokasyonlardan bazılarıdır. Palme olayı da, Papa olayı da böyleydi. Avrupa’da buna benzer bir yığın provokasyon geliştirildi. Daha önce Uğur Mumcu cinayeti, tam bizimle bir röportaj yapıldığı ve bütün kamuoyunu ayağa kaldırdığımız bir süreçte gündeme geldi. Yine 1988’de Milliyet’teki röportaj yayınlandığında; Özal’a sahte bir suikast düzenlendi ve gündem saptırıldı. O yapay “Bulgaristan” meselesi, bu dış Türkler meselesi, Bosna-Hersek Müslümanlarının meselesi

34


Özgür Halk

Temmuz 2015

ortaya çıkarıldı. Bir sürü yerde provokasyonları vardır; hepsini tek tek burada açıklamaya imkan yok. Mesele, PKK’yi zor duruma düşürmek, ulusal kurtuluş mücadelesini tecrit etmek ve hükümetin özel savaş politikalarını topluma benimsetmektir. İşte bu Sivas olayı da bunun en çarpıcı ve en vurgulayıcı bir örneğidir. Bununla ulaşılmak istenilen aslında kapsamlıdır. Şimdi, Sivas’taki Aleviler Kürttür; uzun süre Kemalizmin etkisinde de kalmışlardır. Biraz laik-solcu ayrımına da tabi tutulmuşlardır. En önemlisi de Sivas Kürtlerinden PKK’ye yoğun bir yönelim vardır; bu nokta çok önemlidir. Bu yıl neredeyse yönelimin en hızlı yaşandığı yerlerin başında Koçgiri gelmektedir. Buna Erzincan’ı, kısmen Malatya’yı da dahil etmek gerekiyor. Şimdi, devletin bunu provokasyonsuz bırakması düşünülemez. Dolayısıyla buraya yönelik devlet fırsat kollayan bir yaklaşım içinde bulunacaktı. Pir Sultan Abdal şölenleri bahane edildi. Nitekim her yıl şölen düzenleniyor, oraya aydınlar

konuşma da yapıyor. Tahrik edilmeye çok uygun bir ortam olduğu, dolayısıyla bütün bunların tedbirlerini almak gerektiği açıktı. Devlete güvenmiyorsanız, ki güvenilmez de, o zaman kendi özel savunma tedbirlerinizi alın. Bu da yok, tabii olan halk sanatçılarına oluyor. Böylece halkçı özellikleri olan aydınlar, sanatçılar susturulacak, halk sinecek, sözde şeriatçılar da büyük bir güç kazanacaktır! Burada da bir taşla birkaç kuş vuruluyor. Bir yandan şeriatçılar, bir yandan halklara özgürlük isteyenler ayrımı yapılıyor veya Aleviler ile Sünniler, Kürtlerle Türkler, bütün bunlar böylece karşı karşıya getiriliyor. Kürdistan’da dayatılan özel savaş sonucu her gün onlarca köylü katlediliyor, onlarca köy tahrip oluyor. Sivas olayıyla bu katliamlar gündemden düşürülerek, ortamı yapay sorunlarla dolduracaklar! Ayrıca Çiller hükümetine de biraz nefes aldırmış olacaklar! Dikkat edilirse, Çiller, Müslüman ülkelerine en büyük laik başbakan diye sunuluyor. İşte şeriat tehlikesine karşı, bir de ulusal kurtuluş savaşımıza karşı

gidiyordu. Bu Aziz Nesin meselesi de hayli dikkat çekici; yani ikide bir, “ben peygamber tanımam”, bilmem “Kuran tanımam” demişse veya dememişse bile, böyle piyasaya yansıtılıyorsa, (ki bu Şeytan Ayetleri kitabının yayınlanması durumu da var) bunu kim dayattı? Provokasyon için çok uygun bir biçimde yayınlandı, gündem saptırılmak isteniliyordu. Aydınlık gazetesi bunu düşünce özgürlüğü adı altında da yapmak istese, dönemin temel taktiğinin bu olmadığı biliniyor. Ortada özel bir kontrgerilla savaşımı söz konusudur. Bu konuda Aziz Nesin acaba kullanıldı mı? Kaldı ki, Salman Rüşdi bile diyor ki; “Benim Şeytan Ayetleri kitabım provokatifçe kullanılmıştır.” Basına verdiği demeçlerde “Ben izin vermemiştim. Bazıları kendi provokatif amaçlarını hayata geçirmek için benden habersiz yayınladılar” diyor. Bu önemlidir ve dikkat çekicidir. O bile bunu farkediyor, doğru bulmuyor ve kullanıldığının farkına varıyor. Madem Sivas’ta Pir Sultan Abdal şölenleri nedeniyle bu kadar cüretli bir çıkış yapacaksın, o zaman tedbirini al! Orada RP olsun, MHP olsun başka bir sürü sağcı grup var ve hepsi örgütlü. Her an bu tip olayların olması için zemin vardır. Zaten Aziz Nesin’in kendisi orada ve

“laik başbakan”, “demokratik başbakan” imajı gerekçelendirilmiş oluyor. Batı’dan puan toplayacak, “Türkiye’de şeriatçılar var” ve dolayısıyla “Çiller’i destekleyelim”, “laiklik elden gidiyor” denilip, ordu ve bürokratların desteği sağlanacak ve böylece yeni hükümet etrafında toplanacak, çözülen toplum, ayrışan toplum tekrar bütünleşecek, böylece bu senaryo düzenlenmiş olacak. Bu, koyu bir kemalist yaklaşımdır. Sanki kemalizm ve laiklik tehlikedeymiş gibi bir hava yaratılıyor. Mevcut hükümetin bu katliamla ilişkisi gözardı edilmemelidir. Vurgulandığı gibi, Tansu Çiller’in “Müslüman Türkiye” diye slogan atarak, Doğru Yol Genel Başkanlığı’na yürüdüğünü biliyoruz. Yine sözüm ona bir milliyetçi grubun kendisini desteklediği (ki Sivas’ta katliam yapanlar bunlardır), bunun yanında İnönü’nün laik olduğu, kemalist olduğu söyleniyor ama, aynı hükümette birleşiyorlar. Görünüşte birbirlerine karşılar, ama aynı politikayı, yani devleti ve devletin özel savaşımını sürdürmeyi esas alıyorlar. Gündemi bu yapay olaylarla işgal ederek, esas sorun olan ulusal sorunu örtbas etmek istiyorlar. Güvenoyunu da bu temelde aldılar. Yine sahte istikrar çağrıları yapıyorlar. Nitekim İnönü bunu ısrarla vurgulu-

35


Özgür Halk yordu; “Bize gerekli olan istikrardır” diyordu. Hem katliamı düzenle, hem istikrar iste. Yani kamuoyunu bir hafta, bir ay oyala. Bu İnönü için çok önemlidir, çünkü kendisi iki ay idare etmesi gerekiyor. İşte böyle bir katliam buna epey zemin sunuyor. Katliamın bunun dışında başka amaçları da olabilir. “Tansu Çiller iyi bir laiktir, bu laik başbakana karşı tehlikeler vardır, dolayısıyla Batı alemi Çiller’i desteklemeli, çok tehlikeli şeriatçılarla çevrilmiş durumdadır” mesajı yollanmaktadır. Aslında kendisi şeriatçılarla birliktedir veya en azından kendi tabanı, taraftarları böyledir. Ama dıştan ABD, Avrupa desteğini almak için böyle bir laik görüntüye ihtiyacı vardır. Nitekim bu temelde destek almaya çalışacaklardır. İçeride ise, “Müslüman Türkiye” sloganıyla bu gerici, karşı-devrimci kesimleri ve kontrgerillayı da yanlarına alacaklardır. Böylece İnönü ve Çiller bir taşla birkaç kuş birden vuruyorlar. Bununla da kendilerince devleti kurtarmış oluyorlar. İşin bir yanı böyleyken, diğer yanı da halkı karşı karşıya getiriyorlar. Saldırıların tümünün kötü niyetli olduğunu söyleyemeyiz. Halk kışkırtılarak sahte bir çelişki temelinde aylarca birbirine karşı dikilecek. Böylece ortamı kızıştırıp halkı olumsuz temelde tutacaklar. Halkın ulusal kurtuluşa, devrimci savaşıma kanalize olmasını engellemeye çalışarak, etkisizleştirmeyi hedefliyorlar. Ayrıca aydınlar da sindirilmiş oluyor. Bu kadar aydının katledilmesi, “aman bir daha gitmeyelim, halka sahip çıkmayalım,

Temmuz 2015

mek istenecektir. Burada önemli olan, temel meseleleri dikkatle değerlendirmek, temel görevlerden bir an bile uzak düşmemek, sürekli düzene karşı, devrimin safında gerçekçi ve yerinde, başarılı çabalar içinde olmak, ısrarla bunu takip etmektir. Bir Aziz Nesin bile “bunu devlet yaptı” diyor. Yani zor da olsa, gerçeği görebiliyor. Yoksa yarım gün sonra polisin oraya gitmesi anlaşılır değildir. İstenilse, oralarda kuş uçurtulmaz, her türlü tedbir alınabilirdi. Ama önemli olan, devlet için, yeni kurulan hükümet için önemli bir yapay gündem oluşturmaktır. Dikkatleri çok kritik sorunlardan, Kürdistan’daki katliamlardan uzaklaştırmaktır. Yine halkımızın, Avrupa’da başlattığı büyük hamleyi boşa çıkarmaktır. Amaç, bütün bunları hükümetin kuruluşu etrafında kenetlendirip, ona çıkış yaptırmaktı; olan da budur. Özel savaşın diğer uygulamaları da vardır. Güney’deki güçleri tekrar bize karşı diktirmeye çalıştı. Yine Demirel Suriye’ye, İran’a heyetler gönderdi. Mektup yollayarak, PKK’ye karşıt bir hava yaratmak istiyor. Diğer özel savaş yöntemlerinin kullanılması ise devam ediyor. Vahşi uygulamalar, şovenist gösteriler yaptırılmakta, çeşitli ülkelerde gündem saptırmaları devam etmektedir. Fakat en önemlisi de Sivas katliamıyla gerçekler en kötü şekilde kullanılmak istenmiştir. Oradaki Alevilik, Pir Sultan, Kürtlük aslında devrimcidir. Alevilerle Kürtler özdeştir, yine solculuk da özdeştir. Pir Sultan da aslında direnişçi bir kişiliktir. Ama öyle kötü sunuldu ki, hem azınlığa düşürüldü, hem de direnememe noktasına getirildi. Aslında PKK, Pir Sultan’ı, Aleviliği, Kürtlüğü, solculuğu kendi somutunda bütünleştirip, Türk demokratlarıyla da anlamlı bir birlikteliği geliştirip, devrimci potansiyeli hayata geçirmek ve egemen kılmak durumundadır. Hızla gelişecek olan budur. Ama saptırılmak, boşa çıkarılmak istenen de budur. Tıpkı Malatya’da 1970’lerde Hamit Fendoğlu olayıyla devrimciliğin ağır bir darbe yeme durumu vardı. 20 yılı aşkındır Malatya gericiliğin, faşistlerin kucağına terk edildi, yine Maraş katliamıyla Maraş bu duruma getirildi. Erzurum’un yine benzer bir duruma uğratılması söz konusudur. Buralar Kürdistan’ın sınır noktalarıdır. Hassas bölgelerdir, tarihi açıdan nazik yerlerdir. Henüz doğru dürüst alanların kendini savunamaz, örgütleyemez durumları da göz önüne getirildiğinde görülecektir ki, mücadelemizin etkileri buralarda sınırlandırılmak isteniliyor. Faşizm, din maskesi altında örgütlendirilerek, mücadelemize karşı bu sınır kesimlerinde özel savaşa hamle yaptırılmak isteniliyor. Yine bu sınır yöreleri aynı zamanda Türk halkıyla birleştirilerek, ortak bir anti-faşist cephenin geliştirileceği yerlerdir. Bu, boşa çıkarılmak isteniliyor. Türk demokratlarıyla, hatta olumlu dini çevrelerle, dini devrimci temelde kullanmak isteyenlerle veya böyle değerlendirenlerle geliştirmek istediğimiz ittifaklar vardır. Bu da boşa çıkarılmak isteniliyor. Böyle kapsamlı, amacı olan bir provokasyon söz konusudur. Tüm bunlara karşı yapılması gereken devrimci görevler vardır. Dini gerçekleri doğru temellerde ortaya koymak, halklarımızın tarihinde dinin anlamı nedir, dinin olumlu içeriği nedir ve günümüzde anti-emperyalist ve anti-faşist temelde halkların hak, adalet, eşitlik ideallerine uygun olarak neleri söyler? Bunlar, günümüzde ne anlamlara gelir? Din halklar için doğru bir anlama nasıl sahip kılınabilir? Bunu doğru anlamak büyük önem taşıyor. Dini kendi karşı-devrimci emelleri için kullananları doğru tanımak gerekiyor. Kendi iğrenç sınıf çıkarlarını din perdesi altında kim gizlemek istiyor? Devletin ve hükümetin

PKK, Pir Sultan’ı, Aleviliği, Kürtlüğü, solculuğu kendi somutunda bütünleştirip, Türk demokratlarıyla da anlamlı bir birlikteliği geliştirip, devrimci potansiyeli hayata geçirmek durumundadır. devlete tapınalım, polissiz bir adım atmayalım. Özgürlük mücadelesinin karşılığı çok ağırdır, fazla ileri gitmeyelim” anlayışını geliştirmek ve böylece her zaman olduğu gibi aydınları devletin sığınağına çekip, onları istediği gibi kullanmak istemektedirler. Bu katliamın diğer bir amacı da budur. Yani amaç, aydınların son zamanlarda artan etkinliğini frenlemek ve tekrar devlete bağlamaktır. Yine Kürdistan’daki katliamları örtbas ederek, dünya kamuoyunun dikkatlerini sahte gündemlerle ve gerçekleştirdikleri katliamlarla çarpıtıyorlar. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde, ne kadar hainane, karşı-devrimci bir özel savaş yöntemiyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Hiç şüphesiz olay daha kapsamlı ele alındığında, bu temel yaklaşımın daha da geliştirilebileceği açıktır. Türkiye’de ortaya çıkabilecek her olayı biraz da bu temelde değerlendirmek gerekiyor. Örneğin bir Boyabat gösterileri de önceden ayarlanmış gösterilerdir. Sözde bir sapığa karşı halk ayağa kaldırıldı. Ama toplumda binlerce sapık var, bunlara karşı en ufak bir kıpırdanma yok. Gerçekte ise sermayenin kendisi sapıktır, her türlü ahlaksızlığı geliştirmektedir. Bu sapıklık yüceltiliyor. İşte Avrupa’daki yakma olaylarında bu tür sapıklar kullanılıyor. Bununla toplum gerçek çelişkilerden kopartılıyor, sahte çelişkiler etrafında galeyana getiriliyor ve kontrgerilla amacına ulaşıyor, başarı kazanıyor. Başka yerlerde de buna benzer katliamlar veya çarpıcı olaylar sahnelenerek, gündem özel savaş tarafından götürül-

36


Özgür Halk

Temmuz 2015

bu konuda yaklaşımlarını anlamak ve görmek gerekiyor. Sözde laik olan devlet, dini nasıl kullanıyor? Hem de dinle ilgisi olmadığı halde. Yine laik olmadığı halde laikliği nasıl kullanmak istiyor? Dolayısıyla devlet, hükümet, kemalizm, laiklik konuları doğru kavranılmalıdır. Devlet hem dini himaye ediyor, hem laikliğe sahip çıkıyor. Hem kemalizme sahip çıkıyor, hem devlet içinde anti-kemalist çevreler sözde yaratılmak isteniliyor. Bütün bunlar demagojidir ve bu yönleri iyi kavramak gerekiyor. Bunun yanında Aleviliğin tarih boyunca direnişçiliğini, yine Kürt-Alevi iç içeliğini, yine ulusal kurtuluş mücadelemizin bunu en anlamlı biçimde birleştirdiğini çok iyi görmek gerekiyor. Öte yandan ilericiliğin, devrimciliğin, sosyalizmin Kürt-Alevi olgusuyla ancak hayat bulacağını, yaşama geçebileceğini iyi görmek gerekiyor. Bu konuda birlikteliği iyi sağlayarak, halkların mücadele birlikteliğine ulaşmak, bu temelde bir gerçekliği ısrarla vurgulamak, hem iyi anlaşılmak ve hem de gerekleri çok iyi yerine getirilmek durumundadır. Bunlar önemli gerçeklerdir.

lerine saptırılamaz, vazgeçilemez, ertelenemez bir biçimde sahip çıkacaktır. Halklarımızın tarih boyunca dini gereklerine, direnişçi özlerine, eşitlik, adalet yanlarına sahip çıkarak, dini art niyetli kullanma anlayışlarına karşı çıkarak ve sosyalizmin, demokratlığın da doğru temsilini yaparak, devrimci savaşı, özel savaşa, kontrgerillaya dayatarak şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da sonuç almaya çalışacaktır. Şimdiye kadar nasıl bütün oyunları boşa çıkarmış ve devrimci çabaları ortama egemen ve başarılı kılmışsa, bundan sonra da aynısını başarıyla yerine getirecektir. Hiçbir provokasyon ve gündemi saptırma girişimi halklarımızın devrim seçeneğini örtbas etmeye, boşa çıkarmaya yetmez. Esas olan devrimdir, halkların eşit ve özgür birlikteliğidir. Zafere doğru koşan devrimci savaşımdır. PKK gerçekliğini yakından bilen, özel savaşı ve onun her türlü uygulamalarını da anlamakta zorluk çekmezler. Ama bütün aydınlar bunu bilmiyor, kamuoyu özellikle bu konuda bilinçsiz. Bize düşen, partimizin ideolojik-politik

Ayrıca PKK’ye dayatılan katliamların niteliğini asla gözardı etmemek gerekir. PKK’nin önderlik ettiği ulusal kurtuluş savaşımı, yine Kürdistan’daki büyük altüst oluşu çok iyi değerlendirmek gerekiyor. Bu arada katliamları, Kürdistan’ı boşaltma çabalarını, Ermeni katliamını bile geride bırakan yaklaşımları iyi görmek, bu konuda temel görevleri bir an bile gözardı etmemek gerekiyor. Yine sahte demokratlık, laiklik yaklaşımı çok iyi görülmelidir. Bu kavramlara doğru içerik kazandırmak kadar, mücadele içinde sahip oldukları yere göre yaklaşım gösterilmelidir. Eğer bütün bu konularda doğrular yakalanır, yanlışlar, demagojiler, her türlü saptırmalar boşa çıkarılırsa, devrimci görevlerimize doğru yaklaşmış oluruz. Bu temelde halklarımıza dayatılan provokasyonları, katliamları boşa çıkarmış oluruz. Böylece halklarımızın gündemine eşitliği, özgürlüğü esas alan birliktelikler, devrimci savaşım ve onun zaferi sığdırılmış olur. PKK bu konuda ısrarla doğruların amansız takipçisidir. Sadece kavrayış düzeyinde değil eyleme, örgütlenmeye ve savaşa çekmenin de öncü gücüdür. Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da bu konudaki görev-

çizgisini daha geniş açıklayabilmek, örgütleyebilmek ve halklara mal edebilmektir. Aydınlara, Türkiye halkına partimizin ideolojik-politik çizgisini taşırmak, büyük bir görevdir. Şimdiden bu sürece girilmiştir. Dolayısıyla şovenizme geçit vermemeliyiz. Yine aydınların ulusal sorunla, mücadeleyle birleşmelerine ağırlık vermeliyiz. Katledilenlerin çoğunluğu halk sanatçısıydı ve önemli bir kısmı da Kürt kökenli olup, ulusal mücadeleye sempati de besliyordu. Onları mücadelemizin şehitleri olarak anmak, kendilerine sahip çıkmak gerekiyor. Her ne kadar örgütlü mücadele içinde olmasalar bile yükselen mücadelemizin bir soluğu olmaya adaydılar. Biz bu temelde bunları şehit olarak değerlendiriyoruz. Bunların, büyük bir kısmı halkın dini duygularına, insani gerçekliğine saygılıydılar. Pir Sultan’ın kendisi Alevi bir önderdir. Zulme, eşitsizliğe karşı başkaldırmıştır. Katledilen bu sanatçıların büyük bir kısmı da Pir Sultan’la yücelmiştir. Pir Sultan’ı yücelten sanatçılar, halk kahramanlarıdır ve şahadetleri kahramanların şehitlik mertebesindedir, kendilerini saygıyla anıyoruz. Temmuz 1993

37


Özgür Halk

Temmuz 2015

Kemal’e Ermek! Türkçe’de kemale ermek diye bir deyim vardır; bu deyim bilgi ve erdem bakımından olgunluk ve yetkinliğe ulaşmak, tekâmül sürecindeki gelişmesiyle giderek mükemmeli yakalamak anlamına gelir. Alevi inancında insan eksik bir tanrı, tanrı ise mükemmel bir insandır. Mükemmele ulaşma çabası, insanın tanrıya yakınlaşma çabasıdır. Kemal Pir kendi adının gerçek adamıydı. Ali Haydar Kaytan Öfke ve nefret, olumsuzlayan beğeni ölçüleri olarak, bireyde arayışa yol açan iki temel duygudur. Bir şeyi reddetmekten söz ettiğimiz zaman, özünde ona karşı duyduğumuz öfke ve nefreti dile getirmiş oluruz. Değiştirmek istediğimiz şey tamı tamına beğenmediğimiz, başka bir deyişle olumlamayı kesin olarak reddettiğimiz şeydir. Her yeni düşünce başlangıçta bir olumsuzlama hareketi şeklinde gelişir. İnsan kendisini ve kendisiyle birlikte çevresini değiştirmek isteyen bir varlık olarak tanımlanır. Bu da onu çoğunlukla ‘hayır’ diyen bir gerçeklik haline getirir. İnsan aslında bu ‘hayır’ dediklerinin ağır kuşatması altındadır. Yani olumsuzladıkları somuttur, karşısında ve hatta kendi kişiliğinde etkili birer olgu olarak hükmünü sürdürürler. ‘Hayır’ demek, “Ben verili dünyanın ölçüleri ve değerlerine göre yaşamayacağım” demektir. Verili yaşam tarzını olumsuzlaması, kişinin kendisi için yeni bir yaşam yolu çizme cesaretinde bulunmasını ifade eder. ‘Nasıl yaşamalı?’ sorusu, ‘Ben böyle yaşamayacağım’ şeklindeki kararımızı izler. Arayışımız bu soruda ifade-sini bulur. Böyle bir soru, kabul edilebilir bir yaşam için gerekli koşulların hâlihazırda mevcut olmadığına işaret eder. Olumsuzladıklarımız oldukça somut iken, ‘evet’ dediklerimiz neredeyse tamamen soyuttur, yani henüz belki de tasarım aşamasındadır. Ancak özgür ve eşit bir yaşam için gerekli koşullar olmasa da, kendi ilkelerimiz ve ölçülerimiz vardır; verili sistemin dayattığı yaşamı reddeden insanlar olarak, bu ilkeler ve ölçülere göre yaşarız. Koşullarını oluşturduğumuz ölçüde yeni yaşam toplumsal düzeyde gerçekleşme olanağı bulur; koşulları oluşmamışsa soyut yaşamasını bilmek gerekir. Soyut yaşamak, sınıflı cinsiyetçi uygarlık sisteminin kirlerine bulaşmadan, ilkeler ve ölçülere göre yaşamak demektir. Bir lokma bir hırka ile yetinen derviş, bir ilke adamı olarak, özünde böyle bir insanı anlatır. Önder Öcalan’ın işaret ettiği şekliyle bir derviş gibi yaşamak, en ileri ölçüler ve sağlam ilkelerle donanmış büyük insanlara özgüdür.

‘Hayır’ deyip reddettiklerinin kuşatması altında yaşamak, son derece yüksek bir duyarlılık temelinde sağlam bir duruşun sahibi olmakla mümkündür. Duyarlılık, yaşama saygı göstermenin vazgeçilmez gereğidir. Mücadele insanı daima duyarlıdır. Duyarsızlık, gerçekte yaşamla kurulmuş bağın kopma sürecine girmesidir. Duyarsız birey aslında bir tür intiharı yaşamakta; duyarsızlığı temelinde yaşamla bağı sürekli zayıflayan birey her an kendi ölümüne sürüklenmektedir. Bu bir koma durumudur, bir tür bitkisel yaşam halidir, yaşayıp yaşamadığını fark etmemektir, hayatın anlam yitimidir. Sınıflı cinsiyetçi uygarlık sistemi, komadaki hasta durumuna soktuğu bireyin anlamını yitirmiş bir yaşama mahkûm edilmesi karşısındaki duyarsızlığı üzerinde egemenliğini sürdürür. Bu sistem altında insanın özü korkunç bir erozyona uğratılır. Özün süreklileşen aşınması, yaşamda ölçü ve ilkenin silinmesidir. Özüyle buluşma çabası içindeki insan, ölçüleri ve ilkeleriyle yaşayan insandır; yaşadığını, ölçüleri ve ilkelerine bu bağlılığıyla kanıtlar. Sistemin adım adım intihara sürüklediği birey ise yaşamasının kanıtını tüketmekte bulur. Öyle ki, ne kadar çok tüketirse o kadar iyi yaşadığını sanır. Tüketme ve üreme bu bireyin en belirgin işlevleridir. ‘Hayır’ demek; reddettikleri karşısında direniş konumuna geçmek, direniş çizgisinde ısrarlı ve kararlı davranmak, saldırılar karşısında asla boyun eğmemek, bunun için daha başından sırtında çarmıhıyla özgürlük yürüyüşüne çıkmak demektir. Çarmıhını sırtında taşıyacak denli bir özveriyle eylem alanına giren insan, raha-ta asla tenezzül etmeyen insandır. Tüketici tip ise hep huzur içinde yaşamak ister ve bu haliyle yonca tarlasında işkembesini şişirip çimenler üzerinde yatarak geviş getiren bir öküzü veya ineği andırır. Öteki biçimleri bir yana, nefsini terbiye etme gibi en şiddetli savaşın içindeki insanın huzuru arzulaması anlamsızdır. İç huzurundan feragat etmek, nefis terbiyesinin gereği ve kaçınılmaz sonucudur. Duyarlılık da zaten bu çerçevede

38


Özgür Halk

Temmuz 2015

gerçek anlamını bulur. Nefis savaşının en büyük savaş olmasının, kişinin kendi içinde derin bir huzursuzluğu yaşamasıyla doğrudan bağı vardır. Bu açıdan neden yaşamak gerektiğini bilmek yetmez, nasıl yaşamak gerekiyorsa ona göre yaşama gücünü göstermek de aynı ölçüde önem taşır. Seçim yapmakla yetinmemek, kendi seçiminin insanı olmak gerekir. İç huzurundan feragat etmenin tam da mücadele insanının en belirgin özelliklerinden birini anlattığı kesindir. Bu noktada kuşatma gerçeğini biraz daha açmak gerekir. Biyo-iktidar bir yönüyle bu kuşatmanın en çarpıcı gerçekleşmesidir. Kapitalist sistem insanın tüm yaşamına nüfuz etmek ister; siyasal ve ekonomik egemenliğini kültürel egemenlikle pekiştirmeye çalışır. Nasıl yaşaması gerektiğini kişiye adeta dikte ettirir. Bu açıdan sistemin

benliğindeki bu savaşımın yarattığı gerilim elbette katlanması zor acılara yol açar. İçteki büyük gerilimin neden olduğu acılara dayanma gücünden yoksun olanların bu tür bir savaşa girişmeleri düşünülemez. Ancak yaratıcılık ve keşfin acıda saklı olduğunu bilenler için gerekli bedeli ödemek fazla sorun teşkil etmez. Bu anlamda büyük devrimciler en çok da rahattan rahatsız olurlar. Eylemsizlik, onları en çok rahatsız eden olumsuzlukların başında gelir. Onlar tepeden tırnağa eylem adamlarıdır. Özgürlük, bir yaratıcı eylemlilik halidir. Kutsal Kitap’ta tanrının iki farklı hali resmedilir; bu resimlerden ilki kural koyup emreden ve cezayla korkutan, ikincisi ise çamur yoğuran tanrı gerçeğidir. Eylem içindeki her devrimci, öncelikle yoğurduğu çamurdan kendini yaratan bir tanrı veya tanrıçaya benzer. Devrimci yaratı-

en yoğun ve sonuç alıcı saldırısı kültürel cepheden geliştirdiği saldırıdır. Bu saldırı karşısında sağlam bir duruş sergilenmedikçe, öteki cephelerde büyük zaferler kazanılsa bile, bunların hiçbir değeri yoktur. Sistem siyasal ve askeri alanlarda fethedilse dahi, fethedenlerin fethedilmesi ve böylelikle sistem içine çekilmesi kaçınılmazdır. Bu durumda oynanan, sistemin asi çocukları rolüdür: Oğul ya da kız baba ocağına isyan bayrağını açmış, babayı yenilgiye uğratarak mirasını devralmıştır. Önder Öcalan’ın sözünü ettiği sistemin mezhebine dönüşmek; pratikte, bu tarzda hayat bulur. Kuşatma altında yaşamak, kuşatmayı yarıp çıkma hedefinden sapmaksızın her an tetikte olmayı, sürekli durum değerlendirmesi yaparak kendi gerçekliğini gözden geçirip eksikliklerini gidermeyi, düşmanın içerideki Truva atı konumundaki zaaflarına yenilmemeyi, daha doğrusu kendini yenilmez bir irade sahibi kılmayı emreder. Tüm bunlar tayin edici savaşın içte yaşandığının açık göstergeleridir. Nietzsche’nin dediği gibi, “dans eden bir yıldız doğurmak isteyen, önce kendi içinde büyük taşkınlıklar ve kaos yaşamak zorundadır.” Kişinin

cılık en görkemli eserini kendi kişiliğinde gerçekleştirir. Gerçek anlamda yeni insan, yaratıcı emeğin ürünü olan en anlamlı sanat eseridir. Kendini yaratan ve bu eylemiyle kendi gerçeğini doğrulayan insan gerçek anlamda öncü insandır. Hemen herkes özgürlüğe sonuna kadar bağlı olduğunu düşünür; kişi hak ve özgürlüklerinin hukuksal bir çer-çeveye kavuşturulmasıyla özgürlüğü yaşayacağına inanır. Ancak bu bir yanılgıdır. Özgürlük yasal düzenleme-lerle gelmez, kararnameler yayınlamakla özgürlüğe hayat verilmez. Sınıflı cinsiyetçi uygarlık sistemi altında alabildiğine ağırlaşan kişilik problemiyle uğraşan bilim adamları da bu gerçeği ısrarla vurgular; “İçimizden biri kalkıp akşamdan sabaha tam bir özgürlük ve öz düzenleme yöntemi kursa, insanlık tarihinin gördüğü en büyük yıkım bir anda hepimizi silip süpürürdü” derler. Dolayısıyla hukuksal düzenlemelerin kerametine sığınıp tüzükte yapılan değişikliklerle özgürleştiklerini sanan sözde örgüt adamları sadece kendilerini kandırırlar. Kişilikteki beş bin yıllık devasa kirlenmeyi ve bunun son uygarlık sistemi altında aldığı akıl almaz boyutları

39


Özgür Halk anlamadan, kişilik devriminin neden bütün devrimlerin anası olduğu yeterince anlaşılamaz. Kişilik devrimi yaşanmadan da hiçbir devrim gerçek anlamını bulmaz. Bu öze ilişkin bir devrimdir, yani başkalarının katkılarıyla zafere doğru yol almaz. Hem kendisinin amacı hem de bu amaca varmakta kendisini en sonuç alıcı araç olarak değerlendiren insanlar eliyle hayat bulur. Arınmayı sağlayan bu devrim, ‘tarihin gördüğü en büyük yıkım’ sonucunda hedefine ulaşır. Bu yıkımın gerilimi, her şeyi yerle bir eden tufanın ortasında yol alan Nuh’un gemisindeki yolcuların yaşadığı gerilimden hiç de az değildir. Buna dayanma gücünü kendilerinde bulamayanlar böylesi bir maceraya atılamazlar. Sanat bir yaratıcılık tarzı ve eylemiyse, en büyük sanatçı kendini yaratan insandır. Acaba hayal etmeden sanat yapılır mı? Örneğin heykeltıraş, kaba mermeri kalem ve çekiçle biçimlendirmeye başlamadan önce yaratacağı eseri beynine resmeder. Mermer üzerindeki kaleme inen her bir çekiç darbesi, komutunu beyindeki bu resimden alır. Sanatçının elleri hayallerinin emrindedir, deyim yerindeyse sanatçıya hükmeden eseridir. Eylem adamı olarak bir devrimci de bir bakıma aynı yolu izler. Özgürleşme yoluna girmek, en uyanık haliyle düş

Temmuz 2015

mal Pir gibi karanlığın ortasında aydınlık geleceğe ışık tutanlar da vardır ve onlar özgür geleceğe olan devrimci inancın fethedilmez kaleleridir. Onlar düşleriyle bile düşmanlarına korku salmaktadır. Çünkü hayaller gümrüğe tabi değildir, pasa-port kontrolü kuyruğuna girip sınırları geçmez, tel örgüler ve yüksek nöbetçi kulelerine aldırış etmez, kurşun-larla alt edilemezler. Gelecek hayalinin düzen gerçeğini ve gerçekçilerini korkuya boğması bundandır. Klasik mekanikte ya da kartezyen felsefenin damgasını vurduğu sistemde, evren gibi toplum da bir makine-ye benzetilir. Birey parçalardan oluşan bu matematik toplamın alelade bir sayısıdır. Bütünü anlamak için par-çalara bölme yöntemine başvurulan bu sistemde, makinenin her parçası kendi başına bir işleve sahiptir ve her parçanın kendine özgü özellikleri vardır. Bu anlamda bireysellikle evrensellik arasında bir karşıtlık söz konusudur. Ancak Önder Öcalan bunun doğru olmadığını bize gösterdi. “Kuantumla kozmosun orta yerinde duran insana da ‘mikro kozmos’ diyoruz. Çıkan sonuç şudur: Her iki evreni, kuantumu ve kozmosu anlamak istiyorsan insanı çöz” dedi. Çünkü insan evrenin bir özetidir. Maddenin özünü enerji oluşturur. Öteki halleri bir yana, dünyanın koca kütlesiyle güneş etrafında dönmesini sağlayan enerjiye benzer bir enerji insanda da vardır. Düşünen madde olan insanı çözmek, bir yönüyle insandaki bu enerjiyi açığa çıkarmaktır. Kendini tanıyan ve eksikli bir varlık olduğunun bilinciyle kendini tamamlamanın süreklileşen çabası içinde bulunan insan, er veya geç kendinde evrenin ve insanlığın gerçekleştiğini görür. İnsan, doğa ve toplumla ilişkisi içinde ve bu ilişkiyi çözme temelinde kendi gerçekliğinin bilincine varır. Kendi başına olmak anlamsızlıktır. Doğa-dan ve toplumdan soyutlanmış haliyle insanı tanımak olanaksızdır. Kemal Pir gerçek dava adamıydı. Bir özgürlük sevdalısı olarak Kemal Pir, kendini insanlığın ve halkların özgürlüğüne adamıştı. Kemal’i tanımak isteyenler, Kürt halkının dizginlenemez özgürlük tutkusuna bakmalıdır. Halkımızın bu tutkusu Kemal’in özgürlük tutkusunun bir yansıması, daha doğrusu Kürt halkında bereketli bir toprağa kavuşmasıdır. Statüsüz bir köleliğe mahkum edilmiş bir halkı yumruk büyüklüğündeki yüreğine sığdırmak, onu kendi benliğinin kapsam alanına dahil etmek, kendini de kendi halkında gerçekleştirmek, halka olan sevgisini bu biçimiyle ete kemiğe kavuşturmak: Kemal Pir işte buydu. Halksız devrimciliğin kaç metelik değeri vardır? Her an halkını yaşamayan, onun acılarını ve sevinçlerini tüm şiddetiyle hissetmeyen, bu çerçevede devrimciliği bir halka hizmet yarışı olarak ele almayan birine nasıl devrimci denilebilir? Bağrından çıktığı halkı bir yana bırakın, “Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir insanın suratında patlayan bir tokadın acısını kendi yanağında hissetmeyen” biri evrenselliği yakaladığını nasıl iddia edebilir? Böyle biri, her bir halkın birer nehir gibi aktığı büyük özgürlük okyanusunda birleşmelerinin rüyasını görebilir mi? Sınıfsız, sömürüsüz ve şiddetten arınmış barış dolu bir dünya özlemi ve amacının kendisi de zaten bu değil midir? Teslimiyet ve ihaneti devrimci tutsaklar şahsında Kürdistan’a ve Kürt toplumuna yeniden egemen kılmayı anlatan imha saldırısına karşı gelişen Büyük Ölüm Orucu Direnişine başlarken, Kemal Pir’in “Oh be, özgürlük

Gerçek anlamda yeni insan, yaratıcı emeğin ürünü olan en anlamlı sanat eseridir. Kendini yaratan ve bu eylemiyle kendi gerçeğini doğrulayan insan gerçek anlamda öncü insandır. görmektir. Che Guevara, “İnsan düşlerinin büyüklüğü ölçüsünde özgürdür” derken bu gerçeğe parmak basar. Önder Öcalan da günümüz dünyasında gerçek denilenin yalan, efsane denilip kaçılanın da gerçek olarak görülmesi gerektiğini söyler. Bu anlamda bizim çoğunlukla ‘gerçekçi’ davrandığımızı, buna karşılık Önder Öcalan’ın ‘hayalperest’ olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Gerçeği güncelin sınırları içinde arayan ve güncel olana göre yaşayan kişi mucizevî olanı başaramaz. Şu yargının doğruluğundan kuşku duyulamaz: Günümüzün gerçekçiliği gerçeğin eli kanlı katilidir. “Ben bu hareketin geleceğinde zaferi görüyorum”: Bu sözler PKK Hareketine ve Önderliğine olan sarsılmaz inancını haykıran büyük eylem adamı Kemal Pir’e aittir. Bu sözlerin yüz binlerin ayakta hep bir ağızdan özgürlük şarkıları söylediği Amed Newroz’unun şahlandırdığı heyecana benzer bir heyecan ortamında dillendirilmediğini kuşkusuz herkes bilir. Bu cümlenin haykırıldığı yer, 12 Eylül rejiminin askeri mahkeme salonudur. Tutulduğu cezaevinde görülmemiş bir tecrit ve izolasyon uygulanmakta, devrimci tutsaklar her saniyesi ölüme bedel bir zulüm ve işkence altında kendi inançlarını kusmaya zorlanmaktadır. Dışarıdaki yoldaşları hakkında kırıntı kabilinden bir bilgi bile yoktur. Teslimiyet eğilimi güç kazanmıştır. Dünün kimi geçici yol arkadaşları düşmanla kol kola girip efendilerine yaranmak için cellâdın yamaklığına soyunmuşlardır. Bir umut kırma operasyonu olarak faşizm, istediği sonucu alacağından emindir. Ama Ke-

40


Özgür Halk

Temmuz 2015

ne kadar güzelmiş!” dediği söylenir. Bedenini eriterek kararlılıkla kendi biyolojik ölümüne doğru yol alan bir devrimcinin bu sözleri, özgürlüğün paha biçilmez değerini ortaya koymak kadar, onun tanımını da bize verir. Özgür yaşamak uzun yaşamayı güvence altına almak değil, anlam zamanına uygun yaşamaktır. Anlamını yitirmiş hayat, hayat değildir. Özgür yaşamak eylemlilik durumuna denk düşer, eylemsizlik özgürlüğün yokluğudur. Özgürlüğe ulaşılması gereken uzak bir hedef gibi yaklaşılamaz, özgürlük yaşanır. Bedensel tutsaklık, ruhun özgürlükten kopartılmasına yetmez. Önder Öcalan PKK Hareketi ile Kürdistan’da yaşanan gelişmeyi bir özgürlük yürüyüşü olarak tanımladı. Dolayısıyla aydınlık geleceğe yol aldıran ayakları olan insan özgür insandır. Kemal Pir fethedilmiş özgürlük kadar özgürlüğün fethetmesidir. Kemalleşmek özgürleşmek, özgürleşmek Kemalleşmektir.

belirgin özelliği halini alırdı. Kapitalist sistem, görünürde yaşanan müthiş koşuşturma ve hareketliliğin altında, insanı dehşet veren bir atalete mahkûm eder. Sürüleştirme pratiğine hüküm giymiş insanın hareketiyle hayvan sürüsü ve sürünün her üyesinin hareketliliği arasında tipik bir benzerlik vardır. Üyelerin sürüyle birliği esasta güdüseldir, yani bu birliktelik üyenin bilinçli seçimini yansıtmaz, bu açıdan bilinç açıklığına dayanmaz. Bu tip insan yalnızlığa dayanamaz, ama yalnızlıktan kurtuluşun yolunu özgürleşmekte ve özgürleşerek çoğalmakta bulmaya da yanaşmaz, sürüye ayak uydurmak onun için yalnızlıktan kurtulmanın yegâne tesellisidir. Koşuşturması hep ‘yeşil çayır’ arayışına endekslidir. Dağa bakan öküzün çayır görmesi gibi, tüketmeye kilitlenmiş insan da midesi ve cinselliğinin yönlendirmesiyle eylemde bulunur. Komuta mevkiini

Kemal Pir, karanlığın kana kana memelerinden içtiği bir ışıktır. Vermek ve vererek aydınlatmak ışığın özelliğidir. Fukaralık paylaşılamaz; paylaşmak için paylaşacağınız şeylerin bulunması gerekir, ancak zengin olan paylaşabilir. Burada hiç akla gelmemesi ya da en son gelmesi gereken maddi değerlerle ifade edilen zengin-liktir. Devrimciler için zenginlik teorik kapasitedir, ideolojik birikimdir, tarz yetkinliğidir, duruş sağlamlığıdır, güçlü tempodur, ruh ve duygu yüceliğidir, özgür kişiliktir, örgütçülük yeteneğidir, kazanma azmi ve iradesidir. Devrimci başkasıyla bu değerleri paylaşır, paylaştıkça çoğalır, çoğalarak daha da zenginleşir. Kemal Pir bu yönüyle en zengin devrimcilerin başında geliyordu. O, “Ben günde elli değişik insanla konuşmasam, yüz farklı sima görmesem yaşayamam” derdi. Bunun yanı sıra karşısındakine verirken hissettirmez, alanda minnet ve borçlanmışlık duygusu uyandırmazdı. Bu nedenle herkes Onun yanında kendini özgür ve güçlü hissederdi. Onun bulunduğu yerde hayat en diri özelliğiyle akış halinde olur, canlılık ve akışkanlık yer aldığı ortamın en

tutmuş açlık güdüsü ve cinsel güdü, bu insanı tüketme ve üreme dışında bir şey düşünemez duruma düşürür. Eylemden ve eylemekten anladığı şey bu iki güdünün tatminidir. İlk sınıflı toplumun kölesi bile başlangıçta bu duruştan fersah fersah uzaktadır. Böyle bir köle her şeye rağmen yitik cennetine yeniden kavuşmanın hayaliyle yaşar. Oysa genelleşmiş ve derinleşmiş modern çağın köleliği kendi hayallerinin mezarlığı üzerinde biyolojik bir yaşam sürdürür. Zırhlı kişiliğiyle dışarıdan her türlü olumlu etkilenmeye kendisini kapatır. Buna karşılık, Kemal Pir tarzı eylemcilik, ölüm kokusunun sindiği kapitalist çağ köleliğinin ataleti ve eylem-sizliğinin panzehiridir. Hayatı her hücresiyle duyumsayarak yaşamak, hayata duyulan saygının hakkını bu biçimde ödemek, kapitalist sistemin hayat üzerindeki katliamına karşı mücadele bayrağını yükseltmek ve ölüme karşı hayat cephesinde ölümüne yer almak, Kemal Pir tarzı eylemci hayatı yüceltme biçimidir. “Biz hayatı uğrunda ölünecek kadar severiz.” Kemal Pir’in yaşam felsefesi işte budur. Hayat belki de kendini en soylu bi-

41


Özgür Halk çimde bir devrimcinin onu savunmak için kendi hayatını ortaya koyuşunda doğrular. Başka bir de-yişle şahadet, o soylu özgür yaşamın tüm heybetiyle doğrulanmasıdır. Şehit de zaten bu nedenle ölümsüzdür. Önder Öcalan, “Şehitler yaşamın en diri güçleridir” derken kastettiği özünde budur ve bu anlamda PKK Kemal’lerin partisidir. İncil’i okuyanlar bilirler; İsa’nın birçok mucizevî eyleminden bahsedilir. Temas ettiği kör görmeye, felçli yü-rümeye başlar. Dokunarak iyileştirmek, izleyicilerinin İsa’ya yakıştırdığı mucizevî bir eylemdir. İsa’ya atfe-dilen bu eylemleri elbette mecazi anlamları çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bakarak görüp de seçmesini bilmeyenden daha kötü kör, özgürlüğe yürüyecek ayaklardan yoksun kişiden daha ağır felçli düşünülebilir mi? PKK öncesinde nasır bağlamış yüreğiyle Kürt insanı körden daha kör, sağırdan daha sağır, felçliden daha felçli değil miydi? Kemal Pir ile birlikte yaşama şansını bulmuş bizler, Kemal’in İsa’nın eylemine benzer nice eylemine tanıklık ettik. Bizim saatlerce dil döküp de ikna edemediklerimiz, Onun on dakikalık konuşmasıyla bambaşka bir insana dönüştüler. O beyinler ve yüreklerin fatihiydi. Ancak Onun fethettiği her beyin ve yürek artık eski be-

Temmuz 2015

kiyle donanmış mevkilere gelmedi. Aynı şekilde yetki kullanan organların emirleriyle de iş yapmadı. Çünkü O dopdolu yaşamanın yaratıcı ve üretken bir eylemcilikten geçtiğini çok iyi biliyor, arkadaşlarının tanımıyla çoğu zaman tek başına bir parti gibi çalışıyordu. Yüksek duyarlılık herkesten daha fazla Kemal Pir için geçerliydi. Aydınlık bilinci, özgür geleceğe inancı, bu inanç üzerinde gelişen pratiğiyle yoldaşları ve dostlarının engin sevgi ve hayranlığını kazanmak kadar düşmanlarına da saygı telkin eden örnek bir devrimciydi Kemal Pir. Önderlik gerçeğini herkesten önce O kavradı; Önder Öcalan’ın dehasını herkesten önce O fark etti; Önderlikle yoldaş olmanın gururuyla yaşamayı herkesten fazla O hak etti. Bu yüzden insanlar ateşin etrafında dönen pervaneler gibi Ona koştular, gittiği her yerde Onun etrafında biriktiler, Onu bir insanın bakıp da içinde kendi gerçekliğini görebileceği en güzel ayna gibi değerlendirdiler. Onunla birkaç dakikalık konuşma olanağı bulanlar yanından kırk yıllık dostlarıymış gibi ayrıldılar, Ona asla yabancılık çekmediler. Bu açıdan Kemal Pir yalnızca yiğitlik timsali bir eylemci değil, gerçek bir halk adamıydı. Kemal Pir bir sosyalistti. Sovyetler Birliği’nin sosyalizmden uzaklaştığının farkındaydı. Sosyalizm sosyal mücadelelerin bilimiydi. İnsanın sosyalleşme mücadelesi öz olarak bir sosyalizm mücadelesiydi. Dolayısıyla sosyalizmin kökleri insanlık kadar eskiydi. Başkan APO’nun deyişiyle, sosyalizmden kuşku duymak, insandan ve onun toplumsal gerçeğinden kuşku duymak demekti. Apocu Hareket her zaman özgün bir duruşun sahibi oldu. Taklide ve kopyacılığa düşmedi; reel sosyalizme eleştirel yaklaştı; bilimsel sosyalizmin yaratıcı özünü yakalamaya çalıştı. Daha da önemlisi, ağırlığı pratik uygulamaya verdi; sosyalizmi bir yaşam biçimi haline getirmek için müthiş çaba harcadı. Bu yüzdendir ki, eski paradigma yanlıştı diyerek her şey yeniden yaratılacakmış gibi toptan bir ret yaklaşımı içine girmek, bir başka uçtan münkirlik yapmaktır. O zaman geçmişte olduğu gibi günümüzde ve gelecekte de Onun gibi yaşamalıyız dememiz gereken Kemal Pir’e saygısızlık etmiş oluruz. Yeni paradigmanın öngördüğü sosyalizm, Kemal Pir’in yaşamında somutlaşan sosyalizmdir. Sosyalist olmak, İNSAN olmaktır ve Kemal Pir budur. Kürt halkının yok oluş sürecinden çekilip varolma mücadelesine yöneltilmesi ve bu temelde mucizevî bir dev-rim olan diriliş devriminin zaferle taçlandırılması sosyalizmin eseridir. Çanak yalayıcılar bu gerçeği anlayamaz. İnsanı insan yapan sosyalizmle buluşmadan, bu temelde Öncü İnsan’ı kazanmadan, ulusal ve insanı değerlerinden önemli ölçüde kopartılmış, dehşet verici boyutlarda kimlik erozyonunu yaşayan ve adeta kendisi olmaktan çıkarılmış olan bir halkı kendisi olma mücadelesi vermek üzere harekete geçirmek imkânsızdı. Kaldı ki, Apocu Hareket Kürt direnişini geliştirmede Sovyetler Birliği’nin desteğini kazanmayı olmazsa olmaz bir koşul olarak görmedi. Bizim öz güç ilkesi dediğimiz bir ilkemiz vardı ve sosyalizmimizin ayırt edici bir özelliği bu ilkeyi her şeyin üstünde tutmamızdı. Varolacaksak kendi halkımızın özgücüyle varolacaktık. İster ABD’ye ister SSCB’ne ait olsun, herhangi bir pazarda kendimizi pazarlamak ve karşılığında ‘özgürlüğümüzü’ satın almak derdine düşmedik. Beyin ve yürek gücü kazanmışsan özgürleşirsin; Kemal Pir gibi engin güç kaynaklarına

Özgürleşme yoluna girmek, en uyanık haliyle düş görmektir. Che Guevara, “İnsan düşlerinin büyüklüğü ölçüsünde özgürdür” derken bu gerçeğe parmak basar.

yin ve yürek değildi. Kemal Pir’in önünü açtığı değişim ve yenilenme en anlamlı şekliyle beyinler ve yüreklerde vücut buluyordu. Öyle ya, gerçeği değiştirmek isteyen insan öncelikle gören gözü, işiten kulağı, çözümleyen beyni ve hisseden yüreği yakalamak ve yeniden yaratmak zorundadır. Girişte öfke ve nefretten söz ettim. Olumsuzlayan bu iki duygunun anlatımıyla konuya giriş yapmanın Kemal Pir gerçeğiyle ne ilgisi var diye düşünenler olabilir. İlgisi elbette var. O kapitalist sisteme müthiş öfke duyu-yor, onun dayattığı yaşam tarzından nefret ediyordu. Kemal Pir insana köleliği dayatan her sistemin amansız düşmanıydı ve bu düşmanlıkta sınır tanımazdı. Lenin, köle doğdu diye bir insanın asla suçlanamayacağını söylüyor, “Ancak kendi köleliğinin farkına varan bir köle bu köleliğe karşı mücadele etmiyor; bunun da ötesinde onu meşrulaştıran tutumlar içine giriyorsa, böyle bir köle haklı olarak her özgür insanda tiksinti ve nefret duyguları uyandıran aşağılık bir asalak ve hayvandır” diyordu. Bu belirlemenin Kemal Pir açısından da ilkesel bir değer taşıdığını iyi biliyorum. Köleliğe öfke ve nefretinizin keskinliği özgürlüğe bağlılığınızın düzeyini de belirler. Vitrine çıkarılmış burjuva yaşam tarzına imrenerek bakan birinin özgürlükle ilişkisi ne denli sağlam olabilir? İsa’dan ödünç alınmış bir benzetmeyle açıklamak gerekirse, burjuva yaşamı kireç vurulup beyaza boyanmış mezarlığa benzer, uzaktan güzel görünür; ancak içi her türlü murdarlık ve çürümüş kemik yığınlarıyla doludur. Kemal Pir hiçbir zaman yetkiyle hareket etmedi, yet-

42


Özgür Halk sahipsen özgürlüğünü kazanırsın. Halkımız “Sen eşek olmayı kabul ettikten sonra semer vuran çok olur” der. Özgürleşmek, işbirlikçi ihanet çetesi gibi hızla Büyük Efendi’nin semerine koşmak değil, her türlü semerden kurtulmaktır. Sosyalizm işte budur. Kemal Pir, sosyalist düşünce ve inançları ve bedeni dışında bir silaha sahip olmaksızın, diriliş devriminde ilk adımlarını atmış halkımızı yeniden mezara gömmek üzere düzenlenen 12 Eylül komplosuna karşı kazanılmış zaferin adıdır. 12 Eylül darbesi de tıpkı 9 Ekim komplosu gibi bir uluslararası komploydu; ABD’nin yönlendiriciliği altında tezgâhlanmış, Avrupa’nın onayını almış, İsrail’in desteğini kazanmıştı. Bu komplonun hedefi Türkiye’deki demokratik halk hareketi ile Kürdistan’daki ulusal diriliş mücadelesini tasfiye etmekti. Bu temelde Kürdistan’da sözcüğün gerçek anlamında bir vahşet yaşatıldı. Dışarıda belli ölçüde sonuç alan faşist darbeciler tüm öfkelerini devrimci tutsakların üzerine kusmaya başladılar. Her saniyesi ölüme bedel korkunç bir zulüm ve işkence eşliğinde herkese Türklüğü dayattılar. Başlangıçta Şahin Dönmez’i ve ardından Yıldırım Merkit’i yanlarına çekip, ‘Genç Kemalistler Birliği’ adını verdikleri bir ihanet çetesi oluşturdular. İstis-nasız her tutsağı bu çeteye dahil etmek istiyorlardı. Onlara göre ölüm ya da Türklüğe dönüş –ihanet- dışında üçüncü bir yol yoktu. Türkleşmeyen yok olacaktı. Bu vahşet koşullarında Apocu Hareketi savunmak için toplu iğne başı kadar bir fırsatı değerlendirmek hayati öneme sahipti. Kemal, Hayri ve Mazlum gibi Apocu Birliğin en seçkin üyeleri, emir-komuta düzeni içinde işleyen en gerici mahkemelerde bile son derece anlamlı savunmalar yaptılar. Yargılanmak istenirken yargıladılar. 12 Eylülcülerin mahkûm etmek için müthiş çaba harcadıkları PKK Hareketi’nin gerçek kimliğini ve insani özünü tüm dünyaya gösterdiler. Bu ortamda Apocu Hareketin bittiğini iddia eden faşist mahkeme heyetine, Kemal Pir, “Bu hareket bitmez. Abdullah Öcalan tek başına kalsa bile, hareketi yeniden örgütlendirip mücadeleyi başlatır” diyordu. Herkese ‘sen’ diye hitap eden ve ses tonunda aşağılamanın açıkça sezildiği mahkeme başkanı, sıra Kemal Pir’e geldiğinde kendisine ‘siz’ diye hitap etmek zorunda kalıyordu. İşte Kemal Pir, düşmanlarının bile saygısını kazanmış böylesi bir yiğitlik abidesiydi. Apocu Hareketi savunma görevi başarıyla gerçekleştirilmişti, ama savunma farklı biçimlerde devam ediyordu. Çünkü komplo hala yürürlükteydi ve hedefine ulaşacağından emindi. Lanetli tarih tekerrür ettirilmek isteni-yordu. Devrimcilerin temel görevi buna izin vermemekti. Başkan APO’nun sözleriyle ifade etmek gerekirse, lanetli tarihi tekerrür ettirmemek için komploya karşı direniş bir onur sorunu olarak ele alınmalıydı. Bundan

Temmuz 2015

sonra gelişecek eylem biçiminin ilk işaretini Mazlum Doğan verdi. Mazlum, üç kibrit çöpüyle yaktığı Newroz ateşinin kendi ardılları tarafından daha da gürleştirileceğini biliyordu. Nitekim Dörtler (Ferhat Kur-tay, Mahmut Zengin, Eşref Anyık ve Necmi Öner) ateşe verdikleri bedenleriyle halaya durarak ışığı çoğalttılar. Alev alev yanan Dörtler, su dökerek kendilerini kurtarmaya çalışanlara, bedenleri birer meşaleye dönüş-mesine rağmen, “Ateşi söndürmeyin, ateşi söndürmek ihanettir, ateşi daha da gürleştirin” diye haykırıyorlardı. Ateşin içinden gelen bu emrin anlamı açıktı: Newroz ateşi sönmemeliydi; Mazlum’la çakılan direniş kıvıl-cımı bozkırı tutuşturmuş bir yangına dönüşmeli ve ihaneti yakıp kül edinceye kadar gürleştirilerek devam ettirilmeliydi. Kemal Pir her iki eylem karşısında biraz eziklik duymuştu. Her defasında “Böyle bir eylemi yapmak bize dü-şerdi” demişti. Teslimiyet tüm zindan ortamına hâkim kılınmıştı ve ihanete doğru götürülüyordu. Kemal kendisini de bundan sorumlu tutmuştu. Arkadaşlarına, “Ben yenilmiş bir ordunun komutanıyım. Bu yüzden geli-şecek bir eylemde başı çekmek istemiyorum. Ancak bir arkadaşımız eyleme karar verirse, kendisine katılacak ikinci kişi ben olacağım” diyordu. 14 Temmuz günü Hayri Durmuş mahkeme salonunda nedenlerini ortaya koyup ölüm orucu eylemine başladığını ilan ettiğinde, Kemal de eyleme katılacağını belirtmişti. Hayri o gün çocuklar gibi sevinçliydi. “Başardık, başardık; altı kişiyle başardık” diyerek sevincini ortaya koyuyordu. Komplo tutsaklara siyasal ve ulusal kimliklerini inkâr etmeleri karşılığında biyolojik bir yaşam olanağı sunarken, onlar buna ölümde yaşamı yaratma eylemiyle karşılık veriyorlardı. Kendilerine ait bedenleri her gün damla damla eriyip birer kemik yığınına dönüştüğü zaman zafer kendilerinin olacaktı. Fiziksel ve biyolojik ölüme karşı ölümsüzlüğün zaferi buydu. 12 Eylül komplosu bu soylu direnişle bozguna uğratıldı. Türkçe’de kemale ermek diye bir deyim vardır; bu deyim bilgi ve erdem bakımından olgunluk ve yetkinliğe ulaşmak, tekâmül sürecindeki gelişmesiyle giderek mükemmeli yakalamak anlamına gelir. Alevi inancında insan eksik bir tanrı, tanrı ise mükemmel bir insandır. Mükemmele ulaşma çabası, insanın tanrıya yakınlaşma çabasıdır. Kemal Pir kendi adının gerçek adamıydı. O insanı insan yapan erdemlerin özeti, bilgi ile pratik birliğinin devrimci ustasıydı. Mükemmelin arayışı olmadan, aynı anlamda kemale ermenin kesintisiz çabası içine girmeden gerçek Apocu olunamaz; Apocu olmadan PKK’lilik yakalanamaz; PKK’lileşmeden Önder Öcalan’la yoldaşlık yapılamaz. Apocu Harekete katılmış herkes için şimdi Kemal’e ermenin zamanıdır.

43


Özgür Halk

Temmuz 2015

33 Kurşun’dan Roboski’ye Değişmeyen Katliam Zihniyeti Faşist Ulus Devlet Gerçeği Kürtler adına hiçbir şeyin gelişmesine izin vermemeyi ilke edinmiş bu zihniyet, Hitler ve Mussolini’den daha tehlikeli bir zihniyettir. Tekçi, farklı renklere tahammülü olmayan karanlık bir zihniyettir. Yapılanın yapanın yanında kar kaldığı haksız ve adaletsiz bir zihniyettir. Yapılan katliamları açığa çıkartmadığından suçlu bir zihniyettir. Sinan Şahin Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız Karşıyaka köyleri, obalarıyla Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, Komşuyuz yaka yakaya Birbirine karışır tavuklarımız Bilmezlikten değil, Fıkaralıktan Pasaporta ısınmamış içimiz Budur katlimize sebep suçumuz, Gayrı eşkiyaya çıkar adımız Kaçakçıya Soyguncuya Hayına...

1. Mecliste Anadolu’da yaşayan tüm halklar ve inançlar kendi özellikleriyle katılmışlardır. Kurtuluş savaşı olarak adlandırılan bu savaştan başarıyla çıkışın en önemli nedeni bu yaklaşımın esas alınmasıdır. Yani kurtuluş savaşının başarıya ulaşmasının en temel nedeni, Anadolu halklarının demokratik temelde birlikte bir arada yaşamaları ve mücadele etmeleridir. Kurucu meclis olarak adlandırılan birinci meclisin ruhu da budur. Ancak emperyalist güçler kendi aralarındaki çelişkilerini dondurup geri plana aldıktan sonra Türk ulus devletiyle çeşitli ilişki ve ittifaklar geliştirerek, Lozan konferansıyla birlikte savaşı bitirmişlerdir. 24 Temmuz 1923 yılında Lozan konferansıyla savaşın bitirilmesi ve Türk ulus devletinin tanınması Sovyetler birliği sayesinde olmuştur. 17 Ekim sosyalist devrimiyle farklı ve alternatif bir sistem oluşmuştu. Türkiye’deki halkların demokratik ittifaklarını yaparak emperyalist güçlere karşı savaşması, Türkiye’yi Sovyetler birliğine yakınlaştırmıştı. Zaten kurtuluş savaşının devam ettiği süreçlerde, Türk ulus devletini ilk tanıyan ülke Sovyetler Birliği olmuştur. Lenin, Türkiye’yi emperyalist sistemden koparmak, mümkünse demokratik-sosyalist değerlere çekmek için bu yola başvurmuştu. Lenin’in bu hamlesini gören emperyalist ülkeler, Türk ulus devletinin Sovyetlerle ittifakını engellemek ve yeniden kendi sistemlerine yedeklemek için Lozan konferansında birçok taviz vermişlerdir. Emperyalistler ve sosyalistler arasındaki bu durum Türkiye’nin jeopolitik durumunu daha da arttırmıştır. Artık Türkiye’yi yanına almak isteyen sistem daha hesaplı, hatta tavizkâr davranır duruma gelir. Kürt isyanları sırasında Kürtlerin Sovyetlerden her türden yardım istekleri bu yüzden reddedilir, hatta katliamlarına göz yumulur. Bu durumunu fark eden Türk ulus devleti de, Lozan anlaşmasından sonra kendi özüne döner. Yüzündeki demokratik ve halkçı maskeyi çıkarır. Tüm farklılıkların içinde temsil edildiği 1. Meclisi feshederek yerine tekçi bir meclis oluşturur. Türk ulus devleti varlığını farklılıkların ortadan kaldırılması üzerine yeniden inşaa eder. Zaten ittihatçı politikalarla gayri Müslim azınlıkların büyük çoğunluğu katledilerek tasfiye edilmişlerdi. Geriye, Kürtler, Komünistler ve Müslümanlar kalmıştı. Mustafa Suphi ve Çerkez Ethem’lerle komünistler tasfiye edilmeye başlanmışlardı. Geriye Müslüman ve Kürtler kalıyorlardı. 1924

Bir özel savaş rejimi olarak kurgulanan Türk ulus devleti tarihsel olarak suçlu ve kirlidir. Günümüzde yüzündeki boyası pul pul dökülen, tüm kirleri açığa çıkan, demokrasiyi ve özgürlüğü katleden, insanı her türlü toplumsallığından kopartarak maymunlaşmayı dayatan Türk ulus devlet gerçeğini nasıl anlamalıyız? Bu suçlu ve kirli özellikleri nereden geliyor? Bir katliam ve soykırım tarihi olan Türk ulus devletini tanımlamak, demokrasi mücadelesini yürütmek için ancak bu sorulara doğru ve derinlikli cevaplar vermekle mümkündür. Bunun dışındaki yaklaşımlar, celladına yalvarmanın dışında bir işe yaramayacağı açıktır. 1.Emperyalist paylaşım savaşından yenik çıkan dönemin ‘hasta adamı’ Osmanlı imparatorluğu yapılan anlaşmalarla yıkılmış, bu yıkıntılar üzerinde yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasının çok değişik nedenleri vardır, ama en önemlisi İttihat Terakki’nin uyguladığı tekçi ve faşist yaklaşımları olmuştur. Bu tekçi ve faşist yaklaşımların getirdiği yıkımları gören Mustafa Kemal ve çevresindekiler, işgalcilerden kurtulmanın yegâne yolunun bu tekçi ve faşist uygulamalardan vazgeçerek Anadolu’da yaşayan etnik ve dinsel farklılıkların bir arada demokratikçe yaşanmasından geçtiğini görmüşlerdi. Bunun dışındaki yaklaşımların kendilerine de kaybettireceklerini kavramışlardı. Bu yüzden işgalci güçlere kaşı direnişi örgütlemek için daha esnek ve demokratik yaklaşmışlardır. Amasya tamimi, Erzurum kongresi, Sivas kongresi ve en sonunda meclisin açılması bunun ifadesidir. 23 Nisan 1920’de açılan

44


Özgür Halk yılında yapılan anayasa ve kurulan 2. Meclisle bunlara da yönelmeye başlamışlardı. Saltanatın kaldırılması, kılık kıyafet kanunu, medrese ve zaviyelerin kapatılması, Türkçe dışındaki dillerin yasaklanması vb. düzenlemelerle bu tasfiye ve katliama başlamışlardır. Bu durum hem Kürtlerde hemde Müslümanlarda büyük tepkilere yol açmış, tasfiye olacaklarını gördüklerinden çeşitli direnişler geliştirmişlerdir. Anadolu’nun orta ve batısında Müslümanlar, Kürdistan’da ise Kürtler bu tekçi, tasfiyeci ve katliamcı yönelime karşı bir duruş sergilemişlerdir. O dönemde iktidarda olan Terraki Perver Cumhuriyet Fırkası bu politika ve uygulamaları yapamayınca İsmet İnönü ve arkadaşlarının darbesiyle iktidardan düşürülmüş, yerine tekçi, milliyetçi ve giderek faşist özellikler gösteren Cumhuriyet Halk Fırkası iktidar olmuştur. Bu iktidar Anadolu’daki halkların demokratik ve birlikte yaşamalarına adeta savaş açmış, katliam dayatılmıştır. Tekçi zihniyeti egemen kılabilmek için ellerini halkların kanıyla yıkarcasına Anadolu kanlı bir mezbahaneye çevrilmiş, halklar mezarlığı durumuna getirilmiştir. Bunun için her türlü yol ve yöntemleri kullanmaktan çekinmemişlerdir. Darbeyle iktidarı alan İsmet İnönü, ilk olarak Takriri Sükun denen kanunlar çıkarır. Bunları uygulamak içinde İstiklal Mahkemelerini kurar. Yine Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde Umuni Müfettişlikler kurar. Tüm bunları da Şark Islahat Planı kapsamında yapar. Farklılıkları tehlike, Kürtleri de irin bağlamış çıbanlar olarak görür. Bu planların içeriğine, kurulan mahkemelerin yapısına, umumi müfettişliklere getirilenlere bakıldığında yapılmak istenenin ne olduğu kendiliğinden anlaşılır. 4 Mart 1924 tarihinde çıkarılan Takrir-i Sûkün Kanununun 1. Maddesi şöyledir: “İrtica ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisini (toplumsal düzen) ve huzur ve sükununu ve emniyet ve asayişini ihlale beis (bozmaya yönelik) bilumum teşkilat ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı (örgütlenmeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri, girişimleri ve yayınları), Hükümet, Reisicumhurun tastikiyle ve re’sen ve idareten men’e mezundur. (Kendi başına yasaklamaya yetkilidir). İş bu ef’al erbabını (bu eylemleri işleyenleri) Hükümet İstiklal Mahkemesi’ne tevdi edebilir.” Bu kanun aslında Türk ulus devlet zihniyetinin ve onun kurgulanışının nasıl olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu kanuna dayanarak tüm farklılıklar katliamlardan geçirilerek tasfiye edilmişlerdir. Günümüzde bile Türk ulus devleti farklılıkları tehlike ve çıbanbaşı gören bu zihniyetinden, algısından vazgeçmemiştir. Bu zihniyet ve algılamayla oluşturulan İstiklal Mahkemeleri de hayvan yerine insanların kesildiği mezbahaneyi aşmamışlardır. Bu konuda çeşitli araştırmaları olan araştırmacı gazeteci Ayşe Hür, İstiklal Mahkemelerini şöyle tanımlar: “Cumhuriyetin ilk dönemlerinde rejime muhalefet edenlerin tepesinde ‘demokles’in kılıcı’ gibi sallanan İstiklal mahkemeleri, kanunla kuruldukları için yasaldırlar ancak hukuki değillerdi. Çünkü mahkeme heyeti hukukçulardan değil, meclis üyeleri arasından oy çokluğuyla seçiliyordu. Sanıkların avukat tutmaları, şahit çağırmaları veya temyize gitme hakları yoktu. Sanıklar genel hukuk prensiplerinin tersine, suçsuz olduklarını ispatlamakla yükümlüydüler, bunu yapıncaya kadar suçlu kabul ediliyorlardı. Kararlar delillere göre değil, her açıdan ‘sorumsuz’ kılınmış olan hakimlerin vicdani kanaat-

Temmuz 2015

lerine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (idam dahil) derhal infaz edilirdi.” Takriri Sükun kanununa göre kurulan İstiklal Mahkemeleri işte böyle işlerler. Ve bu mahkemeler en büyük kıyımı Kürdistan’da yaparlar. Şeyh Sait isyanını gerekçe göstererek Kürt aydınlarını ve önderlerini katliamdan geçirirler. Uzun süre Osmanlı imparatorluğunda meclis başkanlığını yapmış olan Seyit Abdulkadir, Şeyh Sait isyanı gerekçesiyle idam edilir. İdam esnasında söyledikleri Türk ulus devletinin zihniyetini ve kurgulanışını gözler önüne sermektedir. Seyit Abdulkadir; “Zaten sizler yakma ve yıkma konusunda büyük bir şöhrete sahipsiniz. Burasını da Kerbela’ya çevirdiniz. Şunu biliniz ki dehşet ve insafsızca sömürü ile şan ve şeref kazanılmaz.” Türk ulus devleti Şark İstiklal Mahkemesiyle Kürtleri, Ankara İstiklal Mahkemesiyle de Menemen olayı ve İzmir suikastını gerekçe yaparak kurtuluş savaşı komutanlarına ve Müslümanlara yönelerek onları tasfiye etmiştir. Kurtuluş savaşının komutanlarından olan, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak ekibiyle aynı olmayan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rıfat Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Bekir Sami Kunduh, Rüştü Paşa ve maliye bakanı Cavit beyi tasfiye etmiştir. Böylece tüm farklı eğilimleri ortadan kaldırmışlardır. Bunun yanında İskilipli Atıf Hoca, Halide Edip Adıvar, M.Akif Ersoy gibi Müslüman kesimleri de tasfiye etmişlerdir. Bir katilin izinden…. İzmir yargılamalarını yapan Ankara istiklal mahkemesi üyelerinden birisi de daha sonraları orgenerel olacak Mustafa Muğlalı’dır. Değişik kaynaklarda Org. Mustafa Muğlalı hakkında şunlar belirtiliyor: “Muğlalı ismi Türkiye’deki askeri vesayet rejiminin bir sembolüdür. Menemen Olayı ve 1925’teki Şark Islahat Planı kapsamında Kürt bölgesinde hayata geçirilen tüyler ürpertici uygulamalardaki rolü, tek başına Muğlalı hakkında böyle bir değerlendirmeyi yapmamıza yetiyor. Askeri vesayet rejiminin sürdürülmesi açısından öteden beri iki argüman öne sürülüyor. Birincisi Kürtlerle bağlantılı olarak ‘bölücülük’, ikincisi de İslami inanışa sahip kesimlerle bağlantılı olarak ‘irtica’. Sürekli olarak bu iki toplumsal kesim üzerinden ‘bölücülük’ ve ‘irtica’ ‘tehlikesi’nin varlığını öne süren askeri vesayet rejimi, haliyle kendisine de ‘vazifeler’ çıkarıyor. Bu ‘vazifeler’, bazen karşımıza Özalp’taki 33 köylünün öldürülmesi olayında olduğu gibi çıkıyor. Bazen de Menemen Olayı’ndaki gibi...” Türk ulus devletinin öne sürdüğü bu iki argüman, toplumsal farklılıkların red ve inkarıdır. Bu aynı zamanda farklı kimliklerin kendilerini ifade etmesini hep tehlike olarak algılamadır. Bu yüzden kendilerini vatanın ‘asli’ sahipleri olarak görenler, bu tehlikelere karşı vatani görevlerini yerine getirmişlerdir. Bunların en başında da M. Muğlalı vardır. Günümüzde çeşitli çete ve kontra kesimlerin bu söylemlerle ortaya çıkıp cinayet ve katliam işlemeleri bu gerçeklikten dolayıdır. Mustafa Muğlalı Ankara İstiklal Mahkemesinde İsmet İnönü’nün bir ajanı gibi çalışır. Birçok davada İnönü’den talimat alır. Yargılandığı bir mahkemede bu durumunu itiraf eder ve “tüm şeyleri İnönü’nün bilgisi dahilinde yaptığını” belirtir. Bu mahkemelerdeki ‘başarılarının’ karşılığında 1926 yılında Kürdistan Umumi müfettişliğine atanır. Bu görevi sırasında adeta Dersim katliamının pro-

45


Özgür Halk vasını yapar. Özellikle burada kimi aşiretlere dönük “tedip” uslandırma, terbiye etme hareketlerini yönetir. Türk ulus devleti, Şeyh Sait isyanından sonra Kürdistan bölgesini potansiyel tehlike olarak görür ve tüm uygulamalarını bu tehlikeyi bertaraf etmek üzere kurgular. Ancak Dersim bölgesi daha özgün ele alınır ve irin bağlamış bir çıbanbaşı olarak değerlendirilir. Bu çıbanın mutlaka bir operasyonla alınması gerekir. Bu yüzden daha özel yöntemlerle yaklaşılır. Bunun için de Mustafa Muğlalı özel görevlendirilir. Dersim, tarihi boyunca özerk yaşamış, hiçbir gücün tümden denetimine girmemiştir. O yüzden yörede aşiretçilik çok yaygın ve köklüdür. Türk devleti bu aşiretlere hep şüpheli yaklaşmıştır. Bu aşiretlerden birisi de Koçuşağı aşiretidir. Şark Islahat planı kapsamında Türk devleti genelde aşiretlere, özelde Dersim’deki aşiretlere yönelir. Mustafa Muğlalı, 6 Eylül 1926 yılında Koçuşağı aşiretine yönelik kapsamlı imha operasyonları kararını verir. ‘Eşkıyalar, haydutlar’ dediği Koçuşağı aşiretine karadan ve havadan operasyonlar düzenler. Savaş uçaklarını da kullanarak adeta alanda taş üzerinde taş kalmayacak şekilde bombalar. Bu tedip olayının kesin bilançosunu

Temmuz 2015

tir. Bunda da temel amaç Kürtlük bilincini tümden yok etmedir. Bunun içinde dil yasağından başlamak üzere Kürtlüğü çağrıştıran tüm şeyleri yasaklamak ve asimile etmektir. Bununla Kürtler terbiye edileceklerdir. İşte M. Muğlalı, Kürtleri terbiye etmek için Umumi Müfettişliğin başına getirilir. Kürtlerin aşiretsel yapısını kendisi açısından tehlikeli gören Türk ulus devleti en fazla Kürtlerin bu özelliğine yönelir. Şark Islahat planının bazı maddelerini buraya alarak meramımızı daha açık ifade edebiliriz. Bu planın 10.maddesinde şöyle deniyor: “Aşiret yapısının dağıtılması için takviye askeri güçler bölgeye acilen nakledilecektir. Aynı zamanda bu mıntıkadaki tali memuriyetlere dahi Kürt memur tayine olunmamalıdır” Bu planın 13. Maddesinde; Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair mücssesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda türkçeden başka dil kullananlar hükümet emirlerine ve belediyeye muhalif ve mukavemet etmek suçundan cezalandırılırlar” Planın 22.maddesinde de “kaçakçılığa mani olmak için maliye vekâletince alınacak otomobillerden bir kaçının zırhlı otomobil olması ve bu otomobillerden indelluzum hudut kıtaatının dahi istifadesi muvafıktır.” İşte Van’ın Özalp ilçesinde 30 Temmuz 1943 yılında gerçekleştirilen ve tarihe 33 kurşun olarak geçen katliamın asıl nedeni bu Şark Islahat planı ve devletin Kürtlere olan yaklaşımıdır. Kürt olmaları, aşiret üyeleri olmaları ve sınırda ticaret yapmaları katledilmelerinin temel nedenidir. Bu durum anlaşılmadan ne 33 kurşun, ne de diğer Kürt katliamları anlaşılamaz. Yani Ahmet Arif’in şiirinde belirttiği gibi Kürdün katliamına ferman işte bunlardır. Olayın gelişimi kısaca şöyledir. Yapay bir şekilde kurulan sınırlarla Kürt halkı bir birinden kopartılır. Aşiretlerin bir kısmı sınırın bir yanında bir kısmı diğer yanında kalır. Halk gündelik yaşamını devam ettirebilmek için sınırın iki tarafına gidip gelerek ticaret yapar. Buradan elde ettiği 3-5 kuruşla yaşamını devam ettirir. Bu karşılıklı gidiş gelişler halk arasındaki ilişkileri canlı tutar. Ancak bu durum devletin bekası için tehlikeli bulunarak kabul edilmez. Zaten yukarıda da belirtiğimiz gibi Şark Islahat planının 22. maddesi buna ilişkindir. Bu sınır ticaretinde belli bir paranın döndüğünü gören dönemin bölgedeki yöneticileri kendilerine bağlı çeteler kurarak sınır ticaretini kendi tekellerine almışlardır. Kendilerine bağlı olmayanların, izin almayanların ticaret yapmalarına izin verilmez. Kazaran birisi ticaret yapsa başına gelmeyen kalmaz. Bölgedeki devlet yöneticileri kurdukları çeteler aracılığıyla sınır ticaretini tekellerinde tuttukları gibi, zaman zamanda bu çetelerle başta hayvanları olmak üzere halkın mallarını talan ederler. Bu sınır kaçakçılığından birisinden sonra Van’ın Özalp ilçesinde onlarca kişi tutuklanır. Belli bir tahkikat yapıldıktan sonra bunların büyük çoğunluğu bırakılır. Ancak ilçeye gelen Umumi Müfettiş Mustafa Muğlalı olaydan haberdar olunca, bundan faydalanarak Kürtlere bir ders vermek ister ve bırakılmış olanların tekrar tutuklanmasını ister. Bunun üzerine bir sürek avı başlatılır ve içinde çocuk olan, askerden izne gelenlerinde olduğu

Van’ın Özalp ilçesinde 30 Temmuz 1943 yılında gerçekleştirilen ve tarihe 33 kurşun olarak geçen katliamın asıl nedeni bu Şark Islahat planı ve devletin Kürtlere olan yaklaşımıdır. vermek zordur, ancak Mustafa Muğlalı’nın 28 Kasım 1926 yılında genelkurmaya gönderdiği bir raporda “her kaya arkasında, her meşe dibinde, her kaya kovuğunda, her mağara içinde Koçuşağı aşireti mensubu aranmış ve öldürülmüştür.” demiştir. Genelkurmay arşivinde bulunan birçok belgede de “Aliboğazında bulunan mağaralarda onlarca kişinin imha edildiğini” belirtmektedir. Bu imhaların büyük çoğunluğu Mustafa Muğlalı’nın talimatıyla yapılmıştır. Daha sonra yerine göreve getirilen Abdullah Alpdoğan, 1937-1938 yılında Dersim’de Mustafa Muğlalı’nın söyledikleri bir bir uygulanmıştır. Nitekim Dersim katliamında “her kaya kovuğunda, her mağarada, her meşe dibinde” insanlar aranmış ve imha edilmişlerdir. Uçaklarda kullanılarak alanlar bombalanmış, köyler yakılmış, insanlar yerlerinden sürülmüşlerdir. Dersim katliamından sonra Kürdistan’da fiili direniş dönemi biter. Kürdistan üzerinde kırmızı katliam tamamlanır. Sırada bu kırmızı katliamdan kurtulan ‘kılıç artıklarının’ kışla kültürü içerisine alınarak Şark Islahat planında belirtilen tedip’in tamamlanmasıdır. Bunun sorumluluğu da Dersim’deki ‘başarılı’ pratiğinden sonra adeta ödüllendirilircesine Kürdistan’dan sorumlu Umumi Müfettişliğine atanan M. Muğlalı ’ya verilir. Bu atama devletin Kürdistan’a nasıl yaklaştığını da gösterir. Türk ulus devleti 25 Eylül 1925 yılında çıkardığı Şark Islahat planını, Kürdistan’daki katliamlardan sonra daha fazla uygulamıştır. Şark Islahat planının temel amacı Kürtlere karşı toplu tenkil ve tediptir. Yani örnek olması amacıyla topluca cezalandırma veya sürgün etmek-

46


Özgür Halk 33 kişi gözaltına alınır. Mustafa Muğlalı bunlara gereğin yapılmasını söyleyerek Özalp kaymakamına ve karakol komutanına talimat verir. Özalp karakol komutanı Şükrü Tüter, 30 Temmuz 1943 yılında bu tutukluları sınıra götürerek kurşuna dizdirir. Mitralyözler ölüm kusar. Bu 33 köylüden 32 kişi olay yerinde can verirken, cansız bedenlerin altında kalan bir kişi ise yaralı kurtulur. Olay duyulunca “Ruslar sınıra geldi”, bunlar İran ajanlarıdırlar, vatan hainleridirler diyerek üstünü örtmeye çalıştılar. Bölgeyi ziyaret eden İnönü, Mustafa Muğlalı’yı yanına alarak Kürdistan’ı dolaşır. İnönü ulusal kahraman gibi M. Muğlalı’ya yaklaşır. M. Muğlalı’da tüm bunları İnönü’nün bilgisinde yapar. 1950’lere kadar bu durum gizlenir. Ancak Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında sorunlar, anlaşmazlıklar arttıkça bu durumda yeniden gündeme getirilir. Bu durum Kürtlerin yaşadığı sorunları ve haksızlıkları gidermekten ziyade, kendi aralarındaki çıkar çatışmalarıdır. Fillerin savaşında her zaman ezilenlerin çimenler olması gibi, Demokrat Parti- Cumhuriyet Halk Partisi çatışmasında ezilenler Kürtler olmuştur. Bu katliam başbakanlığın 21 Mayıs 1951 tarih ve 5/10-1912-6/1637 tarihli teskeresinde şöyle anlatılır. “1943 senesi Temmuz’unda Üçüncü Ordu Müfettişi Mustafa Muğlalı, Özalp ilçesine gelmiş ve Askeri mahfelde Van Valisi Hamit Onat, Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel, Özalp Sulh Yargıcı Baki Tekin, Tabur Komutanı Şükrü Tüter ile beraber bulunurken, Van Valisi ile Özalp Yargıcı, Özalplı bazı vatandaşların hududun öbür tarafındaki şahıslarla münasebette bulunarak emniyet ve asayişi ihlal etmekte olduklarından şikâyet etmişlerdir. Bu şikâyet üzerine Ordu Müfettişi, Tabur Komutanı Şükrü Tüter’e, bu adamları sana teslim ettireceğim, icabına bakar temizlersin, diye emir vermiş ve bu emir üzerine hazırlanan listeye isimleri ithal olunan 32 vatandaş Vali Hamit Onat’ın emriyle Özalp Kaymakamı tarafından Polis Vazife ve Salahiyat Kanununun mülga 18. maddesi ne dayanılarak yakalattırılmış ve polis nezaretinde Hudut Tabur Komutanı Şükrü Tüter’e teslim ettirilmiştir. Bundan sonra, bu şahıslar Yedek Subay Nejdet Bilgez ve Bilal Bali komutalarındaki iki müfrezeye tefrik olunmuş (ayrılmış) ve Kukur deresinde elleri kolları bağlandıktan sonra üzerlerine makineli tüfekle ateş edilmek suretiyle öldürülmüşlerdir.” Bu belgelere rağmen M. Muğlalı hakkında hiçbir işlem yapılmaz. Hatta İsmet İnönü Kürdistan gezilerinde Muğlalı’yı yanına alarak bir kahraman gibi gezdirmiş, bu yönlü söylemlerin hiç birini duymamış, bunda ısrar edenleri ise çeşitli yollarla devre dışı bırakmıştır. Bu yıllar 2. Dünya savaşı yıllarıdır. Hitler şahsında faşizmin şahlandığı bir dönemdir. Ve Türk yöneticilerinde büyük bir Hitler hayranlığı vardır. Hitlerin Yahudilere uyguladığı soykırımı Türkiye’de yaşayan çeşitli halklara ve inançlara da uygulamak istemişlerdir. Ve bunu büyük bir vatanseverlik olarak ele almışlardır. 2.dünya savaşından Hitler’in başını çektiği faşizmin yenilmesi Türk devletini de etkilemiştir. Savaş sonrasında iki partili bir sisteme geçmiştir. İki parti arasında sorunlar derinleşince bu Kürt katliamları gündeme getirilmiş, ancak anlaştıklarında yeniden hasıraltı edilmiştir. Yani Kürtler çıkarlarına kurban edilmişlerdir. Org. Muğlalı hakkında yasal işlem yapılması istenince genelkurmay başkanlığı ve hükümetin ısrarla buna gerek olmadığını

Temmuz 2015

savunmuşlardır. Katliamı yapanlar emekli olduktan sonrada milletvekili olmuş ve yargılama dışında kalmışlardır. Türk ulus devleti hala bu geleneği terk etmemiştir. Hatta fırsat bulduğunda bu uygulamalarını tekrarlamaktan geri durmamıştır. Kürt tarihi adeta bu örneklerle doludur. Yani Cıbranlı Halit’in dediği gibi “kalemlerini kanımıza batırıyorlar ve fermanımızı yazıyorlar.” Bu zihniyet, PKK öncülüğünde gelişen Kürdistan demokratik hareketine karşı defalarca kullanılmıştır. Ve bu insanlık suçunu işleyenlerde çeşitli gerekçelerle korunmuşlardır. 2 Temmuz 1993 yılında Sivas’ta 36 aydın, yazar ve sanatçının hunharca yakılarak katledilmeleri bu gerçekliğin yalın ifadesidir. Kürt-Türk, Alevi düzen muhaliflerinin böylesine katledilmeleri bu tekçi zihniyetin sonucudur. Şemzinan’da suçüstü yakalanan çete üyelerinin genelkurmayca hemen bırakılması ve işleme gerek yoktur denilerek serbest bırakılmaları, genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt’ın “tanırım onları, iyi çocuklardır” sözleri hala kulaklardadır. Yine ismi kimyasal Necdet’e çıkan Necdet Özel’in durumu bundan farklı değildir. Geli Téyaré’de kimyasal silahlarla 34 gerillanın katledilmesi bunun ifadesidir. Yine sivil ve savunmasız Kürt köylülerinin sınır ticareti yaptıkları sırada ebabil kuşlarını andı-

Türk yöneticilerinde büyük bir Hitler hayranlığı vardır. Hitlerin Yahudilere uyguladığı soykırımı Türkiye’de yaşayan çeşitli halklara ve inançlara da uygulamak istemişlerdir. ran Türk savaş uçaklarının bombardımanları sonucu 34 Kürdün katledilmesi bunun ifadesidir. Görünen odur ki, faşist bir zihniyetle kurgulanan Türk ulus devletinin en dostane yaklaşımı Kürtlerin bombalarla yakılması veya parçalanmasıdır. Bir kez daha karşımıza çıkan şudur. Kürt düşmanları için en iyi Kürt, ölü Kürt’tür yaklaşımıdır. Robosky’de bilerek ve hedef gözeterek 34 insan katledilmesine rağmen hiçbir şey yapılmamıştır. Bu da gösteriyor ki, 73 yıl önce Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürdü katledenlerle, 73 yıl sonra Robosk’de 34 Kürdü katleden aynı zihniyettir. İsimler değişse de, şahıslar değişse de zihniyet değişmemiştir. O zamanda şimdi de bu Kürt katliamı “eşkıya, kaçakçı ve hain” denilerek geçiştirilmiştir. Ve en son Kobané… İnsanlık düşmanı DAİŞ çetelerine her türlü desteği vererek 200’ün üstünde sivilin katledilmesi. “Kobané düştü düşecek” söylemleri gerçekleşmeyince, Kobané’yi düşürmenin değişik yollarını arayan ve bunun içinde İnsanlık düşmanı güçlerle kol kola olan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Uzayda bile olsa Kürtler adına hiçbir şeyin gelişmesine izin vermemeyi ilke edinmiş bu zihniyet, Hitler ve Mussolini’den daha tehlikeli bir zihniyettir. Tekçi, farklı renklere tahammülü olmayan karanlık bir zihniyettir. Yapılanın yapanın yanında kar kaldığı haksız ve adaletsiz bir zihniyettir. Yapılan katliamları açığa çıkartmadığından suçlu bir zihniyettir. Bu yüzden diyoruz ki, Kürt inkarı üzerine kurgulanmış Türk ulus devlet zihniyeti SUÇLU VE KİRLİDİR.

47


Özgür Halk

Temmuz 2015

Devlet-AKP-DAİŞ ve HÜDA-PAR Birlikteliği HÜDA-PAR,DAİŞ,Cephet El-Nüsra gibi kendilerine din maskesini takmış oluşumlar tamamen JİTEM kontrolünde örgütlenen çete oluşumlar olma özelliğine sahiptirler. Bunların isimleri dışında bir farklılıkları da bulunmamaktadır. 7 Haziran öncesinde Adana’da, Mersin’de, Bingöl’de,Erzurum’da ve Amed’de patlatılan bomba ve işlenen cinayetler bunların eliyle gerçekleştirilmiştir. Cemal Şerik TC Devletinin Kürdistan ve Türkiye halklarına karşı yürüttüğü özel savaşı bir çok boyutuyla birlikte ele almak gerekmektedir. Kendini tam bir özel savaş rejimi olarak örgütlemiş ve tahkim etmiş olan gerçekliği de bunu gerekli kılmaktadır. 1950’lerden sonra demokratik, devrimci vb. güçlere karşı örgütlenerek harekete geçirmiş olduğu güçler de bunu göstermektedir. Bu çerçevede Türk özel savaş güçlerinin, sadece ordu ve polis içerisinde oluşan özel harekat birimlerinin varlığıyla sınırlı olmadığını bilmek gerekir. En az bunlar kadar etkili olan sivil, paramiliter güçleri de örgütlendirerek kullanmayı kendi çıkarlarına uygun görmektedir. Öyle ki bu güçleri hem yer altı, hem yer üstü konumlandırmalara tabi tutabilmektedir. Türkiye’nin yakın siyasal tarihi bunun örnekleri ile doludur. Özelikle de 1960’lı yıllar içerisinde bunlar çok açık bir şekilde pratikte kendini göstermişlerdir. 1960’ların ortalarından itibaren yasal-demokratik zeminde gelişen devrimci gençlik, işçi ve köylü hareketlerine karşı bu güçlerin yoğun ve aktif bir şekilde kullanılmış olduğu bilinmektedir. Bu güçler çok açık bir şekilde öğrenci gösterilerine, işçi grevlerine, köylü hareketine saldırtılmış, bir çok insanın ölmesine ve yaralanmasına neden olmuşlardır. 12 Mart 1971’de askeri faşist darbenin gerçekleşme gerekçelerinden biri olarak da bu saldırılar gösterilebilmiştir. 12 Mart 1971 darbesinden sonraki süreçte yeniden toparlanma ve örgütlenme süreci içerisine giren devrimci- demokrasi güçlerine karşı olarak da yine aynı paramiliter-sivil kontra güçler kullanılmaya devam edilmiştir. Özelikle de 1970’lerin ikinci yarısı ile birlikte, Türk İntikam Tugayı (TİT), Esir Türkleri Kurtarma Ordusu (ETKO) vb. adlarla adlandırılan bu paravan Özel savaş güçleri, Türkiye ve Kürdistan’da bir çok provokasyon, sabotaj, cinayet ve katliamın altına imza atmışlardır. Topluma karşı birer suç makinesi haline gelen bu çete örgütleri gerçekleştirdikleri cinayet ve katliamlarla toplumda tam bir korku psikolojisi yaratmaya çalışmışlardır. İşlemiş olduğu cinayet ve katliamların biçimlerini bile her yönüyle buna göre belirlemişlerdir. Boğma teli ile insanlar boğazlanmış, çuvallara konularak insanlar boğulmuş, okullardan çıkan öğrencilerin, yolcu taşıyan belediye otobüslerinin, kahvelerde oturanların, sokaklarda, mahallelerde dolaşanların üzerine yaylım ateşi açılarak

bombalar yağdırılmıştır. Topluma karşı işlenen bu tür suçlarla bir yandan korku psikolojisi yaratılırken diğer yandan da 12 Mart 1971 de olduğu gibi yeniden bir askeri faşist darbenin koşulları oluşturulmaya çalışılmıştır. Özelikle de 1 Mayıs 1977, Malatya, Iğdır, Çorum, Sivas, Maraş vb katliamlarla bu yönde daha yoğun saldırılar gündeme getirilmiştir. Bu cinayet ve katliamların arakasından ilan edilen sıkı yönetimler ve bunları takiben gerçekleştirilen 12 Eylül askeri faşist cuntası tüm bu saldırıları kendilerini meşhurlaştırma gerekçelerinden biri olarak kullanabilmiştir. 12 Eylül 1980 Askeri- faşist darbesinden sonra Türk Özel savaş rejimi bu tür güçleri kullanmaktan geri kalmamıştır. Özellikle de yurt dışına geri çekilmiş olan devrimci-demokrat ve sol güçlere ve Ermeni hareketlere karşı da kullanılmışlardır. Bu çerçevede yurt dışında da bunlar eliyle cinayetler işlenilebilmiştir. Hatta bu saldırılar sadece belirlenen bu hedeflerle de sınırlı kalmamıştır. Bu güçlere dayanılarak Papa’ya dahi suikastta bulunulmuş, esrar, eroin gibi kaçakçılık faaliyetleri yürütülmüştür. Tüm bunlar da resmi olarak kayıtlara geçmiştir. 1990’larla birlikte Kürdistanda yürütülen Türk Özel savaşının topyekun bir karakter kazanması ile birlikte kullanılan bu paramiliter güçlerin yeniden organize edilmesi gündeme getirilmiştir. Aslında bu 1986’larla birlikte devreye konulan özel savaş konseptinin almış olduğu bir biçimdi. 15 Ağustos 1984’de gerçekleşen Eruh-Şemdinli Gerilla hamlesinin ardından kaba bastırma hareketleri ile Türk Özel savaş güçlerinin bir sonuç elde edemeyeceği gerçeği açığa çıkmıştı. 15 Ağustos’un hemen ardından önce 24, sonra 72 saat ardından 3 Ay ömür biçmelerine rağmen bir sonuç elde edememeleri Türk Özel savaş rejimini böyle bir konsept oluşturmaya götüren bir neden olmuştu. Buna göre de Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, Köy Koruculuğu, İtirafçılık, Stratejik Köyler oluşturma, JİTEM vb. oluşumlar içerisine girilmişti. Özelikle de uygulamaya konulan bu konsept kapsamında JİTEM içerisinde örgütlendirilen kontra güçler öne çıkarılmış ve yine JİTEM’e bağlı çeşitli isimler altında sivil paramiliter güçler harekete geçirilmiştir. Bir nevi 1970’lerin ortasında oynanılan oyunlar yeniden devreye konulur bir hal almıştır. Fakat bir farkla bu gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. O

48


Özgür Halk da bu sivil paramiliter güçlere verilen değişik adlar biçiminde yaşanmıştır. Daha çok da oluşturulmaya başlanılan bu çete oluşumlara dini görünümler verilmek istenilmiştir. 1990’ların başında ise bu güçler komple bir biçimde harekete geçirilmişlerdir. Bir yandan direkt JİTEM’in kontrolünde olan ağırlıklı olarak da itirafçılardan oluşan JİTEM Grup Amirlikleri tarafından yönlendirilen kontra güçler; Kürdistan’da faili belli cinayetleri işlerlerken, kendilerine dinsel görünüm veren gruplar da aynı şekilde harekete geçmişler; insan kaçırmalar, işkenceyle, satırla, kurşunlarla cinayetler işlenilmeye ve toplumdan haraç almaya başlamışlardır. Bunlara Türkiye metropollerinde harekete geçirilen çete gruplar da dahil edilmiştir. Bu çete gruplar da İstanbul Gazi mahallesinde olduğu gibi bir katliama, direk polis ve MİT ile işbirliği halinde Kürt yurtseverlerin katledilmesine ve ayrıca Türkiye de bilinen, tanınan Siyasetçi, Gazeteci, Akademisyen vb’lerin katledilmelerinin altına imza atmışlardır. Kürdistan ve Türkiye’de harekete geçirilen bu paramiliter güçler tek merkezden yönlendirilirken, Kürdistan ve Türkiye de gelişen Özgürlük Mücadelesine karşı kullanmışlardır. Kürdistan halkının Hizbi-kontra adını verdiği, kendilerinin ise Hizbullah adını kullandıkları kontra örgütlenme de bunlar içerisinde yerini almıştır. Ağırlıklı olarak Kürdistan’da örgütlendirilen bu kontra oluşumunun, Ortadoğu’da oluşan Şia özelliğini taşıyan Hizbullah örgütleriyle bir alakalarının olmadığı gibi, tamamen kullandığı maskeye dayalı olarak halkın dini duygularını istismara yönelmiştir. Ayrıca bununla birlikte daha çok şiddete ve teröre dayalı olarak toplum üzerinde bir etkinlik oluşturma yaklaşımı içerisine girmiştir. Bir nevi öne çıkartmış olduğu bu şiddet; 1970’lerin ikinci yarısında harekete geçirilmiş olan kontra güçlerinin kullandığı yöntemlerle birebir örtüşen bir özelik taşımıştır. Bu kesimler belli bir zaman diliminde rolünü oynadıktan sonra toplum içerisinde deşifre olmuş ve JİTEM tarafından geri çekilmekle karşı karşıya kalmıştır. Bu geri çekme süreci içerisinde de Hizbi-kontranın kara kutusu olan ve lideri olarak kabul edilen Hüseyin Velioğlu gibi kişilikler birbirinin ardı sıra ortadan kaldırılırken bir çoğu da cezaevine alınmış, ayrıca bunlar arasında bir çoğu “sırra kadem basmış” gibi ortadan kaybolmuştur. Yine daha önce artık işlevsiz hale gelen varlığı ile JİTEM’e zarar verdiği düşünülen Ahmet Cem Ersever ve Abdullah Çatlı gibi kişilikler de ortadan kaldırılmışlardır. Aslında bu ortadan kaldırmalar ve tasfiyeler özel savaş rejiminin yaşadığı çözümsüzlükle doğrudan ilişkili olurken, aynı zamanda da içerisinde olduğu krizin de varmış olduğu noktayı işaret etmiştir. Bu haliyle Özel savaş rejiminin kendini ayakta tutamayacağı da açığa çıkmıştır. Önder APO’ya karşı düzenlenen komplo da Özel savaş rejiminin yaşadığı tıkanmanın aşılmasına olanak tanımamış, aksine krizin çok daha fazla derinleşmesine neden olmuştur. Bu şekilde Türkiye’de Özel Savaş Rejiminin yaşadığı krize yeni bir çözüm arayışı içerisine girilmekle karşı karşıya kalınmıştır. 2002 Genel seçimleri ve AKP’nin iktidar koltuğuna taşırılması da bu gerçeklik içerisinde yerini almıştır. Bu anlamda AKP’ye tarihsel bir rol verilmiştir. Verilen bu rolün başında da Kürt sorunun tasfiyesi ve Türk siyasal rejiminin restore edilmesi gelmiştir. AKP’nin önüne bu rolü koyanlar da uluslar arası sermaye güçleri olmuştur.

Temmuz 2015

Uluslararası sermaye güçleri AKP’yi Ortadoğu da bir model ve TC Devletini de İsrail’in iyi bir müttefiki olarak Ortadoğu da öne çıkarmak istemişlerdir. AKP’nin modernist İslami kimliği de buna imkan tanımıştır. Dikkat edilirse, 2002 den sonra AKP bir yandan iktidar koltuğundaki yerini sağlamlaştırmaya çalışırken diğer yandan da Ortadoğu’daki kimi devletlerle daha yakın ilişkiler içerisine girmeye başlamıştır. Suriye, Libya vb. devletler içerisine girilen bu devletler arasında yer almıştır. Ayrıca Irak, İran vb. devletler karşısında da yeniden pozisyonlarını belirleme ihtiyacını duymuştur. Ancak Irak’a gerçekleşen askeri müdahalede uluslararası güçlerin kendilerine verdiği rolü oynayamaması, yine anti-Kürt ittifakı kapsamında İran ve Suriye ile içerisine girdiği ilişkiler uluslararası güçler tarafından kuşku ile karşılanan yaklaşımlar olarak yer edinmeye başlamıştır. Aslında bu yönüyle de AKP küresel sermaye güçleri tarafından verilen rolün dışında hareket etme eğilimi içerisinde olduğu gerçekliğini göstermiştir. JİTEM’in Irak, Suriye vb. devletler içerisinde geliştirdiği ilişkiler ve oluşturduğu örgütler de bu gerçeklik içerisinde yerini almıştır. Bu çerçevede daha çok da Saddam rejiminin yıkılması ile birlikte kontrol dışına çıkan, sahipsiz kalan, taşeron güçler JİTEM için çekim merkezi haline gelmişlerdir. Daha sonra DAİŞ adını alan ve kendilerine “Arap İslam Devleti” adını veren ve El Kaide ile doğrudan ilişkisi olan örgütlenme de bunun içerisinde yer almıştır. JİTEM’in direk kontrolü altına giren ve Türk Özel harekat dairesi tarafından yönlendirilen bu örgütlenmelere ise asıl rolleri ABD’nin Libya’ya yapmış olduğu müdahaleden sonra oynatılmak istenilmiştir. Önce Irak da sonra Suriye de bu gücün aktif kılınmasının asıl nedeni de bu gerçeklik olmuştur. ABD’nin Libya’da gerçekleştirdiği askeri müdahalede başarılı olmasına rağmen; TC, ABD’nin elde etmiş olduğu bu başarıdan beklediği oranda pay elde edememiştir. O nedenle de Suriye’ye uluslararası güçlerin müdahalesi gerçekleşmeden önce, kendisi bir müdahalede bulunma gereğini duymuştur. O nedenle de Cephet El-Nusra gibi kendi denetiminde bulunan grupları harekete geçirmiştir. İçerisine girdiği bu yönelimle de kendisini Suriye politikasında etkin kılmak istemiştir. Ancak bundan da bir sonuç elde edememiştir. DAİŞ’in Irak dışında, Suriye’de de harekete geçirmesi bu yönüyle yaşanılan bu başarısızlığı giderme amacına yönelik olarak gerçekleşmiştir. Fakat, DAİŞ’in Rojava’ya yönelik başlattığı saldırılarından sonuç almaması Türk Özel savaş rejiminin yaşadığı bu başarısızlığını çok daha fazla derinleşmesinden öte bir rol oynamamıştır. Bu şekilde Ortadoğu da içerisine girmiş olduğu bu kirli ilişkiler ve kimi devletlere yapmış olduğu müdahalelerle sonuç elde edemeyen AKP hükümeti yaşadığı iç krize çözüm olmak bir yana çok daha fazla bir çözümsüzlüğü yaşar hale gelmiştir. Kriz; Türkiye ve Kürdistan’da var olan sorunlarla birleşince de çok daha fazla içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Önder APO’nun 2013 Newroz’un da başlatmış olduğu süreç, bu krizden nasıl çıkılabileceğinin yollarını göstermekle birlikte AKP önünde bulunan seçeneklerin azalmasına da neden olmuştur. Ancak AKP hükümeti oluşan bu seçenek üzerinde sorunların demokratik çözümünden yana tercihini belirlemek yerine, tercihini özel savaştan ve oluşan bu pozitif ortamı istismar etmekten

49


Özgür Halk yana yapmıştır. Ve bu ısrar da kendini daha önce olduğu gibi paravan, taşeron oluşumlar üzerinden dışa vurmuştur. Rojava Kürdistan’ın da ve Bakuré Kürdistan’da Kürt Özgürlük ve Demokrasi Güçlerine karşı başlatılan kimi saldırılar da bu gerçekliğin bir ifadesi olmuştur. 2013 yılının Newroz’unda Önder Apo’nun yapmış olduğu açıklama ile, TC Devleti ile diyalog ve tartışma biçiminde de olsa bir süreç yaşanmaya başlarken, görünürde Bakuré Kürdistan’da çatışmalar durmuş fakat savaş hızından hiçbir şey kaybetmemiştir. Türk Özel savaş güçleri kendini hızlı bir biçimde Bakuré Kürdistan’da tahkim ederken, özel savaşı Kürdistanileştiren bir politikayı devreye koymuş Hizbi-kontranın yeni adı olan HÜDA-PAR, T-KDP, HAK-PAR gibi oluşumları devreye koymuş ve bununla birlikte Orhan Miroğlu, Muhsin Kızılkaya, Haşim Haşimi, Mehmet Metiner gibi kendi Kürtlerinden oluşan simaları devreye koymak istemiştir. Özel savaşın daha çok askeri boyutunu ise Rojava Kurdistan’ında Cephet El-Nusra, DAİŞ ve ÖSO içerisinde olduğunu iddia eden bazı gruplar üzerinden sürdürmüştür. Başuré Kürdistan’ında ise kimi işbirlikçi güçlerin saldırı pozisyonuna getirmiştir. Bu yönleri ile 2013 yılında başlayan süreç, bir barış sürecinden daha fazla; çok yoğun bir şekilde yaşanan özel savaşa sahne olmuş ve Kürdistanileştirilmeye çalışılmıştır. 7 Haziran 2015 de gerçekleştirilen Genel seçimlerle böyle bir yönelim tamamlanmak istenilmiştir. 2014 yılının Kasım ayında gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bu amaca yönelik bir kararlaşma içerisine girilmiştir. Bakuré Kürdistan’da HÜDA-PAR saldırıları tamamıyla böyle bir amaca yönelik olarak başlatılmıştır. Genel seçimlerden iki gün önce 5 Haziran da HDP Amed mitingine yönelik saldırı ile de bu doruğa çıkarılmak istenilmiştir. Ancak Türk Özel savaş güçleri harekete geçirmiş olduğu kontra grup saldırıları ile istediği sonucu da elde edememiştir. Rojava’da ve Başuré Kürdistan’da olduğu gibi Bakuré Kürdistan’da da 7 Haziran Genel seçimlerde elde edilen sonuçlar bunun somut bir göstergesi olmuştur. Fakat bu gerçeğe rağmen Türk Özel savaş güçleri ısrarından vazgeçmemiş, saldırılarına devam etmiştir. 9 Haziran’da Amed’de gerçekleşen HÜDA-PAR provokasyonu, DAİŞ’in Kobane katliamı,Türk ordusunun Medya Savunma alanlarına yönelik gerçekleştirdiği bombardımanlar, HDP’yi ısrarlı bir şekilde demokratik siyaseti yapamaz hale getirme çabaları da bunun pratikte yaşanan göstergeleri halini almıştır. Şimdi de TC Ordusunun Rojava Kürdistan’ına yönelik müdahalesi gündeme getirilmiş bulunmaktadır. Tüm bunları TC Devletinin, AKP hükümetinin yaşanan krizinin derinleştirilmesi ve bu krizden çıkış arayışlarının başarsızlıkla sonuçlanması olarak görürken, bundan çıkarılması gereken sonuçlar kapsamında da ele almak gerekmektedir. şunu açıkça belirtmek gerekiyor; HÜDA-PAR,DAİŞ,Cephet El-Nüsra gibi kendilerine din maskesini takmış oluşumlar tamamen JİTEM kontrolünde örgütlenen çete oluşumlar olma özelliğine sahiptirler. Bunların isimleri dışında bir farklılıkları da bulunmamaktadır. Bu anlamda 7 Haziran öncesinde Adana’da, Mersin’de, Bingöl’de,Erzurum’da ve Amed’de patlatılan bomba ve işlenen cinayetler bunların eliyle gerçekleştirilmiştir. O nedenledir ki bu saldırıları gerçekleştirenler kimi yer de farklı isimlerle adlandırılmış olsalarda, aynıdırlar. Aynı merkezlerde eği-

Temmuz 2015

tilmişler ve hazırlanmışlardır. Türk Özel Harekat Dairesi ve JİTEM özel savaşı Kürdistanileştirme, Kürt HAMAS’ını bilinçli bir şekilde yaratma arayışının bir parçasıdırlar. Bu çete oluşumların işlemiş olduğu cinayetler de bu gerçekliği ele vermektedir. Burada tekrar hatırlatmakta var. Bugün DAİŞ ve Cephet El Nüsra’nın işlemiş olduğu cinayetler, 1970’li yıllarda kontra güçlerinin kullandıkları yöntemlerin aynısıdır. Maraş’ta, Çorum’da vb. yerlerde yaşanan katliamlarda öyledir. 1990’lı yıllarda Kürdistan’da işlenen insanlık suçları da benzeri bir özellik taşımaktadır. Madımak’ta insanları diri diri yakanların da bunlardan hiçbir farkı bulunmamaktadır. Bu benzerlikler bile kendi başına; bu cinayetleri, insanlık suçlarını işleyenlerin aynı merkezlerde eğitildiklerinin, hazırlandıklarını doğrulamaya yetmektedir. ABD’li özel savaş uzmanlarının bile özel savaş stratejisini geliştirirken; Türk egemenlerinin uyguladığı özel savaş yöntemlerinden yararlandığını ve bunlardan çok şey öğrendiklerini itiraf etmiş olmaları da bu konuda hiçbir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Onun içindir ki, bu gerçekliğinin doğru anlaşılması ve ona karşı bir tutum ve yaklaşımın sahibi olunması gerekmektedir. 9 Haziran’ da Amed’de yaşanan provokasyon karşısında böylesi bir tutumun ortaya konulmasında yetersiz kalınmış, HÜDA-PAR cinayetlerinin önüne geçilememiştir. Yaşanan bu yetersizlik ise, cinayetleri işleyen çeteler için cesaretlendirici bir rol oynamıştır. Bunlara müsaade edilmemesi gerektiği, benzeri provokasyonların ve saldırıların yaşanmaya başladığı anda mutlaka ezilmeleri gerektiği açığa çıkmaktadır. Bunun da Kürdistan halkına ve Türkiye de ki demokratik kamuoyuna doğru izah edilmesi gerekmektedir. Bu tür saldırılar karşısın da kendiliğinden savunma pozisyonun da olmak yanlış bir tutum olacağı gibi, JİTEM’in uygulamaya koyduğu planlamanın da sonuç almasına imkan sunacaktır. 1990’ların başında böyle olmuştur. Şimdi yine aynı plan sadece Bakuré Kürdistan’da değil tüm parçalarda uygulamaya konulmuştur. Bu şekilde geçmişte yaşananlardan daha kapsamlı bir planlamanın devreye konulduğu anlaşılmaktadır. Türk Cumhur Başkanı R.T.Erdoğan da bunu itiraf etmekte ve Kürt’ler adına yaşanacak olan hiçbir gelişmeye de müsaade etmeyeceklerini söylemektedir. Ve bu gerçeklik doğru anlaşıldığında nasıl bir yaklaşım içerisinde olunması gerektiği de anlaşılmış olacaktır. Unutulmamalıdır ki, elde edilen başarılar kalıcı bir kurumsallaşmaya dönüştürülmeden tam başarı olarak görülemez. Türk Özel savaş rejimi de bu gerçeklikten hareketle elde edilen başarıları tersine çevirmek istemektedir. Rojava devrimine bunun için saldırmaktadır. Kobané katliamı bunun için yapılmış, Gré Sıpiyé saldırılar bunun için yeniden başlatılmıştır. 7 Haziran seçimlerinde elde edilen başarı bunun için yok sayılmaktadır. Bunları engellemenin tek yolu da elde edilen başarıları kurumsallaştırmaktan ve kurumsallaşmayı da öz savunmaya dayalı olarak korumaktan geçecektir. Bu da her yönüyle Türk Özel savaş rejimine ve onun DAİŞ, HÜDA PAR vb. gibi taşeron örgütlerine karşı bir konumlama ve örgütlü bir mücadele içerisinde olmayı gerekli kılmaktadır. Bu gerçeklik ile TC Devleti ve AKP’nin, DAİŞ ve HÜDA-PAR ile olan bağlarını ve ilişkilerini görmek,ona göre bir ele alış içerisinde olmak gerekmektedir.

50


Özgür Halk

Temmuz 2015

Faşizm Ses ve Işıktan Korkar! Diyarpir Delibaş “Bir millet için en büyük felaket, tarihinin düşmanları tarafından yazılmasıdır” der ünlü tarih felsefecisi A. J. Toynbee. Kürtler bu felaketi yaşadı. PKK’den önce Kürt Halkının tarihi hep düşmanları tarafından yazıldı. Farslar yazdı, Araplar yazdı, Türkler yazdı. Fakat hepsi kendine göre yazdı. Buna göre; Farsların bir Kürdistan’ı vardı; Türklerin bir Kürdistan’ı vardı; Arapların iki Kürdistanı vardı. Fakat Kürtlerin bir Kürdistan’ı yoktu! Tüm dünya Kürt ve Kürdistan’ı gözleriyle görüyor, elleriyle dokunuyordu. Fakat Kürdün tarihini yazanlar “Kürt ve Kürdistan Yoktur” dediği için, Kürt de Kürdistan da YOKTU! “Tarihçiler(!) Öyle Diyor”du. Koçgiri İsyanı; Alişer, Nuri Dersimi yoktu! Beytüşşebab İsyanı; Ali Rıza, İhsan Nuri yoktu! Şeyh Said İsyanı; Şeyh Said yoktu! Ağrı İsyanları; Celali Berho, Bıro Heske Telli, İhsan Nuri yoktu! Dersim İsyanı; Seyid Rıza yoktu! Özetle 28 İsyan ve liderleri yoktu! “29. İsyan” Kürt ve Kürdistan diyen PKK’ydi. “PKK’lılar Kürt değil”di. Çapulculardı. Bir avuç eşkıyaydı, Baldırı Çıplaklardı. “Türk devleti büyüktür; Türk devleti güçlüdür” idi. Hiç kimsenin kuşkusu olmasındı. “28 İsyan Bastırıldığı gibi, 29. İsyan da Bastırılacak”tı! Koçgiri gibi, Ağrı gibi, Dersim gibi, Yine kan aksındı dereler… Süngülensindi hamile kadınlar… Sallansındı süngüler ucunda daha süt emmemiş bebeler… Ele geçmemek için kendini uçurumlardan aşağı atsınlardı genç kızlar… Darağaçları kurulsundu, meydanlarda sallandırılsındı “Şakiler”… Mitralyözlerle kurşuna dizilsindi kendine “Kürdüm” diyenler… Mağaralara doldurulsun, ateşe verilsindi yaşlı-genç, kadın ve çocuklar… Yerlerde sürüklensindi parçalanmış cesetler, Teşhir edilsindi kesik kanlı başlar… Oluk oluk kan aksındı, kanla sulansındı tekrar bu kutsal topraklar… Bu amaçla yine yola çıktılar. 1977 yılının 18 Mayıs’ında Antep’te Ajan Provokatör örgüt Stêrka Sor ile

birleşerek Haki Karer’i; 1978 yılının 18 Mayıs’ında da Hilvan’da Feodal eşkiya çeteleriyle birleşerek Halil Çavgun’u katlettiler. İşaret fişeği patlamış, katliamlar başlamıştı. Maraş, Malatya, Sivas, Çorum, Şikestun, Her gün akan kan; her gün yeni bir katliam! * Katliamlara artık dur demek; yeni katliamlara karşı silahlı direnişe geçmek; Sömürgecilerin Kürdistan’daki dayanakları olan İşbirlikçi Feodal Kompradorlara karşı mücadeleyi geliştirmek; ajan-muhbir, faşist kişi ve yapılanmalara karşı silahlı mücadeleyi yükseltmek gerekiyordu. Silahlı Direniş hava, su, güneş ve toprak kadar zorunluydu. Tersi durumda, “28 İsyan”ı kanla-katliamla bastırılan; tarihi ve dili yasaklanan; zorunlu göçe ve asimilasyona tabi tutulan; kendi ülkesinde tutsak edilen, baş aşağı giden Kürt Halkının “29. İsyan”ı da bastırılacak; Kürt ve Kürdistan tümden tarih sahnesinden silinecekti. Bunun için planlar yapılmış, hazırlıklar tamamlanmıştı. Kürt Özgürlük Hareketi Silahlı Direnişe Geçti! PKK ile Partileşerek; Hilvan silahlı direnişiyle halk hareketine dönüşerek katliamlara yanıt verdi. Sömürgecilerden; İşbirlikçi Feodal Kompradorlardan; hain, ajan, muhbir, kişi ve kurumlardan hesap sormaya başladı. Haki Karer ve Halil Çavgun’u katledenler cezalandırıldı. Hilvan Belediye Başkanı, belediye hoparlöründen tüm Hilvan halkına hitaben yaptığı konuşmasında: “Beni Belediye Başkanı olarak seçtiniz! Size layık olamadım. Karanlık güçlerin maşası haline geldim. Beni affedin” diyerek istifa etti. Yapılan seçimle Hilvan Belediye Başkanlığına Kürt Özgürlük Hareketi sempatizanı Nadir Temel seçildi. Üç kadın, Saadet Yavuz, Emine Hacıyusufoğlu ve Dürre Kaya da Belediye Encümen Üyesi seçildi. Bu, Kürdistan tarihinde bir ilkti. Aynı zamanda erkek eğemenlikli Sisteme de vurulan ilk darbeydi. Zihniyette bir devrimdi. Hilvan İlçe Yönetimi tamamen Kürt Özgürlük Hareketinin eline geçti. Halk kendi kendini yönetmeye, kendi sorunlarını kendisi çözmeye başladı. Tapu ile Nüfus Dairesi dışındaki sömürgeci tüm kurum ve kuruluşlar işlevsizleşti. Doğallıkla tüm Kürdistan’ı etkiledi. Ülkede, bölgede ve dünyada yankı buldu. 12 Eylül darbesinin lideri General Kenan Evren’in anılarında: “1978 Yazında Hilvan üzerinden helikopterle geçtik, darbe yapmaya karar verdik” demesi tesadüf veya anlık bir değerlendirme değildir. PKK’nin halk hareketine dönüştüğü gerçeğinin somut bir itirafıdır. Hilvan’ın ardından Batman’da da Belediye Başkanlığına Kürt Özgürlük Hareketinin sempatizanı Edip Solmaz seçildi. Halk her yerde PKK’ye sahip çıkıyor, Özgürlük Hareketi gün geçtikçe gelişip güç kazanıyor, silahlı direniş daha da yükseliyordu.

51


Özgür Halk Sömürgeciler şaşkındı. Ölü Kürt, Anka Kuşu gibi kendi külleri üzerinde yeniden dirilmiş, “Muhayyel Kürdistan Burada Metfundur!” mezarı parçalanarak yerle bir edilmişti. 1980’e gelindiğinde Urfa, Mardin, Diyarbakır, Ağrı, Kars, Antep, Adıyaman, Elazığ, Dersim, Muş, Maraş, Batman ve Bingöl’de PKK’nin gelişmesiyle birlikte Bağımsızlık, Özgürlük, Ulusal Bilinç ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi de gelişip derinleşti. Kürdistan’da bu görkemli gelişmeler yaşanırken, Türkiye’de de Devrimci Demokratik muhalefet gelişip yükseliyordu. Sömürgeci-emperyalist sistem, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ile Türkiye Devrimci Demokratik Muhalefeti bastırmak ve tıkanan sistemin önünü açmak amacıyla bazı bölgelerde sıkıyönetim ilan etti. Ancak buna rağmen direniş yükselerek devam edince, sıkıyönetimi genişleterek tüm Kürdistan ve Türkiye’ye yaydı. Kontrgerilla, ordu ve polis birlikte tanklarla, karayer ve panzerlerle operasyonlara girişti. ‘Gücün suistimali’ temelinde yapılan bu operasyonlarla başta devrimci-demokrat, ilerici-aydın ve yurtseverler olmak üzere on binlerce insan yakalanarak işkencelerden geçirildi, tutuklanarak cezaevlerine dolduruldu. Bununla da yetinmeyen Sömürgeci Emperyalist sistem, Türkiye Devrimci Demokratik Muhalefeti ile Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesini tamamen imha etmek amacıyla 12 Eylül Askeri Faşist Cuntayı işbaşına getirdi. Askeri Faşist Cunta dünya hegemon güçlerinin desteğini de arkasına alarak tüm şiddet araçlarıyla pervasızca harekete geçti. Kırda, kentte sokakta çatışma süsü verilerek insanlar güpegündüz, herkesin gözleri önünde kurşuna dizildi. Cesetler saatlerce yerde bırakıldı, teşhir edildi. Darağaçları kuruldu. Onlarca insan peş peşe idam edildi. Çatışmalar, idamlar, kanlı cesetler basına ve televizyona verilerek yoğunca korku ve terör estirildi. Amaca varmak için her tür yol ve yöntem mubah sayıldı. İnsanlık adına ne varsa hepsi yasaklandı; insanlık dışı ne varsa hepsi serbest bırakıldı! Bu politika ve uygulamalarla Türkiye Devrimci Demokratik muhalefeti tamamen bastırılıp etkisizleştirildi. Türkiye’de Askeri Faşist Cuntaya karşı başkaldıracak, direnecek örgütlü hiçbir güç bırakılmadı. Kürt halkının özgürlük umudu haline gelen PKK’nin üzerine çok daha şiddetle gelindi. Kürdistan’da PKK’nin geliştiği şehirler, köyler, kasabalar işkencehaneye çevrildi. On binlerce insan gözaltına alınarak çok şiddetli ve korkunç işkencelerden geçirildi. Yüzlerce insan işkence altında öldürüldü. Binlercesi sakat bırakıldı. Özellikle mücadelenin yoğun olarak geliştiği Urfa ve ilçeleri; Mardin, Batman ve Diyarbakır bu uygulama ve saldırıların hedefi haline getirildi. Buralarda PKK’ye selam verenler bile terör operasyonlarıyla gözaltına alınarak, korkunç işkencelerden geçirilerek zindanlara dolduruldu. Bu saldırı ve uygulamalarla irade kırma, mücadeleden koparma, boyun eğdirme, kendini inkar etme amaçlanırken, aslında yüz yıl daha Kürt halkının susturulması, kimliksiz, dilsiz ve köle olarak bırakılması he-

Temmuz 2015

defleniyordu. Bu politika, bu işkence ve baskı uygulamalarıyla Türkiye Devrimci Demokratik Muhalefeti ile Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi dışarıda tamamen bastırılıp dağıtıldıktan ve Askeri Faşist Cunta’ya karşı direnecek örgütlü güç bırakılmadıktan sonra, on binlerce insanın tutsak edildiği cezaevlerine yöneldiler. İlk başta “Pilot Bölge” olarak Ankara-Mamak Cezaevi ile İstanbul- Metris Cezaevi seçildi. Orada Devrimci Tutsaklar belli bir direniş sergiledi. Ancak direniş uzun soluklu olamadı, kısa bir süre sonra Askeri Faşist Cuntanın tüm kuralları kabul edilerek direniş sona erdi. Buralarda sonuç alan Askeri Faşist Cunta zafer kazanmış ordu edasıyla PKK’li tutsaklara yöneldi. Merkez Diyarbakır’dı. 12 Eylül Askeri Faşist Cuntadan önce, Diyarbakır’da ikisi 7.Kolordu’nun içinde; biri Kolordunun dışında, biri de Tarihi Saraykapı Cezaevi olmak üzere toplam dört tane cezaevi vardı. Bunların kapasitesi dolduğu için, 12 Eylül ile birlikte Bağlarda meşhur 5 Nolu E-Tipi Cezaevi yapıldı. Daha inşaatın ince işleri tamamlanmadan dört cezaevinde tutulan PKK’li tutsaklar bu 5 Nolu E-Tipi Cezaevinde toplandı. Ayrıca Elazığ Cezaevinde kalan Dersim ve Elazığ’da yakalanan PKK’li tüm tutsaklar ile Adana 6. Kolordu Cezaevinde kalan Güney Batı’da yakalanan tüm PKK’li tutsaklar da Diyarbakır 5 Nolu E-Tipi Cezaevine getirildi. Bunların dışında Erzincan, İstanbul, Ankara cezaevlerinde de PKK’li tutsaklar vardı. Fakat hem sayı, hem de nitelik bakımından az oldukları için asıl yönelme ve direniş Diyarbakır 5 Nolu E-Tipi Cezaevinde başladı. Cezaevi kapasitesi 350 kişi olmasına rağmen kısa sürede mevcudu bin 500, 2 bin kişiye çıkmıştı. İkişer kişi yatmasına rağmen ranzalar yetmiyor, tutsaklar yerde beton üzerinde yatıyordu. Temizlik yapma olanağı tamamen ortadan kalkmıştı. Keyfi ve fiziki uygulamalarla birlikte hak kısıtlamaları da başladı. Sayımlarda tutsakları sıraya koymakla başlayan uygulamalar, asker ve gardiyanlar içeri girdiğinde önünü ilikleyerek ayağa kalkmaya, koridorlarda esas duruşa geçmeye, saç ve bıyık kesmeye, ziyaretçilerle Kürtçe konuşmayı yasaklamaya kadar vardırıldı. Bunlara karşı çıkanlar, İtiraz edenler işkenceye alınmaya, görüş yasağı cezası verilmeye başlandı. PKK’nin belli Kadroları koğuşlardan alınarak “35. Koğuş” denilen hücrelere alındı. Bu kural ve işkencelere karşı fiili direnişler gelişti. Onlarca tutsak ağır yaralandı, birçoğu sakat kaldı. Fakat fiili direnişler çözüm olamadı. Onlara geri adım attıramadı. Bunun üzerine 2 Ocak 1981’de PKK’li tüm tutsakların katıldığı açlık grevi başladı. Diğer bazı örgütler bu greve katılım gösterirken, bazı örgütler de: “PKK eylem koyarak Cuntayı tahrik ediyor” diyerek eyleme karşı çıktı. PKK’li tutsakların cezaevi direniş tecrübeleri yoktu. İletişim olanağı yoktu. Bu nedenle AG’ye ilk başlayan 35. Koğuş AG’nin 12. günündeyken, diğer bazı koğuşlar 10, bazıları ise 8.günündeydi. AG sürdürülürken uygulamalar giderek daha da ağır-

52


Özgür Halk

Temmuz 2015

laştırıldı. İşkenceler yoğunlaştı. Pişmanlık ve itirafçılık dayatıldı. Açlık Grevi’nin de sorunlara çözüm olamadığı anlaşılınca, 35. Koğuş’taki PKK’li Tutsaklar, Kitlesel Açlık grevini sonlandırarak Kadrosal Ölüm Orucuna başladı. Öncülüğünü Hayri Durmuş ve Kemal Pir’in yaptığı bu Ölüm Orucuna PKK’li 14 Kadro katıldı. Bu eylem, Türkiye ve Kürdistan’da şehit verilen İLK Ölüm Orucu eylemiydi. İRA üyesi Bobby Sands ve arkadaşlarının Maze Hapishanesi’nde başlattığı Ölüm Orucundan esinlenilmişti. Fakat Ölüm Orucu tecrübesi hiç yoktu. Dolayısıyla bilinen “Ramazan Orucu”nun etkisiyle ilk üç gün sigara ve su dahi içilmedi! Ölüm Orucu devam ederken kontrgerillanın beyinlerinden 7.Kolordo Komutanı Kemal Yamak ile Kontrgerilla Şefi sadist subay İç Emniyet Amiri Esat Oktay Yıldıran, ekmek-yemek, su, uyku, hava, güneş gibi temel insani ihtiyaçları bile işkence aracına dönüştürerek, işkenceleri vahşet düzeyine çıkardı.

laşım beklenirken, tam tersine Ali Erek’e: “Kuralları kabul edersen tedavini yaparız. Kuralları kabul etmezsen burada inleye inleye geberirsin” denildi. Kuralları kabul etmeyen Ali Erek eylemin 25. gününde yaşamını yitirerek PKK’nin ilk zindan Şehidi oldu. Ölüm Orucu 13 kişiyle kararlılıkla sürdürülürken 43.gününde eylem anlaşmayla sonuçlandı. Anlaşmaya göre işkence yapılmayacak, kimseye itirafçılık dayatılmayacak, savunmalar için gerekli kağıt-kalem ve iddianameler verilecekti. “Türk Askerinin Namus-Şeref Sözü”ydü. Ancak verdikleri Namus-Şeref sözünün üzerinden daha bir hafta geçmeden çok yoğun bir saldırı ve işkence dalgası başladı. Bu saldırı ve işkencelerin şiddeti karşısında direniş kırıldı. Kitlenin çoğunluğu direnişi bıraktı. Bunda “Direndik, anlaştık. Fakat işkenceler tekrar başladı.” psikolojisinin etkisi de rol oynadı. Bine yakın direnişçiden geriye artık sadece 60-70 direnişçi kaldı.

Bu Sadistler şahsında devlet cezaevinde kendini örgütledi. Yoğun kirli bir mirasları da vardı. Mamak ve Metris Cezaevlerinden edindikleri tecrübeler yanında, Amerika’nın birçok sömürge ülkede -özellikle Vietnam’ın Saygon Zindanlarında- uyguladığı hücre ve işkence sistemlerinden edindikleri tecrübeler; İsrail’de gördükleri eğitimler; 12 Mart ve Kıbrıs’ta Rumlara karşı kendi uyguladıkları işkence ve teslim alma tecrübeleri vardı. Bu tecrübelerle tutsaklara yöneldiler. Başını Şahin Dönmez’in çektiği itirafçılardan akıl alarak her koğuşa ispiyoncu yerleştirdiler. İtirafçılardan ekipler oluşturarak tutsakları işkenceyle sorgulamaya aldılar. Sinema salonunu, eski banyoyu, merdiven altlarını, ara koridorları birer işkence tezgahına dönüştürdüler. İşkence sesleri, insan çığlıkları beton duvarlarda, paslı demir kapılarda yankılanarak göğe yükseliyordu. Artık gün, 24 saat işkenceydi. Ölüm Orucu eylemine yeni katılımları engellemek ve eylemi kırmak için işkenceleri daha da yoğunlaştırıyor, her türlü yol ve yönteme başvuruyorlardı. Ölüm Orucunun 11. Gününde Ali Erek mide kanaması geçirdi. En asgari düzeyde de olsa insani bir yak-

Mayıs ayına gelindiğinde 36. Koğuş denilen hücrelerde 4 kişi; 35. Koğuş denilen Hücrelerde de 9 kişi olmak üzere toplam 13 direnişçi kaldı. Bu direnişçiler de Mayıs’ın sonlarında direnişi bırakınca, “Diyarbakır’da Teslimiyet Dönemi” başladı. Burada bir not düşmek lazım: PKK’li tutsaklar cezaevinde kuralları kabul etmişti. Bu anlamda “Teslim olmuşlardı” da denilebilir. Fakat mahkemelerde baştan sonuna kadar siyasi savunma yaptılar; Kürt, Kürdistan ve PKK’yi savundular. Hiçbir zaman kendi gerçekliklerini inkar etmediler. Amaçlarına, düşüncelerine ve eylemlerine hep sahip çıktılar, savundular. Ayrıca direniş arayışları da hep devam etti. Önce Mazlum Doğan, ardından Dörtler, ardından da 14 Temmuz eylemi de bu gerçeği kanıtlamaktadır. Evet, tüm tutsaklar kurallara uyuyordu. Fakat kurallara uymak artık yetmiyordu. Hepsini teslim almak, iradelerini kırmak, kendilerine yabancılaştırmak, İtiraf ve ihanet ettirmek hedefleniyordu! Tutsaklar şahsında Kürt ve Kürdistan’ı yok etmek; PKK ve Önderliğini yenilgiye uğratmak hedefleniyordu. Özetle beyinleri isteniyordu.

53


Özgür Halk Nasıl ki Dehaq Kürt çocuklarının beynini istiyordu ise, şimdi de Kürt gençlerinin beyni isteniyordu. Hiç kuşkusuzdur ki, Dehaqların olduğu yerde Kawalar da çıkar! “Çağdaş Kawa” Mazlum Doğan’ın çıkışı böyledir. “Bu ülke, bu zindan, bu hücreler neden bir mezar kadar sessiz? Neden zifiri karanlık gittikçe çoğalıyor? Bu zifiri karanlığa neden kimse ışık olamıyor?” dedi. Sonra 21 Mart gecesi yaktığı üç kibrit çöpüyle Newrozu kutlayarak, “Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür!” şiarıyla cezaevinde yaşanan vahşeti dünya insanlık ailesine duyurmak ve durdurmak için yaşamını feda etti. Kemal Pir: ‘Faşizm ses ve ışıktan korkar’ derdi hep. Mazlum Doğan Ses ve Işık olmuştu! Bu “Ses ve Işık” tutsakları derin bir sorgulamaya götürdü. Direnişçi özünü yitirmeyen tutsaklar teslimiyet ve ihanetin gerekçesini aramaya başladılar. Sonuçta Mazlum Doğan’ın çok önceleri yaptığı, “Ölümü Yenemediğimiz İçin Teslim Olduk” tespitine ulaştılar. Böylece “Berxwedan Jiyane!” şiarıyla yürümekten başka bir seçeneğin olmadığında netleştiler. Mazlum Doğan’ın direniş mesajını İLK alan Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner oldu. Hemen hazırlıklara başladılar. Hazırlıkları bitirince Haki Karer, Halil Çavgun ve İbrahim Kaypakkaya’nın şehadet yıldönümlerini beklediler. Gün geldi; Mayıs’ın 18’inde el ele tutuşarak kendilerini diri diri ateşe verdiler. Bedenleri ateş topuna dönüşmüşken üzerlerine su döküp ateşi söndürmek isteyen arkadaşlarına: “Su dökmeyin, ateşi yakın ateşi!” diye haykırdılar. Böylece özge canlarını feda ederek teslimiyet ve ihanetin ölümle yenilgiye uğratılabileceğini gösterdiler. Düşmana: “Bunlar nasıl insan!” dedirterek, ‘Dörtlerin Gecesi’ destanıyla tarihteki yerlerini aldılar. Direnişin diğer tutsaklara yansımaması, eylemin üzerinde yoğunlaşmaların önlenmesi için işkenceler daha da yoğunlaştırıldı. Geceleri yapılan baskınlarla hücrelerden alıp götürmelerle, atılan işkence çığlıklarıyla uyumaya bile fırsat verilmiyordu. Tüm tutsakların yüzüne açlık, uykusuzluk, çaresizlik, korku ve ölüm sinmişti. Hepsi bir deri bir kemik kalmıştı. Bu uygulama ve görüntülerle 5 Nolu E-Tipi Cezaevi, Hitlerin toplama kamplarını aratmıyordu. Bu fedai direnişlere rağmen baskı, saldırı ve işkence durmuyor, hızla devam ediyordu. Her duvar dibi, her koridor, her hücre kan, ter ve ölüm kokuyordu. İstenen beyindi, düşünceydi! Kendini kusmak, kutsal bildiği tüm değerlere yabancılaşmak ve İhanetti! Bu amaca varmak için de her türlü kirli yol ve her türlü insanlık dışı yöntem mubah görülüyordu. Peş peşe çıkan tabut sayıları gün geçtikçe artıyordu: Ali Erek, Mazlum Doğan Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin, Necmi Öner, Cemal Kılıç... ... Tabutlar… Tabutlar Fakat işkence yine durmuyordu.

Temmuz 2015

Hayri ve Kemal, bu uygulamalara daha büyük bir direnişle karşılık verilmesi gerektiğini biliyorlardı. Buna hazırlıklıydılar. Ancak Ana Dava da siyasi savunma yapmak; PKK’yi ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesini dünya kamuoyuna doğru yansıtmak istiyorlardı. Bu vahşi, insanlık dışı uygulamalara bunun için katlanıyorlardı. Nihayet mahkemeler başladı. Ancak işkence uygulamaları mahkemede, mahkeme heyetinin gözleri önünde de devam ediyordu. PKK yalan ve iftiralarla karalanırken, itirafçılara sınırsız söz hakkı tanınırken; PKK’yi savunmak, Kürt ve Kürdistan’ı sahiplenmek isteyen tutsaklara savunma imkanı verilmiyordu. Hayri’nin, Kemal’in elleri hep havada kalıyordu. Yapılan karalama ve iftiralara cevap vermek için tek bir gün olsun, tek bir sefer olsun onlara söz hakkı verilmedi! Hayri’nin dediği gibi, artık “Mahkemeye çıkmanın hiçbir anlamı kalmamış”tı. Kemal, zaten çoktan hazırlanmış, eyleme kilitlenmiş, Hayri’yi bekliyordu. Mahkemeye çıkarlarken 35. Koğuşun 4. Kat merdiveninde Hayri’ye yanaşarak: “Doktor Geç Kalıyoruz!” dedi. “Yapacağız Kemal. Tarihi gerekçelerimiz var. Siyasi Savunma yapmak durumundayız!” “Doktor, Dörtler’den önce biz başlamalıydık. Mazlum’un arkasından ilk giden biz olmalıydık. Geç kaldık. Daha da gecikmeyelim!” dedi tekrar. “Savunma Hakkı vermezlerse İlk fırsatta söz alıp açıklayacağım.” dedi Hayri. Savunma Hakkı verilmiyordu! Bu netleşmişti. Hayri’nin, Kemal’in halka verdikleri söz, PKK sözüydü! Söz onurdu, onur asla ayaklar altına alınmayacaktı. PKK Ana Davası Urfa grubu duruşması devam ediyordu. Durum netleşmiş, eylem zamanı ve günü gelmişti! 14 Temmuz 1982 Çarşamba günüydü! En önde Hayri Durmuş, onun arkasında Celalettin Delibaş, ortada Kemal Pir, en arkada da Muzaffer Ayata karayerden indirildiler. Diğer tutsaklardan hep ayrı tutuluyor, Ring arabası yerine karayerle mahkemeye götürülüp getiriliyorlardı. Hepsinin elleri arkadan kelepçeliydi. Hayri’nin kelepçesine geçirilen zincir, Celalettin ve Kemal’in kolları altından geçirilerek son halkası Muzaffer’in kelepçesine geçirilip kelepçesi kilitlenmişti. Bu şekilde, kölelerin zincirlenerek pazara götürülmesi gibi, mahkeme salonuna alındılar. Diğer tutsaklar da 10’ar, 15’er kişi halinde zincirlerle birbirlerine bağlanmış olarak Ringlerden indirilip mahkeme salona alındılar. Aralarına onlarca coplu asker tek sıra halinde dizildi. Konuşmak yasaktı. Bakmak yasaktı. Kıpırdamak yasaktı. Eller dizlerde, gözler “Adalet Mülkün Temelidir”in “A”sındaydı. Bu kesin bir emir ve temel bir kuraldı. İhlali durumunda en korkunç işkenceler demekti. Avukatlar, Basın, Dinleyiciler, Kim olduğu belli olmayan siviller, Stenograflar-katipler de yerlerini aldılar. Fakat salonda çıt yoktu!

54


Özgür Halk

Temmuz 2015

Sanki salonda canlı yoktu! Sinek uçsaydı duyulurdu. Heyet içeri girdi. Yüzlerce insan özel eğitim almış asker gibi, yerinden fırlayarak ayağa kalktı. Bunu görmezden gelen mahkeme Başkanı Emrullah Kaya, oyalanarak cübbesini giydikten ve salona şöyle bir göz gezdirdikten sonra, lütufkâr bir edayla nihayet “oturun” deyince herkes tekrar yerine oturdu. Emrullah Kaya formalite kayıtları katibe dikte ettikten sonra duruşma başladı. Hayri’nin eli yine havadaydı. Üçüncü gündü. Kürsüde konuşması biten her tutsaktan sonra Hayri ısrarla söz hakkı istiyor, Mahkeme Başkanı Emrullah Kaya da aynı ısrarla söz hakkı vermiyordu. Salondaki herkes üç günden beri bu durumu görüyor, izliyordu. Öğleden sonra da aynı durum devam etti. Emrullah Kaya, itirafçılara sınırsız söz hakkı verirken, tüm ısrarlarına rağmen Hayri’ye söz hakkı vermiyordu. Bunun nedenini salondaki hemen herkes biliyordu. Hayri, her konuştuğunda Emrullah ve Mahkeme heyeti zor duruma düşüyordu.

zırlayıp gönderdim. Hiçbiri mahkemeye ulaşmadı. Burada itirafçılara süresiz söz hakkı verilirken, PKK’ye bu kadar iftira, yalan ve karalama yapılırken, buna cevap verememenin verdiği acıyı tarif edemem. Bundan sonra şahsen bizim yaşamamızın da mahkemeye gelip gitmemizin de bir anlamı kalmamıştır. Kürdistan Bağımsızlık Mücadelesine inananlar, Silahlı mücadeleyi esas almak ve devrimci şiddeti kullanmak zorundalar. Uygulamalar açıktır! Bugünden itibaren koşulsuz-şartsız Ölüm Orucuna başlıyorum! Bundan sonra duruşmalara katılmayacağım. Bu benim son duruşmam olacaktır. (...)” dedi. Emrullah Kaya ne diyeceğini şaşırdı. Yutkunuyordu. Formalitelerin eksik bırakıldığını gören sivil hakim Niyazi Erdoğan, Emrullah Kaya’nın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Emrullah Kaya toparlanmaya çalışarak: “Hayri, Ölüm Orucundan vazgeç! Savunma hakkınız vardır. Cezaevindeki sorunlarınız için Komutanlığa dilekçe yazın. Sorunlarınız çözülür. Ölüm Orucundan vazgeç, dedi. Böylece kimi “hukuki” formaliteleri yerine

Duruşma bitmek üzereydi. Hayri’nin eli hala havadaydı. Heyet de hala aynı ısrardaydı. Hayri, kaldırdığı elini indirmeden ayağa kalkarak: “Çok önemli bir konuda konuşmak istiyorum” dedi. Sesi salonda yankılandı. Emrullah Kaya çaresiz bir ses tonuyla: “Ne söyleyeceksin Hayri? Yerinde söyle. Çok kısa olsun” dedi. “Kürsüye geleyim.” diyen Hayri, yanıt beklemeden kürsüye yürüdü. Salonda çıt yoktu. Tüm dikkatli bakışlar Hayri’nin üzerindeydi. “(...) Cezaevinde tam bir vahşet yaşanırken, işkence, insanlık dışı uygulamalar yoğunlaşarak sürerken hep sessiz kaldık. Büyük tahammül gösterdik. Bunu mahkemede partimizi, amaçlarımızı, eylemlerimizi, halkımızı savunabilmek için yaptık. Ancak savunma yapma olanakları tamamen ortadan kaldırılmıştır. Bu konuda Mazlum Doğan haklıydı. O savunma yapabilmemizin koşullarının kalmadığı düşüncesindeydi. Ben ise o zaman savunma yapmamızın hala mümkün olabileceğini düşünüyordum İki kez mahkemeye yazılı savunma ha-

getirmiş oluyordu. Bu aklı Niyazi Erdoğan’ın verdiği anlaşıldı. Hayri, olgun ve son derece kararlı bir sesle: “Ben blöf yapmıyorum. Söylediklerimde samimiyim. Bu benim son duruşmam olacaktır!” dedi. Hayri, ağır bir yükün altından çıkmanın rahatlığıyla yerine dönerken, Ali Çiçek elini kaldırdı. Emrullah Kaya’nın söz hakkı vermek istemediğini anlayınca yanıt beklemeden ayağa kalkarak: “Bazı şeyler açıklamak istiyorum” dedi. “Sonra açıklarsın Ali”, dedi Emrullah Kaya. “Eylemlerimi Açıklayacağım” diyerek kürsüye yürüdü. Niyazi Erdoğan yine Emrullah Kaya’nın kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Emrullah Kaya: “Tamam Ali, açıkla! Ama çok kısa…” dedi. Ali, mikrofonu boyuna göre düzeltti. Katıldığı eylemleri siyasi gerekçeleriyle birlikte tek tek açıkladı. (…) Sonra: “…PKK bize teslimiyeti değil, direnişi öğretti. Biz PKK’ye layık olamadık. Hayri arkadaşa katılıyorum. Bugünden itibaren ben de Ölüm Orucuna başlıyorum” dedi. Ali’den sonra Kemal söz hakkı istedi.

55


Özgür Halk “Kemal, çok kısa. Yerinde belirt, dedi Emrullah Kaya. “Yerimde belirteyim. Oraya gelirsem uzun sürer… Özel durumu dışında Ali’nin söylediklerini bana da yazın. Gerekçelerimiz farklı da olsa Hayri arkadaşa da katılıyorum” dedi. Kemal, daha yerine oturmadan Bedrettin Kavak yerinde yarı doğrularak: “Ben de Ölüm Orucuna Başlıyorum” dedi. “Arkadaşlara katılıyorum” “Ben de Ölüm Orucuna Başlıyorum” dedi Ali Kılıç. “Arkadaşlara katılıyorum” “Ben de Ölüm Orucuna Başlıyorum” dedi Fuat Çavgun. “Gerekçelerimiz aynıdır.” Bu, somut eylemsel bir tavırdı! Sömürgecilerin “fiziki olarak yaşa; fakat ruhsal, duygusal, düşünsel, olarak öl!” stratejisine karşılık; Hayri ve Kemal’in “Fiziki olarak öl; ideolojik, siyasi, ruhsal, duygusal olarak yaşa!” tavrıydı. Bu aynı zamanda zalim ile mazlumun zindanda kıyasıya bir savaşıydı. Jüri tarih ve halktı! Yenilgi kararını tarih ve halk verecekti! Mahkeme Heyeti panikledi. Başka eller daha kalkmadan, “…Duruşmanın yarına ertelenmesine oy birliğiyle…” diyerek apar topar kaçarcasına salonu terk etti. Salondaki herkes Ölüm Orucunun nasıl sonuçlanacağını merek ediyor, neden ve sonuçlarını tahmin etmeye, anlamaya çalışıyordu. Askerler dışında salon tamamen boşaltıldıktan sonra tutsaklar tekrar kelepçelenip zincirlenerek karayer ve Ringlere bindirilerek cezaevine götürüldü. Cezaevi Ana koridorunda devamlı yapılanın tersine, o gün isim yoklaması ‘35. Koğuş’tan başladı ve tutsaklar salonda bekletilmeden hemen hücrelerine alındı. 4.Kat 1.Hücrede Kemal Pir, 3.Hücrede Celalettin Delibaş, 5.Hücrede M. Hayri Durmuş, 7. Hücrede Muzaffer Ayata vardı. Daha önce Mazlum Doğan’ın kaldığı 9.Hücre hala boştu! İlişki kurmalarını engellemek için de aralarına hep birer hücre boş bırakılırdı. Ölüm Orucuna başlayanları aralarındaki bu boş hücrelere koydular. 2.Hücreye Bedrettin Kavak’ı, 4. Hücreye Ali Çiçek’i, 6. Hücreye Ali Kılıç’ı, 8. Hücreye de Fuat Çavgun’u koydular. Gardiyanlar hücre kapılarını kapatıp dışarı çıkınca 35’e derin bir sessizlik çöktü. Konuşmak yasaktı. Gürültü yapmak, ses çıkarmak, öksürmek bile yasaktı. Öksüren her tutsak kafasını üç defa duvara ya da demir parmaklıklara vurmak zorundaydı. Bir öksürük sesi gelip de arkasından duvara vurulan üç kafa sesi gelmeseydi eğer, tüm tutsaklar falakaya yatırılıp sıra dayağından geçirilirdi. Dolayısıyla öksüren her tutsak, tüm arkadaşları dayak yemesin diye kafasını üç kez duvara vurmak zorunda kalırdı. Bedrettin, Kemal’e bir şey sordu. Hayri, Ali Kılıç’a seslendi. Ali Çiçek, duvara vurarak sigara olup olmadığını sordu. Aralarında 30 santim kalınlığında bir kolon vardı. Celalettin, döşekte sakladığı 4-5 tane Bafra sigarasını ve kibrit çöplerini çıkarıp paylaştı. Muzaffer, Fuat’ı soruyordu. Bir tek Fuat Çavgun koğuşlardan getirilmişti. Demir kapılar açıldı. 35 tekrar sessizliğe gömüldü.

Temmuz 2015

Üsteğmen Ali Osman Aydın, 4. Kat 1.Hücrenin önünde durdu. Beton sekide oturan Kemal, ayağa kalkmadı. Bu kurala uymamak, kuralları ihlal etmek anlamına geliyordu. Suçtu! “Ayağa kalkacaksın Kemal, dedi Üsteğmen. “Kuraldır!” “Kuralları bazıları koyar, bazıları da kaldırır. Kural bitti artık. Kalkmıyorum.” dedi Kemal. “Öyle mi? Göreceğiz, bakalım.” “Hiç şey yapma. Ölüm Orucundayız. Var mı ötesi?” “Daha önce de girdiniz, bıraktınız. Zor geldi, değil mi?” “Verilen söze aldandık. Düştük. Sen de aralarındaydın. Binbaşı, Yüzbaşı: ‘Türk Askerin Namus-Şeref sözü işkence yapılmayacak”, dediniz. Namus-Şeref sözünüz nerede? Tutmadınız.” “Kural olmazsa, olmaz.” “İşkence, vahşet kural mı ya?” “Uymayanın hakkı kötektir.” “O zaman niye Namus-Şeref sözü verdiniz?” “Onu geç.” diyen Ali Osman Aydın, gitti, 2.Hücrenin önünde durdu. Bedrettin’e bakarak: “Sen de mi kurallara uymuyorsun?” dedi. “Evet. Ölüm orucundayım.” “Peki, bir de yiyin, bakın ben neler yaparmışım görürsünüz.” 5.Hücrenin önündeydi. Nefret dolu gözlerle Celalettin’e bakarak geçti. Ali Çiçek’in hücresinin önünde durdu: “Sen de mi Ölüm Orucuna girdin?” dedi üstten bakan bir edayla. “Evet. Ben de Ölüm Orucuna girdim.” Dedi Ali. Sonra ona meydan okuyan bir sesle: “Senin kurallarına uymuyorum.” dedi. Ali Osman Aydın, nikotinden sararmış iğrenç dişlerini kırarcasına sıkarak: “Göreceğiz. Hele bir de bırakın, yemek isteyin. Ne yapacağımı görürsünüz” dedi tıslayarak. “Hayal kurmak serbesttir.” dedi Ali. Üsteğmen Hayri’nin hücresinin önündeydi. “Doktor! Okumuş adamsın. Bilgilisin. Niye Ölüm Orucuna girdin?” dedi. “Niye girdiğimi mahkemede açıkladım.” “Değer mi?” “Değer! Uğraştırmayın!” “Göreceğiz. Hele bir de yiyin göreyim sizi” diyen Ali Osman Aydın, 6. Hücrenin Önünde durdu. “Buda mı girmiş” dedi Ali Kılıç’ı küçümseyerek. “Sen niye girdin lan?” “Lan deme. Artık Kurallara uymuyorum.” dedi Ali. “Ulan bir de bırakın, hele bir de yemek isteyin; eğer tek bir kaşık yemek, tek bir dilim ekmek verirsem anam avradım olsun. Geberin lan, geberin. Ebenize para mı verdim ben.” diyerek yürüdü, nefret dolu gözlerle Muzaffer’e bakıp geçerek 8. hücrenin önünde durdu. Çavuşa dönerek: “Bunun adı neydi ya?” dedi Fuat Çavgun’u küçümseyen bir ifadeyle. Çavuş yaltaklanarak: “Fuat Çavgun, komutanım” dedi. “Hıım. Sen de mi girdin lan Ölüme? “Ölüm Orucuna.” dedi Fuat onu düzelterek. “Ölüm Orucu! Hııh. Göreceğiz lan. Yemeyin, umu-

56


Özgür Halk

Temmuz 2015

rumda mı sanki. Size yemek verenin…” dedi ve tutsaklara nefretle bakarak çıkıp gitti. 35’e tekrar derin bir sessizlik çöktü. “Nasılsın Ali?” dedi Kemal sessizliği bozarak. “İyiyim Kemal Abi. Bomba gibi” dedi Ali Çiçek. “İyidir Ali, iyi… Cigaran var mı?” “İki tek var Abi. Birini göndereyim mi? “Var benim. Tu vexwe!” Ali gülümsedi. Kemal’in Kürtçe telaffuzuna çok sevinirdi. Sustular. Kurallara uymuyorlardı. Ayağa kalkmamışlardı. Üsteğmene de yanıt vermişlerdi. Kemal, beton sekinin üzerine uzanıp bacak bacak üstüne atarak: “Ohh be! Direniş ne güzel!” dedi yüksek sesle. Evet, direniş güzeldi. Irkçı, faşist kuralları reddetmek; işkenceye, vahşete karşı çıkmak; ben insanım diye haykırabilmek, insanlık onuruna sahip çıkmak güzeldi. Kendi bireysel çıkarlarını toplumun çıkarlarına feda et-

cundan haberdar olan tutsaklardan bir grup daha Ölüm Orucuna başladı. Onları da alıp 36. Koğuşa götürdüler. Eylemin 42. gününde Muzaffer’in de aralarında olduğu bir grup daha Ölüm Orucuna başladı. Bu grubu da 36. Koğuşa götürdüler. Böylece sayıları 50’yi geçen tüm Ölüm Orucu direnişçileri 36. Koğuşta toplanmış oldu. Eylemi kırmak için 7. Kolordu generalleri, Özel Harp Dairesi kadroları, İtirafçılar, ispiyoncular, bil cümle hainler devredeydi. İçeride ve dışarıda birlikte çalışıyor, eylemi kırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Direniş başlarken 14 Temmuz’du. Temmuz’da, Ağustos’ta Hazan da direndiler. “Biz yaşamı uğrunda ölecek kadar seviyoruz”, diyerek direndiler. Önde Kemal Pir’di! Kemal Pir, yine İLK’ti. Karardı gözleri. Zifiri karanlığa gömüldü her şey. “Kemal, vazgeç!” dedi Subay. “Bak gözün görmüyor. Felç olacaksın. Acı çekerek öleceksin. Niye yaşamak istemiyorsun?”

mek; Özgür yaşamı, uğrunda ölecek kadar sevmek; teslimiyet ve ihanete karşı ölümüne direnmek güzeldi. Bu güzelliği yaratan direnişçileri aynı gün alıp 35’in bir benzeri olan 36.Koğuşa götürdüler. Hayri ve Kemal’in Ölüm Orucuna girdiğini öğrenen Akif Yılmaz da aynı gün Ölüm Orucuna başladı. Ertesi gün Akif’i de alıp 36. Koğuşa götürdüler. Ana Dava-Urfa grubuyla Mahkemeye çıkamayan Mustafa Karasu da eylemin 6. Gününde bir grup tutsakla birlikte Ölüm Orucuna başladı. Onları da alıp 36’ya götürdüler. Ertesi gün birkaç tutsak daha Ölüm Orucuna başladığını açıklayınca, getir-götür işinden bıkan idareciler, Kambur Çavuşa bir açıklama yaptırdı. Çavuş tüm 35’e seslenerek: “Başka Ölüm Orucuna katılmak isteyen var mı leen? Kim giriyorsa şimdi girsin. Sonra oyarım. Ona göre.” dedi. Bununla da yetinmeyen Çavuş, tüm hücreleri tek tek dolaşarak aynı soruyu sordu. Bunun üzerine Ölüm Oru-

Kemal, kafasını sallayarak: “Yanılıyorsun. Biz yaşamı uğrunda ölecek kadar seviyoruz!” dedi. Bir ara tekrar gördü. Fakat 50. günlerde eşyalar titredi, renkleri matlaştı ve her şey yine zifiri karanlığa gömüldü. Artık gözleri görmüyordu; yitip gitmişti parlayan ela gözleri. Ali Çiçek seslendi: “Nasılsın Kemal Abi,” dedi. “Çavé min Ali! Çavémin nabîne. Tariye!” dedi Kürtçe kelimeleri yan yana getirerek. Ali’nin boğazı düğümlendi, konuşamadı. Kemal Pir, gözlerini yitirmişti. Sözün hükmü kalmamıştı. Çarşafı üstüne çekerek ağladı. Kemal, “Sinop Kalesinden Uçtum Denize” türküsünü söylüyordu. Ama sesi çıkmıyordu, inlediği sanılıyordu. Döndü beton sekide, dudakları çatlamış, boğazı kurumuştu. Elleriyle su aradı. Düşman suyu dökmüştü.

57


Özgür Halk Bir damla bile su yoktu. İstemedi, yedirmedi devrimci gururuna. Sadece “Of off” dedi o da duyulmadı. Tekrar uzandı. Anılar canlandı gözlerinde. Hayal-gerçek iç içe geçmişti. Uyudu ve bir daha da uyanmadı. Kürdistan halkının özgürlük, barış ve demokrasi mücadelesinde şehitler kervanına katıldı. Takvimler 7 Eylül 1982’yi gösteriyordu. Onun arkasından Hayri yürüyordu. “Akıllı birine benziyorsun. Niye ölmek istiyorsun?” dedi Kolordudan gelen ama rütbesini gizleyen ‘Yaşlı Asker!’. “Mahkemede açıklamaya çalıştım. Daha önce de söylemiştik...” “Duydum. Söylediler. Ama ölmek istemek başka şeydir. Yaşama son vermektir. Neden ölmek istiyorsun?” “Burada tam bir vahşet yaşanıyor! İtiraf ve ihanet dayatılıyor. Hakkımızda idam isteniyor. Bize, partimize, halkımıza bin bir iftira ve karalama yapılıyor. Fakat bize savunma yapma imkanı verilmiyor. ‘Savunma Hakkı Kutsaldır’ denilir, ama bu hak bize tanınmıyor. Düşmanlığın da bir ölçüsü vardır. Savaşta esir düşene yaklaşımda bile bir ölçü vardır. Fakat burada ahlaki bir ölçü yoktur. Amaca varmak için her türlü yol ve yöntem mubah sayılıyor. Gün 24 saat işkencedir…” Hayri’nin karşısında sıkışan ‘Yaşlı Asker’, gerçek yüzünü gösterdi: “Burası bir askeri okuldur! Statüsü o. Kuralları vardır. Kurallara uyacaksınız.” dedi. “Burası askeri okul değil, askeri cezaevidir. Biz de askeri öğrenci değil, devrimciyiz. Tutsağız. Onun için buradayız. Bunu bile anlamak istemiyorsanız, söz bitiyor.” dedi Hayri. “Bakın, Türkiye’nin düşmanları çoktur. Türkün Türk’ten başka dostu yoktur. Türkiye’nin dört tarafı düşmanlarla çevrilidir. Bu nedenle ‘Her Türk Asker Doğar!’ deriz. Siz de Türk’sünüz, askersiniz” “Ne alakası var? Biz Askerde değiliz, Türk de değiliz. Devrimciyiz. Tutsağız. Kürt’üz. Biz işkenceden, vahşetten söz ediyoruz. İnsanlar işkenceyle öldürülüyor…” “Mesela kim?” “Mesela; Cemal Kılıç hepimizin gözleri önünde dövülerek, işkence edilerek öldürüldü. Ali Erek kanama geçirdi, burada inleleye inleye öldü. Hastaneye götürülmedi. Tedavisi yapılmadı.” “ Mutlaka bir nedeni vardır. Düzeltilir. Şimdiye kadar kuralları kabul ediyordunuz. Ölmek gerekmiyordu. Niye şimdi?” “Mahkemede açıkladım. Siyasi savunma yapmak için kurallara uyduk. Ama savunma hakkı verilmiyor. O nedenle Ölüm Orucuna başladık” “Arkadaşların sana ‘Doktor’ diyor. İnsan yapısını daha iyi bilirsin. 10 gün, 20 gün, 30 gün. Hadi bilemedin 40 gün, sonra yiyeceksiniz.” “Biz, buradayız. Parmaklıklar arkasındayız. Gizliden yiyecek-içecek getirme olanağımız yok. Acele etmeyin. Göreceksiniz. Söylediklerimizde samimiyiz.” “Yaşlı Asker” yüzünü buruşturarak çekip gitti. Bir daha da gelen olmadı. Eylem 50’li günlere dayanmıştı. Hayri’nin boynu incelmiş, avurtları çökmüş, gözleri göz çukurunda kaybolmuştu. Yatağa uzanmaktan vücudunda yaralar çıkmıştı. Acılar çekiyordu. Milim milim eriyordu.

Temmuz 2015

“Biz öleceğiz! Anlaşmaya yanaşırlarsa eğer anlaşın. Tüm arkadaşların ölmesine gerek yok” dedi. Kaç gündü hiç uyumamıştı. Uykusu gelmiyordu. Vücudundaki yaralar daha da açılmış, kulakları oldukça ağırlaşmıştı. Artık ayağa kalkamıyordu. 190 boyu küçülmüş, 30-35 kilo kalmıştı. Akif’e seslendi: “Akif iyi misin?” dedi. “İyiyim Hayri Abi.” “Ali nasıl? Kızılyıldız!” “O da iyi. Diğer tarafta.” “Başaracağız” dedi ve uyudu. Takvimler 12 Eylül 1982’yi gösteriyordu. Kemal Pir ile Hayri şehitler kervanında yine birlikteydiler. Onları Akif takip etti. “Hayri Abi nerede?” dedi. “Götürdüler.” “Arkadaşlar ölürse ben yaşayamam.” dedi Akif. Tekrar daldı, gitti. Uyuyor muydu, baygın mıydı belli değildi. Sakalları uzamış, bir deri bir kemik kalmıştı. O da Kemal gibi, artık görmüyordu. Hastaneye kaldırdılar. Susamıştı. Elleriyle su aradı. “Ne arıyorsun Akif” dedi gardiyan. “Su” Asker bir bardak üzüm hoşafının suyunu uzattı. Hoşaf suyu olduğunu anlayan Akif, bardağı yere çalarak: “…Ben su istedim; hoşaf suyu değil. Su dışında bir şey içmediğimizi bilmiyor musun?” diyerek o durumda bile eylem disiplinine sahip çıkarak eylemi korudu. “Nasılsın Akif” dedi Karasu. “Gözlerim…” diyebildi zor duyulan bir sesle. Bir daha da konuşamadı. Kendinden geçmişti. Nefes alıp alamadığı belli değildi. Sedyeyle alıp götürdüler. Üç gün sonra, Kemal, Hayri ile birlikte Akif de şehitler kervanındaydı. Takvimler 15 Eylül 1982’yi gösteriyordu. Ali Çiçek, Şehitler Kervanına, Kemal, Hayri ve Akif’e yetişmek istiyordu. Varmak üzereydi. Zayıflamış, ayakta duracak takati kalmamıştı. Ama bilinci yerindeydi. “Ali, bırak eylemi. Vazgeç. Tüm arkadaşların öldü. Sen de öleceksin. Tedaviyi kabul et. Hemen serum takalım, Gençsin. Erken toparlanırsın.” “…Arkadaşlarıma ihanet! Halka ihanet! Partiye ihanet! Ama yaşayacağım! Öyle mi? Peki, o zaman ben ne için yaşayacağım! Anlamsız! Siz PKK’yi anlamamışsınız. PKK bize teslimiyeti değil, direnişi öğretti. Direneceğim! Ölümden korkmuyorum! Sizden de korkmuyorum. Asla boyun eğmeyeceğim.” dedi Ali. Bu konuşmadan 9 gün sonra Ali, Şehitler Kervanında yürüyen öğretmeni, yoldaşı Kemal Pir’e yetişti. Mazlum, Dörtler, Hayri ve Akif de yanlarındaydı. Hep birlikte ölümsüzlüğe giden yolda yürürlerken takvimler 17 Eylül 1982’yi gösteriyordu. 5 Nolu Şehitler Kervanı Menzile varmıştı! Kenan Evren, Diyarbakır’da eliyle 5 Nolu E-Tipi Cezaevini işaret ederek: “Burada öyleleri var ki, kafalarını koparsanız inançlarından vazgeçiremezsiniz. İdeolojilerine öyle bağlılar” derken, aslında Diyarbakır meydanında yenildiğini itiraf ediyordu. Lenin: “Büyük eylemler, düşmanında bile itiraf yaratır. Büyüklüğünü itiraf ettirir” der. Kenan Evren de Diyarbakır Zindan Direnişinin büyüklüğünü itiraf etmişti.

58


Özgür Halk

Temmuz 2015

Abi, Abi Söyleyin Siz Kimsiniz? Şoreş Biz Dersim gücü olarak Erzincan alanında üslenemiyorduk. Sadece baharda alana gidip çalışmalar yürütüyor ve sonbaharda Dersim’e çekiliyorduk. Yıl 1998 idi. Erzincan alanı için de bir grup örgütlendirilmişti. Bölge komutanı Mervan arkadaş komutasında on kişilik bu grup, tecrübeli ve eski arkadaşlardan oluşturulmuştu. İçlerinde en yenisi bendim. Mayıs ayında çıktığımız zaman, Munzur dağları daha açılmamış ve her yanı karla kaplıydı. Daha önce alanı tanıyan ve orada pratik yürüten sadece Rohat ve Rênas arkadaşlardı. Bu iki arkadaş dışında, diğerlerimiz Erzincan alanına ilk defa gidiyorduk. İlkin Munzur dağlarının yamaçlarında iki hafta kaldık. Kendimize erzak bulmaya çalıştık. Bunun için köylerden erzak temin ettik. Çünkü Erzincan bizim için açılmış bir alan değildi. Bu nedenle tedbirsiz oraya gitmek ve kendini geçindirmek zordu. Gideceğimiz Kemaliye taraflarında daha önce devlet tarafından Kürtler göçertilmiş, alanda sadece Türkler bırakılmıştı. Oradaki Türkler de bizi hiç tanımıyorlardı. Bizimle ilişkileri, devletle de çatışma durumları olmadığı için bizi, Türk devletinin siyasetinde ve medyasında anlattığı gibi biliyorlardı. Bu nedenle sınır hattında bulunan bütün bu Türk köyleri bize karşı savaştırılmak amacıyla devlet tarafından silahlandırılmış ve korucu yapılmışlardı. Bizleri hiç tanımayan, silahı niçin aldıklarını dahi doğru dürüst bilemeyen bu köylüler bize karşı silah almak durumunda bırakılarak çok kötü bir tuzağın içine çekilmişlerdi. Ancak hiç bir savaş tecrübeleri olmayan bu köylüler, devletten aldıkları bu silahları nasıl kullanacaklarını bilemiyorlardı. Çünkü bu kesimlerin çoğunluğu daha önce de bazı zorunluluklar dışında şehir ve devletle öyle çok bir ilişkileri olmamıştı. Daha çok kendi hallerinde yaşamışlar, saf ve sade kalmışlardı. Bizim mücadelemiz Dersim eyaletinde yükselip çevre alanlara yayılınca Türk devleti bunlara el atarak koruculaştırmış ve bize karşı kullanmak istemişti. Munzur’un yamaçlarında hazırlıklarımızı yaptıktan sonra Kemaliye tarafına geçtik. Tabi ki bu, Türk devletinin hiçbir zaman düşünemeyeceği bir şeydi. Çünkü bizim bu mevsimde geçeceğimizi beklemiyordu. Daha

önceki geçişlere göre yaklaşarak Temmuz’da alana geleceğimizi hesaplıyordu. Ama o bahar biz erken geçmiş ve Dersim üzerindeki sömürgeciliğin baskısını biraz hafifletmeyi düşünmüştük. Geldiğimiz alanda bir kaç gün bekledik ve alanı tanımaya çalıştık. Sonra, daha önce arkadaşların sadece ismini duyduğu Armağan köyünün keşfini yaparak girmeyi planladık. Planlamaya göre köylülere dokunmadan, onları silahsızlandıracak ve bunun da izahını yapacaktık. Köy korucuydu ama fazla kalabalık değildi. Biz de, fırsat bu fırsat diyerek ilk eylemimizi yapmak istedik. Gündüz saatleri olduğu için, açıktan anlaşılmayalım diye kendimizi ağaç dallarıyla kamufle ettik. Yürüyerek köyün arazisine girdik. Bu gidiş anımız çok komikti. Hepimiz meşe ağacının yapraklarıyla kendimizi yeşile büründürürken, bizim bu halimize benzeyen Kemal Sunal’ın bazı filmlerindeki sahnelerini hatırlayıp gülüyorduk. Tabii onun kendini bu biçimde kamufle etmesiyle, bizimki arasında özde bir farklılık vardı. Ayrıca bu görünüşümüzle ilk defa bizi görecek bir köyün içine girecektik. “Köylüler bizi bu halimizle gördüklerinde ne düşünürler, nasıl görürler ve neye benzetirler acaba?” diye birbirimize soruyor ve gülerek yürüyorduk. Köye akan dere yatağından yürüyerek köyün yakınına kadar gittik. Bu defa yakından keşif yaptık. Ortalık sakin görünüyordu. Bu arada köyden on altı-on yedi yaşlarında bir genç, elinde oltasıyla bizim olduğumuz tarafa doğru geliyordu. Bizi görmesin diye hemen ağaçların arasında mevzilenerek saklandık. Bu genç, mevzilendiğimiz yerin hemen önünde durdu. Oltasıyla derenin kenarında balık tutmaya çalıştı. Bir süre ne yapalım diye kaş-göz işaretleriyle çaktırmadan onu bekledik. Fakat bir türlü gitmiyor, o gitmediği için biz de yerimizden çıkamıyorduk. Baktık olmuyor, Mervan arkadaş, bize bir göz işareti yaparak, “gidin yakalayın” dedi. Ben ve Rênas arkadaş yerimizden çıktık. Genç, balık derdine düştüğü için bizi hiç fark etmedi bile. Gidip arkasından dokunduk ve kaçmaması için aramıza aldık. Başını çevirip bizi gördüğünde ne oltası, ne balığı kaldı. Uyuştu ve hareket edemez durumda öylece kaldı. Hemen elinden tutup tekrar mevzilere yerleştik. Genç bizi tanımadığı için çok şaşırmıştı. Bizi tanımak içinde merak ediyor, “abi, abi

59


Özgür Halk söyleyin siz kimsiniz” diyordu. Böyle sorular soruyordu. Mervan arkadaş eylemin deşifre olmaması için, ona ilkin “biz özel timiz ama sen bizi görmedin tamam mı?” dedi. Genç de bu sözlerin altında kalmadı, “yok abi” dedi “siz rahat olun, hiç kimseye söylemem.” Fakat bir yandan da uzayan saç ve sakallarımıza, elbiselerimize bakıp, bizim özel tim olduğumuza pek inanmıyor gibiydi. Kendisiyle sohbet ettik. Köy hakkında bütün bilgileri o gençten aldık. Köyün kaç haneden oluştuğunu, köyde kaç silah ve kaç korucu olduğuna dair bütün bilgilere onun sayesinde ulaştık. Bu genç hiç yalan söylemeden, açıkça “benim babam da korucudur, köyde toplam on silah var” dedi. Öğrenmek istediğimiz bütün bilgileri de verirken, ikide bir şaşkınlığını gizlemiyor, “yok abi, ben çok özel tim görmüşüm, siz özel timlere benzemiyorsunuz” diyordu. Bu sohbetler karşısında, hepimiz kahkahalarımızı içimizde tutmaya çalışırken, Mervan arkadaş da onu özel tim olduğumuza inandırmaya çalıştı. Ancak çocuk bir türlü inanmıyordu. Bunun üzerine Mervan arkadaş onu inandırmak için başka bir şey söyleyerek, “biz Hizbullahçıyız” dedi. Saç ve sakallarımızda uzamış olduğundan bu tanıma tam uyuyordu. Genç bu hallerimize de bakarak bu defa bizim Hizbullahçı olduğumuza biraz inanmaya başladı. Fakat bu defa başka bir sorun çıkıyordu. Çünkü, Hizbullah adını ilk defa duymuştu. Dahası Hizbullah oralarda yaygın değildi. Aradan bir süre geçtikten sonra ona da inanmadı. Ama biz onunla sohbet etmeye devam ettik. Sohbet ettikçe bize daha fazla ısınmaya, ısındıkça açılmaya başladı. Ardından bize daha samimi ve rahat yaklaştı. Artık bizim zararlı ve kötü insanlar olmadığımızı hissetmişti. Tabii biz de çok sıcak yaklaştık. Aramızda çok samimi bir hava oluştu. Sonra Mervan arkadaş, “bak, biz PKK’liyiz” dedi. Gencin çok soğukkanlılıkla bunu karşılaması ilginçti. Devamla “abi, ben PKK’yi tanımıyorum” dedi. “Sen Apocuları hiç duymadın mı, hani size söylendiği gibi dağlarda dolaşanlar falan” Gencimiz, “yok, onu da bilmiyorum ama öğrenmiş oldum” dedi. Böylece bu gence kendimizi tanıttık. Alana yeni geldiğimizi söyledik. O da bize çok samimi “hoş gelmişsiniz, safa getirmişsiniz” dedi. Yani böyle deli dolu birisiydi. Bize çok saygılı yaklaşıyor ve hep, “abi” diye hitap ediyordu. Mervan arkadaş, ona, bize abi değil, heval demesini istediğinde, bizim genç bu uyarıyı da ciddiye aldı ve “tamam dikkat edeceğim heval abi” dedi. Tabi o öyle deyince hepimiz gülüyorduk. Mervan arkadaş, yine ısrar ediyor, “bizi sadece heval diye çağır” deyince, genç biraz şaşırdı ve “ben sizi ilk defa görmüşüm abi, size nasıl heval diyeyim” dedi. Bizce doğru da söylüyordu. Sohbetimiz bir süre böyle devam ettikten sonra, sıra köye inmeye gelmişti, fakat bu nasıl olacaktı? Bu genci bırakamazdık, mecburen yanımızda götürecektik. Kendisine, “sizin köyü basacağız, ama kimseye bir şey yapmayacağız, sadece korucuların silahlarını alıp çıkacağız ve sen de bizimle geleceksin” dedik. Biz öyle deyince, genç çok sevindi ve öne atılarak, “tamam ben razıyım, siz hiç merak etmeyin, ben sizi götürürüm” dedi. Böylece onu önümüze alarak köye doğru yürümeye başladık. Tabi yine de kaygılıyız. “Yolda bir şey olur

Temmuz 2015

mu” diye kaygılanıyoruz. Gencin bu biçimde çok dobra konuşmaları bizi kaygılandırmıştı. Ayrıca bu kadar cesaretli davranacağını tahmin edememiştik. Kendisine, “Biz köye vardığımızda sen bize hangi ev kalabalık, önce hangi eve gidelim onu göster yeterli” dedik. Ama genç bunu kabul etmedi, “yok abi siz sadece beni izleyin yeter, gerisine karışmayın” dedi. Biz yine uyardık, “Bak, bizi öyle görüntü veren yerlerden götürmeyesin” dedik. Genç bizim bu uyarımızın altında kalır mı hiç! “Abi ben sizi götürüyorum ve gidişinizden ben sorumluyum, siz ne karışıyorsunuz” diye bize çıkıştı. Sonra, “merak etmeyin, ben sizi evin içine kadar götüreceğim” dedi. O zaman, bu gencin normal bir insan olmadığını anladık. Daha önce deli dolu sandığımızın ötesinde deliydi sanki. Evet, topluma göre o deliydi, ama devlete göre biz de deli değil miydik? Bizler devletin toplum üzerindeki zulmüne ve sömürüsüne baş kaldırarak, özgür ve eşitçe bir toplumsal yaşamı kurmaya cüret ettiğimiz için toplumsal delilerdik. O da toplum içinde, devletin toplumu köleleştiren ve milliyetçi ideolojilerle zehirleyen bütün çalışmalarına bulaşmamış ve kendisi olarak kalmış doğal bir insan delisiydi. Bu eylemde gerçekleşen şey delilerin ittifakıydı. Devletler, deliliği ne kadar kötü olarak değerlendirirlerse değerlendirsinler tersi doğruydu. Çünkü deliler, devletin topluma ve bireye dayattığı her türden köleliği ve bu kölelik kültürünü kabul etmeyenlerdir. Bu anlamda sisteme göre akıllı olanların aklından ve ruhundan şüphe etmek gerekiyordu. Çünkü bu akıl ve ruhta kölelik hükümdardı. Bizim gencin deli olduğundan emin olduktan sonra rahatladık ve artık ona güvendik ve ardından yürümeye devam ettik. Artık O da bizden biriydi, bizim öncümüzdü. Yürüdük köyün yakınına kadar geldik. Öncümüz köyün içine götürmek için bizi, kimsenin kullanmadığı gizli patikalardan götürdü. Gündüz öğle saatleriydi ve akşam karanlığına daha çok zaman vardı. “Köylüler bizi görür, Türk devletine haber verirse müdahale olur” diye kaygılanmamıza rağmen, bizim genç öncümüz çok rahat davranıyordu. Biz de onun bu rahatlığını görünce rahatladık ve ardından gitmeyi sürdürdük. Geçtiğimiz bazı yerler köye görüntü verdiği için genç öncümüz bizi uyardı, “Abi burası köye görünüyor dikkat edin” dedi. Bazı yerlerde ise, köye görünmemek için bizim kurallarımıza göre hareket ederek kendisini eğiyor ve bize, “abi eğilin, eğilin” diye talimat veriyordu. Bir yandan onun dediklerini yapıyor, öte yandan kendi içimizde hem seviniyor hem gülüyorduk. Bir yerde oturduk. Öncümüz, “siz burada bekleyin, ben biraz öne çıkayım, biraz çevreye bakıp geleyim” dedi ve bizden uzaklaştı. O gidince hem biraz köyden uzakta olduğumuz, hem de yan yana geldiğimiz için biraz güldük. İçimizde Alirıza arkadaş soğuk aldığından çok öksürüyordu. Oturduğumuz o anda, onu yine öksürük tuttu. Kefiyesini ağzının önüne koymasına rağmen öksürüyor ve ses çıkarıyordu. İlerde keşif yapan öncümüz bu öksürük sesini duymuş ve çok kızmış. Geri geldiğinde bize, “abi heval, ben size demedim mi ses çıkarmayın, niye ses çıkarıyorsunuz” diye bir çıkış yaptı. Onun bu davranışı hepimizin hoşuna gittiğinden, hem sevinçten ve olayın komikliğinden dolayı kahkahalarımızı tutarak kendisine bir şey de-

60


Özgür Halk

Temmuz 2015

medik. Komutanımız Mervan arkadaştı, oda bir şey diyemedi. Öncümüz inisiyatifi eline almış ve kurallarımızı hem uyguluyor, hemde bize dayatıyordu. Dolayısıyla haklı olan oydu. Onun gibi yol komutanını nereden bulacaktık? Sonra yola yine devam ettik. Öncümüz kimseye görünmeden bizi babasının evine götürdü. Babasının evi köyün diğer evlerinin biraz dışındaydı. Biz ilkin evin etrafında mevzilendik. Mervan arkadaş yanına iki-üç arkadaşı alarak genç ile birlikte eve gitti. İlkin kapıyı çaldılar. Kız kardeşi içeriden; “kim o” diye sorunca, bizim genç “benim, aç kapıyı” dedi. Kapı açılınca, evdekiler arkadaşları gördüler. O an evin içinde bir çığlık koptu. “Mervan arkadaş onlarla herhalde baş edemiyor” diyerek biz de evin içine girdik. Baktık ki, evin içinde bulunan gencin babası, anası, kardeşleri, çocuklar herkes bağırıyor. Bu defa kapıyı kapatarak onları susmaları için ikna etmeye, olmayınca, bazılarının ağzını tutmaya çalıştık, ama yine susmuyor-

tanınmamak için üstüne paltoya benzer bir şey giydi. Bana da, “sen de silahını kamufle et, gidelim” dedi. Ben de parkemi silahımın üstüne atarak sakladım ve bizim kuryenin babasını da yanımıza alarak muhtarlığa yürüdük. Muhtarın evi köyün ortasında bir yerdeydi. Oraya varmak için evlerin arasından geçmek gerekiyordu. Millet yolda bizi görüyor, tanımadıkları için şüpheleniyorlardı. Ama biz hiç bozuntuya vermeden yürümeye devam ettik. Çünkü daha önce o gençten ve evde babasından köy hakkında bilgiler aldığımız için rahat davranıyorduk. Bize karşı çatışacak durumda olmadıklarını biliyorduk. Hatta silahı da çok bilinçli olarak almamışlardı. Devlet silahı verince, onlar da yok diyememişler. Bize karşı düşmanca bir tutumları olmadığını biliyor ve bu rahatlıkla yürüyorduk. Amacımız, köy halkı dağılmadan muhtarlığa bir an önce varıp onları toplu halde bulabilmekti. Muhtarlığa varıp, cam kapısından içeri baktık. On beş kişi içerde oturuyordu. Kapıyı çalın-

lardı. Bizim öncü her defasında babasına, “Baba sus, bağırma, bunlar hevaldir, korkma kimseye bir şey yapmayacaklar” diye bizi anlatmaya ve ailesini susturmaya çalıştı. Sonra zor da olsa susup sakinleştiler. Ancak dışarıdan bazıları bağırtı seslerini duymuştu. Evin dışına çok fazla görüntü vermemek için dikkat ettik. Sonra evin sahibi olan adamla konuştuk. Biz “PKK’liyiz, size zarar vermek gibi bir amacımız, sizinle bir sorunumuz da yoktur. Sizin de, bizimle bir sorununuz yoktur. Ancak devlet sizi silahlandırarak, bize karşı savaştırmak ve aramızda sorun yaratmak istiyor. Biz de bu sorunun çıkmaması için size verilen silahları toplamaya geldik. Silahları bize verin” dedik. Adamın da kafasına yattı ve yanında bulunan bir tabanca ve bir kleş silahını bize verdi. Kendisine köylülerin ne yaptığını sorduk, bize “köyün bütün yaşlı adamları hepsi muhtarlıkta toplanmışlar” dedi. Tamam dedik “bundan daha iyi fırsat mı var.” Çıkacağımız sırada bizim genci aradık ama bulamadık. Evi sakinleştirdikten sonra kendisi ortalardan kayboldu. Belki de tekrar balığa gitmişti. Heval Mervan

ca herkes dönüp bize baktı. Muhtar kafasını sallayınca birisi kapıyı açtı. Bizim kim olduğumuzu çıkaramadıkları için çok rahattılar. İçeri girip sakladığımız silahlarımızı çıkarınca herkes şaşırdı. Silahların ucunu onların tarafına doğrultarak, muhtarı sorduk. Herkes şaşırmıştı. Kimseden ses çıkmıyordu. Muhtar olan ayağa kalktı ve “muhtar benim” dedi. Ben elimde silahımla köylülerin bir şey yapmamasını sağlamaya çalışırken, Heval Mervan muhtarı bir köşeye çekti ve ona açıklamada bulundu. “Bak muhtar, biz PKK’liyiz. Yüz kişilik bir grupla köyünüzü kuşattık. Şu an etrafınız çevrilmiş durumdadır. Dışarıdan gelecek müdahaleye karşıda her türlü tedbirimizi almışız. Bu nedenle müdahale de gelemez. Buraya size zarar vermeye gelmedik ama devletin size verdiği silahları bize vereceksiniz. Çünkü devlet o silahları bizimle savaşmanız ve aramızda düşmanlık yaratmak için vermiştir. Oysa bizim halkla, yani sizinle bir sorunumuz yok. Bizim sorunumuz devletledir. Aramızda sorun çıkmaması için devletin size dağıttığı bütün silahları bize verin” dedi. Mervan ark-

61


Özgür Halk adaşın bu gerçekçi açıklamasından sonra, muhtarda ikna oldu. İleride olabilecekleri o da fark ettiği için, “yanlışın neresinden dönülürse kardır’’ misali, “söyledikleriniz doğrudur, devlet bize silah dağıttı ama niçin dağıttığını bizde bilemedik. Benim de silahım var ama siz merak etmeyin, köyde kimde silah varsa, ben hepsini toplar size getiririm, yeter ki bir sorun, çatışma durumu çıkmasın,” dedi. Muhtarın böyle konuşması bizimde çok hoşumuza gitti. Muhtar ve köy cemaati denetimimizde olduğu için artık olumsuz bir şey yaşanmayacağını düşündük. Diğer arkadaşlar, köyün etrafındaki mevzilerini bırakıp geldiler. İkişer kişi halinde muhtarla birlikte bütün evleri arayarak silahları topladık. Bir evde bir iki yaşlı adam vardı, onlarında silahını alacaktık. Muhtar bizi evin önüne götürüp adamlara “Amca bak arkadaşlar geliyor, silahlarınızı onlara teslim edin” dedi. Yaşlı amca meseleyi anlamak için, “niye hayırdır, ne oluyor?” diye sorunca muhtar, “Hayırdır. Sen silahları teslim et, ben sana sonra söylerim” dedi. Silahı böyle aldık. Benzer biçimde silah almak için başka bir yaşlı amcanın evine gittik. Ondan silahı alınca “hayırdır evladım, devlet yakın bir zaman önce silahları vermişti, ne oldu siz şimdi silahları topluyorsunuz?” biçiminde bize soru sordu. Yani askere hiç benzemememize rağmen bu yaşlı amca bizi askere sanmıştı. Biz de hiç bozuntuya vermeden, “devlet kararıdır amca, sen silahı ver” dedik. Yaşlı amca “devlet kararıysa tamam” dedi ve gidip silahı getirdi. Ancak silaha ait şarjörleri bulamadı. Karısına bağırdı, “hanım, nerede bu silahın şarjörleri ben bulamıyorum” diye sitemde bulundu. Eşi de ona bağırarak, “ya filan yere koymuşsundur oraya bak” dedi. Gidip araya araya sonunda bulup getirdi. Biz Şarjörleri alıp evden çıkınca, yaşlı amca ardımızdan bağırdı. “Evladım durun” dedi. Biz geri dönüp, “ne var amca?” diye sorduk. “Durun bu silahın daha üç yüz adet yedek mermisi var, onu da alın” dedi. Hani devlet malı ya, amca da eski toprak, yani işini sağlam yapmak istiyor, getirdiği kurşunları bir de tek tek sayarak vermek istedi. “Ya amca saymaya gerek yok, işimiz var, ver gidelim” dedik. Ancak, amca saymadan bu kurşunları verecek biri değildi. “Evladım, bu devlet malıdır, devlet bana sayılı verdi, bende size sayılı vereceğim” dedi. “Gerek yok artık, ver” dedik. Amca, “şerefime saymadan vermem” diye ısrar etti. Çok yoğun bir çabadan sonra, amcadan kurşunları alabildik. Köyün içinde dolaşırken, bir evin yan tarafında iki arkadaş nöbet tutuyor. Evin önünde oturmuş üç- dört yaşlı amca da onlara bakarak yorum yapıyorlar. Birisi, “ya bunlar bizimkilere biraz benziyorlar ama biraz da benzemiyorlar” diyor. “Bizimkiler” dedikleri askerlerdir. Başka birisi, “yok, yok, ben biliyorum, bunlar özel elemandır. Tanınmamak için böyle giyinip, saç sakal bırakıyorlar” diyor. Bu yaşlıların yorumlarını dinleyen arkadaşlar bolca gülüyorlar ama seslerini çıkarmıyorlar. İşte bu ve buna benzer biçimlerdeki komik karşılaşmalar ve şaşkınlıklar sonucunda silahları topladık. Muhtar ve muhtarlıkta bulunan bütün adamlar gidip silahlarını getirdiler. On adet kleş, on adet raxt, on iki adet dürbün, iki adet tabanca, dört bin kleş mermisi. Yani sayımıza göre epeyce bir cephane topladık. Aradan

Temmuz 2015

üç- dört saat geçince millet davayı anladı. Ama biz yine köyün içinde kalarak, köyün bir bu ucuna, bir öteki ucuna gidip gelerek, çocuklarla oynayarak çıkmak için akşam olmasını bekledik. Karanlık çökmek üzereyken köylülerle vedalaşıp çıkmak istedik. Çıkmadan öncede köylüleri uyardık. “Devlete haber vermeyin, yol mayınlıdır asker gelip mayına basarsa size yönelir, o zaman sorumluluk bize ait olmaz” biçiminde uyarılarda bulunduk. Tam bu anda, birisi Mervan arkadaşın komutan olduğunu anlamış olduğundan, yaklaşıp kulağına eğildi, “Başkan, ne siz söyleyin, ne biz söyleyelim, bu olay aramızda kalsın” dedi. Öyle deyice de, Mervan arkadaş dayanamayarak gülmeye başladı. Bu sırada köye bir dolmuş geldi. Tabii biz, “acaba köyden birisi devlete haber mi verdi” diye önce biraz kaygılandık. Sonra şehirden gelen bu arabanın, köylülere erzak getirdiğini anladık. Biz de getirilen bu erzaktan kendimize biraz aldık. Sonra da silahlarımızı alıp yürüdük ve oradan uzaklaştık. Ama çok fazla gidemedik. Yüklerimiz çok ağırdı. Her birimizin yükü otuz-kırk kiloydu. Zaten her birimizin silahı cephanesi çantası vardı, bir de üstüne on silah, kırk-elli şarjör, binlerce kurşun ve dürbünler binince yükümüz iki katı kadar ağır olmuştu. Bu ağırlıktan dolayı köyün üstüne doğru yaklaşık bir saat kadar yürüyüp uygun bir yerde kaldık. Kaygılarla kaldığımız bu tepede sabahladık. Yani köyde bir ihbar yapılsa, Türk ordusu bizi sabaha doğru kuşatmaya bile alabilirdi. Ama ihbar olsa bile ordu, bizim köyün bu kadar yakınında kalacağımızı düşünmez, uzaklaştığımızı sanarak uzak alanlara operasyon yapar diye düşündük. Sabah köyün tam üstünde olduğumuz için denetim kurabiliyorduk. Akşama kadar köyü gözetledik. Köye ne gelen, ne de giden vardı, çok sakin ve sessizdi. Köylüler, bizimle doğal olarak yaptıkları anlaşmaya bağlı kalmışlardı. Biz de gün boyunca köyde arkadaşların karşılaştıkları komiklikleri birbirimize anlatıp bolca güldük. Böylece bir tek kurşun patlamadan, içinde bir sürü komik olayları da barındıran bu macera dolu eylemi başarıyla gerçekleştirmiş olduk. Aradan birkaç gün geçmesine rağmen Türk devleti bu eylemden hiç bahsetmedi. Sonra biz eylemin tekmilini Dersim eyalet komutalığına verdik. Onlar da ana karargaha bu tekmili verdikten sonra, devlet eylemden haberdar oldu. Ancak köylüleri ürkütmemek, çevrenin etkilenmemesi ve bizim otoritemizden korkmaması için eylemimizi görmemezlikten geldi ve kendi TRT-1 Radyolarında her gün defalarca eylemi inkar eden açıklamalar yaptırdı. Bizim verdiğimiz eylem haberini yalan ve itibar edilmemesi gereken haber olarak yorumladı. Ama onlarda biliyorlardı ki, eylem gerçekti ve gerçek olduğunu da en çok köylüler biliyorlardı. Türk devletinin bu gerçeği çarpıtan anonslarından dolayı, eyalet komutanımız şehit İsa arkadaş bile şüpheye düşmüştü. Bizimle ikinci defa bağlantı kurdu. Defalarca, “heval, bu eylemi gerçekten yapmış mısınız, silahlar elinizdedir değil mi?” biçiminde sorular sorarak, ikna olmak istedi. Biz de ısrarla bunun bir psikolojik savaşın parçası olduğunu ve silahların elimizde olduğunu ve sağlama aldığımızı söyledikten sonra onu ancak ikna edebildik.

62


Özgür Halk

Temmuz 2015

O Bir Newroz Militanıydı Hakan Adıgüzel Raşit Bulut (ALİ XINIS) arkadaş, 2006 Newrozunda tutuklandı, 2007 Newrozunda tahliye oldu, 2015 Newrozunda şehit düştü. O bir Newroz militanıydı. Kısa ama onurlu yaşamı tıpkı Newroz gibi direniş, isyan, coşku, heyecan ve diriliş hikayesiydi. Raşit Bulut(ALİ XINIS) yoldaş 1985 yıllnda Erzurum’un Xınıs ilçesinin bir köyünde doğdu. Emekçi ve yurtsever bir ailenin ilk erkek çocuğu olarak dünyaya geldi. Sömürgeciliğin ekonomik soykırım politikaları yüzünden tarım ve hayvancılıkla geçinemeyen ailesi İstanbul’a göç etmek zorunda kaldı. Ama Raşit heval köyünü ve köyündeki dede ve nenesini terk etmek istemediği için İstanbul’a gelmedi. Dede ve nenesi şahsında halkından, köyü üzeriden de ülkesinden ayrılmak istemiyordu. Uzun süre Serhed‘ın bozkırlarında koşturdu. Şivan ve Gavan’ların yanına gidip dere –tepe gezmek ne çok yaptığı şeydi. Hayatının bu döneminin en güzel anıları olarak anımsayacaktı. Fakat okula devam edebilmek için İstanbul’a gelmek zorunda kaldı. Ailesi İstanbul Esenyurt’ta oturuyordu. Yoksul, emekçi ve yurtsever Kürtlerin yoğun yaşadığı bir semttir burası. Babası inşaatlarda çalışarak ailesini geçindiriyordu. Raşit heval de ortaokul yıllarında itibaren küçük yaşta inşaatlarda çalışıp babasına yardım ederek ailesinin geçimine katkıda bulunuyordu. Emekle erken yaşta tanışmıştı. Lise yıllarında da mücadeleye aktif katılmaya başlar. Bir yandan gençlik çalışmalarına katılıyor, bir yandan okula devam ediyor diğer yandan da çalışırdı. Bu yıllarda babası sık sık çalışmak için yurt dışına çıktığında ailenin tüm yükü onun üzerine kalır. Birazda bu yüzden olmalı ki Raşit hevalin sorumluluk duygusu çok gelişmişti, erken yaşta olgunlaşmıştı. Hem ulusal hem de sınıfsal çelişkileri yakından yaşayarak bilinçlenmiş ve bu bilinçle mücadeleye daha sıkı sarılmıştı. Liseyi bitirdiği yıl onun için hayatının dönüm noktası idi. Ya üniversiteye giderek düzeni tercih edecek ya da mücadeleye katılacaktı. O ikinci yılı, onur yolunu tercih etmişti. Artık çalışmalara daha aktif katılıyordu. Sömürgecilik 2006 yılında Newrozu yasaklamıştı. Buna rağmen halk, İstanbul’da gençliğin öncülüğünde alanlara akmıştı. Hemen her semtte yoğun çatışmalar yaşanmıştı. Raşit heval de direnişin en önünde yerini almış, saldırılara Kürtlerin kadim silahı taşlarla karşı koymuştur. Onu tek başına 7-8 polisi püskürttüğü görüntüler halen televizyonlara çıkmaktadır. Bu çatışmaların sonunda bir sırt çantası dolusu taşla yakalanıp gözaltına alınmıştı. Çantasındaki taşları “Paleontoloji’ye meraklıyım, taş koleksiyonu yapıyorum “ diyerek izah etmesi polisin zoruna gitmiş ve sokak ortasında uzun süre dövülmüştü. Günlerce gözaltında kalmasına rağmen hiçbir şeyi kabul etmemişti. Daha önce

gözaltı ve sorgu deneyimi olmamasına rağmen parti direniş çizgisine bağlı kalmıştı. Sonuçta tutuklanıp Bayrampaşa Cezaevine gönderilmişti. Burada örgütlü yapı olmadığından yeni tutuklanan arkadaşlar birkaç hafta yoğun baskıya tabi tutularak iradeleri kırılmaya, sindirilmeye, mümkünse itirafçılaştırılmaya çalışılıyordu. Günde iki defa ayakta sayım vermeyi dayatmaktadırlar. Bu düşürmenin, ardı sıra gelecek baskıların ilk ve temel bir parçası idi. Raşit heval gider gitmez hem kendisi bu uygulamayı reddetmiş hem de diğer arkadaşları saldırılara rağmen ayakta sayım vermemeye ikna etmişti. Oradaki genç ve deneyimsiz arkadaşları kısa sürede etkileyerek direnişe çekmişti. Burada boyun eğmeyeceği anlaşılınca dönemin en kötü şartlarının hakim olduğu Tekirdağ 2 Nolu F TİPİ Cezaevine gönderilmişti. Bu ceza evinin girişinde de yoğun saldırılara rağmen soyunmayı ve ortama gelmeyip “bağımsız” kalma dayatmalarını reddetmişti. İşte Raşit heval ile burada tanıştık. Cezaevinde kaldığı bir yıllık süre boyunca onunla aynı hücrede kalma şansım oldu. Kapıdan içeri girdiğinde PKK’li olup olmadığımızı sordu, olumlu yanıt alınca da hiç yabancılık çekmeden sıcakkanlı bir yoldaş izlemini verdi. Zaman geçtikçe bu izlenimim daha da gelişti. Zindana yeni düşen her arkadaş bir süre zorlanır. Kimi zindana düşmeyi, tutsaklağı kendine yediremez, kimi bireysel kaygı ve sorunlar yüzünden ciddi bir zorlanmayı yaşar. Fakat Raşit heval

63


Özgür Halk

asla böyle bir durumu, ruh halini yaşamadı. F Tipinin ağır şartlarından dolayı bir defa bile yakınmadı. Onun en temel ve öne çıkan özelliği sorgulayıcı ve eleştirel olmasıydı. En yaygın ve temel doğruları bile sorgulayarak, tartışarak akıl süzgecinden geçirdikten sonra kabul ederdi. Çok emekçi, fedakar bir arkadaştı. Pratik işlerin yanı sıra çok hayati olan yazı çoğaltma işlerinde büyük emeği oldu. Hiç gocunmadan ve isteyerek çalışıyordu. Cesur ve disiplinli bir arkadaştı. Yaşama, ilişkilere, işleyişe o kadar kısa sürede ve hakkıyla adapte oldu ki gören 10 yıllık PKK’li sanırdı. Bu özelliklerinden dolayı bir sohbetimize “ hiç yormadan, uğraştırmadan uyum sağladın, bütünleştin “ dediğimde “demek ki içimde varmış” yanıtını verirdi. Hakikaten kadro ölçü ve özellikleri, öz itibari ile onun kişiliğinde mevcuttu. Zindanda bunu açığa çıkardı, bilinçli ve ideolojik bir kişiliğe dönüştürdü. Hiç abartmadan denilebilir ki bir yıl gibi kısa sürede en hızlı gelişmeyi, dönüşümü sağlayan arkadaşlarımızdan biri oldu. Hem ideolojik- teorik açıdan hem kişilik- karakter bakımından bu böyledir. Oldukça zeki ve kavrama yetisi çok güçlü bir arkadaştı. Eğitime ve okumaya çok önem veriyordu. Eğitimini, okumayı bir gün bile aksatmadı. En çok, Sovyet Bilimler Akademisi’nin derlediği ve Yapı Kredi Yayınları’nın Türkçeye çevirip yayınladığı “Nartlar-Asetin Halk Destanı” adlı kitabı seviyordu. Bu kitapta Kafkas halklarının ataları olan eşitlikçi-komünal ve özgür yaşayan ve bu yaşayışı yok edip onları köleleştirmeye çalışan egemenlere ve egemenlere yardım eden tanrılara isyan edip onlarla yıllarca savaşan, en son dağlar arasında yitip giden kabilelerin destansı direnişi anlatılır. Bu kabileler anaerkli, komünal, mülkiyetsiz ve özgür dağ halkıdırlar. Birçok yönleri ile Kürtlere benzemektedirler. Raşit heval, özgürlükleri için tanrılara bile kafa tutan bir halkın destanını anlatan bu kitaptan çok etkilenmişti ve bu kitabı Kürtçeye çevirmeye karar verdi. Fakat Kürtçesi yeterli değildi. O pes etmedi ve kısa sürede akademik çeviri yapabilecek düzeyde kendimi eğitti. Kitabı da çevirmeye başladı, ama tamamlayamadan tah-

Temmuz 2015

liye oldu. Ve bu çabası yarım kaldı. Anadil, parti tarihi, sosyalizim ve Kürdistan tarihi merak ettiği temel konulardı. Xelil Xemgin’in “ez ne teyrim” ve bıraderin “haruné min westiyaye” türkülerini çok sever ve bunları sık sık sesi güzel olan yoldaşlara söyletirdi. O dönem çorbacı Ferhat- botan çetesinin ihaneti hala sıcak bir gündemdi. Bu vesileyle ilkel milliyetçiliği ve BARZANİ’ yi tartıştığımız bir sohbette “ben Barzani’yi nasıl etkisizleştireceğimizi buldum; askeri olarak yönelirsek iç savaş olur, bir şey yapmasak bela olmaya devam eder. İyisi mi parti biraz paraya kıysın, Kandil’de saray görünümlü bir müze yaptırsın. İçini tarihi eserlerle doldursun. Barzani’yi davet etsin, ‘biz Kürdistan krallığı kurduk, krallımızda sen olacaksın. Bu saraydan Kürdistan’nı yöneteceksin’ desin. O müzeyi turistlere de açalım ve gelecek turistleri Barzani’ ye devlet delegasyonları olarak tanıtırız. Böylece Barzani tatmin olur ve bu beladan kurtulmuş oluruz” diyerek komik bir proje ortaya attı. Bunu daha sonra giderek detaylandırmıştı. Raşit BULUT (ALİ XINIS) Yoldaş 2006 Newroz’unda tutuklanmıştı, 2007 Newroz’unda da tahliye oldu. Bir süre metropolde çeşitli alanlarda çalıştı ancak şehirler onun özgürlük tutkusuna dar geliyordu, metropol çalışmaları onun devrimci duygularını tatmin etmiyordu. Bu yüzden o da tıpkı Nartlar gibi yüzünü dağlara çevirip yüceltilere sığındı. Artık tamamıyla özgürdü. Gene 2015 Newroz günlerinde dinci-faşist tecavüzcü İŞİD ( DAİŞ) çetesini Kobanê’den püskürtürken şehit düştü. O tıpkı Nartların kahramanları Hemits gibi Sozruko gibi kahramandı. İyi bir devrimci, güzel bir insan, özgür bir bireydi ve tıpkı hayranı olduğu kahramanlar gibi destansı bir yaşamın ve direnişin sahibi oldu. ütopyasını gerçekleştirme mücadelesini yükselterek, büyüterek anısına bağlı kalacağız. Onun şahsında tüm Rojava ve Şengal direnişçilerini ve şehitlerini saygı ve minnetle selamlıyoruz. Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Kapalı Cezaevindeki arkadaşları adına.

64


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.