Bir ikiyüzsüzlük biçimi olarak yalnızlık; Bir yalnızlık başlangıcı olarak, ikiyüzlülüğe tahammülsüzlük!
Rafadan Her Kafadan! rafadandergi@gmail.com
Düşünce, Edebiyat Dergisi Şubat, 2014 Yıl: 2 Sayı: 13
Köy Anıları Sevil Kuzu Büyük bir adım attı, girdi içeri. Yorulmuştu, bir nefes almaya ihtiyacı vardı. Eh, yanında da bir bardak çay onu kendine getirirdi. Köy kahvehanesi iyiydi de, bir türlü anlatamamıştı. “Açık içiyorum” Bunu kaç kez tekrarladığını düşünür dururdu, her tekrarladığında. Çayından birkaç yudum aldı. Sonra kendisi için özel hazırlanmış masaya kuruluverdi çabucak. Bir makamı andırıyordu ona bu masa. Şehrin samimiyetsizliğinden, kibrinden uzak kalmasına sevinirken şimdi bu masa da nereden çıkmıştı? “Ne ünlü bir yazarım, ne siyasetçi ne de kaymakam, belediye başkanı… Şimdi nereden çıktı bu masa?” İnsanların samimiyetinin makam-mevkiye, iki yüzlülüğe, çıkara dayandığı bir mekândan; havası, suyu, çiçeği, böceği, her şeyi ama her şeyinin temizliği düşündürdüğü bir mekâna gelme cesaretini nasıl bulduğunu şimdi anladı. Bu insanları tanımıyordu bile. Elbet tanıyacaktı…. İçeri girdiğinde herkesin dikkatlice ona bakıp, öylece beklediğini gördü. Bu bekleyişe sabırsızlık da eşlik ediyordu anlaşılan. Ama hayır! Onlar beklemekten sıkılmamışlardı ki. Beklemekten sıkılan insanlarla yaşadığı onca yılı hatırladı bekleyen insanları
görünce. En yakın dostu bile kızmaz mıydı? Evet, doğrusu çok sinirlenirdi. Onu özlediğini hissetti. “Neyse, özlemenin hiç sırası değil” dedi içinden. Ve tüm gözler üzerindeyken... Bir keresinde bir olaya şahit olmuştu, hızlıca hatırladı. Hızlı olmak zorundaydı, çünkü tüm gözler üzerindeydi. Şehrin sevdiği bir mekânındaydı. Bir randevusuna yetişecekti. Zamanı vardı, hem de çok… Bu hep böyle olurdu, zamanı hep vardı…3’te planlanan randevu saatine 2’de gidebilirdi mesela. Ah şu tez canlılık… Ama bekleyen insanların yüzüyle karşılaşmamaya değerdi, saatlerce beklemek. Hiç anlamazdı. Ne olurdu ki, insanlar o bekleyişleri huzura dönüştürmeyi bilebilseydi? Deniz, şehir ağaçları, vapur, kuşlar… İzleyip, düşünesi, şarkı mırıldanası gelmez miydi insanın? Hayır, gelmezdi! Şehir insanının buna hiç mi hiç vakti yoktu. Otobüsten indiğinde gözü biraz uzaklara dalmıştı. İnsan kalabalığının olmadığı, sükûnetin kol gezdiği caddede onu uzaklardan alıkoyan iki insan vardı. Ah, bir de onlar olmasaydı, tam olacaktı ya.. Yaşlıca iki kadının önce seslerini duymuştu. Tartışıyorlardı. İnanamadı, saatine defalarca baktı. Bu insanlar dakikalardır tartışıyordu. Birbirlerine kızarak sordukları sorular sanki uçuyor, tüm caddeyi esir alıyordu. “Neden, nasıl, niçin, ne zaman” Hepsi tek bir nedenden çıkmıştı tek bir ağızdan. “Beklemek, sabırsızca beklemek…” Sonra ana döndü. Bakışların ona döndüğü ana… “Köyde beklemek bile farklıdır herhalde.” diye mırıldandı. Dudakları hafiften oynamıştı, fark edemedi. Yalnız değildi. Kaç defa uyarmıştı kendini. İç seslerine hâkim olmalıydı. Şehir alışkanlığı işte… Bir süre daha düşünmeye devam etti. Köyde birini saatlerce beklemek nasıl olurdu? Gerçekten sabırsızlık mı yoksa huzur mu dolardı kalbe? Kahvehane insanlarından daha iyi kim bilebilirdi bu sorunun cevabını? Köy insanlarının bekleyişi bile huzur veriyor olmalıydı kalbe, emin gibiydi. “Ama bu başka bir sohbetin konusu” diyerek düşüncelerine ara verdi. Köydeki konuşmaları dilden dile dolanıyordu. Kütüphaneden köy sakinleriyle sohbet etmek için ödünç aldığı her kitap, farklı şaşkınlıklara, soru işaretlerine yol açıyordu. Ne çok soru soruyorlardı. Aynı onun gibi… Şehirde buna tahammül yoktu, fani dünya kadar iş peşindeydi bu insanlar. Her 5 soruya
II
tek cevap düşerdi hemen hemen. Hâlbuki o sorular bambaşka sıkıntıların habercisiydi aslında. Bu insanlar sıkıntıları gidermenin müjdesinden habersiz miydi? Onun zihninde bu durum öyle bir hal almıştı, durumu öyle içselleştirmişti ki, artık soru sormamaya, yazarken soru işaretini kullanmamaya başlamıştı. Köyde bunun da bir hal çaresine bakılırdı, emindi. Elinde Beyaz Geceler, kendisine yönelen meraklı bakışlar… “Yine neden bahsedecek?”, “Nihayet geldi vakit, sohbet edeceğiz” İç sesler hangisinden yanaydı. Bilemedi. Selam verip, oturdu o masaya. Sahi bu masa neden buradaydı? Zihni yine bu soruyla meşguldü. Ona benzeyen o kadar çok masa vardı ki! Ama bu masa farklıydı, çok aşikârdı. Bu masa makam, mevkiden bir haberdi. Köydeki bir masaydı nihayetinde… Farklıydı… Sahipleri de öyle… Ona yüklenen anlam da öyle… Masaya dalıp gitmişti bir süre. Sonra tekrar onlarca bakışa yöneltti bakışlarını. Elindeki ince bir kitaptı. Öyle görünüyordu sadece. Hayatında okuduğu en kalın kitaptı aslında. Kalınlığını tahayyül dahi edemiyordu yıllardır. İnce bir kitap olduğundan mıydı bu memnun bakışlar? “Yine neden bahsedecek” diyenler miydi, bu sevimli bakan insanlar? Bu düşünce de nereden geldi ki aklına? Unutmuştu burası köydü. Burada kalbi başka, bakışları başka konuşan insanlara yer yoktu. “Neyse” dedi içinden. Kitaptan biraz bahsetmenin sırası gelmişti.
*** Fikir Bunalımı Sedat CAN Hayat kısalıyor. Yazmak, uzaktan uzağa yazmak... Bir proje gibi uzaktan uzağa projeler. Kafam başka yerde ama bunu ancak ben anlarım. Kimseye etmem şikayet. Marka değeri olan şeylerden... Hayır. biraz biraz toparlanabilir kafam. Ayağımda rüzgarı ve soğuğu çok hissediyorum. Yaşlandıkça daha fazla insansızlık... Yaşlandıkça insanın içine içine gelen şeyler... İnsanın içini açtıkları daha azalıyor. Bir mi kaldı, iki mi?
III
Az kalıyor yaşlandıkça. Giderek daha fazla yazıyor. Halbuki yazma eşiği daha ciddi idi. Rüya gibi geliyor bunlar hep bana. Kendimin bir rüyada olduğu hissi daha fazla ciddiyet kazanıyor ve belki -filmdeki gibi- ölünce gerçeğe gerçeğe doğru geçmek daha cazip geliyor. El, serbestiyetini -ama özgürlüğünü değil!yitiriyor. Yazdıkça yanlış kalem sallantıları eleniyor ve daha az hareketle daha çok... düşünüyor. Duru bir anlatım. İnsanlar iki türlüsünü de anlamıyor. Ben de anlayışsız ve aptal biriymişim. Kendimi yavaş yavaş tanıyorum. Zaten ancak aptallar akıllıları kandırabilir. kendimi anlama kılavuzu olmaya çalışıyorum. Kalıcı bir yöntem olarak şunu söylemek gerek; insanlar aptal. Kendimizi kayıtladığımız şeylere fikir deriz. Başkalarının kayıtlandığı şeyler bağnazlık, tabu veya önyargıdır. Bilimsel tabulara bilim denir. O ise bütün dünyayı ve galaksiyi ve kainatı kayıtlar. Hadi yeni bir şey söyle! ... Fikir kitapları ancak kişisel tatmin aracıdır. Bir fikir önemli değildir; çayın soğuması gibi giderek anlamsızlaşır. İki kutuplu dünyanın fikirlerinden geriye ne kaldı? Çay gibi soğuyor hayat; rica ederim! Sıcakken de fikir kitapları anlamsızdır. Yani onları anlamlı kılan şey anlattıkları değildir. Fikir kitapları, nihayetinde anlattığı fikirden ibarettir ve herhangi bir fikir ancak bu sahada işe yarar. Ama fikir kitapları önemlidir; çünkü bir muhakeme yöntemi vardır onlarda. Bir muhakeme yöntemi, bir fikirden daha kıymetlidir. Bir fikir, birkaç olaydan hareketle bir şey söyler; oysa muhakeme, maddi olan her şeyi bir fikre dönüştürür. Fikir kitapları, bu muhakeme yöntemi anlaşılmak üzere okunmalı. Bu kadar söyledim; ama bunları siz de biliyorsunuz. bunları bilmek için fikir kitabı okumaya bile gerek yok; birine üç beş defa danıştıktan sonra, altıncı bir farklı olay karşısında ne tavsiye edeceğini artık bilirsiniz. İşte fikir kitapları da aynı böyle. 'Biz zaten okumadan da biliyorduk' dediğiniz şeyler de yazma eşiği ile ilgilidir. Bir... olay, olgu, bilgi, haber, vs... hatta bir ses, soğuğun bir çeşidi, karın hızı, güneşin sıcağı, vs... hatta eski bir anı bile bazılarımız için... hasılı, insan mekanizmasının fark edebildiği her şey, sistemin bir girdisidir. Bu girdiler, farklı şekillerde çıkacaklardır; kimi davranış, kimi fikir, kimi fikir hamuru, kimi gözyaşı... veya korku gibi görünmeyen bir duygu olarak. İşte muhakeme makinası, girdiyi çıktıya, tohumu mahsüle dönüştürür. Bu mahsül hasıl oluncaya kadar da muhakeme işlemeye devam eder. Yazmak da bir mahsüldür.
IV
'Biz zaten biliyorduk'lar, yazmak neticesi ve yazı mahsulü olamayacak 'girdiler'in yazılmasıyla hissedilir. Karışık mı oldu? Şöyle tekrar edelim; girdilerin yazma eşiğine kavuşamadan yazıya dönüşmesi dolayısıyla böyle bir anlaşmazlık ortaya çıkar. 'Biz zaten biliyorduk' bir anlaşmazık türüdür, evet. Hani 'üniversite mezunu cahil' var ya; bilmediğinden mi cahil? Onun gibi, anlamamaktan dolayı değil, ama yine de bir anlaşmazlık. Bu anlaşmazlık, girdilerin yazma eşiğine varmadan yazılmasıyla doğuyor. Yani, erken düşen meyveler! Henüz hamken koparılır gibi. Bazen ise 'bunları biz de biliyorduk' denmeyen bir anlamsızlık ortaya çıkıyor. Yazma eşiğine varamamış bir girdinin, muhakeme kabiliyetsizliği neticesinde yazı olarak 'erken düşmesi'. Bu halde, entellektüel evrimini tamamlamamış bir 'çaylağın' (daha iyi anlaşılacağına inandığım için çaylak dedim; yoksa hangimiz bu yolda çaylak değiliz?) 'ham meyva'sı olan yazı, daha az tamamlanmış, hadi anlaşılsın diye şöyle ifade edelim; daha çok çaylağın, hoşuna gider de 'ben bunları zaten biliyordum' demez. Zaten de bilmiyordur. Peki netice? Anlaşabildiler mi? Veya bu anlaşamamaktan daha mı faydalı oldu? Burada 'ben öyle düşünmüyorum...' yol ayrımına gelmiş oluyoruz. (Bir ayrım yoldan, biriyse sizden kaynaklanıyor; burada iki tane 'ben öyle düşünmüyorum' yolu karşımıza çıkıyor.) Başlarken onu bir tarafa bırakmıştınız; çünkü ne hakkında 'öyle düşünmeyeceğinizi' bilmiyordunuz. Şimdi ise yalancı bir yol ayrımı, bir çıkmaz sokak başlangıcıyla karşı karşıyayız. Bunları söylüyorum; çünkü 'öyle' düşünmeme hakkınız yok! İşte bu yüzden anlaşamıyoruz. Bunu hemen çözmeden... devam etmeli. Ama iyiniyetli olanların bu çözümle birlikte itirazlarını da ertelemesi gerekir. 'Öyle düşünmeyen'ler ve 'Ben öyle düşünmüyorum' yol ayrımlarını geride bıraktıktan sonra devam edelim; her muhakeme (mekanizması) diğeriyle kıyas edilmeyecek kadar farklı gibi görünebilir. Ancak, insanların farklı farklı olsa da dil, burun, göz, kulak ve elleri varsa muhakemelerin de ortak olan kısımları vardır. Ama bunu hepimiz yapamayız; sizi tenzih ederim tabi. Ama uzmanlık gerektirdiğinden herkes 'yapamayız'. Bu muhakemelerin ortak olan kısmı, en başta 'varlıkları'dır. Yani bu mekanizma insan gibidir. Gözsüz, kulaksız, akılsız... insan olabilir; ama ruhsuz insan olamaz. Ruh ile özdeş olmasa bile, ruhtan hemen sonra muhakkak olan şeylerden biridir bu muhakeme (mekanizması). Yokluğu ruhsuzluk, gönülsüzlüktür; ki bunun da farklı -menfi ve müsbet- anlama geleceği aşikardır.
V
Bu, mekanizmanın varlığından başka delile ihtiyacı olmayan muhakeme, girdileri işleyecek ve mahsul haline getirecektir. Yani girdiler muhakkak orada bir süre bekleyecektir. Niçin? Kafa karışıklığı olmaması için hatırlatalım; bunlar yazı olmak için değil, çıktı/mahsül olmak için bekleyecekler. Bir an bile olsa orada bulunmaları gerekir. Olmazsa olmaz. Herhangi bir şey olmak için beklemek gerekirse -yazının (ve insanın) doğası gereği- yazı olarak çıkmaları -tam olarak; doğmaları- için daha fazla beklemeleri gerekir. Konuşmaktan daha fazla sorumluluk gerektirdiğinden, yazmak daha 'sonra'dır. (Ama 'geç' değil, rica ederim.) Şimdi buraya dikkat edelim; (Halbuki başından beri en şiddetli 'biz bunları zaten biliyorduk' diyeceğiniz yere geldik.) Bizim çaylağın yazdıkları, kendisinden daha küçük olanlarla arasına bir sınır koyar ki, bu 'yazı'dır. (Anlatıyorum:) Çaylak, bunları yazmayıp olgunlaşmayı bekleseydi, yazılacak yere gelecek ve çok daha ciddi bir işi daha az alkış mukabilinde yapacaktı. (Bir bahs-i diğer daha! Ama bunların hepsini size izah edemeyeceğim, çaylaklık üst sınırını aşamam.) Yazmakla, kendisini olgunlaştıracak muhakeme girdilerini ortaya koydu ve muhakeme çıktısı olabilecek bir şey kalmadı! Yani o, kendi bindiği, kendi 'bildiği' dalı kesti ve artık giderek daha az alkışlanarak unutulacak. Öte taraftan çaylak küçüğü de, esasen muhakeme girdisi olabilecek şeyleri mahsül olarak okudu ve mahsülü yanlış anladı! Dolayısıyla artık o da yanlış bir yola sevk olundu; muhakeme girdilerinden mahsül değil, ham meyveler devşirecek. (Tıpkı hiç domates bilmeyene yeşil domates yedirip ona domates yetiştirmeyi öğütlemek gibi;) O, domatesleri hep yeşilken koparacak artık. Çaylak ile onun beğenicisi olanın arasına giren sınıra geri dönecek olursak; bunun yazı olduğunu söylemiştik. Bu yazı, çaylağın 'mahsül benzeri' olan yazısıdır. Bu yazı, çaylağın sertliği en az gerçeği kadar hissedilecek olan sınırıdır. Zararı hem çaylak, hem çaylak beğenicisi içindir. Çaylak, bu girdilerin fer'i mahsülü olan konuşmayı bir tarafa bırakıp yazmayı (ve aslında yükselmeyi, parlamayı) tercih etmiştir. (Yeşil domates yemek için başka sebepler de olabilir elbet. Ama en geneli bunlardır.) Halbuki, o konuşacak ve böylece muhakemesini genişleterek devam edecekti ki, 'yazmak' ondan hasıl olsun. Ama olmadı.
VI
Çaylak beğenicisi ise dinlemeyi öğrenemedi. Çünkü konuşan olmayınca dinlemek de olmaz. İşte bunun kadar kesin olarak; dinlemek olmayınca okumak da olmaz. Dinlemeyi bilmeyen, nasıl okumayı bilebilir? Can alıcı noktayı zaten siz biliyorsunuz; okumak bilmeyenin alkışı kaç para eder? Bilakis, onun beğenisi iyiye işaret değildir. Okunacak şey olsaydı, o okumayı bilmeyen nasıl beğenebilirdi? Dikkatli bir göz, çaylağın kendisine ne kadar kötülük ettiğini hemen görecek, onun kaçınılmaz olarak en başa dönmek zorunda kalacağını anlayacaktır. Yazının satırarasına denk düşen bazı yanlış anlaşılmaları bertaraf etmek, kalan kısımları da tamamlamak için, şunları eklemek gerek; Fikir kitaplarının kişisel tatmin aracı olması, iki şekilde anlaşılmalıdır; ilki yazının başındaki ve herkesin anlayacağı şekliyle. Bunlar insana anlık tatminden başka bir şey katmazlar. Yazının başındayken bu şekilde anlaşılması doğrudur. Yazı okunduktan sonra ise, benim kastettiğim şekilde tekrar anlaşılmalı; bunlar 'kişisel tatmin' aracıdır ve üçüncü kişilerin tatmininde rol oynamazlar! Bunlar kişisel tatmin aracıdırlar ve 'amaç' olamazlar. Bunlar kişisel tatmin aracı olarak bir girdiden ibarettirler ve nihayetinde bir -aksiyon gibi- bir çıktı olması veya genel bir çıktı olması imkansızdır. Bu girdilerin neticesinde bir tek tip çıktı düşünülemez. Bunun için, fikir kitabı yazarının bununla toplumu düzelteceğine inanması, bu hayali içinde duyması ve okurun da nihayet 'bir şey' olacağını sanması çocukçadır. Bir kitapla toplum düzelmeyeceği gibi, bir kitap okuyarak da adam olan yoktur. Nihayet, fikir kitaplarının kişisel tatmin aracı olduğunu söylemekle herkese iyilik ettiğimi de söyleyebilirim. Zira tiyatronun bir oyun olduğunun unutulması, bir seyircinin 'bırak ulan kızı' diyerek sahneye atılması, ne tiyatrocunun ne de diğer seyircilerin işine gelir. Hasılı fikir kitabı, fikir kitabıdır. Bu yazdıklarım da fikirdir; yani bu da bir fikir yazısıdır. Ben de bir çaylak veya beğenicisi... Hepsini -zaten biliyor olanlar nezdinde- kendime söylemiş oldum.
VII
Ben Yusuf Koçak 'Ben' ile başlayan cümlelerimin varlığı ruhumu okşarken başlardım o bitimsiz sona. Kendi yanlışlarımda ararken seni, bulduğum doğruların arasında seni değil de kendimi bulurdum hep. Savurduğum alevler ben hariç herkesi etkilerken, gözlerimin içini görmeye dayanamazdım, biliyorum. Bildiğim diyordum da başka bir şey söylemiyordum. Her daim ilk taşı 'ben' atıyordum günahlar içerisinden. Bir 'Elif' misali dimdikti başım anlamsızca ve ‘Elif benim’ diyordum. Her şeyin bende başlaması ve bende son bulması, bütün olguların içerisinde olabilmek ve yön verebilmek kendim dışında olanlara... kendi doğrularımla, sorgulamadan onları ve olanları. Ben nefs'im diye bağırıyordu hal dilim. 'Dilim kopsaydı keşke' der miyim acaba diye düşünecek fırsatı bile vermiyordum kendime. Keskin sirke olduğumun farkında değildi küpüm. 'Hatalarım sarmıştı beni, o yüzden göremiyordum kendimi' diyebilseydim eğer, şimdi kuramazdım bu cümle denileni. Kendimden kaçıyordum muhtemelen; kendim kendimi esir almışken kendimden kaçıyordum. Seni de düşünebilseydim ya da berikini/ötekini ya da onu da katabilseydim çıkarlarım olarak gördüğüm kör kuyularıma, kör kuyularım olmazdı ya da kuyularımız kör olmazdı.. Mütemadiyen içinde bulunduğum durumun vehametini hissedebilseydim yüklemlerim de tekil olmazdı, tekillerimin yüklem olamayacağı gibi. Kurduğum cümlelerime kulaklarım tıkalı bir şekilde bencilce nokta koyamazdım. Her daim senin de kelam edebilmen için virgül'ler olurdu bende.. Hala ben'de... Ben dolu hatalarım varken, böylesine gurur kaplamış bir şekilde çıkmazdım karşına. Bittiğimin farkında olmadan, yeni başlamış gibi şevkli olmazdım. Farkına varabilseydim -ben hariç- zerre olsun herşeyin, ‘Biz’ bir başka olurduk herkesle beraber, farkına varabilseydim. Işıkları söndürülmüş bir evin ortasındaki sofrada misafirini doyurmak aşkıyla boş tabağa kaşık sallayan olmak için neler vermezdim,.. belki de olabilirdim şayet Ben’i bana bırakmamayı becerebilseydim.
VIII
Maddi dünyadan kurtulup da samimiyet denizinde bir damla olabilmek için; değil bir damla olabilmek, o denize uzaktan dahi bakabilmek için kavuşmak mülahazasıyla, her bir uzuvumdan feragat etmek ne hoş olurdu.. Kendim için değil de bir karınca için olsun koşuşturmanın lezzeti nasıl olurdu kim bilir.. Muhtemelen 'Ben' hariç herkes bilir! Eğer o eğilmez başımı bir nebze olsun düşürebilseydim; beni bitiren anlamsız gururumu dipsiz bir kuyuya bırakabilseydim; ruhumun boy aynasında biz'i görme fırsatını kendime verebilseydim; fazla değil, birazcık olsun mütevazi olabilseydim; kusurları örtmede gece gibi olamasam da bunun için güneşin önünde durup gölge yapabilseydim; eğer o eğilmez başımı bir nebze olsun düşürebilseydim... Bir 'Vav' olabilseydim, kim bilir...
*** Kardeş Kavgası Caner Çiçek Kavgaların en büyüğü en şiddetlisi ve hatta en ahlaksız olanı neden hep kardeş kavgalarıdır aga? Aslında cevabı basit; sevgi ne kadar büyük ise oluşan düşmanlıktan o kadar büyük oluyor. Doğanın kanunuda bu değil midir zaten: herşey zıttı ile kaimdir. Bir yerde sevgi varsa nefret de vardır. Gün yüzüne çıkmamasının nedeni de aslında henüz vaktinin gelmemiş olmasıdır. Yakın bir büyüğümün dediği gibi ‘karekter kriz anında verilen tepkilerde belli olur’. Gerçekten çok sevdiğimiz bizim için değerli olan insanlar aslında ne kadar değerlidir? Bunu ölçmek, sayısal verilere dökmek çok mümkün olmasa da olaylar\krizler karşısında verilen tepkilerle gözlemlememiz çok da zor değildir. Maide suresi 30.ayet ne diyordu: ‘Benliğindeki hırs ve haset ona kardeşini öldürmeyi kolaylaştırdı, böylece onu öldürdü. Bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu.’ Kelamın asıl sahibi(c.c.)’nin dediği gibi: hüsrana uğrayanlardan olmamak için benliğimizdeki hırs ve haset duygusundan kurtulmamız gerekir. Bu dile kolay gelse de uygulaması hiç de kolay olmayan bir şeydir.
IX
Ne dedik yukarıda, insanda her şey zıttı ile kaimdir. Yani insan ne kadar sevgi, fedakarlık ve birçok güzel hasleti bünyesinde barındıyorsa, kin, nefret, haset gibi kötü duyguları da bünyesinde bulundurmaktadır. Önemli olan, ham madde niteliğinde olan bu duyguların nasıl ve ne zaman, kime karşı... ‘kullanılacağıdır.’ Kardeşler arasındaki sevgi diğerlerinden farklı bir kuvvette olduğu için aralarındaki düşmanlıkta o derece şedit olması muhtemeldir. Hemen akla şöyle bir soru gelir doğal olarak: birbirlerini bu kadar sevenler, nasıl olur da birbirini öldürecek derecede düşman olabilir? İnsanların kardeşlerine ve sevgi bağının sağlam olduğu insanlara kırılmaları gücenmeleri ve düşmanlıklarının çok şiddetli olması yaşadıkları hayal kırıklığı ile alakalıdır demek çok da iddaalı olmaz sanki. İnsanları öfkelendiren, sinirlendiren ve tabiri caizse şirazesini şaşırtan tam olarak yaşanan hayal kırıklığıdır. Düşmanlık ya da kötülük beklediğiniz birinin yaptığı çok fazla etkilemez sizi, karşılığını ya aynı ile mukabele ederek verirsiniz ya da çeker gidersiniz. Ama yakınınız, yani hiç beklemediğiniz birinin size yapmış olduğuna ise kayıtsız kalamazsınız. Bahsettiğimiz gibi benliğimizde olan hırs\haset duygusu ve kendimize durmadan sorduğumuz ‘NEDEN?’ler bizi hataya düşürebilir, düşmanlık beslememize sebebiyet verebilir. Kardeş kavgasını önlemenin yolunu, yine Kelamın gerçek Sahibi(c.c.) bize Maide suresinin 28.ayetinde çok güzel gösteriyor: Kabil ile Habil arasındaki kıssaya atfen, Habil kendisini öldürmek isteyen kardeşi Kabil’e şu ders niteliğindeki sözü ile cevap vermiştir: ‘Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, beni elimi öldürmek için sana uzatacak değilim’. Meselenin düğümlendiği yer, tam da burası. Ailemiz gördüğümüz insanların bize yanlış yapmış olması bile bizim onlara sırtımızı dönmemiz neticesini doğurmamalıdır.
*** X
Vakit Eşref Berrak Ayın suya ilk değdiği vakitlerdi. Ayın suya henüz değdiği saatlerdi. Rüzgâr da tene öyle gibiydi; ayın sudaki ilk pırıltıları gibi. Su şırıltıları da kulağa ilk ay değmesi gibi değiyor ya; gözler ilk olunca ona da ilk ay değmeli. Alışılan karanlık güneş gibi yırtılmadan, ay ışığıyla azar azar delinmeli. Ayın ışığı suya henüz değiyordu; öyle ki buna yakamoz denmesi bile kararlaştırılmamıştı. Tarçının salebe ilk değişinin hâlâ isimsiz olması gibi derin bir anlamdı bu. Kalemin kâğıda her an ilk değmesi ama her nasılsa bu parıltıların ardalanmasının okunabilen bir anlam olması gibi de ardalanmaksızın anlamlı bir dokunuştu ayın suyu okşaması. Bir aydınlık hatırlatması gecesiydi ayın suya ilk değişiyle başlayan. Hiç de kanunda yazdığı gibi olmuyordu, gece de başka başka zaman tarifleri gibi farklı bir olayla başlıyor, olgu (gece olgusu) oluyor ve zamanla hikaye, roman, efsane oluyordu ya… Yeri değil. Ay suya ilk kez değiyordu ve bu (parça parça pırıltıları hep birer dize olan) bir şiirdi şimdilik. Sonrası sonraydı. Ay, bütün zaman tariflerini buraya çağırır gibi yeniden mi ilk defa değiyordu suya. Sabah sekiz veya muayyen dakikaları değil; her pırıltısı bir saniye olmak üzere bütün zaman tariflerini (tanımlarını) buraya dayandıracak kadar ilk defa değiyordu suya. İnsanlar aptallaştıkça ucuzladı şiirler, farkında mısınız? Ayın ilk pırıltısını da böylece kaçırdık gözden. Eşya ne kadar da naif oysa. Her şey kedi tüyü gibi değil mi; bir var ve bir yok. Eşya ne kadar da zarif. Zaman da böyle; ay pırıltısından hareket eden ve onunla başlayan nasıl kaba olabilir? Gözler için zaman böyle; her pırıltı saniye… Kulaklar için de dalgalar çarpar kıyılara her saniye. Eşya ne kadar da zarif insana zamanı hatırlatmakta. Ayın sudaki pırıltıları, dalganın kıyıya dokunması ve kalp çarpıntısı, havanın nefes nefes duyulması hep birer saniye. … Ben ölüme kurulmuş bir saatim şimdi. Kapının eşiğindeyim. Yakamoz aya, ben ölüme delil; ölüme kurulmuş bir saatim ben.
XI
Bir saatim sana ayarlı, bir ayağı sende olan köprülerdenim. Tek tarafı aydınlanan, dört duvarlı bir heceyim. Ötme bülbül… Tek toz tuz için masada duran koca cam fanus (ya da tuzluk)… Tek tuz olarak koca fanusta hapisteyim. Ölüme kurulmuş, yelkovansız… Suya hasret kuyu; dipsiz… Bir tek ilaveyim; aslı ayan, astarı saklı. … Belki zamanı böyle tarif etmek onun doğasına daha uygun. Bir saati ifade etmek için söyleriz ya ‘akşam saat on’ gibi. Ama bahsedeceğimiz şey için bu eksik bir zaman tarifi olur; gecenin saatlerden daha kesin tepki verdiği şeyler değil midir ayın suya ilk değdiği vakitler, horozların tek tük ötmeye başlamaları veya köpeklerin uzun kısa uluyuşları. Aynı hâli tarif etmek kastı varsa, ayın suya değdiği ilk saatlerdi demek daha doğru olur. Kafam karışık değil, ne anlattığımı biliyorum. Ama anlatabildiğime inanmıyorum. Bunlar yazı hızında konuşulmuyor; konuşma hızıyla anlatılmalı…
*** Parça parça kaldırımlar Yanar söner led ışıklar Bilsen şimdi Süleymaniye Kahpe ağlar kurt ininde Dili bende, gözleriyse Ağlar ağlar Süleymaniye Gönül taşan saçlarıyla Yanıp yakan hıçkırıklar Kedi köpek etrafında Duymak ister bir teselli Duymaz ağlar hep sitemli Bilmez tık tuk tek teselli Kahpe kahpe hıçkırıklar Pırıltılar her saniye Çarpar kalpler aptal aptal Sakla beni Süleymaniye