Palaspandıras Fanzin, 11. sayı.

Page 1

on bir

1


2


3


Fanzin satranç gibidir. Hayat futbol gibidir. Hayat ve fanzin futbol gibidir. Satranç ve fanzin, futbola daha çok benzerler. Neyden? Hayattan. Ya da önsöze çizeceğim.

:iletişim: papafanzin@gmail.com twitter.com/oguzcanonver

4


sepeti hazırla bobo, gidiyoruz.

Müezzinin Minareye Çıkmaklığının Çok Kısa Tasviri.........06 Kaybolma Ufku.............................................07 Dişi Androjen Kültürü.....................................09 Yalancılığa İade-i İtibar.................................11 Palaspandıras Kitap.......................................15 Harflerin Erimesi..........................................17 Kırılsa Duramazsın........................................20 Özeleştiri................................................22 Sorgulamanın Kendisinde Anlamsızlıklar Var................25 Twitter, Çağa Etkileri ve Fıkrasına Gülünmeyen Adam.......28

5


Müezzinin Minareye Çıkmaklığının Çok Kısa Tasviri Sağ ayağın ilk basamağa doğru kaldırıldığıdır sürgülensin kapılar, bırakmayın lanetlenmişi içeri sabahakarşılar onundur, pişmanarak boşalmıştır günahına sevişenler gece kuşlarının yaratılmasındaki hikmet sorgulanıyor, hayret âdettendir sağın yere inmesini fırsat bilen sol ayak kalkıyor, ve bir öğürtü tırman tırman tırmanıyor mideden yukarı soba soğuyor, metronomla ayarlı ambulansla uzaklaştırılan ölünün vücut sıcaklığına cankurtaran tekerlerince katledilen karınca kavmi hep onun midesine kanıyor sahanlıkta durup soluklanıldığıdır bu ayaklar da ne diye çekiştirip duruyor sanki bir elhamdülillahla geri gönderildi reflünen rakı tadı öl’anede hafif meşrep bir kelime fink atıyor yanlışlık giriyor, yanlışlık çıkıyor kapılardan: o kat senin, bu kat da bir basamak daha gayretliyor müezzin arkasındaki yolu bir arpayla boy ölçüştürüyor (netice: menfi) ezanın yutkunulduğudur elinde geveleyip duruyor havayı ölünün içkanamasını kim ne yapsın kulaktan önce son çıkıştan dönüyor her seferinde (elleri) ceplerinde yürüyor boşluktan aşağı yaşamak dışında ilk küfrü bu hay bağrışmalarınızı sizin yedi ceddinizin çığlıklarını, sızlanmalarını

6

Ali Süha


KAYBOLMA UFKU Birbirinin varlığından birbirinin zıddına kırılgan notaları pusulanın değdiği tenden geçtiği tene ne mutlak bir arayıştır toy kelimelerin demirlediği denklem ne yolların ürpertisiyle çözülür içindeki tat ne keder – imdir şimdi dil o saltanat bazısının başucunda bir ihtimal serinliği anlıyor hikâyesini kendinin katmanından bedenle içlenir ruhla dışlanır bazısı saf değiştirir o benizi soluk alıp veren ben izi akvaryumunda özgür ve kimliksiz Bir sığıntıdır diye kuşandığımız tabiat sesini kumda sınayan bir denizin esrarıyla dipteki tekrar benzemiyor saatlerin karanlığındaki repliğe bir hiç kaleye dönüşmeden kal orda. Kurusun zaman. Dilersen hâlâ makul sözcükler vereceğim üstelik çoğul ve güvenli kayboluş karanlıkta heceler kameralar geç artık bütün koridorlar boş Bunları neden yazıyorum daha gün doğmadan herkes safını belirlesin diye değildir yeni bir şeyler yaratmak yazmak ölesiye, öldüresiye en uzun zamanı tutmak zamanı yeni bir dil kavşağını simgeler savaşlar ve şehir bunları gün doğmadan ben izlerim yazıyor eski bir takvim kalıntısından

7


Sonsuz şimdi: kaybolmanın mekaniğindeki ünlem. Ayakta olmanın kalmanın ölmenin sıfır noktasından başlamalı eylem arzunun adıyla ve doğu sancılarıyla gebe bir çekirdek doğumdan ve batımdan erken düşecek. Tabiata bir bap daha düşecek öpülesi alnından ne falcıların seansları paylanacak ne kırmızı bir renktir savaşta, ne aşkın muskasında yazı kaybolmanın kendine çıkar bütün yolları. Seyhan Kurt

8


dişi androjen kültürü çevirmen otu: işbu yazıyı çevirirken çok zorlandığımı belirtmek zorundayım. Öyle ki: bir yerden sonra metne sadık kalmak yerine ufak çaplı eklemeler yaptığımı da itiraf ediyorum.

Etin iktidarına karşı yaşasın kemikler! Deleuze ve Guattari ortak yapımı ‘‘hayvanoluş’’ adlı filmin iki ayrı felsefi düşüncede kendini gösterdiğini söyleyebiliriz: Reha Erdem’in Kosmos ve Zeki Demirkubuz’un Yeraltı adlı kitaplarında karakterlerin sevişirken hayvan sesleri çıkarmaları, çıldırmaları, ısırmaları, ‘‘hayvanolmarı’’ yersizyurtlaştıkları bu lanet dünyada yapılacak en sıkı ‘‘olma’’ hallerinden birisiydi. Zira başkalaşmadan korkulmaz. Başkalarından korkulur. Vücudumuzu -beden değil- düşünelim o vakit: et ve kemik. Et çoğunlukta. İktidarda. Kemik altta, etin himayesi ve koruması altında. Etin hareketi kemiklerle oluyor. Kemikler olmasa etlerin hareket gücü kalmaz, hantallaşır. Kemiğin etin iktidarına karşı en büyük zaferi -belki de tek zaferi- dişler! 9


Dişler, yani küçük kemikler görünür, damak geride. Dişler önemli ve gözle görülebilen tek kemik. Etten bağımsızlar. Dişler gerilla. Bir örgüt gibi var olurlar. Bir arada anlamlıdırlar, bir dişin ağrıması ya da çürümesi yahut kırılması tüm dişleri etkiler. Köpek dişleri, sivri, -vampirlerde uzun olan bu dişler- örgütün şahin/radikal/sert kanadını temsil eder. Bu kanat olmadan yemesi zor besinler yenemez ama barış ortamında (misal su içerken) bir işe de yaramazlar. Zayıf insanlarda kemikler belirgindir, elmacık kemikleri belirgin insanlar vardır. Şişman insanlarda etin tahakkümünün arttığını söyleyebildiğimiz gibi iktidarın, tüketim çılgınlığı sonucu obezite yoluyla etin yoğunluğunu arttırdığını yine ve yeniden etin iktidarla alakalı olduğunu da söyleyebiliriz. Devrimi zayıflar yapacaktır. Her iki anlamda da. Zayıf, incecik kızlar ellerinde silahla havaya uçurdukları binaları izleyecek ve aralarından bazıları bir sigara yakacaktır. İki değil. Devrim kışın olursa, o gece sıcak şarap içilecektir. Yazın olursa dondurma yeriz. Peter Goodwin Çeviri: Gamze Erşin

10


YALANCILIĞA İADE-İ İTİBAR Yalanın ilk küçük parçası ağzımdan çıktıktan sonra devamı kendiliğinden geldi yine, fakat bu sefer kantarın topuzunu kaçırmıştım. Telefonu kapatırken, “Bekle, ben 112’yi arayıp senin adresini veriyorum.” dedi. Vazgeçirmeye çalışacaktım, “Bak, bacaklarımdaki ve kollarımdaki uyuşukluk hafiflemeye başladı, konuşmam da düzeliyor yavaş yavaş.” demeye hazırlanıyordum fakat aramanın sonlandığı uyarısını duydum telefonda. Küfrederek yerden kalktım, küçücük odanın içinde böcek bilinçsizliğiyle dolanmaya başladım. Hayır, böceği -edebi ya da politikbir imge olarak kullanmıyorum burada, zoolojinin tanımıyla böceklerden bahsediyorum, odanın içinde oradan oraya uçuşup sağa sola çarptıkça cüsselerine göre değişen tonlarda sesler çıkarmaları müthiş sinirimi bozar, hepsi bu. Ne yapacağıma çabucak karar vermem gerektiğini düşündükçe daha da kontrolden çıkıyordu hareketlerim, artık yürümüyor, savruluyordum, ayaklarım, kollarım, omuzlarım oraya buraya çarpıyordu sürekli, ‘keşke bir yerim kırılsa’ diye geçirdim içimden, hiç olmazsa ambulans geldiğinde beni hastanelik durumda bulmuş olurlardı. Allah’ım, kimbilir nasıl da utanacaktım bütün o tıbbi ekipmanlarıyla eve girip de beni böyle koşaradım gördüklerinde! Duvarlardan boş olanının yanına gittim ve önce ayağımı, sonra da sırayla dizimi, omuzumu, başımı duvara vurmaya başladım, kırıldığı falan yoktu, canımın yandığıyla kalmıştım. İnsanın isteyerek bir yerini kıramayacağına hükmederek kendimi avutacaktım fakat iki yıl önce intihar eden arkadaşımın yanı başımda durup, “Korkak!” diye küfrettiğini duyunca teslim bayrağını çektim. Korkunun, tehlikeler karşısında tedbirli olmamızı sağlayan evrimsel bir kazanım olduğu gibi bir gevezelikle kendimi savunmam mümkün, ancak benim için daha önemli olan başka bir noktayı açıklamak istiyorum burada: korkudan yalan söylediğim sanılmasın asla, çünkü bunu hiç yapmadım, hayır, bir keresinde yapmıştım: babamın eskisiyle değiştirmek için eve getirip masanın üzerine bıraktığı lambayı kırmıştım, düşürerek değil, büyükçe bir taşla parçalamıştım bir sokak ötede, sorduklarında çekmeceye bıraktığımı ve sonrasında ne olduğunu bilmediğimi söyledim 11


sanılmasın asla, çünkü bunu hiç yapmadım, hayır, bir keresinde yapmıştım: babamın eskisiyle değiştirmek için eve getirip masanın üzerine bıraktığı lambayı kırmıştım, düşürerek değil, büyükçe bir taşla parçalamıştım bir sokak ötede, sorduklarında çekmeceye bıraktığımı ve sonrasında ne olduğunu bilmediğimi söyledim ama kimse inanmadı tabii ki, lambanın karton kutusu boş halde olduğu yerde duruyordu çünkü ve bu beni kıçüstü düşüren bir tokata mal oldu. Bunu neden yaptığımı o zaman da anlayamamıştım, lambayı taşla param parça etmemi kastediyorum, ‘çocukluğun ahmaklıklarından biri’ deyip geçtim daha sonra her aklıma geldiğinde de. Biri, evet, bu tek değildi çünkü, başka bir sefer, bir kurban bayramı günü, komşumuzun evinin önünden aldığım kesilmiş keçi kafasını bütün çarşıda dolaştırmıştım, bir işim yoktu, yalnızca caddelerde yürüyor ve elimde o kesilmiş keçi kafasını tutuyordum, kimse bana ‘ne yapıyorsun?’ demiyordu, sonunda yorulduğumu hissettim ve keçi kafasını bir dükkanın önüne bırakıp eve döndüm. Her neyse, hiç önemi yok tüm bunların, yalnızca, dediğim gibi, korkudan değil benim yalan söylemem, hiç gerek yokken ve sadece canım o anda öyle yapmak istediği için ufak bir yalan söylüyorum önce, sonra sağına soluna eklemeler yaparak süslüyorum, tamamen estetik kaygıdan, ağzımdan çıkan bir sözün öyle çırıl çıplak kalmasına hiç dayanamam. İnsanlar kendilerine yalan söylenmesinden hoşlanmıyorlar, bu yüzden bir kere yalan söyledim mi artık ona sahip çıkarım, şimdiye dek -lamba olayından başka- yalnızca bir kere yakalandım, eski kız arkadaşım, toplumu yıkmak için onun dayandığı güven duygusuna saldırdığımı söyledim ona, anarşist duyguları -duygu, evet- vardı, inandı. Zil çaldı, zınk diye durdum, dizlerim titriyordu, ağırlığımı daha fazla taşıyamadılar ve olduğum yere yığılıp kaldım. Kapının önünde telefonla konuştuklarını duyuyordum, geldiklerini haber verip sakinleştirmeye çalışıyorlardı, aptal şey nasıl da korkmuştu, hayır, korkmuş olması değil aptallığı, inanıvermişti hemencecik. Biraz zorlasa eğlenceli olabilirdi oysa, hiç değilse şimdi ne yapacağımı bilemeden yerlerde kıvranıyor olmayabilirdim, Allah’ım, kapıyı yumruklamaya başlamışlardı, biraz daha açmazsam kapıyı kırmalarından korkuyordum, üstelik kapıyı onlara ben açmazsam durumumun kötülüğü hakkındaki inançları pekişebilirdi 12


-ki bu daha büyük rezillik demek olurdu-, nefesim değişmesin diye koşmamayı akıl ederek gidip kapıyı açtım. Vücuduma mümkün olan en kötü görünümü vermeye çalıştığım o sırada bunu ne kadar iyi başardığımı sorup öğrenmem mümkün olmadığı için hemen orada yere çömdüm ve yüzümü kolumla kapadım, fakat onlar kaldırıp yatağa taşımak istediler, olsun, ayakta kalmaktan daha iyiydi en azından, yatan insan her zaman daha kötü görünür. Otomatik hareketlerle kolumu ve karnımı sıyırdılar, tansiyonumu ve birkaç zımbırtıya daha bakarken bir yandan da nasıl hissettiğimle ilgili sorular soruyorlardı, onları buraya geldiklerine değdiğine fakat beni hastaneye götürmeye gerek olmadığına ikna edecek bir durum tarif etmeye çalışarak yanıtladım sorularını, dengeyi tutturamış olacağım, götürmeye karar verdiler. Hiçbir şeyim yokken ufacık bir söz yüzünden beni sedyeye alıp merdivenlerden indirmelerini komik buluyordum, gülmemek için kolumda açılan damar yollarının acısını hissetmeye çalışmam işe yaramadı, maskaralık hastaneye kadar sürdü. Birkaç başka hastanın -onlar gerçekten de hastaydılar, birinin beli kırılmıştı örneğin, trafik kazası, bir diğerinin idrar yollarından bir sorunu olsa gerek, çişini dışarıdan alıyorlardı- olduğu büyükçe bir salona götürüp yatırdılar beni, her tarafıma serum ve daha bir sürü saçmalık bağladılar, hayır, ‘onları bana bağladılar’ değil, ‘onlarla beni bağladılar’ olacak doğrusu. İnsanı hastane yatağına bağlıyorlardı, yoksa kaçardı, hasta bile olsa kaçardı. Ben de kaçtım elbette, çok utanmıştım çünkü, pişmanlıkla bir ilgisi yok, hayır, benden daha fazla acı çeken birini gördüğümde böyleyimdir hep. Serumu ve diğer saçmalıkları söktüm, hastalardan ve yakınlarından kimsenin benle ilgilenmeye mecali yoktu, personel de kelepçelerinden çok emin olmalıydı, oysa bir dakika bile sürmüyordu tüm onlardan kurtulmak. Hastanenin önünden bir taksi aldım, Allah’ım, hangi cehennemin dibine getirmişlerdi beni, iyi ki taksiciler var. Eve geldim, bir koşuda yukarı tırmandım, çekmeceyi çekip paketinden bir jilet çıkardım ve sol elimin üstüne üç küçük kesik atıp yazmaya oturdum, yazdım, öykü bitti, elim için bir yarabandı bulmalıyım şimdi. Yusuf Sarıgöz 13


14


PALASPANDIRAS KİTAP

Mülki beklenti ve çıkar olmaksızın kötülüğe karşı çıkabilmenin kendini kolektifte var etmesi önemli. Karşımızda sistem yandaşlarının kötülük dayanışması, onların kitapevleri ve daha niceleri var. Kitap çalanları dövmek için özel odaları ve özel adamları olan kitapçılarda kitaplarımız elbetteki olmayacak. Bunun karşısına interneti, ücretsiz okunabilen kitaplarımızı koyuyoruz. Mevcut sistemi işleten hiçbir matbu mecranın ekleşmiş köşelerinin kisvesi altında yazılarımız elbette ki olmayacak; biz reklamcı değiliz. İktidara dahil olmak yerine, tam karşılarında yer alacak olan safımızı, kendimiz belirliyoruz. Bahisleri yükseltelim.

15


16


Harflerin Erimesi Alfabeye dair her şey beni rahatsız etmeye başladı artık. Çünkü bir araya geldiklerinde, yanlarına arkadaşlar aldıklarında, çoğaldıklarında insan ruhunun yaralarını, gücünü, mücadelelerini, zayıflıklarını, özlemlerini, aşklarını ifade edemiyorlar. Yeterli olamıyorlar bir türlü, bir araya geldiklerinde sadece boş gürültü ve beyin dediğimiz et yığınına karşı korumasız olduğumuz mütecaviz bir saldırı kalıyorlar elde netice olarak. Bir türlü inanmak istemiyorum alfabe sayesinde en sert emirler, en acımasız memorandumlar, en “başarılı” reklamlar ortaya çıkartıp bunları üretemediğimize. Cümlelere bu kadar önem veriyorum çünkü artık müzik, sinema, politika, bilim hep sözcükler üzerinden, yazın üzerinden kurulmuş bir temel üzerinden ilerliyor. Kötü temeller üzerinden… Şimdi burada geçmişe dair saplantılı bir nostaljiperver duruş alma tehlikesi de var, dikkat etmedim sanmayın, mümkün olduğunca o alanlara girmemeye gayret göstereceğim. Gerçek şu: kötü yazın her zaman vardı. O ballandıra ballandıra anlattığımız Antik Roma’nın büyük şairleri belki birkaç senatör destekli “ass kiss” yazar karşısında tercih edildiklerini gördüklerinde neler hissetmiştir? Güç odağının yakınında kendini konumlandıran yazarlar asri bir olgu değil. Hep vardılar, onlar ve kötü eserleri hep vardı. Ama sanki sayıca bir artış var desem daha bir hedefe doğru adım atmış olabilirim. Bazılarının eserleri el üstünde tutuluyor desem, bir adım daha. Bazılarını çok seviyorlar o kadar ki neyi nasıl yazarlarsa yazsınlar her türlü iyi kaliteli olarak lanse ediliyor dersem bir adım daha. Çok satıyorlar bir adım daha. Belki yıllar sonra edebiyatın yapıtaşı, büyük ismi olarak tarihe geçecekler? O kadar değil artık. Kelimelerin sefaletine dair en azından fikrimin ne olduğunu anlatabilmişimdir umarım.Kelimelere öyle derin anlamlar yüklemek istemem ama iyi kullanılınca devrim yapabileceklerine inanıyor gibiyim hala. Ki küçükken böyle bir tedrisattan geçtim sayılır. Devrimci bir anne babanın yarı ömrü boyunca kendini komünist sanan geri kalan yarı ömründe komünist sanılan bir oğluyum. Bu satırları yazarken o yılların bir kısmı gözlerimin önünden geçiyor bile. Dünyayı kurtaracaktık, sıkılı yumruklarımız, şiirlerimiz ve iyinin kazanacağına olan bitmek bilmeyen 17


romantik tutkularımız sayesinde. “But here comes the kicker”: devrim yapacak kitlenin sanat seçimi okuduğu kitaplar, dinlediği müzikler, izlediği filmler (iyi ya da kötü olsun) hep aynıydı. Hiyerarşik bir tavsiye yönteminin işlediğini daha ilk girdiğim günlerde farkettim. Büyüklerimiz bizim yerimize okumuş, dinlemiş, izlemiş ve karar vermişti bile. Varolsundular. Artık değişmiş midir inanın hiç bilmiyorum. Doğu blokunun çöktüğü yıllara tanık olmak çok zordu. İnandığımız onlarca değere ne olacaktı bilmiyorduk (tabi o devrilme sırasında daha bir velettim ama etkilerini aralarına katıldığım ilk günden beri görebiliyordum). Şu an o günleri düşündüğümde sadece güçlü görünmeye çalıştıklarını düşünsem bile, o zamanlarda bile sağlamdılar. Ama kopuşlar olmuştu. Örnek verebilsem biyolojiden “difüzyon” diyebilirdim belki. Artık yenileceği belli olan “az yoğun” bir kitleden zaferini ilan etmiş “çok yoğun” kitleye geçişler o dönemde başlamıştı (ki tekrar hatırlatmak isterim bu tip geçişler her daim vardı, ama o dönemlerde daha belirgindi sanki). Gidenler o dönem daha donuk tekdüze gibi görünen tarafa çeyiz gibi taşıdıkları romanlarını, bestelerini, fotoğraf ve filmlerini de götürmüşlerdi. Çok hızlı bir şekilde dönekler ilan edildi, saflar keskinleştirildi ve bir beyaz sayfa (daha) açıldı tarihimizde. Sıvalar dökülüyordu onca fikir önderi ve sanatçı gittikten sonra bir avuç kalmış gibi hissediyor olmalılardı, bilmiyorum o ilk zamanlardaki hisleri dediğim gibi. Ama başka bir şeyden emin gibiyim, böyle gittikçe daha uzunca bir süre bir avuç kalacak gibiler. Halk ve sanat ilişkisine dair uzun bir söylev vermek amacında değilim ama en azından sanata dair “bu gibi” bakış açılarıyla çok zor. “So called” muhalefet ve geniş kitlelerin birbirine yaklaştığı nadir anlar belki de o pastöral didaktik hitabetleri (bir de grev alanlarında göbeklerinin “grev sözcüsü” formasını mendil gibi salladığı halaylarda) üfürdükleri o anlarda. Önceden bize miras bırakılan söylevleri ve romantik kahramanlık hikâyelerinden başka bir şey yoktu. İdeolojimiz ve ilgileneceğimiz sanat eserleri biz içeri adım atmazdan önce belirlenmişti bile. Toplumsal realist ne varsa hatmedecektik. İtiraz yoktu, her zaman her yerde en iyi eserler toplumsal realist eserlerdi.

18


Satır aralarında okumuşsunuzdur, biraz kırgınlık var içimde taşıdığım. Umarım ki düşmanlığa dönüşmemiştir, çünkü dönüp bakmaya korkuyorum. Son bir örnek daha vereyim tanık olduğum ilginç şeylere dair sonra yazıyı bağlamaya çalışayım. Bir arkadaşla yıllar sonra buluşmuşuz, aynı partiden çıkmayız. Beraber pankart döviz hazırladığım eleman, ben beceriksiz bir forvet gibi kendimi sahada yavaş yavaş unutturup karanlıklara karışırken o şansını bir başka kapıda denemeye çalışmış söylediğine göre. Ama bu macerası yoldaş ortamında “Tütün” ve “Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum” adlı kitapları beğenmediğini söylemesi (ki çok tekdüze ve sıradan bulurum ben de) ile o anlık öfke oklarını üzerine çekmesi ile bitmişti (ki hatırladıkça surat ifadesini hala gülerim). Artık sektör olarak bakılıyor her şeye ve muhalifler bağımsız değiller. Sistem onların sunduğu her şeyi talep etmediğini öğrendiğinde onların talep edebileceği tarz şeyler üreten isimleri aldı, onları kendileştirdi, veya içinde kendileri gibi olmalarına izin vererek onları var etti hak ettikleri saygıyı, yanında biraz iyi para ile, sundu. Kızgınım çayım demsiz, çünkü sanatımızı aldılar, bize geri sattılar. Kızgınım ayakkabımın tabanı delik, çünkü bizi koyun gibi gütmeye çalıştılar, DEVRİM UĞRUNA! Yorgunum çünkü yol param bitti, bitmeyen bir döngü gibi, gençleri daha tam olarak ne olduğunu bile anlayamadığı davaları uğruna harcadılar. Keyfim yok, çünkü sigaram kalitesiz, eleştirerek bile olsa sessiz kalarak buna tanıklık ettim, onayladım. İmkânım olsa keşke bir mağaraya kapatabilsem kendimi ama çok konformistim bunu yapabilmek için. Tek elimden gelen biraz soyutlayabilmek insanlardan, elimde ise sadece baktığımda hiç çekici gelmeyen kitaplar var. Baktığımda sayfaları sadece selüloz üzerine mürekkep dolu bir fiziksel varlık görüyorum, onu pazarlayan bize yağlayıp kafalayan biraderler ve çöp görüyorum. Ama arayışım kendi başıma devam edecek, yeterince kafanızı şişirdim herhalde, yetmediyse ileride tekrar şişirim ama, şimdilik müsadenizi alayım.Gitmeden ince bir tüyo vereyim belki iştahınız geri gelir, “In libris libertas”… İlhan Archy

19


kırılsa duramazsın [insanları oldukları gibi değil olabilecekleri gibi severken onlardan beni olduğum gibi sevmelerini beklemem saçma değil riyakarlık hiç değil bana iyi davranın] Dün son derste sınıfta mıydım? Sorumuz bu. Sınıftakilere sorduğumda bana tuhaf tuhaf bakıyorlar. Çoğu var mıydım yok muydum hatırlamıyor. Çelişkili ifadeler, kararsız kalmalar, bilememeler. Silik bir tip izlenimi. Tek başına yenen binlerce öğlen yemeği. Varlığın ve yokluğun aynı derecede bilinemeyeşi. Bu kararsız kalmalar yok olduğuma işaret. Varlık kararsız kalamaz, bir şey varsa var mı yok mu diye düşünülmez, varsa vardır. Dün son derste ne yaptık, biraz bahsetsene. Diğer sorumuz da bu. Sınıftakiler, bunu sorduğumda yarım yamalak bir şeyler anlatıyorlar. Anlatılanları hiç hatırlamıyorum, bu, kesin olarak dün son derste olmadığımı gösteriyor. En ufak bir çağrışımım dahi yok anlatılanlara dair. O vakit o derste yoktum. Peki ama niye? Bu da bir soru. Okul normalde üçte bitiyor. Ee, dörtte taksimde olmam gerekiyordu, yol en çok yarım saat, o zaman niye bir ders erken çıkıp boşuna devamsızlık yapayım? Bu mantıklı değil. Hadi diyelim, erken çıktım -ki bu ikide çıktım demek- otobüsteyken biri beni aramıştı, gelen aramalara bakıyorum 3.14’te aramış. O zaman o bir saate ne oldu? Okuldan çıkıp otobüse binene dek bir saat mi geçti? Düşüp bir köşede kaldım mı? Öyle olsa insanlar yanıma gelirdi sonradan öğrenirdim falan. O bir saatim kayıp, silindi, ne oldu o bir saatte. Neredeydim, ne yaptım, kimle, niye hatırlamıyorum? Az buz bir şey değil, altmış dakika, silindi. O bir saatte o kız yanımda mıydı? Bu umutlu bir soru. Etnik kıyafetler giyen kız. Hani Galata Kulesi’nin oradaki veya Kadıköy’deki o mağazalarda satılan kıyafetler. Tuhaf etekler, renkli kazaklar falan filan. Hippi kıyafetleri. Bu kız zengin olmayabilir, sosyoloji okuyor, lütfen Kürt olsun. Kürt değilse niye böyle kıyafetler giysin? Gerçi Kürtler böyle giyinmez. Gerçi Kürtler beni sevmez. Hani, Türkiye’de çekilen sanat filmlerinde 20


doğudan gelip sosyoloji okuyan klişe karakterler vardır, o zırvalıklar gibi değil. Bu kızı gülerken hiç görmedim, insanlar, insanların gülüşlerine nasıl aşık oluyorlar, çok mantıksız. Bahsettiğim mağazalara gidip fiyatlara baktım, çok pahalı. Ama belki kız zengin değildir, değil. Ayfonu var evet, gördüm, ama bu da bir kanıt olamaz, istesem benim de ayfonum olur. Bu da sayılmaz. Kızla hiç konuşmadım. Her gün bu tarz kıyafetler giyiyor. Her gün bu tarz kıyafetler giydiğini görüyorum. Sosyoloji okuyor, Marx biliyor olmalı, sosyolojiye yeni bir bakış getirebilir, illaki şiir okuyordur, güzel bir kız. İsmini bilmiyorum ama facebook’da arattım, bizim okuldan olanlara baktım, benim hesabım yok, kardeşimin hesabından baktım. Yok. Twitter hakeza. -twitter ve hakeza yan yana geldi, Black Mirror’un üçüncü sezonunu ben yazıyorum- Bu iyi bir haber, sosyal medya kullanmıyordur, öyle kızlar sosyal medya kullanmaz, zengin olsa kullanırdı. Black Mirror da izlemiştir dimi? Emin değilim. Zengin olabilir. Olmayabilir. Cevabı biliyorum ama bilmemek için canımı verirdim. Gözlüğümü değiştirdiğim için mi hatırlayamıyorum, gözlük değiştirenlerden bir saat siliniyor mu? Bu çaresiz bir soru, nedeni arayacak daha iyi yerler olmalıydı. Eski gözlüğümle ‘‘müslüman gözlüğü’’ diye dalga geçiyorlardı. Gözlüğüm bile müslüman olabiliyor, ben olamıyorum. Yeni gözlüğümle daha çok dalga geçiliyor. Bu gözlük kocaman, ağlarken yaşları akıtmıyor. Yaşlar, yanağa inemiyor, alt çerçeveye takılıyor. Bu iyi. Gözlük üzerinden yola çıkıp benim kim olduğumu anlayabiliyorlar. Ne kadar zekiler. Ne kadar. Dört gecedir rüyamda, bir örgüte üye olmaktan polis beni arıyor. Mekan: Ankara. Her rüyada farklı bir örgüt. Pavyon kıyafeti giymiş polis arabaları, sirenleri. Her rüyanın başında, sevdiğim bir insan bana arkasını dönüyor. Babam, annem, arkadaşlarım. Dört gecede bitiyor zaten tüm sevdiklerim. Bu gece, bana arkasını dönecek bir sevdiğim kalmadı. Bu gece rüyamda ne göreceğim? En korkunçlu soru da bu. O etnik kıyafetli kızla öpüştüğümü? Beşinci örgüt üyeliğimi? Kayıp olan o bir saatte ne bok yediğimi? Doona Bae

21


özeleştiri “Hayır, gidip banka soy, kuyumcu soy, öpeyim alnından seni!” “Haklısın abi.” “Ama senin bu yaptığının adı hırsızlık. Sözlükteki anlamıyla hırsızlık.” Benden bir öykü yazmam istendi. Bundan hiç hazzetmem. Yazmaktan ve okunmaktan hiç hoşlanmam. Mülkiyetin her türlüsüne kaçınılması gereken bir virüs gözüyle bakar, hastalıklı olanı ifşa etmekten kaçınmam. Bu benim görevim. Yaklaşık iki ay önce, kendimi bir mutfakta çay kaşıkları üzerindeki yıllık lekeleri ovalarken bulup arkamdaki konuşmaya kulak vermemle başladı hepsi. Cinsellik içeren her şeyden uzak durmam gerektiği için o konuşmayı burada anlatmam münasip değildir. Demem o ki, ben bugün spontane geçekleştirdiğimiz eylemin başarısız parçası oldum. Bundan ötürü de bir cezaya çarptırıldım. Başta da belirttiğim gibi bunu öyküleştirmem istendi. Kaçındığımız o devlet yavrularının, yakalandığımda bana atamadığı dayağın acısını patron çıkarıyor demek bu. Hakkıdır da; zira adamakıllı bir dayak atamadı zavallılar. Peki bu ne manaya gelir? Bu, tam olarak helale haram karıştırmak demektir. Bu, büyük küçük fark etmeksizin, eylemlerin hepsini kucaklamak elde edilecek her kuruşu kar saymak, düzen hizmetkarlarının aşağılık hallerini bir tiyatroda izler gibi izlemek, bizi yarıştırdıkları mecraların sonuçsuzluğu bir kimlik kartıyla önlerine sunmak demektir. Hepiniz bilesiniz ki, mülkiyetin zerresi dahi olmaksızın, değerli ve değersiz bulduğunuz şeylerin önem sırasını düşünürken kafanızın karışması adına, o götünün üzerinde oturmaktan her yeri yağlanmış gözetleme sorumlusunun dolma parmaklarıyla çalma girişimde bulunduğum derginin/fanzinin sayfalarını merakla karıştırması adına, öğütlerinizi kulaklarımla yakından işitmek ve tiyatral çürümüşlüğünüzü küçük gruplara sergilemek adına, günlük etkinlik ihtiyacımızı karşılamak adına bunu yapmaya devam edeceğim. Aylar öncesinden hazırlanmış, basmakalıp bir yalana inanacak kadar ahmak olan güvenlikçilerine kadar örgütlenemedikleri sürece kazanamayacaklar. Kimlik bilgilerimi kaydederek zafer havasıyla kağıdı ikiye 22


katlarken, başarıya ulaşmış sayısız eylemin yanındaki küçük bir eğlence olarak kalacaksınız. Ancak yine de, patronun da istediği gibi, özeleştirimi veriyorum. Ve bunu herkesten önce, bana uzunca nasihatte bulunan ve bize içten bir performans sergileyen güvenlik sorumlusu için yapıyorum: Özür dilerim. Bankaları soyamadığım için, silah kullanmayı bilmediğim için, öz kimliğimi saklamayı yedi yaşında beynime kazıyan babamdan kurtulamadığım için, zevkten dört köşe olarak dinlediğim türküleri müşteriniz olan kokuşmuş elitistlerin yanında uzunca bir süre söyleyemediğim için, mülkiyetinizi unufak etmek yerine ona ufak bir zarar vermeye çalıştığım için, size bu kadar inanılır yalanlar söyleyebildiğim için, yüzlerimizdeki masum maskeye her defasında kayıtsız şartsız kandığınız için ve en önemlisi pahada daha ağır bir şey çalmayı akıl edemediğim için özür dilerim! İkinci olaraksa, sokakta peşimden gelerek başarılı bir şekilde beni teşhis eden görevliye seslenmek istiyorum: Senden de özür dilerim. Öfkeni yeterince ortaya çıkarmanı sağlamadan, kolay yolu gösterdiğim için, suratına herkesin ortasında bir yumruk patlatmadığım için-ki dua et sen bir şekilde de olsa halksın, halka zeval olmaz-, şu sıra intikam alamayacak kadar yorgun ve meşgul olduğum için, ömrün boyunca yaşayacağın en tuhaf statü problemini kimlik kartımla önüne sunduğum ve ölene kadar anlatacağın bu hikayenin baş kahramanı olduğum için özür dilerim. Özürlerime son verirken, kendisini zor durumda bıraktığım ve ifşa olmasının hiç de hayrımıza olmadığının bilincinde olduğum patrondan içtenlikle af diliyorum. Ancak şunu da bilmeli ki, öğle saatlerinde gözünü açar açmaz büyük türk yürüşüyle ve devletin civan gibi polisleriyle karşılaşarak gelen bir insandan tüm gün boyunca verim beklenmemeli, hızlı adımlarla yatağına gönderilip rüya terapisi uygulanmalıdır. Bu da patronun ihmalkarlığı olarak kayıtlara geçsin isterim. Bu özeleştiriyi okuyacak (ne yazık ki) olan insanlar dışında herkese söyleyeceğimiz söyledim. Size gelirsek, bir ceza olarak, samimiyetle söylüyorum, bir ceza olarak, öykü yazmaktan kurtulmanın en iyi yolu 23


bir özeleştiri yazmaktır diye düşündüm. Ve bilmelisiniz ki birçoğunuzu tanıyorum. İçinizde çay sofralarından, rakı sofralarından, eylemlerden, felaketlerden, dostluklardan, sevdalardan ötürü tanıdıklarım oldu, olacak. Hiçbir vakit helalinize haram katmadım; öğütledim ama fiilen bunu yapmadım. Sizlerden çalmadım, mülkiyet kurbanı olduğunuzu bilsem dahi sessizce bunu hatırlatıp arkamı döndüm. Ancak gün odur ki artık korkmalısınız. Bugün benimle beraber olan insanların, orada yanımda olan insanların bana anlattığı tek şey şu oldu: Benden de çal! Evet, sizden de çalacağım. Malını koruyanın malından, bilgisini koruyanın bilgisinden, sevdasını saklayanın sevdasından, devlete bağlananın ipinden çalacağım. Mülkiyetin yolumuza çıktığı her yerde çiğneyip geçmeyi salık veriyorum! Hepinizi görünmez bir şekilde izliyorum; yazdıklarınızı, yazmadıklarınızı, sakındıklarınızı, ilişkilerinizi, adreslerinizi, numaralarınızı biliyorum. Bu, görüldüğü üzere açık bir tehdittir. Eleştirilerinizi geleneğin kuyruğuna bağlamaktan, mülkiyetinizi devletin tapularına bağlamaktan, emeğinizi paraya bağlamaktan, zihinleri statüye bağlamaktan ve bir de sanatı politikadan ayırmaktan vazgeçmedikçe bu lanet hepinizin başı gözü üstüne ola! “Şu yeni levhayı yerleştiriyorum üstünüze, kardeşlerim: Sert olun!”

Özeleştirimi vermiş bulunuyorum. Pişman değilim. Uzun bir süre yazmamak umudu üzerine, Hoşçakalın.

24


Sorgulamanın Kendisinde Anlamsızlıklar Var 1- Unutuş diye bir şey yoktur. Büyük bir maharetle hayatınızın masum gidişatından dışarıya süpürdüğünüzü sandığınız her şey, ışık hızında olmasa da tahta pencerelerini onardığınız, artık yağmur girmeyen iki göz huzurlu odanızın tam orta yerine geri dönebilmekte sizden daha mahirdirler. Her geri döndüklerinde yazgınızda o sivrisinek ısırığından hayli katmerli sızı – artık sızı değil, yerli yerini bulacaktır. Bir kez yaşanmıştır, “yok sayılacaktır” ama vardır. 2- Acı parçacıklarına bölünemeyen en küçük birimidir, insan yaşamının. 3- Fotoğraf makinesinin bir hüznün icadı olarak bu parçacıkları yakalama yolunda ilerleme kat ettiği açıktır; ancak başaramamıştır. Başarmaya en yakın sanıldığı an, hakikatten en uzağa düştüğü an olarak kayda geçirilebilir. 4- Belki bu kadar acı çekmiyoruz. Hafızanın ve öykülemenin bize yaptığı azizliktir bu. Hayat bir yekun olarak acılardan oluşsaydı, ayrıştırılamaz bir bütün olsaydı, bu yoğunluğa, bu debiye dayanamazdık, sanmıyorum. Şimdi dayandığımız bir şey var mı? Bu unutuş sandığımız şeyin gücüdür. Dayanmak değil. Sürdürülebilir hüzün de diyebiliriz. 5- Öyküleme bizi sürdürülebilir bir hüznün varlığına ikna ediyor. Hafıza ise bu tutunma biçimindeki çatlaktır. Modernizm en tatlı unutuşu hedefler. Oysa tüm dolaba tıkılmış eskiler kapı açıldığında dökülmeye meyillidirler. Böyle olduğunda, bu tutunuş çabası da, en hafif tabirle ironiyi getirir. 6- İroni, tutunma sanatı değildir. Tutunmak yazgıda var, çünkü. Tutunmazsan, düşersin. Düşmek aslında en rehavetengiz imkândır. Sınamasını yapan bir zihin, bu metni kaleme almayı küçültücü bulur. Sınaması yapıldı, bir ya da birkaç zihin yaptı. Zihnin bittiği yer orasıdır.

25


7- Zihin bitmelidir. Hafızada büyük acılar gizli. Yağmur yağdığında, göğ göğsünü açtığında, pelerinini hafifçe araladığında kendine yer bulan ve toprağa inen şey kederdir. 8- Keder mecburiyet. Kederden kaçış ise tutunuş. 9- Unutmanın formülünü bulabilseydik, sevişmek o lezzeti vermezdi. 10- Kafka sevişmenin tadını bilmiyordu. 11- Kafka öykünün tadını, kederi, hafızanın azizliğini, sevişmeyi– unutuşa tercih etti. 12- Kafka bile olsanız unutamıyorsunuzdur, tercümesi. 13- Fotoğraf sanatında işte bu yüzden Kafka’nın hüznünü parçacıklarına ayıramayan bir şeyler var. 26


14- Kendimize dönelim, hazır mıyız? Yeterince hazırlıklı mıyız buna? Bunu kaldırmaya… Kendimizin bilgisi aslında bizden en çok esirgenendir. Derimizin altında saydıklarımızın hangisinden kaçar gram var? İnsan en çok unutuş mudur yoksa hafıza mı? İnsanoğlunun içinde gidip gelen sarsak at, hangisini daha çok ister? O atın istekleri ne kadar yönetir, derinin altındakiler kadar üstündekileri? O at hafıza ile unutuş arasında gider gelir. Hafızanın taktikleri arasında keder yani müzik ve fotoğraf varken, unutuş sevişmeyi ve öykülemeyi salık verir. 15- Kahramanlarımızı unutanlardan mı hatırlayanlardan mı seçeriz? 16- 16. Madde ters yüz etmenin vaktidir. Biz unutuşu seçmeyiz, hafızayı da. Bazen hafıza seçer bizi, bazen unutuş. Bazen kanar, bazen kanatılırız. 17- İlk 16 maddeye bakınca, öyküleme bu paradoksun amansız galibidir, gibi, gözüküyor. Ufuk Akbal

27


TWİTTER, ÇAĞA ETKİLERİ ve FIKRASINA GÜLÜNMEYEN ADAM Bizim oralarda bir deyiş vardır; “ekrana harf yazmışlar, doymamış”. Evet kardeşim, ekran doymak bilmiyor. Bizi mi yiyecek? Bilmem. Son yıllarda, “son yıllarda” diye başlayan cümleler çoğaldı. Bundan yüz yıl öncesine kadar bu tür şeyler azdır yani. “O kadar çok şey” olmasa -son yıllarda- buna maruz kalmazdık. Evet, maruz kalıyoruz. Son yıllarda çoğu tetkik, yorum yakın tarih kapsamında kaldığından, “son yıllarda” ve yine “son yıllarda” demek zorundayız. Bu tetkikleri -tetkik neyse- paylaşmak isteyen insanlar muhatap arıyorlar. Böyle, yazıya derinlerden, ta nerelerden bir geleyim dedim fakat aslında tüm bunları birkaç tivitle anlatmak isterdim. Öyle yapcam.

28


29


FANZİN PALAS

PANDIRAS 30


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.