Durup durup aynı sahne; aynı dekor, aynı perde… aynı sahne. Dönüp dönüp başka şeyler; başka adam, başka kadın… başka şeyler. Susup susup iç konuşma; dekor adam, sahte kadın… kalem başka!
Rafadan Her Kafadan! rafadandergi@gmail.com
Düşünce, Edebiyat Dergisi Nisan, 2012 Yıl: 1 Sayı: 6
… Yıllarca aradığımı bir an rafta görünce her şeyimle o kitaba yönelirim. Kitabı alır açar ve her şeyi unutarak onunla ilgilenirim. Ayağıma elimden kayan çay dökülünce, kitabı bir kenara bırakır ayağımla meşgul olurum. Bir an duyduğum melodi ayağımın acısını da unutturarak, beni var olduğumu unuttuğum, varlığımı yalnızca kendisinde hissettiğim o bir an’a götürür. Bu götürme, benim açımdan bir gidiş, onun açısından ise bir taşıma değildir. Var olduğum bir tek ve varlığımı unuttuğum aynı an olduğundan ancak bir hatırlatmadır. İşte; seni hatırlamak vardır ancak! …sigaranın orta yerinde, kitabın yirmi sekizinci sayfası ve ayak ağrısının en kremli anında… seni hatırlamak ve aynı şeyin bir başka ifadesi olarak; her şeyi unutmak vardır. Ötesi yoktur. …
Kırmızı Kurdeleli Ayakkabı Mücrime LEM Dikiz aynası. Kırmızı ışık. Kapının önü. Elim, ayaklarım bir tarafa; gözlerim… “Kapıyı açar mısın?” Ses yok. Dikiz aynası; boş bir surat. “Arka kapıyı… Sağ ol.” Sağ ol? Onu ben ekledim. Öyle demiş olmalılar, nazik insanlar gibiydiler. Dikiz aynası; şoförün gözleri. Kapıyı kapattı. Işıklar kırmızı. Herkes yorgun. Yalnızca iki adam konuşuyor; ama onlar da yorgun. Sonra durak; ışıkta inmeselerdi, burada ineceklerdi. İndiler, ama yine de durduk. Bu sefer ön kapı açıldı. Bir tane koyu kahverengi, bir tane siyah mont… arkalarında, omuz hizalarında başlayan ve sonu görünmeyen sarı saçlar. Işık sarısı; hani trafik lambaları… Yüzünü göremedim. Çok önlerde, montlar daha arkaya yürürken oturdu. Zaten herkes oturuyordu. Kulaklıklı biri orta kapıya yaklaştı, sarı saçlarla aramıza girdi. Sarı saçlar… Gençliğimin halleri… Güzeldim ben de sarı saçlarımla. Olmadı ama… önemli değil. Yine ne var? Kırmızı ışık, önümüzde arabalar… Dikiz aynası; boş bir koltuk. Sol cam; evler, ağaçlar, balıkçı, odun fırını… Yeşil yandı; poşetimi soluma… Sarı saçlı hatıralarım; farklı sarı saçlı hatıralarım… güzel sarı saçlı hatıralarım… “Domates de ver.” İki kadınlar tezgâhın önünde. Gitseler, ben de alacaklarımı diyeceğim. Domates seçiliyor. Kadınlardan biri kırmızı kurdeleli bir ayakkabı giymiş. Balo gecesi kırmızısı… balo gecesi kurdelesi. Kadın bir poşet daha istedi. Ne; kabak alacak! Hiç de zarif bir kadın değil. Belli ki, şu adamla evlenmese manavdan değil ancak pazardan alışveriş edermiş. Bu muhite de gelemezdi hatta; belki ismini bile duyamazdı! Ayakkabılarını da o adam beğenmiş olsa gerek. Arabanın içinde telefonla konuşuyor galiba. Kabak sever mi bu adam? Kadının onu düşündüğü yoktur ki! Sabırlı adam yine de. Aynada bir başka kadın; arabayla aramıza girdi. Kafamı eğdim; kırmızı kurdeleler. Ayla vardı, çok severdi. İncecik de bir kızdı… acaba şimdi nerededir? Çok zaman oldu. Ama kadınlar hâlâ kabak mı seçiyorlar? Seçsinler, sanki ne olacak? Ayla ile almıştık o kırmızı kurdeleli ayakkabıları. Aslında o beğenmişti ama… İşte ben sarı saçlıydım; Ayla ince kız.
II
“Haftaya da annemler gelecek…” İki kadın, gelip karşımdaki banka oturdu. Belki biri demin benden sonra alışveriş edendi. Göz ucuyla; iki kadın ve poşetler. Soluma döndüm; fırın, balıkçı. Ne zaman açıldı buraya bu balıkçı? Eskiden sahilde yenirdi balık. Evet, sarı saçlı günlerimdi. Babam eve erken gelirdi; ya bir misafirlik, ya sahilde balıkçı. ‘Hadi Necla, hazırlan…’ derdi salona girer girmez. Hep böyle nereye gideceğimizi bilmedendi. İskelede balık yemeye, Beykoz’a Aylagil’e, Murat Beyler’e giderdik. Yeşil renkli, sıcak günler… Siyah beyaz resimler… Sarı saçlarım, kırmızı kurdeleli ayakkabılarım… “…annem de çok sever…” diye yemek tarifi mi anlatıyor şu kadın? Parça parça cümleler işte. Balıkçıyla aramızdan arabalar geçiyor. Yeşil, iki salıncak ve üç banklı bir kurtarılmış bölge. Yüksek binalar. Ne çabuk da diktiler hepsini! Evet, yapmadılar; diktiler! Murat Bey’in çok sevdiği bahçeydi. İki katlı, üç kız kardeşli… sarı saçlı, üç kız kardeşli bir evdi bizimkisi. Kapısı güllerin altından, yolu iki sıra ağaçlı… Şimdi şu kadınlar ve balıkçı işte! Aman Necla, bırak! Ne kaldı sanki… Kalmadı, evet. Bakkaldaki pirinç gibi, şeker gibi, un gibi, yağ gibi karaborsaya düştü önce hepsi. Sonra da öyleleri geldi işte; kırmızı kurdeleli ayakkabılarını adamların seçtiği. Ah Ayla, ince kızdı… “Ayrı mı olsun, karıştırayım mı?” Bakkalın yerine işte… Üç çuval bir şeyler satan dükkânlardan biri. ‘Ne yaparsan yap!’ diyeceğim geldi. “Ayrı ayrı…” Her yerde aynalar. Süslü kadınlar geliyor demek hep. Eskiden… Bırak eskiyi Necla! Sen de eskiden… eskiden? Boş ver. Sarı saçlı güzel günlerdi işte. Sanki ne değişirdi… bırak Necla, sarı saçlarını sen de bırak üç çuvallar gibi. Yeniden ev. Onuncu kat, on altı numaralı daire. Rahmetli babam işte; Murat beylerin orada, daha güzel bir ev alırız nasıl olsa; şimdi kızlarım… diyordu. Hep de ‘kızlarım’ derdi. Asansör. Onuncu kata kadar yeniden ayna. Her yer güzel kadınlar için aynalanmış gibi. Üç kız kardeş tek bir ayna kullanırdık halbuki. Ablamın odasındaydı. Ayla gelince neler yapmazdık o aynanın karşısında. ‘Ah Necla… Kendine yazık ediyorsun.’ Ayla da hep böyle derdi. Ben de şimdi Ayla’nın sesiyle kendime söylüyorum; bırak Necla! …
III
Hiç durmadan, hiç durmadan, hiç durmadan hep aynı renkler… Renkler ve sesler. Lokanta gibi sanki; herkes çatal ve kaşık elinde ses çıkarıyor. Kalabalık bir konuşma var. Sadece üç kişi susmuş. Masanın bir tarafında biri ve ikisi diğer tarafında üç kişiler. İkisi karşılıklı; kız ve erkek. Birisi -karşılıksız- erkek. Masanın diğer tarafı, diğer insanlar; normal ve diğer olan ötekiler. Hepsi aynı yemeğin çatal ve kaşık sesleri. Hepsi aynı melodinin, aynı sesleri. Hepsi ve diğerleri iki farklı ateş; biri yakıp, biri yanan ve diğeri diğerlerinden üç kişi. Üç kişiler. Masanın bir tarafında ikisi ve diğer tarafında kalan kişisi oturuyor. Hangisi benim; bilmiyorum. Belki çatal ve kaşığım, ekmek veya su masanın bir yerinde. Evet, kalabalık bir evet ve hayırlar. Üç kişi ve diğerleri hep yemek yiyorlar. Ama normal gibi olmayan, manzarası olmayan, sadece yemek için oturulmuş bir yerde üç kişi, yemek de yemeden oturuyorlar. Konuşmayan bir tek onlar. Üçü de kendi içiyle meşgul, üç kişiler. Birinin -kız olan- ismi Ayla olmalı. Ve galiba buradaki tek Ayla da o. Sonra? Ayla da çatal ve kaşık elinde… Yemek yiyor gibi. Zaten manzarasız ve sessiz bir yerde… Etrafındakiler de yabancı gibi. İkisine -hatta başka bir yere- de bakmıyor. Çatal ve kaşık var elinde; ya da sırayla eline geçiyorlar. Yine de yemekle meşgul değil o. Ayla, belki bu ismin verdiği bir hal ile de yalnız. Belki çatal ve kaşık şimdi meşgul olduğu içine değiyor. Hayır, Ayla yemek yemiyor. Sanki yemek yiyen çatal ve kaşık; ama Ayla’da orada. Üç kişiden biriydi Ayla. Evet, muhakkak Ayla’ydı! Çatal, kaşık ve ekmek, su gibi Ayla. Bütün ağızlardan çıkan tek kelimeler gibi, toz toz ekmek ve tek tek bezelye… Ayla oradaydı ama içiyle meşguldü. Çok ince, çok içli bir kız. Çok Ayla ve hep karşılıksız! Ayla, en son kalkacak gibi tek tek bezelye ve toz toz ekmek… en son kalkmak gibiydi hep zaten Ayla. Saat beşi geçiyordu. Çatal ve kaşıklar normaldi. Akrep ve yelkovan gibi çatal ve kaşıktılar. Üç kişi ve diğer bütün masa, sandalyeler oradaydı. Ben de oralarda bir yerlerdeydim; hangisi? Kızın yanı ve karşısı diye iki adam vardı. Çatal ve kaşık gibiydiler. Evet, kız içiyle meşguldü ama adamlar oradalardı. Hiçbiri konuşmuyordu. Hangisi bendim; yanı mı, karşısı mı?
IV
Galiba Cengiz diye bir şey vardı. Kokusu, sesi, rengi, tadı, görüşü hep Cengiz’di. Öyle miydi? Bilmiyorum. Ama Ayla gibi Cengiz’di. Yanında mı, karşısında mı? Bilmiyorum. Ama kız için fark etmiyordu. Cengiz için de fark etmeyecekse yanında kalsın. Evet, şimdi yan yanalar. Ayla, Cengiz ve diğer tarafta, karşıda oturan. Haksız değilim, Cengiz yemek yiyordu. Kendindeydi. Susuyordu ama yemek yediği için bir susmaydı bu. Haksız sayılmaz; ağzı doluydu. Çatal ve kaşık aynı anda gibi havadaydılar. Çatal ve kaşık, akrep ve yelkovan gibi havadaydılar. Çatal ve kaşık da Cengiz gibi Cengiz’di. Cengiz, ‘Bey’di. Hatırlıyorum. Kendisini de tanırım. Ama tam değil. Hayır, az çok dedikleri kadar tanırım. Kalbim sıkışıyor; bu ben miyim? Süleymaniye’de bir akşam yemeğiydi. O akşama kadar hep sarı, uzun saçlarım var diye bilirdim. Resimleri de siyah beyaz. Necla gibi aptaldı bir isim; bir isim kaşık gibi… Bir isim; hangisi benim? Seni çok özledim Ayla! … Hep kendime aynı şeyi söyledim. Kalkıp gitmeyi -inan- çok istedim. Bir çatal ve bir kaşık boğazımda… Ellerimde? Ellerimde senin parmakların! … Ve biri kalktı. Gidiyor. Karşısında Ayla, arkasında Süleymaniye. Çatal, kaşık ve yemekler kayboldu; gittiler. Ayla ile karşı karşıyalar ama arkasında Yangın Kulesi. Elinde kaşık, kalem oluyor. “Ayla…?” Yürüyor ve artık gidiyor. İşte Beyazıd Camii ve önünde Ayla. Hep bir adım sonrasında görünüyor. Hayal mi? Bilmiyor. Nereye? Onu da bilmiyor. Dudaklarında hep aynı şey, kalktığını sandığı o andan beri hep aynı şeyi sayıklıyor; Afiyet olsun. Ama ne Ayla ne afiyet oluyor. Yolda. Sarı yapraklar, beyaz mermerler, başka gişeler, karanlık sular, direksiyonlar, hep başka başka çatal ve kaşıklar; aynı olan yalnızca Ayla. …
V
Kapı zili. Kalk Necla, kapı çalıyor. Kim? Kapıcı. “Çöpünüz var mı?” “Hayır Selim, geçerken…” deyip kala kaldım. İşte asansörün açık kapısında yine ayna. “Buyurun?” “Yok, çöp yok Selim.” Bir ışık aşağı doğru. Bir ışık karanlığa doğru… Asansör gitti ve otomatik söndü. Kapı elimde, ayna gözümde kaldı. ‘Kendine ediyorsun Necla… Yazık ediyorsun!’ Ayla’nın sesi hep kulaklarımda. Kaybolmayan tek ses belki de o eskilerden. Kapı kapandı, içeri… girdim. İçerdeyim; aynasızlık diyarımda! … Sonra bir vapur düdüğü… veya öyle bir ses; işte öylesine. Cebimdeki ellerim hiç durmuyor. Belki diyorum, ceplerim hep böyle deliniyor. Ayla karşımda. Ne var? Süleymaniye, Beyazıd, Sultanahmet… Ayla ile geziyoruz sanki. Ama Ayla hiç gibi; dilimde, karşımda ama kimse anlamıyor. ‘Ayla…’ cevap vermiyor. Bir isim merak ediyorum, Ayla kendi içine dönmüş. Çamurlu, bulanık, berrak, şırıltılı sular sırayla girip çıkıyor. Ayla’yı ilgilendirmiyor. Kendim de ilgisiz olmak istiyorum. Biri Ayla yerine soruyor; ‘Kırmızı kurdeleli ayakkabıları beğendin mi?’ Yüzüne bak; Ayla değil. Ona ne o zaman! Kırmızısıyla ilgili belki. Ama yine de ona ne? Ayla’ya dönüyorum, o da cevap bekliyor. ‘Halsizim biraz…’ Ancak… yetişir! Ayla tekrar eğildi ve içine döndü. Galiba yine aynı ‘kendine ediyorsun Necla…’ Diyecek neyim var artık? ‘Güle güle Ayla.’ … İşte karşımdaki binanın yedinci katında bir akşam yemeği. Ellerini çırpan çocuklar, cam kenarında. Çatallı kaşıklı bir senfoni başlayacak. Ben buradan duyamayacağım, ama bileceğim. Oradakilerin biri Ayla ve diğeri Cengiz Bey. Sonra iki çocuk da tabaklarını uzatacaklar. Birisi Ayla’nın gençliği gibi, kaşığı ve çatalı öyle tutacak ki ben hissedeceğim. Cengiz Bey hayatından memnun. Ayla? O da çocuklarını seviyor, yeter. Senfoni başlayacak, bitecek; çatal, kaşık, tabaklar alkış alkış bulaşık makinasına. Ayla? ‘Kendine yazık ediyorsun Necla.’ diyecek o da bana gelip. …
VI
Cengiz Bey artık yemeğini bitirmiştir. Evet, başından beri Bey’dir. Su bardağı elinde Ayla’ya döner. Ayla’nın yemekle ilgisi yok; çatal ve kaşığı gezdiriyor kendi içinde. Yemek de başından beri monolog gibi duruyor masada. Ayla; akrep ve yelkovan nefesli Ayla… “Kalkalım?” Cengiz, Bey’dir. Çatal, kaşık ve bardağı toplar. Ayla’nın ‘Afiyet olsun’luk bir hali vardır. Cengiz önde, Ayla geride kalkarlar. Boş sandalyeye bakar Ayla. Çatal ve kaşıklar… Saati altıya yaklaşan bir Aralık günü. Sesler kesilir, ışıklar söner, perde kapanır; ne Süleymaniye, ne Beyazıd, ne de Sultanahmet… Bütün sular çamurlanır; “Cengiz sana bir şey diyeceğim…” … ‘Kendine yazık… Yapma!’ Kırmızı kudele, ayna ve telefonlar. Necla! Hayır, duymuyor. Gözleri şimdi karşıki apartmanın on ikinci katında. Zaten binadan başka ne görünüyor? Hiç! Yavaş yavaş saçları dökülmeye başlayan hatıraları canlandı. Kendini alamadığı bir tarafı vardı bu zehrin. Cama vuran ve oradan gözlerine ve oradan da sahneden birleşen şeylerdi hep. Necla kendini kaptırmamak istedi. Hayır, başladı bir kere! ‘Yazık ediyorsun Necla!’ ‘Dinlemiyorum seni! Defol git!’ Gözleri dolmaya başlamıştı bile. Kırmızı kurdeleli ayakkabılar… Ayla ağlıyordu. ‘Necla…’ kesik kesik bir Necla haykırıyor ve kırmızı kurdeleli ayakkabıların bir tekini elinde tutuyordu. ‘Hayır Necla hayır!’ Sağ tekini de fırlattı arkasından; ‘Defol!’ Bu, son sözüydü Ayla’ya. Üç kız kardeşli evin ilk gürültüleri, yandaki iş makinalarının seslerine karışıyordu. İş makinaları, ilk ağaçları yıkıyorlardı bu mahallede. Sonra temeller kazılacak ve modern binalar gelecekti. Ayla hıçkırarak kapanan cama baktı; Necla ile bütün hatıraları cam gibi işte karşısında! Ayakkabıların biri hâlâ yerdeydi. Günler sonra Necla buldu onu; sırılsıklam yağmurdan… ‘Kaldırmayın, bırakın!’ dedi önce. Sonra onu aldı ve savurdu; on iki katlı binanın taze kazılmış temeline katıldı ayakkabı. … Bir eşini Ayla hatıra diye almıştı. Evet, Ayla’ya bir tek bu kalmıştı Necla’dan. O yemekhaneyi, çatal, kaşık seslerini, Cengiz, Necla ve kendisi gibi genç birini anıyordu. O ayakkabı teki, Ayla’nın küçük ceviz sandığına kaldırıldı; Necla’nın kocasının cebinde çıkan ve yine Ayla’nın suratına fırlattığı küçük defterle birlikte… O defterin arasından düşen resimle birlikte ceviz sandıktaydı kırmızı kurdeleli ayakkabı teki.
VII
Yorgundum… yürürken. Zeynep Kamilov İşten çıktığımda saat 19:10’du. Eve gitmek istemedim, nereye gideceğime de karar veremedim. Sadece Eyüp’e doğru yürümek istedim. Canım sıkıldığında yürümek, yürüyen yerlerimi incitse de zihnimi dağıtıyor. Yalnız, gideceğim yol ile ilgili tedirginliğim var. Kız çocuklarının kullanması için sağlıksızdı o yol. Yol belki her çocuk için yalnız yürünmeyecek kadar sağlıksız… Demirkapı’ya gitmenin en kısa yolu orasıydı. O yol üzerini mesken tutmuş içkiciler geldi aklıma, ‘zararlı olabilirler’ dedim. Halbuki zihnim yorgun haliyle görünenlerden daha zararlı. En azından onlar daha sahici… Yalnızken yaptığım en keyif verici işe soyundum hemen. Türkü söylemek. İstemeden de olsa çoğu zaman kendimi bir türkünün içinde buluyorum: yerleşmiş bir hüznün içimden sökemediğim parçası gibi. Sonra aynı yolu çok sevdiğim bir insanla birlikte yürüdüğüm zaman geldi aklıma. Yüreğim o kadar yorgun ki; üzülemedim bile. Üzülmediğime üzülmekle kaldım…. Pencereden bir taş geldi, Ben sandımki Mamoş geldi, Uyan Mamoş, uyan Mamoş Başımıza ne iş geldi, Di kalk Mamoş, Mamoş, di kalk Başımıza yığıldı halk….
Mamoş, beni duydu mu bilmiyorum. Ama yanımdan geçenler aval aval yüzüme baktı. Halbuki durup dinleselerdi? -Dikkatimi dağıtırlardı, böylesi daha iyi oldu.
VIII
Sevmedim o adamları. Hızlı adımlarla geçtim yanlarından. Demirkapı’ya geldim. İstikamet Eyüp’tü. Karşıya geçememem için kırmızı ışık yandığında; acaba Fatih’e mi gitmeliyim dedim. Fatih… Şimdi bu kadar yorgunken babamın hayalinin peşine düşmek, gerçekten düşülesi bir durum. Düşmüşüm zaten: kalkamamaktan korktum. Ve yeşil yandı. Kurtuluşun rengi hep yeşil midir? Bu soruyu da ulular cevaplasın. Ne soru olsun diye sordum, ne de biri bir cevap bulsun diye… Yine hızlandım, önümdeki yavaş yayaları da geride bıraktım. Açık hava, bol oksijen sırada ki türküm: Şu benim divane gönlüm, Yine hubdan huba düştü, Mah cemalin şulesine, Çalkalanıp göle düştü, Kiminin meskeni külhan, Kimi derviş kimi sultan, Herkes yari ile mihman, Bana yarimden cüda düştüm… Güneş batmak üzre, çok hoş bir kızıllık var havada. Gerçekten dünyada güzel şeyler de mi var? -Olabilir, bulutların dili olsa öğretirlerdi bana. Benim dilim kendime öğretici olmaktan uzak. Uzağım öğretilebilen şeylerin diline: zaten kekemeliğim engel, öğrenebilirliğime. Yarim senden ayrılalı, Hayli zaman oldu, gel gel Bak gözümden akar yaşım Ab-ı revan oldu gel gel… Türküme gömüldüm tekrar, önümde bir adam var. Kadife sesimle ilgilenmedi, önce beni duymadığını sandım ama çok yakın. Sağır olabilir. Baktım araçlar fren yaptığında dönüp bakıyor. Uyuz oldum ona. Türkülerime fren yapmayı öğretecek halim yok. Diğerleri fazla ciddiye almıştı, bu da fazla ciddiye almadı beni. Sanırım virgülden sonra ki fazla gerçekten fazla.
IX
Türkülerden inip Eyüp meydanına ulaştım. Camiye gidip hazrete bir selam verip dönmek var aklımda. Camiye doğru yürüdüm, etraf kalabalıktı hatta bir sürü polis var. Sandım bir o kadar da suçlu var. Kalabalığa yaklaştım; önce bir pilav kazanı gördüm, yanında kavurma var. Teşkilatın başköşesini ayran tutmuş. Anlayamadım olup biteni. İnsanlar sıraya girmişti. Sıradakilerin sokakta yaşayan insanlar olduğunu anlamakta güçlük çekmedim. Sonra önümdeki ceketli-kravatlı adam bana yüzünü döndü. Sen aldın mı dedi. Cevap vermeyi planlıyordum ki; ‘bir tane de bu ablaya ver’ dedi. ‘Şey ben muhtaç değilim’ dedim ama sanırım sadece kendim duydum bunu. Çünkü nohutlupilav, kavurma ve iki tane tulumba tatlısı diliminden oluşan menü elime geldi. Sonra sordum mideme: muhtaç mısın? Organlarımın hepsi birden cevap verdi: muhtacız! Utandım, öyle ulu orta yemeye bir köşeye geçtim. Muhtaç olduğum belliydi sanırım, bulutlar geldi üstümde durdu. Merhametin ta kendisiydi okunan akşam ezanı… Eyüp Emniyet Müdürü Bilmem Kim yapmış o hayrı. Düşündüm anlamlandırmaya çalıştım. 'Bayram değil, seyran değil, polis beni niye öptü' diye düşüncemi uzattım ama yine tatmin olacağım bir cevap bulamadım. Çok da umurumda değildi zaten… Durağa doğru yürüdüm. Durak bana yürüme nezaketini göstermediği için, ilk gelen otobüse binip onu terk ettim. Evdeyim.... Vs, vs, ve ile saire bir süre babaannemle muhabbet etti. Babaannemin sorduğu her soruya titizlikle cevap verdim. Ama ne sordu, ne konuştuk hatırlamıyorum. Zaten yanlış cevap verseydim babaannem şimşek olur; gerekli uyarıyı yapardı. Ya da gizli oy kullandı. Yarın akşam açık oya çevirecek, onu da bilmiyorum. Politiktir babaannem, her ne kadar aktif siyaseti düşünmese de; sivil hayatın sivil siyasetçileri arasında yer alan saygın üç beş kişiden biridir. Her insan biraz saygındır, üç beş kişiden biri olmadığı halde, diye cevaplıyor beni karşı düşüncem. Odama geldim. Her akşam kitaplığımda ki kitaplarımı neredeyse tek tek kontrol etme hastalığına nasıl yakalandım bilmiyorum. Özlüyorum onları, onlar da beni özlüyor olmalı. Kitap, karşılığı olan bir şey olmalı. Öyle sanırım, öyledir belki…
X
Sonra Atatürk’ü Anlamak diye bir kitap takıldı gözüme, burkuldu içim… Atatürk’ü hiç anlayamamış olmak mı üzüyordu beni. Keşke ‘tatlı su İslamcısı’ olaydım, ne güzelleme yapılırdı bu olay üzerinden! Ama hikayem ve hakikati farklı idi. Orta üçüncü sınıfa giderken Polis Haftası etkinlikleri kapsamında düzenlenen kompozisyon yarışmasında; ilçe birincisi olmuştum. Bu kitabı hediye etmişlerdi. O günü hatırladım birden; heyecanlıydım ve verilecek hediyeyi merak ediyordum. Tabi ki hediyeyi verdiklerinde merakım geçti. Kitap gerçekten Atatürk’ü anlatıyor ama bir gerçek daha var: ben anlamıyorum. Neyse ki anlayışımdaki sınırlılık sadece Atatürk’le sınırlı değil… Sonra günü geriye sardım. Polislerin düzenlediği etkinlik o kadarda anlamsız değilmiş. Çünkü 10 Nisan Polis Haftası imiş. Bu kapsamda çeşitli faaliyetlerde bulunuyorlarmış. Parçaları birleştirdim, hikayeler bile şimdi ki durumumun perişanlığından yakındı. Bundan bilmem sayılabilemez yıl kadar önce ödül aldığım emniyet mensuplarından; şimdi muhtaç bir vatandaş olarak yemek almak, zoruma gitti. Her ne kadar acım tüm emniyet mensuplarını ilgilendirse de; sivil halk ve babaannem bu gerçeği bilmeli. Peki Atatürk’ün hiç mi suçu yok! Peki, peki şimdi yürürken sakladığım ve zihnimde sürekli dönen o soruyu size de sormalı mıyım? İnsan, intihar etmemesi için hiçbir sebep bulamıyor ve yine etmiyorsa hangi ödüle layıktır!
Karanlık - IV Sedat CAN İşte her şey kendi kendine, kendi halinde, sen bir şey yapmaksızın ve doğrusu senden de bir şey beklemeksiniz yürüyor, oluyor, bitiyor, geçiyor, gidiyor. Öğrendiklerin, tattıkların ve hissettiklerin kalıyor sadece. Bunlar bile senin çabanla değil. Böylece kendisini teselli etmeye çalışıyor, sakinleşmek istiyordu. Dış dünyanın farkında değildi. Kendi içinde var ettiği ve sonra ortadan ikiye böldüğü, yırtılırken sesini duyduğu ve artık asla tek parça hayal edemeyeceği boş dosya kağıdını düşünüyor, buradan diğer yırttığı veya kırdığı veya yaktığı kağıtlar, kalemler, mürekkep şişelerine geliyor ve örnekleri çoğaltıyor,
XI
bunları derin derin düşünüyor, sonra bunların içinde doğru olanları seçip ayırıyor… ve giderek uzaklaşıyordu dış dünyadan. Örnekler arttıkça tedirginliği de artıyor ve yavaş yavaş karamsar bir bulut gözlerinden gönlüne akıyordu. Evet, artık dış dünyadan tamamen kopmuştu. Ümitlerinin içinde kalanlar vardı ama bunlar da yeri gelip bir örneğin kurbanı olacaktı. Şeklin anlamdan, konuşmanın sükuttan, benin senden, benin özgeden, benin ruhtan önce geldiği bir kuşaktandı, böylece örnekler de anlamı derinleştirmekten çok esas oluyorlar, konunun üstüne çıkıyor ve konu bir kenara bırakılıp bunlar tartışılıyordu artık. Politik söz oyunları, insanların düşünme yollarına kadar sirayet etmişti. Kendisi muhalifti ama bunların dışında kalamamış, o da böyle düşünmeye itilmişti; henüz farkında değildi. Giderek kalabalık oluyordu sisin kapladığı örnekler. (O hepsini birer fikir olarak vehmediyordu.) An be an telaşı, huzursuzluğu artıyor ve ümitleri, anıları, sükuneti kayboluyor, silikleşiyor ve artık yok oluyordu. *** İçinde bulunduğu ortamların, yaptıklarının, kaçtıklarının, gördüklerinin… içinde bulunduğu dünyanın gereksiz olduğuna inanmayı, yeni ve ‘gerekli’ bir dünya kurmanın ön şartı sayıyordu. Bunun gibi pek çok şey vardı ki, onun için atlanması mümkün olmayan basamaklardı. Henüz bu şartlanmanın da içinde bulunduğu gereksizliklerden olduğunun farkında değildi. Bu dil, bu renk, bu düşünüş doğru mu acaba? Ne yaptığımın farkında mıyım? Hangi soruya cevap arıyorum? Bulduğumda anlatabilecek miyim? İnsanlar anlayabilecekler mi? Acaba ne anlayacaklar? Niçin, nasıl ve neden? Bu yalnızlık, bu kitaplar, bu defterler, bu… şeyler benim tercihim mi? Hayır, ben bunları düşünmedim; bunlar hep ilahi iradenin tecellisi. Bütün bunlar benim kodlayabileceğimden daha derin anlamlar taşıyor. Demek ne yaparsam yapayım, bir adım sonra olacağım şey benim anlatmak istediğim şeye işaret etmeyebilir. Çay içsem mi bir tane daha? Dirseği dizinin üzerinde, kafası masaya dayalı oturuyordu. Alnına masa örtüsünün çizgileri geçmişti belli belirsiz. Ne yaptığını anlamak istiyor, ama yapamıyordu; yaptıklarına bir anlam yükleyemiyordu. Yaptıklarına sorduğu niçin’ler zinciri hep bir yerde kopuyor ve Allah’ın rızasına bağlanamıyordu. Ama öyle olması gerekirdi. Her şeyin nihai sebebi, niçin’in en son ve kâmil cevabı Allah rızası için, olmalıydı. ***
XII
Otobüsteydi. Hava çok sıcak, klimalar bozuktu. Bulduğu yarım bir koltuğa oturdu. Çantasını dizlerinin üzerine koydu ve bir süre yere baktı. Kafasını sola çevirdi. Geriye doğru akan evleri, binaları, ağaçları ve evleri gördü. Bunlar üzerine düşünmek istedi. Hâli yoktu. Karşısındaki genci süzmeye başladı. İlk bakışta herhangi bir ‘züppe’ydi. Kendisi gibi düşünmeyenlere mantıksız dediği gibi kendisi gibi giyinmeyenlere de züppe demekten çekinmiyordu. Sonra tekrar dışarı, uzaklaşan evler, binalar, ağaçlar ve evlere… ve tekrar karşısındaki ‘züppe’ye baktı. Mavi, turkuaz, beyaz dik çizgili bir gömlekti üzerindeki. Hafif traşlı yahut hafif tıraşsız, belki hafif sakallıydı. Gözleri, burnu ve dudakları son derece uyumluydu. Saçları parlıyor ve geriye doğru parlıyordu. Gömleğinin yukarıdan üç düğmesi açıktı. Göğsünde olmadığından belki, göbeğindeki kıllara işaret ediyordu gömleğinin bir araya gelmeyen iki yakası. Gömleği dışarda, saati markaydı. Bir anlamı var mıydı sağ kolunda olmasının? Parlak deri, spor ayakkabıları bağcıklı değil cırt cırtlıydı. Üç mat deri kesiyordu parıltıyı. Tekrar dışarı baktı. Uzaklaşan evler, binalar, ağaçlar ve evler yabancı geldi nedense. Kafasını önüne eğdi. Artık hiçbir yere bakmak istemiyordu. Gözlerini kapattı, yapamadı. Birazdan çantasını açtı, bir şeyler aradı, aramadıklarını buldu, ne aradığını unuttu, hatırlamak için saate baktı, geç kalmıştı. Ne arıyordu? Bilemedi. Derin bir nefes aldı ve züppeyle göz göze geldiler. Kaşlarını çattı. Aradığını bulamamıştı. Bir süre göz göze kaldılar. Anlaşılan züppe de ondan hazzetmemişti. Yine de daha fazla dayanamadı, bakışlarını kaçırdı züppe. Zafer kazanmış gibi eliyle alnını sıvazladı. Züppe telefonunu çıkardı, tekrar göz göze geldiler. Züppenin kulaklıklarını fark etti. Kim bilir ne dinliyordu… züppe! Hızlı adımlarla merdivenlere doğru yürüyordu. Kafasında belirgin bir fikir yoktu… henüz. Üçüncü basamaktan sonra yavaşladı. Dili, damağı kurumuştu. Su içmeli, dedi. Bir büfe aramadı, kafası önünde ‘su almalı mı’ diye sordu kendi kendine. Cevap alamadı. Treni kaçırmasaydı madem, artık peronda su bulamazdı.
XIII
Treni beklerken ayakkabılarına çarptı gözü. Bağcıklı, boyalı ayakkabılar… Koyu renk kumaş pantolon… ayakkabılarla aynı renk kemer ve pantolonla uyumlu koyu, çizgili, yakasız gömlek. Kolları sıvalıydı… üç kat. Oturdu, kafasını önüne eğdi. Gözleri ayakkabılarındaydı. Züppeyi hatırladı, cama yasladığı dirseğine kadar sıvamıştı o da kollarını. Hemen düzeltti, elini ütü gibi gezdirdi üzerinde ve kol düğmelerini ilikledi. ‘Züppe..’ diye geçirdi içinde. İrkildi, eliyle yakasını kontrol etti; ‘şükür ki hepsi ilikli’ydi. Kaşını ovuşturdu, birkaç kıl kaldı parmaklarında. Saat baktı, tren gelirdi birazdan. Sırtı ağrıdı, tekrar yere eğdi başını. Bağcıkları mı gevşekti gevşemişti? Birazdan ayağa kalkınca çözülmesinlerdi? Kontrol ederken dalgınlıkla önce sol, sonra sağ tekini çözdü ve sağdan başlayarak sıkı sıkıya bağladı. Züppeyi düşünüyordu. Batının getirdiklerine körü körüne inanan, onları sorgulamadan benimseyen, basit ve aşağıydı o züppe. Göbeğine kadar düğmelerini açmakla ne anlatmak istiyordu kim bilir… Herhalde bu da yeni modaydı. Tren gelinceye kadar, yerdeki taşlara bakarak düşündü züppeyi.
Piraye Münib Ersen Tuna
hayıflanıyorum sık sık beceriksizliğime güzelliğini aksettiremedikçe dizelere seni hak etmediğimi düşünüyorum kelime haznemi genişletmeliyim belki saçının her bir teli adedince dudakların kadar davetkar kirpiklerin gibi düzgün olmalı sözcükler düşünüyorum bazı geceler ait olduğun mısraları hayır mısralar sana ait değiller henüz dedim ya beceremiyorum bir türlü bilmiyorum bunda da bir hayır mı var yoksa lakin nazımın pirayesine delicesine aşık binlerce şair tanıyorum
XIV
Ayne’l Yakîn Uğur Yılmaz
gönül isterse göz görülecek şeylere, dünyaya, dünya nimetlerine bakar gönül isterse göz örtülü şeylere, manaya, ilahi sırlara bakar… Hz. Mevlana “Gözümden düştü” lafını ilk duyduğunda henüz 3 günlüktü… Anladığındaysa 8 yaşında. Parmaklarını gözlerine götürdü, dokundu. Çok normal olduğunu düşündü gözden düşmenin. Duracak bir yer yoktu çünkü. Hem düşeni tutamayacak kadar zayıftı kirpikler… Öyleyse annesinin dediği gibi acınacak bir durum yoktu ortada. Gözden düşen insanları sevmeye, onlara bu gerçekliklerinden ötürü saygı duymaya başladı. “Gözde insan” sözünü duyduğundaysa bir bilmiş edasıyla gülümsüyordu. Bir insanın bir diğer insanın gözünde yeri olmadığını çok iyi biliyordu artık. Ve sonra hayatı boyunca, ne kimsenin gözüne girmeye çalıştı ne de kimsenin gözdesi olmaya… Kendi gözünün içine içine bakan insanlara ise bir türlü anlatamamıştı: "gözde duracak bir yer yok tam tutundum sanırsın, bir göz kırpmasıyla düşüverirsin..." Mühim olan gönülde durmak, gönüle durmak…
XV
Merhaba Ethem Köse … Ellerini yüzüne kapatmış titriyordu. Sayıklıyor; merhaba, merhaba, merhaba… Donup kaldım; ne ses edebildim ne ‘merhaba.’ Ellerinin kapattığı gözleri ben görmedi. Görse belki utancından susardı. Belki bana kızar, başka tarafa döner; beni kovardı belki de? Ya da şöyle bakıp, tekrar kapatır ellerini yüzüne, hıçkırıklarla sayıklamaya devam ederdi. İki ihtimal mi? İlk önce evet; iki ihtimal. Ya biri ona son söz olarak ‘merhaba’ dedi, ya da o birine ‘merhaba’ deyip cevap alamadı. İkisi de sayıklamak için değilse bile ağlamak için olağan sebepler. Başka ihtimallerde vardı sonra; belki birine ‘merhaba’ demek istiyor ama diyemiyordu. Âşıktı belki! Belki sevdiğinin ismiydi merhaba. Belki tek bildiği kelime buydu; merhaba. Başka sayıklanacak kelime bilemeyebilirdi. Ama hayır; ilk ‘baba’ denirdi. Bu ihtimal suya düştü. Onun âşık olduğu merhaba da ben değilim; ben merhaba değilim. Onunla konuşmak için bir ihtimal lazım bana. Belki en sevdiği oyuncağına ‘merhaba’ diye bir isim takmıştır. Belki bütün vedaların başlangıcıdır… Hayır, onunla konuşmak için bir ihtimal! Belki hayatta o kadar yalnızdır ki, merhaba diyecek kimsesi yoktur. Olabilir, bu hem ağlamak hem de sayıklamak için mantıklı bir sebep. O halde onunla konuşmalıyım. Gönlümün bir yerinde oturmuş ağlayan çocuğun omzuna dokundum. Ağlamaktan gözleri kıpkırmızıydı. Bana uzunca baktı; çok ihmal edilmişlerdendi. Merhaba, dedi son defa. Merhaba, dedim utanarak… …