rafadan

Page 1

Olağan hayat akışları ve bir bardakta kopan fırtınalar; Merhabalar; kesik kesik… Telsiz sesli, taş suratlı; günaydınlar. Azar azar emeklemelerden… …yarım yarım yürüyüşlere, ‘İyi ki doğdun’ ve ‘gözün aydın’lardan, ‘sağlık olsun’lara, gözüme görünmelere, canın çıksınlara… …Hoş geldin’lerden, ‘bir sen eksiktin’lere, Hoş bulmalardan, ‘müsait misiniz’lere Buyurun’lardan işim var’lara, Buyurun’lardan çıkmam lazım’lar, acelem varlara, Buyurun’lardan sahte gülüş ve tatsız fıkralara… Buyurun’lardan “iti an…”malara… ‘Bir emrin var mı’lardan, ‘bir isteğin’ sonra sonra ‘bir ihtiyacın var mı’lara… Sonra bir gün yine durulmalar… …ve tatsız yürüyüşler, menzili olmayanlardan… Yine bir gün sarışın ve esmerler; Bir gün tekrar on bardaklı çay ve soğuk sigara içmeleri… Sonra sorgu odaları, demir parmaklıklar sonra tekrar ‘gözün aydın’lar… Hadi en baştan bir daha deneyelim, ‘İyi ki doğmak’la başlayalım tekrar; İyi ki hoş geldin!

Rafadan Aşağıdan.

rafadandergi@gmail.com

Düşünce, Edebiyat Dergisi Ekim, 2012 Yıl: 1 Sayı: 12

Uzaktan bakanlar; “Ne güzel yazmışsın…” Yaklaşanlar açıkça; “Çok aşağılıkmışsın!”


Bir Felsefe Kitabı Başlangıcı Mücrime LEM

Felsefe kelimesi, yunanca philo yani sevgi ve sophia yani hikmet anlamına gelen iki sözcüğün birleşmesinden meydana gelmektedir. Zengin olma arzusuyla yaşayan halk, yöneticilerini zengin etme vaadi olanların arasından seçer. Zengin etme vaadi de kaçınılmaz olarak zengin olma arzusu taşır; bu arzuyu dışa vurmuyorsa bile bunu doğuruyordur. Zengin olma arzusu, paraya karşı bir zaafı da ifade eder. Paraya zaafı olan yöneticiler, iş adamları ve daha güçlü devletlerin yöneticileri tarafından satın alınabilir. Dolayısıyla halk cebine girmesi gerekenden de bir miktar kaybetmiş olur. Halkın cebine girmesi gereken, cebine gireceğini umduğundan daha azdır her zaman; cebine giren bunların da altında ve her nasılsa harcadığı bunların çok çok altındadır. Yöneticilerin satın alınmasıyla bazı çıkar sahiplerine aktarılan kaynaklar halkın cebinden çıkıyordur neticede; cebe girenle, cebe girmesi umulan arasındaki fark artmıştır. Artan fark, hayal kırıklığı kat sayısıdır. Zengin etme vaadinin yalan olduğunun anlaşılması, seçmeni ‘dürüst ve zengin etme vaadi olan’ bir partiyi seçmeye iter. Gerçekteyse dürüstçe edilebilir vaatler arasında ‘zengin etmek’ yoktur. Halk bu defa daha baştan kandırılmıştır. Eğer zenginlik vaadinde bulunanların dürüst olacaklarını kabul edeceksek bile bunun ‘satın alınamaz’ bir dürüstlük olmadığı gerçektir. Halkın zengin olma arzusu hayal olmaz yine de; kadınlarımız hâlâ hayal kuracak kadar güzeldirler. Halkın bir ölçüde zengin olması ihtimali de vardır. Ancak herkesin zengin olması kimseyi mutlu etmez; herkes zenginse buna zenginlik değil ‘yüksek refah seviyesi’ denir. Belki bazıları zengin olacaktır; ihtimal, olabilir. Bunlar muhtemelen zenginlik vaadinde bulunan yöneticileri satın almış kimseler veya satın almaksızın onların lütfuna mazhar olabilecek yakınları veya bu yöneticiler tarafından bedeli ödenmiş kimseler olacaktır.

II


Bu zenginler için de zenginlik arzusunun dindiği söylenemez; para, daha çok para arzusu doğurur. Kimileri diyebilir ki, ‘cevap verilen arzuların şiddetinin bir ölçüde dindiği kabul edilmeli.’ Bunu kabul etmek aptallık olur. Ama aptallar için şunu diyebilirim; dinen para arzusu, mislince ‘zenginlik ihtiyacı’ doğurur. Ayrıca bu zengin bireylerin halk içinde sivrilmesiyle bir haset de baş gösterir ki buna HASİAD (!) denir. Dolayısıyla sonraki seçimlerde zenginlerin partisi ve fakirlerin (ezilmişlerin) partisi olacaktır. Çok nüfuzlu zenginlerin partisi, çok nüfuslu fakirlerin oyunu satın almak zorundadır artık. Yöneticilerinin satın alınmasındansa kendi oyunun satın alınmasını daha (şerefli mi? Hayır) kârlı bulur halk. Haklıdır. Ama oyunu satmayan (şerefli mi? Hayır) ‘enayiler(!)’ de olacaktır. Piyasa şartlarından haberdar olamayacak kadar çok okumuş bu kesim sayesinde, kendi oylarını satmalarına rağmen milletvekili olabilen fakirler, vekilliklerini de satmayacaklar mıdır? Satacaklardır. Sonra kendi …AD’larını niçin kurmasınlar? İki kutuplu meclis halkın her iki tarafını da zengin etmeye başlayacaktır, eşit ölçülerde olmasa bile. Yöneticilerimiz veya onların bedelini (muhtemelen 49 yıllığına) ödemiş olanlar, onların iktidarda kalması için halkın nefretini sandıktan uzak tutmak isteyecektirler. Nefreti uzaklaştırmak için ona yeni (ve açıkça uzak) bir hedef göstermek gerekir. Zengine fakiri, fakire zengini hedef göstermek her iki partinin de işine gelir; çünkü kimse düşman partiye oy vermez. Beğense de beğenmese de kendi partisi, ‘kendi partisi’dir. Fakirler, bir sonraki seçimlerde oylarını satmalarının kendi partilerine oy vermelerine engel olmadığını öğrenecekler, zenginler hakimlerin satın alındığını ve seçimlerin tekrar edilmesi gerektiğini ileri sürecekler… Sonra? … Felsefe kitapları soru sorarlar; cevap vermezler.

III


Kasa Yazarı Eşref Berrak

İki katlı bir sevincin girişiydi. Üç yapraklı yoncaların dördüncüyü gizledikleri bir üç yoncalar çorağıydı. Yorgunluğumdu, susuzluğumdu, şuydu, buydu; dört yapraklı bir arayıştı benimkisi. Yemekten sonra dinlenmek ve yorgun olduğum zamanlarda hatırıma gelen bir arayış biçimiydi dört yapraklı'mı saklayan. Dört yapraklı bir yoncanın hikayesi gibi ve bir ağacın yaprak yaprak gözyaşları; bir pantolonun aşınan dizleri... ...Ölümlerden sonra yaklaşanlar gibi bir hikayeye giriş yapıyorsunuz sayın okur; ölümden sonra anlaşılacak bir hikayenin, ölümlerden sonra belli belirsiz çınlayan kelimeleri veya buğulu camların arkasındakiler gibi... yaklaşan bir ölüm sonrası hikayesi. -Okur korktuğunu belli etmedi. Ama biraz meraklanmıştı. (Sükûnet telkin ediyorum sana okuyucu; gördüğün gibi seni anlıyorum. Bir sarı kağıttan fazlasıyım ben. Dört yapraklılardan da haberdarım. Bir tek yaprağın dört sayfaya gebe parçasıyım.) Okur anlam veremedi; anlam veremediğini gizleyemedi ama. Korktuğu gibi gizleyebilir miydi? Gizleyemedi. (Anlayamazsın, evet. Ölümden sonra anlaşılacak hikayelerden bu çünkü. Seni de dört yapraklılar gibi kabul etmesem, böyle söyler miyim? Evet; sen de üçlerin arasında gizlenmiş bir dört yapraklı... sen de dörde gebe bir yapraksın. Ölümden sonra anlaşılan şeyler de vardır okur; sen henüz bunu anlamazsın.) ...Kendini aşağılanmış hissedenler de oldu bu sıra. Niçin? Bir kağıt parçasından yol yordam öğrenmek... Bir profesör olmayan, bir profesörün yazdığı olmayan ve vaatlerinin için boş bir kağıt parçası... Son paragrafa atlayanlar oldu aralarında. Ölümden sonra anlaşılacak şeylere tahammülleri yoktu. Saygım sonsuz onlara da; sağımdan sonra benim de solum. (Kafiyeli olsun diye mi söyledim sanıyorsun? Ölümden sonra anlayacaksın...)

IV


Okur kızdı; ‘ölümden sonra mı?’ diye söylenen çıktı içlerinde. Yalnız başlarına okumayanlar da yanlarındakine dönüp 'baksana...' diye uzattılar sarı kağıdı; sordular birbirlerine: “Kimin ölümünden sonra?” İki katlı bir sevincin, son çalkantılarıydı. Çalkantı? Olumsuz. Sevinç? Olumlu. İki katlı bir sevincin olumsuzlaştığıydı; dört yapraklı, eksik kanatlı... Dört yapraklı, çatlayan damarlarından dört yapraklar akarak... Okuyucu için çok zor bir durum olmaya başlamıştı. Konunun muharrir (yazar?) için de sıkıcı olmaya başlayan bir tarafı vardı. Bir milyon satma mecburiyeti gibi bir şeydi bu; bir milyona veya başka bir şeye de ihtiyacı yoktu hani. Ama neticede toplumun bir milyon tane ileri görüşlü insana ihtiyacı vardı. Çünkü biz dünyayı kurtaracaktık. İnsanlar okumalıydı. Onlara okuyun diyoruz, yazıyoruz, okumuyorlar. Suç yazarlarda değil. Ölünce anlayacaksın okuyucu, şimdi anlamıyorsun a, önemi yok. Şimdi de uzaktan bakılınca entelektüel görünüyorsun. Öldükten sonra da adam olacaksın. Okur tip tip baktı. (Tam tabiri bu diye böyle söylüyorum; yoksa kimsenin şahsına şahsi bir şeyim yok. Hem ben yazar da değilim farkındaysanız. Ben de sizin gibi bir okurum. Dolayısıyla tip tip bakma eylemine okur olarak ben de katılıyorum. Çünkü çok saçma bir hal almaya başladı bu işler. Bir milyon satıldı diye kitabı alanda da kabahat yok mu? Var. Kendimi kınıyorum. Başıma zaten geldiğine göre daha fazla ne olabilir ki? Saçmalama okur, öldükten sonra anlayacaksan niye parasını şimdi veriyorsun; parayı mirasımdan alın desene sende! Sonra ilk ona giren adamlara bakıp bakıp… neyse. Züğürdün çenesini yoran yazar/düşünür olur mu hiç okur? Olmaz! Hayır, ben kendime söylüyorum. Ben de okurum; olur mu? Soruyorum Allah aşkına; sen hiç Şems’in latin alfabesiyle ‘aşkın yarısı şudur, birazı budur, falan filan da kattın mı…’ diyebileceğini hayal edebiliyor musun? Adam kimyager değildi ki. Zaten biz o zamanlar geri bir toplum olarak latin alfabesi de kullanmıyorduk.) Ama şimdi bir milyon satıyoruz. Bir milyon! Tam altı tane sıfır var; inanabiliyor musunuz? Çok dertliyim okur, çok…

V


Öldükten sonra anlaşılacakların yazarı bir çay daha istedi. Bir kısır döngü içerisine giriyordu yavaş yavaş. Konuşmalarında ‘ben söylemiştim’leri artan siyasi parti liderleri gibi ‘ben yazmıştım’lar duyuluyordu. Kendini tekrara mı düşüyordu? Hayır, devam etmeliydi. Üç yapraklı… dört yoncalar… Hım… Kendini tekrar ediyordu; hazin bir tekrara düşüyordu. Ama kimsenin haberi var mıydı bu durumdan? Hım… Ölmeden anlar belki; biz de sağken…

*** Halk Kahramanı Ethem Köse Samimi olmayan insan için iki zorluk var; ilki Allah’a karşı gelmekten doğar ve aslında tek başına yetecek kadar büyük bir zorluktur. İkincisi de dış dünya ile iç alemin uyumsuzluğu noktasında; kendisinin yerini tam olarak saptayamaması… Ciddi bir şey söylemeye çalışmıyorum; bunu anlamak istiyorum. (İstiyor muyum?) Hayır, daha çok boğazıma takılanın ne olduğunu bilmek istiyorum. Bu yanmanın sebebini, ne zaman veya nasıl geçeceğini bilmek istiyorum. Ama bunları bilmek için yuvarlak, dokununca ses çıkaran veya yeşil göstergeli, siyah ekranlı, kabloları bağırsak gibi veya ne bileyim şırınga gibi çok teknik ve söylenmesi zor olduğu için halk arasına karışamamış ama bir şekilde de söylenebilir olduğundan (belki üç kişinin aralarında anlaşmak için yazdığı) yüksek okullarda okutularak (bunu derken yüksek bina hayal ediyorum) teknik terim olmuş, ciddi aletlere (ciddi: yabancı para ile satılan) ihtiyacım varmış gibi geliyor. Bir defasında ketçap kutusu ve çay kaşığıyla denemiştim ama anlayamamıştım. Hem öyle anlaşılabilecek olsa yemin edip yüksek binalarda okumaya ne gerek olurdu?

VI


Hayır, bunu –boğazımın niçin yandığını- evdeki şeylerle (onlara alet bile diyemiyorum) anlayamayacağım. Evimizdeki en teknik alet İngiliz anahtarı. Yarın doktora gösterebilirim aslında ama doktora gidince yine aynı şey olacak; boğazımdaki yanma geçecek, ben de ‘şimdi bir şikayetim yok ama dün gece boğazım yanıyordu’ diyeceğim. Onlar da (yüksek bina sahipleri) bana boğazım yanarken gelmem gerektiğini söyleyecekler (bir yığın testten sonra ve ‘bir şeyiniz görünmüyor’a ek olarak). Ama şimdi gitsem farklı mı olacak? Mideci doktor yoktur gene orada. Anlamıyorlar; boğazım yanıyor, midem değil! Konuşacak kimsem olsaydı bari. İnsan konuşurken her şeyini unutuyor. (Annem yemeği unutur hep… Ama ‘her şeyim evlatlarım’ der.) Keşke birini arayıp konuşabilseydim. Ama arayınca her şeyi unutmuyor ki insan. Zaten arayıp ne kadar konuşabilirim? Ararsam ‘ne var’ diye sorarlar; ben de ‘iyiyim, ne olsun, boğazım yanıyor’ derim. Onlar da ‘geçmiş olsun’ derler ama geçmiş olmaz. Tabi konuşmaya devam ederim ben, ama gecenin bu saatinde nasıl olabilir ki? Acaba ‘Başbakan öldü’ diye Abdullah’ı mı arasam? Hemen panik yapar, giyinir, İsrail konsolosluğunun önüne koşar. Ne komik olur! O kahrolsun İsrail diye bağırır, ben bağıramam; benim boğazım yanıyor! Belki arayıp Başbakanlık’a sormalı; Başbakan öldü diyorlar, doğru mu? Hemen korkup bir kriz masası kurarlar. Sonra Başbakan’ı dürtüp sağ mı diye kontrol ederler. (Eskiden hep soldu…) Tabi sonra herkes açıklama yapar. Ama ben yapamam; boğazım yanıyor. Sonra muzip vatandaş diye bütün kanallar benden bahseder. Çok geçmeden davet ederler, kırmızı koltuklu ciddi programlara çıkarım bir tek. Fatih Altaylı’ya da çıkarım. Kadın programları da beni davet eder; “Her şey boğazımın yanmasıyla başladı…” Yok, daha ciddi ve romantik bir hikâye olmalı. Ama haber programlarında anlatacağım sadece ciddi olmalı. Kadın programları için ağlamalı bir hikaye bulmak lazım. Nasıl başlasa… “Annem öldüğünde on iki yaşındaydım. (Yazıyla.)” Hayır, bu çok sıradan. Hem böyle söylersem annem çok alınır. Mirasında gözüm var zannedebilir. Yok öyle bir şey. Belki dayımın ölümüyle başlayabilirim ama o da aksi gibi annem çocukken ölmüş.

VII


Bir aşk hikayesi gibi bir şey uydurmalı. İşte benim sevgilim varmış, sonra… ölmüş! O gün bu gündür boğazım yanarmış… Harika! Geriye ufak ayrıntılar kalıyor; bir sevgili ve diğer şeyler. Sevgilimin adı efsunlu bir şey olmalı. Hemen gidip iki tane de takım elbise alırım; kadın programları ve haber programları için ayrı birer takım. Fatih Altaylı’ya çıkmadan önce de söylerim bana bir takım elbise verirler. Zaten onlar hepsini ayarlıyorlardır. Siyah gözlük de verirler, araba da gönderirler. İyisi mi ben sevgilime bir isim bulayım. Ama ölü ismi olmalı bu; çünkü ben on iki yaşındayken ölmüş. Hayır, sevgilimle ben on iki yaşımızdayken tanışmışız, annem de tanışmış. Sonra o ölmüş. Annem mi? O sağ. Biz sevgiliymişiz zaten. Eli elime değmemiş. Yoksa biraz daha mı inandırıcı olmalı? Sevgilim cemaattenmiş. Fazla inandırıcı olmasa mı? Eli değmiş ama eldivenliyken. Hem o da minibüste para uzatır gibi bir şey sebebiyle… İskambil falı bakmasaydım! Sevgilim de ben de aynı okulda tanışmışız. Birlikte büyümüşüz. Tabi o ölmüş. Bir gün ben otobüste gidiyormuşum (uçakla mı gitsem? Hayır, ben bir halk kahramanıyım, otobüse binerim!) birden boğazım yanmaya başlamış. Hemen sevgilimi aramışım. (Alo Halk Kahramanı Hattım varmış…) Kız arkadaşlarından biri açmış sevgilimin telefonunu; ben her şeyi anlamışım. (Burada durup ceplerimi yoklarım, bana burnumu çekerim biraz. Bana kağıt mendil verirler. Kadın programlarında çok bulunur. Zaten onlar ne zaman ağlayacağımı da söyler; belki provaları bile vardır.) Sonra bana demiş ki, ‘sevgilin öldü’. Ben de çok ağlamışım, boğazım hep böyle yanmış… Sevgilimin adı da Nilüfer’miş. Herkeste olmayan bir isim. Ama iyice kontrol etmeli. Sonra biri çıkıp ‘Ben Nilüfer, ölmedim!’ diyebilir. Evlenme programlarına da çıkarım belki. Tabi yorumcu olarak; çünkü Nilüfer ve ben, birbirimizi çok seviyormuşuz. Herkese ‘çok yakıştınız’ derim; yuva kurmak sevaptır. Sonra Başbakan’la ortak basın toplantısı bile düzenleyebiliriz. Ben ona hep Başbakan olmak istediğimi söylerim. Hep istemiyordum aslında, lisedeyken bir ara istemiştim. O zamanlar üniformalara karşı ayrı bir ilgisi vardı kızların, Başbakan’lar da üniformalıydı eskiden. O zaman da kendisi Başbakan değildi, alınmasına gerek yok.

VIII


Sonra şaka yaparım; gazeteciler gülerek ‘başka sorusu olan var mı?’ derim. Başbakan da tabi memnun olur, kurumlar uyum içinde çalışıyor diye. Her şeyi de ben yaptım ama! Belki kendilerine oy kazandırdığım için beni milletvekili adayı yaparlar. Ama kabul etmem, ben bir halk kahramanıyım. Ciddi işlerim var benim. Yine de teşekkür ederim. Evet, çok güzel olacak. Reklam filmleri, diziler, filmler… Tabi sadece halk kahramanı rolü için giderim. Yoksa benim ciddi işlerim var. Şimdi Başbakanlık’ı arayacağım ve sadece ‘Başbakan öldü diyorlar, doğru mu?’ diye soracağım. Ama adımı filan vermem lazım, sonra beni bulamayabilirler. Bir de bunu yetkili bir kişiye söylemeli; insanlar şaka zannedip beni ciddiye almazlarsa her şey mahvolur. O zaman kafamdan bir dahili numara çeviririm; mesela 320. Çok yetkili bir numara. Lisedeyken benim numaram da 320’ydi. Muhtemelen kriz masasını kurarlar, beni de Ankara’ya davet etmeleri gerekir ama. Çünkü onlara ben öncü oldum! Ben bir halk kahramanıyım!

*** Karanlık IX Sedat CAN

Uzun bir yürüyüşün son adımlarıydı. Yavaş yavaş hava kararıyor ve gün de son nefeslerini veriyordu farklı soluklarda. Mevsimine göre sıcak ve yakın yarınlarda özlenecek bir gündü; bir sonraki sıcak güne kadar, bütün yarınlar yakındı.

IX


Olayları birbirine bağlamaya, genel kanunlar çıkarmaya çalışıyordu. Son zamanlarda giderek muazzam bir hal alan medeniyetinden sonra neyle meşgul olacağını düşünüyordu. Bu ‘kanunlaştırma’ da böylece belirivermişti kafasında. Basit bir iki hadiseyi ele alıyor, dikkat çekmeyen kısımlarına eğiliyor ve onların ortaklıklarından bir kanun çıkarmaya uğraşıyordu. Ama yine son zamanlarda kendisinin kontrolünü kaybetmeye başlamıştı. Yer yer gelen bir karabasan gibi bir şeydi. Biri içinde ‘durun’ diye bağırıyor ve sonra sesler birbirini izliyor veya ‘sus’ diyen biri ona türlü türlü işkenceler ediyordu. Kendisine sorulmuş gibi ciddiye alıyordu bütün soruları. Yavaş yavaş gerçeklik ve kendisi diye bir ayrıma girişmiş, bununla yetinmeyip kendisini ve gerçekliği iki ayrı şey gibi tasavvur etmiş, durmayıp varlığını kendisinden iyice soyutlayarak büsbütün hayal halini almıştı. Şimdi de kendisi ve gerçeklik arasındaki kanunun ararken bir ‘kim var orada’ya kurban gitmiş ve kafasında duyduğu bu sorunun peşinden giderek bir senaryo yazmıştı. Kendisine bir oyun gibi mi geliyordu? İşte yavaşlayan adımları bu ‘senaryo yazma oyununun’ bittiği ve artık ‘gerçeklik (ile kendisi arasındaki) kanunları’ yazmaya devam edebileceğini gösteriyordu. Bir iki adım sonra yolun burasına gelinceye kadar düşündüklerini gözden geçirdi. Düşünce zincirinin kırılan halkasını anlamaya çalıştı. Hatırladığı yalnızca senaryoydu… tüme varımla bunun sebebine ulaşsaydı ya? Olmazdı, birkaç ‘senaryoyu’ daha hatırlamak gerekirdi. Kendisi kaybettiği o anda ‘gerçekten’ bir şey olduğunu ama bunu fark edemeyecek kadar düşüncelerine daldığını mı söyleyecekti? ‘ENAYİ!’ diye bir ses duydu. Kendi içinden mi? Hayır, böyle olmamalıydı. Kendisinin sağlıklı bir birey olduğu kabul edilirse böyle olmaması gerekirdi. Ya? Geçen arabaların içinden biri bağırmış olmalıydı. Durdu; yola, arabalara, etrafına baktı. Kimse yoktu. O halde? Evet, herhalde havaya ve kendisine bağırmış olacaktı kız. Neden bir kız? Aptal kız! Hava veya kendisi eşit derecede ‘enayi’ olabilirdi. Kendini ne sanıyordu? Aptal kız! Gerçekte, kendi medeniyetinde, böylelerine yer vermeyecekti!

X


Ben medeniyeti olan biriyim! Sersem, ne bilsin sanki! Zaten arabanın camından bağırır ancak. Aptal insanlar! İşte günün bu saatinde hepsi tıkış tıkış otobüslere binmişler! Hâlbuki benim medeniyetimde otobüsler hep yolcusuna göre! Yolcuların hiçbiri ayakta kalmayacak. Evet, böyle olacak! Tabi onların hiçbirinin kendi medeniyeti yok; medeniyet nedir bilmez bile bunlar! Aptallar, yürüdüğüm için enayi olduğumu sanıyorlar! Hâlbuki o otobüslerin içinde o sıkıntıyı ne uğruna çekiyorlar? Hiç! İşte asıl enayi kendileri! Sersem taksiler! Aptal arabalar! Sizsiniz enayi! “Sensin enayi!” Bir araba yavaşladı ve ileride durdu. Enayi diye kendisine mi bağırmıştı bu çocuk? Camdan bir kafa uzandı ve uzun uzun arkasına baktı. Sonra arkasından bir araba gelince yoluna devam etti. “Sensin işte!” Bir kere daha kendi kendine hepsinin enayi olduğunu söyledi. Kendini bütün araba sahipleri, taksi şoförleri, otobüs yolcuları ve bütün herkesin enayi olduğuna ikna etmesi fazla uzun sürmedi. Birkaç adım attı ve ‘enayi’ üzerine senaryolar kurmaya başladı.

*** ‘Ben enayi değilim!’ Adam neye uğradığını şaşırdı. Parayı eksik verdiğini veya hesabı yanlış yaptığını düşündü. Bakınca daha para üstünü vermemişti bile. Hesap makinasına gitti eli. Genç müşteri de sakız kutularına bakıyordu. Birden “bunları ancak enayiler alır…” diye söylendi kendi kendine. Sakızların önündeydi. Hayır, kendisi sakız almayacaktı; çünkü bir enayi değildi. O aptal kız kesin alırdı bunlardan! Döndü, adama baktı. Adam hâlâ ne olduğunu anlamıyordu. Hayretin verdiği bir suskunluktu dilindeki. Genç adam parayı saymadan çıktı ve gitti. Dükkân sahibi yalnızca sakızlara bakıyordu. Bir yerde bir enayilik mi vardı? Geri döndü, tezgâhın öte tarafına geçti. Başka bir müşteri geldi birazdan. Alışveriş etti ve gitti. Her şey normale dönmüştü. Bizimki yürümeye devam ediyordu. Aslında yolun burasında hep otobüse biner eve öyle giderdi. Ama ‘enayi’ her şeyi alt üst etmişti; şimdi eve kadar yürüyecek ve enayi olmadığını kabul edecekti.

XI


Seni hatırladım dün gece Cihan Deniz

Seni hatırladım dün gece, ansızın iki hece düştü dudaklarımdan, ağzımda lokman seni hatırladım, dilimin bucağında kalan tadın gibi adın düştü dün gece dudaklarımdan öleceğimi sandım o an, göreceğimi sandım… Şimdi seni bulanlar, bulduğunu sananlar onlar mı kaybetmiş seni, onlar mı bulacaklar! Yoksun şimdi bilirim, kayboldun gittin seni bulamam yeniden, bir kez daha Bulanamam ellerine… Seni hatırladım dün gece, bizi hatırladım gülüşünün sesteş bir tadı vardı sana aldığım güllerle hep gül diye alırdım sana gül kanatmaya can atan dikenleriyle ya gülmekten ağlardık ya da gülden… Geçmiş geçmişse bu geçmeyen nedir? gelecek diyorlar, gelecek gelecekse bu gelmeyen nedir? en yalnız gün bugün kimsenin gelmediği ve gitmediği gün Şimdi seni bulanlar, bulduğunu sananlar onlar mı kaybetmiş seni, onlar mı bulacaklar! bir gün seni bulanlar, sana beni soracaklar… Çoksun şimdi bilirim, kaybolmadın gitmedin yokluğunla biriktim, azalmadım bitmedim Seni hatırladım dün gece, ansızın iki hece düştü dudaklarımdan, ağzımda lokman seni hatırladım, çiğnediğim yutamadığım adın gibi tadın geçti dün gece dudaklarımdan öleceğimi sandım o an, göreceğimi sandım göremedim öldüm sandım, oysa görsem ölürdüm…


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.