‘Başında, sonunda, ortasında üç gün saygı göstersen de oluyormuş hacı!’
Rafadan
Üç günlük dünyadan! rafadandergi@gmail.com
Düşünce, Edebiyat Dergisi Temmuz, 2012 Yıl: 1 Sayı: 9
Bir eşya gibi… ama bir fikri olan, yeni bir fikir olan ve herkesin bildiği; dua yaklaşıyor. Matematik, otomatik, bankamatik, falan ve filanmatik gibi pek çok başka yerde de olsa, kendi yerinde anlamlı ve zamanla yayılıp dağılan, ‘sen anladın ne demek istediğimi’ diye bütün tarifleri senin anlamana bağlı olan; dua yaklaşıyor. Gün ışığı kadar keskin, soğuk kadar izafi ve senin gibi de biricik olan; farkında olmadan katıldığın çekiliş ve ihtiyacın olmayan hediyeler gibi; yanınca yeniden, üşüyünce yeniden, kazanınca yeniden ve kullandıkça yeniden anladığın günışığı, soğuk, çekiliş ve hediye gibi, anladıkça tekrar tekrar teşekkür ettiğin hediye ve sair gibi… ama senin de biricikliğin gibi sana biricik; bir dua yaklaşıyor. Duanın o, ‘amin’in sen, yine de senin duana amin diyen… Saçlarından başlayıp bedenine yayılan yağmurların ilk damlaları gibi, saçlarından başlayıp seni saracak olan bir dua yaklaşıyor. Yastık gibi olan saçlarına, gözlerinde bir başka gözlük ve gözlerinde farklı bir bakış olacak… Zincirlere vurduklarını kuşanacağın, zincirlere vurulanların bacağını kırarak… Kaçırdıklarını yaklaştırıp, unuttuklarını hatırlatacak, tatlıya tat, çaya şeker ve hayata saçlarını katarak… altı veçhi olan bir dua, seni altı veçhinden saracak; saçlarından başlayarak. Üç ve beş milyar insanın senin için anlamsız, tarifsiz ve ütopik olduğu, ama en yakınlarının biricikliği gibi bir üç ve beş milyar… Hani şimdi ‘bir, bir, bir’ alıp verdiğin ve ‘herhangi’ olan; ama bir gün ‘son, son, son (mu?)’ derken biricikliğini anlayacağın nefeslerin gibi işte… Bir dua yaklaşıyor; Ramazan isminde.
Haciz Mücrime LEM İki kızdan sarışın olan çantasına baktı. Bulamadı. Arkadaşına sordu. Onda da yoktu. İçeriye girdiler, bir banknot çıkarıp kasiyere uzattı sarışın olanı. Kızda da yoktu. Bana geldiler. Kasiyer işaret etmiştir kesin. Para bozulacaksa bütün kasiyerlerin işaret ettikleri yerde ben varım. Kızlar gelince yüzüme bakmadıklarını düşünüyordum insanların; yüzüme baktılar. İlginç geldi. Ellerindekine baktım; yüzüne bakmıyor muydum insanların? Yüzlerine baktım; para bozuğu yoktu bende. Kızmadılar, aldırmayıp gittiler. Lazım değildi belki de. Kızlardan sonra biri daha girdi, kasiyere bir şey sordu. Kasiyer ona da beni işaret etti. Adam yaklaştı. Yüzüne baktım; bozduracak parası var mıydı? Bozuğum yoktu. Yok bozuk. Recep? Dedi adam. Niye? Ben Recep’im evet; hani o bir şarkıda da geçer ya... Hani Şaban’dan evvel olan… Ya sen? Adam cebinden bir kâğıtlar çıkardı; zımbalı oldukları için bir, ama kabarık oldukları için kâğıtlardı. Okumam yazmam yok. Recep benim, yüzüme bak! Yüzüme bakıyor adam. Bak adam, ben Recep. Recep is my name is. Ok? Evet, adam Türkçe biri. Ben de Recepçe konuşmaktayım. Anlaşabiliriz; Recep’te türkçe! Çıktık birlikte, kasiyer kız da bizimle geliyordu nedense. Belki para bozduracaktır… Belki işaret edecek bir benimdir; benden sonra kimseyi işaret edemeyecektir. Ellerim benden ayrıldılar. Adamla birlikte ay ışığının vurduğu asfaltlardan geçtik; ay ışıkları hep topraklara vurur diye bilirdim. Köylerde böyle öğretilirdi çocuklara. Ay ışığının aydınlattığını da bilirdim; sokak lambasız bir köylüydüm ben. Adam önümde gidiyordu; buna rağmen birlikte gidiyorduk. Asfaltların bitmeyeceğini düşündüm. Adam iki adım önümde; iki adım da bir adam boyu ediyordu hani. Kasiyer kızın ayak sesleri kesilmişti. Sakallı bir binanın önünde durduk. Yangından sonra bu bina sakal bırakmış. Çünkü çok korkup, Müslüman olmuş. Yani zaten Müslümanmış ama bina olduğu için sakal bırakamamış uzun yıllar; sonra da yangın çıkınca anlamış ki…
II
Adam bana bunları anlattı. Saçma olduğunu bile bile dinledim adamı. Çünkü ben dinlerim. Recep dinler. Recep olup da dinledim adamı; adam olup mantıklı bir şeyler anlatsaydı keşke. Pişman değilim. Adam susmuyor ama. Yüzüne bir tokat patlatıp beni niye işimden alıkoydun diye kızayım mı ona? Dur Recep, sakin ol. Yok, sakin sakin bir tokat patlatacağım zaten. Yok Recep, dinle bakalım. Sonra sarışın bir kız gelmiş, binaya para bozdurmaya. Ah’şap olmuş bina kendiliğinden. Kız da hayret etmiş. Kızın gösterdiği bir kerametmiş; kızın gösterdiği ilk kerametmiş. Kızın sarışın olduğu ilk hikâyeymiş. Kızın kendisinin de bilmediği bir şeyler varmış. Bina da hayretler içerisinde kalmış. Hâsılı, dedi adam, sizden ricam… A?! Benden ve rica olacak şekilde bir cümle kuruyordu adam. Tekrarlattırabilir miyim? Tekrarlar mısınız adam? Tekrarladı adam; ricam odur ki… Binanın etrafında çok şey varmış –adam kızararak bir şey demeden yüzüme baktı- Şey ne adam? Anlamadım ki… Onun da anlatası mı kaçmış… Peki. Bendeniz size bu konuda yardımcı olmayı bir borç bilmek şöyle dursun… Yüzüne tokadı patlatayım mı? Hadi şimdi siz düşünün gerisini. Kafamı bulandırıyor adam. Adam ikiden geriye doğru bir şeyler sayıklıyor. Burası benim evim sanki? Adam burası benim evim, benim! Adamın yanındaki kız kim? Ne yangını? Adam, burası benim evim! … Haciz memurları, sarışın avukatın emrettiği kadarını yüklediler arabaya. Taş merdivende oturdu sağır, dilsiz Recep. Şimdi biraz daha garipti üstelik; sağır, dilsiz ve eşyasız Recep.
*** III
Dağınık Masa Eşref Berrak Şu sıralar sana tavsiye verecek halde değilim. Bunu kendime bir angarya gördüğümü düşünme sakın. Seni veya durumu anlamadığımdan da değil; bu tamamen benim halimle ilgili. Sana bir şey tavsiye edecek halde değilim. Uzun uykulardan uyanınca hissettiklerin gibiyim şu sıralar. Kendimi hem gereksiz hem saçma görüyorum. Masayı toplamalıyım. Önce üzerini boşaltmalıyım. Bir anda olur mu bilmem. Ama bunu muhakkak yapmalıyım. Kimseyi yargılamadan toplamalıyım masayı; dağıtanın kim olduğunu umursamadan. Hem genelde bunun ne önemi olabilir ki? Dilekçe mi yazıyorum böyle anlamsız… ve kalıp kalıp? Ucube gibi züppe gibi diğeriyle kıyas edilmeden hakkında bir şey söylenemeyecek bir şeyim. Açıkçası mektubu yanlış anlayabilirim. Doğru ifade ettiğimi söyleyemem, yorgunum. Karmakarışık ve bıkkın. Toplanması için bir masa ve bir koltuk daha dağıtılması gereken ve toplanması da gereken bir masayım. Ortada duran ve bütün odayı dağınık gösterebilen bir masayım. Üzerindekilerle bir ilgisi olmaksızın masa olan ama onlarsız dağınık olamayan, dağınık bir masayım. Başkalarının işine yaraması için boş veya en azından düzenli olması gereken, ama üzerindekilerin de hiçbirinden vazgeçemeyen dağınık bir masayım. Düzenli olarak durması imkânsız olan ve dağınıklığı kaçınılmaz bir dağınık masayım. Aydınlığın üzerine vurmasını engelleyen ve ciddi de olmayan bir gölgenin gölgesinde, dağınıklığı umursanmayan bir masa aydınlığıyım. Karmaşıklığı süslenemeyecek ve dağınıklığı hoş gösterilemeyen, bir yığın düzenli kimselere ait, yine de dağınık bir masayım. Sahibi olmayan ama ulu orta sahipsiz de olmayan, üzerinde herkesten bir parça taşıyan ve herkesin parçası kadar sahiplendiği sessizliği tamamen masalığından kaynaklanan ve dağınık bir masayım. Uzaklarda yetişen ve pahalı bir ağaçtan, işçilik pahasına çalışan bir ustanın elinden ve sanki dağınık olacağı önceden hesap edilerek yapılmış dağınık bir masayım.
IV
Küçük yerlerde ayakta karşılanan ve belki geç anlaşılan… büyük yerlerde parçalaşan ve kaygıyla karşılaşan… dağınıklığı cüzzam olan bir dağınık masayım. Bütün tekrarlar zincirinin son halkası olarak, düzenli masaların kendisine özendiği bir dağınık masayım. Zorluğu toparlanmak olmayan, dağıtılmasını toplumun üstlendiği, toparlamak için bir koltuk ve bir masaya daha ihtiyaç olan bir dağınık masayım. Aylarca üzerine gelinenlerin dağınıklığını sahiplenmiş ve aydınlığı kendi vücuduna çeken şeylerin düşman olduğu, parçaları dostlarına ait olan bir dağınık masa da denebilir belki bana. Asla anlaşılması gerekmeyen, yalnızca bir düzene muhtaç ve parçalı bir dağınıklığı olan, gerekirse diye başlayan, gerekirse diye alınan, gerekirse diye reklam edilen gerekirse düzenli olacağı umulan bir gereksiz masayım ben bu sıralar.
*** Ayaklarım… Havalanırken güç aldığım ve yerle aramıza giren… Olduğu yerdeyken masa, uçarken kuş ayağı olan, kuş ayağı gibi çift olan ayaklarım. Yalnızlıkların başlangıcını kendisine atfettiğim yerden güç almalarımın havadanlalaştığı, benim havalandığım, yer gibi olmayan ve yer yer beni kovduğunu hissettiğim havanın kanatlarıma ağır geldiği zamanlarda sığındığım ayaklarım. Dağınıklığımı sayfa sayfa taşıyan ve tek düzenim olan ayaklarım. Şimdi sana ne bütün bunlardan? Dün çıkan yeni bir yazılım gibi dağınıklığı yeni anlamış, yeni yetmiş biriyim senin için. Ben değil de bendeki parçanla ilgilisin. Her seferinde kabul etmen, ödemen, unutman gereken bedelden vazgeçmenin peşindesin. Sıradaki parça olmak niyetindesin, sıradaki parçanın senden olmamasını bekleyensin… ödenecek bedellere katılmadan pay bekleyen yazar kasa gibisin. Ayaklarına değil de diline, çekmecesine güvenensin. Doğru, sana ne.
***
V
Geri geri dönmek… Gerçekleşen bir çarpışmadan sonra dökülecek bir şeylerin ses çıkaracağını bu ses üzerine beni ve dağınıklığı fark edeceklerini hayal ediyorum. Aslıma, ilk ve fabrikadan çıkmış boş halime rücu edeceğimi zannediyorum. Beni dağıtırken toplamayı de taahhüt ettiklerine inanıyorum. Bıraktıklarını emanet, dağıttıklarını masa olarak bildiklerini ve geri dönmek için bıraktıklarına ihtiyaç duymalarına dua etmekte olan bir dağınık masayım. Niye dağınık olduğumu sorgulayınca hep başkaları olan bir cevaba ulaşıyorum. Bu ulaşma\ulaşım, beni yanlış yaptığım fikrine yaklaştırıyor. Minibüste karşılaşılan eski tanıdıklara da pay biçmem gerektiğini düşünüyorum. Ayaklarıma yeterince teşekkür edemedim. Şimdi hangisine ne demeli? Ezbere yapılan konuşmalarda neyin eksik olduğunu bulup buradan başlamak istedim toparlanmaya. Eninde sonunda bir başlangıç gerekti ve neden herhangi bir şey olsundu? Bu mesela herhangi olmayan ve kendisine büyük önemler atfedilebilecek bir şeydi; ezbere yapılan konuşmaların eksiği… önce ihtimalleri ele almak gerekecekti. Ben masaydım ve konuşmazdım; dolayısıyla ezbere de konuşmazdım. Konuşursam bir bildiğim vardı. Üzerimdeki parçalar ne kadar da çok, anlatmak istediğime bir türlü sıra gelmiyor. Hayır hayır, anlaşılmasını rica ettiğim şey şu; ben dağınık bir masayım. Beni dağılmaya iten bir şey yoktu. Ama çok parça vardı üzerimde ve tasnif etmeme fırsat vermeksizin üzerime geliyordu parçalar. Diyecek bir şey bulamadım. Her şeyin artık daha kolay olacağını zannettiğim dağınıklığımı kabul ettiğim o günden sonra bütün parçalarının göze battığı ve sahiplerince inkar edildiği bir vaktin zamana atılan bir anlık çeltiklerden sonra başladığını fark edinceye kadar o çeltik yoktu orada. Yanlış yok; ama ben dağınık masa, düzenli bir dille konuşmaya vaktim de yok. Konuşamam demiyorum; çünkü ben masayım, zaten konuşamam. Mumyalanmış bir sorundu benim dağınık olmam. Onu açarken hediye paketi sanmıştım. Kırılma noktası olacak bir müjde olmayan, camdan bir kurdelesi vardı. Türkçe ve sekiz karakter.
VI
Merdivenlerin yürüyen olmasının şart olduğu bir yerde tam ortada ve duruyordum. (Ve duruyordum’u en son çıkan assolistin anons edilen ismine yapışmış gibi kabul ettiğim ‘ve’ ile söylediğim yüklem olarak kabul edin.) Yalnızca dağınık bir masa değilim, görüyorsunuz. Aynı zamanda yanlış olduğu zannı yıkılınca derin anlamlıyım dört ayağı olan. … Hayata karşı yuvarlak cümleler kurmayı denedim. İnsan ömrünün ortalama altmış yıl olduğu ve yaşında siyasetçilerin olduğu bir yerde bunu ömrümün sonuna kadar yapabileceğime inanmamın ne gibi bir çocukça yanı olabilir? İnsanların çocukları ergen ve delikanlı diye böldüğünü bilmiyordum o sıralar. Gözlerimin önünde bir birine dik çizgiler vardı. Kalabalık geri döndü, bir ağızdan ibaretti. Mevlana’dan beyitler… Al, ne olursa yine al, dedim. Hoşlarına gitti. Üzerimde kalan birkaç parçayı ne yapacağımı düşünmedim bile. Bir şarkı başlar ve uzardı hepsi nasılsa. Yorulan ve karıncalanan ayaklarım belki dinlenirdi artık. Dilimde uzun bir sessizlik gezinir ve benim olur bu tat da; sessizlik. Hayal kırıklığı olan bir şarkı başlangıcı sardı etrafımı. Kabul etmedim. Yalnızlığımın son demlerine kadar da kendisiyle ilgilenmedim. Fransızcaydı ve bilmiyordu. Yuvarlak cümlelerle gel ve git olmayan şeyler söyledim. Altmışıma az kalmıştı ne de olsa… Belki dağınıklığa başka bir anlam yüklerdim. Karanlığa karışmasından korkmadığım bir parça vardı ama üzerine ışık vurunca kıymetliydi. Kuzey tarafıydı ve yanlış anlaşılmıştı o da benim gibi. Ayaklarıma durmadan teşekkür eden ama benim yüzüme alaycı gülümseyen, altmışına daha çok olmasına rağmen yuvarlak cümleler kuran bir başka masanın varlığıyla beni tehdit eden, ucuz, kırmızı, sahipsiz bir parçaydı. Yardım kalmaması ve bu yüzden de herhangi bir zaman başlanmaması gereken işler vardır. Bunu söylediğimde, son kalan parçaların bana hak verdiğini hissettim. Ortak noktaları vardı ve beni anlayacaklardı. Soru sormalarına fırsat vermeden ve yuvarlak cümlelerle anlatırsam anlaşacaktık. Hem bunda yanlış olan bir şey yoktu.
VII
Gözümün önüne paralel çizgiler geldi. Birden bunları dik kesen bir şeyler uzadı. Acele! Neden kestiğini anlamaya vakit yoktu; hemen onları kurtarmalı! Masa… dağınıklığıma bir anlam kat ve sen de bölünmeden kal! Yanlış değil, hepsi farklı olan ve yuvarlak cümlelerin anlatamayacağı bir şeyler var. Aslında iki farklı kâğıda yazdığımı kabul edersen anlayacaksın. Ama bunu asla fark edemeyeceğin için kabul etmekle yetinmelisin. Soldan sağa, sekiz ve Türkçe harfli bir şey mi? Hayır, dik kesen bir şey var; ondan da kurtul… Altmış! İşte şimdi her şeyin bir, iki, üç demeksizin kavuşacağı ve ağrılı olmamasını umduğum bir çarpışma, başka başka kâğıtların ekleneceği bir dar boğaz…
*** Nafile Kelâm Ahmet Münib
Yok olanlar, hiç olmayanlar, Zaten olmayanlar, olmayacak olanlar... Hep vardınız oysa! Saçmalıyorsun demeyin, Siz de hep vardınız; bu saçmalık dedikleriniz de! Benim saçmalıklarım, benim söylediklerim... Benim kırdıklarım ve de döktüklerim... O kadar kızmama rağmen denize sigara izmariti atanlar Ve sonra oltadaki balıklar... Balici çocuklar ya da mezuniyet baloları... Ayakkabı boyacıları yahut duvarlara yazı yazanlar... En tenha bir serinde, rüzgâra doğru üflerken dumanımı, Yüksek sesli müzikleriyle şehrimi kirletenler... Yüzünü yıkamadan sofraya oturanlar Ya da ağzını çalkalamadan otobüse koşanlar... Cuma namazına kirli çoraplarıyla gelenler, Mendile ilk önce elini sonra da ağzını silenler... Sonra bulutlar ve yıldızlar... Hatta yollar ve uzaklar... Daha uzaklar... En yakın uzaklar…
VIII
Unuttuğun Yerden Münir Ersan Tuna
ölümü durduramam elimde değil yaşlanmanı engelleyemem mesela ama ellerimi tutarsan ölüm kaygısından kurtarabilirim seni her düşecek olduğunda tutamayabilirim ama her düştüğünde yeniden ayağa kalkabilmen için yanında olabilirim başlayabilirim kaldığın yerden sonsuza kadar seveceğime söz veremem ama sonuma kadar sevebilirim seni yağmurlu bir günde güneşi açtıramam örneğin mevsimleri değiştiremem sözgelimi ama üşümeyecek kadar ısıtabilirim seni içmeden sarhoş edebilir kaçmadan güreşebilirim istersen ya da unutalım tüm bunları senden daha çok sevebilirim seni
IX
Gam Seda Ketum
Kafam istasyon gibi, trenler kalkıyor, trenler varıyor, yetiştiğim hiçbir trende büyümüyor ellerim, yazık. yollara nasırlanıyor ayak parmakları bir kız çocuğunun, üstü kapalı at derse kahramanı trenlere babamın trenleri! hiç kimse bilmeyecek. bir türlü varlığını hissettirememesi aritmi bir kalbin göğüs kafesine demem o ki; olacak iş mi iz bırakmadan süzülüyor damarlarda kan, gülerim! nasılsevenadamgözleri. sevgi hiçbir şeydir, bir yürekte sevda büyür. bağlacından yitik haliysem kederden öte kaderdir, özür dilerim. nasıl yağmur yağıyor da bir ben kavruk, günahından yatacak yerim yok, ah dökülmesin dilinden. bir sevdanın hiçbir yerine yakışamamayı ömürlemekten yolcudan yola kul olduysam alın yazısı. ömrünün hiçbir yerine sür beni, yokluğumun acısını pamuklayacak ellerim kuşlar salınacak gökyüzünde yaşamak var, atıyor ya kalbin. beni yapacak bir şey yok bende ben sana ne gerek? o yol hiç bitmeyecek.
X
Karanlık VII Sedat CAN Aslında insanları anlamak niyetinde değildi. Onları umursamadığını çok sık tekrar ederdi. Kendi arayışı ilerlemeyecek gibi olduğunda dönüp insanlar hakkında konuşmaya, onlara kimseden habersiz yol göstermeye, öğüt vermeye başlardı; Yanlış yapıyorsunuz, yanlış yapıyorsunuz… Yanlış yapıyorsunuz! Kendi yaptıklarını doğru kabul etmeye bir ara verdikten sonra, geri dönünce bu inancı kaybettiğini hissetti. Şaka yapıyordu; olabilir miydi böyle bir şey? Kendi medeniyetine döndü tekrar. Kurmaya, yapmaya, yıkmaya ve medeniyetini kemâle doğru taşımaya devam etti. Ama emin olamıyor, kemâle yürüdüğüne eskisi kadar bütün bir inanç taşımıyordu. Eksilen bir şeyler vardı. Geri döndü. İnsanlara baktı. Yaptığı her şeyin yanlış ve hepsinin doğru olduğunu gördü. Bir anlam veremedi. Dünyanın çivisi mi çıkmıştı? Kararsız kalınca yeniden bir şeyler yapmanın anlamsızlığı sardı etrafını. Görmediği şey de suydu; etrafını kaplayan, bir taraftan ona hayat, can veren, inancını diri tutan… bir balık gibi. Ama durdu ve tekrar baktı. Baştan ve en baştan, geri dönülmez şekilde başlangıcı arzuladı. Müziğe ilgi duyduğu günleri hatırladı; konuşmalarındaki melodiyi ne gün kaybettiğini… Etrafındakilere baktı yeniden. Hatırladıkları, ona kaybetmek acısını tekrar hissettirmişti çünkü, kaybetmenin kolay, acı, ağır olduğunu… İşte kendisi ve işte ‘insanlar!’ Her şeyi sorgulama huyu, karakterindeki belirgin şüphecilik kendinden başlayarak mahallesini, semtini, şehrini ve ülkesini, toplumu ve medeniyeti, nihayet diğer insanları sorgulamaya itmiş, ana haber bültenlerini, tren, tramvay, otobüs, vapur seyahatlerini, alışverişlerini, komşularından gelen sesleri, yanından geçen, yanında, yakınında oturanların konuştuklarını referans olarak kabul etmiş, toplumun yanlış yaptığı sonucuna varmış, emin olmuş, kendini ikna etmiş ve… …ve işte diğerlerinin yaptığı yanlışlar, kendisinin yaptığı doğruları doğurmuştu.
XI
Dayak Ethem Köse
İnsan dayak atarken aktif gibi görünür. Aktiftir de; yumruk, tekme, kafa, yumruk ve tekme atıyordur. Atabilecek başka şeyi yoktur; aktiftir. Ama dayak yiyen sıfatını elde etmek veya elde bulundurmak bakımından en az aktiftir. Mesela ben de kalkıp ona vursam, artık o dayak atan olmaz ve biz kavga eden iki kişi oluruz. Kavga etmek hâli bakımından ikimiz de aktifizdir. Elimizden geldiğince dövüşüyoruzdur, elimizden daha fazlası gelmeyecek kadar çok hem de; elimizden geldiğince dövüşüyoruz. Artık bir zaman gelip, ikimizin üzerinde bir irade, bizden birini seçer; galip veya muzaffer kılar. O vakte kadar ikimiz de kavga eden sıfatını muhafaza için elden geldiğince dövüşürüz. Sonra birimiz için bir terslik olur veya öbürümüz daha güçlüdür; ama herhalde ikimizin üzerindeki irade ikimizden birini seçmiştir. Artık birimiz dayak atar ve birimiz dayak yer görünür. Ama öyle mi? Belki birimiz bu oyuna son vermek için dayak yemeği göze almıştır; belki dayak yemek daha az zahmetlidir. Belki bu dayak yeme tercihlidir? Dayak yiyen, istediği kadar bu sıfatı elinde tutabilir; isterse hiç ayağa kalkmadan, dayak bittikten sonra da oturduğu yerde dayak yediğini ilan eder. Dayak yiyen aktiftir. Dayak yiyor olmak onun elindedir. Dilediği kadar dayak yiyebilir! Hayat kavgası böyledir biraz; ancak dayak yemek tercihli olabiliyor.