Özgür Halk 2015 sayı 12

Page 1

İçindekiler

Editör 2

Abdullah Öcalan

15 Ağustos Bitiriliş Tarihine Yaşamsal Bir Başkaldırıdır

11

Nasrullah Kuran

Bu Dönemin En Değerli Çalışması Özlü Bir Kadro Olabilmektir!

17

Murat Karayılan

Pêngava 15’ê Tebaxê Derketina Mirovatîyê Ye

23

Ali Haydar Kaytan

Tecrit Özgür İnsanı ve İnsanlığı Öldürmektir

33

Bêrîtan Cudî

Hamleci Ruhun Yaratımları

37

Kerim Nuda

AKP Faşizmine Karşı Demokratik Özerklik

40

Sinan Şahin

Kürdistan’da İşbirlikçilik İhanet ve Komplo Tarihi:KDP

49

Murat Karayılan

Rojava Devrimi, Dördüncü Yılında Demokratik Suriye Devrimi’ne Yürüyor!-II

58

Ali Haydar Kaytan

Demokratik Ulus Devlet Dışı Bir Sistemdir

60

Kemal Garzan

Türk Devletinin Amanoslarda Kırılan İradesi

Kadro olma vasfı, bu anlamda ne olduğunu bilme ve buna göre ideolojik-politik ve örgütsel alışkanlık kazanarak “Ne Yapmalıyız?” sorusuna sürekli yanıtlar ve çözümler üretmektir. Madde-enerji ilişkisindeki enerji akışkanlığı ne ise, toplum ve yaşam ilişkisindeki kadro dinamizmi de odur. Denebilir ki, toplumun akışkan enerjik hali kadrodur. Teorik birikimin ideolojik duruşa ve pratik uygulama gücüne dönüştürülmediği bir yerde, çizgi devrimciliği yürütülmeyeceği gibi, orada sosyalist kişilik özelliklerine kavuşmuş kadronun varlığından da söz edilemez. Öne çıkan daha çok ideolojik propaganda veya demogoji olur ki, bu da pratik politikadan yoksunluk anlamına gelir. Kapitalist sistemi düşüncede çözme ve aşma, bu nedenle öncelenmesi gereken bir olgu olarak önümüzde durmaktadır. Kapitalist modernitenin bilim ve bilme yöntemleriyle cendereye aldığı zihniyetimizi özgürleştirmenin yolu, duygu, düşünce ve yaşam boyutunda sistem dışına çıkmaktan geçer. Orta yol, asıl doğalarını ve karakterlerini kaybedenlerin, ilke yerine her koşulda verili olanla uzlaşmayı esas alan karışık, çok yüzlü ve zayıf, ama kurnaz kişilik özelliklerinin buluştuğu içteki karşı devrim yoludur. İdeolojik olarak muğlak, politik olarak tutarsız, örgütsel bakış ve yaklaşım olarak kendine göreli olmak, ortayolcu anlayışın en belirgin özelliğidir. Ortak ruh birliğini yakalamayı engelleyen bireyci, bencil ve toplum dışı tutumlar karşısında tutarsızlık yine bu anlayışın bir sonucudur. Devrimci insan dava insanıdır, hayatı ve hayatın karşısına çıkardığı çelişkileri kendisine meslek edinen insandır. Tek başına kalsa da hayatla meselesi olan insandır. Dolayısıyla hayatı ciddiye almak ve gerçeğe bağlı yaşamak, onun için bir varoluş gerekçesidir. İçerikten yoksun bir biçimselliğe, zamandan kopuk yüzeyselliğine takılıp kendini bırakmayı, bencilliği ve sahteliği yaşamaktansa, zamanı kendi oluşunun eylemi haline dönüştürerek var olmayı tercih etmek, onun en ayırt edici özelliğidir. Kendiniz boş yere kandırmayın, bu sizi gerçeklerden daha çok uzaklaştırır ve daha anlamsız hale getirir. Derya kadar çözümleme, değerlendirme geliştirdim, binlerce sayfa yazdım, hala da bu yoğunluğumu sürdürüyorum. Ama siz yüzde bir uygulama gücü bile gösteremediniz. Bu bana saygısızlıktır. Bana yapılan en büyük saygısızlık beni uygulamamaktır. Hatırlarsanız, “insanlığın geçmişi daha gerçektir, ona saygılı olacağım ve yaşamı orada arayıp bulacak ve yeniden başlatacağım” demiştim. Hala öyle düşünüyorum. Kapitalist modernitenin yarattığı dünyaya bakın; yaşam her yönüyle kirletilmiş, insan insan olmaktan çıkartılmış. Kadını sahte, erkeği sahte, tarih ve dinler, kutsal kitaplar iktidar yalanlarının araçları haline getirilmiş. Ahlak, vicdan ve adalet gibi toplumsal değerler başta olmak üzere iğfale uğramayan tek bir değer bırakılmamış. Ben insanım diyen biri böyle bir ihanet zemininde nefes alabilir mi? Aşkı sizin gibi bireysel tarzda ele almıyorum, toplumsal aşkın en değerli ve en anlamlı aşk olduğuna inanıyorum. Ben neden bu kadar çok seviliyorum? Bir halk, bir toplum neden bir kişiye bu kadar tutkuyla bağlansın? Çünkü ben gerçek aşkı, toplumsal aşkı yaşıyorum. Gerçek aşk toplumsal aşktır. O da siyasal, örgütsel, her alanda toplumunu savunmak ve yaşatmak anlamına gelir. Buna var mısınız, varsanız sizi alkışlarım. Özgürlüğümü talep eden yaklaşımlarla gündem oluşturulmasını doğru bulmuyorum. Bu bir gündem saptırması olduğu gibi, gerçeğin ruhuna aykırı düşen bir yaklaşımdır. Orta yolculuğun Önderlik çizgisi karşısındaki siyaset yapma tarzı olarak da okuyabilirsiniz. Gerçek gündemimiz demokratik devrim temelinde toplumsal kurtuluşun tüm dinamiklerini harekete geçirme ve bu doğrultuda inşaya yönelmektir. Buna irade gösteremeyenlerin benim esaretimi kendilerine gündem yapıp öne çıkarmaları benimle dalga geçmektir, saygısızlıktır. Benim kendimi savunamayacağımı, irademin olmadığını mı düşünüyorsunuz? Siz önce halkı, toplumu özgürleştirin. Toplumu özgürleştirdiğinizde ben zaten özgürleşmiş olurum. Devrim yapmaya cesaret edemeyeceksiniz, toplumu savunma iradesini göstermeyeceksiniz, sonra da “Özgür İnsan’ın özgürlüğünü istiyoruz” diyeceksiniz! Buna kargalar bile güler. Bizim mücadelemiz kolektif bir mücadeledir, kolektif kurtuluş bireysel kurtuluşun önünde gelir. Sen önce kolektif kurtuluşunu sağla, bunun iradesini göster… Özgürlük Kazanacaktır...


Özgür Halk

Ağustos 2015

15 Ağustos Bitiriliş Tarihine Yaşamsal Bir Başkaldırıdır Bu savaş, eğer biraz şereften, onurdan bahsedeceksek ve eğer biraz yaşam umudumuzu dile getirmek istiyorsak mutlaka vermemiz gereken, yine “olmazsa olmaz” kabilinden bir ulusal görevdir, hatta insanlık görevidir. ne pahasına olursa olsun bu savaştan çekilmek, veya ikircikli yaklaşmak her zaman olduğu gibi bugün için de affedilmez bir hata olacaktır Abdullah Öcalan

Ağustos 1995

PKK Militanlarına ve ARGK Savaşçılarına: Değerli yoldaşlar! Tarihi 15 Ağustos hamlemizin 12. yıldönümünü kutlarken, hepinizi bu zafer yıllarımız temelinde selamlıyorum. 13. savaş yılına girişimizi de yüksek başarılar temelinde karşılayacağınıza inanıyorum. Bu vesileyle bir kez daha içinde bulunduğumuz durumu oldukça gerçekçi değerlendirmek, görevlerimize daha net ve sonuç alıcı yaklaşmak tarihi önemini korumakta ve “olmazsa olmaz” kabilinden başarıyı emretmektedir. Her şeyden önce bu 12. savaş yılı salt ulusal kurtuluşta askeri bir süreci ifade etmediğini, ulusal diriliş ve toplumsal özgürlükte ve hatta ondan da öte katliamın son perdesini oynayan halk gerçekliğimizin oldukça ciddi ve kurtuluşa yakın bir süreci gerçekleştirdiği, dostun da, düşmanın da takdir etmek zorunda kaldığı bir husustur. Bu savaş süreci örneklerinin pek azına tanık olunan gelişme özelliklerine sahiptir. Biz bunları uzun uzun değerlendirmeyeceğiz. Ama eğer bu savaşta en başta partililer olarak bir şeyler öğrenmişsek, bunun tek kabul edilebilir bir yaşamsal yolumuz olduğu, bunun dışında insanlık ailesi içinde asla yerimizin olmayacağını sizler de, şimdi tüm halkımız da anlamış bulunuyor. Bu savaş, eğer biraz şereften, onurdan bahsedeceksek ve eğer biraz yaşam umudumuzu dile getirmek istiyorsak mutlaka vermemiz gereken, yine “olmazsa olmaz” kabilinden bir ulusal görevdir, hatta insanlık görevidir. Dolayısıyla ne parti olarak, ne halk olarak, ne pahasına olursa olsun bu savaştan çekilmek, şu veya bu zorluklar nedeniyle ikircikli yaklaşmak her zaman olduğu gibi bugün için de affedilmez bir hata olacaktır. Hatta eğer illa eleştirilecek bir yönü varsa, neden çok daha imkânlar belirdiği halde, ortaya çıkarıldığı halde layıkıyla değerlendiremedik? Bu konuda kendimizi suçlayabilir ve bazı sonuçlar çıkarabiliriz. Yoksa, bu savaş mutlaka gerekliydi ve başka türlü de insanlık ailesi içinde kimliğimizden, yerimizden bahsedemezdik. Asıl bahsedilmesi gereken; bu geçen yıllarda halk olarak, gerek katliamın ortaya çıkardığı parçalanmışlık, hatta paramparça olmuşluk, dağılmış zihniyet ve ruhlar, felç olmuş gücümüz hiç şüphesiz bizi en temel zorlayan objektif nedenlerimizdir. Ama en

az bunun kadar ve hatta daha fazla sorumlu tutulması gereken parti öncülüğümüzün gereklerinin oldukça imkânları olmasına rağmen ve hatta dönem dönem önemli sıçramalara imkân vermesine rağmen, layıkıyla değer vermemek ve daha başarılı geçebilecek bu yılları çok önemli yanlışlıklarla geçirmek asıl öfkelendiğimiz ve bir türlü kendimizi bağışlamadığımız hususlarımızdır. Bu yılların tarihiliği kadar, yaraşır biçimde partililer olarak ve sorumluluk alan savaşçılar olarak hakkını veremeyişiniz halen bizi en çok öfkelendiren hususlardır. Ne kadar kazanım ortaya çıktı? Ne kadar elimize imkân vermiştir? Şüphesiz o değerlendirilir; ama bizi asıl ilgilendiren, neden daha fazla başarma imkânı olduğu halde ve parti öncülüğümüz de kendisini biraz zorlasaydı, geniş imkânlarla daha fazla kazanabileceği halde, bunu sağlayamaması en önemli sorun olarak üzerinde durulması ve gereken yapılmalıdır. Ulus olarak, parti olarak çocukluk dönemini aştığımıza inanmalıyız. Artık halk olarak da, partili olarak da amatörlükte kalmanın savunuculuğu yapılamaz. Olgun olmayı bilmeliyiz! Siyasal, örgütsel ve hatta askeri çizgide olgunca savaş tarzımıza hem akıl erdirmeli, hem de buna iradeyle yüklenerek, yeterli çabayı da eksik etmeyerek bu önümüzdeki aşamayı bu tarzda başarmalıyız. Buna değinmeden önce, kısaca bir siyasi durumu gözden geçirsek; başta ulusal sorun olmak üzere, Türkiye’nin birçok ekonomik, demokratik, sosyal, kültürel sorunlarına barışçıl, siyasal çözümü öngörme istemimizi her zaman dile getirmemize rağmen, buna verilen karşılığın özel savaşın daha geliştirilmiş biçimleri olması, maalesef bu yeni dönemin de böyle bir hükümetle karşılanmaya çalışılması bir gerçektir. Hatta denilebilir ki, son dönem hükümetleri devletin artık çok netlik kazanmış politikalarını ezberlemişçesine farklı taktiklerle, ama sonuçta aynı amaç için yürütmek istediklerini, sadece ileri düzey siyasiler, biz kadrolar değil, dünya alem ve halk yığınları da bilmektedir. Gizli özel savaş, oldukça açık bir özel savaşa dönüşüyor. Bundan önceki hükümetin, hatta daha öncekilerin tek bir politik hedefleri vardır; o da Ulusal Kurtuluş

2


Özgür Halk Mücadelemizi gündemden silmek. Ki, 12 Eylül rejiminin de en temel hedefinin bu olduğunu biliyoruz. Ondan sonraki Özal döneminin on yıllık yürüttüğü özel savaşın da ne kadar boyutlu olduğunu biliyoruz. Ama bütün bunların yetmediği, artık 1990’ların başlarında bu çıkmazdan ancak siyasal diyalog yoluyla çıkılabileceğinin anlaşılmasının, Özal’ın bunu dile getirmesinin, kendisine de mal olduğu ve ANAP’ın misyonunun da böylece tüketildiğini iyi biliyoruz. O dönemden sonra Demirel-İnönü’nün tıpkı 1925’lerdeki isyana karşı İnönü-Bayar benzeri “bu isyanı da bitireceğiz” biçiminde daha askeri yönü, hatta tenkil, katliam yönü ağırlıkta olan bir yüklenimle ve bu temelde komplolarla ve darbelerle çok ağır bir süreci başlattıklarını biliyoruz. Demirel-İnönü, Güreş-Çiller süreçleri; komplolar, faili meçhuller, bütün bir ekonominin özel savaşa yatırılması, yine tüm toplumun medya yoluyla, basın-yayın yoluyla özel savaşa bağlanması, bunun için sınırsız maddi imkanların seferber edilmesi, içte milli mutabakat, dışta dış politikanın temelde bu noktada yoğunlaştırılması, yine daha somut olarak sağ ve sol partilerin aynı amaç etrafında birleştirilmesi, hatta sağ ve sol arasında -en aşırıları da dahil- pek farklarının kalmaması, bu görevin en ilginç bir özelliğidir. Bunu, Çiller en çok kendi şahsında, “ya bitireceğiz, ya bitireceğiz” sloganıyla kesin sonuca gitmek istiyordu. Bu şüphesiz bu kadının bir marifeti değil, ardındaki en eli kanlı ve kontr-gerillacı faşist ve özel savaşla bütün ordu içinde de, sivil güvenlik kuvvetleri içinde de kesin damgasını vuran ekibin işiydi; o söylettiriyordu. Buna rağmen, tam elde etmek istedikleri sonucu elde edemedikleri gibi, birçok noktada tökezledikleri ve aceleye getirdikleri seçim yoluyla da umduklarını bulamama yolunda DoğruYol’un en çok kaybeden parti durumuna geçmesiyle, yine onun müttefiki CHP’nin, SHP’nın tarihinde en büyük yenilgileri almasıyla, bu savaşımda onlara yüklenilen rolün adeta bittiği, daha fazla bunu kullanamayacakları ortaya çıkmıştır. Onun yerine getirmek istedikleri ANAYOL’un da bize yönelik geliştirmek istedikleri bazı komplolardan öteye başka bir masal yoktu ve öyle herhangi bir sorunu çözme iddiaları da yoktu. Ama ömürlerinin üç ayı geçmemesi şunu gösterdi; bu tip hükümet modellerinin, özel savaşta fazla başarı sağlayamayacakları, hem içte, hem dışta tabanlarının daraldığını ortaya koymaktaydı. Özellikle işte Refah etrafında yükselen muhalefet, bu özel savaş politikalarından bıkmıştı ve çıkarlarına olmadığını görüyorlardı. Refah’ın yükselişi, kesinlikle özel savaşa tepki duyan ve çıkarları çok çok sarsılan kitle muhalefetiydi. Bu, önemli bir çatlaktı ve Cumhuriyetin aynı model hükümetlerini tehdit ediyordu. Ama tecrit sürecinin devam edeceği de kaçınılmazdı. Uzun tereddütlerden sonra Refah Partisi’nin hem özel savaş yoluyla eritilme sürecine sokulması, hem de ehlileştirilmesi için hükümete ortak edilmesini, Genelkurmay, yani özel savaş uygun bulmuştur. Daha önce cumhuriyet için en büyük tehlike görüyorlardı. Fakat cumhuriyetin çözülüşü, Kemalizm’in çözülüşü, onları Refah’a sarılmak zorunda bıraktı. Bu noktada Refah ve müttefiki DoğruYol’a, Çiller’in partisine yükledikleri kesinlikle hem bölgesel, hem de kamuoyundaki değişiklikleri göz önüne getirerek taktik ayarlamaktı. Genelkurmayın bir ayar-

Ağustos 2015

laması olduğu, esas amacının Ortadoğu İslam ülkelerinde Türkiye aleyhtarı gelişen havayı, özellikle İsrail-Türkiye anlaşmasından ötürü büyüyen tepkiyi dizginlemek, dengelemek, içte ise büyüyen halk muhalefetini yine kontrol altına almak en çok bu modelle mümkündür. Ve dolayısıyla bu hükümete onay verildi. Bizim de, PKK’nin de gerek bölgede yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşı, gerekse Türkiye’ye yönelttiği barışçıl ve siyasal diyalogun yolu daha etkili olmaya başlamıştı. İşte yeni hükümete verilen görev; bunu sınırlandırmak. Eskisi gibi yok etmekten bahsetmeseler de, aşırı bir sınırlandırmaktan bahsediyorlar. Ve fırsat bulursa, komplolarla, darbelerle tabii kesin sonuç almak isterler. En son Erbakan’ın gerek İslam ülkelerine açılışı, -özellikle İran’a- Irak’a yapılan ziyaretler ve Suriye için de düşünülen gezilerin tek amacı; PKK’yi bölgeden soyutlamaktır. Bunu zaten kendileri her gün söylüyor. Yine içerde de barışçıl adımlar provoke ediliyor. Zindan genelgeleri, yapılan direnişler de boşa çıkarılmakla birlikte, yeniden Yunanistan’la arttırılan gerginlik, yine cenaze, sözde Cuma anaları yürüyüşleri etrafında yoğunlaştırılan şovenizm. Türkiye cephesindeki barışçıl ve siyasal çözüm yollarının önüne geçilmek isteniyor. Fakat kitleler

Siyasal, örgütsel ve hatta askeri çizgide olgunca savaş tarzımıza hem akıl erdirmeli, hem de buna iradeyle yüklenerek, yeterli çabayı da eksik etmeyerek bu önümüzdeki aşamayı bu tarzda başarmalıyız artık maddi ve manevi olarak yoksullaştırılmalarının, alçaltılmalarının bu özel savaşla bağlantılı olduğunu bildikleri için kolay kolay geriletemeyeceğini görmekteyiz. Yani milli mutabakat bu anlamda eskisi kadar etkili olamadı. Yine dış politika da; “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” misali, Doğu’ya açılsa Batı öfkelenir, Batı’ya açılsa Doğu öfkelenir böyle çıkmaz bir durumdadırlar. Hem içte, hem dışta kullanacakları politik manevralar artık, diplomatik ataklar aleyhlerine sonuç vermekten öteye gitmez. Şimdi geriye kala kala mevcut özel savaş kerhen de olsa, zoraki de olsa bu hükümeti deneyecektir. Öyle ekonomik sorunları çözmek için değil, PKK önderliğindeki Ulusal Kurtuluş Savaşımı ve onun Türkiye’deki yansıması, demokratik gelişmelerin hızlanmasını, siyasi çözüm yolunun zorlanmasını durdurmak isteyecektir. Ve bunun için de esas itibarıyla PKK’yi her sahada daraltmaya tabi tutmak isteyecektir. Nitekim günlük olarak yürütülen de budur. Özel savaşın elinde hükümet bir kukladır, onu fazla abartmamak gerekiyor. Yönlendirdikleri ve bazı hedefleri vurmak istedikleri, elde ettiklerinde de, kullandıklarında da bir tarafa iteceklerini her zaman göz önüne getirmek gerekiyor. Yani mevcut hükümetlerin, hatta parlâmentonun durumu özel savaşımın perdesi, toplumu yanıltan maskesi olmadığını zaten herkes bilmektedir. Ama yine de taktiklerini özellikle Ortadoğu’da yaptıkları, yine Batı’ya karşı durumlarını dikkatle değerlendirip, diplomatik sahayı daha iyi kullanmak mümkündür. Bunu zaten ortaya çıkardık ve daha

3


Özgür Halk da başarılı olmasına da büyük özen göstereceğiz. Ama esas kavga, yine gerilla savaşı temelinde özel savaş ve gerilla savaşı etrafında yoğunlaşacağa benzemektedir. Çözümün veya mücadelenin diplomatik, siyasi sahada olması daha tali plandadır. Bunu önemle göz önüne getirmek gerekiyor. Bu konuda kendimizi fazla yanıltmamak, hatta gevşetmemek büyük önem taşımaktadır. Buna da değinmeden önce, kısaca kendi ulusal kurtuluş sürecimizi göz önüne getireceğiz. Hiç şüphesiz 12 Eylül rejimi, parti olarak kitleselleşmeye başladığımız sürece bir tepki olarak gelişti. Şimdi bu rejimin de temeli olan 12 Eylül esasta, önderlik ettiğimiz ulusal kurtuluş sürecinin parti öncülüğü ortaya çıktığında ve halkla bütünleşmeye doğru gittiğinde ortaya çıkan veya gerçekleşen bir askeri darbedir, ağırlıklı olarak partimize yöneliktir. Bilindiği üzere biz, buna yurt dışında, Ortadoğu’da yürüttüğümüz çalışmayla veya geliştirdiğimiz hazırlıklarla bu 15 Ağustos Atılımı’nı gerçekleştirdik. Bunun anlamı şudur; 12 Eylül’e rağmen ki, Türklük gerçeğinde sol kadar bizi de silmeyi, bir daha başını kaldırmamacasına mezara gömmeyi esas hedef belleyen bu rejime karşı 15 Ağustos’un gerçekleştirilmesi; salt bu 12 Eylül askeri rejimine bir başkaldırı değil, tüm cumhuriyet tarihinin, hatta Türk egemenlik sisteminin Kürt gerçekliği, Kürt ulusallığı, ulusal gelişimi üzerindeki imha süreçlerinin, özellikle yetmiş yıllık cumhuriyet döneminin tam başarısının son adımıydı. Dolayısıyla buna karşı gerçekleştirilen 15 Ağustos Atılımı da, bütün bu olumsuz tarihe karşı, yetmiş yıllık Cumhuriyetin ezme ve bunu sonuçlandırma sürecine karşı da bir başkaldırıdır. Salt dört yıllık bir 12 Eylül’e karşı bir direniş değil, bütün bu tarihe karşı bir başkaldırı olarak anlaşılmalıdır. Gerçeği de budur. Ve bu anlamda tarihi olduğu kadar da yaşamsaldır. Bilindiği üzere bu atılımı biz ortaya çıkardık, elverişli fırsatlara rağmen dilediğimiz gibi geliştirmedik. Geçen ilk yılı; içinde gerilla için epey imkân ortaya çıkarılmasına ve neredeyse yarı bir başkaldırı havası yaratmasına rağmen, örgütlenmesini ilerletemedik, gerilla tarzını da oturtamadık. Dolayısıyla zorlandık ve bilindiği üzere bir kez daha III. Kongre sürecimizle birlikte altsal hazırlıklarla ve oldukça istila gruplarla, 1987’den itibaren yeni bir süreci, gerillayı oturtmayı amaçlayan bir süreci başlattık. Buna karşın 12 Eylül cephesinden verilen cevap; Olağanüstü Hal görevidir. Ve bu rejim çok kısa bir sürede bizi ve bu hamleyi tasfiye etmek istiyor. Amansız direniş yılları olarak biz bu süreci, hamle üstüne hamle yaparak, 1990’lara kadar gerillayı bütün yönleriyle oturtmak için bir çaba yürüttük. Ve giderek gerillanın oturtulabileceği, ülke içinde bütün stratejik noktalara ulaşabileceği bir durumu ortaya çıkardık. Yalnız bununla yetinilmedi, halkın da artık ses verebileceği bir durum da ortaya çıktı. 1990 Newroz’uyla birlikte, yeni serhildan dönemi gerillanın büyük hamle yapma durumunu ortaya çıkardı. Ve bu tamamen 12 Eylül rejiminin başarısızlığı ve ulusal kurutuluşun da başarıda büyük bir olanağı elde etmesiydi. Bilindiği üzere, bunu da biz yeterince değerlendiremedik. On binlerce gerilla gücünün ordulaşması durumu var iken, bazı cephelerimizde erken iktidar hastalığı, toplumda bulamadıkları itibarı, yaşamı parti içinde, adeta sanki sorun savaş değilmiş de kendimizi yaşatmakmış gibi bir duruma öykünmeleri, adeta partiyi

Ağustos 2015

orta sınıf veya köylü partisine dönüştürme alışkanlıkları, bu olanakların doğru değerlendirilememesine yol açtı. Biz, PKK öncülüğünün sağlam oturtulması için çok büyük çaba harcadık. Muazzam eğitici ve yönlendirici faaliyetimize rağmen, yoğun köylü katılımı ve kent küçük-burjuva katılımı daha ağır bastı. Ciddi bir parti öncülüğünü, onun kurallarını, eğitimini yapmadan olanaklara dayanarak en az mücadele ile ama en çok sözüm ona bireysel kazanımlarla yer tutunmaya çalıştılar. Sonuç; özel savaş cephesinde yeni bir komplo, darbe dönemi -Güreş darbesi- ve bizim cephemizde ise artan imkan ve olanaklar üzerine bireysel kariyer temelinde yarışma, hem de gözü karaca. İşte bu çok olumlu ve tarihi gelişme, bu iki nedenden ötürü önemli bir zorlanmayı yaşadı. Eğer olanaklar değerlendirilseydi, parti öncülüğü ve gerilla derinleştirilseydi, kesinlikle bu yeni darbenin büyük bir başarısızlığı ve ulusal sorunun çözümünde de sonuca gitme tarihi adımı teşkil edilirdi. Kaçırılan fırsat budur. Bu vesileyle bir kez daha bu sürecin sorumlularına söylüyorum ki, tüm kadrolara, bu dönemi şu veya bu düzeyde yaşamış olanlara, ileri komuta düzeyinde tutalım sıradan savaşçılarına kadar, tarihi bilememek, fırsat nedir, onu anlayamamak, onun yerine kendi sınıf güdülerini ve kendi cehaletini koyarak yaşamaya çalışmak -niyet ne olursa olsun- tarihi süreçlere yapabileceğimiz en büyük kötülüktür ve maalesef ağırlıklı olarak da bu kötülük; parti öncülüğümüz ve gerilla ordulaşmamızda yaşatıldı. Bu Çiller-Güreş ikilisinin beklemedikleri ucuz bir başarıya kendilerini kaptırmaları ve bizim ise kendi stratejik, oldukça hakim olabileceğimiz alanlarda zorlanmamız, bireysel yaşam kaygıları, erken iktidar hastalıkları nedeniyle adeta bireycilikte bir yarışla gerillayı, partinin tarzını bir kenara bırakıp, yaşayabileceği kadar yaşama gibi en aşağılık, en tehlikeli bir süreci yaşamış olmalarıdır. Ve bu da tabii hak etmediğimiz önemli kayıplara yol açtı. Unutmayalım ki, hızla elli bin gerillaya ulaşılabilirdi. Ve stratejik alanlarda mükemmel gerilla üsleri doğabilirdi, halk da zaten ayaktaydı. Serhildandaydı. Ve bu da zaferdi. İşte sizin tamamlayamadığınız bu zafer imkânıdır. Düşmana verdiğiniz ucuz başarı kahramanlığıdır. Düzen yaşadı, sizleri de çok zorladı. Ama esas suçu kendinizde bulacaksınız. Düşünün, bizim yönlendirdiğimiz çabalar olmasaydı, acaba şimdi ayakta kalmaya haliniz olur muydu? Bu gerçeği tespit etmeniz lazım. Ve tarihi sorumluluklarınızı zor da olsa, çok suç da olsa bilince çıkarmanız gerekir. Açık söyleyeyim; 1984’ün 10. yılında, yani 15 Ağustos Atılımı’nın 10. yılında bir kez daha gerillayı zafere doğru gidebilecek iken zor duruma soktu ve düşmana ucuz bir başarı imkânı verdirtti. Tabii tekrar yüklendik ve son iki yılda, gerek Güney savaşımında, gerekse ülkenin tüm stratejik, hatta tüm alanlarında gerillasız bırakmamak kadar da, yavaş da olsa yine siyasal faaliyetleri geliştirmeyi esas aldık. Büyük hazırlıklar yapıldı ve yine diplomatik sahada da, basın-yayında da epey ileri adımlar atıldı. Zor da olsa bugünkü sürece girildi. Şimdiki süreç esas itibarıyla ne ağır bir tehlikeli durumu ifade ediyor, ne de çok ucuz bir zaferi size sunuyor. Ayrıca başarının etkenleri ve başarıya yol açan çalışmalar, zannettiğiniz gibi olmadığı, onun yolu, yöntemi de zannettiğiniz gibi değildir. Bir bunu anlamanız gere-

4


Özgür Halk kir. İkincisi, ne öyle uzun bir süredir yaşadığınız oldukça amaçtan kopuş, moralmen kendini düşürmüş durum gerçekçidir, ne de bazılarının kendilerini kaptırdıkları zafer sarhoşluğu, hatta erken iktidar sarhoşluğunun da gerçeğimizle uyuşmaması, bu aşırı yaklaşımlar hatalıdır. Gerçekçi durum değerlendirmesi; diplomatik, siyasal, askeri olarak stratejik bir savunma grubunda olsak da, oldukça onun gelişmiş bir evresini, yani son evresini, her sahada dengeyi zorlayan bir evresine doğru yaklaştığımızı, bu anlamda bir ilerlemenin olduğu ama, çok zorlamalarla karşılaşılan bir ilerleme olduğunu, dolayısıyla bu süreci “iktidarlaştık işte çözüm kesindir” gibi yaklaşımlarla kendimizi kandırmamak gerekiyor. Evet, eskisi gibi kaybetme tehlikesi yok. Bazı önemli diplomatik, siyasal, kültürel kazanımlar zaten ortaya çıkıyor. Askeri olanaklar çoğalıyor, daha da gerillayı kapsamlı geliştirmek mümkündür. Ama bütün bunlarda bazılarının sandığı gibi rahat olmak, işte “ne kadar çalışmadan kazanıyor, ucuz komutalık yapıyoruz ve basbayağı işte sonuç da alıyoruz” gibi kendini aldatmamak önem taşır. Önemli bir kısmınız kaybetmenin komutanlarısınız, kazanmanın değil. Bu gerçeği kendinize kabul ettirmeniz lazım. Parti öncülerine bak, ARGK komuta yapısının bu temelde kendilerine yönelmesi önem taşıyor. Günümüzün başarısı için olanaklar fazladır. Bunu zaten dost, düşman bilmektedir. Bütün mevzilerde gelişme vardır, bütün kanallar açıktır, hiçbir yerde gerilemeye biz fırsat vermedik. Ama bu size rağmen yapılıyor. Bunu idrak etmeniz lazım. Sizin darlıklarınızla çarpışarak, özel savaşım güçlerine karşı savaştığımız gibi, o tıkanma dediğiniz, o bilmem “daraldık, bunaldık” falan demenize rağmen onunla çarpışalım. Hem kazanmayı, hem de bu olumsuzluklarımızı gidererek bunu yapalım. Ben burada emeklerinizi inkâr etmiyorum. En başta şehitlerin anısına da her şeyden önce en yüksek değeri veriyorum. Bu gerçek bir zaferi kaybettirmez, tam tersine bütün yönleriyle açığa çıkmasını emreder. Yapmanız gerekir. O halde bazı sağlam mevzilerimiz ve gelişme olanaklarımız var diye, ne çok sağa kendimizi yatırmayı, ne de sol-sekter yaklaşımlarla, süreci tekrar daraltmayı hiç kimse bir tarz olarak dayatamaz. Durumlar her zamankinden daha fazla hassastır. Büyük bir sorumlulukla, gerçekçi bir durum değerlendirmesi kadar karşınızdaki görevleri doğru belirlemeyi ve önceden mutlaka başarıyla, gerçekçi bir yürüyüşü emretmektir. Önümüzdeki süreci bu durum değerlendirmesi temelinde nasıl ele alabiliriz? Özel savaş cephesinin durumunu az-çok belirledik. Bu ölçülerle bir kez daha işte ateşkes sürecine benzer bir süreci ısrarla gündemde tuttuk, halen de tutuyoruz. Ama buna rağmen ses yok. Öyle anlaşılıyor ki ses; özel savaşın derinliğine cevabıdır ve her gün artan bir tempoyla verilmektedir. Sözde siyasal çözüm adı altında bazı sesler ortaya çıkıyor, ama özel savaş kurmayları bunlara “çatlak ses” diyor. Hiçbir şans vermiyor. Biz ne kadar iyi niyetli de olsak, özel savaş kurmaylarının buna fırsat vermeyeceği, sanıyorum dostun da, halkların da çok iyi gördüğü bir durumdur. O halde şiddetlenecek olan özel savaşa karşı bizim de her cephede şiddetlenmemiz gerektiği açık. Ve şüphesiz günceli dikkate alacağız. Özel savaşın farklı taktiklerini; mevzi, hükümet, dış politika, iç politika temelinde dikkatle değerlendirip düz yaklaşmayacağız. Ama esas-

Ağustos 2015

ta hedefin biz olduğu ve bitirilmek istendiğimizi de bir an göz ardı etmeyeceğiz. Ne zamana kadar sürer? Onlar diyorlar ki; “PKK’yi ya yok edinceye kadar, ya nefes alamayacak kadar, daraltıncaya kadar…” Bu bizim için sadece parti olarak değil, gerilla olarak değil, ulus olarak da imha olmaktır. Bu bir gerçektir ve kimse kendini yanıltmamalıdır. Ucuz başarı heveslerine, siyasi çözüm arzularına da kendini kaptırmamalıdır. Ama diğer yandan, “imha oluyoruz” adı altında da kendini ölüme yatırmamalıdır. Ortada kazanma ihtimalimizin en yüksek olduğu bir süreci yaşıyoruz. Olanakları, mevcut ulusal, bölgesel ve uluslararası dengeler her zamankinden daha fazladır. Eğer şartları iyi değerlendirirsek, başarabileceğimizi göstermektedir. Yeter ki burada parti olarak, onun değerli militanları olarak ve ARGK olarak, onun komutan ve savaşçıları olarak geçmiş hatalarınızdan, yanlışlıklardan, yetersizliklerden kesin ders çıkarmak ve bu olgunluk döneminin öncüleri, savaşçıları olarak yer alın. Şart budur. Her sahada bize artık büyük sorun teşkil eder. Halkın da, dostların da artık oldukça sıkıcı bulduğu ve hatta kabul görmeyen kadrolar, hatta savaşçılar olmaktan kendinizi çıkaracak mısınız, çıkarmayacak mısınız? Bu konuda, içinizde aşama yapacak mısınız, yapmayacak mısınız? Biliyorsunuz ki son süreçte, özellikle bu son yıllarda çok derinliğine bir netleştirmeyi size yaşatmaya çalıştık. Bu, siz insanlarımızın, özellikle parti ve ordumuzun değerli militanlarının şahsında yeni dönem insanlarımızın yaratılması için yürütülen en büyük savaştı. Diğer cephe savaşı yanında gerçekten bu en büyük savaştı. Zaten bu büyük savaş verilmeden de bilmeniz gerekir veya iyi biliyorsunuz ki, basit bir köy savaşımı-

5


Özgür Halk nı bile bir çobanla, bir korucuyla savaşı doğru veremiyorsunuz. Demek ki bu büyük savaş önce verilmeliydi. İşte biz geçen yıllarda, özellikle bu yaşadığımız günlerde verdik ve inanıyorum ki, önemli düzeyde de başardık. Şimdi bu, hepinize az-çok ulaşan çözümleme düzeyiyle, çok yoğun kadro eğitimiyle kesinleşti. Ve hatta halkı da basın-yayın yoluyla aydınlatmamızla gelişti. Küçümsememek gerekiyor; çünkü bu büyük savaşı biz vermesek, tıpkı geçmiş yıllarda ve son on yılımızda zaferin eşiğine de gelsek, kazanamazdık. Kazanmanın en temel nedeni bu netliği yaşamaktır. Ruhumuzda, bilincimizde, tavır, davranışlarımızda şimdi bu netleşmeyi ileri düzeyde sağladığımıza inanıyoruz. Sağlamayan varsa, bahanesiz sağlamak durumundadır. Adım gibi biliyorum ki, mevcut kişilikleriniz, gerek düzen, gerek aile, sosyal gerçekliğiniz de bin defa yenilmiş kişiliklerdir. Esas yenilgiye götüren, zaferin eşiğine de gelsek, bunu sağlamayacak olan, yenilmiş kişilik özelliklerinizdir. Şimdi bunu ayıkladık ve bunu açığa çıkardık. Bunun yerine yenen özellikleri egemen kılmak istedik. Gerçekleşen budur. Zaferin teminatı da budur. Şimdi buna hem inanacaksınız, hem bileceksiniz, hem kendinize uygulatacak, iliklerinize kadar da özümseteceksiniz. Bu kişilik dönüşümünü, bu yenilenmeyi başarmadan, işte ortaya çıktı; erken iktidar hastalığı, yani düzen kişiliği ile düzende bulamadığı yaşamı partimizde bulmak demek; en büyük münafıklık, yani oportünizmdir, çok düşkün bireysel yaşamdır. Ve bunun da ne objektif, ne de subjektif imkânları vardır. Ama netleşmeyen kişilik, kendini yeniden yaratmayan kişilik bu büyük tehlikeyi temsil ediyor. Böylesiniz! Ben, bu yeni savaş yılımıza girerken, diyorum ki; bu kişilikten vazgeçerseniz, ruhta, düşüncede ve davranışta kesinlikle vazgeçip, yerinde yenisini dönüşümle, özümsemeyle sağlarsanız, zafer için en temel olan imkânı gerçekleştirmiş olacağız. Diğer objektif imkânlar ne olursa olsun, bunu sağlamadan hiç birimiz başaracağımızı sanmamalıyız. Bu gafleti bir kez daha yaşamamalıyız! Öncelikle demek ki, genel parti militanlığını, ordu komuta ve savaşçılığını bu yenilenmiş kişilikle karşılamalısınız. Aldığımız birçok rapor var ve günlük olarak durumlarınızı sunuyorsunuz. Bakın, size açıkça söyleyeyim; bir hiç uğruna adeta kendini ölüme yatıran birlikler -siz eyaletlerdeki değerli yoldaşlar bunu biliyor- ve doğru yaklaşmamadan dolayı yaşanan bazı kaçışlar, çarçur edilen maddi değerler neyi gösterir? Eğer bazı komutanlarımız, sorumlularımız görevlerin ne olduğunu, sorumlulukların ne olduğunu anlamıyorlarsa, ben onlara şunu hatırlatmalıyım ki; başta ucuz kayıplar olmak üzere, gerilla tarzının çok dışında savaşım nedenleriyle ve ilgisizlikten ötürü, isterse en tehlikeli bir bozguncu olsun, yine korumamız gereken silahlarımızı, araç-gereçlerimizi böyle lakayt, sorumsuz davranışlarla kaybetmek demek sizi yargılanmaya götürür. Uyarıyorum sizi, eğer varsa kendinize, yine sorumluluklarınıza karşı bir saygınız, bu kaybetmeyi kendinize en büyük suç olarak veya sorumsuzluk olarak değerlendirecek, hesabınızı ya daha fazla başarıyla gidererek vereceksiniz, ya yargılanmaya bizzat kendi önerilerinizle geleceksiniz. Hem böyle değer kaybetmek, hem de sanki bir şey olmamış gibi, görevlerin başında durmak alçakça bir durumdur ve artık bu tutumdan vazgeçin. Ya-

Ağustos 2015

pabileceğiniz işleri yapın. Netseniz, görevler konusunda sorumluluğa sahipseniz bu kendini göstermelidir, “ben başaracağım, kelle pahasına da olsa, canım pahasına da olsa bu görevde başarılı olacağım”. Eğer sizler bunu sağlayamazsanız, yapmanız gereken; ya görevi bırakmaktır zamanında, ya da başarıyı zorlayarak en son kaybettiklerini telafi eden bir duruma yönelmektir. Bunu böyle değerlendirmek yerine, eğer “biraz daha değer kaçırtayım, biraz daha kendimi incelterek sürdüreyim” diyorsanız, artık buna son verin derim. Bu en büyük suçluluk durumudur, yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu dönemde bunu yapmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Açık uyarıyorum ve göreve de çağırıyorum Partimiz ve ordumuz doğru görev anlayışına sahiptir. Size mükemmel bir eğitim verilmiştir. Elinizdeki olanaklarla da bulunduğunuz her sahada gerçek bir partili ve kahraman bir ARGK’li olarak savaşmanız ve sonuç almanız imkân dâhilindedir. Bunun üzerine hangi kariyerizmle, hangi bireysel tasarrufçulukla, hangi ikirciklikle, hangi kendini yoldaşlarının ruhu haline getirmeden, canı gönülden benimsenen bir militan, komutan haline getirememe, bunun pratiğini acımasız ve herkese örnek olacak bir biçimde yerine getirmeme neyle izah edilebilir? Bunun dışında nasıl particilik, komutanlık kabul edilebilir? Bu sorular sizin için yakıcıdır ve cevaplarınız mutlaka olumlu olmalıdır. Aksi halde sizin mevkilerde kalmanız doğru değildir. İşte olgunluk sürecinde bahsettiğim en temel bir sorun demek ki; sürece cevap veren, parti kurallarını özde ve resmiyette, tüm görevlere karşı yürüyüşte uygulayarak, yine orduda buna daha sıkı, daha yoğun bir biçimde özde ve biçimde en fedakâr ve üstün sorumlulukla uygulayan birisi olursanız, siz olgun kadro, komutan olursunuz ve dolayısıyla başarınız da gelişir Aksi halde geçmiş süreçlerdeki gibi, “yine kendimi dayatırım”. Bu toylukla, bu hamlıkla, hatta bu bir kontra gibi neredeyse partiye dayatılan yaklaşımlarla eğer sonuç alacağınızı sanıyorsanız, derin bir yanılgı içindesiniz demektir. İlk başlatılacak süreç, sizi sert bir mahkemeye almaktır. Bu konuda yanılmayın. Eğitiminiz mi yok? Gelin, eğitim imkânları her yerde var, bazı temel konularda zaafınız mı var? Giderin. Aydınlanmak mı istiyorsunuz, sizi aydınlatacak çevreler, partiler çoktur. Durum şiddetlidir. Yaklaşım olarak hakikaten herkes kendine yakıştırmalıdır. Şunun için söylüyorum: Biz de Önderlik gerçeği olarak, partimizin emir ve komuta düzeyini dürüstçe yönlendirmek zorundayız. Siyasi ve askeri esasa saygılı ve gereklerini yerine getirmek zorundayız. “Yok köylüyüm, yok küçük-burjuvayım” deyip, hiç kimse kendi kabalığını, ilkelliğini bir yaşam tarzı olarak asla dayatamaz. Bunun bahanesi, nedenleri ileri sürülemez. “Vay sınıf nedenleri, vay bilmem eğitimsizlik, vay bilmem bu kadar bireycilikle seni seçmişiz”. Hiç kimsenin hiçbir gerekçeyle artık bu sözleri söylemeye hakkı yok. Ben tam da bu noktada bir kez daha büyük şehidimiz, gerçek komuta gücümüz Zeynep Kınacılara eğer saygınız varsa, bir-iki sözünü tekrar hatırlatıyorum. “Süreç, bilmem düzenden böyle etkilendim, küçük-burjuva, şu feodal yanımız deyip de kendi ilkelliklerimize sığınma süreci değildir”. “Bırakın” diyor, “bu demagojik, ucuz lafları”. Evet, bunu söyleyen bizim yepyeni bir sa-

6


Özgür Halk vaşçımızdır. Ve kahraman eylemi gerçekleştiriyor. Şimdi bu mu doğrudur? Bu kişiye mi saygı, gerçek komutan olarak değer vereceğiz, yoksa halen kendine sevdalı, her şeyiyle itici, yüce değerlerden haberi yok, sadece kaybettiriyor, buna mı saygılı olacağız? Bunu vicdanınız kaldırıyor mu? Burada satılmayacak bir kişilik içinizde yok. Bu tarihi değerlerimize ve şehitlerimize saygısı yok. Ve bu saygısızların da içimizde bir saat bile yeri yoktur. Eğer siz gerçekten partililerseniz, ARGK sorumlularıysanız yapacağınız tek şey; bizim bütünüyle parti tarihine olduğu kadar, şehitlerimize ve bize de biraz saygınız varsa, bunu anlamalısınız ve cevap vermelisiniz. Bu gücünüz yoksa bir gün bile durmayın diyorum size. “Yok kendimi dayatırım, yok ince kurnazlık yaparım, yok tepede savaşırım, yok kaba savaşırım, sonuç alırım, kendimi yaşatırım”. Belki bununla çingene paşası olursunuz, ama asla iyi bir PKK’li olamazsınız. Belki bir bozguncu, yoldaşlarına zarar veren biri olabilirsiniz ama, asla kurtulamazsınız. Burada kati bir kararlılık olarak, hepinize söylüyorum, söyledim. Önümüzdeki süreçte de gerekeni yapacağız. “Yok ben şöyle eski bir yoldaşım, ben şöyle savaşan biriyim” deyip asla kendinizi kandırmamalısınız. Ciddi yoldaş, iyi savaşmış yoldaş, bu tarihi kutsal değerlere daha derinlikli ve olgunca bir yaklaşımla cevap veren kişiliktir. Bu çok açıktır. Bunun tartışılacak bir yanı yok. “Bunaldık, daraldık, yüzeyseldik” gibi laflarla da hiç kimsenin artık kendini kandırmaya hakkı da yoktur. Eğer yaşamak istiyorsanız, anlamlı, saygılı ve sevgili bir şekilde, bu biçimi kendinize yakıştırmaktan başka bunun yolu da yoktur. Geçmişinizden ötürü sizi acımasız yargılamıyorum. Fazlasıyla ıslah edici, eğitici yolla yaklaştık. Şimdi bunu yanlış anlamayın, “parti idam da verdiyse uygulamıyor, bilmem en ağır eleştiriler de yapsa, sonuçlarına bakılırsa, işte herkes kendisini yine eskisi gibi dayatıyor”. Şimdi bunlar gafilce sözlerdir ve biz hiç kimseyi de ağır suçlar temelinde affetmemişizdir, affetmeyeceğiz de. Yoldaşça bütün uyarılarımıza rağmen, bağışlayıcı, ıslah edici bütün yöntemlere rağmen, kendisini bağışlatmayan, ıslah etmeyeni affetmeyeceğiz. Ama onun yeri ve zamanını biz bileceğiz. Nasıl ki, savaşın yerini ve zamanını biz belirliyorsak, içimizdeki savaşımın da yerini ve zamanını biz belirliyoruz. Bunu bilmelisiniz. Yoksa, “neden bu bana yapılıyor?” Evet, sen suçlusun, sen partimizin yüce değerleriyle oynuyorsun, sen görevlere, ısrarla kurallarımıza göre, geleneklerimize göre yaklaşmıyorsun. Neden bu saygısızlığı, bu suçu işledin? Ve ısrarla da neden sürdürüyorsun? Partiyi ne sanıyorsun? Şehitlerimizi ne sanıyorsun? Önderliğimizi ne sanıyorsun? Kendini çok kurnaz herkesi ahmak mı sanıyorsun? Kimse seni zorla savaş içinde tutmuyor. Gel açık söyle; “ben bunu yapamıyorum, şunu yapabilirim, hatta ben silahlı mücadele yürütmek istemiyorum”. Evet tüm savaşçılara çağrıdır: Kaçacağınıza, bunalımlı, problemli yaşayacağınıza yanı başınızdaki sorumlu kademelerinize gelin bunu söyleyin. Size bir yol bulunur, cephe gerisinde kalabilirsiniz. Kamplarımız var, sizi oralara gönderebiliriz. Zor durumlara düşmeden sizi yaşatabiliriz de. O halde kaçmaya gerek yok, kendini gizlemeye de gerek yok. Ayrıca yapamayacağınız halde, yapar gibi görünmeye de gerek yok. Savaş yiğitlerin işidir.

Ağustos 2015

Olgun ve sonuna kadar tarihi ve gerçekleri günlük olarak görenlerin işidir. Çok iradeli ve bu işi zevkle meslek edinmiş olanların işidir. Böyle özellikleriniz yoksa, bir vatansever olarak dua etmek bile değerlidir. Ama işlerle oynamak, gerçeklerle oynamak ise; ağzınızla kuş yakalasanız, en tehlikelisidir, affettirmez. Ben bu uyarının bir kez daha hepiniz tarafından mutlaka anlaşılmasını istiyorum. Yoksa hiçbir yoldaşımızla kötü karşılaşmak istemiyorum. Ama belki de bilinçli ajanlardan daha tehlikeli, bir objektif ajan, kontra gibi partiyi zorlamayı da hiçbir gerekçeyle kaldıramam. İyi bir ordu elamanı değilseniz, iyi bir parti temsili yapamıyorsanız, kendinizi bu çerçevede çözmeye tabi tutun. “Yok yetkiden, komutanlıktan vazgeçemem” diyorsanız, o zaman gereklerine uyun. Size zor geliyorsa istemeyin, istifa edin. “Yok ben kendimi iddialı görüyorum, gereklerine cevap vereceğin” diyorsanız, o zaman bunu günlük olarak kanıtlayın. Eğer bu çerçeve dahilinde hareket edemezseniz, açıkça söyleyeyim; sorgulama ve yargılama sürecini şiddetlendireceğiz. Ve içine düşülecek tüm zor süreçlerden kendiniz sorumlusunuz. Görevlerin üzerine zamanında yürümeme, onun net kadro, komuta kişiliğini temsil etmeme ve günlük olarak başarmama.

Savaş yiğitlerin işidir. Olgun ve sonuna kadar tarihi ve gerçekleri günlük olarak görenlerin işidir. Çok iradeli ve bu işi zevkle meslek edinmiş olanların işidir. Böyle özellikleriniz yoksa, bir vatansever olarak dua etmek bile değerlidir. En önemlisi de, kabul edilmez temellerde kaybetmeye yol açmak, sizin ya istifa, ya sorgulama ve anında görev dışı kalma mahkemeye çıkma durumunuz demektir. Güvenen bir militan günlük olarak birliklerini ne kadar eğitiyor? Teknik ve moral olarak bazı eylemleri kabul edilebilir, başarı ölçülerinde yapıyor. Bütün ortamları itici değil, çekici kılıyor. Yoldaşlarına gerçekten değer üstüne değer katıyor ve günlük verdiği raporlarla başarılı olduğunu kanıtlıyor. İşte bu başta kalması gereken komutandır, partilidir. Öylelerine yer var ve öylelerinin olması için herkes üstte, altta özen göstermelidir. Gerekirse göreve getirmeliyiz, gerekirse görevden almalıyız. Kısaca ölçüleri mutlaka uygulamalısınız. Yeter artık kurallarla oynadığınız, yeter artık yaramazın, yetmezin elinden çok kaybettiğimiz. Bunu bütün yönleriyle anlamak ve gereklerini yerine getirmek, dönemimizin emredici “olmazsa olmaz” kabilinde kadro gerçeğidir, onun yaklaşımıdır. Sanmıyorum içinizden birisi, “ben yine anlayamadım” desin. Hayır, yıllardır sürdürülen netleşme ve günlük olarak görevlendirme herkesin başarabileceği yetkileri ve onun imkan-olanaklarını sunmak başarı için yeterlidir. Gerisini kendinize yüklenerek, yaratarak ortaya koyacaksınız. Yoksa yaratma yetenekleriniz neden işin başındasınız? Yaratmayan adam işin başında olamaz. Bu bir önderlik ilkesidir, PKK’de bir komuta ilkesinin temelidir Yeten, yaratan, dolayısıyla başaran baştadır. Yetme-

7


Özgür Halk yen, eksik kalan, yaratmayan, dolayısıyla başarmayan kademelerden geriye düşer. Bunun anlaşılmayacak hiçbir yönü yok. Eğitim, örgütlemede yetersizsen düş. Moralde ve siyasette geliştiremiyorsan çekil. Eylemde bayağı başarısızsan yine çekil. Bu işi başarıyla yerine getirecek militanlarımız, hatta savaşçılarımız bizde çoktur. Bir Zeynep şehidimiz bunun en bariz örneğidir. Ve bizde her militan, savaşçı bir Zeynep’tir. Bunu bütün komutanların adı gibi bellemesi gerekir. PKK tarzında cesaret ve fedakârlık herkesi Zeynep tarzı yetiştirir. Bunu anlamayan yöneticiye, anlamayan komutana söyleyeceğim çok şeyler vardır ve söyleyeceğim ilerde. PKK’nin savaşçısını doğru değerlendiremeyen, onu bir taktik nedenle ki, kırkar kırkar kaybedeniniz vardır. Yarın tarih ve parti onları acımasız yargılayacaktır.

Ağustos 2015

ğiştiremez, maskeleyemez ve kendisini kullanamaz da. Sonuna kadar gözbebeğimiz gibi koruyacağımız, onun netliğini, arılığını da her şeyden daha esas alırız . O halde bu yönlü iyi bir partili olmak için de dönem çok uygundur, olanaklar fazlasıyla vardır ve mutlaka hakkını vermek gerekiyor. İşte gerek genelde tüm işlere, ideolojik, politik öncülük eden partililer ve gerekse onun daha yoğunlaşmış ve hatta aynı kişide ifade edilen komutanlık gerçeği için bu özellikleri benimsersek, olgunluk sıfatını kazanmışız ve bu kişilik de dönemin üzerine yürürse kazanır. Hangi görevin üzerine yürürse kazanır. Dolayısıyla siz değerli tüm partililere, ARGK savaşçılarını, bu önümüzdeki dönemin böyle netleşmiş kadroyla kazanılacağını bilmeli ve bu konularda üzerinize düşeni mutlaka hiçbir bahaneye sığınmaksızın, şu veya bu nedenle “bastırıldık, uzlaştık” bir daha demeksizin, anı anına günlük olarak bu kadroyu kurallara göre görevlendirerek, varsa görev boşluğu bizzat yüklenerek değerlendirmelisiniz. En temel sağlama almanız gereken işiniz budur. Bunun olmadığı yerde başarı olmaz. Bin gerilla da olsa, böyle bir komutan, parti değeri olmazsa o, kaybetmeye mahkûmdur. Ama bir tanesi bir yerde de olsa kazandırabilir. İşte bu gerçeği mutlaka takip etmeyi de ve hakkını vermeyi yaşamınız için, başarınız için defalarca vurguluyorum. Şimdiye kadar yazdığınız hep; “neden uzlaştık, neden bastırıldık” bu lafları bir daha söyleyen suçlu olduğunu bilmelidir. “Daraldık, bunaldık” yine bu sözü hangi komutan, savaşçı söylerse söylesin suçludur, söylemeye de hakkı yok. Çünkü görevlere doğru yaklaşmıyor. Doğru yaklaşmayanın da konuşmaya hakkı yok. Sizi bu temelde doğru konuşmak kadar, görevlerinizi zamanında yerine getirmeye çağırıyorum. Ve bir daha da bu lafları veya sözleri ne yazılı, ne sözlü olarak bize sunmaya hakkınızın olmadığı konusunda sizleri uyarıyorum. Biz kendimizle bu kadar alay etmeyeceğimiz gibi, zarar da vermeyiz. Neden olgun olmayalım? Neden cesur ve fedakâr, gerçeğimizi akıllı ve sonuç alıcı bir tarza ulaştırmayalım? Bundan gocunacak hiçbir şey yok. Tam tersine gurur duyulacak her şey vardır. O halde bu önümüzdeki dönemi kazanmak istiyorsak, en temelde bu kadro gerçekliliğiyle kazanacağımızı biliyoruz ve mutlaka da gereklerinin temsilini hemen hepinizden bekliyoruz. Bununla birlikte şüphesiz dönem taktikleri var. Bunları bu vesileyle bir kez daha fazla açma gereği duymuyorum. Hemen hemen bütün ülke genelimize ilişkin planlamada olduğu gibi eyaletlere, hatta bölgelere kadar indirgenmiş bu planlamalar gerçekçidir. Özellikle bir kaç temel özelliğini vurgularsam; kitle ilişkilerimize de, artık halkın kabul edebileceği ölçüleri kitle arasında çalışanlar mutlaka göstereceklerdir. İtici değil, eğitici ve örgütleyici olmayı bileceklerdir. Diplomatik sahada da, bütün çalışmalarda da böyle. Fakat bunlar belirleyici olmadığı için, bir yerde gerilla savaşına bağlı olduğu için ve öyle olmak zorunda olduğu için hemen herkes hangi kitle çalışmasını yürütüyorsa, onun en temel mücadele biçimi olan savaşla bağlantısını esas alacaktır. Kültür kurumu da böyledir, diplomasi de böyledir. Savaşımızın haklılığı, gereği ve neden, nasıl başarması gerektiğini bilerek, diğer tüm faaliyetler içinde yerini tutacak, gerekeni yapacaktır. Şimdi en önemlisi ve temel savaş olarak biz bu gerilla savaşını vereceğiz diyoruz. Ver-

Bir PKK bölüğü ile destanlar yazılır Çünkü PKK savaşçısı kahramandır. Yazmıyorsa, bölük komutanı, kesinlikle eksik ve yanlışlıklarından ötürüdür. O halde sizleri PKK’nin kahraman savaşçılarıyla, onları tam anlayarak, örgütleyerek ve eyleme doğru sevk ederek, yöneterek, komutanlık görevlerinizi yerine getirmeye çağırıyorum. Bunun dışında hiçbir gerekçeyle birliklerin ve bu kahraman savaşçıların başında kalamazsınız ve partimizin tarihini de, bizim günlük emeklerimizi de boşa çıkaramazsınız. “PKK kahramanlarının başında kalmak hoşuma gidiyor. Bir günlük paşalık bile zevktir”. Onu söyleyen adamın dili kesilir. PKK kahramanlarının başında yer almak, en azından ellisi kadar bir bölükse toptan güç sahibi olmak demektir. Moral, ideolojik, siyasi, örgütsel ve taktiksel hususlarda hepsine denk bir kuvvetin sahibi olmak demektir. Bu kuvvet varsa komutan olabilirsin, yoksa bırak. Bunun da anlaşılmayacak hiçbir yönü yok. Hazırsan, böyle kabul ediyorsan, öyleyse geç komutanlığa, değilsen çekil, başka işler yap. Demek ki, komutanlıkta bu ilkeyi uygulayacaksınız. “Anlamadık, muğlak kaldık” demeye de hiçbirinizin hakkı yok, her şey çok net anlaşılır. Partinin ideolojik, siyasal gerçekliği ortadadır. Çizgimiz nettir. Son derece sonuç alıcıdır. Tekimiz bile dünyaya meydan okuyabiliriz. Üstün moral insanlık örneğidir bizde. Bu PKK’nin bütün kahraman şehitlerinde kendini ifade etmiş temel özelliğimizdir. Her parti militanı bütün bölgelerde, birliklerde, sayısı hiç de önemli değil, varsa bir tanesini bile, ideolojik düzeyin, moralin, dolayısıyla, siyasi düzeyin, örgütlenmenin en sağlam ve başarılı ölçülerinde yürütülmesi gerektiğini sağlarsa o parti militanıdır. Ve kabul edilir. Buna yetmiyorsa partili olmadığını bilmek zorundadır. Bunun da anlaşılamayacak yönü yoktur. Gereklerine tam uyacak ve hakkını vereceksiniz. O zaman herkes bu parti militanına büyük bir değer olarak bakmakla, onun emir ve perspektiflerine uymayı bilmelidir. Ve bu kazanır, her saha için bu parti militanı kazanır. Diplomasiden tutalım ekonomik faaliyete, kültürden tutalım en zorlu bir serhildanı, bir örgütsel görevi başarmaya kadar; legal olduğu kadar illegal, ordu içinde tutalım en sivil, barışçıl alanlara kadar, bu militan özellik mutlaka kazanır. O halde sizi, “partiliyim” diyenleri öncelikle böyle bir militan olmaya çağırıyorum ve varsa yanılgısı, yanlışı, eksikliği gidermelidir, doğrusuna mutlaka ulaşmalıdır. Partinin yüce yoldaşlık ilkesini hiç kimse, hiçbir gerekçeyle bunun dışında de-

8


Özgür Halk meden ulus olarak katliamdan bile kurtulamayız. O halde bu savaşın temel bütün taktik hususlarını adımız gibi bilince çıkarmalı ve gerekeni yapılmalıdır. Uzun süredir bu gerilla taktikleriyle oynandı. Dikkat ederseniz, eğer 1992 sonrası gerillaya dönüşümü ve bir de eğer biz gerillanın ileri bir aşamasını oturtmuş olsaydık, tarih değişirdi ve bugünkü zorlanmaları yaşamazdık. Orada olmayan taktiktir. Büyük direndiniz. Gerçekten tarihte ender rastlanan cesaret örneğiyle de çarpıştınız. Bunda biraz kahramansınız da derim ve överim. Ama bu asla çok büyük saflar olmadığınızı ve bunu görmezden gelmemizi göstermez. Siz bu cesur ve fedakârlığınızı, yani kahramanlığınızı maalesef doğru taktiklere oturtamadığınız için büyük saflar olarak, hatta cahiller olarak çıkmaktan da kendinizi kurtaramadınız. Acındırmam, ama bir gerçektir söylenen. Gerilla bir tarz demektir. Bu tarz oturtulmadan on binlerce gücünüz de olsa, tüm dünya arkanızda da olsa kaybedersiniz. Eğer bu tarzı tutturursanız, coğrafyası elverişli, asgari bir sayıya da ulaşmış, dünya karşınızda da olsa kazanırsınız. Bu gerillanın bir ilkesidir. Şimdi dağlarınız kusursuzdur, her savaşı kaldırır, sayımız da kusursuzdur. Silah, tekniğimiz de fazlasıyla vardır. Halk da oldukça yeterlidir. Olmayan nedir? Olmayan; kendi elinizle kendinizi gerilla olmaktan çıkarmak ve neredeyse bir düzenli ordu savaşçısı durumuna düşürmek. Bu büyük hatayı bilerek veya bilmeyerek işlediniz. Kolay geldiği için, hoşunuza gittiği için ya bir ilkel isyancı, ya bir düzenli ordu savaşçısı gibi affedilmez ve imhası kesin bir duruma girdiniz. Avare-asi gruplar gibi boşta gezer veya mevzi savaşına yatar, kendisini imha eder durumlara düştüğünüzü asla inkâr edemezsiniz. Şimdi temel taktik olarak artık bu hususu aşmalısınız. Önemle vurguluyorum; dönem planlamasına mutlaka ulaşmalısınız ve günlük olarak da adım adım amansız uygulamalısınız. Gerillada temel üs anlayışına ulaşmamak ve derinliğine, genişliğine gizli, hareketli, bölgelere göre, eyaletlere göre bunu oldukça gerçekçi bir tarzda sağlayamamanız tüm kayıplarınızın anlamsızlığı kadar, önemli kazanımlara da ulaşmayışınızın en temel nedenidir. Yani şuna benziyor; omurgayı kurmadan, gövdeyi şişirmeye benzettiniz ve bu omurga olmadığı için gövde düşer, dayanamaz. Veya temel atılmadan bina kurmaya benziyor. Temelsiz bina ne kadar yükseltilse de gümbür gümbür devrilmekten kurtulamaz. Böyle hatalar oldu. Temel nedir? Temel; stratejik, coğrafik alanlarda üslenmektir. Çok zorlu ama çok yükselten oralara dayanmayı bilmektir. Şimdi biz oraya az bir güçle de girsek çok iyi biliyorsunuz ki; tam gerilla esprisi uygulansa, küçük bir dağda on bin kişilik bir düşman birliğini etkisizleştirebilir ve örnekleri bizde de çoktur. Hemen her alanda yüzlerce gerilla birlikleri var, stratejik alanlarda, yer altı da dahil, gizliliğe dikkat etmeniz gerekir. Bilmem lojistiktir, her gün şu köye filan giderseniz veya işte üs hazırlıklarınız olmadığı için ufak bir operasyonda her tarafa dağılırsanız, bunun adı; avare-asiliktir, ilkel isyancılıktır ve asla imha olmaktan da kurtulamazsın. Örneğin, bir Garzan bu durumu yaşamıştır, Amed önemli oranda yaşamıştır. Hemen her eyalet bu durumu yaşamıştır. Ve suçu kendinizde bulacaksınız. Eğer biraz gerilla tarzında zor da olsa ısrar etseydiniz, gerçekten bu kayıpların onda biri kadar o çok

Ağustos 2015

elverişli olan coğrafyadan ve onun mevzilenmiş olmasını sağlasaydınız en değme orduları perişan ederdiniz. İşte siz bu taktik yetmezlikle kendinizi zorladınız. Şimdi önümüzdeki dönemde hiçbir gerekçeye sığınmadan, zorluklar ne olursa olsun, ot yeseniz bile, -ki, bu da sorun değildir- bunun gereklerini yerine getirmelisiniz. Çoğunuzun köye dayalı yaşam tarzınızı biliyorum. Bu suçtur. Siz her bakımdan yüceliğe çıkış için gelmişsiniz gerillaya. Bir köylünün yemeğine tenezzül etmek için değil, kaldı ki gerilla, lojistik adı altında aylarca “şu köy senin, bu köy benim” diye dolaşmaz. Eğer derdiniz yemekse gerillada ne geziyorsunuz? Cephe gerilerine çekilin ve gidin metropollerde çalışın yiyin. Gerillanın yiyeceği ideolojidir. Gerillanın yiyeceği politikadır. Gerillanın yiyeceği savaştır. İdeolojik, siyasi ve savaştan olan, güçlü olan ekmek bin defa fazlasıyla gelir. Bunu halen anlayamamak, gafletini yaşamak en büyük acıdır ve siz o büyük acıya yol açan ve çok basit yaşamı da bu affedilmez tarzı birliklere uyguladığınız için binlerce kayba yol açtı. Bir gün mutlaka hesabı sorulacaktır. Biz hiçbir gerekçeyle bir gerilla birliğini; “git şu köyden sadece ye-

Partinin ideolojik, siyasal gerçekliği ortadadır. Çizgimiz nettir. Son derece sonuç alıcıdır. Tekimiz bile dünyaya meydan okuyabiliriz. Bu PKK’nin bütün kahraman şehitlerinde kendini ifade etmiş temel özelliğimizdir. mek getir” diye gönderemeyiz. Ben bu konuda uyarıyı çoktan yapmıştım. Bu tarz tehlikelidir, bu ihanet kadar tehlikelidir. Örgütleyebilseydin iki köylü de sana yemek hazırlardı veya istediğinde gerilla tarzıyla vur bir köyü, hatta vur bir şehri al yüzlerce bilmem konserveyi, bilmem binlerce hayvan var, al onu bir dağa; iki yıl sana yeter. Ne diye bu basit, yerine getirilebilecek bir görevi, onlarca gerillanın kaybına fırsat verecek bir biçimde mahvettin? Bunun hesabını nasıl vereceksin? Kaldı ki, öyle ciddi açlık sorunları yoktu, dağlarımız hep yemişlerle doludur. Gerilla, gerektiğinde ağaç köklerini de kemirip, yılanları da, çıyanları da yemesini bilir; öyle bir sorun yok. Sırf bazıların rahat yaşamaları adı altında, lojistiği birinci görev olarak gerillanın önüne koymak gibi bir cesareti, hatta gerillada lojistik takımı yetmedi, gerilla lojistik bölüğü; bölük yetmedi, lojistik taburu. Sen nesin? Lojistik taburu olur mu? Bunu söyleyen adam, en büyük suçu işlemiş olduğunu bilmelidir. Lojistik takımı bile olamaz. Belki bir mangalık güç olabilir; o da kesin değil. Ama esasta tüccarlıktan anlayan bir kaç köylüyü, bir kaç sempatizanı bu işle görevlendirmek, en doğrusudur. En önemlisi de, eğer illa gerilla yapacaksa, planlarsın, yiyecek nerede, yollarda her gün kamyonlar geçiyor; iyi vur, alsana be adam! Düşmanın karakollarına her gün gidiyor; vur, ondan al. Veya tüccar örgütle, katırlarla onlar getirir. Yeter ki, beyinsizliğini biraz düşünen bir beyine dönüştür. Şimdi bunun gibi çok kusurunuz var, yapmayın. İnsanlarla ilgilenmek zor mu? Ben, bulunduğum sahada

9


Özgür Halk on binleri ölü noktasından birer fedai noktasına getirdim. Ve halen bize dayanarak, çekiciliğimize dayanarak milyonlarımız ayaktadır. Eğer sen PKK militanıysan, neden bu insanları bir gün kucaklayamıyorsun? Neden bunları değerli, sevgili bir yoldaş gibi bağrına basmıyorsun? Bunları yapsan, hiç insanlar kaçar mı? Sana taparlar. Ama doğru hedefle, onları ideolojik, siyasi ve örgütselliğin anlam ve önemi üzerine büyüterek bunu sağlayabilirsin. Bunu yapma, komutanlıktır diye kendini dayat veya inceleme-araştırma yapmadan insanları doldur, ondan sonra her gün “silah gitti, telsiz gitti, bilmem adam gitti” diye bize rapor yolla. Bu provokatörlüktür. Bunu yapan bizim karşımıza çıkamaz. Ya döneme sahip çık, araç-gereçlerini, olmazsa savaşçılarını gözün gibi koru ve geliştir, kuşkulu bir iz varsa; cezalandır. Niye eline silah veriyorsun be duyarsız adam? Partiye değer kaybettiriyorsun, ne hakla? Bu yeteneğin yok, ama komutanlık yap! Neden? “Birlik başıyım” senin birliğinden, bölüğünden adam kaçıyor, tanımıyorsan, ne diye alıyorsun savaşçıyı içine? Eğitimsizse, ne diye eğitmiyorsun? Tehlikeli birisiyse, neden inceleme yapmıyorsun? Böyle birlik komutanı olur mu? Bu yöntemleri bırakacaksınız. Yaklaşım tarzlarınızı, bu özelliğinizi bırakacaksınız. Demek ki, sırf bu nedenlerle kaybettirdiğiniz tutumlara son vereceksiniz. Ve en başta stratejik alanlara, müthiş yer altısı da dahil, hazırlıklarını günü gününe de yaparsınız, uzun vadeli de yaparsınız. Ve onlarsız da gerilla olmaz. Kaldı ki, savaşı da orada kabul edeceğiz. Savaşı biz, istediğimiz yerde kabul ederiz. Don Kişot gibi, “git bu tepeyi ele geçir, her gün şuraya şu kadar havan atıldı, bilmem roket atıldı” bunlar gerillanın tarzı değildir; bunları bırakacaksınız. Savaş tarzındaki derinliği yakalayacaksınız. Coğrafyayı mükemmel değerlendirmeyi zor da olsa yapacaksınız. Yer altına inmeyi bileceksiniz. Nerede, nasıl vurduğunuzu sağlayacak kadar gizliliği esas alacaksınız. Ve araç-gereçleri de böyle kullanmayacaksınız. Ayrıca, bunun için sabrı, fedakârlığı da bileceksiniz. Bunu esas alırsanız, gerilla büyük kazanır; anlaşılamayacak bir yönü yok. Tüm eyaletlerimizin buna uygun coğrafyası, gerilla fedakârlığı, cesareti vardı. Yeter ki, sorumlu bir komutan bunun gereklerine göre hükmetsin, birliklerine komuta etsin. Hiç olmazsa bu önümüzdeki dönemde bu tarzı mutlaka uygulayacaksınız. Tüm gerilla komutanlarımıza söylüyorum: Bu gücü kendinizde göremiyorsanız, derhal görevi bırakın. Hazırladığımız birçok genç militanlarımız vardır. Biraz tecrübeli olanlar onlara sahiplik ederlerse, hepsi görevleri başarıyla yerine getirebilir. Cesaret ve fedakârlık bizde sınırsızdır. Ve bir de buna PKK’nin asgari öncülük, yani ideolojik, moral temsili yapılırsa, bir askeri, siyasi kişi aynı şeyi birden yapabilir. Bu kişi veya kişiler mükemmel bir planlamayı her bölgeye, her eyalete oturtabilirler. Çok fazla sayı da istemez. Unutmayın ki, içimizde yüzlerce böyle komutan adayı var. Yeter ki bu anlayış temelinde birbirinize yüklenin, birbirinizi gözetin, birbirinizi denetleyin ve kuralı doğru oynatın. Gerisinin tarihi sorumluluğunu ben üstleniyorum. Gerisi başarıdır, gerisi çözümdür ve bununla hiç birimizin, hiçbir gerekçeyle oynamaya hakkı yoktur. Bakın, her şeyle oynayın diyorum, ama böyle görevlerle, taktiğin bu temel özellikleriyle oynamayın. Bu

Ağustos 2015

konuda da taktik görevler nettir. Taktik yaklaşım esasları nettir. Taktik yöntem ve araçlar nettir, bu netliği kendi kişiliğinde temsil edenler sonuna kadar görevinin başında kalmalı. Bununla bağdaşmayanlar da anında görevinin dışına itilmelidir. Yapabileceği iş içinde tutulmalıdır. Tüm partimizin ve ordumuzun değerli militan ve savaşçıları! Bu önümüzdeki dönemin üzerine gerek bu çözümlenmiş, netleşmiş kadro ve gerekse onların sorumluluğu altında gerilla taktiklerini her sahada, tüm ülke genelinde, onun parça parça eyalet, bölge ve mıntıkalarında, tüm birliklerinde, mangalarından tutalım en üst düzeyde organizasyonlara kadar; bir tek eylemden daha kapsamlı savaşlara kadar hepsine yönelelim. Özellikle eylem olarak da elverişli hazırlıklar yapılmak kaydıyla, kent baskınlarından tutalım tüm yol ulaşım hatlarını kesmeye; bireysel suikastlerden tutalım kapsamlı, günlerce sürecek uygun arazi koşulları olmak kaydıyla savaşları vermeye; ekonomik, sosyal hedeflerden tutalım askeri hedeflere kadar tüm hedeflerin üzerine bu temelde bir hazırlıkla yürümelisiniz. Bu önümüzdeki 13. savaş yılımıza bu temel hazırlıkla birlikte giriş yapmalıyız. Eminim ki hazırlıklarınız epey gelişmiştir. Ve tüm alanlara da ulaşmışız. Her alan için komuta ve savaşçı yapısı bu tip eylemlikleri yürütecek düzeydedir. Ben artık bu konuşmamla birlikte halkımıza da, uluslararası kamuoyuna da bir konuşma daha bugünlerde yapacağım. Eğer bu konuşmamıza daha somut mevcut hükümetten bir karşılık gelmezse, ki pek gelmiyor, özel savaş komutanları da sonuna kadar yok etmekten bahsediyorlar, o halde bu demektir ki, biz de sonuna kadar bu yeni hamle dönemine yükleneceğiz. 13. savaş yılı bu anlamda çok kapsamlı ve oldukça iyi hazırlanmış bir temelde, başta gerilla olmak üzere tüm mücadele biçimleriyle yürütülmeye çalışılan bir yıl olacaktır. Başka hiçbir seçeneğimiz yoktur, yolumuz yoktur, kurtuluşumuz yoktur. Sizler bu temelde, bu savaş yılımıza sonuna kadar hazırlanmış; ideolojik ve siyasi olarak, örgütsel ve eylemsel olarak mevzilenmiş, üslenmiş, çok karmaşık taktikleri iç içe ve sonuçta en az kayıpla azami, başarıyı ve bu temelde orduyu da sürekli büyütmeyi esas alan tüm hedefleri; basitten karmaşığa doğru, güçlerimiz oranında kendimizi kilitleyerek yürümeye çağırıyorum Artık her birliğimiz, emir, talimat ne zaman gelecektir demek, sizin mevcut imkan-olanaklarını zorlayarak bu savaş yılımızın üzerine gitmelidir. Emirden anlıyorsa, bu emir artık verilmiştir. Artık yaratıcılığı, dolayısıyla başarısını kendisinden beklemelidir. Siz tüm yoldaşlar, en üstten en alta kadar; geçmişte işlediğiniz hatalar ne olursa olsun, yanlışlıkları eğer bu temelde giderirseniz yeniden değerli bir yoldaş olarak karşılıyorum. Ayrıca, belli ölçülerde artık eğitimini güçlü almış önde gelen tüm partilileri, onları bu yeni komuta görevlerinde azamisini gerçekleştirmek üzere bütün engelleri aşabilecek kadar görevlerin üzerine başarıyla yürümeye çağırıyoruz, selam ve sevgilerimi sunuyorum. Yaşasın 15 Ağustos Atılımı! Kahrolsun Faşist Sömürgecilik ve Her Tür İşbirlikçileri!

10


Özgür Halk

Ağustos 2015

Bu Dönemin En Değerli Çalışması Özlü Bir Kadro Olabilmektir! “Gerçek gündemimiz demokratik devrim temelinde toplumsal kurtuluşun tüm dinamiklerini harekete geçirme ve bu doğrultuda inşaya yönelmektir. Buna irade gösteremeyenlerin benim esaretimi kendilerine gündem yapıp öne çıkarmaları benimle dalga geçmektir, saygısızlıktır. Toplumu özgürleştirdiğinizde ben zaten özgürleşmiş olurum” Nasrullah Kuran Özgürlük ve demokrasi mücadelesinde doğru teori ve program, toplumlar ve halklar yararına sağlıklı bir başlangıç demektir. Ancak esas olarak toplumlar lehine gelişme yaratan ve başarı kazandıran şey; toplumsal teori ve programı uygulama gücüne dönüştüren kadronun varlığıdır. Yaşam ve mücadele alanında gerilikleri red ederek ölçüleri yükselten, özgür ve demokratik yaşamı kazanma azmi ve kararlılığı göstererek şimdinin diyalektiği doğrultusunda sürekli hareket ve oluş halinde olan kadro, toplumsallığımızı üretkenliğe ve inşaya yönelten en dinamik kolektif güçtür. Nasıl ki, “Ne yapmalıyız?” sorusunun yanıtı bizi her zaman yaşadığımız toplumsal hayatın içinde “ne olduğumuz”a götürüyorsa, ne olduğumuz da bizi karşı karşıya bulunduğumuz göreve ve sorumluluklara götürür. Kadro olma vasfı, bu anlamda ne olduğunu bilme ve buna göre ideolojik-politik ve örgütsel alışkanlık kazanarak “Ne Yapmalıyız?” sorusuna sürekli yanıtlar ve çözümler üretmektir. Madde-enerji ilişkisindeki enerji akışkanlığı ne ise, toplum ve yaşam ilişkisindeki kadro dinamizmi de odur. Denebilir ki, toplumun akışkan enerjik hali kadrodur. Bu nedenle toplumsal varlığın sürekliliği, kadro dinamizminin mevcut potansiyelini toplum lehine değerlendirmesi ve toplumsal bilincin şekillendiği çizgi devrimciliği doğrultusunda gerçekleşmesiyle ancak mümkündür. Mümkün olanın kendini var etme hali ise, mücadelede süreklilik ve katılımda sınırsızlık çizgisinde seyreden arayışlar ve bu arayış sahibi insanların eylemleriyle devinmiş ve varlık alanını bu sayede geliştirmiştir. Dolayısıyla kadrosuz bir mücadele ve mücadelesiz bir kadro, toplumsal hayatın doğasına ve akışına terstir demek yanlış olmayacaktır. Büyük bedeller sonucunda inşa edilen sosyalizm denemelerinde açığa çıkan tıkanıklığın ve devamında da kolayca kapitalizme evrilişinin kökeninde de, diğer etkenlerin yanısıra, asıl olarak sosyalist kişilikteki tıkanma aşılabilseydi, reel sosyalist devlet bürokrasisi ve anlayışı o kadar serpilmezdi. Karşı devrime evriliş, o düzeyde peş peşe ve hızlı gelişmezdi. Bu nedenle özgürlük ve demokrasi hareketinin kadro sorununu ele alış tarzı, tarihsel ve güncel sosyalist birikimin tecrübelerinden ya-

rarlanma özelliği taşısa da, ağırlıklı olarak kendi deneyimlerinin üreticiliğinde ulaştığı kişilik çözümlemeleriyle önemli bir farklılık yaratmıştır. Sosyalist kişiliği yaratmadan ‘sosyalist toplum’ amacına ulaşmanın mümkün olmayacağı gerçeğinden hareket eden özgür insan, kişilik çözümlemeleriyle önemli bir farklılık yaratmıştır. Sosyalist kişiliği yaratmadan sosyalist toplum amacına ulaşmanın mümkün olmayacağı gerçeğinden hareket eden özgür insan, kişilik çözümlemeleriyle sosyalist kişilikteki tıkanıklığın aşılmasında belirleyici bir rol oynamış, geliştirdiği demokratik modernite paradigmasıyla sosyalizm mücadelesinin günümüzdeki en iddialı düşünce ve çözüm gücünü açığa çıkarmıştır. Günümüzün en temel kadrosal sorunlarından biri ve denilebilir ki önde geleni, demokratik modernite paradigması ile kişilik dönüşümü arasındaki güçlü bağın yeterince bilince çıkarılmaması ve bunun sonucunda sosyalist kişilik yaratma eyleminin belirli noktalarda kendiliğindenciliğe bırakılmış olmasıdır. Teorik birikimin ideolojik duruşa ve pratik uygulama

11


Özgür Halk gücüne dönüştürülmediği bir yerde, çizgi devrimciliği yürütülmeyeceği gibi, orada sosyalist kişilik özelliklerine kavuşmuş kadronun varlığından da söz edilemez. Öne çıkan daha çok ideolojik propaganda veya demogoji olur ki, bu da pratik politikadan yoksunluk anlamına gelir. Gerekçesi her ne biçimde konulursa konulsun, pratik politikaya ve uygulamaya dönüşmemenin kaynağında karşı ideolojilerden etkilenme, zihin ve duygu dünyasını bu etkilenmelere açık hale getirerek karşı mücadele içerisine girmemek vardır. 24 saat sistemin ideolojik aygıtlarının ideolojik, politik, kültürel ve psikolojik bonbardımanına maruz kalan insanın ruhsal sağlığı ve zihinsel bütünlüğünü koruması, kendini doğru kavrayarak eksiklik ve yetersizliklerini zamanında görmesi ve gidermesi oldukça zordur. Bu zorluğun aşılması, ancak anı anına yürütülen bir nefs mücadelesi, yerinde ve zamanında pratikleştirilen eleştiri-özeleştiri kültürü ve çözümleme yöntemiyle imkân haline gelebilir. Kapitalist sistemi düşüncede çözme ve aşma, bu nedenle öncelenmesi gereken bir olgu olarak önümüzde durmaktadır. Kapitalist modernitenin bilim ve bilme yöntemleriyle cendereye aldığı zihniyetimizi özgürleştirmenin yolu, duygu, düşünce ve yaşam boyutunda sistem dışına çıkmaktan geçer. Sistemin bilme ufkunun ötesine

Ağustos 2015

güncel politik pratiğe yansıyan iradesinin de olması gerektiğini belirtir. Güncel görevler karşısında eski bilme ve alışkanlıkları tekrarlayan duruşları duygu, politika ve bağlılık ilişkisi içerisinde ele alırken şunları belirtir; “Çok duygusalsınız, ama duygularınız politik, toplumsal içerikten yoksun ve zayıf. Bu yüzden sizi özlemini duyduğunuz toplumsallığa, özgür yaşama götürmüyor. Bu yüzden toplumsal sevgi ve aşk nedir bilmiyorsunuz. Bencilliğin sınırında dolanıp duruyorsunuz. İşe nerden başlamalı diye sorarsanız, yanıtım açıktır; işe duygularınızı politikleşmeye, toplumsallaşmaya yatırarak başlamanız, özgür yaşam inşanız için yapacağınız en hayırlı davranış olacaktır Politikleşmeyen bir duygu, gerçek bir zaman-mekân ilişkisini, yurt sevgisini geliştiremez. Onun için duygularınızı politikleştireceksiniz. Bunu yaparsanız duygularınızın bir anlamı olur. Yoksa diğer türlüsü ibretlik yaşam kırıntılarına, trajedilere yol açar. İşte bağlıyım, deyip kaçanlar, işte güç getiremeyip intihar edenler, işte içimizde olup kaçışı gizlice yaşayanlar! Bunlardan ders çıkarmalı ve özeleştiri gerekçesi yapmalısınız. Bana bağlılık, düşüncelerime yanıt olmakla, pratikleştirme gücünü göstermekle ancak mümkündür. Yoksa ‘Büyük APO, Önder APO demekle, seni şu kadar seviyoruz, bu kadar tapıyoruz, bayılıyoruz’ demekle ancak kendinizi kandırırsınız. Bende bunun hiçbir karşılığını bulamazsınız. Politik, örgütsel, önderlik gerçeğinin farkına varamayan ve bunu gereğince anlamlandıramayan bir sevgi, aldanmaya ve aldatmaya açık, gerçeğe ihanet etmiş sahte bir sevgidir. Devrimciyim diyorsanız bir devrimci gibi yaşamalısınız. Duyarlılığınız buna göre gelişmeli ve harekete geçmelisiniz. Böyle olamıyorsanız, devrimciliğe soyunmayacaksınız. Stratejik düşünmek, stratejik hareket etmek sizin en temel özelliğiniz olmalı. Duygularınıza yenik düşmemelisiniz. Bakın bana, o kadar hakaret, o kadar saldırı yapılıyor, bana mıdır diyor muyum? Asla! Bunlara kulak bile vermem, işin esasına, toplumum için nasıl politika yapacağıma bakarım. Siz ise, daha toplum nedir, toplumsal bir varlık olmak ne demektir bunu bile anlayamamışsınız. Sistemin yarattığı sahte, kof bireyselliklerin yoğun etkisi altındasınız, bundan kendinizi kurtaramamışsınız. Böyle olunca devrimci ciddiyet ve toplumuna karşı tarihsel sorumluluk bilinci gösteremiyorsunuz. Bakın burada bir arkadaşlar, yoldaşlar topluluğuyuz. Doğal olarak size güvenmek gerekir değil mi? Ben hep böyle yaptım, arkadaşlarıma güvendim. Ama ne ilginçtir ki bundan dolayı da hep kaybettim. Yetersiz yoldaşlık dediğim işte budur; zayıf kalmış, amaca anlamınca yönelmeyen, yaşamına büyük başarılar sığdırmayan ve böyle boynu hep bükük duran, mahcup mahcup bakan duygular. Bunları artık aşmalısınız.”

Kadro olma vasfı, bu anlamda ne olduğunu bilme ve buna göre ideolojik-politik ve örgütsel alışkanlık kazanarak “Ne Yapmalıyız?” sorusuna sürekli yanıtlar ve çözümler üretmektir geçmek, çok yönlü ve boyutlu bir zihniyet mücadelesi yürütmek, dönüşümü doğru temelde gerçekleştirmenin anahtarı olduğu gibi, toplumsal sistemi değişime uğratmanın da anahtarıdır. Bu da köklü yoğunlaşma ve kopuş demektir. Köklü kopuş gerçekleştirilmeden toplumsallaşma ruhunu ve görevlerini sahiplenme kültürü ve bilincini oluşturmak zordur. Kopuş içermeyen biçimsel yaklaşımlar, er veya geç kişiyi toplumsal yozlaşmanın ve ideolojik bakımdan ölümün adı olan orta yol ile buluşturur. Orta yol, asıl doğalarını ve karakterlerini kaybedenlerin, ilke yerine her koşulda verili olanla uzlaşmayı esas alan karışık, çok yüzlü ve zayıf, ama kurnaz kişilik özelliklerinin buluştuğu içteki karşı devrim yoludur. İdeolojik olarak muğlak, politik olarak tutarsız, örgütsel bakış ve yaklaşım olarak kendine göreli olmak, ortayolcu anlayışın en belirgin özelliğidir. Ortak ruh birliğini yakalamayı engelleyen bireyci, bencil ve toplum dışı tutumlar karşısında tutarsızlık yine bu anlayışın bir sonucudur. Özgür insan, bu nedenle kadronun köklü ve gerçekçi bir sorgulama içerisine girmesinin gereklerine işaret eder ve hakikat karşısındaki duruşunu samimi bir izaha kavuşturmadan mesafe alamayacağına inanır. Eğer büyük insanlık ve özgür yeni yaşam, yeni insan yaratma arayışı bir paradigmaya ve bu paradigmanın şekillendirdiği stratejiye dayanıyorsa, bunun

Gerçeklerden korkmayın gerçek insanı güçlendirir! Özgür insan, kadronun teori ve pratik arasında yaşadığı tutarsızlık ve bocalamayı, önderlik gerçeğinin politika ve örgütlenme sanatının yeterince incelenmemiş olmasına ve bu konuda iddia sahibi olunmamasına bağlar. Amaç insanı olma iddiasında bulunanların amaca göre gerçekleşme sorumluluklarının bulunduğunu, bu

12


Özgür Halk sorumluluğu yerine getirmeyip yükünü önderlik gerçeğinin üzerine atanların tarih ve toplum karşısında hesap vermekten kurtulamayacaklarını vurgular. “Bana yapılan en büyük saygısızlık beni uygulamamaktır” derken, kadroyu hakikatini kavramaya ve uygulamaya çağırır. “Otuz yıldır sürdürdüğünüz sahtekârlık felsefesine artık son veriyorum” derken de, hakikat dışına düşmüş, hakikatliliğini yitirmiş, devrimci irade gösteremeyen oportünist, ortayolcu anlayışlara uyarıda bulunur ve çizgiye davet eder. Çizgi temelinde tam uygulama gücüne ulaşmak yerine kendini konuşturarak mücadele kaybettiren zihniyetin, aslında yaşam gücünü yitirmiş ölü bir zihniyet olduğu hatırlatmasında bulunur ve devamını söyle getirir: “Ne yazık ki, benim politika ve örgütleme yapma sanatımı hiç biri konuşmadı. İçinizden zamanında anlayan ve yerinde uygulayan tek bir kişi bile çıkmadı. İşte buna çok öfkeliyim. Aranızda var mı böyle bir iradesi olan? Peki, o zaman nasıl devrimcilik, toplumsal kurtuluşçuluk yapacaksınız? Maalesef arkadaşlarımız ideolojik propaganda düzeyini aşamamışlar. Hâlbuki onca birikim, muazzam stratejik davranan, stratejide derinlik ve üretkenlik gösteren bir gelişmeye yol açmalıydı. Neden bir siyasi stratejistimiz yok? Hala bir …… açığa çıkarabilmiş değiliz. O zaman ahlaki-politik toplumu nasıl inşa edeceğiz? Böyle bir derdi olan var mı? Olmaması sizce de tuhaf değil mi? Yıllardır aynı şeyleri tekrarlıyorsunuz, teoride gelişme var, pratikleşme zayıf.” Kendinizi uyuttuğunuz yetmedi bir de beni uyutmaya çalışıyorsunuz. Her zamanki gibi yine yanılıyorsunuz. Ben olgulara sizin gibi bakmam, izahlara sizin gibi yaklaşmam, beni uyutamazsınız. Arkadaşların değerlendirmelerine, yazılarına bakıyorum, müthiş! Bazılarının tespitleri neredeyse birebir benim ağzımdan çıkmış gibi; ama sıra uygulamaya geldiğinde adeta başka biri olup çıkıyorlar. İnsan hayrete düşüyor. Bazıları on tane Mao edecek durumdalar, fakat uygulama yok. Çizgi devrimciliğinde ısrar eden kimse çıkmıyor. Neden böylesiniz? Tamam, bazılarınız bana kırgınsınız, “niye bizi devrimci yaptın, bu ateşin içine attın” diyorsunuz. Çizgiyi uygulamak yerine kendinizi uygulayarak benden intikam alıyorsunuz. Bunu anlıyorum, anlamıyor değilim. İnanın tepki meselesi de yapmıyorum. Fakat yaşlarınız elli-atmışı buldu ve geçiyor. Bunu daha ne kadar sürdüreceksiniz? Osman-Botan alçakları o kadar tahribat yarattı, tecavüz kültürünü getirip hareketin gündemine oturttu, biriniz çıkıp “Bu Önderliğe ve ideolojisine saldırıdır, hareketin canına okumaktır, kabul etmeyiz” demediniz. Tamam, başta benim adımı ve buradaki bazı yaklaşımlarımı kötü kullandılar, bir yere kadar anlarım. Ama “Bir Halkı Savunmak”ı geliştirdim, her şeyi açık açık izah ettim, buradan yaklaşımımın özü nedir anlaşılmadı mı? Yok, sizinki anlamamak değil, onlarla uyumlu olmayı tercih ettiniz, çünkü zaaflarınız bunu gerektiriyordu. Bir de pasif savunma diye bir şey çıkarmıştınız, tam bir saçmalıktı. Ölüme razı olmuşsunuz, adını da pasif savunma koymuşsunuz, sonra da yaşıyoruz diyorsunuz, öyle mi? Hiç olmazsa bundan sonrası için birikimlerinizi bir uygulama gücüne dönüştürerek en büyük iyiliği yine kendinize yapın. Birikimlerinizi uygulamaya dönüştürmeden mezara giderseniz, halklarımıza karşı en büyük ihaneti yapmış

Ağustos 2015

olursunuz. Kendime dair bir şey istemiyorum, sadece çizgiyi sahiplenerek kendinize ve emeğinize saygılı olun, buna göre yoğunlaşın ve mücadele yürütün diyorum.” Devrimci insan dava insanıdır, hayatı ve hayatın karşısına çıkardığı çelişkileri kendisine meslek edinen insandır. Tek başına kalsa da hayatla meselesi olan insandır. Dolayısıyla hayatı ciddiye almak ve gerçeğe bağlı yaşamak, onun için bir varoluş gerekçesidir. İçerikten yoksun bir biçimselliğe, zamandan kopuk yüzeyselliğine takılıp kendini bırakmayı, bencilliği ve sahteliği yaşamaktansa, zamanı kendi oluşunun eylemi haline dönüştürerek var olmayı tercih etmek, onun en ayırt edici özelliğidir. Bu özellik olmaksızın varlığın kendi olma bilinciyle duygu ve düşünce gücünü iradeleştirmesi mümkün olmaz. Özgür insan’ın bu noktadaki tutumu oldukça net ve sade, bir o kadar da sorgulayıcı ve tanımlayıcıdır. “Neden çizgi mücadelesi veremiyorsunuz, kendinize hiç sordunuz mu? Sanmıyorum. Ya hiç sorma ihtiyacı bile duymamışsınızdır ya da sormuşsanız bile üstünkörü, yüzeysel yaklaşmışsınızdır. Çünkü siz, örgüt içinde örgütlü gibi görünseniz de, aslında örgüte ve örgütlenmeye inanmıyorsunuz. Bir küçük burjuva egonuz var;

Teorik birikimin ideolojik duruşa ve pratik uygulama gücüne dönüştürülmediği bir yerde, çizgi devrimciliği yürütülmeyeceği gibi, orada sosyalist kişilik özelliklerine kavuşmuş kadronun varlığından da söz edilemez basit küçük şeylerle tatmin olan, bunu örgütlülüğe tercih ediyorsunuz. Bir iki ahbap-çavuş, biraz da imkân olanak buldunuz mu dünyalar sizin oluyor, vazgeçemiyorsunuz bu sahtekârlıktan. Sizin asıl meselelerinizden biri de budur, burada başlıyor. Savaş meydanında da, siyaset alanında da bu basitliğiniz yüzünden kolay ölüyor, kolay kaybediyorsunuz. Kendiniz boş yere kandırmayın, bu sizi gerçeklerden daha çok uzaklaştırır ve daha anlamsız hale getirir. Derya kadar çözümleme, değerlendirme geliştirdim, binlerce sayfa yazdım, hala da bu yoğunluğumu sürdürüyorum. Ama siz yüzde bir uygulama gücü bile gösteremediniz. Bu bana saygısızlıktır. Bana yapılan en büyük saygısızlık beni uygulamamaktır. Gerçeklerden korkmayın, gerçek insanı güçlendirir. Gerçeklerle yaşama gücünü gösterdiğiniz oranda kendi varlığınızın anlamına ulaşabilir ve kendinizi gerçek kılabilirsiniz. Yalan sizi özgürleştirmez, sahte olana tenezzül etmek sizi özgürleştirmez. Ama gerçek, saptırmayan, dosdoğru ufku gösteren ve bilinci berraklaştıran özelliğiyle her zaman özgürleştiricidir. Bu açıdan kendime müthiş yükleniyorum. Hatırlarsanız, “insanlığın geçmişi daha gerçektir, ona saygılı olacağım ve yaşamı orada arayıp bulacak ve yeniden başlatacağım” demiştim. Hala öyle düşünüyorum. Kapitalist modernitenin yarattığı dünyaya bakın; yaşam her yönüyle kirletilmiş, insan insan olmaktan çıkartılmış. Kadını sahte, erkeği sahte, tarih ve dinler, kutsal kitaplar iktidar yalanlarının araçları

13


Özgür Halk haline getirilmiş. Ahlak, vicdan ve adalet gibi toplumsal değerler başta olmak üzere iğfale uğramayan tek bir değer bırakılmamış. Ben insanım diyen biri böyle bir ihanet zemininde nefes alabilir mi? Dipsiz ve karanlık bir kuyunun dibindeki biri için, kuyudan çıkmak için uzatılan ip ne ise, benim için de gerçek odur. Nasıl ki kuyunun dibindeki insan can havliyle bu ipe sımsıkı sarılıyorsa, biz de gerçeğe öyle sarılmalıyız. Umut dediğiniz şey de budur, gerçeğin yarattığı farkına varma, bilinçlenme ve bunun aydınlanmasında geleceğe yürüme gücüdür. Bunun iradesinin ve eyleminin açığa çıkmasıdır. Yani kendimiziz, bu bilinçle harekete geçmemizdir. Siz ise çok rahatsınız, sanki bunların hiçbirinin farkında değilsiniz ya da dışındaymışsınız gibi davranıyorsunuz. Ben de en çok bu halinize şaşıyor, hayret ediyorum. Özünde bu da bir kendini aldatma durumudur. Bu dünyada kendinize hakiki ve yaşanılır bir yer açmak işitiyorsanız, yirmi dört saat sürekli düşünce ve mücadele halinde olmak zorundasınız. Yoksa yalanın, kokuşmuşluğun ve sahteliğin bir parçası olmaktan kendinizi kurtaramazsınız.” Özgür insan, devrimci pratikleşme içerisinde açığa çıkan başarısızlıklarda “dış koşullar, etkenler” biçiminde ileri sürülen gerçekleri, gerçeği izah etmekten uzak bulur. Belirleyici olanın iç etkenler olduğunu, yani kişinin moral, duygu ve düşünce gücünün örgütlülük

Ağustos 2015

kuyla bağlansın? Çünkü ben gerçek aşkı, toplumsal aşkı yaşıyorum. Gerçek aşk toplumsal aşktır. O da siyasal, örgütsel, her alanda toplumunu savunmak ve yaşatmak anlamına gelir. Buna var mısınız, varsanız sizi alkışlarım. ‘Kesire olmasaydı özgür insan olmazdı’ demek yanlış olmaz. O deneyimi yaşamasaydım, bu kadar güçlü kadın çözümlemesi yapamazdım. Kadını örgütsel ve politik bir güç haline getiremezdim. Eğer bugün bunu başarmışsam, büyük ölçüde Kesireyle yürüttüğüm mücadelenin sonucudur. Onunla aramızdaki savaş, sistemin yarattığı kadınla, bu kadına, dolayısıyla sisteme teslim olmayı red eden özgür insan arasındaki savaştı. Oldukça zorluydu ve tahrike, dayatmaya karşı muazzam bir nefs mücadelesi gerektiriyordu. Korkunç bir irade savaşı verdim ve galip gelerek sistemin yarattığı kadını yıktım. Yerine gücünün bilincine varan örgütlü, politik kadını yarattım. Buna rağmen Önderlik gerçeğini hala tam anlayabilmiş değilsiniz. Örneğin Kesire neden bana o kadar tepkiliydi? Bunu siyasal, sosyolojik ve kültürel sebeplerini hiç sorgulayıp çözümlediniz mi? Böyle bir yöntem izlemeden önderlik gerçeğini anlayamazsınız. Biliyorsunuz, Kesire için arkadaşlar “öldürüp arkadaşı bu sorundan kurtaralım” diyorlar. Ama Kemal Pir doğru bir yaklaşımla “biz karışmayalım, arkadaşın bir bildiği vardır” diyerek buna engel oluyor. Doğru yaklaşım Kemal Pir’in yaklaşımıdır. Çünkü suçu ne olursa olsun kadın ölmemeli, öldürülmemeli. Öldürmek büyük yanlıştır. Biz asla böyle yapmamalıyız. Aksine köleleştirilmiş kadın öldürülmez, özgürleştirilir. Mücadele içerisinde bu konuda birçok yanlış yapıldı. Ajan olanını bile açığa çıkarıp etkisizleştirdiğinde zaten amacına ulaşmış oluyorsun. Sistemin ağına düşürdüğü ve avlanma aracı haline getirdiği köle kadını öldürmek dünyanın en kolay işidir. Zor olan, o durumdan kurtulmasını, özgürleşmesini sağlamaktır. Devrimcilik aynı zamanda bunun duyarlılığını ve sorumluluğunu da göstermektir… Kadının sürekli şeytanla anılması veya şeytanlaştırılması durumu özünde kadına yönelik bir saldırıyı ifade ettiği gibi bir gerçeğe de işaret etmektedir. Bunun kadının şeytan olması bağlamında belirtmiyorum, bu yanlıştır. Ancak iktidarları kadın etrafında geliştirdiği ilişkiler gerçekten de şeytanidir, şeytanlaştıran ilişkilerdir. Tarih boyunca geliştirilen tüm iktidar ve egemenlik sitemlerinde kadın böyle bir şeytani ilişkiler örgüsünün odağı haline getirilmiştir. Günümüzün kadın-erkek ilişkilerinde böyle bir tuzağa düşmeyen, kedini koruyabilen kaç insan vardır? Sistemi kusmak derken, işte tüm bunları kastediyorum. Sistemin kurguladığı kadın etrafındaki ilişki düzeneği, bir devrimci için en büyük tuzaktır. Enkidu buna tarihsel çarpıcı bir örnek oluştururken, aslında her biriniz bu konuda güncel birer örnek pozisyonundasınız. Aşamamanız, bunun bilincinde olamayışınızdan kaynaklanıyor… Aşk adı altındaki kadın-erkek ilişkilerini Kürt sosyolojisi temelinde ele almaya ve çözümleyerek anlamaya büyük ihtiyaç var. Bu bilinç oluşturulmadan gerçekle bağ içerisinde bir sevgi, aşk ve yaşam ilişkisini kurulamayacağı açıktır. Kendinizi bu konuda sorgulamaktan çekinmeyin, daha cesur yaklaşın. Fakat Kürt sosyolojisi temelinde hiçbirinizin kendini ele alabilme ve tek bir doğru cümle kurma gücünü gösterebileceğinize de inanmıyo-

Orta yol, asıl doğalarını ve karakterlerini kaybedenlerin, ilke yerine her koşulda verili olanla uzlaşmayı esas alan karışık, çok yüzlü ve zayıf, ama kurnaz kişilik özelliklerinin buluştuğu içteki karşı devrim yoludur ve iradeleşme düzeyinin belirleyici bir rol oynadığın belirtir. “içte kendinizi örgütler ve iradeleştirirseniz, dış etkenlerin sizin üzerinizde belirleyici olma riskini de ortadan kaldırmış olursunuz. Bunun en somut örneği benim. Beni teslim ettiklerinde üzerimde birçok hesap yapmışlardı. Buna karşı müthiş bir mücadele yürüttüm ve hepsini boşa çıkarmayı başardım” der. Kendinde yarattığı iradeleşmeyle kadın ilişkisine, Kesire gerçeğine ve toplumsal aşka nasıl yöneldiğini tanımlar; “Kadın ilişkisinde ben buna hep dikkat ettim, ‘Benimsin’dediğin an mülkleştirdiğin andır ve o onda sen bittin! Ne sosyalilstliğin kalır ne de toplumsallığın. Mülkleştirdin mi gerisi pamuk ipliği gibi gelir. Bu açıdan bizdeki ilişkiler dehşet vericidir. Bir kadın, bir erkek ilişkisi için hareketi bitirmek isteyen az mı alçak çıktı? Şemdin, Botan, Osman bu anlayışın başını çekenler. Çoğunuz hala bunları aşabilmiş değilsiniz. Bende tersi yaşanmıştır. Kesire kaçtığında rahatladım, “oh kurtuldum” dedim. Siz ise “ya benimsin ya toprağın” dersiniz, bunun için ihanet de dahil olmadık hallere düşersiniz. Ben öyle yapmam, çünkü yaklaşımım diyalektiktir. Aşkı sizin gibi bireysel tarzda ele almıyorum, toplumsal aşkın en değerli ve en anlamlı aşk olduğuna inanıyorum. Ben neden bu kadar çok seviliyorum? Bir halk, bir toplum neden bir kişiye bu kadar tut-

14


Özgür Halk

Ağustos 2015

rum. Çünkü böyle bir sosyolojinin farkında olmadığınız gibi araştırma ihtiyacı da duymuş değilsiniz. Araştırma ve farkına varma olmayınca, tarih ve toplum ilişkisi içerisinde bilinçsel bir gelişimin sağlanması da mümkün olmuyor. Kürt sosyolojisini anlamak istiyorsanız, işe Kürt destanlarını incelemekle, güçlü bir sosyolojik çözümlemeye tabi tutmakla başlayabilirsiniz. Bu, anlam gücünüzün gelişmesine önemli bir katkı yapacaktır. Ben B. Hesoyê Têli Destanı’nı okudum. Orada Hesoyê Têli savaşa girmeden önce kendisiyle birlikte savaşabilecek durumda olan iki oğlu dışındaki tüm aile bireylerini bizzat kendisi kurşuna dizerek öldürüyor. İlk bakışta insanı dehşete düşüren bir durum, ama savaşlarda yaşanan talanlar, aile fertlerini kullanma, kadınlara el koyma ve tecavüz kültürü karşısında neyi ifade ediyor, çözümlemek zorundasınız. Bunları sorgulamanız gerekiyor. Tabi ki Hesoyê Têli’nin yaptığı bir katliam, doğru değil. Doğru olan daha başta mevcut koşulların o haliyle aile kurmaya imkân tanıyacak

yor. Bu çırpınışları ve çığlıkları doğru anlamlandıramamanız sizi ölüm noktasına getirmiş durumda. Biyolojik ölümden söz etmiyorum. Nihayetinde bir kuşta, bir civcivde, bir sıpa da biyolojik varlığını sürdürür. Kültürel, siyasal ve en genel anlamda toplumsal varlık olma özelliğinizden söz ediyorum. Bu özelliğiniz soykırımcı saldırılarla paramparça edilip ayaklar altında çiğnenmiş, unufak hale getirilmiş durumda. Roman dilinde belirtecek olursak ölüm sessizliğinin hükmü altında dümdüz edilmişsiniz. Ölüm sessizliğinizin hükmü altında yüce duygu ve yüce bağlılık anlamına gelen aşk olabilir mi? Olamayacağını bildiğim için bütün çabalarımı bu sessizliğin bozmaya ve gerçek aşk yaşamını, özgür yaşamı yaratmaya dönük oldu. Çocukluğumdaki çıkışlarımdan tutun Kesire ile evliliğime, bütün mücadele sürçlerinden bugün içerisinde bulunduğum koşullar kadar geliştirdiğim arayışlarımın tümünde, her defasında kendimi yeniden yaratabilmek oldu. Tam manasıyla her defasında kendi-

koşullar olmadığını kavraması ve bu işe hiç girişmemesiydi. Ama girişmiş ve savaş karşısındaki çaresizliği onu böyle bir trajediye sürüklüyor. Bunu bir de günümüzün koşullarında ileri sürülen hakikat dışı sahte aşk ilişkileri, aile kurma anlayışlarıyla, bir de İŞİD vahşetiyle karşılaştırın, gerçekleri daha iyi görmenizi sağlar. “Özgürlük Sosyolojisi” yöntem ve ilkelerini iyi kavrar, “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü”nde ortaya koyduğum politik çözümü iyi özümserseniz, Kürt sosyolojisini bütünlüklü anlamanın sağlam adımlarını atmış olursunuz. Tüm bunları toplumsal-tarihsel gerçeğinizi, dolayısıyla kendinizi daha iyi anlamanız, tanımanız için belirtiyorum. Anlamazlıktan gelebilir, kaçışı tercih edebilirsiniz, ama unutmayın ki gerçekler inatçıdır, peşinizi bırakmaz. En kurtuldum dediğiniz anda gerçeğin pençesini yakanıza yapışmış bulursunuz. B. Hesoyê Têli’nin durumunu gerçek karşısındaki çırpınışı olarak da ele alabilirsiniz. Önemli olan kendinizi bu durumlara düşürmemenizdir. Düşürürseniz ölürsünüz. Kürt sosyolojisinde dile gelen destanlar aslında bir toplumun çırpınışlarıdır, çırpınırken yankı bulan çığlıklarıdır. Sizin trajediniz de burada başlı-

mi küllerimden yeniden yarattım. Sizin gibi bireysel aşk ve verili aile ilişkilerine kendimi kaptırsaydım, mümkün değil bugünkü ben olamazdım. Böyle bir ilişkinin kişiyi götüreceği yer Osman-Botan’ın yanıdır. Diyeceksiniz ki “bir rahip duruşu mu sergileyelim?” diğeri kadar ihanete götüren öldürücü, bitirici bir duruşu içermese de kuşkusuz bu da çözüm değil. Çözümün ne olması gerektiğini ‘Demokratik Ulus’ değerlendirmemde genişçe ortaya koydum. İşe Adorno gibi, “yanlış hayat doğru yaşanmaz” diyerek toplumsal aşkla, toplumsal aşkın yol açtığı hakikat ilişkisiyle başlayacaksınız. Burada önem kazanan soru şu, siz de başarmak istiyor musunuz? Yani kendinizi küllerinizden yeniden yaratabilecek misiniz? İşte size romanlı bir konu, edebiyat ile uğraşan arkadaşlar bu sorulara bir romanla yanıt geliştirebilirler. Kolektif kurtuluş bireysel kurtuluşun önünde gelir Hakikat ne övgü ister ne de sövgü. O, kutsal kitabın “gerçek sizi özgürleştirir” düsturunu, başka bir yere ve başka bir zamana havale etmek yerine belli bir yerde ve

15


Özgür Halk belli bir zamanda oluşmanın ilham kaynağı haline getirir. Oluşmayı, insani varlığın sürekli anlamlı bir başlangıç halinde olma hali olarak tanımlar. Gece kelebekleri gibi güneş battıktan sonra kendine özel bir lamba ışığı aramak yerine, güneşten aldığı enerjiyi karanlıkta da bilincini aydınlatan bir ışığa dönüştürür ve yoluna bu ışıkla devam eder. Yolda olmak, sürekli oluş halini sürdürmek olduğuna göre, oluş duraksamayı ve durağanlığı kabul etmez. Çünkü bilir ki duraksama ve durağanlığın olduğu yerde tereddüt, çürüme ve yozlaşma vardır. Buna karşı nasıl ki bilim, yaşayan, var olan ile ilgili ise hakikat de öyledir ve bu nedenle ruhunu ve bilincini yitirmişlere seslenir. Ne beni övün ne de bana ihanet edin. Ben sadece, gelin birlikte politika yapalım, halklarımızın güncel ihtiyaçları ve ortak özgür geleceğinin inşası için politika yapalım diyorum. Yaşamımızı böyle değerli bir çabayla anlamlandıralım. Birbirimizi alçaltmak yerine büyütelim, birlikte büyüyelim diyorum. Söylediklerim bu kadar basit ve net. Ama gelmiyorsunuz! “Ben buna varım” diyen tek bir sosyalist kişilik ortaya çıkmadı. Siyaset zeminindekilerinden tutun ‘ben kadroyum’ diyen sizlere kadar, bu maalesef böyle. ‘İçerden çıkanlar belki derman olur’ dedim, o da olmadı. Çoğu birer zavallı küçük burjuva gibi sistemin artıklarının peşine takılmış, kendilerini kaybetmişler. İnsan bu kadar mı düşer, bu kadar mı değerlerinden uzaklaşır, ruhsuzlaşır? Bırakalım bizim nefes nefese gösterdiğimiz emek ve çabaları, halkın gösterdiği değer ve fedakârlığa böyle mi yanıt olunur? Boşuna vicdan devrimi demedim, boşuna maneviyatınızı güçlendirin demedim. Bu yaşananlar, sistemin kafesinde kendine, toplumuna ve değerlerine yabancılaşmadır, başkalaşmadır. Onca haksızlığa ve adaletsizliğe uğrayan biri, nasıl olurda bir demokrasi ve adalet savaşçısı olmak yerine sistemin çöplüğünde yaşamayı tercih eder, anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum. İrade gösterip zaaflarına yenilmeseler, ilkeli duruş sahibi olabilseler, kazandıkları birikimle halklarımız için büyük işlere ve başarılara öncülük edebilirlerdi. Ancak birçoğu zaaflarını, evcilik oyunlarını, sistemin sahte yaşam alanlarını tercih etti. Ruhunu yitirmiş bir beden, yolunu şaşırmış bir bilinç ancak bu kadar kendini bir anlamsızlığa terk edebilir. Oysa yaşam demek, anlam dünyası demektir. Toplumuyla sürekli anlamlı bir başlangıç halinde olmak demektir. Yaşam hakkı gasp edilmiş, yılları elinden alınmış, soykırım kıskacında tutulan insanlar bu kadar basit olamazlar. Tam tersine, ruh ve bilincin burada tepeden tırnağa keskin bir irade ve hafıza kesilmesi gerekir. Eğer böyle olunamıyorsa, insanlığımızdan çok şey yitirdiğimiz anlamına gelir. Böyle birer zavallıya dönüşmemek için sizler de kendinize iyi yüklenmelisiniz. Yaşamın hallaç pamuğu gibi sağa sola savurduğu karmaşık kişiliklerden olmamalısınız.” Özgür insanın bireyse özgürlük gibi bir sorun olabilir mi? Özgürlük, toplumsallıkla mümkün olan anlamlı bir yaşam ise eğer, toplumu özgürleşmemiş olanın bireysel özgürlüğünden söz etmek ne kadar gerçekçidir? Ya da, Türkiye’ye dönmek isteyip istemediği sorulduğunda “Türkiye’ye dönmem, ancak Türkiye’yi dönüşüme uğratma temelinde olabilir” yanıtını veren bir anlayışın “bireyse özgürlük” sorunu olabilir mi? Bu durumda kim özgürdür veya özgürlüğe ihtiyacı olan kim-

Ağustos 2015

dir? Özgür İnsan’ın konuya yaklaşımı net ve çarpıcıdır: “Özgürlüğümü talep eden yaklaşımlarla gündem oluşturulmasını doğru bulmuyorum. Bu bir gündem saptırması olduğu gibi, gerçeğin ruhuna aykırı düşen bir yaklaşımdır. Orta yolculuğun Önderlik çizgisi karşısındaki siyaset yapma tarzı olarak da okuyabilirsiniz. Gerçek gündemimiz demokratik devrim temelinde toplumsal kurtuluşun tüm dinamiklerini harekete geçirme ve bu doğrultuda inşaya yönelmektir. Buna irade gösteremeyenlerin benim esaretimi kendilerine gündem yapıp öne çıkarmaları benimle dalga geçmektir, saygısızlıktır. Benim kendimi savunamayacağımı, irademin olmadığını mı düşünüyorsunuz? Siz önce halkı, toplumu özgürleştirin. Toplumu özgürleştirdiğinizde ben zaten özgürleşmiş olurum. Devrim yapmaya cesaret edemeyeceksiniz, toplumu savunma iradesini göstermeyeceksiniz, sonra da “Özgür İnsan’ın özgürlüğünü istiyoruz” diyeceksiniz! Buna kargalar bile güler. Bizim mücadelemiz kolektif bir mücadeledir, kolektif kurtuluş bireysel kurtuluşun önünde gelir. Sen önce kolektif kurtuluşunu sağla, bunun iradesini göster… Sizin mücadele tarzınız, 24 saatte bir çalışan motora benziyor. 24 saatte bir motoru çalıştırıyor, sonra da kontağı kapatıp üzerine yatıyorsunuz. Hâlbuki yoldasınız, yolda devrim motorunu 24 saat açık tutmanız, çalıştırmanız gerekir. Tüm alanlarda yaşadığınız zaafların temelinde bu ciddiyetsizliğiniz, sorumsuzluğunuz var ve buna da benim esaretimi kılıf yapıyorsunuz. Ben buna gelmem kendimi savunurum… Sonuç olarak; Otuz yıllık tarihi tüm boyutlarıyla inceleyip bilince çıkarmazsanız ne yürütülen mücadeleyi ne içerisinde bulunduğunuz toplumu ve ne de kendinizi tanıyabilirsiniz. İçine doğduğunuz toplum, her yönüyle bitirilmenin eşiğine getirilmiş, aslında bitirilmiş bir toplumdur. Bu toplum maalesef sizde göl gibi bir bilinçaltı oluşturmuş durumda. Bizim çabalarımızla ulaştığınız yarı bilinçlilik haliniz bu göl gibi bilinçaltının üzerine dağılmış, küçük bilinç odacıkları gibi duruyor. Haliyle etkisi zayıf kalıyor. Bu nedenle, hiç doğmamış, böyle bir toplumu yaşamamış gibi kendinizi ele almalı ve küllerinizden kendinizi yeninden yaratmalısınız. Özgürlük Hareketi’nin gelişimiyle ilişkili olursanız bunu gerçekleştirebilirseniz, ciddi bir başarı kazanmış olursunuz. Bu dönemdeki en değerli çalışma özlü bir kadro olabilmektir. Özlü kadro; yirmi dört saatini devrime adayan, devrim dışında bir ilgi alanı olmayan ve bu doğrultuda sürekli militanlığı örgütleyerek devrim üreten kadrodur. Küllerinizden kendinizi yeniden yaratmanız, bu anlama gelir. Bu noktada Kürtçede tanrı için kullanılan ‘Xwedê’ kavramını oldukça yaratıcı ve anlamlı buluyorum. Kendi kendini doğuran anlamına geliyor. Siz de kendi kendinizi yeniden doğurmak zorundasınız. Buna mecbursunuz. Çünkü başka çareniz yok. Ne üzerinde yaşadığınız coğrafya, ne toplum olarak karşı karşıya bulunduğumuz riskler, sorunlar ve ne de tarih ve zaman bize başka türlü bir yaşam hakkı tanımıyor.” 21. 07. 2015 İmralı F Tipi C.evi Mudanya/BURSA

16


Özgür Halk

Ağustos 2015

Pêngava 15’ê Tebaxê Derketina Mirovatîyê Ye 15’ê Tebaxê li Kurdistanê şoreşa vejînê çêkir û ev şoreş bi xwe re şoreşa fikrî û demokratîk pêşxist. Ji ber ku fikra 15’ê Tebaxê li ser pêşdikeve fikrek û ramanek hemdem e, sosyalîzma ilmî û demokratîk esas digre. Ango tenê ne li hemberî qirkirinê derketinek e, heman demê bingehek xwe ya birdozî heye, nêrînek xwe ya cîhanî li ser Rojhilata Navîn heye. Murat Karayılan Mirov di derheqê pêngava 15’ê Tebaxê de dikare gelek tişt bîne ziman. Jixwe heta niha Rêber Apo û rêveberiya tevgera me gelek şîrove li ser pêngava 15’ê Tebaxê pêşxistine. Rêber Apo di şîroveyek xwe de 15’ê Tebaxê wekî derketina mirovatiyê destnîşan dike. Bi esasî pênasekirina herî baş ev e. Ango li Kurdistanê mirovatî dihat binpêkirin, zilûm hebû, wehşet hebû û cuntaya faşîst a leşkerî ya 12’ê Îlonê siyaseta qirkirinê bi berfirehî li Kurdistanê dimeşand. Tê zanîn ku ji 1924’an şûnde li Kurdistanê siyaseta esas a fermî siyaseta qirkirinê ye. Ev li her çar beşên Kurdistanê jî wisa meşiyaye, lê li Bakurê Kurdistanê ji aliyê dewleta Tirk ve ev siyaset bi awayekî pir sîstematîk hat meşandin. Destpêkê ji 1925’an heta 1940’an qirkirina fizîkî tê meşandin û bi awayekî leşkerî dagirkirina Kurdistanê çêdibe. Piştî bi leşkerî dagirkirin çêdibe û gelek trajediyên mezin pêşdikevin, komkujî çêdibin û îskana mecbûrî (sirgûna mecbûrî) pêktê, li Kurdistanê dagirkeriya Tirkiyê sîstema xwe hakim dike şûnde dor tê qirkirina spî. Di warê ruhî û mejî de fikrî û çandî de qirkirin tê kûr kirin. Li hemberî vê siyasetê di salên ‘70’î de derketina tevgera azadiya Kurd a şoreşê pêşdikeve. Destpêkê wekî grûbek di pêşengtiya Rêber Apo de bi rê dikeve digihêje asta partîbûnê û têkoşînê dixe warê civakî û cuntaya faşîst a leşkerî bi derbeya 12’ê Îlonê dest danî ser desthilatê. Armanca cuntaya 12’ê Îlonê ev bû ku tevgerên çep yên sosyalîst bixîne û ya din jî tevgera azadiya Kurdistanê tesfiye bike û siyaseta qirkirinê cardin bi şêwazekî berfireh pêkbîne û civaka Kurd bi temamî ji holê rabike. Siyaseta cuntaya faşîst dimeşand armanca xwe ev bû: Li Tirkiyê sîstema faşîzm bi cih bike, li Kurdistanê jî beramberî vê sîstemê qirkirina li ser civaka Kurd temam bike. Ji bo vê hem li aliyê Tirkiyê tundî û wehşet hebû, hem jî li Kurdistanê tundî û wehşeteke pir bingehîn û berfireh hebû. Dema mirov li hemberî van kiryaran hemû çavê xwe bigre û xwe ker bike mirov çawa dikare behsa mirovatiya xwe bike. Her kesê ji xwe re dibêje, ‘ez mirov im’ û xwedan wijdan e teqez diviyabû li hemberî van kiryarên dijmirovatî derketinek çêbikira û têkoşînek pêşbixista. Li hemberî vê kiryarê bêdengî ji mirovatî derketin e. Erka mirovatî buhayê xwe çi dibe bila bibe li hemberî van kiryarên cuntaya faşîst a 12’ê Îlonê bêdeng nemîne

û derketinek çêbike. Serok Apo hêj dema sehaya Filîstinê amadekarî dikir û çarçoveya li ser tevdigeriya ev bû. Hevalên di zindana Amedê li berxwe didan, heval Mazlum Dogan, Ferhat Kurtay, Eşref Aynik, Mahmut Zengîn û Necmî Oner cardin derketina 14’ê Tîrmehê hevalên Kemal Pîr, Hayrî Durmuş, Akîf Yilmaz û Alî Çîçek pêvajoya pêşxistî jî di vî warî de destê Serokatî hîn xurt kir. Ew jî di zindana Amedê de li hemberî wehşetê qerîna milîtanên partî bû bang. Ev berxwedan destê Serokatî hîn xurt dikir. Mirov dikare bibêje hevalên di hundirê şert û mercê zindanê de yê herî zêde alîkariya Serokatî kirine ew in. Li hêlekê wehşeta cuntaya 12’ê Îlonê hebû, li aliyê din texrîbatên tevgerên reformîst û oportunist hebûn. Bi alikariya van reformîst û oportunistan di nava me de jî derketinên provokatîf -wekî Semîr- hatin pêşxistin. Li hemberî berxwedanê gelek asteng hebûn. Ji bo ku mirov di wan şert û mercan de derketinek wekî 15’ê Tebaxê pêşbixistana diviyabû mirov pir bi biryar û israr bûna, her wiha astengên heyî bibihûranda û xwe bigihandana sekneke şoreşgerî. Di vê wateyê de di mirovatiyê de israr kirin, li hemberî dij mirovatiyê derketin bû ferzek. Serok Apo li ser vî esasî ev pengav pir zêde girîng dît. Ji bo em ji xwe re bêjin, ‘em mirov in’ û em ji banga şehîdên zindanê re bibin bersiv pêngavek wisa ferz dît. Lê di hundirê avahî û rêveberiyê de mirov nikare bêje heman fêmkirin pir zêde hebû. Têkoşînek hundirîn jî pêwîst bû. Heta diviyabû ev pêngav hêj saleke berê çêbûbûna. Ji ber hinek nêzbûnên ne fêmkirin û sistkirinê ev pêngav dereng ma. Li hemberî vê jî helwestê Serok Apo ya tund hebû. Dumahîkê pêngava 15’ê Tebaxê di pêşengtiya rêheval fermandarê hêja Mahsum Korkmaz (Egîd) de pêk hat. Bi rastî bi ruhekî bilind pêkhat. Hem çalakiya Erûhê hem jî ya Şemzînanê ev ruh di astekî bilind de temsîl kir û bû bangek. Fîşenga yekem wekî li hemberî koledarî û qirkirinê bû îsyan. Berê pir hatiye şîrovekirin ku fîşenga yekem li hemberî Kurdê kole û sîstema koletiyê hatiye teqandin. Ji ber ku siyaseta dagirkeriyê civak bêdeng kiribû û civaka Kurd êdî ji netewbûnê hêviyê xwe qut kiribû. Herî kêm di teredûtek mezin de bû û teslîmiyetek hebû. Pêngava 15’ê Tebaxê li hemberî vê teslîmiyetê bû şewq û derketinek. Rast e, li hemberî hêzên dagirker çalakî ye, lê bi esasî ji bo civaka Kurd

17


Özgür Halk serî rake, li xwe vegere û li heqîqeta xwe xwedî derbikeve bû bang û derketineke girîng. Di şexsê qirkirina li ser civaka Kurd de mirovatî hatibû binpêkirin. Ji bo li hemberî vê derketin hebe û mirovatî xwe ji binpêkirinê rizgar bike pêngava 15’ê Tebaxê bi rastî roleke dîrokî leyist. Civaka Kurd li ser doşeka mirinê bû, li ber sekratê bû. Pêngava 15’ê Tebaxê ew Kurdê li ber sekretê rakir, anî qonaxa çareseriyê û êdî serkeftinê. Ev bi hêsanî çênebû. Bi hewldaneke pir mezin pêk hat. Beriya her tiştî berxwedana Egîd, Bedran, Erdal, Celal, Saadet û Çîçekan ji vê re pêşengtî kir. Çawa ku di zindanê de ruhekî fedaî di şexsê Kemal û Hayriyan de pêkhat, di şexsê van hevalên fermandar de jî li derve heman ruh derket holê. Lê li kêleka wê yên paşde radigrin û pêngavê wekî tê xwestin pêşde nabe û nêzîkbûnên rastgir jî derketin holê. Ji ber nêzbûnên rastgir pêngava 15’ê Tebaxê di 1985’an de ket qonaxek kirîtîk. Encex Serok Apo bi kongreya 3’emîn ve mudaxelekir û sererastbûnek têde çêkir. Di wê kongreyê de yekemîn car di nava tevgera me de rexne û rexnedan pir xurt pêşket û dahûrandinek xurt çêbû. Serok Apo di wê kongereyê de got: “ Ya tê dahûrandin ne dem e dîrok e, ne kes e, civak e.” Dahûrandinên pir kûr û dewlemend çêbû. Ango çima di pêşengtî û xetê de bi awayekî rast û dirûst meş çênabe? Di derheqê van mijaran de dahûrandinên pir

Ağustos 2015

cih kir, nekeftina xwe piştrast kir û hem jî bi ev sekna xwe rexmê kêmaniyan ji bo gel bû kaniya hêvî û baweriyê. Gel dît ku gerîla dikare wan rizgar bike. Rast e, serhildanên berê li Kurdistanê rabûne û pelîxîne, lê herkesî dît ku gerîla nakeve û şêwazek nû pêşdixê. Şerekî demdirêj heye û di gerîla de gelê me rizgariya xwe û azadiya xwe dît. Ji bo vê ev gelê di bin siyaseta qirkirinê û zexta dijmin de stûxwar bûye cardin li xwe xwedî derket. Bi vî awayî pêvajoya serhildanan bi rê ket û pêvajoya 15’ê Tebaxê vejîna Kurd çêkir. Ew gelê ku nikarîbû li xwe xwedî derbikeve, nikare doza xwe bimeşîne û li hemberî dijmin stûxwarî dike bû gelek li doz, xwe û nasnameya xwe xwedî derdikeve û bi fekadariyek mezin şopdariya doza azadiyê kir. Li ser vê hîmê serhildanên salên ‘91 û ‘92’an bi rê ket. Bi esasî ev li Bakur deng veda û bandorek pir mezin li ser civakê çêkir, lê heman demê ji bo Başûrê Kurdistanê jî bû bang û nimûne. Mînak gelê me yê Başûrê Kurdistanê di 1’ê Adara ‘91’an de serhildan pêşxistin. Di vê serhildanê de rola Bakurê Kurdistanê pir zêde heye. Hemû perçeyên Kurdistanê hevûdu tesîr dikin. Ev pêngava li Bakur di şexsê gerîla de bi cih bûye û hêviyek ji bo civaka Kurd avakiriye heman demê ji bo Başûr jî bû nimûne. Jixwe hêj di destpêka salên ‘80’î de li ser Rojava bandora xwe pir zêde hebû. Gelê Rojava têkoşîna Bakur ji nêz ve dişopand û hevalên wekî Îsmaîl, Kara Omer (Muhemed Eldemîr) hîn wê çaxê tevlî bûn. Dûvre jî tevlîbûn berdewam kir.

15’ê Tebaxê Kurdistan kir navenda şoreşê. Ger ku ne ev tevger bûna wê her cure paşverûbûn xwe li Kurdistanê bicih bikira û wê Kurdistan bûbûna navenda paşverûtiyê. Lê mudaxeleya Serok Apo pêşiya vêya girt.

15’ê Tebaxê di civakê de şoreşa vejînê pêşxist Bi kurtahî ji bo civaka Kurd hêvî avabû, teslîmiyet rabû veguherî berxwedanê, li xwe xwedî derketin, li xwe û nasnameya xwe xwedî derketin di civaka Kurd de pêşket. 15’ê Tebaxê li Kurdistanê şoreşa vejînê çêkir û ev şoreş bi xwe re şoreşa fikrî û demokratîk pêşxist. Ji ber ku fikra 15’ê Tebaxê li ser pêşdikeve fikrek û ramanek hemdem e, sosyalîzma ilmî û demokratîk esas digre. Ango tenê ne li hemberî qirkirinê derketinek e, heman demê bingehek xwe ya birdozî heye, nêrînek xwe ya cîhanî li ser Rojhilata Navîn heye. Ji bo li Tirkiyê şoreşê serbixê û demokratîze bike û heman demê ji bo li Rojhilata Navîn deriyê şoreşê vebike şoreşa Kurdistanê wekî bingeh dibîne. Nêrînek wisa hemdem û berfireh temsîl dike. Ev nêrîn di civaka Kurd de bi xwe re pir guhertin çêkir. Felsefeya Serok Apo felsefeya însanê lewaz xurt dike. Kî di civakê de lewaz be wî xurtkirinê esas digre. Di civakê de yê pir zêde tiştek di destê wan de tuneye gundî ne. Serokatî xurtkirina wan esas girt, ji wan milîtan derxist. Ji şivanê serê çiya, fermandar û milîtan avakir.Li ku derê lewazî hebe xurt kir. Felsefeya me felsefeyek wisa ye. Di civakê de ya hatiye bindestkirin, lewazkirin û bê taqet hatiye hiştin jin e. Di jin de avakirina xurtbûnê derdixîne. Wê jin çawa bê xurtkirin? Ji bo wê divê ji bin siya zilam derbikeve û li hemberî zilam îsyan bike. Serokatî vê têkoşînê pêşxist. Di civakê de ji lewaziyê xurtbûn avakir. Di civaka Kurd a teslîm hatiye girtin û lewaz hatiye xistin de cewherek nû avakir. Di hundirê civaka Kurdistanê de hemû nirx û cewherê hatiye veşartin ku koka xwe ji serdema neolotîk digre cewherê ji wê serdemê mayî derxist holê. Ango fikra zanist, hemdemî bi

xurt çêbû û rexne û rexnedan çêbû. Hinek kesên tewanbar hatin cezakirin û endamtiya wan hat sekinandin. Bi vê yekê re piştî ‘85’an şûnde hemle xurtir bû. Di Kurdistanê de hebûn û tunebûna gerîla ketibû xeterê, lê kongreya 3’emîn ve xeter bihûrand û pêvajoyek bi rê xist. Lewra salên ’87, ‘88 û ‘90’î qonaxên pir girîng in. Di vê wateyê de li hêlekê xeta Serok Apo heye û li hêlekê jî hewldanên çeteyê çaran ango berovajîkirina xeta Serokatî heye. Ango Hogir, Kor Cemal, Terzî Cemal, Metîn (Şahîn Baliç) û Parmaksiz Zekî her yek ji wan cihekî erkdar bûn. Yên wisa her bi xetê ve leyistin. Li pişt wan çeteyan kesên wekî Ebûbekir û Botan jî rolek pir xerab leyistin. Bi esasî yê ku wê çaxê bûn bingehê van kiryarên li dijî xeta Serokatî ev kes in.Li hêlekê xeta Serokatî û gerîla heye. Li aliyê din bi gerîla leyistin heye. Xeta gerîlatiya şer berovajîkirin û nêzbûna gel berovajîkirin heye. Li gelek cihan çalakiyên ne di cih de kirin û gelek eşîr li hemberî me kirin dijmin. Gelek mijar hene pêwîst e mirov bi hişyarî û axivandin çareser bike, lê dane berxwe. Heta ji bo ku xetê bixetimînin û bifetisînin kiryarên bi zanebûn kirin. Ev dem pêvajoyek wisa ye, lê rexmê çeteya çaran û hewldanên berovajîkirina xetê li hemberî vê têkoşîna Serokatî û milîtanên dirûst û xebatên wan hene. Bi vî awayî li Kurdistanê tevgera gerîla hem xwe bi

18


Özgür Halk dewlemendiya çanda dîrokî re bû yek û wisa di civaka Kurd de xurtbûn avakir. Di jina Kurd de xurtbûn avakir û bû şoreşa civakî û demokratîk. Civaka herî lewaz bû civaka herî xurt. Li xwe xwedî derdikeve û cesaret hatiye. Gotinek Yilmaz Guney hebû digot, ‘emê bitirsin bitirsin û wê tirsê me bikeve ser hev bibe wêrekî.’ Ango newêrekî wê bibe wêrekî. Serokatî li Kurdistanê vêya pêk anî. Tirsa civakê bû cesaret, civakek şerker û têkoşîner avabû. Heman deme di civaka Kurd de fikra demokratîkbûn, azadîbûn û enternasyonalbûn pêşket. Bi vî awayî li Kurdistanê civakek nû, bi nêrînên xwe li pêşde û zelal avakir. Berê dijmin dixwest Kurdistan bike navenda paşverûtiyê, lê derketina tevgera Apogerî û 15’ê Tebaxê Kurdistan kir navenda şoreşê. Niha jî wisa ye. Ger ku ne ev tevger bûna wê her cure paşverûbûn xwe li Kurdistanê bicih bikira û wê Kurdistan bûbûna navenda paşverûtiyê. Lê mudaxeleya Serok Apo pêşiya vêya girt. Wekî mudaxeleyeke dîrokî bi rê ket û civaka Kurd bi heqîqeta xwe da naskirin. Heman demê di civakê de ew perçebûnên berê heyî, perçebûnên mezhebî, zaravî, eşîrî û hwd. bihûrandin. Perçebûna perçeyên Kurdistan bihûrand û ruhek netewî pêşxist. Ruhek netewî û demokratîk pêşxist. Hêj destpêkê li ser Rojava bandora xwe çêbû dûvre li ser Başûr bandor kir piştre jî li ser Rojhilat bandor kir û bi vî awayî bandora pêngava 15’ê Tebaxê û şoreşa vejînê fikir û ramana Apogerî li hemû netewa Kurd belav kir û gelê Kurd di mejî de sînor rakirin. Netewbûn wisa pêşket. Ango pêngava 15’ê Tebaxê bi şoreşa vejînê pêşiya tunebûn û helandina civaka Kurd girt. Li hemberî siyaseta qirkinê bû isyaneke nekeftî. Îsyanên Kurd ê berê hemû binkeftine, lê êdî nakeve û ev 31 sal in nekeftiye. Dibe ku armanca xwe ya axirê (nihayi) pêk neaniye, lê di nava xwe de gelek nûbûn û serkeftin pêşxistiye. Rexmê dijmin gelek êrîş û komploya navnetewî pêşxistiye, Serokatî esîr girtiye ev heqîqeta birdozî û lêgera heqîqetê nekeftina xwe piştrast kiriye. Ji bo Kurdistanê mirov dikare bibêje wekî miladekê bû derketinek nû. Heta wê çaxê dîroka Kurdistanê seranjêr diçû ji vêya re got, ‘bisekine’ û seranjor rakir. Wekî me li jor jî anî ziman civaka ku ketî û nexweş, kir civaka şoreşê. Wisa pêşveçûnek mezin û xurtbûnek pir girîng di civaka Kurd de pêşxist. Pêngava 15’ê Tebaxê heman demê ji bo Tirkiyê jî bû fersenda li hemberî cuntaya faşîst têkoşîn bi rê bixîne. Bi vî awayî, rê neda ku cuntaya faşîst xwe li Tirkiyê bi sazî bike. Li hemberî wê di Kurdistanê de dengek derket û îsyanek pêşket. Rast e, dewlet şîdet û wehşeta xwe hemû quliband Kurdistanê lê dûvre neçar ma li Tirkiyê gavê nerm ku heqîqeta civakê nas dike bavêje. Yekem car di ‘88’an de dewleta Tirkiyê -hikûmeta Turgut Ozal- Elewi wekî civak bi nav kirin û hinek serbestî ji bo wan pêşxist. Çima? Ji bo ku civaka Elewî bi têkoşîna Kurdistan re nebe yek. Cardin ji bo tevgerên karker û sendikayan hinek derfet vekirin. Neçar man vêya bikin. Têkoşîna li Kurdistanê ya li xwe xwedîderketin, hebûn û têkoşîna mirovatiyê ji bo Tirkiyê jî derketina azadî û demokrasiyê ye. Ji sedî sed gerîla li Tirkiyê rolê demokratîkkirinê leyistiye. Her tim demokrasî pêşde biriye. Li ser dewletê zext çêkiriye ku dewlet neçar bimîne gavên mafî yê berdemokratîbûnê ve bavêje. Di hundirê Tirkiyê de jî rolek wisa leyistiye. Herî kêm li hemberî cuntaya

Ağustos 2015

faşîst berxwedan meşandiye û pêşengitya wê kiriye. Temsîla fikra PKK’ê li perçeyên din jî bandor kiriye û wisa xwe kiriye hêzek herêmî. Di herêma Rojilata Navîn de bû pêla pêşxisitina şoreşê. Ango aliyê xwe yê demokratîk û azadî hem ji bo Tirkiyê hem jî ji bo Rojhilata Navîn pêşxistiye. Ji bo van tiştana mirov dikare bibêje ku pêngava 15’ê Tebaxê îsyaneke demî ye û îsyana azadî û demokrasiyê ye. Gavek şoreşê ya girîng e û beriya her tiştî li mirovatî xwedî derketin bûye bingehê hemû tiştî. Di gava yekemîn de li mirovahiyê xwedî derketiye, li hemberî koletiya Kurd bûye îsyan û ev bûye bingeha şoreşeke dîrokî. Lewra li gorî me girîngiya wê ji bo me û civaka Kurdistanê jiyanî ye. Û ji bo tevahî gelên herêmê jî girîngiya xwe pir zêde heye. 15’ê Tebaxê li ser Rojhilata Navîn bandorek mezin kir Roja îro di Kurdistanê de û di Tirkiyê de heta di astekê de di Rojhilata Navîn de, di pêşxistina têkoşîna azadî û demokrasiyê de bandora pêngava 15’ê Tebaxê pir zêde heye. Fikir û ramana ku 15’ê Tebaxê bi ser rê ket her dem çû Rêber Apo têde nûbûn çêkir û şîroveyên nû pêşxistin. Bi taybet piştî ku komploya navnetewî li hemberî Serokatî pêşket û Serokatî esîr hat girtin şûnde Serokatî di fikir û ramana xwe de hêj bêhtir kûranî

Li Rojhilata Navîn tek formûla çareseriyê formûla tevgera me ye. Formûlasyona netewa demokratîk û konfederalîzma demokratîk ji bo gelê Rojhilata Navîn û ji bo pirsigirêkên herêmê wekî derman e çêkir û ev fikir gihişt paradîgmayek nû. Li hemberî modernîteya kapîtazlîst paradîgmaya demokratîk, ekolojîk a li ser esasê şoreşa jin pêşxist. Di sedsala 21’emîn de wisa xetimandina sosyalîzma pêkhatî, Serokatî bi berfirehî şîrovekir û li hemberî modernîteya kapîtalîst mirov çawa dikare bi hêz be û bi îrade be ku mirov çawa dikare şoreşa sosyalîzma demokratîk pêşbixîne li ser vî esasî nûbûnek praradîgmayî çêbû. Ji bo hemû pirsgirêkê Rojhilata Navîn çareserî bi perspektîfa netewa demokratîk hat pêşxistin. Dûvre Serokatî vê perspektîfê hêj çû dewlemendtir kir. Ji bo civaka Kurd hem jî ji bo tevahî Rojhilata Navîn wê çareserî çawa pêşbikeve, formûlsayona çareserî hîn zêde zelal kir. Li ser vî esasî Serokatî perspektîfa netewaya demokratîk pêşxist. Herêma me û herêma Rojhilata Navîn di rewşeke kaotîk û giran de ye. Aloziyek mezin têde heye û şer lê dimeşe. Ev aliyên ku niha şer di herêmê de pêşdixînin formûla wan a çareseriyê nîne. Niha li hemberî vê qeyran û aloziya Rojhilata Navîn tek formûla çareseriyê formûla tevgera me ye, formûlasyona Serokatî ye ya netewa demokratîk e. Tek çare ev e. Formûlasyona netewa demokratîk û konfederalîzma demokratîk ji bo gelê Rojhilata Navîn û ji bo pirsigirêkê herêmê wekî derman e. Niha her ku insanên Ereb û ji neteweyên

19


Özgür Halk dîtir fikir û ramana Serokatî nas dikin hîn zêde bawerî û qinyeta xwe li ser çêdibin. Ji ber ku îro pirsgirêkên herêmê ketine hundirê hev, xetimîne û çareserî nayê dîtin. Ne hêzên emperyalîst ku ji derve mudaxale kirî çareseriya xwe heye. Ne jî hêzên statûkoparêz wekî Îran û Sûrî -dewletên antîdemokratîk- ji pirsgirêkên herêmê re çareseriya xwe heye. Jixwe derketina tevgerên paramîlîter wekî DAÎŞ û El - Nusra ji nexweşiya vê aloziya li herêmê ye. Ango ji encama nexweşî û aloziya ji herêmê heye ev tevgerên paramîlîter avabûne. Dema ku ev kirîz çareser bibe wê ev nexweşî jî rabin. Bêguman sedema van krîzan ji ber sîstema bêedalet û rexmê îradeya gelên civakên sînorê li herêmê hatiye danînin. Sînorê bêyî îradeya gelê herêmê hatiye danîn, sîstema hatiye pêşxistin hemû ji derve hatiye pêşxistin. Destpêkê ji aliyê Îngiltere û Fransa ve peymana Sykes-Picot piştî wê bi erêkirina peymana Lozanê re hatiye bi cih kirin. Îro cardin di pêşengtiya Emerîka û hêzên Ewrûpî de ev sîstem tê xwedîkirin û niha ev sîstem ji berjewendiyê wan re nabe bersiv. Lewma ew jî dixwazin di sîstemê de guhertin çêbibe. Lê reçeteya wan a guhertinê ji pirsgirêkên herêmê re nabe bersiv. Bersiv tenê bi fikir, raman û paradîgma Rêber Apo re mumkûn e. Hem ji bo çareserkirina pirsgirêkên Rojhilata Navîn, hem jî ji bo çareserkirina pirsgirêka Kurd formûlasyona tevgera me pêşxistî bersiva esasî ye. Heman demê li hemberî êrîş û kiryarên modernîteya kapîtalîst ji bo ku gelê herêmê modernîteya xwe ya demokratîk avabikin, heqîqeta xwe li ser koka xwe bigihînin û bigihêjîn sîstema xwe ya xwezayî îro têkoşîna li ser tewereyê (mihver) pêngava 15’ê Tebaxê tê meşandin rolek xwe ya mezin heye.

Ağustos 2015

fikir, nûbûn û têkoşînê de Kurdistan li Rojhilata Navîn navendeke esasî ye û rolek pêşengtî li ser şoreşa azadiya Kurdistanê heye. Eşkerebû ku şoreşa azadiya Kurdistanê dikare Sûrî û Tirkiyê biguherîne. Elbet wê bikaribe Iraq û Îranê jî biguherîne. Bi esasî wê li Rojhilata Navîn deriyê şoreşê vebike. Ji bo vê mirov dikare bibêje ku îro li Kurdistanê di jiyana siyasî, civakî û çandî de rol û bandora pêngava 15’ê Tebaxê pir zêde heye. Heta di siyaseta Rojhilata Navîn de jî her diçe bandora xwe eşkere dike. Bi ruhê 15’ê Tebaxê Şengal û Kobanê serkeftin Ger ku ruhê 15’ê Tebaxê nebûya û ev xurtbûna 15’ê Tebaxê pêşnekatana ruhê berxwedanî û netewa demokratîk nebûna berxwedana Şengalê jî û Kobanê jî wê ne mumkûnbûna. Eşkereye ku ruhê 15’ê Tebaxê ji bo netewbûna Kurd, berxwedana Kurd roja îro jî bingehek xurt avakiriye. Beriya hemû tiştî fikir û ramana netewî ya demokratîk pêşxistiye. Fikir û raman şoreşa jin, şoreşa ekolojîk û demokratîk pêşxistiye. Hêzbûna civakê û hêzbûna jin pêşxistiye. Di şoreşê de pêşengtiya jin û ciwan derxistine eşkerebûnê. Wisa şoreşa gelêrî îro di Bakurê Kurdistanê de gihiştiye asteke pir dîrokî. Pêngava 15’ê Tebaxê îro êdî şoreşa Bakurê Kurdistanê aniye qonaxa çareseriyê ya zîrveyê. Li hemberî êrîşê dijmin êdî gelê me dikare bersivê bide û bi xwe çareseriya xwe avabike. Dagirkeriya Tirkiyê rexmê ku 22 sal in hewldanên Serok Apo pir berfireh pêş dikevin, bi taybet ev 2 sal û nîvê dawî ji bo muzakere û guftûgo pêşbikeve Serokatiya me û tevgera me gelek hewldan pêşxistin lê tê zanîn ku dagirkeriya Tirkiyê ya îro di pêşengtiya AKP û Erdogan de bi rê ve diçe cardin ew zîhniyeta dagirkeriyê û zîhniyeta desthilatdariyê û siyaseta qirkirinê ji bo xwe wekî rêbaza yekemîn esas girt. Îro li hemberî êrîşekê gelê me berxwedanek pêşdixîne. Lê bingehê îro di dest gelê me de û giştî şoreşa me de heyî derfetê zaferê avakiriye. Derfetê ku bikaribe çareseriya xwe bi xwe pêşbixîne avakiriye. Cardin îro jî ruhê 15’ê Tebaxê pir zêde pêwîst e. Ji bo ku piştî 31 salan ev ruh biçe zaferê şoreşa Bakurê Kurdistanê bi perspektîfê şerê gel ê şoreşgerî ber bi hemleyeke nû ve diçe. Stratejiya şoreşê ev bû. Du çarçove hebû ya wê çareseriya destûra bingehîn a demokratîk pêşbiketana yan jî wê çareserî bi rêbaza şerê gel ê şoreşgerî pêşbiketana. Ji ber ku rêbaza çareseriya destûra bingehîn a demokratîk hikûmeta AKP pêkneanî îro li hemberî me çareseriya şerê gel ê şoreşgerî heye. Ev ruh nebûya vana jî nedibû. Heman demî ev ruhê 15 Tebaxê yê xurt nebûya wê berxwedanên di asta berxwedana Kobanê de jî ne mumkûnbûna. Beriya her tiştî me got fikrek nû heye. Ev fikra nû li ser Kobanê, Rojava, Şengalê û tevahî Kurdistanê tesîra xwe heye. Ya din di dîroka Kurdistanê de gelek berxwedan çêbûne. Berxwedana Şex Saîd dema pêşdikeve herêmên derdorê hemû temaşe dikin kes naçe banga wan û beşdarî wan nabe. Dûvre berxwedana Agirî destpê dike çardin herêmî dimîne. Agirî tê dorpêçkirin li aliyekî wan Tirkiye, aliyek Îran û piştevaniya Sowyetê heye, qetlîama Geliyê Zîlan pêşdikeve, wehşetek li wir tê jiyîn lê kes lê xwedî dernakeve. Heman tişt li Dêrsîmê jî heye. Dêrsîm bi temamî

15’ê Tebaxê Kurdan anî asta pêşengtiyê Beriya her tiştî 15’ê Tebaxê û şoreşa vejînê bi xwe re fikir û ramanek nû li Kurdistanê pêşxist. Heman demê bi xwe re ruhê netewî avakir. Li ser Kurdistanê giştî nûbûnek pêşxist. Hemû kes beşdarî vê fikrê nebûn, lê hemû kes jê bandor bûn. Nimûne yên li dijî vê fikrê jî jê bandor bûn. Mesela berê di şoreşa Kurd de pir zêde cihê jin nîne. Lê niha di tevgera me de cihê jin rastî pêşeng tê, lê tevgerên derveyî me jî yên Kurd niha ew jî hewl didin jina têxin nav xwe û kotaya ji sedî 40 a jinan dane pêşiya xwe. Ango ev fikir û raman ne tenê girseya xwe bandor kir yê derveyî xwe jî bandor kir. Ji bo vê yekê roja îro di Kurdistanê de bandora pêngava 15’ê Tebaxê pir mezin e. Yên li dij disekinîn jî jê bandor bûn bi esasî her kes jê bandor bû. Beriya her tiştî li Kurdistanê stratejiyek nû pêşxist heçku civaka Kurd ji nû ve avakir. Yên beşdarbûn jixwe hêz girtin, lê yên derveyî wê man jî jê bandorbûn. Di civaka Kurd de bandora xwe roja îro jî heye. Êdî qonaxa gihiştiyê ne tenê ji bo Kurdistanê, ji bo giştî herêmê dikare rolek bileyze. Nimûne di şexsê HDP’ê de îro li Tirkiyê wekî pêşengtiya têkoşîna azadî û demokrasiyê dike. Hemû kesên ji sîstema dagirkeriya Tirkiyê zerar dîtine di bin wê alê de cihê xwe dibînin û pêşengtiyekê dikin. Di şerê li dijî DAÎŞ’ê de di herêma Rojhilata Navîn de fikir û ramana pêngava 15’ê Tebax pêşengtî dike. Ji bo vê yekê mirov dikare bêje pêngava 15’ê Tebaxê Kurdan xurt kir û anî asta pêşengtiyê. Hem di cewherbûn û berxwedanê de, hem jî di siyaset,

20


Özgür Halk

Ağustos 2015

tê dorpêçkirin, siyaseta qirkirinê tê meşandin, lê di herêmên Kurdistanê yê dîtir de lê xwedî derketin pir zêde pêşnakeve. Ev tişt tenê li Bakurê Kurdistanê pêşneketiye. Di serhildana Simko, Komara Mehabad û di serhildana Şex Mahmut Berzencî de jî herêmparêzî çêbûye. Di hemû serdeman de di serhildanên Kurdan de herêmparêzî pêşde ye û ruhê netewî ne di pêşde ye. Mînak li Şengalê çeteyên DAÎŞ’ê komkujî pêşxist, gelê Kurd hemû hewldan ku pêşiya komkujiyê bigrin. Çeteyên DAÎŞ’ê û rejîma AKP’ê Kobanê dorpêç kirin her çar beşên Kurdistanê ji bo Kobanê serhildan çêkirin û xwedî derketinek çêbû. Berxwedana Kobanê ji vê xwedî derketina Bakur pir zêde sûd wergirt û wisa çû zaferê. Mînak li Agirî tiştek wisa nebû. Lê her kes li Kobanê xwedî derket. Heta niha 72 ferman li ser Êzîdiyan rabû ti caran li hemberî van fermana gelê Kurd li Êzîdiyan wisa xwedî derneketiye. Gelê Êzîdi yên Kurd hatine pelixandin, esirkirin û belavkirin. Lê bala xwe bidinê çawa rê nehat dayin Kobanê bikeve heman demê rê nehat dayin

zêde pêşnaxîne. Ango stratejiya Kurd a şer ne xurt e, fêrbûye bi îsyankariya gundîtî li hemberî zextên dijmin derbikeve çiya. Lê wê çawa biçe zaferê, stratejiya zaferê wê çawa serbixîne û taktîkê wê çawa têxe jiyanê di vê mijarê de zêde ne xwedan çand û zanebûn e. Şerê pêşmerge ji bo vê nimûneyeke pir berbiçav e. Şerê pêşmerge şerê Kurd ê klasîk e. An jî berdewamiya şerê Kurd ê klasîk îro di şexsê berxwedaniya pêşmerge de tê ziman. Ango teslîmbûn nîne, lê serkeftin jî têde nîne. Di vî warî de pêngava 15’ê Tebaxê ne ku gelê Kurd kir xwedî fikir û raman, heman demî stratejiya siyasî pêşxist û kir xwedî hêz û berxwedan. Heman demê gelê Kurd kir xwedî stratejiya leşkerî û stratejiya gerîla di Kurdistanê de bicih kir. Bi cih bûna stratejiya gerîla bi serê xwe çekek girîng e û sengereke girîng e. Îro gelê Kurd şerê gerîla dizane û dikare bi şerê gerîla xwe biparêze û dikare bi şerê gerîla biçe zaferê. Belkî bi derengî bû rast e, Serok Apo di van xisûsan de rexneyên mafdar dike dereng ket lê îro astek xwe jî heye. Berê me digot,

ku fermana 73’an Kurdên Êzîdiyê Şengalê qir bike. Rast e, dibe ku hinek esîr ketin, ji qetlîamê derbasbûn û jinên Kurd kirin cariye lê mudaxeleyek û berxwedanek çêbû û îro jî têkoşînek xurt heye. Vana hemû bandora şoreşa vejînê ye. Pêşketina ruhê netewî, nêzbûna demokratîk û bihûrandina perçebûnên olî, mezhebî, eşîrî û zaravî ruhê netewî pêşxist û li ser vî esasî gelê Kurd li her çar beşan hem li Şengal hem jî li Kobanê xwedî derket. Di vir de bandora pêngava 15’ê Tebaxê pir eşkere ye. Di hundirê dîrokê de tê gotin ku civaka Kurd li hemberî dijmin stûxwarî nekiriye û her li berxwedaye. Ango civakeke şerker e. Civaka Kurd wisa tê nasîn. Xelkê Kurd jî xwe wisa nas dike. Lê heqîqet ew e ku di şerkeriya civaka Kurd de zêde zafer nîne. Rast e stûxwarî nekiriye zû bi zû teslîm jî nebûye, lê di şerê xwe de ne serkeftî ye. Çima? Ji ber ku di hunera şer de ne kûr e. Civaka Kurd di serdema Medan de di şerê xwe de xurt e. Lê her diçe di warê şer de jî belavbûnek û bê stratejîkbûnek çêdibe. Asta xwe ya şer pir dikeve û nizim dibe. Ji ber ku hunera şer û perwerdeya şer di xwe de pir

‘şoreşa Vîetnam 30 salî ajotiye wê ya me kurtir be’ lê xuyabû ne hêsanî ye. Pirsgirêka Kurd pirsgirêkek giran e, nexweşiya civakê kûr e; ji bo vê dagirkeriya li ser Kurdistanê dagirkeriya ne yek dewletî û herêmî ye, navnetewî ye. Ji bo vê li ser me komploya navnetewî pêkhat. Lewra em tenê ne li hemberî dewletekê, em li hemberî tevahî NATO di şer de ne. Ji ber giraniya pirsgirêka Kurd vaye îro em dikevin 32’emîn sala îsyana hemdem hêj jî em di rêya şoreşê de berxwedan pêşdixînin. Em nû hatine qonaxa dawî. Heta niha me vêya bi hêsanî pêkneaniye. Me pir bedel daye. Derdora 20 hezar şehîdên me çêbûne. 5 hezar gund hatine wêrankirin û şewitandin. Gelek qehreman û destan hatine avakirin. Nimûneya herî berbiçav Serokatiya me yê ku ev fikir, raman avakiriye û ev şoreş avakiriye hêj li Îmralî di bin sîstema îşkenceyê de ye. Ango me bedela wê pir giran daye. Lê îro em hatin nuqteyeke dîrokî. Em dibêjin êdî ji bo ku em li hemberî nirxên avabûne, li hemberî heqîqeta şehîdan û gelê me yê berxwedanvan erka li ser me ev e ku em bikaribin ji şoreşê re bibin bersiv, em bi rastî bibin xwedan gavên

21


Özgür Halk zaferê. Çima? Ji ber ku êdî bingehê leşkerî çêbû. Rast e em ketin û rabûn, di wextê de em nikarîbûn bûbûna bersiv, lê îro astekî gerîla yê şer derketiye holê. Performansek derketiye holê. Ji bo gerîlayê Kurdistan wekî xwedî stratejiyeke leşkerî bibin gerîlayê zaferê bi derengî be jî niha bingehek avabûye. Em di wê baweriyê de ne. Êdî astek çêbûye û performansek derketiye holê. Ango wê çawa şer bike û xwe çawa biparêze asteke profesyonel êdî avabûye. Ger ne ji vê astê bûna me nikarîbû mudaxeleyî Şengalê bikira. Li Şengalê çeteyê DAÎŞ’ê agir dibarand. Her kes jê direviya. Dewlet, pêşmerge jê direviya. Ew ji Şengalê direviyan gerîla jî berbi Şengalê ve direviya. Rê yek tenê mabû wisa dihatin ber hev û hev derbas dikirin. Di heman rêyê de hinek hêzên çekdar jê direviyan gerîla jî ber bi cihê şer ve direviya. Ev tê çi wateyê? Yek; ev temsîla ruhê Apogerî yê fedaî ye û ruhê 15’ê Tebaxê ye. Ya duyemîn; jixwe bawerî û performanseke leşkerî heye. Ne wisabûna wê çawa berê xwe bida şer û bi cesaret biçûya Çiyayê Şengalê. Hem jî komek biçûk bû. Ne wisa komeke bi hezaran bû. Pêşmerge bi hezaranbûn lê nikarîbûn bisekiniyan. Gerîlayên me yê mudaxele kirin hejmara xwe kêm bû, lê bi cewherekî xurt, performan-

Ağustos 2015

ya te ya leşkerî tunebe tu nikarî bisekinî û biçî encamê. Ya din di dîroka Kurd de hemû berxwedanên xwe bi wate ne. Lê hemû bi komkujiyan bi encam bûne. Nimûne pir zêde tê gotin berxwedana keleha Dimdimê du salan dajo. Belê dumahîkê Kurd teslîm nabin lê hemû dimrin. Komkujî li wir çêdibe. Hemû berxwedanên din wisa ne. Yekemîn car li Kobanê berxwedana gelê Kurd teslîm nebû, li berxweda û fertilî zaferê. Berxwedana Kobanê ji bo vê pir zêde wateya xwe heye. Ji ber ku di dîroka gelê Kurd a nêz de ev yekemîn e. Ango li Kobanê berxwedan bi qehremanî çêbûye, lê wekî yê berî xwe bi komkujî encam nebûye, bi zafer encam bûye. Di vî warî de berxwedana Kobanê cihekî xwe yê bi wate heye. Ev ruh wê berxwedana Şengalê jî bigêjîne zaferê û encamê. Îro bingehek wisa ku bikaribe di warê leşkerî de jî biçe encamê û zaferê çêbûye. Ev di şerê li dijî DAÎŞ’ê de hat raberkirin. Em bawer dikin ku performansê gerîlayê Kurdistan asta gihiştiye êdî ji bo zafereke dîrokî bingehekî têr dike û xurt e. Ji bo vê yekê mirov dikare bibêje pêngava 15’ê Tebaxê îro li ser Şengalê, Kobanê û şoreşa Rojava bandorek xwe ya zêde heye. Şoreşa Rojava ne heman rêxistin e; li wir YPG’ê û YPJ’ê berxwe didin. Lê YPG’ê û YPJ’ê ji ruhê 15’ê Tebaxê pir zêde sûd werdigre û wisa diçe encamê. Ji tecrûbeyê wê sûd werdigre wisa li berxwe dide. Ango ruhek û şêwazek heye. Ger ne ew ruh û şêwazbûna, ne mumkûnbû berxwedanek wisa biçûya encamê. Rast e, Şoreşa Rojava şoreşek wisa ye ku di şert û mercên xwe de xwe avakiriye û xwe dimeşîne em cuda ne, ew cuda ne. Lê ruhê 15’ê Tebaxê li wir jî bingehek esasî ye. Ne ji wê ruhê bûna ev şoreş nedikarîbû li hemberî ewqas êrîşên çeteyan û dagirkeriyê li berxwebidana. Ger îro bi sekna berxwedanî zaferên xurt digre di bingehê wê de ev ruh heye. Pêngava 15’ê Tebaxê ji bo gelê Kurd pêngavekî qeder guhertiye. Çûyina dîrokê ya seranjêr sekinandiye berbi pêşveçûnê ve rast kiriye û berjor çûye. Gelê Kurd di her warî de heçku ji nû ve avakiriye, civaka Kurd, jin û ciwanên Kurd kiriye îrade û hêz. Heman demî tesîra xwe li ser gelên cîran û Rojhilata Navîn jî pêş xistiye. Şoreşa Kurd îro li ser hîmê 15’ê Tebaxê bilind dibe wê bi xwe re şoreşa Rojhilata Navîn jî pêşbixîne û bike heqîqet. 15’ê Tebaxê bi vî awayî pêşveçûnek dîrokî û mezin bi rê xistiye. Lê divê em ev meşa maraton bibin encamê. Encam jî wisa dibe, êdî wê pêvangên zaferî pêşbikevin, Kurdistan û Rêber Apo azad bibe, bi vî awayî şoreşa Kudistanê pêk were û deriyê şoreşa Rohilata Navîn vebe. Ger em vêya pêkbînin wê çaxê emê bêjin ev qehremanên di avakirina şoreşa vejînê de ked dane bîranînên wan em lê xwedî derketine. Emê wê çaxê bibêjin keda şehîdan û Serokatî vala neçûye, em lê xwedî derketine. Emê wê çaxê bêjin em wekî heval ne rêhevalên kêm in. Rêhevalên temam in. Encex bi azadbûna Kurdistanê û Serokatî re em dikarin van tiştan bibêjin. Lê ev tiştekî misoger e ku ruhê 15’ê Tebaxê bi xwe re berhem û tecrûbeya avakiriye ji bo serkeftinek wisa û meşa zaferê bingehek pir xurt e. Ev îro jî li pêş me erkek e ku em bi ruhê 15’ê Tebaxê hêviyên gelê xwe hêviyên şehîdan pêkbînin û ji heqîqeta Serokatî re bibin bersiv. Wisa em bi rastî dîroka berxwedanê ku bi tîpên zêrîn hatiye nivîsandin em bi zaferê tacîdar bikin.

15’ê Tebaxê û şoreşa vejînê bi xwe re fikir û ramanek nû li Kurdistanê pêşxist. Heman demê bi xwe re ruhê netewî avakir. Li ser Kurdistanê giştî nûbûnek pêşxist. Hemû kes beşdarî vê fikrê nebûn, lê hemû kes jê bandor bûn sekî leşkerî bi bawerî û îradeyek çû pêşiya komkujiyê girt. Nehişt DAÎŞ hemû Çiyayê Şengalê têxe bin kontrola xwe. Gerîlayan gel parast dûvre jî gel gihand cihên ewle. Bi kurtahî ne ji vê baweriyê bûna, ne ji ruhê netewî bûna û ne ev performansa gerîla ya giştîbûna, ne mumkûnbû ku mirov mudaxeleyî Şengalê bikira û Kurdên Êzîdî rizgar bikirana. Jixwe hinek rojnamegerên navnetewî gotibûn, ‘gelê Êzîdî yê Kurd, hebûna jiyana xwe deyndarê komek jîr û bi cesaret in.’ Ango wan jî tespît kirin ku komeke jîr û bi cesaret Kurdên Êzîdî rizgar kirine. Bi rastî jî wisa bû. Her kes ji wir direviya lê gerîla berê xwe da wir û reviya biçe mudaxale bike. Ji ber ku erk girt ku gelê me yê Êzîdî biparêze. Ev ast ji encama berxwedana 31 salan çêbûye. Ev tecrûbe, ev ruh, ev asta leşkerî wisa li hemberî dijmin bê tirs û nekeftî bi hêsanî çênebûye. Bi xwîn çêbûye, bi ked çêbûye û bi keda Serokatî û şehîdan ev çêbûye. Ne wisa buna, ne ji birdoziya Apogerî bûna, ev tişt çênedibû. Di keç û xortên Kurd de ruhê leşkerî û fedaî pêşxistin ne bi hêsanî bû. Heman ruh li Kobanê çû zaferê. Li Kobanê di navbera birdoziya Apogerî û DAÎŞ’ê de şer hebû. Ew şerê li Kobanê hatiye dayin di warê birdozî de hat serxistin. Ango birdoziya Apogerî bi hêzbûna wê bû bingeha serkeftinê. Elbet tecrûbeya gerîla ya heyî tesîra xwe li ser wir çêkir ew tecrûbe li wir xwe da axivandin. Ew tecrûbeyên çeteyên DAÎŞ’ê ku ji Afganîstan, Pakîstan û Iraqê girtiye vala derxist. Tu çiqasî fedaî bî jî, bi cesaret bî jî, ger tecrûbe-

22


Özgür Halk

Ağustos 2015

Tecrit Özgür İnsanı ve İnsanlığı Öldürmektir Önderliğinize sahip çıkın. Bunun için gerekli güç yine siz kendinizsiniz; sizin soylu duygularınız, anlam yüklü düşünceleriniz ve hünerli ellerinizdir. Başkalarının bize desteği olmayacak mı diye sorduğunuzda, bu kutsal mücadeleyi yitirme kapısını aralamışsınız demektir. Çareyi ve çözümü kendinizde bulacaksınız. Eyleminizin parolası bellidir: Özgürleşen Önderliğimiz Özgürleşen Kürt’tür, özgürleşen insanlıktır! Ali Haydar Kaytan Sürekli tekrarladığımız büyük anlam içeren bir cümledir: İnsan toplumsal bir varlıktır deriz. Yani başka insan-larla bir tür işbirliğini kurup geliştirmeden yaşayamaz. Yaşamını idame ettirmek isteyen herhangi bir insan, kendini dış tehditler ve doğanın tehlikelerine karşı savunmak için olduğu kadar, çalışıp üretebilmek için de başkalarıyla işbirliği yapma ihtiyacı duyar. Hepimizin bir çocukluk dönemi olduğu için de olsa biliriz. İstisnasız her çocuk başkalarının yardımına duyduğu bu ihtiyacı en derin şekilde yaşar. Bir çocuk yaşamın en temel işlevleri bakımından kendine bakma gücü ve olanağından yoksundur. Bu yüzden başkalarıyla ilişki kurmak çocuk için bir ölüm kalım sorunudur. Kendi başına kalması, bu yapısı nedeniyle varlığı için en ciddi tehdidi oluşturur. Toplumsal gerçekliğin insan yaşamındaki bu tayin edici rolü, daha başından itibaren toplumsallığın gücünü kutsamaya götüren ana olgudur. Dinsel düşüncenin çıkış noktası da toplumsallığı bu kutsama gerçeğinde yatar. Önder Apo’nun deyişiyle “Kutsama kutsalın, kutsallık ise toplumun gücü” demektir.

Herhangi bir üyesinin klan topluluğu dışında varlığı asla düşünülemez. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” ilkesi esas olarak bu toplumsal yaşam tarzı için geçerli bir ilkedir. Henüz kavramlaştırılmamış olsalar da, özgürlük ve eşitlik dediğimiz temel değerler bu toplumsal yaşam tarzında kendiliğinden bir biçimde vardır. Toplumun tüm üyelerinin duyuşları ve inançları ortaktır. Bu toplum tarzında baskı ve sömürü ile bunların kaynağında yer alan özel mülkiyetten kavram düzeyinde bile söz edilemez. Dostluğun ürünü olan dayanışma esastır. Doğal olarak böylesi bir toplumda yalnızlık duygusuna da yer yoktur. İnsan türü, toplumsallığın bu muazzam gücü ve imkânları sayesinde insan olmuştur. Ahlak dediğimiz kurallar ve ölçüler yine bu toplumsallığın örgüsünü meydana getirir ve sürekliliğini sağlar. Topluma ait olma bilinci ya da duyusu, kişiyi bu kurallar ve ölçülerle gönüllü bir uyum içinde yaşamaya yöneltir. Bir yere ait olma ihtiyacını bu denli önemli kılan bir başka unsur da insanın düşünen bir varlık olmasıdır. İnsan süreç içinde öz bilinciyle kendisinin doğadan ve öteki insanlardan farklılık arz eden bireysel bir nesne olarak kendi farkına varır. Her insan için bu kendi farkına varmanın derecesi değişebilir. Ancak yine de bu fark ediş, insanı tamamen insanca olan bir sorunla yüz yüze getirir: Kendini doğadan ve başkalarından farklı bir varlık olarak duyumsaması nedeniyle, evrenle ve ‘kendisi’ olmayan tüm öteki insanlarla karşılaştırdığında, insanın kendini küçük görmesi ve kendi önemsizliğini hissetmesi kaçınılmaz olacaktır. İnsan bir yere ait olmadığını, yaşamının bir anlam ve yönelime sahip bulunmadığını anladığında, bir yazarın deyişiyle kendini bir toz zerreciği gibi hissedecek ve bu bireysel önemsizliğinin altında ezilecektir. Doğal toplum ve onun klan yaşam tarzının insanı bu gerçeği derinliğine hissetmiş olmalıdır. Dolayısıyla toplumun organik bütünlüğü içinde yer alması, onun için en büyük yaşam güvencesidir. Kendi başına kaldığında hiçleştiğini hissetmesi, toplumun öteki üyeleriyle birlikte olduğunda ise mucizeler yaratıldığını görmesi, günümüz insanının değil, gerçekte doğal toplum insanının fark ettiği bir gerçekliktir denilebilir. Birey toplumla anlam kazanır ve kazandığı anlam gücüyle toplumsal yaşama katılır.

Toplumsallık insan türünün varlık koşuludur Marks, kapitalist sistemde değer denilen şeyin yalıtılmış bireyin emeğinden fışkırmadığını, bu açıdan sermayeyi anlamak için toplumsal emek kavramından yola çıkmamız gerektiğini belirtir. Bunun tersini düşünmenin, bir arada yaşayıp konuşan insanlar olmadan dilin gelişebileceğini düşünmek kadar saçma olduğunu söyler. Bundan hareketle insanın son tahlilde dil olduğu ifade edilir. Bu belirleme, insanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeğiyle birebir örtüşür. Başka bir deyişle, toplumsallık insan türünün varlık koşuludur. Bunun doğal ve kaçınılmaz sonucu ise yalnız bireyin bulunmaması, insanın tek başına yaşamasının imkânsız olmasıdır. Önderliğimizin sözleriyle ifade edersek, “İnsan türünün güç kazanması tamamen toplumsal düzeyiyle kurduğu ilişkiye bağlıdır. Bireyi zayıf kılmanın, köleleştirmenin en vahşi tarzı, ona dayatılan yalnızlık düzeyidir, yaşa-dığı tecrittir.” İnsan türünün var oluş halini yaşadığı doğal toplumda, her insan üyesi olduğu toplumun organik bütünlüğü içinde, onun ayrılmaz bir parçası olarak yaşar.

23


Özgür Halk Kapitalist devletin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kapitalizm, kendisinden önceki devletçi toplum sistemlerinden farklı olarak, gelişmesini doğrudan topluma saldırmasına ve bu saldırıdan sonuç almasına borçludur. Toplum özel birikimin, aynı şekilde gelişen yeni sistemde oluşacak sermaye birikiminin önündeki en büyük engel durumundadır. Üretimin ve bunun sonucu olan her türlü değerin toplumsal bir nitelik taşıması nedeniyle, toplumun özel birikimi kendisi için bir tehdit olarak görüp tavır alması son derece doğaldır. Hiyerarşik toplumdan beri gözenekleri olan kapitalizmin gecikmeli gelişmesinin en önemli nedenlerinden biri işte toplumun bu tehdit algısıdır. Özel birikim toplumun ahlaki ölçülerine ters düşmektedir. Dolayısıyla kapitalizm gelişebilmek için öncelikle toplumu bir arada tutan ahlaki örgüyü parçalamak zorundadır. Kapitalizm ancak ahlakın geriletilmesiyle gelişir. Azami kâr yasası temelinde saçmalık düzeyine varan sınır tanımayan sermaye birikimi başka türlü sağlanamaz. Kapitalizmin birey olgusunu geliştirdiği ve bireyselliğin kapitalizmin ürünü olduğu yanılsaması, insansızlaşma doğrultusunda ilerleyen bu sistemin ömrünü uzatan en tehlikeli yanılgılardan biridir. Kapitalizm birey yaratmaz, tersine topluma düşmanlık yapan varlıklar ortaya çıkarır. Birey olmak herhalde kendi türünün kurdu haline gelmek değildir. İnsanı kendi hemcinsinin kurdu haline

Ağustos 2015

ilişki biçimidir. Dolayısıyla zihniyetle çelişki, mevcut toplumsal ilişkilerle çelişkidir. Bu anlamda özgür bir zihniyet kazanan birey topluma yeni ilişki biçimleri dayatmak durumunda kalır. Bu nedenle birey olmak, hâkim zihniyetle çatışarak mensubu olduğu topluma yeni ilişki biçimlerini dayatmayı gerektiren kişilik duruşu olarak tanımlanabilir. İnsanın anlamı nedir sorusuna yetkin cevap vermek ve bu temelde insanı doğru tanımlamak, bir bakıma zihniyet devriminin özünü oluşturur. Her şeyin gerçek özü kendi başlangıcında gizlidir. Bu da bizi insanın var oluş hali olan toplumsallığa götürür. O halde birey olmak, toplumun ana kuruluş ilkeleriyle uyumu yakalamak, buna bağlı olarak topluma karşı sorumluluğunun bilincine varmak ve bu sorumluluğun gereklerini pratikleştirmektir. Kurumlaşan devlet kurumlaşan kölelikle özdeştir Kölelik en genel anlamda hiyerarşik ve devletçi toplum sisteminin, özel olarak da üst toplum denilen devletin alt toplum için hazırladığı toplumsal statüdür. Kölelik devletin ortaya çıkışıyla birlikte gelişir. Başka bir deyişle devlet olmadan köleleştirme mümkün değildir. Bir bütün olarak devletçi uygarlık sistemi kölelik üzerinde yükselir. Bir ‘zihniyet ve kurumsal akış’ olarak devlet olgusunda süreklilik esastır. Devlette yaşanan biçim değişikliği özünün de değiştiğini göstermez; tersine özün korunması biçim değişikliğini zorunlu kılar. Devleti alt toplum üzerinde üst toplum olarak tanımladığımıza göre, devletin varlığı alt toplumun da varlığını gerektirir. Kurumlaşan devlet kurumlaşan kölelikle özdeştir. Alt toplumun direnişi sonucunda kölelikte yaşanan yumuşama köleliğin ortadan kalkmasına değil, daha da derinleşmesine tekabül eder. Her yumuşatma girişimi köleliği biraz daha derinleştirir. Derinleşen kölelik içselleşen köleliktir. Feodal devletçi toplumda kulluk düşüncesinin tüm topluma yayılması ve kulluğun yaşamın doğuştan hali olarak değerlendirilmesi bunun en çarpıcı ifadesidir. Bu çerçevede kapitalizmi ‘derinleşmiş ve genelleşmiş kölelik sistemi’ olarak tanımlamak son derece gerçekçidir. En tehlikeli kölelik kapitalizm çağının köleliğidir. Kapitalist modern yaşamın özgür yaşam olarak sunulması veya öyle algılanması, sadece ve sadece köleliğin dehşet verici içselleşmesine tanıklık eder. Bir bilinçte derinlik ve tutarlılık durumu zihniyet devrimi özgür birey olmanın önkoşulu ise, o zaman kendisinde zihniyet devrimini gerçekleştiren birey hiyerarşik ve devletçi toplum zihniyetinden tümüyle arınmak zorundadır. Devletçi ve iktidarcı zihniyetten kopuş, bunun tamamlayıcı unsuru olarak devlet odaklı uygarlığın ilişki ve yaşam tarzından kopuşu da beraberinde getirir. İkisinin birlikte gerçekleştirilmiş olması bize özgür bireyin tanımını verir. Önder Öcalan’ın “Hiyerarşik devletçi sınıf uygarlığından kopuş en büyük özeleştiridir” biçimindeki sözleri, her birimizin kendimizi özgür birey olarak gerçekleştirmemizin giriş kapısına işaret eder. Günümüz açısından bakıldığında özgür birey olarak doğuş yapmak, komünal var oluş ilkelerinden uzaklaştırılan insanlık için elzem olan bir doğuşu gerçekleştirmektir. Bunun temel niteliği ise, “genel olarak devlet odaklı” ve “özelde kapitalist modern yaşamdan kopuşla başlamasıdır.” Böy-

“İnsan türünün güç kazanması tamamen toplumsal düzeyiyle kurduğu ilişkiye bağlıdır. Bireyi zayıf kılmanın, köleleştirmenin en vahşi tarzı, ona dayatılan yalnızlık düzeyidir, yaşadığı tecrittir.” getirmek üzere kendi sistemini kuran kapitalizmin, bu temelde biçimlendirdiği ilginç varlığa birey tanımı nasıl layık görülebilir? Birey olmak, doymak nedir bilmeyen obur bir iştahla insan toplumuna ait tüm değerleri gasp etmek, insanın tanrıların dışkısından yaratıldığını vaaz eden Sümer rahibinden çok daha beter bir tutumla öteki insanları hiçleştirip kendini yeni bir tanrı-kral haline getirmek midir? Birey olmak, “insanla insan arasında çıplak öz çıkar ve katı peşin ödemeden başka bir bağ bırakmamak” mıdır? Birey olmak, “kişisel değeri bir mübadele değeri haline getirmek” ve “bin bir güçlükle elde edilmiş sayısız özgürlüklerin yerine o biricik ve acımasız özgür ticareti koymak” mıdır? Birey olmak, sağlamlığı ve sürekliliği olan ne varsa eritip buharlaştırmak, kutsal olan her şeyi murdar etmek, insanı “artık kendi yaşamının gerçek koşullarını ve öteki insanlarla olan ilişkilerini tüm çıplaklığıyla karşılamak zorunda” bırakmak mıdır? Birey olmak öncelikle kulluk zihniyetinden kopmakla başlar. Kul zihniyetinin aşılması, özgür bir zihniyet ka-zanmak anlamına gelir. Yeni zihniyet yeni özgür kişilik demektir. Kulluk zihniyetinden kopan bizzat kişinin kendisi olduğuna göre, hâkim zihniyetin sorgulanması ve bundan kopuş da ilkin kişinin kendisinde gerçekleşir. Toplumun hâkim zihniyeti aynı zamanda topluma hâkim olan

24


Özgür Halk

Ağustos 2015

lesi bir kopuş, insansal var oluşa dönüş anlamını taşır. Günümüzün kapitalist sistem insanının ‘kendi başına olma’ halini birey olmak biçiminde anlamak, daha başından kendini kölelik zinciriyle bağlamak demektir. En genel ifadeyle bencillik olarak adlandırılabilecek bu durum tam bir soysuzluk belirtisidir. Kendisi dışındaki herkes sistemin bu sözde bireyi için ancak kendi çıkarlarına hizmet etme potansiyeli taşıdığı müddetçe bir anlam taşır. O, sözgelimi tavuğa nasıl yumurtası ve etinden yararlanacağı bir nesne olarak bakıyorsa, çevresindeki insanları da aynı bakış açısıyla değerlendirir. Onun için insan dahil doğadaki her şey bir kullanım ve aynı anlamda tüketim nesnesidir. Bu özellikleri taşımayan hiçbir şeyin onun gözünde bir anlamı ve değeri yoktur. Değer kavramından söz edildiğini duyduğu zaman bu tipin sorduğu soru şudur: Ne kadar eder? Parayı biricik değer ölçüsü olarak ele aldığı için, kendisi de dahil, her şeye alım-satım konusu olarak bakar. Başka bir deyişle tam bir istifçi ve pazarlamacıdır. Biriktirir ve pazarlar.

korumak için çoğu zaman yok olmayı bile göze aldığı iyi bilinir. Sözünü ettiğimiz karşılıklı sorumluluk işte budur. Kural koymak, seçim yapma gerekliliğiyle karşı karşıya bırakmaktır. İyi ile kötü, güzel ile çirkin, doğru ile yanlış gibi şeyler bizi bir tercihte bulunmaya zorlayan gerçekliklerdir. Seçimimizi bunlara bakarak yaparız. İnsan olmanın anlamı budur. İnsan seçmesini bilen bir varlık olduğu için insandır. Bizde olduğu gibi hayvanda da bir çift göz bulunur, hayvan da bir uçurumun başına geldiğinde düşmemek için geri çekilir. Uçurumun başına gelme örneğinde düşmeme biçimindeki refleksimizde görüldüğü gibi, tutumumuz bazen hayvanınkiyle çakışır. Ancak biz gözlerimizi sadece uçurumdan düşmemek, duvara ya da ağaca toslamamak için kul-lanmayız. Gözlerimiz boğulmak üzere olan birini de görür ve o anda onu kurtarmak için canımızı tehlikeye atıp suya atlarız. Kimi zaman başarı kazanır ve kurtarıcı haline geliriz; kimi zaman kendi yaşamını da yitirenimiz olur. Öyle ki, yaşamını yitireni çoğu zaman kurtarıcıdan daha yüksek bir mertebeye oturtu-

Ahlak toplumun özgürlük bilincidir Kapitalizmle toplumsallık asla bir arada var olamaz. Daha doğrusu kapitalist sistem toplumu inkâr eden sistemdir. Bu sistemin yaratımı olan insan türünün de toplum olgusu ve toplumsallıkla hiçbir ilişkisi yoktur. Buradaki kullandığımız anlamıyla ‘kendi başına’ olmak, topluma karşı hiçbir sorumluluk duygusu taşımamayı doğurur. Sorumsuz insan ahlaksız insandır ve o da gerçekte artık insan değildir. Ahlak, Önder Apo’nun deyişiyle toplumun özgürlük bilincidir, toplumun zora dayanmayan kurallı yaşamıdır. Kural dediğimiz şey toplumu bir arada tutan değerler, ölçüler ve ilkeler sistematiğidir. Toplumun her üyesinin yaşam ortaklığı temelinde bu kurallara uyum gösterme yeteneği, taşıdığı sorumluluk düzeyini ortaya koyar. Toplumun organik karakteri sorumluluğun karşılıklı olmasını sağlar. Daha açık bir ifadeyle sorumluluk taşımak yalnızca bireye ait bir yükümlülük değildir; toplum da her üyesinin varlığından aynı düzeyde sorumludur. Komünal yaşamın temel ilkesi olan ‘Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için’ ilkesi bu anlama gelir. Klanın bir üyesini

ruz. Bunun içindir ki, birinin tehlikede olduğunu gördüğü halde yardım için kılını kıpırdatmayan kimse bizim için korkunç bir vicdansız ve ahlaksızdır. Ahlaksız ve vicdansız birinin de ahlakını yitirmemiş bir toplumda yeri yoktur. Gerçek anlamda her türlü değer toplumsal bir karakter taşıdığına göre, toplum dışına çıkmak ve toplum kar-şısında kendi başına var olma yolunu seçmek, kendini tüm değerlerden soyutlamak demektir. Bu anlamda kapitalizmin insan yaratımına denk düşen sözde bireyi, bütün değerleri boşamıştır. Onun için rakamların dili dışında bir ölçü yoktur. “Ne kadar eder, fiyatı kaça? Daha ucuz olmaz mı? Kaça satın alırsın? Ne verirsin, neye verirsin? Ne kadar eğlenceli, bilet parasına değer mi?” Bu çerçevede sorular zincirini istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Kapitalizmin insanı için ölçü ve değer bu sorulara verilecek cevaplarda saklıdır. Ne var ki, rakamların dili parçalanmış yaşamın dilidir; birbirine eklenmiş parçalardan oluşan makinenin dilidir; robota dönüştürülmüş insanın dilidir. Bugün devrimci saflarda bile bu dilden etkilenenlerin varlığına tanık olmak oldukça ilginçtir.

25


Özgür Halk Değerlerden kopmak, ayırt etme ve seçim yapma yetisinin varlığını ortadan kaldırır. Dolayısıyla kapitalizmin yaratımı olan insan tipi, ayırt etme ve seçme yeteneğinden yoksundur. Bu da onu vicdansız ve ahlaksız kılar. Onun en büyük becerisi sınır ve ölçü tanımayan tüketme yeteneğidir. O neredeyse el attığı her şeyi kendi metabolizmasının çevrimine dahil eder. Başka bir deyişle yer, içer ve dışarı atar; deyim yerindeyse bu konuda adeta bir gübre üretme fabrikası gibi çalışır. Yiyeceği tüketir, içeceği tüketir, giyeceği tüketir, cinselliği tüketir, kültürü ve sanatı tüketir, vicdanı ve ahlakı tüketir, insanı tüketir, doğayı tüketir, kendini tüketir… Bu sınırsız tüketme hırsı kapitalizmin insan tipinin içinde bulunduğu insani, vicdani ve ahlaki yalnızlığının doğurduğu acıları unutma çabası olarak tanımlanabilir. O gerçekte ileriye ve yukarıya doğru devinen yaşamı tüketir. Onun barda, pavyonda, diskotekte, konserde, cıvık televizyon dizileri karşısında, reel ya da sanal âlemde gülüp eğlenmesine bakarak yaşamaktan zevk aldığını sanmak yanlıştır. Çalışma ve uykuyla geçirdiği saatler dışında kalan zaman onun için öldürülmesi gereken bir şeydir. Dolayısıyla o hayata uzak, ölüme yakındır; hatta ölümle birlikte yaşar. Onun yaşamı zamana yayılmış bir intihar durumudur. Bu özelliğiyle salt biyolojik bir varlığa indirgenmiştir. Soluk alıp verir, metabolizması işler haldedir ve yaşamı bu iki etkinlikle çerçevelenmiştir. Akıl ve duygunun gücünü bilmez. Davranışları güdüseldir. Şiddet kullanmaya oldukça yatkındır. Şoven milliyetçi kışkırtmalar ondaki şiddete başvurma eğilimini alabildiğine tırmandırır. Popüler bir sanatçıyı dinlemeye gelen kalabalığa karışıp herkesinkine benzer hareketleri yapmakla, solcu bir genci döverek öldürmek isteyen güruhun linç eylemine katılmak onun için aynı şeydir. Bu davranışıyla bir koyunu parçalayan kurt sürüsüne katılan bir başka kurdun reflekslerine sahiptir. İnsanın kurdu haline getirilmiş acımasız insan gerçeği işte budur.

Ağustos 2015

kadın köleliği bu tarzda işler. Kadının bu metalaşması, tamı tamına yaşamın metalaşmasıdır. Metalaştırılan yaşam pazara sürülüp elden çıkarılmak istenen yaşamdır. Kapitalizmin ucube yaratımı olan bu insansız yalnız bireyin tersine, özgür birey yaşamın tutkulu bir aşığıdır. Onun için en kutsal şey, karşısında secdeye yatar gibi yaklaşılması gerektiğine inandığı özgür yaşamdır. Yaşam onun bedensel varlığının içinde delicesine akan bir ırmaktır; bu ırmağın dur durak bilmeyen görkemli akış halidir. Özgür birey, bu akışın, sürekli oluşum haindeki evrenin işleyiş ilkesinin bedensel varlığındaki gerçekleşmesi olduğunun farkına varan insandır. Bu açıdan canlı olanın yalnızca kendisi olmadığını bilir. Canlılık her yerde ve her şeyde vardır, her şeyin bir ruhu vardır, her yer enerjiyle doludur. Ruh maddenin bu gözle görülmeyen ve elle tutulmayan enerjisidir. Belki çıplak gözle bu enerjiyi görmez, ancak bütün hücreleri ve bütün duyargalarıyla hisseder. Bunu hissettiğinde o artık evrenin küçük bir maketidir, bir mikro evrendir. Bu açıdan özgür insan evrendeki muazzam çeşitliliğe hayranlıkla yaklaşır, sınır tanımayan zenginlik bu çeşitliliğin kendisidir. Doğa bu çeşitliliğin tüm haşmetiyle sergilendiği bir güzellikler kaynağıdır; bu zenginliği doğuran, besleyen, yetiştiren ve sürekliliğini sağlayan kutsal anadır. Kendisi de bu kaynağın içinde yer aldığından, doğa kendisinin de anasıdır. Ananın kutsallığı aynı anlamda doğanın kutsallığıdır. Ne kadar anlıyor ve hissediyorsanız o kadar yaşıyorsunuzdur Demek ki, insan için en büyük özgürleşme adımı bu anlam ve duygu gücünü yakalamaktır. Yaşamın değeri uzunluğuyla değil, bu anlam ve duygu gücüyle ölçülür. Ne kadar anlıyor ve hissediyorsanız o kadar yaşıyorsunuzdur. Yaşam ustalığı ve bilgeliği de zaten budur; çağdaş müminlik, yaşamı bu ustalık ve bilgelikle ağırlayıp yaşamaktır. Yaşanan bu derin anlam yücelmesi önce özgür bireyde ete kemiğe bürünmüştür. Çünkü kendi anlamını bilmeyen biri, kendi dışındaki şeylere de anlam biçemez. Özgür insan, kendisi de dahil, evrendeki her şeye anlam biçen, her doğal olgunun bir öznelliği olduğunun farkına varan yegâne varlıktır. Önder Apo’nun deyişiyle öznellik, her doğal olgunun içinde hareket ettiği yasayı anlatır, onun anlam düzeyini gösterir. Anlam yüklenmek ve anlam yüklemek, insanı eşref-i mahlûkat yapan temel özelliğidir. Duygusal zekâ bütün canlı türlerine özgü bir zekâdır. Ancak anlamlandırmada öncelikli yere sahip olan analitik zekâ yalnızca insana özgü bir olgudur. İnsanın ayrı bir canlı türü olarak varlığını kanıtlaması, insandaki duygusal zekâyla analitik zekânın uyumlu birliğinin eseridir. İnsanın komünal var oluş halinden uzaklaşmaya götüren bütün sapmalar ve sapkınlıkların kaynağında analitik zekânın yer alması, insandaki bu zekâ türünün kötülüğüne kanıt oluşturmaz; sadece duygusal zekâdan koptuğunda ne denli korkunçlaştığını gösterir. Sınıfsal akıl, öldürmeyi sanat haline getiren ve bunda yetkinleşen akıldır. Özgür bir erkek insan için kadın yaşamın kendisiyle özdeştir. Kadın doğaya gösterilmesi gereken saygının benzerini hak eden en temel toplumsal olgudur; düşünen, hisseden, anlam biçen, emek veren ve emeğiyle değer

Kadının metalaşması yaşamın metalaşmasıdır Kuşkusuz burada çizilen tipleme erkeğe özgüdür. Ara sıra bazı kadınlar da bu tiplemeye dahil olsalar bile, onları bu halleriyle kadın olarak değerlendirmek artık mümkün değildir; onlar kapitalizmin yalnız bireyinin erkekleşmiş kadın versiyonlarıdır. Kadın bu tip için sadece ve sadece tensel ihtiyaçlarını tatmin edeceği cinsel bir objedir; şehvetini tahrik eden bir et yığınıdır. Onun kadınla ilişkisi anlıktır. Utanmazca aşk yaptığını iddia eder, ancak ilişkide bulunduğu kadının adını sormaya bile ihtiyaç duymaz. Öyle ya, et her yerde ettir, etin kimliği ve kişiliği yoktur, ete adı sorulmaz. Satın alınırken yağlı mı yağsız mı, kemikli mi kemiksiz mi, kuzu eti mi koyun eti mi, taze mi bayat mı olduğuna bakılır. Kadın da onun gözünde doğranıp parçalanmış bir kuzu ya da koyundan farksızdır. Hangi parçasını canı çekerse onu satın alır. Pazarda bulmazsa gasp eder; taciz ve tecavüz bu gasp türüne girer. Sistem özü itibariyle aslında bu tüketici erkek tipi için çalışır. Onun için mal üretir. Dolayısıyla kadını da bu mallar arasına katar. Tümüyle bu insansız erkeğe ayarlanmış ve onun arzularına göre olan bir kadın tipini şekillendirmek için çaba harcar. Kapitalizmde

26


Özgür Halk üreten insan gerçeğinin asli unsurudur. Doğa kadından, kadın ise erkekten önce gelir. Doğayla insan ilişkisinde olduğu gibi, kadınla erkek ilişkisinde de maşuk-âşık ikilemi vardır. Erkek âşık, kadın ise maşuk konumundadır. Başka bir deyişle ulaşılmak istenen erkek değil kadındır. Aşk en yüksek insani ölçülere tutkulu bağlılıksa, bu ölçüleri koyan ve kendisi ölçü olan kesinlikle kadın gerçeğidir. Kadın özgür yaşamın özünü teşkil eden aşkın da gerçek öznesidir. Doğru yaşam aşkı yüklenmiş yaşamsa, böylesi bir yaşam arayışı kişiyi kesinlikle özgür kadına götürecektir, götürmek zorundadır. Dolayısıyla özgürlüğe götüren yol aşk işçiliğinin yoludur. Kadınlar ve erkekler olarak birlikte bu yola girenler, her iki cinsin eşit temeller üzerinde yükselen birliğinin kadının erkekle eşit ve dengeli güç ilişkisini yakalamasından geçtiğini iyi bilirler. Onlar, Önder Apo’nun dediği gibi, yaşamın en çetin sınavlarından geçerken birbirlerine eşitlik ve özgürlük sözü vermişlerdir. Bu sözün de ancak özgür bir ülke ve demokratik bir toplumda gerçekleşeceğine yürekten inanırlar. Eşitlik ve özgürlük bataklık çamurları içinde birlikte debelenmek değildir; birlikte dorukları tırmanmak ve yüceltilerde seyretmektir. Doruk, özgür ülke ve demokratik toplumdur. Ne acıdır ki, sistemin verili kadını ‘metalaşmış eşya kadın’ derecesine düşürülmüştür. Kadını düşüren güç devletçi toplum sistemidir. Bu sistem egemen erkeğin lanetli cisimleşmesidir. Kadının toplumsallığı dağıtılmadan erkeğin egemenliği gerçeğe dönüşemez. Köleleştirilen kadın günümüz egemen sisteminde en fazla kâr getiren meta konumundadır. Özgürlüğü arayan bir erkeğin böylesi bir kadınla ilişkisi kendini inkâr etme, özgürlük arayışının sahteliğine kanıt oluşturmadır. Özgürleşmek isteyen kadının bu sistemin erkeğiyle ilişkisi çok daha çirkindir, bu kendisini aşağılamasına neden olan bir ilişki türüdür. Onlar için gerçek özgürlük ilişkisi amaç birliği yapmak, bu amaç doğrultusunda omuz omuza mücadele vermek ve bu mücadeleden başarıyla çıkmaktır. “Aşkın yüzü daima özgürlüğün zafer kazanan savaşına dönüktür.” Bu anlamda aşk Apocu Hareketin en yakıcı gerçeğidir. Zafer çizgisinde yürümek, aşkın gülümseyen yüzüne doğru ilerlemektir. Ağlayıp sızlayanın, çaresizliğine ve çözümsüzlüğüne ağıtlar yakanın, devenin hendeği atlayamaması misali başarı adımlarına güç getiremeyenin, özgürlüğü başkalarından dilenenin, kendi içindeki muazzam enerjiden bihaber olanın, bu enerjiyi açığa çıkarıp özgürlük kanallarına akıtmayanın aşkı yoktur. Aşk gerçekte özgür yaşam enerjisidir. Dünyanın güneşin etrafında dönmesini sağlayan bu enerji insanda da vardır. Ancak kapitalizm dünyasının insanı ‘at gözlüklü ve teneke yürekli’ biri olup çıktığı için kendisinin bu gücünün farkında değildir. Devlet odaklı uygarlık sistemini anlatıyoruz; onun nasıl bir insan tipi şekillendirdiğini anlamaya çalışıyoruz. Lanetin nasıl insanın başında patladığını ve kulluğa alıştırılan insanın horlanma ve aşağılanmanın derin uçurumuna nasıl yuvarlandığını bilince çıkarmak istiyoruz. Dinsel metinlere baktığımızda, peygamberlerin sözünü ettikleri lanetli toplum gerçeğini katbekat aşan bir lanetin günümüz insanlığını sarıp sarmaladığını görünce dehşete kapılıyoruz. Lut’un Sodom ve Gomora’sının Tanrı’nın gazabına uğrayan insanlarıyla karşılaştırın; bu

Ağustos 2015

iki kentin yaşadığından daha iğrenç bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzu göreceksiniz. Günümüzün çılgın ‘tüketim toplumu’nu yaratan sistem Tanrı’yı çoktan öldürmüştür. Yok edilen Tanrı yok edilen toplumdur, öldürülen insandır, can çekişen insanlıktır. Sodom erkeklerinin kadınlardan daha fazla genç erkeklere olan cinsel düşkünlüğü, günümüzün ahlaktan yoksun insan tipinin akıllara durgunluk veren çılgınlıkları karşısında sıradan bir insan zaafı gibi duruyor. Bu barbarlık ve vahşete dikkat çekiyoruz. Özellikle kapitalist yaşamın bugünkü hali, var oluş gerçeğinden tümüyle kopmak üzere olan adeta ucube bir varlığın doğuşuna tanıklık ediyor. Hem coğrafya hem de halk olarak yakın zamana kadar sistemin kıyısında yer alan Kürt gerçeği, şimdi tümüyle bu insansız sistemin içine çekilmeye çalışılıyor. Bunun için uyarıda bulunuyoruz. Hiyerarşik ve devletçi toplum sistemi yalana dayalı toplum sistemidir Göz alıcılık kavramının en çok da kapitalizmde tam bir güdü kışkırtmasını ifade ettiği kesindir. Kapitalist sistem beyne ve yüreğe değil göze hitap eder. Bunun en çarpıcı biçimi olan reklâm tümüyle göze seslenir. En ilgisiz bir nesneye ilişkin reklâmda bile kadın bedeninin bir malzeme olarak kullanılması bunu gösterir. Pavlov’un köpekler üzerindeki deneyiyle ulaştığı şartlı refleks teorisi şimdi kapitalistler tarafından insanlar üzerinde deneniyor: Ye-

Derinleşen kölelik içselleşen köleliktir. Kapitalizmi ‘derinleşmiş ve genelleşmiş kölelik sistemi’ olarak tanımlamak son derece gerçekçidir. En tehlikeli kölelik kapitalizm çağının köleliğidir ter ki kadın bedeniyle yan yana göstermiş ol, bu sayede en iğrenç malı bile rahatlıkla satarsın! Mideye giden yol cinsellikten geçer; cinselliği öne çıkar, herkes işkembesini tıka basa doldursun! Ambalajı göz alıcı olduktan sonra satılamayacak bir nesne olamaz. Ne kadar ilginç, İsa sanki bugünü önceden görüp konuşmuş: Onlar kireçle beyaza boyanmış mezarlara benzerler; uzaktan güzel görünürler; ancak yakından bakınca içinde her türlü murdarlığı ve çürümüş kemik yığınlarını görürsünüz. Ne var ki günümüz insanı bakarkör olmuştur; yani bakar ama görmez, duyar ama işitmez. Böyle olunca da seçmez; dolayısıyla içerikle değil görüntüyle yetinir. Bu aşağılık sistemde uygulanan yegâne kural, yalnız bireyin tüketme yetisini şahlandırarak tüketici bir güruh yaratmaktır. Kural koymanın seçim yapmayı bir gereklilik, komünal toplumsal yaşamın bir gereği olduğunu belirttik ya, ancak yine de seçim yapmanın o kadar kolay olmadığını iyi bilmek gerekir. Bu durum, bir suyun öteki ya da beriki tarafında yer tutmak gibi kolayca ayırt edilip tavır alınabilir bir eylem gibi değerlendirilemez. Anlam ve duygu gücü olmadan, iyi ve kötünün birbirinden ayırt edilmesi güçtür. Böyle bir güçlük olmasa bile, kapitalist sistemde vicdanlar kuruduğundan bu ayırt edicilik pek önemsen-

27


Özgür Halk mez. Kendini düşünmek akıllılık, başkasına saygı göstermek enayilik olarak değerlendirilebilir. Nitekim kapitalizmde bu kesinlikle böyledir. Birinin yükselişi ötekinin düşüşü, birinin kazancı ötekinin kaybı sayılır. Yani sistem insanının zihniyetinde telafisi oldukça zor bir hasar vardır. Esas sorun bu noktadadır. Bu zihniyet çözülüp aşılmadıkça özgürlükten kaçışı durdurmak olanaksızdır. Bu durumda yapılması gereken şey hasarın nerede olduğunu ve özellikle ne zaman başladığını ortaya çıkarmaktır. Teşhis doğru konulmadan tedaviye de giriş yapılamaz. Hiyerarşik ve devletçi toplum sistemi bir ‘yalana dayalı toplum sistemi’dir. İnsan bilincinin en büyük tecavüze uğraması bu sistemle birlikte gerçekleşmiştir. Köleleştirilen özgür insan zamanla bunun tanrının istemi ve eylemi olduğuna inandırılmış, bu inandırıcılık ve ikna yeteneği sayesinde efendilerine itaat eder hale getirilmiştir. Şaman geleneğinin izinde yürüyen Sümer rahibi ilk sistemli yalancı ideoloji olan mitolojiyi ortaya çıkaran, onu yeni toplumun ideolojisi haline getiren, müthiş ikna yeteneğiyle egemenliği altındakilere kabul ettiren ve bu temelde devletin kurumsal temellerini atan kişidir. İnsanın kölelik yaşamına alıştırılmasında bu zihniyet zor kullanımından çok daha fazla etkili olmuştur. İğrenç tecavüz budur. Önder Apo’nun da altını çizdiği gibi, beyin yıkama tekniğinin ilk çarpıcı gerçekleşmesi olan Sümer rahibinin ikna gücü olmasaydı, devletin bir eşkıya kurumu gibi ele alınıp kısa zamanda yıkılması kaçınılmazdı. Ancak bir zihniyet olarak devlet bu sayede günümüze kadar gelebilmiştir. Beş bin yıllık devletçi uygarlık tarihi boyunca kölenin yaşamında kısmi bazı iyileştirmelere gidilmiş, ancak bilince yapılan tecavüz hızından hiçbir şey kaybetmeden, hatta daha büyük bir şiddetle devam etmiştir. Bu anlamda insan bilincine en büyük tecavüzün günümüzün sosyal bilimcisi tarafından yapıldığını özenle belirtmek gerekir. Uygarlık tarihi akıl almaz sınıflaşmalar ortaya çıkarmanın tarihidir. Sınıflaşma insanlıktan düşüştür. Efendi-köle ayrımı temelinde başlayan sınıflaşma, insanlıktan çıkma yoluna girildiğine işaret eder. Bu nedenle köle, serf ve proleter yüceltmesi anlamsız olduğu kadar tehlikelidir. İnsanlığın komünal var oluş halinde sınıf ve sınıf sömürüsü yoktur. Bir yücelik aranacaksa kesinlikle burada aranmak durumundadır. Sümer devletçi toplumunun kölesiyle günümüzün kapitalist sisteminin proleteri arasında özünde bir farklılık yoktur. Bu anlamda Marksizm’in işçi sınıfını ücretli köle sınıfı biçiminde tanımlaması yerindedir. İkincisinde kölelik biraz daha inceltilmiş ve gizlenmiştir. İnceltme işlemi köleliğin içselleştirilmesi ve benimsenmesi sonucuna götürmüştür. Gizleme, görünmez hale getirme savaşta kullanılan etkili bir yanıltma taktiğidir. Zaten devletleşme hali de sürekli bir savaş halidir. En tehlikeli savaş, sınıflaşmanın özünü muhafaza etmek üzere, inceltme ve örtbas etmenin kesinti tanımayan sürekliliğidir. Bunun günümüzde ulaştığı düzey biyo-iktidardır; yani devletin her yere sızması, toplumun der tarafına binmesi, beyinleri ve yürekleri işgal etmesi, kendini ‘herkesin sevgilisi’ olduğuna inandırması, insansal yaşamı ve ölümü tamamen kontrolü altına almasıdır. Kaldı ki, bugün kapitalist modern yaşamın en rafine haliyle işlediği yerlerde toplum gibi sınıflar da önemli ölçüde tarihe karışmak üzeredir. Orada kapitalist devletle

Ağustos 2015

kendini bedensel ve ahlaki tecrit içinde tutan bireylerden oluşan bir ‘kendi başına olanlar sınıfı’ ile karşı karşıyadır. Özgür yaşam arayışı özgür toplum arayışıdır Topluma ve insana düşman bu sistemin neden Önder Apo’ya karşı olduğunu, onu neden her günü birkaç ölüme bedel koşullarda tuttuğunu, neden bedensel ve bu da olmazsa anlam itibariyle yok etmek istediğini anlamak artık zor olmasa gerekir. En genel hatlarıyla bakıldığı zaman bile, Önder Apo’nun bu sistemi kabul etmediği kolayca anlaşılabilir. O mevcut sistemi kabul etmiyorsa, sistem neden onu kabul etsin? Kuşkusuz buraya kadar her şey normaldir. Önder Apo Avrupa’ya çıktığında, sistem “Seni kabul etmiyoruz” deyip bu işin içinden çıkabilirdi. Ama böyle davranmadı; ne pahasına olursa olsun yakalayıp Türkiye’ye teslim etmeyi ve histeriye dönüşen ırkçı milliyetçiliğin yol açtığı linç havası içinde canavarca parçalatmayı esas aldı. Roma arenalarında aslanlara parçalatma oyununun çağdaş bir versiyonunu Önder Apo şahsında Türkiye’de sahneye koymak istedi. Bu da gerçekleşmeyince, kendisini eşi benzeri görülmemiş bir tecrit ve izolasyona mahkûm etti. Neden sorusuna cevabı yine Önder Apo’nun kendisi veriyor: “Adım Abdullah, yani ‘Allah’ın Kulu’; ama kul olma-

Önder Apo da ilk toplumsallaşma denemelerini çocuk oyunlarında gerçekleştirir. Çocuk ruhunun saflığını korumak, ruhunu satmamak, kendi çocukluk hayallerine ihanet etmemek önemlidir yı yüreğime tam oturtmamakla kendime saygılı olmanın, dolayısıyla o tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler özgür insanı savunmanın büyük erdem olduğuna kendimi inandırmıştım. Yeniden daha güçlü doğuyordum. Beğenmediğim anamın doğuruşuyla ciddiyetine hiç inanmadığım modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öldürmelerden sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok ciddiye alıyor ve hoşlanıyordum. Yaşamışların arkadaşlıklarına yine ihtiyaç duymuyordum. Tüm arkadaşlarımı efsanelerde bulmaya başlamıştım. Komplocu Zeus’un Prometheus’a ve Hektor’a yaptıklarıyla onun günümüzdeki Atinalı ibne çocuklarının aynı olduklarını gördükçe arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum. Prometheus ve Hektor’la arkadaşlık çok onurlu oluyordu. Bunu hak etmiş olmam bana gurur veriyordu.” Önder Apo henüz küçük bir çocukken, daha toplumu ve aileyi bile doğru dürüst tanıyamamışken, yaşamın ihanete uğradığını ve mevcut durumuyla yaşanmaya değmeyeceğini fark eden ve “Ben böyle yaşamayacağım” diyen bir insandır. Bu tavır alış, özünde aşılmakta olan feodal uygarlığa ve gelişmekte olan kapitalist modern yaşam tarzına karşı bir tavır alıştır. Bunun anlamı, sözü edilen sistemlerin yaşam tarzına bulaşmamaktır. Mevcut yaşam hali ihanete uğramış bir yaşamın ifa-

28


Özgür Halk

desiyse, o halde bozulmamış olarak varlığını sürdüren bir insan yaşamı mutlaka var olmuştur. Böyle olmasa, ‘nasıl yaşamalı?’ sorusu da gündeme gelmez; ortada böylesi bir soru olmadığı için, gerçek anlamda özgür ve yaşanmaya değer bir hayatın arayışına da girişilmez. Bu soruyu kendinize sorabiliyorsanız, o zaman daha insanca bir yaşamın mümkün olduğuna da inanıyorsunuz demektir. Karanlık her yere sinse ve her şeye hükmetse de, karanlığa nefretiniz ve ışığa duyduğunuz özlem bir gelecek umudu olarak yüreğinizde yer tutar. İnsanlığın beşiği olan, ancak insanın gölgesinden bile eser kalmayan bir ülkede ‘umut bile sayılamayacak bir duygu’ ile ilk toplumsal özgürlük adımlarını atmak, Önder Apo’nun çocukluktaki bu yaşam duruşuyla bağlantılıdır. Özgür yaşam arayışı özgür bir toplum arayışıdır. Toplumun yokluğu yaşamın da yokluğudur. Biyolojik bir varlık olmanın sınırları içinde kalıp atmosferi ve yeryüzünü kirletmeye insani yaşam denilmeyecekse bu böyledir. Bu anlamda her peygamber kendi halkını yaratır. Önder Apo da ilk toplumsallaşma denemelerini çocuk oyunlarında gerçekleştirir. Çocuk ruhunun saflığını korumak, ruhunu satmamak, kendi çocukluk hayallerine ihanet etmemek önemlidir. Ruhun bu bekâretinde ısrar, devlet odaklı yaşam tarzından gelebilecek her türlü kirlenme tehlikesine karşı en büyük güvencedir. Zaten fiziksel olarak içinde yer aldığı toplumun verili yaşam tarzına öfkelidir. Dolayısıyla mevcut toplumsal zemini bir ‘ölüler yatağı’ olarak algılamaktadır. Bu algı-lamayla birlikte kararını vermiştir: Kirli suların aktığı bu bataklıkta yüzmeyecektir; asla bu zeminde soluk alıp verenler gibi yaşamayacaktır. Bu kararının içeriğine ilişkin bizzat kendi sözleri vardır: “Oldukça aykırı olacağım. Alternatifini buldum mu, bulabildiğim kadar yaşarım. Hiç bulmazsam, hiç olmazsa bir takva sahibi, bir zikir sahibi kişi gibi, herkesin yanından bile geçemeyeceği soyut bir tarzı tercih ederim, sadece soyut yaşarım. Bu kirli somuta katılmam” der. Onunla ötekiler arasındaki fark budur. Kendi dışında da belki mevcut gerçekliği onun gibi algı-

Ağustos 2015

layanlar olmuştur. Ancak onlar bunu kendi duyguları ve yaşamlarında gerçekleştirecek gücü bulamamışlardır. Büyük arkadaşlıklar olmadan belki yine özgürlük yürüyüşüne çıkılabilir, ama sonuç alınamaz. Büyük dostluk arayışı olmadan sağlam toplumsal bağlar gelişmez. Önder Apo çocukluğunda da müthiş bir arkadaş canlısıdır. Arkadaşlarını yalnız bırakmama, arkadaşına ihanet etmeme onun en kutsal yaşam ilkesidir. Yeni toplum ve toplumsal yaşam bu ilkeye sınırsız bağlılık üzerinde vücut bulacaktır; özgürlük ve eşitlik onunla gelecektir. İhanete kapalı ve yüzü özgürlüğe dönük sağlam arkadaşlık ve dostluk yeni bir toplum demektir. Alternatif yaşam bu ‘yeni toplum’ zemininde kurulur. Kutsallığı buradadır. Yaşam kutsalsa eğer, arkadaşlık ve dostluk gibi, yoğunlaşmış devrimci emek gibi, bu yaşamı mümkün kılan şeyler de elbette kutsal olacaktır. Kutsallık, dokunulmazlığı anlatır; aynı anlamda ölümüne bağlılık demektir. Bu bir kişinin anasına ve hayat arkadaşına bağlılığına benzer bir durumdur. Kişi nasıl bu değerlere ihanet etmemeliyse, arkadaşına da ihanet etmemelidir. Arkadaşını yalnız bırakmak, ona ihanet etmek bir bakıma anasını ve eşini peşkeş çekmekle özdeştir. Önder Apo’nun arkadaş bağlılığı böyledir. İnsan kendi hayallerinin büyüklüğü ölçüsünde özgürdür Arayışları büyük, arkadaşlığı anlamlı olsa da, Önder Apo bu küçük yaşlarda bile yalnız kalmış bir çocuktur. Dayanma gücünü gösterebiliyorsanız, bu yalnızlık sizi büyük duygu ve ruh yüceliğine doğru ilerletir. Sistemin ruhsuzlaştırdığı kişiliklerden kendisininkine benzer bir ruhsal yüceliği beklemenin doğru olmayacağının farkındadır. Oldukça ürküntü verse ve derin endişelere yol açsa da, çıktığı arayış yürüyüşünü yalnız başına sürdürecektir. Başka yolu yoktur. Geriye dönüş olanaksızdır. Ne pahasına olursa olsun, ‘hayallerine ihanet etmeyen çocuk’ olarak kalmaya devam edecektir. Che Guevara’nın da dediği gibi, insan kendi hayallerinin

29


Özgür Halk büyüklüğü ölçüsünde özgürdür. Yani kötülükler ve çirkinlikler dünyasından başlangıçta elbette hayallerle çıkış yapılır. Tasarım olmadan eser doğmaz. Bu hayaller karnı açlıktan guruldayan birinin kendini zengin bir sofraya kurulmuş olarak düşünmesine asla benzemez. Her şeyden önce tekil değil çoğul halde olmayı içerir; daha açık bir deyişle bütün insanlığı kapsamına alır. Öyle ki, kendisi de “Gerçekliği arayış yürüyüşünü tüm insanlık ve ardındaki evren üzerine yapma gereği bende erkenden ortaya çıkan bir anlayıştı. Belki çocukluğumdaki eğilimim de buydu” der. Tekillik Önder Apo’nun kişiliğine yabancıdır. O en ağır yalnızlığında bile daima çoğuldur, her zaman halkıyladır, tüm insanlıkladır. ‘Gerçekliği arayış yürüyüşü’, doğru toplum ve insan gerçeğine ulaşma yürüyüşüdür. Bu gerçek yakalanmadan özgür yaşama ulaşılamaz. Üçüncü doğuş dönemi bu gerçeğe ulaşma dönemidir. Artık doğru toplum tanımına ulaşılmış ve doğru insan gerçeği yakalanmıştır. Yeni doğuş dönemi bu anlamda bir çözüm dönemidir. Bu çözüm yüzeysel, parçalı ve salt Kürt halkını kapsamına alan bir çözüm değil, derinlikli, bütünlüklü ve evrensel bir çözümdür; tüm insanlığı kendi var oluş gerçeğiyle bütünleşmeye ve kendisini yeniden kurmaya götürecek olan bir çözümdür. Bunun anlamı özgür yaşamın artık sadece hayal edilen ama pratikte gerçekleşmeyen bir ütopya olmaktan çıkması, maddileşebilme olanağını yakalamış olmasıdır. Başka bir deyişle son derece ağır bedeller ödeme pahasına gelişen özgürlük mücadelelerinin kaderi artık sisteme eklemlenme olmayacaktır. Çünkü egemen sisteme karşı ezilenlerin birleşik sistemi yaratılmış bulunmaktadır. Hiyerarşik ve devletçi uygarlık sisteminin zihniyeti çözülmüş ve aşılmış, yeni özgür-eşit toplumun zihniyeti yaratılmıştır. Düşüncede çözmek ve çözerek aşmak demek, eski olanın bitişini ilan etmek ve yeninin kuruluşuna büyük bir inançla başlamak demektir. Bu da devletçi uygarlık sisteminin stratejik nitelik taşıyan tarihteki en ağır yenilgisidir. Böylece bir kişinin büyük anlam ve duygu gücüne dayanması halinde tek başına da olsa bir sistemi yenilgiye uğratabileceği kanıtlanmıştır. Üçüncü doğuş döneminin tarihsel anlamı budur. Önder Apo’nun çarpıcı ifadesiyle, başlangıcını bilemeyenlerin tarih bilgisi her türlü kötülüğün kaynağı olan cehaletin de temelidir. Üçüncü doğuş gerçeğiyle birlikte egemenlerin ağır tahribatlara neden olan tarihe ilişkin çarpıtmaları tamamen deşifre edilmiş, tersyüz edilen tarih bu temelde yeniden ayakları üzerine oturtulmuştur. Tarihi kendileriyle başlatan, günümüzdeki durumu ‘tarihin sonu’ sayan, dolayısıyla mevcut sistemi insanlığın son sözü olarak değerlendiren egemenlerin bu yaklaşımının en büyük yalan olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya konulmuştur. Devlet odaklı uygarlığın insanlığın var oluş gerçeğinden kopmayı ifade eden bir sapma olduğu, bunun insanlığın komünal özünden uzaklaşmayı anlattığı, bu sapmayla birlikte yaşamanın asla insanlığın kaderi olamayacağı netlik kazanmıştır. Zihniyet devrimi budur. Doğru ve insan gerçeğiyle uygunluk içinde bir tarihin varlığı kanıtlanmıştır. Yalana dayalı toplum sistemiyle onun tarihinden önce insanı gerçek anlamda insan yapan bir toplumsal tarih vardır ve bu tarihle yeniden bağ kurulmuştur. Her canlı varlık kendi kökleri üzerinde yaşar.

Ağustos 2015

Sapma bir tür piçleşmedir. Hiyerarşik ve devletçi uygarlık sisteminin beş bin yıllık tarihinde insanlığa dayattığı bundan farksızdır. Önder Apo’nun “İnsanlığın geçmişi daha gerçektir. Ona saygılı olacağım ve yaşamı orada arayıp bulacak ve yeniden başlatacağım. Gelecek bu çabaların işleyişi halinden başka bir şey değildir” biçimindeki sözlerinin anlamı da budur. Bu anlamın bilinci ve içselleştirilmesi, her birimiz için yeniden bir doğuş olacaktır. Eğer günümüzdekinden farklı bir insanlık varsa, eğer bu insanlıktan neden uzaklaşıldığı ortaya konulmuşsa, eğer bu uzaklaşmanın sorumluları açığa çıkarılmışsa, öyleyse suç da doğru tanımlanmış ve suçlu yakayı ele vermiştir. Suç ana-kadına dayalı doğal komünal topluma karşı savaş açmak, bu toplumu geriletip denetim altına almak ve giderek tümüyle bitirmeye çalışmak, böylece insanı kendi doğal özünden koparıp farklı bir varlığa dönüştürmektir. Bugünün insanının ana-kadın sistemine dayalı toplum insanın oldukça farklılaştığı kesindir. Önder Apo’nun bu komünal toplum insanına ilişkin görüşleri nettir: “İnsan bir tür olarak ortadan kalkıncaya kadar büyük oranda başladığı gibi olacaktır. Oluşum süreci onun bütün geleceğini belirleyecektir. Ağırlıklı olarak başlangıç özellikleri neler ise öyle sona gidecektir. Eğer insandan başka bir tür çıktıysa, o artık insan olmaz. Eğer bugünkü insan ilkel insandan çok farklıysa, bana göre daha insan olan ilkel insandır. İnsandan çıkan ise bugünkü insandır.” Bu insanlıktan çıkışın sorumlusu devlet odaklı uygarlık sistemidir; onun öncelikle kadının ve giderek erkek insanın köleleştirilmesi üzerinde yükselttiği egemenliğidir. Şimdi bu gerçeklik netleşmiş, bunu deşifre eden tanıklar sahnede yer almışlardır. İlk ve en büyük tanık Önder Apo’dur. Davayı insanlık yargısının önüne getiren odur. İkinci tanık, “tarihin kanıtlanmış ilk büyük insanlık devrimi olan neolitik devrimi gerçekleştiren kültürün toplumsal dokusunun ayakta kalan en eski halkı” olan Kürtlerdir. Önder Apo Kürtleri sadece diriliş devrimi temelinde ayağa kaldırmakla kalmamış, onları insanlığa karşı işlenen suçların yegâne tanıkları haline getirmiştir. Artık sistemin Önder Apo’ya yönelik büyük öfkesinin ve intikamcı yaklaşımının nedenlerini çok daha iyi anlıyoruz. Bu öfke ve intikamcılığın kaynağında suçüstü yakalanmış olmanın büyük telaşı vardır. İnsanlığa karşı en ağır suçları işleyen bu sistem, dirilişe yönelmesi kaçınılmaz olan insanlığın kendisinden hesap soracağını bildiği için öncelikle tanıkları ortadan kaldırma yolunu seçmiş; Önder Apo’yu İmralı sistemiyle yalıtırken, Kürt halkı üzerindeki inkârcı ve imhacı saldırıları şiddetlendirmiştir. Bu tanıkları yok etme operasyonudur. İmralı sistemine bekçilik yapmakla görevlendirilmiş olan Türk Devletinin “Bizi tehdit ediyorsun” diyerek ikide bir kendisine ‘hücre içinde hücre cezası’ vermesi bundandır. İmralı sistemiyle Önder Apo üzerinde uygulanan insanlık dışı tecridin bir yüzü intikam ise, diğer yüzü de gözden uzak tutarak unutturmaktır. Tanığın varlığını unutturmak, tanığı ortadan kaldırıp tanıklığı devre dışı bırakmanın bir biçimidir. Bunun diğer adı karanlık bir mahzene kilitlemek ya da tabuta koyup uzakta bir yerde bir hücrede tutmaktır. Sorunu kendisi için ölüm kalım sorunu olarak görmesi, sistemi en akıl almaz yöntemlere başvur-maya götürmektedir. Bu noktada emperyal sistem kendi hukukunu bile

30


Özgür Halk uygulamamakta, ortaçağın zindancı kafasıyla hareket etme yolunu seçmektedir. Önder Apo’nun bugün içinde tutulduğu koşullar ortaçağ zindanlarınınkini de geride bırakan koşullardır. Prometheus örneğinden bildiğimiz mitolojik cezalandırma gerçek olup çıkmıştır. Çağdaş Prometheus Önder Apo Kafkasya dağları yerine bu kez İmralı kayalığına zincirlenmiştir. Eğer devlet “Tanrının yeryüzündeki cisimleşmiş hali” ise, günümüzün bütün büyük tanrılarının işbirliği edip bu eylemi gerçekleştirdikleri kesindir. Her gün kartalın gagalayıp parçaladığı karaciğerini yenileyen Prometheus ile anlam yitimine tabi tutulduğu dokuz yıla yaklaşan en ağır yalnızlık ortamında en yüksek anlam ve duygu gücünü yakalayan Önder Apo arasında arasındaki benzerlik de yine çarpıcıdır. Öldürmeyen bir şeyin büyük insanın güçlenmesine neden olacağı bu süreçte mükemmel bir biçimde kanıtlanmıştır. Bu anlamda İmralı süreci Önder Apo için bir ‘kanatlı düşünme’ süreci olmuştur. Bu sürecin işleyişini bizzat kaleminden izlemek en doğrusudur: “Sümerli rahiplerin tanrıça anamı ve aşk kadını İştar’ı tapınağa, oradan kral sarayına, tanrı-kralların yanına götürüşünü, öldüklerinde kendileriyle birlikte canlı canlı mezara konuluşunu iliklerime kadar anlamıştım. Tanrı-krallar bile olsalar, kadını ziyafet sofralarında zevklerinin bir parçası kılmalarını hiç kabullenemedim. Ama tanrıça anamı ve aşk kadınını günümüze kadar dirhem dirhem büyük bir incelikle sömürüp yediklerini, posasını iki-başlı evlilik diye kullarının önüne, erkek kölelerine sus payı olarak bıraktıklarını da anlamıştım. Bu hediyelerini erkek olarak yüreğime kabul ettirmemekle tanrıça anamın ve aşk kadınının iyi bir oğlu olabileceğime inandıkça daha çok sevinç ve gururla doluyordum. Ana topraklarını böylece ilk defa tarihin derinliklerinde anlamaya başlıyor, binlerce yıllık kördüğümler atılmış çelişkileri çözümlüyor, bu seferki doğuşun anlamlı olduğunu fark ediyordum. Ölümü dayatanlar, tüm 20. yüzyıl, tüm komplocular, kimler olurlarsa olsunlar hepsine dayanabileceğimi, bunu halen bana inanan bazı dostlara mesaj olarak sunmamın değerli olduğunu, onların da bunu hak ettiklerini kabul etmiştim. Dayattıkları Hiroşima’lardan bile tehlikeli paket bomba kılınmamın ve halklarımızın üzerine böyle atılmamın tüm inceliklerini çözebiliyor; pimlerini söküp tüm malzemeyi bombacıların suratına fırlatıp rahatlıyordum. İnsandan yanaydım, zorba tanrılar bir kez daha yenilmişlerdi.” Evet, tanrıça ana ve aşk kadınının güzel evladı bunları söylüyor. Çünkü yaptıkları ortadadır ve bunları bize söyleyecek yüzü var. Kimlere karşı nasıl direndiğini ve nelere nasıl dayanabileceğini bizlere mesaj olarak iletiyor. Kendisine uygulanan zulüm ve zorbalık hızından hiçbir şey kaybetmeden devam ediyor demek bile bu noktada ciddi bir değer taşımıyor. Aşağılık bir rejim, sürekli yeni işkence ve zulüm yöntemleri bulup deneyerek, Önderliğimize hem ölümü hem de anlam yitimini dayatmayı sürdürüyor. Bu konuda hareket ve halk olarak istenen duyarlılığı göstermemiş olmamız, aynı şekilde at gözlü ve teneke yürekli kılınmış insanlığın ilgisizliği düşmanı oldukça cüretkâr kılıyor; düşmanın daha da pervasız davranmasına yol açıyor. “Benim görevim satmak” diyerek kendi işlevini açıkça ortaya koyan siya-

Ağustos 2015

si tüccar Erdoğan ve partisinin son seçimlerde Kürdistan’da aldığı yüksek oylar, zulüm ve zorbalık olarak yine Kürt halkına ve onun Önderliğine dönüyor. Deyim yerindeyse, bu halkın hiç de azımsanmayacak bir kesimi, hangi nedenle olursa olsun, AKP’ye verdiği oylarla kendi cellâdının kılıcını biliyor. Cellâdın takkeli olması cennete götürecekmiş gibi, bu halkın bir bölümü boynunu din tüccarı Erdoğan’ın elindeki idam ipine uzatıyor. Biraz sonra bıçak altına yatıracağı koyunu tasın içine koyduğu bir miktar tuzla yakalamak isteyen kasap konumundaki AKP, bu örnekte olduğu gibi Kürtleri kömür ve makarnayla avlamaya çalışıyor. Karnı tok ve önceden tuz verilmiş kesimlik hayvanın derisi daha kolay yüzülür derler ya, AKP’nin verdiği kömür ve makarnanın işlevi de buna dönüşüyor. AKP Kürt’ün yeni kasabı olarak ortaya çıkıyor. Burada Dersim’in ünlü Sêvdin ağıtında dinlediğim sözler aklıma geliyor. Dersimliler Pülümür’ün Sêvdin alanında Rus işgal ordusuna karşı direnişe geçmişlerdir. Çarpışmanın en şiddetli anında Dursun ve Haydar adlı kardeşler arasında ilginç bir diyalog yaşanır. Dursun kardeşine, iyi çarpışır ve savaştan başarıyla çıkarlarsa Osmanlı Devletinin kendilerine para ödülü vereceğini söyler. Devletin para ödülünün kardeşinin savaşçı ruhunu kışkırtacağı inancındadır. Haydar’ın verdiği cevap insanlıkla doludur: “Devletin bize vereceği ödül sadece

Önder Apo’yu özgürleştirmedikçe, insanlığın karşısına çıkacak yüzümüz olamaz. Mevcut insanlığın içine girmekten söz etmiyorum; gerçek anlamda bir insanlık olsaydı, zaten Önderliğimiz bu koşullarda tutulmazdı bir fincan zehirdir, ne yenilir ne içilir. Biz kendi vatanımız için savaşıyoruz. Kazanırsak vatanı kurtarmış oluruz, ölürsek ödülümüz cennettir” der. Gerçekten de insanlığın geçmişi daha gerçektir. Bozulmamış, toprağına ve insanına bağlı, devlete mesafeli duran, hatta onun dışında kalmayı seçen, devletin sahip olduğu her şeyi sömürü ve talanla kazandığını bilen, dolayısıyla haram sayıp tenezzül etmeyen eskinin Kürt insanı gerçek insanın kendisidir. Bazı şeyler vardır ki alınır ancak asla satın alınamaz, verilir ancak asla satılamaz, sahip olunur ancak asla devredilemez: Namus gibi, onur gibi, şeref gibi, vicdan gibi, erdem gibi… Oyun senin namusunsa, namusa fiyat biçilemez; çeyrek altına, bir ton kömüre, birkaç torba makarnaya takas edemezsin. Bunun kendini satmak olduğunu biliyorsan, takas edilmesine de izin veremezsin. Verirsen insanlığın yara alır. Öyle ya, ha boğulmak üzere olan bir çocuğun çırpınışlarına, ha Kürt cellâtlığı için görev-lendirilen bir partiye oy verilmesine seyirci kalmışsın. Her ikisi de aynı kapıya çıkar. Önder Apo’nun tutsaklığı alnımıza sürülmüş bir kara lekedir Kendimizi bu toprağın, kültürün ve kimliğin insanı sayıyorsak, düşmanlarımızın reva gördükleri hayâsızca

31


Özgür Halk zulüm ve zorbalık bir yana, tek başına Önder Apo’nun İmralı’da tutulmasını bile alnımıza sürülmüş bir kara leke gibi değerlendirmek zorundayız. Bu leke silinmedikçe, yani mücadelemiz Önder Apo’yu özgürleştirmedikçe, insanlığın karşısına çıkacak yüzümüz olamaz. Mevcut insanlığın içine girmekten söz etmiyorum; gerçek anlamda bir insanlık olsaydı, zaten Önderliğimiz bu koşullarda tutulmazdı. Burada sözünü ettiğim insanlık şehitlerimizdir, insanlığın tüm özgürlük ve demokrasi şehitleridir. Bu şehitler ordusunun gözleri hepimizin üzerindedir. “Onlar öldüler, onun için bize bakamazlar” diyemeyiz. Hayır, onlar yaşayanlardan katbekat daha diridirler, onlar yaşamın en diri güçleridir. Onlar Önderliğimizin gerçek yoldaşlarıdır. Her birimizde hala bir parça insanlık varsa onların sayesinde vardır. ‘Parça’ da olsa bu insanlığı kaybetmemeli, tersine daha da çoğaltmalıyız. İnsanlığımızı çoğaltmamız ancak kendi eylemimizle mümkün olabilir. En büyük eylem Önder Apo’nun özgürleştirilmesi hedefine kilitlenmek ve bunun için ne gerekiyorsa onu yapmaktır. Özgürleşmiş Önderliğimiz özgürleşen ülkedir, demokrasiye kavuşan halktır, özgürleşen insanlıktır, özgürleşmiş yaşamdır. Unutmayalım: İslamiyet, kendi döneminin büyük devletleri ve uygarlık merkezleri olan Sasani ve Bizans İmparatorluğunun topraklarında değil, Arabistan’ın çöllerinde doğdu. İsevilik Roma İmparatorluğunun merkezinde değil, sistemin kıyısındaki bir alanda, Yahudi topraklarında ortaya çıkıp yayıldı. Her iki büyük dinin çıkışı insanlığı kaybettiği bazı temel değerlerle yeniden buluşturdu. Bu büyük dinsel çıkışlar olmasaydı, cehalet ve barbarlık insanlığın kaderi olurdu. Bugün insanlığın umutla beklediği yeni peygambersel çıkış yine sistemin kıyısında kalmış alanda, hala tümüyle sistemin içine çekilmemiş bir halkın bağrında doğmuştur. Asla, Önder Apo Allah’ın Elçisidir demiyorum. Bir gelenekten, peygamberlik geleneğinden, onun kutsal içeriğinden, bu içeriğe sahip çıkan bir Önderlik Hareketinin varlığından söz ediyorum. İslamiyet başta olmak üzere, Hz. İbrahim’le başlayan tüm tek tanrılı dinlerin geleneğinin yeniden dirilmesinden, bu geleneğin yenilenmiş ve çağa uyarlanmış halinden, kendisini Çağdaş İbrahimi Hareket olarak tanımlayan PKK hareketinin gerçekliğinden söz ediyorum. Bu, devlet odaklı uygarlığın dayattığı lanetli yaşama karşı kutsal yaşamın ayağa kalkışı ve tüm insanlığı kendisine katmak üzere harekete geçişidir. Hz. Muhammet, kendisi de bir Arap olan Ebu Süfyan ve adamları tarafından yok edilmek istendi. Hz. Muham-met’in birçok savaşı kendi kavminin yoldan çıkmış insanlarına karşı verilmiştir. Kürtlerin yeni dönem tarihinde Ebu Süfyan taifesinin rolünü koruculaştırılan güçler oynamaktadır. Roma’nın Kudüs Valisi bir bayramdaki geleneği vesile yaparak, Yahudilere, istemeleri halinde İsa’yı serbest bırakacağını söylemiş; ancak onlar İsa yerine bir eşkıya olan Barabbas’ın serbest kalmasını sağlamışlar, İsa’yı ise çarmıha gerdirmişlerdir. Aranırsa Kürtler içinde bu yaklaşımın da örnekleri bulunabilir. Peki, tarih yine tekerrür mü etmelidir? Kürtlere yaraşan bu mudur? Çağdaş İbrahimi Hareketin dayandığı halk olan Kürtler böyle mi davranmalıdır? Hayır! Kürt insanı böyle davranamaz. Kürtlerin unutmamaları gereken şudur: İnsanlık sizin ne

Ağustos 2015

yaptığınıza bakıyor. Tüm peygambersel çıkışlara benzer biçimde, Kürdistan’da Abdullah Öcalan önderliğinde başlayan umut yürüyüşü, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te olduğu gibi, tüm insanlığı kapsamına almayı öngören bir yürüyüştür; insanlığı özgürlük temelinde fethetme yürüyüşüdür. Bu yürüyüşe halk olarak sizler öncülük etmek durumundasınız. İnsanlığın geleceği sizin eyleminize bağlıdır. Siz kazandığınızda insanlık kazanacak, siz kaybettiğinizde tüm insanlık kaybedecektir. Öyleyse kazanmaktan başka çareniz olmamalıdır. Kazanmanız halinde en az Hıristiyanlık ve İslamiyet kadar insanlığa etkilemeniz kaçınılmazdır. Öyleyse bundan kaçış olamaz. Önder Apo sizler ve insanlık için yaşıyor. O yaptığı her işi sizler ve insanlık için yaptı. Siz farkında olmasanız bile, o hep sizi ve geleceğinizi düşündü; çocuklarınızın geleceğini düşündü, Kürt çocuklarının özgürce doğabi-leceği günleri düşündü; insanlığın geleceğini düşündü. İsteseydi o da bir aile babası olabilir, sistem içinde yükselebilir, gemisini kurtaran kaptan misali kendi bireysel yaşamını mükemmelce örgütleyebilirdi. Ancak o sizleri ve tüm insanlığı düşündüğü için, önündeki tüm yollar açık olduğu halde, bunu onursuzluk saydı. Kendisini idam sehpasıyla tehdit etseler de, o yine sizleri düşünmek ve sizler için yaşamaktan vazgeçmeyi bir an için de olsa aklına bile getirmedi. O sizin bağrınızdan çıktı. Kaynağı sizde bulunmasaydı, onun sahip olduğu erdemler bu ölçüde görkemli olmayabilirdi. İster geçmişe uzansın ister günümüze taşınsın, Kürt toplumunda bu erdemler olduğu için Apo kişiliği bunlarla donandı. Çünkü yokluktan hiçbir şey yaratılamaz. Mevcut olan en değerli şeyin bile mutlaka bir yerlerde kökleri vardır. Kök olmadan bitki olmaz. Demek ki sizler kökü oluşturuyorsunuz veya Önder Apo sizin de dayandığınız kökler üzerinde ortaya çıkmış bulunuyor. Tarihsel köklerinize bakın ve gücünüzü oradan alın. İnsanlık sizdedir, insanlık sizin köklerinizdedir. İnsanlığın beşiğini sağlayanlar sizlersiniz. Öyleyse gücünüzü görün, kendinize güvenin ve eyleme geçin. Sizin öz be öz gerçekliğiniz buysa, insanlık sizdeyse ve siz yaşayan insanlıktaysanız, sizin kendiniz için yaptığınız her şeyi insanlık adına yapıyorsunuz demektir. Kök kültürün temsilcisi olmanın, köklerde yer almanın anlamı budur. Kürt başka bir şeye dönüşmediği müddetçe komünal yaşamdan cayamaz, milliyetçi olamaz, devletçi olamaz, hırsız ve gaspçı olamaz. Üretmek ve paylaşmak onun kaderidir, insanlığa analık yapmak onun kaderidir, insanlığı beslemek onun kaderidir. Beslenmelerine körcesine hizmet ettiği uygarlık efendilerinin soylarını kurutup halkların soy çağına geçiş yapmak da onun kaderinde yazılıdır. Bu kaderden kaçamazsınız, kaçmamalısınız. Çünkü insanlığın kaderi de buna bağlıdır. Öyleyse öncelikle sizleri siz yapan Önderliğinize sahip çıkın. İmralı mezalimi bir an önce son bulmalıdır, son bulacaktır. Bunun için gerekli güç yine siz kendinizsiniz; sizin soylu duygularınız, anlam yüklü düşünceleriniz ve hünerli ellerinizdir. Başkalarının bize desteği olmayacak mı diye sorduğunuzda, bu kutsal mücadeleyi yitirme kapısını aralamışsınız demektir. Çareyi ve çözümü kendinizde bulacaksınız. Eyleminizin parolası bellidir: Özgürleşen Önderliğimiz Özgürleşen Kürt’tür, özgürleşen insanlıktır!

32


Özgür Halk

Ağustos 2015

Hamleci Ruhun Yaratımları

İlk başta kadın partisi ve kadın ideolojisi diye bir şey yoktu. Sadece kadın ordulaşması vardı. Ve bütün bunlar kadın ordulaşmasına dayanarak kuruldu ve gelişti. Başta kadın özgürlüğü ekseninde genel bir kimlik olarak şekillenen PAJK olmak üzere kadın adına onlarca hareket, parti, kongre bu ordulaşma sayesinde varlık kazandı. KJK ise bütün bu oluşumların genel sistemi olarak şekillenmiştir. Bêrîtan Cudî Bu yılki 15 Ağustos atılımı tam da yeni atılımların gündemde olduğu bir döneme tekabül etmektedir. Özgürlük Hareketi’nin gerillaları halkıyla beraber 15 Ağustos gibi tarihi bir hamleye başlıyor. Bu anlamıyla çok rahatlıkla 15 Ağustos güncelleniyor diye bir görüşü ileri sürebiliriz. Kuşkusuz bugün gündemde olan devrim hamlesi ruh olarak, karar, cesaret ve ısrar olarak 15 Ağustos hamlesinden farksızdır. 31 yıl önce alevlenen Kürt ateşinin dayandığı gerçeklik ile çıkışının nedenleri bugün de aynı gerçeğe dayanmakta ve aynı nedenle bu ateş alevlenmektedir. Benzer biçimde hedeflenen ve sonuçlanan zafer çizgisi de aynı istikrar ile devam etmektedir. Sadece ulaştığı kapsamda bir değişiklik var ve bu da küçük bir grubun başlattığı hamlenin bugün milyonların hamlesine dönüşmesindeki değişikliktir. İlk baştaki atılımda büyük imkânsızlıklar içinde sadece çekirdek bir grubun sahip oldukları APOCU ruh ile yönelmeleri söz konusuyken bugün büyük imkânlara kavuşup inanılmaz değişimler yaratarak özgürlük hamleleri geliştirilmektedir. İlk baştaki halkın kurtuluş gücü sadece bir propaganda biçiminde kendisini örgütlemişken bugün bu örgütlülük varlığını koruma özgürlüğünü sağlama formatına kavuşmuştur. Yine o çekirdek grup aşamasından bugün kitleselleşen bir düzeye ulaşmıştır. Yani sayıları birkaç kişiyi geçmeyen bir gruptan bugün itibariyle sayıları on binleri geçen bir ordulaşmaya gidildi. Bu ordulaşma sadece dağda gerilla ile sınırlı kalmadı. Rojava’da kitleselleşen bir halk ordusuna kavuştu. Diğer parçalarda ise daha şimdiden adına gizli ordu dedikleri veya yerel birlikler biçiminde şekillenen öz savunma adındaki halk ordulaşmasına büründü. Aynı gelişim seyrini kadın ordulaşmasında da görmek mümkündür. Birkaç kadında beliren direngen ruh bugün milyonlarca kadındaki direngen ruh olmuştur. Genç kızları ve analarıyla sürekli direniş halinde olunan bir seyir izlendi. Yine genel ordulaşmada görüldüğü gibi zorlu mesafeler kat edildi ve yürek isteyen badireler atlatıldı. Bu arada zorluklara inat eden ısrarlı ve kararlı duruş burada da belirginlik kazandı. Kuşkusuz söz konusu kadın olunca karşısında duran engellerin daha bir çoğalmakta olduğunu herhalde kimse inkâr edemez. İşte burada aşılmaz gibi görünen engeller için daha bir inat daha bir

inanç ve daha bir amaca bağlılık gerekiyordu. Bu vardı ve asıl kazandıran da kesinlikle bu öğeler olmuştur. Tabi ki kadın ordulaşması ARGK ordulaşmasının bağrında yetişti. Karşıt bir cepheden değil de ARGK yapılanmasıyla paralel ama daha özgün bir kurumlaşma olarak örgütlendirildi. Kadın bu ordulaşma içinde farklılığını koruma amaçlı ayrı örgütlendirilirken kendisine büyük görevler bahşedildi. Tabi bu aynı zamanda genel tarih gidişatında ister ezilenlerin olsun ister egemenlerin olsun her zaman varlığını koruyan erkek ordulaşmasına karşın büyük bir cevap ve kendi çapında alternatif bir oluşumdu. Şu ana kadar genel kadın özgürlük tarihinde bildiğimiz kadarıyla 15 Ağustos atılımına iki kadın arkadaş katılmıştır. Daha sonrasında şehit düşen bu her iki kadın arkadaş, ardında neler bırakacağının heyecanı ve inancıyla bütün sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Bunlardan biri Hilvan’da halk oylamasında arkadaşların da destekledikleri ve Kürdistan’da ilk belediye encümeni olarak görev alan Dürre ananın kızı Hanım Yaverkaya idi. Diğeri ise 91’de şehit düşen Hatice Keser arkadaştı. Tabi nasıl ki 15 Ağustos için ilk önce beyinde yaratılan karakollara ilk kurşun tanımı getiriliyorsa aynı şekilde kadın

33


Özgür Halk

arkadaşların katılımı da o güne kadar hep erkeğin elinde silah bulunmasına alışılan zihniyete bir kurşun biçiminde sıkılarak cinsiyetçiliğin yıkımına katkıda bulunmuştur. Kadın katılımı bir yandan büyük bir hayranlık kazanırken öte yandan da “bunlar bunca erkek arasında ne geziyor, kadınlar mı ülkeyi kurtaracak” gibi güvensiz yaklaşımlara da maruz kalınıyordu. Onun için ilk başta erkek arkadaşlar kadın gerillalara “xuşkê” yani kız kardeş hitabıyla çağırıyorlar. Bugün bile gerillalar için “xuşk u bıra” yani kardeşler denilmesinin bir nedeni de buna dayanmaktaydı. Kadın arkadaşlar sırf halkın gözünde farklı algılanmaması için nereye gitse o yörenin adetine uygun bir yaklaşımı esas almaktaydı. Hatta ilk baştaki kefiye meselesi de buradan kaynaklanmaktaydı. Birer veya ikişer kişi olarak erkek arkadaşların mangaları üzerine dağıtılan kadın arkadaşlar ne yapılması gerektiğini bilememenin sıkıntılarını yaşıyorlardı. Bir arkadaşın parti tarihi dersinde dediği gibi büyük Azime arkadaş aylarca erkek arkadaşlarla birlikte olduğu için depo üzerine giderken saçlarını açıp dans ettiğini görünce kadın arkadaşların her şeye rağmen kendilerini orada yabancı görmesini büyük bir üzüntü ile karşılayarak duygulandığını ifade etmişti.

Ağustos 2015

Bu ordulaşma ilanı yapılmasına yapılmıştı. Ama bütün ilklerde görüldüğü gibi burada da büyük sancılar yaşandı. Yoksa başından beri hemen kabul görülen, direk ve pürüzsüz biçimde pratikleşen bir durum söz konusu değildi. Özellikle de o süreçte feodalliğin hakim olduğu bir ortamda kadın arkadaşlar doğal olarak varlığını göstermek için kendilerini ispatlama gibi bir mantığa yöneldiler. Kendini ispatlama aslında üstü örtülü bir cins savaşımıydı. Bilinçsiz biçimde erkek karşısında varlığını koruma amacını güdüyordu. Ve o olmasaydı belki de kadında o kadar inat, ısrar ve askeri yaşama olan o büyük tutku gelişemezdi. Tabi bu arada bu mantıktan çıkan yaklaşımların dezavantajları da belirginleşmeye başladı. Bu durumda kadın kendini ispatladıkça kendi gerçekliğinden sıyrılıyor ve erkeğe benzeşme yönü daha çok ön plana çıkıyordu. Bu konu ilk olarak Rêber APO tarafından fark edilerek ordulaşmaya erkek tarzında değil de kadın rengi ve kadın tarzında nasıl katılacağının somut perspektifleri verilmeye başlandı. Bu perspektiflerle beraber kadın arkadaşlar bilinç kazandıkça, özellikle de savaştaki varlığı için ağır bedeller verdikçe ve tecrübe kazanıp artık her şeyinin erkeğin onayından geçme gibi bir dertleri kalmadıkça yine kadın kendisi olmaya başlayınca kendini ispatlama gibi bir mantığı da aşmış oldular. Bu gelişimle beraber artık kadın kendi kimliğiyle özgün örgütlemeye doğru yol alıyordu. O süreçlerde erkek arkadaşlar kadının savaştaki konumuna hem güveniyor hem de güvensiz yaklaşıyordu. Genel anlayışları şuna dayanıyordu; “Kadın savaşta çok cesaretli ama savaş koordineliğini ve yönlendirmesini yapamaz. Kadın denileni çok iyi uygular ama taktikten anlamıyor. Kadın çok fedakâr örgüte çok bağlı ama çoğunlukla fiziki olarak zorlandığı için savaşta yük oluyor, gücümüzü ağırlaştırıyor ve engelliyor” gibi anlayışlar çok yaygındı. Savaşta güçlü olmasının tek boyutunu da ancak ve ancak fiziki güçte arayan erkek egemenlikli yaklaşım ve bunu besleyen geleneksel kadın anlayışları azımsanmayacak boyuttaydı. Bu anlayışı fiziki olarak çok zorlanıp da ama buna rağmen bir savaş dehası olan Zilan arkadaş kırmıştır. Ne tesadüf ki AGİT arkadaş da düztaban olduğu için fiziki zorlanması vardı.

Rêber APO 1 Aralık 93’te Kadın Ordulaşması’nı ilan etti Kadın arkadaşların gittikçe halk nezdinde sempati kazanmasıyla katılımlarda bir çığır açıldı. Bu arada yetkin olan bazı kadın arkadaşlar savaşta karma komutanı olabiliyordu. Ama bu tek tüktü ve genel bir sisteme kavuşmamıştı. 90’lı yıllarda Van’da Zinnet Karaaslan (Berivan) arkadaş düşmanın eline sağ geçmemek için kendisini apartmandan atması karşısında Rêber APO Berivan arkadaş için “seçkin bir örnektir eğer bir kadın bunu yapabiliyorsa demek her şeyi yapabilir” demiştir. Ve devamla “o kadının siyasal ordulaşmasını yarattı sıra kadının askeri ordulaşmasına geldi” diyerek aslında kadın ordulaşmasının ilk işaretlerini vermiş oldu. Tam da bu dönemlerde Beritan arkadaşın da kendisini zılgıtlarla ve sloganlarla uçurumdan atarak özgürlüğe doğru kanatlandırmasının gerçeği karşısında Rêber APO bu değerli şehit anıları için 1 Aralık 93’te kadın ordulaşmasını ilan etti.

34


Özgür Halk Ama savaş kahramanlığını o gerçekleştirdi. Aynı şekilde Zilan arkadaş da savaşın fiziki bir olay olmadığını ve savaşın her şeyden önce bir irade, istem ve inanç olduğunu hücrelerine kadar hissetti ve hissettirdi. Tabi bu eylemin anlamını en çok değerlendiren ve ideolojik olarak bu çıkışın hakkını veren Rêber APO değerlendirmeleri oldu. Burada en çok da “kadın savaştan anlamaz” diyen ve kadına yük gibi bakan geri anlayışları bu eylemle beraber büyük bir şiddetle karşı koyarak mahkûm etti. Bu temelde herkesi bu temelde kadının yaratığı değeri sahiplenmeye ve saygı duymaya çağırdı. Nasıl ki Kürt için yapamaz, edemez kendisini sahiplenemez denildiyse bu makûs talih kadın için de biçilmişti. Olmaz ve yapamaz denilen yerde 15 Ağustos bu yapılamaz denileni yapılabilinir hale getirdiyse aynı şekilde kadın ordulaşmasında da “olamaz, yapamaz” denilen bakış silinmeye başlandı. Yürek ve beyinde yaratılan tereddüt ve korku içerikli o duvarlar nasıl ki ilk mermilerle yıkılmışsa kadında da var olan korku ve tereddütler güvensizlik adına yaratılmış her bir şey kadın ordulaşması ile yıkılmaya başlandı. Her bir mermi yürekte yaratılan her bir korkuyu alıp götürdü. Böylece korku yerini cesarete bıraktı. Yine yapılamaz denilen yerde iradeli bir ısrar belirmeye başlandı.

Ağustos 2015

esas olarak duruyordu. Kadın ordulaşması birçok şeyin garantisi ve temeliydi. Ama kadın adına insanlık adına bu ordu savunacaksa da neyi savunacağı savaşımının neye hizmet ettiğini bilmesi ve onun için daha da büyük savaşması için kadın partileşmesi ve ideolojisine ihtiyaç vardı. Bundan sonra kadın adına yaratılan tüm projeler ve yapılanmalar kadın ordulaşmasının eseri oldu. Nihayetinde ordulaşmanın kendisi de bu ideolojiye hizmet edecek bir gerçekliğe sahipti. İşte bu anlamda kadın ordulaşmasının getirisi büyük oldu. Bu konuyu tekrar özetlemede fayda var. İlk başta kadın partisi, sistemi, kadın hareketi ve kadın ideolojisi diye bir şey yoktu. Sadece ve sadece kadın ordulaşması vardı. Ve bütün bunlar kadın ordulaşmasına dayanarak kuruldu ve gelişti. Başta kadın özgürlüğü ekseninde genel bir kimlik olarak şekillenen PAJK olmak üzere kadın adına onlarca hareket, parti, kongre bu ordulaşma sayesinde varlık kazandı. KJK ise bütün bu oluşumların genel sistemi olarak şekillenmiştir. Kadın ordulaşmasıyla başlayan ve bugün kadının konfederal sistemine kavuşan özgürlük hareketinin düzeyi, kapsamı ve niteliği gittikçe büyümüştür. Özgürlük savaşçıları arttıkça özgürlük savaşımı da şiddetlendi. Böylece 15 Ağustosta başlayan atılımın kendisi de çoğaldı ve hamlelerin ardı arkası kesilmedi. Son olarak Çiçek Bo-

Kürt Kadınının Rönesansı 15 Ağustos Atılılımı Aynı şekilde kadın üzerinde musallat olan o anlamsız tabular kadın ordulaşmasıyla beraber yıkıldığı gibi kadına hor- hakir bakan anlayış ve tutumlar da değişmeye başladı. Yine güncel olarak kapitalist modernitede kadına mal gibi bakan ve sadece bedensel bir varlık gibi yaklaşan tutumlar da sadece ve sadece bu özgürlük mekânlarında aşılmıştır. Tabi bu kadının Rönesans’ı oluyordu. Buna öncülük eden ilk kadın arkadaşların hepsi de geleceği öngören birer özgürlük kâhinleriydiler. İlk kadın şehidimiz olan Beşê Anuş arkadaşa bir gün bir erkek arkadaş esprisiyle takılır “Heval Besê ben bir oğul babasıyım hiç olmazsa ben şehit düşsem ardımda bir oğlum var ve silahımı yerde bırakmaz gelip babasının yolunu takip eder ama senin çocuğun olmadığı için seni kimse takip etmez” dediğinde, Besê arkadaş “seni bir kişi takip eder ama ben inanıyorum ki binlerce kadın bizi takip eder” diyerek geleceğe olan inancını ve heyecanını dillendirdiği kadar aslında o zaman isimlendiremediği kadın ordulaşmasını ima ediyordu. İşte bu biçimde ilk şehit arkadaşlar Kürdistan’ın derinliklerine bir kök saldılar. Bu kök yeşerdi fidan oldu çiçeklendi sonra meyveye durdu. Bu meyvelerden yüzlerce tohum etrafa saçılarak tekrar kök oldular ve yeşerip binlere döndüler. Böylece her biri yüzlerce tohum olarak binlere ulaştı milyonlaştı. Buna benzer yüzlerce örnekle kadın ordulaşması büyük zorlukları göğüsleyerek bazı gelişimleri kat etti ve bu şekilde hak ettiği konumu kazanmaya başladı. Tabi tek başına ordulaşmanın gelişimi kadının her yönüyle gelişimini karşılamıyordu. Kuşkusuz gelişim için bu büyük bir çıkıştı ama tek başına yetmiyordu. Ve farklı çıkışlarla bu gelişim desteklenmeliydi. Bu esasta kadın hareketi ve partileşmesinin geliştirilmesi kadın özgürlük mimarı olan Rêber APO için olmazsa olmaz bir

Zilan arkadaş savaşın fiziki bir olay olmadığını ve savaşın irade, istem ve inanç olduğunu hücrelerine kadar hissetti ve hissettirdi. En çok da “kadın savaştan anlamaz” diyen anlayışları mahkûm etti tan ve Rubar Kamışlo hamlesi bunların birer devamıydı. Kürdistan devriminde bu hamleler kol kola vererek devrim yolunu ördüler. Dağları yüreklerine sığdırmış dağ yürekli güzel insanlar, devrim coşkusu ile canla başla çalıştılar. Onların sözleri ve yaşamları birer kutsal kitaba dönüştü. Lakin daha önceleri bu topraklarda sözler lal olmuştu. Sözler ya boğazlanmış ya da diller gemlenmiş konumdaydı. Dıştaki baskılar o kadar çoktu ki insanlar kendi içindeki sözleri bile bastırır konuma gelmişlerdi. Özgürlük savaşımıyla beraber kadının özgürlük çığlıkları bugün güneş ülkesinin semalarında yükselmeye başladı. Genel anlamda savaş sürükleyicidir. Mücadelenin kendisi insanda canlanma yaratıyor. En çok da kadının mücadeleye sarılıyor olması çok anlamlı bir gelişmedir. Kuşkusuz tarih sahnesinde kadın birçok mücadele içerisinde yer almıştır. Ama bu sefer direk içinde yer aldığı, ona öncülük misyonunun atfedildiği ve kendisi için, kendi adına mücadele ettiği bu savaş tarifsiz bir coşku ve uyanış yaratıyordu kadında... Bu gelişimle beraber özgürlük arayışı ve özgürlük ruhu bir yaşam felsefesi haline geldi. Kürdün dirilişi olarak tanım kazanan 15 ağustos hamlesinin getirisi olan kadın ordulaşması da bir kadın dirilişi olarak hayat buldu. Kadın öz savunma birlikleri Tabi halkın ordulaşmasıyla beraber kadın ordulaş-

35


Özgür Halk ması düzeyinde de bir zirveleşme yaşanmıştır. Daha şimdiden gittikçe evrensel bir kimlik kazanmaya aday bir gelişimi kendisinde barındırmaktadır. Evrensel alanda tanınan ve sempati kazanan bir güç aynı zamanda örnek alınan güç kazanılan ve ilham edinilen bir olgu olarak vuku bulur. Zaten evrenselleşme ifadesi bu gerçeklikten yola çıkılarak kullanılıyor. İşte bu yüzden bu gerçeklik itibariyle bugün YJA STAR ve YPJ dünyanın gündemine oturmuştur. Dikkat çeken sadece bir halkın kurtuluşunda yer alan kadınların varlığı değildi. Asıl dikkat çeken bu kadınların bir ideolojiye sahip olup kadın sorunları başta olmak üzere toplum sorunlarına karşı duyarlı ama alternatif sahibi bir hareket olmasındandı. Kadınların, büyük düşünce sonucu toplum için gerçekçi tahliller yapıyor olmasının yanı sıra çözüm gücünde de kendisine güvenilir olması ve bu gücü hiç çekinmeden bağımsız biçimde kullanıyor olması diğer insanları kendine çeken özellikleri olmuştur. Hatta bu kadar zengin fikirlerin olduğuna ilk tanık olan dıştaki kişiler hareketi-

Ağustos 2015

sa olsun bugün sadece tanınan değil etkinlik kazanan kadın özgürlük mücadelesinin kimliği şekillenmiştir. Özgür yaşam bir rüya bir hayal değildir Kadının özgürlük savaşımında ölüm ile yaşamın anlamları değişti hatta bazen her iki zıt gibi görünen kavram ya yer değiştirdi ya da bütünleşen bir içeriğe sahip oldu. Ölümün adı ölümsüzlük oldu çoğu zaman. Korkakça yaşayanlar ise her an ölümün o acımsı tadıyla yaşadılar. Tabi adına yaşam denilecekse… Demek ki bu mücadelede zıtların birlikteliği olarak bilinen diyalektik kuralına uyarak ölüm ile yaşam arasındaki o ince ama belirgin hat çizilmiş olundu. Öyle oldu ki bazen ölüm yaşamdan daha çok bir şeyler öğretiyor bizlere. Ölüm ile yaşamın gerçek bilincinde olanlar her ikisine de değer biçerek yaklaşırlar. Ve her ikisine amade bir hazırlıkla gerektiğinde anlamlı yaşam gerektiğinde ise anlamlı yaşamını bedel olarak verme tavrındadırlar. Çok uzun yaşamak diye bir şey yoktu yaşam kitaplarında. Onlara göre sadece bir an için bile olsa özgür bir yaşam soluğu birkaç yıl yaşamaktan daha değerliydi. Özgür yaşam ısrarı maddi olarak uzun ömürlü olmayabilir ama yüzyıllara dayanan bir şiarı barındırdığından manevi olarak ömrü sayılamayacak kadar uzundur. Bu öyle bir şey ki sadece bir anın içeriği yüzyıllara dayanan bir mücadele biçimine dönüşür ve hiç kimsenin bilmediği o kişilerin isimleri bir kahramanlık abidesi olarak diyardan diyara dolaşır olur. Artık özgür yaşam bir rüya ve bir hayal değildir. Yaşam bütün güzelliğiyle varlık kazandı. Bugün her şey özgürlük için bakıyor. Her şey özgürlük için deniliyor, her şey özgürlüğü dillendiriyor. Eller yumruklanmış, parmaklar zafer işaretinde, adımlar özgürlüğü arşınlama kararlılığında, gözler geleceğe odaklanmış... Dillerde zılgıtlar ve sloganlar çığlık çığlığa… Bugün Kürt kadınlarını kimse zapt edemiyor. Gün döndü gün kadından yana oldu. Devran kadınların devranıydı. Özgürlük mücadelesi ile Kürdün yaşam felsefesi çok renkli ve çekici oldu. Acı çeken bir halk ama özgürlüğü tatmış ve özgürlük yolunda her türlü mücadeleye hazır, öncü ve aktif bir halktır. Özgürlük için bedenini ateşe veren Berivan ve Ronahi arkadaşların eylemleri karşısında Rêber APO “özgürlük kolay olsaydı Berivan ve Ronahi kendini yakmazdı” demişti. Özgürlüğün kolay olmadığını biliyorlar ama özgürlüğü tatmış bir halk olarak özgürlük mücadelesinden de vazgeçemiyorlar. Artık özgürlük Kürdün yaşam felsefesi oldu. Bugün Agît, Beritan, Zilan, Erdal, Sımko, arkadaşların eylemi, fedakârlığı, bilinci, cesareti, vuruş tarzı ve ruhu mücadelemizin zafer çizgisine dönüşmüştür. Uzun soluklu bu mücadelede her ne kadar özgürlük yolu uzamış olsa da aslında bu yol daha bir derinlik kazandı ve böylece özgürlük çizgisi daha bir net kılındı. 15 Ağustos hamlesinden bir de kadınlar olarak çıkaracağımız dersler vardır. Bugün hamlelere öncülük eden binlerce kadın var. Ya da bugün kadınların kendisi hamle yapar konuma eriştiler. YJA STAR, YPJ ve HPJ bunun eseridir. Agit ruhunda yiğit olan kadınlarımız kendisini Çiçek Botan, Rojin Gewdalar ve Deniz Fıratlar şahsında yenilmez kılmıştır.

İlk şehit arkadaşlar Kürdistan’ın derinliklerine bir kök saldılar. Bu kök yeşerdi fidan oldu çiçeklendi sonra meyveye durdu. Bu meyvelerden yüzlerce tohum etrafa saçılarak tekrar kök oldular ve yeşerip binlere döndüler mizi eleştiriyorlar. “Neden bu kadar büyük bir zenginliğe sahip olmanıza rağmen kendinizi iyi yansıtmıyorsunuz” diye eleştiri alıyoruz. Yine de yansıdığı kadarıyla Kadın Özgürlük Hareketi’nden faydalandıkları ve ilham aldıkları birçok konunun olduğunu söylemekten çekinmiyorlar. Örneğin kadınların öz savunma boyutu bayağı ilgi çekti. Burada kadın daha örgütlü bir güce eriştiklerinden buna karşı erkeğin baş edemediğini öğrendiklerinden dünyada birçok yerde kadının öz savunma birlikleri oluşturuldu. Meksika ve Afganistan başta olmak üzere birçok yerde kadınlar, erkek egemenliğinin geliştirdiği saldırılara ve taciz ile tecavüze karşın kendilerini korumak için kendi öz savunma gücünü oluşturdular. Bu aşamadan sonra dünya, kadın özgürlük hareketini dikkatle izlemektedir. Çünkü bu harekette kendi kurtuluş çizgisini görüyorlar. Bugüne kadar dünya iki defa kadın devrimine tanıklık ediyor ve her ikisinin de altın hilal kavisinde yaşanıyor olması Kürt kadınları olarak bize büyük bir gurur veriyor. Neolitik dönemde de Mezopotamyalı kadınların öncülükleri vardı şimdi de Mezopotamya kadınlarının evrensel boyutta bir öncülük konumu var. O bakımdan öncülük misyonuna sahip olmanın gururu ama ağır yükümlülüğü altında olduğumuzu belirtmek isterim. Sara arkadaş da evrensel çapta bir kimliğe sahip oldu. Ama Sara arkadaş biraz da bireysel olarak –kuşkusuz bu da örgütsel bir kimliğe dayanıyordu ama görünürde olduğu kadarıyla- tanındı ve kendi bireysel savaşçılığının yaratığı sembol kimliği yoluyla hareketi tanıtırdı. Son dönemde ise özellikle de Kobani ve Şengalde tanınan kimlik daha çok kadının örgütsel kimliğiydi. Ne olur-

36


Özgür Halk

Ağustos 2015

AKP Faşizmine Karşı Demokratik Özerklik Çatışmalı duruma son vermek ancak demokratik özerkliğin geliştirilmesiyle mümkündür. Yoksa “çatışmalar dursun” demekle durmaz. Buna yol açan nedenler siyaset tarafından çözüme kavuşturulurs çatışmalar durur. Bunun için de AKP’nin faşist dayatmalarına karşı herkesin demokratik özerkliği inşa etmesi, demokratik öz yönetimleri dayatması gerekir. Doğru tutum ve gerçek çözüm sadece budur Kerim Nuda Yeni hükümetin kimlerden oluşacağı tartışmasıyla girdiğimiz Temmuz ayından yeni bir savaşla çıktık. Şimdi doludizgin giden yeni bir savaş yaşanıyor. Düşük AKP Hükümeti 30 Ekim 2014 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısının kararlaştırdığı topyekûn özel savaş saldırısını her alanda başlatmış bulunuyor. Kürt demokratik siyasetine dönük siyasal soykırım operasyonları ile PKK’ye yönelik hava saldırıları çok yoğun bir biçimde sürüyor. Tabi tüm bu saldırılara karşı Kürtlerin ve demokratik güçlerin de yoğun bir direnişi gelişiyor. Söz konusu hava saldırıları ve askeri operasyonlara karşı gerillanın her alandaki eylemlerinde gün geçtikçe artış oluyor. Kürt gençliği ve halk ise siyasal soykırım operasyonlarına karşı barikatlar kurarak ve hendekler kazarak direniyor. Söz konusu savaş durumunun nereye varacağı ve nasıl sonuçlanacağı ise henüz kestirilemiyor. Bu konuda ilk sarsıcı saldırı 20 Temmuz günü gerçekleşen Suruç katliamı ile geldi. Öyle ki, bu saldırı hemen 5 Haziran Diyarbakır katliamı, Adana ve Mersin HDP il binalarının bombalanmasını ve Kobanê katliamını çağrıştırdı. AKP hükümeti bu durumu “DAİŞ saldırıları” olarak tanımlayıp sözde DAİŞ’in üzerine gidiyormuş gibi bir izlenim verse de, demokratik kamuoyu söz konusu saldırıların DAİŞ maskeli AKP katliamları olduğunu tespit etmede gecikmedi. Bu temelde biraz da panikleyen Ahmet Davutoğlu Hükümeti önce “DAİŞ’e karşı savaş” adı altında ve ABD ile görüşmelere dayalı olarak yeni bir süreç geliştirmek istediyse de, bunun da çürüklüğü ve dolayısıyla inandırıcı olamayacağı daha başından belliydi. Böylece süreci daha fazla maskeleyemeyen AKP Hükümeti, son noktayı “DAİŞ’e, PKK’ye ve DHKP-C’ye karşı ortak operasyon” tanımlamasıyla koydu. Fazla gecikmeden de bu tanımlamaya dayalı olarak 24 Temmuz siyasi ve askeri saldırısını başlattı. Böylece DAİŞ’i gösterip PKK’yi vurma süreci başlamış oldu. Bu temelde bir yandan HDP Eşbaşkanlığı çok yoğun bir psikolojik baskı altına alınırken, diğer yandan her gün onlarca kişiyi tutuklayan yeni bir siyasal soykırım operasyonu süreci başladı. Buna paralel gece-gündüz savaş uçaklarının asker-sivil ayrımı yapmayan yüzlerce sortilik hava saldırıları devreye girdi. Güney Kürdistan’ın kuzey hattındaki geniş dağlık bölgeden oluşan Medya Savunma Alanlarına yönelik öfkeli hava saldırıları dokuzuncu günde Kandil’in Zergelê Köyündeki sivil halkın bombalanmasıyla yeni bir aşama kazandı. Kürt yurtseverlerinin ve demokratik güçlerin tutuklanmasına karşı demokratik özerklik çizgisinde gelişen direniş ise Ahmet Davutoğlu Hükümetini yeniden çok ciddi bir biçimde düşünmek zorunda bıraktı. AKP saldırılarının ikinci on gününe girerken durum son

derece karmaşık ve de kararsız görünüyor. Hükümetin yalan açıklamalarının ve AKP basınının çok ağır bir psikolojik savaş bombardımanının etkisi altından kurtulmaya başlayan toplumsal kesimler ve demokratik kurumlar “Ne oluyor ve nereye gidiyoruz?” sorularını sormaya başlamış bulunuyor. Düşük AKP Hükümetinin bir oldubitti ile başlattığı topyekûn saldırının giderek kendi ayaklarına dolanacağı anlaşılıyor. DAİŞ’i Koruma ve Kurtarma Savaşı AKP Hükümetinin 24 Temmuz’da PKK’ye karşı başlattığı topyekûn saldırının her şeyden önce bir DAİŞ’i koruma ve kurtarma savaşı olduğu gerçeği artık herkes tarafından anlaşılır hale geliyor. Çünkü, bu durum YPG-YPJ güçlerinin Gırê Sipi’yi özgürleştirmesi ardından gündeme geldi. Rojava savunma güçlerinin bu temelde Cereblus’u ve Rakka’yı tehdit eder hale gelmesi AKP Hükümetinde çok ciddi bir panik durumuna yol açtı. Bu temelde yürütülen çalışmalar ve savrulan tehditler bilinmektedir. Başta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu olmak üzere AKP sözcüleri ve hükümet yetkilileri YPG-YPJ güçlerine yönelik ağır tehditlerde bulunmaya başladılar. Bu çerçevede TSK birliklerinin Suriye sınırına sevk edilmesi süreci gelişti. Yeniden çok yoğun bir biçimde “tampon veya güvenlikli bölge” tartışmaları ve ordunun Suriye’ye gireceği sözleri tartışılmaya başlandı. Bu askeri hareket ve tehditlerin esas amacının koalisyon güçlerinin Fırat’ın batısındaki DAİŞ mevzilerini vurmasını engellemek ve böylece DAİŞ’i korumak olduğu açıktır. Tabi açıktan DAİŞ diyemediği için de her fırsatta Türkmenlerin durumu öne çıkarılıyordu. Bu temelde bir yandan açık tepki gösterilirken, diğer yandan ABD ile yürütülen gizli görüşmelerde anlaşmaya varılarak, sözde DAİŞ’ e karşı savaş açma adı altında esas olarak DAİŞ korumaya alınmış oluyordu. AKP Hükümeti böyle süreci kolaylıkla geliştirince, madem ki bu biçimde başardım, o halde bunu daha da ileri götürerek PKK’yi darbeleme sürecine dönüştüreyim hesabı yaparak söz konusu 24 Temmuz topyekûn saldırısını başlattı. Oyun tam oynanmış ve tezgah tam kurulmuştu. “DAİŞ’e karşı savaşıyorum” denerek PKK’ye karşı siyasal ve askeri boyutlu yeni bir savaş başlatmak mümkün olmuştu. AKP’nin kaşla göz arasında geliştirmeye çalıştığı işte bu oldu. Ve bu temelde herkes henüz ne olduğunu bile anlamadan binlerce kişiyi yeniden zindanlara doldurarak, Medya Savunma Alanlarına yönelik de Türkiye tarihinin en kapsamlı hava saldırılarını gerçekleştirdi. Fakat olay üzerinden bir hafta-on gün geçtikten ve AKP’nin topyekûn saldırısının sonuçları ağır bir yük olarak ortaya çık-

37


Özgür Halk maya başladıktan itibaren toplum ne oluyor diye uyanmaya başlamış bulunuyor. Herkes durduk yere ve birden bire “Yeniden neden PKK ile savaşa girildiğini” soruyor. Toplumun örgütlü kesimleri geçmişte adı çok söylenen “Çözüm sürecine” ne olduğunu sorguluyor. Tüm demokratik güçler, aydınlar, sanatçılar, sivil toplum örgütleri, akil insanlar grubu, kısaca neredeyse toplumun çoğunluğu AKP’nin yeni savaş politikalarına karşı çıkıyor. HDP’nin “Size savaş yaptırmayacağız” kararı toplumda yoğun bir taraftar topluyor. Bu biçimde düşük AKP hükümetinin mevcut topyekûn savaş politikasını yürütmesi çok zor görünüyor. AKP’nin DAİŞ’i koruma ve kurtarma savaşına dış kamuoyundan tepki çok daha fazla geliyor. DAİŞ’e karşı mücadelede oluşmuş koalisyonun bütün güçleri AKP’nin Kürtlere karşı saldırılarına açıkça karşı çıkmış bulunuyor. Olayın arkasındaki güçlerden olan ABD ve NATO bile AKP saldırılarına şartsız destek vermiyor ve birçok kayıt koyuyor. AKP’ye destek veren tek güç Güney Kürdistan’daki KDP çevreleri oluyor ki, bunların da tek başına AKP’yi kurtarması mümkün değildir. Tersine AKP-DAİŞ ittifakına eklemlenmek KDP için de çok zorlayıcı olacaktır. AKP Hükümetinin geçmişte yaptıklarını tekrarlarcasına günümüzde de PKK’yi vurması artık öyle kolay değildir. Ortadoğu’nun ve dünyanın tüm demokratik güçleri günümüzde faşist DAİŞ belasıyla uğraşmaktadır ki, DAİŞ’e karşı tutarlı savaşan ve zafer kazanan tek güç de PKK’dir. Dolayısıyla PKK’ye vurmanın günümüzde DAİŞ’i korumak anlamına geldiğini artık herkes görmekte ve bilmektedir. Bu nedenle AKP’nin topyekûn özel savaşının eskisi gibi destek bulması imkânsızdır. DAİŞ faşizminin Şengal’de giriştiği Êzidi Kürt soykırımının birinci yıldönümü oluyor. Tüm demokratik insanlık gibi biz de Şengal katliamını bir kez daha nefretle kınıyor ve katliam şehitlerini saygıyla anıyoruz. DAİŞ’in Şengal’de yaptıklarının anıları daha taptaze duruyor. DAİŞ’e karşı kahramanca direnerek insanlığı 21. Yüzyılın başında yeni bir soykırım lekesinden kurtaran PKK gerillalarının yaptıkları insani mücadeleyi de henüz hiç kimse unutmamış bulunuyor. Bu temelde dünyanın tüm demokratik güçleri PKK’yi DAİŞ faşizmine karşı insanlığın kurtarıcısı olarak görüyor. Gerçek böyle iken, Ahmet Davutoğlu’nun “PKK Terörüne karşı savaşıyorum” demesi kimi ikna eder? Şimdiye kadar herkes AKP’nin DAİŞ’e destek verdiğinden kuşku duyuyor ve Türkiye’yi bu temelde eleştiriyordu. Şimdi artık bu son PKK savaşıyla birlikte AKP’nin DAİŞ’e desteği açıkça kanıtlanmış oldu. Dolayısıyla artık herkes nazarında AKP hükümeti DAİŞ ile birlikte anılacaktır. Ahmet Davutoğlu Hükümeti Türkiye’yi işte böyle bir kara leke içine sokmuştur. Dolayısıyla Türkiye’yi insanlık suçu kapsamındaki bu kara lekeden kurtarmak için bir gün bile gecikmeden AKP’den kurtarmak gereklidir.

Ağustos 2015

resi yok. Çünkü zihniyet ve siyaset olarak demokratik değil. Başbakan Ahmet Davutoğlu öyle bir eda içine giriyor ki, önceki hükümetler başaramamış olsa da ben başarırım tutumu sergiliyor. Bunun her şeyden önce hocasına bir saygısızlık olduğunu belirtmeye bilmem ihtiyaç var mı? Kendisini Sultan Abdulhamid’e benzeten koskocaman Tayyip Erdoğan’ın yapıp da başaramamış olduğunu, bu sefer Ahmet Davutoğlu’nun “Ben başarırım” diye ortaya çıkması ve sözde başarmaya çalışması anormal değil mi? Dahası bu konuda yakın geçmişin çok daha iddialı ve de acımasız kişilikleri de bu işe el atmış, ama sonuç alamamıştır. Örneğin 12 Eylül faşist cuntasının başı Kenan Evren, neredeyse alçak dağları ben yarattım edasıyla bu işe girişmiş olmasına rağmen sonuç alamamış ve sonuçta neredeyse yuhalanarak mezara gitmek zorunda kalmıştır. Yine 1990’lı yılların Tansu Çiller’i, Mehmet Ağar’ı ve Doğan Güreş’i vardır ki, kontrgerilla savaşında hiçbir ölçü tanımayan bu ekip bile ülkenin ve toplumun tüm imkânlarını kullanmasına rağmen ciddi bir sonuç elde edememiştir. Peki, gerçek bu iken, şimdi siyasetten fazla anlamayan Ahmet Davutoğlu bu işi nasıl başarıya götürecektir? Herhalde götüremeyeceğini belirtmeye gerek bile yoktur. O halde başarılı olamayanın yok olması kuralı gereği bu işin sonunda Ahmet Davutoğlu hükümeti de yok olacaktır. İşte kendi mezarını kazmak bu biçimde ortaya çıkmaktadır. Bunu bile bile yapması ise, Ahmet Davutoğlu’nun ya siyasetten anlamadığını göstermekte ya da Kenan Evren’den daha fazla faşist-milliyetçi zihniyete sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Ahmet Davutoğlu Hükümetinin PKK savaşını ABD ile anlaşma temelinde başlatması ise bu işin daha vahim yanını oluşturmaktadır. Buna karşılık AKP Hükümeti ABD’ye ne vermiştir? Nedense bu durumu soran hiç kimse yoktur. Tersine AKP yardakçısı basın adeta bunu bir başarı gibi sunmaktadır. Öyle ya, üç almadan asla bir vermeyen ABD’ye, PKK’ye karşı topyekûn saldırı geliştirebilmek için neler verilmiştir? Bu sorunun herkes tarafından sorulması ve AKP hükümeti tarafından da cevaplandırılması gerekmektedir. Görünen o ki, 2007-2008 gibi bir süreçten geçilmektedir. ABD’nin Türkiye’ye dönük yeni bir operasyonu söz konusudur. İncirlik Havaalanını kullanmanın ABD açısından bu denli önemli olması mümkün değildir. Belli ki Türkiye yeni savaşlar içine çekilip bu temelde yeni siyasi operasyonlara tabi tutulacaktır. Bu operasyonun da herkesten önce Ahmet Davutoğlu hükümetini götüreceği açıktır. Belki Tayyip Erdoğan’ı demek daha doğru olur. Besbelli ki birilerinin siyasi ipi çekilmek üzeredir. Fakat arkasından nelerin geleceği belli değildir. AKP’nin özgür Kürt iradesini imha ve tasfiye politikasının, eğer değiştirilmezse Türkiye’yi parçalanmaya götüreceğini belirtmek kehanet olmaz. Gerçekler böyle olmasına rağmen, kendini çokbilmiş olarak sunan AKP yöneticilerinin bu durumu görememesi elbette düşünülemez. Eğer böylelerse, o zaman iktidar gözlerini kararttığı için böyledirler demek gerekir. Ama herhalde ABD’nin politikalarından yararlanarak kendilerinin başarılı olacağını hesaplamaktadırlar ki, bunun da çok zor olacağı açıktır. Bu anlamda AKP hükümeti sadece kendi mezarını kazan bir tutum içinde değil, adeta Türkiye’yi de uçuruma götüren bir yaklaşım içinde olmaktadır.

Kendi Mezarını Kazma Savaşı AKP’nin PKK’ye karşı başlattığı topyekûn özel savaşın iki önemli yanı daha bulunmaktadır. Birincisi böyle bir savaşın otuz beş yıldır sürdüğü ve hiç de yeni olmadığı, ikincisi ise söz konusu savaşın ABD ile görüşme ve anlaşma temelinde başlamış bulunduğudur. Bunların her ikisinin de AKP açısından adeta bir kendi mezarını kazma durumu olduğu tartışmasızdır. Tabi ülkemize de ciddi zararlar verecektir. Örneğin, söz konusu savaşın yakın tarihle bağını ele alalım. Ahmet Davutoğlu bu savaşı yeni bir politika olarak ileri sürüyor olsa da, söz konusu savaşın otuz beş yıldır devam ettiğini bu ülkede yaşayan herkes biliyor. Peki söz konusu otuz beş yılın sonucu ne? Çok açık ki çözümsüzlük ve de sorunların daha da ağırlaşması! Peki savaşı yürüten güçler açısından sonuç ne? Yine çok açık ki, bu savaş neredeyse şimdiye kadar on beş hükümeti bitirmiş. Hangi hükümet ki bu savaşı yürütmeye kalkmışsa gücünü tüketmiş ve sonu gelmiş. Peki Ahmet Davutoğlu bunları bilmiyor mu? Besbelli ki biliyor da başka ça-

Yanlış Strateji ve Çözümsüz Siyaset Peki bütün bunlar neden böyle olmaktadır? Çok açık ki yanlış strateji ve çözümsüz siyaset nedeniyle böyledir. Yanlış stratejiden kasıt Kürt karşıtlığı ya da Kürt düşmanlığı stratejisi olmaktadır. Strateji Kürdü inkâr ve imha temelinde olunca, siyasette Kürt düşmanı ve dolayısıyla çözümsüz olmaktadır. Cumhuriyetin en azından 1924’ten bu yana böyle yanlış bir strateji üzerine oturtulduğu tartışmasızdır ve bu gerçek bugün çok daha net bir

38


Özgür Halk biçimde açığa çıkmaktadır. Dolayısıyla cumhuriyet gerçek cumhuriyet olamamış ve demokratik bir yönetime kavuşamamıştır. Bu nedenle cumhuriyet hükümetleri hep antidemokratik ve savaş hükümetleri olmuştur. Ahmet Davutoğlu Hükümetinin yaptığı da bu geleneksel strateji ve siyaseti izlemek olmaktadır. Buradaki yanlış kavramı da şüphesiz tartışmalıdır. Stratejinin yanlışlığı, aslında Türkiye’nin dış konjöktürüne ve iç toplumsal yapısına uygun olmaması anlamına gelmektedir. Bu nedenle cumhuriyet hükümetleri hep “Stratejik konum” üzerine siyaset bina etmeye çalışmışlar, ancak hiçbir zaman da doğruya ve çözümleyici olan siyasete ulaşamamışlardır. Çünkü cumhuriyete yedirilen strateji iç toplumsal yapıya uygun değildir. Türkiye’nin toplumsal yapısı çok dilli ve çok kültürlü bir yapıdır. Anadolu ve Mezopotamya tarihte hep kültürler mozaiği olarak anılır. Böyle bir mozaiğe ulus-devlet anlayışı temelinde tek ulus stratejisi giydirmek felâket demektir. Nitekim doksan yıldır ülkemizin yaşadığı da gerçek anlamda bu olmuştur. Başta Kürt sorunu olmak üzere diğer tüm toplumsal sorunlar buradan kaynaklanmıştır. Strateji değişmediği için de mevcut sorunlara bir türlü çözüm bulunamamıştır. Söz konusu yanlış strateji nasıl değişecektir? Kuşkusuz bu durum ancak tekçi, şoven-milliyetçi ve faşist zihniyetin değişmesiyle mümkündür. Tekçi Türk devlet ulusu zihniyetini aşıp çoklu Türkiye demokratik ulusu zihniyetini edinmek gerekir. Eğer böyle bir zihniyet değişimi olursa, o zaman mevcut “Kürt karşıtı” strateji de aşılır. Dikkat edilirse, mevcut haliyle devlet ve hükümetin stratejik duruşu Kürt karşıtıdır. Bu da siyasette Kürt düşmanlığı olarak hayat bulmaktadır. Devlet ve hükümetin bütün çabası içte ve dışta Kürtlerin herhangi bir kazanım elde etmesini engelleme üzerinde odaklanmaktadır. Oysa Kürtler mevcut Türkiye’nin en azından ikinci büyük toplumudur. Türkiye’yi çevreleyen doğu ve güney sınırı da dışarıdaki Kürtlerle çevrilidir. Mezopotamya Anadolu’nun Ortadoğu’ya açılan kapısıdır. Dolayısıyla Kürdistan’sız Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılması mümkün değildir. Stratejik derinlikten söz eden Ahmet Davutoğlu’nun bu tarihsel gerçekliği görememesi onun en büyük zihinsel zafiyetidir. Eğer Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı gibi yapılır da Kürt iradesini kırmak için devletin tüm imkânları Kürtler üzerine savaşa sevk edilirse, o zaman Türkiye’nin Anadolu’ya sıkışıp tüm Ortadoğu’dan kopması sonucu ortaya çıkar. Kuşkusuz bunları görmek ve bilmek zor değildir. Tekçi ulus-devlet zihniyetini ve stratejisini aşan biraz demokratik bilinç ve siyaset bu gerçekleri rahatlıkla görebilir. Bu anlamda Türkiye’ye hakim resmi zihniyet ve stratejide değişiklik zorunludur. Derler ya, bir musibet bin nasihattan yeğdir diye. Umarız ki mevcut savaş AKP ve diğer partileri akıllandırır da ülkemiz ve toplumumuz bu faşist milliyetçi anlayış ve politikalardan kurtulur! Yoksa Ahmet Davutoğlu Hükümeti de ülkemize ve toplumumuza felâketler yaşatmaya devam edecektir.

Ağustos 2015

kü Türkiye toplumu çok dilli ve kültürlüdür; dolayısıyla çok iradeli olmak zorundadır. O halde sorun Ahmet Davutoğlu ve onun gibi düşünenlerin zihniyetinde ve siyasetindedir. Çözüm için bu zihniyet ve siyasetin değişmesi zorunludur. Türkiye toplumunun çok dilli ve kültürlü yapısı, onu demokratik ulus olmaya zorlamaktadır. Ancak altta tüm diller ve kültürler kendi gerçekliklerini yaşarlarsa, o zaman üstte de bir Türkiye demokratik ulusu var olabilir. Bu da merkezden hegemonik bir yönetimi değil, alttan demokratik özerklik yönetimlerini gerektirir. O halde çare Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı gibi orduyu ve polisi harekete geçirip Kürtleri yok etmeye çalışmak değil, Türkiye demokratik ulusunu demokratik özerklik yönetimleri temelinde geliştirmektir. 7 Haziran seçiminde HDP’nin kazanmış olması ülkemiz açısından bu şansı ortaya çıkarmıştır. Bu gerçeği Ahmet Davutoğlu Hükümeti yok etmeye çalışmamalıdır. Zaten çalışsa da başaramaz! O halde mevcut çatışmayı sona erdirecek tek çare Türkiye demokratik ulusu zihniyeti ve demokratik özerklik yönetimidir. Demokratik özerklik yerelden her yerleşim biriminin kendi kendini yönettiği demokratik öz yönetime sahip olması demektir. Bu da köy, mahalle, kasaba, şehir gibi her düzeyde meclislerin örgütlenmesini ve toplumun her düzeydeki iradesinin meclislerde açığa çıkarılmasını ifade eder. Ahmet Da-

Merkezi yönetimin sınırlandırılması ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gerekiyor. Merkezi yönetimin güçlü olması faşizm, yerel yönetimlerin güçlü olması ise demokrasi demektir. vutoğlu Hükümetinin saldırılarına verilecek doğru cevap, her köyün, mahallenin, kasabanın ve şehrin kendi meclisini seçmesi, kendi öz yönetimini oluşturması ve demokratik özerklik temelinde öz iradesini beyan etmesidir. Eğer tüm köy, mahalle kasaba ve şehirler böyle yapsa AKP hükümetinin söyleyeceği bir şey kalmayacağı gibi, faşizmden kurtuluş da gerçekleşir. Kısaca merkezi yönetimin sınırlandırılması ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gerekiyor. Merkezi yönetimin güçlü olması faşizm, yerel yönetimlerin güçlü olması ise demokrasi demektir. Bu işe en başta kaymakam ve valilerin söz konusu ilçe ve illerdeki halk tarafından seçilmesi ile başlanabilir. Neden Türkiye’yi yöneten başbakan halk tarafından seçiliyor da, şehirleri ve kasabaları yöneten valiler ve kaymakamlar merkezden atanıyor? Onların da halk tarafından seçilmesi gerekmiyor mu? Mevcut haliyle sorunlar biraz da söz konusu vali ve kaymakamların durumundan kaynaklanıyor. Çünkü illerde bütün yetkiyi valiler, ilçelerde ise bütün yetkiyi kaymakamlar elinde tutuyor. Bu durumda halkın seçtiği yöneticilere hiçbir yetki bırakılmıyor. Geçmişte çok dile getirilen biçimiyle atanmışların seçilmişler üzerindeki egemenliği ortaya çıkıyor. Elbette bu biçimde demokratik yönetim olmaz. Demokrasi halkın kendini yönetmesi ise, bu da ancak temsilcilerinin özgürce seçimiyle gerçekleşir. O halde mevcut çatışmalı duruma son vermek ancak demokratik özerkliğin geliştirilmesiyle mümkündür. Yoksa “çatışmalar dursun” demekle gerçekte çatışmalar durmaz. Ona yol açan nedenler siyaset tarafından çözüme kavuşturulursa, işte o zaman çatışmalar yok olur. Bunun için de AKP’nin faşist dayatmalarına karşı herkesin demokratik özerkliği inşa etmesi, demokratik öz yönetimleri dayatması gerekir. Doğru tutum ve gerçek çözüm sadece budur.

Tek Çare Demokratik Ulus ve Demokratik Özerklik Başbakan Ahmet Davutoğlu, Kürtlere karşı başlattığı savaşın gerekçesi olarak “Başka hiçbir irade kabul edilmeyecektir” diyor. Ankara’dan otoriter-merkezi devlet otoritesini başta Kürtler olmak üzere tüm toplumlara dayatmaya çalışıyor. Ortada “terörizm” falan yoktur; tersine Türkiye’nin nasıl yönetileceği sorunu vardır. Başbakan Ahmet Davutoğlu tekçi merkezi yönetimi dayatmakta, Kürtler ise çoğulcu yerel yönetimleri, yani demokratik özerkliği istemektedir. Bu kadar sert çatışmaya yol açan gerçeklik işte bu kadar açıktır. Bu noktada hemen şunları belirtebiliriz: Birincisi Ahmet Davutoğlu’nun dayattığı zihniyet ve siyaset demokratik değildir; tersine tekçi, merkezi, hegemoniktir; dolayısıyla bu zihniyet antidemokratiktir ve faşisttir. İkincisi, bu zihniyet ve siyaset Türkiye toplumsal gerçekliğine uymamaktadır; çün-

39


Özgür Halk

Ağustos 2015

Kürdistan’da İşbirlikçilik, İhanet ve Komplo Tarihi:KDP KDP tarihini tarih Kürdistan’ın dört parçasında mücadelenin özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin gelişmemesi ve tasfiye edilmesi için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmanın tarihidir. Bu anlamda KDP tarihi bir ihanet ve işbirlikçilik tarihidir. Bunu salt bir propaganda, ajitasyon ve ideolojik mücadele olarak belirtmiyoruz. Bunu somut örnek ve tarihi belgeler ve anlatımlarla ortaya koymaya çalışacağız Sinan Şahin Kürdistan tarihi içinde ilkel milliyetçiliğin sembolü olan KDP’nin tarihi çok eskilere gider. Bu tarih özünde Kürt egemenlerinin ve ilkel milliyetçiliğinin tarihidir. Ancak bu ayrı bir anlatım ve yazım konusudur. Bu yazımızda Barzani ailesiyle başlayan KDP tarihini inceleyeceğiz. Göreceğiz ki bu tarih Kürdistan’ın dört parçasında mücadelenin özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin gelişmemesi ve tasfiye edilmesi için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmanın tarihidir. Bu anlamda KDP tarihi bir ihanet ve işbirlikçilik tarihidir. Bunu salt bir propaganda, ajitasyon ve ideolojik mücadele olarak belirtmiyoruz. Bunu somut örnek ve tarihi belgeler ve anlatımlarla ortaya koymaya çalışacağız. Amacımız yeni bir ulusal soruna veya parçalanmaya yol açmak değildir, aksine ulusal birliğe giderken yol temizliğini yapmak, temelleri daha sağlam atmaktır. Tarih aynasını kendimize tutmadığımız ölçüde özgürlük ve demokrasi eğilimini geliştirip güçlendirme, özgür yaşam arayışlarımız bir yana, bu konuda verilen bedeller dipsiz bir kuyuya atılmış olmaktan öteye gitmez. Nasıl ki, su üzerine yazı yazılamazsa, doğru bir tarih bilinci oluşturmadan da özgürlük yazılamaz. Yanlış tarihle doğru yaşanamaz. Zaten bundan dolayı Kürtler tarihe ‘mejü’ diyorlar. Yani hafıza diyorlar. Hafızalar temiz ve sağlam olmadıktan sonra özgürlük oluşmaz. KDP tarihini yazarken, son yüzyılı ele almaya çalışacağız. Yine her dört parçadaki oluşumları ve gelişmeleri incelemeye çalışacağız. Bununla iç tartışmaları, sıkıntıları yansıtmaya çalışacağız. Bunları işledikçe göreceğiz ki bu tarih bir komplo ve bir birini tasfiye tarihidir. Bu yüzden Kürdistan tarihinde KDP’nin rolü komplo ve tasfiyedir. Bu özelliğiyle dış güçlerin maşası olmaktan öteye gitmemiştir. Ya da tarihte geçen ve Truva’nın işgal edilmesine yol açan Truva Atı olmanın ötesinde bir rol oynamamıştır. Bundan şu sonuç çıkarılmamalıdır; KDP içinde olanların hepsi ajan ve işbirlikçidir, haindir. Hiç dürüst insan yoktur. Kürtler için hiç mücadele edilmemiştir sonucu çıkarılmamalıdır. Yüzlerce, hatta binlerce insan özgür Kürdistan inancıyla bu mücadeleye katılmış, yaşamını yitirmiş, şehit düşmüştür. Leyla Qasım gibi idamı göğüslemiştir. Anlatımımız veya sözümüz bunlara değildir. Bunlar tüm Kürtlerin, hatta insanlığın ortak değerleridir ve anılarına bağlı kalmak insan olmanın ilk şartı ve görevidir. Ancak bir çizgi olarak KDP’nin gelişmesi çok daha

farklıdır. İşte ele alacağımız durum bu çizgi durumudur. Ancak bildiğimiz anlamda KDP’nin tarihi Barzani ailesiyle başlar. Ailenin geçmişi çok fazla bilinmemektedir. Ancak bir şeyh ailesi olarak ortaya çıkmışlardır. Ailenin bilinen ilk şeyhi Tacettin Abdurrahman’dır. Şeyh, Hakkâri’nin Nehri bölgesinde okur ve Nehri şeyhlerinden icazet alarak Barzan mıntıkasına gelip yerleşir. Kısa sürede çevrede tanınan bir şeyh olur. Bu durum iki aile arasında rekabete giderek sıkıntı ve sorunlara yol açar. Bu sorunlar zaman zaman küçük çaplı çatışmalara bile dönüşür. Şeyh Tacettin’in kısa sürede böyle güçlenmesi ağa ve şeyhlerin baskısından kaçan köylülere kol kanat germesi, yapılan baskı ve zulümlere karşı durmasıdır. Bu durumdan dolayı birçok aşiret ve şeyhle çelişkilere düşer. Bunların başında gelenler de alanın büyük aşiretlerinden olan Zebariler ve Bradostiler’dir. Şeyh Tacettin öldükten sonra yerine kardeşi veya oğlu olan Şeyh Abdüsselam geçer. Ancak yaşanan çelişkilerden dolayı Abdüsselam Nehri şeyhlerinden icazet almaz. Kendi başına davranır. Bu durum Nehri ve alandaki diğer şeyhlerin de tepkisini çeker. Alanın şeyhleri bir birlik göndererek Abdüsselam’ı hizaya getirmek isterler. Şeyhlerin birleşik gücü karşısında tutunamayan Abdüsselam, daha fazla dayamaz ve Nehri şeyhlerine biat etmesine rağmen Mekke’ye sürgün edilmekten kurtulmaz. Bu sürgünden dolayı Şeyh Abdüsselam müritleri arasında adeta evliyalaştırılır. Şeyh Abdüsselam’ın oğlu Muhammed ve torunları II.Abdüsselam, Ahmet ve Mustafa Kürt tarihinde büyük etkileri olacaktır. Bilinen anlamda Barzanilerin tarihi bunlarla başlar. Müritlerinin şeyhlerine bağlılıkları fanatikçedir. Şeyhlerde müritlerinin bu durumundan istifade etmiş, onları her işe koşturmuşlardır. Özellikle de çevre aşiretlerle, diğer şeyhlerle çatışmışlardır. Zebari ailesinin kışkırtmaları sonucu Osmanlılarla da savaşmışlardır. Zebariler, kendi egemenliklerini geliştirmek, önlerindeki engelleri tasfiye etmek için Osmanlıları KDP’lilerin üzerine sürerek çatıştırmışlardır. Zebariler “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışıyla hareket emişlerdir. KDP’yi oluşturan temel güçlerden birisinin Zebariler olduğu göz önüne getirildiğinde onların bu özelliği KDP’ye de yansımış ve bir çizgiye dönmüştür. Bu durum neredeyse KDP’nin en temel özelliği olmuştur. Şeyh Abdüsselam, Osmanlılara isyan eder, ancak

40


Özgür Halk başarılı olamaz ve yenilir. Bunun üzerine İran Kürdistan’ına giderek Şikak aşiretine sığınır, ancak kimi aşiret üyelerince tutuklanarak para karşılığında Osmanlılara teslim edilir. Bir süre Osmanlılarda tutsak kaldıktan sonra 1916 yılında Musul’a getirilerek idam edilir. Bu durum Barzani ailesini çok etkiler. Çıkar ilişkileri için değişik kesimleri satmak temel bir politika haline getirir. Daha sonra KDP’nin gelişim sürecinde bu durumu göreceğiz. Şeyh Abdüsselam’ın idam edilmesinden sonra yerine kardeşi Ahmet şeyh olur. Zebarilerle çelişkileri ve çatışmaları devam eder. Ancak 1. Dünya savaşı yılları olduğu ve Irak’ı İngilizler işgal ettiklerinden kendi aralarındaki çatışmaları kısmen durdururlar. Çünkü İngilizler Akré kazasını kendi denetimlerine almak isterler. Oysa Akré hem Barzaniler için, hem de Zebariler için oldukça önemlidir. Bu durum iki kesimi de yakınlaştırır. Zaten daha sonra Şeyh Ahmet’in kardeşi Mustafa, Zebari aşiretinde bir kızla evlenerek iki aşireti birleştirir. Bu Kürt egemen sınıfları arasında çok rastlanan siyasal bir evliliktir. Böylece bu iki güç rakip olmaktan çıkıp bir olurlar. İngiliz işgali sırasında Şeyh Mahmut Berzenci isyan başlatır. Kısa sürede Zebariler ve Barzani’ler de isyana destek verirler. Ancak İngilizler isyancılara acımasızca yönelirler. Hava saldırılarıyla her yeri bombalarlar. Yerleşim yerlerini yakarlar, aşiretleri sürgün ederler. İngilizlerin baskısı yoğunlaşınca Zebariler ve diğer kimi aşiretler desteklerini çekerler. Böylece isyan bastırılır. Şeyh Mahmut Berzenci önce Hindistan’a sürgün edilir. Ancak Şeyh Mahmut yolunu bularak Hindistan’dan kaçıp Kürdistan’a döner ve isyan hazırlığına başlar. Ancak bu sefer tutuklanarak idam edilir. Lozan Konferansı sonrasında imzalanan anlaşmalarla Türkiye Irak sınırı netleşince Barzan denen mıntıka da İngiliz mandası altındaki Irak’ın denetiminde kalır. Şeyh Ahmet, kuzeydeki Şeyh Sait isyanından etkilenerek 1931-1932 yıllarında Irak merkezi yönetimine karşı isyan eder. Yılın sonunda isyan büyüyerek genişler. İsyanın böyle büyümesine İngiliz hava kuvvetlerinin desteğini alan Irak hükümeti müdahale eder. Ancak buna rağmen Şeyh Ahmet güçleri karşısında pek bir varlık gösteremez. Bunun üzerine İngiliz hükümeti bütün kuvvetini kullanır. Havadan yoğun bombardımanlar yapar. Şeyh Ahmet bir süre daha direnir, ancak başarılı olamaz. 1932 yılı yazında tamda bilinmeyen nedenlerden dolayı yanında kardeşi Mustafa Barzani olmak üzere güçleriyle Türkiye’ye sığınır. İngiltere’nin dayatmaları sonucunda Türkiye Ahmet ve Mustafa Barzani kardeşleri Irak’a teslim eder. Irak hükümeti de onları Behdinan’dan uzaklaştırarak Süleymaniye’ye sürgüne gönderir. Bu sürgün yıllarında Şeyh Ahmet ölür, yerine kardeşi Mustafa aşiret reisi olur. Bu dönemde Kürt aydınları arasında belli bir hareket ve canlanma olur. Mahmut Berzenci’nin yardımcısı olan Refik Hilmi ve kimi aşiret reisleri tarafından 1939 yılında Héwi Derneği kurulur. Bu dernek Kürt milliyetçiliğinin temeli olur. Mustafa Barzani Hêvî derneğiyle ilişki geliştirir. 1943 yılında Héwi derneğinin yardımıyla Süleymaniye’den kaçarak yeniden Behdinan’a, Barzan bölgesine gelir. Bölgeye yetişir yetişmez isyan hazırlığına başlar. Irak hükümetiyle yer yer çatışmalara girer. 1944 yılında Irak hükümetine karşı isyan başlatır. Oluşturduğu hafif ve hareketli peşmerge birlikleriyle Irak ordusuna karşı eylemler gerçekleşti-

Ağustos 2015

rir. Ancak Irak ordusu karşısında fazla bir varlık gösteremez ve sonuçta kaçarak 1945 yılında İran’a sığınır. Mahabad Kürt Cumhuriyetine kadar, İran Kürtlerinin gerçekleştirdikleri en büyük ayaklanma Simko ayaklanmasıdır. 1931 yılında bu ayaklanmanın bastırılmasıyla İran’daki Kürt hareketi sessizleşir. II. Dünya Savaşı’nı gerekçe gösteren İngilizler, 1941 yılında güneyden İran’ı işgal eder. Buna karşılık Sovyetler Birliği’de kuzeyden işgal eder. Bu işgalle Ortadoğu’nun denetimini sağlamak ister. Bunun içinde önce Azerbaycan’da Azerbaycan Demokrat Partisini kurar. Bu partinin bir benzerini İran Kürdistan’ında kurmak ister. Sovyet işgaliyle birlikte sessizleşmiş Kürt hareketlerinde de bir kıpırdama olur. Kürt aydınlarında bir kıpırdama olur. Bu girişimler sonucunda 16 Ağustos 1943 yılında Komele Jiyanewey Kürdistan (Kürdistan Diriliş Topluluğu), diğer adıyla KOMELA kurulur. Örgütün korucuları İran Kürtlerinden Abdurrahman Emini, Kasım Kadiri, Molla Abdullah Davudi, Kadir Müderrisi, Ahmed Alemi, Aziz Sindi ile Irak Kürtlerinden Mir Hac yer alırlar. Kısa sürede örgütlenir. Musul, Kerkük, Hewlér, Süleymaniye, Rewanduz ve Şaklawa’da şubeler açarlar. Süleymaniye’de kurulmuş olan Héwi örgütüyle ilişkilenerek karşılıklı dayanışma içine girerler.

Komela Ekim 1946 yılında kendisini feshederek İran Kürdistanı Demokrat Partisi (İ-KDP) adıyla çalışmalarını yürütür. Bu aynı zamanda İran KDP’sinin kurulmasıdır. Bu KDP tarihinin başlamasıdır. Kurucuların sınıfsal özelliklerine bakıldığında görülecektir ki ağırlıkta orta sınıftan gelenlerdir. Bunun yanında esnaflar, çiftiler, öğrenciler, memurlar ve az sayıda aşiret reisleri de yer almışlardır. Sovyetler Birliğinin ısrarı sonucu Qazi Muhammed’de örgüte katılır. Ancak aşiret reisi olmamasından dolayı Kürt egemen güçlerinden tepki görür. Özellikle aşiret reisi olmaması, şehirli, eşraf ve hanedan bir aileden gelmesi bu tepkilerin temel nedenidir. Bu yüzden kimi aşiretler cumhuriyetin kuruluşuna fazla sıcak yaklaşmamışlardır. Aşiretçi –egemen sınıf kendi çıkarlarını ulusun önünde tutma hastalığı doğası gereğidir, Kürdistan isyanlarında bu denli ağır yenilgi, ihanet ve işbirlikçilik aşiretçi-egemen sınıfın bu özeliğinde oldukça besleniyor. Rusya’nın desteğini alan Qazi Muhammed, kısa sürede KOMELA’nın en etkili kişisi olur. Yönetimi ele geçirir. Düşüncesine göre bir yapılanmaya gider. Komela düşüncesini giderek sosyalistleştirir. Sosyalist çizgi egemen olur. Yönetimde geleneksel güçlere yer vermese de onlardan tümden bağlarını da koparmaz. Ancak bu durum bu geleneksel güçler içinde ciddi bir rahatsızlığa yol açar. İşte KDP’nin oluşumuna giden yol bu rahatsızlıkla açılmıştır. İran, ikinci dünya savaşı sürecinde anti Sovyet bir politika izleyerek faşist Almanya’dan yana tavır koyar. Almanya savaşta yenilince, Sovyetler Birliği güney sınırlarını güvenceye almak için İran içlerine kadar girer. İran Azerbaycan’ını işgal eder. Burada kendisine bağlı olan Azerbaycan’da Garbi Cumhuriyeti’ni ku-

41


Özgür Halk

Ağustos 2015

rar. Buradan daha güneye inerek Kürt bölgesinde de Mahabad Kürt Cumhuriyeti’ni kurar. Sovyetler Birliği her iki cumhuriyeti de kendi güvenliği için kurar. Bilindiği gibi M. Mustafa Barzani 1945’te İngiliz ve Irak’ın anlaşarak üzerlerine gelmesiyle aldığı ağır yenilgiden sonra, on bin peşmerge ile İran sınırına doğru kaçar. İran’a varır varmaz da İran hükümeti ile görüşerek silahlarını bırakmayı ve siyasi sürgün olarak yaşamayı kabul eder. Ancak bu konuda İran hükümeti ile kesin bir anlaşmaya varamayınca bu kez Komela örgütüyle, dolayısıyla Qazî Muhammadle ilişkilenir. Qazî Muhammet, Barzani’nin askeri gücünden yararlanmak ister. Bu yüzden Mahabad Cumhuriyetinin oluşumunda yer verir. İran’da bulunan Mustafa Barzani’de Mahabad Cumhuriyeti’nin kuruluşuna katılır. Yanında hazır peşmergeleri olduğundan general rütbesiyle görevlendirilir. Dört generalle birlikte Mahabad Cumhuriyeti’nin savunmasını yapar. Mustafa Barzani ve yanındakiler Irak Kürdistan’ından geldikleri için as-

ni Mahabad’ın gücünü zayıflatırcasına ayrılmak ister. İbrahim Ahmed’den istediği desteği alamayınca kendi adamı olan Hamza Abdullah’ı görevlendirir. Hamza Abdullah’ın girişimleri sonucunda İran Kürdistan’ındaki Komela örgütünün bir benzerini Irak Kürdistan’ında RIZGARİ adıyla kurar. Irak’ta KDP tarihi bu oluşumla başlar. Kısa bir süre sonra Héwi örgütü de kendisini feshederek bu örgüte katılır. Fakat bu oluşum Mustafa Barzani’nin istemlerine cevap vermez. Mustafa Barzani bu oluşumun da ötesine geçecek bir parti örgütlenmesine ihtiyaç duyar. İran’daki KDP’den etkilenerek Irak’ta da böyle bir oluşum oluşturmak ister. Süleymaniye’deki Kürt aydınlarını ve milliyetçilerini bir araya toplar. Bir süre sonra Kürt subayları da bu oluşuma katılır. I-KDP’nin kuruluş hazırlığı yapılırken Mahabad cumhuriyeti hala ayaktadır. Süleymaniye’ye gelen Hamza Abdullah bir süre burada çalıştıktan sonra İ-KDP’nin üyeleriyle, Süleymaniye’de faaliyet yürüten Rızgari, Şoreş ve değişik milliyetçi örgütlerin katılmasıyla 16

keri olarak kabul görmelerine karşılık siyasal alanda fazla kabul görmemiş ve içinde yer almamışlardır. Komela örgütü belli bir örgütleme yaptıktan sonra partileşme kararı verir. Ve Ekim 1946 yılında kendisini feshederek İran Kürdistanı Demokrat Partisi (İ-KDP) adıyla çalışmalarını yürütür. Bu aynı zamanda İran KDP’sinin kurulmasıdır. Bu KDP tarihinin başlamasıdır. Giderek diğer parçalarda da KDP örgütlenir. Parçalara göre bu tarihi inceleyelim.

Ağustos 1946 yılında Irak Kürt Demokrat Partisini kurar. İbrahim Ahmed oluşum kongresine izleyici olarak katılır. Bu kongrede Mustafa Barzani parti başkanlığına seçilince, İ-KDP’den gelip I-KDP’de yer almak isteyenler tepki gösterirler. Bunlardan Cemal, Nefer, Yunis, Salih, Haydar ve bunlara yakın birçok kişi KDP’den ayrılıp Irak Komünist Partisi’ne katılırlar. Oluşum kongresinde partinin stratejisi, programı ve hedefleri konusunda bir şey belirtilmez. Tüm tepkilere ve muhalif seslere rağmen Barzani’ye yakın ekip kazanır. Bu aynı zamanda KDP’de iktidar savaşlarının başladığını da gösterir. Mustafa Barzani sürgünde olduğu için fiilen kuruluş çalışmalarına katılamaz. Ancak hareketin manevi lideri olarak ağırlığını sürdürür. Şeyh Latif’i yardımcılığına getirir ve kendi denetiminde bir merkezde oluşturur. 1946’da I-KDP ilk kurulduğunda komünist örgüt modelini, merkeziyetçiliği esas alır. Parti kendi içinde bir merkez komite seçer. Ve bu merkez komite kısa bir sürede ilkel milliyetçi bir yapıya bürünür. I-KDP’nin tüm yetkileri en üstte Hamza Abdullah, Ali Abdullah, Doktor C. Abdülkerim’in elinde toplanır. Alt komitede İzzet Aziz, Mustafa Hoşnav, Nuri Ahmet

Irak Kürdistan Demokrat Partisi (I-KDP) Mahabad’da istediği ilgi ve desteği bulamayan Barzani farklı arayışlara girer. Bunun başında da İran’daki oluşuma benzer bir oluşumu Irak’ta kendi denetimi ve önderliği altında geliştirmek ister. Bunun arayışına girer. Irak’a geri dönmek için Süleymaniye’nin önemli simalarından olan İbrahim Ahmed’ten yardım ister. Ancak İbrahim Ahmed bu konuda gerekli yardımı göstermez. İbrahim Ahmed, hem İran KDP’sinin Irak’taki temsilcisi, hem de Mahabad yanlısıdır. Bu yüzden Barzani’ye mesafeli davranır. Bununla Barzani’nin İran’da kalarak Mahabad’a destek vermesini ister. Ancak Barza-

42


Özgür Halk Taha yer edinir. I-KDP, Rızgarî adıyla bir dergi çıkarır. 1951’deki Parti ikinci kongresine İbrahim Ahmet daha önce edindiği tecrübeden hareketle hazırlıklı gelir. Ve Hamza Abdullah’ın I-KDP üst yönetiminden düşürür ve yerine kendisi geçer. Böylece 1951’deki ikinci I-KDP kongresinde KDP’nin asıl yürütücüsü ve siyasal kurucusu olan İbrahim Ahmet genel sekreterliğe seçilir. 1964’e kadar da genel sekreterliğini sürdürür. Üçüncü kongre 1953’de Kerkük de olur. Bu defa kongre delegeleri İbrahim Ahmet’in I-KDP genel başkanlığını kabul eder. İbrahim Ahmet genel başkanlığa gelir gelmez bir bildiri yayınlar ve I-KDP’yi sol bir çizgiye çeker. I-KDP bu dönemde kendisini Marksist-Leninist olarak görür. Yine 1953’de KDP (Kürt Demokrat Partisi) olan ismini şimdiki KDP (Kürdistan Demokrat Partisi) yapar. 1955 gelindiğinde İbrahim Ahmet ile Hamza Abdullah arasındaki çekişme ayrılma noktasına varır. Ve I-KDP fiilen ikiye ayrılır. M. Barzani’nin araya girmesiyle bu iki taraf tekrardan birleşir. Yine bu tarihte Celal Talabani Moskova’da Mustafa Barzani ile bir görüşmeyi sağlar. Mustafa Barzani Şeyh Latifin partiden atılmış olmasına kızar. İbrahim Ahmet ile Hamza Abdullah’ın birleşmesin söyler. Hamza Abdullah ise aksine hareket edip 1956’da (özel) I-KDP’yi kurar ve kendi konferansını gerçekleştirir. 1958’e kadar Mustafa Barzani’nin Sovyetlerden dönüşüne kadarda mevcut durum bu şeklide devam eder. 1958 yılında Irak’ta yapılan darbeyle Abdülkerim Kasım iktidara gelir. Bu darbe ertesinde çeşitli yasal düzenlemeler yapılır, KDP yasal bir parti haline getirilir. Ve Rusya’da yaşayan Mustafa Barzani Irak’a dönmek üzere çağrılır. Uzun bir yürüyüşle gittiği Rusya’da on bir yıl kaldıktan sonra çağrıya uyarak Irak’a döner. Zaten başından beri KDP’nin fahri başkanı olarak kabul edildiğinden ve Kürtler üzerinde küçümsenmeyecek bir etkiye sahipti. Dönüşünün hemen ertesinde parti üzerinde ağırlığını hissettirir. Parti meseleleriyle yakından ilgilenir. İbrahim Ahmed ve taraftarlarıyla başlangıçta iyi geçinmeye çalışarak komünistlerle ilişkilenmiş olan taraftarlarını dıştalar. 1960’lı yılların başlarında İran KDP savaşçıları, Irak Kürdistan’ında mücadeleyi yükseltmiş bulunan I-KDP ile birlikte Irak’a karşı savaşırlar. Bu yıllarda İran ve Irak KDP’leri arasındaki ilişkiler oldukça sıcak ve dostçadır. Ancak 1961 sonlarında Irak KDP İran Şahı ile geliştirmiş olduğu faydacı ilişkiler nedeniyle İran KDP’den Şaha karşı savaşımını durdurmasını isteyince İ-KDP ve I-KDP arasında var olan dostluk ilişkileri son bulur. Bundan sonra giderek İran KDP’si karşıtı bir politika izler. Molla Mustafa Barzani, Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin dört generalinden biri olarak, 1946’da Cumhuriyete saldıran İran’a karşı mücadele ederken, 1960 sonrası geliştirilen faydacı çizgi onu İran’la ittifak içine çeker. 1961 yılında başa gelen Abdülkerim Arif ilk elden Kürtlere ve demokrat kesimlere yönelmesiyle Bağdat hükümetiyle ilişkileri giderek bozulmaya başlar. Bu rahatsızlık silahlı çatışmalar dönemini de başlatır. 1964 yılında yeniden Bağdat hükümetiyle görüşmelerin başlaması İbrahim Ahmed, Talabani ve kimi merkez komiteleri ile Barzani arasındaki görüş ayrılıkları iyice su yüzüne çıkar. Görünüşte Bağdat hükümetiyle yapılan görüşmeler bu ayrılığa neden olsa da, özünde ise kişiler arasında yaşanan liderlik yarışıdır. Her ikisi de kendilerini partinin gerçek lideri olarak görüyor ve yönetim organla-

Ağustos 2015

rını kendilerine yakın isimlerden oluşturmak istiyorlardı. 1964 yılında Barzani’nin polit büroya haber vermeden kendi başına Irak yönetimiyle ateşkes yapması çelişkilerin doruk noktası olur. Bu olay ertesinde polit büro bir konferans düzenleyerek Mustafa Barzani’yi partiden ihraç eder. Ancak Barzani bu konferansın geçersiz olduğunu ilan ederek kendi taraftarlarının hakim olduğu bir parti kongresi toplar. Bu kongreyle İbrahim Ahmed’i ve onun etkinliği olan polit büroyu partiden ihraç eder ve kendi yandaşlarından oluşan bir polit büro seçer. Mahmut Osman’da bu oluşumun içinde yer alır. Bu durumda Parti içi çatışmalar daha da şiddetlenir, çeşitli suikast ve komplolar gerçekleşir. Bunun üzerine ise İbrahim Amed ve Celal Talabani bine yakın peşmerge ile İran’a geçerler. İran ise uzun süre Irak’a karşı bu gücü koz olarak kullanır. İbrahim Ahmed yönetimindeki eski polit büro, gücünü muhafaza ederek askeri konumlanma içinde kalırlar. Barzani adamlarıyla bu güce karşı sık sık saldırılar düzenleyerek onları İran’a kaçmaya zorlar. İbrahim Ahmed’e yakın polit büro üyelerinin İran yönetimiyle ilişkileri vardı. Zorlama sonucu İran’a geçerler. Bu hizip içerisinde Talabani giderek etkin hale gelir. Talabani’nin bireysel yetenekleri ve geleneksel bir ailenin üyesi olmasının yanında kayınbabası İbrahim Ahmed’in yönlendirmeleri bunda etkili olur. 1966’da Irak Cumhurbaşkanı Abdülselam Arif’in uçak kazası süsü verilen bir komplo sonucu ölmesiyle yerine kardeşi Abdurrahman Arif geçer ve aynı yıl I-KDP ile geniş kapsamlı bir anlaşma sağlanır. 17 Temmuz 1968’de ise Baas bir darbeyle Arif hükümetini düşürür ve Saddam Hüseyin Cumhurbaşkanı yardımcısı olur. 1970 de Baas Partisi’nin yayınladığı yeni bir deklarasyonla Kürtlerle anlaşmaya varılır. 1964 yılında KDP’den kopan muhalif kanatta bu tarihte yeniden I-KDP’ye döner ve otonomi için çalışmaya hazır olduklarını belirtirler. 1974’de Irak Hükümeti Kürt otonomisiyle ilgili yasayı yayınlar. KDP, 1970’ten sonraki bu ikinci yasayı da ret eder. Ve Irak hükümeti ile I-KDP arasında çatışma yeniden başlar. İran partiye olan desteğini arttırır. KDP artık çok sayıda modern silaha ve peşmergeye sahiptir. Mustafa Barzani’nin etkinliği bu olaylarla daha da artar. Talabani kendisini önemsiz bir konuma düşürüldüğünü hissederek, Barzani’nin kendisini etkisizleştirdiğini öne sürer. Bu rahatsızlık sonucu Talabani, Barzani’den kopar ve onu aşiretçi, feodal ve gericilikle suçlar. Kopma ve suçlamalar Barzani’nin sert tepkisine neden olur ve Talabani güçlerine saldırır. Bu saldırılar karşısında tutunamayan Talabani, Soran bölgesine geçmek zorunda kalır. Kendisinin de Soranlı olması nedeniyle bölge üzerinde etkinliği vardır. Buna rağmen Irak hükümetiyle antlaşma yaparak Süleymaniye bölgesinin denetimini alır. Talabani ve peşmergeleri bu bölgede Barzani güçlerine karşı Irak ordu güçleriyle beraber savaşırlar. Berwxedan gazetesinin Ekim 1992 tarihli sayısında Talabani için şunlar belirtilir: “Talabani’nin bir yanı feodal, bir yanı burjuvaydı. Aydındı ama kararlısından değil, kararsız ve korkak olanlarından, başkalarına yarananlarından, halkına güvenmeyenlerindendi. (...) Bir diğer adı ‘66’nın caşhıydı. Celal, Kürt tarihinde iç çatışmaların ve bozgunculuğun adıydı. 1963’te direnişi terk etmiş... Celal kimin adamıydı? Gençliğinde Maocu, 1963’e kadar KDP’li, 1963-66 arasında Şahçı, 1966-70 arasında

43


Özgür Halk Irak Baasçı... Tüm bunları Kürt halkı için mi yapıyordu? Kesinlikle hayır. O, Tahran’ın, Washington’un, Londra, Paris, Bonn ve Ankara’nın adamıydı... (...) Celal’de ilke yoktu...” (Berxwedan, Ekim 1992, Özel Sayı, syf:7) Bağdat hükümetiyle Barzani arasında görüşmeler sürdürülür. Bu görüşmeler sonucunda 1970 yılında özerklik ve Kürt taleplerinin çoğu kabul edilir. KDP ile anlaşan Bağdat hükümetinin Talabani’ye ihtiyacı kalmaz. Bu yüzden Talabani giderek pasif bir konuma düşer. Bunun üzerine siyasi kişiliği lekelenmiş olarak tekrardan KDP’ye döner. Artık sessiz kalacak, eleştirmeyecektir. Anlaşmanın hemen ertesinde yani 1972 yılında Barzani ABD ile ilişkiye geçerek gizliden CİA’den destek almaya başlar. Bu destek onları daha dik kafalı hareket etmeye götürür. 1974 yılında Bağdat hükümeti anlaşma maddelerini daraltarak uygulamaya koyar. Barzani CİA desteğine güvenerek buna şiddetle karşı çıkar. Silahlı çatışmalar tekrardan gündeme gelir. Aktif İran desteğini alan Barzani, güçlerini mevzilendirerek çatışmayı bekler. İran birlikleri geri destek sağlamak için Güney Kürdistan’da üstlenirler. Gerilla savaşına alışkın olan peşmergeler düzenli ordu savaşında zorlanırlar. İran destek güçleri, Irak uçaklarının ve toplarının etkinliğini engelliyordu. Bu savaş esnasında çok sayıda sivil İran’a kaçar. Ancak 1975 yılında Cezayir de yapılan bir antlaşmayla İran ve Irak anlaşırlar. Bunun üzerine İran aniden güçlerini geri çeker. Irak güçleri karşısında duramayan KDP güçleri tarihinin en ağır yenilgisini alır ve tekrardan İran’a kaçmak zorunda kalırlar. 1975 yenilgisi KDP tarihinde bir dönemeçtir. Bu yenilgiyle KDP dağılır. Yenilgiler, Sovyetlerden beklenen ilgi ve yardımın alınamaması ve iç sıkıntılar Barzani’yi yeni arayışlara iter. Bunun başında da dünyada yeni yükselen güç olan ABD gelir. M. Mustafa Barzani’nin 9 Şubat 1972 de ABD temsilcilerine yazdığı mektubunda durumunu şöyle yazar. “Biz Kürtler ABD’nin ve İran’ın şeref sözüne güvenerek düşmana karşı koyduk ve onunla savaştık (Irak)... Bize mükâfat olarak söz verilen özerklik nerede? Sayın başkan Kürtler söz verilen mükâfatın verilmesini benden bekliyorlar. Bende sayın başkan sizden bekliyorum. Halkım bütün güvenini ve umudunu bana bağladı, şimdi ben de bu umudu size bağlıyorum.” Emperyalizm bu dönemde yükselen Reel Sosyalist ve radikal sol milliyetçi akımlardan çekindiği için Kürt potansiyelinin kontrolünü KDP adlı partilere vermeyi çıkarları için daha uygun bulmaktadır. Yine emperyalist güçler KDP’leri en ehlil araç olarak hem Kürtleri terbiye etmek ve kontrolde tutmak hem de komşu ülkeleri Kürt sorunu konusunda denetime alıp yararlanmak için KDP’yi daha fazla beslerler. Mustafa Barzani’nin siyasetten çekilmesiyle dağılan KDP’nin enkazı üzerinde iktidar kavgaları, liderlik yarışı ve ertesinde kopmalar olur. Barzanilerin güvenilir adamı olan Mahmut Osman ayrılarak Avrupa’da KDP/Hazırlık Komitesini kurar. Bu oluşum daha sonra Irak Kürdistan’ı Sosyalist Partisi adıyla yeniden örgütlenecektir. Şam temsilcisi olan Celal Talabani’de bu durumdan yararlanarak KDP’den ayrılarak 1976 yılında Kürdistan Yurtseverler Birliğini örgütlemeye başlar. Caf aşiretinden olan Talabani geleneksel bağlara daha sıkı sarılarak kendisini Soran bölgesinin partisi olarak ilan eder. Kürdistan’ın Behdinan ve Soran diye ayrılması, parçalanması bu yaklaşımın

Ağustos 2015

sonucudur. Mustafa Barzani’nin oğulları ve Sami Abdurrahman KDP/Geçici Kumanda adıyla örgütlendiler. Sami Abdurrahman eliyle bu oluşumu İsrail’e yakınlaştırırlar. Barzaniler aileye güçlü bağlılık duyanları toparladılar ve Behdinan bölgesi merkez olmak üzere örgütlendiler. 1976 yılında YNK ile girdikleri kanlı çatışmalarda zayıflayarak İran’a çekildiler. Bu bozgunda Sami Abdurrahman ile İdris Barzani’nin çelişkileri giderek derinleşti. Bir nevi liderlik yarışı olan bu çekişmeler sonrasında Sami Abdurrahman örgütten ayrılarak kendi partisini kurar. Güney Kürdistan’da KDP dışında Talabani önderliğindeki YNK küçük burjuva bir güç olarak gelişir. YNK üç örgütün birleşmesinden oluşur. Bu örgütler içinde en etkili olan Ali Asker’in önderliğindeki güçtür. Ali Asker ve yoldaşları Güney Kürdistan’da yaşanan iç çatışmalardan dolayı çalışma zemininin bulunmadığını düşünerek 500 kişilik seçme bir peşmerge gücüyle Kuzey Kürdistan’a geçerek direnişi başlatmak isterler. Ne var ki henüz Oramar’a gelmeden KDP’nin örgütlenmesi sonucu yöre insanları Ali Asker ve yanındaki peşmergelere saldırırlar. Burada da çalışma imkânı bulamayan Ali Asker güçlerini alıp Botan’a geçer. KDP’nin Kürde karşı saldırılarındaki marifetleri bu peşmergelerin katledilmelerinde görülür. Saddam’ın daha doğrusu BAAS’ın ajanlarının bölgede gezdiğini yöre halkına bildiren KDP, halkın Ali Askere kar-

Emperyalist güçler KDP’yi en ehlil araç olarak hem Kürtleri terbiye etmek ve kontrolde tutmak hem de komşu ülkeleri Kürt sorunu konusunda denetime alıp yararlanmak için daha fazla beslerler. şı durmasını ister. 1976’da Taştamerge’de-Beytüşşebap zozanlarında Ali Asker ve yanındaki peşmergelerin etrafı kuşatılarak katledilirler. Bu çatışma esnasında Ali Asker tek bir peşmergenin mermi sıkmasına izin vermez. Çünkü peşmergelerin sıkacağı her merminin Kürt halkına gideceğinin bilincini taşıdığı için buna izin vermez. Bu ayrışma ve parçalanma tehlikelerinden kurtulan KDP, 1979 yılında yeniden kongreye giderek tekrardan KDP adıyla örgütlendiler. Artık liderlik tartışmasız Barzanilerdedir ve muhalifleri yoktur. Mahabad Cumhuriyeti zamanında Mustafa Barzani’nin kaldığı bölgede üslenen KDP, burada Kürtler içindeki kötü ününden dolayı fazla destek bulamaz. 1968 yılında gerilla savaşı yürüten İ-KDP’nin çökertilmesinde Barzani, Tahran güçlerine aktif destek verir. Kötü ünü buradan geliyor ve halk tarafından sevilmiyorlardı. Bu rahatsızlıklar sonucu bazı aşiretlerle çatışmalara girdiler. İran İslam Cumhuriyeti tarafından destekleniyorlardı. İttifaklarını her zamankinden daha fazla geliştirmişlerdi ve onların emrinde hareket ediyorlardı. Bu kulluklarının pratik gereği olarak 1981 yılında Tahran’a destek olmuş ve İ-KDP’nin geriletilmesin de yardımcı olmuşlardı. İran ordusuyla birlikte hareket ediyorlardı. Buradan aldıkları güçle 1983 yılında Güney Kürdistan’da yeniden gerilla savaşı başlattılar. İlkel milliyetçiliğin karakterini dikkate aldığımızda KDP’nin neden Kürdistan’la çatıştığını rahatlıkla anla-

44


Özgür Halk

rız. KDP’nin çatışmadığı tek Kürt gücüne rastlanamaz. Konunun başında da belirttiğimiz gibi İ-KDP’nin çökertilmesinde çok aktif rol oynamışlardı. Yine YNK ile sürekli çatışmışlardır. PKK ile sık sık çatışmışlardır. Kürdistan’da işlenen birçok karanlık cinayette parmakları vardır. Bir çok komplo ve oyunu tezgahlamışlardır. Tüm bu karanlık ve kirli işler, tek bir amaç için yapılıyordu; kendi aile ve aşiret çıkarlarını korumak ve sadık kapı kulları olmaktır.

Ağustos 2015

masıyla Tudeh’le aralarında sorun çıkmaya başlar. İran Şahı 1953 yılında CİA’nın desteğiyle bir karşı darbeyle Musadık iktidardan uzaklaştırılınca KDP’nin de etkisi zayıflar. 1958 yılında Mustafa Barzani Rusya’dan Irak’a dönmesiyle İKDP’nin erimesi daha da hızlanır. Mustafa Barzani Irak’a yetişmesiyle İran’la ilişkilerini geliştirir. Bu ilişkilerin temelinde İran’a karşı olan KDP’nin mücadelesinin durdurulması vardır. Bu amaç doğrultusunda Barzani, İran KDP’sinden mücadeleyi durdurmasını ister. Ancak İ-KDP mücadeleyi durdurmayınca da İ-KDP’nin birçok militanını ya tutuklayarak, ya da öldürerek tasfiye eder. Barzani’nin İran şahı Pehlevi ile ilişkilerini geliştirdikçe İ-KDP’nin genç üyeleri Barzani’den tamamen kopmaya başlar. Bunun üzerine 1964’te Abdullah İshaci önderliğindeki yönetim tarafından toplanan İ-KDP’nin II. Kurultayı ılımlı bazı değişikliklere gider. Tüm bu değişikliklere rağmen, Şahın Kürt bölgelerine saldırmasıyla Kürtler zorunlu olarak 1967 de silahlı direnişe geçmek zorunda kalırlar. Bu esnada İ-KDP’ye karşı tamamen tavır alan Barzani, şaha destek sunarak silahlı direnişi başlatan birçok Kürt öncüsünü yakalayarak idam ettirir. İ-KDP öncülerinden Süleyman Munini bizzat Barzanilerin eliyle tasfiye edilir. 11 Mart 1970’te Irak hükümeti ile Irak Kürt yönetimi arasında imzalanan anlaşma, İran Kürtleri arasında da belli bir olumluluk yaratır. Bunun üzerine İ-KDP III. Konferansını gerçekleştirir. Abdurrahman Qasımlo parti başkanlığına getirilir. 1975’te ise Cezayir Antlaşması’nın imzalanmasıyla İran daha önce Iraklı Kürtler ve Barzani’yle olan yakınlığına son verir. Irak ve İran sınırları içerisindeki Kürtler tam anlamıyla çembere alınıp, bastırılır. Buna karşın 1978’de İran’da Kürtlerin yükselttiği gösteriler, “toplumsal hayatın demokratikleşmesi” yönünde ağırlık kazanır. Bunun üzerine 1978 yazında şahlık siyasal partilerin meşruluğunu kabul ederek ilan eder. Bunun üzerine daha önce baskı yıllarında yurt dışına kaçan birçok İ-KDP üyesi tekrardan İran’a döner. Fakat 1979 kabul edilen İran İslam Cumhuriyeti anayasasında azınlıkların değil de dinsel öğelerin haklarını tescil eder. Bunun üzerine tekrar harekete geçen İ-KDP, İran devletine Kürtler için otonomi iste-

İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP) Son yüz-yüz eli yılda başta İngiltere olmak üzere sömürgeci güçler Kürtlere çokta hayırlı işler yapmamışlardır. Bundan dolayı Kürtler Sovyetlere yaklaşmışlardır. İran’ın zayıflamasıyla birlikte Kürt aydınlarıyla Sovyetler arasında çeşitli görüşmeler yapılır. Bu toplantıların sonucunda 4 Eylül 1942 yılında İran’daki tüm Kürt örgütlerinin katıldıkları geniş bir toplantı yapılır ve Komala kurulur. Önceleri illegal olan Komala kısa sürede legale geçer. Bilindiği gibi Komala legal sahaya geçmesiyle birlikte ismini “Kürdistan Demokrat Partisi” olarak değiştirir. Mahabad Cumhuriyetinin yıkılmasından, Qazî Muhammed ve bakanlarının idam edilmesinden ve Mustafa Barzani önderliğindeki peşmergelerin alandan ayrılmalarıyla mücadele geri plana düşer. Şahın uyguladığı baskı ve yıldırma politikaları halkta bir korkuya ve mücadelenin soğumasına yol açar. Qazî Muhammed’in idamından sonra ilk hareketlenmeler 1948 yılında gelişir. 1948 yılında Rahim Sultanın başkanlığında Kürdistan Komitesi kurulur. Qazî Muhammed’in yolunda ilerlemek ve davasına sahiplenmek için İ-KDP tarafından oluşturulan bu komitenin yöneticilerinin çoğunluğu TUDEH (İran Komünist Partisi) üyelerinden oluşur. Bu komitenin varlığı ise 1950 yılına kadar devam eder. Şaha karşı Musaddık’ın 1951 yılında yaptığı darbeyle beraber, Kürtler üzerindeki sıkıntılar biraz azalır. Kısmen ılımlı, liberal ve demokratik açılım olur. Bu açılımla beraber oluşan yönetimde de kısmen demokratikleşme olur. Öyle ki 1952 yılında yapılan İran genel seçimine İ-KDP kendi adıyla girer ve Mahabad bölgesinden kendi adayı olan Sadık Veziri’yi seçtirir. Bu döneme kadar TUDEH ve KDP arasında ciddi bir sorun yaşanmaz. Ancak KDP’nin giderek Musadık’a yakınlaş-

45


Özgür Halk ğini belirtir. 1979 yılında Kürt ayaklanmalarının daha da tırmanmasıyla İran uçakları kimi Kürt yerleşim alanlarını bombalar. Bunun üzerine A. Qasımlo ve İzzetin Hüseyin dağlık alanlara çekilir. Bu sırada çok sayıda Kürt katledilir. Bu esnada Paris’te yaşayan Qasımlo yaptığı açıklamada “otonomi hakkını elde edinceye dek” mücadelelerini yükselteceklerini belirtir. 1978’de tüm İran halkı gibi ayaklanan Kürtler’de Doğu Kürdistan’da Şahlık otoritesini yıktılar. Kısa sürede devrimi ele geçiren mollalar rejimi ile anlaşmaya çalıştılarsa da bu istekleri kabul görmedi. Kürtlerin otonomi isteklerine, dönemin İran cumhurbaşkanı olan Beni Sadır, otonominin ancak İslam Cumhuriyeti’nin ideolojik çerçevesinde olabileceği, etnik veya siyasi bir otonominin olmayacağını, bu yüzden merkezi otoriteye kayıtsız şartsız tabi olmalarını dayattı. Buna karşı Doktor Qasımlo’nun başını çektiği direniş 1982’ye kadar zayıflayarak sürdü. İran’la yapılan bu görüşme ve varılan anlaşmalar üzerine İ-KDP içerisinde bölünmeler ve fikir ayrılıkları baş gösterir. TUDEH yanlısı kadro, Qasımlo ile çatışarak yeni bir oluşuma doğru gider. Qasımlo ise İran ile yürütülen görüşmelerde medet ummuş olmalı ki, İran İslam rejimi ile işbirliği yapmanın olanaklı olduğuna karar kılar. 1980’e gelindiğinde ise Türkiye’de 12 Eylül cuntası İran’da köktendinciliğin yükselişi Kürtlere karşı komplo ve katliamları geliştirir. Humeyni Kürt sorununun barışçıl yollarla çözümünün uzlaşmaz düşmanı gibiydi. Bu nedenle Kürt düşmanlığına taraf olan rejim taraftarları 1989 yılında Avusturya’nın başkenti Viyana’da A. Qasımlo’yu görüşme esnasında bir komplo ile katlederler. Sonrasında İ-KDP genel sekreterliğine gelen S. Şerefkendi de aynı akıbete uğrayarak bir komplo ile ortadan kaldırılır. Bu suikastlardan sonra İ-KDP büyük bir erimeyi yaşar. İç çatışmalarda buna eklenince KDP’nin pek bir varlığı kalmaz. Üç parçaya bölünür. Bu parçalanmalarda I-KDP’sinin payı büyüktür. İran’ın yönelimleri karşısında fazla tutunamayınca bu güçlerden bir kısmı Avrupa’ya, bir kısmı da Irak Kürdistan’ına yerleşirler. Burada I-KDP’sinin verdiği yardımlarla yaşamlarını mülteciler gibi sürdürürler. Ancak I-KDP, bu güçleri bir koz olarak elinde tutar ve İran’da kontrolü dışında gelişen tüm güçlere karşı kullanmışlardır.

Ağustos 2015

minden, sürgünden dönmeler, yaraları sarmalar ve çok zayıf bir ideolojik Kürtçülükle kendini gösterir. Bu çok cılız bir burjuva Kürtçülüktür. Yine aydınları vardır, ama faaliyetleri ideolojik olmaktan öteye gitmez. Ciddi partileşme gücü gösteremezler, hareket haline gelemezler. İdeolojik faaliyetleri de bilimsel ve kapsamlı olmaktan uzaktır. Yüzyılın başındaki durumun bile oldukça gerisindedirler. Barzani önderliği ile Türk solundan etkilenip yararlanmaya çalışmaları da burada da kişilikli bir yapı ortaya çıkaramazlar. Kısaca, feodal dönemin ayaklanma güçlerinin çok gerisinde işbirlikçilik yanında ayrılıkçılık biçimindeki klasik hakim sınıf tavrını aşamazlar. Cumhuriyetin doğru tanımı kadar ona nasıl yaklaşılacağını kestiremezler. Ürkek ve içi boş eleştiri birçok sakat kişilik ortaya çıkarır. Dönemin bu konudaki baskısı da eklenince sağlıklı bir Kürt burjuva ulusal hareketi gelişemez… Aşırı Türk ulusçuluğu da suçlamasında aşırı olunca aslında en demokratik bir sorun olan Kürt sorunu çoğunlukla kendini provoke olmaktan bile kurtaramaz. Asgari bir demokratik talep bölücülük ve vatan hıyaneti olarak tanımlanınca anti-demokratizm sorundan güç aldı, şovenizm ve faşizmin beslenmesine yol açtı. Bu şovenizm Türk solunda o kadar etkisini gösterdi. Ayaklanmalarla fiziki tasfiyeyi yaşayan Kürtlük bu dönemde ideolojik ve siyasi felç hali yaşamaktan kendini kurtaramadı.”

İlkel milliyetci KDP’nin çatışmadığı tek Kürt gücüne rastlanamaz. İ-KDP’nin çökertilmesinde çok aktif rol oynamışlardı. Yine YNK ile sürekli çatışmışlardır. PKK ile sık sık çatışmışlardır. Yukarıda da dile getirildiği gibi isyanlarla birkaç kat toprağın diplerine gömülmek istenen Kürt ve onun gerçeği, 33 Kurşun olayı gibi vahşi ve maksatlı katliam girişimleriyle tümden sindirilmeye çalışılmıştır. Sinemayla, müzikle Kürt vahşi gösterilerek “kaşmerleştirilirken” tüm değerleri çalınır. Kürt dili yasak olduğu gibi Kürdistan’ın coğrafik yapısal ve insan isimleri Türkleştirilerek değiştirilir. En kapsamlı yok etme politikalarıyla Kürtler eritilmeye çalışılmıştır. Kürdistan Türklüğün siyasal, kültürel yayılma ve genişleme alanına çevrilmiştir. Gizliden gizliye kimi Kürt aydını Kürtlüğünü yaşamaya çalışırken 1960’lardaki 27 Mayıs darbesiyle oluşan kısmi demokratik açılımlarla Kürt aydınları girişimlerini sürdürürler. 31 Ağustos 1959 günü, Apê Musa “İleri Yurt” dergisinde KIMIL adında Kürtçe bir şiir yazar. 6 Eylül 1959 tarihli Cumhuriyet gazetesinde bu şiire dönük birçok yazı yazılır, çizilir. Bunun üzere İleri Yurt dergisi ve Musa Anter aleyhine dava açılır. Bu durum kamuoyunda belli bir etki yaratınca dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar Diyarbakır Valisi’ne telefon açıp, Musa Anter’in “kafasının ezilmesini” ister. Hatta daha da ileri giderek Türkiye’de demokrasi havarisi olarak görülen Adnan Menderes ve arkadaşları bu olaya karşı seslerini dahi çıkarmazlar. MİT’in raporundan sonra adeta Kürt avı başlar. 17 Aralık 1959’da tutuklamalara başlanır. Bunların içinden 50 kişilik idam listesi çıkarılır. Meh-

T-KDP’nin İşbirlikçi Çizgiye Çekilmesi II.Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada yaşanan gelişmeler ile Kuzey Kürdistan parçası da kapitalist sömürüye açılır. Bu durum ulusal yok oluşu hızlandırır. Demokrat Parti iktidarı ile birlikte Türk egemenlik sistemi Kürt hâkim tabakalarını da bünyesine alarak Kürt varlığına ve Türk emekçi sınıflarına büyük bir baskı ve sömürüyü dayatır. Demokrat Parti tabanda otoriter cumhuriyetin ve genelde iki dünya savaşının sıkıntıları ile “adeta” bir demokrasi fırtınası yaratarak iktidar olur. Daha doğrusu genel iktidar yapısına toprak ve genişlemiş tüccar üst yapısını da katarak cumhuriyetin karakterini oligarşiye doğru bir sıçramaya uğratır. Gerçekten özellikle sindirilmiş aşiretlerin önde gelenleri ile batının yeni palazlanan toprak burjuvazisi ve tüccar kesiminin önde gelenleri cumhuriyet tarihinin bir dönemine adını yazdırırlar. Bu konuda Önder APO Sümer Rahip Devletinden Demokratik Cumhuriyete adlı kitapta şunları belirtir: “Bu dönemin Kürt sorunu, ezilmiş ayaklanmalar döne-

46


Özgür Halk met Emin Batu mide kanamasından ölünce geriye 49 kişi kalır ve tarihe 49’lar Davası diye geçer. 1959’larda başlayan 49’ların davası 1965’de Ankara’da sona erer. Dünya genelinde yaşananlar, Irak Kürdistan’ında KDP öncülüğünde gelişen mücadele Kuzey Kürdistan’ı da etkiler. Kimi Kürt aydınları Irak KDP’sine benzer bir oluşumu Kuzey Kürdistan’da geliştirmek isterler. Kuzey Kürdistan’da KDP’nin oluşturulması fikri, Liceli olan Fehmi Bilal’e aittir. Fehmi Bilal yaşam tecrübesi olan biridir. Şeyh Said İsyanı’na katılmıştır. Bu görüşlerini 49’lar Davası’nda yer alan Sait Elçi’ye açar. Sait Elçi bu düşünceye sıcak bakar. Fehmi Bilal, bu düşüncelerini o dönem yurtseverliğiyle bilinen Faik Bucak’a da açar. Faik Bucak’ta bu oluşuma sıcak bakınca ön hazırlıkları yapılır. Peşinden; Hikmet Buluttekin, Hasan Yıkmış, Muhterem Biçimli ve daha sonra Diyarbakır Zindanı’nda katledilen yurtsever Necmettin Büyükkaya da bu oluşuma katılırlar. Program ve tüzüğü hazırlandıktan sonra 1965’te Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi (T-KDP) resmen kurulur. T-KDP, TİP ve I-KDP’ye gönderdiği mektuplarda partinin amacını kısaca şu şekilde izah eder: “Kürt Ulusal Mücadelesinin ancak silahlı savaşımla gelişeceği, Kürdistan’ın dört parçasındaki Kürtleri kapsayan bir örgütlülüğe ihtiyaç duyulduğu ve tüm bunların ancak Marksist-Leninist bir çizgiyle mümkün olabileceğini” açıkça savunulur. Bu gelişmelerden çekinen Türk MİT’i, I-KDP ile birlikte partinin kurucularından ve ilk başkanı olan Faik Bucak’ı 1966’da bir komployla ortadan kaldırır. I-KDP, T-KDP’sinin ulusal düşüncelerle ortaya çıkıp aktifleşeceğini görünce bu durumu kendisi için bir tehlike olarak sezinleyip, hareketin sosyalist bir yöne kaymaması için tasfiye amaçlı Türk MİT ile sıkı ilişki içerisine girer. T-KDP’nin Güney’e gelip Zaxo’da örgütlemesini ister. Bununla T-KDP’yi tamamen denetime alınmak ister. Denetimine girmeyenleri de tasfiye etmeyi hedefler. Bu planın ilk parçası olarak partinin önde gelen ve denetime girmeyen iki kurucu üyesi Sait Elçi ve Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şıvan) tasfiyesidir. Zaxo’da bulunduğu süreçte Dr. Şıvan’ın radikal fikirleri ve Marksist düşünceleri I-KDP’yi iyice ürkütür ve derhal MİT ile ortak çalışma içine girilir. Zaxo da bulunan Dr. Şıvan burada karargâh kurarak kimi militanlarını eğitmeye başlar. I-KDP, onlardan Zaxo’dan ayrılarak Metina’daki Kela Kumri köyüne gelmelerini ister. Aslında bu yer değişikliği tasfiye planının bir parçasıdır. Zaxo’daki peşmergelerin sorumlusu Mustafa Barzani’nin oğlu olan İdris Barzani’nin önde gelen komutanlarından İsa Süvari (veya Berwari)dir. T-KDP içindeki çelişkileri, Dr. Şıvan’la Sait Elçi arasındaki çelişkileri bildiğinden, komployu gerçekleştirmek için Sait Elçi’yi de güneye çağırır. Bu davet üzerine Sait Elçi güneye gelir. Metina’nın Kela Kumri köyünde bir komployla Sait Elçi katledilir. Bu katletme Dr.Şıvan’ın üzerine atılır. Bu durum gerekçe yapılarak Dr. Şıvan sorgulanmak gerekçesiyle tutuklanır. Dr. Şıvan’ın sorgulaması bittikten sonra yine Kela Kumri’de katledilir. Böylece kuzey Kürdistan’ın saygın ve gelecekte gelişme yaratacak iki öncü militanı çok çirkin komplolarla I-KDP tarafından ortadan kaldırılırlar. Bu komploların temel nedeni; her iki Sait’in görüşlerinin ilkel milliyetçi yapı için aşırı sosyalist olmasıdır. İki Sait’in şahadetinden sonra T-KDP iyice MİT’in denetimine girer. Kürdistan’da egemenlerin tarihi adlı kitapta bu olay şöyle anlatılır: “Zaxo da bulunan Dr. Şıvan burada karar-

Ağustos 2015

gâh kurarak kimi militanlarını eğitmeye başlar. Zaxo’da peşmergelerin sorumlusu ve İdris Barzani’nin önde gelen adamı olan İsa Süvari, Sait Elçi’nin de güneye gelmesini sağlayarak tasfiye planlarını hızlandırır. Daha önce var olan kimi çelişkileri de kullanarak, İsa Süvari Sait Elçi’yi öldürür ve bu olayı Dr. Şıvan’ın üzerine yığar. İkinci aşama olarak da İdris Barzani’nin Dr. Şıvan’ın Sait Elçiyi öldürdüğü iddiasıyla Dr. Şıvan’ı da ortadan kaldırılır. Dr. Şıvan’ın ortadan kaldırılmasıyla kuzeyde kendilerinin önüne geçecek, devrimci bir partinin önü alınmış olur. Bu komplo olayı egemen güçlerin Kürtlere karşı uyguladığı temel politika olan “iti ite kırdırtma” planıydı” I-KDP’nin tarihsel misyonu bir kez daha açığa çıkar ki, amacının esasta Kürdistan’da gelişecek Ulusal bir hareketi boğmak olduğudur. Tasfiye edilen her birey veya örgüt ise reformize edilip işbirlikçi konumda çekilmiştir. Direnen kimi militanlar olsa da bunlarda çeşitli komplolarla ortadan kaldırılırlar.

Her iki Sait’in de tasfiyesinden sonra T-KDP tamamen MİT’in kontrolüne girer. Partinin başına MİT ile Barzaniler arasında bağlantı sağlayan Dervişe Sado getirilir. Yine bu süreçte örgütün önde gelenlerinden bir diğer isim Ömer Çetin, Diyarbakır Zindanı’nda düşmana teslim olur ve ihaneti tercih eder. Bunların uzantıları olan KUK, KAWA vb. örgütler daha fazla Ulusal demokratik mücadelenin önüne geçmek için PKK militanlarına yönelir. Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Muhterem Biçimli ve Faik Buçak’tan sonra PKK’nin öncü kadrolarından Haki Karer’i şehit düşürürler. Benzer bir tasfiyeyi PKK’ye de dayatmak için 1980’in başında PKK gerillalarının (Lolan) Güney Kürdistan’da üstlenmesi I-KDP tarafından kabul edilir. PKK’nin amaçları ideolojik yapılanması ve Ulusal gücü anlaşıldıktan sonra kontrole alınamayacağı anlaşılır. Hêzil Çayında Şahin Kılavuz ve arkadaşları daha sonra PKK’nin diğer bir öncü kadrosu Mehmet Karasungur komplo ile şehit düşürülür. Tüm bu saldırılara rağmen, PKK’nin daha da güçlenip Kürdistan’ın dört parçasında örgütlülüğünü sağlamasıyla bu durumdan korkan KDP, 1992’de emperyalizmi de arkasına alarak büyük bir askeri operasyonda Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezmeye çalışır.

47


Özgür Halk Suriye Kürdistanı Demokrat Partisi (S-KDP) Suriye Kürdistan’ında ilk parti girişimi 14 Haziran 1957 yılında olur. Iran ve Irak Kürdistan’ındaki mücadeleden etkilenen Suriye’deki Kürt aydınları Suriye KDP’si adıyla parti kurarlar. Osman Sabri, Abdulhamid Hac Derviş, Hemze El Niweran, Şex Mıhemed İsa, Mele Mahmut, Reşit Hemo, Mehmet Eli Xoce, Xelil Mıhemed, Nurettin Zaza partinin kurucularıdırlar. Daha sonra Suriye komünist partisinde yer alan Şewket Henan’da katılır. Nurettin Zaza partinin başkanlığına seçilir. Parti Suriye Kürtlerinin birliğini ve özgürlüğünü esas alır. Bunun için Kürtler için otonomi ister. Ancak bu istek Kürdistan’ın diğer parçalarını kapsamasından ziyade, sadece Suriye Kürtleri için istenir. Bölgecilik, parçalanmışlık, otonomicilik anlayışları Kürt siyasi hareketlerine KDP tarafından sirayet edilmiştir. Suriye KDP’sinin yöneticileri arasında görüş birliği oluşmaz. Partiyi bir kültürel dernek gibi ele alanlar olduğu gibi, azınlık haklarını savunan bir parti olarak görenlerde vardır. Bu yüzden daha kuruluş aşamasında çeşitli hizip arayışlarını da beraberinde getirmiştir. Parti bu sorunlarla uğraşırken, Şam yönetimi 1959 yılında KDP’nin tüm yöneticilerini tutuklayarak Şam’daki Mezé hapishanesine götürür. Kürt siyasal hareketi henüz olgunlaşmadan tutuklanır. Bu durum KDP yöneticileri arasında tartışmalara yol açar. Mahkemelerde rejime karşı nasıl bir tavır alınması gerektiği konusunda tartışmalar yoğunlaşır. Sonunda Partiyi, siyasi düşünceleri ve Kürdistan’ı savunma düşüncesi kabul edilir. Mahkemeler başlayınca Osman Sebri dışında bu kararları uygulayan kimse çıkmaz. Herkes kendisini nasıl kurtaracağının hesabını yapar. Bu durum parti üyelerinin tepkisini çeker. 1964 yılında yapılan parti kongresinde parti başkanı olan Nurettin Zaza, Mehmet İsa, Hemze El Niweran partiyi savunmadıkları gerekçesiyle 2 yıl partiden uzaklaştırılırlar. Aynı gerekçeyle 1 yıl partiden atılma cezası Abdülhemid Hec Derviş’e de verilir. Bu fikir ayrılıkları parti içinde bölünmelere yol açar. Parti içinde sağ-sol gruplaşmaları, hizipleşmeleri olur. Bu hizipleşmelerin bir diğer nedeni de IKDP’nin etkisinden çıkma istem ve dayatmasıdır. IKDP’den Talabani ve ona yakın kesimlerin ayrılmaları sonucu Suriye KDP’sinde de benzer durumlar yaşanır. 1969 yılında Barzani bu duruma müdahale eder. Suriye KDP’sinin tüm yönetimini Irak Kürdistan’ına çağırır. Cigerxwin’de bu çağrılanlar arasındadır. Kendi tabiriyle “bir yıl orada tutuklu” kalırlar. Alandan ayrılmalarına izin verilmez. Her iki eğilimin birleşmesini ve IKDP’sine biat etmelerini ister. Bu isteğini sonuna kadar dayatır. Bunu kabul etmedikleri sürece gitmeyeceklerini bir tehdit ve koz gibi kullanır. Bir yıl Güney Kürdistan’ında kalındıktan sonra Suriye Kürdistan’ına dönerler. Ancak daha dönüş sırasında yeniden bir birlerine girerler ve Rojava’ya yetiştiklerinde üç parçaya ayrılırlar. Bu durum şaka konusu bile olur. İki gidip üç geldiler denir. Bir eğilimin başını Hamid Hec Derviş çeker. Bu daha sonra Péşveru diye partileşir. Bir eğilimi Osman Sabri temsil eder. Buda daha sonra Halk Partisi’ne dönüşür. İç sorunlardan dolayı Salah Bedrettin bir komployla Osman Sabri’yi başkanlıktan uzaklaştırarak kendisi başkan olur. Diğer eğilimde kendisini El Parti gibi örgütleyerek Barzani’ye bağlılığını gösterir. Rojava da bu kadar fazla parti olması bundandır. Bu parçalanmışlığın en

Ağustos 2015

temel sebebi Mustafa Barzani’dir. Kendisini, kendi eğilimini dayatmasıdır. Daha sonra bu El Parti’de kendi içinde bölünerek çeşitli isimler alacaktır. Her grup diğer grubu ihanetle suçlayacak, kendisini doğru görecektir. IKDP’nin yenilmesinden sonra Suriye KDP’sininde pek bir varlığı kalmaz. Alanda PKK hareketinin gelişmesiyle bu örgütlerde belli bir canlanma olur. Kendi varlıklarını, PKK karşıtlığı üzerinden örgütlerler. Irak Kürdistan’ında PKK-IKDP çatışmalarından hareketle bu güçler Rojavada’da PKK ile çatışmışlardır. Kendini örgütleme, halkın sorunlarını çözme, halkı savunma üzerinden mücadele yürütme yerine PKK karşıtlığından kendini örgütlemektedir. 19 Temmuz 2012 yılında Rojava da gerçekleşen Kürdistan Devrimi’ne karşı bu işbirlikçi çizgi, IKDP’sinin dayatmalarıyla sırf PKK karşıtlığından dolayı Rojava’yı değişik güçlere peşkeş çekmişlerdir. Rojava meclisinde yer almayı reddederek “İstanbul Meclisi” olarak adlandırılan sözde Suriye Ulusal Meclisi’nde yer almışlardır. Bundan da istedikleri sonucu alamayınca bu seferde Kürdistan’a saldıran insanlık düşmanı çete güçleriyle işbirliği yaparak

Tarihin tüm aşamalarında Kürdistan’da özgürlük ve kurtuluş umudu ne zaman belirgin, gelişme ve ivme kazanmışsa, işbirlikçi- ihanet çizgisi lanet yüzü ile devreye girmiştir. Bu lanetli ihanet çizgisi KDP olarak rol oynuyor PKK’nin temsil ettiği Kürdistan’daki özgürlük çizgisine saldırmışlardır. Bu saldırılarını bugünde sürdürmektedirler. Ancak bu kirli planları açığa çıkıp deşifre olunca bu seferde IKDP’sinin bilgisi, onayı ve denetimi altında ne olduğu belli olmayan çeteleri bir araya getirerek Rojava Peşmergeleri adı altında örgütlemektedir. Bununla bizzat Kürt özgürlük eğilimine saldırmayı hedeflemektedir. IKDP, Kürdistan’daki tüm gelişmeleri denetimine almak istiyor. Kendisini Kürdistan’ın sahibi olarak görüyor. Kendisinin dışında kalanların bir hükmü yoktur. Bu duruma itiraz eden güç varsa da “çeşitli yönelimlerle imha edilmelidir. TKDP’de sosyalist ve ulusal eğilim gelişince her iki Sait’i imha etmiştir. Şaha karşı İKDP’sinin tutumu gelişince Süleyman Münini ve onlarca peşmergeyi yakalayarak ya katletmiş, ya da İran’a teslim etmiştir. Kendisinin ve Talabani’nin kontrolünden çıkarak Kürt sorununa daha ulusal yaklaşan Ali Asker ve onlarca peşmergeyi katletmiştir. Suriye Kürtleri denetime girmeyince Cigerwxin’in deyimiyle “tutuklanmışlardır”. PKK ile olan çatışmalarını da bu minvalde değerlendirmek gerekir. Tarihin tüm aşamalarında Kürdistan’da özgürlük ve kurtuluş umudu ne zaman belirgin, gelişme ve ivme kazanmışsa, işbirlikçi- ihanet çizgisi lanet yüzü ile devreye girmiştir. Bu lanetli ihanet çizgisi son 70 yılda KDP olarak kendini kurumlaştırıp, bu isimle daha pervasız bir rol oynuyor. Kürtler için tarihi fırsatları oluştuğu, tarihin yürü ya kulum dediği bir süreçte ulusal birliğe gelmeyerek bu olumsuz özelliğini hala sürdürmektedir. Yalnız bu durum bile ihanetin boyutunu göstermeye yeterdir.

48


Özgür Halk

Ağustos 2015

Rojava Devrimi, Dördüncü Yılında Demokratik Suriye Devrimi’ne Yürüyor! II Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın DAİŞ’i desteklemelerinin birinci amacı, Rojava Devrimi’ni boğmak; orada Apocu düşünceye dayalı bir devrime müsaade etmemekti. İkinci amacı, Şengal’den Êzîdî Kürtleri çıkarmak ve Hewlêr kapılarına kadar dayanıp Güney Kürtlerine bir ders verip hadlerini bildirmekken; üçüncü ise, Irak’taki Şii etkinliğini geriletmek, Irak’ta Sünni eğilimini daha etkili kılmaktı Murat Karayılan Burada açılması gereken diğer bir husus ise, Rojava Kürdistanı’ndaki siyasal yapılanmaların durumudur. Çünkü burada sadece PYD ya da Halk Meclisleri yoktur; farklı birçok örgüt ve yapılanma var. Hatta diyebiliriz ki, 2003’ten 2011’e kadar devlet daha çok PYD tabanına dönük baskı geliştirdiği için PYD tabanında bir daralma yaşanmıştı. Öbür partiler nispeten daha fazla hareket edebildiklerinden dolayı özellikle de Cezire alanında kendilerini belli düzeyde örgütlemişlerdi. Efrîn ve Kobanê’de PYD dışındaki örgütlenmeler çok zayıf konumdayken, Cezire için aynı şey söylenemez. Cezire’de PYD ve Halk Meclisleri’nin etkisi ile diğer partilerin toplam etkisi hemen hemen aynı düzeydeydi. Bu siyasi örgütler ve partiler, 2011 yılı boyunca birlik oluşturmak için hep tartıştılar. Bir de bu eski klasik partilerin dışında, özellikle Türkiye’ye dayalı muhalefet güçlerinin, Suriye’nin hemen hemen her şehrinde halk hareketinin öncülüğünü geliştirmek için örgütlemeye çalıştığı ve çeşitli adlar altında para akıtılarak örgütlenen gençlik yapılanmalarını geliştirme durumu vardı. Cezire alanında da bu türden yapılar baya örgütlenmişlerdi. Esas olarak halk hareketi Suriye’de silah değil de toplumsal boyutta ilerleseydi daha önemli sonuçlar alabilirdi ve gerçek bir halk devrimi biçiminde gelişim kat edebilirdi. Ama özellikle de Selefi güçlerin, kitle temeli yerine daha çok profesyonel silahlı kadrolara dayanan yapıları, süreci silahlı mücadeleye dönüştürdü. Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’ın bundaki rolü fazladır. Başka bir deyişle toplumsal hareket ilerleseydi devrime gidebilirdi ama bunlar sabırla toplum üzerinden sonuç almayı sürdüreceklerine, direkt silahlı müdahalelerle kestirmeden sonuç almayı esas aldılar. Aslında mevcut savaşın bu kadar tahrip verici olmasının nedeni budur. Yani hem El Kaideci güçlerin fazlasıyla donatılmış olması hem de onların da inisiyatifi alarak, halk hareketini rayından çıkarması suretiyle süreci silahlı bir çatışmaya dönüştürmesi, mevcut tıkanmanın en temel nedenlerinden birisidir. Bu süreçte Kürtler de kısmi bir silahlı yapılanmaya sahip oldular ama siyasi olarak PYD ve Halk Meclisi’nin görüşü, Suriye’de silahlı değil siyasal mücadeleden yana olmak; silahı sadece kendini savunmak için kullanmaktı. Bu yapılara göre devrim bir kitle devrimi olduğuna göre,

onun kitlesel ayağının güçlü olması ve siyasi taktiklerle ilerlemesi gerekiyordu. Dolayısıyla Halk Meclisleri; ‘ben ne devlete ne de başka bir güce karşı eylem yaparım, ben üçüncü çizgide duruyorum ve kimseye karşıt değilim, kimseye saldırmam ama bana saldırana karşı da kendimi korurum’ tarzında bir yaklaşımla sürece müdahil oldu. Rojavalı 12 siyasi örgüt ise, tartışmaları tamamlayarak Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi (Encumena Niştîmanî Kurdên Surî-ENKS) adı altında ortak bir meclis kurdu. PYD ve başka kimi örgütler bu yapılanmanın dışında kaldılar. Böylece ENKS ve PYD’nin öncülüğünü ettiği Rojava Kürdistanı Halk Meclisi (Meclîsa Gel a Rojavayê Kurdistan - Meclîsa Gel)’nin kendilerini örgütleme süreci gelişti. Meclîsa Gel her yerde örgütlendi ve kısa zamanda ENKS’den daha kitlesel bir konuma ulaştı. Tam bu süreçte Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin yönetimi ve Mesut Barzani, Hewlêr’de bir görüşme gerçekleştirdi. Bu görüşmede her iki meclisin birleşmesi için katkı sunulması kararı alındı. Yapılan çağrı ardından iki meclis Hewlêr’de toplantı yaptı ve ‘Hewlêr İttifakı’ diye bir metin üzerinde uzlaştılar. Bu, 2012 yılının Haziran ayında oldu. Bu anlaşma temelinde her iki meclisin eşit sayıda temsilcilerinden oluşan Kürt Yüksek Konseyi kuruldu. Bu konseyin rolü, tüm konularda karar organı olması ve kurması gereken çeşitli alt komisyonlarla tüm Rojava’da süren mücadele süreçlerine öncülük etmesiydi. Aslında 19 Temmuz’daki devrimin rahatlıkla gerçekleşmesinde Hewlêr İttifakı’nın rolü vardır. ENKS’li güçler devrim sürecine ne katılan ne de katılmayan pozisyondaydılar. Onlarda, ‘devrimin erken olduğu’ savı ön plandaydı, ancak Amûdê ve Cezire’nin bazı yerlerinde halkın yönetimlere el koyma sürecine bu yapılar da katıldı. Esas olarak her yerde ENKS kitlesi bir biçimde devrime iştirak etti. Doğru; bu devrim ve yönetimlere el koyma, öyle Yüksek Kürt Konseyi’nin kararıyla olmadı; bu devrimsel çıkış daha çok Meclîsa Gel’in kararıyla gerçekleşti. Fakat Kürt Yüksek Konseyi de karşı çıkmadı. Böylece devrim süreci daha rahat gelişme olanağı yakaladı. Ama her yerde sadece Meclîsa Gel öncülüğünde geliştiği için ENKS kendini uzak tuttu. Bu devrimsel durumun geçici bir şey olduğunu sandığı için esas katılımı sağlamadı. Öte yandan Türk devletinin kurulan bu birliğe mü-

49


Özgür Halk dahale etmesi hiç de gecikmedi. Birliğin kamuoyuna açıklanmasından hemen sonra, o zaman Türkiye Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu yıldırım hızıyla Hewlêr’e gitti (hatta o zaman Irak Devleti’ne haber vermeden gitmesi kimi diplomatik sorunlara da yol açmıştı) ve ‘bu birlik yanlıştır’ dedi. KDP ve ENKS çevreleriyle görüşerek, ‘niye PYD ile birleştiniz’ diye telkinlerde bulundu. Buna müteakip Türkiye’nin mütemadiyen baskıları ve müdahaleleri oldu. Zaten Yüksek Kürt Konseyi adı altında oluşan kurumlaşmanın fazla işlevsel olmamasının ve bu birliğin yürümemesinin en temel nedeni Türkiye’nin müdahaleleridir. Türkiye’nin müdahale etmesiyle, ENKS, ne birliği resmi olarak bozdu ne de birliğe katılmış oldu; geride durarak sürekli yakınma ve eleştirilerle parçalayan bir duruş sergiledi. Hatta bu örgütler içerisinden bazıları Türkiye’ye çağrıldı ve orada kendilerine bol maddi imkânlar sunularak silahlandırıldı. Ardından ise ÖSO güçleri bünyesinde Efrîn’de ve kimi başka yerlerde PYD’nin etkisini kırma veya iktidar olursa iktidarını geçersiz sayma girişimlerinde bulundular. Yer yer çatışmalar da oldu. O dönem Suriye muhalefet güçlerinin hepsi Rojava Devrimi’nde henüz adı konulmamış olan yapılanmaya karşı çıkıyorlardı. Çünkü Suriye’nin silahlı ve siyasi bütün muhalefet güçleri Türkiye’ye dayanıyordu. Toplantılarının hepsi İstanbul’da oluyordu. Bunlara İstanbul’da, Hatay’da ve Antep’te yerler verilmişti. Suriye muhalefetinin bir kısmı Ürdün’e dayanıyor olsa da, esas olarak ana gövdesi tümüyle Türkiye’ye dayanarak Suriye’ye dönük girişimde bulunmayı öngörmüştü. Bu yüzden de hepsi Türkiye’ye muhtaçtı. Türkiye de bunlara iki şart koştu: Birincisi, Suriye Ulusal Koalisyonu’nda Kürtlerin haklarına ilişkin belirgin bir şey söylenmemesi, kimlik veya statünün tanınmaması; ikincisi ise, Cezire, Kobanê ve Efrîn’de PYD öncülüğünde oluşan yönetimlerin tanınmaması ve bunların tasfiye edilmesi. Türkiye bu iki şartı Suriye muhalefetinin önüne koydu. Suriye muhalefet güçleri de zaten Kürt halkını ve iradesini tanıma, onlara saygı gösterme gibi bir zihniyet yapısından uzaktı. Özellikle de Arap şoven kesimleri, Suriye’de bir Kürdistan’ın olmadığını, aslında var olan Kürtlerin de Türkiye’den geldiklerini söylerler. Hatta bunun için bir kısım Kürtlere kimlik de verilmemiştir. Kürtler mülteci olarak adlandırılmıştır. Bunun nedeni, Kürtlerin Kuzey Kürdistan’dan geldiklerini varsaymalarındandır. Bu yüzden de Suriye Arap muhalefetinin bünyesinde Kürtleri tanımanın zihinsel alt yapısı yoktu. Türkiye’nin de bu dayatması olunca hemen kabul ettiler. O dönemde Türkiye’nin baskısı ve KDP’nin devreye girmesiyle ENKS, Meclîsa Gel ile birlik olmasına rağmen, ortak karar olmaksızın İstanbul’a giderek bu koalisyona dâhil oldu. Aynı şekilde Katar’da yapılan toplantıya da gittiler. ENKS, Kürt Yüksek Konseyi içerisinde yer almasına rağmen kendi başına bu tür organlara dahil oldu. Bu, Türkiye’nin baskı ve teşvikiyle oldu. Dolayısıyla onlar da Rojava’da var olan yapılanmanın tasfiyesine bu biçimde katılmış oldu. Hatta onların içerisinde ‘Azadî’ diye bilinen bir parti vardı; o parti silahlanarak birçok yerde YPG’ye karşı geliştirilen saldırılara bizzat katıldı. En belirgin faaliyet olarak Halep’in Eşrefiye Mahallesi’nde halkın baskılara karşı yapılan yürüyüşünün taranmasında ve orada 17 Kürdün şehit edilme-

Ağustos 2015

sinde, Azadî denilen bu Kürt partisi de bulunmaktaydı. Kısaca Türk devletinin politikası, Suriye muhalefetiyle Kürt haklarına dair belirgin bir tanımlama yapmadan işbirliği halinde olan Kürtleri kendi çatısı altında tutmayı sağlamaktı. Bu konuda ENKS’nin bütün istem ve çabalarına rağmen hem ENKS’yi o çatı altında tuttular, hem de onların istemlerini yerine getirmeyip Kürt haklarına ilişkin belirgin bir vurgu yapmadılar. Bu önemli bir durumdur. Yani hem bazı Kürtleri orada tutuyor hem de haklarına dair bir cümleye bile yer verilmiyor. Sadece, ‘Suriye’de Araplar, Kürtler, vs. hepsi Suriye vatandaşıdır’ gibi bir cümlelik bir şey var. O da kimlik haklarına dair değildir. ENKS’deki partilerin çok ısrar etmesine rağmen böyle bir şeye yer vermediler. Çünkü Türkiye verilmemesini dayatıyordu. Ayrıca silahlı muhalefet yoluyla da Efrîn ve Kobanê’ye girerek oradaki Kürt güçlerini tasfiye etmeyi önlerine koydular. ENKS’yi getirip ulusal koalisyona koydular ve aynı zamanda silahlandırarak iç çatışma yaratmak istediler. Bu konuda Türk istihbaratının yoğun bir çabası olduğu gibi, bizzat Dışişleri Bakanı bu konuyla ilgiliydi. Yani Suriye muhalefet güçleri hiçbir biçimde Efrîn, Kobanê ve Cezire’deki Kürt yönetimini veya yapısını tanımadı. Efrîn’e girmek istedi, Halep’te Kürt mahallelerine yöneldi; çatışmalar yaşandı. Türkiye bu tür yönelimleri teşvik ederek kendine bağlı olan Suriye muhalefet güçleri ile PYD’nin ve Meclîsa Gel’in geliştirdiği yapıyı tasfiye etmek istedi. Bunların bu yaklaşımı karşısında devrim gücü de kendini artık her bakımdan saldırılara karşı örgütlemek durumunda kaldı. Rojava halkının savunma gücü: YPG İşte tam o dönemde, yukarıda belirttiğimiz amatör bir biçimde oluşmuş olan yerel birlikler ve öz savunma birimleri bir toplantı yaparak Yekîneyên Parastina Gel (YPG - Halk Savunma Birlikleri)’in kuruluşunu ilan ettiler. YPG, Suriye’de silahlı değil siyasi bir devrimden yana olduğunu, Rojava Kürtleri’nin haklarını savunacaklarını ve Kürdistan bölgesini her türlü saldırıya karşı da koruyacaklarını belirtti. Dikkat edelim gelişmeler daha fazla öz güce dayanmayı, daha fazla örgütlenmeyi dayatıyor. Yani 19 Temmuz Devrimi sonrası gelişen baskılardan dolayı önce YPG’nin, ardından ise kadın kolu olan YPJ’nin kendisini daha fazla örgütlemesi süreci daha etkili bir biçimde gündeme giriyor. YPG’nin girdiği ilk çatışma 2012’nin sonlarında Serêkaniyê’de yaşandı. O vakit Kürdistan bölgesine ve YPG’ye karşı saldırılara El Nusra ile Ehrar El Şam gibi örgütler öncülük yapıyordu. Ama hemen hemen her örgütün karşıt bir tutumu vardı. Bu silahlı güçler, YPG’yi Serêkaniyê’den tümden çıkarmak istediler. Zaten YPG’nin de rüştünü ilk ispatlama yeri Serêkaniyê’dir. Çünkü ilk kez Serêkaniyê’de düzenli ve sistemli bir çatışmaya girmiştir. İlk başlarda zorlanan YPG, bir hamleyle şehrin hemen hemen yarısını denetimine aldı; bunun ardından aralıklarla uzun zamana yayılan çatışmalarda şehrin yüzde 80’inde kontrolünü sağladı. Bunun üzerine YPG ile El Nusra ve diğer güçler arasında bir uzlaşma gerçekleşti. Tırmanan bu gerginlik Önder Apo’nun 2013 Newrozu’nda Kuzey Kürdistan’da başlattığı süreçle birlikte biraz hafifledi. Önder Apo’nun Rojava’ya dönük mesajları temelinde 2012’de gerçekleşen devrimsel çıkış ve Ku-

50


Özgür Halk zey’de yürütülen gerilla savaşı ardından, Önderliğin sadece Kuzey Kürdistan değil, Rojava dahil tüm Ortadoğu’ya dönük yayınladığı tarihsel deklarasyon, bir süreliğine de olsa Rojava Devrimi’ne bir nefes aldırdı. Çünkü bu deklarasyonla Önderlik tüm bölge halklarının kapitalist moderniteye karşı kendi demokratik modernitesini tesis etmek üzere var olan sorunların savaşla değil diyalogla çözümü için yeni bir süreci başlatıyordu. ‘Yeni bir Türkiye, yeni bir Ortadoğu’ diyordu. Bu önemli bir perspektifti. Oldukça etkisi oldu. En azından Türkiye’nin baskıları biraz hafifledi. Böylece Rojava Devrimi 2013 yılına daha rahat girdi. Fakat AKP hükümeti nasıl hareketimizin Önderliğin çağrılarına uygun olarak ateşkesi ilan etmesi ve ardından geri çekilmeyi başlatmasını karşılıksız bıraktıysa, buna paralel olarak Rojava’da Kürt halkına karşı da yeni bir savaş sürecini başlattı. Yani diyebiliriz ki biz Kuzey’de ateşkes ilan ettik; Türk devleti ise Rojava’da Kürt halkına karşı bir savaş başlattı. Tam da Rojava halkı 19 Temmuz Devrimi’nin birinci yıldönümünü kutlamaya hazırlanıyorken, 16 Temmuz 2013’te Serêkaniyê başta olmak üzere tüm Rojava’da yeni bir çatışma sürecine girildi. Öyle ki, Suriye’deki tüm silahlı örgütler saldırıya geçti. Bu saldırı dalgasında DAİŞ (Irak Şam İslam Devleti) Efrîn tarafından saldırıya geçmişti. Biz DAİŞ’i o zaman fark ettik. O dönem savaşın başını Cephet El Nusra ve Ehrar El Şam gibi örgütler çekiyordu. Liva El Tevhid gibi İhvani Müslim çizgisine yakın olan kimi örgütler de katıldılar ama onlar sonra geri durdular. Yani Türkiye’nin baskısıyla tüm örgütler katılmak zorunda kalmıştı. Resmi olmasa da bunu zaten kendileri PYD’ye ve YPG’ye ifade etmişler. Onlar bu şekilde kapsamlı bir yönelimle 2-3 günde Rojava’yı tasfiye edeceklerini zannediyorlardı. Fakat çatışmalar uzun sürdü. Özellikle Serêkaniyê ve Cezire alanının tümünde çok şiddetli çatışmalar yaşandı. O vakit bu örgütlerin Rojava Devrimi’ni boğmakta kararlı oldukları anlaşıldı. Diğer önemli bir boyut da, bu süreçte kimsenin, DAİŞ’in ve El Nusra’nın El Kaide’nin kolları olduğunu ve tehlikeli olabileceklerini düşünmemesi ve herkesin bunları ÖSO çatısı altındaki güçler olarak görüp desteklemesiydi. Buna rağmen Rojava Devrimi sadece ve sadece kendi öz gücüne dayanarak bunların saldırılarına karşı durma cesaretini gösterebilmiştir. Aslında El Nusra’nın ve DAİŞ’in deşifre edilmesinde, başta Serêkaniyê olmak üzere Kürtlere karşı yapılan saldırılar sürecinde Kürt basınının bunların gerçekliğini kamuoyuna yansıtmasının önemli bir rolü olmuştur. Kendilerine sunulan bol imkânlarla donanımlı bir şekilde Rojava Devrimi’ne karşı saldırı yapıyorlardı ama buna karşın YPG’nin ise dayandığı bir yer yoktu. Tabii bu durum YPG’de bir zorlanma yarattı. O zaman PYD ve TEV-DEM yetkilileri herkesten yardım istedi. Gidip bizzat Mesut Barzani’den de silah yardımı istediler ama KDP yardım etmedi. Zaten büyük ihtimal bu saldırılardan onlar da haberdardı. Şayet KDP o zaman doğru bir rol oynasaydı ve ENKS’yi bu biçimde Türkiye yelpazesine sokmadan Rojava’da sağlam bir duruş sergilemesini sağlasaydı, belki bu kadar saldırı olmazdı. Ayrıca ENKS de bugünkü tasfiye sürecini yaşamayabilirdi. Bu politikanın bir sonucu olarak, 12 örgütün birleşmesiyle geliştirilen ENKS’nin birçok bileşeni çeşitli vesilelerle ayrılarak kimileri TEV-DEM’le birlikte hareket

Ağustos 2015

etmiş, bazıları kanton yönetimlerine katılıp destekler konuma gelmiştir. Böylece ENKS, sadece 3 örgütten ibaret bir yapı durumuna gelerek bir blok konumundan çıktı. Doğru bir politikaları olsaydı belki böyle olmazdı. Kısacası KDP’nin o bilinen duruşu ve çizgisi bu saldırılara zemin olduğu gibi esas olarak kendi politikalarını zora soktu. Tabii ki devrimi destekleyenler ve çeşitli biçimlerde katkı sunanlar da oldu. Özellikle Kürdistan Özgürlük Hareketi, bu anlamlı direnişi destekleyerek Rojava Devrimi’nin güç kazanmasına olanak sağladı. Nihayetinde büyük bir çarpışma oldu. Bu savaş durumu yıl sonuna kadar sürdü. Son büyük çatışma Til Hemis ve Til Berak’ta 2014 Ocağının ilk günlerinde yaşandı. YPG, bu 6 aya yakın süren direniş döneminde bu silahlı güçlerin tüm saldırılarını püskürttü. Bu arada salt Türkiye’nin baskısıyla bu çatışmalara katılmış olan birçok örgüt çatışmalardan ayrıldı; ‘Niye Kürtlere bu kadar saldırıyoruz; bizim ne çıkarımız var; rejim dururken niye onlara yöneliyoruz’ diyen örgütler de oldu. Yani ÖSO adı altında oluşturulan çatı yapı-

YPG’nin girdiği ilk çatışma 2012’nin sonlarında Serêkaniyê’de yaşandı. O vakit Kürdistan bölgesine ve YPG’ye karşı saldırılara El Nusra ile Ehrar El Şam gibi örgütler öncülük yapıyordu lanması herkesi Rojava’ya yöneltti ama bunların birçoğu sonradan bu saldırılardan çekildi. Aralarında bir parçalanma oldu. Bu yüzden de Efrîn ve Kobanê’deki çatışmaların dozajı hafifledi. Çatışmalar daha çok Cezire bölgesinde yoğunlaştı. Burada da YPG’nin yaptığı hamleler El Nusra ve Ehrar El Şam’ın tüm mevzilerinin düşürülmesine yol açtı. Serêkaniyê, Ebu Rasseyn ve Til Koçer kurtarıldı; Til Temir denetim altına alındı. Kısaca YPG, Haseki’ye kadar giden bir denetim sahası oluşturdu. El Nusra ve Ehrar El Şam benzeri tüm saldırgan yapılar ise büyük darbeler yediler, ellerindeki petrol kuyuları da dahil olmak üzere bütün mevzilerini YPG ele geçirdi. Yalnız içine girmiş olduğu zafer sarhoşluğu durumundan dolayı, YPG, 4-5 Ocak 2014 günlerinde Til Hemis ve Til Berak’da kayıp verdi. Bu kayıplar aslında bir sürecin sonu oldu ve artık YPG hakimiyet sağladığı alanlarda denetimini pekiştirmeye yöneldi. Ortadoğu’da yeni bir yönetim: Kantonlar Bu arada Meclîsa Gel de Rojava’da kantonların ilan edilmesi kararını aldı. Yani elde edilen askeri zaferin paralelinde bir de siyasi bir hamle ve zirve biçiminde bir sürecin gelişmesi söz konusu oldu. İlk olarak 21 Ocak 2014’te Cezire’de, daha sonra ise sırasıyla Kobanê ve Efrîn’de kantonlar ilan edildi. Yani Türkiye’nin tertiplemiş olduğu, yoğun desteklediği, ‘siz gidin Serêkaniyê’de, Efrîn’de karargahınızı kurun, size her türlü yardımı yaparız’ gibi hedef göstermesiyle YPG’nin denetim sahasındaki bütün alanların düşü-

51


Özgür Halk

rülmesini öngören saldırılar boşa çıkartıldı; YPG’nin direnişi kazandı ve bir de üzerine kantonlar ilan edildi. Kuşkusuz bu direnişin esas kaynağı ve gıdası Apocu ideoloji ve ruhtan oluşmaktadır. Bu saldırgan güçler karşısında durabilen, onların savaş performansı karşısında direnebilen ve onları yenebilen iradenin yakaladığı askeri düzey, kantonların ilanıyla siyasi olarak da bir düzeyi yakalamış oldu. Çünkü kantonlar demokratik ulus perspektifiyle ilan edilen yapılanmalardır. Demokratik özerkliği esas almaktadır. Tekçiliğe karşı çoğulculuğu esas alan, yeni bir zihniyetin ürünüdür. Bugüne kadar Ortadoğu bölgesinde sürekli bir biçimde ulus-devlet zihniyetiyle tekçilik dayatılmıştır. Her yerde toplumlara dayatılan tekçiliktir ve dikta sistemdir. Halkların ve kültürlerin bu sistemlerde bir yeri yoktur ama Rojava’da ilan edilmiş olan kantonlar şahsında ilk kez bu şekilde çoğulculuğu esas alan, tüm kültürlere, inançlara saygı temelinde hepsini kucaklayan ve özgürce kendini ifade etme koşullarını sağlayan, yasalara dayalı bir yönetim sistemi oluşturulmuş oldu. Mesela Cezire Kantonu’nda Kürtler, Araplar ve Süryaniler hükümet kabilindeki komitelere dayalı yeni yönetim sistemini ortaya koydular ve Kürtçe, Arapça ve Süryanice’yi üç resmi dil olarak kabul ettiler. Bu model, Ortadoğu’da yeni bir modeldir ve zaten şimdi Türkiye’nin, İran’ın ve Suriye’nin, yani bölgedeki derin sömürgecilik diyebileceğimiz tüm güçlerin ve şoven çevrelerin aslında karşı oldukları şey budur. Demokratik özerklik ve demokratik ulus eksenli geliştirilen bu yeni model onları ürkütmektedir. Türkiye’nin Rojava Devrimi’ne bu kadar karşı olmasının nedeni Rojava’da statü elde eden ve kimliksel haklarına kavuşan Kürtlerin, Kuzey’e de bir model olacağıdır. Onlara göre Güney Kürdistan bir istisnadır; özgün koşulları vardır. Türk sömürgeciliği Güney Kürdistan’a karşı önce kırmızı çizgi ilan etti; sonra baktı olmuyor, siyasi-diplomatik ilişkilerle orayı denetim altına alma, ekonomik ilişkilerle kendine bağlama ve böylece etkisiz kılarak onu diğer parçalara karşı kullanabilecek bir pozisyona getirme politikasını uyguladı. Rojava’da ise tutumunu statü kazanacak bir yapılanmaya asla ve asla müsaade etmeme biçiminde somutlaştırıyor. Güney Kürdistan’a

Ağustos 2015

dönük politikasında zaten, olduğu gibi Kürt statüsünü kabul etmiyor. Görünürde kabul ederek, onu diğer parçalara karşı kullanmak istiyor ve kendi yedeğine alıyor. Burada Kürt haklarına karşı saygılı bir yaklaşımdan söz edilemez. Böyle olmasaydı Rojava’ya karşıtlıkta bu kadar ısrar etmezlerdi. Eğer gerçekten AKP devleti Türkiye’de Kürt sorununun çözümünde samimi olsaydı, Rojava Devrimi’ne bu kadar karşıtlık yapmazdı. Hatta memnun olabilirdi. Ama bugüne kadar süren karşıtlığının temelinde Kuzey’de de çözümü değil tasfiyeyi esas alıyor olması vardır. Yani AKP’nin ve Erdoğan’ın zihinsel alt yapısında Kürt sorununu çözme diye bir şey yoktur. Değişik politikalarla tasfiyeyi öngören bir politik yapıya sahiptir. Zihinsel yapısı bunu öngörüyor. Bu yüzden de Rojava’da oluşan Kürt yönetimine karşı duruyor. Ancak Rojava Devrimi bütün bu yönelimlere karşı direndi; o da bir hamle yaptı, kendi sistemini açıkça ilan etti, yeni bir model olarak bunu pratikleştirdi. Hegemonların kontrolden çıkmış Kürt düşmanı: DAİŞ Kantonlara karşı olan kesimler daha da saldırgan bir duruş geliştirdiler ve DAİŞ’i ileri sürdüler. DAİŞ’in ortaya çıkmasının ve birden bire bu şekilde Kürt düşmanlığına soyunmasının altında bu gerçeklik yatmaktadır. DAİŞ aslında El Kaide’nin Irak koluydu. Fakat Suriye’de bu çatışma süreci başlayınca bazı birliklerini Suriye’ye kaydırıyor. Bu durum başlangıçta kardeş örgüt olan Cephet El Nusra’ya yardım ve destek için gönderildiği biçiminde algılandı ama sonradan kendisinin ayrıca Suriye’de de yapılanmak ve örgütlenmek istediği anlaşıldı. Giderek kendisini daha etkili hale getirdi. Çünkü kadroları daha tecrübeliydi. Irak’ta edindiği tecrübe, imkân ve olanaklar vardı. Onları da arkasına alarak Suriye’de daha etkili olmaya çalıştı. Bunun üzerine Cephet El Nusra ile aralarında inisiyatif ve egemenlik sorunu doğdu. Bu sorunun El Kaide merkezine taşınması üzerine El Kaide merkezi, DAİŞ’in ağırlığını Irak’a vermesi, Suriye’deki çalışmalarında ise El Nusra’nın inisiyatifini esas alması gerektiği kararını alıyor. Bununla birlikte şimdi İslam Devleti’ni ilan etmenin erken olduğu sonucuna da

52


Özgür Halk ulaşıyor. DAİŞ ise bu kararları reddediyor. DAİŞ’in lideri olan Ebubekir El Bağdadi, El Kaide lideri olan El Zevahiri’ye gönderdiği mektubunda, ‘ben senin dediklerini kabul edersem Allah’ın yolundan çıkmış olurum; bunun için kabul etmiyorum” biçiminde bir yanıt veriyor. Böyle olunca El Kaide merkezi de DAİŞ’le ilişkilerini kesme kararı alıyor. Yani böylece DAİŞ El Kaide’den kopmuş oluyor. Bunu gören Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler, yine CIA, MOSSAD gibi istihbarat örgütleri, ‘nasılsa bunlar El Kaide merkezinden koptu; o zaman DAİŞ’i daha fazla öne çıkararak güdümümüze alabilir ve onu daha iyi bir tetikçi yapabiliriz’ hesabıyla yaklaşıyor. DAİŞ’e bol keseden para, silah ve cephane akışının önü açılıyor. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın DAİŞ’i bu kadar desteklemelerinin birinci amacı, Rojava Devrimi’ni boğmak; orada Apocu düşünceye dayalı bir devrime müsaade etmemekti. İkinci amaçları, Şengal’den Êzîdî Kürtleri çıkarmak ve Hewlêr kapılarına kadar dayanıp Güney Kürtlerine bir ders verip hadlerini bildirmekken; üçüncü amaçları ise, Irak’taki Şii etkinliğini geriletmek, o zaman iktidarda olan El Maliki’yi düşürmek, böylece Irak’ta Sünni eğilimini daha etkili kılmaktı. İşte DAİŞ’i bu kadar palazlandırmalarının nedenleri bunlardı. Bu plan çerçevesinde bu devletler ilk önce DAİŞ’i Suriye’de güçlendirdiler ve bir de Irak’ta Musul’u almasını sağladılar. Fakat bu devletler, DAİŞ liderliğinin kendi denetimlerinden çıkacağını hesap etmediler. Ebubekir El Bağdadi ve arkadaşları 11 Haziran 2014’te Musul’u aldıktan sonra çok büyük imkânlara sahip oldu. Musul’da bulunan asker ve polis toplam 38 bin silahlı güç tek bir mermi bile sıkmadan silahlarını DAİŞ’e teslim etti. Tanklar ve envaı çeşit zırhlı araç ele geçirildi. Yalnızca bilinen yarım milyar dolar buradaki bankalardan ele geçirildi. Tabii bunun üzerine bölgede DAİŞ’in bir heybeti oluştu. Çünkü DAİŞ’in savaş tarzı Moğolların savaş tarzıyla benzerlik taşıyor. Gittiği yerde vahşet uyguluyor ve bir de sosyal medya yoluyla yoğun propagandasını geliştirerek gidebileceği tüm yerlerde kendisine dönük bir korku oluşturuyor. Dolayısıyla gittiği hemen her yeri çatışmadan teslim alıyor. Sadece Musul’u değil, Tikrit’i de aldı; Ramadi ve Bağdat’ın sınırlarına yaklaştı. El Maliki hükümeti düştü. Irak Devleti Bağdat’ı zor bela savunabildi. Zaten önceden Suriye tarafında Reqqa’yı da El Nusra ve diğer örgütlerden almıştı. Dolayısıyla Suriye ve Irak’ta böylesi bir büyümeyi bir anda yaşayınca İslam Devleti’ni de ilan etti. Bu süreçte ABD’nin ve diğer güçlerin telkinlerini de dikkate almayan DAİŞ, ders olsun diye 2 ABD’li gazetecinin başlarını kameraların önünde kesti ve görüntüleri tüm dünyaya servis etti. Böylece kontrolden çıkmış olduğunu ortaya koydu. O zamana kadar yönlendirilebileceği, iyi bir tetikçi olarak kullanılabileceği varsayılan DAİŞ’e Türkiye ve Suudi Arabistan gibi örgütler direkt destek sunarlarken, ABD vb. ülkelerin istihbaratları ise bu desteklere ve gelişime ses çıkarmıyordu, göz yumuyordu. Aslında uluslararası güçler de bu biçimde destek olmuş oluyordu. Mevcut durumda hiç kimse, ‘DAİŞ’in bu kadar güçlendirildiğini, CIA, MOSSAD ya da daha başka istihbarat teşkilatları fark etmedi’ diyemez. Çünkü fark etmişlerdir, hatta kendileri de desteklemiştir, en azından verilen desteklere göz yummuşlardır. Doğru; bununla

Ağustos 2015

amaçlarına göre kullanabileceklerini varsaymaktaydılar ama DAİŞ güçlendikten sonra kontrolden çıktı ve artık Türkiye, vb. ülkelerle ittifak halinde çalışabileceğini belirtti. Aslında kontrolden çıktı derken, uluslararası güçlerin kontrolünden çıkmış oldu. Yoksa kendi yerel müttefikleri olan Türkiye ve Suudi Arabistan’la birlikte iş yapmaya devam ettiği sonraki süreçte iyice açığa çıktı. Kısacası DAİŞ birden bire ortaya bu şekilde çıktı. DAİŞ’e ilk ‘dur’ diyen güç Apocu gerilla hareketidir Suriye’de güçlendirilen DAİŞ, ilk önce 8 Mart 2014’te Kobanê’ye ilerlemek istedi. Orada Karakozak Köprüsü’nü aldı ve bir hat oluşturdu. Ardından ise durdu. 11 Haziran’da Musul’u aldıktan sonra 2 Temmuz günü bir kez daha Kobanê’ye yöneldi. Bu yönelimde sürdürülen çatışmalarda hem doğu cephesinde hem de batı cephesinde 1-2 köy alarak bir kademe ilerledi ancak baktı ki YPG tarafından da sert bir direniş var ve öyle kolay ezilebilecek bir yapı yok, bir kez daha oradaki yönelimini durdurdu. 2 Ağustos’ta ise Şengal’e yöneldi. Bu yönelim esnasında bölgedeki mevcut silahlı güçler, yani peşmerge gücü DAİŞ’e karşı duramadı. Çünkü DAİŞ’in hem belli bir askeri performansı var, hem de psikolojik savaşı-

AKP, Hareketimizin ateşkesi ilan etmesine paralel olarak Rojava’da Kürt halkına karşı yeni bir savaş sürecini başlattı Kuzey’de ateşkes ilan ettik; Türk devleti ise Rojava’da Kürt halkına karşı bir savaş başlattı nın etkisi çok güçlü; daha bir yere gitmeden önündeki güçler dayanamayıp cepheyi bırakıyor. Bu biçimde Timurleng’in ordusu gibi gittiği her yeri ele geçiren bir konum kazandı. Suriye rejim güçleri de, kardeş örgüt El Nusra dahil Suriye’deki muhalif güçler de, Irak rejim güçleri de bunlara karşı dayanamadılar. Şengal’e geldiklerinde ise peşmerge de bunlara karşı dayanamadı ve geri çekilerek Şengal halkını yalnız bıraktı. Aslında biz hareket olarak Musul DAİŞ’in eline geçince Şengal’de, Mexmûr’da ve Kerkük’te güç konumlandırma çabaları sergiledik ama bu çabalarımız engellendi. Bu bölgelerde egemen olan güçler, güç göndermemize izin vermedi. Ama biz buna rağmen kendi olanaklarımızla gizli bir şekilde bazı profesyonel birimlerimizle bir takım hazırlıklar yaptık. Mesela Şengal’e 12 kişilik bir hazırlık birliği gönderdik. Yine daha önce orada Êzîdîler arasında çalışma yürüten TEVDA’nın da bir takım kadroları vardı. Bunlar birleşerek orada bir hazırlık çalışması yaptılar. Bu birimlerimiz yoluyla daha ilk günden durumun vahameti, Şengal’in düşüşü ve DAİŞ’in ilerleyişi hakkında bilgi sahibi olduk. 3 Ağustos günü saat 09’da konuyla ilgili detaylı bilgi sahibi olduk; saat 11’de Şengal’e müdahale kararı aldık ve en hızlı bir biçimde taburları gündüz gözüyle devreye soktuk. Bu biçimde gerçekleşen bu müdahaleyle ilk kez DAİŞ’e ‘dur’ diyen bir güç ortaya çıkmış oldu. Bu güç HPG gücüdür. Şengal’i bir kaç koldan saran faşist DAİŞ güçlerini durdurma suretiyle onlara ‘dur’ de-

53


Özgür Halk

Ağustos 2015

Kürtlerin yıkılmaz kalesi: Kobanê İşte bunu hazmedemeyen DAİŞ ve AKP, hareketimizin bu yükselen imajını lekelemek, darbelemek, adeta burnunu yere sürtmek için kapsamlı bir hazırlık temelinde 15 Eylül günü yönünü tekrar Rojava Devrimi’ne, devrimin çıkış yeri olan Kobanê’ye döndü. Saldırı için Kobanê’yi seçmeleri rastlantı değildir. Çünkü Kobanê, yukarıda da belirttiğimiz gibi hareketimizin çıkış döneminde Önderliğimizin ilk geldiği yerdir. Yine Rojava Devrimi’nin ilanının yapıldığı yer de Kobanê’dir. Ayrıca diğer kantonlara göre en küçük, en zayıf ve coğrafik olarak saldırıya en müsait olan yer de Kobanê’dir. Bütün bunların yanı sıra, bir de son bir yıldır kuşatma altında olması, dışarıdan herhangi bir gidiş gelişin söz konusu olmaması, yani takviye alamaması bu güçlerin Kobanê’yi dişlerine göre görmelerine neden oluyordu. İşte DAİŞ ve AKP bu nedenlerden dolayı Kobanê’ye saldırmayı kendileri açısından bir avantaj olarak gördü ve Cezire veya Efrîn’e dönük değil de, Kobanê’ye dönük kapsamlı bir harekât başlattı. Amaçları Kobanê’yi düşürmek, böylece, “sadece peşmerge kaçmıyor, gerilla da kaçıyor; peşmerge Şengal’de kaçmışsa, gerilla da Kobanê’de kaçtı” imajını yaratarak bu temelde hareketimizin yükselen prestijini lekelemek ve Rojava Devrimi’ni boğmaktı. Bu yüzden de DAİŞ’in en donanımlı gücü buraya getirildi. Kobanê’deki savaş güçlerinin hepsi dışarıdan gelen Muhacirin dedikleri en profesyonel güçleriydi. Yine DAİŞ Reqqa’daki Eyn İs tank tugayını ele geçirdiğinde oradan onlarca Rus malı ama nispeten eski olan tank ele geçirmişti. Ancak Kobanê’ye saldırılarında bu tankları kullanmak yerine Musul’dan aldıkları son model ABD malı tankları getirip savaştılar. Şu an Kobanê merkezinde 10 küsür civarında etkisizleştirilmiş tank vardır; hepsi de ABD malıdır. Buradan bu saldırıya çok özel hazırlandıkları anlaşılıyor. Bunların yanı sıra, Kobanê’deki direniş güçleri de DAİŞ’in Temmuz yönelimini durdurduğu için biraz rehavet hava-

nildi. Ardından katliamdan kurtarılan halkın dağa çekilmesi sağlandı ve orada korumaya alındı. Fakat bu kez de dağda biriken 150 bin kişinin açlık ve susuzluk sorunları baş gösterdi. Çevredeki kimi devletlerin ve uluslararası güçlerin yeterli desteği sunmaması üzerine HPG gerillaları kendi imkânları ve YPG’nin de desteğiyle Rojava’ya bir koridor açarak tüm halkın oraya aktarılmasını sağlamış oldu. DAİŞ buna karşı birçok yönelimde bulundu ama gerillanın mücadele tarzı onları durdurdu. Bu, başlı başına bir konudur fakat şu bir gerçek ki DAİŞ’in ilerleyişine karşı durabilen ilk güç Apocu gerilla gücü oldu. DAİŞ Şengal’de denetimini sağlayamayınca yönünü Kerkük, Mexmûr ve Hewlêr’e döndü. Bunun üzerine güçlerimiz Duhok’a, Mexmûr’a ve Kerkük’e de takviye güçler göndererek buralara da müdahale etti. Açık ki Mexmûr’da DAİŞ’in ilerleyişi durdurulmasaydı, bu çete örgütü gelip Hewlêr’e dayanırdı. Ama Mexmûr’da durdurulmaları ve yine Kerkük’te Kürt güçlerinin direnmiş olması, onların Güney hatlarındaki ilerleyişini durdurdu. DAİŞ, Şengal’i tam olarak ele geçirmek ve açılmış olan koridoru ortadan kaldırmak için Rabia ve Cezaa’ya saldırılar gerçekleştirdi. Yaşanan çok büyük çarpışmalar oldu. Bu çarpışmalar haftalarca sürdü. Eğer bu saldırılarında başarılı olsalardı, Şengal’i Rojava’dan kuşatmış olacaklardı ama başaramadılar. Çünkü bu saldırılara karşı çok tarihsel direnişler gerçekleşti. DAİŞ’in Şengal üzerindeki planı bu biçimde başarısız kaldı. Her ne kadar bu konuda hareketimizden kaynaklı yetersizlikler de olsa, yani zamanında oraya güç konumlandıramama, bir biçimde yaratıcı yaklaşarak oradaki halkımızın savunmasını daha güçlü hale getirememe gibi yetersizliklerimiz olsa da, bu müdahale, Şengal’de yaşanan katliamda yüz binlerce insanın ölümünün önüne geçmiş, Şengal’i savunmaktan birinci derece yükümlü olan güçlerin onurunu kurtarmış ve hareketimizin ulusal ve uluslararası düzeydeki prestijini yükseltmiştir.

54


Özgür Halk sına kapılmıştı. ‘Ne de olsa DAİŞ saldırısını durdurduk’ diyerek DAİŞ’in daha kapsamlı bir saldırı yapabileceğini varsaymadıklarından hazırlık geliştirmemişlerdi. Toplum ise zaten hazırlanmamıştı. Özellikle de Şengal’deki katliamın etkisi daha taze bir şekilde hafızalardayken, bu kez üç koldan Kobanê’ye yönelim olunca, halkın önce Kobanê’ye yığılması, sonra da yönünün Kuzey Kürdistan’a verilmesi durumu yaşandı. Bu, tabii ki bir özeleştiri konusudur ve ciddi bir yetersizliktir. Gerçek şu ki o kapsamlı saldırı karşısında Kobanê’deki direniş güçlerinin dayanabilme kabiliyeti yeterli değildi. Güçler kademeli bir biçimde çekilmek zorunda kaldı ve halk da ondan önce çekilerek Kuzey’e sığınmak durumunda kaldı. Nihayetinde Kuzey Kürdistan’ın dışarıdan müdahale etme zorunluluğu doğdu. Kuzey’in bu desteği Kobanê direniş sürecinde yeni bir aşamayı geliştirerek direnişi güçlendirdi. Kobanê’nin düşmemesi gerekiyordu ama düşmesine de ramak kalmıştı. Bu yüzden dışarıdan yapılan destek önemliydi. Yapılan bu müdahalelerle birlikte esasen Kobanê’de, 1982 Amed Zindanı’ndaki direnişe benzer bir süreç yaşandı. Nasıl ki,

Ağustos 2015

Kürdistan olmak üzere her dört parça Kürdistan’dan halkımızın büyük katkıları oldu. Eğer Kuzey Kürdistan’da gerçekleşen 6-7-8 Ekim kalkışı olmasaydı, AKP hükümeti Kobanê zaferinin bu düzeyde gelişmemesi için çeşitli müdahaleler gerçekleştirebilirdi; şimdi yoğun olarak tartışılan müdahale sürecini, o zaman düşünebilir veya farklı biçimlerde devreye sokabilirdi. Zaten 29 Kasım 2014’de doğrudan Kuzey’den de bir saldırı gerçekleştirdiler. O da bozguna uğratıldı ama daha kapsamlı şeyler de yapabilirdi. Türk devleti şunu iyi gördü: Eğer Kobanê’ye dönük daha gözle görülür, açık müdahaleler yaparsa, Kuzey Kürdistan halkı da ayaklanacak. 6-7-8 Ekim kalkışı bunun mesajını vermiştir. Bu kalkışın Kobanê zaferinde çok büyük bir rolü ve etkisi vardır. Tabii Kobanê direnişi ulusal karakteri ön planda olan bir direniş olup esas olarak enternasyonal karakteri de vardı. Kürdistan’ın tüm parçalarından katılım oldu, destekler yaşandı. Peşmergenin de bir biçimde katkısı oldu. Ama esas olarak uluslararası bir direnişe dönüştü; enternasyonal bir karakter kazandı. Başta Nejat Suphi Ağırnaslı ve Sarya (Sibel Bulut) gibi bir çok devrimci gidip orada savaştı ve direndi. Şehit düşenler oldu. Yine dünyanın bir çok köşesinden Kobanê halkıyla dayanışmak için çok sayıda kişi gelip direniş saflarında yerini aldı. Kısacası Kobanê direnişi kolektif bir direnişe dönüştü. Faşist çeteciliğe, sömürgeciliğe ve hegemonizme karşı özgürlüğün ve demokrasinin mücadelesi haline dönüştü. Kobanê direnişi, ezilen sınıfların ve halkların öz mücadelesinin nasıl gerçekleşebileceğini bir kez daha ortaya koydu. Bunun için herkes hem katkı sundu, hem de ilham ve cesaret aldı. Kobanê direnişi yeni bir ruh ortaya çıkardı. Kobanê sokaklarında ev ev, adım adım gelişen direniş, 19 Temmuz Devrimi ile 14 Temmuz Direniş Ruhu’nu birleştirdi. Gelhatların, Arînlerin, Rêvanların, Destinaların, Zozan ve Êrîşlerin, Diyarların, Gulanların ve de Şahinlerin gerçekleştirmiş olduğu o büyük direniş, Kobanê direniş ruhunu bu biçimde somutlaştırdı. Oradaki direniş, bu ruh temelinde zafere dönüştü.

El Nusra’nın ve DAİŞ’in deşifre edilmesinde, başta Serêkaniyê olmak üzere Kürtlere karşı yapılan saldırılar sürecinde Kürt basınının bunların gerçekliğini kamuoyuna yansıtmasının önemli bir rolü olmuştur Amed Zindanı’ndaki devrimci önderler, ‘hareketin tasfiye edilmemesi, tüm direnişçilerin teslim alınmaması için canımızı ortaya koymalıyız’ diyerek 21 Mart, 18 Mayıs ve ardından da 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu direnişini geliştirdiyseler; Kobanê’deki militanlar da ‘biz hareketimize kaçtı lekesini vurdurmayacağız, bu uğurda canımızı ortaya koyacağız’ diyerek direndiler. Yani oradaki direnişin dayandığı ruh budur. Bu temelde önce her gün ilerleme yapan DAİŞ’in saldırıları durduruldu, sonra da adım adım geriletilme sürecine sokuldu. Ne zaman ki bu direnişin DAİŞ saldırılarını durdurduğu ve karşı saldırılara geçerek DAİŞ’i yenilgiye doğru götüreceği anlaşıldı, o zaman ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçleri de havadan destek verme kararı aldı. Öncesinden böyle bir durum söz konusu değildi. Nasıl ki Erdoğan, ‘Kobanê düştü düşecek’ demişti, o zaman bir ABD’li yetkili de, ‘maalesef yapabileceğimiz bir şey yok’ demişti; yani, ‘ne yapılsa düşecek’ anlamında şeyler söylemişti. Onun için de dışarıdan bu tür bir katkı durumu yoktu. Fakat oradaki direniş güçlerinin saflarını sıklaştırarak direndiğini, DAİŞ saldırılarını durdurduğunu ve artık karşı saldırıyla püskürtme sürecine girdiğini görünce, onlar da havadan destekleme kararını almış oldular. Kobanê Savaşı’nda ideolojilerin çatışması yaşandı ve bu direnişte zafer kazanan Apocu ideoloji oldu. Orada bir irade savaşı gerçekleşti ve bu savaş kazanıldı. Bu direnişin zafere ulaşmasında Önder Apo’nun seferberlik çağrısının çok büyük bir rolü olduğu gibi, bu seferberlik çağrısının bir sonucu olarak başta Kuzey

Kobanê zaferi YPG’yi zirvesel başarılara taşımıştır YPG güçleri yalnızca Kobanê’yi özgürleştirmekle kalmadı; bu ruhtan esinlenerek tüm alanlarda Kobanê’yle dayanışmak için harekete geçti. Kobanê direnişinin büyük bir azmi açığa çıkarması temelinde gelişen bu direniş ruhu, tüm güçlerin aynı ruh temelinde büyük başarılar elde etmesini sağladı. Til Hamis-Til Berak hamleleri, sonrasında DAİŞ’in karşı saldırılarının geliştiği Haseki-Til Temir hattındaki büyük çarpışmalarda sağlanan hamlesel başarı... Daha sonra 220 köyden oluşan büyük bir alanı kapsayan Kizwan Dağı’na karşı geliştirilen hamle ve en son olarak 15 Haziran’da Kobanê Kantonu ile Cezire Kantonu’nu birbirine bağlayan Girê Spî (Til Ebyad)’nin tümüyle özgürleştirilmesiyle YPG zirvesel bir başarı elde etti. Bir kez daha tüm dünyanın ilgisini üzerine çekti. Dikkat edilirse, esas direniş süreci, 19 Temmuz Devrimi gerçekleştirildikten sonra gündeme girmiştir. Çünkü başta Türk devleti olmak üzere Kürt halkının Rojava’da iradeleşmesini istemeyen sömürgeci güçlerin, sürekli bir biçimde bu devrimci çıkışa dönük gelişen saldırıları, Rojava Devrimi’nin giderek daha da ağırlaşan bir direnişi

55


Özgür Halk geliştirmesine ve daha kapsamlı saldırıları göğüslemek zorunda kalmasına neden olmuştur. Bu arada şunu belirtelim: Kobanê direnişinde Türkiye de, İran da, Suriye de Kobanê’nin düşmesinden yana tutum içerisindeydiler ve bu yönlü çabaları da oldu. Aynı biçimde Girê Spî zaferinden de bütün bu sömürgeci güçler rahatsız oldu. Hatta Kürt işbirlikçileri de rahatsız oldu. Çünkü bu güçler, Apocu çizginin bu biçimde bölgeye ve bölgenin gündemine oturmasını hazmedememektedirler. Bu yüzden Rojava Devrimi’nin 15 Haziran Girê Spî zaferiyle taçlandırılması önemli bir durumdur. Bu zafer, bütün saldırılara karşı direnen bir halk gerçekliğini ortaya koyma tutumudur.

Ağustos 2015

kendini yönetmek dışında bir şey yapmayan bir yapıyı, DAİŞ’ten daha tehlikeli görüyor. Bu durum, karşıtlığın, düşmanlığın ve şovenizmin ulaşmış olduğu düzeyi gösteriyor. Böyle olmasa, PYD ile DAİŞ’in bir araya konulması mümkün olur mu? Bırakalım ondan daha tehlikeli olmasını, bir araya konulması bile söz konusu olamaz. Ama AKP ve Türk şovenist kesimlerinde gelişen o düşmanlık ve karşıtlık, onları bu biçimde ters tespitlere götürebiliyor; ‘daha tehlikelidir’ dedirtebiliyor. Bu, onların Kürt sorununa karşı yaklaşımını da açığa vuruyor. Önder Apo Kobanê’deki savaş sürecinde, ‘Kuzey’deki süreç ile Kobanê birdir’ dedi. Onlar bir taraftan DAİŞ yoluyla Kobanê’ye yöneldiler, diğer taraftan da, ‘süreci ilerletiyoruz’ dediler. Sahtekârlık yaptıkları açıkça görülüyordu. Sen Kobanê’de Kürtleri ezeceksin; Kuzey’de de ‘çözümü geliştireceğim’ diyeceksin. Mümkün mü bu? Eğer Kuzey’de çözümü geliştireceksen bu küçücük kantona neden bu kadar düşmanlık yapıyorsun? Açık ki burada sömürgeciliğin elbirliğiyle çekindiği şey, Kürt iradeleşmesidir; doğru, ama ondan da öte burada ortaya çıkan demokratik özerklik modelidir. Çünkü kantonlar şahsında

Rojava Devrimi öz gücüne dayanmaktadır Gelinen aşamada ABD’nin öncülüğündeki uluslararası koalisyonun, bu son dönemde Kobanê’de ve daha sonra da bu son harekâtlarda destek sunma durumu vardı. Uluslararası güçlerin politikalarının aslında DAİŞ gibi bir insanlık dışı, vahşi, faşist yapılanmanın ortaya çıkmasında rolü var. Sonra bumerang gibi onlara dönünce, buna karşı da koalisyon oluşturarak mücadele yürütür hale gelmişlerdir. Yalnız bunu kendi askerlerini DAİŞ’in önüne sürerek değil; bölgede DAİŞ faşizmine karşı direnen güçlere havadan destek sunmak suretiyle yapmaktadırlar. Mevcut durumda Suriye’de DAİŞ’e karşı kıyasıya bir savaş içinde olan ve direnen bir YPG/YPJ yapılanması ve onlarla birlikte hareket eden ÖSO bünyesinde yer alan Burkan El Fırat’a bağlı bir kaç Arap örgütlenmesi var. Yani Suriye’de tek direnen güç bunlardır. Dolayısıyla uluslararası koalisyonun bunları destekleme biçiminde bir pozisyonu ortaya çıkmıştır. Ama burada daha farklı bir anlaşmayı veya bir ortaklaşmayı aramanın hiç bir anlamı yoktur. Çünkü öyle bir durum yoktur. YPG kendi kullandığı mermileri halen Irak’taki kaçak silah ve cephane pazarından satın almaktadır. Hala elindeki silahı değişik Kürt örgütlerinin dayanışmasıyla sağlamaktadır. Kısaca Rojava Devrimi hala cephanesiyle, silahıyla, varlığıyla öz gücüne dayanan bir devrimdir. Ama uluslararası düzeyde öyle bir etki yaratmıştır ki, bugüne kadar Avusturalya’dan Amerika’ya, Amerika’dan İran’a kadar birçok enternasyonalist insan gelip bu devrime katılmıştır. Rojava Devrimi bir çekim merkezi haline gelmiştir. Çünkü bu insanlık dışı, vahşi çete güruhuna karşı direnebilen bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Şengal ve Kobanê direnişinin dünya çapında yarattığı etki açık ortadadır. Kürt kadınının YPJ şahsında bu faşist çete gücüne karşı sergilediği direniş, aynı zamanda bu devrimin ideolojik perspektifini de açığa çıkaran bir direniştir. Yani Rojava Devrimi’nin güçlü bir direniş potansiyelini açığa çıkarmış olmasının altında yatan bu ideolojik gerçekliktir.

DAİŞ’in savaş tarzı Moğolların savaş tarzıyla benzerlik taşıyor. Gittiği yerde vahşet uyguluyor ve sosyal medya yoluyla yoğun propagandasını geliştirerek her yerde kendisine dönük bir korku oluşturuyor. pratikleşen demokratik özerklik modeli, Kürt sorununun çözüm anahtarını da ortaya koymaktadır; açık bir şekilde Kürt sorununun her yerde bir biçimde rahatlıkla çözüme gidebileceğini kanıtlamaktadır. Bu birinci husustur. İkincisi ise, bu devrimin bu karakteristik özelliği ile birlikte diğer yönleridir. Mesela, Suriye için bir model olma durumudur. Bir kere Girê Spî Hamlesi’nin bu biçimde başarılmış olması, Demokratik Suriye Devrimi’nin yolunu açmış, zeminini olgunlaştırmıştır. Zaten artık Rojava Devrimi’nin temel hedefi Suriye Devrimi olmak durumundadır. Şu anda Suriye’de, çoğulcu, demokratik, federal bir sistemin gelişmesi için devrimsel sürecin bütün yoğunluğuyla kendisini gündeme koyduğu bir süreç var. Rojava Devrimi bundan sonra Demokratik Suriye Devrimi’ne daha fazla yönelmek durumunda. Zaten bunun için siyasi ve askeri plandaki ittifaklarını daha da güçlendirmesi gerekiyor. Beraberinde bulunan Burkan El Fırat güçleri ve Halep-Efrîn hattında oluşturulan Devrimci Ordu (Cehş El Sûwar) adındaki 6-7 örgütten oluşan bileşim ile birlikte artık Demokratik Suriye Savunma Güçleri’ni oluşturması ve Demokratik Suriye sürecinin gelişmesi için askeri ve siyasi planda aktif bir biçimde devreye girmesi gerekmektedir. Burada kantonların bir model olma gerçekliği bugün çok daha tartışılan bir husustur. Önder Apo’nun Demokratik Özerklik-Demokratik Ulus perspektifi tüm Suriye sorununa bir çözüm anahtarı olabilecek bir perspektiftir. Suriye’nin yapısı da zaten kozmopolit bir yapıdır. Araplar, Kürtler, Ermeniler, Türkmenler, Asu-

Kantonlar, Kürt sorununun çözüm anahtarıdır Zaten şimdi Türk devletinin bu kadar karşı olmasının nedeni de budur. Örneğin, Girê Spî alındıktan sonra Türkiye, ‘müdahale edelim mi, etmeyelim mi’ diye tartışıyor, Kürt koridorunun kendisi için tehlike arz ettiğini söylüyor, hatta, ‘PYD DAİŞ’ten daha tehlikelidir’ diyor. Düşünelim; yani DAİŞ gibi dünyanın en vahşi, insanlıkla hiçbir alakası olmayan bir yapılanmadan bahsediyoruz. Ama AKP devleti, PYD’yi, yani kendi öz topraklarını koruyan, kendi öz toplumunun savunması ve kendi

56


Özgür Halk ri-Süryaniler, Aleviler, Şialar, Sünniler, Êzîdîler, Dürziler ve daha birçok kesimi içinde barındırmaktadır. Kısacası çok renklilik vardır. Dolayısıyla demokratik ulus formülasyonu buraya birebir çözüm getirecek yegâne bir formüldür. Esas olarak Önder Apo’nun Demokratik Konfederalizm ve demokratik ulus perspektifi tüm Ortadoğu’nun bu ağırlaşmış olan sorunlarına cevap olacak tek çözüm projesidir. Ortadoğu’nun kanserleşmiş olan sorunlarına ilaç olabilecek tek çözüm formülü Demokratik Konfederalizm ekseninde geliştirilen Demokratik Ulus formülüdür. Bu açıdan 19 Temmuz Rojava Devrimi esasen Suriye Devrimi’ne yol açan bir pratik gerçekliğe dönüşüyor; bununla da kalmayıp Ortadoğu Devrimi’ne bir yol açmış oluyor. Onun taşıdığı ideolojik-felsefi perspektif, ona güç katan, onu motive eden bir gerçeklik söz konusudur. Tabii YPG/YPJ güçlerinin savaşta gösterdiği performans da bu düzeyi tamamlamaktadır. ‘Bu devrimde her şey dört dörtlüktür’ denilemez; önemli yetersizlikler de vardır ama görülüyor ki bir perspektif de ortaya konulmuştur. Ortadoğu’da demokratik uluslaşmanın yolu nedir ne değildir, bu pratikte gösterilmiştir. Özellikle kapitalist moderniteye dayalı ekonomik sömürüye karşı komünal ekonomi çerçevesinde denemelerin yapılması, yine tekçi yönetim sistemi yerine

Ağustos 2015

bir araya getirildiğinde önemli sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Hem Rojava açısından yeni bir durum, hem Suriye ve Ortadoğu Devrimi açısından önemli bir gelişme ve bir de Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli bir düzeyin yakalanması anlamına gelmektedir. İşte bu yüzden de sömürgecilik ve hegemonik güçler bundan ürkmekte ve korkmaktadır. Bu yüzden büyük bir telaşla, ‘şuraya buraya müdahale edeceğiz’ diyerek yeni bir gündem oluşturmanın peşinde koşmaktadırlar. Çünkü onlar halkların demokratik modernitesinin gelişmekte olduğunu görmekte ve korkmaktadırlar. Bu yüzden yeni süreçte yeni bir takım hamlelerle aslında kendi durumlarını düzeltmek istemektedirler. Hatta Kobanê’ye yine Girê Spî’ye ve Haseki’ye karşı 25 Haziran’da başlatılan saldırılar da aslında vaziyeti kurtarmaya dönük son çırpınıştır. Kobanê’ye karşı geliştirilen o vahşi katliam ve saldırının aslında Kobanê’yi düşürmeye dönük bir hamle olduğu açığa çıktı. Aynı anda tanklar desteğinde Girê Spî’ye de, Haseki’ye de karşı bir saldırı hamlesi başlatılmış. Bunlar, DAİŞ’in, AKP’nin ve yandaşı olan diğer şürekâlarının son çırpınışlarıdır. Hiçbir şehidin kanı boşa akmamıştır Kısaca 19 Temmuz Rojava Devrimi’nin geliştirdiği yeni bir süreç vardır. Bu süreç, halkların demokrasi ve özgürlük mücadelesine ışık tutan, ümit veren bir süreçtir. Hem Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’ni daha ileri bir aşamaya taşımada Rojava Devrimi’nin bir rolü olmuştur; hem de Suriye’de devrimin rayına oturtulması, Demokratik Suriye sürecinin doğru bir rotada ilerlemesine vesile olan ve Ortadoğu Devrimi’ne de kapı aralayan bir düzeyi yakalamayı başarmıştır. Bu açıdan 19 Temmuz Devrimi süreci boyunca şehit düşen, emek veren, yaralanan bütün insanlar ve verilen bütün emekler çok muteberdir. Hem enternasyonal insanların gelip Kürdistan’da şehit düşmesi ve hem de Kürdistan’ın dört parçasından gençlerin Rojava Devrimi’nde şehit düşmüş olması, onun ulusal ve uluslararası niteliğini ortaya koyan bir durumdur ve çok anlamlı, çok değerlidir. Kuşkusuz bu gelişmenin temel dinamo gücü Rojava halkıdır. Kobanê direnişinde ortaya çıkan bu ruhun, Efrîn’den Cezire Kantonu’na kadar tüm Rojava’da hakim olması, daha umut vericidir. Bu konuda Rojava Devrimi’nin bölgede parlayan bir yıldız olarak gelişim göstermesi, Demokratik Suriye Devrimi’ne ışık tutması ve Kürdistan Özgürlük Hareketi’ni yeni bir aşamaya taşıması bakımından önemli bir rol ve işlev görmüştür. En önemlisi de Önder Apo’nun demokratik ulus çizgisini pratikleştirme ve onun gerçekten sorunların çözümünde temel bir formül olduğunu göstermesi bakımından çok değerli bir düzeyi yakalamış bulunmaktadır. Bu açıdan bu yolda yürüyüp de şehit düşen Xebat Derik’ten Dilovan ve Çekjînlere; Arînlerden, Warşîn, Hebûn, Rojda ve Rêvanlara; Rêvanlardan Gelhat, Rûbar ve Seranlara kadar hiçbir kahraman şehit devrimci militanın kanı boşa akmamıştır. Bu kahraman şehitler büyük bir devrimi yaratmıştır. Bu büyük devrimciler önünde saygıyla eğiliyor, onların anılarını halkların özgürlük mücadelesini yükselterek yaşatacağımızı belirtiyor ve Rojava Devrimi’nin bir şehitler devrimi olduğunun altını çizerek, şehitlerin çizgisinde mücadeleyi yükseltme sözünü bir kez daha veriyoruz. Son

Kobanê direnişi, ezilen sınıfların ve halkların öz mücadelesinin nasıl gerçekleşebileceğini bir kez daha ortaya koydu. Bunun için herkes hem katkı sundu, hem de ilham ve cesaret aldı. Kobanê direnişi yeni bir ruh ortaya çıkardı bugün köylerde komünlerin, şehirlerde meclislerin kendi yerleşim birimini yönetiyor olması ve bir bütünen bir yönetim modelinin ortaya konulmuş olması yepyeni bir durumdur. Bütün bu konularda yetersizlikler olsa da, bunların önemli hususlar olduğu da açıktır. Yine YPJ şahsında Kürt kadınının gösterdiği duruş, kadın özgürlüğüne dayalı yeni demokratik toplumun nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştur. Bütün bunlar Önder Apo’nun paradigmasıyla ortaya koyduğu çerçeveyi güçlendirmektedir. Belirttiğimiz gibi ciddi yetersizlikler de vardır; kendi içinde yaşadığı çeşitli sorunlar da olabilir ama en son Girê Spî direnişiyle yakaladığı düzey bunu ifade etmektedir. Girê Spî özgürleştirilmeden önce, Türkiye’de gerçekleşen 7 Haziran seçiminde HDP’nin sağladığı başarı, önemli bir sonuçtu. Bu, Önder Apo’nun emeği ve şehitlerimizin kanı temelinde gerçekleşen bir başarıdır. Elbette bunda birçok çevrenin, emekçi insanın katkısı ve çabası vardır. Yine HDP çatısında bir araya gelen gerek sol-sosyalist güçlerin, gerekse de Alevi, Êzîdî, Ermeni tüm kesimlerin emekleri ve katkıları vardır. Kürdistan’da mücadele yürüten bütün çalışanların emekleri vardır ama öz olarak Önderlik paradigması çerçevesinde gelişen bir siyasi hamledir. Bu siyasal hamlenin yarattığı sonuç açık ortadadır. Önemli bir gelişme ve önemli bir başarıdır. 7 Haziran seçimlerindeki bu başarı ile Rojava’da, Girê Spî’yle taçlanan başarı süreci

57


Özgür Halk

Ağustos 2015

Demokratik Ulus Devlet Dışı Bir Sistemdir Hiçbir zaman devlet tüm toplumun olamaz. Azınlık grubun yönetimidir, ama herkes devleti kendisinin sayıyor. Ulus devlet öyle bir algı yaratıyor. Türkiye’de bu ulus devletçi düşünce, milliyetçilik, şovenizm son derece belirgindir, tarihsel olarak devlete bağlılıkları var. Türkler devlet sayesinde var olan bir topluluktur. Bir özdeyişlerinde “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.” Ya devleti kurarsın başına yerleşirsin, ya da ölürsün Ali Haydar Kaytan

Özellikle ulus ve demokratik ulus kavramı üzerinde durulabilir. Bizim açımızdan şöyle bir durum var. Geçmişte ulus denince belli algılarımız vardı. O konuda ulusa ilişkin çok net ulaştığımız tanımlar var. Kendimiz ulusal sorunla ilgili olduğumuz ve Kürt sorununu bir ulusal sorun olarak ele aldığımız için, öncelikle üzerinde yoğunlaştığımız konu, ulus nedir konusuydu. Ulusal sorun nedir? Ne zaman ortaya çıktı? Ulusal kurtuluş nedir? Toplumsal kurtuluş nedir? Bunun sosyal kurtuluş mücadeleleriyle bağı nedir? Bunlar üzerinde yoğunlaşmalar oluyordu. Lenin’de ve daha çok Stalin’de formülasyon biçiminde belirginleşen bir ulus tanımı vardı. Ulusu, “belli bir çağın toplumsal kategorisi” olarak değerlendiriyorlardı. Her dönemde var olan bir olgu değil, kapitalizmin gelişimiyle birlikte ortaya çıkan temel bir toplumsal kategoriydi. O zaman onların tanımı böyleydi, Kapitalizm çağının temel toplumsal kategorisi. Ama ulusu meydana getiren belli etmenler vardı. Bunlar toprak birliği, dil birliği, ruhsal şekillenme birliği tarzında kendisini ortaya koyan kültür birliği ve buna ek ve belirleyici unsur olarak pazar birliği. Bunlar ulusu meydana getiren temel etmenler durumundaydı. O zaman uluslar daha çok kapitalizm çağıyla bağlantılı olarak ele alındığı için, kapitalizmin ilk geliştiği mekânlar, uluslaşmanın da ilk geliştiği mekânlar oluyordu. O nedenle Avrupa, kapitalizmin ilk geliştiği zemin ve dolayısıyla da ilk ulus devletlerin kurulduğu, ulusal şekillenmenin ilk ortaya çıktığı mekân durumundaydı. Böyle değerlendiriliyordu. Fransız Devrimi bir tür ulusal devrim olarak da değerlendirilebiliyordu. Fransızları uluslaştıran bir devrim, ama Batı Avrupa’da genelde homojen uluslar yaşıyordu. Fransa’nın içerisinde farklı etnik topluluklardan fazla topluluk yoktu, Hollanda ve Almanya içinde öyle. Dolayısıyla Batı Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi, ulusun en temel etmenlerinden biri olarak eksik kalan bir unsuru çözüme götürüyordu. Pazar birliğini yaratmak zorundaydı. Oysa kapitalizmin öncesinde pazar birliği yoktur. Feodal çitler, gümrük duvarları, feodal beylikler var. Ülke feodal beyliklere bölünmüş durumdadır. Ülkeye bir yerden bir mal giriyor. Bir beyliğin sınırlarına girince, oradan

vergi alınıyor. Bir başka beyliğin sınırlarına girince, orda yeni bir vergi alınıyor. Başka bir zemine ulaşıncaya kadar fiyatı ateş pahası oluyor. Bu feodal çitlerin ortadan kaldırılması ve tek bir ulusal pazarın yaratılması, kapitalizm için en temel sorun durumundaydı. Bu açıdan şunu hep söylerdik: “Pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği okuldur. Pazar, milliyetçiliği şekillendiren okul, milliyetçi düşünceyi açığa çıkaran okuldur.” Pazarın önemli bir payı var. Burjuvazi ortak bir pazara sahip olmak ister ve böylesine bir hedefi var. Batılı anlamında ilk ulusal devletlerin kurulduğu, ulusal hareketlerin geliştiği ülkeler, Batı Avrupa ülkeleridir. 1870’ler de Bismarck tarafından Alman birliği kuruluyor. Ondan öncesinde İtalyan birliği var. İngiliz birliği kuruluyor. Fransa, Hollanda ulus devleti kuruluyor. Fakat Doğu Avrupa’da ise, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu var. Yine de iktidarı elinde bulunduran hâkim etnik topluluklar var. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içerisinde hâkim olan Habsburg sülalesi var. Bunlar Almandır. Kapitalizm burada ilk önce egemen kesim içerisinde gelişiyor. Böyle olunca, hâkim milliyet aynı hâkim ulus durumuna dönüşüyor. Altta diğerleri ezilen ulus konumunda kalıyorlar ve dolayısıyla ulusal hareketler burada, daha çok bu İmparatorluktan kopmayı amaçlayan hareketlere dönüşüyor. Her bir burjuvazi kendi pazarına sahip çıkmak istiyor. Bu yüzden de ulusal hareketlere genellikle burjuvazinin öncülük ettiği söyleniyor ki, aslında çok fazla gerçekçi değil, soyuttur. Önderlik daha sonra da çok net olarak ifade etti. Öyle burjuvazinin içinde yer aldığı çok ciddi bir devrim yoktur. İlgisini çekiyor, şu veya bu şekilde etkilemeye çalışıyor, bir biçimde katılım sağlıyor, ama devrimleri kendisi ortaya çıkarmıyor. Öyle bir devrim programı yoktur. Bütün bunlar aslında aydınlanmanın da etkisiyle gelişen, halk hareketleridir. Bağımsızlığını kazanma biçiminde hareketler oluyor. Balkanlarda gelişen hareketler var. Batı kapitalizminin Ortadoğu’da geliştiği döneme tekabül ediyor. 1820’ler, 30’lar ki, Osmanlı sınırları içerisinde ilk ulusal hareket, Yunanlıların hareketi oluyor, ilk

58


Özgür Halk kopan Yunanistan oluyor. Sanıyorum 1830 süreçleridir. Ondan sonra Balkanlarda gelişen diğer hareketler ortaya çıkıyor ve tabi arkasında kesinlikle, bu İmparatorluğu küçültmek isteyen İngiltere var. Osmanlı İmparatorluğu bir yanıyla Batı tarafından ayakta tutuluyor, ama diğer taraftan yine Batı tarafından çözülmek isteniyor. Böylelikle ulusal hareketler dönemi doğuyor. Ulusal sorun aslında burjuvazinin pazar sorunudur. Burjuva sınıfının kendi pazarına sahip çıkması sorunudur. Her şey bu değildir, ama özü budur. O kendi pazarına sahip olmak ister. Burjuva için “yurtseverlikleri pazarla, çıkarla bağlantılı” diyorduk. Bir halkın sahip olduğu yurtseverlik duygusuna benzer duyguları yok, ama belli bir döneme kadar hem Lenin’in, hem de Stalin’in deyimiyle “yurtseverlik bayrağını burjuvazi elinde tutuyordu.” Ama kapitalizmin emperyalist aşamaya geçişiyle, tekeller döneminin hâkim olmasıyla birlikte burjuvazi, geminin rotasındaki yurtseverlik bayrağını düşürüyor. Bundan sonra bu bayrak proletaryanın veya ezilen sınıfın, emekçi sınıflarının eline geçiyor. Ulusal sorun artık burjuvazinin sorunu olmaktan çıkıyor. Ekim Devrimi zaten yeni bir çağ başlatıyor. Ulusal hareketleri sosyalist hareketlere bağlıyor. Ezilen Doğu ile Sosyalist Batı arasında köprü kurma, ikisi arasında bağ kurma işlevi görüyor. Ondan sonra ulusal kurtuluş hareketleri, sosyalist hareketlerin önemli bir müttefiki oldu. Üç temel hareket vardı. “Sosyal Demokrasi, Ulusal Kurtuluş hareketleri ve Sosyalist Hareketler.” Birincisi, sorunu devlet sahibi olmak, iktidara konmakla bağlantılandırma anlamında, ulusal sorunu bu çerçevede ele alma yaklaşımının yanlışlığının ortaya çıkmasıdır. Sonuçta önemli birinci koşul devlet sahibi olmaktı. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı demek, her ulusun kendi devletine sahip olması demekti. Bu hakkı kullanabilirsin, hatta biz onu boşanma hakkıyla da bağlantılandırıyorduk. Evlenen çiftlerin boşanma hakkının olması, anlaşamazlarsa o hakkı kullanabilirler. Eğer zor, baskı ve zorbalık varsa işin içinde, bu hakkı kullanmak gerekebilir. Aslında “ulusların kaderlerini tayin hakkı” kavramını ilk dillendiren Amerikan Devlet Başkanı Wilson’dur. Lenin ezilenler adına buna sahip çıkıyor. PKK’nin ortaya çıktığı 1970’ler de hala sömürgeler vardı. Afrika kıtasında bir sürü sömürge vardı o zaman, savaşın sürdüğü ülkeler vardı. Mozambik, Angola, Misao, Eritre gibi ülkelerde ulusal kurtuluş hareketleri vardı ve henüz sonuç almamışlardı. Bunlar genellikle sosyalist önderlikliydi. Liderlerinin kitapları vardı. Bugün bile o kitaplar okunabilir. Özelikle Cabral’nın kitapları çok güzeldir. Misao’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin öncüsüdür. Sömürge kişiliğini çözümlemek açısından Amil Cabral, Mozambik’te Euduardo Monduane, Angola’da Augustinio Neto. Bunlar o hareketlere öncülük eden liderler konumdaydılar. O günün dünyasında, düşünsel olarak sosyalizme bağlılık var. Vietnam var. Ben 71’de üniversiteye girdim, Vietnam’daki savaş nihai olarak 74’te bitti. 74’te Amerika’yla anlaşma yapıldı ve Amerika tümden çekildi. Kuzey ve Güney Vietnam birleşti ve Vietnam bağımsızlığına kavuştu. Kamboçya’da, Laos’ta da ulusal kurtuluş mücadeleleri vardı. Amerika’nın işgaline karşı daha çok mücadele söz konusuydu. Bunlar bizi etkiliyordu. Ama bizim yorumumuz şuydu: “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” kendi bağımsız devletini kurmak

Ağustos 2015

ki, sonuçta bir de ülke ve ulus olarak parçalanmışsınız. Hedefiniz “Bağımsız Birleşik Demokratik Kürdistan’dır.” O günün koşullarında bu bir ütopya gibi gelebilir, ama nihai hedeftir. Buna ulaşmak temel hedef olarak önümüze çıkıyor. Önemli olan, o günün koşullarında sosyalizme olan ilginin alabildiğine yüksekliğidir. ‘Sosyalist hareketler ve ulusal kurtuluş hareketlerinin, birbirinin müttefikleri olmalarının gerçeği.’ Bu belirleme kesinlikle doğrudur. Sosyalist hareketin doğrudan müttefiki, ulusal kurtuluş hareketleridir. Eski türden artık burjuva ulus devlet de kurmuyorlar. Demokratik Cumhuriyet kurmak, demokratik devrim yapmak, burjuvazinin yaptığına yeni tipte demokratik devrim deniliyordu. Çünkü devrimci önderlikti, proleter önderlikti, niyet olarak anlaşılabilir. Ama bir nokta çok büyük önem taşıyor. Araç konusu önemlidir. Önderliğin çok çarpıcı belirlemesi var. Önderlik Atina Savunmasında, “Amaçlar kadar, araçların da temiz olması gerekir” diyor. Özgürlük, amaçlar kadar araçların da temiz olmasını gerektirir. Devlet ne kadar temiz bir araçtır? İktidar ne kadar temiz bir araçtır? Bu araçlarla en soylu amaçlar gerçekleştirilebilir mi? Önderlik açısından bu ciddi bir yargılama konusu ve temel özeleştirimiz esas itibariyle burada veriliyor. Biz hangi konuda özeleştiri verdik? Birincisi, devlet ve iktidara yaklaşım konusunda verdik. PKK ayrı bir devlet kurabilir, ama oda çok net değil aslında. “Kürdistan’da Zorun Rolü” okunduğu zaman görülecektir, üç aşamalı devrim anlayışımız var. İşte stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı dönemi. Stratejik savunmadan, stratejik dengeye geçtiğinde biz devrimi bu sefer Türkiye’ye yayacağız ve iki devrim birleşerek, iktidarı ortak olarak ele alacağız. Dolayısıyla ayrı devletten çok bir başkasıyla paylaştığımız bir devlet, böyle. Ama yine de başkasıyla paylaşsanız bile, sonuçta bir devlet hedefi, bir iktidar hedefi var. Bu çok nettir. Önderlik en çok bizi iktidardan kaçmakla eleştirdi. Daha çok Alevi kişiliğini iktidardan kaçmakla eleştirirdi. İktidar olmak önemli bir şeydi. Zaten anlayabiliyorsunuz. Sonuçta her devrimin temel sorunu iktidar ve iktidarın kimin elinde olacağı sorunudur. Devlet ve iktidar sorunu, devrimin en temel sorunudur. Önder Apo burada bir düzeltme yapıyor. Özellikle beşinci savunmanın son bölümüne bakıldığı zaman görülecektir. “Ulusu fazlasıyla böyle dile getirmenin çok doğru olmadığını, aslında bundan kurtulduğunu, asıl olanın toplum olduğunu, toplumsal mücadelenin, toplumsal inşanın esas itibariyle belirleyici olduğunu” ifade ediyor. Aslında ulusallık da bir toplumsal kategoridir. Ulusa hayali cemaat diyenler var ki, Önderlikte biraz buna yakın bir tanımlama da bulunuyor. Fakat bu uluslaşmanın, ulusun gereksiz olduğu, mücadelenin gereksiz olduğu anlamına gelmiyor. Tersine ulusal bağ, ulusal duygular önemlidir. Fakat gene de, o bağlara da güç veren, anlam katan toplumsal bağlardır, toplumsallıktır. Bu da büyük önem taşıyor. Ulusal Birlik Bu Yerelliği Ortadan Kaldırmaz Demokratik ulusta dil önemlidir. Fakat dil belirleyici şey değildir. Hangi anlamda belirleyici değil, tek dil yaratma anlamında belirleyici değildir. Dilin önemi asla inkâr edilemez. Önderlik neredeyse dili kültürle özdeşleştiriyor. “Dil eşittir kültürdür” diyor. Dilin bu kadar önem kazandığı

59


Özgür Halk yerde, dilin önemsizliğinden söz edilebilir mi? İnsan dille insandır. “Dil birliği şart değildir. Farklı diller farklı lehçeler olabilir. Dil birliği belirleyici değildir” dedi Önderlik. Kürtlerin tam olarak dilleri bir değildir. Aslında üç temel dili var. Kurmanci, Sorani ve Gorani. Gorani içerisinde de Hawrami, Kırmanciki ya da Zazaki ve Kelhori. Böyle değerlendiriyorlar. Doğru bir şeydir. Bu çerçeveden baktığımız zaman, Kürtlerin böyle farklı lehçeler konuşmaları, onların kendilerini aynı ulustan saymaları önünde hiç de engel değildir. İşte burada şu ortaya çıkıyor. Ulusal devlet giderek ulus devlete doğru dönüşüyor. Ulus devlette ise teklik vardır. Ulus devleti bir potada, bir değirmen gibi de ele alabilirsiniz. Aynı pota içerisinde konulan her şeyi öğüterek, tek bir maddeye çeviriyor, tek dil yaratıyor. Aslında tek dil yaratma çok ilginç bir şeydir. Mesela Almanya şu anda bile tek dil yaratmaya çalışıyor ama bunu başaramıyor. Hamburg’un Almancasıyla, aşağıda Bayern Almancası arasında bayağı fark var. Almanca bize öğretiliyordu. Hamburg Almancasına kulağımız daha aşina, çünkü okuma yazma dilidir. Aşağıda Bayern Almancasına yabancısın ve çok fazla anlamıyorsun. Türkçede normal “ne yapıyorsun?” diye soruluyor, ama Kayseri’de “ne örüyon?” denir. Orada da böyledir. Önderlikte, böyle bunları eritme biçiminde bir yaklaşım söz konusu değildir. Eskiden “Kürtler de bir dil ortak duruma gelebilir. Türkiye’de olduğu gibi, bizde de Kürt Dil Tarih Kurumu olur. Bu ortak dilin oluşumu için çaba harcar” diyorduk. Ancak şu anda böyle bir şeyi fazla doğru bulmadığımızı açık ortaya koyuyoruz. Söz gelimi Behdinan mıntıkasında, Behdinice Kurmanci eğitim dili olabilir. Bunun yanında orada temel lehçe olarak Sorani de okutulabilir. Ama Türkiye’nin baskısı sonucu şu anda Güney’de eğitim dili Soranidir. Kurmanci yasaktır. Neden? Kuzey’i etkilediği için Türkiye bırakmıyor. Bu doğru bir şey değildir. Aslında ulusun da bir toplum olduğunu, ama toplumun da sayısız topluluktan oluştuğunu, homojenleştirme yaklaşımının özü itibariyle bir soykırımı ifade ettiğini, en azından kültürel boyutuyla soykırım olarak değerlendirilmesi gerektiğini bilmek durumundayız. İşte burada yerellik ön plana çıkıyor. Politikada yerellik ön planda. Ulusal birlik bu yerelliği ortadan kaldırır mı? Önder Apo şu anda bölgeleri oluşturuyor. Dikkat ettiniz mi? Parti kuruldu, bu partinin adı nedir? “Demokratik Bölgeler Partisidir.” Kaç tane temel bölge var. Serhat’tır, Amed’tir -Urfa’yı Amed’e katmışlar ama bana göre Urfa’yla Amed arasında fazla ortaklık yoktur. Amed ayrı olabilir- Botan, Dersim beş tanedir, ama gene de yetmiyor. Urfa başlı başına bir kilittir, Urfa ayrıdır. Urfa’nın içine gittiğiniz zaman görüyorsunuz. Amed biraz daha ayrıdır, Serhat benzer yanları çoktur. Peki, o açıdan bölgeler çoğaltılabilir, beş bölge yetersiz kalabilir, daha fazla da olabilir. Ama Botan birbirine benziyor, o açıdan çok fazla sorun çıkmıyor. Bazı etkenleri hesaba katmak zorundasınız. Neden? Dil, yaşam tarzı, coğrafi mekân, tarihsel geçmiş, inanç sistemi gibi ayrışan ve ortaklaşan özellikler vardır. Dersim’i göz önünde bulunduralım. İnanç sistemi olarak Alevidir. Orda Alevilik çok önemli bir şeydir. Sonuçta orada bir ideolojik kimlik çok büyük önem taşır.

Ağustos 2015

Aslında ortak duyguyu ortaya çıkaran temel kimlik, Alevi kimliğidir. Onun için Önderlik orada, “Alevi Akademisinin kurulmasını” istedi. Orayı birleştirecek odur. Dersim kendisini Alevilikle ifade edebilir, bir de lehçe olarak da ayrı olduğundan, belki de aslında Önderlik sisteminin en çarpıcı biçimde vücut bulacağı yer orasıdır. Böyle her şeyi tek tipleştirme doğru değildir. Bizim sosyal pazar ekonomisi yaklaşımımız var. Buna “sosyalist pazar” da diyoruz. Pazar, ortak duygular ve ortak dili yaratmada önemli bir etkendir. Gidiyorsun Türkiye’de her şey pazara endeksli, yollar bile Türkiye’deki pazara göre yapılıyor. Bütün yollar, Kürdistan kentlerini Türkiye’ye bağlıyor. Sonuçta pazarda kullanılan dil hangisiyse, o gelişiyor. Bu hangisidir Türkçedir, dolayısıyla Türkçe gelişiyor. Ama Kürtlerde sosyal pazar gelişse, lehçeler rahatlıkla kullanılabilir, rahatlıkla her lehçeyi öğrenebilir. Sadece okullarla değil, bu yolla da öğrenilebilir. Bu çok zor değildir. Nasıl aynı şekilde Türkçeyi öğreniyorsan, Kürtçenin bir diğer lehçesini de rahatlıkla öğrenebilirsin. Bunun imkânları var. Hem sistem de bunu ortaya çıkarabilir. İlerdeki gelişme nasıl olur bilmiyoruz, ama imkânlar ölçüsün-

“Pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği okuldur. Pazar, milliyetçiliği şekillendiren okul, milliyetçi düşünceyi açığa çıkaran okuldur.” Burjuvazi ortak bir pazara sahip olmak ister ve böylesine bir hedefi var. de her lehçenin eğitim dili olarak kullanılması önemlidir. Bir diğer olgu ise toprak birliğidir. Kürtler için bir anayurt sorunu yok mudur? Yanılgıya düşmemek lazım. Kesinlikle çok net bir anayurt sorunumuz var. Kürtlerin de bir anayurdunun olduğu kabul edilmelidir. Bu şu anlama gelir: Biz sınırları sorun yapmıyoruz, ama Kürdistan diye bir ülke var. Kürtlerin birlik sorunu var. Ulusal kongre yapıyorsun, Kürtler arasında birlik sağlamak istiyorsun. Parçalar arasındaki birliği ortaya çıkarmak istiyorsun. Üstte, Kürtler adına hareket edecek bir irade ortaya çıkarmak istiyorsun. Kürtler adına diplomasi yapacak, şunu yapacak, bunu yapacak. O açıdan ulus devlet hedefinde olduğu gibi, işte sınırları ortadan kaldır, bütün Kürdistan parçalarını birleştir, tek “Birleşik Demokratik Kürdistan’ı yarat!” Böyle bir şeye yöneldiğin zaman, Ortadoğu’daki en temel ulusları karşında bulursun, sistemi bile karşında bulman mümkündür. O açıdan da doğru değildir. Aslında Kürtler günümüz dünyasında, mevcut durumda birlik etkenidirler. Bu somut olarak görülebiliyor. Sorun sadece Kürtlerin kendi içindeki birlik değil, Kürtler başka halklarla birlik açısından da köprü rolü oynuyorlar. Halkları birleştiren ve kültürlerin barışçıl temelde bir arada olmasını sağlayan temel etken. Bunun öncü toplum rolünü yerine getiriyorlar. Şu anda üslendikleri misyon esas itibariyle budur. Ulus ve Aidiyet Demek ki, zihniyet belirleyicidir. Önderliğin de esas aldığı budur. Zihniyet, kültürün önemli unsurlarından biridir. Ruhsal şekillenme bile zihniyetle bağlantılıdır,

60


Özgür Halk ondan ayrı bir şey değildir. Dolayısıyla kültürel birlik, ortak hissedişler, zihniyet, bütün bunlar ulus olmanın en temel unsurlarındandırlar. “Ben kendimi Kürt ulusundan sayıyorum. Ben Kürdüm. Nerde olursam olayım, nerde yaşarsam yaşayayım, kendimi o ulustan sayıyorum…” Bu tarzdaki bir yaklaşım büyük önem taşıyor. Demokratik ulusta şu var: Aynı ulus içerisinde bile farklılıklar var, ama farklı uluslar bir araya gelip, üstte ayrı bir ulus da oluşturabilir. “Belçika ulusu” diyorsunuz. İki temel topluluk, halk var. Flamanlar ve Valonlar. Valonlar Fransız oluyor, Flamanlar Hollanda kökenli oluyorlar. Kendi yönetimleri var. Brüksel’in biraz daha farklı, ayrı bir statüsü var. Bir arada yaşayabiliyorlar. Üste Belçika ulusu olarak tanımlamak çok anlamsız bir şey olmuyor. Amerika’da elli bir tane devlet var, ama nerdeyse yirmi-otuz tanesi farklıdır. Belki çok daha fazla etnik kimlik var. İspanyolların ağırlıkta olduğu eyaletler var. İngilizlerin ağırlıkta olduğu hatta, Almanların yaşadığı, çoğunluğunu teşkil ettiği Amerika’nın eyaletleri var. Portekizlerin, Fransızların yoğunlukta olduğu eyaletleri var. Hepsi üstte Amerikan ulusu olarak kendilerini tanımlayabiliyor. Ama bu kendini inkâr etme, bir diğerinin kimliğini yok sayma anlamına gelmiyor. Üstte ortak bir çatıda birleştiren bir kimlik oluyor. Önümüzdeki yıllarda Demokratik Ulusta, tüm Ortadoğu çapında “Demokratik Ortadoğu Ulusu” bile örgütlenebilir. İslam ümmeti bile kavramın özü itibariyle buna denk düşüyor. Bunları tartışabiliriz, üzerinde durulabilir. Halkları bir arada tutacak temel değerlerdir. Burada önemli olan Demokratik Özerklik, demokratik özerk yönetimlerdir. Demokratik özerk yönetim, devletle sınırları ve hukukumuzu belirler. Demokratik konfederal yönetim daha farklıdır. Devlet, Kürtlerin bulundukları yerlerde örgütlenmelerine, kendi kendilerini yönetmelerine ve bu tarzda iradeleşmelerine saygı duyacak. Devlet buna saygı duyarsa, Kürtler de devleti tanıyacak. Burada temel sorun, anayasal sorun olarak karşımıza çıkıyor. Anayasada devletle, demokratik ulus arasındaki ilişkileri hukuki kurallara bağlamak, onun varlığını tanımak, haklarını güvenceye almak, anayasal güvence sağlamak önemli olmaktadır. Yapılması gereken budur. Bu konuda adım atmak da, esas itibariyle devlete düşüyor. Bu yeni bir gelişmedir ve çok etkileyici de oluyor. Şu anda sanıyorum çok sınırlı bir uygulaması olmasına rağmen, ortaya çıkan model Rojava’daki durumdur. Apocu düşünceyi, Apocu ulus anlayışını örgütleme de çok sınırlı bir uygulama söz konusuyken bile, insanlığı müthiş bir biçimde etkiliyor. Sağlıklı bir uygulama, çok büyük sonuçlar ortaya çıkarabilir. Demokratik ulusu insan anlayabiliyor. Eski ulus tanımından uzaklaşma var. Devlet ulusu denilen şey var. Bir de ulus devlet korkunç bir şeydir. Bütün toplumsal bağları parçalıyor ve seni direkt devlete bağlıyor. Sen toplumun üyesi olmaktan çok, artık devletin üyesisin. Devlet sana bir kimlik veriyor, o bile senin, onun üyesi olduğunu gösteriyor. Toplumdan koparıp devlete bağlamak, onun hukukunu düzenlemek, vatandaşlık denilen şey ki, derinleşmiş kölelik zaten devletin o vatandaşlıkla bağıdır. Hiçbir zaman devlet tüm toplumun olamaz. Devlet bir azınlık grubun yönetimidir, ama herkes devleti kendisinin sayıyor. Ulus devlet öyle bir algı yaratıyor. Özel-

Ağustos 2015

likle de Türkiye’de bu ulus devletçi düşünce, milliyetçilik, şovenizm son derece belirgindir. Gerçi onların tarihsel olarak devlete bağlılıkları var. Türkler devlet sayesinde var olan bir topluluktur. Onun için kendilerinde bir atasözü, bir özdeyiş gibidir. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.” Ya devleti kurarsın başına yerleşirsin, ya da ölürsün. Leşini kargalar yesin, kuzgunlar yesin anlamındadır. Kürtlerde ise tam tersine demokratik ulus tarzı yapılanmaya, demokratik özerklik biçimindeki statüye, demokratik konfederal örgütlenmeye yatkınlık var. Bunun zemini de güçlüdür. Zaten hakikat dediğimiz şey de budur. Hakikat dediğimiz şey bir inşa sorunudur. Bu biçimde karşımıza çıkıyor. Günün pratik görevleri mesafesinde bir sorundur, bir inşa sorunudur. Bazı şeyler insanları heyecanlandırır. Ütopyaların insanları böyle ayaklandıran yanları var. Sonuçta her gerçekleşmemiş düşünce, bir ütopyadır. Kendini ona yatırırsan, o sende coşku, heyecan yaratır. Biz devletten ve iktidardan vazgeçince, bebeği elinden alınmış çocuklara döndük. Sanki öyle bir şey oldu, eskinin hevesi, coşkusu, heyecanı bitti. Hala herkesin içinde ‘bizim de bir devletimiz olsa’ fikri yatıyor.

Aslında ulusun da bir toplum olduğunu, ama toplumun da sayısız topluluktan oluştuğunu, homojenleştirme yaklaşımının özü itibariyle bir soykırımı ifade ettiğini, en azından kültürel boyutuyla soykırım olarak değerlendirilmeli Hâlbuki beni mest eden, coşturan komünizm hayaliydi. Devletsizlik durumu, o bize coşku ve heyecan veriyordu. Sınır yok, pasaport yok. Cigerxwîn’in şiirinde bile bu var. “Ey Heval Robson” orada anlatıyor. Tam bir devletsizlik durumu, bütün halklar kardeş. “Berlin’den çıkıyorsun, öğleyin Tokyo’dasın, akşam Washington’dasın ve siyah beyaz ayrımı yok, kadın erkek eşitliği var.” Bu tarzda anlatıyor. Nasıl coşturuyordu, heyecan veriyordu. Ütopya buydu. Ütopya, devlet sahibi olmak değil ki. Bizi belki de etkileyen en önemli şeylerden biri de şuydu: Marks proletarya diktatörlüğünü, kapitalizmden komünizme geçişte bir ara aşama olarak değerlendiriyor, bu ara aşamaya “proletarya diktatörlüğü denk düşüyor, ama buna tam devlet denilemeyeceğini” belirtiyor. Sönmeye başlayan bir devlet tanımı var. “Sönme” kavramı önemlidir. Sovyetler öyle yapmadı. Sönme olmadı, en çılgın devlet, devasa bir mekanizma ortaya çıktı. Aslında biz devleti yaşamımızın dışına çıkarabiliriz. Demokratik özerklik, Demokratik Konfederal yapılanma, devleti yaşamın dışına çıkarmadır. Devletin dışında varsın. Kendini devletin üyesi bile sayabilirsin, ama senin onun dışında bir yaşamın var. Demokrasi, devlet dışı bir sistemdir. Demokratik Ulus da zaten bu demokrasi içerisinde, kendisini var eden ulustur. Demokratik özerkliğin kendisi, demokratik sistemin kendisidir. Demokratik konfederal sistemin kendisidir. Bu nedenle kendini böyle özgürce ifade edebilmek önemlidir.

61


Özgür Halk

Ağustos 2015

Türk Devletinin Amanoslarda Kırılan İradesi

Kemal Garzan Örgütümüzün 2007 yılında başlattığı “Artık Yeter” hamlesine paralel olarak ben de Amanos alanı için önerimi yapmış, örgütün kararını bekliyordum. Türk devletinin kendini en güçlü hissettiği, tüm araziyi ve toplumu denetlediğini düşündüğü bir alan olması nedeniyle burayı bilerek önermiştim. Bu temelde 2008 yılının başında önerim kabul edilmiş ve Amanos alanına geçmiştim. Tabi alan hakkında önceden bir önbilgi almıştım. Arkadaşların tüm anlatımlarının Amanos alanını tanımaya yetmediğini, tanımak için bizzat gelip görmek gerektiğini ve gelip görmeyenin Amanos alanının özelliklerini bilemeyeceğini bizzat oraya varınca anladım. Yaptığım gözlemlerim sonucunda alanın coğrafyasıyla, güzellikleriyle gerilla için çok uygun olduğunu gördüm. Her koşul altında gerillanın içinde hareket edebileceği bir alandı. Bu alanın Akdeniz yakası olması ve burada var olan şehirlerin Türk şehirleri olması, yine şehirlerde yaşayan Kürt kitlesine ulaşmanın zor olması nedeniyle, Türk devletinin kendinden çok emin olduğu bir alandı. Gerillanın burada tutunamayacağını, eylem yapamayacağını düşünüyor ve her gün bunun psikolojik savaşını yürütüyordu. Alana vardığımız zaman böylesine bir ruh hali egemendi. Oysa gerilla yıllarca bu alandaydı ve birçok eylem yapmıştı. Başta Ş. Dıjwar olmak üzere bir çok arkadaşımız bu alanda şehit düşmüştü. Bütün bu şehitlerin anısına ve başlatılan hamleye cevap olmak için alanda ciddi çalışmalar yapmak gerekiyordu. Bu temelde bütün alandaki arkadaşların katıldığı bir çalışma yürüttük. Kayıp vermeden kazanımlar elde edebildik. Bu süreklilik alandaki arkadaşlarda da güçlü bir moral ve motivasyon sağladı. 2009 yılında ateşkes süreci gelişince, Türk devleti bu ateşkes sürecinden yararlanarak bize yöneldi. Bu nedenle hak etmediğimiz halde, bazı yersiz kayıplar verdik. Özellikle eyalet yürütmesinde bulunan Hamza ve alan yönetimindeki Karker arkadaşların şahadeti bizi çok etkiledi. Çünkü her iki arkadaşın da bu alandaki çalışmalara öncülük düzeyinde çok büyük emekleri olmuştu. Bu nedenle onların şahadeti, bizim inancımızı, sömürgeciliğe olan kin ve intikam duygumuzu daha da güçlendirdi. Eylem yapmak için sabırsızlanmaya başladık. 2010 yılının kışında alanda konferans yaparak ciddi tartışmalar yürüttük. Kendi çalışma ve savaş tarzımızı tekrardan gözden geçirdik. Bütün eyalet gücünün katıldığı bu tartışma sürecinde bir netleşme ve eylem kararlılığı yaşandı. Bu temelde dönemsel planlamalar yaparak kararlar aldık. O dönemde Önderlik, AKP hükümetinin oyalamacı yaklaşımından dolayı bir açıklama yapmış ve “otuz bir Mayıs’a kadar devletin barış masa-

sına gelmemesi halinde yapabileceği bir şeyi kalmayacağını ve çekileceğini” belirtmişti. Biz de Mayıs’ın son gününe kadar, Türk devlet ve hükümetinin akıllanabileceğini ve gidip Önderlikle görüşerek barışa yol açacağını düşündük ve bunun için bekledik. Ancak o gün geldiğinde devletin ve hükümetin yöneticileri çok rahat davranarak yurt dışına çıktılar. Önderliği ve hareketi adeta ciddiye almadıklarını göstermeye, bize de “bir şey yapamazsınız” demeye çalıştılar. Onların bu yaklaşımları bizim öfkemizin kat be kat artmasına neden oldu. Kendi aramızda tartışarak “bu devlete öyle bir ders verelim ki ciddi olup olmadığımızı görsün” dedik. Bu temelde Mayıs’ın son gününe denk gelen İskenderun eylemini planlayarak keşiflere başladık. Eyleme gidiş ve gelişte yürünecek iki gecelik yol için, imkânlar oranında gerekli tüm hazırlıkları yaptık. Eylemi yapmak için beş arkadaş belirlendi. Saldırı gücü olarak belirlenen bu arkadaşlar, hedefi imha etmek için gideceklerdi. Bu amaçla Amanos ormanlarının içinden çıkan arkadaşlar aşağıya doğru iniyor, küçük dağları ve tepeleri aşarak otobana çıkıyorlar. Otoban yolu çok geniş bir yoldur. Otobanı geçtikten bir süre sonra deniz kuvvetleri komutanlığının bahçesinin içine giriyorlar. Bahçeyi geçtikten sonra güvenlik amaçlı çekilen iki tel örgüyü de geçiyorlar. Komutanlığın nöbetçi kulübesinin otuz metre kadar önüne gidip saklanıyorlar ve askerleri getirecek olan arabayı beklemeye başlıyorlar. Keşifte yapılan gözlemlere göre gelecek olan arabaların her birine yirminin üstünde asker biniyormuş. Beklenen zamandan önce bir araba geliyor, ama arkadaşlar bu arabayı vurmuyorlar. Sonra gece yarısı olunca beklenen araba geliyor ve arkadaşları geçiyor. Arkadaşlar planlandığı gibi, ilkin B-7 silahıyla yirmi metre bir mesafede arkadan vuruyorlar. Roket tam arabaya isabet ediyor. Sonra üstüne yoğun bir tarama yapıyorlar. Arabanın içinde kalanlar hemen ölüyor. Kendilerini dışarıya atanlar da yaralanıyorlar. B-7 kullanan arkadaş bu yaralı olanların üstüne gidiyor ve yedisini de vuruyor. Vurulan araba bu sırada alev topuna dönüşüyor. Bu nedenle arkadaşlar üstüne gidemiyor ve silah kaldıramıyorlar. Bu eylemde arabada bulunan askerlerden biri dışında kimse kurtulamıyor. Sadece birisi yaralı olarak kendini çatışma alanından uzaklaştırabiliyor. Sonra arkadaşlar geri çekilme yapıyor. Telleri ve otobanı geçip ormanlık alana yetiştikten sonra artık tehlike aşılıyor. Arkadaşlar geri çekilmelerini tamamlayıp kendi alanlarına dönüyorlar. Eylem bu biçimde tamamlanırken, Türk ordusu o arazi koşullarında hiçbir şey yapamıyor ve çaresizlik içinde kendi içine

62


Özgür Halk büzülüyor. Sonra da eylemin bilançosu hakkında yedi askerin öldüğünü, on üç askerin de yaralandığını açıkladı. Oysa orada eğer kurtulabilmişse sadece bir asker kurtulabilmişti. Onun dışında hepsi vurulmuşlardı. Devlet sadece arabanın dışında vurulanların sayısını verdi. Arabanın içindekilerinin hiç birini vermedi. Böylelikle kendi ölülerini yine halktan ve kamuoyundan sakladı. Eylemin başarıyla gerçekleştirilmiş olmasının hem askeri, hem de siyasi boyutlarıyla yankıları büyük oldu. Türk, Arap ve dünya kamuoyunda günlerce üstüne tartışılan bir konu oldu. Devlet bu eylemi hiç beklemiyordu. Olduğunda ise, şok olup çarpıtmaya ve dış güçlerin desteğine bağlamaya çalıştı. Tesadüf, bu eylemi yaptığımız gecenin hemen sabahında İsrail’in Türk gemisini vurmuş olmasıyla ilişkilendiren Türk devleti “denize düşen yılana sarılır” misali kendi acizliğine gerekçeler yarattı. Eylemimizin başarısını o gemi olayıyla bağlantılandırarak çarpıtmaya, kafa karışıklığı yaratmaya ve kendi zaafını böylece kapatmaya çalıştı. Ancak beyhude bir çaba oldu. Günler sonra Türk Genelkurmayı, bu eylemin İsrail’le bir alakası olmadığını, PKK’nin tek başına planlayıp yaptığını itiraf etmesiyle, önceki iddialarıyla da ne kadar çeliştiklerini ortaya koydu. Bu eylemimizle Türk devletine, Amanos alanında ne kadar güçsüz olduğunu göstermiştik. Gerilla önünde ne kadar çaresiz kaldığını ona çok açık kanıtlamıştık. Tabi bütün bunlar bizim için bir moral oldu. Bu eylemin başarısıyla daha fazla yüklenerek paralel eylemler geliştirmeye devam ettik. Aynı zamanda Hatay’da uluslararası bir radarın güvenliğini tutan askerlere yönelik eylem yapıldı. O eylemde iki G–3 silahı kaldırıldı. Ancak bu eylemde kulübeye atılan bomba ilkin patlamıyor, Deniz Rojhılat arkadaş patlayacağını sanarak kulübedeki askerlerin üstüne gidiyor. Tam silahları kaldırmak istediği sırada bomba patlıyor ve arkadaş şehit düşüyor. Bir kaza sonucu Deniz arkadaşın şahadeti bizim için ağır bir kayıp olsa da, eylemde Türk devletine bir darbe daha vuruluyor. Eylemlilik sürecimiz sonrasında da devam etti. Osmaniye’deki Anıtgeçit’te toplu halde duran askeri komando taburundaki elliden fazla askere yönelik bir eylem yaptık. Arkadaşlar, kamelyada toplu halde oturan askerlere yaklaşıp, roketatar ve keleşlerle taradılar. Çok sayıda ölü ve yaralıları oldu. Ancak bu eylemin sonucu, Türk ordusunun ölü ve yaralıları hakkında sağlıklı bir bilgi edinemedik. Çünkü İskenderun eyleminden sonra basına baskı yapılmıştı. Her şey Genelkurmay’ın açıklamalarına endekslenmişti. Genelkurmay, bu eylemlerimiz hakkında açıklama yapmayarak, sanki hiçbir şey olmamış gibi gizledi. Dolayısıyla kimse bu eylemleri yazmadı. Bu baskıyla birçok şeyin üstünü kapattılar. Ancak ne yaptığımızı biz de, Türk devleti de biliyorduk. Arkadaşlar yine Osmaniye-Hasanbeyli’de bir yola mayın döşediler. O mayınla, bir askeri araba imha edildi. Ancak devlet yine bir şey yapamadı ve iflahta olmadı. Eylemler karşısında borazan medya üzerinden yaygara kopararak yapmacık ve sözde operasyonlar yaptı. Özel savaş yöntemlerine başvurdu. Bizi denetim altına alıp yok edeceğini iddia etti. Oysa Türk ordusu araziye bile çıkamıyor ve operasyon yapmaktan korkuyordu. Bir keresinde yapmaya çalıştığında ise Çardak yaylasında gerilla sanarak korkudan yetmiş-seksen yaşlarındaki köylüleri vurdu. Çatışmada iki köylünün ölümünü üzerimize yıkmaya çalıştı. Sonra birisinin yaralı kurtulmuş olması dev-

Ağustos 2015

letin sahtekar yüzünü deşifre etti. Türk devletinin içine düştüğü bütün bu trajikomik durumlarına, bu yalanlarına Amanos’taki gerillalar olarak çok gülüyorduk. Geçmişteki atalarına dayandırarak dört kıtada at koşturduklarını iddia eden Türk devletinin, gerilla karşısında yaşadığı çaresizliği izliyorduk. Dünyada, sözde güçlü devletler arasında sayılan Türk devletinin ne kadar zavallılaştığını görüp bir yandan da hayret ediyorduk. Sürekli yaptığımız eylemler, Türk askeri üzerinde büyük bir korku yaratmıştı. Eylemlerimiz süreklileşerek devam ederken, gerillanın önünün alınamayacağını devlete göstermek ve aynı zamanda Botan’da şehit düşen arkadaşlarımızın intikamını almak için şehir merkezlerine dönük eylemleri geliştirmek istedik ve bu temelde Dörtyol’daki eylem kararını aldık. Fakat bu eylem şehir merkezinde olacağı için öteki eylemlere benzemiyordu. Hem çok daha riskliydi, hem de eylemi gerçekleştirmek için öncelikle arabaya ihtiyaç vardı. Tüm bu riskleri düşünerek yola çıktık ve gelen bir arabayı durdurduk. Ancak arabada kadın ve çocuklar vardı. Bizi görünce özellikle çocuklar çok korktular. Onlarla biraz konuşarak açıklama yaptık. Kendilerine zarar vermeyeceğimizi söyleyerek korku ve kaygılarını gidermeye çalıştık. Araba için kadın ve çocukların hayatlarını tehlikeye atmak istemedik. Eylemin başarısını da düşündüğümüz için onlardan, sadece bizi şikayet etmemelerini rica ederek bıraktık. Bir sonraki arabayı beklemeye başladık. Sağ olsun o aile de şikayette bulunmadı. Eğer şikayet etseydi, her şey değişecekti. Ama etmediği için beklemeye devam ettik. Bir zaman sonra baktık, son model lüks bir araba geliyor, hemen yola çıkıp onu durdurduk. Bu arabanın MHP ilçe başkanı Bestami Kılıç’ın arabası olduğunu bilmeden onu alıkoyduk. O da korkudan siyasal kimliğini söylemedi. Önce kendisini biraz tanımak istedik ve bunun için yoklama yaptık. Ama O, kendisini ısrarla normal bir vatandaşmış gibi gösterdi ve yaylasına gitmek için çıktığını söyledi. Bu nedenle onu tutmayı uygun gördük. Çünkü altındaki arabanın lüks olması da, insanların dikkatini dağıtacak, eylemde bize daha fazla kolaylık sağlayacaktı. Dolayısıyla bu Bestami ile biraz konuşup korkularını gidermeye çalıştık. Sonra “sen burada yanımızda kal, senin arabanla biraz işimiz var, arkadaşlar aşağıya inip biraz erzak alıp dönecekler” dedik. Bestami, yanımızda kalmaktan korktuğu için “beni de götürün birlikte gidelim, size ne lazımsa alıp gelelim” dedi. Biz de ona “olmaz, bizim yüzümüzden sana bir şey olmasın sonra bunun vicdani sorumluluğundan kurtulamayız. Sen burada kalırsan, senin can güvenliğin için daha iyi olur.” dedik. Bu sözlerden etkilenmiş gibi yapan Bestami “tamam, araba size kurban olsun, canınız sağ olsun” dedi. Meğer bunları korkudan söylüyormuş ama biz bilmiyorduk tabi. Özellikle MHP’nin Kürt sorununa ve Kürtlere yaklaşımları bilindiğinden, siyasal kimliği anlaşılmasın diye böyle konuşuyordu herhalde. Daha önceden planladığımız gibi iki arkadaş onun yanında kaldık. Üç arkadaş da arabaya binip şehre indiler. Giden arkadaşlar her ihtimali düşünerek hazırlıklarını yapmışlardı. Bütün gidiş geliş süreci boyunca olabilecek ihtimallere, eylem sonrası devletin müdahalesine karşı tedbirlerini almışlardı. Bu nedenle eylemi gerçekleştirmek için şehirde dört saat boyunca dolaştılar. Bu dolaşma sırasında arada arabanın benzini kalmıyor. Bir benzinciye gidip arabayı doldurmak istiyorlar. Fakat ara-

63


Özgür Halk

Ağustos 2015

leyerek eylemi takip etmeye çalıştık. Planlamaya göre, radyoda eylem haberini duyar duymaz Bestami Kılıç’a durumu izah edip bırakacaktık. Giden arkadaşlarla böyle anlaşmıştık. Eylem haberini radyodan dinledikten sonra Bestami durumu fark etti ve bize “abi bu bahsedilen araba benimki olmasın” dedi. Biz de ona “vallahi üzgünüz senin arabandır” dedik. Biz “senin arabandır” deyince Bestami’nin rengi attı ve “desenize anam ağladı” dedi. Sonra kendisiyle konuşarak gitmesini istedik. “Ama bu akşam için şehre gitmemelisin, aksi halde seni öldürebilirler” dedik. Kendi yaylasına gitmesini söyledik. Doğru olan da buydu. Çünkü bu eylemi yapmamızda onun hiçbir katkısı yoktu. Bu yüzden ona doğru yolu göstererek “yarın teslim olduğunda ise, gerçek neyse onu söyle” dedik. Ondan “beni zorla rehin aldılar, arabamla erzak alıp geleceklerini söyleyip götürüp eylem yaptılar. Benim bunda bir suçum yok” biçiminde ifade vermesini istedik. Bunu da, onun yararını düşünerek söyledik. Bu temelde Bestami’yi bıraktık. O akşam gidip zozanlarda kalıyor ve sonraki gün gidip teslim oluyor. Teslim olduktan sonra onun MHP Peyas İlçe Başkanı olduğunu öğrendik. Türk basını bizim MHP ile ortak eylem yaptığımızı dahi iddia etti. Bölgedeki devlet güçleri provokasyon yaptı. Kürt halkına saldırmak için kendi emniyet binasını taradı ve üstümüze atmak istedi. Böyle yaparak Kürt halkına işte “teröre yardım ediyorsunuz” diye yönelmek ve milliyetçi kesimleri yöneltmek istedi. Bu çerçevede emniyetin yanından geçen iki Urfalı Kürt insanını taradılar. Birini çok ağır yaraladılar. Kimseyle görüşüp gerçeği konuşmasın diye onu Adana’ya kaldırdılar. Yine faşist Türk kesimleri Kürt esnaflarının dükkanlarına yönelterek yaktırdılar. Nerede bir Kürt varsa faşist odakların hedefi haline geldi. Türk devletinin bu tür provokasyon girişimleri, Kürtlerin birbiriyle daha fazla kenetlenmesini sağladı. Kürtler, tam on gün kendilerini ve mahallelerini savunmak için barikat kurdular. Devlet, birçok çevre illerden polis ve çevik kuvvet ekiplerini getirerek Kürtler ve Türkler arasında barikat oluşturdu. Ölen polislerin cenaze törenlerini korkudan Dörtyol’da yapamayarak Adana’ya götürüp yaptılar. Dörtyol’a gelmeye cesaret edemeyen İç İşleri Bakanı Beşir Atalay, Adana’da cenaze törenlerine katılıp kendi güçlerine “Amanos’u temizleyin” diye bol keseden konuşsa da, Türk devletinin Amanoslar’daki iradesi önemli oranda kırılmıştı. Halktan hiçbir destek almadan üç arkadaşımız, tamamen kendi imkanlarıyla fedaice bu eylemi yapmıştı. Bu eylemin başarısı ve ayrıntıları eylemi yapan arkadaşların kendi yaratıcılığı ve inisiyatifi ile gerçekleştirilmişti. Belki bu eylemde sadece dört polis öldü ama vuruş tarzı bakımından çok etkileyici oldu. Dolayısıyla bu eylem, İskenderun eyleminden daha fazla etki yarattı. Bu bölgede yaşayan ve birliği parçalanan Kürt kitlesini de çok etkiledi. Gerillanın bu eylemleri, onların kendi aralarında birliğin ve yurtseverliğin gelişmesini sağladı. Amanos eyaletinde bir aya aşkın bir zaman diliminde peşi sıra yaptığımız bu eylemler süreç üzerinde de önemli bir etki yaptı. Yine başta Karadeniz ve Kürdistan’ın diğer alanlarında yapılan sarsıcı eylemler karşısında hareketin ciddiyetini gören Türk devleti, daha yumuşak dil kullanmaya, sonrasında Önderlikle görüşmeye başladı. Anlaşıldı ki eğer Önderlik durdurmasa, gerilla Türk devletinin çökmesini sağlayabilecek güçtedir.

ba son model olduğu için, benzinci deponun kapağını bulamıyor. Arkadaşın kendisi de on beş yıldır araba sürmemiş, O da dışarıya çıkıp arabanın etrafında dolanıp duruyor ama bulamıyor. Çünkü aldıkları arabanın daha önce kullandıklarına benzemediğini anlıyor. Arkadaş güler yüzlü ve sempatik olduğundan işi şakaya vuruyor ve benzinciye gülerek “kusura bakma aslında araba benim değil bir arkadaştan ödünç aldım, bu yüzden ben de bilmiyorum” diyor. Böylece dikkatleri dağıtıyor. Benzinci onunla birlikte gülüyor, sonra deponun ağzını bulup arabayı dolduruyor. Arkadaşlar benzinlerini alıp uzaklaşırlarken, bu arada kameralara da yakalanıyorlar. Yine de soğukkanlı davranarak, imha edebilecekleri bir hedef arıyorlar. Akşam üzeri saat altıda gelip bir yerde duruyorlar. Karşıdan da polis arabası geliyor. İçinde dört polis var. Polis arabası gelip tam arkadaşların karşısında duruyor. Herhalde bir şeyleri hissediyorlar. Arkadaşlara bakarak tanımaya, kim olduklarını anlamaya çalışıyorlar. Tam bu sırada arkadaşlar beş metrelik bir mesafede onları vuruyorlar. Birkaç kurşunla onları devre dışı bırakıp sonra üstüne gidiyorlar. Bir polisin üzerinden bir tabanca kaldırıyorlar. Bir arkadaş öteki polisin tabancasına el atıp kaldırmak istiyor. Ama ne yapıyorsa tabanca yerinden çıkmıyor. Herhalde tabancaları bir sistemle bedene kelepçelemiş olsa gerek, alamıyorlar. Zaman kaybı yaşandığından arkadaşlar oradan uzaklaşıyorlar. Şehrin içinde gündüz gözüyle bu eylemin yapılması her açıdan seyreden halkı şoke ediyor. Arkadaşlar hem teknik açıdan, hem ruhsal açıdan büyük ustalık örneği sergiliyorlar. Kalabalık bir yerde halkın gözleri önünde beş saniye içerisinde eylemi, üstüne gitmeyi ve oradan uzaklaşmayı toplam bir dakika içerisinde gerçekleştiriyorlar. Millet, film izler gibi izledikleri bu eylemin nasıl olduğunu bile anlamadan, arkadaşlar şehirden çıkıyorlar. Arabayla dönerlerken ikiye ayrılan bir yol kavşağında yollarını şaşırıyorlar. Sağdan devam etmeleri gerekirken, onlar soldan ilerliyor. Dağ alanına gelmeleri gerekirken, onların girdikleri yol, onları dağ yamacındaki köylere götürüyor. Bir köyün içine giriyorlar. Yaşlı bir kadına yol hattını soruyorlar. Kadında “bu araba çok lüks, sorduğunuz yola bu arabayla gidemezsiniz” diyor. Dağ yolu da bozuktur zaten. Arkadaş “bir şey olmaz, biz yine de gidebiliriz” diyor. Arabayı geri geri sürerken arka tekerlek bir hendeğe saplanıyor. Ne yapıyorlarsa çıkmıyor. Bütün köylüler gelip arkadaşların başında toplanıp yardım etmeye çalışıyorlar. Ancak ne yapıyorlarsa arabayı kurtaramıyorlar. Sonra köylüler, arabanın ancak traktörle çıkarılabileceğini söylüyorlar. Bu arada çok zaman geçiyor. Arkadaşlar bakıyorlar saat akşamın yedisi ve zaman gittikçe daralıyor. Arabayı bırakarak yürümeye karar veriyorlar. Bu yüzden arabadan iniyorlar. Millet de öyle durmuş onları izliyor. Arkadaşlar birden bagajı açıp ağır silahları, keleşleri ve çantalarını çıkarıyorlar. Köylüler bu gördükleri karşısında önce öyle donup kalıyorlar. Sonra birisi, “bunlar da kim?” diye soruyor. Bir yaşlı da ona cevaben “bunlar teröristlerden başka kim olabilir ki” diyor. Yaşlı adamın bunu söylemesiyle korkudan her biri bir yere kaçıyor. Oysa halkın bizden korkması için bir neden yoktu ama bizi tanımadıkları ve Türk devleti tarafından aldatıldıkları için korkup kaçıyorlar. Arkadaşlar da çanta ve silahlarını alıp köyün içinden vurup çıkıyorlar. Biz geride kalanlar her saat başı radyodan haberleri din-

64


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.