Özgür Halk 2015 sayı 13

Page 1

İçindekiler

Editör 2

Abdullah Öcalan

12 Eylül Darbesi ve PKK Savaşımı

21

Murat Karayılan

Kürdistan Halkının Özgürlük Mücadelesinde Yeni ve Tarihsel Bir Süreç: ÖZ YÖNETİMLER

31

Besê Erzincan

Önderliğimiz Özgürleşmeden Kürt Sorunu Çözülemez

35

Mustafa Karasu

AKP 12 Eylül’ü Restore Etmek İstemektedir

44

Kerim Nuda

Şimdi Demokratik Özerklik Zamanı

49

Sarya Armanc

Toplumsal Bir Travma; Kadın Katliamları

53

Sinan Şahin

Türk Egemenlerinin Siyaset Tarzı: Mankurtlaştırma ve 6-7 Eylül Olayları

60

Jîyan Sîser

Geliyê Kasa’nın Kızıl Karanfillerine

Kürt halkı yüz yıldır Türk devletinin merkeziyetçi hegemonik kültürel soykırımcı egemenliği altında görülmedik baskı ve zulüm yaşamıştır. Kürtler üzerinde uygulanmayan hiçbir baskı ve zor yöntemi kalmamıştır. Kürtler üzerinde akla hayale gelmeyecek her türlü baskı, işkence ve zor yöntemi uygulanmıştır. Türk devletinin valisinin, kaymakamının, memurunun, askerinin ve polisinin Kürtlere nasıl baktığı Gever’deki işçilere yapılan uygulamada tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir. Hiçbir biçimde Kürt’ün düşüncesini, sözünü, talebini, kararını ve tutumunu dikkate almamıştır. Kürt’ün her itirazı şiddet ve bastırmayla ezilmek istenmiştir. AKP hükümeti de tek millet, tek vatan, tek devlet, tek bayrak zihniyeti ve politikasıyla Kürtler üzerinde yürütülen yüzyıllık kültürel soykırımcı politikaları sonuca ulaştırmak istemektedir. Bu nedenle Kürtler başta olmak üzere Türkiye halklarına deli gömleği gibi giydirilmiş soykırımcı merkeziyetçi sistemi gevşetmeden sürdürmektedirler. Kürt halkı onlarca yıldır mücadele ederek varlığını koruma, özgür ve demokratik yaşamını kabul ettirmek için gerilla mücadelesi dahil her türlü yol ve yöntemle yürütmüştür. Kürt sorununun çözümü için demokratik siyasal yöntemlere defalarca fırsat tanımıştır. Ancak AKP hükümetinin tutumunda görüldüğü gibi Kürt halkının iradesini tanımamada ısrar edilmektedir. Kürt haklı ve Türkiye’nin demokrasi güçleri HDP çatısı altında demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü demokratik güçlerin mücadelesiyle gerçekleştirmek istemişlerdir. Ancak 7 Haziran seçimlerinden sonra da HDP’ye düşmanlık arttırılarak demokratikleşme yönünde değil de gerilim ve çatışma doğrultusunda bir politika izlenmiştir. Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin 29 Mart 2009 seçimlerinde olduğu gibi her güçlendiği dönemde Türk devleti yine şiddeti ve tutuklamaları arttırarak Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin iradesini kırma kampanyası başlatmıştır. Bu zihniyet ve politika bugün tüm il ve ilçelerde devlet terörü estirmektedir. Kendi despot sistemine itiraz eden herkesi gözaltına alma, işkence yapma ve tutuklama politikası yürütmektedir. Kürt halkı artık böyle despot, keyfi, merkeziyetçi, otoriter bir devlet yönetimi ile yönetilmek istemiyor. Nitekim birçok yerde evler bizim, sokak bizim, mahalle bizim, şehir bizim denilerek kendi kendini yönetme adımı atılmış bulunmaktadır. Türk devleti, halkın yerelden geliştirdiği bu yerel demokrasiye tahammül etmemekte ve saldırmaktadır. Bugün Kürdistan’ın birçok yerinde halk güçleriyle devlet arasındaki çatışmalar böyle ortaya çıkmaktadır. Devlet, yerel demokrasiyle halkın kendi kendini yönetmesine, yani özyönetimine saldırmakta, Kürdistan halkı da bu saldırıya karşı öz savunmayla direnmektedir. Başta Cizre, Gever, Silvan, Varto olmak üzere Türk devletinin Kürdistan halkına saldırarak birçok insanı katletmesi böyle bir demokratik kurumlaşmayı ortadan kaldırmak amaçlı gerçekleşmektedir. AKP hükümeti ve demokrasi düşmanı Cumhurbaşkanının tutumu ve halka yönelik saldırı politikası karşısında Halk Meclisleri, bundan sonra devlet kurumlarını tanımayacaklarını ve onlarla hiçbir işlerinin olmadığını, kendi işlerini kendilerinin yapacağını; kendi özyönetimlerini kuracaklarını ilan etmişlerdir. Özyönetimlerine saldırıldığı takdirde meşru öz savunma haklarını kullanacaklarını açıklamışlardır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin makul çözüm yaklaşımlarını istismar eden, demokratik siyasal çözümü reddeden, Türkiye’nin demokratikleşmesi temelinde Türkiye’nin tüm sorunlarının çözümü yerine tekçi ulus-devletçi anlayışta ısrar eden; demokratik ulus anlayışıyla geliştirilmek istenen yerel demokrasi tanımayan bir siyasi zihniyet karşısında Kürdistan halkı için başka bir seçenek kalmamıştır. Kürdistanda artık yaşamanın yolu direnmektir. Halkların demokratik iradesi kazanacak, yerel demokrasiyi inşa etme girişimlerine saldıran merkeziyetçi totaliter sistemde ısrar edenler ise kaybedeceklerdir. Özgürlük Kazanacaktır...


Özgür Halk

Eylül 2015

12 Eylül Darbesi ve PKK Şavaşımı 12 Eylül özel savaş rejimi ciddi bir tıkanmayı yaşıyor. Mevcut durumuna çözüm bulma ve kendini yeniden üretme imkanları hemen hemen tükenmiş gibidir. Böyle bir noktada halk güçlerinin, devrim ve demokrasi güçlerinin devreye girmesi, çözümsüzlüğe bir çözüm olması, toplumsal düşürülmüşlük utancını ortadan kaldırması hem mümkündür ve hem de gereklidir. Abdullah Öcalan

Eylül 1994

TC’nin gerçek yüzünü bütün yönleriyle ortaya çıkaran, ne olup olmadığını herkese gösteren 12 Eylül rejiminin 14. yıldönümünü değerlendirirken bu süreçte PKK savaşımının tayin edici önemde olduğunu belirtebiliriz. Bu durum başlangıçta açıkça görülmese de şimdi tüm yönleriyle “TC nedir”, “ona karşı savaşan güç nedir” soruları en kapsamlı cevaplara kavuşmuş bulunmaktadır. Bu 14 yıl büyük savaşım yılları olarak da değerlendirilebilir. Bu yıllar gerçekten hepimizin hem yaşamının, hem de geleceğinin sonunu getirebilecek her türlü olumsuzluğa sahip olduğu gibi, ona karşı büyük direnen PKK’nin gerçekliğine ulaşıldığında kendini büyük kazanmanın da imkan dahiline girdiği yıllar anlamına gelir. Bırakalım derin teorik çözümlemeleri, toplumun haline bakıldığında bile 12 Eylül kazazedeleri demek fazla mübalağalı sayılmaz. Toplum vurulmuş, çok yara-bere içinde ama ölmemiştir. Şimdi bu savaşımı yürüten bir kişi olarak açıkça belirteyim ki, 12 Eylül faşist rejimiyle savaşımdan daha çok ağır darbelerin yarattığı hastalıklarla uğraşıyoruz. Eğer önderlik gerçeği bugün bir anlam ifade ediyorsa bunun biricik nedeni, 12 Eylül’e karşı başlattığı savaşımı bugüne kadar sürdürebilmesidir. Bunu başarması gerçekleşen önderliktir. 12 Eylül için “bir darbe işte” deyip aşıldığını düşünmek oldukça dar bir yaklaşım olur. 12 Eylül, TC ile bağlantılıdır. Hatta Osmanlı ve giderek emperyalizm ve onun işbirlikçileri var işin içinde. Bunların hepsinin bir eğilimi olarak tarihin belli bir döneminde karşımıza çıkar. TC’nin kendisi de bir 12 Eylül’dür, yani askeri bir rejimdir, faşisttir. TC rejiminde baştan beri siyasi güç yoktur, askeri güce dayanır. Osmanlısı da öyle... Emperyalizm de siyasal bir demokrasiye fazla imkan vermez. Darbede onun da desteği var. Toplum faşist rejime son derece karıştırılmış; onun da suçu vardır. Bütün bunların bileşik bir ifadesi olarak 12 Eylül rejimi hız kazandı ve günümüzde de erkini sürdürüyor. Darbe yapılan dönemin başbakanı ve günümüzün cumhurbaşkanı olan Demirel de 12 Eylül’ün aşılamadığını söylüyor. Aşılmamış ama sözümona kendisine karşı darbe yapılan kişiyi de cumhurbaşkanı yapmıştır. Bu kadar ucube veya her türlü aşağılık çelişkiyi barındıran bir rejimdir. Bu rejimi sadece siyasi bir değerlendirmeye tabi tutacak kadar uzağında olmadığımız gibi onunla savaşı-

yoruz. Bu savaş büyük bir yaşamın savaşımına dönüşmüştür. En üsten en alta kadar her düzeyde, duygudan düşünceye kadar, askeri cepheden kültürel cepheye kadar her konuda büyük bir savaşım yürütülüyor. Aslında ezilenler tarih boyunca bir savaşım içindedirler ama anlamazlar, anlamadıkları için de köledirler. Halkımıza da yüzyıllardan beri dayatılan bir savaşım var, anlayamadığı için de yitirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tümüyle ilan edilmemiş bir savaştır. Halkımız bunu anlayamadığı için daha da kaybetmiştir. TC değerlerini kabul etmeyişimiz bizi 12 Eylül’e karşı da kararlı bir tavra yöneltti. Tavırdan da öte en ufacık savaşım olanaklarıyla karşılık verdik. Bu karşılığı veremezsek tarihin bizim için bir daha söz söylememecesine kapanacağını biliyorduk. Bunun verdiği büyük ivmeyle, yaşama tutkusuyla direndik. Bu direnişi böyle çok yönlü düşünerek, bir insanın kendini hemen hemen her konuda yetiştirerek, en küçük fırsatı bile kullanıp yaşatma sanatına dönüştürerek faşist darbeye cevap verdik. Tabii böyle bir yaşamın toplum açısından da sayısız öğretileri var. Bunlar öğrenilmezse kazazede olunur, yarım adam kalınır. Ve en kötüsü de yanıltmış olmak, yaşadığını sanan ama tamamen bağlanmış kişilikler olmak da söz konusu. Zaten bu rejimin bir ayrıcalığı da budur. Öldürücü darbeyi vurmuştur, “yaşıyorsun” der. Kölesin, “özgürsün” der. Yenilgiye uğratmıştır, “biraz daha debelen yaşayabilirsin” der. Her türlü duyguyu, yüceliği yerle bir etmiştir, “tam da çılgınca yaşamanın zamanıdır” der. Bu dönem büyük yanılgı, büyük saptırma, büyük düşürme, büyük toplumsal düşkünlük dönemidir de. Tarihin en kirli rejimi, tarihin en insanlıkla oynayan, belki de Hitler’i bile aratmayacak cinsten temel değerlerle oynayan rejimidir. Bu rejim PKK çözümlemelerinde çok yönlü irdelendi. Burada önemli olan bizim bu rejime karşı bu savaşı iddialı bir şekilde sürdürmemizdir. Bu savaşı bizim nasıl yönlendirdiğimizdir. Şu anda kilit sorun budur. 14 yıl önce şafak vaktiydi Bundan 14 yıl önce şafak vaktiydi. Tesadüfen o gün erken kalkmıştım, darbenin marşlarla geldiğini duydum. Bizim elimizdeki kuvvet ise kılıç artıklarından ibaretti. Kendini doğru dürüst bir yere bile oturtamayan bir gruptu. Sayısı da 20-30 kişi ya vardı, ya yoktu. Biz 12 Eylül’e

2


Özgür Halk karşı direnmeye böyle başladık. Kaldığım yer bile hatırımda... Kuru bir somya üzerine bir battaniye indirdik. Sözümona savaş karargahı. Şimdi bugüne bakıyoruz saflar ne kadar büyük... 14 yılda neyin nasıl kanıtlandığı ortada. Herkes sözünün adamı olamaz, sözünün adamı olmak da büyük bir olaydır. Şu anda öfkemi dindiren tek şey bu aşağılık gidişata ve buna boyun eğmiş kişiliklere karşılık vermeyi başarmamdır. Biraz insanlığı kurtardık, yiğitliğe yol açtık, bu mutluluk veriyor. Böyle günlerde insan varsa yiğitliği onu biraz temsil edebilmeli. Başka türlü şan-şeref olmaz, başka türlü saygı-hürmet beklenemez. Düşünüyorum da acaba herkes aynı sorumluluğu duysaydı, aynı yürekle, aynı intikam duygularıyla büyük değerler uğruna savaşmayı göze alsaydı, yürüseydi üzerine neler yapılamazdı. Senin her şeyin duman edilirken, herhalde sen de boyun eğen, ağlayıp sızlayan biri olamazsın. Veya durumu “aldatıldım”, “gafildim” gibi tekerlemelerle geçiştiremezsin. Bunu böyle yapan nesil kaybeder. Bu tehlikeyi iliklerimize kadar hissettik. Bir şeyler kurtarmak için o halimizle kendimizi verdik ve buraya kadar geldik. 12 Eylül’ün tarihi, sosyal, ekonomik nedenleri nelerdi, siyasi sonuçları nedir? Bunları daha önce defalarca cevaplamıştık; zaten savaşım da günlük olarak cevaplandırıyor. Bizim için şu anda artık çok gerekli olan bu rejimin bütün dayanaklarına, bütün sözcülerine, bütün kurum ve kuruluşlarına giderek yenilgiyi dayatmaktır. Ben daha çok bununla uğraşıyorum. Savaşa bu temelde yaklaşıyoruz ve bu hayatidir de. Bu savaşımı vermedikçe hiçbirimizin kurtuluş şansı olamaz. Bu bir savaştır anlamalıyız, inanmalıyız, gereklerini de yerine getirmeliyiz. Savaşın içinden geçtiğimizi artık kavramanın zamanıdır. Kavramak derken öyle tanka, topa, uçağa bakarak değil. Onun kanunları var, onun ruhu var, onun anı anına bir savaşçı gibi karşılanması var. Bunu kastediyoruz. Yenilmedik, iyidir ve kendi şahsımızda en önde, en sorumlu ve en yenilmez bir şekilde karşılık verdik, bunlar onur verici sayılır. Her örgütün, her kişinin de belli bir katkıyla bu savaşta yer tutmasını isterdik. Yenilmeyen bir devrimcilikle karşılığını verseydik... Türkiye solu, Türkiye halkı neden şimdi tükenmiş durumda? Beterin beteri bir yaşam içine itilmiş, nefes alamıyor. Ben bu darbeyi anlatmaktan ziyade ona karşı iş yapmayı daha zevkli buluyorum. Kendimi bu savaşla yaşatıyorum.

Eylül 2015

iç içe geçmemiştir. Daha da ötesi ekonomik, kültürel, bütün yaşamsal etkinlikler rejimle bu kadar iç içe yaşatılmadı. Türkiye’de ordunun şekillendirdiği bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Özel savaş tepeden tırnağa kadar faşist karakterde bir yöntemi uygulayarak kendi cephesinin planlanmasını, örgütlenmesini yapmıştır. Türkiye halkı buna oldukça yatırılmıştır. Kürdistan toplumunun içinde de önemli bir kesim buna yatırılmıştır. 12 Eylül, muhalefeti yatırmış, hatta bizim içimize kadar etkisini çeşitli yollardan yansıtmış, halka karşı ilan edilmiş bir karşı-devrim savaşımıdır. Aslında bunu yapanlar da belki bu kadarını planlayıp geliştirme durumunda değillerdir. Ama peş peşe atılan her adım diğerini adeta mecbur kıldı. Ve böylece günümüze gelindiğinde herkesin ürktüğü tablo ortaya çıktı. Rejimi en çok destekleyenler bile büyük bir öfke seli halinde. Ona yardakçılık edenler bile memnun değil. Hiç kimse bu rejimden memnun değil ama herkesin suç ortaklığı var. Bütün bunlar rejimin çürümüşlüğünü de ifade ediyor. Ve bu her düzeye yansımıştır. En çok insanlıktan sözedilir ama insanlıkla alakası olmayan durum herkese dayatılıyor. “Ekonomik gelişme var” denilir ama ekonomi belki de dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen bir durumu yaşıyor. Toplumsal bozulma yine hiçbir toplumda

TC değerlerini kabul etmeyişimiz bizi 12 Eylül’e karşı da kararlı bir tavra yöneltti. Tavırdan da öte en ufacık savaşım olanaklarıyla karşılık verdik. Bu karşılığı veremeseydik tarihin bizim için kapanacağını biliyorduk. görülmeyen boyutlarda seyrediyor. İnsanlar bu ortamda adeta maymunlaştırılmışlar. Yani maymunlaşmaya yatkın bir toplum dersek fazla abartı olmaz. Faşizm genelde hayvanlaştırır ama görünen o ki bu rejim hayvanlaşmayı maymunlaşmanın sınırına kadar getirmiştir. Ortada oynayanlar maymunlardır. Korkunç bir taklittir. Maymunda ciddi insani belirti göremezsiniz, maymun davranışlarının taklitçiliği çok açıktır. İnsanlık Türkiye’de bu hale getirilmiştir. Bu kadar yalan söyleyen, taklit yapan başka bir rejim var mı? Öldürüyor, “öldürdüm” demiyor, “faili meçhul” diyor. Savaş yürütüyor “ben savaş yürütüyorum” demiyor. Bu büyük bir ikiyüzlülük, büyük bir yalan olarak herkese sinmiştir. Herkes büyük yalancı, herkes büyük muhalif, herkes düşkün, herkes bıkkın ama gülüyor. Bu kadar çelişki nasıl yaşadı? Herhalde ileride sosyolojinin en çok üzerinde duracağı bir modeldir. 12 Eylül veya bir bütün olarak TC gerçeği öyle bir birey yaratmış ki, ucube. Bu oldukça kapsamlı bir durum. Alışkanlık yaratmış, bir ruh yaratmış, adeta afyonlama tarzı bir yaşam yaratmıştır. Bir afyon alışkanlığından kurtarmak ne kadar zor ise bu cumhuriyetin en son modelinden kurtarmak da o kadar zor. Ben neyi aşmak istiyorum, onlar neyi dalga dalga yaymak istiyorlar? Çok büyük haksızlık yapıldığı kesin. İnsanlarla, halklarla, kültürlerle korkunç derecede oynandığı kesin, cellat rolü oynandığı çok açık. Ve onun ürettiği nesille (kendim de dahil) savaşıyorum. Onlar,

12 Eylül ve suçlular topluluğu Bu rejimi, salt bir askeri hatta siyasi darbe olmaktan da öteye kendisini topluma işlemiş, bireye kabul ettirmiş bir dönemecin ifadesi olarak da değerlendirebiliriz. Faşistleşmenin ileri bir adımıdır. Yalnız TC’nin kendisi de böyle bir adımdır; işi sadece 12 Eylül’e yüklemek olmaz. 29 Ekim de bir anlamda böyle bir dönemeçtir. Demokrat Parti dönemi de bu süreçte bir dönemeçtir. Hatta 27 Mayıs da tümüyle olmasa da bir yönüyle bir kilometre taşıdır. 12 Mart da bir kilometre taşıdır. Ve daha böyle bir sürü ana noktalar var. Hepsi de bu günü anlatmakta belli rolleri olan süreçleri ifade ederler. Askeri rejim diyoruz, ama tamamen siviller suçlu. Sivillerin yardakçılığı askerlerden daha az önemli değil. Askeri rejim diyoruz ama en temel politikacılar yürürlüktedir. Yani politik bir rejimdir aslında. Hiçbir rejimde politika ile askeri yön bu kadar

3


Özgür Halk “cumhuriyet seni yetiştirdi” diyebilir, ama ben şimdi nasıl bir insanım? Türk resmi okullarında okudum. Belki oradan gelen değerlerle büyüdüğüm söylenebilir ama ben bambaşka biriyim. İlkokul, üniversite, memurluk da dahil baktım yaşayamıyorum. Şuraya bak, bilmem şu seçeneğe uzan ve en son savaşı kavrayarak, kendimi yaşatacağımı sandım. Hala da bu savaşla kendimi yaşatmaya çalışıyorum. Ama bununla kurtarılmak istenen ne? Bir tarihi yaklaşım var, bir demokratik yaklaşım var, bir ulusal yaklaşım var, bir evrensel yaklaşım var. Az çok sözü ediliyor, az çok programı yapılıyor. Gerçekleşme düzeyi zaten savaşla belirlenir, onu bütün gücümüzle bir yaşam şekline getirmek istiyoruz. 12 Eylül’e başka türlü cevap verilemez. Bunun öyle şakaya gelir yanı yok. İşler çok ciddi, kendinize saygınız varsa savaşı bütün yönleriyle görmek durumundasınız. Türkiye halkı bunu görmediği için şimdi zorlanıyor. Boynuna geçirdiği lanetli çemberin daha da sıkıcı etkilerini bundan sonra yaşayacaktır. Bu kadar kuralsız bir rejime sen kendini böyle verirsen, bir halkın en temel yaşam gereksinimlerine saldırırsan, herhalde kendini de cehennemlik edersin. Nitekim şimdi “cehennemde kavruluyoruz” diye bağırıyorlar. Ve bizim de bütün iddiamız bu felaketi biraz daha açığa çıkartmak. Bu kadar insani değerlerle çelişeceksiniz ve ondan sonra yaşadığınızı iddia edeceksiniz. Ben gerçekten bu yaşama çok karşı-

Eylül 2015

yorlar, herkes neredeyse ağlama halinde. Gülüşleri de çok sahte; eğlencelerine bakıyorum ağlamaktan daha beter. Bu kadar soysuzlaşma var. Roma’nın son günleri bile bu kadar düşkünce değildi. Müslümanlığın çıkış koşullarında Arap aşiretlerindeki düşkünlük böyle değildi. Rus Çarlığı bile Ekim Devrimi öncesi ve devrim sırasında yıkılırken bu kadar düşkünce değildi. Özel savaş rejimi tüm bunlardan daha düşkünce, insanları daha fazla kaybetmiştir. Zaten “faili meçhul cinayetler” de biraz bu anlama geliyor. Hiçbir rejim vurduğunu gizlemez. Açıklayıp açıklamaması o kadar önemli değil, ama ilan eder. “Ben vuruyorum” der, kalleşçe vurur. Kendi halkıyla bu kadar alay etmez. Halkı bütün yönleriyle aldatıyor, ama “ben doğrusunu yapıyorum” diye iddia ediyor. Dedim ya gerçekten özel bir sosyolojik araştırmaya ihtiyaç var. Hatta bu durumu değerlendirmek için yeni bir bilime bile ihtiyaç olabilir. Faşizm en temel kavramları yalan dolana çevirdi. Türk özel savaş rejimi bu özelliğiyle klasik faşizm demagojisini de geride bıraktı. Ama maymunlaşmaya benzer bir toplumsal dönüşüm tesbiti gerçekçi olabilir. Çok üzülüyorum ama başka da bir deyim bulamıyorum, böyle bir ilkelleşme söz konusu. PKK çözümü Türkiyelileşmeye doğru ilerliyor Bundan çıkış yolu dayattığımız devrimin hızlanmasına, derinleşmesine bağlı. Buna büyük insanlık savaşımı diyoruz. Hani insanlık değerlerinin büyük altüst oluşları yaşadığı dönemlerde dayatılan savaşlar vardır ya, ona benzer bir savaşımı da biz dayatmışız. Böyle bir rejime karşı iddiası olanların tezlerinin çok güçlü, pratiklerinin de çok militanca olması gerekir, çözüm budur. Resmi ağızlar çok kaygılı, “ikinci bir PKK de Türkiye’de oluşursa ne olur?” diye. Ama biz yine de etkiliyoruz. Şu tartışılıyor aslında: PKK ne kadar Türkiyelileşebilir? Aklı başında olanlar bunun arayışı içinde. PKK’nin Türkiyelileşmesi bir olgu olarak üzerinde durulmaya değer. Hatta PKK’nin ne kadar ulusal kurtuluşçu olduğu, ne kadar Türkiye’nin demokratik seçeneği olduğu da tartışılmaya değer. Hala bu konuda netleşme sağlanmış değildir. Çünkü çoğumuzun PKK’ye girişi bir Türk gerçeği aslında. Büyük oranda Türk halk değer yargılarıyla mı desem? Ama en azından biçim olarak Türkçe ile bu işler yürütülüyor. Yani biraz da Türk işi gibi bir şey. Sadece bir Kürt işi olduğu söylenemez. Ama daha da derinliğine bakılırsa bu bir insani hareket aslında. Kürt-Türk hareketi olmaktan öteye, insanın kurtuluşuna cevap arayan bir hareket. Bunu bir Türk de alıp kullanabilir, bir Alman da alıp kullanabilir. Nitekim biz daha çok Kürdistan’ı temsil ettiğimiz için bu değerler sistemini Kürdistan için kullanıyoruz. Kürdistan topraklarını, insanlarını bu kurtuluş için daha uygun buluyoruz. Fakat ana hatlarıyla hemen hemen her ülkeye, her halk gerçeğine uygulanabilir. Bu Türkiye için daha yakıcı tabii. Zaten etkilememiz yoğundur. En yakından etkileyeceğimiz halk Türkiye halkıdır. PKK’nin hızla Türkiyelileşmesi de gözardı edilemez. Böyle bir gelişme hızlı da olabilir. Özellikle devrimci savaşı biraz daha tırmandırırsak, rejimin kurumlarındaki çözülme biraz daha hızlanırsa, bir bakarsın ki PKK tarzı bir Türkiye devrimcileşmesi, onun partileşmesi, savaşımı söz konusu oldu. Çözüm biraz da böyle gelişeceğe benziyor. Yani ya PKK tümüyle yenilir, ezilir o zaman karşı-devrimin çözümü olur. Ya da PKK

Bu rejimi, salt bir askeri hatta siyasi darbe olmaktan da öteye kendisini topluma işlemiş, bireye kabul ettirmiş bir dönemecin ifadesi olarak da değerlendirebiliriz. Faşistleşmenin ileri bir adımıdır yım. Düzen çerçevesindeki yaşamınıza hiç saygılı olmayacağım, alay edeceğim, ayaklar altına alacağım. Çünkü savaştığım gücü az çok tanıyorum ve iliklerime kadar yaşıyorum. Siz basite aldınız, çok yüzeysel kavramlarla yaşamı geçiştirmeye çalıştınız. Olmuyor! Şimdi Türkiye’de büyük yalan patlayacak. Zaten her gün yalan balonları patlayıp duruyor. Dünya bile artık büyük isteğine rağmen çekemiyor. Halk arasında anket yapıyorlar. Halk ne siyasileri ne askerleri, ne şu partiyi ne bu partiyi çözüm gücü olarak görüyor. Dikkat edelim, güya en çok destekleyen halktı. Ama şu anda hiçbir umut yok. Neden bu kadar kendini çözümsüzlüğe itiyor. Korkunç bir şey; medyalara yansıyor, insanlar iş için birbirlerini ezip geçiyorlar, hatta kurşuna diziyorlar. İş insanların en doğal istemi. Nasıl oldu da bu duruma düştü? Rejim en doğal bir ihtiyacı bile insanlara çok görüyor. Öyle bir noktaya getirmiş ki insanları ölüme bağlamış, dünyayı onlara tümüyle kapatmış, “çalışamazsın”, “üretemezsin”, dolayısıyla da “yiyemezsin” ve bir de “yaşayacaksın!” Böyle bir ucubelik söz konusu. Adam kan-ter içinde 20 saat çalışmak istiyor, yine iş yok. Bir de her gün dilekçe yazıyorlar, “al bu parayı, nasıl yaşıyorsan bizi de öyle yaşat” diyorlar. Bir halk eğer kendini bu kadar aşağılık bir rejime yatırırsa, tabii ki işsiz kalır, güçsüz kalır; ağlamasına da hiç gerek yok. Ama ağlı-

4


Özgür Halk savaşımını biraz daha tırmandırır, düzenin kurumlarını çözer ve böylece kendi çözümünü Türkiyelileştirir. Şimdi orta yol yok. Bir reformist yolun şu anda bütün laflamalara rağmen en ufacık bir seçenek oluşturmadığını günlük olarak herkes görüyor. İşte “demokratikleşme paketi”, işte “ekonomik kurtuluş”, işte “bilmem ne!..” Bunlar reform da sayılmaz, özel savaşın cilalarıdır. Bunlar bile hiçbir anlam ifade etmiyor. Türkiyelileşme yöntem olarak nasıl gelişebilir? Bu grupla mı, o grupla mı? Siyasi mi, askeri mi? Gizli mi, açık mı? Bütün bunlar tartışılabilir tabii. Öncü grup, açık çalışma, gizli çalışma, gerilla faaliyeti, siyasal faaliyet... Her yöntem denenebilir. Hatta bizzat PKK Türkiye’ye müdahale de edebilir. Ediyor da zaten. Bunu daha da hızlandırabilir. PKK’nin Kürt çözümünde ilerlemesi için biraz Türk çözümünü de geliştirmesi gerekiyor. Zaten şu karşı-devrimci tırmanış bile çözüm için bir aşamadır. Karşı-devrimi çözülüşe götürmek için önce geliştirmek, olgunlaştırmak gerekir ki düşürebilesin. 12 Eylül’ü 13 Eylül’de hiçbir zaman yenemezsin. Ama şu geçen 14 yılın sonuna doğru bakın, yenilmeye doğru olgunlaşmıştır. Şu anda 12 Eylül’ün etkileri çok olgunlaşmış, kurumlara sinmiş; fakat çürüme belirtileri de o kadar yaygın ki, yumruğunu biraz daha sağlam vursan düşürebilirsin. Böyle bir gelişmeyi de görmemek mümkün değil. Kesinlikle rejim birkaç yıl öncesi gibi değil, bir yıl öncesi gibi de değil, oldukça kapsamlı bir şekilde kurumsal çürümeyi yaşıyor. Ne kadar kurumsallaşmışsa, içselleşmişse o kadar da özden kopmuştur, sürekli çözülüş halindedir. Hiç kimse düzenden memnun değildir. Ne kadar destekçileri de olsa, başta iş adamları olmak üzere hepsi şikayetçidir. Siviller askerlerden, askerler sivillerden (ki bunlar birbirlerini en çok destekleyen kesimlerdir) şikayetçidir. Bu ne demektir? Bunalım var, içinde çözülme var ama yumruğumuz onu tümüyle düşürmeye şimdilik yetmiyor. Nasıl yeteceğini de çok yoğun bir biçimde işlemeye çalışıyoruz. Aslında bir de bu yönüyle rejimi tartışmak gerekir. Rejimi bütün dayanaklarıyla besleyen kurum, kuruluş, kişiler kimlerdir; yine rejimi çürüten, zorlayan kimlerdir? Tartışmayı biraz bu yönüyle geliştirmek gerekir. Maalesef Türkiye kamuoyu bunu görmüyor. Özellikle sol kesimler çok teorik olduklarını iddia etmelerine rağmen, sol-sağ adına her türlü grup varlığını yansıtmasına rağmen bu soruları görme gücüne ulaşmış değiller. Bazı sözler söyleniyor arkası gelmiyor. Belli ki bu kargaşaya son vermek de gerçekleri biraz daha amansız dayatmaktan geçecek. Zaten ortaya çıkan siyasi gelişmeler ağır etkimiz altındadır. Kavramları, hatta bütün yaşamı bir anlamda biz şekillendiriyoruz. Nasıl ki, karşı-devrim bizim saflarımız üzerinde yansımada bulunuyorsa, gittikçe artan bir ivmeyle bizim devrimimiz de Türkiye üzerine, dolayısıyla onun sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik hatta askeri yönleri üzerinde etkide bulunuyor. Onlar bu sefer bizi taklit etmeye başlıyor veya etkimiz altında bazı dönüşümlere uğruyorlar. Etkileme düzeyinin de böyle yüksek olduğu ortaya çıkıyor. Karşı-devrimci tarz etki altında ama bizim özlediğimiz veya ortaya çıkarmakla görevli olduğumuz devrimci tarzın bu etki altında ortaya çıkmamasıdır. Bu ne zaman ve hangi biçimler altında gelişir? Özellikle Türkiye emekçisi üzerindeki yansıması nedir? Emekçi şimdilik sadece bağırıp çağırıyor, bol bol “hükü-

Eylül 2015

met istifa” diyor. Güzel bir söz, “hükümet istifa!” Giderek bu hükümetin bütün dayanaklarının kurutulmasını isteyecek. Ama hani örgütü, hani önderliği, hani savaşım taktikleri! Bu konularda hiçbir şey söylemiyor emekçi. Çünkü kendilerine hiçbir şey öğretilmemiş, örgüt yok önlerinde. Sadece istek gelişiyor. “Hükümet yıkılsın; Doğru Yol’u da, Sosyal Demokrat Partisi de gitsin” diyor. Halk açısından içi boşaltılmış partiler oluyor bunlar. Ama yerine neyi koyacak, hangi önderlikle? Bu da tam bir kargaşa arzediyor. Hiç şüphesiz bu dönemlere devrimci örgütleri dayatmak gerekir. Devrimci örgütlerin devrimci militanlarını ortaya çıkarmak gerekir. Bunun üzerinde de epey duruluyor. Diğer bir Türk seçeneğini, devrim seçeneğini ortaya çıkarmak, bu konuda örgütlenmelere yol açmak aslında yıllardan beri üzerinde durulan konular. Maalesef Türk kişiliği de Kürt kişiliği gibi derinden hastalıklı duruma getirilmiş. Bizimkilerde biraz kaba da olsa savaşçılık var. Onlarda ise kendini yaşama çok ileri düzeyde. Türk kişiliği ister emekçi olsun, ister burjuva olsun, 12 Eylül’ün bir bütün olarak daha darbelerini hissettirdiği, yaşattığı bir kişilik özelliğini ifade ediyor. Savaşçılık özelliğini oldukça yitirmiştir. 12 Mart dönemindeki isyancılık, 12 Eylül sonrası aşıldı. Günlük olarak tüketim toplumu kalıplarına göre yaşayan bir gençlik var. Şu anda gençliğin neye bayıldığı ortada. Avrupa müzik gruplarının korkunç bir taklidi var. Bir stadyumda 40 bin kişi kalkıyor, hiç dilini bilmediği, nasıl yaşadığını bilmediği bir rokçuyu, bilmem bir neciyi korkunç histerik durumlar içerisinde alkışlıyor, bayılıyor. Bu çok tuhaf, anlamadıkları kesin de bu kadar bayılmaları neyin nesi? “Maymunlaşma” dedim ya, bununla izah edilebilir. Avrupa kültüründe belki bir yeri vardır bu yaşamın, fakat Türkiye yaşamında bunun hangi yeri olacak? Herhalde belli bir düzeyden sonra bıçak kemiğe dayanacak; biraz dayanmış gibi. Biz de savaşçı tarzı biraz daha artırırsak artık “istemieyiz”den de öteye “nasıl yı-

5


Özgür Halk kalım” sorusuna da cevap vermek zorunda kalırlar. Uzun süre insanları böyle yaşatamazlar. Özel savaş artık kendisini uzun süre besleyemez. Ve ardından sanırım daha hızlı bir çözülüşe ve onu yıkacak gücün ortaya çıkmasına sıra gelir. Herhalde birileri çıkar cevap olmaya çalışır. Kaldı ki biz de gerekirse cevabı daha planlı oturtabiliriz. Bu konudaki katkımızı daha da artırabiliriz.

Eylül 2015

numaraları yaparak, “PKK 2. Kongresi’ni ele geçirir, merkezi kendimizden oluşturursak sizi Avrupa’ya götürürüz” diyerek kızları kendine bağlamıştır. Zaten “tek bir kişiyi Hakkari’ye yollayamayız” diyordu. Bu temelde Avrupa’da hiç çalışmadan en rahat yaşamı sunmuş bazılarına. Yani parti imkanlarıyla uğruna her şeyi bırakacak bir yaşam; istediğin kadar uyu, istediğin kadar ye-iç, ama karşılığında da örgütü tasfiye et! Bir yandan bu ortaya çıktı, diğer yandan kadınların dörtte üçünü etki altına aldı. Çünkü hepsine rahat yaşam, hepsine 12 Eylül’ün dayattığı yaşamı vaat etmiştir. Sanıyorum bazı kızlar da dolaylı da olsa bu iş için eğitilmiş. Pazarcık kökenli, Dersim kökenli kızlar vardı böyle. Bunlar aslında devrime erken katılan kesimler oluyor. İyi niyetliler, militan da olabilirlerdi, ama 12 Eylül koşullarından ve bazılarının da çarpık yaklaşımlarından ötürü tehlikeli bir yaşam alışkanlıkları oluşmuştur. Onun uğruna çılgınlaşıyorlar, her şeyi dayatıyorlar. Bir baktık ki, daha biz 12 Eylül’le direkt çarpışmadan içimizdeki uzantısı olan yaşam tarzıyla, kadın-erkek anlayışıyla kuşatılmışız. Bir de zindandaki duruma bakalım. Orası çok daha çarpıcıdır. Tutsak altına aldığı insanları muazzam bastırmış ve her bakımdan güdülerin konuşturulacağı bir durum yaratmıştır. İşte cinsellik yoluyla, daha çok ekmek yoluyla bazı insanları Pavlov’un yöntemiyle şartlandır-

12 Eylül faşizmi topluma kadınlaştırmayı dayattı Hiç şüphesiz her faşist rejim, daha da genel anlamda despotik rejim, diktatöriyel rejim halkları kadınlaştırma, kadın gibi yönetme özelliğine sahiptir. Hitler’in bizzat kendisi “Halk kadın gibidir” sözünü boşuna söylememiştir. Türkiye’deki M. Kemal eğilimine bakarsak halka uyguladığının bir kadınlaştırma olduğunu rahatlıkla görürüz. Kadınlaştırma derken neyi anlamalıyız? Boyun eğen, teslim olan, çaresiz olanı anlamalıyız. Nitekim halk bu duruma düşürülmüştür. Bu çok açıktır. Her iktidar türünün, özellikle de faşist rejimin kendi halkına uyguladığı budur. Türkiye’de de bu çok kapsamlı uygulanmıştır. 12 Eylül rejimi çok açıkça ve fazlasıyla bunu yaptı. Daha rejim kendini oturtur oturtmaz bizim savaşın etkisi altına girebilecek gençleri, kadını kullanarak düşürmek istedi. Geçen günlerde belirtiliyordu. 12 Eylül gelir-gelmez yetmiş tane bayanı Suruç’a öğretmen diye gönderiyor. Biz de bu sorunla yakından uğraşıyoruz. Yerel kesimden kızlar bile korkunç yetiştirilmişler, korkunç bir cinsellik ve yaşam tarzı içine çekilmişler. Suruç gençliği başlangıçta bizim en çok dayandığımız bir gençlikti. Bu tip politikalar yüzünden çoğu heder oldu. Militanlar yetiştirip gönderdik, fakat bir de baktık ki giden militan yutuluyor. Adam olmaktan çıkarılıyor. 12 Eylül gelir-gelmez, sayısız öğretmen kılıklı, hemşire kılıklı kadın gönderdi Kürdistan’a. Bir de yerelden yetiştirdi, sıradan bir köylü kızını düşürmede cinselliği çok kötü kullanmıştır. Bundan da öteye bizim PKK hikayesinde kendi başıma getirilmek istenenleri de anlattım ben. Bırakın Suruç gençliğini, bana dayatılmak istenen kadın anlayışı vardı. Bu TC’ydi, MİT’ti. Daha 12 Eylül gelmeden önce şöyle bir teorileri vardı: Kürdü kullanmak için onu aile içinde boğacaksın, cumhuriyet kadını ile etkileyerek içinden çıkılmaz bir konuma getireceksin. İşte böyle daha başından felç olup gider. Daha ilk çıkışımızda ben on yıllık savaşımımla ancak başımı kaldırabildim. Bu tarihi gelişmenin sorumluluğunu tüm gücümle yürütüyorum ve benimle bu temelde savaşılıyor. Ben kendimi iyi tanırım; kadın konusunda, aile konusunda kurallara son derece dikkat eden, geleneklere dikkat eden en ölçülü insanım. Ama bana öyle bir yaklaşım dayatıldı ki, Kemal PİR yoldaşımız bile daha 1978’de, “Bunu hemen cezalandıralım, nasıl dayanıyorsun” diyordu. Fakat ben sabrettim, eğer tarihi iş yapmak istiyorsan, biraz da düşüneceksin, kadınla ne yapılmak isteniyor diye, kadın ne yapmak istiyor diye. 12 Eylül sonrasında baktım mesele daha da genel. Dolaylı etki altına alınmış kızlar var, erkekler var. Baktım en değerli militanlar bunalıma düşmüş, bu konuda tam bir enkaz durumuna gelmişler. Bir Avrupa’ya gitmek ve yaşamı biraz ayarlamak için “merkezi ele geçirelim, kongreyi ele geçirelim” diye hesaplar yapılmıştır. Semir’in gizli örgütlenmesi bunu yapmıştır. Biraz artistlik

Şimdi Türkiye’de büyük yalan patlayacak. Zaten her gün yalan balonları patlayıp duruyor. Halk arasında anket yapıyorlar. Halk ne siyasileri ne askerleri, ne şu partiyi ne bu partiyi çözüm gücü olarak görüyor. mıştır. En değerli kahraman yoldaşlar şehit düşerken, bazıları da onların mirası üzerine sahte önderlik olarak dikilmiştir. Böylece yurt dışında, dağda, zindanda 12 Eylül rejimi genelde yaşam tarzı, özelde de kadın-erkek ilişkileriyle bizi kuşatmaya çalışmıştır. Bir baktık ki, bu ortamda neredeyse nefes alamaz duruma getirilmişiz. Aslında yanımdaki kadına da, erkeğe de olağanüstü değer veriyorum. Her bakımdan yücelmeleri ve özgürleşmeleri için ne lazımsa onu yapıyorum. Ama sonuçta dayatılan, adım adım beni böyle geri çekmek, güdülerde boğmak, duygularda boğmak, mimikleriyle, her türlü rezil alışkanlıklarıyla, kölemsi davranışlarıyla beni tahrik etmek oldu. Bunların kirli ajan olmaları da şart değil. Her türlü feodal ve küçük-burjuva alışkanlıklarıyla biraz tahrik edildiler ve sel gibi üzerimize geldiler. Kadın çözümlemelerine de 1987’de bu temelde başladım. Daha önce bu kadar düşünmüyordum. Parti içindeki diğer yoldaşlarımız geleneklerin etkisi altında bu işi götürmek istediler; tabii ben bunu normal görmedim. Bir de bana çok çarpıcı dayatıldığı için, benim yaşadığım gerçekliğin yoğun ve tasfiyeci yönü çok ağır olduğu için üzerinde düşünmek zorundaydım. Düşündük, kadın sorununun çok hassas olduğu ve bu temelde sorunu çok yönlü ele almak gerektiği sonucuna vardık. Bu noktada Amerika’nın okey kültüründen tutalım Avrupa’nın emperyalizm adına ortaya çıkardığı kültüre kadar

6


Özgür Halk hepsini, onların TC versiyonunu değerlendirdik. Kemalizmin yarattığı kadını, yarattığı ilişkiyi, yarattığı duygusallığı ortaya koymaya çalıştık. Sonuçta düzeni anladık, kadını anladık ve bütün yönleriyle devrimci bakış açısı, devrimci yöntem, devrimci yaşam tarzı nasıl geliştirilebilir sorusuna çözüm olmaya ve parti içinde bunu geliştirmeye çalıştık.

Eylül 2015

patlaması yaratmıştır. Türkiye’de görüldüğü biçimiyle en tüketen, temel kavram ve amaçlara hiç bağlanmayan bir toplum yaratmıştır. Halbuki temel toplumsal amaçlara, temel yurtseverliğe, temel insanlık gelişimine bağlanmış olan duyguların ve hatta cinselliğin bir anlamı olabilir. Bunlarınki ise bunun tam tersidir. Duygu geliştiriyorlar; tümüyle toplumsal amaçlardan uzaklaştıran ve hatta emperyalizme sonuna kadar bağlayan, sonuna kadar teslim olmaya götüren kadını ortaya çıkarıyorlar. Zaten duygu yaratıcıları da emperyalist kültür gruplarıdır. 12 Eylül’den sonra her yerde konserler düzenlenmesi, çeşitli grupların gençliği hoplatması var. Eskiden devrim bu gençliği ayağa kaldırıyordu, şimdi bu gruplar ayağa kaldırıyor. Çılgınca bir duygu fırtınası, soylu toplumsal amaçların ve devrimci heyecanın önüne geçmiştir. İkide bir “Kahrolsun PKK, kahrolsun bilmem ne” diye bağırıp duruyorlar. Bir sporda, bir dini vaazda ve bir de bu eğlence yerlerinde faşizm kendini böylece dile getirdi. Bunlar çok çarpıcı gelişmelerdir ve 12 Eylül faşizmine, emperyalizme bağımlılıktır. 12 Eylül faşizmine karşı bu alanda bizim de büyük bir yönelmemiz oldu. Biz buna karşı neyi geliştirmek istedik. Cinsel güdüyü, kadın-erkek ilişkisini, aile ilişkisini reddetmedik. Bunlar dini bağnazlıkla reddedilemez, o daha da yozlaşmaya götürür. Ama bunlar eski tarzla da, düzenin dayattığı biçimle de kabul edilemez. Bu da tam tasfiyeciliktir. Buna karşı özgürlük tarzı dedik, devrimci tarz dedik, bütünüyle devrimci amaçlar doğrultusunda emek ve örgütle bağlantılı olarak ele aldık; ısrarımız bu temeldeydi. Büyük kadın özgürlük hareketi, büyük kadın savaşımı belki de tarihte ilk defa böyle radikal ve kapsamlı gelişti. Bilindiği üzere bu, kadın ordulaşmasına kadar bizi götürdü. Kürdistan’da gerçek duygu, gerçek aşk nasıl olabilir; aşkın doğru tanımı nasıl yapılabilir sorusunu özenle cevaplandırmamızı gerekli kıldı. Mademki 12 Eylül faşizmi kadını bu kadar düşürerek kullanmak istedi, bizim de en doğal görevimiz kadını özgürleştirip yücelterek buna karşılık vermektir, dedik. Ve bunu yapmaya çalıştık. Bunun kesinlikle yurtseverlik savaşmından ayrı olmayacağını, Mem Zin çözümlemesinde de çok açık olarak gösterdik. Ulusal demokratik bir uyanış sürecidir; bunu göz önüne getirmeyen bir duygu, bir aşk kesinlikle düzen bağlantılıdır, feodal bağlantılıdır ve bunlar da son derece tasfiyeci, tehlikeli ve düşürücüdür. Kadını kesinlikle düşürür, erkeği de savaşamaz duruma getirir. Ama duygu ve tutku gelişimi doğru tarzda ele alınıp savaşa ve yurtseverliğe bağlandı mı, yine örgütlenmeye dikkat etti mi yücedir, yaratıcıdır. Biz de böyle duygu patlaması, böyle ruhun yücelmesi olmalı, dedik. Bazıları sırf cinsel tüketim, sırf ruhi tüketim için canavar kesiliyorlar ki, böyle bir canavarlaşmaya karşı bütün yüreği halkında olan, halkını tümüyle yüreğine çekecek kadar büyük bir duyguya ulaşan ve bunu büyük vatan tutkusuna bağlayan, bütün yoldaşlarını en büyük sevgiye boğan, geneli sevebilen bir sevgi gelişimidir bu. Buna çok değer verdik. Devrimimizin bir de böyle edebi tanımlaması, ruhsal gelişmesi olacak, dedik. Ailede tüketilmiş Kürtlük, çok ucuz ve kaba bir cinsellik, vatandan, partiden ve hatta insanlığın temel özelliklerinden, fiziki güzellikten kopan ve tüketen bir ilişki artık çok düşürüyor ve bunu aşmak gerekiyor. Bu doğrultuda şimdiden çok önemli ve çarpıcı gelişmeler yaşanıyor.

Sokaklara düşürülen kadına özgür kadınla cevap verdik Son zamanlarda her konuda devrimci yaklaşımın nasıl olması gerektiğini, özellikle “nasıl yaşamalı” sorusunu cevaplandırırken dile getirmeye çalışıyoruz. Bu sadece parti içinde çözüm geliştirmek için başvurulan bir çalışma değildir. Toplum üzerine, hatta insanlık üzerine emperyalizmin yaptığı dayatmayı, kadını kullanma tarzını, bu temelde doğan sorunları çözmek için devrimci bakış açımızı uygulama çalışmasıdır. Nitekim bilinen son kadın konferansında da bazı tartışma konularını önemle vurgulamak istediler. Çözüm için kadını nasıl güçlendirmek, nasıl bağımsız karar sahibi kılmak gerekir; başka türlü sömürünün önüne geçilmez, başka türlü çevre kirliliğinin önüne geçilmez, başka türlü dünyanın yıkımının önüne geçilmez dediler ki, bu doğrudur. Biz de bunu böyle tespit ettik. Uygulanması belki yüzyıl sürer, bu o kadar önemli değil, ama sorunun kaynağına indik, çözümü biraz radikalce ele aldık ve sonuçta 12 Eylül tarafından kimisi çok bilinçli, kimisi tam bir piyon gibi, kimisi afyonlanmış gibi, kimisi tam serseri gibi dayatılan ne kadar kadın ve erkek varsa hepsinin çözümlemesini yaptık. Yine bu temelde toplumu çok rahatlıkla çözümledik. Cinsellikten tutalım aşk yaklaşımımıza kadar her konuda özgür yaklaşımı, duyguların yeniden tanımını, insanlığın hizmetinde olacak ve sorunları çözüme götürecek, onun savaşla, devrim savaşıyla, yurtseverlikle, örgütlenmeyle, partiyle, normal yaşam tarzıyla bağlantısını kuracak bir çerçeveyi geliştirmeye özen gösterdik. Tabii düzen de karşı hamleye girişti. Biz ne kadar köklü ele aldıysak o da köklü yüklendi. 12 Eylül faşizmi kadını çok kötü kullandı, kadına çok şey kaybettirdi. Hiçbir rejim 12 Eylül rejimi kadar kadını politik malzeme olarak kullanmadı. Kadın silahıyla kendini faşist temelde en çok geliştirmek isteyen rejim oldu. Yine kadın silahını kullanarak gençliği devrimden uzak tutmak, erkeğin ve kadının enerjisini karşı-devrimin hizmetinde kullanmak, bu faşist rejimin en temel yaklaşımıydı. Bizim devrimimize de tam bir ajan kadın yaklaşımını dayatarak, tarihte sıkça oynanan oyunu en kapsamlı ve en tehlikeli bir biçimde içimizde oynatmak istediler. Daha savaşımı ilerletmeden, içinden yozlaştırmaya ve boğuntuya getirerek safdışı bırakmaya çalıştılar. Şu anda aileyi içinden çıkılmaz duruma getiren ve kadını ajanlaştıran bir rejimdir. Bu rejim kadını kendi kirli emelleri uğruna her biçimde kullanmaktan geri kalmamıştır. Elinde her türlü imkan var, para var, ucuz cinselliği yaşatma imkanı var. Bu nedenle epeyce etkili olabilmektedir. Bizim için durum tersinedir; biz cinselliği ucuz yaşatırsak, sanıyorum çok ağır yozlaşma yanıyla kendi kendimize tasfiyeciliği yaratma tehlikesiyle karşı karşıya geleceğiz. Düzen ise neredeyse aileleri bile geneleve çevirmiştir. Cinsel güdüyü böyle kullanmak, toplumu faşizme teslim etmektir. Duyguları sokaklara düşürmüş, korkunç bir cinsellik

7


Özgür Halk Kadın özgürlüğü eskiyle kıyaslanmayacak bir biçimde gelişme durumundadır. Bunun savaşla bağlantısı çok açık. Eskiden ailesinden başka, kocasından başka hiçbir şey düşünemeyen kadın şimdi büyük bir vatan kahramanı, bir özgürlük meşalesidir. Bunlar açığa çıkarılmış tarihi gerçeklerdir. Bu yanan bir meşale haline gelmiş ve teslim olmamanın en militan tipleri olmuştur. Onlarca genç kızımız teslim olmamak için son kurşunu kendi bedeninde eritmiştir. Yüzlerce kadın şehidimiz var ve her biri birer kahramanlık abidesidir. Bunlar partimizin gerçekliğinde ifadesini bulmuştur. Yine binlerce kadın militan en özgür koşullarda ve kimseye bağlanmadan savaş yürütmektedir. Bunlar şafak vaktinda ortaya çıkan gelişmelerdir. Daha da üzerine gidilir ve bağlı kalınırsa, son derece özgür tip, özgür ilişki ve sağlıklı duygular, faşizmin dayatmalarına karşı kesinlikle zafer kazanabilir. Bu da bir savaş meselesidir. Bunu da açıklıkla vurgulayalım.

Eylül 2015

bu alçaklığı kabul etmediğim için, gerçekten en değerli kadın yoldaşlarımıza dayatılan işkenceleri biliyorum. Onları böyle paramparça ettiklerini, cesetlerini bile çırılçıplak edip televizyonda sergileyecek kadar alçaldıklarını biliyorum. Tarihte başka hiçbir savaşta bu kadar çılgınlık yapılmamıştır. Bunlar özel savaşın, 12 Eylül’ün kadına reva gördüğü muamelelerdir. 12 Eylül’e karşı intikamımız büyük olacak Buna karşı bizim intikamımız da kadın devrimciliğini ortaya çıkarmak olmuştur. Yapmamız gereken en doğru bir iştir bu. Daha müthişini de önümüzdeki süreçte geliştirebiliriz. Bu temelde kadın gücüne inanmak ve kadın çalışmalarına değer biçmek gerekir. Muazzam kölelik, muazzam bir devrimcilikle dönüşüme uğratılmalıdır. Yapılan henüz bunun başlangıcıdır. Bu kadar düşürülen toplum, düşürülen kadındır; bu kadar yüceltilmek istenen insan yüceltilen kadındır veya yüceltilen kadın yüceltilen insandır. Bu önemlidir, saygı da, sevgi de burada anlam bulur. Kadınlarımızın karartılmış dünyası ancak böyle aydınlatılabilir. Sabırlı, inatçı ve örgütlü çalışmalar bu konuda da büyük zaferi getirebilir. Bu anlamda da görevlerimize son derece dikkat ediyoruz. Duygu ve dü-

İnsanlık için de, kadın için de yenilgiyi kabul etmiyoruz Herkese, bütün kamuoyuna açıkça söylüyorum; bizim önderlik gerçeğimizi bir de bu yönüyle çok iyi anlamak gerekir. Bunun büyük bir yürek hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Önderlik hareketi sevda hareketidir, aşk hareketidir. Buradaki vatan bağlılığı çok iyi anlaşılmalı, insanlık bağları ve kadın özgürlüğü bağları çok iyi görülmelidir. Bir önderlik büyük sevmek zorundadır; bu çok iyi görülmelidir. Düşmanı kahretme yönü kadar, bir halkı kazanma yönü de çok iyi görülmelidir. Önderliği takip etmek isteyen militanlar, 12 Eylül faşizminin alternatifi olmak isteyen kişilikler, ancak kendilerini böyle yaratırlarsa bu söz konusu olabilir. Bunun dışındaki yaklaşımlar, “böyle sorunum vardı, şöyle bunalım içine düştüm, şöyle bilmem kendimi kontrol edemedim” diyenler ikiyüzlüdürler, ahmaktırlar, gafildirler veya ajandırlar. Ben özenle şunu vurguluyorum: Böyle diyenler lüften düzenin saflarına gitsinler. Biz ne yaptığımızı iyi biliyoruz. En büyük aşkın, en büyük duygunun, en büyük sevginin ve en özlü insani yaklaşımın sonuna kadar açık, içten tanımını veriyoruz. Sen yalancı değilsen, ikiyüzlü değilsen kendini yaşama ve savaşa bağla, o zaman en büyük kazanan sen olursun. Devrimci tanıma göre en büyük aşkın gereği olarak böyle savaşılır, böyle örgütlenilir, böyle duygular ve ilişkiler olur; sonuna kadar da olmalıdır. Biz aynı zamanda büyük sevgi devrimi yapalım, diyoruz. 12 Eylül faşizminin ve emperyalizmin muazzam medya aracını da kullanarak yürüttüğü saldırıya karşı biz de kendi içimizde büyük bir sevgi patlaması yaratalım, yoldaşlık bağlılığını, ülke bağlılığını, parti bağlılığını çok yönlü günlük ilişkilere, hatta özel ilişkilere, çocuklara, eş-dostlara yaklaşıma kadar yüceltelim. Yiğitsen buna gel. Özgürlük istiyorsan, şeref istiyorsan kendini bu davaya kat; bırak eski namussuzluğu, bırak bu aile düşkünlüğünü, bırak bu bireysel hır-gürü, bütünüyle doğru yola gel! Bu söylediklerimiz son derece açık ve çarpıcıdır. Bu konuda yeni ve yaratıcı çalışmalar yapıyoruz diye düzen de karşımıza çılgın bir sarışın bayan çıkardı. Ortalığa binlerce düşürülmüş kadın saldı. Neredeyse bizi teslim almaya ve ruhumuzu boğmaya çalıştılar. Ben kendi adıma yenilgiyi kabul etmediğim gibi insanlık için de kabul etmedim, kadın için de kabul etmedim. Kadına dayatılan

PKK’yi ortadan kaldırmak eşittir Kürt halkını ortadan kaldırmak ve yine eşittir Türkiye’deki demokratik seçeneği ortadan kaldırmaktır. Bu durumda iktidara kim gelir? Dört dörtlük olarak faşizim gelir şüncede yaratıcı olmaya, düşürücü olan ve zayıflatan ne varsa onu söküp atmaya, bir yürekle çok büyük bir güce ulaşmaya dikkat ediyoruz. Bu konuda son derece yaratıcı olmaya çalışıyoruz, tutkuyu, duyguyu büyük bir savaş bağlılığına, savaş tutkusuna dönüştürecek kadar kendimize güveniyoruz. PKK zaferi biraz da bu tip çözümleme ve militan gerçekleşmeyle devam ediyor. Böyle tarihi gelişmelerin değerini her zamankinden daha iyi görmek gerekiyor. Bu konuda büyük eksiklikler var. Bunların giderilmesi halinde sanıldığından daha fazla zafere yatkın militan kişilik, zafere yatkın örgüt içi yaşam, zafere yatkın ordulaşma çalışması gerçekleşebilir. 12 Eylül’e karşı direniş şehitlerine bağlılık ancak böyle bir özgürlük çalışmasına sahip olmakla anlam bulabilir. Başka türlü anılara layık olunamaz. Böyle bir adıma sahip olmak gurur kaynağımızdır, güç kaynağımızdır. Kadınlarımız bu kadar şehidin kanıyla atılan ve büyük yaşam zorluklarına göğüs geren, kadının çabalarıyla oluşan bu adımı daha da pekiştireceklerdir. Bu adımın peşisıra daha ileri adımların da atılacağını ve bunların da kesin kurtuluşa götüreceğini biliyoruz. 12 Eylül faşizminin yaptıklarına karşı intikamımız çok büyük olacaktır. Yaptıklarını kendine nasıl ödettireceğimizi bu rejim iyi biliyor. Kadınlarımızın öfkesini de biliyor. İnanıyoruz ki, kadın gücü daha da gelişir. Biz kadın gücüne inandık. Attığımız adımları daha da kökleştirmeye, kadın özgürlük hareketini kendi özgünlüğü içerisinde örgütlemeye

8


Özgür Halk

Eylül 2015

ve eylemini çok kapsamlı götürmeye kararlıyız. Artan çabalarımız her geçen gün bizi başarılara götürecektir. Gelecek, eskiye göre çok daha iyi bir yaşam olacaktır. PKK, Türkiye’nin de temel demokrasi gücüdür 12 Eylül darbesi sonrasında PKK’nin yaptığı temel tespitler içerisinde en önemli bir iddia, “bu rejimin devrimle değişime uğratılmaksızın sürekli olacağı” öngörüsüydü. Çeşitli çevreler o zaman buna karşı çıkmışlardı, rejimin değişeceği, kendilerinin demokrasi dedikleri rejimin geleceği düşüncesini öne sürmüşlerdi. Şimdi o çevrelerin büyük çoğunluğu 12 Eylül’ün h‰l‰ devam ettiğini söylüyor. Bir “demokrasi paketi”nin açılacağından söz edenler veya böyle bir beklenti içinde olanlar, bununla aslında demokrasinin olmadığını kabul etmiş oluyorlar. Bazı çevrelerse şimdi bu devleti “kontrgerilla cumhuriyeti” diye tanımlıyorlar. Yani 10 yıl sonra, 14 yıl sonra 12 Eylül rejiminin ortadan kalkması değil, çok geniş çevreler tarafından varlığının ve yaşadığının kabul edilmesi gibi bir durum söz konusudur. Bu da PKK’nin düşüncesinin, öngörüsünün doğrulanması oluyor. Geçen gün Deniz Baykal bir söz söylemiş ve tekerleme olmuş; “Tansu Çiller ne kadar demokrat olacaksa ben de o kadar sarışın güzel bir kadın olacağım” demiş. Bu rejim için aynen söylenmesi gereken bir sözdür. Bu rejimin “terörle savaşımı” sonucunda ne kadar demokratikleşebileceği söyleniyorsa, Baykal’ın da o kadar sarışın güzel bir kadın olması gerekir. Eğer bu rejim demokrat olabilirse Deniz de öyle bir kadın olabilir. Aslında düzen kendi cevabını çok güzel veriyor. Kendi kendilerine çok soru soruyorlar; iyi de cevap veriyorlar. Yani iki olmazın kendilerini olur gibi göstermesi söz konusudur. Tümüyle toplumsal yasalara da, doğa yasalarına da ters düşen bir durumdur bu. Ancak bu rejim yıkılarak demokrasinin geleceği açıktır. Düşünce özgürlüğünün ve demokratikleşmenin sağlanması şurada kalsın, insana bu kadar vahşice kıyan ve hatta özel savaşla normal savaş yasalarına bile uymayan bu rejim, savaş kurallarını uygulama noktasına çekilsin, biz ona da bir gelişme diyelim. Demokratikleşmeye geçmeden önce bu özel savaşı normal savaş yasalarına getirmek gerekiyor. Öyle tarihte eşi görülmemiş biçimlerden soyutlansın, biz yine de kabul ederiz. Normal bir savaşla da olsa karşılıklı olarak daha anlamlı çözümlere doğru gideriz. Bırak demokrasiye gelmesini, bu rejim buna dahi gelmiyor. Savaşın amacı imha etmektir; imha sonrası demokrasi olabilir mi? Bir halkın imhasını amaçlıyor, öyle fiziki imha da değil, kültürü ve bütün insanlık değerleriyle imha etmek istiyor. Yok edilen halka demokrasi olur mu? Demokrasinin kuvvetleri yok edilerek demokrasi getirilebilir mi? Bu Türk halkı için de geçerlidir. Türk halkına şu anda dayatılan değişik bir özel savaştır. Peki bu özel savaş Türk halkına demokrasi mi getirecek? Hayır, onu soyup soğana çeviriyor. En ufak bir siyasi özgürlük ifadesi yoktur. Şimdi bu hale getirdikten sonra Türk halkına gelecek olan demokrasi midir? Hayır, burada inkar var, yok etme var. Şimdi sahte bir tarzda sanki bütün gelişmelerin önünde engel PKK’ymiş gibi gösteriliyor. Halbuki PKK sadece Kürt halkı için değil, bugün Türkiye’nin de en temel demokrasi gücüdür. Eğer PKK direnişi olmasay-

dı, Türkiye’de öyle bir faşist askeri bir rejim oturtulacaktı ki, hiç kimse bu rejimin özelliklerini, nemenem bir rejim olduğunu, nasıl bir rejim altında yaşadığını dahi bilemeyecekti. İkibin yıllarına böyle bir rejim dayatılacaktı. 12 Eylül darbesi koyu bir faşist rejim olarak ikibinli yıllarda egemenlik sürdürmeyi planlayan bir darbeydi. Eğer bugün Türkiye’de demokratik gelişmeden, bazı demokratik haklardan, demokrasi seçeneğinden söz ediliyorsa, bunu yaratan tek güç PKK savaşımıdır. Özel savaşa karşı verilen kutsal bir direnişle bu gelişmelere yol açılmış, özel savaş dişe diş bir mücadeleyle geriletilerek mevcut ortamın, halklarımız için nefes almanın yolu açılmıştır. Aynı durum geçerliliğini daha da güçlü bir biçimde sürdürüyor. PKK ezilirse, sonuç Hitler’in “bin yıllık ülkü”sü olur PKK’yi ortadan kaldırmak eşittir Kürt halkını ortadan kaldırmak ve yine eşittir Türkiye’deki demokratik seçeneği ortadan kaldırmaktır. Bu durumda iktidara kim gelir? Dört dörtlük olarak Türkeş mi gelir? Zaten şu anda hazırlanıyor, onların demokrasi dediği şeye bugün en çok Türkeş sahip çıkıyor. Yani o, sözümona 12 Eylül rejimi sonrasının en ideal adayı oluyor. Ecevit kendisine nasyonal sosyalist adını taktı. Türkeş de zaten aynısıydı. Şimdi bunlara, “yükselen değerler” diyorlar. Yükselen değerler faşist değerler oluyor. Evet, PKK’nin ezilmesi sonrası, Türkeş ne kadar demokratsa, Türkiye de o kadar demokratik olur. Ecevit ne kadar demokratsa, Türkiye de o kadar demokratik olur. Bu kesinlikle faşizmdir. Yani üst düzeyde kurumsallaşmış ve süreklilik kazandırılmış bir faşizm olacak. Yenilmiş insanlık üzerinde, bitirilmiş halklar gerçeği üzerinde belki de Hitler’in “bin yıllık ülküm” dediği kuruma ulaşılmış olacaktır. Yani bin yıllık karanlık düzenin kurumlaşmasıdır bu. Tabii diledikleri gibi gelişirse, karşı-devrimci faşist savaşım kazanmış,

9


Özgür Halk bütün direnme noktaları yerle bir edilmiş ve geriye sonuna kadar kendilerine göre “mutluluk çağı”, “bin yıllık ülkü”nün gerçekleşmesi sağlanmış olacaktır. PKK’nin ezilmesi sonrasında gelişecek olan kesinlikle budur. Bu konuda hiç kimse hayale kapılmasın. Yalnız Kürt halk gerçeği açısından değil, Türk halkı da dahil olmak üzere, bütün azınlıklar açısından durum budur. Yani bu karşı-devrimci savaş tam başarıya ulaşırsa onların planladıkları Hitler’in bin yıl planlamasından farklı bir durum değildir. İspanya’nın Frankosu gibi 50 yıl süren böyle bazı rejimler vardır, ona benzer bir rejim planlaması olur. Bunun gerçekleşip gerçekleşmemesi ayrı bir meseledir, fakat PKK sonrası için düşündükleri model böyle bir modeldir. Ecevit ile Türkeş’in de “yükselen değerler” olarak sunulması ve hazırlanması bu temeldedir. Bunlar özel savaş ekibi içindedirler. Önceleri bazıları kullanıldı; bu ara yerdekiler biraz daha kullanılacaktır. Nitekim mevcut hükümet ve yine muhalefetteki partiler de kullanıldılar. Zaten hepsi de özel savaşın ayarlamasıydı. Şimdi bunları üst düzeyde kullanmayı düşünüyorlar. Başarıp başaramayacakları savaşımın sonuçlarına bağlıdır. Çözülüş ve kaybediş de mümkündür. Eğer biz savaşı geliştirmez ve stratejik bir yenilgi alırsak, o zaman gelişecek olan belki de onlarca yıl sürebilecek dörtbaşı mamur karanlık bir faşist rejimdir. Kürdistan halkı için de, Türkiye halkı için de, hatta bölgesel etkileri açısından da durum böyledir. Zaten eski sloganlarıdır: “Bu ülkeye komünizm gerekliyse onu da biz getiririz.” “Bir Kürt halkı gerekliyse, o Kürt halkını da biz getiririz.” “Demokrasi gerekiyorsa onu da biz getiririz.” Bunlar faşist sloganlardır. Halbuki demokrasi bir halkın eylemidir, yaşam tarzıdır. Demokrasi bir yerden gelmez. Bir yerde kararlaştırılıp oturtulmaz. Bir Kürt halkı getirilmez, tarihte var olanın özgürleşmesi gerekir. Tabii faşist mantığa göre istenilen bir Kürt halkını da getirirler, istenilen bir demokrasiyi de getirirler? Nereden? Cehennemden, karanlık evrenlerden alıp getirecekler. Faşizmdir bu, başka bir anlama asla gelmez. Sadece demokrasi anlamına gelmemesi değil, herhangi bir burjuva diktatörlük biçimine de benzemez. Planlanan ve gerçekleştirilmek istenen Hitler’i bile geride bırakan bir faşist düzenlemedir.

Eylül 2015

bizim değişik bir biçimde çelişkiyi derinleştirmemiz, halk çelişkisini, Kürdistan çelişkisini giderek savaş düzeyine çıkarmamız 12 Eylül’ün başat yönünü giderek başaramama, kendi içinde olgunlaşsa bile yaşlanmakla birlikte çürüme, eski ilk günkü ruh kadar artık vuramama ve yere serememe, giderek tökezleme, duraklama ve aşınmaya uğrama haline getirdi. Aslında yaşanan biraz budur ve bu tamamen PKK savaşımının gelişmesinden dolayıdır. Çelişki giderek açığa çıkıyor. Açığa çıkarılan, genelde Türk egemen tarihinin çelişkisi, özelde cumhuriyetin çelişkisidir. Daha da somut olarak 12 Eylül faşizminin bütünüyle toplum için ne anlama geldiğini, bütün kurum ve kuruluşlarıyla, kuralları ve yaşam tarzıyla kendini açığa çıkartma durumunda bırakılmasıdır. Aslında önceden bu kadar açıklık istenmezdi veya içeriğinin böyle gelişeceği tahmin edilmezdi. Fakat kuvvetler karşı karşıya çarpıştıkça o onu besler, o onu tırmandırır, kimin içinde ne varsa açığa çıkar. Bizim içeriğimizde ne vardı? Bir halk vardı, bir devrimci kesim vardı. Onları oldukça olgun ele aldık. İşte PKK içinde yürüttüğümüz savaş, gerilla içinde yürüttüğümüz savaş, kişilik savaşı neyi ortaya çıkardı? Güçlü parti, güçlü ordulaşma, güçlü militanı ortaya çıkardı. Bu da savaşı ge-

PKK direnişi gelişmeseydi, o zaman 12 Eylül tarafı egemen yan olurdu ve onlarca yılı alacak dörtbaşı mamur bir faşist diktatörlük olarak kendini yürütüp giderdi. Eğer bu olmadıysa, PKK direnişin gelişmesinden dolayıdır liştirdi. Düzen de kendini açığa çıkardı. O da kurum ve kuruluşlarını örgütledi, kendi militanlaşmasını sağladı, ordusunu savaş alanına çekti, oldukça da savaştı ama onun kapasitesi bu kadardı. Bu kapasiteyi sonuna kadar kullandı, neredeyse şimdi yedeklerini bile tüketmiş durumdadır. Böyle bir gelişmeyle karşı karşıya kaldı. Sonuç nereye gidiyor? Birinin diğerini alt etmesine doğru gidiyor. Uzlaşma olabilir mi? Aslında biz buna da ortamı çok açık tuttuk. Siyasi çözüm, ateşkes ağzımızdan düşürmediğimiz sözcükler oluyor ama gelmiyorlar. Niçin? Kendi aleyhlerine sonuçlanacağı için. Şu anda başat olan, çelişkinin lehinde çözüme gideceği güç PKK’dir. Bu onlar için çözülüş oluyor, kaybetme oluyor. Onun için sonuna kadar savaşıyorlar ve savaşı tek yol olarak amansız bir biçimde dayatıyorlar. Generallerin haline bakın, en basit bir siyasi adım atsalar, neredeyse sonları gelecekmiş gibi davranıyorlar. Özellikle savaşla bağlantılı olanlar, savaşta çıkarı olanlar, savaştan esas sorumlu olanlar en gerici kesim olarak toplumun nefretini kazanmaya doğru gidiyorlar. Bu savaşın belli başlı sorumluları aslında bir avuçtur. Açığa çıkartıyoruz. Çözüme gelmezler, uzlaşma biçiminde bazı adımlar atmaya cesaret etmezler. Ortak görüşte de bir araya gelmezler. Özal’ı bile düşürdüler. Özal biraz da ABD’ye dayanarak ufak bir sistem içi çözüm düşündü. Kemalizm çok dar, gerici ve faşist olduğu için fırsat vermedi. Şu anda sözümona sosyal demokrat bir dışişleri bakanı var. Tür-

PKK devrim ordusunu gerekirse Türkiye’ye yürütür Bir diyalektik yasadır, çelişik yanlar birbirini besleyerek çözüme giderler. Bu anlamda devrim ile karşı-devrim çelişkisi, PKK ile 12 Eylül çelişkisi birbirini etkiliyor ve besliyor. Eğer PKK direnişi gelişmeseydi, o zaman 12 Eylül tarafı egemen yan olurdu ve onlarca yılı alacak dörtbaşı mamur bir faşist diktatörlük olarak kendini yürütüp giderdi. Eğer böyle olmadıysa, biliyoruz ki bu direnişin yenilmemesinden ve giderek boyut kazanmasından dolayıdır. Türkiye’de çelişkinin bir ucunu temsil eden halk güçleri çok zayıf oldukları için, fazla direnme ve dolayısıyla çelişkiyi halk lehine olgunlaştırma düzeyinde olmadıkları için kolay yenildiler. Kolay yenildikleri için de 12 Mart’ta askerler kendilerini tekrar hızla perde gerisine çektiler. Aslında darbe vurdukları içindi bu, aşıldıkları için değil. 12 Eylül de buna benzer bir yönelimle aslında birçok sol gücü yendi ve PKK’yi de yendiğini sanıyordu. Ama

10


Özgür Halk keş’in bile kullanmadığı sağcılık yöntemlerini piyasaya sürmekle meşgul. Demek ki kemalizm artık tıkanmıştır, çözüm üretemez bir durumdadır. Bütün uzlaşıcı çabalara açıklık kazandırmamıza rağmen görmezlikten geliyorlar. Belli ki bu tarz savaşım devam edecek. Alabildiğine kendi içinde zorlanma var. Fakat tuttuğu mevzileri de öyle bırakmak niyetinde değil. Toplumun etkilenmesini daha da körükleyerek ayakta kalmaya çalışacaklar. Ama toplumun da artık bu zıvanadan çıkmışlığa sonuna kadar prim vereceği düşünülemez. Taktikleri akıllıca geliştirmek gerekecek. Biraz daha başat olduk mu, bu rejim aşılır. Yerine ne gelir? Muhtemelen demokrasi mi desek? Sorunun siyasi temelde çözümü, barışçıl yöntemler diye tabir ettiğimiz taktiklerle Kürt gerçeğine varlık tanıma, resmiyet tanıma, onunla ortak yaşamayı düşünme sırası gelir. İlişkilerin düzenlenmesi ve buna sahip çıkacak bazı örgütler oluşur. Bunun adına demokratik çözüm de denilebilir. Barışçıl, siyasal ne ad verirsen ver, hepsinin anlamı birdir. Biz baştan beri buna açık olduğumuzu, dar milliyetçi bir çözüme değil, enternasyonalist bir çözüme (zaten varlık nedenimiz de o) açık olduğumuzu söylüyorduk. Kaldı ki bu bölgesel çapta bir yaklaşımdır. Muhtemelen böyle bir seçenek çözülüş sonrası veya daha şimdiden kendisini gittikçe hissettirebilir. Mesele bunun biraz daha sancısız, fazla acı çekmeden, kan dökmeden gerçekleşmesidir. Çözümsüzlük Türkiye halkı için de söz konusudur. Onun kendini biraz çözüme doğru zorlaması gerekir. Bu çürüme uzun süre devam etmez. Bu özel savaş seçeneği böyle desteklenip arkasından koşulamaz. Bunda halkların hiçbir çıkarı yoktur. Bu çok iyi görülüyor, daha da görülecek, giderek siyasal bir ifadeye kavuşacaktır. İşte bu da başka türlü bir aşılmadır. Faşist tarzda kurumlaşarak PKK’nin yenilmesi biçiminde değil, PKK’nin demokratik, eşit ve özgür koşullardaki çözümüne karşılık Türkiye tarafından da demokratik bir seçeneğin oluşturulmasıdır. Bu da düşünülüyor. Bu konuda biraz mücadele var, daha gelişebilir. Türkiye’de demokratik seçeneğin fazla güçlenmemesi halinde, PKK daha fazla gelişerek devrim ordusunu Türkiye’ye de yürütür. O zaman devrim ihracı demeyelim ama daha da radikal, köklü bir devrimci yöntem, devrimci-demokratik veya devrimci otoriter bir yönetimin gelişmesi söz konusudur. Buna da radikal devrimci seçenek diyebiliriz. Aslında yöntem farkı var, her ikisinin de devrimci anlamı var ama biri otoriter yanı ağır basan, diğeri demokratik yanı ağır basan bir niteliktedir. Bu tip gelişmeler de giderek kendini devrime sokabilir.

Eylül 2015

Bu tarihin Türkiye gerçekliğiyle, Türk ulus gerçekliğiyle, özellikle siyasal gerçeklikle fazla bağlantılı olmadığı açıktır. Var olan bağlantısı da, son derece ideolojik amaçlıdır; tamamen baskıyı meşrulaştırmaya yöneliktir. Bu durum toplum üzerinde yanıltıcı sonuçlara ve özellikle şovenizm yanı ağır basan bir dünya görüşüne yol açıyor. Bu temelde 12 Eylül faşizmi de toplumun teslim alınması ve içinden çıkılmaz bir yaşamla karşı karşıya getirilmesidir. Nitekim toplumun ciddi bir çıkış yolu bulamaması, böyle bir tarihi yaklaşımla veya Türk resmi tarihinin askeri, siyasi, sosyal, ideolojik ve örgütsel yapılanmasıyla ilgili yönlerinin doğru kavranmamasıyla bağlantılıdır. 12 Eylül rejimi bunu çok daha açık bir sorun olarak ortaya çıkardı. Düşünmede biraz iddiası olanlar, örneğin değerli bilim adamı, İsmail Beşikçi gibi, bazı yürekli aydınlar daha da artıyor. İnanıyoruz ki önümüzdeki dönemde doğru bir tarih, doğru bir egemenlik tanımı yapılacaktır. Dolayısıyla devletin örgütlenme biçimi, askeri, siyasi ve özellikle gizli kalmış yönleri doğru temellerde açıklığa kavuşturulacaktır. Bu temelde 12 Eylül gerçeği de daha iyi anlaşılacaktır. Şu anda Türkiye’deki siyasi durum tam bir kargaşadır. Halk hiçbir partiye güvenmiyor, sağına da soluna da güvenmiyor. Çünkü işlevleri aynıdır; devlet partileridir. Sık sık bölünüp parçalanarak kendilerini yeni gibi göstermelerine de halkın itimadı kalmamıştır. Bunu sadece ben söylemiyorum. Bu sıradan bir izleyicinin de görebileceği, söyleyebileceği bir durumdur. Ancak bunun bir gözlemle izah edilemeyecek kadar da tarihi kökenleri vardır. Her şeyden önce Türk siyasi sisteminin askeri sistemle bağlantısı vardır. Biz bunu kendi eylemimizle açığa çıkardığımıza inanıyoruz. Sadece askeri, siyasi yaşamı değil, karşı-devrimin dayandığı yaşam ve onun arkasındaki tarihi gerçeği tahlil ettik. Yine onun gizli devlet gerçeğini, Türk siyasetinin, siyasi partilerin nasıl oluşturulduğunu, halk üzerindeki egemenliğin nasıl geliştirildiğini de ortaya çıkardık. Bunları şimdilik soru düzeyinde de olsa, kamuoyuna yansıtmış olmamız küçümsenemez bir gelişmedir. Devrimci eylemimizin Türkiye kamuoyu, aydın yapısı üzerindeki bu vurgusu önemli bir gelişmedir. Daha da ötesi orduyla savaşımımız, yine siyasi partilerin hepsiyle, sağıyla-soluyla hesaplaşmamız, Türkiye’de nemenem bir siyasi yapının olduğunu kamuoyunun da görebileceği bir şekilde ortaya koymuştur. Dolayısıyla tarihi daha gerçekçi bir biçimde değerlendirmek gerekiyor. Güncel gelişmeler ancak bu temelde anlaşılabilir. Yine toplumda artan sorunlar, yoğunlaşan bunalım ortamından bir çıkış yolu gösterilmek isteniyorsa doğru bir analize ihtiyaç vardır. Yine karşı-devrimci savaşın ve devrimci savaşımızın ortaya çıkardığı gerçekleri ana hatlarıyla vermek istersek, Türk rejimi veya Türk egemenliği öyle çokça iddia edildiği gibi, çok gelişmiş bir devlet tecrübesi olan veya tarihte şöyle iz bırakan, şöyle imparatorluklar kuran, şöyle dünyaya kök salan çekici bir egemenlik değildir. Türk tarihinde Orta Asya’nın bozkırlarında çok geri aşiret-kabile bağlarının bulunması, bir yandan olumsuz iklim-coğrafya koşulları, diğer yandan ilkel komünal toplumun belli bir aşamasına gelinmesi dolayısıyla ortaya çıkan varlık sorunu, artan nüfusla birlikte, hemen hemen her kabilenin gelişim tarihinde görüldüğü gibi bir

Türk egemenlik tarihi yeniden yazılmalıdır 12 Eylül darbesiyle devrimin yapısında meydana gelen değişiklik, özellikle de partiler, liderlik ve hatta kişilik dönüşümüne ilişkin üzerinde dikkatle durulması gereken hususları yeterince açıkladık. Türkiye’de kavranılmaya çalışılan olay Türk egemenlik sistemidir; buna Türk tarihi de diyebiliriz. Türk egemenlik sistemi veya Türk tarihi yeniden nasıl yazılmalı? Sanıyorum son günlerde bu konuda birçok seminer düzenleniyor. Sağ ve sol kesimde Türk tarihi yeniden yazılmak isteniyor. Biliyoruz ki, resmi tarih gerçekleri çarpıtma tarihidir.

11


Özgür Halk istila, bir yayılma gerçeği vardır. Orta Asya’nın çıplaklığı ve yanıbaşındaki uygarlıkların çekiciliği nedeniyle Çin’e, kuzeyde Rusya’nın içlerine, güneyde Hindistan’a, batıda İran’a doğru büyük bir akıncılık geliştirdiklerini söylemek mümkündür. Bu akıncılığın altındaki nedenler belirtildiği gibidir. Yani iklim koşulları, artan nüfus, klan-kabile örgütlenmesinde bir üst düzeye sıçrama bu akınların temel sosyal ve coğrafik nedenleridir. Dikkat edilirse bu kabileler at sırtında yaşayan kabilelerdir. At sırtında, yani bir anlamda askeri yönü ağır basan, elde kılıç kendine yaşam alanı açmak için her tarafa saldıran bir yaşam tarzıdır. Görüldüğü gibi Türk egemenlik sistemi başlangıcından itibaren kılıçladır, yani askeri niteliktedir. Tarihte bir Roma var, bir Atina var. Bunlar belli bir gelişmeden sonra demokrasi geliştirdiler. Çünkü Roma ve Atina devletleri kuruldukları yerde tarihi roller oynayabilecek bir uygarlık geliştiriyorlar. O topraklar buna uygun ve bunun yadırganacak bir yanı yok. Atina uygarlığı, Roma uygarlığı tarihe en çok etkide bulunan uygarlıklardır. Aynı şey Mezopotamya için de söylenebilir. Bir Sümer uygarlığı (ki Mezopotamya uygarlığının başlangıcı sayılır) tamamen tarımsal üretim çerçevesinde ortaya çıkar. Bu uygarlığın

Eylül 2015

Arap Yarımadası’ndaki doğuşu, gelişimi uygarlığa büyük bir katkıdır. İslamiyet feodal uygarlığı geliştirir; askeri, siyasi, kültürel, hukuki yönleriyle evrensel birçok gelişmeye yol açmıştır. Ama Türk egemenlik sistemi gelip İslam varlığı üzerine kurulunca, bütün ölçüler kabalaştırılır, daraltılır, çok kaba bir sınıf baskısı egemen kılınır. Nitekim buna Türkmen boyları da dahildir; onlar üzerinde de hayli baskı uygulanır. Çok vahşi katliamlarla ezilen Türkmenler, Toroslar’a, Karadeniz’deki, hatta Ege’deki dağlara sığınırlar. Zor bela canlarını kurtarırlar. Hala bu dağlarda obaları var. Selçukluların tarihi bu konuda çok kanlıdır. Osmanlı kendi şehzadelerini bile katlettirecek vahşilikte bir despot egemenlik biçimidir. Ve bu tümüyle askeri yöntemlerle gelişir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselen kapitalizm karşısında yayılma imkanı kalmayınca, varlık nedeni ortadan kalkar; büzülür, daha sonra da bildiğimiz o peş peşe çözülmeler başlar ve yıkılır. TC kılıç mirasını devralan bir sistemdir Bu tür egemenlik sisteminin en son uygulayıcısı Türkiye Cumhuriyeti’dir. TC, Osmanlı devletinin kalıntıları üzerinde kurulmuştur. Kuranların hepsi Osmanlı paşasıdır, valiler Osmanlı valisidir. Hatta Vahdettin, M. Kemal’e izin verir, onu birkaç kolordunun müfettişliğiyle görevlendirir. Diğer paşalar da öyledir. Zaten bu savaşı verenlerin hepsi paşadır. Herhangi bir sivil aygıt, siyasi bir parti, siyasi bir felsefe yoktur. Kurtuluş savaşını veren parti var mıdır? İttihatçılar var, ama onların da Osmanlıcılıkla ilişkileri bilinir; askeri darbecilikle bağları çok açıktır. M. Kemal’in ittihatçılığı bile oportünistçedir. Öyle anlamlı, dürüst bir ittihatçı da değildir, komplocudur, fırsatçıdır. Cumhuriyetin kuruluşuna bakalım; herhangi bir partisi yoktur. Cumhuriyet Halk Fırkası 1924’te kuruldu. Kuruluş sözümona devrimin başlangıcından sonradır. Siyasi bir program yok, felsefe yok, ideoloji yok. Yine nasıl bir yaşam geliştirilmek isteniyor, belirgin değil. Tamamen paşaların keyfine, özellikle de M. Kemal’in şahsi eğilimlerine göre yapılmış bir çıkıştır. Kaldı ki onun da burjuva ve askeri niteliği açıktır. Nasıl ki Selçuklu boyları gelip İslamiyeti kısırlaştırıp, son derece baskıcı bir despotizme dönüştürerek 600-700 yıl Ortadoğu halkları üzerinde egemen kıldılarsa, M. Kemal de kapitalist ideolojiyi, özellikle Fransız Devrimi’nin Avrupa’ya yaydığı olumlu özellikleri, kapitalist uygarlığın bazı verilerini ele geçirip, kendini bu çerçeveye yerleştirerek Osmanlı despotizmiyle birleştirmiş ve buna en çarpık ifadeyi kazandırmıştır. Kapitalizmde en azından burjuva demokrasisi var. M. Kemal’de burjuva demokratlığı da yok, tam tersine bunun inkarı var. Zaten TC’nin dayandığı Osmanlı despotizmi buna fırsat vermez. Kişi olarak da M. Kemal’in böyle bir demokratlığı söz konusu olmaz. Tamamen bir diktatördür. En yakın çevresini bile despotik yöntemlerle tasfiye etmede tereddüt etmeyen bir özelliği var. Dolayısıyla burjuva egemenlik sisteminin cumhuriyet, demokrasi, siyasi partiler, bu düzenin kişiliği ve yaşamı M. Kemal’in süzgecinden geçirilir. Örneğin “Cumhuriyeti bir günde düşündük, sabah ilan ettik” diyor. Bir Fransa’da cumhuriyet uğruna bir yüzyıl savaşım verildi. Bir Almanya’da, bir İngiltere’de cumhuriyet uğruna yüzyıllarca savaşım verildi. Ama M. Kemal gerçeğinde 28 Ekim akşamı birkaç kişiye danışılır, “yarın cumhuriyet ilan edeceğiz” denilir.

CHP aslında bir devlet partisidir. Yani devletin kitleleri uyutma partisidir. Halkı ideolojik olarak, siyasi olarak muğlaklaştırma, uzlaştırma, boyun eğdirme örgütüdür. Söylendiği gibi cumhuriyet rejiminin, bir halkın partisi değildir yayılması örneğin Nil’e kadar uzanma, oradan Avrupa’ya kadar etkide bulunma temelindedir. Bu durumun Mezopotamya’daki diğer uygarlıklara, bu arada Kürt kabilelerine de oldukça olumlu, uygarlaştırıcı etkisi olmuştur. Mezopotamya çevresinde kurulan kültür ileridir. Yol açtığı siyasi, kültürel, hukuki gelişmeler insanlık tarihinde önemli izler bırakmıştır. Türk boylarında ise böyle bir gelişmeyi görmek mümkün değil. Çünkü çok saldırgan ve akıncıdır. Sürekli alan değiştiriyor; öyle uygarlık geliştirecek bir hali yoktur. Vurup almak ve ele geçirdikleri üzerine konmak amacındadır. Hindistan’a, Rusya içlerine, hatta Macaristan’a kadar giden kolları vardır. Hindistan üzerinde yüzyıllarca etkili olmuştur. Çin’e saldırmış ama egemen olamamış, erimiştir. Yine Ortadoğu’ya kadar gelmiştir. Selçuklularla başlangıç yapılmış, daha sonra Osmanlıyla yürütülmüş ve en son olarak da TC ile devam ettirilmiştir. Türk egemenlik sisteminin tarihi geleneği böyledir. En temel özelliği askeri ve talancı olmasıdır. Uygarlığa bir katkısı şurada kalsın, var olan uygarlığı tahrip etmiştir. Bunların üzerinde kan dökme temelinde kaba bir sınıf egemenliğini kurmuştur. Hiçbir demokratik hakka, özellikle hukukun, siyasetin, kültürün gelişmesine fırsat vermemiştir. Var olanı da çarpıtan, güdükleştiren, kendi kaba, dar talancı sınıf sömürüsünü, baskısını egemen kılan bir sistemdir. Örneğin Türk egemenlik sistemi İslamiyeti de bu temelde kendi sistemine uyarlamıştır. Halbuki İslamiyetin

12


Özgür Halk Bunun benzeri başka bir ülkede yoktur. Cumhuriyet çok büyük kavgaların sonucudur. İdeolojik, politik savaşımla cumhuriyet felsefesi, yaşam tarzı, partiler doğar ve bunların savaşımı sonucunda cumhuriyet kurulur. Ama M. Kemal cumhuriyetinde bunların tam tersi var. “Cumhuriyet” adını kendisinden başka kimse bilmez. Zaten “bunu içimde bir sır gibi sakladım” der. Hep saklar ve en son 29 Ekim günü cumhuriyeti ilan eder. Partisi yok, felsefesi yok; nasıl demokratik bir cumhuriyet olacak! Tam tersi demokrasiden başka her şeye benzeyecek. Ve son derece despotik, faşist, profaşist diyebileceğimiz, yani önfaşist bir sistem. Daha sonraki gelişmelerle birlikte faşizme dönüşeceği açık olan bir egemenliktir Türkiye Cumhuriyeti. Bunu da abartmıyoruz. Söylediğimiz şeyler az çok herkesin bildiği şeyler. Kurucuların hepsi paşadır; kendisi de tamamen askeri yöntemle çalışır; emir-komuta kişiliğidir. Emir-komuta kişiliğinde demokrasi yoktur, diktatörlük vardır. Her şey cumhuriyetin tersinedir ama Türkiye Cumhuriyeti diye yutturulmuştur. Rejimin şapkası cumhuriyettir, onu giyen kafa ise bambaşkadır. Ruhu, dünya görüşü bambaşkadır. Bu, Türkiye halkının, azınlık halkların, çok ezici bir biçimde de Kürt halkı üzerine çok amansız bir şekilde oturtulmuştur. Selçukluların, Osmanlıların halkların başına geçirdikleri zırh yetmiyormuş gibi, bir de buna kapitalizmin daha ezici, daha bitirici yöntemleri eklenerek çok çarpık bir biçimde halklara yeniden dayatılmıştır. Çok bastırıcı; hem fiziki olarak, hem de manevi olarak yok edici bir sistemdir. Cumhuriyetçilik şurada kalsın, faşist rejim özellikleriyle bağlantısı çok açıktır. Bu cumhuriyetin en ilginç yanı da Hitler’i bile aratmayacak tarzda kurulan, bunun halk üzerindeki yayılışını birçok faşist modelden daha iyi beceren bir rejim olmasıdır. Kendi özelliklerine göre bir insan tipi yaratan ve yaşam tarzını geliştiren bir karakterdedir. Çarpık bir cumhuriyet, çarpık bir demokrasi anlayışıyla, cumhuriyeti de, demokrasiyi de bitiren bir kurumlaşma yaratılır. Cumhuriyet Halk Partisi bunun kurumsal ifadesidir. Daha sonra kurulan partiler de sözümona partidir ama parti kavramını da çarpıtan olgulardır. Bunun mimarı da başlangıçta M. Kemal ve onun geliştirdiği askeri demokrasidir. Gerçekte ise böyle bir şey söz konusu olamaz; çünkü demokrasi ile askerlik ayrı ayrı kavramlardır. Bu demokrasi biçimi, kapitalizmin en çarpık, en anti-demokratik, en anti-cumhuriyetçi, insan haklarına ve ulusal haklara en aykırı, oldukça saptırıcı olanıdır. Demagojisi olan ama kendisi olmayan, kurumu olan ama içeriği olmayan, adı olan ama kendisi olmayan, belki gövdesi olan ama ruhu olmayan bir egemenlik biçimidir. Askeri ifade olmaktan öteye gidememesi de bu nedenledir. Kemalizmin faşizme yatkınlığı çok açıktır. Aslında bir Hitler faşizmi, bir Mussolini faşizmi, Franko, Salazar faşizmi kadar açık olmaması, onun faşist olmadığını değil, daha gizli, daha tehlikeli bir faşist yapıda olduğunu gösterir. Daha sinsi, daha örtülüdür ki, Türkiye’de buna “gizli faşizm” denilir. Bu rejimin gerçek yüzü biraz kurumlaştıkça, yapılan darbelerle (onlara askeri faşist darbeler denilir) gün yüzüne çıkmıştır. Bu anlamıyla da eşine ender rastlanan bir rejim türü ortaya çıkıyor. Halk kitlelerini son derece muğlak bırakan, bütün kavramları tersyüz eden, birçok kavramın içini boşaltan bir rejim olarak şekilleniyor.

Eylül 2015

Türkiye’de particilik demokrasiye karşı faşizmdir Zaten CHP’nin kendisi de cumhuriyet kurulduktan sonra kuruluyor. Yani ilkin cumhuriyet kurulmuş, ardından partisi kurulmuştur. Devleti kuruyor, her şeyi sağlama alıyor, “bir partiyle de takviye edelim” diyor. Nedir bu? CHP aslında bir devlet partisidir. Yani devletin kitleleri uyutma partisidir. Halkı ideolojik olarak, siyasi olarak muğlaklaştırma, uzlaştırma, boyun eğdirme örgütüdür. Söylendiği gibi cumhuriyet rejiminin, bir halkın partisi değildir. Bu partide halk yok, üyesi bile yok, üyesi başlangıçta birkaç paşadır. M. Kemal tarafından böyle bir devlet partisi kurulur ve üstten halka dayatılır. Kendi çıkarları temelinde ideolojisini ve politikasını halka dayatır. Maaş verilir, ki bugün de öyledir. İster DYP, ister SHP olsun ancak maaşla, çıkarla insanları bağlarlar, yönetirler. Yani devlet partisi oluyorlar. Gerçekte ise particilik, tamamen farklı bir olaydır. Burjuva demokrasilerinde bile particilik fedakarlık üzerine kurulur. Başlangıçta tamamen toplumsal bir tabana dayanır, feodal devleti aşar, hatta varsa başka devletleri de aşar, yerine halkın veya burjuvazinin cumhuriyetini kurar, demokrasisini geliştirir. Türkiye’de tam tersidir. Halkın o kurtuluş savaşı dedikleri dönemde başka partileri vardır. Komünist Parti var, Yeşil Ordu var. Bunlar biraz halkçı, demokratik nitelikleri olabilecek gelişmelerdir. M. Kemal her ikisini de bastırdı. Yine Kürt ayaklanması vardı. Demokratik adımlara zemin olabilirdi. M. Kemal onu da acımasızca bastırdı. Hatta başta kendisiyle birlikte olan, ama daha sonra bazı yanlışları dile getiren Kazım Karabekir gibileri var, onları da bastırdı. Böylece tamamen anti-demokratik, tek partili, hatta tek şefli parti denilen sisteme gidildi. Bu şef partisi, Almanya’daki modelin bile çok üstünde bir faşist parti olarak geliştirildi. Biraz

13


Özgür Halk da Sovyet partisinden, komünist partinin deneyiminden de yararlanır. M. Kemal’in eyleminde Hitler’den, Mussolini’den ve hatta Stalin’den bile etkilenme vardır. Gelişmeleri günü gününe izliyor ve Türkiye için böyle bir model dayatıyor. Ve CHP belki de tarihin en çarpık, en bastırıcı, en anti-halkçı, en anti-demokratik parti modeli oluyor. Bilindiği gibi bu model daha sonra gelişti. Burjuva demokrasilerine benzemek istenildiğinde, Serbest Fırka gibi, Demokrat Parti gibi bazı oluşumlar ortaya çıkartıldı. Bunlar da devlet partileriydi, emirle kuruldular. Fakat çizmeyi aştıklarında hemen tasfiye edildiler. 1960 darbesi sonrasında Menderes idam edildi. Demokrat Parti-Menderes, devletin özellikle bürokratik modelini, tümüyle devlet içinde gelişen kapitalizmi, Avrupa ve ABD’nin yardımıyla biraz liberalleştirmek istedi; devletçi modeli biraz aşmak, tarımda kapitalizmi geliştirmek, yani devlet modelinin biraz dışına çıkmak, biraz sivilleşmek istedi. Demokrat partililer farklı bir sivilleşmeye adım attıklarında, bürokratik devlet bunları böyle ağır bir yargıyla cezalandırdı. Türkiye’deki cumhuriyet yapısı böyledir. CHP’nin, hatta DP’nin yapısı da böyledir. Parti dağıtıldı gitti, kimse sahip çıkmadı. Devlet partisi olduğu için dağıtıldı ve kimse sahip çıkmadı; bunu çok iyi anlamak gerekir. Ardından 1960 sonrası kurulan partiler var. Yine bir CHP var, devlet partisi var. Adalet Partisi var, o da farklı değildir. 27 Mayıs cuntası sonrasında halkı yine uyuşturmak istiyorlar. O dönemde biraz sınıf çelişkileri gelişmiştir. Tarım kapitalizmi, ticaret kapitalizmi gelişmiştir. Yine sanayi biraz gelişiyor; işçi sınıfı, yoksul köylülük, aydın gençlik ortaya çıkıyor. Bütün bunlar bir sosyal hareketliliğe, giderek de devrimci hareketliliğe yönelecekken, bunu bastırmak için, özünü boşaltmak için devlet güdümlü solculuk geliştirilir. AP biraz liberalleşmeye öykünür ama yine devlet güdümlü ve devletçiliği esas alan bir partidir. 1960 sonrasında devletin egemenliğini değişik bir biçimde planlamaya çalışır. Buna karşı Ecevitçilik geliştirilir. Ecevit’in solculuğu, devrimci solculuğun gelişmesini engellemek için ortaya atılır. Demirel de gerçek liberalizmin gelişmesini önlemek için sahte bir liberaldir. Bir de MHP vardır. Bu MHP’yi ordu partisi olarak ilan etmek gerekir. Emekli subayların, özellikle kontrgerillacıların partisidir, onların sivil aygıtıdır. MHP günlük olarak katliam yapıyor. Bu parti bilhassa ordunun kendi eliyle yapmak istemediği cinayetleri, baskıları, işkenceleri yapmak gibi bir fonksiyona sahiptir. MHP geleneği, 1960 sonrası gelişen sola, yine daha sonra gelişen ulusal kurtuluş hareketlerine karşı, bunları bastırmak için yapılandırılır. Buna “teritoryal” diyorlar. Resmi orduyu karıştırmadan, onun özel savaş aygıtları aracılığıyla sistemi tamamlıyorlar. Bu NATO bünyesinde de vardır. Nitekim Türkiye bunu çok kapsamlı geliştiriyor. Bilinen PKK mücadelesinin yoğunluğundan dolayı geliştiriyor. MHP, ordu içindeki özel savaş dairesinin sivil aygıtıdır. İşkence örgütü, faili meçhul cinayet örgütüdür. Solu, işçileri ve Kürt yurtseverlerini kırma partisidir. Bunların yanında o dönemde bir de Milli Selamet Partisi ortaya çıkarılır. Bütün belirtiler bu partinin de devlet icadı olduğunu gösteriyor. Erbakan’ı generallerin çağırdığını biliyoruz; ona “parti kur” emrini verdikleri de iyi biliniyor. Basın bunu yazmıştı. Özellikle 1970 sonrasında kemalizmdeki aşınma ve MHP’nin deşifrasyonu var. Bu

Eylül 2015

anlamda bir ideolojik, siyasi boşluk doğuyor. Bir de İslami gelenek var. Bunun kontrolü devlet için elzem görülüyor ve bu partiyi kurduruyorlar. Ulusal mücadelenin sınıfsal mücadeleyi etkilemesini engellemek için devlet 1980 sonrasında bu İslami eğilimi daha da palazlandırıyor. Bunun dışında başka partiler de kurulur, geliştirilmek istenir. Bunların adını fazla vurgulamaya gerek yoktur. Zaten bir varlık da gösteremediler. Devrimci partiler de vardı, bunlar yeni gelişmelerdi. İşçi partileri de diyebiliriz bunlara. Bunlar, gerçekten devlete, kemalizme, kemalizmin ideolojik, siyasi hegemonyasına karşı can siparane ortaya çıkmış gençler veya gençlik partileridir. Bu partilerin ne kadar geliştikleri, ne kadar halka mal oldukları ayrı bir meseledir. Fakat yeni bir partileşme dönemi başlattıklarını, PKK’nin de böyle bir gelişmeyle bağlantılı olduğunu özenle belirtmek gerekir. Emek cephesindeki halkın devrimci-demokratik partileşmesi, halk demokrasisini, halk cumhuriyetini gündemleştiren, giderek halkın iktidarını amaçlayan partileşmedir. Özellikle bu yapılanmanın 1970 sonrasının partileşmesinde büyük bir anlamı vardır.

Özel savaş, kiminin maskesini sarışın yapar, kimisinin koç yapar, kimisinin sosyal demokrat yapar, hatta kimisinin solcu yapar... Bunların hepsini yürüten özel savaş kurmaylarıdır. Türkiye’de siyasi partilerin geldiği boyut bu. 12 Eylül tükenen cumhuriyeti yaşatma operasyonudur 1980’li yıllar büyük geriye çekilme, bastırma, tabii sözümona cumhuriyeti kurtarma yıllardır. 12 Eylül faşizmi, bu anlamda aşınan cumhuriyeti, cumhuriyetin aşınan partilerini, sağını, solunu restore etme veya ondan da öte bunları yıkarak yerine yenilerini kurma çabasıydı. Artık ikinci cumhuriyet midir, kaçıncı cumhuriyetse onun tartışması yürütüldü, yeni bir biçim altında rejim sürdürülmek istendi. Onun için 12 Eylül çok köklü vurdu. Cunta mevcut bütün partilerin işlevsiz kaldığını gördü. Bu anlamda partileri ortadan kaldırmadı. Çünkü bunlar işlevlerini yitiren partilerdi. CHP tümüyle gitti; zaten iflası darbeden önceydi. AP’nin durumu da öyleydi. MHP ise tümüyle açığa çıkmak zorunda kaldı ve böylece tükendi. Cumhuriyetin askerileşmesi, daha sonraki siyasallaşması, siyasal yapılanması tükendi. Parlamentosu, kendileri de çok iyi bilir ki, bir cumhurbaşkanı bile çıkaramıyor, kendi kurallarını bile işletemiyor. Hükümet tamamen tıkanmış, ekonomi ağır bir bunalım içinde, 70 sente muhtaç... Bütün bunlar tükenen cumhuriyettir. Tükenen cumhuriyetin asıl sahipleri orduyu harekete geçiriyor ve ordu da mevcut artıkları temizliyor. Yani 12 Eylül darbesi bir bakıma tükenişi durdurma operasyonudur. Sözümona 12 Eylül sonrasında yeni bir cumhuriyetin temellerini atmak istediler. 1982 Anayasası ve buna dayanan partiler de yeni bir modeldi. Tıpkı M. Kemal’in 1920’lerde yaptığı gibi aykırı olan ner varsa, hepsini tasfiye ettikten sonra kurduğu cumhuriyete benziyor. Aslın-

14


Özgür Halk da buna ikinci cumhuriyet demek gerekir. Daha sonra Özal ikinci cumhuriyetten yana olduğunu söyledi ama, aslında ikinci cumhuriyet 1982 Anayasası’yla kurulmuştur. Özal da, İnönü de, Demirel de bu ikinci cumhuriyetin içindedirler. Bu ikinci cumhuriyet birincisine göre daha da daraltılmış, daha da baskıcı, daha da demagojik, daha da anti-demokratik ve anti-halkçı bir karakterdedir. Devrimciler üzerinde büyük yıkımı yürüten, Kürdistan’daki ulusal kurtuluş hareketi üzerine görülmemiş bir savaşla giden, bunların ezilmesi temelinde ilan edilen bir cumhuriyet olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yalnız anayasa veya partiler yasası anlamında değil, bir bütün olarak 12 Eylül hukukundan bahsedilir ve bunun h‰l‰ aşılamadığı belirtilir. Doğrudur. 12 Eylül hukuku bütün yönleriyle geçerlidir ve yine yaşam tarzıyla egemendir. Biraz daha ayırt edici hususlar şunlar olabilir; rejim kendine göre iki buçuk parti kurmak istedi. Bir sosyal demokrat, bir merkez sağ, bir de merkez parti. Milliyetçi Demokrasi Partisi merkez sağdır. ANAP biraz orta partiye oynadı, Sosyal Demokrat Halkçı Parti de sol parti olarak düşünüldü. Birisi yorulunca yerine diğeri geçecekti. Model çok iyi ayarlanmıştı. Nitekim bu model, bu temelde işlerliğe kavuşmuştur. Özal’ın dört eğilimi barındıran partisi Cumhuriyet Halk Partisi türü bir partidir. İçinde sağı da, solu da “dört eğilimi” de barındıran bir oluşum olması, bir devlet partisi olması demektir. Nitekim kazanması da bu çerçeve dahilindedir. Bilindiği gibi 1983’e kadar bizzat üniformalı olan cumhuriyet, daha sonra ANAP’la taşındı. Fakat mücadelemiz nedeniyle zorlandı, aşınmaya yüz tuttu. İkinci cumhuriyet aşınmaya başladıkça ANAP da gücünü kaybetmeye başladı. Bu güç kaybedilirken, Demirel’in çıkışı vardı. Aslında Demirel gibileri çok aşınmıştı, bir daha siyaset sahnesine çıkamayacak durumdaydılar. Bu bizim mücadelemizin ortaya çıkardığı bir gelişme oldu. Sosyal demokratların cılızlığı biraz canlandı. Aslında Özal ANAP’ı biraz daha radikalleştirmek ve bu anlamda bazı reformlar yapmak istiyordu. Bir kişi olarak tarihi bir role soyundu. Devlet buna da müsade etmedi. ANAP’ı kendi içinde devlet partisi yapmakta ısrarlıydı. Bunun için Mesut Yılmaz’ın çıkışı geliştirildi. Yılmaz’ı bir devlet çıkışı olarak değerlendirmek gerekir. Özal’ın biraz çizmeyi aşması, “Ben Kürt sorununu çözeceğim”, “70 yıllık dış politikayı değiştireceğim” demesi durumu değiştirdi. Ki Özal, bu söylediklerini Körfez Savaşı dolayısıyla, ABD’nin de yakın desteğiyle hayata geçirmeye çalıştı. Mücadelemizin de zorlamasıyla temel politikalarda değişikliğe yönelmek istedi. Bunun üzerine devlet, Özal’ın karşısına kendi partisini çıkarttı. Kemalizm partisi bildiğimiz gibi Özal’ı sudan çıkmış balık gibi yalnız bıraktı. Hatta bu gelişmeler Özal’ı, “Sen de mi Brütüs”, “beni arkadan hançerlediler” gibi sözlerle kendi kurmaylarına izah etmek zorunda bıraktı. Ve sonuçta da nasıl düşürüldüğünü biliyoruz. Yani gelinen noktada ANAP yine bir devlet partisidir, çizgi dışına çıkmasına izin verilmemiştir. Zaten DYP ve SHP, Özal’a karşı “alışamadık” sloganıyla ve özel savaş yöntemleriyle koalisyona çekilen partilerdir. Devlet partileri, özel savaş partileri olarak iktidara çekildiler. Demirel ve İnönü, ANAP’ın yıpranmasıyla, hükümeti yürütemez duruma gelmesiyle birlikte toplumsal muhalefeti arkalarına almış kişiler olarak devlet adına iktidara getirildiler. Toplumu biraz daha muğlaklığa, bi-

Eylül 2015

raz daha teslimiyete, boyun eğmeye götüreceklerinden emin olunduğu için bu partilere hükümet kurduruldu. Ki bu hükümetin nasıl kurulduğunu da biliyoruz. İki MİT ajanının bu koalisyonun mimarı olduğu açıklandı. Hala bu hükümet, özel savaş hükümeti olarak, iç savaş hükümeti olarak bütün amansızlığıyla halka dayatılan savaşı yürütmektedir. MHP zaten bir kontrgerilla partisi olarak, ordu içinden de epey güç almaktadır. Özel ordunun çok yakınında, sivil savunma dairesini tümüyle kendi kanunlarıyla örgütleyerek, her gün onlarca cinayet işleyerek ordunun vurucu gücü olma işlevini değişik bir biçimde götürmektedir. Ordu partisidir, vurucu partisidir. Özel savaş çok kapsamlı olduğu için MHP de güç kazanıyor. Kazanması da beklenmeli, çünkü özel savaş devrede ve hükümeti

kontrol ediyor. Yani MHP’nin ANAP’ı veya başka bir partiyi eritmesine, hatta SHP’yi eritmesine ve bunların da bir MHP gibi ortaya çıkmalarına şaşmamak gerekir. Partiler arası birlikler özel savaşı yürütme birlikleridir Bugünlerde bir de “siyasi birlik” diyorlar. Tansu hanım yine ağzından kaçırdı, “önce siyasi birlik, sonra seçim” diyor. Bu şu anlama geliyor: DYP’yi MHP’ye teslim etmek veya DYP içinde MHP’yi hakim kılmak. Bunu geçmişte ANAP içinde yaptılar. Bugün iktidarda ağırlıklı olan parti zaten MHP’dir. Özel savaşın ihtiyaçlarına göre bu partinin DYP ile birleşmesi veya başka bir partiyle birleşmesi işten bile değil. Devletin partisi veya özel savaşın hükümet partisi. Türkeş bu işi 40 yıl gizli yaptı, bu sefer açık yapacak. Zaten kadroları bunu yapıyorlar, sadece resmiyet kazanacaklar. Kirli veya gayrimeşru işleri, kendi hukuklarına da aykırı olan uygulamaları artık daha açık yapacaklar. Faili meçhul cinayetler işliyorlar, artık harıl harıl cinayet işleyecekler. Farkı biraz böyle olacaktır. Böyle bir

15


Özgür Halk siyasal birlik gelişebilir. Bu DYP çatısı altında da olabilir. Seçim ittifakı da olabilir, partiler ittifakı da olabilir. Biçim o kadar önemli değil. Özel savaş, kiminin maskesini sarışın yapar, kimisinin koç yapar, kimisinin sosyal demokrat yapar, hatta kimisinin solcu yapar... Bunların hepsini yürüten özel savaş kurmaylarıdır. Türkiye’de siyasi partilerin geldiği boyut bu. Şimdi bunların yanında “solda da birlik” diyorlar. Hangi sol? Bu sol amansız özel savaşı DYP maskeli partiden daha fazla yürütüyor. SHP sol nitelikten ziyade, faşizmin veya özel savaşın en sağlam dayanaklarından biri olma işlevini görüyor. Deşifre oldu, zaten oy oranı yüzde 10’un altına düştü, kitle temelini tamamen yitirdi. Fakat şu açıkça görülmelidir: Ortadaki devletçi sosyal demokratlar milletvekilliğinden, bakanlıktan asla vazgeçmezler, çünkü aç kalabilirler, boşta kalabilirler. Bunlar sosyal demokrat faşist kadrolardır. Yine Ecevit’in kendisini “Nasyonal sosyalist” ilan ettiği biliniyor. MHP bile “Ecevit bizi solda bıraktı” diyor. Doğrudur, yani faşizmin soldaki kadroları, sağdaki kadrolarından daha az tehlikeli değildir. Buna bir nüans gözüyle bakmak gerekiyor. İşte Türkeş için “dünya Türklüğünü biraz fazla düşünüyor” şeklinde bir ayrım yapılabilir. Ve bu anlamda Anadolu Türklüğü yerine dünya Türklüğünü düşünmek belki daha az sakıncalıdır. M.

Eylül 2015

de özel savaş partileridir. Bir de Refah Partisi meselesi vardır. Meseleyi devamlı gündemde tutmaya çalışıyorlar. Dediğim gibi mücadelemiz karşısında kemalizmin daralması sonucu metropollere yığılan işsizler, yine buralara dolan köylü yığınları yeni ideolojilerin arayışı içindedirler. Artık kemalizm günümüzde gerçekten dar geliyor. DYP-SHP, hatta MHP denendi, sonuçta etkisiz kaldılar. Denenmeyen bir Refah kaldı. Yani düzen onu bir alternatif olarak hazırlıyor. Biraz ideolojiyi, biraz sol sloganları kullanıyor. Alternatif olabilecek bir programı dile getiriyor. Devrimcilerin çalışma tarzına benzer bir çalışma tarzını yürütüyor. Sıkı örgütleniyor, belli bir disiplini var. Böylece düzen daha da zora girerse RP’yi devreye koyabilir. Özellikle Kür-distan’daki boşluk biraz onunla doldurulmak istenildi. Metropoldeki boşluk, yine İslamcı kesimler, Refah’la kontrol altına alınacaktır. Sosyal demokratların rolünü Refah üstlenecektir. Böylece devlet kendini sözümona sağlama bağlamış olacak. Özel savaş değişmeyen solun ruhunu fethetmiştir Halkın devrimci-demokratik partilerinin ezildiğini belirttik. Bu partiler nüve olarak dursalar da kendilerini özel savaşa göre ayarlamaktan uzaklar. Devrimci halk partileri haline gelmeleri, teori ve programları olsa bile örgütlerini ve eylemlerini geliştirmeleri çok zor olmaktadır. Özel savaş çok etkilidir. Özel savaşın etkisi sadece kaba baskı, işkence anlamında değil, bu örgütlerin ruhlarını fethetmiştir. Özel savaş öyle bir kişilik oluşturmuş ki, onun karşısında devrimci örgüt olarak dayanmak kolay değildir. Bunu özenle vurgulamak gerekiyor. Çünkü bu kişilik PKK içinde de savaştığımız bir kişiliktir. Hatta genelde Kürdistan’da savaştığımız bir kişiliktir. Türkiye’de ise bu durum daha ağır bir şekilde yaşanıyor. Bu kişilik örgüte gelmiyor, bir günlük tüketim adına kendini satıyor. Bir küçük maaş verildi mi satın alınamayacak emekçi yok. Bu tip bir günlüğüne midesini kurtarmak için sonuna kadar düzeni alkışlıyor. 12 Eylül’ün yarattığı kişilik örgüt tanımıyor, disipline gelmiyor. Bir günlük şahsi ve keyfi çıkarı için her şeyi ayaklar altına alıp çiğneyecek kadar baştan çıkartıldığı, faşizme, teslimiyete, uzlaşmaya yatkın bir kişilik haline geldiği açıkça görülüyor. Sol, kişilik çözümlemesi yapmadığı için, 12 Eylül faşist rejiminin yarattığı tipi, onun rolünü, yaşam tarzını aşmadığı için, hatta kendisi de buna oldukça alet olduğu için çözüm gücü olamıyor. Solculuk kendisini rejime çok kötü entegre etti. Özellikle zindanlardaki rehabilitasyon oldukça etkili olmuştur. Bazı örnekler ortaya çıkıyor, dehşet vericidir. Öyle bir entegrasyon geliştirilmiş ki, içimizdeki kontra kişilik, 12 Eylül ideologları ve düzenin öncülerinden kırk kat daha tehlikelidir. Bu tipler özel savaş yöntemleriyle yaratılmışlardır. Örgüte gelmek şurada kalsın, örgütü tasfiye ediyorlar. Bunlar kesinlikle 12 Eylül felsefesinin yetiştirmeleridir. Gençlik yaygın olarak böyledir. Dikkat edin, biz bu çözümlemelere kolay ulaşmadık. Amansız bir savaşımla ulaştık. Türkiye solu bu çözümlemeye ulaşmayı hiç denemedi. Kendi devrimci tipini yaratmak şurada kalsın, yanından bile geçemedi. Zaten halk 12 Eylül’ün ağır etkisi altındadır. Bir çorba için kırk takla atıyor, kendini

Meclisleri tamamen emir-komuta zincirine bağlı, tam bir aldatmaca meclisi. MGK’nin çıkardığı kararları onaylama yeridir. Hükümet bile aktif hükümet değil, emir kuludur. Değişik propaganda işlerini, halkı kandırma işlerini yürütüyorlar Kemal’in, Evren’in, Demirel’in göçmen olarak Anadolu’ya geldiklerini biliyoruz. Cumhuriyetin veya var olan faşist milliyetçiliğin böyle bir özelliği de var. Bunlar Anadolu’yu ele geçirmiş olan göçmen milliyetçiler veya faşistlerdir. Rusya’dan atılmışlar, Balkanlar’dan atılmışlar, şimdi bütün kilit noktalarda konumlanmışlardır. Kozakçıoğlu ve Evren Yugoslav göçmenidir. Demirel yine öyle. İnönü de göçmendir. İnönü yarı Kürt, yarı da Balkanlardan gelme bir göçmendir. M. Kemal’in kendisi Selaniklidir. Yani ne kadar kadroları varsa hepsi böyle. Türkeş ise Turan’ı düşünür; Kenan Evren ve Ecevit de öyle. Kemalist geleneği devam ettirmek isterler. Hepsi de devletçi ve faşisttirler. İşte bu nedenle dünya Türklüğünü düşünmek belki daha iyidir; en azından gerçekleşme şansı yok. Diğeri, yani Misak-ı Milli’yi düşünmek, onu sağlama almayı düşünmek daha gerçekçidir. Bizim açımızdan ve halk açısından bu anlamda en büyük tehlike kemalist faşistlerdir. Şu anda sosyal demokrat demagojisini kullananlar (Ecevit veya diğerleri olsun) ne kadar sol olabilirler? Bunlar devlet bağlantılı faşist kadrolardır. Sosyal demokratlar içinde dürüst olanlar da olabilir, ama İnönü devlet adamıdır. İnönü adeta faşist bir MHP kadrosudur. Bir Mümtaz Soysal’ın bakanlığını şu anda en çok sağcılar, faşistler destekliyor. Ve böylece günümüzde ister sol, ister sağ maske olsun hepsi son derece özel savaşın emir komuta zincirine bağlanmıştır. Hiçbir dönemde görülmemiş ölçüde bu emir-komutaya bağlıdırlar ve hepsi

16


Özgür Halk bir maaşa on defa satıyor. Demokrasiymiş, kendi şerefi ve onuruymuş, özgürlükmüş vız gelir ona. Yeter ki bir günü kurtarsın. Avrupa da bunu körükledi. Alman emperyalizminin bu eğitime nasıl destek verdiğini biliyoruz, 12 Eylül’le birlikte nasıl çalıştıklarını, günümüze kadar yaygınca biliyoruz. Dayatılan yaşam tarzı, dayatılan kişilik tarzı ve bunun PKK’ye yansıma tarzı da çok ilginçtir; çok yönlü üzerinde durmayı gerektirir. Öyle tipler, liderler ortaya çıkardılar ki dört dörtlük özel savaş elemanı. Sağı da, solu da öyle. Devrimcisinden yarattıkları ilginç tipler var. Zindanda rehabilite ederek yarattıkları tipler var. Ordunun subaylarından 40 kat daha beter, A. Cem Ersever’i (Jandarma istihbarat örgütlenmesinin başıdır) bile geride bırakan, özgün örgütlenmeleri kendi içinde tasfiye eden örgütler vardır, yadırgamıyoruz. Bilindiği gibi baskı dönemlerinde halkta yaygınca gerici eğilimler gelişir. Bu devrimci saflarda da ortaya çıkar. Türkiye’de yaşanan bunun çok çarpıcı, belki de en uç düzeyde seyreden bir modelidir. Gerçek nedir? Görülen odur ki, bir PKK partileşmesi var. Onun etkisi altında siyaset yürütülür. Bir de devlet partileşmesi var. Yalnız Kürdistan için değil, Türkiye’yi de kapsayan bir tarzdaki partileşme, PKK’dir. PKK partileşmesi, objekif olarak Türkiye’nin de devrimci partileşmesidir. Belki de yarın onun bir kolu gelişir. Kol derken yanlış anlaşılmasın, yani bu, PKK’nin Türkiyelileşmesi sonucu da olabilir. Türkiye’nin devrimci halk partisi veya Türkiye’nin devrim partisi, PKK’nin dolaylı veya direkt desteği altında gelişeceğe benziyor. Böyle olacağı zaten şimdiden açığa çıkmıştır. Kürdistan’daki partileşme de tümüyle PKK’nin ortaya çıkardığı olanaklar etrafında gelişiyor. İşte İbrahim Aksoy partisi, Şerafettin Elçi partisi, tamamen PKK’nin açtığı zemin üzerinde çıkış yapmak istiyorlar. İşte “PKK’yi devlet ezerse ortaya büyük miras çıkar, biz bu miras üzerinde şiddete karşıt temelde sivil, demokratik bir parti kuracağız” diyorlar. Bu hesapların içindedirler. Ama dikkat edelim, karşımızda hangi özel savaş devleti var, hangi hükümetler var. Bu konular hiç umurlarında değil. Belli ki tasfiye partilerini kuracaklar. PKK’nin ezilmesi temelinde ortaya çıkacak bir parti tasfiye partisidir. Adı ister sosyalist, ister demokratik olsun, tasfiye partisi olmaktan başka hiçbir anlamı olmayacaktır. Ama dostluk temelinde olursa, PKK ile belli bir ittifakı esas alırsa, halkın partisi olabilir. Biz de bu partileşmelere zaten büyük savaşımızla çıkış yaptırıyoruz, yol açıyoruz. Türkiye için de bu geçerli, Türkiye’nin devrimci partileşmesini PKK’nin dışında tutmak, hatta bazılarının yaptığı gibi bir partileşmeyi PKK’nin tasfiyesine bağlamak, özel savaş partileşmesine koşmaktır. Sol gruplar adına PKK’ye de, devlete de karşı çıkışlar yapılmak isteniyor. Bunlar safsatadır. Savaşan güçlerden ikisine de karşı olmak mümkün değildir. Kaldı ki öyle karşı çıkacak güçleri de yoktur. Ne PKK’ye, ne de devlete. Zaten kendilerini bile idare edebilecek durumda değiller. Yani bunlar demagojik ifadelerdir. Ya devlet partisi olursun, ya da PKK’nin etkisi altında, onunla dolaylı müttefik olarak ortaya çıkarsın; orta yolculuk olmaz. Devlet bir tarafta, PKK bir tarafta, öyle güçlüysen üçüncü güç olduğunu ilan et, kitleler seni ayağa kaldırsın. Neredesin, bir grubun var mı, bir örgütün var mı, bir eylemin var mı? Yok. Devlet yorulacak, PKK de yorulacak, sıra size gelecek! Bunlar safsata! Orta yerdeki insanları aldatmak, biraz

Eylül 2015

yıpranmış devrimci süreci kötüye kullanmak, yine aşınan devleti tamir etmek için ortaya atılan hileli, tehlikeli, oportünist, tasfiyeci çarpıtmalardır. İster sağ olsun, ister sol olsun genelde partileşme bu çerçevede gelişiyor. İsmi önemli değil, her gün yeni isimler takıyorlar. Yani Ali olmasın, Veli olsun gibi bir şey. Başına şu şapkayı değil de bu şapkayı geçir. Belki şapkanın rengi değişiyor, ama içindeki kafa aynı. Türkiye’nin realitesi şu anda işte böyle. Bu aynı zamanda birbirleriyle savaşan güçlerin realitesidir. Değişik duygular, değişik düşünceler taşıyanlar çıkabilir ama realiteyi değiştirebilecek güçte değildirler. Bunu iyi kavramak gerekir. Bir önderlik vardır, bu açık bir gerçektir. Bunları kendimi veya PKK’yi, yine PKK militanlarını öveyim diye de söylemiyorum. Ortadadır, bir tarafta düzenin militanları, önderleri var; halkı demagoji ve baskıyla idare ederler. Diğer tarafta bizim önderliğimiz, PKK önderliği, PKK militanlığı vardır ki, hayli etkili; bütün yetmezliklerine rağmen en çok kendisini gündemleştiren önderlik ve militanlıktır. Çok farklı ve ileri yaşam tarzları vardır. Kazandıran PKK savaşı militan yaşamıdır 12 Eylül’ün yaşam tarzı son derece rantiye, çalışmadan el koymayı esas alır. Siyasi kişilikleri de ortadadır. Meclisleri tamamen emir-komuta zincirine bağlı, tam bir aldatmaca meclisi. MGK’nin çıkardığı kararları onaylama yeridir. Hükümet bile aktif hükümet değil, emir kuludur. Değişik propaganda işlerini, halkı kandırma işlerini yürütüyorlar. Esas görev başında olan özel savaşın emir-komuta gücü, genelkurmay, MGK veya bunların da çekirdeği olan gizli bir bileşimdir. Toplumu muazzam bir psikolojik savaşla yönetiyorlar. Muazzam bir demagojiyi egemen kılmışlar. Pavlov’un köpeği gibi bir sistemle ekonomiye bağlamışlar, ne kadar peşinden koşarsan sana o kadar ekmek kırıntısı var! Tam bir maymunlaşma rejimi. Devrimci militan yaşamın da geliştirilmek istendiğini biliyoruz. Çok yönlü bir biçimde, muazzam bir savaş için boyutlandığı, başka seçeneğin de olmadığı açıktır. Devrim biraz daha gelişme kaydettikçe, perdeleri yırtar, maskeleri düşürür; gerçek neyse onu ortaya çıkarır. Biraz açığa çıkardık, daha fazlasını önümüzdeki dönemde açığa çıkaracağız. Bu belirlenen gerçekler savaşım düzeyimizle son derece bağlantıldır. Bir yandan devlet en sıradan yurtseveri, köylüyü katleder ve emekçileri böyle yaşayamaz duruma getirirken, diğer yandan Dev-Yol ve benzeri gruplar, eğer devlet içinde, toplum içinde serbestçe örgütlenebiliyorsa, bunun özel savaşla bağlantısını görmek gerekir. Bu kadar rahat, bu kadar özel savaşın dikkatini çekmeyen örgütlenme mi olur? Özel savaş rejiminin her alanda çok sıkı bir tarzda örgütlendiğini, toplum yaşamını tek tek bireylere dek denetlemeye çalıştığını bilmeyen mi var! Durum böyleyken özel savaş rejiminin bilgisi dışında örgütlenebilmek mümkün mü? Eğer herhangi bir güç böyle örgütlenebiliyorsa, o zaman o güç özel savaşın bir müttefikidir, onun bir versiyonudur, türevidir. Bu konuda Türkiye solunun çok çeşitli kesimlerine yönelik ciddi endişelerimiz var. İster eylemcisi olsun, ister böyle solcusu olsun, hepsi de son derece devletine bağlı, son derece devletine zarar vermeyen solculuk türleridir. Bunlara solculuk filan da demiyorum. Bunlar, devletin sol maskeli

17


Özgür Halk bazı özel örgütlenmeleri, bazı ihtiyaçları gidermek için teşvik edilen ve dolaylı destek verilen bazı örgütlenmeleri olarak değerlendirilmelidir. Bunların bazılarını gizli yapıyor, bazılarını açık yapıyor, hatta bazılarını da eylemci yapıyor. Devleti güçlendiren her eylem, yine açık mücadelesi olmayan, en ölüm-kalım dönemlerinde bile mücadele etmeyen sol örgütlenmeler kuşkuyla karşılanır. Emekçilerin en çok sömürüldüğü ve bastırıldığı bir dönemde sesini çıkaramayan bir örgüt, ne zaman sesini çıkaracak? Böylelerine kuşkuyla bakmak gerekir. 12 Eylül rejimi karşısında kendilerini solcu olarak gören güçler ne yapmışlardır? Halkı, emekçileri sonuna kadar ezen bir rejime karşı tavırları ve mücadeleleri nedir? Bunlara cevap veren en sözde örgütler kuşkuyla karşılanır. Somut durumu pek yakından bilemiyorum, ancak eğer bu tip örgütlenmeler varsa, bunlar ya kendini açığa çıkarır ve devrimci savaşımla kanıtlar, emekçilerin önüne geçip onların sınıf savaşımını, sosyal savaşımını ve hiç olmazsa ekonomik savaşımını hakkıyla verirler, ya da kendilerini kuşkulu, en azından pasifist, oportünist örgütler olmaktan kurtaramazlar. Bunları peşinen ajan ilan etmek istemiyoruz, ama bu yönünü de göz önüne getirmek gerekiyor.

Eylül 2015

ve devrimcilerin mirasını kötü kemirmek isteyen leş kargaları olarak veya zorluklardan istifade ederek gelişmeyi akıllarına koyan fırsatçı, oportünist ve gafiller olarak değerlendirmemiz doğru ve gerçekçidir. Varsa böyleleri bunların açıklığa ihtiyacı vardır. Hem de devrimci pratikleriyle birlikte ne olduklarını göstermeye kesinlikle ihtiyaçları vardır. Aksi halde kendilerini böyle eleştirilerden ve hatta kuşkulu olarak değerlendirilmekten kurtaramazlar. Devrimci savaş istediğim gibi gelişti ve yürüyor Toplum 12 Eylül’ün etkilerinden kurtulamadı; ben ise işlere nasıl amansız yüklendim? Nasıl böyle savaştım? Generaller bile “olmaz böyle şey, bir kişinin savaşı böyle gelişemez” diyorlar. Halbuki tek başıma savaştığımı çok iyi biliyorlar. Kendimi yaratışım da, çok basit bir emek savaşımıdır. Emek adına ideolojiyle, politikayla, örgüt işleriyle uğraşmamdır. Toplum tanınmaz halde ama bana göre her şey çok basittir. Tam benim istediğim gibi oldu bu savaş, tam benim istediğim gibi de gidiyor. Şu anda şahane bir savaş yürütme tarzım var. Eskiden sıkıntılarım daha fazlaydı, yani savaşı geliştirememe sıkıntısı vardı. Korkunç endişeler, korkunç çelişkiler altında yuvarlanıp duruyorduk. Şimdi ise biraz düzlüğe çıkardık. Sonuçta savaş çok kolay, istediğimiz gibi yürüyor. Gerçek savaş şimdi başlıyor. 12 Eylül’e veya bütünüyle insanlık dışılığa karşı, yeni insan yaşamı boy veriyor. Böyle bir insani savaşımda herkesin güçlü yeri olmalıdır. Ama bazıları 12 Eylülcülüğü veya bitmiş bir gerçekliği yaşıyor. Ayıptır artık, bir an önce ondan kurtulmak gerekir. 14 yıl boyunca böyle kalmak ayıp değil mi? Böyleleri kendilerine öfkelensinler, “bu savaşta neden kısır kaldık” diye. Ama ben öyle değilim, savaşıyorum, yaşıyorum ve başarılı olduğumu söyleyebilirim. En azından düzene büyük zarar verdim, büyük tahribatlara yol açtım. Çok az imkanlarla, bunu da iğneyle kazarcasına yaptım. Bu tarzı, savaşçılık olarak tanımlayabiliriz. Bu 14 yıldan çıkarılacak sonuç: “nasıl iyi bir savaşçı olunur” sorusuna verilecek yanıttır. Görüldüğü gibi ben gittiğim her yerde savaşa göre işimi ayarlarım. Bu zor yılları tek başıma karşıladım. Yurt dışına çıktığımda yanımda tek M. Sait adlı bir arkadaşım vardı. Yani yardımcım oydu. Gidiyordu, bana sağda solda biraz ilişki hazırlıyordu. Bu işleri böyle başardık ve 12 Eylül’e karşı savaşımı böyle başlattık. Örgüt bağları yoktu. Hepsini yeniden oluşturduk. Görüyorsunuz şimdi ise düzen müthiştir. İnanç adamı, düzen adamı dediğin kişi ne yaptığını bilir. Ruhunu nasıl yaratacak, ideallerini nasıl gerçekleştirecek, bu işleri nasıl planlayacak; bunların hepsini hesaplar ve sonuçta bu günlere ulaşır. Başlangıçta hiçbir olanağım yoktu. Tutacak küçücük bir yerim vardı; tuttum bazı şeyleri getirdim. Tabii, düşmanın nefes alışlarını çok iyi hisseden, ufak bir imkanı gördüğünde dopdolu yaşayan, haddini bilmek kadar, idealini yüksek tutan, yüce yaşamak kadar alçakgönüllü olmayı da çok iyi bilen, böyle nefes nefese ve sabırla çoğunun yanından bile geçemeyeceği bir savaşım temposuyla kendini hazır tutan bir kişinin gelişim seyridir bu. Şüphesiz herkes iyi bir komutan, iyi bir önder olamaz, ama bu kadar vahşet altında yaşayan herkesin iyi bir asker olması temel görevdir. Ciddi bir savaş veriyoruz; artık

Gün egemen düzenin çözümsüzlüğüne karşı, devrimci alternatif çözümü yaratma günüdür. Kürdistan’daki devrimci gelişmelerden de yararlanarak Türkiye’de devrimci seçeneğini geliştirmek ve başarmaktır Son derece reformist, devrimin ezilmesine, özellikle PKK’nin ezilmesine umut bağlamış bazı sözümona sol çevrelerin var olduğunu biliyoruz. Bu çevrelerin kendilerine dikkat etmeleri gerekir. Bütün iyi niyetimize ve destek verici tutumumuza rağmen, bunların devlete karşı hiçbir çıkışlarının olmadıkları, 12 Eylül düzeninden kopmak bile istemedikleri kesindir. Buna rağmen solculuk edebiyatı yapmaktan, hatta sözümona örgütlü bir yapı arzetmekten de geri durmuyorlar. Niçin böyle yapıyorlar? Bunun devrimin ezilmesinden, hatta PKK’nin ezilmesinden sonrasına ilişkin bir yatırım olduğu açık değil midir? Böyle yaklaşım sahiplerinin mevcut konumlarını yeni baştan gözden geçirmeleri gerekir. PKK ezilemez. Ezilse bile mirasının kime kalacağı ayrı bir tartışma konusudur. Böyle sözümona devrimci örgütler yerine, daha güçlü bir devrimci örgüt de kurulabilir. Kaldı ki PKK dimdik ayaktadır ve gelişme hızından da hiçbir şey kaybetmiş değildir. Bunun Türkiye üzerindeki devrimci yansıması da gün geçtikçe ortaya çıkacaktır. Eğer bu örgütler gerçekten devrimciliklerine inanıyorlarsa, PKK’ye karşı olsalar bile, PKK gerçeğiyle bağlantılarını ortaya koymaları ve görmeleri gerekir. Kendi varlıklarının PKK ile bağlantısı nedir? Dost mu olmak istiyorlar, yoksa düşman mı? Birlikte omuz omuza savaşmak mı istiyorlar, yoksa onun ezilmesini mi bekliyorlar? Tüm bu konularda açıklığa ihtiyaç vardır. Açık olmadıkları müddetçe, bizim de onları karanlıkta gezen

18


Özgür Halk nizama, disipline gelmenin zamanıdır, bu tartışılmazdır. Disiplin; amaç konusunda yöntem konusunda, yoğunluktur. Çok keskin düşünme, çare üstüne çare üretme bilimidir. Benim gücüm işte biraz burada. Kendini aldatmayan bir gerçeğim var. Benim savaş tarzım böyledir. Benim tarzımda acelecilik yok, bin düşünme var, çok ölçülü adım atma var. Ölçerek biçerek, savaş için yaşama var. Savaşın amacı ve çaresi konusunda kendine inanma var. Birbirleriyle savaşanlar ortayolculuğa fırsat vermez. Çünkü saflar çok keskinleşmiştir; ezmeye çalışırlar, yumruklar hep böyle vurulur. Orta yolcular böylesi yumruklar altında ezilirler. Nasıl anlatayım bu yılları? Benim bir yaşamım var ve çok müthiştir. Eğiten yönü, örgütleyen yönü, taktik yönü, stratejik yönü, sabır yönü, inat yönü, inanç yönü, tempo yönü, keskinlik yönü ortadadır. Bu yıllarda benim de yadırgadığım bir şey var: Neden müthiş korkanlar gelişmiyor? Bütün savaşçılarımızda büyük fedakarlık, cesaret örnekleri var. İnatla, cesaretle bu işe katılanlar çoktur, fakat çok güçlü bir planla, bir mantıkla bu savaşı yürüten yoktur. Savaş kişilik ister, savaş yiğitlik ister, savaş büyük mantık ister; çocukluk duygularıyla savaş yürütülemez. Küçücük yüreklerle savaş yürümez. Güçlü savaş için çok büyük yürek, büyük tutku, ihtiras, hırs, öfke, intikam duygusu müthiş olacak. Diğer yönden müthiş mantık olacak, müthiş düşünce gücü olacak. Bütün bunlar anlaşılacak, birleştirilecek, yoğrulacak ve böylece savaşçı kişilik ortaya çıkacak. Bu ölçüler doğrultusunda kendisini yetiştiremeyenler 12 Eylül karşısında duramazlar. 12 Eylül kendi savaşımını dayatırken büyük düşündü; büyük planları vardı. Tabii en azından eşit boyutlarda karşılık verilmesi gerekir. Bizim savaşçılar savaşa bayılıyor ama hiçbir gereğini de yerine getirmeden. Ben ise bir savaşçının üzerinde küçük bir leke olmasın diye, bu kadar faaliyet yürütüyorum.

Eylül 2015

Bundan daha güzeli, tatmin edeni düşünülebilir mi? İşte savaş bunun içindir. İyi bir savaşçı olanın tüm hayalleri gerçekleşir. Kesin söyleyeyim; savaşı geliştiremeyenler belasını bulur. Benim tecrübelerim var. Yıllarca hayal ettiklerimin hepsi şimdi gerçekleşmeye doğru gidiyor. Daha fazla savaşçılık daha fazla kazanım getirir. İnsanlarımız bu konuda çok yoksul ve çok zavallıdırlar. Çok hayalleri ve tutkuları var, fakat hiçbirisi gerçekleşmez. Bu durumuyla hepsi mezara girecek durumdadır. Bunu önlemek için savaş yeteneklerini yükseltmek gerekir. Yoksa ruhları ölmüş, derbeder olmuşlar. Zor bela fiziki olarak varlıklarını sürdürebiliyorlar. Bir iş için bin tanesi fırlıyor, fakat bir tanesi iş buluyor. Sağlık denilen bir şey yok. Duygu, düşünce ve hürmet diye bir şey kalmamıştır. Toplumun geneli böyle ve maalesef parti içinde de bu durum yansıyor. Zengin bir militan yaratmak çok zor oluyor. Zengin bir militan haline gelmek için savaş yeteneğinin gelişkin olması gerekiyor. Sorunlara çözüm gücünde ve başarıya giden yolda yetkin olmalı. Yürüyüşümüz amaca güçlü tutkuyla ilerliyor 12 Eylül’e verilebilecek en büyük karşılık, benim yaptığım gibi gelişmiş bir militanlıktır. İnsanlığa verilebilecek en iyi karşılık, böyle insanlık dışı bir özel savaş rejimine karşı çok iyi savaşan bir militan olabilmektir. Duyguda, düşüncede, hal ve hareketlerde, hemen her şeyde böyle bir kişilik olunursa bundan insanlık kazanır. Yalnız Kürdistan ulusal kurtuluşçuluğu değil, yine Türkiye’deki demokrasicilik değil, bir bütün olarak insanlık kazanır. Bu da çok güzel bir şeydir. Her şeyden önce buna inanılmalıdır. Daha sonra insan kendini vermelidir. Basitten karmaşığa doğru, az bilinenden çok bilinene doğru, az imkanlardan geniş imkanlara doğru büyük bir sabır kadar yüksek bir tempoyla ve kesin amaca güçlü tutkuyla bağlı olan, ondan başka bir yaşam seçeneğine yer vermeyen bir yürüyüşün sahibi olunmalıdır. Böyle yapanların boş olan yaşamı dolu geçer, iflas etmiş kişiliği kesin kazanmaya yönelir. Saygısız ve sevgisiz bir dünyadan saygılı ve hürmet dolu bir dünyaya çıkış yapar. Bütün bunlar da bir insan için en değerli ve en yüceltici değerlerdir. Bir halkın özgürlüğü ve bir ülke ancak böyle kazanılabilir. Hiç kazanmadan yaşayacağını sananlar en büyük gafillerdir. Bu tutum, insanlığa yaraşır mı? Aslında yıllardır bunun kavgasını veriyorum. Bu gafiller neden böyle yaşıyorlar, bile bile neden gelişme yolundan sapıyorlar? Doğru gelişme yoluna neden girmiyorlar? Söz zenginliğine, örgüt zenginliğine, silah zenginliğine, ruh zenginliğine, sevgi zenginliğine neden ulaşmıyorlar diye düşünüyorum. Aslında çok şey yapılmak isteniyor, fakat doğru olmayan yollarla yapılıyor bu. Bizimki doğru, tek geçerli yoldur. Zordur ama sonuç alıcı yoldur. Kaldı ki zor dediğin ne! Ben en büyük zorluğa katlanarak rahatlığı buluyorum. Bunun dışındaki rahatlık denilen şey belki de bir tuzaktır. Bu geçen yıllarda bütün bunları edindim ve bütün açıklığıyla da insanlığa göstermeye çalıştım. 12 Eylül faşizminin çok büyük işkenceleri oldu. Bunların bir tanesini bile aklım almıyor. Hatta bir kişiye uygulanan bir işkence biçimini bile hafızam kabul etmiyor. Bunlar işkence de değildir. Bütün bu katliamlar, korkunç kurşuna dizilmeler, idamlar, aç bırakılmalar, sıcak su dö-

Geçen zorlu 14 yılda bizim hikayemiz yazılıdır Geçen 14 yıl, anlamlı yıllardı, zor yıllardı. Bu yılları anlayın; çünkü içinde hayat hikayemiz yazılıdır, kararlılık yazılıdır. Türk ve Kürt halkı da faşizme karşı direnişin anısına, şehitlerin anısına, bu kadar işkence çeken, aç-susuz bırakılan insanların ahına bir saygı gereği olarak artık kendini kararlaştırsın. Doğru bir sözü olsun ve bu sefer kendini iyi hazırlasın. Savaş şu anda en sonuç alıcı eylemdir. Denilebilir ki, bizim toplumsal koşullarımızda savaş altın sanatıdır. Bütün gelişmelerin, bütün üretimlerin kendisine bağlandığı ana sanat dalıdır ve her şeye çözümdür. Bu kadar yüceliği olan bir sanata tutkunca sarılmak gerekir. Muhtaç olunan sevgi dünyasından tutalım yemek-içmek dünyasına kadar hepsine çözüm gelişkin savaşçılıktan geçer. Ben geçmişimi anlattım; herkesten daha zayıftım, yoksuldum ve her bakımdan zorlanarak yaşıyordum. Ama savaşçılık mesleğini esas aldığım için genelde mücadele ettim ve şimde de mevcut savaşçılığımı bakın ne kadar kudretli hale getirdim. Ölüm herkes için, her zaman var ama bu savaşçılıkta ölümsüzlük var. Artık ölsem de gam yemem, çünkü yapacağımı yaptım. Kişisel anlamda çelişkilerimi çözüyorum, bana dünyayı cehennem edenlere ben de biraz cehennemi yaşatıyorum.

19


Özgür Halk külmeler, buz gibi sularda tutulmalar, paramparça edilen vücutlar dehşet vericidir. Eğer biraz insanlık varsa, bütün bunlara karşı büyük bir öfke ve intikam duygusuyla hareket edilmesi gerekir. Ve bunlar da büyük bir anlama sahip olacaksa, gerekleri yerine getirilir. Bu da örgüttür, eğitimdir, mevzilenmektir, silahı mükemmel kullanmaktır. Bunu yapanlar, kendine yapılanları biraz karşılamış olurlar. Bir halk sözüne göre, intikamını 40 yıl sonra almış, fakat yine de ne kadar erken aldım demiş. İntikam görevini yerine getiremeyenlere, savaşımını kesin zafer doğrultusunda ilerletmeyenlere ben kesinlikle saygılı olamam, onları ciddiye alamam. Benimki tek ölçüdür ve bu temelde başarıya yürür. Hemen anlarım başarıya götüren nedir ve derhal ona tutkum gelişir. Kafa karışıklığı yaratıp, değerlerle oynayanları düşmandan önce bitiririm. Onu da öğrendim bu yıllarda. Kendi savaşımına soysuzca yaklaşan, değerini elden düşüren, kolayca yenilgiye uğratanlara çok büyük öfkem var. Nitekim bu yaklaşım halkı ayağa kaldırdı. Şimdi herkes savaş yoluna giriyor, daha çok yer almaya çalışıyor. Şimdi ben bunca yıllık hazırlıktan sonra savaşı daha nasıl götürürüm, onu düşünüyorum. Böyle bir düşmana daha zevkle nasıl vurulur, insanlığı bu kadar düşürmüş bir rejime nasıl insanlık dersi verilir, bunların peşindeyim. Bu bir tutkudur. Bende böyle bir düşmanla uğraşmak neredeyse bir zevk haline gelmiştir. Sanmıyorum dünyada hiçbir uğraş bunun kadar zevk versin. Veya sürüklesin, bağlasın. İşin özelliği, mahiyeti gereği bağlanmak zorundayım. Çünkü bu kadar şehit var. Yerde bu kadar kan var, bu kadar acı, işkence var. Birazcık namusu, şerefi, haysiyeti olanlar bir şeyler yapar bütün bunların karşısında. Savaşın gereklerini yerine getirmeyenler büyük namusuzdur ve ilk darbeyi benden alırlar. Bu kesin savaşan insanlık görevidir ve biz bunu temsil edeceğiz. Biraz temsil ettim, bundan sonra daha fazla edeceğim. Bu gerekiyor; çünkü çokları mezara düştü, çoklarına yapılan işkence cevapsız kaldı. Gücü yetmediği için karşılık verememiştir. Ama şu anda benim biraz gücüm var, o halde ne güne duruyorum! İnsan dediğin biraz böyle olmalı. Bir kişiye eğer vurulmuşsa, ille o da vuracaktır; yaşamın kanunu budur. Yaşamı kirletmemek gerekir. Bir halka bu kadar yapılmışsa, o halk ya ölecektir, ya da karşılığını verecektir. Bu kişi için de geçerlidir. İnsan bu kadar düşüren bir kirli savaştan kendini kurtaramazsa en kötü ölümle karşılaşır. Görülüyor ki bu savaş çok çetindir. Bu 12 Eylül adı altında geçen yıllar çok korkunçtur. Onun kuralı kaidesi insandan ne istiyorsa, onu vermeyi gerektirir. Bizim tarzımız budur ve bu doğrudur. Yürüttüğümüz bu savaşta artık yetersizlik olamaz, bile bile savaşla oynama, taktikle oynama düşünülemez. Biz idam fermanını yırtıp attıktan sonra hiç kimse bize giydiremez. Artık özgürlüğe yakınlaşıyoruz, hiç kimse faşist karanlığı tekrar biza layık göremez. Kurtuluşçu ve aydınlıkçı niteliğimiz, ulaşmamız gereken kişiliği bize gösteriyor. Böyle büyük savaşım yıldönümlerine verebileceğimiz en çarpıcı karşılık, böyle savaşan militanın karşılığıdır. Başka yaşamlar, başka alışkanlıklar çoktan yerin dibine girmiştir. Evet şiarımız, “Zafere kadar savaş”tır ve halkımız, dayatılan bu kirli savaşı yok edinceye kadar bilinçli ve kararlı bir şekilde savaşacaktır. Mücadelemiz 12 Eylül faşizmine böyle karşılık vererek kazanmış

Eylül 2015

ve her yönüyle insanlığı yaratmıştır. 12 Eylül faşizmine karşı direnen başta bütün direniş şehitleri olmak üzere, tüm işkencede acı çekenlere, yine inim inim inleyen tüm halkımıza vereceğimiz tek bağlılık sözü, ona böyle bir insanlık savaşı sunmak, böyle bir Kürdistan ulusal kurtuluş savaşçısı, böyle bir Türkiye demokratik savaşçısı olmayı sağlamaktır. Biz bu sözümüze bağlı kaldık. Ortaya çıkardığımız gelişmeler bütün halkımızın bağlı olmasına imkan sunuyor. Halkımız bu sefer mevcut savaşma imkanımızı iyi değerlendirsin. Kolay düşmek şurada kalsın, düşmanı müthiş düşürmeye bir kez daha ant içsin. Özgürlüğe gitmenin tek yolu budur. Ben de h‰l‰ bu yolda hizmet veren bir savaşçı durumundayım ve bununla da gurur duyuyorum. “Ezildim, horlandım” diye de herhangi bir şikayetim yoktur. İsterdim daha iyi mevzilerde ve daha geniş imkanlar içinde savaşmayı ama maalesef bütün çalışmalarıma rağmen bu imkan bir türlü bana var olmadı. Fakat iddialıyım, bütün yaptıklarımı hazırlık biçiminde değerlendirdim ve mücadeleye sevk ettim. Birçok önemli mevziler yarattım. Bir anormallik olmaz ve böyle yürütmeye devam edersem, çok daha yakın mesafeden savaşa da ulaşabilirim. İşte söz bu temelde verilir, pratik bunu kanıtlar ve başarı da kesin böyle ortaya çıkar. Nereden bakılırsa bakılsın TC gerçeği ve onun 12 Eylül’cü özel savaş rejimi ciddi bir tıkanmayı yaşıyor. Bu rejimin bunalımı oldukça derinleşmekte, her bakımdan tam bir çözümsüzlüğü yaşamaktadır. Mevcut durumuna çözüm bulma ve kendini yeniden üretme imkanları hemen hemen tükenmiş gibidir. Böyle bir noktada halk güçlerinin, devrim ve demokrasi güçlerinin devreye girmesi, çözümsüzlüğe bir çözüm olması, toplumsal düşürülmüşlük utancını ortadan kaldırması hem mümkündür ve hem de gereklidir. Türkiye’nin gerçekten aydın, ilerici ve hatta kendini sosyalist olarak gören güçleri böyle bir durumu görmek ve tarihsel görevin üzerine gitmek konusunda gereken cesaret ve kararlılığı göstermek durumundadırlar. Gün tarihsel rollere sahip çıkma günüdür. Gün egemen düzenin çözümsüzlüğüne karşı, devrimci alternatif çözümü yaratma günüdür. Kürdistan’daki devrimci gelişmelerden de yararlanarak Türkiye’de devrimci seçeneği geliştirmek; bir devrimci partiyi, deyim yerindeyse “Türkiye’nin PKK”sini ve PKK tarzının Türkiye koşullarına uygulanmasını başarmaktır. Böylece özel savaş yönetiminin yarattığı acılara karşı halkı yeni mücadeleci bir yaşam yoluna sokmak yüce bir iştir ve tarihsel bir görevdir. Bunu gerçekleştirmenin fırsat ve olanakları her zamankinden daha fazla şimdi vardır. Bu noktada umutlu olmak, cesaretli olmak, gerçeklere anlam verip saygılı olmak gerekir. Biz de bu tür gelişmelere şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da yakın ilgi göstereceğiz. Elimizden gelen her türlü maddi ve manevi desteği vermeye çalışacağız. Önümüzdeki süreçte bu yönlü gelişmeleri çok çeşitli biçimlerde de olsa yaşayacağımız konusunda her zamankinden daha fazla umutluyuz. Çalışma azim ve coşkumuz her zamankinden daha fazladır. Ve bunu Türkiyeli dostlarımızla paylaşma isteğimiz her zamanki gibi güçlüdür. Bu temelde: - Kahrolsun 12 Eylül faşizmi! - Yaşasın PKK savaşımı!

20


Özgür Halk

Eylül 2015

Kürdistan Halkının Özgürlük Mücadelesinde Yeni ve Tarihsel Bir Süreç: ÖZ YÖNETİMLER Türkiye’nin demokratikleştirilmesinin yolu, Kürt sorununun çözümünden geçmektedir. Kürt sorununun çözümünün en makul biçimi ise Demokratik Özerklik modelidir. Demokratik Özerklik modeli hem Kürt sorununu çözer, hem de Türkiye’yi demokratikleştirir. Türkiye’nin bu çıkmazdan çıkarak krizi aşmasına ve düzlüğe çıkmasına yol açar Murat Karayılan Doğal toplumdan bu yana, gelişen tarihsel süreçler içerisinde yerelliğin toplumsal yaşamda önemli bir yeri olmuştur. Doğal toplumun aşılması ardından gelişen büyük krallıklar ve imparatorluklar döneminde bile yerellik toplumsal yaşamın önemli bir öğesi olmaya devam etmiştir. Hatta tanrı krallar döneminde her şeyin bir tek kişinin dudakları arasına sıkıştırıldığı, yani tek kişinin en yetkin ve tartışılamaz karar organı olarak ele alındığı dönemlerde dahi yerellerde gelişen yönetim tarzı aşılmış değildir. Tanrı krala veya imparatora bağlılığını ifade eden, vergisini ödeyen her toplumsal yapı, kendi yerel yönetimleriyle birlikte yaşamlarını sürdürebilmişlerdir. İnsanlık tarihi boyunca bütün toplumsal dönemlerde bu durum hep varlığını sürdürmüştür. Ne zaman ki kapitalizm gelişti; kar amacıyla ortak pazara ihtiyaç hissetti; burjuvazinin tek pazar, tek dil, tek vatan, tek devlet yaklaşımı kitlelerde karşılığını buldu ve bu amaç çerçevesinde burjuvazinin ilk devrimi olan 1789 Fransız Devrimi gerçekleşti; işte o zaman ulus-devlet olgusu ilk kez tarih sahnesine çıktı. Ulus-devletle birlikte toplumsal yaşamın o zamana kadar vazgeçilmez bir öğesi olarak ele alınan yerelde toplumların kendi sistemleriyle yönetilmeleri de ortadan kaldırılmış oldu. Ulus-devlet, ortak pazar adı altında her şeyi merkezileştirme ekseninde ele aldığı için bütün yerel inisiyatifleri de ortadan kaldırmayı kendi yaşamı ve çıkarı için vazgeçilmez olarak gördü. Bu yüzden başta Fransa’da daha sonra da Avrupa’nın diğer ülkelerinden giderek dünyaya yayılan ulus-devlet yaklaşımı, yerelliğe karşı merkeziyetçiliği ve tekçiliği esas alan bir yönetim biçimi olarak şekillendirilip geliştirildi. Yalnızca toplumsal geleneği güçlü olan bir kısım toplum, kapitalizmin bu hezeyanı karşısında kendi geleneksel varlığını koruma adına kapitalizmle bir uzlaşı yolunu bulma temelinde yerelliği koruyabilmiştir. Avrupa gibi toplumsal gelenekleri zayıf olan yerlerde tümüyle bir merkeziyetçi ulus-devlet yapısı şekillenirken, Asya gibi toplumsal geleneğin güçlü olduğu yerlerde ise entegrasyon biçiminde bir şekillenmenin geliştiğini görürüz. Örneğin; Hindistan’da hiçbir zaman yerellik aşıla-

mamıştır; çünkü yerellik çok güçlü bir kültürel geleneğe dayanan bir yönetim sistemi olarak sürekli var olabilmiştir. Ancak bunu kapitalizme göre biçimlendirme süreçlerinden bahsedilebilir. Ulus-devletin insanlığa verdiği şey katliam ve trajedidir Fakat ulus-devlet sisteminin oturtulduğu ülkelerde giderek bunun daraltıcı olduğu, ulus-devletçiliğin; genişlemenin ve ilerlemenin önünde bir biçimde engel olduğu, süreç içerisinde görülmeye başlanmıştır. Bu yüzden kapitalizmin bir ürünü olarak ortaya çıkan burjuvazinin geliştirdiği ulus-devlet sistemi, yine bu burjuvazi merkezlerinde çeşitli evrelerden geçerek değişimler yaşamak zorunda kalmıştır. Çünkü tekçi, merkeziyetçi, ırkçı, hegemonik çizgide gelişen ulus-devlet yaklaşımı, kendisiyle birlikte sınır tanımaz bir kar hırsını, büyüme tutumunu ve şiddete dayalı iktidar anlayışını geliştirmiştir. Bu, özü itibarıyla tekçi devleti yüceleştiren, onu bir şiddet organizasyonu olarak toplumun bütün yaşam gözeneklerine hükmeden bir yapı haline getirirken, faşizmin çıkış kaynağı haline de dönüşmüştür. Zaten Hitler faşizminin doğup şekillenmesinin temel dayanağı da bu ulus-devlet anlayışının bu tarzda şekillenmiş olmasıdır. Aşırı kar hırsı, hegemonik emellerin büyümesi ve imparatorlaşma, kendisiyle birlikte büyük paylaşım savaşlarını ortaya çıkarmıştır. 1914’ten önce de ulus-devlet anlayışının bir sonucu olarak dünyanın her tarafına yayılan bir çok savaş ve katliam yaşandı. Yine Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşları’nın ortaya çıkmasının ve bu savaşlarda milyonlarca insanın yaşamını yitirmiş olmasının temel nedeninin ulus-devlet zihniyetinin yol açtığı büyük şiddet ülküsü ve şiddetle sonuç alma, büyüme hırsı olduğunu çok net görürüz. Bu anlamda yaklaşıldığında aslında ulus-devlet, faşizmin döl yatağıdır. Kapitalizmin bir icadı olan ulus-devletin bu anlamda insanlığa verdiği şey, insanlığın tanık olamadığı vahşet, katliam ve büyük trajedilerdir. Ulus-devlet toplumsal yaşam gerçekliğinde sadece

21


Özgür Halk

Eylül 2015

soykırımlar, katliamlar, sürgünler ve büyük savaşlar yaratmamış; beyaz soykırımlarla bir çok kültürü katleden, ortadan kaldıran karakteriyle toplumsal zenginliğe ve çokluğa da en büyük darbeyi vurmuştur. Ulus-devlet, gittiği her yerde tekçiliği geliştirerek toplumsal zenginliği tarihe gömen, toplumu tekçilikle zenginliklerinden koparan, kötürümleştiren, kalıplaştıran, robotlaştıran bir özelliğe sahiptir. Bu açıdan insanlık tarihinde en büyük tahribatı ulus-devlet modeli yaratmıştır. Ulus-devlet, sadece fiziki imhalar değil, kültürel zenginlikleri ortadan kaldıran, her şeyi tek kalıba sokma adına tarihin en büyük vahşetlerini sergileyen bir karaktere sahiptir. Günümüzde ulus-devletler aşılmakla yüzyüzedir Ulus-devletin bu karakteriyle birlikte geliştirdiği yönetim modelinin bizzat kapitalizmin gelişmesinin önünde engel teşkil ettiği de görülmüştür. Evet, kapitalizmin hamle yapmasına ve gelişme yaşamasına öncülük eden temel yönetim modeli olmuş olmakla birlikte, tekelci kapitalizmin gelişme sürecine tekabül eden dönemde ise artık köstekleyici bir rol oynamıştır. Yani bizzat kapitalist merkezlerde, o büyük, dev gibi, toplumun bütün yaşam hanelerine hükmeden devlet yapısının, sadece toplumların değil, bizzat kapitalizmin gelişmesinin önünde de engel olduğu görülünce giderek devletlerin küçültülmesi, aşırı merkeziyetçi konumlarından çıkarılması gündeme gelmiştir. Hem aşırı engel tanımaz bir biçimde kar hırsı ve onunla gelişen savaş tablolarının yarattığı trajedi, hem de diğer yandan gelişim ve kar önünde engel olma, büyük sermaye tekellerinin daha fazla kendisine yeryüzünde yer açma ve gelişim göstermesinin önünde de aşırı merkeziyetçiliğin engel olduğu görülmüştür. Bu yüzden giderek yeniden yerellik yaklaşımının geliştirilmiş olduğunu görürüz. Yani aslında tekçi, merkeziyetçi ulus-devlet yapılanması günümüzde bayatlamış bir olgudur. Eskiden bütün kalıp ve boyutlarıyla kullanılmış ama önemli oranda dejenere edilmiş, değişiklikler yapılmış ve yerellik anlayışının da eklenerek geliştirildiği bir modele doğru şekil almıştır. Bu yüzden bugün katı merkeziyetçi ulus-devlet yaklaşımına yeryüzünde çok az yerde rastlanılmaktadır. Ulus-devlet yaklaşımının merkezi konumundaki Avrupa’da önemli reformlar yapılmış, değişiklikler geliştirilmiş ve yerel yönetim yaklaşımını öngören bir biçimlenmeyi kazanmıştır. Ulus-devletin anası olan ülke Fransa’dır. Fransa dışındaki tüm Avrupa ülkelerinde yerel yönetim anlayışı vardır. Mevcut durumda Avrupa’da katı merkeziyetçi anlayışın en önde gelen temsilcisi Fransa’dır. Ancak Fransa bile son 20-30 yıldan bu yana adım adım yaptığı değişikliklerle bu katı merkeziyetçi devlet yaklaşımını aşmaktadır. Örneğin Korsika Adası’na tanınan yerellik hakları, yine Fransa’da yapılan bir çok anayasal değişiklikle illere tanınan yerellik hakları çerçevesinde artık o tekçi, merkeziyetçi ve her şeyin tek merkezden yönlendirildiği yönetim sistemi Fransa’nın bizzat kendisinde de önemli oranda aşılma sürecindedir. Yerellik veya özerklik her ülkede değişik biçimlerde şekil kazanmış ve yönetim modellerine kavuşmuştur. Ama biçimi ne olursa olsun yerellik yaklaşımı hep var

Tekçi, merkeziyetçi, ırkçı, hegemonik çizgide gelişen ulus-devlet yaklaşımı, kendisiyle birlikte sınır tanımaz bir kar hırsını, büyüme tutumunu ve şiddete dayalı iktidar anlayışını geliştirmiştir olagelmiştir. Genellikle toplumun veya toplumsal yapının önde gelen öğelerinin daha fazla yönetime katılmasını sağlayan bir model olarak algılaya gelmiştir. Örneğin Osmanlı Devleti Kürdistan’ı egemenliğine aldığında, Kürdistan’ın yönetilmesine Kürt mirlerini de ortak etmiştir. O dönemde Kürdistan’da oluşan mirlikler yerel inisiyatiflere sahiptir. Evet, her şey Osmanlı fermanına göre yürütülür ama gelen bu fermanlar daha çok genel hususlara ilişkin fermanlardır. Günlük yaşamı yönetmeyi ve yönlendirmeyi daha çok kendi özgünlükleri içerisinde mirler yapmışlardır. Yani bu bir biçimde oradaki toplumsal öğeleri, önde gelenleri de yönetime dahil etmedir. Bugün bu sistem birçok ülkede temel bir yönetim biçimidir. ABD’de her eyaletin anayasası, meclisi ve seçilmiş valisi vardır. Almanya’da her eyaletin anayasası, meclisi ve başbakanı vardır. Aynı şey sadece Amerika veya Avrupa’da değil, Hindistan’da, Rusya’da, Çin’de de vardır. Yani bu, sadece batı dünyasına ait bir şey değildir; tam tersine esas olarak bu yönetim modeli öteden beri Ortadoğu’nun, Asya’nın ve Afrika’nın şekillendirdiği bir yerellik modelidir. Neolitik devrimin ilk geliştiği ve doğal toplumun gelişip yayıldığı temel alan olan Ortadoğu Bölgesi’nde tarih içerisinde yerelliğin daha fazla toplumsal yapının vazgeçilmez bir yaşam biçimi olarak geliştiğini görüyo-

22


Özgür Halk ruz. Bilime ve semavi dinlere kaynaklık eden, insanlık kültürünün gelişip bugünkü düzeye varmasına analık eden ve önemli bir rol oynayan Ortadoğu Bölgesi’nde toplumsal zenginlikler çok daha fazladır. Farklı uluslar, farklı kültürler, farklı inançlar, dinler ve mezhepler bir arada yaşayagelmişlerdir. Bunu yerellikle herkesin herkese belirli ölçüde saygı göstermesi, varlığını hazmetmesi ve çoğulcu bir yaklaşımın toplumsal kültürde yer edinmesine bağlamak mümkündür. Ortadoğu’da gelişen ve tarihten gelen toplumsal zenginliğin biçimlendirdiği yaşamın halklarda geliştirdiği tarz, daha çok özerkliğin ve yerelliğin korunduğu bir tarzdır. Nitekim bu topraklarda egemenlik sürdüren bütün imparatorluklar ve iktidarlar da tarih içerisinde hep buna riayet etmişlerdir. En zorba iktidar biçimleri bile yerelliği gözeterek kendini uygulayabilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve Avrupa’dan gelen emperyal güçlerin Ortadoğu topraklarını kendi aralarında paylaşarak bölmesinin gelişmesinden sonra Ortadoğu’da süregelen bu yerellik kültürü de askıya alınmış ve önemli darbeler almıştır. Bölgeye gelen İngiliz ve Fransızlar bu kadim coğrafyanın topraklarını kendi aralarında paylaştıktan ve sistemlerini kurduktan sonra boşuna Lozan Antlaşması’nı geliştirmemişlerdir.

Eylül 2015

çevede Türkiye sürekli bir biçimde kendi kendisiyle uğraşmak durumunda kalmıştır. Belki diğer ulusları önemli oranda Türkleştirmiş olabilirler ama büyük bir tarihsel-kültürel birikime sahip olan Kürtleri eritemedikleri bugün herkesin şahitliğini yapmakta olduğu açık bir gerçektir. Özellikle 1970’lerle birlikte Önder Apo’nun ortaya çıkışı ardından Kürt toplumunda yeni bir tarihsel evrenin açılmış olması ile beraber Kürdistan’da uygulanan beyaz soykırım siyaseti dumura uğratılmış ve bugün her bakımdan kendisine sahip çıkmayı addetmiş olan, bunun için bedel ödemiş olan bir toplumsal halk gerçekliği olarak mücadele içerisinde bulunmaktadır. Aslında bu 90 yıllık süreç, ulus-devlet projesinin başarısız kaldığını, Ortadoğu toplumlar gerçeğine örtüşmeyen bir proje olduğunu ve Kürt halkının mücadelesinin aslında bunu ortaya koymuş bulunduğunu defalarca göstermiştir. Öte yandan Avrupalılar, ta Haçlı döneminden bu yana, sürekli Ortadoğu’yu denetim altına alma amacını taşımışlardır. 1800’lerden sonra Osmanlılarla geliştirilen ilişkilerin esas amacı, bunu sağlamaktır. Nitekim bölgeye geldiklerinde, kendi bayatlamış olan ulus-devlet modelini Ortadoğu’da uygulayarak denetimi sağlamak, halkların birbiriyle dayanışmasını önlemek ve bölüp parçalama siyasetlerini uygulamak suretiyle hakimiyetlerini pekiştirmek istemişlerdir. Yani bu model, yabancı bir modeldir. Bu model, Ortadoğu’yu denetim amacıyla bu diyarlarda geliştirilmek istenmiş, ardından Irak, Suriye ve Mısır gibi çeşitli Arap ülkelerinde de uygulanır hale gelmiştir. Aslında diğer Arap ülkelerinde de benzer, merkeziyetçi, tekçi, otoriter rejimler geliştirilmiştir. Özellikle bir küçük burjuva milliyetçiliği biçiminde gelişip iktidarlaşan Baas ideolojisiyle hem Suriye ve Irak’ta ulus-devlet şiddet temelinde dayatılmış, hem de bu anlayış tüm Arap camiasında bu yolla yaydırılmıştır. İster monarşik olsun, ister daha değişik biçimlerde olsun, geliştirilen sistemin özü, tekçi, merkeziyetçi, toplumların nefes almasına aman vermeyen şiddete dayalı yönetim biçimleridir. Şimdi bu tarz merkeziyetçi, tek elden yönetme tutumu, Türkiye ile Araplar içinde daha canlı bir biçimde uygulanan bir sistemdir. İranlılar bile kendisini böyle bir modelden belli düzeyde uzak tutmuştur. Yani dünyanın daha değişik yerlerinde de benzer yönetim stilini yürüten ülkeler vardır ama en katı bir biçimde Türkiye’de Kemalizm ve Arap devletlerinde ise Nasırcılık ve Baasçılık yoluyla uygulandığı da açık bir gerçektir. Oysa bölge halklarının birbiriyle ilişkilenmesi, dayanışması, birbirine saygı temelinde ortak bir yaşamı örmeleri halinde, Ortadoğu’nun dayandığı kaynaklar, tarihi-kültürel birikim ve yer altı - yer üstü zenginlikleri bölgeyi çok kısa sürede dünyanın merkezi haline getirebilir. Zaten bunu önlemek için bilinçli bir biçimde böyle bir model halen muhafaza edilmektedir. Uluslararası Gladio güçlerinin Ortadoğu’yla bu denli ilgilenmelerinin diğer bir nedeni aslında böyle bir toplumsal yaklaşımı muhafaza ederek toplumlar arasındaki ayrılıkları çelişkiye dönüştürmek suretiyle çatıştırmak ve bu çatışmadan nemalanmaktır. İşte bugün Ortadoğu’nun kan ağlamasının nedeni budur.

Türk ulus-devleti, bir çok halkı eritmiş, ancak Kürt halkını eritememiştir Bu antlaşma temelinde bölgede oturtulan sistem, emperyalist güçlerin çıkarlarını koruyan güvenlik eksenli bir sistemdir. O zamana kadar İttihat Terakkicilerin öncülüğünde Osmanlı’yı yeniden canlandırmak isteyen, Osmanlı topraklarını koruma amacıyla Yusuf Akçura’nın geliştirdiği Üç Tarz-ı Siyaset Yaklaşımı’yla hareket eden Osmanlı-Türk yöneticileri; Üç Tarz-ı Siyaset’in iki tanesi olan Osmanlıcılığın ve İslamcılığın koruyucusu olmaktan vazgeçerek sadece Türkçülükle kendilerini sınırlandırmak şartıyla Kemalistlerin boynuna ulus-devlet kasnağını geçirmişlerdir. Aslında bu bir sınırlandırma operasyonudur. Çünkü bununla birlikte Kürtler dört parçaya bölünüp, inkâr edilip, yok sayılırken; Araplar 22 parçaya bölünerek etkisizleştirilmiş; Farslar ise kendi zengin tarihsel geleneklerine dayalı olarak kendini koruma, bu temelde yerelliği de sürdürme ve bu güçlerle işbirliğine girme temelinde denetime alınmıştır. Yani aslında Lozan’la birlikte Ortadoğu’da geliştirilen sistem, emperyalist çıkarları korumaya dönük bir güvenlik sistemidir. Lozan, kimisinin boynuna ulus-devlet kasnağını geçirme, kimisini parçalama, kimisini de büyük bir baskı altında tutarak güçsüzleştirme projesidir. Kürdistan’da uygulanan inkar siyaseti, kendisiyle birlikte savaşları geliştirmiştir. Ortadoğu’da geliştirilen model, küçültme, daraltma ve birbirine kırdırtma modelidir. Kemalistler bunu kendilerine çok büyük bir kazanç gibi görerek ve çok büyük bir başarı gibi yansıtarak TC Devleti’ni bu temelde inşa etmiş oldular. Osmanlı’nın mirası olarak kalan, Anadolu’nun kadim halkları olan Rumları, Çerkezleri, Lazları ve çeşitli toplumsal yapıları Türkleştirme (Ermeniler zaten soykırımdan geçirilmişti), kalanları eritme; Kürtlere dönük de büyük bir kırım ile sindirme politikası temelinde Türkiye’nin bugünkü sınırları içerisinde tek ulus yaratma stratejisi esas alınmıştır. Bu çer-

23


Özgür Halk Ortadoğu halklarını bir arada yaşatacak tek model Demokratik özerkliktir Kısaca, Ortadoğu halklarının tarihi-kültürel dokusuna ve yapısına en yatkın model, kuşkusuz ki yerelliğin yer edindiği, yerel yaklaşımın var olduğu, yerellerde bölgelerin, toplumların, kültürlerin kendini koruyarak kendi kendini yönetebildiği modeldir. Bu konuda Önder Apo’nun geliştirdiği Demokratik Ulus Projesi, Demokratik Özerklik yaklaşımı ve Demokratik Konfederalizm perspektifi, çok tarihsel değerde bir perspektiftir. Ortadoğu halklarını bir arada yaşatacak, kendi tarihsel ve güncel birikimlerine uygun olarak gelişmelerinin önünü açacak olan tek modeldir. Halkları birbirine kırdıran, daraltan, zenginliklerini ortadan kaldıran, zenginlikleri bölücülük sayan, en kötü bir mahluk olarak gören, dar, milliyetçi, ulusalcı, tekçi, faşizan yaklaşımların Ortadoğu halklarına verdiği zarar, ölçülemez düzeyde büyüktür. Baas zihniyeti ve ayrıca gelişen tekçi Türkiye’deki mevcut ulusalcı zihniyet, esas olarak bölge halklarını geliştirme ve önünü açma değil, önüne ket vurma zihniyetidir; küçültme, daraltma ve birbiriyle çatışır hale getirme mantığıdır ve dost değil düşmanca bir projedir. Önemli olan bunun görülmesi olduğu gibi, bu hakikati en derinliğine Önder Apo’nun çözümlediği bilinmektedir. ‘Ortadoğu Bölgesi’nin yeniden kendi

Eylül 2015

netim biçimi, Demokratik Konfederalizm’dir. Demokratik Konfederalizm yerellerde Demokratik Özerklik sistemiyle hayata geçer. Yani Demokratik Özerklik, esas olarak Demokratik Konfederalizm’in ayağıdır. Her ülkede özerkliğin uygulanması, en üstte Konfederalizm biçiminde şekillenecek olan yeni bir sistemin gelişmesi demektir. Doğal toplumun aşılıp devletin gelişmesinden bu yana, toplumlar, hep en tepeden gelen kararlarla yönetilmişlerdir. İlk devlet olan Sümer Rahip Devletlerinde, ‘gökte Allah, yerde devlet’ denilerek hep üstten emir ve kararlarla toplumlar yönlendirilmiştir. Bu, günümüze kadar süregelen bir tarz durumundadır. Kararlar sürekli üstten alınıp alta doğru yaydırılmaktadır. Burada yerellik olsa bile kararlar yine üstten gelmektedir. Önder Apo’nun paradigması ise, bunu tersine çeviren bir paradigmadır. Yani toplumların yaşamını tepeden kararlarla değil; alttan, köyde komünle, şehirde meclisle başlayan ve üste doğru giden kararlarla kuran bir modeldir. Önderlik, bunun iyi anlaşılması için piramit örneğini vermiştir. Nasıl ki piramidin tabanı geniştir ve üste doğru çıktıkça incelmekte ve sonuç olarak küçülmektedir; işte yönetim erki de bu biçimde gelişmek durumundadır. Yani esas olarak toplumun kendi öz organlarıyla, meclisleriyle, komünleriyle kendisini yönettiği, bu kanallarla üste giderek üstte yalnızca bir iş ve rol koordinasyonu tarafından bütünlük ve birlik açısından yönetimin sağlandığı bir modelden söz ediyoruz. Bu, katılımcılığın geliştiği, doğrudan demokrasi anlamına gelmektedir. Katılımcı, radikal toplum demokrasisi aslında budur. Demokratik siyaset, demokratik toplum, demokratik yönetim ancak böyle oluşabilir. Dolayısıyla Demokratik Özerklik, esas olarak siyasetin demokratikleştirilmesidir. Onu böyle görmek gerekiyor. Katı, tekçi, merkeziyetçi yönetim biçimleri her zaman faşizan karakterlere sahip olmuşlardır. Gizli veya açık, bağrında faşizan şiddet yaklaşımını taşıyan modeller olarak gelişmişlerdir. Bu faşizan modelin önüne ket vurmanın, yani ülkenin en ileri düzeyde merkezileşmiş, tekleşmiş bir zihniyet yapısı tarafından yönetilmesinin önüne geçmenin yöntemi olarak yerellere inisiyatif kazandırılması, yerelleri kendi kendini yönetir hale getiren bir modelin geliştirilmesi olarak özerklik modelleri gündemleşmiştir. Demokratik özerklik ise tümüyle doğrudan katılımcılığı esas alan, radikal demokrasiyi ve toplumda eşitliği geliştiren, kadınla erkek, toplumla ekolojik dünya arasındaki denge eşitliğini sağlayan, yani dünyayı daha da eşit-özgür hale getiren, sadece insanları değil bütün canlıları birlikte özgür kılan, hak ve hukuku eşit düzeyde ele alan yeni bir demokratik modeldir. Demokratik özerklik esas itibarıyla toplumun ve siyasetin demokratikleştirilmesidir; toplumsal katılımın doğrudan geliştirilmesi anlamına gelmektedir. Ahlaki-politik toplum gerçeği de ancak böyle bir zihniyetle yoğunlaştırılarak geliştirilebilir.

Ortadoğu halklarının tarihi-kültürel dokusuna ve yapısına en yatkın model yerellerde bölgelerin, toplumların, kültürlerin kendini koruyarak kendi kendini yönetebildiği modeldir

özüne uygun bir özgür-demokratik yaşamı yaşayabilmesinin yegane yolu demokratik özerklikten geçer’ tespiti, bu tarihsel hakikatlere dayanmaktadır. Çünkü yerellik ya da özerklik, esas itibarıyla yerelin katılımını geliştiren demokratik bir muhtevayı ifade etmektedir. Bu, tarihin her döneminde böyledir. Yani tarihin her döneminde yerellik böyle bir rol oynamıştır. En azından merkez yönetimi paylaşma formülüdür. Bu yüzden yerellik, özerklik ya da otonomi; adına ne denirse densin (onun modeli eyalet biçiminde mi olur, federasyon biçiminde mi olur, kanton biçiminde mi olur, şimdilik bunu tartışmıyoruz; genel anlamda yerellik, yerel yönetim anlayışından söz ediyoruz) bütün biçimleri merkezle yönetimi paylaşma anlamına gelmektedir. Yerellik, bir biçimde tabanın yönetim içinde yer almasıdır. Bu geçmişte bölgedeki mirler, dükler veya küçük krallıklar biçiminde bir yer alış olarak gelişmiş olabilir ama günümüzde toplumların daha geniş meclis sistemleriyle katılımı söz konusudur. Dolayısıyla yerelliğin, toplumların yaşamında zenginliği koruduğu, muhafaza ettiği, dolayısıyla toplumsal ortaklaşmaların önünü açtığı ortadadır. Bugün savunduğumuz Demokratik Özerklik ise özü itibarıyla daha başka ve yeni bir ideolojik ve siyasal yaklaşımın ifadelendirilmesidir. Önder Apo’nun Kadın Özgürlüğüne Dayalı Demokratik-Ekolojik Toplum Paradigması’nın yö-

Kürt karşıtı siyaseti eksen alan Türk devleti bugün yalnızlığı yaşamaktadır Mevcut durumda Türkiye içte ve dışta ciddi bir krizi yaşamaktadır. Bu krizin bu düzeyde şekillenmesinin tek sorumlusu, Türkiye yöneticilerine ve sisteme hakim olan merkeziyetçi, tekçi, baskıcı ve inkarcı sistemdir; Türkiye toplumunun zenginliğini görmek istemeyen, tüm

24


Özgür Halk

Eylül 2015

kültürleri tekleştirmek isteyen inkarcı zihniyet yapısıdır. Bu bağlamda 90 yıldır yaşanan bir savaş durumu vardır. Türkiye Cumhuriyeti, 1925’ten beri Kürdistan’da bir savaş halini yaşıyor. Özellikle son 40 yılda çok yönlü ideolojik, siyasal, kültürel, ekonomik ve askeri bir savaş durumu vardır. Açık ki Türkiye toplumlarının potansiyeli iç çatışmalarla eritilmektedir. Türkiye zengin bir ülkedir; enerjisini içe dönük harcamamış olsa, çok daha müreffeh, gelişmiş bir ülke olabilir. Ama bu dar, tekçi, inkarcı ve imhacı zihniyet nedeniyle sürekli iç çatışmalar ve şiddet gelişmekte, Kürdistan’da baskı, sömürü, katliam, özü itibarıyla soykırım siyaseti, Türkiye genelinde ise sürekli askeri darbelerle krizleri atlamaya çalışan faşizan, baskıcı, anti-demokratik rejim şekli uygulanır hale gelmiş bulunmaktadır. Bundan dolayı Türkiye toplumlarının var olan bütün zenginlikleri ve enerjisi içe dönük harcanmaktadır. Şimdi gelinen noktada dışta ve içte yaşanan bu kaotik kriz durumunun temel nedeni de aynı zihniyet-

Ortadoğu’da çetelerle aynı mevziiye girmesine de hiç gerek kalmazdı. Şimdi AKP de, daha değişik kimi çevreler de, Türkiye’nin bir sistem krizi yaşadığını itiraf etmektedirler. Ancak bu krizi aşma ve çözüm yolunu bulmada sorun vardır. Doğru; bir çözüm biçimi de başkanlık sistemi olabilir ama öncelikle tekçi, merkeziyetçi, tüm yetkilerin bir elde toplandığı sistem aşılmadan, yerel yönetimler yaklaşımı kabul edilmeden, ki bu da ancak köklü bir demokratik anayasanın kabulüyle mümkündür, Türkiye sistemindeki merkeziyetçi yapının olduğu gibi devam ettiği bir ortamda yetkilerin tek bir başkanda toplanması, beraberinde tam bir diktatörlüğü getirir. Bu çözüm olmaz; tersine krizin daha da derinleşmesi anlamına gelir. Ama eğer sistemin gövdesini değiştirirsen, çok yönlülüğü esas alırsan, tüm dillere, kültürlere ve inanç gruplarına saygı duyan çoğulcu bir sisteme kavuşturursan, o zaman başı da değiştirebilirsin. Gövde değişmeden, başı

tir. Bugün AKP’nin öncülüğündeki Türk devleti, sözünü ettiğimiz bu devletçi, tekçi ve inkarcı zihniyet çerçevesinde hareket ederek Kuzey’de inkarcılıktan vazgeçmeyip Kürt sorununu demokratik yollarla çözmediği için, Rojava’daki Kürt halkının haklarına kavuşmasının da önüne geçmek zorunda kalmıştır. 3 milyonluk Rojava halkının özerklik statüsü kazanmasını Türk devleti kendisi için bir tehdit gibi görmektedir. Bunun önüne geçmek için ise DAİŞ ve El Nusra gibi örgütlerle ittifak kurarak bölgesel ve uluslararası düzeyde kendisini zor bir durumda bırakmıştır. Kürt karşıtlığına endekslenmiş AKP rejiminin Suriye ve Ortadoğu politikası çökmüştür. TC Devleti, dünya gericiliğinin geldiği son nokta olan DAİŞ’le aynı mevzide yer almak durumunda kalmıştır. Bunun tek nedeni Kürt karşıtı siyasetin eksen olmasıdır. Halbuki çoğulcu, tüm toplumsal zenginlikleri ve farklılıkları gören, temel ve doğal olan hakları reva gören bir siyaset yaklaşımı olsaydı, Önder Apo’nun geliştirdiği çözüm projesine dört elle sarılır, kendi iç sorununu çözer, Suriye’deki Kürtlere de bu kadar karşıt olmaya gerek duymazdı. O zaman

tüm yetkileri elinde bulunduran bir konuma getirirsen, burada demokrasi çıkmaz, kaskatı bir diktatörlük ortaya çıkar ve krizler aşılacağına daha da derinleşir. Bunun için çözüm, öncelikle dar, tekçi ve merkeziyetçi yönetim biçiminin aşılmasıdır. AKP Başkan Apo’yu dinlemiş olsaydı, bu savaşa gerek olmazdı Ama bugün AKP çözümü savaşta bulmuştur. Kürt halkına ve demokrasi güçlerine karşı savaş açarak herkesi hizaya getirmeyi amaçlayan, baskı ve katliamlarla hem Kürt siyasetini baraj altına düşürme ve hem de Türkiye’deki bir takım milliyetçi çevrelerin de oyunu alarak başkanlığa doğru gitme suretiyle krizi aşmayı istemektedir ki, bu, krizi aşmaz daha da derinleştirir. Kürt halk gerçekliği görülmeden ve onun doğal hakları teslim edilmeden Türkiye’de hiçbir biçimde istikrar ve demokrasi diye bir şey gelişmez. Türkiye’nin demokratikleştirilmesinin yolu, Kürt sorununun çözümünden geçmektedir. Kürt sorununun çözümünün en makul biçimi ise Demokra-

25


Özgür Halk tik Özerklik modelidir. Demokratik Özerklik modeli hem Kürt sorununu çözer, hem de Türkiye’yi demokratikleştirir. Türkiye’nin bu çıkmazdan çıkarak krizi aşmasına ve düzlüğe çıkmasına yol açar. Ancak Önder Apo’nun 23 yıldır bunun için çalışmasına, bitmez tükenmez çabalar sergilemesine, projeler sunmasına, deklarasyonlar yayınlamasına, devlet yetkilileriyle çeşitli düzeylerde ilişkiler kurmasına; hakeza hareket yönetimimizin de sergilediği çabalara rağmen AKP yönetimi buna gelmemiştir. Eğer AKP yönetimi Başkan Apo’yu dinlemiş olsaydı bu kriz aşılır ve bu savaşa gerek olmazdı. Ama onlar Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin dinamiklerini ezerek, merkeziyetçi, tekçi, baskıcı bir başkanlık sistemini geliştirmekte karar kıldılar. Sözüm ona dış alandaki krizlerini de ‘DAİŞ’e karşı savaşıyorum’ diyerek aşmayı hedeflemekte, bununla aynı zamanda Rojava Devrimi’nin uluslararası düzeyde sağladığı itibarı da barajlayacağını hesaplamaktadırlar. Yani dışarıda Rojava Devrimi’ni barajlama ve uluslararası tecrit sürecine doğru gitmeyi hedefleyen bir stratejiyi izlerken; içeriden de bastırarak diktatörlüğünü tesis etmeyi öngören bir yönelim içerisine girmektedir. Öz olarak; Kürt halkına karşı savaşarak, ‘derin devlet’ diyebileceğimiz, sistem içindeki bir kesim merkeziyetçi, ulusalcı, ırkçı, devlet bürokrasisinin de desteğini alma ve onlarla ittifak yapma temelinde bu savaşı kendi çıkarlarına daha uygun görmüştür. Ancak çözüm yolu böyle olmaz. AKP, bu biçimde Türkiye’yi hem içte bir savaşa sürüklemiş, hem de dışta Suriye savaş girdabına sokmuştur. Türkiye, girdiği bu savaş girdabından çıkamayacak ve çok büyük zararlar görecektir. Erdoğan bütün bunlara iktidar hırsı uğruna girişmiş bulunmaktadır. Kürt halkının geliştirdiği bütün çözüm çabalarına rağmen, o, devlet içindeki ırkçı-şoven bürokrasi güçleriyle birlikte Kürt halkını ezmek istemektedir. Anlaşılıyor ki, bu tutumu almasındaki en büyük dayanağı, aslında Özel Harp Dairesi etrafında kümelenen savaş yanlısı güçlerdir. Bu güçlerin verdiği destek, Erdoğan’ın bu kadar savaşçı kesilmesine ve hem Suriye’de hem de Kürdistan’da savaşa girmesine yol açan temel faktörlerden birisidir. Ama bu çözümü getirmez, krizi daha da derinleştirir. Çözümü getirecek tek yol, Önder Apo’nun geliştirdiği Demokratik Ulus ve Demokratik Özerklik’tir. Türkiye ancak bu biçimde yaşadığı sistemsel krizden çıkabilir ve dış alanda yaşadığı bu çıkmazı aşabilir.

Eylül 2015

süreçte arzuladığı bu sisteme ulaşamayacağını görmesi üzerine, ülkeyi hem içte hem de dışta savaş pozisyonuna koyarak, esasında ‘oldu bitti’ye getirip amaçlarına ulaşmayı hedeflediği bir saray gerçekliğiyle karşı karşıyadır. Bu açıdan Önderliğimizin, hareketimizin ve halkımızın, yine Türkiyeli sol, demokratik ve emekçi güçlerin bu gidişata karşı direnişi, kesinlikle Türkiye’nin demokratik geleceğini savunma direnişidir. Önder Apo’nun projesi, Türkiye’yi diktatörlük eğilimlerinden demokratik dönüşüme götürme projesidir. Demokratik dönüşüme yanaşmayan Erdoğan ve şürekası, halkımıza ve hareketimize savaş pozisyonunu Önder Apo’ya karşı tecritle başlatmıştır. Önderliğimize tecrit, açıkça bir savaş tutumudur. Bunun nedeni, Önderliğin Erdoğan’ın dayatmalarına karşı direnmesidir; kararlıca bir direnme tutumunu sergilemesidir. Erdoğan ve AKP’nin dayattığı tavizi vermeme karşısında, 24 Temmuz’da hareketimizin ve gerillanın komuta kontrol merkezlerine yönelerek, yine Kürdistan gençliğine ve toplumun en dinamik kesimlerine yönelerek tasfiyeyi amaçlamıştır. Eğer gerillaya istediği darbeyi vursaydı ve gençliği de önemli oranda etkisizleştirmiş olsaydı, Önderliğin yanına gidip, ‘güçlerini darbeleyip zayıflattık; geri adım atmaktan başka yolun yok’ diyeceklerdi. Ancak Önderliğin direnişinin gerillada ve toplumda karşılık bulmasıyla bugün Kürdistan Özgürlük Mücadelesi, tarihinin en büyük ve stratejik hamle sürecine girmiş

Devletle yürütülen çözüm süreci yürümedi. Şimdi halkımız kendi çözüm sürecini geliştiriyor. Bu çözüm sürecini geliştirirken devlet içinde devlet oluşturmuyor ya da devleti reddetmiyor; kendi demokratik sistemini oluşturuyor bulunmaktadır. Bu hamle, AKP’nin tüm hesaplarını boşa çıkartmış ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’ni önemli bir aşamaya taşırmıştır. Bu aşama artık başarma ve nihai sonuca yürüme aşamasıdır. Bugün Türkiye’yi demokratikleştirme ve özgürleştirme mücadelesini Kürdistan gerillası vermektedir. Kürdistan gerillasının direnişi, bir demokrasi ve özgürlük direnişidir. Ancak halkımızın bu yeni dönemde gerçekleştirmiş olduğu çıkış, bu anlamda çok daha büyük bir değer ifade etmektedir. Kürdistan halkı ve özellikle de Kürdistan gençliği bu süreçte kendisi de özgün bir tarz geliştirerek çözümü öngören Türkiye’yi demokratikleştirmenin pratik bir adımını atmıştır. ‘Ben devleti reddetmiyorum ama devletin icracı güç ve kurumlarını, yani idari sistemini reddediyorum; bundan sonra ben kendi kendimi yöneteceğim’ diyerek demokratik özerklik ilanı anlamına gelen öz yönetimlerini ilan etmesi, aslında pratik açıdan Türkiye’ye demokratikleşme yolunu göstermesidir. Bu açıdan toplumun demokrasi isteminin en çarpıcı bir çıkışı ve adımı durumundadır. Kürdistan’ın bir takım ilçelerinde ve bazı illerinde geliştirilen bu kitlesel çıkış, hem Kürt sorununun çözümü açısından büyük bir tarihi değer taşımakta, hem de Türkiye’nin demokratikleşmesi

“Saray’ın Savaşı”na karşı Kürt halkının öz yönetim ilanları Ancak AKP devleti, Erdoğan’ın geliştirdiği ve kamuoyunun ‘Saray Savaşı’ olarak adlandırdığı savaşla Kürdistan Özgürlük Hareketi’ni darbeler, Kürdistan halkının direnişini bastırır ve bu temelde istediği sonucu elde ederse, işte o zaman Türkiye yalın kat bir diktatörlüğe gider. Bu denli vahşet, katliam ve saldırı sürdüğü müddetçe, elbette ki Kürdistan özgürlük mücadelesi ve Kürdistan halkı direnecektir. Bu da savaşın derinleşmesi anlamına gelecektir. Dolayısıyla Kürdistan’daki savaş durmayacaktır. Yani bir taraftan Türkiye diktatörleşen bir sisteme kayarken, diğer taraftan ise Kürdistan’da savaş derinleşecektir. Türkiye halkları, Erdoğan’ın normal bir

26


Özgür Halk

açısından çok önemli bir adım olmaktadır. Bu yazıda gerillanın yürüttüğü mücadeleden geniş bir biçimde bahsetmeye gerek yoktur. Kürdistan gerillası, Önder Apo’nun ideolojik çizgisinde örgütlenmiş, bu konuda kararlı bir duruşa sahip, çizgideki netliği ve askeri performansıyla belli bir yetkinliği yakalamış bir güçtür. Yeni dönemde kurtarılmış alanlar geliştirmeyi, denge dönemini pekiştirerek yollara ve şehirlere doğru gücünü hissettirmeyi hedefleyen bir yönelim ve mücadele içerisindedir. Özellikle Kürdistan’daki sömürgeci sistemi tazyik altına alan, giderek bu sistemi işlemez hale getiren ve sonuç almayı kesinlikle önüne koymuş olan, başarıya kilitlenmiş bir güçtür. Gerilla, geçmiş yılları aratmayacak düzeyde bir performans ve taktik zenginlikle süreci aşama aşama daha da derinleştirecektir. Ancak gerillanın şehirlere dayalı bir savaş durumundan ziyade, kıra dayalı bir savaşı yürütme ve giderek etkinliği sağlama taktiği vardır. Bu açıdan şimdi şehirlerde gelişen süreçle gerillanın doğrudan herhangi bir ilişkisi yoktur. Çoğu zaman Türk devlet yetkilileri ve basın çevreleri sanki dağdan gerilla inmiş gibi göstermeye çalışmaktadır ama bunun gerçekle ilgisi yoktur. Dolayısıyla şehirlerde ve ovalarda gelişen halkın öz yönetimini ilan etme süreci, tamamen halkın kendi içinde kurumlaşmasıyla gelişen bir süreçtir. Yani şu an şehirlerde ayrı bir kulvarda seyreden kitlesel bir hareketin geliştirdiği yeni bir düzey söz konusudur. Buralarda toplum, 23 yıldan bu yana Önder Apo’nun önerdiği çözüm formüllerine yanaşmayan devlete, ‘ben kendi çözümümü böyle geliştiriyorum’ diyerek bir adım atmış bulunuyor. Bu aslında toplumun çözüm sürecidir. Devletle yürütülen çözüm süreci yürümedi. Şimdi halkımız kendi çözüm sürecini geliştiriyor. Bu çözüm sürecini geliştirirken devlet içinde devlet oluşturmuyor ya da devleti reddetmiyor; kendi demokratik sistemini oluşturuyor. ‘Devlet + Demokrasi’ diyor. Yani devletin yanında kendi demokrasisini, kendi kendini yönetme tarzını inşa ediyor. Aslında burada çok önemli ve değerli bir toplumsal çıkış söz konusudur. Yaşanan, demokratik çözümün kendi öz çabalarıyla gerçekleşmesi biçimidir. Bu gelişen iradi duruma karşı devletin yapması gereken, tankla, top-

Eylül 2015

la veya büyük güçlerle üzerine gitmek değil; öncelikle ‘ne demek istiyorlar, ne yapmak istiyorlar, ne için böyle yapıyorlar’ diye bakmak ve hatalı yanlarını gidermektir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Türk devletinin geliştirdiği saldırısında, gerillaya saldırının yanısıra, gençlik ve toplumdaki dinamik kesimleri de önemli oranda hedeflemiştir. Gerilla güçleri bu saldırlar karşısında şuan savunma pozisyonuna geçmiş durumda ve savunma savaşını yürütüyor. Gençlik ve toplumun kendini savunma yöntemi ise önceki dönemlere göre yaratıcı bir çözüm formülü içeriyor. Hem Önder Apo’nun çözüm perspektifine uygun bir adım atıyor ve hem de kendisini savunmaya almış oluyor. Başlangıçta halk polisin faşizan baskılarına ve tutuklama operasyonlarına karşı kendini savunmak amacıyla mahallelere çekilip hendekler kazdı. Ardından ise bunu siyasal bir adıma dönüştürüp demokratik özerkliğin inşa çalışmalarıyla bütünleştirerek bir perspektife kavuşturdu. Yani yapılan çıkış, toplumun içerisinde gelişen doğal refleksin ve bir takım inşa faaliyetlerinin bütünleşerek bir araya gelmesi ve öz yönetim ilanı biçiminde gerçekleşen bir çıkıştır. Bu, toplumun kendi içinde yoğunlaşıp geliştirdiği bir icraattır. YDG-H’nin silahlanması ve öz savunma tutumu Ancak buralarda silahın kullanılıyor olması tartışılması gereken bir husustur. Bu çıkış, tamamen toplumsal karakterli bir çıkıştır. Fakat başta gençlik olmak üzere bu çıkışı gerçekleştirenlerin bir takım tez canlı-amatörce çıkışları ve yanlış yapmaları ve bunun karşısında devletin de bu çıkışı kriminalize etme suretiyle terörizm olarak lanse ederek hedeflemesi, silahı öne çıkardı. Aslında buralarda önde olması gereken toplumsal direniş biçimleri yani halkın direniş tarzıydı. Gever’de yer yer görüldüğü gibi halkın yürüyüşleri, mitingleri, hendekleri savunması ön planda olmalıydı. Ancak devletin bastırması, polisin özellikle şiddeti bulaştırma taktikleri, gençliğin de safça buna düşmüş olması buralarda silahı öne çıkardı. Normalde çok doğal ve tabii bir çıkış olan bu toplumsal hareket, Türkiye’nin içine girmiş olduğu krizden çıkarma-

27


Özgür Halk nın pratik adımıyken, silahın öne çıkmasıyla birlikte kitle yer yer kendini geriye çekmiştir. Tabii ki bunu düzeltmek gerekiyor. Toplumsal hareketin kendi normal rayında seyreylemesi için, halkın daha yoğun katılması, toplumsal örgütlenişin daha da gelişmesi ve güçlendirilmesi gerekmektedir. Burada geçmişte bir gençlik örgütlenmesi olan ama polisin süreklileşen baskısı ve tutuklamalarıyla illegalize edilince gençlikten ayrışarak yeni bir yapılanmaya doğru giden YDG-H’nin oynadığı rol önemlidir. Bu gençlik yapısı esasen legal olmasına rağmen 2014 Haziran sürecindeki Lice olayları döneminde yer yer silahlanmış oldu. Yine Kobanê süreci nedeniyle 6-7-8 Ekim denilen dönemde içine girmiş olduğu o serhildan süreci içerisinde silah almak durumunda kaldı. Bildiğimiz kadarıyla hareketin yönetimi YDG-H’nin silahlarını bırakması için 2 kez karar aldı ve o zamanlar silah da bırakıldı. Ama polisin baskıları karşısında gençliğin kendini savunması için başka yol bırakılmadı ve tekrar silaha dönmek durumunda kalındı. Esasen YDG-H’nin bu duruma gelmesi polisin baskısı sonucudur ve YDG-H bu süreç boyunca gerçekleştirdiği duruş, yine kararlı tutum ve özellikle de 6-7 Ekim’den sonra aylarca bir takım mahalleleri elinde

Eylül 2015

ile mahallesini savunma tutumu olarak görüyor. Gençliğin bu biçimde, bir öz savunma gücü gibi toplum içinde gelişip örgütlenmiş olması ve demokratik özerkliğin inşa çalışmalarının da diğer bir kanaldan yürüyor olması birbirini tamamlayınca aslında bir demokratik özerklik modeli ortaya çıkmış oluyor. Ancak anlaşılıyor ki gençliğin bu dinamikliğinin yanı sıra olması gerektiği kadar inşa faaliyeti yürütülmemiştir. Bu konuda kimi yetersizlikler söz konusu olmaktadır. Özerkliğin tüm boyutlarda inşası, tarihsel bir sürecin başarılmasıdır İnşa faaliyeti, Önder Apo’nun ortaya koymuş olduğu 9 boyut ekseninde toplumsal ağın örülmesiyle yürütülmesi gereken bir örgütsel ve toplumsal faaliyettir. Önder Apo, bu 9 boyutu ortaya koyarken, bu boyutlar temelinde bir inşanın gelişmesi halinde toplumun savaşmadan, devletle göğüs göğse çatışmadan kendi kendine yeterli olması düzeyine ulaşacağını öngörmekteydi. Yani toplumun kendi demokrasisini inşa edeceği, kendi yönetimini kuracağı, meclislerini ve ona bağlı komisyonlarını işlevsel kılacağı, kendi idari sistemini oluşturacağı, kendi demokratik-eşit-özgür yaşam biçimini geliştireceği, kadın özgürlüğüne dayalı yeni özgür-eş yaşam biçimini kuracağı, eğitim sistemini bu eksende örgütleyeceği, sağlık sistemini örgütleyip geliştireceği, ekonomik sistemini kendi kendine yeterli olacak düzeye getirmeye dönük inşa edeceği ve bütün bunların yanında öz savunmasını geliştireceği bir inşa faaliyetinden bahsediyoruz. Ancak toplumsal alanın diğer 8 boyutu yeterince geliştirmediği, öz savunmanın ise gençlik tarafından belli bir düzeyde geliştirilmesinden dolayı öz savunma faaliyeti öne çıkmıştır. Polisin de saldırılarıyla kışkırtması sonucu gençlik öne çıkmıştır. Halbuki her 9 boyut da örgütlense ve öne çıksa şu an daha ileri bir düzey elde edilirdi. Kısacası öz savunma 9 boyuttan yalnızca birisidir. Burada önemli olan her boyutta çalışma, inşa etme ve örgütlülüğü yaratmadır. Ancak örgütlemeyi yaratmaktan ziyade yalnızca teorinin öne çıktığını görüyoruz. Halbuki halkın demokratik sistemini inşa etmek, kurmak ve geliştirmek gerekiyordu. Cizre’de halkımız kendi mahallelerinde kendi sistemini kuruyorsa, kendi kendine her bakımdan yeterli olacak düzeye gelmiş olması gerekirdi. Halkın demokratik yönetim modeli, eğitim modeli, kendi kendine yeterli olabilecek ekonomik modeli, sağlık sistemi, öz savunma sistemi, demokratik özgür yaşam sistemi; yani bütün bu konularda bir toplumsal örgütlenmeye yönelerek inşayı gerçek inşa anlamında örmek gerekiyordu. Görülüyor ki, bu işi yürütmesi gerekenler sadece bir ilçe meclisini örgütlemekle yeterli olacağını sanarak ele almışlardır. Bir meclisin inşası bunun bir adımıdır; ancak 9 boyut ekseninde çalışmaların yürütülerek örülmesiyle sistem inşa edilmiş olur. Kısaca bu konuda görülen o ki yetersizlikler vardır; bu yetersizliklerden dolayı belli bir zorlanma da söz konusudur. Hem devlet güçlerinin kışkırtması, hem öz savunma boyutunun belli bir düzey kazanmasından dolayı beraberinde sanki bir askeri süreçmiş gibi bir durumu ortaya çıkartmaktadır. Oysa şehirlerde olması gereken daha çok toplumsal bir hareketin kendisini ör-

Demokratik Kürdistan’da herkesin yeri vardır. Görüşü ve düşüncesi ne olursa olsun herkesin yer almasını esas almaktayız. Tek düze değil, demokratik bir toplum yaratmak istiyoruz. Bunun için mücadele ediyoruz tutması pratiğiyle kendisini bir irade olarak şekillendirmiş ve herkese kabul ettirmiştir. YDG-H’nin bu konuda bir iradi güç olarak ortaya çıkması kendisi açısından bir başarıdır. Kürdistan gençliğinin bu kararlı, ısrarlı tutumunu takdir etmek gerekiyor. Yani hareket de zaman zaman aslında önünü almak istedi; hatta silahsızlandırma kararını aldı ama o kendini ve dayandığı mahalleleri savunmak amacıyla bu tutumunda ısrar etti ve her fırsat bulduğunda hızla örgütlenerek amatörce de olsa yarı silahlanma biçimini esas aldı. Şimdi bu güç şehirleri savunuyor ve buna halktan da bir çok insan katılmış bulunuyor. Gençlik belki öncüdür ama halktan katılanların da olduğunu biliyoruz; duyuyoruz. Giderek bir öz savunma gücüne dönüşüyor. Belki ileride adını da buna göre ayarlayabilir. Yani o artık bir sivil öz savunma gücüdür. YDG-H üyeleri dağ kadrosu olmadığı gibi, YDG-H askeri bir yapı da değildir. Sivildir. Zaten çatışmaları da çoğunlukla amatörcedir. Yani sivil bir savunma gücü olarak toplum içinde şekillenmiş bir gerçekliktir. Bu adımı attıktan sonra silahtan da koparamazsın ama tam silahlı bir güç de değildir. Yarı ya da kısmen silahlı diyebileceğimiz bir yapısı söz konusudur. Bu yapıyla HPG’yi aynılaştırmak çok büyük bir yanlış olur. Tabii ki HPG bu yapının yerleşim alanlarında bu biçimde ısrarlı ve kararlı direnişini destekliyor; bunu, değerli Kürt gençliğinin çok anlamlı bir çıkışı ve kendi halkı

28


Özgür Halk

gütlemesi, biçimlendirmesi ve kendi sistemini inşa edip devlete muhtaç olmaktan çıkmasıdır. O toplum kendi öz savunmasını da örgütlemiş olduğuna göre HPG’nin orada bulunmasının da bir anlamı yoktur. Tabii ki HPG’nin kendi bulunduğu alanlarda görevi vardır ve o görevini icra ederse zaten toplumun savunulması görevini de gerçekleştirmiş olacaktır. Bu açıdan biz, ‘bu farklı bir kulvardır’ derken öyle laf olsun diye ya da bazı şeyleri gizlemek için belirtmiyoruz. Hayır; gerçeklik böyledir. Bu konuda, var olan yetersizlikleri çalışan yurtseverler ve tabii ki halkımız görmelidir. Henüz geç kalınmamıştır. Halkımız kendini örgütlemeli, özgür-demokratik sistemini geliştirmelidir. Ne kadar erken yaparsa o kadar iyidir. Ne kadar geç kalırsa o kadar da kötü olur. Dolayısıyla tüm yurtsever kadroların, kadınların, gençlerin ve herkesin demokratik inşa sürecini öne çıkaran, bu çok tarihi ve değerli öz yönetim ilanlarını kitlesel bir örgütlenmeyle taçlandıran bir yönelime girmesi gerekmektedir. Bilinmeli ki eğer yapılırsa, bu, tarihsel bir sürecin başarılması anlamına gelecektir. Demokratik sistemin örülmesiyle çözümün geliştirilmesi ve inşası anlamına da gelmektedir. Bunu herkes görmelidir. Bu toplumsal hareket sıradan bir şey olmadığı gibi önemlidir ama çok ağır ve uygulanamaz gözle de bakmamak lazım. Bu durumu çok hafif ele almak da, çok abartıp gerçekleşmesinin çok zor olduğu gibi bakmak da doğru değildir. Ortaya konulan, bu ülkenin sınırları içerisinde bu ülke insanlarının kendi dili, kültürü ve öz yönetimleriyle yaşama istemidir. Bu doğal ve meşru bir haktır. Bundan hiç kimsenin çekinmesine gerek yoktur. Hiçbir yurtsever çekinmemeli; herkes elini taşın altına koyabilmeli. Yani ortada meşru ve yapılması gereken bir yurtseverlik görevi var; eğer insanlarımız bundan çekinirse o zaman görev yerde kalır, atılan adım da yarım kalır. Halkımızın ve hareketimizin bu tarihsel süreçte attığı bütün adımları başarması gerekmektedir. Herkes görevini tam yapmalı. Bütün yurtsever çevreler, kurumlar, başta gençlik ve kadın hareketleri olmak üzere diğer tüm toplumsal örgütlenmeler bu sürece dahil olursa ve

Eylül 2015

inşayı yetkin bir biçimde geliştirirse kendi mahallesinde kendi kendine yeterli hale gelebilir; demokratik, özgür ve güzelim yaşamı o geliştirebilir. Bunun koşulları vardır. Toplumsal hareketin bunu gerçekleştirme imkânı vardır. Dünyanın hiçbir yerinde bir amaç uğruna bu kadar geniş toplumsal kesimler bir araya gelmiş değildir ama bugün halkımız birçok yerde yüzde 80-85 oranında aynı şeyi düşünmekte ve aynı refleksi gösterebilmektedir. Dolayısıyla burada örgütsel zayıflığı aşmak önemli oluyor. Bunu aşmak da herkesin kendiliğinden öz sorumluluğu hissederek çaba göstermesi ve çalışmalara katılmasıyla mümkün olur. Yani kimisi az kimisi çok ama kim ne kadar yük kaldırabiliyorsa mutlaka gücü oranında bir şeyler yapmalıdır. Eğer bu konuda yurtsever çevre, kurum ve kuruluşların görevlerine sahip çıkma durumu olursa bu adımın toplumsal yönü öne çıkar, silahlı yönü biraz daha geriye çekilir ve demokratik özgür sistemini inşa ederek herkese kabul ettirmiş olur. Bunu yaparsa, çözümü de gerçeğe dönüştürmüş olur. Öz yönetimlerin ilan edilmesi Türkiye’nin demokratikleştirilmesi ve Kürt sorununun çözümü adımıdır. Dolayısıyla insanlarımız büyük bir moral, şevk ve cesaretle dönem görevlerine sahip çıkarak inşa sürecini tamamlamalı; bunun aslında çözümün gelişmesi anlamına gelmekte olduğunu bilmeli; bu temelde gereken fedakarlığı yapabilmelidir. Bu konuda gençlik ve gençliğe dahil olmuş olan, şimdi kendisini öz savunma gibi konumlandıran, ‘Sivil Savunma Güçleri’ diyebileceğimiz kesimlerin de hata yapmamaları gerekiyor. Örneğin, onların orduyla işi yoktur; orduya meydan okumalarına gerek yok. Kendi mahallelerini savunma görevini yürütmeleri ve esasında inşaya bu temelde dahil olmaları daha doğru ve yeterli olacaktır. Tabii ki kendilerini daha yetkinleştirmeleri gerekiyor; amatörlüğü aşmaları gerekiyor. Sağı solu hedeflemeden, kendisine dönük imha edici, baskıcı saldırılara karşı doğru yöntemlerle direnmeyi başarması lazım. Bu konularda halkımız içerisinde özellikle korucu kesimlerinin bu sürece destek sunması, karşı durmaması önemli olduğu gibi; bu işi yürüten öncülerin de bunu

29


Özgür Halk gözeterek korucu kesimlere de kapsayıcı yaklaşmaları gerekiyor. Bu toplumsal bir hareket olduğuna ve korucular da bu toplumun bir parçası olduğuna göre, korucuların da öz yönetimleri desteklemesi önemli bir tutum olmaktadır. Kendi Kürtlüğünden vazgeçmemiş, kendi kendine ihanet etmemiş, Kürtlüğünü ve demokratlığını yitirmemiş, ‘ben insanım’ diyen tüm kesimlerin Kürdistan halkının geliştirmiş olduğu bu toplumsal harekete katkı sunması gerekiyor. Burada şunu da belirtelim: Çeşitli yerlerde Hizbullah ekseninde çevreler de var. Bu çevreler de isteseler bu sürece dahil olabilirler. Her ne kadar yayınlarından ve söylediklerinden dahil olma gibi bir niyetlerinin olmadığını anlıyorsak da, bu çevrelerin hiç bir biçimde kendilerinin hedeflenmeyeceğini bilmeleri gerekiyor. 2000’lerden bu yana hareket olarak bizim bu yapıya karşı herhangi bir yönelim kararımız olmamıştır; bundan sonra da olmaz. Eğer kendileri kendi inançları doğrultusunda çalışmalarını yapar, halkın kalkışına, değişik eylemsel çıkışlarına engel olmazlarsa, kimse de onlara karışmamalıdır. Geçmişte bu konuda gençliğin yaptığı bazı hatalar oldu. Hatta o yapı da sanki merkezi olarak hareket

Eylül 2015

gerçekten Kürdistan tarihinde başarının zemini olabilecek yeni bir çıkış olarak rol oynar. Aslında bu açıdan yaklaşıldığında devlet güçlerinin de böyle fütursuzca saldırmaları anlaşılır değildir. Çünkü yaptığı saldırılarla tahrik etmektedir. Eğer sen halkın kendini yönettiği mahallelere tankla, topla ve bütün gücünle yönelirsen, o zaman bu daha büyüyebilir. Daha önceden de belirtilmişti: Eğer sen savaşın düzeyini yükseltecek bu tür silahlarla ve orduyla bu şehirlere girersen, dağdaki gerilla da girer ve hiç kimsenin sonuçlarını kaldıramayacağı bir savaş süreci gelişir. Bu konuda devlet güçleri de olguları daha doğru ele almalı, Kürt halkının gerçekleştirmiş olduğu bu öz yönetim ilanlarına bütün yok edici gücüyle yaklaşmamalıdır. Eğer böyle olursa, bunun beraberinde daha kapsamlı bir direnişi gündeme getireceği açıktır. Çünkü Kürt gençliği, halkı ve biz hareket olarak hiçbir zaman saldırılara karşı geri adım atmayız. Artık o eşik aşılmıştır. Kürt halkı baskıyla öldürmeyle, şiddetle, tutuklamayla dize gelmez. Bunu herkesin bilmesi gerekir. Kürt halkı bugüne kadar göstermiş olduğu direnişle, kimliğini ve onurunu hak etmiş bir halktır; bundan geri adım atmaz. Ama Türkiye sınırları içerisinde Türk halkıyla birlikte demokratik, eşit ve özgür bir ortamda yaşama istencini ortaya koyuyor. Buna doğru karşılık vererek Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü sağlanabilir. Bunu görmeden sert bir biçimde üzerine gitmek, Türkiye’nin birliğini tehdit eden bir yönelime girmek anlamına gelir. Türk devletinin hiçbir yetkilisi böyle bir şey düşünmemelidir. Çünkü o zaman bizler ve halkımız da haklı olarak farklı düşünmeye başlamak durumunda kalırız. Orantısız bir yönelim, kendisiyle birlikte farklı sonuçları da yaratabilir. Herkesin, bunu bilerek süreci ele alması gerekmektedir.

Halkımızın ve toplumsal alanın bu çıkışla öncelikli hedeflemesi gereken şey, inşayı tamamlamak; her anlamda, ekonomik, siyasi, ideolojik, eğitsel ve askeri olarak kendi kendini yönetebilecek bir toplumsal düzeye gelmektir böyle bir tutum almış gibi anladı. Halbuki merkezi olarak hareketimizin bu yapıya yönelme gibi bir kararı yoktur. Böyle bir şeyi de düşünmüyoruz. Biz demokratik Kürdistan’da herkesin yeri olduğunu düşünmekteyiz. Görüşü ve düşüncesi ne olursa olsun herkesin yer almasını esas almaktayız. Tek düze değil, demokratik bir toplum yaratmak istiyoruz. Bunun için mücadele ediyoruz. Herkes bunu böyle anlamalı ve bilmelidir. Düşman güçler tarafından sürekli, ‘PKK kendisinden başka kimseye yaşam hakkı tanımıyor; sadece ve sadece kendini esas alıyor’ gibi iddiaların gerçekle hiçbir alakası yoktur. Kimsenin bu tür psikolojik savaş argümanlarına itibar etmemesi gerekir. Bu tarihsel sürece dahil olmak isteyenler buyursunlar ama dahil olmak istemeyenler en azından engel olmamalıdırlar. Bu tarihsel süreçte halkımızın geliştirdiği bu adım, kendisiyle birlikte çözümü dayatan, mutlaklaştıran bir özelliğe sahiptir. Bu açıdan bu adıma değer biçiyoruz ve ‘önemlidir’ diyoruz.

Bundan sonra yapılması gereken geri dönüş değil, ilerlemedir Sonuç olarak belirtilebilir ki, burada en önemli olan şey, bu sürece yerel düzeyde öncülük eden kadroların ve yurtsever insanlarımızın yaptıkları işin bilincinde hareket etmeleridir. Öz yönetim ilanları önemli ve değerli bir çıkış olduğuna göre, mutlaka bunu sürdürmek gerekmektedir. Çünkü bir kere adım atılmıştır; geri dönüş zordur. Geri dönüş değil, ilerlemek gereklidir. Türkiye demokrasisi için, Türkiye toplumu için, Kürdistan halkının özgürlüğü için geri adım atmak değil ilerlemek gereklidir. Atılmış olan bu adımı ileriye doğru götürmek için de herkesin bilinçli hareket etmesi, elini taşın altına koyması ve doğru mücadele yöntemleriyle bu atılmış olan tarihi adımın anlaşılır kılınması, yetkin, gerçek anlamda demokratik bir toplum sistemine dönüştürülmesi gerekmektedir. Eğer herkesin temel görevi bu olursa ve herkes böyle yaklaşırsa; bunun Kürdistan özgürlük mücadelesinde önemli bir anlamı olacağına, Kürt halkının toplumsal hareketinde yeni bir aşama anlamına gelen bu çıkışın Kürt sorununun çözümü, Önder Apo’nun ve Kürt halkının özgürlüğü ile Türkiye’nin demokratikleşmesi için de çok önemli bir rol oynayabileceğine inanıyoruz. Halkımızın başlatmış olduğu bu süreci bütün kurumlarıyla birlikte kararlı bir biçimde sürdürmesi, Kürt halkını kesinlikle başarıya götürecektir.

Devletin müdahalesi ne kadar şiddetli olursa, savunmanın şiddeti de o kadar artar Halkımızın ve toplumsal alanın bu çıkışla öncelikli hedeflemesi gereken şey, inşayı tamamlamak; her anlamda, ekonomik, siyasi, ideolojik, eğitsel ve askeri olarak kendi kendini yönetebilecek bir toplumsal düzeye gelmektir. Herkes bu hedef üzerinde yoğunlaşır ve bu temelde başarabileceğini düşünürse, o zaman bu adım

30


Özgür Halk

Eylül 2015

Önderliğimiz Özgürleşmeden Kürt Sorunu Çözülemez Yazarımız Sinan Şahin’in Komalen Jinen Kürdistan (KJK) Koordinasyon Üyesi Besê Erzincan ile yapmış olduğu Röportajda Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit ve son siyasal gelişmeler üzerine önemli değerlendirmelerde bulundu. Besê Erzincan Sinan Şahin: Halk Önderi Sayın Abdullah ÖCALAN üzerinde 99 yılından bu yana insanlık dışı bir tecrit ve izolasyon sürüyor. Bu süre zarfında sayısız eylem ve etkinlik geliştirildi. Son zamanlarda bu izolasyon ve tecridin yeniden derinleştirilerek devam ettirilmesini neye bağlıyorsunuz?

Göçler, katliamlar, işsizlik, yoksulluk, doğanın tahribatı bir kader gibi belletilmeye çalışıldı. Tüm bunlara karşılık Önderliğimizin çözümü de dar yereli kapsayan değil tüm insanlık sorunlarına cevap verebilecek bir perspektifle olmuştur. Önderliğimize karşı geliştirilen uluslararası komplo ve bununla birlikte geliştirilen İmralı tecrit ve izolasyon süreçlerinin temelinde direnen ve hızla gelişip büyüyen bu özgürlük hakikatinin gerçekliği vardır. İmralı süreci ile birlikte Önderliğimizin evrensel temelde kapitalist modernist sisteme altnatif olma hakikatinde çarpıcı bir derinleşme ve gelişme yaşandı. Bu altarnatif olma gerçekliği ise ekseninde kadın özgürleşmesi temelinde bir toplumsallaşmayı içermekte ki, bu kapitalist sistemin iktidar şifrelerinin çözülmesi anlamına gelmektedir. Kadını köle olmaktan nesne olmaktan çıkarmak ve yaşamın kurucu bir üyesi olarak görmek ve bunu pratikleştirebilmek hegemonik-hiyararsik sistemin yapı taşlarının yıkılması anlamına gelmektedir. Bu yönü ile kapitalist sistem sürekli Önderliğimizi hedef olarak belirlemiştir. TC tarafından İmralı sürecinin başlangıcından itibaren sürekli özel yönerge ve yönetmeliklerle uluslararası sistemin de içinde olduğu bir biçimde ele alınmasının ana kaynağı da budur. Önderliğimizin evrensel ve yerel düzlemde getirdiği alternatif çözümler büyük tehlike olarak görülmüştür. Ayrıca Kürt halkı ve bölge halkları üzerindeki etkileri göz önüne alınarak Önderliğimizin düşüncelerinin dışarıya yansımaması ya da kendi çıkarlarına göre yansıtılması stratejisi geliştirilmeye çalışılmıştır. Esas amaç Önderliğimizin her yönü ile etkisizleştirilmesi, değersizleştirilmesi ve halklar nezdinde itibarının sürekli düşürülmesi ve araç sallaştırılması planlanmıştır. İzolasyonun ve tecridin geliştirilmesinin temel hedefi de budur. Ezilen kesimleri başta kadınlar olmak üzere, halkları, inançları Önderlikten koparmaktır. Başta Hareketimiz ve halkımız olmak üzere tüm devrimci, demokrat ve ilerici kesimler Önderlik üzerindeki bu uygulamaları anlayarak sürekli bir eylemlik çizgisinde olmaya çalışmışlardır. 1999 yılı sonrası İmralı sistemi ve buradaki uygulamalar sürekli olarak Özgürlük Hareketi tarafından takip edilmiş mücadelemizin temel rotasını

Özgürlük Önderimiz Abdullah Öcalan’ın mücadelesi, direnişi ve yaşam duruşu tarihseldir. Tarihsel bir kişilik olarak insanlığı sürekli aydınlatan önder kişilikler içinde yerini almıştır. Önderliğimizin bir bütün yaşam hikâyesi, duruşu ve mücadelesi tüm ezilenler ve özgürlük, eşitlik, adalet isteyenler açısından yol ve yöntem göstericidir. Başarıların altın anahtarını yaşamında bulabiliriz. Devletçi ve iktidarcı sistemin kişilik yapılanması cinsiyetçilik, bilimcilik, dincilik, milliyetçilik ile örülmüştür. Kapitalist modernitenin bu yaşam kodlarını güçlü çözümleyip aşmış ve bunun karşısında alternatif bir yaşam modeli yaratmayı başarmış bir önderlik gerçekliği ile karşı karşıyayız. Önderliğimiz çok az kişilikte görülebilecek olan geçmişi, şimdiyi birlikte anlamlandırma ve geleceği oluşturma yani özgürlük mücadelesini de bu temelde güçlü yürütebilmenin tarihsel özelliklerine sahiptir. En önemlisi ise kendisinden başlattığı bu gerçekliği bir halka mal edebilmesidir. Bir kişinin şahsında bir halk yeniden dirilmiştir. Toplumun özgürleşmesi ile bireyin özgürleşmesinin bu denli iç içe yaşandığı Önderlik gerçeğimiz, bu anlamda çok daha fazla incelenmeye ve sonuçlar çıkarılmaya ihtiyacı olan bir hakikati içermektedir. Kürt halkının Mezopotamya topraklarının en kadim halklarından olduğunu artık biliyoruz. Önderliğimizin çıkışı ve halkımızın görkemli direnişinin kökeni hiç şüphesiz ki bu tarih ve coğrafya ile yakından bağlantılıdır. Önderlik gerçeği tarihsel bir karaktere sahiptir. Bilindiği gibi 20.yy ile birlikte Kürtler uluslararası bir sömürge durumuna getirilip tarihten silinmek istendi. Kapitalist modernist sistem ulus-devlet aracılığı ile Kürt kimliği ve dilini ortadan kaldırmak istedi. Hegomonik-tekelci güçler kendi çıkarları için Ortadoğu haritalarını cetvellerle çizip milyonlarca insanın kaderi ile oynadılar.

31


Özgür Halk belirlemiştir. Önderliğe yaklaşım hareketimize, kadına, halklara, inançların özgürleşmesiyle bağlantılı ve paralel bir biçimde değerlendirilmiştir. Önderlikle ilişkisizlik ezilenler açısından köleleştirme, özgürlükten ve eşitlikten uzaklaşma olarak ele alınmıştır. Önderliğimiz barışın, özgürlüğün, adaletin garantisi olarak görülmüştür. Önderliğimiz İmralı sisteminde yapılmak istenen etkisizleştirme, boşa çıkarma yaklaşımlarını olağan üstü stratejik ve taktik hamlelerle değerlendirip boşa çıkarmıştır. Her görüşme ve konuşmayı ezilenlerin lehine bir hamle olarak ele alıp değerlendirmiştir. İmralı’dan geliştirilen savunmalar ile gelecekte ezilen kesimlerin alternatif perspektifini oluşturmayı başarmıştır. Ezilenler halkları, kadınları inançları iradeli ve örgütlü kılacak öneri ve görüşlerini her fırsatta geliştirmiştir. Buna karşılık da halkımızda güçlü bir politikleşme ve örgütlenme ile iradeleşme gelişti. Halkımız kendi kararlarını kendisi verebilecek bir düzeye artık ulaşmıştır. Türkiye ve Rojava da bu temel de hareketimizin de güçlü sahiplenişi ile önemli başarılar elde edildi. Başta Şengal ve Kubani başarıları olmak üzere HDP’nin seçim barajını aşması, TC parlamentosuna güçlü giriş ve temsili yet ardından Tıl-ebyad başarısı uluslararası alanda ilk kez bize sempati ile bakılmasını ve meşruiyeti beraberinde getirdi. Uluslararası güçlerin bir piyonu olarak geliştirilen İŞİD bölgede tam bir canavara dönüştü. AKP katliamcı, tecavüzcü bu çetelerle her türlü kirli işbirliğini geliştirdi. Amaç Kürt halkının özgürlük mücadelesinin geriletilmesi idi. Ancak Özgürlük Hareketi’ni etkisizleştirme planlamaları hiçbir biçimde başarıya ulaşamadı. Tüm gelişmeler Özgürlük Hareketi’nin lehine oldu. Bu durum Kapitalist modernist sistemi ve en çok da TC’yi endişelendirdi. Ve son dört ayda çözüm sürecini de bitirerek tam bir özel savaş ve kontra hükümetine dönüştü. Daha doğrusu AKP hükümetinin gerçek maskesi ortaya çıkmış oldu. Suruç ta devrimci ve demokrat gençlere İŞİD göstermeli geliştirilen patlama ve yaşanan katliam AKP-İŞİD işbirliğini gözler önüne serdi. Kandil’deki hava saldırısında gerçekleştirdiği Zergelê Katliamı ile zihniyette ve pratikte AKP uygulamalarının İŞİD ile aynılaştığını gördük. Önderliğimizle görüşmelerin olmaması zaten savaş anlamına gelmektedir.

Eylül 2015

ye’nin uluslararası devletler içinde ve Ortadoğu’da giderek marjinal kalmasını ve etkisizleşmesini beraberinde getirir. Dolayısı ile Önderliğimizin şu andaki konumu çok farklıdır. Barış sürecinin baş müzakerecisidir. Çalışma koşullarının, konumunun da buna göre olması gerekir. Önderliğimizin konumu stratejiktir. Önderlik özgürleşmeden Kürt sorunu çözülemez. Önderliğin muhatap olarak ele alınmadığı, özgürlüğünün olmadığı bir Türkiye gerçekliği sürekli bir kaos ve kargaşa ortamını beraberin de getirecektir. AKP seçimlerde ki kaybına karşı çok öfkelidir ve seçimleri kaybetmesi nedeni ile bir kargaşa ortamının geliştiği algısını kamuoyunda geliştirmeye çalışıyor. Bu temelde erken seçim için yeniden oy toplamaya çalışıyor. Ancak mevcut özel savaş uygulamaları ile esasında hızla kendi bitişini hızlandırmaktadır. AKP Kürt sorununda stratejik bir barış, diyalog ve müzakere sürecinin geliştirmesi kararını almalıdır. Dolayısı ile hızla önderliğimizin barış sürecini geliştirecek esas stratejik bir öğe olarak ele alınması, müzakere sürecinin bu temelde başlatılmasının gerekliliği vardır. Sadece aile ve avukatların önderliği gidip görmeleri sorunları köklü çözmeyecektir. Önderliğimiz özgür bir şekilde dışarı ile ilişkilenebilmeli ve çalışabilmelidir. Önderliğimizin özgürlüğü artık temel hedefimizdir.

Söz konusu olan bir halkın önderliğidir. Her görüşme tarihseldir. Önderlikle her buluşma özgürlüğe doğru giden bir adımdır. Halkımıza ulaşan Önderlik düşünceleri direnişin, mücadelenin temel taşlarını oluşturmuştur Avukatların aylardır adaya gidemediklerini biliyoruz. Bu işkence sistemi yeterince kamuoyuna yansıtıldığından bahsedebilir miyiz? Bu anlamda yaşanan eksik ve yetersizlikler nelerdir. Bu durumun aşılması için bu alanda ne tür çalışmalar yapılabilir? Önderliğimizin konumu çok tarihsel bir duruşa tekabül ettiğini belirttik. Dolayısı ile önderlikle her ilişkilenme sadece hukuki, ailesel vb dar çerçevelerden ele alınamaz. Söz konusu olan bir halkın önderliğidir. Bu konuda başta kadınlar ve halkımız olmak üzere tüm ilerici kesimlerin hassasiyeti ve bağlılığı bilinmektedir. Her görüşme tarihseldir. Önderlikle her buluşma özgürlüğe doğru giden bir adımdır. Halkımıza ulaşan Önderlik düşünceleri direnişin, mücadelenin temel taşlarını oluşturmuştur. Dolayısı ile bu ağırlıkta bir yaklaşım olması önemlidir. Avukat arkadaşların bu anlamda hukuki mücadelenin yetersiz kaldığından bahsedebiliriz. Kendi içlerinde daha örgütlü, planlı ve insiyatifli bir yaklaşım yeterince yansımıyor. Daha çok parçalı bir yansıma görülebiliyor. Bu da etkili çalışmalar yapmalarının önüne geçiyor. Hukuksal anlamda hakların aranması ve bunun mücadelesinin yürütülmesinde pasif duruş fazla aşılmıyorlar. Daha yaratıcı, örgütleyici olabilirler. Önderliğe karşı geliştirilen hukuksuzluklar gözler

İçinden geçmekte olduğumuz süreç farklı bir karaktere sahiptir. Bir yol ayrımı yaşanmaktadır. Gelişen halk iradesi karşısında sonucu ne olursa olsun artık bilinçlenen ve özgürleşen Kürtler ne kadar, tutuklama, işkence, baskı ve katliamlar yapılırsa yapılsın sürekli direnişini yükseltecektir. Kürtler kendi sistemlerini yaratacaklardır. Devletin Kürt sorunun çözeceğini beklemek tam bir hayaldir. Dolayısı ile yaşamın her alanında kendi sistemimizi kendimiz oluşturacağız. ‘Devlet ne diyor’ diye beklenti içinde hiç olmayacağız. Öz savunmamızı her alanda yaparak irademiz, kimliğimiz, kişiliğimizle yaşayacağız. Kaldı ki TC devleti kördüğüm olmuş Kürt sorununu ve Türkiye’nin demokratikleşme meselelerini eski klasik devletçi mantık ve güvenlikçi politikalarla ele alamaz, çözemez, “tekçi faşizan mantıkla” sürdürülen politikalar ancak var olan sorunların ağırlaşmasını ve çözümsüzlüğün derinleşmesini beraberinde getirir. Bu politika Türki-

32


Özgür Halk önündedir. Bunların kamuoyu ile paylaşılması insanların aydınlatılması her açıdan hayati bir öneme sahiptir. Önderliğe karşı geliştirilen tecrit ve izolasyan asla normal görülemez. Bunların hukuki bir dille ve mücadele ile karşılık bulması gereklidir. Ancak Önderliğimizin hukuki savunmasının yapılmasında bir boşluk olduğunu belirtebiliriz. Bu alandaki mücadelemiz zayıf kalmaktadır. Önderliğin avukatı olmak son derece zor bir sorumluluk üstlenme anlamına gelmektedir. Elbette bu konuda ciddi bir mücadele de verildi. Önderlik avukatlarına karşı devletin yaklaşımlarını biliyoruz. Bu kesimler üzerinden de büyük bir terör estirildi. Tutuklamalar yapıldı. Gözdağları verildi. Ancak tüm bunlar karşısında örgütlü olma ve sorumluluklarımızı yerine getirme görevlerimiz vardır. Yeni dönemde daha güçlü planlamalarla hareket edebilirler. Hukuki olarak yapacakları her çalışmanın uluslararası ve halklar nezdinde büyük bir meşruyeti vardır.

Eylül 2015

rekiyor. Yeni diye yapılandırdıklarımız eğer eskiyi aşmıyorsa o zaman emeklerimizin sonucunu tam alamayız. Bunun içinde önderlik savunmaları temelinde yeni bir zihniyet ve yaşam kurulması için çalışmalıyız. Eski sisteme benzeyen kişilikler, kurumlar emeklerimizin boşa gitmesi anlamına gelecektir. Bizim eskiyi yıkarken yeniyi yaratma sorunlarımızın olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda kadınlar ve gençler eylemselliği, eğitimi, örgütlenmeyi ve yeniden inşaayı iç içe yapmayı başarabilmeliler. Güçlü işbölümleri ve planlamalarla bunları başarabiliriz. Biz de cesaret, moral, inanç sorunu yoktur. Ama düşünceden ve yeniden inşaadan bir kaçış var. Bunu aşamazsak uzun vadede düşmanın sistem ve yaşam tarzını aşamayız. Mutlaka akademik ve eğitsel çalışmalarda en etkili eylemlilik olarak görülmelidir. Örgütsüz, eğitimsiz eylemler özde bizi yeterince temsil etmez. Sınırlı kalır. Daha güçlü ve sonuç alıcı eylemlilikler çok yaygın örgütlenmelerden, planlamalardan, eğitimlerden geçer. Bilinçlenen kadınlar ve gençlerle güzel bir ülke yeniden kurulabilir. Bu temelde gelişen ayaklanmalar, yürüyüşler, protestolar daha da etkili olabilir.

Son zamanda gençlik ve kadın hareketinin öncülük ettiği “Önderliğe Özgürlük” hamlesinin eksik ve yetersizlikleri nelerdir? Daha güçlü ve sonuç alıcı ne tür eylemlilikler yapılabilir? “Önderliğe Özgürlük” hamlelerinde sürekli en önde olan güç kadınlar ve gençlerdir. Kadınlar ve gençler fedai bir ruh ile çalışmalara katılmaktadırlar. Elbette bu çok anlamlıdır. Önderliğimiz kapitalist modernist sistemin ataerkil yaşam modeline güçlü bir darbe vurmuştur. Toplumun en fazla ezilen, ötelenen ve değersizleştirilip köleleştirilen kadın ve gençlik kesimlerine büyük mücadele araçları yaratmıştır. Yeni ve özgür, eşitlikçi yaşam bu kesimlerin çevresinde her geçen gün yeniden yapılanmaktadır. Bugün kadınlar ve gençler her türlü hegemonik saldırılara karşı artık kendi öz savunmalarını yapabilecek bir düzeye erişmişlerdir. Sadece kadın gerillaların güçlü direniş ve duruşu bile sistemin yaratmak istediği köle kadın imajını bunun zihniyetini paramparça etmiştir. Gençlik ise mücadelemizle birlikte büyük bir iradeleşme yaşadılar. Yeni yaşam, özgür ve eşit ilişkiler kadınların ve gençlerin öncülüğünde gelişiyor. Önderliği özgürleştirme hamlelerinde öncelikle örgütlülük mutlaka sağlam bir şekilde geliştirilmelidir. Sömürgeleştirilmiş bir halkın kadınları ve gençleri olarak çok yönlü bir mücadeleyi geliştirmek zorundayız. Eylemlikler çok önemlidir. Ancak bu eylemleri yaparken geliştireceğimiz zihniyet, ahlak çok daha fazla önemlidir. Hareketimizin gerçek insancıl özü, arkadaşlığı, canlılığı, çeşitliliğini en çok kadınlar ve gençler temsil edebilmelidir. Yeniden inşaa eylemliliklerine en fazla da kadınlar ve gençler katılmalıdır. Yani tüm eylemlilikleri geliştirirken, mutlaka yeniden inşayı da birlikte götürebilmeliyiz. Yeniden inşaa aynı zamanda yapıcı olabilmek yeni alternatif sistemi geliştirme anlamına da gelmektedir. Mahallelerden başlayarak il ve ilçe Meclis ve komisyon çalışmaları yeniden inşa kurumlarının en etkili araçlarıdır. Herkes mutlak meclislerde ve birkaç komisyonda yer almalıdır. Ülkemizi yeniden kurmalıyız. Bunu devletten bekleyemeyiz. Tüm yaşam öz savunma, sağlık, eğitim, ekonomi, mahkemeler kendi elimizde olmalıdır. Yani eski yıkılırken yeni kuruluyor. Bunun içinde zihniyette ve yaşam da hazırlıklı olmak ge-

Türk devleti Kürtlere vurdukça esasında kendine vuruyor. Bu halkları birbirine kırdırtma politikası ulus-devletlerin geliştirilmesinden bu yana derinleştirilen klasik emperyalist bir politikadır Sömürgeciliğin Kürt halkına dönük geliştirmiş olduğu savaş nereye doğru gidiyor? Kısa vadede bu yönlü kimi adımların atılmaması ne tür sonuçlar doğurur? Şu anda 90’lı yıllardaki özel savaş hükümetlerinin uygulamalarının ötesinde çok daha tehlikeli kader tayin edici bir savaş sürecinin içindeyiz. Türk devleti medya savunma alanlarına son yılların en büyük hava saldırılarını düzenlemekte ve halkımız üzerinde büyük bir tutuklama, faili meçhullerle sindirme planlamalarını uygulama yaklaşımı içindedirler. Savaşla imha ve inkâr seferleri ile Kürt sorununa klasik Türk devlet yaklaşımı sergilenmektedir. En son Kandil Zergele köyündeki sivil katliamda 9 kişi şehit oldu. 15 kişi yaralandı. Bu katliamla Kandil de tüm köylerin boşaltılması hedefleniyor. Ama güney halkı da bu duruma direnmektedir. PKK direnişi Kürtler arasında çok farklı bir ruhsal birlik geliştirdi. Kürdistan’ın dört parçasında artık büyük bir bilinçlenme, direniş var. Kürdistan’nın her parçasına büyük bir Kürt birliği ve dayanışması oluşmuştur. KDP’nin AKP ile işbirliği içinde olması halk içinde kendi kendinin teşhirini getirmiştir. Özgürlük Hareketimiz etrafında büyük bir kilitlenme söz konusudur. Yine Türkiye de ki devrimci demokrat kesimler ile Kürt devrimcileri arasında Kobani direnişi çerçevesinde güçlü bir ilişki ve ittifaklaşma gelişti. Türkiye cephesinden Kürt sorunu artık çok daha güçlü tanımlanıyor ve bütünleşme

33


Özgür Halk

Eylül 2015

yaşanıyor. Kürt Özgürlük Hareketi açısından Türkiye’nin demokrasi ve insan hak ve özgürlüklerine daha güçlü bir yaklaşım ve sahiplenme sadece düşünsel bazda değil pratikleşme konusunda da ilerlemeler oldu. Bölge açısından büyük bir tehlike olan İŞİD çetelerine karşı ortak bir cephede buluşma söz konusudur. Kürt-Türk diyalektiği tarihsel düzlem içinde hep birlikte işlemiştir. Türk devleti Kürtlere vurdukça esasında kendine vuruyor. Bu halkları birbirine kırdırtma politikası ulus-devletlerin geliştirilmesinden bu yana derinleştirilen klasik emperyalist bir politikadır. Halkların hiçbir biçimde bundan bir yararı olmaz. Kazanan sürekli rant peşinde koşan bir avuç tekellerdir. Kürt halkına karşı geliştirilen imha, inkâr, asimilasyon politikaları Türkiye’ye hep kaybettirmiştir. Türkiye’nin marjinal kalmasının en büyük sebebi Kürt sorununu demokratik ve barışçıl yollardan çözememesi ile bununla bağlantılı olarak Türkiye’nin demokratikleşme sorunlarına cevap verememesidir. Türkiye de işbaşına gelen hükümetler kendi varlıklarını Kürtlerin inkâr ve imhasına dayandırdılar. Oysaki bu

milliyetçilik zehiri ile halklar birbirine düşman haline getirilip yabancılaştırıldı. Düşman haline getirildi. 21.yy’da bu kadar iç içe geçmiş bir halklar mozaiğinde halen tekçi mantığı dayatmak esasen bitişin tellallığını yapmak anlamına da gelmektedir. Günümüz dünyası her açıdan da artık tekçi-egemen mantıkla götürülemeyecek kadar iç içe bir yaşam içeresindedir. Mevcut krizli ve kaoslu durumdan, savaştan medet uman duruş esasında hem Kürde ama en çokta Türk’e kaybettirecektir. Kürtler açısından kaybedecek hiçbir şey kalmamıştır. Ve eski inkârcı statükoda kölece yaşanamaz. Türkler açısından ise kaybedecek çok fazla şeyleri vardır. Savaş zihniyeti hiçbir biçimde sorunları çözmeyecektir. AKP-MHP mantığı giderek aynılaştı. Kürt’e inkâr, imha politikalarını reva görmek karşılığını direnişle almak demektir. Teslimiyet ihanete, ihanet ise ölüm demektir. Türk devletinin Kürt halkına reva gördüğü teslimiyettir. Sürekli olarak “silah bırakma” çağrısı teslimiyet çağrısıdır. Şimdi halen Kürtlerin yasa ve anayasalarda resmi olarak adı yok, dili yok. Hiç bir şeyi yoktur.

devletin kuruluşunda Kürtler asli, yapıcı bir öğe olarak yerlerini aldılar. Ancak halen bir Kürt dili ve kimliğinin bile TC anayasasında resmi bir yeri ve tarifi bulunmamaktadır. Bu durum kabul edilemez. 90 yıllarda bile bu kabul edilmedi. Bunca emek, şehit ve çalışmadan sonra oluşan halkımızın özgürleşen hakikati, bilinci bunu hiç kabul etmez. Özgür Kürt kimliği oluşmuştur ve bu kimlik artık insanlık sahnesinde kendi kimliği, dili düşüncesi ve rengi ile yerini alacaktır. Önemli olan bunun en az kayıpla yapılabilmesidir. Kan, gözyaşı temelinde siyaset yapmak isteyenler asla başarı sahibi olamayacaklardır. Mevcut AKP hükümetinin gidişatı, savaş naraları ile meydanlara inmesi sorunları kesinlikle çözmeyecektir. Tarih şunu çok net ortaya çıkarmıştır ki Türk-Kürt diyalektiğinde başarı ve kaybetme sürekli birlikte olmuştur. Aynı topraklar üzerinde sürekli birlikte bir yaşam geliştirildi. Son yüzyılların

Her tarafta İŞİD maskeli kont-gerilla kol gezmekte, her gün katliamlar gerçekleştiriliyor. Kimse kurbanlık koyun değildir. Bu halk, kadınlar ve gençler kurbanlık koyun değildir. Sonuna kadar direnecektir. Ve en önemlisi yeniden inşayı, yeni yaşam perspektifi ile kuracaktır. Kadınların ve doğanın özgürleşmesi temelinde yaşamı yeniden kuruyoruz. Bir nefesimiz de olsa o da özgürce ve insanca olsun. Tüm insanlarımız, erkeklerimiz ve kadınlarımız birbirinin yüzüne onurluca, sevgi dolu ve çıkarsız bakabilsinler. Gerçek sevgiler temelinde kendi topraklarımızda, kendi dilimizde özgürce yaşayabilelim. Bu da direnişle ve yeniden inşayı birlikte yapmakla ve bunları savunmakla olur. Tarihsel gelişim seyri içinde Kürtler bunu başarabilecek bir zaman ve mekâna ilk kez bu kadar yaklaşmışlardır. Hep birlikte çalışıp, başarıya kilitlenelim. O zaman tüm emeklerimize layık sonuçlarla güçlü kazanımları elde edebiliriz.

34


Özgür Halk

Eylül 2015

AKP 12 Eylül’ü Restore Etmek İstemektedir Ya klasik devletle AKP arasında gerçekleşen blok etkin olup 12 Eylül restore edilecektir ya da Kürt Özgürlük Hareketi, demokrasi güçleri ve sol güçlerin birliğinden oluşan cephe etkin olup, mücadeleyi kazanıp 12 Eylül rejimini değiştirerek, Türkiye’yi demokratikleştirip Kürdistan’ı özgürleştirecektir. Şu andaki mücadeleyi kesinlikle bu çerçevede görmek gerekir. Ama şu kesindir Kürdistan’da gelişen mücadeleyle ideolojik ve siyasi olarak yenilgiye uğratılmıştır. Mustafa Karasu 12 Eylül’ün üzerinden 35 yıl geçti. 12 Eylül hala tartışılıyor. Şu açıktır ki, 12 Eylül Türkiye tarihinde yeni bir dönemi ifade ediyor. Aslında 12 Eylül’le birlikte Cumhuriyet kendini yeniden yapılandırmaya çalışmıştır. Bugün de bu yapılandırmanın etkileri sürmektedir. Bu açıdan 12 Eylül’ü iyi anlamak gerekiyor. Bunun için de 12 Eylül’e geliş etkenlerini, neden 12 Eylül gerçekleşti, 12 Eylül neyi gerçekleştirmek istedi, Türkiye’yi nasıl yapılandırmak istedi, bu soruların cevabını iyi vermek gerekir. 12 Eylül, Türkiye’de yaşanan sosyal ve siyasal değişikliklerin sonucu gerçekleşmiştir. 12 Eylül’ü ortaya çıkaran etkenler, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundaki sosyal ve siyasal dinamiklerin değişmesi, bu çerçevede Cumhuriyeti yeniden şekillendirme ihtiyacı temelinde ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunda kapitalist modernitenin ulus-devletçi zihniyetiyle oluşmuştur. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir ulus-devlet yaratmak hedeflenmiştir. Bunun için de Türkiye sınırları içindeki bütün farklılıkların ortadan kaldırılması hedeflenmiştir. Kuşkusuz Lozan’da Türk devletine ulus-devlet kurma onayı verilirken, diğer yandan Batının modernist değerlerini, kapitalist sistemini de benimsemesi dayatılmıştır. Bu temelde Türkiye’de bir ulus-devlet kurulmasına izin verilmiştir. Ulus-devletin kurulmasına izin verilmesinde Türkiye’nin Musul-Kerkük’ten vazgeçmesi en temel etkenken, diğer etken de, Türkiye’nin kapitalist modernist sistem içinde kalma sözüdür, kararıdır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda siyasal olarak ulus-devleti hedeflerken, bu hedefin belirtilen çerçevede yaratması açısından da Kürtlerin, İslamcıların ve sosyalistlerin bu sistemden dışlanması gerekmiştir. Dolayısıyla bu sistem Kürt karşıtı, sol karşıtı ve siyasal İslam’ı sistemden dışlayan bir karakterde kurulmuş, böyle şekillenmiştir. Siyasal sistemini, sosyal yaşamını, kültürel yaşamını, iç ve dış politikasını da bu temelde kurmaya yönelmiştir. Bu açıdan da Kürtler fiziki ve kültürel soykırımla ortadan kaldırılmak istenirken, sosyalistler ağır baskı altına alınmıştır. İslam da devlet kontrolüne alınıp ulus-devlet doğrultusunda kullanılırken, siyasi İslam Türkiye siyasi yaşamından dışlanmıştır. Toplumun inancının da ancak devlete hizmet ettiği oranda kendisini var et-

mesine izin verilmiştir. Daha doğrusu devletin kontrolünde örgütlendirilen, devletin kontrolünde şekillendirilen bir İslam politikası yürütülmüştür. Ancak tüm bastırmalara rağmen Kürtler bu sisteme karşı her fırsatta itirazlarını sürdürmüşler; sosyalistler de bu sisteme karşı her zaman bir mücadele içinde olmuşlardır. Sistemden dışlanan siyasal İslam çok fazla direnmemiştir. Bazı itirazları olmuştur, ama devlet İslam’ı kendi kontrolünde tuttuğundan İslami çevrelerdeki itirazlar devlete karşı güçlü bir itiraza, mücadeleye dönüşmemiştir. Bu üç kesimin de sistemden dışlanması sürekli direnme ve rahatsızlık konusu olmaya devam etmiştir. 1960 askeri darbesiyle birlikte Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmek ve Avrupa’yla sıkı ilişkiler içinde olmak istemesi, Türkiye’de siyasal ve sosyal yaşamda kısmi rahatlamalar ortaya çıkarmıştır. Daha doğrusu toplumsal yaşamda ortaya çıkan gelişmeler, yine dünyadaki siyasal gelişmeler Türkiye’de düşünce ve örgütlenmede kısmi yumuşamalar yapma durumunu ortaya çıkarmıştır. Bu yaklaşımla toplumsal tepkilerin azaltılması ve sistem içi hale getirilmesi hedeflenmiştir. 1960’ların sonunda özellikle Türkiye’deki sosyalist hareketin gelişmesi, Türkiye’de sol düşüncenin, özellikle gençlik içinde kendini örgütlü kılması ve giderek devlete, sisteme itiraz eden, bu sisteme karşı meydan okuyan bir duruma gelmesi, Kürtlerin Türkiye’deki sol ve sosyalist güçler kadar olmasa da gençler içinde Türk devletinin Kürt politikasına yönelik bazı itirazların ortaya çıkması; yine Milli Selamet Partisi’nde Erbakan’ın siyasal tutumunda olduğu gibi siyasal İslam’ın kendini örgütlemeye çalışması Türkiye’nin kuruluşundaki sistemi zorlar hale gelmiştir. Özellikle de devrimci sosyalist gençlerin örgütlenerek mücadeleyi geliştirme çabaları karşısında sistem siyasal ve sosyal olarak belli bir kriz içine girmiştir. Bunun sonucu Cumhuriyeti kuran ve bugüne kadar sistemin koruyucusu ve kollayıcısı olan ordu devreye girerek 12 Mart askeri darbesini gerçekleştirmiştir. 12 Mart askeri darbesiyle özellikle sosyalist güçler, sosyalist devrimci gençler ezilmek istenmiştir. Çünkü Türkiye toplumunun en dinamik güçleri onlardır. 12 Mart askeri darbesi en fazla onların üzerine gitmiştir. Kürt

35


Özgür Halk gençleri içinde bazı itirazlarda bulunan çevrelerin de üzerine gidilmiş, mevcut sisteme karşı bırakalım eyleme geçmeyi, düşünce alanında bile müsaade edilemeyeceği gösterilmiştir. Bu açıdan Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO) biçiminde örgütlenen gençler de yargılama konusu olmuştur. Bu dönemde yeni yeni örgütlenen Milli Selamet Partisi ve siyasal İslamcıların da 12 Mart muhtırasıyla örgütlülükleri dağıtılmaya ve sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Kuşkusuz en sert müdahale sola ve sosyalistlere olmuştur. Birçok genç devrimci katledilmiştir. Binlerce sosyalist genç yakalanarak işkencelerden geçirilmiş, zindanlara atılmıştır. Hüseyin İnan, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan da idam edilmişlerdir. Bu durum, Türkiye’deki sisteme yönelik itirazın sadece Kürtlerde değil de bütün Türkiye toplumunda da var olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Bu yönüyle 12 Mart öncesi gençlik öncülüğünde Türkiye’de gelişen siyasal muhalefet Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bugüne kadar ortaya çıkan en temel farktır. Daha önce de bazı sosyalistlerin tutuklanması olsa da bu düzeyde kapsamlı bir tutuklama ve saldırı gerçekleştirilmemiştir. 12 Mart sol ve sosyalist güçlerin üzerine şiddetle gittikten sonra solun ezildiği düşünülerek 1973’te seçimlere gidilmiştir. Ancak Türkiye toplumu 12 Mart baskısı, özellikle de idamlar, devrimcilerin katledilmesi karşısın-

Eylül 2015

karşı muhalefet, gençlikte bu sisteme karşı örgütlenme ve mücadele eğilimini ortaya çıkarmış ve kısa sürede Türkiye’de devrimci gençlik hareketi gelişmiştir. 1973’le birlikte Türkiye’de devrimci gençliğin örgütlendiği bir gelişme ortaya çıkmıştır. Bu dönem aynı zamanda Önder Apo şahsında bir grubun örgütlenmesi sürecidir. 1973 Baharında Önder Apo’nun 6 arkadaşıyla Çubuk Barajında örgütlenmesi, “Kürdistan sömürgedir” diyerek Kürdistan’da bir ulusal kurtuluş mücadelesi ihtiyacını ortaya koymaları, Türkiye’de yaşanan sisteme sadece Türkiye’deki devrimci gençliğin değil, Kürdistan’daki devrimci gençliğin de bir tutum geliştireceğini göstermiştir. Önder Apo ilk önceleri Türkiye’deki devrimci sosyalist güçlerle ortak bir mücadele yürütmeyi düşünürken, sonuçta Türkiye’deki devrimci hareketin Kürt halkıyla ortak mücadele yaklaşımı içinde olmayışı, daha çok hegemonik, buyurgan, kendisinin yedeğine alan bir zihniyet, bir yaklaşım, tutum göstermesi karşısında, Apocular grubu olarak ayrı bir örgütlenme başlatmıştır. Bir taraftan Türkiye’deki devrimci gençlik hareketinin gelişmesi, diğer taraftan Apocular grubunun ortaya çıkmasıyla birlikte hızlı olarak gelişmesi Türkiye’deki siyasal ortamı doğrudan etkilemiştir. 1977 yılına gelindiğinde Türkiye’deki gelişmeleri belirleyen, Türkiye siyasetine ağırlığını koyan güç, Türkiye’deki devrimci sosyalist mücadeleyle Kürdistan’daki sosyalist çizgideki özgürlük ve demokrasi mücadelesi olmuştur. Hem Kürdistan’da hem de Türkiye’de devrimci güçler kısa sürede başta gençlik ve işçiler olmak üzere tüm toplumu örgütleyen bir düzey kazanmışlardır. Öyle ki, 1977’den itibaren Türk devleti Türkiye ve Kürdistan’daki bu devrimci mücadeleyi önlemek için devlet güdümündeki faşist güçleri devreye koymuştur. Daha doğrusu NATO devreye girerek Türkiye ve Kürdistan’daki devrimci sosyalist mücadelenin önünü alacak Gladio’yu, faşist çeteleri devrimci güçlerin üzerine sürmüştür. Türkiye önemli bir NATO ülkesi olduğundan, bu önemli NATO ülkesinde siyasal sistemin değişmesini kendileri açısından kabul edilemez görmüşlerdir. Nitekim Türkiye’de ve Kürdistan’daki devrimci güçlere karşı saldırıyı yeni bir boyuta vardırmak için Maraş’ta bir katliam gerçekleştirmişler, bu katliam üzerinden ilk önce belli bölgelerde, daha sonra da Türkiye ve Kürdistan’ın genelinde sıkıyönetim ilan ederek devrimci güçlere karşı topyekûn bir saldırı içine girmişlerdir. Ancak Türkiye’deki ve Kürdistan’daki devrimci mücadele bu sıkıyönetim koşullarında durdurulamamış, örgütlülüğünü ve direnişini geliştirmiştir. Öyle ki, 1979’lara gelindiğinde Türkiye tam bir iç savaş halindedir. Türkiye toplumu büyük bir yarılma yaşamaktadır, gençler bölünmüştür, sokaklar bölünmüştür, işçiler ve memurlar bölünmüştür. Sağlık elemanları ve polisler bile devrimci ve ülkücü olarak bir bölünme içine girmiştir. Bu bölünme polisten askere kadar yayılan bir eğilim içindedir. Türk polisi istediği zaman, istediği yerde operasyon yapamamaktadır, devlet hâkimiyetini önemli oranda kaybetmiştir. Türkiye’de böyle bir bölünme yaşanmışken, Kürdistan’da ise özellikle Apocular grubu ve daha sonra partileşen PKK öncülüğünde gelişen Özgürlük Mücadelesi Kürdistan’ın birçok yerinde büyük gelişmeler ortaya çı-

12 Eylül darbesinin birinci hedefi Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezmek, bir daha Kürdistan’da Kürtlük adına hiçbir hareketin ortaya çıkmayacağı bir toplumsal ve siyasal ortam yaratmaktı. PKK’nin Kürdistan’da kökü kazınmak istenmiştir da sisteme karşı daha da tepkilenmiştir. 1973’teki seçimde Türkiye halkı ve Kürt halkı bu tepkilerini CHP’yi birinci parti haline getirerek ortaya koymuştur. CHP birinci parti haline gelirken, Ecevit “Ne ezilen, ne ezen, insanca, hakça düzen” diyerek toplumdaki bu tepkiyi etrafında toplamıştır. Karaoğlan figürüyle ezilen, horlanan halkın sempatisini kazanmıştır ve büyük bir rüzgar estirmiştir. Bu rüzgarı estiren, Ecevit’in karizmatik kişiliğinden çok, kullandığı slogandır. “Ne ezilen, ne ezen, insanca, hakça düzen!” Türkiye halklarından destek görmüştür. Bu, aslında sol düşüncenin, demokratik düşüncenin Türkiye’de geliştiğini ortaya koymuştur. Türkiye’deki toplumsal eğilimin sola, sosyalizme yönelik olduğu ortaya çıkmıştır. Ecevit’in seçimi kazanmasından sonra Türkiye’deki bu toplumsal, siyasal eğilim, özellikle Deniz’in, Hüseyin ve Yusuf’un idamı, Mahirlerin Kızıldere’de, İbrahim Kaypakkaya’nın işkencede katledilmesi, Nurhak dağlarında gerilla mücadelesi başlatmak isteyen devrimcilerin katledilmesi, Türkiye’de ve Kürdistan’da halkı yıldırmamış, onların düşünceleri, idealleri uğruna yaşamlarını vermesi, bir amaç uğruna genç yaşlarında gözlerini kırpmadan idam sehpalarında ölüme gitmeleri, Türkiye ve Kürdistan’daki gençlik içinde de bir amaç uğruna mücadele etme eğilimini güçlendirmiştir. Toplumdaki sisteme

36


Özgür Halk

Eylül 2015

karmıştır. Kürt gençleri Apocular etrafında Kürdistan’ın birçok yerinde etkili olmaya başlamışlardır. Her ne kadar bazı küçük burjuva milliyetçi, teslimiyetçi gruplar olsa da, ağalara, beylere dayanan ve KDP ile ilişkili bu güçler sömürgeci Türk devletine karşı mücadelede etkin bir durumda olamamışlardır. Ancak Apocu grup hem ağalara karşı mücadelede hem de Türk devletine karşı mücadelede kısa sürede büyük başarılar elde etmiş, Antep, Urfa, Batman, Mardin, Dersim, Amed ve Serhat alanları başta olmak üzere Kürdistan’ın birçok yerinde önemli gelişmeler sağlamıştır. Her ne kadar 1978 Maraş Katliamından sonra Kürdistan’da saldırılar arttırılmış, yine küçük burjuva teslimiyetçi, milliyetçi gruplar bir araya getirilerek Kürt Özgürlük Hareketi’ne saldırtılmış olsalar da, Kürt Özgürlük Hareketi’nin Kürdistan’daki gelişmesi durdurulamamıştır. Türkiye’de de gençlere karşı, işçilere karşı saldırılar gerçekleştirilmiş olsa da, devrimci gençlik hareketinin, sosyalist hareketin, emek hareketinin gelişimi durdurulamamıştır. Türk devleti, tarihindeki en büyük

cağı bir siyasal ortamın ortaya çıkması NATO’yu da, Türkiye’deki egemen iktidar bloğunu da harekete geçirmiştir. Bunun sonucu 12 Eylül askeri darbesi gerçekleşmiştir. 12 Eylül askeri darbesi muhalifleri ezip, susturup sonra da 12 Mart’ta olduğu gibi geri çekilmeyi düşünen bir darbe olarak gerçekleşmemiştir. Hem NATO açısından hem de Türkiye’deki siyasal elit açısından yeni bir Türkiye’nin yaratılması hedeflenmiştir. Çünkü artık eski siyasi anlayış ve toplumsal temele dayanarak Türk devletinin kendini var edemeyeceği anlaşılmıştır. Bu yönüyle Türkiye’deki sistem yeni temellerde geliştirilip güçlendirilmek istenmiştir. Bunun için en başta Kürtlerin özgürlük ve demokrasi taleplerinin ve bu temelde örgütlenmelerinin tümüyle ezilmesi hedeflenmiştir. Türk devleti hedeflediği ulus-devlete ulaşmada en büyük tehlike olarak Kürtleri gördüğünden Kürtleri ezip direnişini kırarak kültürel soykırımı hızlandırıp ulus-devletin kuruluş hedeflerine ulaşmak istemiştir. Bunun için 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte hedefleri doğrultusunda Kürt-

sarsıntıyı yaşamaktadır. Özellikle de ulus-devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinin Kürtlere karşı yürüttüğü kültürel soykırımcı politikasında önemli bir gedik açılmıştır. Kürdistan’da büyük bir uyanış gerçekleştirilmiştir. Bu durum, Türkiye’de eski sistemin sürdürülemediği, eski sistemin büyük bir çöküntü yaşadığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Öte yandan NATO üyesi olan Türkiye, NATO’nun verdiği görevleri yapacak ülke konumundan çıkmıştır. Bırakalım NATO’nun, kapitalist sistemin üzerine verdiği görevleri yerine getirmeyi, kendisini bile ayakta tutamayacak hale gelmiştir. İşte bu gerçeklik yeni bir durum ortaya çıkarmıştır. Zaten Ortadoğu’da İran İslam Devrimi gerçekleşmiş, Batının en önemli ilişkilerinden olan İran kaybedilmiştir. Yine Afganistan’da Sovyetler Birliğine bağlı güçler bir darbe yaparak iktidarı ele geçirmişlerdir. Bu durum NATO ve kapitalist modernist güçler açısından büyük bir tehdit ortaya çıkarmıştır. Hem dünya dengelerinin kurulduğu Ortadoğu’da bu tehdidin gelişmesi, hem de Türkiye içinde Türk devletinin kuruluş temellerinin ortadan kalka-

lerin üzerine çok şiddetle gidilmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin, yani PKK’nin üzerine çok şiddetle gidilmiştir. Amiyane deyimle PKK’nin Kürdistan’da kökü kazınmak istenmiştir. 12 Eylül darbesinin birinci hedefi Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezmek, bir daha Kürdistan’da Kürtlük adına hiçbir hareketin ortaya çıkmayacağı bir toplumsal ve siyasal ortam yaratmaktı. Bu nedenle Kürdistan boydan boya yeniden işgal edilmiş, tam bir terör estirilmiştir. On binlerce insan gözaltına alınmış, işkenceden geçirilmiş, binlercesi de zindanlara atılmıştır. Özellikle de PKK’nin tümden tasfiye edileceği bir kök kazıma harekatı başlatıldığından, dışarıda PKK’ye selam veren, ekmek veren herkes içeriye alınmıştır. Başta Amed olmak üzere zindanlara atılan PKK’li tutsaklar şahsında PKK’nin, Kürt Özgürlük Hareketi’nin kökü kazınmak istenmiştir. Zindandaki tutsaklar şahsında PKK zindanın betonlarına gömülmek istenmiştir. Bu açıdan hala da unutulmayan ve herkesin artık beynine işleyen Diyarbakır’daki zulüm düzeni kurulmuştur. Türkiye’de de devrimci hareketlerin ezilmesi için

37


Özgür Halk saldırılar çok yoğun arttırılmıştır. Türkiye’de sistemin ilk kuruluşundan itibaren hedeflenen sol ve sosyalistlerin tümden ezilmesi için de özel planlamalar ve uygulamalar geliştirilmiştir. Türk devleti sol güçleri hem Kürtlerle ittifak olacak bir güç olarak gördüğünden, hem de NATO’nun bir üyesi olarak sol düşmanlığı temelinde örgütlendirildiğinden sola karşı da çok kapsamlı operasyonlar gerçekleştirmiştir. Solun ve Kürtlerin ezilmesi üzerinden yeni bir sistem kurulması hedeflenmiştir. İslamcı güçler açısından ise yeni bir politika benimsenmiştir. Onların radikal olanları törpülenecek ve sisteme dahil edilecektir. Aslında siyasal İslam projesi ya da bugünkü AKP gibi bir partinin ortaya çıkarılması 12 Eylül projesidir. Bu nedenle Kenan Evren Kur’an’la meydanlarda şehir şehir, meydan meydan dolaşmıştır. Eskiden devlet İslam’ı yaratılmaya çalışılmış, Diyanet İşleri Başkanlığı devletin kontrolünde kurulmuş, İmam Hatipler devletin kontrolünde olmuş, bu temelde devlet dini kontrol eden ve kullanan bir politika izlemiştir. Ancak gelinen aşamada bunun kendileri için yeterli olmadığını, İslami kesimde de belli bir itirazın olduğunu, bu itirazın da sola karşı, Kürtlere karşı mücadelede bir zayıflık olduğunu görerek siyasal İslam’ı ve tarikatları tümden devletten dışlayan değil de, devlet içine alan, sistem içileştiren bir politika izlenmiştir. Siyasal İslam’ın sistem içileşen törpülenmiş kesiminin devlet içine alınması süreci böyle başlamıştır. 12 Eylül askeri darbesinin amacı esas olarak solun ezildiği, Kürtlerin ezildiği, siyasal İslam’ın da radikal yanlarının törpülenerek mevcut devlet sistemine eklemlendiği yeni bir Türkiye şekillenmesi yaratmak olmuştur. 12 Eylül askeri darbesi bu amaçla gerçekleşmiştir. Bunun için de özellikle gelişen Kürt dinamiğini, sol demokrat dinamiği ezmeyi esas almıştır. Tamamen bir kök kazıma, bitirme politikası ve uygulaması devreye konulmuştur. Başta Amed olmak üzere tüm zindanlarda baskıların yoğunlaştırılması, devrimcilerin teslim alındığı alanlar haline getirilmek istenmesi böyle bir amaçla bağlantılıdır. Eğer bu yönlü bir amaç olmasaydı zindandaki uygulamalar da bu kadar vahşice gerçekleşmezdi. Sadece kontrol altına alma, etkisizleştirme değil, tümden ezip kök kazıma biçiminde bir hedefi olduğundan, zindanlara atıldığında bile tümden bitirmeyi, yok etmeyi hedefleyen bir zulüm politikası izlenmiştir. Türk devletinin neyi amaçladığı konusu zindan politikasına bakarak da görülebilir. Zaten dışarıda da en fazla devrimci hareket nerede gelişmişse orayı ezmek istemişlerdir. Kürdistan’da Hilvan’dır, Siverek’tir, Batman’dır, Mardin’in bir kesimidir, Antep’tir, Dersim’dir. Buraların üzerine PKK ile ilişkilendiklerine bin pişman ettirilmek için şiddetle gidilmiştir. Apocu grubun olduğu yerlerde neredeyse insanları doğduğuna pişman ettiren bir zulüm düzeni kurulmuştur. Türkiye’de de özellikle solun ortaya çıktığı, geliştiği alanlarda baskı çok arttırılmıştır. Belki de Karadeniz bu baskılardan en fazla nasibini alan yerlerden olmuştur. Sadece İstanbul, Ankara, Çukurova gibi yerler değil, özellikle devrimci hareketin geliştiği Karadeniz gibi yerlerde hem özel baskı uygulanmıştır hem de yoğun bir özel savaş, psikolojik savaş yürütülmüştür. Bugün eğer Karadeniz’de çok ağır bir şovenizm varsa, toplum tamamen devletçi bir karaktere bürünmüşse, bunun nedeni,

Eylül 2015

özellikle Doğu Karadeniz alanında devrimci hareketin önemli bir gelişme göstermesidir. Kürdistan’da Hilvan, Siverek, Urfa, Batman üzerinde yoğun bir baskı sürdürerek oralarda tümden Apocu hareketin izleri ortadan kaldırılmak istenmişse, Türkiyeli devrimci örgütlerin en fazla kitleselleştiği yerlerde de benzer politikalar uygulanmıştır. Ancak Kürdistan’da PKK tasfiye olmadığı için, PKK 12 Eylül’e karşı direnip ayakta kaldığı için, PKK’nin geliştiği, örgütlendiği alanlar yeniden ayağa kalkmışlardır. Belki yoğun baskı görmüşlerdir, ama PKK direnince, ayakta kalınca, PKK orada köklerine dayanarak varlığını korumuş, gelişmesini sürdürmüştür. 12 Eylül saldırıları dış dünyanın da desteğini aldığından çok pervasız yapılmıştır. Zaten 12 Eylül darbesi yapıldığında ABD’li bir yetkili “bizim çocuklar yaptı” demiştir. Eğer NATO’nun, Batının desteği olmasaydı, bir NATO üyesi olan, Avrupa Birliğinin kimi kurumlarında yer alan Türkiye’nin halka karşı, devrimcilere karşı bu düzeyde yoğun işkence, zulüm gerçekleştirmesi mümkün olmazdı. Bu açıdan 12 Eylül darbesinde de, işlediği suçların tümünde de NATO, ABD ve Avrupa ülkeleri ortaktır. Bunu kesinlikle böyle değerlendirmek gerekir. Onlar da Türkiye’yi hem Sovyetler Birliğine karşı yürütülen savaşta hem de Ortadoğu’yu kontrol etmede kendilerinin uç karakolu olarak görmüşlerdir. Hatta Ortadoğu’yu teslim alacak temel ajan ülke olarak Türkiye’yi görmüşlerdir. Türkiye’yi ikinci İsrail olarak Ortadoğu’da kurumlaştırmak istemişleredir. İşbirlikçi bir siyasal İslam, ajan İslam yaratıp onu da sistem içine alarak Ortadoğu’yu böylece daha kolay teslim almayı amaçlamışlardır. 12 Eylül böyle bir siyasal planlamayla iktidara gelmiştir. Önceden böyle bir hedef temelinde planlamalar yapılarak hazırlanmıştır. Öyle kendiliğinden ortaya çıkmış, hedefsiz ortaya çıkmış bir darbe değildir. Bu darbe öyle bir hedefle gelmiştir ki, elli yıl oluşturulan bu sistemle Türkiye yürüyecektir. Oluşturulan bu sisteme elli yıl kimse karşı çıkamayacaktır. Sol ezilmiş olarak bir daha belini doğrultamayacak, Kürtler zaten ezilmiş, sindirilmiş olarak giderek ulus-devlet içinde entegre edilecektir. Kürtlerin entegre edildiği, solun ezildiği ortamda da hiçbir güç muhalefet edemeyeceğinden, siyasal İslamcılar da iğdiş edilerek sistemin parçası haline getirilecektir. Türk devleti kendi restorasyonunu siyasal İslam’ı iğdiş edip ajanlaştırarak, bunları hem Kürtleri asimile edip tümden yok etme, hem de bir daha solun hareket edememesini sağlama temelinde kullanarak gerçekleştirmeyi esas almıştır. İşbirlikçi ve ajanlaştırılmış siyasal İslam’a böyle bir rol verilmiştir. Hem Türkiye’deki muhalifler, bunlar üzerinden kontrol edilecektir, hem de ajan İslam’ın sistem içine alınmasıyla birlikte Ortadoğu teslim alınacaktır. 12 Eylül darbesi bir nevi Ortadoğu’yu Türkiye şahsında teslim alma projesidir. Türkiye’yi tamamen sistemin çok uysal bir parçası haline getirme hedefleri yanında, sistemin Ortadoğu’da kullanacağı en önemli ajan ülke durumuna düşürme 12 Eylül darbesinin en temel amaçlarındandır. Kuşkusuz yine laik düzeni koruma biçiminde bir söylemleri vardır. Ama bu laik düzeni koruma söylemleri Kenan Evren’in Kur’an elinde her tarafı dolaşması temelinde söylenmektedir. Yani artık İslam da, Kur’an da bu laik Türkiye dedikleri modernist Türkiye’nin cilası olacaktır,

38


Özgür Halk kabuğu olacaktır. Türkiye’nin ve Ortadoğu halklarının kapitalist modernist sisteme daha kolay eklemlenmesinin aracı olacaktır. İşte böyle bir evangalist yeni bir İslami hareket yaratmanın peşine düşmüşlerdir. Bunda önemli bir rol da Fetullah Gülen’e verilmiştir. Aslında Fetullah Gülen, başından beri bir ABD ajanıdır, ajan bir İslam’dır. Komünizme karşı mücadele derneklerinin kesinlikle CIA’nın denetiminde MİT tarafından örgütlendirildiğini bilmeyen yoktur. Komünizme karşı mücadele dernekleri içinde mücadele edenlerin hepsi ya baştan ya da sonradan ABD zihniyetine ve sistemine eklemlenen kişilikler olmuşlardır. Bunu daha sonraki gelişmeler ortaya koymuştur. Komünizme karşı mücadele derneklerinde yer alanların çoğunluğunun bugün Türkiye’deki kapitalist modernist sisteme bağlı olan, bu değerleri benimseyen İslami çevrelerden olduğunu görmek mümkündür. Bugün Fetullahçılar gerçeğinde bu tamamen doğrulanmış durumdadır.

Eylül 2015

culuğun var olması nedeniyle gelişemeyen kapitalist sisteme uygun bir toplumsal yapı ortaya çıkarmaktır. O güne kadar Türkiye ve Kürdistan’da var olan toplumcu değerler nedeniyle hem toplumun ortak tutum takınması, hem de örgütlenmelerin gelişmesi nedeniyle kapitalizmin gelişemediği görülüp toplumsallığın ve örgütselliğin dağıtılarak bireyciliğin gelişmesinin zeminini yaratmak, 12 Eylül’ün temel hedeflerinden olmuştur. 12 Eylül’ün en önemli görevlerinden biri örgütlenmeyi dağıtmak ve insanları bir daha örgütlenemez hale getirmek olmuştur. Kuşkusuz 12 Eylül örgütlenmeleri dağıtmıştır. Gelir gelmez en büyük örgüt düşmanlığı yapmıştır. Hiçbir yerde bir örgütlü ilişki bırakmamak için saldırısını arttırmıştır. 12 Eylül örgütlü topluma, toplumculuğa saldırıdır. Sadece örgütleri dağıtmak yetmemiştir, bu örgütleri ortaya çıkaran örgütsel zemini de ortadan kaldırmıştır. Çünkü 12 Eylül’den önce herkes toplumcudur. Sosyalistler toplumcudur, İslamcılar toplumcudur, sosyal demokratlar toplumcudur, hatta faşistler kendilerine milliyetçi toplumcuyuz demektedirler. Yani toplumculuk geçer akçadır. Önceleri hiç kimse bana ne toplumdan, ben kendimi düşünürüm diyemezdi. 12 Eylül’den önce bana ne toplumdan, ben kendi çıkarıma bakarım, kendi işime bakarım, ben kendimi düşünürüm denseydi insanın yüzüne tükürürlerdi. İşte kapitalist sistem, Türk devleti ve Türkiye’deki komprador düzen, tekelci düzen toplumdaki bu top-

12 Eylül Örgütlü Topluma Saldırıdır 12 Eylül darbesinin en önemli ayaklarından biri Turgut Özal’dır. Ekonomi tamamen Turgut Özal’a teslim edilmiştir. Bu ekonomik sistem nedir? Kapitalist sisteme bağlı bir ekonomidir. Ya da Türkiye’nin sindirim sistemini ve yemek borusunu tümüyle Batıya bağlamanın sorumlusudur. Turgut Özel sadece bir ekonomik uzman değildir. Ekonomi bakanlığı yanında oluşturulacak yeni Türkiye’nin de yüzüdür. Özal şahsında siyasal İslam’ın sistem içine alınmasıdır. Turgut Özal’ı böyle anlamak lazım. Belki başka bakanlar da vardır, ama Türkiye’nin o yıllarda ekonomi politikasını, sosyal politikasını yürüten tamamen Özal’dır. Özal, Türkiye toplumunu tamamen kapitalizme uygun hale getirme projesinin sorumlusudur. Böyle bir sorumlulukla iktidarda yer almıştır. Demirel yıllarca, “Türkiye anayasası, Türkiye’nin sosyal ve ekonomik yapısına bol gelmektedir” demiştir. Yani Türkiye’de öyle bir anayasa ve yasa olmalı ki, örgütlenme ve düşünce özgürlüğü fazla olmamalı. Örgütlenme ve düşünce özgürlüğü fazla olursa o zaman kapitalist sistem gelişemez. Kapitalist sistem toplumun, emekçilerin örgütlenmesiyle, direnişiyle hep sekteye uğrar. Demirel, bu yaklaşımla Türkiye’nin daha otoriter bir sisteme ihtiyacı olduğunu hep dillendirmiştir. Türkiye, Batı sistemini kendine esas almıştır. Ancak Türkiye toplumu, Kürdistan toplumu hala kapitalist modernist sisteme uygun değildir, hala toplumcu değerler hakimdir. İşte Özal’ın en önemli görevi, Türkiye ve Kürdistan’daki toplumcu değerleri yıkarak, toplumu dağıtarak, toplumu dağıtıp bireyciliği geliştirerek Türkiye ve Kürdistan’ı kapitalizme uygun hale getirmeyi hedeflemiştir. Özal’ın projesi esas olarak budur. Özal sadece bir ekonomik uzman değildir, kapitalist ekonomiye uygun yeni bir toplum yaratmanın modelidir. Yani toplumsallığı dağıtılmış, bireycileştirilmiş bir toplum ve birey yaratılmak istenmektedir. Özal bunu da İslam adına, inançlı insan adına yapmıştır. Toplumculuğun dini olan İslam, bireyciliği, liberalizmi kendisinin esas dini haline getirmiş Özal tarafından toplumu dağıtmanın aracı haline getirilmeye çalışılmıştır. 12 Eylül askeri darbesinin en önemli görevlerinden biri ya da planlamalarından, hedeflerinden biri, toplum-

Solun ezildiği, Kürtlerin ezildiği, siyasal İslam’ın da radikal yanlarının törpülenerek mevcut devlet sistemine eklemlendiği yeni bir Türkiye şekillenmesi yaratmak amacıyla 12 Eylül askeri darbesi gerçekleşmiştir. lumculuğu dağıtıp, bireyciliğin geliştirilerek Türkiye’nin kapitalizme uygun, sömürüye uygun hale getirilmesi için Özal gibi kişilikler şahsında toplumculuğa büyük bir saldırı gerçekleştirmiştir. Özal’ın köşeyi döndürme politikası, topluma hangi yolla olursa olsun köşeyi dönme zihniyeti vermesi, teşebbüsçü, yani girişimci bir zihniyet kazandırmak istemesi bundandır. Girişimcilik dediği de kapitalist kafadır. Yani toplumu yol ve yöntem ne olursa olsun sömürme ve kapitalizmi geliştirme zihniyeti ve kişiliğidir. Bu nedenle daha sonra çoğu batan bankerler ortaya çıkarılmıştır. Bu bankerler yoluyla, yani soyguncular, vurguncular eliyle toplumun elindeki bütün değerler tekellere aktarılmıştır. O da bir politikadır. Bankerzedeler vardı; bankerzedeler neydi? Toplumun elindeki birikimi tekellere aktaran bankaların iflas etmesiyle kendileri de iflas eden insanlardı. Bankerler yoluyla toplumun birikiminin tekellere aktarılması bilinçli bir politikaydı. O yılların Türkiye’sinde toplumsal değerleri olan Türkiye’de, her yerde gençlerin örgütlendiği, işçilerin örgütlendiği, sağlıkçıların örgütlendiği, toplumun örgütlü olduğu Türkiye’de kapitalizmi istedikleri gibi geliştirmeleri mümkün değildi. Bu nedenle hem örgütleri dağıtarak, hem toplumsallığı dağıtarak Türkiye, kapitalizm sömürü-

39


Özgür Halk süne açık hale getirilmiştir. 12 Eylül’ün en temel hedeflerinden biri de budur. Bu konuda da önemli bir mesafe alınmıştır. 12 Eylül’ün önünde kendisinin de beklemediği bir biçimde hiçbir engel ortaya çıkmamıştır. Aslında solun, sosyalistlerin direneceği beklenilmiştir; ancak 12 Eylül gerçekleşince, 13 Eylül’de neredeyse bıçakla kesilircesine sol güçlerin, demokrasi güçlerinin direnişi ortadan kalkmıştır, ya da çok cılız biçimde bir karşı koyuş ortaya çıkmıştır. Türkiye’deki çok güçlü ve örgütlü gözüken solun bu kadar dirençsiz olması, 12 Eylül’e karşı direnememesi karşısında PKK de, Kürt Özgürlük Hareketi de tek başına direnmenin tümüyle bir ezilme ve tasfiye getireceğini düşünerek Ortadoğu’ya geri çekilmesini sürdürmüştür. Hem Türkiye solunun etkisiz kalması, bir mücadele içine girmemesi, hem de Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiye’deki bu siyasal ortamı görerek geri çekilme politikası izlemesi 12 Eylül’ün amaçlarını daha kolay gerçekleştirmesini sağlamıştır. Kısa sürede Türkiye ve Kürdistan’da siyasal bir hakimiyet sağlamıştır. Bu siyasal hakimiyet üzerinde de özel savaş politikaları yürüterek, psikolojik savaş politikaları yürüterek Türkiye toplumunu bir daha örgütlenemez, direnmez hale getirmeye çalışmıştır. Bu politika hem Türkiye’de hem de Kürdistan’da izlenmiştir. Bu pasifikasyon ve suskunluk bir daha solun ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin örgütlenememesi ve mücadele etmemesi biçiminde değerlendirilmeye çalışılmıştır. Zaten amaç da böyledir. Sosyalistler ezilip, Kürtler ezilip Türkiye elli yıllık yeni bir siyasal sistem planlamasına kavuşturulacaktır. Tabii bunun için sadece ezme yetmez, bunun sosyal yapısını, psikolojik yapısını da yaratmak gerekiyor. Toplumun da bir daha bu tür gelişmelere imkan vermeyecek düzeyde ezilmesi ve iradesinin kırılması gerekmektedir. Toplum zihniyetiyle, duygusuyla tamamen sisteme teslim olmuş, bir daha hiçbir örgütlenmeye, direnmeye zemin olmayacak hale getirilmeye çalışılmıştır. 12 Eylül’ün toplum üzerindeki hedefi de, planlaması da bu doğrultuda olmuştur. Sistem siyasal, sosyal ve ekonomik olarak kendisini böyle bir toplum zemini üzerinden geliştirip ve bu toplumsal karakteri kalıcı hale getirip elli yıl rahat bir biçimde yaşamak istemiştir. Ancak 12 Eylül beklemediği bir yerde direnişle karşılaşmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi Önder Apo’nun öncülüğünde belli kadroları çekerek Ortadoğu’da eğitip, örgütleyip yeniden mücadeleye hazırlama çabası içine girmiştir. Türkiye’deki bütün sol örgütler ezilirken, örgütler dağılırken, Türkiye’de, Kürdistan’da işbirlikçi, milliyetçi, reformist, teslimiyetçi gruplar tümüyle dağılırken, Önder Apo öncülüğündeki PKK, Ortadoğu’da kendini eğiterek, örgütleyerek yeniden mücadele eder hale getirme çabası yürütmüştür.

Eylül 2015

lişme yaratacak bir direniş ortaya çıkarmışlardır. 12 Eylül rejimi Amed zindanı şahsında Kürt Özgürlük Hareketi’ni zindanda betona gömmek isterken, toplumu tümden pasifize edip teslim alma zemini haline getirmeye çalıştı. Zindanlar tam da 12 Eylül’ün hedeflediği, planladığı amaçların tersine, tarihi bir direniş göstererek 12 Eylül’ü ideolojik yenilgiye uğratmışlardır. 12 Eylül’e karşı en büyük direniş, ideolojik olarak yenilgiye uğratma Amed zindanında gerçekleşmiştir. Hayri’nin, Kemal’in öncülüğünde gelişen bu direniş, 12 Eylül rejiminin amaçlarını tersine çevirmiş, 12 Eylül zindanlar şahsında Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmek isterken, zindanlarda yarattığı teslimiyet temelinde Kürt toplumunu tümden pasifize edip kültürel soykırımı hızlandırmak isterken, zindan direnişi PKK’nin örgütlenmesine, PKK’nin moral değerlerinin gelişerek daha direnişçi hale gelmesini sağlamış, Kürt toplumu açısından da pasifikasyon değil, zindanlarda direniliyorsa, biz de direnebiliriz denilecek bir direniş ruhu ortaya çıkarmıştır. Kürt toplumu da, kültürel soykırımcı sömürgeciliğe karşı direnilebileceğini görmüştür. Türk devleti pasifikasyonu arttırmak isterken, zindana dayalı teslimiyeti yaratmak isterken, Kürt toplumu zindana dayanarak daha da politikleşmiş, daha da geleceğe umutla bakan ve toplum içinde direnişin mayalanmasını sağlayan bir durum orta-

12 Eylül’den önce herkes toplumcudur. Sosyalistler toplumcudur, İslamcılar toplumcudur, sosyal demokratlar toplumcudur, hatta faşistler kendilerine milliyetçi toplumcuyuz demektedirler. Yani toplumculuk geçer akçadır ya çıkmıştır. Bu durum özellikle Kürdistan’da çok büyük değişiklikleri ortaya çıkarmıştır. Türk devleti, ulus-devleti 12 Eylül’le birlikte yeniden restore edip Kürtleri yok ederek ulus-devlet hedefine kısa sürede tümden ulaşmayı hesaplarken, zindan direnişiyle, zindan direnişinin yarattığı moral etkiyle PKK ve Kürt toplumunun canlanmasıyla ulus-devlet büyük bir ideolojik yenilgiye uğratılmıştır. Türk devletinin Kürtleri yok ederek ulus-devleti sağlama projesi tarihin en büyük darbesini zindanlarda yemiştir. 12 Eylül darbesi gerçekleştirdiği zulüm düzeniyle Kürdistan’da soykırımı tamamlayacağını düşünürken, soykırım sistemi zindanda büyük bir darbe yemiştir. 12 Eylül ideolojik ve siyasi olarak büyük bir darbe yemiştir. 12 Eylül ilk yenilgisini Diyarbakır zindanında almıştır. Hem de çok büyük bir yenilgi almıştır, çok büyük bir darbe almıştır. Bir daha belini doğrultamayacak bir darbeyi 12 Eylül zindanında almıştır. Çünkü Amed zindanındaki direniş, Kürt Özgürlük Hareketi’nin örgütlenmesini, mücadelesini hızlandırmıştır. Türk devleti PKK’yi zayıflatmak, yok etmek isterken, zindan direnişi şahsında PKK’nin örgütlülüğünün güçlenmesi gerçekleşmiştir. Önder Apo’nun büyük çabaları, zindan direnişiyle büyük bir anlam kazanmıştır. Zindan direnişi Önder Apo’nun çabalarını anlamlandırarak hem zindan direnişini daha

Zindan Direnişi Kürt Toplumunda Direniş Ruhunu Geliştirmiştir 1980 sonrası Kürt Özgürlük Hareketi Ortadoğu’da kendini yeniden örgütlemeye, toparlamaya ve mücadele eder hale getirmeye çalışırken, Diyarbakır zindanında PKK’nin Önder kadroları, kadroları, sempatizanları ve taraftarları Kürdistan tarihini değiştirecek, PKK’nin mücadele tarihinde çok önemli dönüm noktası olacak, ge-

40


Özgür Halk

da büyütmüş, hem de Önder Apo’nun çabaları zindan direnişiyle birleşerek daha büyük sonuçlar ortaya çıkarmıştır, daha hızlı gelişmeler ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz bunlar direnişle gerçekleşmiştir. Eğer direniş olmasaydı, Amed zindanındaki zulüm, vahşet tutsaklar şahsında PKK’yi bitirecekti. Bu açıdan hep Amed zindanındaki işkencelerden söz ederler. Sanki işkence çok yapıldığı için PKK gelişmiş, PKK büyümüş gibi değerlendirme yapanlar vardır. Bu değerlendirmeler yanlıştır. Eğer PKK’lilerin yaptığı direniş olmasaydı, 14 Temmuz şahsında büyük zindan direnişi olmasaydı bugün o baskılar PKK’yi de bitirmişti, Kürt’ü de bitirmişti. Ama PKK önderleri, kadroları, sempatizanları direnerek o zulmü kırmışlardır, yenmişlerdir. O zulmün amaçlarını tersine çevirmişlerdir. Bu açıdan 12 Eylül’e karşı direniş derken, 12 Eylül’ün yenilgiye uğratılması ya da PKK’nin güçlenmesi, büyümesi, gelişmesi derken burada esas olarak direnişi görmek gerekir, direnişi esas almak lazım. Yoksa zulüm hedeflediği sonuçlara ulaşırdı. Bu yönüyle şu kadar işkence yapılmış, bu kadar işkence yapılmış demek hiçbir anlam ifade etmiyor. Şu zulüm yapıldı, bu zulüm yapıldı, ama buna karşı direnildi demek bir anlam ifade ediyor. İşkence görmek bir marifet değildir; zulüm altında yaşamak herhangi kimseye bir artı getirmez. Hiç kimseye onur getirmez. Ama direnildiği takdirde o işkenceler anlamlı hale gelir, o zulüm anlamlı hale gelir ya da o zulüm ve işkence direnişle tersine çevrilebilir. O zulüm ve işkence direnişle büyük gelişmelere vesile olmuş olur.

Eylül 2015

nerek ayakta kalmıştır. Bazı alçaklar, bazı yeminli Apo ve PKK düşmanları sanki diğer örgütleri 12 Eylül değil de, baskı ve zulüm değil de PKK dağıtmış, PKK bitirmiş gibi alçakça değerlendirmeler yapmaktadırlar. Onları bitiren, dağıtan 12 Eylül’ün zulmüdür. 12 Eylül kök kazımak istiyordu. Bütün örgütleri dağıtmak istiyordu. 12 Eylül onlar şahsında başarılı olmuştur, ama PKK şahsında yenilgiye uğratılmıştır. Bu açıdan 12 Eylül’ün yıldönümünde Kürdistan’daki ve Türkiye’deki amaçları anlatılırken, esas olarak da bu darbeye karşı, bu zulme karşı direnişin ortaya konulması gerekiyor. 12 Eylül denilince akla direniş gelmelidir. Akla emperyalizm ve Türk devletinin politikalarının direnişle nasıl boşa çıkarıldığı gelmelidir. En başta da zindan direnişi, zindan direnişi temelinde Önder Apo’nun kadrolarını yeniden eğitip örgütleyerek Kürdistan dağlarına gönderip mücadeleyi başlatması ortaya konulmalıdır. 12 Eylül rejimi Kürdistan’da boşa çıkarılmış, tersine çevrilmiştir. Ancak Türkiye cephesinde 12 Eylül önemli düzeyde hedeflerine ulaştı. Türkiye’deki sol, sosyalist güçlerin örgütlenmesini dağıttı. Amiyane deyimle marjinalize etti. Birçok örgütü tasfiye etti. Toplumun örgütlülüğünü dağıttığı gibi, bireyciliği geliştirerek, özel savaşı geliştirerek, toplumdaki toplumcu değerleri ortadan kaldırarak, insanları toplumculuktan, dolaysıyla da örgütlenmekten uzaklaştırarak güçsüzleştirdi ve sistemin tamamen nesnesi haline getirdi. 12 Eylül bu yönüyle Türkiye toplumunda önemli düzeyde amacına ulaştı. Bugün Türkiye solu bir türlü ayağa kalkamıyor. Bir zamanlar devrimci hareketin güçlü olduğu Karadeniz tamamen şovenizm zehriyle sistemin etkisi altına girmiştir. 12 Eylül’den önce CHP içinde kısmi bir muhalif, toplumun sesi olmak isteyen kesimler vardı. Özellikle 1970’lerden sonra CHP içinde böyle bir damar ortaya çıkmıştı. Ama 12 Eylül askeri darbesinden sonra bu damar etkisizleştirilerek, CHP’yi daha çok Kürt Özgürlük Hareketi karşısında şoven pozisyona koyan bir siyasi güç haline getirildi. Toplumda aydınlar, yazarlar, toplumun ilerici demokratik

PKK direnerek ayakta kalmıştır İşte bunu zindan direnişi gerçekleştirmiştir. Bu tabii ki 12 Eylül’ün Kürdistan’daki planlarını boşa çıkarmıştır. Eğer Türk devletinin Kürtler üzerinde, Kürdistan üzerindeki kültürel soykırımcı politikaları boşa çıktıysa, bunu sağlayan Kürt Özgürlük Hareketi’dir, PKK’dir. Bu direniş olmasaydı sadece PKK değil, Kürtlük de bitmişti. Diğer örgütler zaten bitmişti. Diğer örgütleri bitiren, o zulüm düzeni, işkence düzeni, baskı düzenidir. Ama PKK dire-

41


Özgür Halk kesimleri susturuldu. Demokratik bir tutum göstermeye çalışıldığında linç edildiler. Özellikle de Kürt halkının özgürlük mücadelesinin geliştiği ortamda demokrasi güçlerinin ve solun güçlenmesine hiç izin verilmedi. Sol ve demokrasi güçleri Kürtlerle birleşir, kendileri için tehlikeli olur düşüncesiyle gerçekten demokrasi güçlerinin, solun, aydınların, yazarların nefes alamayacağı bir özel savaş, psikolojik savaş yürütüldü. Zaten işçilerin örgütlülüğü dağıtıldı. İşçilerin örgütlülüğü ve sol örgütler dağıtıldığı için toplum tamamen kapitalizmin sömürü nesnesi haline getirildi.

Eylül 2015

ra ilk seçimlerde bir generalin kurduğu parti vardır. Bu partiyle en azından dört beş yıl 12 Eylül farklı biçimde sürdürülecekti. Yani Cunta sürmeye devam edecekti. Ancak toplumda büyük bir tepki olduğundan Özal iktidar olmuştur. Aslında Özal’ın bir dönem sonrasında Başbakan yapılması düşünülüyordu. En azından 1983’ten 1988’e kadar bir generalin partisiyle götürülmek isteniyordu. Ondan sonra Özal’ınki gibi patiye teslim edilecekti. Ancak generallerden bıkmış olan toplum ve uluslararası güçler bunu uygun görmediler, Özal gibi bir partinin iktidara gelmesini daha uygun gördüler. Nitekim Özal kazandı. Aslında Özal 12 Eylül rejimine karşı bir başarı kazanmamıştır. 12 Eylül’ün bakanıydı. 12 Eylül’ü en iyi uygulayanlardandı. 12 Eylül’ün amaçlarını esas temsil eden kişilikti. Zaten 12 Eylül rejimi böyle bir kişiliğe ve partiye Türkiye’yi teslim etmek istiyordu. Fakat özellikle Türkiye’deki klasik siyasal odaklar, ordu içindeki kesimler dört yıl daha doğrudan kendilerini kontrol etmek istedi, ama bu olmadı. Turgut Özal, 12 Eylül sisteminin hedeflediği biçimde toplumsal yapıyı tamamıyla kapitalist moderniteye uygun hale getirecekti. Diğer taraftan da kendi felsefesi, yaklaşımıyla Kürdistan’daki kültürel soykırımı tamamlayan, Kürtleri tamamen sisteme entegre eden bir rol oy-

12 Eylül Türkiye’de başarıya Kürdistan’da ise yenilgiye uğratılmıştır Türkiye’de 1960’larda, 1970’lerde ortaya çıkan özgürlük ve demokrasi birikimi önemli düzeyde ezildi, susturuldu. Aslında Kürt Özgürlük Hareketi 1984’te mücadeleyi başlatmasaydı, toplumdaki özgürlükçü, demokratik, sosyalist değerleri, eğilimleri canlı tutan bir mücadele yürütmeseydi Türkiye toplumu tümden bitirilecekti. Muhalifler tümden ortadan kaldırılacaktı. Ya da tamamen sistemin yedeğine düşürülecekti. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadele etmesiyle birlikte sol, belli düzeyde varlığını sürdürdü. Öyle ki, 1991’deki bir af kanununda olduğu gibi Kürt Özgürlük Hareketi ile solun birleşmesini engellemek açısından solu cezaevinden çıkarma, böylelikle Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı mücadele verme döneminde solla Kürt Özgürlük Hareketi’nin ortak mücadele içine girmesi engellenmeye çalışıldı. Ama bu bir yönüyle de solun nefes almasını sağlayacak bir durum ortaya çıkardı. Bu açıdan 12 Eylül Türkiye’de başarıya ulaşmıştır, önemli düzeyde sonuçlarını yaratmıştır, ancak Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi, Kürdistan’da 12 Eylül’ü önemli düzeyde boşa çıkardığı gibi, Türkiye cephesinde de tümden hedeflerine ulaşmasını engellemiştir. Örneğin, İslami çevrelerin hemen sistem içine alınması durumu gerçekleşmemiştir. Özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı sert bir mücadele ortamında işbirlikçi siyasal İslam’ın Kürtlere karşı psikolojik savaş nedeniyle de olsa yumuşak yaklaşması o andaki kirli savaşçıların işine gelmediğinden böyle bir siyasi eğilimin güçlenmesine fırsat vermemişlerdir. Ya da Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi Erbakan şahsında var olan siyasal İslam’ın tümden iğdiş edilmesini engelleyen bir siyasal durum ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan da 12 Eylül rejimi siyasal İslam’ın radikal yanlarını törpüleyip tümden sistem içileştirmek isterken, Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi Türk devletinin bu planını da önemli oranda boşa çıkarmıştır. 12 Eylül anayasasıyla, rejimiyle Türkiye’de kendini hakim kılarken, öte yandan elli yıllık olarak kendini planlayan 12 Eylül rejimi daha ilk on yılına ulaşmadan büyük gedikler vermiştir; zayıflıklar ortaya çıkmıştır. Bunu da kesinlikle sağlatan Kürt Özgürlük Hareketi’nin zindan direnişi, daha sonra 1984’te başlayan 15 Ağustos gerilla hamlesidir. Özcesi hem zindanda, hem dağda 12 Eylül rejiminin tüm hedeflerine ulaşmasını engelleyen büyük bir mücadele olmuştur. 12 Eylül tam da ilk önceleri planlandığı gibi Özal’ın partisine devredilmiştir. Aslında 12 Eylül rejiminden son-

AKP kimi kırıntılarla 12 Eylül rejimini yeniden restore etmek istiyor. 12 Eylül anayasasını siyasal İslam’ın da içine alındığı biçimde restore ederek Kürtleri ve sol güçleri tasfiye etmek istiyor nayacaktı. Ancak 15 Ağustos hamlesi gelişti. 15 Ağustos hamlesi sadece cuntanın elli yıllık hedeflerini boşa çıkarmadı, aynı zamanda Özal’ın Türkiye’yi tam bir kapitalizmin merkezi haline getirme, Ortadoğu’nun ajan ülkesi haline getirme, Kürtleri entegre ederek kültürel soykırımı tamamlama hedefini engelledi. Eğer bugün Türkiye hala tam sisteme entegre edilmemişse, Türkiye Ortadoğu’da bir ajan ülke olarak kullanılamıyorsa, bu Kürt Özgürlük Hareketi’nin geliştirdiği mücadele temelinde Türkiye’deki sol ve demokrasi güçlerinin ayakta kalması soncudur. Kürt Özgürlük Hareketi bu sisteme karşı büyük bir direniş gösterdi. Aslında Özal da bir daha Kürtlerin ayağa kalkamayacağını düşünüyordu. Solun da ayağa kalkamayacağı düşünülüyordu. Ama Kürtler ayağa kalkınca, Kürt Özgürlük Hareketi önemli bir hamle yapınca Özal 12 Eylül’ün istediği düzenin kurulamayacağını gördü. Ancak sistemde belirli yumuşamalar, reformlar yaparak Kürtleri entegre edebileceğini düşündü. Çünkü 12 Eylül’ün yarattığı ortam eğer Kürtler sistemin parçası haline getirilmezse bozulacağını, dağılacağını düşündü. O Türkiye’yi tamamen kapitalizmin cennetti haline getirmek istiyordu. ABD’nin, Batının, sistemin tamamen uzantısı haline getirmek istiyordu. Ama PKK hamle yaparak buna engel olmuştu. Özal, “acaba daha fazla derinleşmeden, bu mücadele gelişmeden Kürtlerin öz-

42


Özgür Halk gürlük ve demokrasi taleplerini sistem içileştirip entegre edebilir miyim” hesabı yaptı. Ama Türkiye’deki inkarcı, sömürgeci sistem o kadar katı ki, bırakalım Kürt sorununun çözümünü, Kürtlere kimi kırıntılar verip sistem içine entegre edilmesini bile kabul etmeyecek bir ulus-devlet bağnazlığı içinde olduğundan Özal’ı da daha sonra tasfiye ettiler. Yoksa Özal 12 Eylül karşıtı değildi. 12 Eylül sistemini uygulamak isteyen bir güçtü, bir siyasi liderdi. Yine Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı özel savaşı başlatan bizzat Özal’dı. Ama Özal 12 Eylül darbesi sonrası düşünülen sistemin düşünüldüğü gibi çok katı bir biçimde sürdürülemeyeceğini gördü. Özgürlük Hareketi’nin hamlesinin güçlü olması, etkili olması, Kürdistan toplumunu etkilemesi Özal’ı Kürt Özgürlük Hareketi’ni sistem içileştirme ve entegre etme biçiminde bir yola götürdü. Aslında psikolojik savaş ağırlıklı özel savaşla Kürtler üzerinde egemenliği yeni koşullarda gerçekleştirme rolünü o zaman Özal üstlenmek istedi. Fakat o zamanki güçler biz ezeriz, tasfiye ederiz düşüncesiyle Kürtlere karşı bir özel savaş sistemiyle, psikolojik savaşla beslenmiş mücadele dönemini bile kabul etmediler.

Eylül 2015

sistem içine alınmış haliyle sistemin Kürtler üzerinde ve sol üzerinde yeniden hegemonya kurmasını sağlamaya çalışmaktadırlar. Şu andaki mücadele bu temelde yürümektedir. 12 Eylül rejimini iktidarcı siyasal İslam’ın sistem içine alınmış biçimiyle kökleştirmek isteyen AKP ve kültürel soykırımcı faşist güçlerle Kürt Özgürlük Hareketi ve demokrasi güçlerinin bloku arasında bir mücadele olmaktadır. Ya klasik devletle AKP arasında gerçekleşen blok etkin olup 12 Eylül restore edilecektir ya da Kürt Özgürlük Hareketi, demokrasi güçleri ve sol güçlerin birliğinden oluşan cephe etkin olup, mücadeleyi kazanıp 12 Eylül rejimini değiştirerek, Türkiye’yi demokratikleştirip Kürdistan’ı özgürleştirecektir. Şu andaki mücadeleyi kesinlikle bu çerçevede görmek gerekir. Ama şu kesindir, 12 Eylül daha başından, daha ikinci yılındayken zindanda ve 1984’te dağda ve Kürdistan’da gelişen mücadeleyle ideolojik ve siyasi olarak yenilgiye uğratılmıştır. Yani 12 Eylül Türkiye’nin sosyal ve siyasal yapısına uygun olmayan bir rejim ve anayasa öngördüğünden daha ikinci yılında direnişle karşılamış, ideolojik yenilgiye uğramıştır. Kürt halkı direnişiyle, sol ve demokrasi güçler direnişiyle şimdiye kadar 12 Eylül rejiminin yarattığı sistemi kriz içinde tutmuşlardır. Tümden oturmasını, kalıcılaşmasını engellemişlerdir. Bu açıdan bugün süren mücadelede kaybeden 12 Eylül rejimi ve onun yeni ortağı AKP olacak, Kürt Özgürlük Hareketi, demokrasi güçleri kazanarak Türkiye’yi demokratikleştirip Kürdistan’ı özgürleştireceklerdir.

12 Eylül anayasası hala yürürlüktedir Bugün de Türkiye’de 12 Eylül sistemi var; 12 Eylül anayasası hala yürürlüktedir. Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi karşısında 12 Eylül’ün daha baştan itibaren önüne hedef koyduğu, siyasal İslam’ı sistem içileştiererek Kürt’ü, solu ezme politikası AKP ile devreye konulmuştur. AKP aslında Kürtleri bir rehabilite etme partisiydi, hükümetiydi. Ancak mücadele gelişince, sertleşince AKP hükümeti özel savaş yöntemleriyle psikolojik savaşı derinleştirerek tasfiye etmeyi hedeflemiştir. 12 Eylül’ü biraz liberalize etme ya da yeni koşullara uydurma hareketidir. AKP’yi ve Erdoğan’ı 12 Eylül’ü restore etme harekatı olarak görmek gerekir. Eğer bugün Erdoğan başkanlık sistemi diyorsa, rejim değişti, bunun anayasal bir çerçeveye kavuşması gerekir diyorsa, aslında yıpranan, yürümeyen 12 Eylül anayasasını yeni koşullarda yeniden üretmek istediğindendir. Kenan Evren’in kurmak istediği düzen, direnişimiz tarafından boşa çıkarıldı. Özgürlük mücadelemiz 12 Eylül rejiminin tümden oturmasını engelledi. Şimdi AKP kimi kırıntılarla 12 Eylül rejimini yeniden restore etmek istiyor. 12 Eylül anayasasını siyasal İslam’ın da içine alındığı biçimde restore ederek Kürtleri ve sol güçleri tasfiye etmek istiyor. Aslında siyasal İslam rejim içine alındı. Özellikle 2007’deki Dolmabahçe mutabakatıyla bu gerçekleşti. Ama Kürt karşıtlığı ve sol karşıtlığı üzerinden gerçekleşti. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve solun direnişi nedeniyle, demokratik güçlerin direnişi nedeniyle Kürt karşıtlığı ve sol karşıtlığı temelinde siyasal İslam’ın sistemin içine alındığı yeni rejim kurulamıyor, oturtulamıyor. İşte Erdoğan kendisini güç yaparak, bütün her şeyi ele geçirerek solu ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezip siyasal İslam’ın sistem içine alınmış biçimiyle 12 Eylül’ü restore etmek istiyor. Kesinlikle AKP’nin ve Erdoğan’ın yaptığı budur. Erdoğan’ın ve AKP’nin yaptığını 12 Eylül’den farklı biçimde göstermek kesinlikle kendini kandırmaktır. Ne AKP, ne Erdoğan özgürlükçüdür, ne de demokrasiden yanadırlar. Kendilerine Müslüman, kendilerine demokrattırlar. Yani kendilerinin

43


Özgür Halk

Eylül 2015

Şimdi Demokratik Özerklik Zamanı

Devrimci inat, iddia, sabır ve ısrar başarılı sonuç almayı getirir. Gerisi cesaret ve fedakârlıktır ki, bunlar Kürt gençliğinde ve halkında fazlasıyla vardır. Bu temelde ısrarla geliştirilecek demokratik özerklik mücadelesi AKP faşizmini yenilgiye uğratacağı gibi, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın demokratik modernite kuramının da başarılı bir uygulaması olacaktır. Kerim Nuda Türkiye’de olaylar baş döndürücü hızla yaşanıyor. Savaş dehşetiyle girilen Ağustos ayından yeni bir erken seçim kararıyla çıkılmış bulunuyor. Yeni hükümet kurma arayışıyla girilen Temmuz ayından da şiddetli bir savaşla çıkılmıştı. 24 Temmuz gecesi başlayan hava saldırıları ve siyasal soykırım operasyonları yeni bir çatışma sürecini başlatmıştı. Bundan bir ay sonra da 1 Kasım’da yapılacağı belirtilen bir erken seçime karar verildi. Şimdi savaş mı olacak seçim mi? Toplum ve tüm dünya kamuoyu bu sorunun cevabını bekliyor. Çünkü, normal koşullara göre bu ikisi bir arada olmuyor. Dolayısıyla içte ve dışta herkes bu durumu tartışıyor, Türkiye’de gidişatın nasıl olacağını anlamaya çalışıyor. Fakat burası Türkiye ve burada tarihte eşi bulunmayan düzeyde derinleştirilmiş bir özel savaş yaşanıyor. Bu nedenle, burada hiçbir şey normaline göre olmuyor. Bu açıdan, savaşla erken seçimin bir arada gündemleştirilmiş olması anormal değildir. Her ikisi de Kürdistan üzerinde yürütülen özel savaşın birer parçası olmaktadır. Hem de birbirini tamamlayan parçaları. Dolayısıyla her ikisi birlikte Kürt halkının geliştirdiği demokratik özerklik çözümünü engellemeyi ve bastırmayı amaçlamaktadır. Bu temelde savaş ile seçim birbirini tamamlayan unsurlar olmaktadır. Bunları planlayan ve yürüten AKP gerçeğine göre durum böyledir. Fakat hiçbir kural tanımadan yürütülen özel savaş altında adil ve demokratik bir seçimin nasıl yapılacağı sorusu yine de büyük çoğunluğun kafasındaki soru işareti olmaya devam etmektedir. Hatta bu temelde yeni bir seçimin yapılıp yapılamayacağı bile tartışılmaktadır. Çeşitli nedenlerle yeni bir seçimin yapılamayacağı ve erteleneceği görüşü bile ileri sürülmektedir. Çünkü AKP faşizminin Kürt halkı üzerindeki saldırıları tam bir siyasal ve askeri katliam düzeyine ulaşmış bulunmaktadır. Hergün onlarca Kürt yurtseveri gece baskınlarıyla gözaltına alınmakta ve tutuklanmaktadır. Kürt kasaba ve şehirlerinde tank ve top saldırıları ile tam bir savaş yaşanmaktadır. Şimdiye kadarki süreçte yaşanan sivil ölümleri yüze yaklaşmış bulunmaktadır. Çatışmalarda vurulan asker, polis, gerilla sayısı ise çok şiddetli bir savaşın yaşanmakta olduğunu tartışmasız ortaya koymaktadır.

Yaşanan savaşın şiddeti bunlarla sınırlı da değildir. AKP özel savaşı tırmandırabilmek ve daha çok yayabilmek için yeni birçok girişim geliştirmektedir. Yeni bir “Sınır ötesi operasyon tezkeresi” bugün mecliste görüşülmektedir ve başka hiçbir karar vermemiş olan 7 Haziran meclisi, böyle bir savaş kararını çok yüksek bir oyla verecektir. Çünkü AKP’nin yanında MHP ve CHP de sınır dışında savaş tezkeresine “Evet” diyeceğini açıklamış durumdadır. Hacivat-Karagöz oyunu gibi süren bütün iç tartışmalara rağmen, Türkiye’de ulus-devlet faşizminin nasıl birlik içinde olduğu açıkça görülmektedir. AKP’nin yeni saldırıları bununla sınırlı da değildir. Abdulhamit devrini andırır yeni bir hafiyelik sistemini geliştirmek için tüm gücüyle çalışmaktadır. İhbarcılık, ödüllendirilen yeni bir yasal yaşam olarak tanımlanmaktadır. Toplumun tüm kesimleri özel savaşa katılmaya hem zorlanmakta ve hem de teşvik edilmektedir. Herkesin birbirinden şüphelendiği ve korktuğu ucube bir toplum ortaya çıkartılmak istenmektedir. Tüm bunlara rağmen, Kürt halkının demokratik öz yönetim ilanlarıyla başlayan demokratik özerklik mücadelesi, kahramanlık çizgisindeki bir direnişle sürmektedir. Yediden yetmişe tüm Kürt toplumu söz konusu mücadeleye katılmakta ve bunu sahiplenmektedir. Kürt gençleri ve kadınları böyle bir mücadelenin başarısı ve bu temelde Türkiye’nin demokratik kurtuluşa ulaşması için tüm gücünü ortaya koymaktadır. Tüm zorluklarına ve acılarına rağmen, demokratik çözüm içeren Kürt direnişi yine de bayram havasında geçmektedir. Çünkü tek çare odur, AKP faşizminin tekçi dayatmasına karşı demokrasiyi temsil eden yegane çözüm gücü odur. Sarayı ve DAİŞ’i Koruma Savaşı Hemen herkes şu konuda hemfikirdir: AKP’nin dayattığı topyekûn özel savaşın iki amacı vardır: Birincisi Sarayı korumak ve ikincisi de DAİŞ’i korumaktır. Çünkü her ikisi de adeta sona gidecek düzeyde ciddi yenilgiler yaşamıştır. Bu nedenle, söz konusu yenilgileri bertaraf edecek korunmaya ihtiyaç duyar hale gelmiştir. İşte 24 Temmuz saldırısı biçiminde başlayan bugünkü savaş durumu da bunları gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. 24 Temmuzda başlatılan topyekûn savaşın, Tayyip

44


Özgür Halk Erdoğan’ın iktidarını korumayı amaçladığı tartışmasızdır. Aslında bu saldırı geçtiğimiz Mart ayından itibaren başlamış durumdadır. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, seçim kampanyası boyunca düşük yoğunluklu saldırılar yürüterek seçimi kazanacağını ve bu temelde iktidar planını uygulayacağını sanmıştır. Fakat 7 Haziran seçiminde AKP’nin kaybederek iktidardan düşmesi, Tayyip Erdoğan’ın tüm hesaplarını bozmuştur. Bu nedenle 7 Haziran seçim sonuçlarını Tayyip Erdoğan’ın hiçbir biçimde kabul etmediği açıkça görülen bir gerçektir. Nitekim 8 Hazirandan itibaren “Tekrar seçim” diyerek bu gerçeği ortaya koymuştur. “Tekrar seçim” kavramı bile bir öncekinin kabul edilmediği anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse, yeni ve erken seçim kavramlarını kullanmamakta, ısrarla “Tekrar seçim” demektedir. Bu bile Tayyip Erdoğan’ın 7 Haziran seçimini yok saydığının çok açık bir göstergesi olmaktadır. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dayandığı AKP, 7 Haziran seçimini kaybetmiş ve iktidardan düşmüştür. Bu durum Tayyip Erdoğan’ın da giderek iktidardan düşeceği anlamına gelmektedir. İşte 24 Temmuz’da başlatılan savaş bu düşüşleri engellemeyi ve AKP ile Tayyip Erdoğan’ın iktidarını korumayı amaçlamaktadır. Tayyip Erdoğan savaş içinde ve başkomutan olarak iktidarda kalmayı hedeflemektedir. Bir de savaş ortamına dayanarak öngörülen 1 Kasım “Tekrar seçimini” kazanmayı umut ve hesap etmektedir. Dikkat edilirse, 7 Haziran seçimini kaybetmenin nedeni olarak yeterince baskı uygulayamadığını ve hile yapamadığını görmektedir. Şimdi savaş içinde yapılacak sözde bir seçimle bu ikisini de gerçekleştirmeyi ve bu temelde 1 Kasım seçimini tek başına kazanmayı planlamaktadır. Hem de yeni bir anayasa yapacak ve Kenan Evren gibi kendisini anayasa başkanı haline getirecek bir sonuca ulaşmayı hesaplamaktadır. Kuşkusuz savaş içinde AKP ve Tayyip Erdoğan bunları yapabilir. Savaş içinde adil ve demokratik bir seçim olmaz, fakat Tayyip Erdoğan’ın saray iktidarını koruyacak bir sonuç baskı ve hile ile rahatlıkla elde edilebilir. Zaten çeşitli entrikalarla MHP’nin bölünmesi başarılmıştır. HDP’ye ise, söz konusu savaş ortamına dayanarak propaganda yaptırılmayacak ve büyük çoğunlukla da oylarına el konulacaktır. Eğer bu ortamda bir seçim yapılırsa hem MHP’nin ve hem de HDP’nin baraj altında kalma ya da daha doğrusu bırakılma ihtimali vardır. Tayyip Erdoğan’ın savaş içinde seçim planı bunları içermektedir ve bu gerçeğin herkes tarafından tereddütsüz görülmesi gerekir. Tayyip Erdoğan’ın 24 Temmuzda başlattığı savaşın amacı kesinlikle budur ve bundan hiç kimsenin tereddüdü olmamalıdır. Nitekim bu gerçeği göremeyen bazıları, şaşkınlık içinde “AKP bu savaşı niye başlattı?” diye sormakta ve bir anlam verememektedir. İktidar savaşından kopuk düşünme buna yol açabilir, fakat Tayyip Erdoğan’ın başkan olma ve on yıl başkanlıkta kalma ihtirası dizginlenemeyecek düzeydedir. Bunun için Tayyip Erdoğan’ın değil savaş, iktidar ve başkanlık için yapmayacağı hiçbir şey yoktur. 24 Temmuz savaşının sarayı koruma yanında DAİŞ’i koruma boyutu da esas ve başattır. Zaten bu ikisi sanki iç içe geçmiş bir bütünlük gibidir. Baştan beri AKP’nin

Eylül 2015

DAİŞ’i yarattığı ve desteklediği söylenmektedir. Fakat mevcut durum bu gerçeği çok daha yalın bir biçimde görülür kılmıştır. Sanki Tayyip Erdoğan’ın saray iktidarı ile DAİŞ’in varlığı iç içe geçmiştir. Nitekim 24 Temmuz savaşının DAİŞ’i koruma boyutu çok daha önde ve açıktır. Bu konuda önceki sürece kısaca bakalım ve Kobani direniş sürecini hatırlayalım. O dönemde bölgede ve dünyada tüm insanlık gittikçe çok daha fazla bir oranda Kobani direnişi ile birleşirken, Tayyip Erdoğan ve AKP’nin ise Kobani’ye saldıran DAİŞ faşizmiyle birleştiğini gördük. Tayyip Erdoğan’ın büyük bir zevkle söylediği “Kobani düştü düşecek” sözlerini unutmak elbette mümkün değildir. Dolayısıyla DAİŞ’in Kobani’yi alarak Rojava Devrimine çok ağır bir darbe vurmasını sağlamak için AKP iktidarı elinden gelen tüm desteği vermiştir. Peki sonuç ne oldu? DAİŞ faşizmi Kobani’de yenilmek ile kalmadı; ardından Til Hemis, Çiyayê Kezwan, Mebluka, Til Abyad ve Haseki yenilgileri geldi. YPG-YPJ Karargahının yaptığı açıklamalara göre, DAİŞ’in esas vurucu gücü olan muhacir kuvvetler çok büyük oranda ezildi. Böylece DAİŞ sadece Kürdistan’da yenilme ve ilk yenilgisini alma gibi bir durumu yaşamadı, aslında ciddi bir kırılma yaşayarak bir artık gerileme sürecine girdi.

Hemen herkes şu konuda hemfikirdir: AKP’nin dayattığı topyekûn özel savaşın iki amacı vardır: Birincisi Sarayı korumak ve ikincisi de DAİŞ’i korumaktır. Çünkü her ikisi de adeta sona gidecek düzeyde ciddi yenilgiler yaşamıştır İşte bu durum, Suriye ve Kürdistan politikalarını DAİŞ’e bağlamış olan AKP iktidarını ciddi bir telaş içine soktu. Bunun yarattığı şaşkınlığı aştıktan sonra da bundan nasıl kurtulacağı arayışı içerisine girdi. Ve bu konuda komplocu ve katliamcı yöntemler de dahil her türlü yöntemi uygulamaktan geri durmadı. Yakın geçmişe kısaca bakalım, olup bitenler gerçekten çok ilginçtir. 20 Temmuzda Suruç katliamı yaşandı ve AKP Hükümeti tarafından “DAİŞ yaptı” dendi. İki gün sonra Kilis sınırında bir Türk askerinin vurulduğu ve bunun da DAİŞ tarafından yapıldığı açıklandı. Ardından da kaşla göz arasında “DAİŞ terörüne karşı savaş başlatıyoruz” denerek, 24 Temmuzda PKK ve Kürt halkına yönelik mevcut saldırı süreci başlatıldı. Bu olayların bir kısmı şaibelidir. Sınırda gerçekten Türk askeri vurulmuş mudur? Bu durum tam belli değildir. Vurulmuşsa bunu DAİŞ mi yapmıştır? O da belli değildir. Nitekim olayın yaşandığı köy halkı DAİŞ’in böyle bir şey yapmadığını söylemiştir. Fakat bunu bahane yaparak AKP Hükümeti “DAİŞ, DHKP-C ve PKK terörüne karşı savaş” deyip mevcut süreci geliştirmiştir. Burada Kürt direnişini DAİŞ ve DHKP-C’nin yanına koyarak onlarla aynılaştırma ve Şengal ile Kobani direnişlerinin Türkiye ve dünya kamuoyu üzerindeki büyük etkisini kırma taktiğinin izlenmeye çalışıldığı açıktır. AKP istediği kadar yırtınsın, herkes bu gerçeği tüm yönle-

45


Özgür Halk riyle anlayabiliyor. Fakat bununla birlikte ikinci bir taktik daha var ki, o da çok önemlidir. Yani ortada henüz bir AKP-DAİŞ savaşı gerçek anlamda yoktur. Yaşananların bir danışıklı dövüş olduğu gerçeği kendini daha çok göstermektedir. Dikkat edilirse, DAİŞ ile AKP arasındaki sözde çatışma, ancak AKP hükümeti buna ihtiyaç duyduğu zaman olmaktadır. Onun dışında herhangi bir çatışma durumundan söz edilmemektedir. 20-24 temmuz arasında PKK’ye karşı savaş başlatabilmek için buna ihtiyaç duyuldu ve böyle bir savaş olduğu ilan ve ifade edildi. Ardından neredeyse bir buçuk aylık bir süre geçti, bu süre içinde ne AKP DAİŞ’e yönelik saldırı yaptı ne de DAİŞ AKP’ye karşı herhangi bir eyleme başvurdu. İşte bu durum son üç gündür bozulmuş bulunuyor. Özel savaş basını Türk jetlerinin DAİŞ hedeflerini vurduğunu söylüyor ve 2 Eylül günü yine Kilis’te DAİŞ’in bir Türk askerini vurduğu bilgisi haber yapılıyor. Tabi 3 Eylül günü de TBMM’de “Sınır ötesi operasyon tezkeresi” görüşülüyor. MHP ve CHP oylarıyla da söz konusu tezkere büyük bir çoğunlukla meclisten geçiyor. Peki, buna ne demeli? Bunun gerçekten bir AKP-DAİŞ savaşı olduğu söylenebilir mi? Böyle olmadığı çok açıktır. Çünkü AKP Hükümeti siyaseten ihtiyaç duyduğu zaman DAİŞ’in sözde eylemleri olmakta ve Türk ordusu da buna cevap vermektedir! Hâlihazırda AKP ile DAİŞ arasında gerçek bir savaşın olmadığı tartışmasızdır. Ortada danışıklı bir savaş vardır. Yani savaşılıyor gibi görünerek, bu temelde iki yarar sağlanmaya çalışılmaktadır. Birincisi ABD ve Avrupa’dan PKK’ye karşı savaş için bu temelde destek sağlanmakta ve ikincisi ise, PKK’ye yönelik savaş bu temelde kamufle edilmektedir. DAİŞ’e karşı savaş adı altında PKK’ye karşı savaş geliştirilerek DAİŞ korunmaya çalışılmaktadır. Çünkü DAİŞ’e karşı savaşan ve DAİŞ’e yenilgi yaşatan tek güç Kürtlerdir. PKK Savaşıyla Kürt direnişinin zayıflatılması demek, açık bir biçimde DAİŞ’i korumak ve kurtarmak demektir. AKP Hükümetinin çok hileli bir biçimde geliştirdiği 24 Temmuz savaşının amaçlarının bunlar olduğu, Sarayı ve DAİŞ’i korumak için böyle bir savaşa girişildiği tartışmasızdır. Bu gerçeği giderek içerde ve dışarıda herkes görmekte ve AKP’nin hile ve saldırganlığına karşı tutum gittikçe daha fazla geliştirilmektedir. AKP’nin bu hilesinin boşa çıkarılması savaşın kendi başına patlamasına ve savaşın altında AKP’nin kalmasına yol açacaktır.

Eylül 2015

mek lazım. Bunun için de kendisine “Hükümet kur” görevi mi, yoksa “Hükümet kurma” görevi mi verildi; bunu doğru tespit etmek gerekir. Nitekim CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na görev verilmemiş olması, aslında 7 Haziran genel seçiminin ortaya çıkardığı meclisin hükümet kurmasını Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın engellemiş olduğunu ortaya koymaktadır. Şunlar artık kesinleşmiş hususlardır: 7 Haziran genel seçim sonuçlarını Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan kabul etmemiş, yok saymış ve hükümet kuruluşunu engelleyerek de yeni bir seçimi gündeme getirmiştir. Savaş ortamında yapılacak bir seçimle AKP’nin tek başına iktidar olmasını sağlamak istemektedir. Hatta mümkünse dört yüz milletvekili ile yeni anayasa yapacak güce ulaşarak kendi iktidarını sürekli kılmayı hedeflemektedir. Ne yazık ki, AKP içinde buna karşı çıkabilecek bir irade olmamış, meclisteki diğer partiler de Tayyip Erdoğan’ın bu planını bozacak bir siyasal tutumu geliştirememişlerdir. Bu konuda MHP’nin tutumu neredeyse belirleyici ve yönlendirici olmuştur. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, izlediği savaş ve kaos politikasıyla Tayyip Erdoğan’ın söz konusu planını uygulamasına zemin sunmuştur. Niçin? Açığa çıktı ki, meclise dayalı siyaset tıkansın ve yerine askeri yönetim gelsin diye! Nitekim

AKP, siyasi soykırım operasyonlarını ve sivil halk üzerindeki katliamları pervasızca geliştiriyor. Silopi’de, Varto’da, Silvan’da, Yüksekova’da yaptıkları, DAİŞ’in Kobanê ve Şengal’de yaptıklarından geri kalmıyor Devlet Bahçeli sıkıyönetim çağrısı yapmıştır. Bunun bir askeri darbe çağrısı anlamına geldiği açıktır. Belli ki MHP ve Devlet Bahçeli artık AKP’yi seçimle düşürme umudunu kaybetmiştir, bunu bir darbe ile gerçekleştirme arayışı içindedir. Yani darbe mekaniği işlemeye devam etmektedir. 2014 Yılı Aralığında Fetullahçıların bir darbe arayışı ve girişimi içerisinde olduğu söylendi. Tayyip Erdoğan’ın 2015 Newrozu ardından geliştirdiği müdahale bir darbe niteliğindeydi ve 7 Haziran seçiminin ortaya çıkardığı meclisi işlemez kılarak fes etmesi bu gerçeği netleştirdi. Nitekim Tayyip Erdoğan’ın girişimlerinin bir darbe olduğu konusunda şimdi herkes hemfikirdir. Bunlarla birlikte Devlet Bahçeli’nin de bir darbe arayışı ve beklentisi içinde olduğu açığa çıkmıştır. Türkiye’nin tehlikeli bir darbe mekaniği içinde hareket ettiği görülmektedir. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın hükümet kuruluşunu engelleyerek meclisi fes edip 1 Kasımda yeni bir seçim kararı almış olması çok açık bir darbedir. Bunun öyle tartışılacak bir yanı da yoktur. Bu kadar açık ve kesindir. Bir seçim ardından ortaya çıkan yeni meclisin bir hükümet kuramayarak kendini işlemez kılması ve Cumhurbaşkanı tarafından fes edilmeyi kabul etmesi temel siyaset kurumunun iflası anlamına gelmektedir. Bu biçimde sorunları çözmekle görevli olan siyaset kurumu if-

Erken Seçim Ulus-Devletin İflasıdır 24 Temmuz saldırısıyla birlikte bazı çevreler tarafından AKP’nin nasıl bir savaş hükümeti kuracağı beklenirken, Ahmet Davutoğlu kendisine verilen hükümet kurma görevini başaramadı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından 1 Kasımda erken seçim kararı verildi. Bu durum da gerçeği göremeyen birçok çevre açısından şaşırtıcı oldu. Halbuki ortada anlaşılmayacak bir şey yoktu. Tayyip Erdoğan kendi iktidarını korumak için savaş başlatmıştı ve savaş ortamında yaptıracağı sözde seçimle de güya iktidara gelmiş olacaktı. Bu açıdan, öncelikle Ahmet Davutoğlu’nun hükümet kuramaması değil de, kurmak istememesi gerçeğini gör-

46


Özgür Halk

las etmiş ve sorunların çözümünün siyaset olamayacağı gibi bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Toplumsal sorunlar siyaset kurumunda çözülemeyecekse, o zaman nerede çözülecektir? Ülkenin ve toplumun meclissiz hale getirilmesi ne demektir? Bu durumun çok tehlikeli olduğu ve her türlü siyaset dışı yönetimlere kapı araladığı açıktır. Hem de bunun Ortadoğu’da ciddi bir savaş ve kaosun yaşandığı ve Türkiye’nin ise başta Kürt sorunu olmak üzere çözüm getirmesi gereken ciddi sorunlarla yüz yüze bulunduğu bir ortamda gerçekleşmesi tehlikelidir. Peki, TBMM’nin bu hale getirilmesi ve siyaset kurumunun iflas ettirilmesi ne anlama gelmektedir? Besbelli ki iflas eden sadece siyaset kurumu değil, onu işletemeyen bir bütün ulus-devlet sistemidir. Çok açık ki, silah zoruyla bir Türk devlet ulusu yaratma zihniyeti, siyaseti ve sistemi işlemez ve sorunları çözemez hale gelerek iflas etmiş durumdadır. Bunda daha fazla ısrar etmek Türkiye’ye en büyük zararı verecektir. Bu nedenle artık söz konusu zarardan dönmek, ulus-devlet paradigmasından çıkarak demokratik ulus paradigmasını esas almak gerekir. Başta Kürt sorunu olmak üzere tüm sorunların çözüm bulduğu sistem Türkiye demokratik ulusu çizgisi olacaktır. Fakat ne yazık ki Türkiye tartışma ortamı, sorunları böyle köklü ve derin ele almamaktadır. Yüzeysel bir yaklaşımla, dahası PKK’ye küfrederek sorunların altından kalkabileceğini sanmaktadır. Zihniyet dünyası böyle olursa, siyaset dünyası da hiçbir kural tanımadan hareket eder. Nitekim yeni bir seçime karar verilmiş olmasına rağmen, 3 Eylül günü eski meclis yine de toplanabilmekte ve bir savaş tezkeresini onaylayabilmektedir. Halbuki yasal olmasa bile ahlaki açıdan yeni bir seçime karar verilmişse, o zaman eski meclis hükmünü bitirmiş demektir. O halde sorun PKK’ye karşı savaş olunca herhangi bir kanun ve kural işlememektedir.

Eylül 2015

yük bir beklenti içerisine girmişti. PKK’den gelen açıklamalar da bu gerçeği yansıtıyor ve meclisin bir “Demokratik Kurucu Meclis” haline getirilerek, sorunların yeni demokratik bir anayasa ve yasal reformlar temelinde demokratik siyaset yoluyla çözümü isteniyordu. Türkiye’de bir demokratik yeniden yapılanma süreci geliştirilebilirdi. Fakat Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli’nin farklı arayışları aşılamadı. Demokratik siyaset, sürecin bu biçimde demokratik yeniden yapılanma yönünde işlemesini sağlayacak bir inisiyatif ve güç gösterisi içinde bulunamadı. Tersine merkezi yönetim yeni bir topyekûn savaş ilanında bulunarak siyaset kurumunu adeta lağvetti. Böylece sorunların demokratik temelde çözümünün yasal çerçevesini geliştirmenin imkânı kalmadı. Bu da başta Kürt toplumu olmak üzere tüm demokratik güçleri yeni çözüm arayışlarına yöneltti ki, yerelden demokratik öz yönetim ilanları ve demokratik özerklik temelinde çözüm arayışları böyle gündeme geldi. Ankara’daki merkezi yönetimin çözümsüzlüğü ve savaş ilan ederek yeni bir seçimi gündeme getirmesi, Kürt halkını da mahalle ve kasabalarda yerel meclisler kurup öz yönetimleri geliştirerek kendi sorunlarını kendi gücüyle çözme çabasına götürdü. Zaten gerçek demokrasinin gereği de buydu. Tıkanan ve iflas eden ulus-devlet sisteminin çözümsüzlüğünün aşılması da bununla mümkündü. Türkiye demokratik ulusu demokratik özerklikler temelinde ancak inşa olabilirdi. Ulus-devlet zihniyetinin ve siyasetinin yol açtığı tıkanma ve çözümsüzlükten Türkiye ancak böyle kurtulabilirdi. Bu temelde birçok Kürt kasabasında peş peşe demokratik öz yönetim ilanları gelişti. Yerelin seçilmiş yöneticilerinin de içinde olduğu geniş sivil toplum inisiyatifleri, yerel meclis kurduklarını ve artık kentlerini de kendilerini de kendilerinin yöneteceğini ilan ettiler. Bu biçimde ülkenin ve toplumun yaşadığı çözümsüzlüğü aşmayı ve kendi demokratik çözümlerini yaratarak ülkeyi çözümsüzlükten kurtarmayı amaçladılar. Fakat kendisi çözümsüz kalan merkezi yönetim, kendi dışında bir çözümün ortaya çıkmasını da kabul ve hazım edemeyerek, belki de bu topraklarda yaşanan en demokratik adımı “Terörizm” ilan ederek saldırıya geçti. Aslında 24 Temmuzda başlatılan saldırının amacı tama-

Şimdi Demokratik Özerklik Zamanıdır Halbuki 7 Haziran seçim sonuçları önemliydi ve başta Kürtler olmak üzere Türkiye toplumunda ciddi bir umut ve beklenti yaratmıştı. Ülkede demokratikleşme olacak ve bu temelde sorunlarımız çözülecek diye toplum bü-

47


Özgür Halk men bu yönlü demokratik gelişmelerin önünü almaktı. Yeni bir savaşı dayatarak Kürt demokratik toplumunun demokratik öz yönetim çözümünü geliştirmesinin önünü tıkatmak ve ezmekti. Yerel demokratik siyaseti faşist terörle işlemez kılmaktı. AKP Hükümeti “Kürtlerin demokratik özerklik çözümünü engelliyorum” diyerek söz konusu topyekûn savaşı başlattı. Yeni bir seçimi gündeme getirerek de, kendi çözümsüzlüğünü gizlemeye ve demokratik özerklik çözümünün önünü kapatmaya çalışıyor. Yani hem söz konusu savaş hem de yeni seçim aslında Kürt halkının geliştirmeye çalıştığı demokratik özerklik çözümünü engellemeyi amaçlıyor. Tekçi merkezi yönetim, ne toplumsal sorunlara demokratik çözüm getiriyor, ne de halkın çözüm getirmesine izin veriyor. Baskı ve şiddetle demokratik çözüm güçlerini ezerek faşist diktatörlüğü daha da sağlamlaştırmak istiyor. Hâlbuki mevcut Türkiye gerçeğinde tek çare demokratik özerklik çözümüdür. Bunun dışında Türkiye’nin sorunlarını çözecek ve birliğini koruyacak başka yol yoktur. Biraz demokrasiye açık ve duyarlı olunsa, o zaman sorunların çözümü, demokrasi ve barış rahatlıkla gerçekleşir. Fakat MHP’nin tazyiki ve CHP’nin de zemin olmasıyla Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AKP, tekçi ulus-devlet zihniyetinde ve siyasetinde ısrar etmektedir. Hâlbuki bu zihniyet ve siyaset faşizmdir, faşizmin ta kendisidir. Muhalefetteyken Tayyip Erdoğan da bu tekçi zihniyete ve siyasete karşı çıkıyordu. Fakat iktidar gözünü kararttı ve diktatör olma heveslerini geliştirdi. Şimdi her tarafta Tayyip Erdoğan tekçilik edebiyatı yapıyor. Hâlbuki bu durumu artık Türkiye toplumu asla kabul etmiyor. Toplumun ezici çoğunluğunun savaşa karşı ve çözüm sürecinden yana olduğu açığa çıkmıştır. Türkiye toplumu Kürtlerin haklarının verilmesini ve bu temelde barış sağlanmasını istiyor. Savaşa ve çözümsüzlüğe karşı olduklarını başta kadınlar, asker anaları olmak üzere tüm aydınlar ve sanatçılar açık bir biçimde ortaya koyuyor. Ama Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti topyekûn özel savaşı daha da derinleştirerek uyguluyor ve bu temelde sonuç alacağını sanıyor. AKP Hükümetinin Kürt kasabalarında uyguladığı faşist özel savaş terörü Kenan Evrenin yaptıklarını da, Tansu Çiller’in yaptıklarını da çoktan geride bırakmış bulunuyor. Mahalleleri ve sokakları asker ve polis gücüyle işgal etmeye ve Kürt toplumunun iradesini kırmaya çalışıyor. Siyasi soykırım operasyonlarını ve sivil halk üzerindeki katliamları pervasızca geliştiriyor. Silopi’de, Varto’da, Silvan’da, Yüksekova’da yaptıkları, DAİŞ’in Kobanê ve Şengal’de yaptıklarından geri kalmıyor. Tayyip Erdoğan ve AKP, bir yandan faşist özel savaş terörünü dizginsizce geliştirerek ve öncekilerin başaramadığını bu temelde ben başarırım diyerek sonuç almayı amaçlıyor, diğer yandan da sahte bir seçim dayatarak Kürt toplumunu ve dostlarını parçalamayı ve bu temelde Kürt direnişini kırmayı amaçlıyor. Tayyip Erdoğan, varlığını ve diktatörlüğünü adeta Kürt soykırımının başarısına bağlamış görünüyor. Bütün bunların Tayyip Erdoğan’a başarı mı, yoksa yok oluş mu getireceğini yakın tarih ve bu mücadelenin sonucu gösterecektir. Kendinden önceki hükümetlerin

Eylül 2015

durumuna ve Ortadoğu’daki benzerlerinin sonuna bakılırsa, Tayyip Erdoğan’ın sonu da onlardan pek farklı olmayacaktır. Tayyip Erdoğan’ın Sultan Abdulhamid’i andıran istibdadı da onu kurtarmaya yetmeyecektir. Çünkü Kürt halkı tüm bu özel savaş saldırılarına karşı çok bilinçli ve örgütlü olarak direniyor. Ne Tayyip Erdoğan’ın savaşını olduğu gibi kabul ediyor, ne de onun seçim oyununa aldanıyor. Şimdi demokratik özerklik zamanı diyerek, kendi demokratik çözümünü kahramanca bir direniş mücadelesi içinde gerçekleştirmeye çalışıyor. Burada kuşkusuz geçmiş mücadelenin derslerini çıkarmak ve onlardan yararlanmak da önem taşıyor. Örneğin merkezi demokratik siyaset neden inisiyatif geliştiremedi ve çözüm gücü olamadı? Yerel demokratik öz yönetim ilanları ne kadar hazırlıklı ve zamanında geliştirildi? Toplumun örgütlü gücü bu sürece ne kadar katılıyor ve seferber ediliyor? Tayyip Erdoğan’ın terörize etme ve seçimle aldatma taktiklerine karşı ne kadar bilinçli ve yaratıcı taktik geliştiriliyor? Belli ki benzeri sorular daha da çoğaltılabilir ve bunlar üzerinde özeleştirel bir yaklaşımla doğru sonuç çıkarma temelinde durulabilir. Burada tahriklere gelmemek, gerilla ve halk olarak kendi demokratik özerklik çizgisinde doğru ve yaratıcı tarzda mücadele etmeyi başarmak önemlidir. Unutmamalıyız ki, dönem demokratik özerklik dönemidir; esas olan, stratejik olan, mutlaka başarılması gereken ve çözümü gerçekleştirecek olan budur. Gerilla ve halk olarak yürüteceğimiz her türlü direniş buna bağlıdır ve buraya hizmet etmelidir. Seçim ve benzeri şeyler talidir ve koşulları olursa değerlendirilir. Zaten mevcut saldırılar ortamında olup olamayacağı bile tartışmalıdır. Dolayısıyla Kürdistan’daki demokratik özerklik gündeminin önüne kesin olarak geçmemelidir. Kentlerde ve kasabalarda geliştirilen demokratik özerklik deneyimi Kürtler açısından olduğu kadar, bölge halkları ve insanlık açısından da tarihi öneme sahiptir. Bu nedenle verilen bedeller kesinlikle boşa gitmemektedir. Yine bu konuda başarıya kilitlenmek, yeni şeyler geliştirmenin yaratıcılığını göstermek tarihi önemdedir. Geçen bir aylık deneyim gösterdi ki, bu konuda hazır verilen hiçbir şey yoktur. Her şey tırnakla sökülerek ve yaratıcı yaklaşılıp öz güce dayanılarak elde edilmektedir. Demokratik öz yönetim ilanlarının demokratik özerklik çizgisinde başarıya ulaşabilmesi için, her şeyden önce doğru anlaşılması ve yaratıcı bir tarzla örgütlü yürütülmesi şarttır. Yani doğru anlayış, yaratıcı tarz ve örgütlü çalışmak esastır. Bu konularda eğer varsa hata ve eksiklikler hızla giderilmelidir. Birbirini mümkün olduğu kadar destekleme içinde olunsa da, öz güce ve kendi yaratıcılığına dayanmak esas olmalıdır. Demokratik özerklikte başarı için tarih yapan insanların tutkusu, arayışçılığı ve bir de iradesi gerekir. Başarıda ısrarlı, iradeli, yaratıcı ve örgütlü çaba esastır. Devrimci inat, iddia, sabır ve ısrar başarılı sonuç almayı getirir. Gerisi cesaret ve fedakârlıktır ki, bunlar zaten Kürt gençliğinde ve halkında fazlasıyla vardır. Bu temelde ısrarla geliştirilecek demokratik özerklik mücadelesi AKP faşizmini yenilgiye uğratacağı gibi, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın demokratik modernite kuramının da başarılı bir uygulaması olacaktır.

48


Özgür Halk

Eylül 2015

Toplumsal Bir Travma; Kadın Katliamları Kadın katliamlarına karşı yapılacak en önemli karşı koyuş her anlamda ve her alanda, her kesimden kadının kendini örgütleyebileceği bir öz savunma anlayışı, algısı ve uygulama alanları oluşturmaktır. Kendi öz savunma bilincini ve eylemselliğini geliştirecek kadın örgütlenmesi katliamlara verilecek en güçlü cevap olacaktır. Armanc Sarya Günümüzde kadın olmanın bedeli oldukça ağır ve telafisi olmayan acılarla iç içe yaşamak demek. Kadınlığın karşılığı öldürülme, her türlü şiddete uğrama, aşağılanma, cinsel istismara maruz kalma, fuhuşa sürüklenme, yaşadıklarına karşı adalet bulamama olmuştur. Kadınların yaşadıkları bu gerçek ne yeni, ne de sadece bir coğrafya ile bir ülke ile sınırlı. Kadınlığın sömürülmesinin, toplumsal cinsiyetçiliğin dili, ırkı, dini, coğrafyası yok. Kadınlar her yerde beş bin yıllık tecavüz kültürünün zihniyet ve uygulamaları ile karşı karşıyalar. Her gün dünyanın farklı bir yerinde birçok kadın öldürülüyor, tecavüze uğruyor, çeşitli şiddet yöntemlerine maruz kalıyor. Gün geçmiyor ki öldürülen, tecavüze uğrayan ya da sokak ortasında, herkesin gözü önünde erkek şiddetine maruz kalan bir kadın ile karşılaşmayalım. Basında çıkan kadın haberleri, yine kadın bültenleri olarak okuduğumuz yayınlar bir nevi kadın ölüm haberleri olarak çıkıyor karşımıza. Bir yönü ile farklı hikâyeleri olan, bir yönüyle de birbirine çok benzeyen, bizden olan, ötekisi, berikisi değil bizzat biz olan kadınların yaşadığı katliamlarla sarılmış bir durumdayız. Yaşanan olaylara cinayet, trajedi demek çok yetersiz bir tabir olur. Çünkü bu durum münferit bir durum değil. Belki romantizm yapmak için kullanılan bir tabir olsa da, cinayet ya da trajedi diye belirlemek aslında kelimelerin yaşanan vahşet karşısında kifayetsiz kalması demek. Kadın katliamları, intiharları toplumsal bir travmanın sonucu oluyor. Bu durumların nedenleri ve sonuçları oldukça sosyolojik gerçeklere dayanıyor. Kadın katliamları her açıdan sosyolojisi yapılması gereken bir durumdur. Kadınları hem öldüren hem de kendini öldürmeye götüren nedenlerin bilinmesi aynı zamanda bu duruma karşı nasıl bir çözüm bulanabilir gerçekliğini açığa çıkarıyor. Bir toplumda kadınların yaşam güvencesinin olmaması, kadın olmanın her türlü şiddetle karşı karşıya olması, her türden saldırıya maruz kalınması demek o toplumda ahlakın, tüm etik değerlerin, insani değerlerin dibe vurması demektir.

Bu tür durumlarda öldürülen, dövülen, tecavüze uğrayan, sokağa atılan, aç bırakılan kadınlar olsa da yine yaşanan bütün bu durumların sorumlusu kadınlar olarak ele alınıyor. Toplum içerisinde öyle marjinal bir akıl, öyle korkunç bir algı oluşturulmuş ki, yaşananların hem mağduru hem de suçlusu yine kadınlar oluyor. Sadece bu gerçeklik bile toplumsal travmanın derinliğini, boyutunu açığa çıkartabiliyor. Önderliğimizin kapitalizmin toplum algısında insanı insanın kurdu yapar hale getirmesinin ne demek olduğunu daha iyi anlıyoruz. İnsan insanı bitirmek üzerinden programlanmış gibi ele alınıyor adeta. Erkeğin kafesine kapatılmış dişi kaplanın bu kafeste nasıl nefessiz, cansız bırakılmaya çalışıldığını izliyoruz her gün. Sorun sadece kadının fiziki olarak katledilmesi değil, kadınlar her açıdan sosyal siyasal, ekonomik, kültürel vb katliamlar ile karşı karşıyalar. Bugün dünyada olduğu gibi Türkiye ve Kürdistan’da da en çok ekonomi dışında kalan kadınlar oluyor. En sağlıksız yaşam koşullarını yaşayan yine kadınlar, aşağılanan, küçük görülen, kimliksizleştirilen yine kadınlar. Ulus devletin çocuk doğurma ve büyütme fabrikaları olarak görülen, nüfus çoğaltma politikalarının baş aktörü olanlar da kadınlar. Günümüz sisteminde kadının önemi çok çocuk doğurması, ucuz iş gücü olması ve seks kölesi olarak kullanılmasıdır. Önce kadınları vurun politikasını kendine esas alan bir sistemden farklı bir şey de beklenemez. Bu açıdan yaşanan kadın katliamları karşısında çok şaşırmamak gerekir aslında, kadın olmanın anlamının sömürülmek olduğu bir sistemin yapacağı tek şey her anlamda kadınlığı öldürmek, katletmektir. Türkiye’de de küresel kapitalizmin taşeron gücü olan AKP ile bu politikalar oldukça sistemli bir şekilde hayata geçiriliyor. Türkiye her zaman kadına karşı şiddetin oldukça yoğun olduğu ülkelerden olma konumunu korudu. Bir dönemlerin özgür tanrıça kadınlarının diyarı olan bu topraklar şimdi kadınların en çok kaybettirildiği topraklar olmuş durumda. Günümüzde yaşanan durum birçok açıdan tarihin tekrarı gibi. Örneğin bundan iki yüz yıl önce Avrupa’da cadılık suçlaması ile binlerce kadın katledildi, tarihin her döneminde kimi coğrafyalarda kadın jenositleri yaşandı. Bu gün yaşanan durumun bu gerçekten bir farkı yok. Türkiye ve Kürdistan’da yaşanan kadın katliamları toplumsal cinsiyetçiliğin, tecavüz kültürünün toplum içerisinde ne kadar derinleştiğinin bir sonucu olarak açığa çıkıyor. Gün geçtikçe toplumda egemen erkek zihni-

İntihar Süsü Verilen Kadın Cinayetleri Son yıllarda Türkiye ve Kürdistan’da kadın katliamları ve katliamın bir başka yüzü olan kadın intiharları oldukça artmış durumda. Aslında intihar olarak ifade edilen birçok vakanın da intihar süsü verilen cinayetler olduğunu çok iyi biliyoruz. İşin en kötü tarafı ise yaşanan bu vahşetin normal, kadına müstahak olarak görülmesidir.

49


Özgür Halk yeti, cinsiyetçi uygulamaları daha da artıyor. Kadınların katledilmesinin şifresi aslında toplumun katledilmesidir, kadın şahsında toplumun en temel değerlerine, ahlaki ve politik yapısına saldırı oluyor. Bir toplum eğer ahlaki ve politik ilkelerini koruyorsa orada gelişkin bir sosyal yaşam vardır. Kadın erkek ilişkilerinin belirli bir sosyalite düzeyi vardır, eş yaşam alanında belirli ilkeler vardır demektir. Bu gün Türkiye’de, Kürdistan’da bu kadar çok kadın katliamı çok ciddi anlamda sosyalite düşüklüğü, bilinçsizlik, ahlaki bozulma olduğunun, kadınların oldukça ağır kölelik durumunu yaşadıklarının bir göstergesidir.

Eylül 2015

ki araştırma AKP’nin hükümet olması ile birlikte kadına yönelik şiddet ve katliamların yaşanmasında büyük bir artışın olduğunu gösteriyor. Bütün bunlar bilinçli bir şekilde geliştirilen politikalar oluyor. AKP’nin sosyal yaşam politikaları tam anlamıyla kadın düşmanlığı güden politikalardır. Devletin başında olan kesimlerin kişilik özelliklerinin, bir durum karşısında sergiledikleri davranışların, sözlerinin toplum üzerinde etkili olduğu bilinen bir gerçektir. Bu konuda birçok AKP’linin sicili oldukça kabarıktır. Örneğin; Recep Tayyip Erdoğan, “kadın erkek eşitliğine inanmadığını” pek çok kez dile getirirken, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, kadınların “herkesin içerisinde kahkaha atmaması” gerektiğini söylemiş, Veysel Eroğlu ise kendisinden iş isteyen bir kadına “Evdeki işler yetmiyor mu?” demişti. Yine son olarak mecliste Bülent Arınç HDP milletvekili Nursel Aydoğan için “bir kadın olarak sus” derken, AKP’nin yayın organı olan Star gazetesi Figen Yüksekdağ için “Şirret” diye ifadeler kullanarak hakaret dolu bir haber yayınladı. Aslında tüm bunlar AKP şahsında devletin kadınlardan ne kadar çok korktuklarını, bilinçli, kendine güvenen, güçlü kadınları ne kadar büyük bir tehlike olarak gördüklerini de gösteriyor. Devlet geleneği her zaman kendine biat eden köleler ister, köle olmayı kabul etmeyenlere ise saldırı halinde bulunur. Bu yüzden Türkiye’de kadına karşı şiddet uygulamaları gittikçe yaygınlaştırılıyor. Bu durum topluma da empoze ediliyor.

Toplumu Kimliksizleştirmek Kadını Kimliksizleştirmekle Başlar Tarihi incelersek toplumları kırımdan geçirmenin temel yöntemlerinden biri olarak o toplumda yaşayan kadınlara her anlamda saldırı, kimliksizleştirme dayatılmıştır. Toplumları kimliksizleştirmek kadını kimliksizleştirmek üzerinden gelişir. Asimilasyonun en derini kadınlar üzerinden uygulanır. Devletçi uygarlığın her aşaması kadınlığın iktidara göre yeniden tanımlanması üzerinden kendini oluşturur. Mitoloji, din, felsefe, bilim tarihine bakarsak kadın etrafında, eş yaşam alanı etrafında tanımlamalar ile karşılaşırız. Bugün yaşanan bu durum da bu geleneğin bir devamı oluyor. Sistem kadının ahlaki ve politik yaşamın kök hücreleri olduğunun bilinciyle kadına saldırıyor. Yaşanan hiçbir kadın katliamı salt güdüsel, güç denemesi, sıradan, basit durumlar değil, her kadın katliamı oldukça sistemsel, ideolojik ve siyasi bir karaktere sahiptir. Kadın demek zayıf, mülk, seks kölesi, çok çocuk doğurması gereken, akılsız, ucuz iş gücü olan demektir. Kadının bu tanımlanmalara egemen erkek aklın yaptığı tanımlamalardır. İktidarcı zihniyetin kadına biçtiği rol ve misyon bu sınırlar çerçevesindedir. Kadın anne olarak, eş olarak, sevgili olarak, kuma olarak, metres olarak, fahişe olarak, köle olarak vardır. Dikkat edersek hepsi de bir erkekle içinde bulunduğu konuma göre tanımlamalardır. Kadını böyle tanımlayan bir zihniyet kadına bunun üzerinden bir yaklaşım geliştirir. Bütün bu tanımlamalar aynı zamanda oldukça ideolojik bir saldırının sonucudur. Kadın denilince akla bu simgelerle oluşturulmuş bir varlık geliyor, bir sınır çiziliyor, bir şekil veriliyor. Bunun yansımasının en güçlü olduğu sistem ise kapitalizm ve ulus devlet modeli oluyor. Ulus devlet zihniyetinde toplum devlete aittir, toplum içinde de kadınlar ve çocuklar erkeğe aittir. Devlet toplum üzerinde her türlü hakka sahipken, erkek de kadın üzerinde her türlü hakka sahiptir.

Erkek Terörünün Sorumlusu Egemen Erkek Aklıdır Türkiye genelinde tabiri caizse maço erkek tiplemesi en ideal erkek tiplemesi olarak lanse ediliyor. Bu tip erkeği kabul etmeyen, bağımsız yaşamak isteyen, bu tür erkekle birlikte yaşamak istemeyen kadınlar da en çok hedeflenen kadınlar oluyor. Dikkat edersek katledilen birçok kadın en fazla birlikte yaşadıkları erkeklerden, yanı başlarında bir hayatı paylaştıkları erkeklerden zarar görüyorlar. Erkek için kadın onun malı-namusu, cinsel arzuların karşılaması gereken bir nesne, çocuklarını doğurması gereken bir varlık. Her erkeğin gözünde kadın ele geçirilmesi gereken, denetime alınması gereken bir varlık olarak vücut buluyor. Birçok erkek için kadın her anlamda bir tahrik objesi. İçinde bulunduğu duruma isyan eden, bu tarz bir evlilik yaşamak istemeyen, eşinden boşanmak isteyen, kendi ayakları üzerinde, kendi iradesiyle yaşamak isteyen kadınlar her türlü saldırıya maruz kalıyorlar. Bir nevi herkes kendi kadınını döver, öldürür, tecavüz eder mantığı hakim. “Kadın her anlamda bana aittir, ölecekse benim elimde ölecektir” algısıdır bu. Yani kadının yaşamı da, ölümü de erkeğe aittir. Türk filmlerinin değişmez repliklerinden olan “ya benimsin, ya toprağın” mantığı ile kadını kendi mülkü gören erkek zihniyeti ise bu kadınlara karşı oldukça vahşi katliamlar geliştirmekten geri durmuyor. Bu açıdan aslında yaşanan tüm durumları artık kadın sorunu olarak değil, erkek sorunu olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü sorun kadında değil, erkektedir, bu açıdan bu erkek terörünün sorumlusu egemen erkek akıldır. Kadın katliamlarında erkeğin en çok kullandığı olgu namus olgusudur. Çünkü içinde yaşadığımız toplumda namus olgusu kadın üzerinden inşa edilen bir olgudur. Bu durum aslında tam bir toplum mühendisliğidir. İşin en acı yanı kadın da kendisini bu şekilde görüyor. Çocukluktan itibaren kız çocukları birer namus objesi olarak büyütülüyor. Kendi celladına aşık olan bir kadın karakteri

Milliyetçilik Cinsiyetçiliğin Bir Türevidir Türkiye’de bu kadar çok kadın katliamının olmasının sebeplerinden biri de ulus devlet anlayışının oldukça güçlü olması, milliyetçiliğin güçlü olmasıdır. Dikkat edelim milliyetçilik anlayışının en temel yansımalarından biri cinsiyetçiliktir. Milliyetçilik cinsiyetçiliğin bir türevidir. Bu nedenle birbirlerine benzer özellikler taşır. Bu gün kadınlara uygulanan katliamın bir halkın uğradığı katliamdan hiçbir farkı yok. Zihniyet aynıdır, aynı kaynaktan beslenmektedir. Türkiye ve özellikle Kuzey Kürdistan kadın katliamlarının artışında devlet politikalarının oldukça önemli bir yeri vardır. Devlet politikalarını sürekli geliştirip güçlendiren AKP’nin, cinsiyetçi, egemen erkek yanının oldukça büyük bir etkisi var. DAÎŞ gibi tecavüzcü ve kafa kesici bir güruha destek veren AKP’den farklı bir şey beklemek abes bir yaklaşım olur. Yapılan birçok istatisti-

50


Özgür Halk oluşturuluyor. Bu durum toplumsal olarak eş yaşam alanın temel sorunu olan egemen erkek-köle kadın diyalektiği üzerine kurulu olmasının bir sonucu. Toplumsal tüm sorunlar kadın ve erkek arasındaki ilişkinin sorunlu, ezen-ezilen, özne-nesne, efendi-köle üzerine kurulu olması. Önderliğimizin toplumun özgürleşmesini özgür eş yaşam alanı ile başlatması, yine yapılacaksa ilk bilimi yapılması gereken alanın eş yaşam alanı olması bu açıdan oldukça anlaşılır bir durum. Çünkü toplumun ahlaki ve politik ilkeselliğinin bozulması eş yaşam alanın özgürlük ölçülerinden uzaklaşması ile başlıyor. Bu tarihten günümüze kadar devam eden bir durumdur. Yapılan birçok araştırmada yaşanan bu gerçek karşısında kadınların en çok talep ettiklerinin hukuksal, sosyal, ekonomik haklar olduğunu gösteriyor. Ancak burada da devlet politikaları çıkıyor karşımıza. Hukuk zaten tarafsızlığı her zaman tartışma konusu olan bir olgu. Birçok olayda erkeğe namusu için cinayet işlediği ya da çok ağır tahrike geldiği konusunda iyi hal uygulaması gösteren bir yargı sistemi var. Bununla birlikte kendini savunmak için cinayet işleyen kadınlara ağırlaştırılmış müebbet hapis veren bir yargı sistemi de var. Yine ekonomik hak adı altında kadın istihdamı olarak tartışılan konular ise kadınların daha fazla nasıl sömürüleceği üzerine. Erkek şiddeti karşısında koruma isteyen birçok kadın öldürülmekten kurtulamıyor. Korunmak için başvurduğu kurum ise birçok kadın katlinde fail durumda olan güvenlik güçleri, yani polisler oluyor. Kendisi her gün sokaklarda gençleri, çocukları katleden bir oluşumun kadınları da katletmesine tanık oluyoruz her gün. Yaşanan bu durumlarda medyanın da oldukça önemli bir yeri var. Haberlerde şiddet görüntülerini teşvik edercesine yayınlayan, ölümleri normalleştiren bir yayın çizgisi hakim Türkiye basınında. Yine son yıllarda Türkiye tam bir dizi toplumu haline getirilmiş durumda. Dizilerin içerikleri ise oldukça güçlü cinsiyetçi algılarla ele alıyor. Her dizide bir kadının nasıl öldürüleceği, nasıl tecavüz edileceği, nasıl kaçırılacağı, nasıl dövüleceği oldukça ustaca bir şekilde anlatılmakta. İşyerinde, sokakta, okulda vb. toplu alanlarda tacizin ne kadar meşru olduğu Türk dizilerinde yoğunca yayınlanmakta. Yine reklamlardan, filmlere, şarkılara kadar toplum, özellikle de erkekleri yirmi dört saat cinsel güdülere hitap eden, tahrik eden bir yayın çizgisi ile karşı karşıya. Türkiye’de yaşanan sosyal marjinalleşmenin altında medya organlarında uygulanan bu cinsiyetçi yayın çizgisinin, cinsiyetçi söylemlerin oldukça belirgin bir yanı var.

Eylül 2015

nun tahlilini doğru yapmalı ve çözüm yolları bulmalıdır. Genelde hukuksal, ekonomik ve diğer toplumsal alanlarda eşit olmamadan bahsedilir, o zaman bu alanlarda eşit olmamamın nedeni nedir diye sormak gerekir. Bu bizi egemen erkek-köle kadın diyalektiğine götürecektir. Sosyal bilimlerin ilk elden yapması gereken kadın doğasının karanlıkta bırakılan yanlarını açığa çıkarmaktır. Bu konuda öncülük yapması gereken kadınlardır, kadın akademisyenler, kadın hareketleridir. Örneğin üniversitelerde kurulan kadın araştırma merkezleri bu konularda toplum üstü olmaktan çıkarak, toplum içinde bu tür çalışmalar yürütmeli, kadın eksenli bir bakış açısı geliştirmelidir. Bu açıdan jineolojinin kendini akademik alanda örgütlemesi önemli bir bakış açısı yeniliği getirebilir. Kürdistan’da yaşanan kadın katliamlarının da temel nedeni devletin cinsiyetçi politikaları ve zihniyetidir. Bugün Kürdistan’da kadının geldiği düzey kapitalist sistem açısından tehlikeli görüldüğü için kadınlara dönük de her türden şiddet ve katliam politikaları uygulanıyor. Kürt kadınlarının intihar adı altında katledilmeleri, ucuz iş gücü olarak batı illerinde çalıştırılmaları, Kürdistan’da görev yapan polis ve askerlerin cinsel istismarına uğramaları, fuhşun gittikçe yaygınlaştırılması, Kürt çocuklarının cezaevlerinde cinsel istismar yaşamaları, yine çocuk evliliklerini devletin Kürdistan’a dönük imha-inkar politikalarından bağımsız ele alamayız. Bütün bunlar Kürdistan kadın hareketine açıktan yürütülen saldırıların bir diğer yönüdür. Türkiye devleti Kürdistan’da ki toplumsal bilinçlenmeden, uyanıştan, kadınların buna öncülük yapmasından oldukça rahatsızlık duymakta, korkmaktadır. HDP’li kadın vekillere her fırsatta saldırması, hedef yapması bu nedenledir. Kürdistan kadın özgürlük mücadelesinin şu andaki mevcut konumu genel Kürdistan ve Türkiye’de toplumsal değişim ve dönüşüm açısından oldukça başat bir gelişim seyri içerisindedir. Bununla beraber Türkiye’de de çeşitli kadın örgütlenmeleri, hareketleri, platformları var, bir feminist örgütlenme kültürü var. Bugün kadın özgürlük hareketi, kadınların ve toplumun öz savunmasını üstlenmiş durumdadır. Kadın mücadelesinin belirli bir örgütlü dinamiği var, ekonomiden sağlığa, eğitimden kültüre, tarihten sana-

Kadın Erkek Eşitsizliği Tüm Sorunların Temelidir Yaşanan kadın katliamları sosyolojik bir durumun sonucudur. Bu açıdan kadın mücadelesi yürüten hareketlerin yapması gereken ilk başta sorunu güçlü tahlil edebilmek ve bunu tüm toplum ile paylaşmaktır. Yaşananların bir ölçüde tahlili yapılmış olmasına rağmen, bu durumların bu kadar yoğun devam etmesi bariz yetersizliklerin olduğunu gösteriyor. Örneğin bu güne kadar kadın mücadelesinin içinde yer alan ya da duyarlı olan kadınlar dışında akademik anlamda hiçbir bilim insanı ya da kuruluşu kadın katliamları, kadın erkek eşitsizliği, eş yaşam alanı üzerine güçlü ve doğru sosyolojik tahliller geliştirebilmiş değil. Oysaki bilimin en temel görevi toplumsal sorunlara çözüm bulmadır. Kadın erkek eşitsizliği tüm sorunların temelidir, o zaman bilim kurumları toplumsal sorunlara çözüm bulmak istiyorsa, bu soru-

51


Özgür Halk ta, politikaya kadar birçok alanda kadın örgütlenmeleri, kurumları, meclisleri var. Ancak bu kadar kadın örgütlülüğüne rağmen kadınların halen ve vahşice bir şekilde katlediliyor olması bütün kadın hareketlerinin güçlü özeleştiri verilmesi gereken bir husustur. Verilecek her özeleştiri bu durumun aşılması temelinde olmalıdır. Bu da kadın öz savunmasını, toplum öz savunmasını geliştirmek temelinde olmalıdır. Toplumun öz savunmasını kadının her türlü şiddete ve baskıya, aşağılamaya karşı kendini savunması, bunun için de kendini eğitmesi, örgütlendirmesi, birlik haline gelmesi, güç haline gelmesi ile mümkündür. Kadın örgütlülüğü bilinçlenme üzerinden olur. Bunun için gerekirse sokak sokak, mahalle mahalle, ev ev örgütlenme zeminleri oluşturulmalıdır. Birçok yerde kadın siyaset okulları oluşturulmalı, yine yerel yönetimler bünyesinde kadının ekonomik, kültürel, sağlık, eğitim ve daha birçok alanda kadınlara ait alanlar oluşturulmalıdır. Bunun için devletin oluşturduğu kadın sığınma evleri mantığını aşan, buna karşı duran bir yaklaşım da sergilenmelidir. Devlet mantığına göre kadın hep sığınmalık, muhtaç, denetim altında olması gereken bir varlıktır, bu evlerin mantığı da bunun üzerinden geliştirilmektedir. Birçok sığınma evinde kadın ve çocuklar çok kötü koşullarda yaşamakta, farklı biçimlerde sömürülmektedirler. Böyle bir uygulama bırakalım çözüm olma, daha çok çözümsüzlük ve umutsuzluk yaratmak dışında ulaşacağı bir sonuç olamaz. Bu yüzden kadınların ihtiyacı olan sığınılacak değil, yaşanılacak alanlar, dünyalardır. Kadın sorununa çözüm genelde hep hayali bulunan, gerçekleşmesi imkansız bir durummuş gibi alınır. Yaşananlar kadının kaderidir algısının bir yansımasıdır aslında. Bu açıdan bu durumun çözümüne inançlı yaklaşmak, sorunun aşılması için militanvari bir tarzda duruş sergilemek gerekir. Bazı geçici çözüm yöntemleri ile bazı talepler ile hukuksal, ekonomik bazı haklar ile aşılabilecek bir sorun değildir. Beş bin yıllık devletçi uygarlık geleneğinin açığa çıkardığı bir durum ancak alternatif bir uygarlık geleneği ile aşılabilir, bu da demokratik modernite, demokratik ulustur. Yaşanan sadece fiziki bir katliam durum değil, kültürel, sosyal, siyasal, ekonomik, tarihsel boyutları olan bir toplum kırımdır. Kadın katliamlarını toplum kırımı olarak adlandırırsak, çözümü de toplumsal boyutta olacaktır. Kadınlar sadece kendilerini fiziki açıdan savunma yöntemi ile değil, kendileri için oluşturacakları toplumsal yaşam alanları ile katliamlardan kurtulabilirler. Örneğin bugün Afganistan’da dul mahallesi olarak bilinen, savaşta eşlerini kaybetmiş ve zorla evlendirilmek istenen kadınların kendi emek, çaba ve fedakarlıkları kurmuş oldukları bir yerleşim yeri var. Güzel bir örnektir aslında. Bu tür yerler, özellikle kadın köyleri Türkiye ve Kürdistan için de olabilir. Kadınlar burada kadın eksenli bir ekonomi, kültür, sağlık, politika, tarih, eğitim, demografya anlayışı ile yaşamı yeniden örebilirler. Çocuklar toplumsal cinsiyetçi bir toplumun dışında büyüyebilir, eğitim görebilirler. Bu açıdan tüm köleliklerden arınmış özgür yaşam alanları oluşturulmalıdır. Önderliğimizin demokratik modernite olarak belirttiği alternatif özgür yaşam modeli aslında kadın eksenli bir yaşam modelidir, kadın bakış açılı ve kadın özgürlükçüdür. Kadın hareketlerinin bunu yapabilecek teori ve pratik güçleri vardır. Bugün binlerce kadın akademisyen, siyasetçi, aktivist, kadro var, bu gücün örgütlendikçe yapamayacağı bir şey yoktur. Şu bir gerçek ki kadının yaşadığı katliamlar kadının bütün toplumsal alanlarda yaşadığı

Eylül 2015

mağdur konumu ile bağlantılıdır. Egemen erkek kadının bu mağdurluğunu kendine zemin yaparak kadına bu kadar vahşice saldırmaktır. Bu yüzden kadının kendini en iyi savunacağı ve toplumu da bu durumdan kurtarabileceği alan demokratik ulus mantığı ile geliştirilecek olan yaşam alanlarıdır. Bunun için de topluma demokratik ulusun ne olduğu, nasıl olacağı anlatılmalı, toplum bu konuda bilinçlendirilmelidir. Bu konuda öncülük yapması gereken de başta Kürdistan kadın hareketi olmak üzere bütün kadın mücadeleleridir. Kadın Hareketleri Kendi Öz Savunmalarını Geliştirebilmeli Kadın hareketleri kendi içlerinde ortak mücadele zeminleri oluşturmalıdırlar. Türkiye ve Kürdistan genelinde belli bir ortaklaşma, ortak çalışmalar vardır. Ancak bu daha geniş ve kapsamlı bir zemine dönüştürülebilir. Yaşanan bu vahamet karşısında ortak mücadele stratejisi, planlamalar, projeler, gerekirse konferans ve çalıştaylar olmalıdır. Bu konu her açıdan gündemde tutulmalıdır, sorun her zamankinden fazla toplumun gündemine alınmalıdır. Devletin bu konuda uygulamaları her anlamda teşhir edilmelidir. Kadın hareketleri kendilerinin de her zaman hedef olduklarının bilinci ile kendi öz savunmalarını geliştirmelidirler. Burada jineolojinin önemli bir yeri vardır. Jineoloji kadın bilimi olarak evrensel bir karaktere sahiptir. Kadın ve bilim tüm insanlığa hitap eden ger-

Devlet politikalarını sürekli geliştirip güçlendiren AKP’nin, cinsiyetçi, egemen erkek yanının oldukça büyük bir etkisi var. DAÎŞ gibi tecavüzcü ve kafa kesici bir güruha destek veren AKP’den farklı bir şey beklemek abes bir yaklaşım olur çeklerdir. Kadın bilimi doğal olarak tüm dünya kadınları ve toplumları içindir. Bunun için başta jineoloji toplum içerisinde örgütlendirilmelidir. Her kadının kendini ifade edebileceği, bulacağı, hissedeceği bir düzey kazanmalıdır. Gerçeklik itibariyle jineoloji güçlü bir öz savunma karakterine sahiptir. Aslında jineolojinin kendisi kadının öz savunmasıdır. Kadın hareketleri de kendilerini jineoloji içinde daha güçlü ve örgütlü bir şekilde ifade edebilir. Eksik kalan yanlarını daha iyi çözümleyebilir, kazanımları ise daha toplumsallaştırabilirler. Bu açıdan jineolojinin geliştirilmesi yaşanan kadın katliamlarına karşı kadın hareketlerinin ortak bir zeminde, birlikte mücadele yürüterek güçlü bir karşı koyuşun ve alternatif yaşamın örgütlendirilmesinin zemini oluşturmaktır. Bir kadın ve toplum bilimi, yaşam bilimi olan jineoloji demokratik modernitenin bilim anlayışının temelini oluşturmaktadır. Kadın katliamlarının sosyolojik ele alınışı jineolojik bakış açısıyla olmalıdır. Çözümü de yine jineolojik ilkeler temelinde olmalıdır. Bu açıdan jineolojinin geliştirilmesi salt teorik bir gelişim değil kadının asıl öz savunma eylemidir. Kadın katliamlarına karşı yapılacak en önemli karşı koyuş her anlamda ve her alanda, her kesimden kadının kendini örgütleyebileceği bir öz savunma anlayışı, algısı ve uygulama alanları oluşturmaktır. Kendi öz savunma bilincini ve eylemselliğini geliştirecek kadın örgütlenmesi katliamlara verilecek en güçlü cevap olacaktır.

52


Özgür Halk

Eylül 2015

Türk Egemenlerinin Siyaset Tarzı; Mankurtlaştırma ve 6-7 Eylül Olayları Türk ulus devleti İttihat Terakki’den devraldığı coğrafik, kimlik ve ekonomik olarak Türkleştirme politikasını değiştirmemiştir. Kürtlere veya gayrimüslimlere yapılan tüm uygulamaların sebebi bu politikadır. Bu yüzden farklılıkları tanımayan bu politikanın kirli ve suçlu olduğunu söylüyoruz Sinan Şahin Türk egemen sınıfının siyaset tarzı, insanı Mankurtlaştırmadır. Buna; insanın kendisine, tüm değerlerine yabancılaştırması da denir. Mankurtlaşma bir işkence yöntemi olduğu kadar, bir beyin kontrol yöntemidir de. Mankurtlaşmayı romanlarında en fazla işleyen Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’dur. Aytmatov’un anlatımına göre, bir insan Mankurt yapılmak istendiğinde, o kişinin saçları iyicene kazıtılır. Daha önceden yüzülmüş devenin boyun derisi kazıtılan kafaya geçirilir. Kafasında deve derisi bulunan Mankurt adayı sıcak çölde güneş altında birkaç gün bırakılır. Böylece sıcağın etkisiyle deve derisi büzülür ve kafaya iyice yapışarak kafa derisiyle bütünleşir. Zamanla kazınan saçlar da yeniden uzamaya başlar. Fakat deve derisi kafaya o kadar yapışmıştır ki zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşir. Uzayan saçlar deriyi delip uzamaya devam edemez. Bu yüzden saçlar vücudun dış yönüne değil de kafanın içine doğru uzamaya başlar. Sıcaktan büzüşen deve derisi kafaya yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip beyne doğru ilerlemesiyle Mankurt büyük acılar çeker. Bu acılara dayanamayan Mankurt bir müddet sonra kuklaya döner. Hafızasını yitirir. Anne-babasını dahi tanımaz, aklını çalıştırıp düşünemez hale gelir. Bu yüzden sahibi ne söylerse ona itaat eden bir köleye döner. Türk egemen sınıfı, bu sistemi muhaliflerine karşı sürekli kullanmış ve büyük çoğunlukla da başarılı olmuş ve sonuç almıştır. Bu durumu Réber APO, “celladına âşık olma, katiline sevdalanma” vb. deyimlerle ifade etti. Türk siyasal tarihinde bunun sayısız örnekleri var. 19. Yüzyıl ayaklanmalarından sonra Kürtlere her türlü katliamı dayatan Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’i, Kürlerin, “Ebdulhemid bavé Kurda” (Abdülhamit Kürtlerin babası) olarak tanımlamaları bunun ifadesidir. Lozan’da kazanılmış azınlık haklarından feragat eden azınlıkların durumu böyledir. Varlık Vergisiyle Yahudilerin ellerinde ne var ne yok alan İsmet İnönü’yü büyük kurtarıcı olarak görmeleri bunun ifadesidir. Asala’nın Esenboğa havaalanına yaptığı saldırıyı protesto ederek İstanbul Taksim meydanında kendisini yakan Artin Penik adlı Ermeni ve onun gibi düşünenlerin durumu budur. Yani Mankurtlaşmadır. Tüm bunlar İttihat ve Terakki partisinin geliştirdiği ve yeni kurulan Türk Cumhuriyetinin devam ettirdiği coğ-

rafyayı, kimliği ve ekonomiyi Türkleştirme politikasının sonuçlarıdır. İşte 6-7 Eylül olaylarını da bu perspektifle ele alıp değerlendirmek gerekir. Bu arka bahçe oluşturulmadan, salt 1955’de yaşanan bir dizi olaylarla bu durum izah edilemez. 6-7 Eylül olayları bir pogromdur 6-7 Eylül olayları bir pogromdur. Pogrom çeşitli sözlüklerde ve anlaşmalarda şöyle tanımlanır: Dinsel, etnik veya siyasi nedenlerle bir gruba karşı yapılan şiddet hareketleridir. Bu şiddet hareketleri genellikle evlerini, iş yerlerini veya ibadet yerlerini tahrip etmek, insanları dövmek, yaralamak, tecavüz etmek veya öldürmekten oluşur. Bu tanım, tarihin çeşitli dönemlerinde Yahudilere karşı yapılan şiddet hareketlerini tanımlamak için kullanılmış, sonraları diğer etnik ve dinsel gruplara karşı yapılan benzer şiddet olaylarını kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bu tanımdan hareketle bakıldığında Türk egemenlik tarihi bu tür soykırım ve pogromlarla doludur. Bu soykırım ve pogromlar hem katiller, hem de mağdurlar açısından kendine özgü bir ruh hali yaratmıştır. Katiller için egemen bir ruh hali yaratırken, mağdur açısından Mankurtlaşmayı yaratır. Günümüzde yaşanan birçok durumun bununla bağı vardır. Bu tarihsel gerçeklikler açığa çıkarılıp, hesabı sorulup mahkûm edilmediğinden zamanı geldiğinde mantar gibi kendisini tekrar etmiştir. Türk egemen sistemi bu yaklaşımıyla halklar mozaiği olan Anadolu’yu halklar mezarlığına çevirmiştir. Yaşamın fışkırdığı bu topraklar ölümün kol gezdiği, kuş konmaz kervan geçmez diyarlara çevrilmiştir. Birinci Dünya Savaşı yıkıntıları arasından oluşan Türk devleti, Türk ulusunu yaratabilmek için tüm etnik ve dinsel kesimleri modernitenin homojenleştiren değirmeninden geçirmiştir. Bunları öğüterek Türk kimliğini yaratmak istemiştir. Bu yüzden egemenliği ifade eden, Türk halkıyla ilişkisi olmayan, çeşitli dönme kesimler tarafından yapay olarak oluşturulan beyaz Türk kimliği daha oluştuğu ilk günden itibaren sorunlu, suçlu ve kirlidir. Osmanlıların son döneminde şekillenen bu kimlik, ilk büyük icraatını 1915 yılında Ermeni halkını katletmekte göstermişti. Sonrasında Kürtlere yönelse de bunu savaş

53


Özgür Halk

Eylül 2015

Esat Bozkurt mecliste şöyle konuşur: “Dost düşman, hatta dağlar, bu hakikati böyle bilsinler; bu memleketin efendisi Türklerdir. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır; Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı.” Hükümetin bıraktığı bu yerden basın devam eder. Dönemin Akşam gazetesi yazarı Necmettin Sazak bir yazısında “Türkiye’de yaşamak ve hayatlarını kazanmak isteyenler, dinleri veya ırkları ne olursa olsun Türk gibi düşünmek, Türk gibi konuşmak ve Türk gibi yaşamak zorundadırlar.” (Aktaran Rıfat Bali: Bir Türkleştirme Serüveni). İşte Türk egemen sınıfının başta Kürt halkı olmak üzere diğer etnik ve dinsel azınlıklara bakışı, yaklaşımı böyledir. Anadolu’yu kan deryasına çeviren anlayış ve yaklaşım budur. Bu yaklaşım Lozan Antlaşması’nda yarım kalan kimliğin Türkleştirilmesidir. Bu yaklaşımla Kürdistan’da taş üstünde taş, gövde üzerinde baş bırakılmamak üzere adeta yeniden fethedilmesi seferlerine çıkılır. Dersim katliamıyla bu fethediş adeta tamamlanır. Zaman zaman kılıç artıkları seslerini çıkarttıklarında da Van-Özalp’ta olduğu gibi sorgusuz-sualsiz katledilirler. Kürtlerin işi tamamlandıktan sonra, siyasal otorite sağlanır. Hükümet ve bürokratların tehdit edici yaklaşım-

sonrasına ertelemiştir. Birinci dünya savaşında Yunanlılarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle de Rumlara soykırım dayatmışlardır. Bu soykırımlarla Rumların büyük kısmı Anadolu’yu terk etmişlerdir. Türk kurtuluş savaşının sonlarına doğru Türklerle Yunanlılar arasında savaşı sonlandırmak ve var olan sorunları çözmek için çeşitli anlaşmalar yapılır. 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol’e göre Türkiye’deki Rum-Ortodokslar ile Yunanistan’daki Müslümanların (Türk olmayanlar dâhil) büyük bölümünün karşılıklı olarak yer değiştirmesi kararlaştırılır. İstanbul’daki Rumlar ve Batı Trakya’da yaşayan Müslümanlar bir istisna olarak bu anlaşmanın dışında tutulur. Lozan anlaşmasında bu istisnaya Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayan Rumlar da eklenir. Yani mübadele dışı tutulur. Bu anlaşmalarda esas alınan nokta, değişim konusu olan halk bir daha geri dönemeyecek, yanında götürebildiği kadar taşınır mal götürecek, taşınmaz malları ise oluşturulmuş karma komisyon gözetiminde altın değerine göre bir fiyatla tasfiye edebilecekti. Karma Komisyon Ekim 1923’te çalışmalarına başlar. İlk yıl karşılıklı olarak belli bir sayıda yer değiştirme olduktan sonra sorunlar ortaya çıkmaya başlar. En önemli sorun “Etabli” (yerleşmiş) deyiminin kimleri kapsadığı sorunu olur. Yunanistan İstanbul’da oturan bütün Rumların “etabli” sayılmasını isterken, Türkiye bunun Türk yasalarına göre belirlenmesi gerektiğini savunur. Milletler Cemiyeti’ne oradan da Uluslararası Sürekli Adalet Divanı’na sevk edilen bu sorun 10 Haziran 1930’da taraflar arasında imzalanan antlaşma ile çözülür ve iki ülke arasındaki halkın mübadelesi resmen sona erer. Bu son antlaşma ile yerleşme tarihleri ve doğum yerlerine bakılmaksızın İstanbul’daki Rum-Ortodokslar ve Batı Trakya’daki Müslümanların tamamı “etabli” sayılır ve mübadele dışı tutulur. Aslında bu çözüm Türk devletinin istediği çözüm değildir. Çünkü amaç Anadolu’yu coğrafik, kimlik ve ekonomik olarak Türkleştirmektir. Ancak yeni Türk devleti Lozan Konferansı’nda çok zorlandığından, kazanımlarını kaybetmemek için bu kararı istemeyerek de olsa kabul eder. Bu tutumuyla Lozan Konferansı’nda kimlik ve ekonomik olarak kimi tavizler vermekle beraber belli bir siyasal kazanım elde eder. Anadolu coğrafyasının Türkleşmesini sağlar. Ancak yeni kurulan Türk devletinin ciddi bir ekonomik dayanağı ve temeli yoktur. Bunu oluşturmak için Atatürk, İktisat kongrelerini toplamış, karma bir ekonomik model benimsemiş olsa da azınlıkların desteği olmadan bunları başarmasının imkânı yoktur. Yeni Türk devleti bu sorunu daha sonraya bırakır.

Türk egemen sistemi bu yaklaşımıyla halklar mozaiği olan Anadolu’yu halklar mezarlığına çevirmiştir. Yaşamın fışkırdığı bu topraklar ölümün kol gezdiği, kuş konmaz kervan geçmez diyarlara çevrilmiştir ları sonucunda önce Yahudiler, sonra Ermeniler ve en sonunda da Rumlar Lozan Antlaşması’nda kedilerine verilen azınlık haklarından gönüllü olarak feragat ettiklerini ve Türk ulusu içinde, Türk ulusunun eşit bir yurttaşı olarak yaşamak istediklerini belirtirler. Haklarından vazgeçişte Kürtlere uygulanan katliamların payı büyüktür. Bu katliamlarla bu azınlıklar korkutulmuştur. Kürtlerin bastırılması ve azınlıkların haklarından feragat etmeleriyle yapay olarak oluşturulan Türk kimliğinin önünde bir engel kalmaz. Böyle İttihat Terakki’nin politikalarından, coğrafya ve kimlik tamamlanır. Sırada ekonomi vardır. O zamana kadar ekonomik gelişme ağırlıklı olarak dinsel azınlık olarak kabul edilen Yahudi, Ermeni ve Rumların elindedir. Bunların elinde biriken bu servet Türk egemen sınıfının iştahını da kabartır. Bu servetlere el koymak için fırsat kollarlar ve bu fırsatı 11 Kasım 1942 yılında çıkardıkları Varlık Vergisi adı altında olağanüstü servet vergisi kanunuyla elde ederler. Bu ekonominin de Türkleştirilmesinin başlangıcıdır. Dönem ikinci dünya savaşı dönemidir. Türk devleti azınlıkların elinde biriken servete el koymak için; “olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek karlılığı vergilendirmek” gerekçesini yaratır. Dönemin hükümeti bu yasanın tüm kesimlere olduğunu söylese de özünde sadece dinsel azınlıklara uygulanır. Hatta dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu kabine toplantısında gerçek amaçlarını şöyle açıklar. “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımı-

Kürdistan’da bombalanmadık köşe bucak bıraklmadı Cumhuriyetin kuruluşundan sonra dinsel azınlıkların dışında hiçbir etnik kimlik tanınmaz. Bundan en büyük zararı Kürtler görür. Kürdistan’da bombalanmadık köşe bucak bırakılmaz. Bu duruma karşı isyan eden Kürtleri de şaki, eşkıya vb. gerekçelerle, katliamlarla bastırır. Tedip, tenkil hareketleri yapılır. Sürgünler, yerinden etmeler yaşanır. Çıbanbaşı olarak görülen Dersim, büyük bir yıkımla adeta yok edilir ve kendilerine göre ‘Tunceli’ yaratılır. Kürdistan adeta Ağrı Dağı’na gömülerek üstü betonlanır. Ağrı isyanından sonra Türk Adalet Bakanı Mahmut

54


Özgür Halk zı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz… Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun bütün şiddetiyle uygulanacaktır.” Dönemin başbakanı olan Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos 1942 yılında kurduğu hükümetin programını mecliste okurken de şunları söyler: “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir… Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız. Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hâkimiyetidir.” diyerek hükümetin sosyal politikalarını ve sorunlara yaklaşımını ortaya koymuştur. (Erdoğan’ın tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek millet vb. tek teklerle devam eden söylemleriyle Şükrü Saraçoğlu’nun söylemleri aynı ruh halini yansıtıyor.) Başbakanın bu konuşmasından sonra tüm basın yayın organları ağız birliği etmişçesine hırsızlık, karaborsacılık, vurgunculuk ve ihtikârla ilgili haber ve yorumları öne çıkardılar. Bu yazılarda başta Yahudiler olmak üzere diğer etnik ve dinsel azınlıklar hedef gösterildi. Her gün bir gazetede, vurguncu veya karaborsacı bir Yahudi’nin karikatürü çıkar. O dönemin gazetelerinden olan Hareket gazetesinde manşetten çıkan haberi bu durumu özetler. Gazete “vatandaş iş başına” manşetiyle çıkar ve altında şunları sıralar: “Vatandaş bunları unutma; -Her işte ve her yerde Türk malı kullan -Türk mağazalarından alış veriş et -Türkçe konuşmayana cevap verme -Türkiye’de herkesten fazla hakkının olduğunu unutma” Devlet de facto uygulamalarla sermayeyi ellerinde bulunduran gayrimüslimleri tehdit ederler. Zaman zaman yerel çapulcu güçlerle korkutarak kaçırtmaya çalışırlar. Azınlıkların bulundukları alanların dışına çıkmalarını yasaklarlar. Bulunduğu alanın dışına çıkamayan azınlıklar, ticaretteki etkinliklerini yitirirler. Bazen 24 saat veya 48 saat içinde şehri terk etmeleri dayatılır. Bununla bu süre zarfında mallarını ve mülklerini satamayacaklarını, böylece kendilerine kalacağını düşünürler. Yine mallarını götürmek için kiraladıkları arabalar, onlardan mallarının iki katı para isteyince, mallarını bırakıp giderler. Trakya ve İstanbul’un birçok yerinde bunlar uygulanır. Hükümet maliye müdürlüklerine gönderdikleri gizli talimatlarla zengin gayrimüslimlerin fişlenmesini ister.

Eylül 2015

Maliye müdürlükleri de bunu hemen yerine getirerek zengin Yahudi, Rum, Ermeni ve diğer azınlıkları fişlerler. 11 Kasım 1942 yılında Varlık Vergisi mecliste hiç tartışılmadan kabul edilir. Bu kanuna göre, il ve ilçe merkezlerinde kimin ne kadar vergi ödeyeceğini belirleyen servet komisyonlarının kurulması, bu komisyonların kararlarının kesin olması, vergilerini ödeme süresinin 15 gün olması, 15 gün içinde vergilerini ödemeyenlerin mallarının haczedilerek satılması, buna rağmen 1 ay içinde borcunu ödemeyenlerin bedeni kabiliyetlerine göre genel hizmetlerde çalıştırılmasıdır. Erzurum’un Aşkale ilçesinde bunlar için bir toplama kampı belirlenir. O zamanın Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir haber durumu özetler niteliktedir: “Ödeme yapamayan 31 kişi daha Erzurum Aşkale’deki toplama kampına gönderilecekler.” Yine her gecikme için gecikme faizi alınacağı belirtilir. Bir hafta geç getirenler %1, iki hafta geç getirenler %2, böylece her hafta gecikmesinde hafta sayısı kadar gecikme faizi alınır. Hükümet bu yasanın hiçbir etnik veya dini azınlığı hedeflemediğini söylese de, toplanan vergilerin %87’sini azınlıklar, %7’sini Müslümanlar ödemişlerdir. Bu sonuç bile kanunun kimi hedeflediğini göstermektedir. Burada Müslümanlardan kastedilenler de Türk olmayanlardır. Kürtler, Araplar vb.leridir. Bir yıl içinde toplanan vergi 314.900.000 TL’dir. Bu meblağ 1942 yılı bütçesinin %80’i kadardır. İkinci Dünya Savaşı sürecinde Türk devleti Almanya yanlısı Nazist bir politika izlemeye başlar ve Almanya’yla yakınlaşır. Bu durum Yahudileri çok korkutur. Başbakan Yahudileri sınır dışı edip Almanlara vermeyi söylerken, İnönü’de sözde Yahudilere sahiplik yapar. Bu durum aslında ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikasıdır. 2012 yılında Milliyet gazetesinden Zeynep Özkartal’a konuşan bir Yahudi’nin söylediği durumu özetler gibidir. Muhabirin “devletin sizden özür dilemesini ister misiniz?” sorusuna söyle cevap verir: “Hata ettik demelerini isterim tabi. Ama ne değişir? Ben affettim zaten. Bizi Hitlerden kurtardı İnönü, Varlık Vergisini de affettim böylece. Eğer bizi Hitlere verseydi sabun olacaktık. Parayla hayat ölçülmez. İnönü sayesinde hayatta kaldık. Bunu unutmadım.” İşte oynanan oyunu görmeyerek Mankurt-

55


Özgür Halk laşmak veya celladına sevdalanmak böyledir. Önder APO, Varlık Vergisi ve çevresinde gelişen durumu şöyle değerlendirir: “Genç Türk bürokrat burjuvazisi, Yahudi sermayesiyle olan ittifakını sürekli kendisinden yana yontmaktaydı… 1942’te Varlık Vergisi adı altındaki el koymalara kadar varan birçok uygulama Yahudi sermayesini sürekli kırpma amaçlıydı. Tüm bu olaylara rağmen, Türk Yahudiliği sistemin ideolojik, politik ve ekonomik yapısına hep damgasını vuran belirleyici güç konumunda kaldı.” Türkiye’yi kendi vatanları gören Yahudiler, tüm bunlara rağmen Türk devletine karşı seslerini çıkarmazlar. Hatta bir haham heyetinin devlet yetkilileriyle görüşmelerinde “10 yıl içinde Türkleşmezsek bizi sürebilirsiniz” söyledikleri bu durumu özetler niteliktedir. Türkiye ikinci dünya savaşında Almanya yanlısı bir tutum izlemesine, Almanya’yla birçok ticaret anlaşması yapmasına, ilişki geliştirmesine, silah sanayisinde kullanılmak üzere paslanmayan krom madenini vermesine, Sovyetlerin Kırım’ı almasından dolayı, subaylarını Alman askerlerinin yanında buralara göndermesine rağmen, Sovyetlerin savaşı kazanacağı anlaşılınca, Türk devleti tarafsızlığını ilan ederek ABD’nin yanında yer

Eylül 2015

rakmak istemez. Basını, yayını, aydınları denetimine alır. Bununla da baş edemeyince bazı yerlerde sıkıyönetim ilan eder. Daha sonra bu sıkıyönetimi, İstanbul, Ankara ve İzmir’i de içine alacak şekilde büyütür. Kamu güvenliği gerekçe gösterilerek 1956 yılında basın ve toplantı yasalarına büyük kısıtlamalar getirilir. Demokrasi havarisi Menderes’in azınlıklara ilişkin baştaki liberal yaklaşımı, zorlaşan ekonomik ve siyasi koşullarla birlikte giderek değişir, gerginleşir. Şiddet içerir duruma gelir. Yani köprüyü geçinceye kadar azınlıkları kullanır. (Aynı gelenekten gelen AKP’nin iktidara geldiğinde gösterdiği liberal yaklaşımlar kısa sürede tersine döndü. Kamu güvenliği gerekçesine bürünen Erdoğan, “kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacaktır” sözleriyle yeni katliamların, pogromların fişeğini ateşlemiştir. Sonrasında başta kimi basın yayın kurumları ve ‘ne idüğü belli’ kimi sivil toplum örgütleriyle Kürtlere ve Özgürlük Hareketine yönelmesi bu haleti ruhiyenin günümüzdeki tezahürüdür. Dağlar, köyler ve şehirler yeniden bombalanmaya, binlerce insan zindanlara doldurulmaya başladı. Liberalliği iktidara ulaşmada bir araç olarak kullandı. Ancak AKP’nin bu oyununu görmeyerek ona destek veren “yetmez ama devam” diyen sözde aydınlar kendilerini Mankurtlaşmaktan kurtaramadılar) Önder APO Türkiye’nin çok partili sisteme geçmesi ve burjuvazinin gelişimini şöyle değerlendiriyor: “Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası koşulların da zorlanması sonucu belli bir kapitalist birikimin, sermayedar sınıfın doğuşuyla birlikte, biraz daha burjuvazinin kanat partileri doğar. Örneğin DP çıkar ortaya. DP biraz daha kapitalistleşmeye ağırlık veren bir çizgi izler. Devletin, kapitalist gelişmedeki rolünü biraz da özel kesimlere dayanarak yapar; toprak kapitalizmine, ticari kapitalizme ağırlık veren bir programla ortaya çıkar…” Ancak bunu yapacak ne gücü ne yeteneği vardır. Başkan APO devamla “O yıllarda Türk kapitalizmi çok vahşidir. Genç Türk kapitalizminin, Türk burjuvazisinin yüzü kara oluşum dönemidir. Bu yıllar aynı zamanda CHP dönemidir, ardından DP dönemi gelir.” 1950’lerde yaşanan iç siyasal sıkıntıların yanında dış alanda da sıkıntılar yaşanır. Ancak hükümet bilinçli bir şekilde iç tepkilerin yönünü dışarıya çevirir. Dışsal sorunun başını da Kıbrıs çeker. Kıbrıs o zaman İngiltere’nin denetimindedir. Kıbrıslı Rumlar, 1954 yılında Birleşmiş Milletlere başvurarak self determinasyonu, yani kendi kaderini tayin hakkını tanımasını isterler. Ancak İngiltere’nin ağırlığı altında olan BM Kıbrıslı Rumların bu isteğini kabul etmez. Bunun üzerine Rumlar, İngilizlere karşı direniş ve kurtuluş mücadelesine girişirler. Bu durum İngilizleri zorlayınca, İngilizler, bir yandan birçok Türk’ü polis veya güvenlik görevlisi olarak işe alırlar, diğer yandan da Türklerin ve Rumların katılacağı uluslararası bir toplantı düzenler. Türk devleti mal bulmuş mağribi gibi hemen bu toplantının üzerine atlayarak, Kıbrıs’ta inisiyatifi ele geçirmek ister. Olaylara tanık olan, içinde yer alan Naciye Çavdar’ın bir röportajında anlattıkları, gerçekleri söze gerek bırakmayacak şekilde göz önüne sermektedir. “Kıbrıs olayları nasıl başladı? Rumlar sömürgeci İngilizlere karşı örgütlenmeye başlar. Amaçları İngilizlerden kurtulup bağımsızlık kazanmaktır. Bunun için EUKA teşkilatını kurarlar. Adanın Yunanistan’a bağlanması içinde yer altı faaliyetlerine başlarlar. Bu arada

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra dinsel azınlıkların dışında hiçbir etnik kimlik tanınmaz. Bundan en büyük zararı Kürtler görür. Kürdistan’da bombalanmadık köşe bucak bırakılmaz. Tedip, tenkil hareketleri yapılır aldı. Böylece hem savaşın yaptırımlarından kurtulmak, hem de savaş sonrası pastadan pay alma hesabını yaparak bir taşla birkaç kuş vurmak istedi. Savaş sürecinde de başta Rum, Ermeni ve Yahudilere yaptıkları da yanına kar kaldı. Birçok siyasetçi ve iktisatçı bu dönemde uygulanan gerek siyasi, gerekse de ekonomik politikaları zorba, ırkçı ve faşist olarak değerlendirir. Çok partili sisteme geçiş 1950’li yıllarda Türkiye sözde çok partili bir sisteme geçer. Özünde ise eski sistem iki parti üzerinden varlığını devam ettirir. Türkiye, Kore savaşından sonra her ne kadar NATO’ya girmiş olsa da yaşadığı ekonomik ve siyasi krizi aşamaz. İkinci Dünya Savaşı’nın olumsuz koşulları, Varlık Vergisi’nin acımasız uygulanması, ekonomiyi ellerinde bulunduran azınlıkların Türkiye’den göç etmeleri önemli bir nedendir. Bu kriz Anadolu’da yaşayan halkları tek potada birleştirmek ve homojen bir ulus devlet yaratmaktan kaynağını alır. Bu homojenleştiren ulus devlet politikalarıyla çelişenler, muhalefet edenler büyük bir yıkım ve katliamlardan geçirilirler. 1955 yılında Türkiye ciddi bir ekonomik kriz yaşar. Bu beraberinde yüksek bir enflasyon yaratarak halkın yaşam standartlarında büyük bir düşüşe, giderek halk arasında büyük öfke birikimlerine ve tepkilere yol açar. Demokrasi havarisi olarak iktidara gelen Demokrat Parti kısa sürede tutuculaşarak gerçek yüzünü gösterir ve anti demokratik yöntemlere başvurur. Bunun içinde itiraz eden kim varsa hepsini susturmaya çalışır. Muhalefet bı-

56


Özgür Halk

da Türkler, bu örgüte karşı Türk Mukavemet Teşkilatını TMT’yi kurup örgütlenirler. Karşılıklı çatışmalar böyle başlar. İngiltere Rum teşkilatıyla baş edemeyince Türklerden ‘Yardımcı Polis’ (OKSİ’ler) adı altında maaşlı emniyet teşkilatını atar.” (Aktaran: Gülçiçek Günel Tekinİttihat Terakki’den Günümüze Tek Tarz Siyaset: Türkleştirme) Görgü tanıklarının da anlattıkları göstermektedir ki, Kıbrıs sorununun, Rum halkının Türkleri öldürmeleriyle bir alakası yoktur. İngilizler kendi çıkarları için Türkleri kullanmışlardır. Türkler İngilizlerin paramiliter, kontra gücü olmuşlardır. Hükümetinden istihbaratına kadar, özel harp dairesinden basınına kadar bu konuda adeta İngiliz memurları gibi çalışmışlardır. Özel Harp Dairesi kendisini Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı şeklinde örgütler. Sürekli izne ayrılmış subaylar aracılığıyla bu paramiliter gücü yönetir. Ancak Türk devleti, başını iktidardaki Menderes’in Demokrat Partisi ve Osman Bölükbaşı’nın faşist olan Cumhuriyetçi Millet partisine mensup milletvekilleri aracılığıyla toplumu Rum halkına karşı kışkırtma faaliyetini başlatırlar. Bu amaçla mecliste önergeler verirler, basına demeçler verirler, gösteri ve yürüyüşler düzenlerler. Halkın sisteme ve hükümete olan tepkisini dışa çevirirler. Bunun için de Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti (KTC) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) adlı paravan örgütleri kullanırlar. Bu her iki paravan örgütün yöneticileri dönemin MİT’i olan MAH’ın (Milli Amniyet Hizmetleri) personelleridirler. Yani tüm bu kışkırtma ve galeyana getirme hareketlerini MAH üzerinden örgütlerler. Bunun yanında Demokrat Parti’nin tüm şubeleri bu kışkırtmalarda kullanılır.

Eylül 2015

larında para topladıklarını ve Kıbrıslı Rumlara gönderdiklerini, bu paralarla Kıbrıs’taki Türklerin katledildiğini yazarlar. Gazeteci Ayşe Hür dönemin havasını şöyle yazıyor: “16 Ağustos’ta KTC Başkanı Hikmet Bil, Kıbrıslı Türklerin lideri Dr. Fazıl Küçük’ün ‘adadaki Yunanlıların Türk azınlığa karşı katliam hazırlığı içinde olduğuna dair’ mektubunu tüm şubelerine göndererek, üyelerinden ‘Londra ve Atina’nın korkacağı erkekçe bir ses’ çıkarmaya davet etti. 24 Ağustos’ta Adnan Menderes Liman Lokantası’ndaki yemekte Yunanistan ve Kıbrıs aleyhine gayet sert bir nutuk atarak ‘çarşambanın gelişini’ müjdeledi. Ardından İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, Yunan pasaportlu Rumların mallarının müsadere edilip, yurtdışına çıkarılmalarını talep ederken, gazetelerden Kıbrıslı Türklerin zor durumda olduğunu okuyan vatandaşlar, Kıbrıs’a gitmek için TMTF’ye kitlesel başvurular yapmaya başladılar. İddialara göre İskenderun şubesine 23 bin, Adana şubesine 15 bin başvuru yapılmıştı.” İngiltere’nin garantörlüğünde Londra’da Türkiye ve Rumlar arasında Kıbrıs görüşmeleri yapılır. Bu görüşmelerde Türkler zorlanırlar. Bu durumdan kurtulmak için, Türk heyeti adına görüşme yürüten dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, başbakan Menderes’e telgraf çekerek durumu bildirdikten sonra çeşitli kitle gösterilerini yapmalarını ister. Bunun üzerine Menderes, TMTF ve KTC yöneticileriyle görüşür. Ayşe Hür aynı yazısının devamında, “5 Eylül’de, Hikmet Bil ile bir akşam yemeği yiyen Menderes, Zorlu’nun Londra’dan gönderdiği telgraftan söz edecekti. Telgrafta Zorlu, görüşmelerde zor durumda kaldığını, müzakere koşullarının zor olduğunu, orada artık ‘dizginlenemeyen’ bir Türk kamuoyundan söz etmeyi arzuladığını yazıyordu. Hikmet Bil seferberlik emrini almıştı. Aynı gün gazetelerde üç Rum casususun yakalandığı haberi çıktı. Bir grup genç Taksim’de gövde gösterisi yaparak, üzerinde ‘Kıbrıs Türk’tür’ yazılı bir pankartı Patrikhane’ye bıraktı. Ayrıca Türk bayrağına dil uzattığı iddia edilen bir Rum genci dövüldü ve bazı Rum gazeteleri yakıldı. Artık iş barut fıçısını patlatacak kıvılcımı çakmaya gelmişti.” (Bu durum 1999 yılında Önder APO Roma’ya gittiğinde Türkiye’deki İtalyanlara yaptıkları gibi veya 2015 yılında Çin’deki Uygur Türklerini gerekçe yaparak Türkiye’deki Uzakdoğululara saldırmaları

İktidarın sesi olan basın ırkçı ve kinci düşünceleri yayar Bu amaçlarını gerçekleştirmek için basını da kullanırlar. İktidarın sesi olan bu basın yayın her türlü ırkçı ve kinci düşünceleri haber yaparlar. Özellikle Hürriyet, Yeni Sabah ve İzmir’de yayınlanan Gece Postası gazeteleri adeta birbirleriyle yarışırlar. (Günümüzde AKP’nin Yeni şafak, Star vb. gazeteleri kendi çıkarına kullanması gibi) Bu gazeteler seri haberlerle gayrimüslimleri özellikle de Rumları hedef gösterir. Türkiye’deki Rumların kendi ara-

57


Özgür Halk

Eylül 2015

revlerde çalışan ve Nevşehir’e önce kaymakam, sonra da vali olarak atanan Engin, hakkındaki suçlamaları hep reddetmişti.” Günümüz MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın internete düşen “Suriye’ye birkaç kişi gönderelim. Birkaç roket attıralım. Sonra müdahale ederiz” mealli ses kayıtları geçmişin hala yaşatıldığını, fazla bir şeyin değişmediğini gösteriyor.

gibi.) Başbakandan talimat alan MİT, gösterileri organize eder. Halkı galeyana getirmek için zaten basın bir süredir çeşitli haberler yapmaktadırlar. Bu galeyana getirme durumu zirveye ulaştığında tirajı 15-20 bin olan küçük, yerel ve magazin bir gazete olan İstanbul Ekspres gazetesi “Atamızın evi bombalandı” başlığıyla çıkar ve 300 bin basar. Bu adeta bardağı taşıran son damla olur. Aynı haberi daha sonra TRT’de verir. Gazete aynı baskıda Kıbrıs Türk Derneği genel sekreteri Kamil Önal’ın olaya ilişkin demecine yer verir. Önal demecinde “mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğiz, ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz” demiştir. Bu demeç üzerine başını Kıbrıs Türk cemiyeti ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu başta olmak üzere Demokrat Parti teşkilatları, resmi makamlar ve sivil toplum örgütü adı altında örgütlenen onlarca faşist örgüt cumhuriyet tarihinin en büyük yağma, çapul, talan ve giderek pogroma dönüşen hareketine girişirler. Önceden tebeşir veya boyalarla boyanan evlere, iş yerlerine, kiliselere vb. onlarca yere saldırırlar. İlk saldırı dalgası Şişli Hayflayf Pastanesinden başlar. Büyüyen kalabalık Kumkapı, Samatya, Yedikule ve Beyoğlu’nda yağma seferlerine girişirler. Bu çapul takımı çok iyi organize olmuştu. İstanbul’un ulaşımını kontrollerine almışlardı. Otobüs ve

Kiliselerdeki kutsal eşyalar alındı mezarlıklar parçalandı Bu çetelerin örgütlü olduğu ve bir merkezden yönetildiklerini gösteren bir diğer belirtide kullandıkları yöntemlerdi. Yağmanın yapıldığı her yerde aynı yöntemler kullanılmıştı. Önce dükkânların vitrinleri ve camları kırıldı. Sonra kaynak makinaları ve demir makaslarla dükkânların önündeki parmaklıklar kesilerek içeri girilip mallar talan edildi. Bu talandan hiçbir şey kurtulmadı. Kiliseler ve mezarlıklar bile talan edildi. Kiliselerdeki kutsal eşyaların hepsi alındı. Mezarlıklar parçalandı. İstanbul’da bulunan 73 Rum kilisesinin tamamı ateşe verilerek yakıldı. Yağmalar bitince yağmacılar ganimetleriyle adeta zafer kazanmışçasına evlerine gittiler. Haydarpaşa tren istasyonu bu yağmacılarla dolup taşıyordu. Bu yağma için Trabzon’dan, Sivas’tan, Kastamonu’dan, Anadolu’nun birçok yerinden insanlar getirilmişti. Bu yağma ve talanda Türk basınına ve resmi rakamlara göre 11 kişi yaşamını yitirmiştir. Yunan kaynaklarına göre ise ölü sayısı 15’dir. Yaralanan, tecavüze uğrayanların ise sayısı bilinmemektedir. Resmi rakamlara göre 4214 ev, 1044 iş yeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ve aralarında fabrika, otel ve barların da bulunduğu toplam 5000’in üzerinde mekânda saldırı olmuştur. Gayri resmi rakamlara göre talan ve yağma edilen yerler 7000’in üzerindedir. Bu saldırılarda en fazla zararı Rumlar görmüştür. İstanbul İstiklal Caddesi’ndeki binaların %60’na bu çapulcu takımı el koymuş, yaklaşık %30’unu devlet çok ucuz bir fiyata kamulaştırmıştır. Bu pogromda amaç, başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimleri ekonomik olarak güçten düşürmek, sonra da korkutarak kaçırtmaktır. Türk devleti, talan ve çapula rağmen ne ciddi bir özür dilemiş, ne de mağdurların zararını tanzim etmiştir. Hükümet zararın tanzim edileceğini sözde söylemiştir. Bunu da yapacağı yardım kampanyalarından, topladığı paralardan ödeyeceğini belirtmiştir. Yine sözde yardım kampanyası olarak düzenlenen bu para toplamada da gelirin yarısından fazlasını Rumlar ve diğer azınlıklar vermişlerdir. Böylece hem talanla, hem de resmi yollarla yardım adı altında mallarına el koymuşlardır. Zamanın basın yayını veya siyasi çevrelerin hepsi bu olayları meşrulaştırmak ve haklı göstermek için “asıl suçlu, Türkleri provoke eden Rumlardır” yönlü demeç vermiş, haber yapmışlardır. Mehmet Ali Birand ve Can Dündar’ın birlikte hazırladıkları Milliyet Yayınlarından çıkan Demirkırat kitaplarında, dönemin siyasetçilerinin tavrını şöyle özetliyorlar. “Bunlar yaşanırken, Ankara’dan İstanbul Valiliğini arayan Devlet Bakanı Mükerrem Sarol’la İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay arasında şu konuşma geçmişti: ‘-Vali Beyefendi’ dedim, ciddiyetini anlasın diye, ‘İstanbul yakılıp yıkılırken nasıl gönlünüz razı oluyor da orada polislerin size sağladığı emniyet içinde oturuyorsunuz’ dedim. ‘Ayıp değil mi?’ dedim.

Türk devleti, talan ve çapula rağmen ne ciddi bir özür dilemiş, ne de mağdurların zararını tanzim etmiştir. Hükümet zararın tanzim edileceğini sözde söylemiştir. Talanla ve resmi yollarla mallarına el koymuşlardır vapurların yanında özel ulaşım olan taksi ve kamyonlara da el koymuşlardı. İstanbul Ekspres gazetesinin sahibi Mithat Perin ve yazı işleri müdürü Gökşin Sipahioğlu’nun hem Demokrat Partiyle, hem de MİT’le ilişkileri vardır. Bu yüzden olayı bildiklerinden büyük miktarda kâğıt stoku yapıp büyük bir vurgun yapmışlardır. Kendi çıkarları için onlarca insanın kanını dökmekten çekinmemişlerdir. İşin bir diğer garip yönü de Atatürk’ün evine bomba atan kişinin durumudur. Aksiyon dergisinin 2004 tarihli sayısında yer alan bir yazı bunu açıklar niteliktedir. “Yargılamalar sırasında, Selanik’teki Türk konsolosluğunun bahçesinde bulunan Atatürk’ün doğduğu eve atılan bombanın diplomatik çanta içinde Selanik Başkonsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp tarafından Türkiye’den getirildiği ve Türk Başkonsolosluğu’nun bekçisi Hasan Uçar tarafından bahçeye atıldığı söylendi. Uçar’ı azmettiren kişi Selanik Hukuk Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi olan ve MAH elemanı olduğu iddia edilen Oktay Engin’di. Konsolos yardımcısı dokunulmazlık zırhıyla kurtulmuş, Oktay Engin’e üç yıl altı ay, Hasan Uçar’a ise iki yıl hapis cezası verilmişti. Dokuz ay Selanik cezaevindeki hücrede yatan Oktay Engin, tahliye edildikten sonra Gümülcine Konsolosluğumuz tarafından Türkiye’ye getirilmiş ve Başbakan Menderes ile İstanbul Valisi Gökay’ın tavassutu ile Selanik’te yarıda bıraktığı hukuk eğitimini İstanbul’da tamamlamıştı. Uzun yıllar Emniyet teşkilatında önemli gö-

58


Özgür Halk ‘Bu büyük bir felaket. Milli bir felaket.’ Vali; ‘Yanımda Dâhiliye Vekili var, O’nu veriyorum’ dedi. Telefonu Namık’a verdi. Namık dedi ki, ‘Öyle milli felaket filan değil’ ‘Bu milli bir isyan. Gençliğin milli kıyamı.’ ‘Namık’ dedim, ‘Bunu senden duyduğuma çok üzüldüm. Bu gerçekten milli bir felaket. İstanbul’da devlet yok, emniyet yok, can güvenliği yok. Beyoğlu’nda mağazaları yağma ediyorlar ve sen buna ‘Milli gençlik kıyamı’ diyorsun.” İşte Türk egemen sisteminin azınlıklara veya halklara yaklaşımı budur. Hatta bu katliam üzerinde İstanbul İstiklal Caddesi’nde incelemelerde bulunan dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın herkesin duyacağı şekilde İçişleri Bakanı Namık Gedik’e, “galiba dozu biraz fazla kaçırdık” dediği söylenir. Bu söylem Uygur Türklerini gerekçe göstererek Koreli turistlere saldıranları “halkın tepkisi, gençlerin öfkesi” diyerek savunan Devlet Bahçeli’nin sözlerine ne kadar da benziyor. Olaylar olduğunda dönemin başbakanı Adnan Menderes İstanbul’da olmasına rağmen müdahale etmemesi, yapılanın devlet planlaması olduğunu gösterir. Olayın sonlanmasından sonra sıkıyönetim ilan edilir. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti ve bazı dernekler hakkında göstermelik davalar açılır, ona da CHP ve İsmet İnönü itiraz edince onlar da bırakılır ve fatura şimdilerde Kürtlere kesildiği gibi o zaman da komünistlere kesilir. Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzetin Dinamo gibi komünistler tutuklanır. Komünizm öyle bir düşmandır ki, vefat etmiş 4 komüniste bile dava açılır. Bu kadar trajikomik gerekçeler üretmişlerdir. Bu pogromun failleri asla yakalanmadı, haklarında herhangi bir işlem de yapılmadı. Ancak 1960 darbesinden sonra bu durumda kısmi gelişmeler oldu. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti kapatıldı. Yassıada yargılamalarında bu pogromda Demokrat Parti’nin, dolayısıyla Başbakan Menderes’in payının olduğu belirlendi ve bu konuda kimi cezalar aldılar. Ancak olayın asıl sorumlusu olan MAH ve buna bağlı paramiliter örgütlemeler üzerine gitmediler. Katliamın bu yönüyle hiç ilgilenmediler. Sabancı Üniversitesi’nden Dr. Dilek Güven bu konuda şunları belirtiyor: “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti başkanı Hikmet Bil ve bazı üyeleri cezaevine girdi. Ama ‘ya bizi serbest bırakırsınız ya da biz bazı şeyleri ifşa ederiz’ deyince serbest bırakıldılar. Olaylar halkın üzerine kaldı. Çünkü mahkemede Türk milleti galeyana geldi, olayları gerçekleştirdi denildi. Kimse ceza almadı. İkinci dava Yassıada’daydı. Menderes ve hükümet üyeleri yargılandı. Bu davada da olaylar sadece hükümet üyeleri üzerine yıkıldı. Menderes defalarca MAH yani MİT başkanının mahkemeye çağrılmasını istedi. Ama hep reddedildi. Olaylar aydınlatılmadı. (Faili meçhul ve Susurluk davalarından dönemin İçişleri bakanı Mehmet Ağar tutuklanınca “bir tuğla çekilse hepimiz altında kalacağız” söyleminden sonra dosyaların kapatılarak sanıkların bırakılmasıyla ne kadar örtüşüyor.) Bu talan ve çapulun bir diğer amacı Türk burjuvasının ekonomiye hâkim hale gelmesidir. Ekonomiyi azınlıkların elinden alma girişimidir. 6-7 Eylül olaylarının olduğu sıralarda Seferberlik Tetkik kurulunda görevli olan ve 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği yapmış olan emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, Kıbrıs ve 6-7 Eylül olayları hakkında 1991 yılında Tempo dergisine şu açıklamalarda

Eylül 2015

bulunuyordu: “Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? (...) Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al... -Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı? -Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?” Aynı açıklamalarını 21.09.2010 yılında bir televizyon programında gazeteci Fatih Güllapoğlu’nun 6-7 Eylül olayları hakkında şunları söylemiştir: “6-7 Eylül de bir özel harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” Belki de olaylara ilişkin en sade ve doğru değerlendirme budur. Türkiye tarihi bu operasyonlarla doludur. Türk egemenleri 6-7 Eylül olaylarıyla Rumlardan da kurtulmuş, ekonomiyi de Türkleştirmişlerdi. Ancak Türk egemenleri düşmansız yaşayamazlardı. Son azınlık olan Rumlar da bittikten sonra Dersim isyanıyla kapatılan Kürt defteri yeniden açılır. Güney Kürdistan’daki mücadeleyi gerekçe yapıp her seferinde Kürtlere saldırı başlatılır. CHP Niğde milletvekili Asım Eren Başbakan Menderes’in yanıtlaması için meclise “Irak’taki Kürtler, Irak’taki Türkmen soydaşlarımıza yaptığı baskı zülüm veya öldürme olaylarından dolayı, Türkiye’deki Kürtlere karşı aynı mukabele yapacak mısınız?” soru önergesini verir. Bunun üzerine üniversitelerde okuyan Kürt gençleri olayı protesto etmek için telgraflar çekerler. Ancak devletin Kürtlere yönelimi vahşice olur. Telgraf çeken öğrencileri tutuklayarak haftalarca süren işkenceli sorgulardan sonra idam talebiyle tutuklayarak cezaevine gönderir. Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar da: “Kürtlerden bin tanesini Taksim meydanında sallandıralım ki, diğerlerine ibret-i âlem olsun” diyerek Asım Eren’i destekler. Bu durum Türk devletinin Kürtlere bakışını gösterir. Bundan yıllar sonra Kürt Özgürlük Hareketine karşı Demirel’in “Kürtler bizi fazla zorlamasınlar. Tarihlerine baksınlar. 28 isyanda başlarına ne geldiyse 29.da da o gelecek.” sözleri Türk egemenlerinin politikalarının değişmediğini göstermektedir. Bu yüzden Türk ulus devleti İttihat Terakki’den devraldığı coğrafik, kimlik ve ekonomik olarak Türkleştirme politikasını değiştirmemiştir. Kürtlere veya gayrimüslimlere yapılan tüm uygulamaların sebebi bu politikadır. Bu yüzden farklılıkları tanımayan bu politikanın kirli ve suçlu olduğunu söylüyoruz. Kaynaklar: 1-Önder APO’nun savunmaları 2-Wikipedya 3-Ayşe Hür’ün yazıları 4-Tempo dergisi 1991 Haziran sayısı 5-Aksiyon dergisi 2004 Temmuz 6-Meclis tutanakları 7-Kişilerin biyografileri içinde internet siteleri 8-M.Ali Birand-Can Dündar-Bülent Çaplı: Demirkırat-Milliyet Yay. 9- Rıfat Bali: Bir Türkleştirme Serüveni 10- Gülçiçek Günel Tekin-İttihat Terakki’den Günümüze Tek Tarz Siyaset: Türkleştirme

59


Özgür Halk

Eylül 2015

Geliyê Kasa’nın Kızıl Karanfillerine

Jîyan Sîser Henüz 14’ünde genç bir yüreğin her bahar Geliyê Kasa’da kızıl bir karanfil çiçeğinde can bulduğunu sezen var mıdır? Yine adlarını ve yaşlarını henüz bilemediğim 7 can yoldaşın, her baharda, kızıl kanları yağmur suyuna karışıp Sarıma aktığını, Sarım’dan Dicle’ye, Dicle’den özgürlüğe aktığını biliyor muydunuz? Bunu bilip-bilmediğinizi bilmesem de, ölümsüzlük direnişleriyle dolu özgürlük tarihi ve kanla sulanmış her bir karış Kürdistan toprağı buna tanıktır. İşte benim bildiğim bu tanıklıktır. Yaşananların anlatılması zor olduğu kadar unutulması da zordur. Henüz bir hafta olmuştu Ş. Xeyrê yamacındaki sık ve büyük meşe ağaçlarından oluşan ormanlık noktaya gelişimiz. Bulunduğumuz yerin zirveleri çıplak zozanlık tepelerle çevrili olsa da, etekleri genelde sık ve büyük meşe ağaçlarıyla örtülü bir alandır. Noktanın hemen karşısında Berbêhiv Dağı yani (Aya yakın dağ) anlamına gelen silsile uzanmaktadır. Noktanın sağ tarafına ise; Dorşin Dağı yani (etekleri yeşil dağ) bulunur. Dorşin’in zirvesi volkanik kayalıklardan oluşur, etekleri ise; sık meşe ve palamut ağaçlarından kaynaklı yemyeşil bir örtüyü andırır. Sol tarafımızda ise; dağ keçilerin ancak girebildiği arazisi çok sarp Geliyê Koviya’nın derin vadisi bulunur. Bulunduğumuz nokta meşe ve palamut ağaçlarının en sık ve büyük olduğu yer olmaktadır. Yazın akmadığı için koksa da, sonbahar olduğu için akan doğal, güzel bir kaynak çeşmesi var. Noktamızın hemen aşağısında çok eski bir toprak yol uzanmakta, toprak yol büyük ceviz ağacının altında bulunan Kanî Gûzê adındaki doğal kaynak çeşmede son bulmaktadır. Bu yer aynı zamanda Geliyê Koviya vadisinin derinliklerine açılan giriş kapısıdır. Toprak yolun hemen aşağında ise; Ermenilere ait Kilise adındaki, kilisesi olan boş bir köy harabesi bulunur. Geçmişte bu topraklarda yaşanan vahşetin gizli tanıklığını yapar boş köy harabeleri. 90’larda bu vahşeti yapan T.C. devleti her ne kadar saklamaya, gizlemeye çalışsa da, köyler halen bu anların izlerini günümüze çok canlı bir şekilde taşıyabilmiştir. Bunu anlayabilmek için insan olmak yeterlidir. Yaşananlara biraz yürek gözüyle bakma gücünü gösterebilme yeterlidir. Tüm bu yaşananlar savaşma, mücadele etme gerekçeni güçlendiren ve pekiştiren temel etkenlerdir. Doğasından kaynaklı bu bölgenin insan üzerinde büyüleyici bir etkisi olmaktadır. Ne zaman kenarları palamut ve meşe ağaçlarıyla örtülü toprak yolda yürümeye başlasam, kendimi masallar dünyasında his-

sederdim. Gayri ihtiyari, Noktadaki köz başı morallerimizin ana şarkısı olmuş ‘karlı kayın ormanında yürüyorum geceleri’ parçasını bağırarak söylemeye başlardım. Bu şarkı bu alanla bir bütünlük, uyum içindeydi. Hala bu şarkıyı duyduğumda aklıma hep o günler gelir. Aralık ayının son günlerini yaşıyorduk, yüksek dağ zirvelerine kar çoktan düşmüş, kış mevsimi kendisini iyice hissettiriyordu. Kış üstlenmesine hazırlıkların son günlerini yaşadığımız bir öğlen vakti, bir aylık yoğun çatışmada aç ve soğuk kış zorluklarına rağmen büyük bir irade, inanç savaşımını vererek Garzan gücünden bir tabur arkadaş bulunduğumuz noktaya ulaşmıştı. Büyük bir irade savaşımıyla zorlu geçen bu yürüyüşün bedeli çok ağır olmuştu. Bu ağır kayıpların hüznü tüm yoldaşların yüzünden okunuyordu. Yüzlerde okunan acı hüzün tüm yoldaşları içe kapanık bir sessizliğe büründürmüştü. Arkadaşları yıpratan kışın soğuğundaki yaşadıkları fiziki zorluklar değildi, asıl yıpranmayı, zorlanmayı ruhsal boyutta yaşıyorlardı. Bu çatışmada tam bir bölük yoldaş şehit düşmüştü; yıllardır birlikte büyük zorlukları, acıları, sevinçleri, güzellikleri iyi ve kötü tüm anları birlikte paylaşmışlardı. Yoldaşlık sevgisi, paylaşımı her şeyden önce geldiği için, kaybetme acısı da her şeyden daha büyük ve zordu. Yoldaşlık en zor anda bir nefes kadar yakındır sana, nefes ki insana yaşam bahşeden bir soluklanmadır. Her bir yoldaşın varlığı daha rahat soluk alışımızı sağladığı gibi, her bir kayıp da bir o kadar bizi nefessiz bırakır. Bundandı bu kadar hüzün ve sessizlik. Kuşkusuz bu kadar ağır kayıpların nedeni düşmanın gücünden, başarısından kaynaklanmıyordu. Bizim Önder APO ile yetersiz yoldaşlığımızın ve gerilla ilkelerini yeterince uygulayamayışımızın sonucudur. Yoldaşlardaki duygusal, vicdani zorlanmanın diğer bir nedeni de buydu. Tüm bu yaşananlara rağmen yaşam, mücadele devam ediyordu ve yaşananları unutmadan güçlü, doğru bir sorgulama süzgecinden geçirerek sonuçlar çıkartmak gerekir. Yaşananlardan sonuçlar çıkarabildiğin oranda anlamlandırma gelişebilir ve acı öğretilerin üstesinden gelebilirsin. Yaşamın acılarına teslim olmak, başarısızlığı ve bitirişi getirir. Özgürlük mücadelesinin tarihi bu öğretilerle dolu bir tarihtir. Bu yaklaşım temelinde yoldaşların hızlı toparlanmaları için her yönüyle destek sağlandı. Bu durumdan kaynaklı bir süreliğine bu noktada kaldık. Kışın ilk karı bulunduğumuz noktanın eteklerine düşmesiyle, Dorşîn dağının yamaçlarında yeni hazırlanan kış kampımıza daha kar durmadan o gün taşınmaya başladık.

60


Özgür Halk Yürüyüş boyunca bazen marşlar söyleyerek, bazen ise kartopu oynayarak büyük bir moralle ilerliyorduk. O gün ki moralimizin en büyük kaynağı ise; Ş. Agir Arkadaşın kendisinden uzun olan sobayı taşırken, ayağı kara battığında karın içinde kaybolması, yalnızca soba borusunun görünmesi ve her defasında soba borusunun bulunduğu yerden arkadaşların gidip onu çıkartmaları olmuştu. Bu moralli yürüyüşün ardından, kayalıklı sık ve büyük meşe ağaçlarının olduğu yeni noktamıza ulaşmıştık. Bu yer bizim için yeni olsa da, aslında 94 yılında arkadaşlar burayı kullanmışlardı; 94’ten kalma eski ama sağlam sığınaklar vardı. Kampa yerleşmemizle eski sığınakların sınırlı onarımları yapıldığı gibi, sayının ihtiyaçları temelinde yeni bir kaç sığınak daha yapıldı. Yeni noktaya ulaşmamızla Garzan Eyalet gücündeki arkadaşlar bizden hemen ayrıldılar. Yeni bir kamp yapımına başlamak için, bir saat ilerimizde bulunan Esgâr adındaki boş bir köye geçtiler. Garzan gücünün eyalete gelişi beklenmedik bir durum olduğu için, her hangi bir hazırlık da yapılamamıştı. Güvenlikten kaynaklı, güçler eyalet özgünlükleri temelinde alanda mevzilendirildi. Henüz on gün olmuştu yeni noktaya yerleşmemiz. Kulp’tan kalkan iki kobranın bulunduğumuz vadiye gelişiyle Garzan gücünün bulunduğu nokta üzerinde birkaç tur atmasıyla bir saat aralıksız bombardımana tabi tutması bir oldu. Havanın kararmasıyla, noktalarının deşifre olmasından kaynaklı, Garzan gücündeki tüm arkadaşlar soluğu bizim noktada aldılar. Üç arkadaşın hafif yaralanmasının dışında bu saldırı çok ucuz atlatılmıştı. Bu saldırının ucuz atlatılması tüm arkadaşları sevindirse de, kış kampının istenilen duyarlılık ve disiplin yetersizliğinden kaynaklı deşifre olması tüm arkadaşları kaygılandırmıştı. O gece kapasitesi ancak sekiz arkadaşı alabilen sığınaklarda, otuza yakın arkadaşla sabahlamak zorunda kaldık. Sabah bir durum çıkabilir ihtimali üzerinden, o akşam sabaha kadar her tim birer savunma ve çatışma mevzileri yaptılar. Kışın sert, soğuk ve fırtınalı rüzgârına rağmen, o gece ay ışığından faydalanarak mevzi için uygun yer tespit edilerek kazılmaya başlandı. Ayaz havanın bizi dondurması bir yana, kardan buz tutmuş toprağın kazılması bizi o gece çok yormuştu. Neyse ki, timdeki arkadaşlarla dönüşümlü çalışmamız bu zorlanmayı bir nebze de olsa aza indirgiyordu. Sığınağa ısınmak için gidiyorduk, çünkü arkadaşlar ancak oturabiliyorlardı. Sabah şafak söktüğünde bu koşullardan kaynaklı ne mevzileri tamamlanmış, ne de kimse uyuyabilmişti. Garzan gücündeki arkadaşlar hemen yeni bir yer için çalışmaya koyuldular, birkaç gün fırtınalı rüzgâr devam etti. Neyse ki bu birkaç gün içinde bir şey olmadı. Havanın açılmasıyla alan üzerinde iki savaş uçağının dar çember çizerek uçuşları noktanın deşifre olma kanısını güçlendirmişti. O gece havanın kararmasıyla, yüz elliye yakın arkadaş noktayı terk ettik. Yalnızca iki arkadaş biri yaralı olduğu için, diğeri ise yaşından kaynaklı, yürüyüşte zorlanmasınlar diye güvenlikli bir yerde saklandılar. Diğer tüm arkadaşlarla dört saatlik bir uzaklıkta olan Koyê adındaki boş bir köye doğru yol aldık. Karda iz çıkmasın diye iki saate yakın bıçak gibi keskin olan soğuk suda boğazın altına kadar gittik. Daha sonra yarım saatlik yokuş aşağı boğazı çıkmaya başladık; bir saate yakın karlı boğazdan inmeye devam ettik. Karlı olan tüm yerleri ayak topukları üzerinde, çaprazlama avcı kolu yürüyüş tarzıyla yaptık. Koyê

Eylül 2015

köyüne varmamıza bir saat kalmasına rağmen, sonbahardan kalma meyve ağaçlarının altına düşen ayva kokusunu esen rüzgârla alabiliyordum. Karlı ve yorucu bir yürüyüşün ardından, köye az bir mesafe kala nihayet siyahlık görüldü ve kırmızı toprağa ayak basabildik. Tüm o yorucu yürüyüşün ardından, kırmızı toprağa ayak basmamızla adeta büyük bir yükün altından kalkmışçasına ayaklarım çok hafiflemişti ve içimden koşmak geliyordu. Yürürken tüm arkadaşların koşar adımlarla hızlı yürüyüşlerinden de bu coşku kıpırtısını hissettim. Yürüyüş boyu olan sessizlik yerini şakalaşmalara bırakmıştı. Bu sevinç her zorluğu aşma ve yenmenin mutluluk anlarıydı. Gerilla yaşamının kendisi sürekli zorlukları aşma savaşımının verildiği bir ortamdı zaten. Tüm güzelliklerin hakikat sırrı da zorlukları aşma savaşımında saklıdır. Ve biz bunu sürekli yeni keşiflerle her anımızda yaşayanlarız. O an gecenin sessizliği gerillanın moral ve coşkusuyla yırtılmıştı. Yorulan arkadaşların ellerinden tutularak koşar adımlarla ikişer, ikişer yokuş aşağı karanlıkta akarsu gibi süzülerek yamaçlardan köye doğru iniyorduk. Koyê köyüne ulaştığımızda yazın soğuk, kışın sıcak olan doğal kaynak çeşmeden doyasıya su içtik ve nihayet mola vermek için oturabilecek bir yer bulmuştuk. Kardaki yürüyüşün en zor yönlerinden biride ne kadar yorulsan da oturabilecek bir yer bulamamandır. Mola verdiğimiz bu yer adeta ilkbahar mevsimini yaşıyor, kış mevsiminden hiçbir belirti yok. Her yer yemyeşil, sonbahardan kalma ayva, ceviz, üzüm ve daha sayamadığım değişik meyveler bitmemişti. Dinlenmek için erkek arkadaşlar köyün camisine, kadın arkadaşlar ise; damlamayan uygun evlere yerleştik. İlk başta bu yer güvenlik için uygun görülmediği için geçici kalma temelinde bir yaklaşım olsa da, gidilecek uygun yer olmadığı için birkaç gün kalınması uygun görülmüştü. Bir kaç gün kalmamızla bir şey çıkmayışı beraberinde buraya yerleşme yaklaşımını getirmişti. Bu yerin deşifre olmasından kaynaklı kaygılar olsa da, güvenlik konusunda gizliliğe dikkat edilirse düşmanın tahmin edemeyeceği yaklaşımı hâkimdi. Bu ikilemli duyguların gölgesinde adeta kalmamız yönünde görülmeyen bir güç tarafından etkisizleştirilmiştik. Onun için kalmada kaygılar olsa da, gitmek içinde çok ısrarlı bir yaklaşım gösterilmiyordu. Bir haftayı bulmuştu bu yere gelişimiz, mangalarımızı sağlamlaştırıp, okul için büyük bir evi hazırlamıştık. Eğitimden bir gün önce ben, Ş. Rojîn ve Rozerîn arkadaş fırıncıydık. Sıcak ve güneşli havada büyük bir moralle görevimizi bitirmiştik. O gün arkadaşlar yeni bir gömme bulup açmışlardı. Gömmeden çökelek, salça, şeker ve ihtiyaçlar temelinde bazı erzakları getirmişlerdi. Ş. Rojin arkadaş salçanın gelişine çok sevinmişti, altı aydır salça olmadığı için özlemişti. Sabah kahvaltısında komutan yemeğini yemek istediğini, onun için mangaya götüreceğini söylüyordu. Ben ve Rozerîn arkadaş şakayla Ş. Rojîn arkadaşı vazgeçirmeye çalışsak ta başaramamıştık. Eğitime sabah başlanacağı için, akşam yemin töreni yapıldı. O gün fırın görevlisi olduğumuzdan arkadaşlar bizi son nöbete yazmışlardı. Tarih 20 Ocak 98 yılını gösteriyordu. Bizden önce nöbetçi olan kadın arkadaşlardan nöbeti devraldığımızda saat sabahın dördüydü. Tekmil verilirken, Dorşîn ve Ş. Kendal bölgesini denetleyen yol çatı kavşağında Tankın tuttuğu yere dikkat edilmesi ve her hangi bir hareketlilik, değişiklik fark edildiğinde yöne-

61


Özgür Halk timdeki arkadaşların hemen bilgilendirilmesi belirtilmişti. Dört-beş saat uzağımızda bulunan bu yerin gökyüzünde ay ışığı olsa da, çok net görülmeyişi ve “biz bunu nasıl fark edebiliriz” diye düşünüp işin içinden çıkamayınca, benden daha deneyimli olan yanımdaki arkadaşa sorduğumda, “Tankın durduğu yere sürekli bakarsan eğer, ne kadar uzakta da olsa bu değişikliği hissedersin” diye cevap vermişti. Arkadaşla yer yer kısık sesle konuşsak da sürekli yol çatıyı gözetliyorduk. Nöbetimiz yarım saatini doldurmuştu ve birden bire yol çatıda bir karartı fark ettim. Yanımdaki arkadaşa söylediğimde, ilkin baktı sonra gülerek “oraya bakmaya çok kilitlendiğin için gözlerin yoruldu ve yanlış görmeye başladın” dedi. Yalnız doğru gördüğümü çok güçlü hissetsem de, yanımdaki arkadaştan daha deneyimli olmamam bende ikircikliğe neden olmuştu. Hava tam açılmadan nöbetimiz bitmiş ve nöbeti erkek arkadaşlara devretmiştik. Mangaya geldiğimizde bizden önceki nöbetçiler tüm arkadaşları kaldırıp kahvaltıyı hazırlamışlardı. Ş. Rojîn arkadaş ise dün mangaya getirdiği salçayı yağda kızartıyordu. Takım komutanımız olan Ş. Şergeş arkadaş, Önderlik ve kızını gördüğü rüyasını arkadaşlara anlatıyordu. Düzeyi, bölge ve YAJK Eyalet Komutanlığı olsa da koşullardan kaynaklı takıma bakıyordu. Ş. Şergeş arkadaş, eşi Ş. Hebûn gerillaya katılınca bir yaşındaki Hebûn adındaki kızını kaynanasına bırakarak özgürlük saflarına katılır. Mangadaki arkadaşlara rüyasını anlatırken; Bir gün O’na bir şey olursa, günlüğünü şu an altı yaşında olan kızına yazdığını ve O’na verilmesini vasiyet ediyordu. Ş. Şergeş arkadaş ideolojik, örgütsel ve yaşam deneyimi derin ve yetkin olan bir arkadaştı. Önderlik, arkadaşa büyük sorumluluklar yüklemek için, kuzey sahasında askeri deneyim kazanması için düzenlemişti. Yaşından kaynaklı herkesten fazla fiziki zorlanması olsa da pratik öncülüğü, fedakârlığı sorumluluktaki kapsayıcılığı, moral ve coşkusu herkesten daha yüksekti. Yapısına her yönüyle öncülük eden, her yönüyle eğitmeye çalışan biriydi. Onun için tüm arkadaşlar O’nu çok seviyorlardı. Sabahın şafak vaktinde bu tartışmalar sürerken herkes Ş. Rojîn arkadaşın büyük bir titizlikle hazırladığı komutan yemeğini bekliyordu. Salçanın hazırlanmasıyla hemen kahvaltı yapmaya başlamıştık. İkinci çayımızı içiyorduk. Tam bu esnada Ş. Şêxmus arkadaş aniden mangaya girmiş ve şaşkın bir şekilde bizim rahat yaklaşımımıza bakarak “Heval siz ne yapıyorsunuz, düşman yolda buraya geliyor, haberiniz yok mu? Erkek arkadaşlar çoktan köyün dışına çıktılar” demişti. Herkes hızlı, atik bir şekilde silah ve çantasını aldı; ben de tabaklarda kalan yemekleri döküp bulaşık çantasını toparlayıp arkadaşlara yetişmeye çalıştım. Yalnız sobada köz olduğu için orda bırakmak zorunda kaldık. Oradan hızlı adımlarla uzaklaşırken düşmanla aramızda çok az bir mesafe kalmıştı. Köyün yıkıntıları içinden, ağaçların altından görüntü vermeden köyün yukarısına çıktık. Tüm arkadaşlar burada bizi bekliyordu. O an nöbette gördüğüm değişikliğin doğruluğu kanıtlanmış ve hislerimizin yaşamdaki önemi açığa çıkmıştı. Hislerime güven duymada önemli bir deneyim olmuştu. Ş. Şêxmus çok genç bir arkadaş olmasına rağmen ondaki sağduyulu ve sorumlu yaklaşım, bizi bir anlık büyük felaketten kurtarmıştı. Köyden bir saat uzaklaştıktan sonra, yükseklerde karın çok olması ve düşmana daha fazla görüntü veririz kaygısıyla Geliyê Kasa vadisinin derinliklerine doğru su-

Eylül 2015

yun içinden ilerledik. İlk başta hava açık olsa da, aniden kar ve yağmur karışımına dönüşmesi erkenden izimizi kaybettirmede avantaj sağlamıştı. Doğa kendi yasalarıyla o an adeta öz çocuklarını korumak, kollamak istemişti. Vadinin derinliklerinde ilerledikçe vadi suyunun derinleşmesi ve geçişin giderek daralması yol almamızda zorluk yaratıyordu. İki defa suyun bu derin yerine vurduğumda boğulmayla yüz yüze kalmıştım. Her ne kadar yüzmeyi bilsem de sırtımda çantanın olması, suyun çok hızlı olması ve üzerimdeki elbiselerin ağırlığı gücümü aşmıştı. Yalnız bu karmaşadan kaynaklı yürüyüş düzeni kalmadığı için arkamda hiç tanımadığım uzun boylu, halen sivil elbiseleri üzerinde olan yeni katılan bir erkek arkadaş elimden tutup beni sudan çıkartmıştı. Her iki defasında da, Norşinli olan ve İstanbul’dan katılan bu yeni arkadaş bana yardımcı olmuştu. Giderek geçidin zorlaşmasından kaynaklı, derenin yamacından yürümek zorunda kalmıştık. Vadinin güneş alamayan yamacı karlı, güneşin vurduğu yamaç ise; çamurlu topraktı, bu da karda kırmızı bir patikanın açılmasına neden olmuştu. Düşmanın olduğu yerden üç saat uzaklaşmıştık. Yürüyüş esnasında toplu durulmaması için sürekli uyarılar yapılıyordu. Vadinin sonlarına doğru geldiğimizde iki dere biçiminde çatallaşıyordu. Vadinin bu kısmında güvenlik amaçlı Amed ve Garzan gücü ikiye ayrıldılar. Ardından bir tim arkadaş düşmanı önden vurmak için bizden ayrıldılar. Eski olan Ş. Pılıng arkadaş ise yanına yeni katılan dört arkadaşı alarak yukarımızda bulunan kayalıklara doğru gitmişti. Tam bu esnada Ş. Arya arkadaş yanıma geldi. Tepeye arkadaşları savunmak için çıkacağını, silahı olmadığı için silah ve raxtımı istemiş, bende tim komutanımdan izinsiz vermiştim. Daha sonra bunu fark edip soran tim komutanı arkadaş bana kızmıştı ve “hemen gidip almamı” söylemişti. Silahımı almak için arkadaşlardan yüz metre falan uzaklaşmıştım, tam bu esnada Kobranın sesi gelmeye başlamıştı. Küçük çalılıkların dışında genelde çıplak olan bu yerden çok uzaklaşamamıştık. Karlı ve yağmurlu havanın avantajı, açtığımız patikayı kapatmada yetersiz kaldığı gibi, düşmana istemeden de olsa yerimizi göstermede rehberlik etmişti. Kobralar açtığımız patikayı takip ederek tamda bulunduğumuz yere gelmişlerdi. İki kobra birbirini savunacak biçimde çaprazlama üzerimizde alçak bir uçuşla gezmeye başladı. Kobraların gelişiyle herkes bulunduğu yerde hareketsiz kaldı. Karlı yamaçta bulunan bir arkadaş, hemen kendini karın içine gömerek kamufle etti. Ben de yanımda yere düşmüş kuru bir ağacın yanına sırt üstü uzanıp, ağaç görünümünü vererek kendimi kamufle etmeye çalıştım. Düşman ve tekniğiyle ilk karşılaşmamdı. Bu savunma biçimi, arkadaşlar kendi deneyimlerini anlatırken aklımda kalmıştı ve hemen uygulamıştım. Kobralar bir kaç tur gezdikten sonra, Garzan gücünün bulunduğu yerde hareket fark etmiş ve roketlerle vurmaya başlamıştı. Roket atışlarını bazen iki, bazen de dört tane taramalı şekilde atıyordu. Tüm bu vuruşları uzandığım yerden çok rahat görebiliyordum. Bir saat burayı bombaladıktan sonra cephaneleri kalmadığından, yeniden yüklemek için Amed’teki üslerine döndüler. Kobraların gidişiyle kalkıp oturdum ve yanımda defter olmadığı için o an hissettiklerimi elime yazmaya başladım. Elimin ıslak olması yazı yazmamı çok zorlaştırmıştı. Tam bu esnada tankın attığı top üzerimden geçip, yeni arkadaşla-

62


Özgür Halk rın bulunduğu kayalıklara isabet ederek patlamıştı. Yine de yazmaya devam ettim. Yeni olduğum için her şeyin ilkini yaşıyordum. Bunun getirdiği duygular yoğundu. Düşmanın nicel ve teknik avantajlarına rağmen, çatışmayı göze alma cesaret ve iradelerinin olmayışı, yalnızca teknikle yönelmeleri, gerillanın ise; savaştaki bu adaletsizliğe karşı gösterdiği cesaret ve irade savaşımıydı. Savaşın yakıcı gerçekliği içinde, düşmanın insanlık dışı vahşeti karşısında, özgürlük çok keskin bir şekilde gözler önüne sergilenmişti. Tüm bu gördüklerim film sahneleri değildi, savaşın yakıcı gerçekliği içinden akıp gelen kesitlerdi. Bu denli kutsallığın, yüceliğin ortamında özgürlük savaşçısı olmak büyük bir heyecan, mutluluk verdiği gibi, devrim için daha fazla hizmet edememenin buruk duygusunu yaşıyordum. Özellikle arkadaşlardan belli bir mesafede uzak olmam kendimi yalnız hissetmeme nedendi. Ve o anda hissettiklerimi sınırlı da olsa bilmelerini istiyordum. Birden üstümden geçen top atışlarının yoğunlaştığını ve karşımdaki sırtlarda askerlerin karın içinde elli metre mesafeyle Koyê boğazına ve üst tarafındaki zirvelere doğru çıktıklarını fark ettim. Adeta o anda biri beni dürtüp sarsmıştı, kendi kendime ne yapıyorsun diye soru sormaya başlamıştım. Benim bu açık hareketim tank atışlarına hedef olabilirdi. Bunu o an çok bilmesem de daha sonra duydum ki asıl tank atışlarını koordine eden gözcüler karşımdaki sırtta gizli mevzilenmişlerdi. Bu ani düşünceyle kendimi yeniden kuru ağacın yanına uzattım. Yalnız arkadaşların yanında olamamam ve silahımın yanımda olmayışı beni oldukça huzursuz ediyordu. Tank atışlarının durmasıyla aşağımda bulunan arkadaşlara bağırarak seslendim, yerimin iyi olmadığını onların yanına gelmek istediğimi söyledim. Bana cevap veren R. Arkadaş “biraz daha bekleyip durum tam netleştiğinde inmemin daha iyi olacağını” söylemişti. Bundan kaynaklı biraz daha bekledim. Tam inme hazırlığı yaptığım esnada kobraların yeniden sesi gelmeye başlamıştı. Bulunduğum yerde yeniden hareketsiz kalmıştım. Kobralar gelir gelmez yeni arkadaşların bulunduğu kayalıkları roketlerle vurmaya başlayıp, daha sonra tepecilerin bulunduğu tepe üzerinden uçuşlarını yoğunlaştırdılar. Bir saat vurduktan sonra cephane yüklemek için yeniden üslerine döndüler. Kobraların gidişiyle ses olup olmadığını netleştirmek için çevreyi biraz dinledim. Emin olduktan sonra aşağımda bulunan iki arkadaşın yanına hızlı bir şekilde koşarak ulaşmaya çalıştım. Bu arkadaşlardan biri gün boyu yoğun bombardımandan kaynaklı kardan çıkma fırsatı bulamayan Garzan gücünden ismini bilemediğim bir arkadaştı. Bir diğer arkadaş ise; yeni katılan arkadaşlardan biriydi. Tank ve Kobraların yoğun bombardımanına hedef olan kayalıklardan sadece yeni bir arkadaş kurtulabilmişti. Diğer üç arkadaş şehit düşmüştü. Üç arkadaşın şahadeti bu olaydan kurtulan yeni arkadaşın psikolojisini çok etkilemişti. Düşmanın insanlık dışı uygulamalarıyla birebir yüzleşmek, kolay karşılanacak bir durum değildi. Ben ve diğer arkadaş yeni arkadaşın yaşadığı şoku atlatması için sakinleşmesi ve soğukkanlı davranması gerektiği konusunda destek olmaya çalıştık. Diğer yandan ise; üzerinde bulunan mavi kot pantolonunu kahve renkli bir kefiyeyle kamufle etmeye çalışıyorduk. Savaşın yakıcı gerçekliği içinde piştikçe insanın anlamlandırma gücü de çelikleşiyor. O gün yaşadıklarımız benim için bir ilk olduğu gibi birçok arkadaş

Eylül 2015

içinde öyleydi. İlk yaşanılan zorluklar, acılar insanı eğer kırmamışsa, güçlendireceği kesindi. Bizdeki ilk, buna dönüşmüştü. Bu arada kobralar olmasa da tank atışları sürüyordu. On metre ilerimizde Zîlan, Gûlan, Tekoşîn ve Ş. Ayten arkadaşlar kahve renkli bir kefiyenin altında kendilerini örtecek şekilde kamufle ederek oturmuşlardı. Yirmi metre aşağımızda ise; Rozerîn ve Ş. Rojîn arkadaş bulunuyordu. Diğer tüm arkadaşların sesini duysak da onları göremiyorduk. Gece karanlığının çökmesine çok az bir zaman kalmıştı. Gün boyu hep bu anın gelmesini bekliyorduk. Yalnız düşmanda ölüm saçan kanatlı dehşet tekniğiyle son ana kadar zamanı iyi değerlendirmek istiyordu. Bu nedenle kobralar yeniden cephene yüklenip alana gelmişlerdi. Gelir gelmez ilk roketini Ş. Rojîn arkadaşın bulunduğu yere fırlattılar. Roketin atışıyla sarsıldığımı hissettim, ardından ıslak olduğum için elbiselerimden buhar kalktığını gördüm o anda yaralandığımı düşünsem de, yaranın sıcak olmasından kaynaklı acısını hissetmeyeceğimi düşündüm. Bu esnada kobralar bulunduğumuz dola bir doçka taraması yapıp uzaklaşıp gittiler. Yanımdaki arkadaşların durumlarını sordum; Garzan gücünden olan arkadaş hafif yaralandığını belirtti. Ardından Tekoşîn arkadaşın ay diye bağırma sesi gelmişti, yaralandığı düşündük. Yalnız basınçtan kaynaklı buradaki dört kadın arkadaşa taş parçaları değmişti. Daha sonra Rozerîn arkadaşın Rojîn arkadaşa seslendiğini işittik. Yalnız Rojîn arkadaş bu sese karşılık vermiyordu. Ben ve diğer arkadaşlar Rozerîn arkadaşa bir şey olup olmadığını sorduğumuzda bir şey olmadığını söylese de hislerim bunun çok doğru olmadığını söylüyordu. Ama neden böyle cevap verdiğine de anlam veriyorduk. Onun için, doğruyu söylemesinde çok ısrar etmemiştik. Kobraların alandan gidip gitmediğinden emin olmadığımız için halen yerimizden hareket edemiyorduk. Havanın kararmasıyla harekete geçtik. Bir an önce bu yerden hızla uzaklaşmamız gerekiyordu. Hızlı bir şekilde uygun bir yerde toplandık. Rozerîn arkadaşa Rojîn arkadaşı sorduğumuzda şehit düştüğünü söylemişti. Ben ve diğer arkadaşlar Rojîn arkadaşı son bir kez görmek istesek de güvenlikten kaynaklı, bu yerde daha fazla kayıp vermemek için istemimiz arkadaşlar tarafından engellenmişti. Yalnızca küçük bir grup, şehit arkadaşları uygun bir yerde defnetmek için bırakılacaktı. Ayrıca Ş.Harun arkadaşın grubunun mayın pususuna düştüğü süreçte, Şafak adındaki bir arkadaşın, bilincini kaybetmesi ve yaralarının henüz tam iyileşmemesi; gün boyu yaşadığımız koşullar arkadaşı hepimizden daha fazla zorlanmıştı. Şafak ve Arya arkadaşı kendimizle bir yere kadar getirdikten sonra, cephane ve erzak ihtiyaçlarını yanlarına bırakarak uygun bir yerde sakladık. Diğer kalan arkadaşlarla şehit ve yaralı arkadaşların eşyalarını alarak, yaralı arkadaşların ellerinden tutarak karlı ve dik bir sırttan üç saatlik zirveye çıkmaya başladık. Zirveye ulaştığımızda iliklerimizi donduran sert ve soğuk bir hava vardı. Düşmanın hala arazide olduğunu biliyoruz, ama nereleri tuttuğunu net bilmediğimizden, tutabileceğini tahmin ettiğimiz yerlerden sakınarak, arazinin sarp yerlerinden hedeflediğimiz yere ulaşmaya çalıştık. Kendimizi bir sırttan dere yatağına bıraktığımızda, zirveye oranla daha yumuşak bir hava vardı. Yeniden iz çıkmasın diye suyun içinden Dorşîn yamacında bulunan eski noktamıza doğru ilerledik. Bu süre içinde burada her hangi bir şey olmamıştı.

63


Özgür Halk Artık olursa da en azından çatışmaya ve hava saldırılarına karşı elverişli bir noktaydı. Zaten bu kışın ortasında başka bir alternatifimiz de yoktu. Gün boyu yoğun bombardıman ardından, aç bir halde, dondurucu soğuğun içinde yaptığımız sekiz saate yakın yürüyüş bizi epey yıpratmıştı. Zor ve yorucu bir yürüyüşün ardından nihayet eski noktamıza ulaşmıştık. Baskından kaynaklı tüm sobalarımız orada kalmıştı, herkes daha önce kaldığı sığınaklarına girdi. Sığınakta toprak zemine oturarak birbirimize yaslanıp dinlenmeye çalışsak da, yalnızca yarım saat dinlenebilmiştik. Vücut ısımızın düşmesiyle üşümeye başladığımız için uyuyamıyorduk. Ayrıca gün boyu yaşadığımız kayıplar, düşmanın halen arazide olması, Tepeci ve yaralı arkadaşların operasyon alanının içinde kalması gibi yoğun düşünceler ve kaygılardan bir türlü sıyrılamadığımız için uyku tutmuyordu. Zaten noktaya ulaştığımızda sabaha az bir zaman kalmıştı. Sabah olduğunda gelişimizden haberdar olan, daha önce noktada bıraktığımız yaralı M. ve yaşlı H. arkadaşlar büyük bir tencerenin içinde var olan unla bize pılur yapmışlardı. Erkenden uygun bir yere gözcülerimizi çıkartmıştık. Yemek yediğimizde hava iyice açılmıştı. Yemekten sonra gündüz gözüyle yaralı olup olmadığımı kontrol etmeye çalıştım, vücudumda herhangi bir yara ve kan izine rastlamadım, sarsılmamın nedenini roketin basıncına bağladım. Daha sonra siyah parkemi giyeceğim esnada yırtıldığını fark ettim, yırtık yerini kontrol ettiğimde ise; fındık büyüklüğünde parkemin cebini yırtarak elyafa saplanmış bir roket parçasına rastladım. O gün suyun içinden giderken ve yağışlı havadan kaynaklı gün boyu ıslaktım. Islak olduğum için parça soğumuş ve parkemdeki elyafa saplanıp kalmıştı. Bu parçadan kaynaklı o esnada sarsılmıştım ve buhar çıkmıştı. O anda savaştaki mucizevi tesadüflere inanmaya başlamıştım. Arkadaşların yanına gidip durumu aktardığımda herkes şaşırmıştı. Tam bu esnada R. Arkadaş beni arkadaşlara soruyordu. Yanına gittiğimde gülerek “bak, bak altı yıldan sonra gerilla oldum” diyerek ayağındaki yarayı bana gösterdi. Baskından bir gün önce birlikte fırıncıydık. Arkadaşa kaç yıldır gerillada olduğunu ve hiç yaralanmış mı? diye sormuştum. O da altı yıldır gerilla olduğu ve hiç yaralanmadığı belirtmişti. Bu benim çok tuhafıma gittiği gibi imkânsız olduğu düşünüyordum. Bu düşüncemden kaynaklı Ona şakayla “ne biçim gerillasın! O kadar yıl savaştasın nasıl oldu da hiç yaralanmadın” demiştim. O’da “gerilla olabilmem için ille de yaralanmam mı gerek” diye cevaplamıştı. Bu baskında yaralandığı için beni sorumlu tutuyordu. Gülerek “hep senin bedduan yüzünde oldu” diye söyleniyordu. Gerçekten o baskında benim yaralanmayı ucuz atlatmam ve arkadaşın ise; yaralanması çok tuhaf tesadüflerdi. Bu baskında yaşanan şahadetleri yeni öğrenmiştik. Sekiz can yoldaşı şehit vermiştik. Şehit düşen yoldaşlardan yalnızca Ş. Rojîn Arkadaşı yakından tanıyordum. Yeni savaşçı eğitimini birlikte bitirmiş ve birlikte Dorşîn bölgesine düzenlenmiştik. Yaklaşık altı ay birlikteydik. Henüz 14’ünde gencecik zayıf, uzun boylu bir fidan, çocuksu buğday teninde kadının ve ülkesinin yıllardır çektiği acıların hüzün çizgileri… Küçük yaşından kaynaklı arkadaşlar onu katmak istemese de ısrarlı yaklaşımı sonucu gerillaya katılımı; bu hüzünlü çizgileri, mutluluk ve sevinç gülücüklerine dönüştürmüştü. Coşkusu, mo-

Eylül 2015

rali, hiperaktif kişiliği, dur durak bilmezliği ile bir ırmak gibi akışkandı. Buğday sarısı düz saçları, dağ keçisi gibi kayalıkları tırmanması, pratik zekâsıyla tam bir koçer kızıydı. Yaşı küçük olmasına rağmen zor koşullara erken adapte oluyordu ve bölüğün moral, coşku kaynağıydı. Yüksek kahkahalı gülüşüyle çevresine pozitif bir enerji yayıyordu. Katılmak için kaç defa ısrar etmiş, arkadaşlar onu katmak istemeyince, köyün çıkışında kendini bir ağacın üzerinde saklayarak arkadaşların gelişini beklemiş. Arkadaşlar geldiğinde önlerine çıkıp ısrarla “saflara katılmak istediğini” söyleyince, arkadaşlar da onu ikna edemediklerinden, dağa getirmek zorunda kalmışlar. O günkü baskında adeta şahadetine kendi yaklaşımı sebep olmuştu. Son anda hareket etmeseydi, yeri deşifre olmaz ve şehadeti gerçekleşmezdi belki de. Gün boyu yoğun bombardımanın altında, savaşla alay edercesine kahkahalı gülüşlerini eksik etmemişti. R. arkadaş soruyor; Rojin niye bu kadar çok gülüyorsun diye, O “Bırak bu gün doyasıya gülmek istiyorum.” diye cevap veriyor. Âdeta o gün şehit düşeceğini hissetmiş, son gülüşleriyle, yaşamı kutsamak istemişti. Kobraların son roket atışında sırtından bir parça almış ve iç kanamayla hemen şehit düşmüştü. Bu soylu şahadeti gülümseyerek karşılamıştı ama, çok şey yapmak isteyip de yapamadığından badem gözleri açık kalmıştı. Âdeta yapamadıklarının vasiyetini bırakıyordu yoldaşlarına. Ş. Rojîn arkadaşın şahadeti takımdaki tüm arkadaşları çok etkilemişti. Yeni ve yaşının çok genç olması, bu acıyı kat be kat artırmıştı. Şahadetini bir türlü kabullenemiyorduk. Onun yüksek, tiz gülüşü kulağımızı tırmalayıp sessizliği bozmasa da, her an kapıdan içeri girip bağıracakmış gibimize geliyordu. Takımdaki tüm yoldaşların gözlerinden bu beklentili ruh halini derinden hissedebiliyordum. Ama acı da olsa bu fiziki ayrılık bir gerçekti. Sonsuz bir ayrılık değildi kuşkusuz. Anıları yoldaşların yüreğinde, mücadelesi halkının umutlarında ölümsüzleştiği gibi, özgür topraklarda her bahar yeni kızıl bir karanfilde can bulmaktadır. Bir diğer can yoldaş ise; Tekoşîn Arkadaştı. Garzan’dan bir aylık yoğun çatışmayı yalın ayak yürüyerek Amed eyaletine ulaşmıştı. Bu çatışmanın, soğuk kış koşullarına rağmen büyük bir irade savaşımıyla üstesinden gelmişti. Kapkara büyük siyah gözleri ve düz siyah saçları bana Şahmeranın güzelliğini anımsatmıştı. İradesi tüm zorlukların üstesinden gelse de, tekniğe yabancılığı dehşet saçan kanatlı ölüm makinalarına yenik düşmüştü. Yine adını henüz bilemediğim, gerillaya olan büyük özlemlerini doyasıya yaşamadan, özgürlük dağlarında doyasıya gezmeden, kokusunu derinden içine teneffüs etmeden, yoldaşlık sevgisi tatmadan, düşmana olan yılların kininin ve öfkesinin intikamını almadan erkenden vedalaşan üç yeni can yoldaşı unutmak mümkün mü? Sivil elbiselerini dahi çıkartmalarına fırsat tanımamıştı düşman. Kim bilir ne büyük hayallerle gelmişlerdi ve ne büyük bir coşkuyla gerilla elbiselerini giyip silah ve raxtlarını kuşanacaklardı. Diğer üç yoldaş ise; yoldaşlarına bir şey olmasın diye, ölüme koşarcasına, düşmanı fedaice önden karşılamak için giden arkadaşlardı. Biri yaralı düşmanın eline geçmişti, diğer üç yoldaş çatışarak şehit düşmüşlerdi. Bu operasyon iki gün daha devam etmişti. Operasyonun bitmesiyle yaralı ve tepeci arkadaşlar bize ulaşmışlardı.

64


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.