#OCCUPYGEZİ: SESİMİZİ YÜKSELTİYORUZ! 

Page 1

#OCCUPYGEZİ: SESİMİZİ YÜKSELTİYORUZ! S A R P H A N U Z U N O Ğ LU


# O C C U P YG E Z İ YA Z I L A R I

“Şu anda Türkiye’de olanlar bir park için mücadeleye indirgenip, basitleştirilecek türden değil. Olanlar, ülke çapında Erdoğan şahsına, diktatoryal kişiliğine ve partisinin politikasına isyandır. Gezi Parkı, isyanın kıvılcımını çakmıştır.’’ TARIK ALİ

Occupy Gezi üstüne bir şeyler yazmak kadar onları dökümanlaştırmanın da önemine inandığımızdan benzerleri sırayla gelecek bir dizi çalışmanın ilki olarak Sarphan Uzunoğlu’nun yazılarını toparladık ve bir e-kitapçık olarak yayınlıyoruz. Meselemiz kesinlikle isyanın fikrini arşivlere kaldırmak değil. Çünkü bu isyan sürüyor ve sürecek de. Mesele yalnızca ‘kalıcılaşma’ yolunda adım atmak, isyanın temel hatlarını farklı başlıklar altında dahi olsa inceleyebilmek.

1


YENİ M E DYA

İNTERNETTE GÜVENLİ DİRENİŞİ TARTIŞMAK: NOT: Bu yazı Mesele Dergisi Temmuz 2013 sayısında yayınlanmıştır.. ‘Hegemonya için yalnızca bir manipülasyon ya da endoktrinasyon ya da bunun kontrol biçimleri değil; hayatımıza, yani beklentilerimize, duyularımıza, enerjimizi sarf ettiğimiz alanlara ilişkin pratik ve beklentilerimizin tamamıdır’ Raymond Williams (1977) 2


Gezi Parkı direnişi hepimizin kafasında yeni sorular, yeni sorunlar ve yeni umutlar bırakarak devam ediyor. İktidar her gün hegemonik alanını korumak için yeni söylemler üretip yan çizerken direniş de duran adamdan tencere tavaya, oradan hashtag’lere varan farklı yaratıcı çizgiler üzerinden, duvar yazılarını ihmal etmeyelim, kendi biçimini değiştiriyor. Yapılan forumlar da gösteriyor ki bu direnişte hem birbirimizi dinlemeyi hem birbirimize sabretmeyi öğrenmemiz gerekecek. Aslına bakarsanız parklarda yapılmaya başlanan forumlar da Twitter’daki mikrocemaatlerimizi aratmayacak ‘iç çekişme’ ve içten içe bitmeyen anlamsız tartışmalarda (hepsi değil tabii) eriyen bireyleri barındırıyor. Tüm bu ‘olumlu’ çerçevenin yanıbaşında Yeni Şafak ve Akit gibi yayın organlarında gazeteci, akademisyen, avukat gibi gruplardan insanlar hedef gösterilerek sosyal medyaya yönelik bir kin kampanyası oluşturulurken öte yandan da AKP’li yumurtalar sosyal aleme salınıyor. Her ne kadar ‘tencere tava’ eylemleri ile ulusaldan lokale daha çok insanın dikkatini çekme olanağı olduğunu inkar edemesek de sosyal medyanın direnişin başrolünü kimseye kaptırmaya niyeti olmayan 90 kuşağında ve onlara göre bir önceki kuşak diyebileceğimiz 80’lerde doğanlarda gösterdiği etki ve ortaya çıkardığı verim bakımından çok ciddi bir anlama denk geldiğini söylemek şart. Keza, tencere ve tavalarla ‘öfkeyi’ ifade ederken sloganlar, yazılar, forumlar ve görsellerle yoğunlaştırılmış sosyal medya içeriği hem kendi ‘dilini’ hem de kendi ‘kullanım biçimlerini’ yaratan kullanıcılarıyla Tayyip Erdoğan’ın ve iktidar partisinin O’nun dışındaki tüm ‘sözde öznelerinin’ fazlasıyla sinirini bozuyor. Bu ‘zarar ziyan’ medya için söylenecek sözlerin başında ‘sosyal’ olmayan bir medyanın aslında olmadığı, buna yeni medya demenin daha uygun olabileceği (yeniliği de tartışılabilir tabii, yeni çağ diye bir çağ tarih şeritlerinde yerini alırken) olabilir. İkinci bir not ise bu medya türünün dijital çağ ile birlikte hayatımıza giren alışkanlıkların bir çoğunun toplumsal etkilerinin ve yarattıkları gereksinimlerin sonucu olduğu. Yani yeni medya, uzaktan bakıp geçebileceğimiz bir alan olmasının ötesinde kendisinden ‘tiksinen’ bir Başbakan’ın bile asistanlarına da olsa kullandırmak zorunda olduğu, ABD’de ve Güney Kore’de seçimlerde Başkan’ın kim olacağına etki ettiği açık biçimde belli olan ve en son İtalya seçimlerinde etkisi ayyuka çıkan bir aparatlar bütünü. Böylesine güçlü bir alanı kapitalistlerin, şirketlerin ve devletlerin bizden evvel keşfedilmesi elbette tesadüf değil. Ama bu alanın dönüştürülemezliğine ilişkin ön kabullerin tamamını kabullenmek Gezi Direnişi’ni başlatan ruhta olduğu üzere bizim olan hiçbir şeyi sahiplenememekten aslında her şeyin bize ait olduğunu anlamakla başlayabilir. Tüm bu olumlu cümlelere rağmen bu yazı ne yazık ki gözetim 3


mekanizmalarıyla çevrelenmiş hayatımızda direnişin her daim olumlu sonuçlar vereceğini söyleyen bir yazı olmayacak. Çünkü İstanbul’da ve İzmir’de Gezi Direnişi paralelinde gerçekleşen çatışmalar sırasında alışılageldik ‘yeni medya’ taktiklerinin haberleşme ve örgütlenme amacıyla kullanımının bir o kadar da sivil polisler başta olmak üzere polis teşkilatı bakımından hem manipülasyon hem de takip amaçlı kullanıldığını göstermiş oldu. Ama elbette bu Alternatif Bilişim Derneği’nin tarafından hazırlanan gözetim temalı raporun gösterdiği gibi bugüne dek birçok coğrafyada yapıldığı üzere yeni medya çalışmamın ‘kontrol’ mekanizmaları üstüne olduğu anlamına gelmiyor, keza öne çıkan ve asıl önem taşıyan kontrol mekanizmalarından ziyade direniş mekanizmalarının ta kendisi. Burada Christian Fuchs’un gözetime gösterdiğimiz özeni direnişe göstermemiz gerektiğine dair önerisiyle hareket edilebilir. Ama bunu yeni medyayı bir direniş amacı olarak kutsayarak yapılmamalı. Burada kutsanan araç değil, onu kullanma biçimimizde ortaya koyduğumuz akıl. Tam da bu gerekçeyle üstünde duracağım üç temel kavram olacak ve bu üç temel kavram etrafında dijital platformda karşılaştığımız farklı direniş biçimlerini tartışmayı deneyeceğim. GÖRÜNENLER, YARI ANONİMLER VE ANONİMLER Bugüne dek dünyada sosyal medya hareketlerinde iki temel eğilim gördüğümüz söylenebilir. Anonimlik ya da görünürlük. Ama, açık bir nokta var her iki kavram da siyah ve beyaz gibi ayrıştırılabilir noktalarda değiller ve arada gri bir bölge olarak da tarif edebileceğimiz ‘yarı-anonimlik’ kavramına da değinmek zorundayız. Baggio ve Beldarrain siber alana güvenmenin riskleri olduğunu, anonimlerin birilerini kandıranlar kadar ‘dürüst’ insanlar için de koruma sağladığını söylemişlerdi. Onların bu söylemlerinde görüldüğü üzere anonimliğin hem pozitif hem de negatif tınlamaları var. Bu bağlamda anonimlik yalnızca bir ‘direniş formu’ olmaktan uzaklaşıyor. Anonimite Yunanca’da ‘isimsizlik’ anlamına geliyor. Ama benim araştırmamda anonimlik ‘isimsizlik’ ile eş anlamlı olarak kullanılmıyor. Palme ve Berglund ise anonimliğin mesajın yazarı gözükmediğinde ya da bir mesajın gerçek yazarına ulaşmak mümkün olmadığında var olduğuna inanıyorlardı. Ayrıca onlara göre anonimlik başka bir isimle anılmakla da eşdeğerdi. Yine de anonimlik kişinin kişisel verileriyle sınırlanabilecek bir durum olmamalı. Keza internet farklı yapılardan oluşuyor ve yeni medya ortamı bizlerden farklı aplikasyon ya da ağlarla alınan 4


verilerle örülüyor. Yani geçmişteki illegal olsun legal olsun sol pratiklerdeki takma ad geleneğinin günümüze taşınması için gereken tüm koşullar ortada. Keza gözetim yapmak için artık örgütlerin içine sızan ajanlara gerek yok. Yarı anonim sosyal medya kullanımı ise hem organik olarak bireylerle bağ kurduğumuz hem de anonim kimliklerimizle sosyal medyada var olduğumuz bir direniş türünü mümkün kılıyor. Kısacası, hem birlikte organize olduğunuz iletişim kurduğunuz gruba ‘koşulsuz’ değil ama ‘karşılıklı’ güven duymanız üstüne kurulan yarı-anonim sosyal medya kullanımı farklı bir kodu yanında taşıyor. Yarı-anonim kullanıcılar deyince aklınıza Troll’ler de Twitter’da attıkları tweet’lerle yön belirleyici olan Eksihabermas gibi isimler de gelebilir; bu yazının konusu daha ziyade Eksihabermas ya da Narlaincir gibi rümuzlar kullanan ve politik anlamda ‘sözleri değer taşıyan’ figürler ve onların yarı-anonim direnişlerinin manevi ve maddi anlamda onları nasıl korunduğudur. Gerbaudo Tweets and Streets (Tweetler ve Sokaklar) kitabında yeni medya aktivizminin kolektif eylemin kitleleri mobilize etme bakımından oldukça verimli olduğunu belirtmişti. Onun birçoğu önceden örgütlü durumda olmayan bireylerin nasıl olup da her geçen gün daha da örgütlü hale geldiklerine dair tezlerinin yanı sıra siyasal partilerin devletle ilgili tecrübelerinden getirdiği ‘gizliliğin önemine’ dair bir şeyler de söylemek şart. Keza Mısır’da dağıtılan afişlerin sosyal medyada paylaşılmaması gerektiğine dair notlar başta olmak üzere ‘direnişin’ paylaş butonlarına indirgenemeyeceğini görmemiz gerekiyor. Bu bağlamda ‘direniş kodlarını’ paylaşmazken kendi kodlarımızı Twitter ve Facebook gibi şirketlerle paylaşmamızın anlamı nedir? Kendimizi Melih Gökçek gibi ‘sosyal medya avcılarına’ açık hedef haline getirmek mi yoksa bana bir şey olmaz rahatlığının bir gözaltıyla sona ereceği günü beklememiz mi? Yarı-anonim biçimde sosyal medyayı kullanmayı tercih eden ve her biri politik aktivist olan birkaç kullanıcıyla yaptığım röportajlarda farklı veriler elde ettim. Örneğin ilk görüştüğüm kişi konu sosyal ağlara olan güvene geldiğinde ise internetin gün sonunda şu anki yapısıyla kesinlikle güvenli olmadığını söylüyor. Yine de teknik altyapısı gereği güvenli bir internet kullanımına dair ortaya konan çalışmaların hepsinden haberdar. ‘Güvenli bir sosyal ağ ihtimali her zaman var sadece birilerinin bunun işleyeceği sistemi bulması şart’ diyerek sosyal medya kullanımına dair ‘şeytanlaştırma’ karşısında bir duruş sergiliyor.

5


Bu kullanıcı seçtiği mahlasın ve profil fotoğrafının özel bir durumla ilgisi olmadığını ya da politik bir argümanla doğrudan bağ içermediğini belirtirken, IRC gibi ortamlarda ‘yakalanmamak için’ genel aramalardan bireyi koruyan tek harflik takma isimler almak gibi yöntemlere yöneldiğini belirtiyor. Ona göre serbest çalışması ve okulla bağının kalmamış olması onu bu iki kurum tarafından gözetlenmekten alıkoyuyor. Özel hayatı ise yarı anonimlik durumu için bir gerekçe değil. Kendini bir hacker olarak tanımlayıp tanımlamadığını sorduğumuzda ise alan bilgisi dahilinde teorik ve oturaklı bir cevap veriyor: ‘Geniş anlamıyla evet. Yani eğer hacker’ı kullandığı araçları değişitirip, geliştirip yeni ve daha iyi kullanım metodları bulmak ve bu şekilde bir ilerlemeye sebep olmak olarak tanımlarsak... Eğer dar anlamını yani sistemlere izinsiz girip bilgileri inceleyen biri olarak kullanırsak pratik bir şeyler yapmasam da teorik olarak neler yapıldığı ve neler olduğunu takip ettiğimi söyleyebilirim.’

6


Burada Redhack ve Anonymous üstünden yayılan ‘hacker’ algısının tersine araçların kullanım amaçlarını değiştiren ama aktif bir saldırıdansa kullanım pratikleri üzerindeki etki üstünden kendini hacker olarak tanımlayan bir kullanıcı var. Her ne kadar ‘anonimlik’ durumundan benzer açılardan farklılaşmış olsa da bu kişinin Redhack’in aktivizm tipinden tam anlamıyla uzak bir alanda olduğunu söylemek de güç. Keza wiki ve benzeri projelerle sosyal medyadaki direniş teknikleri üzerine kitleleri bilgilendirmek için sosyal medya ortamında tanıştığı insanlarla iş yapan biri konumunda. O yarı-anonim direnişin iktidarlar için neden tehlikeli olduğunun kanıtlarından biri konumunda. Görüştüğüm bir başka yarı-anonim ise yarı anonim olarak sosyal medyayı kullanmasının sebebinin sosyal çevresi ile çelişen politik fikirlerinin olmasını öne sürüyor. Ona göre politik görüşleri olması günlük hayatını yeterince zorlaştırıyor. Sosyal medyayı bu şekilde kullanmanın aile bireylerinin müdahalesine karşı da kendisini koruduğunu söylüyor. Bir başka kullanıcı ise içinde siyaset yaptığı örgütün kimi görüşlerine karşı olduğunu, onların eleştirilerinden kaçınmak ve örgüt içi demokraside dile getiremediği fikirlerini dile getirmek için bu profil tipini tercih ettiğini belirtiyor. Bu kullanıcıların tamamı Castells’in teori dünyasına göre birer hacker. Twitter araçlarını dönüştürüp devrimci iletişim araçları olarak kullanıma sokuyorlar. Mesajlarından kullanım biçimlerine sosyal medyayı devrimcileştiriyorlar, üstelik bunu TC kimlik nolarıyla ya da baba soyadlarına hapsedilmiş, adres kayıtlarıyla sınırlanmış kimliklerine değil, yarattıkları gizliliği kullanarak, yalnızca kolektif eylemin ve fikrin bir parçası olarak yapıyorlar. Onların her biri birey olmaktan vazgeçmiyorlar. Cinsel yönelimlerini, sosyal statülerini, yaşlarını, etnik kökenlerini rahatlıkla ortaya koyabildikleri, içlerinde bulundukları gruplar ve kurumlar içinde dahi dönem dönem yaşayamadıkları özgürlüğü yaşayabildikleri bir alandalar. Tabii ki tüm bu kullanıcılarla ilgili yazdıklarımı onların ‘ileri düzey’ teknik bilgilerine değil, sosyal alanda yarattıkları etkiye dayanarak söylüyorum. Konuştuğum kullanıcılardan biri üç ayrı dilde #occupygezi sürecinde eylemlerden tüm dünyaya haber geçerken bir diğerinin yazılarının 10 binlerce kullanıcıya ulaşacak kadar popüler olması bir saat dahi almıyor. Her biri sosyal medyadan tanıştıkları insanlarla ortaklaşarak iş yapmışlar ve 7


bu işler retweet müessesesinden ziyade belgesel yapımlarından sivil toplum örgütü kuruluşlarına kadar çok geniş bir alana ulaşıyor. Yarı-anonim kullanıcıların bize kazandıracağı bir diğer avantajsa ‘patronların’ ve kapitalizm açısından yeni medya alanını ele alanların ellerini kavuşturup bize anlattıkları ‘büyük veri’ masalı. Onların ‘büyük veri’ dediği alan bizim banka kartlarımızdan telefon faturalarımıza tüm bilgilerimizi denetlemeleri üstüne kuruluyken hem siyasal hem pratik anlamda kuracağımız bir ‘denetlenemezlik’ ile medyanın eli kolu bağlanmış hali ve legal muhalefetin yeteneksizliklerinin yerine kendini ‘iletişim sırasında örgütleyen’ yeni bir aklı ortaya koymamız mümkün. Google reklamları bize ‘neye ihtiyacımız varsa onu söylediğinde’ bu bizi mutlu ediyor olabilir, ama ihtiyacımız olmayan tek şeyin sosyal medya aktivistlerinin evlerinden teker teker toplandığı ve İzmir’de tecrübe ettiğimiz gibi geniş operasyonlarla teşhir edildiği bir görüntü olduğu da ortada. Daha iyi bir tüketici olmaktansa daha iyi bir direnişçi olmak için, direnişi de direnişin iletişimini de güvende tutmak ve ‘egoizmden’ korumak için varlığını yarı-anonimite üzerine kuran 8


ve kolektif akıl ve çıkara hizmet eden bir anlayışı benimsemenin büyük yarar sağlayacağı ortada. Kaynaklar: Alternatif Bilişim Derneği, 2013. Türkiye'de İnternetin Durumu – 2013. Fuchs, Christian. 2012. Implications of Deep Packet Inspection (DPI) Internet Surveillance for Society. Gerbaudo, Paolo. Tweets and Streets. London: Pluto Press. Williams, R. 2012. Marxism and Literature. York: Oxford University Press. ve kolektif akıl ve çıkara hizmet eden bir anlayışı benimsemenin büyük yarar sağlayacağı ortada.

9


YENİ M E DYA

BİNALİ YILDIRIM’IN EŞSİZ GÖZETİM DÜNYASI VE FACEBOOK MESELESİ 3G teknolojisi ile ilk münasebetimizi telefonu kulağına götürüp görüntülü sohbeti iç ederek başlatan ‘Ulaştırma Bakanı’ Binali Yıldırım Facebook ve Twitter’a açık biçimde yaptıkları ‘ahlaksız teklif’leri açıkladı. Facebook her ne kadar kontra bir açıklama yapıp ‘destek vermiyoruz’ diyerek insanları ele vermediklerini söylese de sosyal medya ya da internet dediğimiz ortamın ‘sonsuz’ bir güvenlik içinde olduğunu söylemek oldukça güç.

10


Keza biz kendimizi korumadan kurumların bizi korumasını bekleyerek ‘her şeyi devletten bekleyen yurttaş’ mantığıyla bizzat bize saldıran devlet politikalarına fazlasıyla prim veriyoruz. Özgür Uçkan Hoca İzmir’deki Twitter gözaltılarının daha ziyade ‘gözdağı’ vermek amacıyla gerçekleştiğini her Twitter kullancısına ulaşmanın daha doğrusu mesaj kaynağına ulaşmanın oldukça ‘zor’ bir mesele olduğunu belirtti; ancak devletin özellikle son on yılda elde ettiği saldırgan hukuki pozisyondaki parlama bu ‘gözdağı’ teorisinin o kadar da hızlı güvenilmemesi gereken bir teori olduğunu gösteriyor. Dahası bu ‘gözdağı’ operasyonlarının yanı başında özellikle Yeni Şafak gibi hükümete sırtını dayamış bir organda yer alan ‘Twitter örgütü’ başlıklı haber ve dahi 50’ye varan ‘elebaşı’na ilişkin haberler tek başlarına olmasa da bir arada okunduklarında Başbakan için sosyal medyanın artık ‘abudik gubidik’ bir aygıt olmadığını, aksine yeni bir mücadele alanı olduğunu hepimize gösteriyor. Twitter’daki yumurta diye adlandırdığımız kullanıcıların artışından ziyade şu an endişe etmemiz gereken çeşitli oluşumları sıralayarak başlayabiliriz: Bunların başında spam timleri geliyor. Çoğunluğu emniyetin simgesini Twitter avatarı olarak kullanan bu ekipler, hem hükümet söylemini dolaşıma sokuyorlar hem de hükümet karşıtı kullanıcıların hesaplarını spam dediğimiz yöntemle Twitter yönetimine ihbar ederek kapatmayı deniyorlar. Bu hesapların bir başka ‘tehlikeli’ yönü de Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan gibi kişilerin hesaplarına hesaplarımızı ‘açık’ biçimde ihbar ediyor olmaları ki liderlerin danışman ve avukatları tarafından sık sık gözetlenen bu hesaplar üstünden kendinizi hızla bir hakimin ya da savcının karşısında bulabilirsiniz. Yani ‘tehdit yok’ diyebilmek için öncelikle bu muhbir timleri yoksaymak gerekiyor. Elbette davaların ‘ayakta durma’ şansı gözetimin mevcut kimi zayıflıkları nedeniyle düşük; ama ‘yakalanmamak’ varken ‘yakalanmak’ niye? VPN teknolojileri yahut Tor gibi arkasında iz bırakmadan internette gezmeyi sağlayan programlara dair önceki yazılarda çok şey söyledik; ancak söz konusu Facebook olduğunda kendi ‘adınız ve soyadınız’ ile oluşturduğunuz içeriklerin dava konusu olması Türkiye’de sık sık ortaya çıkan bir durum. Hatırlanacaktır; Facebook’tan elde edilen fotoğraflar birçok kamu personelinin işlerinden atılmasına neden olmuş, hükümet ve Başbakan karşıtı söylemde bulunan birçok şahıs hakkında soruşturma açmış ve bunların bazıları paraya çevirilen hapis cezası ile sonuçlanmıştı.

11


Özellikle Gezi ruhu ile attığımız kimi tweetlerde bizim için mizah muktedir için yıkım olan birçok durum ile karşılaştığımız bir gerçek. Ancak attığımız Tweet’lerden korkacağımıza yahut kapımızın çalınacağı sabahı bekleyeceğimize yapabileceğimiz birçok şey var: Bunların birincisi kendi adımızı kullanmadan sosyal medya hesaplarımızı idare etmek, eğer Facebook hesabımız söz konusu ise sosyal medyada çok yaygın olan ‘sivil polis’ kullanımına karşı gerçek adımızla internet üstünden kurduğumuz iletişimlerde organik anlamda ilişki kurmadığımız kişileri kabul etmemek, ya da bazı bireylere yönelik profillerimize ‘sınırlı erişim’ sağlamak. Parolamızı sık sık değiştirmek de iyi bir yöntem denebilir; keza Facebook bir ‘aplikasyon (uygulama) yumağı’ haline geldi. Ama her şeyden önce Facebook’taki ‘siyasal paylaşımın’ karşımıza delil olarak çıkarılabileceğini bilerek hareket etmek şart. Elbette bu ‘proaktif tutum’ sinik, apolitik bir kullanıcı olmayı gerektirmiyor. Twitter ve Facebook’ta yarı-anonim diyebileceğimiz organik olarak iletişim kurduğumuz ama devletin ‘belirlemekte’ sıkıntı çektiği birçok bireyin direniş boyunca ilettikleri mesajlarla direnişin iletişimsel basamaklarını ikişer ikişer çıkmamızı sağladıkları ortada. Biz ise ‘telefonlarda’ birbirlerine ‘acaba başımıza bir şey gelir mi’ diye soranlar olmaktan ancak bu tarz pratikleri geliştirerek kurtulabiliriz. İktidarın baskıyı sürdüreceği ortada, keza hegemonik süreç bunu gerektirir. Ama Twitter ve Facebook’u sosyal medyanın ‘yegane’ organları olarak görmeye devam eder ve muhalefeti yalnızca ‘iktidarın gösterdiği’ alanda yaparsak iletişimimizi devrimci anlamda örgütlememiz zor. Başta IRC olmak üzere (örneğin cryptocat programını tavsiye ederim) birçok yöntemle ‘şifrelenmiş’ sohbetlerle aramızda konuşabiliyoruz, üstelik bu programlar iphone’dan google store’a birçok alanda mevcutlar. Yeni medya hayatımıza değiştirdiği çalışma düzenimizle gireli çok oluyor, onu şeytanlaştırmak da devrimci bir araç haline getirmek de bizim elimizde. Her birimizi birer ‘hacker’ yapacak olan mevcut yeni medya araçlarını amaçlarını dönüştürerek kullanmak. Memleketteki Redhack sempatisi düşünülünce ‘hackerlık’ kurumuyla aramızdaki mesafenin çok açık olmadığı ortada. Mühim olan akılcı ve devrimci bir

12


araçsallaştırma ve devrim kadar karşı devrimin kendini hızla örgütlemesine karşı da dikkatli bir sosyal medya kullanım pratiği yaratmak. 1) http://vagus.tv/2013/06/24/tweetlerin-kaynagina-ulasmayi-deneyecek-kisilere-sabir -dilerim/

13


YENİ M E DYA

DİRENİŞ VE BASKININ SAVAŞ MEYDANI: YENİ MEDYA Elbette direniş sokaktadır ve orada vücut bulur. Ancak yakın dönemde dünyada ortaya çıkan tüm hareketler ‘İletişim örgütlenmektir’ sloganını haklı çıkarırcasına yeni medya teknolojilerini mücadelelerinin örgütlenme tabanının temeline oturttular. Sakın buradan ‘sosyal medyanın’ örgütlü bir toplumun yegane aracı olduğu anlamı çıkmasın. Burada bahsedilen Hardt ve Negri’nin Duyuru metinlerinin sonunda değindikleri iktidarların yarattığı ‘örgütlü toplum’ korkusuna karşı kendi kendine organize olabilen lidere ihtiyaç duymadan ihtiyaç ve taleplerini ortaya çıkarabilenlerin 14


varlığııdr. Keza birçok STK ve sendikanın örgütlenmedeki gecikmesine karşın spontane kitlelerin hızla örgütlenebilmesinin ardında da bu ‘esnek birliktelik’ yatıyor. Bu esnek birlikteliklere övgü düzmek için çok erken, ama bu birlikteliklerin en azından kendi iç meselelerini ve günlük ihtiyaçlarını çözecek dayanışmayı sağladığını görmek yeterli. Ama biz örgütlü ya da örgütsüz direnişimize olduğu kadar o direnişlerin ‘dışarıdan’ nasıl algılandığına ya da o direnişin nasıl çözülmek istediğine de bakmalıyız. Devrim ya da direniş gibi karşıdevrim de vaktiyle Marcuse’un söylediği üzere geniş olanakları itibariyle kendini hızla örgütleyebilmektedir. Tam bu noktada AKP günümüz popüler figürlerine başvurarak Sünni-Türkçülüğün ‘ikonu’ Necati Şaşmaz’ı (Polat Alemdar), Ekmek Teknesi’nin Hasan Kaçan’ını kabul ederken bu tür bir ‘ünlüler koalisyonu’ ile memleketin başına bela salmak için yola çıkıyor denebilir. Başbakan’ın referans ünlüleri olan Acun Medya ya da Fatih’teki ‘süper selebriti cemaati’ için aynı şeyi söylemek hiç de zor olmasa gerek. Ama bana kalırsa AKP’nin bu dönemki ‘gençlik kadroları’ için bulunan protip tam olarak açık edilmiş durumda. Bu tip, Kurtlar Vadisi’nin Polat Alemdar’ı olmasının ötesinde, yalnızca şırıngayla enjekte edilmiş duygulara enjekte politika yapan, birey olamamış, aptalca bir feda kültürü üstüne kendini kurgulamış bir heteroseksüel inançlı Türk milliyetçisi. Peki ya bu çıkarımı nasıl yaptım? Aslında çok zor değil. AKP’nin satın aldığı ya da ‘meydana sürdüğü’ 10-15 takipçili Twitter hesaplarının çoğunda Ismarlama sloganlı görsellerde ortaklık yaşanıyor. Kullanılan kişi resimlerinin çoğunlukla ‘fake’ ya da çalıntı olduğunu görmek zor değil. Bu ‘Yumurtaların isyan karşıtlığı’ndan durumu çıkarmak için atılan bir hamle; ama yumurtalar da sayıca az değiller. AKP’nin genel merkezden aşağı doğru yönetilen sosyal medya stratejisi aslında yeni değil. Kendini MTTB’li olarak tanıtan öğrencilerimin bazılarının da bu projelerde yer aldığını, günlük hashtag çalışmalarını rutin hale getirebilecek kadar uzmanlaştığını biliyorum. Tabii bu ‘kişisel bir gözlemden’ ibaret değil. 10.000-20.000 aralığında takipçisi olan bu genç ‘Polat Alemdarlar’ için üstünde ortaklaştıkları düşmanlar var. Bunu ‘seküler olan olmayan’ tanımından ileriye taşımak şart. Birincisi şehirli, entelektüel ve kadın olanlar bu kişiler için birincil hedef. Özellikle Twitter’daki küfürlü yorumların AKP’lilerin hesaplarınca bu kitleye yöneldiğini görüyoruz. Hatta çeşitli partilerden arkadaşlarımıza yönelik başlatılan Twitter’daki ‘spamming’ kampanyaları da tek elden çıkma. 15


Bizi kötü yerimizden yakalayan durum ise sosyal medya kullanımında gazeteci refleksi gelişmemiş bir nesil olarak direnişe katılıyor olmamız. Trollerin ya da ‘maaşlı’ sosyal medya piyadelerinin ortaya attığı görsellerin üstüne hızla atlıyor ve belki de ‘gerçek polis şiddetini es geçiyoruz. SDP’li yoldaşlarımızın bazılarını bazı kullanıcılar teker teker afişe ederken de, bazı platformlar fotoğraflar çekip polise teslim edeceğiz diyerek direnenleri afişe ederken de yaşanan tam anlamıyla bu krizin bir sonucuydu. Şimdi AKP’nin yeni hamlesi bir internet yasası. Mecliste de gündeme getirdiğimiz; ama AKP’nin ‘ben yoluma bakarım’ bakışıyla daima reddettiği ve anayasal olanı tanımamaya and içmiş olan bu yasa ile nereye gidileceği belli. AKP, Gezi Krizi olarak baktığı bu süreci bir fırsata çevirerek otoriter politikalarına bir yenisini daha eklemek isteyecek ve bu bizim ‘yeni örgütlenme alanımız’ üstünde ciddi bir baskıya yol açacak. İşte tam da bu yüzden ‘direnişi örgütlerken’ de ‘var olan siyasal yapıları örgütlerken’ de kullandığımız bu alanı güvenli kılmanın yöntemleri üstünde durmamız şart. Polisin Zello sistemine, Twitter ve benzeri alanlara yönelik denetim ve gözetimi zaten açığa çıkmış durumda. Tam da bu noktada ‘yeni’ direniş alanları geliştirmek şart. Biz bu alanda kendimizi geliştirmek üzere şimdilikhttp:// www.palaspandiras.net/wiki/ adresinde hizmet veren bir Wiki ile yavaş yavaş güvenlik zaaflarımızı en azından sosyal medyada nasıl yönetebileceğimize yönelik çalışmalar yapmaya başladık. Çok daha ayrıntılı akademik arka planı da içeren çalışmalara www.alternatifbilisim.org adresinden ulaşmak mümkün. Ama sosyal medyanın gözeti hızı ve yoğunluğunu düşündüğümüzde hem erken hem de geç olduğunu söylemek mümkün keza ortaya çıkan ‘milyonlarca’ Gezi konulu mesajdan bahsedebiliyoruz. Elbette devrimi ‘Hashtag’ler’ yapmayacak; ama dünyaya verilen ‘direniş mesajları’ tarihsel bir önem taşıyor. Gezi Direnişi sürecinde İngiltere’den, Polonya’dan, ABD’den ve Fransa’dan gelen mesajlar, iletişim talepleri de gösteriyor ki doğru bir yoldayız. Elimizde ‘devletin güçleri’ değil kendi öz potansiyelimiz olması bizi dünyanın karşısında çok daha meşru bir konuma sokuyor. Rakamlardan konuşan ‘takım elbiseli adamlar’ olmak yerine ‘flamalı flamasız’ dertlerini çoktan aşmış ve politik anlamda kendini ifade etmeyi becerebilen örgütlü bir direniş olarak bu alanda 16


bulunmak çok daha önemli. Mücadelenin ihtiyaçları ve hedefleri için sosyal medyayı AKP’nin maaşlı sosyal medyacılarına da polis gözetimine de teslim etmemek zorundayız. Mesajlarımızın kaynaklarının doğruluğunu kontrol etmeli elimize geçen imajları (resim vs.) google images gibi servisler aracılığıyla doğruluğunu kontrol etmek amacıyla araştırmalıyız. İhtiyacımız olan tek şey örgütlülüğümüzü güçlendirecek ‘doğru’ bilgidir. O bilgiye ulaşmak da ayaklanmanın veya direnişin – adını siz koyun – ruhunu kavrayanlar için dayanışmayla mümkün olduğu aşikar bir durumdur. Görselleri RT ederken oluşturulduğu tarihe bakmak, ya da Twitter’a yüklendiği saat ve tarihe bakmak zor olmasa gerek. İnternetteki mücadele tek başına Redhack’le ya da Anonymous’la değil biz ağ ile birbirine bağlanmış ve direnişte birleşmiş olanlar için de bir görev haline gelmiş durumda. Doğru bir stratejiyle ‘iletişimle örgütlenmek’ mümkün ve gereklidir.

17


AKP

AKP’NIN ÜÇ SINAVI: AB, BARIŞ SÜRECİ VE GEZİ PARKI Türkiye’deki seküler-sol-özgürlükçü damar 11 yıllık iktidarı sürecinde AKP’ye ilk kez bu denli sert bir karşılık verdi ve Türkiye siyasetindeki dengeler bir anda değişiverdi. Her ne kadar şu an herkes ‘muhalefetin yetersizliği’ ya da bu Gezi Direnişi’nin siyasal anlamda nasıl bir başarıya dönüşeceği ile meşgul olsa da bir taraftan da hükümetin neler kaybettiğine ve Gezi Süreci’nde derinleşen ve şeffaflaşan hükümet kimliğinin oturduğu noktaya bakmak şart.

18


Üstüne konuşmamız gereken birinci nokta Avrupa Birliği’nin kararı. Malum Avrupa Birliği Türkiye ile yürüttüğü müzakerelerde 22. sırada yer alan “bölgesel politikalar ve yapısal araçlar” faslını açmaya karar verdi, ancak faslın açılabilmesi için toplanması gereken hükümetlerarası konferansı ilerleme raporu sonrasına bıraktı. Bu da üç yıldır tek bir başlık açmayı başaramayan AKP hükümetinin bu ay açılmasını beklediği faslın en erken Ekim sonunda açılması anlamına geliyor. Yani üç yıldır süregelen AKP’nin ‘adımsızlık’ ve ‘pasiflik’ süreci Gezi Olayları’ndaki beceriksizlik ile birleştiğinde AKP’ye üç yıldır beklenen haberin biraz daha gecikmesine ve belirsizleşmesine neden oldu. Her ne kadar Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu haberi olumlu olarak nitelendirse de Avrupa Birliği, otoriter politikaları her gün daha da ‘belirginleşen’, plastik mermiden gaz bombalarına çok ciddi bir iç savaş hukuku yürüten AKP’ye sıradan bir uyarının ötesinde bir mesaj vermiş oldu. Elbette bu yalnızca Gezi Süreci ile bağdaştırılamaz. Keza AKP’nin hem barış süreci hem reformlar konusunda son yıllarda her şeyi delicesine yavaşlatması elbette AB’nin gözünden kaçmıyor. Ayrıca Başbakan’ın ve diğer bakanların iç politikadaki millici oylara yatırım yapmak amacıyla kullandıkları söylemlerin içeride Kürtler başta olmak üzere birçok grupta yarattığı rahatsızlık, dışarıda da Avrupa’ya yönelik hükümetin gizlemeye çalıştığı ‘düşmanca söylemini’ açığa vuruyor. Başbakan’ın özellikle uluslararası medya kuruluşlarına ilişkin söylemlerinde dengeyi tutturamaması ve hızla saldırgan bir tutum alması, ülke içinde medyayı kontrol edebilme yeteneğinin elinden alındığı an Başbakan’ın aslında iletişimsel stratejisi olmayan ve dahi AB dahil olmak üzere birçok konuda gerçek bir stratejisi olmayan bir lider olduğunu ortaya koyuyor. PEKİ YA BARIŞ SÜRECİ? Özellikle de Barış Süreci dediğimiz sürecin birinci kısmında yer alan Murat Belge ve Baskın Oran gibi isimlerin isyan etmesi ve KCK davalarında Kürt hareketinin beklediği haberlerin çıkmayıp hükümetin tutsakları tutsak tutmaya inatla devam etmesi, gerillanın geri çekilmesi adımına hükümet tarafından bir karşılık çıkmaması sadece Türkiye’de değil AB’de de ciddi şüphelere neden oluyor. Keza bir önceki açılım sürecinde ‘fazla sevindiler’ diyerek Kürtler’e yine hapis yolunu gösteren hükümetin ‘dengesizliği’ AB’nin de Kürtler’in de defterinde kazılı 19


Erdoğan’ın yalnızca Ortadoğu’da işleyen karizmasının da Mısır’ın kendini toparlama ihtimaliyle birlikte girdiği tehlike, neoliberal AKP hükümetinin, yönetim acizlikleri ve süreçleri

dururken, Barış Süreci’nin AKP tabanına anlatılması konusunda yaşanan eksiklikler ve Bakanlar’ın bilinçaltlarından çıkan tabirlerin, örneğin Sayın Öcalan için kullandıkları ‘teröristbaşı’ tabiri, herkeste rahatsızlık yarattığı aşikar. Her ne kadar hükümet Gezi eylemlerini itibarsızlaştırmak için çokluk içerisindeki grupların farklılıklarını ‘kışkırtma’ amaçlı kullansa da kendi içindeki problemleri çözememesi ve ortalama hükümet zihniyetinin İdris Naim Şahin bilincinde olması, AKP’nin AB’deki lobilerinin de etkisizliği bir araya geldiğinde AKP’nin eli kolu bağlı durumda. Erdoğan’ın yalnızca Ortadoğu’da işleyen karizmasının da Mısır’ın kendini toparlama ihtimaliyle birlikte girdiği tehlike, neoliberal AKP hükümetinin, yönetim acizlikleri ve süreçleri yönetmekteki isteksizliğiyle ve en önemlisi hükümetin ihalelere barıştan fazla önem vermesi nedeniyle büyüyor.AKP artık iktidarını kalekollarla da milliyetçi söylemlerle de koruyamayacak durumda. Emek alanında yaşadığı krize bu yaz yaşayacağı turizm krizi de eklendiğinde Ekim’e kadar ‘saldırganlaşan bir AKP’ kendi sonunu hazırlayan AKP olacaktır. Bu bağlamda barış süreci konusunda bugün Twitter’da başlayan #hükümetadımat kampanyası başta olmak üzere birçok kampanyayla karşılaşacağımız ve Gezi dahil olmak üzere birçok baskı mekanizmasının AKP’yi girdiği dönülmesi zor yoldan çıkarmaya çalışacağı bir dönemde olduğumuz görünüyor. AKP’nin mevcut karakteri umut vermese de barış için hükümeti adım atmaya çağırmak ve Gezi’den bir sonuç çıkarmak bizim açımızdan birlikte yürütülmesi gereken ödevler. •

20


AKP

KUŞATILMIŞ YOKSUL İFTARI VE BIR HAKİM SINIF PARTİSİ Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yakın dönemde yaptığı şeyleri arka arkaya dizdiğinizde akla en çok da Slavoj Zizek’in ”Biri Totalitarizm mi dedi?”* isimli kitabında Hitler’le ilgili sorduğu kimi sorular geliyor. Örneğin Hitler gerçekten Yahudilerden nefret eden biri miydi yoksa o nefreti bir siyaset nesnesi olarak kullanan bir şarlatan mı? Erdoğan için bunları ayrı iki durum olarak nitelemek yersiz. Keza kendisinin ‘bize’ karşı pür bir nefret duyduğu hatta o bizin içine 9 Temmuz 2013 akşamı görüldüğü üzere İstiklal’de orucunu açan ‘yoksul’ müslümanları da katabileceğimiz açık. 21


Peki bu Erdoğan’ın amansız çözülüşünün ardında yatan ne ? Bu çözümle ilgili çeşitli paradigmalara rastlamak mümkün. Bir yanda ‘yükselen bir güç ivmesinden’ öte yanda düşen bir ‘moral ivmesinden’ bahsetmek çok da sıradışı bir çözümleme olmayacaktır. Keza Suriye dahil ‘sahici’ çılgın projelerinde ardı ardına hayal kırıklığına uğrayan, Kürt sorununu yüzüne gözüne bulaştıran, Müslümanların varoluş problemini sınıfsal yükselmeyle tatmin ettiğini sanarak Müslümanlar’a özgürlük yerine kapitalizm aracılığıyla daha çok kölelik hediye eden Erdoğan için ortaya konabilecek çok bir ‘moral güç’ örneği olduğu söylenemez. Ama elbette 10 küsür yıl içerisinde yargı, polis ve ordu içerisinde elde ettiği sonsuz gücün AKP açısından bir geri dönüşü olması kaçınılmaz. Bunun küstahlık, kibir ve dahi saldırganlık biçimde ortaya çıkması ‘güç ile ne yapacağını bilmeyen’ ya da ‘güce muktedir olamayacak’ bir noktada duran bir partinin portresiyle karşı karşıya olduğumuzun açık göstergesi diyebiliriz. Bu noktada Erdoğan’ın gecekondulardan yükselen oylarla büyüyen partisinin AVM’lere giden yatırımlarla büyüklüğünden sayıca kaybetmeden mobilizasyonundan kaybettiğini söylemek kolay. Burada bizim asıl karşı karşıya olduğumuz sorun ise Cihan Tuğal’ın ** kaleme aldığı üzere bunun ‘yukarıdan aşağı açılmış’ bir sınıfsal savaş konumunu alması. Yani savaşı açan açık bir biçimde Erdoğan, cepheleri açan her ne kadar ‘çapulcular’ olarak gözükse de kendi siperini ve muhtemelen siyasi mezarını Gezi Parkı’nın Divan Oteli’ne bakan tarafına kazan da Erdoğan rejimi oldu. 
 Önümüzdeki tablo aşikar ki bizi Erdoğan’ın hukuksuzluğunun artık had tanımaz bir noktaya getirdiğini söylüyor. Valilere ‘asker kullanma’ yetkisi verilmesi için konuşulan bir ülkede iç savaş hukukunun, üstelik hükümet tarafından ‘kırım amacıyla’ açılmış, belirli bir kitleyi izole etme amaçlı açılmış bu cepheyi görmezden gelmek ‘savaş suçu’ kadar beter bir durum. Türkiye gençliği, sosyalistinden anarşistine, müslümanından feministine ciddi bir anlamda terörize edilirken Erdoğan Mursi’yi savunurken Mübarekleşiyor, eleştirdiği Mısır Ordusu’nun rolünü oynarken, tam anlamıyla ‘Tersinden Kemalist’ bir yapıyla karşıtları ‘süpürerek’ iktidarını koruyabileceği yanılgısını yaşıyor. Sanıyorum ki bu konuyla ilgili utancı duyması gerekenler biz değiliz, aksine vaktiyle hepimizin pek güvendiği ama kendilerini zamanla sosyalizmden uzakta 22


liberalizmin argümanlarından, Arendt’in totalitarizm üstüne notlarına yakın bir yerde AKP’yi bir ‘demokratikleşme aracı’ olarak görenler de dahil olmak üzere AKP üstünden bu ülkeye umut pazarlayan herkes. Bir iftara bile TOMA ile kafa uzatacak kadar 28 Şubat’çı, askeri göreve çağıracak kadar Kemalist, kuşkusuz ki uçan kuşu satacak kadar kapitalist bu iktidarın oruçlarının diğer taraftaki kabul durumundan ziyade bizim gözümüzdeki kabul durumu bellidir. Zalimlikte, diktatörlükte bir ‘ustalık’ dönemi varsa Erdoğan o dönemi yaşamaktadır. Ceylan Önkol’dan, Uğur Kaymaz’a, Ethem Sarısülük’ten Festus Okey’e tüm ölülerimizin elleri toprağa karışırken o sofralara değen her el belli ki günahkarların elleridir. İstiklal’deki tarihin en güzel görüntülerinden birine saldırarak, o görüntüyü gayrimeşru kılmak isteyerek ortaya islam’ın zaferi falan değil olsa olsa Erdoğan’ın egosunun silüeti çıkacaktır. Yetimin, yoksulun hakkını savunmayan, Ramazan Ayı’nın ilk günü sokak çocuklarını burada dolaşmayın diye hırpalayan polisin sırtını sıvazlamaktan ibaret bir rejim İslam’ın olsa olsa düşmanı olabilir. AKP tarihin en büyük ‘troll’ partisi olarak kendini tarihe gömerken arkalarından güle güle değil, haram olsun demek dışında hiçbir şey söylemeye gerek yok. Ama eminiz artık, hesabı diğer tarafa bırakma niyetimiz de yok! * Zizek, S. Biri Totalitarizm mi Dedi? Epos Yayınları: http://www.idefix.com/ kitap/biri-totalitarizm-mi-dedi-slavoj-zizek/tanim.asp?sid=GS0G5ZCK5T7TOVPR46 WL ** http://blogs.berkeley.edu/2013/07/08/government-response-to-protests-in-t urkey-class-war-from-abov •

23


AKP

AKP’NIN KÜRT SİYASETİ KALABALIĞINDA YALNIZLAŞIRKEN Adalet ve Kalkınma Partisi’nin köklerinin neye dayandığını tartışmak ‘evrimsel’ olarak saçma olmakla birlikte politik olarak büyük değer taşıyor. Siyasal İslam mücadelesinin kökenlerinden günümüze AKP’nin yolculuğu için çok şey söylemek mümkün, zaten bu yolculukta AKP’nin kitlesi ile birlikte aldığı yolu Ayşe Çavdar İSLAMCI HAFIZANIN ŞEHİR TAHAYYÜLÜ İntiharı Hatırlatan Bir Ölüm (1) başlıklı yazısında kentsel olarak oldukça doğru biçimde yapıyordu. Bugün ise en büyük ikinci Kürt partisi olarak

24


kendini lanse eden üyeleri olan bir partinin Kürtlük’le bağının doğrudan parti politikalarına bağlı biçimde kopuşuna bakmakta büyük fayda var. Adalet ve Kalkınma Partisi, üyeleri etrafına çizdiği çember içerisinde ciddi anlamda Refah Partisi geleneğinden gelen de var geçmişteki ittifaklardan bugünkü ittifaklara bu ekonomik-siyasi ağ içerisinde kendine yer edinmiş olanlar da; ama bu gruplar arasında öyle bir grup var ki onların hikayesi birçok anlamda AKP’nin Türkiye’nin mevcut seçim sisteminde ‘iktidarı’ olması adına Gülen Cemaati ile birlikte ciddi anlamda önem teşkil ediyor. Barış için AKP’yi umut olarak görmüş ya da görmekte olan Kürtler. Peki AKP, intiharı hatırlatan ölümüne Kürt bölgesindeki siyasetiyle ne kadar yaklaşıyor? Aslına bakılırsa bugüne dek çizilen tablonun sadece AKP tarafından gösterilmek istenen kısmına baktığınızda ulus devletin tüm paradigmalarının yerle bir olduğu güvenlik perspektifinin yıkıldığını düşünebilirsiniz. Ama Sırrı Süreyya Önder’in bir plan bütçe komisyon görüşmesinde belirttiği üzere meselenin bu kadar basit olmadığı AKP’nin Kürt siyasetini ‘siyasetsizleştirme’ üstünden Kürt bölgesinde siyaset yapmaya oynadığını ve barış söylemini içini yalnızca ‘daha fazla korucu’ ile doldurarak, daha fazla insan tutuklayarak aslında Kürt sorununu çıkmaza sürüklediğini söylemişti. (2) Kürtler için siyaset yapmak var olmanın ön koşulu. Siyasal olmayan bir Kürt’ün öyle ya da böyle günümüz kapitalist toplumu içerisinde eriyip gitmemesi için bir neden yok. Ama siyasal olmak da sistemin zindanlarında çürümek anlamına geliyor ve birçok Kürt artık daha yakın akrabalarının KCK mahkumu olduğunu söyleyebilir durumda. AKP dönemi ‘açılımlar’ dönemi olduğu kadar müzakerenin taraflarının samimiyetlerinin test edildiği bir dönem ve AKP bu konuda her seferinde can yakmaya devam ediyor. Habur’dan gelen barış heyetindekilere yönelik tutuklamalar (3), KCK davalarında gelmek bilmeyen tahliyeler (4), Başbakan’ın ağzından eksilmeyen ‘tek dil, tek din, tek millet, tek bayrak’ (5) sloganı ve tabii ki anadilde eğitim konusundaki gönülsüzlük ile askeri ve polisiye anlamda Kürt siyasetinin sokak kanatına yöneldilen sistematik işkenceler her ne kadar liberal çevreler inatla AKP’yi çözümün tek adresi olarak göstermeye çalışsalar bile hükümetin özellikle de antidemokratik politikaları neticesiyle hırçınlaşan imajıyla birlikte düşünüldüğünde hiçbir anlamda gerçeği yansıtmıyor.

25


Gezi Eylemleri neticesinde Türkiye’nin Batı’sı Kürt gerçekliğinin farkına varmaya başlarken CHP’de dahi kıpırdanmalar yaşanıyor, CHP’nin çok ötesine geçen bir enerji Kadıköy’ün orta yerinde Musa Anter’den Orhan Doğan’dan alıntılarla Kürt sorununa referans veren konuşmalar yapıp ‘yeni’ bir siyaseti örgütlüyorken, AKP’nin tehdit altında hissetmemesi mümkün değil. SOKAKLAR, KÜRTLER VE AKP Ancak özellikle bugün gerçekleşen ve BDP Eş Genel Başkanları’nın devamının geleceği sinyalini verdiği sokak eylemleri ve Lice’deki ‘kasıtlı’ cinayet ve arkasından vurulan Kürtler düşünüldüğünde, önümüzdeki yazın ‘sokak savaşı zamanlarının’ Türkiye’nin batısında da doğusunda da aktif olarak yaşanacağı bir dönem olacağı aşikar. Hatta Bülent Arınç’ın gezi olaylarına katılmadığı için BDP ve MHP’ye bir arada sunduğu teşekkürde saklı olan rica (6) ve Kürt siyasetinden Sırrı Sakık’ın ”Sandıkta yenemedikleri iktidarı nasıl devirebiliriz anlayışı içindeler!” (7) açıklamasına karşı BDP’nin en üst düzeylerinden gelen direnişi her alanda destekleyen ve direniş alanlarına eş başkan düzeyinden katılan irade tek başına AKP’nin Gezi olaylarını takip eden süreçte Kürt hareketine karşı da çaresizleştiğinin göstergesi. Elbette bunda BDP’nin ‘sokak siyasetini’ kürsü siyasetine göre çok daha fazla benimseyen tabanının ve onların devrimci eğilimlerinin payı büyük. Keza Sırrı Süreyya Önder’i takiben tabanın da harekete katılımı gecikmemiş, parti kadrolarının aşağıdan yukarıya partinin Gezi tavrını hızla dönüştürdüğü gözlenirken, demokratik siyaset kültürünün Kürt siyasetinde ne kadar doğru işlediğini de görmüş olduk. Lice’de insanların sırtına kurşun sıkan bir iktidar olarak AKP iktidarının başta BDP’nin #hükümetadımat kampanyası olmak üzere sokaklarda yükselen demokratikleşme taleplerine tek başına cevap vermede büyük sıkıntı yaşayacağı ortada. CHP olsun, BDP olsun tüm partilerin tabanlarının sokak siyasetinin yeni alanı olan forumlarda ortaya çıkan hava iktidarı olduğu kadar bu partileri de değişime ve sokağa ayak uydurmaya çağıracak ama bu partilerin hiçbiri görünmekte ki bu hareketten olumsuz etkilenmeyecek. CHP ve BDP’nin başkanlarının grup konuşmalarındaki yüksek tansiyonun ve cesur tutumun gösterdiği de bu. Hiçbir zaman karşıtı olmamakla birlikte Türkiye’deki siyaset yapma alanını daraltarak sığ sağ paradigma ile hizalanan AKP’nin işi zor. Bir yandan devlet partisi ağzını kullanıp bir yandan AB’nin bile artık güldüğü reformlarla kitleleri teselli etmek 26


bugün imkansızlaşmış bir konumda. İşte tam da bu noktada AKP’nin tomasıyla BDP il binasını kuşattığı bir noktada ya AKP radikal bir kararla Kürt sorununda çözümde Murat Karayılan’ın çizdiği çizgide süreci devam ettirecek ya da İdris Naim Şahin’in paradigmasından hiçbir şekilde sapmadığını bir kez daha gösterecek. Kürtler’e ulaşmak isteyen AKP’nin önündeki yol oldukça çetrefilli, Batı’da ise hiçbir şekilde dinmeyecek bir krizle karşı karşıya kalındığı ortada. İç politikasına dış politikasını malzeme edip aslında bu konuda da pek bir şey yapmayan, ekonomi konusunda aşağıdan analizlerde çuvalladığı her halinden belli AKP ya radikal bir adım atarak toplumsal tansiyonu dengelemeye çalışacak ya da -ve çok büyük ihtimalleBaşbakan’ın evine kapanmasına sebep verecek kadar büyüyen bu ‘isyan eşiğinde’ kaybolup giderek Türkiye siyasi tarihine karışacak ya da karışma yolundaki yolculuğu hızlanacak. Bu noktada Türkiye’nin sokaklarında olanlar olarak bilmemiz gereken yarattığımız rüzgarın bu ülkede ‘savaşı isteyen ve besleyen’ bir partiye karşı yaratıldığı ve kendi söylemlerimizdeki ‘devletçi ve milliyetçi’ olası tonları olabildiğince çabuk dönüştürerek içinde bulunduğumuz hareketi barışın, demokrasinin ve özgürlüğün ortak mecrası haline getirmek, keza bir ‘özgürlük mecrası olmak’ AKP’yi iktidar yapmıştı ve bugün AKP bir ‘güvenlik kumkuması mecrası’ olarak iflasın eşiğine geldi. Çokluğun karşısında çoğunluğun duramadığını gördükçe kalabalığında yalnızlaşan bu parti için bugün birinci gününe geldiğimiz Temmuz ayı çok çetin ve engebeli geçecek. En başa Ayşe Çavdar’ın yazısına dönersek, AKP AVM açılışlarıyla ya da sosyal tesislerle iktidarını güçlendiremeyecek bu kesin. Bu da olsa olsa gerçek sosyal reformlara yönelik ihtiyacı açığa çıkarıyor ama ne parti içinde ne kadrolarda bu yönde bir heyecan mevcut. Ortadoğu’nun seküler ve özgürlükçü güçleri çokluk içerisinde bir araya gelirken AKP’nin AVM’lerden umabileceği tek şey bedava tuvalet hizmeti olsa gerek, ki malum o da onca merdiveni çıkmayı gerektiriyor. 1) http://bianet.org/biamag/belediye/130121-intihari-hatirlatan-bir-olum
 2 ) h t t p : / / w w w . y o u t u b e . c o m / w a t c h ? v = 3 g R - 9 1 O P x S s & f e a t u r e = s h a r e
 3) http://www.cnnturk.com/2010/turkiye/06/17/haburdaki.karsilama.10.kisi.tutukla n d i / 5 8 0 4 1 5 . 0 / i n d e x . h t m l
 4) http://www.firatnews.com/news/guncel/kck-kurtalan-davasinda-tahliye-yok.htm
 5) http://www.haberturk.com/gundem/haber/739892-tek-dil-degil-tek-bayrak-tek-di n-tek-devlet-dedik27


M E DYA V E G E Z İ

ALTERNATİF MEDYA YALNIZCA KENDİNE Mİ RAKİP? Mesele’nin Temmuz sayısının sonunda belki de uzun süredir üstünde konuşulan ama kimsenin de pratikte pek yeltenmediği bir meseleden bahsediliyordu. Kendi ‘demokratik’ medyamızı oluşturmanın gerekliliğinden. Yazıda belirtilen bazı noktalarda Gezi Direnişi sonrası dönemin bize getirdiği ‘dersleri’ ele almak, hem de çeşitli istatistiklerle Gezi’yi aktaran ‘alternatif medyanın’ o kadar da alternatif olmadığını, olsa olsa birbirlerine alternatif olabildiğini gösterebilmek amacı taşıyor. Her şeyden önce yazarın değindiği kanallardan Artı1 TV’nin hükmünün kısa sürdüğü aşikar. Malum; Gezi Parkı olaylarına kanalın patronajının yaptığı müdahale sonrası aralarında Banu Güven, Ece Temelkuran, Uğur Dündar gibi isimlerin de olduğu ‘kurucu’ ve ‘öne çıkan’ kadro Gezi Direnişi’nden ayrıldı, hatta Banu Güven blog’unda ayrılma gerekçelerini zaten blog’unda paylaştı.* Henüz Artı 1 TV’nin sermaye analizini yapmak için elimizde yeterli veri olmasa da Banu Güven’in kişisel olarak aktardıkları üstünden düşünüldüğünde dahi Artı 1 TV’nin genel sermaye yapısının bir şekilde bugün Anaakım dediğimiz alanda ‘bağımsız’ ama ‘kitlesel’ yayıncılık sürdürmek konusunda umut vermediğini görmemiz şart. Tam da bu noktada IMC TV, Hayat TV gibi kendi yağımızda kavurduğumuz yayınları, Birgün, Evrensel ve Gündem gibi gazetelerimizi de göz önüne aldığımızda tüm bu yayınların istatistiklerini ele almak gerekiyor. Ortalama 5-10 bin arası satış yapan gazetelerimizin yanında doğal olarak frekans satın alma zorluğu yaşayan ve dahi sürekli bir biçimde kapanma riskiyle karşı karşıya olan kanallarımız için bir şey

28


söylemek çok güç. Ortaya bir ‘büyüme stratejisi’ koymak tüm bu kanallar için imkansız. Örneğin Naber Medya’nın ya da Çapul TV’nin tüm bu kanalların bir araya gelip getiremediği fonksiyonu tek başlarına getirmeleri ve dahi örneğin Hayat TV’nin bu iki kanalın yayınlarını bir ‘ihlalcilik’ ile yayınlaması tek başına gerilla olmayan yayıncılık karşısında anaakıma benzemeye çalışan alternatif yayıncılığın başarısızlığa mahkum olduğu ortada. Bianet’in ya da diğer portalların da söylemsel anlamdaki alternatifliğinin dahi benzeşmeye başladığını, bunun da mevcut biçimler içerisinde pek de şaşırtıcı olmadığını eklemek şart. Forumlarda ortaya çıkan radikal demokratik yaklaşımın gazetelerin ‘forum’ sayfalarında dahi yer almadığı buradaki ‘editörlük’ sisteminin tek başına geçmişten kalma ‘parti yayın organı’ anlayışına fazlasıyla benzediğini görmek kolay. Bu noktada ‘ortak alan yaratma’ ihtiyacımızı gidip de Radikal Blog gibi mekanlarda karşılamak zorunda kalmamız ve orada da belirli bir ‘meşruiyet çerçevesine’ sıkışıp kalmamız birçok açıdan bizi zorluyor. Bugün bianet’ten benim de yazı yazdığım soldefter’e birçok portal ve haber alanının hiçbir şekilde anaakımın internet sitelerinden farklılaştığını söyleyemeyiz. Online yayıncılık ve gerilla gazetecilik stratejilerini teknolojik olarak yerleştirememiş bir gazetecilikle çok uzağa gidemeyeceğimiz fazlasıyla ortada. Üstelik, radyosunu dijital ortama taşıyamamış, taşısa da oldukça ‘geride’ kalmış, henüz kendi dijital televizyonunu kuramamış bir alternatif medyadan söz ediyorsak aslında alternatif bir medyadan söz etmediğimiz ortadadır. Elbette herkes ‘ayrık’ kimi örneklerden söz edebilecektir. Örneğin Açık Radyo ve Sol Radyo ya da Nor Radyo deneyimleri. Ama her bir örneğin de entegre bir medya projesinden ziyade ayrık ve kendi programlarına fazlasıyla angaje olmaları (Nor Radyo bu konuda diğerlerinden güzel bir biçimde farklılaşıyor) oldukça problemli. İhtiyacımız olan gazetelerde halihazırda köşeleri olup hep aynı şeyleri söyleyen, hatta bizim gazetelerimizde konuşup hep aynı şeyi konuşanlardan ziyade kendi içeriğini kendi üreten ve tıpkı forumlarda olduğu gibi kendi söz ve üslubunu da yaratıcı sürece yansıtabilen bir kadro. Bu bağlamda örgütlerin gün geçtikçe ‘stabilleşen’ diline karşı örgütlülüğü ve örgütlenmeyi kötülemeyen ama mevcut 29


örgütlü medya mekanizmalarının editoryal bağnazlıklarını aşabilecek bir medya düzeneğine ihtiyacmız olduğu ve bunu yapabileceğimizi Gezi Direnişi sırasında gösterebildiğimiz aşikar. Tabii bu konuda ilk ihtiyacımız olan şey Gezi’nin ve Occupy’ın ortak ilkelerindeki ‘çokluk’ anlayışını koruyan, bir aradalığı devam ettirmek ve tartışmayı ‘anlamlandırmak’ üzerine kurulu ve dahi diyalog zeminini yükseltmeye dayanan bir mecra oluşturmak. İçerisinde kendi chat odalarından (ki bunlar mahlaslara dayalı olması kaydıyla daha başarılı sonuçlar verebilir), kendi canlı yayın ekiplerine (her smart phone bir kameraman ve bir muhabir yaratır), özel gruplarca eğitilmiş görüntü kurgucularından kendi iç sosyal ağına dek bir ‘medya projesi’ oluşturmak ve bu medya projesinde ‘merkeziliğin’ yerine forumcu anlayışı gözetmek ve burjuva geleneğini dışlayarak, imajlar ve egolar yerine fikirler ve ‘radikal’ demokratik ilkeli bir anlayışı koymak önümüzde olan ilk reçetedir. Birgün’e katılan ve anaakımdan teker teker ayrılan yazarların gazetenin tirajına etki etmek konusunda neredeyse hiç etki gösterememesi dahil olmak üzere artık ‘yeni mecrada’ yeni bir şeye ihtiyacımız olduğu ve bunun klasik konvansiyonel düzen olmadığı, yeni medya düzeninin aslında forumlarla birlikte kendini ilkesel olarak inşaa ettiğini görmek zorundayız. 13melek, Myriamonde, Masal_Ortusu, Bawerito gibi isimlerin twitter muhabirliklerinden bize kalan ders en çok da artık ‘yeni olanın’ merkezi değil, bireylerin kolektif emeği üzerinden ve spontane biçimde oluşan olduğu ortada. Elbette geleneksel medya alanında bir şeyler daha olacağı aşikar. Ama BBCTürkiye Türkiye sosyalistlerine ‘çektiğiniz fotoğrafı kullanabilir miyim’ ya da Halk TV ‘bu yayını paylaşabilir miyiz’ diye sormaya başladıysa, bu bizim yayılabilecek yeni medya kullanım pratiklerimizin devrimci ortak alanı oluşturmak konusunda şans yaratabileceğinin göstergesi. * Banu Güven’in açıklaması: http://www.banuguven.com/haber/neden-ayrildim–2/

30


M E DYA V E G E Z İ

AYŞE ARMAN VE PR’CI DOMUZLAR BANDOSU “Polisler domuzdur; üniforma içindeki tip, insan değil bir domuz olduğu için onunla çatışmamız gerekir. Yani onunla konuşacak bir şeyimiz olamaz, zaten bu kişilerle konuşmak da yanlıştır, elbette ki ona ateş edilebilir.” Ulrike M. Meinhof

Biz Ayşe Arman’ı da Hürriyet’i de çok iyi tanırız. Arkadaşlarımız birer birer hapse düşerken KCK operasyonlarını AKP’nin ‘muhteşem temizliği’ olarak sunan, Kürtler’in cenazelerinin üstünde tepinen, Devlet Girdi manşeti halen bir dağ gibi onca cesedin üstünde duran o gazeteyi unuttuğumuzu mu sanıyorlar? Neymiş, polis canavarlaştırılmış ve kullanılmış? Bir insanın polis olması tıpkı kendi isteğiyle asker olması kadar siyasi bir olgudur. Polisleşmek, tarihsel anlamıyla siyasi bir karardır ve polisliğin totaliterliğe hizmet ettiği düşünüldüğünde bu ‘bilinçli seçimin’ iyi polis kötü polis ayrımcılığı yapılamayacak bir noktaya düştüğü aşikardır. AKP’nin Polisi Değil, Bildiğin TC Polisi Eylemlerin başından beri süregelen yanlışların başında polise ‘AKP’nin Polisi’ demek var. Birincisi, o polisin tarihsel anlamdaki fonksiyonu sermayeyi ve dolayısıyla kapitalist devleti korumak olmuştur. Elbette hükümet polisin içerisinde fikrini örgütlemiştir; ama Midnight Express yıllar önce bu memlekete gıcıklık olsun diye 31


çekilmemiş, 80’lerde içerde yatan ağabeylerimiz işkenceleri ‘telekinezi’ yöntemiyle görmemişlerdir. İkincisi ve daha önemlisi polisin Batı’da gösterdiği yüzü bizzat faşist valimiz gülümseyen adam Vali Mutlu’nun yakın dönem politikalarında kendini bulur. Amed’de kendisinin zulmünü ‘yakından tanıyanların’ da medya arşivine girenlerin de hesabını sorabilmeyi dilerdik; ancak arkası da markası da sağlam Vali’nin döneminde valinin görevlendirdiği kişilerce işlenen suçlara dair haberleri alternatif medya hariç bir bir yerde bulmak neredeyse imkansız. Bu polis Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray taraftarını eline geçirdiği her fırsatta döven, ulusalcılara, sosyalistlere, Kürtler’e, 28 Şubat’ta Müslümanlara saldıran polis. Yani tek meselesi AVM’leri, hükümetleri, devleti ve kalın enseli iblisleri korumak olan polis. Ayşe Arman Hanım’ın Muhteşem Polisleri Röportaja * döndüğümüzdeyse karşımıza bambaşka bir portre çıkıyor. Zaten başlık tek başına Kanal D’nin Yılan Hikayesi’nden Arka Sokaklar’a yayınladığı polis destanının bir devamı gibi: ”Canavarlaştırıldık.” 32


Alttaki cümlelerden çeşitli alıntılar yaparak sürdürelim: ”Yerdeki göstericileri tekmeledim. İstemeden yaptım. Ama aşırıya kaçtım.” ” Sadece tekmeledim. Bazı arkadaşlarım, başka şeyler de yaptı…” ”Gaz sıkarken 45 derecelik bir açıyla sıkarız ya da yerden sektirerek atarız. Ama bir an geliyor, her şey çığrından çıkıyor, o kadar saat çalıştıktan sonra artık kendinde olamıyorsun. Yüzlerce gaz sıktığında, bir kaç tanesi, sen istemesen de, birilerinin yüzüne gelebiliyor.” Bahane, yalan ve ”amirlere topu atan” tam anlamıyla bir temizlik kampanyası. Okyanusun ortasına pisliğini döküp sonra PR kampanyalarıyla ‘mabadı’ kollamaya çalışan şirketlerle bu polislerin farkı ne? 28 yaşında 70’lerindeki insanların ölümün eşiğine gelmesine sebep olan kardeşi, eşi yaşındaki insanları yerlerde tekmeleyen bu insanları korumak onları dinlemek Hürriyet gazetesine mi kaldı sorusunu soracak değilim, keza Hürriyet’in umurunda olan tek Hürriyet ‘sermayenin dolaşım hürriyeti’ olduğundan yıllardır polise ve asker postalına hürmetleri eksilmemiştir. Ancak burada ortaya çıkan asıl şey Koray Çalışkan gibi akademik anlamda saygıdeğer bir insanın bile atabildiği şu tür tweet’lerdir: Hürriyet’ta Ayşe Arman’ın röportajını iki kere okumalı. Suçlanacak olan Polis değil Polis gücünü yanlış kullanandır.http://t.co/wwYtsDyCMf Oğlunuza kızınıza ‘çığırından çıkıp’ açısını sallamadan bomba atanları anlamanızı bekliyorlar sizden. Vaktiyle Ulrike Meinhof’ça söylenmiş sözle bu yazıya başlamamızın sebebi de bu ‘çığırından çıkış’ın aslında olağan bir polis psikolojisi oluşu keza polisin ideolojik doktrinasyonunun yok etme üzerine konumlanışıdır. Mecliste çıkan yeni yasalarla askerin de tüm ‘darbe mantaliteli devletlerlde’ olduğu üzere yerel yönetimin emrine sokulmasıyla yeni domuzlarımızla başbaşa kalacağımız şu günlerde polisi aklayıp sarmalayıp saranların da ‘domuz’ olduğunu unutmamalıyız. AKP’nin Fethullah’ın ya da onun bunun polisi demeksizin polisin totaliter sistemin, otoriter mantığın bir parçası olduğunu unutmamalı ve özgürlüğümüze sahip çıkacaksak cop yalamaktan medet ummamayı öğrenmeliyiz. * http://www.hurriyet.com.tr/gundem/23719788.asp • 33


İ S YA N

AYAKLANMANIN DOĞASINDA SORUMLULUK VAR Gezi Parkı direnişi sürerken ve yeni eylem tipleri her gün bizi şaşırtmaya devam ederken Gezi’den hem iletişimsel hem eylemsel olarak kopmamak adına yapmamız gereken çok şey var. Gezi Direnişi’nde karşımıza çıkan temsil krizleri ve başta ‘flamasız gezi’ olmak üzere siyasal anlamda vizyonu olan örgütlerin şeytanlaştırılması hepimiz açısından iyi bir ders niteliği taşıyor. Keza, ortaya ‘isyan’ bayraklarıyla çıktıktan sonra ‘bu bir ağaç 34


direnişi’ diyerek sorumluluklardan saklanmak hem iktidarın olası saldırılarına karşı bugün olduğu üzere elimizi zayıflatacak, hem de yakın ve orta vadede gelebilecek kitlesel tutuklamalar ve sokak hareketine yönelik baskıların önünü açıyor, açacak da. Bugün gözaltına alınanların bir kısmının ‘tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmaları’ hiç de hayra alamet görünmeyen stratejik bir hamle olduğu izlenimi bırakıyor. Burada bahsettiğim nokta ‘eylemin flamalılara devri’ değil elbette, keza eylemin ruhu buna izin vermez; ancak burada aslolan, örgütlü ya da örgütsüz sokağa çıkanların sokağa çıkarak iktidarı TDK’de ‘darbe’ sözcüğünün anlamını değiştirecek kadar korkutup Kazlıçeşme’ye uçakla adam taşıyacak korku noktasına taşıdıklarının farkına varmalarıdır. Bu, bize sorumlu ve anlamlı hareketler oluşturmak, internette paylaştığımız bilgilerden telefon konuşmalarımıza dek ‘gözetim toplumunun’ radarlarından uzakta durmak ama korkakça değil akıllı bir cesaretle hareket etmek bilinci aşılamalı. Karşımızdaki gücün askeri güçlere ve polis gücüne bu kadar hızla ‘rücu etmesi’, CHP liderinin bile konuşmasında özetle ‘istersen askeri istersen polisi arkana al bu gençlerin hareketi’ diyerek harekete CHP’nin genetik asıllarına oldukça uymayan bir biçimde sahiplenmesi tek başına bir kopuşu yaşadığımızın işareti. Keza özellikle CHP ve BDP’nin grup toplantılarında hakim olan ve liderlere yansıyan bu ‘güven havasını’ neden bizim yaşamadığımızı konuşmamız şart. Geçtiğimiz akşamlarda Şişhane’de ve Tünel’de direnenler için yaşanan en büyük tereddüt etrafımızdaki insanlardan göreceğimiz tepki idi. Kadıköy’den Karaköy’e bir vapur dolusu insan halinde geçerken bile vapurda aramızda olan tek bir AKP’linin bize açıkça hakaret etmesine ve rövanşist bir tutumla bizi suçlamasına karşı donup kaldık. Birçok anlamda sokakta, işte ve diğer her yerde AKP’yi ve politikalarını savunanlarla karşı karşıya geleceğiz. Kendimize ortak bir akıl oluşturduk evet; ama farklı şikayetlerimiz konusunda birbirimizle konuşmak açısından bu akşam itibariyle başlayacak olan forumlar ve bu forumların katılım bakımından sayısal anlamda artması bizim için çok büyük önem taşıyor. Elbette forum ‘karnavallaşan eylem’ havasına ziyade politik tartışmanın da yoğun düzeyde olacağı yeni bir alan anlamına geliyor. Ama bu ‘kaçmak isteyeceğimiz’ kravatlı bir tartışma olmayacak, bundan hepimiz eminiz. Yine de politik anlamda 35


irademizi ‘öncülere’ değil kendi ifade gücümüze teslim etmemiz gereken bir alandayız, keza AKP mitinglerinde gördüğümüz ve otobüslere doldurulup alanlara getirilen sloganları bile henüz ezberleyememiş kitleye nazaran bir arada hareket edebilme ve kolektif zeka bakımından oldukça üstün olduğumuzu söyleyebiliriz. Tam da bu noktada kendi içimizdeki ‘öne çıkışlardan’ ziyade kendimizi ifade etmek için daha özgürlükçü ve daha eşitlikçi alanların sayıca çoğalması için (hem siber hem reel alanda) mücadeleyi öne çıkarmamız gerekiyor. Öyle ki Gezi Parkı ve çevresi özelinden daha ileriye taşıyıp, kamusal alanların tamamını birer forum haline getirmememiz için herhangi bir ‘hukuki’ engelle karşı karşıya değiliz, muhtemelen yaşayabileceğimiz tek engel AKP’nin hukuk tanımaz kolluk kuvvetleri olacaktır; ancak bu bile demokratik karar alma süreçlerimizi oluşturmamız konusunda ‘caydırıcı’ bir nitelik taşımamaktadır. Bu akşam Haydarpaşa’dan kalkacak son tren öncesi yapılacak buluşma da dahil olmak üzere İstanbul özelinde tüm Türkiye’ye sıçramış olan kent mücadelesinin neoliberal çağda elimizdeki en önemli mücadele alanı olduğunu unutmamamız gerekiyor ve kentin de demokratik eşitlikçi güçler için parti binalarından ve flamalardan çok daha güçlü bir araç olduğunu fark etmemiz artık farz olmuş durumda. Kentlerin markalar tarafından işgaline karşı bir kentin ‘demokratik bir tartışma’ için yeniden ve yeniden işgali, hem kendi kent realitemizi oluşturmak, hem de kente işleyen ve ‘moda haftaları ve fuarlardan ibaret’ olan direnci fazlasıyla kırılmış kapitalist kültürü zayıflatmak adına büyük bir şans. Raymond Williams’ın Türkçe’ye Ferit Burak Aydar tarafından çevirilen kitabının daha girişinde Blackbook’a (Otoriter eğitim sisteminin ve elitist algının el kitabı) yaptığı göndermeler ve çapulcuların yanında aldığı tavır, 1860′taki Avrupa’dan bugüne çapulcuların mücadelesine dair üsttenci ve yıkıcı söylemlerin tarihsel olarak kendilerini tekrar edecek yeni mecralar bulsalar da ayakta kalmasının imkansız olduğunu ve bir hegemonya alanı olan kentte dahi kültürel ve politik bir çatlak yaratabileceğimizi bize söylüyordu. Üsttenci söyleme karşı aşağıdan gelen ama üstünde sorumlulukla ve kolektif bir biçimde düşünülmüş bir söylem üretip bu söylemin sağlıklı bir şekilde yayılmasını sağlamak çatışmalarda yaralananlara dair bilgi akışı konusundaki dikkatimiz kadar büyük önem arz ediyor.

36


İ S YA N

DOĞRUDAN DEMOKRASİMİZİN İLK SINAVI: YEREL FORUMLARIMIZDA İLK GÜN Dün akşam Kadıköy’de Yoğurtçu Parkı’na yürürken birbirini tanımayan insanlardık. Kimse tarafından seçilmemiş olmamızı bir yana bırakın, büyük ihtimalle aynı apartmanda oturup bugüne dek selamlaşmayanından, aynı sokakta yaşayıp hiç karşılaşmamışına ortak bir talep etrafında toplandık ve konuşmaya başladık. Her şey ‘tencere tava’ ile başlamamıştı ama önce tencereli tavalı ıslıklı çığlıklı bir ‘enerji atma seansı’ gerçekleşti. Ardından iki arkadaşımızın (biri kadın biri erkek olmak üzere) moderatörlüğünde günün konuşmalarına geçildi ve bireylerin 37


‘söyleyecek sözü olduğunu’ belirtenleri ilk gün çıkıp konuşmalarını yaptılar. Ortalama anlamda demokrasi talepleri olan, özgürlük kavramını sık sık kullanan ve AKP’nin ülkeyi yönetiş biçimi kadar kendilerine yönelik müdahaleciliğinden de rahatsız olan bir kitleydi söz konusu olan. Biz kişilerin görüşlerine katıldığımızı belirtmek bakımından alkış yerine ‘el kaldırma’ metodunu seçtik. Hızla ‘biz’e varmanın güzelliği belki de buradaydı. Başlangıçta yaşadığımız ses sistemi problemiyse anında aşılıverdi. Her ne kadar fiskiyeler muradımıza ermemize arada sırada engel olmaya çalışmış olsalar da bireylerin sıra sıra ortaya çıkarak fikirlerini ifade ettiği bir ortam oluşturma konusunda ilk gün oldukça başarılı olduğumuz söylenebilir. Bundan sonraki günlerde ne yapılabilir diye sorduğumuzda karşımıza birkaç problem çıkıyor. Bunlardan birincisi forumlar arası iletişimin nasıl sağlanacağı. Keza farklı anlarda farklı yerlerdeki forumlar arasında iletişim kurmak için bir ağ oluşturulması ve bu ağ üstünden diğer forumlarda izlenen yöntemler, ortaya çıkan ihtiyaç ve taktikler bakımından bir ortaklaşma kurmak olası. Ama tabii ki bu ‘yerelleşme’ adımını da ihmal etmek anlamına gelmiyor. Fotoğrafta görülen türdeki ilanlarla daha fazla insanın bu forumlara çağırılmasını hızlandırmak durumundayız. Ancak geniş alanda çok geniş katılımla yapılan bu forumların tek başına bir şeyleri değiştirmek için kısa vadede de uzun vadede de etki sağlamasını sağlamak için taktikler geliştirmeliyiz. Zaten yeteneklerine göre insanların farklı gruplar kurması ihtiyacı Kadıköy Yoğurtçu’daki forumda da önerildi; ama daha acil ihtiyaçlarımız var; keza yaratıcı bir protesto kadar yaratıcı bir savunma ve iletişim de önem taşıyor. Kendi sağlık, eğitim ve iletişim kurumlarımızı hızla harekete geçirmemiz gerekiyor. Dünyadaki Syriza gibi örnekler bizim forumlarımızın ‘halk meclisi’ şeklinde işlemesinin değişimci bir potansiyeli olabileceğini gösteriyor. Bu forumların ‘politik’ gündemi bireylere ve onların tarihsel perspektiflerine dayanmaktan çok yerel ve ülke bazında ortaklaşılan problemlerin özgürlükçü ve eşitlikçi çözümlerine dayanıyor olmalı. Öğrencilerin barınma problemlerinden, kira ücretlerine kadar çok geniş bir janrada sorunlarımızı ifade edebileceğimiz, yerelleşen problemleri önceleyerek yerel halkla birlikte hareket ederek belediye seçimlerine giden yolda da ‘söz sahibi söyleyen’

38


konuma gelebileceğimiz Gezi Parkı direnişini daha da anlamlı kılan bir mücadele mümkün. Şimdilik akla gelen mücadele başlıkları arasında şunlar olabilir: - Yaşadığımız semtler ve ilçelerdeki Kadıköy özelinde Haydarpaşa Garı gibi alanların da kentsel dönüşümden pay alması engellenmeli. - Spor Bakanı’nın açıkladığı olimpiyat projesi ve etrafında süregelen birçok projenin ‘soylulaştırma’ adı altında kentteki sınıfsal düzenin sertleşmesine ve markalaşmaya yol açtığı, insanlara yarar sağlamadığı tezi güçlendirilmeli. - Yaşadığımız semtler ve ilçelerde barınma ve beslenme problemi olan insanların kolektif iradeyle desteklenmesi. - Kamuoyu yoklama ekipleri oluşturarak parkta alınan kararların yaşadığımız bölge halkına ulaştırılması ve geri dönüşlerin alınması. - Kurulacak sağlık ekiplerinin belirlenmesi, bu ekiplerin gönüllü arkadaşlarımıza ilk yardım eğitimi vermeleri. - Kurulacak atölyelerle sürekli eğitim sisteminin benimsenmesinin sağlanması, özgür birer üniversite gibi hareket edilip akademisyenlerin de katılacağı toplantıların yapılması. - Dünyadaki farklı toplumsal hareketlerin örgütlenme süreçleri ve bir arada kalma deneyimine ilişkin okumalar bulunmalı, çevirilmeli ve çoğaltılmalı. - Mahalle ve ilçelerdeki yerel problemler belirli bir havuzda toplanarak üstüne tartışılmaya başlanmalı. İlk günden sonra akılda kalanlar yalnızca bunlar; ancak benim nacizane önerim örgütlü partilerin ve temsilcilerinin bu forumlara katkı sunmakta çekinmemeleri. Keza siyasal anlamda aktif biçimde sorumluluk almaya hazır böyle bir kitleyi bulmak Türkiye’deki sol için bir daha mümkün olmayabilir; ama partilerin buraların birer ‘halk meclisi’ ya da forum olduğunu unutmadan, eşit hak ve sorumluluklarda bireyler olarak alana katılımı, alan içi demokrasiyi de güçlendirecektir. Örgütlü ya da örgütsüz fark etmeksizin hepimizin var olan yapıların ötesine geçmek için birbirimizden öğreneceği çok şeyler var…

39


İ S YA N

GEZİ, ORTADOĞU’DA SÜREKLİ BARIŞ VE VİCDANİ RET Gezi Direnişi’nin başladığı günden bu yana uluslararası birçok ajansla görüşme imkanı bulan, bazı münazarlara katılan ve ‘bizi anlamaya çalışanlara’ anlatmaya çalışanlardan biri olarak direnişin anlatmakta eksik kaldığımız bir yanı üstüne yazmak gerektiğini hissediyorum. Bu, başta özellikle Kürtler’in direnişe kuşkuyla yaklaşmalarına neden olan sonra da ‘halayların süregeldiği’ bir ‘çokluk’ alanında dinen ‘barışa gelebilecek zarar’ korkusu olarak ifade edilebilir. Peki ya Gezi bir barış hareketi midir? 40


Kadıköy’de Yoğurtçu Forumu yürüyüşlerinde sık sık dillendirilen ‘AKP savaş Halklar barış istiyor’ sloganlarının, politik nitelikleri bakımından Gezi’de arkasında en birleşilebilir

Gezi birçok anlamda bir barış hareketidir. Örneğin Nilüfer Göle’nin T24’teki makalesinde değindiği (1) seküler ve dindar Müslüman karşılaşmasını sağlaması yahut İsmail Saymaz’ın Radikal’deki haberinde değindiği ‘laik gencin sivilleşmesi’ (2) gibi olgular bakımından Türkiye’nin ‘geleneksel devlet konsepti’ içerisinde canavarlaştırılan İslamcılar ve Kürtler için son on yılın ‘gulyabanisi’ ilan edilen seküler Türkler ve tabii ki her fırsatta hapse atılmaktan kaçınılmayan sol için bir ‘bir aradalık’ etkisi yaratması tek başına gezinin iletişimsel anlamda bir ‘barışma’ hareketi olduğunun birincil göstergesidir. Yıldıray Oğur ve Genç Siviller her ne kadar Türkiye’deki sekülerlerin yalnızca ‘devrimci müslümanlar’ ile barıştığını söyleseler de Gezi Direnişi boyunca iktidar provokasyonları -ki herhangi birinin kanıtlandığı ortaya çıkmadı- haricinde İslam’a yönelik doğrudan bir saldırıyla karşılaşılmadığı, faşistliği herkesçe bilinen ve alandan demokratik güçlerce ‘kibarca’ uzaklaştırılan TGB hariç kimsenin Kürtler’e müdahale etme gücünü kendinde bulamadığı, Kürt siyasal hareketinin de alanın barışçıllığını savunmak adına flamasızlaşma konusunda ilk adımları atmış olduğu göz önüne alındığında, Gezi’nin içerisindeki anadamarın, faşizanlaşmamış kendini Gazdanadam’la sınırlamayan, özel bir damar olarak kendini ortaya çıkardığı ve kent hareketi olmanın güncel anlamda kazandırdığı sıfatlarla bir ‘prekarya hareketi’ olarak ortaya çıktığını söylemek çok güç değildir. Başından beri ‘örgütsüzlüğe’ yapılan vurgu her ne kadar ‘partisel’ örgütsüzlüğe yapılsa da her biri kırılgan emek sisteminde yer alan ve çoğunluğu her fırsatta ‘barışçıl eylemi’ savunan -doğruluğu tartışmaya açıktır- bu insanların herhangi bir emek örgütüne de çoğunlukla üye olmayışı (yapılan araştırmalar ve kişisel gözlemler) birçok açıdan hareketin ortak dil yaratma konusunda ‘yaratıcı sloganlara’ sığınmasını anlaşılır hale getiriyor. Ancak aralarında ‘yaşasın halkların kardeşliği’ ve özellikle Kadıköy’de sık sık dillendirilen ‘AKP savaş Halklar 41


barış istiyor’ sloganlarının, politik nitelikleri bakımından Gezi’de arkasında en birleşilebilir sloganlar olduğu ortada. Bunun bir diğer nedeni de başta Antakya Armutlu olmak üzere ölen insanların çoğunlukla Alevi olması, ve toplumun AKP sünni faşizmince bastırılmış kesimlerinin özellikle Ortadoğu’da yaratılmak istenen Şii karşıtı eksen içerisinde Türkiye’nin yer bulmaması talebiyle birlikte düşünüldüğünde fazlasıyla anlam kazanıyor. Örneğin Başbakan’ın geçtiğimiz günlerde Kürt hareketiyle barış sürecine ilişkin yaptığı ‘gençler artık ölmüyor’ açıklamasının yanıbaşında duran Lice’deki katliam girişimi (ki bir kişi devlet kurşunuyla öldürüldü) ve daha acısı taze Roboski’nin adli takip durumu düşünüldüğünde hükümetin yakın vadede Kürtler’le gerçek anlamıyla bir barış yapmak konusundaki samimiyetini sorgulamak da Gezi için mühim bir misyon olabilir. Keza birçoğu askere gitme yaşına gün geçtikçe daha da yaklaşan bunca insanın, ne Kürdistan’da ne de Suriye’de ‘savaşa girmek’ konusunda arzulu olduklarına dair kimsenin insanları kolay kolay ikna edebileceği söylenemez. Bu bağlamda vicdani ret ve barış istemi gibi taleplerin, başta direnişin önde gelen isimleri olmak üzere seslendirilmesi ve aşağıdan yukarıya da aynı şekilde bu talebin yükseltilmesi yakın vadede Türkiye’de kendilerini kapitalist hetero erkek sünni türk faşizmine karşı tehdit altında hisseden birçok etnik, cinsel ve sınıfsal oluşumun çıkış reçetesi haline gelecektir. Elbette burada en büyük sınavı verecek olan ‘ulusalcı’ blok olacaktır ki, onların da direniş sırasında başta jandarma ile karşı karşıya geldikleri anlar olmak üzere ‘savaş’ ve ‘ordudan’ medet uman faşizan yaklaşımdan uzaklaşmak için sebepleri oluşması gereken bu dönemde en azından bizim kuşağımız için talepleri barış ve vicdani ret eksenine de çekerek, sermayenin de faşizan politikalarla saldırganlaşan devletin de ‘askeri’ olmadan, Kürt sorununu barışçıl eksende ve ‘eşit koşullarda’ çözmenin adımı atılabilir. 1) http://t24.com.tr/yazi/yer-sofrasi-ve-sinir-ihlalleri/7056 2) http://www.radikal.com.tr/turkiye/gezi_parkinda_laik_genc_artik_sivil-113 6787 •

42


İ S YA N

FORUMLARDA ÜÇÜNCÜ GÜN Gezi Parkı Direnişi artık İstanbul'un çeşitli parklarında her akşam düzenlenen kitlesel forumlarla yeni bir evreye girdi. Kadıköy’de Yoğurtçu Parkı’nda forumun üçüncü günüydü. Her anlamıyla forumun ‘oturduğu’ hissedilirken yanlışların da bu ‘oturmuşluğun’ içine yerleşmesinin engellenmesi gerekiyor. Bu yazıyı forumlardaki ortak zaaflara ve forum moderasyonundaki birçok hataya yönelik olarak okumak mümkün olacaktır.

43


Her şeyden önce forumlarımız için birer ‘halkı selamlama alanı’ demek şimdilik çoğunlukla doğruluk payı taşıyor. Bireylerin, kişisel selamlamalarını ve coşkularını belirtmek için, forumun geleceğini ve hareketin kaderini etkileyebilecek kararlar almaları gereken zaman diliminde önerilerden zaman çalmaları ve belirlenmiş konuşma sürelerinin fazlasıyla aşılması, başta moderasyonlar olmak üzere kitlenin kendi arasındaki saygının gelişmesi açısından öne çıkması gereken birinci problemdi denebilir. İkinci büyük problem olarak, pozitif ayrımcılığın yanlış yorumlanmasıyla radikal demokratik anlayışın ‘çoklukçu’ ilkesinin LGBT’ler, işçiler, göçmenler vs. göz önüne alınmaksızın doğrudan biyolojik cinsiyet üstünden yapılması verilebilir. Şu anki uygulama hem bireysel temsilin ‘kadın-erkek’ şekline indirgenmesine hem de Kadıköy özelinde çoğunlukla benzer içerikteki belli ki durumdan oldukça heyecanlanmış arkadaşlarımızın ve büyüklerimizin kendilerini yalnızca ifade etmelerine, foruma asgari düzeyde dahi olsa pratik katkı sunamamalarına yol açıyor. Bu bağlamda ‘forum’ kavramının ne olduğuna tekrar göz atmakta ve forumlarda ortaya çıkacak inisiyatiflerin özendirilmesi ve pratik yarar sağlayabilecek önerilerin dile getirildiği konuşmalar yerine moral konuşmalarının yapılmamasını öncelikli gereksinimimiz olarak görüyorum. İkinci öneri ise moderasyonun diğer katılımcılara karşı kullandığı dildeki sorun ile ilgili. Emir kipleri, ‘Alkış yok’, ‘ilkokul çocuğu musunuz?’ ve benzeri şekillerde seslenen bir moderasyon ve teknik ekibin yanı sıra moderasyonun Recep Tayyip Erdoğan’vari bir şekilde güvenlik şeridiyle ‘bizden’ kendisini ayırdığı bu düzen, ilk günkü ses sisteminin sorunlu haline göre ‘teknik’ olarak daha iyi olsa da demokratik bağlamda oldukça kısıtlayıcı oluyor. Bir başka öneri ise bireylerin somut önerilerinin ve varsa ‘hissiyatlarının’ daha geniş bir zamanda paylaşılabileceği bir alan olarak Facebook’un ve kurulabilecek ya da kurulmuş diğer forumların önerilmesi. Bu hem kitlenin heyecanını atması bakımından hem de acil ihtiyaçlarımızı belirleyebilmemiz bakımından önemli. Yeniköy’de bugün gerçekleşen faşist saldırı da Mersin’deki polis faşizmi de, Ankara’da süregelen insan avı da bize gösteriyor ki ‘mücadele’ forumlarımızı proaktif biçimde kendimizi örgütlemeye açmadığımız sürece kendi şartlarını oluşturamayacak. Ayrıca forumlarda oluşturulan ‘örgütlülük’ ve ‘siyasal parti’ karşıtlığının kısa vadede insanlara şirin görünüyor olması bugün içeride olan arkadaşlarımızın (ESP ve SDP’li 44


dostlarımız) bizle birlikte mücadele ettiği gerçeğini görmezden gelmek anlamına geliyor. Ek olarak söylemek gerekirse, Hrant Dink’den Ceylan Önkol’a, Musa Anter’den Uğur Mumcu’ya bu ülkenin yakın dönem kolektif hafızasını yenilemek şart; alanda olan kitle için ‘devlet’ kavramının polisten ayrışmasını engellemeli, kapitalist demokrasilerde devletin tam da bugün ordu, yargı ve polis ile meclis eşliğinde gerçekleştirdiği üzere halk üzerinde eşitsiz ve özgürlük karşıtı baskı kurmak üzere kendini kurguladığını vurgulamalıyız. Bunu yapmanın yolu da ajitatif propagandist konuşmaların ötesinde, kurulacak atölyelerle ‘forum’ gibi günlük aktif ihtiyaçlarımızın belirlenip oylandığı alanlar değil bizzat gün içinde kurulan atölyelerdir. Forum alanı kendi siyasal önerilerimizi siyasal anlatımızın önüne koymamız gereken, anlatmaktan ziyade eylemin yüceltildiği bir alan olmalıdır. Forumlar başlangıç ve bitiş saatleri arasında geçen zaman dilimleri olmakla birlikte ‘devrim’ veya ‘değişim’, her ne derseniz deyin sürekliliği ve kadroyu bir arada gerektirirler. İnsan enerjimizi hazır bu kadar yoğunken birbirimizin sırtını sıvazlamaya değil de birbirimizin enerjisiyle ortaya gerçek bir paralel örgütlenme çıkarmaya çalışmak şarttır. Ancak bu şekilde Türkiye’deki açık muhalefet boşluğunun yerine gerçek ve koordine olmuş bir muhalefet çıkarabiliriz. Aksi halde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin küçük bir kopyasına, daha da kötüsü bir Parti Grubu toplantısına dönüşmek ve alkış ya da onay toplamak için hareketin günlük ihtiyaçları konusunda açık ve kesin kayıplara uğramak olasıdır. Bugünden sonra yapılması gereken gerekirse konuşma sürelerinin tekrar oylanması ve konuşma sürelerini aşanlara en çok 20 saniyelik bir veda şansı verilmesi olmalıdır. Öneriler dışındaki konuşmaları gündüz vakitlerindeki atölye ve standlara bırakmak açısından, moderasyon konuşacak bireylerin önerilerine göre sınıflandırılmasını gerçekleştirmelidir. Yoksa, Yeniköy’deki faşist saldırının yarın polis TOMA’sı eşliğinde Kadıköy’e ya da bir başka ‘güvenli sanılan’ noktaya yönelmeyeceğine dair kimin güvence verme şansı vardır? Proaktif olarak kendi sağlık ve güvenlik birimlerimizi oluşturmak başta olmak üzere acil ihtiyaçlarımız yerine, 68 kuşağının anıları, yahut 90′lı çocukların ailelerinin bizle gurur duymasıyla, her ne kadar bunlar hoş ‘anılar’ olarak aklımızda kalacak olsa da, forumlarda çok ciddi anlamda enerjinin boşa harcandığı ve acil örgütlenme ihtiyacımızın karşılanamadığı açıktır.

45


İ S YA N

NE ASİT ÇUKURU NE ASİTLİ SU! Üstüne söyleyecek çok şeyimiz olmakla birlikte, Türkiye’nin en kalabalık kentinin en kalabalık meydanında ve yanıbaşındaki parkta hiçbir iktidarın tarih boyunca unutmaması gereken bir dersi onlara yaşatıyoruz. Ama bazılarımız hızla iktidarın plesibitine, referandumuna neden güvenmemiz gerektiğini bize anlatıyor, bize Referandum’a evet referandumda ise hayır dememiz gerektiğini söylüyorlar. Kısacası ‘sokakları bırakın’ sandıklarda görüşelim demeye getiriyorlar.

46


Evet, eve dönme çağrıları vs. etrafında düşünüldüğünde referandum korkmaya başlayan herkes için ‘kazanım’ olarak görünebilir; ancak karşımızdaki iktidarın bize vaat ettiği referandumun ne kadar gerçekçi olduğunu tartışmak şart. Keza bu iktidarın valisi müdahalelerden önce ıhlamurlara methiye düzüp müdahale olmayacağına dair güvence vermiş, ardından da hamile bir kadından çocuğunu alması başta olmak üzere birçok arkadaşımızın yaralanması ve bizim de öyle ya da böyle ne olduğu bilinmez bu gazdan ve polis şiddetinden etkilendiğimiz bir tablo ortaya çıkmıştı. Başbakan’ın yurtdışında olduğu ve Borsa’nın çöktüğü ilk beş-altı günlük dönemdeki ruh ile aramızda ne gibi bir fark var bilemiyorum; ancak bir şekilde iktidarın önerdiği ilk seçeneğin üstüne atlamak, üstelik iktidarın toplum mühendisliği şaheseri toplantılarıyla muhatap olmak sizce aşağılayıcı değil mi? Sokaklarımızda olanlar direnişçiler için bir trajediye dönüşsün isteniyor; oysa biz şehrin ortasında bir karnaval yarattık ve o karnavalda ‘Çokluk’ (Multitude) dahilindeki herkes için bir şey ifade ediyordu. Mesele ‘Gaz Atma O.Ç.’ sloganına gizlenen mizahın çok ötesindeydi; burada aslolan reklam şirketlerinden devlet dairelerine prekaryanın ilk ayaklanmasını yaşıyor olmamızdı. Sendikalar ve siyasal partiler prekaryanın yanında harekete katılma konusunda zayıf kaldı. Aylık maaşı beş-altı bin TL seviyesinde gezinenler bu ülkenin ‘sahibi’ olmadıklarını sokaklarda arkalarından koşan çevik polisler ve hedef gözeterek üstlerine atılan gaz bombalarıyla anlamış oldular. Şimdi herkes ‘direniş akili’ arayışından ‘akil sonuç’ arayışına geçmiş durumda. Meseleyi ‘Türkiye orta sınıfı ayaklandı’ diyerek geçmek herkes için kolay yol; ama ayaklananların toplumun işçiliğiyle yüzleşen ve AKP’nin kapitalist totaliterliği karşısında kendilerini ifade etme ihtiyacı güdenler olduğunu görmek için dahi olmaya gerek yok. Baksanıza, sevmediğimiz reklam ajanslarının patronları ve ‘junior reklam yazarları’ bile kol kola girmiş ‘Biber gazı oley’ diye bağırarak bir şeylere meydan okuyorlar. Aklı sadece ‘parti aklından’ ibaret olanlar hızla meseleyi şu şekilde okuyacaklar. Bu kargaşa bitse de bu kargaşanın yarattığı alandan yeni bir sol alternatif yaratılsa. Görülmesi gereken asıl sol alternatifin sokakta olduğu bilmem kaç legal partiden çok daha has ve direnen bir kitlenin o partilerle birlikte hareket ederek solun elindeki tek yolun ve alternatifin ‘sokak’ olduğunu tekrar kanıtlaması olmuştur. 47


Bugün zincirlerini keşfetmeye başlayanların ‘ulusalcı argümanlarla’ çıktıkları sokaklardan devletin doğasında katliamın olduğuna dair algıyla geri dönmüş olmaları, AKP’nin ilk fırsatta askere sarılması da dindar entelektüellerin bile Erdoğan’ın polis zulmüne sığınan bu haline (1) artık anlamlı bir tepki vermeleri ve kapitalist iktidarın her şartta kötü olduğunu görmeleri onlar için birçok anlamda ciddi bir deneyim oldu. Her sabah Starbucks’tan bir kahve almadan işine gidemeyenler artık Starbucks gördüklerinde ya da Saray Muhallebicisi gördüklerinde akıllarına bu firmaların polisle yaptıkları iş birliği geliyorsa bu isyanın antikapitalist kazanımlarını görmezden gelmek ne kadar ‘sol’ bir refleks olur? Referandum, ‘olağanlık’tır. Türkiye’nin olağanlığını size hatırlatalım. Halen sürmekte olan KCK davaları, toplu tecavüz vakaları, gerillanın çekilişi sırasında arkasından saniye kaybetmeksizin karakollar yapan bir devlet, 8 Mart’ta kadınlara 1 Mayıs’ta emekçilere son 20 günde hepimize eziyet etmekte olan bir hükümet, Doğu’da asit kuyusu Batı’da asitli su ile ayakta duran bir devlet zihniyeti. Bu olağanlığa mecbur muyuz? Kararlarını saatlerce süren tartışmalarla alan bir kitle ‘Gezi’ye sahip çıkıyoruz, tek çadırla bile olsa orada kalacağız’ dedikten saatler sonra alandan atılmış ve Taksim ve Gezi Parkı lacivert ordunun işgali artındayken, çokluğun iradesi mi yoksa liberallerin bu işi sandık çözer inlemeleri anlam ifade etmemektedir. Hele ki AKP’nin demokratik ve özerk olan herhangi bir şeyin oluşumunda ‘ortaklaşılası’ bir güç olacağını düşünmek için Ethem Sarısülük ve daha nice ‘Meselesi yalnızca ağaç olmayan’ ve daha selamlaşamadan kardeşimiz olan insanın hatırasına ihanet etmek ön şarttır. Sokaklardaki insanlara nefret ettiği bir hükümetin yapacağı bu ‘test sınavına’ girmelerini söylemek ancak ve ancak ‘akil insan’ tipi akıllardan beklenebilecek bir zırvadır. Tarihimizin ilk prekarya hareketini yaşıyoruz ve bunun karşısında örgütsel refleks vermekte çok ciddi zorluklar yaşıyoruz, kabul. Ama ilk fırsatta tarihimizin en büyük hatasını yapıp yine yeniden sandıklara sığınırsak bu sefer kitlesel sol hayalini tamamen ıskalamış olacağız. Keza sol sokakta büyüyor, örgüt içi tartışmalarda değil. Hem ne demişti üstad Herbert Marcuse: Weitermachen! (Devam!)

48



 1) http://www.medyalens.com/dindar-aydinlardan-erdogana-polis-ile-zulum-yapiyorsu n/

49


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.