Rafadan 08

Page 1

Kaldırımların yuttuğu kelimeler, taş duvarların emdikleri… Gün gelip aynı sesle; ‘Bu şehir yavaş yürüyene yol vermez’

Rafadan Taş Duvardan! rafadandergi@gmail.com

Düşünce, Edebiyat Dergisi Haziran, 2012 Yıl: 1 Sayı: 8

Sonra, sabaha kadar uykusuz gecelerden sonra gece uyuyamaz olduğumdu. Hep pastırma olanlarla gerçek olanları karıştırdığımdı yazların. Birazdan aynı salı ve perşembeler; pazar sabahları uzayıp, yayılıp, hiç farksız oldular diğer gün ve gecelerden. Oltamı alıp balığa çıkmak artık tersinden başlayan bir duygular silsilesiydi benim için; önce heyecanlı olması gereken yerde bir bezginlik, sonra beklemeli kısımda bir heyecan ve hep dolu kovalı yokuştaki bir ağırlık çökerdi üstüme. Benim için balık mevsimi geçmişti galiba. Böyle böyle olurdu belki ölüm; bir pazar sabahı balık mevsimi, bir gün erik toplama mevsimi, sonra çaylı-sigaralı oturmalar, sonra sarışın ve esmer olanlar ve diğer bütün her şey gibi komik film izleme yaşı da geçerdi. Ve insan hepsi geçtikten, hiçbiri kalmadıktan sonra ölürdü. Belki de böyle olmazdı; yaşamak mevsimi geçmedi benim için de henüz. Bir sahnede, hani o başkahramanla ilk karşılaşılan… kimse henüz başkahraman olduğunu da bilmiyorken ama, ne de keyiflidir hayat. Durup kendine onun bir sahne, senin sen ve onun da rol yaptığını hatırlatmadıkça da bu keyifli oyun sürüp gider. Yine de sen bir yerde onların rol yaptığını kendine ve herkese bakarak hatırlarsın içinden. Seyircilere bakarsın; hepsi o başkahraman olan yahut onun âşık olduğu gibidir. Artık tat alamazsın. Senin için de balık tutma mevsimi geçmiştir.


Ethem Köse twitter.com/ethemkose

Ben eksiğim. Babaannem hep derdi ki; insanın neresi ağrıyorsa canı oradadır. Gözlerimi kapatıp, bir başka ben oluyorum. Ortasında ülküsü duran bir adam, gözlerimi kapattığımdaki ben… hep konuştuğum, beni konuşturan adam. Gözlerim kapalıyken olan ben. Parmağımı kestiğimi düşünüyorum bu adamken. Öyle ciddi olmayan, ama canımı oraya çekecek kadar da acıtan bir kesik. Hafifçe kanıyor, sızlıyor. Biraz daha sert bir darbeyle daha derin bir kesik; artık ondan başka şey düşünemem. İşte canım serçe parmağımda. “Can vermek bir ülkü uğruna…” Şimdi canım serçe parmağımdayken öyle çok şey değil gibi geliyor. Koparıyorum canlı serçe parmağımı hayalimde; musluktan akar gibi kan! Bitmiyor yine de, artık daha bir canlıyım. Feryat, figan nafile. Ülküm de duruyor, bekliyor; ‘kolay değil!’ diyor hayalimde. Başladık bir kere; keskin bir satırla elim kesilir şimdi. Canım yine artar, yerimde duramam. Dirsekten kolum, kökten kolum kesilir. Hâlâ canlıyım; ülküm için verdiğim canlar beni daha mı canlı yapıyor? Bu fikri seviyorum; hazır canım boğazıma gelmişken… Ülküme feda ediyorum. Ben yokum.

II


Karanlık - VI Sedat CAN twitter.com/sedatcansedat

Elinden kayan bir şeyler vardı. Izdırabını duyduğu, ne olduğunu merak ettiği, ama anlayamadığı… “Hayat böyle işte” derlerdi insanlar bazen. Yer yer üç nokta, yer yer ünlem, bazen de kendisinin anlam veremediği bir şekilde nokta koyarlardı sonuna; “İşte böyle hayat.” Bir kazaydı hayat, bir yanlışlık, geçiştirilen bir tanışık, çalışılan ama girilemeyen, girilen ama kalınan, geçilen ama yine de memnun olunmayan, mezun olunamayan bir sınav, acele edilen bir otobüs, kaçırılan bir vapur, kaçan vapurla birlikte anlamsızlaşan acele, geciken çay ve simit ama illa ki bir vapur seyahati, bir kaza yahut vaktinde yapılan bir kaza sigortası, depremden sağ kurtulmak gibiydi işte… Nasıldı? Bir şeydi hayat böyle olan; yer yer rüya tabirleri kitabında, yer yer diğer bazı kalın kitap-larda, gerektiğinde gazetelerde yazan kısımları vardı. Çok değildi bunlar ama yine de vardı. Gerektiğinde geç kalınabilen, genelde acele edilen, bazen anlamını, zaman zaman önemini, bütünlüğünü kaybeden, hep parça ve bütünleşmesi gereken parçalar ve birleştirilemeyen bütünleşmesi gereken parçalardı. Hayat öyle olan ve böyle olmaya gebe bir öyle olan şeydi; deprem olan, sel olan, savaş olan, ama çöpçülerin temizlikten vazgeçmediği, mesailerine geç kalmadıkları bir şey gibi, şarkılaşan, başkalaşan, parçalaşan ve anlama doğru artan bilgiler ve anlamsızlıklar yumağı olan gereksiz tecrübelerin yargı olarak öne geçtiği, anlamayı zorlaştırdığı, acele ettirdiği yine de anlaşılmak isteyen ve anlamlandırılmak zorunda olunan… İşte yine kaçırmıştı ineceği durağı! … Vazgeçilemeyecek bir şeyler olmalıydı bu hayatta. Önemini yitirmeyecek, hatta giderek ve hep önem kazanacak bir şeyler var olmalıydı. …ve vardılar da!

III


İşte hayat böyle, demeyi becerememişti bir türlü. İşte hayat böyle deyip işin içinden sıyrılmak, sonra yatıp uyumak, sabah saat zırıltısıyla kalkıp koşa koşa otobüse, vapura yetişmek ve işte hayat… demek; sınavlara girmek, kalmak, geçmek, yeniden ve yeniden sınavlar ve sonra ‘hayat işte…’ demek istiyordu. Henüz ‘işte’ ile ‘çünkü’ arasında kalmış ve ‘böyle’ diyebilecek kadar tanımıyordu hayatı. “Ama…” tanıdığı kadarıyla ‘işte hayat’tı. Soğuktu, aceleydi; yalnız ve uzun… Bir çay daha istemek için etrafına bakındı. Vazgeçilemeyecek bir şeyler aramaya devam ediyordu. Manzaranın uzak olması gereği gibi vazgeçilemeyeceklerin de anlamlı ve vazgeçi-lemeyecek kalabilmesi için uzakta mı olması gerekirdi? Bir şeyler bulmaya çalıştı, yapamadı. Aramaya tekrar ve en uzağından başladı. Anlamlı buldukları vazgeçilebilir geliyordu her seferinde. Altı çizili kelimeler kullanarak örnekler vermeye başladı; tekrar, tekrar ve hep yaptığı gibi örneklerde boğulmaya başlayacaktı. Durdu istemeyerek. Boş bardağı ağzına götürmesi üzerine bir gülme sesi duyunca durdu. Dönüp bakacak oldu, aklına geldi; bir defa daha böyle kendisinin işaret edilerek gülündüğü olmuştu, boş kaşığı ağzından çıkarışını ve bir oğulun babasına kendisini işaret ederek güldüğünü, adamla göz göze geldiklerini… Hoş olmadığını hatırladı. Göz göze gelmek istemedi. Yapamadı. Bir çay daha istedi ve tekrar döndü. Unuttu. Ne düşünüyordu? Evet, işte hayat böyleydi.

Banko Aylin Mücrime LEM twitter.com/mucrime

Kadın elinde neyle uğraşıyor bilmiyorum. Ama hep gelip önümde dururlar. Siyah giyimli, beyaz parmaklı bir kadın. Sesimi çıkartmadım. Her ses çıkarttığımda kabak bana patlar, bilirim. Hem diyecekleri olunca onlar derler. Ellerinin birini bankonun üzerine koydu, parmakları bembeyaz. Dur, dur diyorum kendime; daha bakma. Kabak nasılsa bana patlayacak. Bilgisayarda işim var gibi yapmaya devam ediyorum. Kadın işte, ne bilsin.

IV


Sessizlik olmasın diye tuşlara da basmalı. Basalım; menallğhneyşyipeş5893benekzkğn… Şuradan da bir kâğıt çıkaralım. Beyaz kâğıt. “Affedersiniz.” Hep böyle başlar zaten, ben affederim, onlar bir şey sorarlar. “Bir saniye” diyelim. Kâğıdı çıkaralım. “Aylin Hanım!” diye koridora doğru seslenelim. Yok Aylin, ben de biliyorum. Ama kadın bilmiyor ya. Nasıl da beyaz parmakları! Yüzüne bakmadan başka gişeye göndermeli; başka gişeye git kadın! Gitmez. Diğerleri kendilerine daha meşgul süsü vermekte daha ciddiler. “Aylin Hanım...” diye söylenelim. Ekrana bakıyorum da kâğıda yazacak bir şey bulamıyorum. Aylin Hanım… Başlat… Programlar… Aylin… Aylin? Aylin yok. Evet, o yoktu zaten. Bembeyaz parmaklar! Aylin Hanım olsaydı ona bu kâğıdı verirdim. Seni seviyorum da yazalım mı? Kadın üflüyor; yapacak bir şey yok, bekle kadın! Parmaklarıyla acele ediyor. “Bir şey sorabilir miyim?” Kâğıda yazmaktan kafamı kaldıramıyorum kadın! Siz hep acelenizin arkasına saklanırsınız. Ben sanki akşama kadar… “Bir şey soracağım!” Kâğıda ekleyelim bunu da. Bir kâğıt daha çıkarıp zımbalayalım birbirlerine. Yok, böyle olmadı. Beyaz parmaklar şıklıyor. “Sorun.” Sorsun tabi. Ama kağıttan kafamı kaldıramam. Soruyor; “Ben Kocakemal mahallesinde oturuyorum…” Koca Kemal bitişik mi kadın? Önemi yok. “Aylin Hanım!” Önemli biriyim ben, işim var kadın! “Evet?” Kadın işim olduğuna ikna olmuş olmalı artık. “Bizim emlak vergilerimiz…” Tamam, kafamı kaldırmaya gerek yok. Aylin gelmese de olur. Üst kat diyeceğim, bitecek. Ah beyaz parmaklar. Kendimi hep aynı türkünün aynı dumanlı yerinde bulmak zorunda mıyım? “Üst kat.” Tamam. Kâğıt güzel oldu. Uzaktan bakınca dilekçeye benziyor. Başlat’tan sonra Donatılar yazsam daha iyi dururmuş. İyi? Estetik yani. Aylin de gelir miydi? Gelmezdi, yok çünkü. O pazar günü, cumartesi günü, mesai saatleri dışında, ben yokken olan biri çünkü! Yok Aylin! Ben yalnızca beyaz parmaklardan biliyorum onu zaten. Ah Aylin. Kadın hâlâ burada. Anlamadın mı kadın? “Üst kat.” Bir şey daha mı soracak? Belki yüzüne baksam artık… Cesaretim yok. Keşke daha az beyaz parmaklı bir işim olsaydı. Ama kadın ne bekliyor hâlâ? Acaba Aylin Hanım’ın gelmesini mi? Sana hanım değil de canım demek isterdim Aylin.

V


Kadının yüzüne bakmalı artık. Kutumda büyük hissetmiyorum zaten. Ona ‘ne istiyorsun’ der gibi bakmalıyım. Donatılar da estetik durmadı. Acaba… “Recep Bey!” Yan masadaki kızın da Recep Bey’i geldi. Anlıyorum yeni gelen kız, anlıyorum. Bakmayayım, utanır. Yeni başladı o. Donatılar yerine… neyin estetik kaygısı? Estetik… Aylin. “Recep Bey!” Zavallı kız. Biraz daha tuşlara basıp kadına ‘ne istiyorsun’ der gibi bakalım. Kadın da ezile büzüle gitsin. Saygılı olsun. Aylin vardı bir zamanlar kadın; hani beyaz parmaklarınızı ondan aldığınız… Kadın o, bilmez ki. “Recep Bey, bir saniye bakar mısınız?” Yeni gelen kızın Recep’i çok geldi herhalde. “Size sesleniyorlar galiba.” Kadın sen niye gitmedin? “Efendim?” “Recep Bey, bir saniye bakar mısınız?” Ah! Kız da demek… “Geliyorum.” Gidiyorum. Kadın “Üst kata çıkacaksınız.” “Ama oradan da size gönderdiler.” Beyaz parmaklı olduğun içindir. “Peki. Bekleyin” kadın. Önce yeni gelen kıza bakmam lazım. “Evet?” Ekranda işlemler… “F5’e basıp yeni kayıt istiyoruz.” F5’e bas yeni kız. Ben mi basayım? Ne de çekingen; ellerini kaldırdı, geri çekildi masadan. Yeni Aylin halleri. “Yeni kayıt istedikten sonra…” şuna bas Recep, buna bas Recep… “Böyle işte.” “Teşekkürler.” Gül Recep. ‘Bir şey değil’ der gibi güldüm. Acaba diyebildim mi? Yoksa sesli mi söylemeli? Beyaz parmaklar bankoda bekliyor. Bir kere yüzüne bakınca kararıyor hepsi. Beyaz kâğıdı kaldıralım masadan. Beyaz kalan kısımları başka beyaz parmaklara saklayalım. “Sizin emlak vergisi miydi?” “Emlak vergisini yatırdım da…” Makbuzu ver kadın. Elinde uğraştığın bu muydu yoksa? Resmi evrakla oyun olmaz kadın! Makbuzu da beyaz kâğıt çekmecesine mi? Önce F5 yapalım; Mükellef: Aylin… Durup durup sana âşık oluyorum işte böyle…

***

VI


D Majör Yalnızlık Ahmet Münib twitter.com/ahmetmunib

Yok musun?.. Bir tını yükseldi boğaza yakın bir boşluktan, savrulup gitti rüzgârla Ortaköy açıklarına. Mayıs’ın Haziran’a gebe olduğu gecelerden bir geceydi. Altıncı ay, tuzla karışık çiçek kokularıyla doluşmuştu sahil yoluna. Uzaktan Çengelköy ne kadar da güzel görünüyordu. Sonra şu tek perde gitar sesleri, arkasından viyolalar… Bir orkestra mı tanıklık ediyordu su katılmamış yalnızlığa?.. Yoksun… Taze yeşilliğe bürünmüş dallarda yapraklar ve cadde üzerinde birbirine sokulmuş insanlar yürüyordu. Büyük Mecidiye’nin arkasından eski taş döşeli sokağa karıştım usulca. Kuşlar uykuya mı geçmişlerdi, oysa saat daha on iki bile değildi. Ave Maria çalınıyordu kulaklarıma Rodrigo’nun ardından. O piyonaya eşlik eden lir, arkasından kemanlar… Kaybolayım istiyordum Berlin’in, Münih’in bitmeyen senfonileri arasında. Londra’da Othello’yu izlerken bulsam kendimi, sonra Picadily ortasında sokak çalgıcılarına katılsam, yan flütümü öyle üflesem ki hiç bitmesin istense. Gözlerimi kapayıp açtığımda Paris’te Notre Dame müzikalinden çıksam, kahvemi ise Lüksemburg Bahçesi kenarında bir parisien ile birlikte yudumlasam. Sonrasında Floransa’da bir operette, üst katta locaların birinde… Nihayet kavuştum kanuna, tambura… İstanbul’dayım, Hacı Arif Bey ile, Itri ile yan yana… Bestelerin en güzelleri ellerimizde, Bağdat’tayken Roma’ya, Granada’dan Budapeşte’ye Kosova’ya… Savrulsam, notaların orkestralardan savruluşuna imrenerek. Her yerde İstanbul; her nefeste, her bakışta, her duruşta sen… Yoktun… Beşiktaş, erguvan kokulu baharı uğurlamıyordu o gece. Müzikaller boşuna sahnelen-miyor, tragedyalar oynanmıyor… Neredeydin sen, gelecekteki… Belki allı pullu, belki sırma saçlı… Bu bahar da gelmedin. Çalınsın o zaman en yakıcı operalar, sümbüller büksün boyunlarını ve rüzgâr okşamasın bu gece saçlarını.

VII


Yüzün gülmeli ama, Pachelbel’in yüzümü gülümsettiği kadar en azından, d majör yalnızlıklarımın arkasından. O keman sen ol, yahut bir bulut; yüksel gök yüzüne bu gece, aya yaklaş, Receb daha da güzelleşsin ve sabah ezanları bu tenhada ney seslerine karışsın. Nota nota işle kulaklarıma, fısılda… Bilmeliyim yaklaşan sabahlar arkasından geleceğini ve bu sürgünün biteceğini, kuşların uyanacağını… Sokaklarımın hanımeli çiçekleri ile dolacağını ve uyanacağımı, bir Çengelköy sabahında bahçemin erguvan kokacağını… Sen gelince…

Arz Elif Sûde twitter.com/eliffsudee

Yokluğunda bütün mevsimler kış ve kuş yüreği kadar çok titriyor ellerim… Alın yazım kadar açık, ela kadar karışık, buz gibi içimi yakan yollar var. O yollar ki menzilinde kar bile çiçek çiçek yağar… Arzın merkezine yolculuk kadar imkânsız belki, bir karınca yuvası kadar dolambaçlı ya da bir tohumun toprağı delmesi kadar güç, huzura gark olunacak aslan bir yüreğe başımı yaslamak… Yağmuru ne yapayım, içimizdeki ateşi alevlendirecek bir rüzgâr duasına çıkmak, savrulup sana yanmak istiyorum! ‘Ölüm sevdasının beni vurduğu bu anda, bütün yaşanacakların korkusuyla’ ecelin karşısına dikilmek, bütün çokbilmiş yargıçlara bizi savunmak, hakkımızda hazırlanmış tüm iddianameleri yırtıp atmak istiyorum! Müstehzi bakışlı müneccimlerin yüzüne seni haykırmak, ters çevrilmiş içi sıkıntı dolu bütün kahve fincanlarını tek tek kırmak, beni bu hale koyan kaderi baştan yazmak istiyorum! İçimde söyleyemediğim bütün sözleri sana sakladım, boğazımdaki düğümü çöz istiyorum. Su gibi yaşamaya yeniden başlamak için miladım ol istiyorum… Nerede olursak olalım iki noktadan tek bir vuslat geçer biliyorum… Bu gece gözyaşlarımla bedenimi yıkadığım, bir vaftiz bebeği gibi karşındayım. Haydi, şimdi sen koy bizim adımızı… Arz ederim.

VIII


Cebimdeki Not Münir Ersan Tuna twitter.com/munirersantuna

Pencereden baktığında güneşin ve gri bulutlarla amansız bir güreşe tutuştuğunu gördü. Şemsiyesi uzun zaman önce kırılmıştı. İçinden güneşin galibiyeti üzerine bahis oynadı. Odasına gidip ceketini üzerine geçirdi. Aynada son kez saçlarını taradı. Kapıyı arkasından çekti. Sokağa adımını atar atmaz sağanak başladı. Bir adım geriye çark etti. Vazgeçti. Yoluna devam etti. Az sonra duşun ardından beş dakika boyunca kurutmaya çalıştığı uzun saçları eski haline kesin dönüş yapmıştı. Çoğu insan pişmanlığı geçmişte arardı. Oysa pişmanlık, başlı başına insanın içinde bulunduğu anda karşısına dikilen heybetli bir dağdı. Bunun bilincinde olarak ucu kırık bir ıslık tutturmaya çalıştı. Zaten insan hayatının büyük bir bölümünü saçları ıslak bir halde yaşardı. Ve koyu bir rujun altındaki dudaklardan sıcak bir öpücük almaya görsün, izi tüm hayatı boyunca üzerinde kalırdı. Düşünceleriyle baş başa kalmak için bir deniz kenarına, belki manzarası güzel bir tepenin ıssız banklarına oturmaya ihtiyaç duyarken birçok insan, içi yine birdenbire huzurun ve bir parça mutluluğun kucağındaki sıcaklıkta hiçbir şey düşünmeden mayıştığı anların özlemiyle doldu taştı. Alelade insanların serzenişlerine maruz kalan plastik yalnızlıkların çok daha ötesinde, sevmeden sevişemeyen adamların yalnızlığında alabora oldu. Yorgun düştü. Belki de tek ihtiyacı, körkütük sarhoş bir arkadaşının yanında ayık kafayla iki kelam etmekti. Öyle ya, kimi zaman ciddi bir tartışmaya varan başka ayık bünyelerle giriştiği hoş sohbetler, şimdiye kadar bir işe yaramamıştı. Kitaplarsa hayatının hiçbir bölümünde şimdi olduğu kadar yavan kalmamıştı. En son okuduğu romanın ismini bile hatırlamıyordu. Uçsuz bucaksız bir boşluğun içinde yürümekten yorulunca, eline bir kalem kâğıt iliştirdi. Yazmaya başladı. Nedenini düşünmeden yazdı, yazdı… Durdu. Dönüp okudu. Tıpkı hayatı gibi uzun uzun bir şeylerden bahseden ama hiçbir şey ifade etmeyen cümlelerle dolu kâğıdı katlayıp cebine koydu. Derin bir iç çekti. Sonra kaldığı yerden yürümeye devam etti…

IX


Gece Gündüz Andrei Kovrin twitter.com/andrei_kovrin

Geceleri sevdim seni ben hep Öyle masum, öyle suçlu Öyle sakin, öyle borçlu Geceleri sevdim seni ben hep Her daim sana tutuklu. Gündüzleri de sevdim elbet, Sevmez olur muyum hiç, ne mümkün! Elbiseler giyerken, elbiseler çıkarırken... Makyajlar yaparken, yemekler yerken... Her bir hareketini, her bir jestini, mimiğini. Sen dolaşırken sokaklarda, kan dolaşırdı vücudumda. Her daim sevdim ben seni. Böyle basit, böyle yalın, böyle açık.

X


Menkıbeler - I Uğur Yılmaz

-Kilo 77 -Kilo 61 -Kilo 87 … Konuşan tartının başında kafası öne eğik öylece susan bir adam. Konuşan tartı. Adam başı 50 kuruş. -Kilo 101 -Kilo 97 -Kilo 19 Annesini çekiştirerek getirmişti tartının başına. Kilo bahane, konuşan tartıyı merak ediyordu. Çocukluk işte. Komikti konuşması tartının. Güldü. Gitti. Adam başını bile kaldırmadı. Önünde duran kutuya bir 50 kuruş daha girmişti. O kadar. -Kilo 56 -Kilo 69 -Kilo 73 “Ben kazandım iddiayı!” diye sevinerek bağırdı. Arkadaşına dönüp “Bak tartı bile söylüyor. Bana inanmadın ama tartıyı duyuyorsun.” dedi. Bir şıkırtı ve kutuya tam isabet. “Tartı deyip geçme 50 kuruş 50 kuruş sürümden kazanıyor bu çakallar!” diye söylenerek uzaklaştılar. Susan çakal tartının başında her şeyi duyuyor, ama umursamıyordu. Neden sonra ayağa kalktı, tartıyı topladı, iskemlesini koltuğunun altına aldı. Yürümeye başladı. Her zamanki yollardan geçerek evine ulaştı. Eşinin telaşını öğrendiğinde, soluğu kucağında çocuğuyla hastanede almıştı. “Zaman yaklaşıyor" dedi doktor; “Her an hazırlıklı olun…” Evine geri geldiklerinde adam karısına “Hemen geliyorum” dedi. Dışarı çıkıp sürümden kazandığı paralarla, bir çakallık yapıp evladının en sevdiği meyvelerden almaya gitti. Aldı. Hızla eve geri geldi. Sesleri dışarıdan duyuluyordu. Ama anlamıyordu. İçeri girdiğinde doktorun hazır olun ikazına ne kadar hazırlıksız olduğunu anladı. Sendeledi. Elindeki paketler düştü. Tam isabet. Ve sonra bir ses… -Kilo 2.

XI


Şiirli başlangıç ve… Kalabalık tren garı, Yorgun argın çay bardağı… Sararır çınar yaprağı; Ölüp ölüp dirilmeler. Her hayalin çıplak sesi, Balıkçının bedduası, Sıfırların tükenmesi; Ölüp ölüp dirilmeler… Kesik kesik gülüşmeler, On bardaklı çay içmeler… Yeşil sarı, acı tatlı; Ölüp ölüp dirilmeler. Teker teker çekilirler, Azalarak günden güne… Solar, soğur dudakları; Ölüp ölüp dirilmeler! Daldan dala sarı saçlı, Yeşil siyah hatıralar, Eser tatlı hafif rüzgâr; Ölüp ölüp dirilmeler… Azar azar durulmalar, Gözlük camı; uzak tozlu. İncir tadı, yeşil rengi, Ölüp ölüp dirilmeler. Yeşil çınar yaprakları, Soğuk mermer sohbetleri… Beyaz olur kefenleri; Ölüp ölüp dirilmeler… Ağaç olup çınar gibi, Yaprak döküp sarı yeşil… Sarı saçlı, beyaz tenli, Ölüp ölüp dirilmeler. Köşe başı, hayal düşü Soğan zarı, bahar günü Titrek eli, gözü sisli

…Ölüp ölüp dirilmeler!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.