Cam bardakları çatlatan bir ‘bardak’ deme şekli vardır… …yağmurun ıslattığı bir uçurtma!
Rafadan Çatlak Cam Bardak rafadandergi@gmail.com
Düşünce, Edebiyat Dergisi Ağustos, 2012 Yıl: 1 Sayı: 10
Anla/tım Ethem Köse Hiç lokantaya gidip tek başına yemek yedin mi? Ama öyle gidip ayaküstü atıştırdıklarını veya öğrenci işi acele sandviçlerini kastetmiyorum. Çorbadan başlayarak, tatlıyla birlikte bir yemek yedin mi bir lokantada tek başına? Mesela ayranı beğenmeyip bir başka içecek istediğin veya çorbayı yarım, yemeği yarım, ayranı yarım bırakıp tatlıyı kırıntılarıyla yediğin veya onu da beğenmeyip lokantanın ikramı olan çaya kadar yarım bıraktın mı her şeyi? Onu hatırla o zaman şimdi beni dinlerken; hani tatmak kastıyla veya parasını başkası öder gibi yarım bıraktıklarını hatırla… İnce bir sızı, bütün aksiliklerin üstüne ‘bir sen eksiktin’ler gibi gelip dişine yerleşir. Herkesin seni sevmediğini düşünüyorsundur ya, dişin bile senden bezmiş ve seni bir çürüğe değişmiştir. Bütün hepsine karşı bir hırsla ayağa kalkacaktın oysa dişin sızlamasaydı. Gelen aksilikler seni ayağa kaldırmaya gelmişti; ama hepsi dişindeki sızıymış gibi otura kalırsın. Bütün suçlu da o olur artık. Belki ağrısı uyumakla geçer dersin; işte çorbayı da yarım bırakıyor ve yemeğe geçiyorsundur. Öyle mi? Aynen öyle; işte beni çorba yaptığın… çorba gibi yarım yarım… eksik bıraktığın gibi… Ben eksiğim.
Basit Yusuf Koçak Daralıyorum. Sana dışarıdan baktıkça başım ağrılara gark oluyor. Çok kalabalıksın. Lakin yapacak bir şeyim yok mecburum sana. Kalabalığın içine girdikçe artıyor sıkıntılarım. Bir çift göz ile karşılaşmam fazla sürmüyor, iki gülen samimi göz… ve yer değiştiriyoruz. Güzel yanların da varmış meğer. Düşünüyorum, şükrediyorum. Çok rahatsın. Hayatın gündeliği içerisinde mütemadiyen gelip sırtımı veriyorum sana. Şikâyetçi olmak bir yana en güzel şekilde ağırlıyorsun beni. Farkına bile varmıyorum ama; kendiliğinden gelişiyor her şey. Kapılmışım ya, umurumda değilsin. Düşünüyorum, şükrediyorum. Bunaldım. Yakın da değilsin hâlbuki bana, neden bu kadar sıcaksın ki? Zaten koşuşturuyorum, görmüyor musun? Bir de sen geliyorsun üstüme. Emrin olur, eyvallah görevini yapıyorsun ama..? Düşünüyorum, şükrediyorum. Oturmuş saatlerdir sana bakıyorum. Yanında yörende kimse de yok. Nasıl oluyor da tek başına geçiriyorsun hayatını. Bazen tek kalıyorum da ben, sana baktığım şu an gibi, olmuyor diyorum. Olmuyor. Sana bakmaktan da vazgeçiyor, kendime dönüyorum. Seni bıraktığım anın en serininde uzaklardan gelenle irkiliyorum, ‘Aklın burada kalmasın, sen orada rahatına bak.’ Düşünüyorum, şükrediyorum. Basit mi? Her şey bu kadar basit mi? Kandırma kendini… Hayat bu kadar zor ve üstelik insanlar da bu kadar zorluyorken seni, beni, bizi... Bizi? Düşünüyorum, şükrediyorum. Düşünmüyorum; kalabalık bir otobüste samimiyetle bana yerini vereni, her gün koltuğun rahatlığını, karanlıkta ve soğukta kaldığımda hasretle beklediğim güneşi, bir ağacın yalnızlığında kaybolurken uzaklarda da olsa sahip olduğun değeri, hayatın bu kadar basitliği ve güzelliğini… Düşünüyorum, şükrediyorum.
*** II
Karanlık VIII Sedat CAN Doğru yapıyordu. Toplum, bütün yanlışlarıyla doğrularına dayanak oluyor ve onu doğruluyordu. Polisler geldi. Henüz iki günde bir tıraş olanlardan üç polisti. Kimlik sordular. Yoktu. Nedendi? Çünkü çekmecede kalmıştı. Ya ne olacaktı? Ne olmalıydı? Kendisini nezarete atmaları gerekti… ayrıca para cezası… Pek öyle yapsınlardı. Meydan mı okuyordu? Durdu, düşündü. Mahcubiyet mi hissetmeli? Hayır, gereği yapılmalıydı. Kollarını uzattı; kelepçe takmayacaklardı. Polisler tereddüt etti. Kendisinin ‘kim olduğunu bilmedikleri’ biri olduğundan korktular. Israr etti. Özür dileyip gideceklerdi. Dönmüştüler tam da. Arkalarından seslendi, sahte polis miydiler? Ne alakası vardı? O halde kendisini karakola götürsünlerdi. Götürmelerine gerek yoktu, şüpheli değildi. Hani ama kimliği yoktu..? Her şeyi ‘yerli yerine koymacı’ bir tutum izliyordu fikirlerinde. Aslında büyükleri ona öğretmişlerdi böyle düşünmeyi. A sorunu, B çözümünü gerektiriyorsa, öyle yapılmalıydı. Bir çeşit makine gibi. Hiçbir şeye müsamaha gösterilmeyecekti böylece. Hoş görmek, boş vermek, onların da insan olduğunu hatırlamak… Yapması gerekenler listesinde bunlar da vardı elbet; bir şeylerin çözümü olarak. Polisler neye uğradıklarını şaşırınca saate baktı. Nezarete götürmeyeceklerse kendisinin gitmesi gerekiyordu. Hayır, dedikleri gibi, kendisi şüpheli değildi ve… Döndü. Birkaç adım attı ve durdu. Şüpheli değilse niçin kimlik sormuşlardı? Polisler için de giderek karmaşıklaşan, zorlaşan bir durum vardı. Asayiş için… dedi bir tanesi. Doğru cevap olduğuna hiç biri emin olamadı. Birbirlerine baktılar. Madara mı olmuşlardı? Neyse, benim gitmem lazım, diyerek döndü ve gitti.
III
İşte bazen böyle anlam veremediği durumlar olur, toplumla aralarındaki o bağın aslında ne kadar gereksiz olduğu ortaya çıkardı. Toplum, mecbur olduklarıyla, zevk aldığı durumlara duyduğu arzu arasında sıkışıp kalmış ve mecbur olduklarının keyifli olmadığına ikna olmuş, keyfiyetin muhalif ve farklı muhalefet etmek olduğunu mu düşünen bireylerden meydana gelmişti. Dolayısıyla sebep-sonuç zincirinin koptuğu bir yer vardı. Toplumu anlarken eksik bıraktığı, ona züppe, anlayışsız, yer yer aptal demeden önce gözden kaçırdığı bir şey olmuştu. Her şeyin kanunu vardı, her şey sebeplere dayanan ve kendisi de bir başka sonuca sebep olacak bir sonuçtu. Rüyasında da görmüştü; insanlar onu yanlışa zorluyorlardı. Durduk yerde ona fikrini soranlar, ondan bir şeyler dinlemek isteyenler vardı. Ne istiyorlardı? Kimlik, nasıl bir bireysel dışavurum, bir varlık delili olabilirdi? Yine en baştan başlamak gerekecekti. Son, kaçınılmaz bir şeklide onu en başa döndürüyordu. Halbuki son’u anlamlı kılan şey, uzakta ve belirsiz olmasıydı…
*** Evli Şehir Eşref Berrak Evler evler Süleymaniye Yangın yangın merdivenler Kalpsiz kapaksız taş buketler Yakmış yaratmış piç şehirler Balkon kanatlı tek seferler Ayna camlı dar asansörler Gör sen sanırsın sessiz evler Sarıp sarmalar piç resimler Evler bekler Süleymaniye Karanlık da sessiz sokaklar Nerede renkli kelebekler Bira göbekli piç veletler
IV
İki Fare İbrahim Emre Günay
oysa eksilecektik elbet tutsaydın ellerimi bu kadar karmaşık mıydı dünya eksi biz bu kadar mı ürpertiyordu seni bir geminin güvertesindeki giz oysa toplanacaktık elbet yürüseydik bir kaldırımı el ele bu kadar mı zordu sevda artı biz bu kadar mı yordu seni dilimdeki sevda sözleri susuyorsun nedir bu karamsarlığın söyle birbirine aşık olamaz mı iki fare
*** Hımmm… “Göz makyajı haram, biliyorum. Çünkü dikkat çekiyor. Ama ben seviyorum, tarz haline geldi ve yapıyorum. Hesabımı Allah’la aramda halledeceğime inanıyorum.” Esra Elönü
V
Menkıbeler II Uğur Yılmaz
“Şunu bir kağıda sarar mısın? Alan var, alamayan var. Hem beş parmağın beşi bir mi?” dedi bakkala önündeki meyve suyunu göstererek. “Herkes senin gibi düşünse her şey düzelir” deyip bir gazete kâğıdına sardı bakkal meyve suyunu. Oldukça özensiz kıyafetli, bakımsız adamın bu ince kifayetini görünce ben de bir kâğıt istemeyi düşündüm. Utanan ve kırmızılaşan yüzümü örtecek bir kâğıdı var mıydı acaba? Sadece yüzüm mü? Ne kadar çok para verdiğimi gösteren gömleklerimdeki, ayakkabılarımdaki, pantolon-larımdaki marka amblemlerini de örtecek kâğıdın var mı bakkal amca? Yoksa sen de benim gibisin de, kâğıtlarını kendine mi saklıyorsun? Daha iyi bir iş, Daha iyi bir ev, Daha iyi bir araba… velhasıl Daha iyi bir hayat peşinden koştururken 1 liralık meyve suyu ile öğrendim, daha iyi nasıl ölüneceğini! Sokaklarda kâğıt toplayan insanlar! Bana getirin tüm kâğıtları. Hırslarım var örtmem gereken! Bir tuşla aydınlanan, soğuyan, ısınan lüks odalı evlerin gözlerimi kamaştıran ışığından sıyrılıp, kâğıtla sarılı herhangi bir şeyin sahip olduğu karanlığa ulaşmak istiyorum...
*** VI
İlan-ı Aşk II Eşref Berrak
Seni ve senden olmayanı bilmediğim, seni ve sensiz olmayanı, seni ve senle olanı, seni ve seni, seni ve hiçi anlamadığım halde seni sevdiğim bir gerçeğin tokat gibi çarpıldığı camekanla aramızda duran ve ne onun ne de benim gördüğüm, camekanda da ben de de aksetmeyen buna rağmen bizi kuşatan ve beni ve onu aynı şey haline getiren, ikimizi akan bir zaman içinde iki farklı an olarak ve benim fark edemeyeceğim, hayal edemeyeceğim bir şekilde… Belki günün birinde olan ama uzak bir günde, sonra yine buraya dönülebilecek bir günde, kendi kusurlarıma bakmam gereken bir günde, çiftçilerin yağmuru suçlayamayacakları bir günde, belki de şansın iki zardan fazla şey ettiği, pazartesilerin hiç de salılara mecbur olmadıkları ve nasılsa elde görülen bir kuşun, elde olmayan bir kafese koşması gibi… bunu bilerek ve iç içe geçen, birini kurtarmak istediğim ama hangisinin de kime ait olduğunu bilmediğim, uzayan ve kablo kadar esnek, cam kadar esnek, plastik şişe kadar esnek ve cam gibi şişeleşebilen bir kablo kadar esnek, kırılgan; esnek, sert; esnek, esnek… Seni seviyorum dememe bile gerek olmayan, bunun marifet olmadığı, susarak da geçmeyen, o sessiz zamanların zor olduğu… ya da şöyle; zamanların kolay ve anlamsız ve ancak seni seviyorum olduğu… ayrı ayrı hiç ve ayrı hep olan, birinin diğerine katılabildiği ve tek bir zemin olmayan, âşıkların yorgun düşüp kafaların karıştığı, seccadelerin katlı, şişelerin dolu ve açılmadıkları halde dolu oldukları…
-Devamı arka kapakta…-
VII
Orada mısın? Ahmet Münib
Ellerim titriyor Gece mehtapla serinlerken Gözlerim buğulu Belki uykusuzluk Benimle büyüdüğünü düşündüğüm Sonra bir kuytuda saklanan Olmadık bir durakta karşıma dikilen Olur olmaz rüyalardan süzülerek Kendine hayran bırakan Derin sessizliklerim var Şahidi benim parlayan ayın Ve bir kuşun tüyleri Ancak bu kadar güzel olabilir Ellerim… Titriyor Sonra uyanıyorum Bu uyanan ben olmamalıyım Ya da yitik hayaller Seni arıyorum soran gözlerle Bir göç melodisi eşliğinde Yıldız açıklarına dalıyorum Nerede o kalabalık Hem neden kalabalık ki zaten Biz bize yeteriz diyerek yutkunduklarım Sonra şu karşımda salınan Nazlı salkım söğüt Olmazların sancıları Olacak olan güzellikler Bir balığın solungaçları Ellerim nerede? Benim değiller miydi yoksa Sonra sus dediklerim Belki heveslerim Susmasın bu melodi, istemiyorum Sen neredesin? Ben seni arıyorum… Ellerim… Sana açıyorum…
VIII
İstihale Münir Ersan Tuna
vurdum neşteri iflah olmaz sineme yuttuğum nefis değil sanki bir kezzap yakıyor bağrımı gündüzden geceye aman vermiyor fecir bu ne büyük azap
kudret sende değil sana kudreti verende gökte bulutsun, deryada kum tanesi arar bulursan kendini doğru sebepte olursun bir anda varlıkların en yücesi
kendinin on katını kaldırsa da karınca bir başına çevirse de koca harmanı eşit lokma yer yuvasına varınca artık ben değil biz demenin zamanı
mermimiz azimdir silahımız tevekkül razıyız gayri ne verirse Rahman noksanına hamd fazlasına şükür taşırız yükümüz olsa da bin batman
IX
Kalbim Bu Seda Ketum Sen bak ki iyi sözler söyledikçe Dünyaya iyi sözler söyledikçe ben İyi sözler söylenmiş bir kadın gibi güzelleşiyor dünya -mutluluk nedir*
Seni görüyorum. Dudakların hafif büzülmüş gözlerin kapalı Burnundan alabilecekmiş gibi dünyanın tüm güzelliklerini içine, Kokluyorsun. sana çok uzağım. İşte dönüyorsun yine her zamanki sokaktan Sırf ben seviyorum diye ellerinde iki paket süt, Dudaklarımın üst kısmına bulaştığında silmek istediğin için Bunu sevdiğin için Ve gözlerimi görmezden gelebilmek için belki Çocukluğumu su yüzüne çıkarıyorsun. Beni gör. Bir gün Şehirdeki tüm inekler intihar edecek. Sana senin dışında bir şeyden bahsetmek Sana senden ayrı olarak bir benden bahsetmek Ah komik olma.
Bir şehir görüyorum ben Bir ülke Bir dünya. Yoksun.
X
Bir oda görseydim Dört duvar Ve vücudumda yüzlerce ter damlası Yine yok olacaktın. Kalbim bu’ Harlanıyor. Seni sevmekten söz edemiyorum ülkelere Beni sevişinden Bana dokunan ellerinden haberi yok hiçbir ülkemin.
Hal bu ki Denizlerden korkmaktan söz edecektim sana Korkmamaktan söz etmeni isteyecektim Yasladığında sırtını Hayır bir duvar değil Bir kapı Bir şehir değil Biri insana yasladığında sırtını Korkmamaktan söz edecektin bana. Beni gör! Göre göre söylediğin tek kelime Söyleyeceğin tek kelime Kudretiyle dünyaları avucuna alır sanıyorum ben Ben öyle kendi ekseninde dönen bir çocuk Terimi silmezsen Hasta geçecek bu sonbahar.
Aç gözlerini.
insandan insanlığa doğru olsun ki usul usul mutluluk, bizden*
*İşaretli kısımlar Edip Cansever’in “Dallardan Yapraklara” şiirinden alıntıdır.
XI
Günlerin, mevsimlerin, sayıların, nefretlerin ve belki de sevgilerin yukardan aşağıya akmadığı, günlerin gün olmaktan vazgeçip saatlerin yirmi dört etmesine müsaade etmedikleri ve ama yine de saatlerin varlık bulmak için günlere ihtiyaç duymadıkları, zamanın kimseye ses etmediği, kimseye el etmediği ve güneşin de artık zaman için değil, çiftçiler hesabına çalıştığı, manifestoların parayla, anlaşmaların manifestolarla, manifestoların anlaşmalarla ve kendini bilmezlerin de anlaşabildikleri… kendini bilmezlerin en kendini bilir göründükleri; kendini bilmemenin bir kendini ifade etme biçimi olduğu… kendini ifade edemeyenlerin hiç çekinmeden hoca olduğu, üstatların hoca olduğu, hocaların hoca olduğu, sakızların hoca, atların hoca, develerin hoca ve artık açıkça üstatlarla hocaların, hocalarla üstatların, öğretmenlerle hocalar ve hocalarla imamlar, üstatlarla boş gezenler, hocalarla kendini bilmezler, hocalarla filozoflar, hocalarla serkeşler, hocalarla sakızlar, hocalar atlar, hocalarla develer arasında bir farkın kalmadığı… hiç farkın kaldığı, yok farkın kaldığı ve artık ‘senin de söylediğin gibi’lerin bile anlaşmayı zorlaştırdığı, aynı şeyleri ifade edenlerin anlaşamadığı, aynı şeyleri ifade edenlerin hocalaştığı, aynı şeyleri ifade edenlerin üstatlaştığı, kendini bilmezleştiği, sakızlaştığı, atlaştığı, develeştiği bir zamanda ve hiçbir mekana da sığdırılamayacak kadar deve, at, hoca ve üstadın bulunduğu, merdivenlerin basamaklı olması mecburiyetinin kalktığı, yokuşların iki eşit seviyedeki yerler arasında ve köprülerin de gizlice kurulabildiği bir mekanda ve işte bu ikisinin bir bağlaç ile bağlanamayacak kadar arasının açıldığı ama mecburiyetin de başka alternatif bırakmadığı, zaman ve mekan denilen, zaman ve mekana inanılmayan, zaman ve mekan olmayan, zaman ve mekan diye bir şeyden bahsettiklerini duydukça güldüğüm… ama hiçe de katılamadığım, hiçe de katamadığım bir aşkla… benim anlatamadığım ve senin anladığın… benim dediğim ama sana ait olan bir aşkla…
…seviyorum seni!