aktüel
2
15 Günlük E-Dergi Mart / 2
önümünde Kızıldere’nin Yıld ri le kir Hayatı ve Fi
hayıRhareketi ve 16 Nisan Sonrasına Açılan Yol Zeynep Altıok Akatlı - Fatih Yaşlı - Berkant Gültekin - Eren Aksoyoğlu Metehan Aydın- Onur Kılıç - İlhan Kamil Turan - - Önder İşleyen
İrfan Değirmenci “gün gelecek her şey değişecek...”
İbrahim Varlı Suriye’de Kim Ne İstiyor ?
analiz
Evet Cephesinde Dağılma ve 16 Nisan Sonrası İşaretler
Redaksiyon - Monthly Review - R-Aktüel ve Günlük Haberler Toplumsal Muhalefetin Tartışma Platformu
hayıR hareketi Hayır hareketi tüm enerjisiyle sürüyor. Evet cephesinin parası, TV’leri, reklamcıları var. Devletin tüm olanakları evet için seferber edilmiş durumda. TV’lerde sabahtan akşama kadar onlar var. HAYIR ise sokakta, sıradan insanların inisiyatifi, emeği ve yaratacılığı ile büyüyor. Devasa propaganda makinası, sıradan insanın yaratacılığı ve dayanışması karşısında yeniliyor. Hatırlanır, referandumun başlangıcında HAYIR cephesinde, kampanyalar üzerine tartışmalar yürütülerken Şili’de Pinochet’i yıkan süreç ve bunu anlatan NO filmi yeniden günmede gelmişti. NO filmindeki kampanya üzerine tartışmalar yapılmış, filmin yönetmeni Türkiye’ye gelerek kampanya hakkında sohbetlerde bulunmuştu. Seçim konularında, politikadan önce akla kampanya ve reklamcılık gelir. Bu son yıllarda burjuva siyaset hastalığının bir sonucudur. Oysa güzel söz ya da kampanyalar değil önemli olan doğru fikir ve onun halka doğru biçimlerde buluşturulmasıdır. HAYIR hareketi, bir kampanyanın ötesinde Harekete dönüşmüşse bunun temel nedeni halkın yaratacılığı ve katılımına açık, yukarıdan işlemeyen bir mücadelenin ön açıcılığıdır. Son günlerde HAYIR hareketinin yeni propaganda yöntemi, bu fotoğrafla başlayan ‘7 kişinin bedeniyle HAYIR’ yazması. İşçilerin başlattığı HAYIR yazma dalga dalga yayıldı. R-Aktüel HAYIR hareketinin içinde, onun sesini büyütmek için Redaksiyon bünyesinde yayına başladı. 2.sayımızda umudumuzun ve neşemizin yerinde olduğu günlerdeyiz. 16 Nisan’da yeni bir güne ve yeni bir başlangıca adım atacağımıza inanıyoruz. Sevgiler.
ÜÇ PARÇALI SURİYE’DE KİM NE İSTİYOR ? ibrahim varlı
Suriye Nasıl Bu Hale Geldi ? ABD, Rusya, İran, Türkiye Ne İstiyor ? Suriye’de Kürtler Neyi Kazanda Neyi Kaybetti? Fırat Kalkanı Operasyonu Sonuçları Neler ? Suriye’yi Trump Sonrası Dengede Şimdi Neler Bekliyor ?
Suriye tüm bu yerel, bölgesel, küresel aktörlerin her birinin pay kapma arayışına tanık oluyor. Her iki kamp da, kamplar arasında gidip gelen aktörler de Suriye’yi birbirbirine kaptırmama arayışında. Suriye’de Mart 2011’de başlayan ve kısa sürede ülkeyi iç savaşa dönüşen olayların üzerinden tam altı yıl geçti. Başlangıçta “vekalet savaşı” olarak seyreden çatışmalar zaman içerisinde derinleşerek küresel/emperyalist aktörlerin de bizzat dâhil olduğu açık bir “egemenlik ve paylaşım savaşı”na dönüştü. Bu süre zarfında 400 bine yakın kişi yaşamını yitirdi, milyonlarcası yaralandı, sekiz milyonu aşkın kişi de yerini yurdunu terk etmek zorunda kalarak mülteci pozisyonuna düştü. Peki Suriye neden ve nasıl bu noktaya sürüklendi? Suriye’de neler olup bittiğini anlamak için fotoğrafın bütününe bakmak lazım. Büyük fotoğraf şunu anlatıyor; Suriye bugün 21’inci yüzyılın en kanlı ve de kirli “paylaşım savaşı”na savaşına sahne oluyor! Savaş derinleştikçe de her geçen gün daha fazla aktörü içine çekiyor. Bir nevi fasit daire döngüsü! ABD’sinden İngiltere’sine, Fransa’sından Rusya’sına, Almanya’sından İran’ına, Suudi Arabistan’ından Katar’ına, Avustralya’sından Danimarka’sına, Norveç’inden İsveç ve Polonya’sına yüzlerce ülkenin 185 bin kilometrekarelik bu coğrafyaya sıkışması da bu döngünün sonucu. Kolektif Emperyalizm Rusya-İran ittifakına karşı Paylaşım ve hegemonya savaşının iki ana cephesi var. Bu cephenin bir
tarafında ABD’nin öncülük ettiği Samir Amin’in ifadesiyle “Kolektif Emperyalizm” var. Avrupa Birliği, Japonya ve diğer Batılı güçlerin yer aldığı bu emperyalist blokun etrafına kümelenmiş Avustralya’sından Kanada ve Norveç’ine kadar onlarca ülke yer alıyor. Karşı cephede ise Rusya-İran-Lübnan Hizbullahı’nın oluşturduğu Çin destekli ittifak var. Bu iki ana hattın içerinde bölgesel ve yerel birçok aktör de yer alıyor. PYD/YPG, IŞİD, El Nusra, ÖSO vb gibi onlarca Selefi grup ve yapı. İşte Suriye tüm bu yerel, bölgesel, küresel aktörlerin her birinin pay kapma arayışına tanık oluyor. Her iki kamp da, kamplar arasında gidip gelen aktörler de Suriye’yi birbirine kaptırmama arayışında. Çok aktörlü ve de çok faktörlü bu savaşta sahadaki gelişmeler, pozisyonlar, ittifak yapıları da bu yapılan pazarlıklara, zaman, mekana, koşullara göre değişebiliyor. Suriye şimdi bu sıkışmışlığın sancılarını yaşıyor. İttifak yapıları zaman ve mekâna göre değişiyor. Cepheler, saflaşmalar, ittifaklar iç içe geçmiş durumda. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Bir cephede birbirlerine karşı savaşanlar diğer bir cephede yan yana durabiliyorlar. Tam bir satranç oynanıyor. Taraflar birbirlerine karşı hamle yapma arayışında. Ancak öyle bir kilitlenme yaşanıyor
ki, aktörler şimdi bu durumu nasıl aşabileceğinin arayışında. Üç parçalı Suriye’de kim ne istiyor? Ülke hâlihazırda “de facto” olarak üçe bölünmüş durumda. Rusya ve müttefiklerinin desteklediği Şam yönetiminin kontrolündeki Batı bölgesi, Kürtlerin kontrolündeki Kuzey bölgesi ve IŞİD’in kontrolündeki Doğu bölgesi. Selefi cihatçılaırn kontrolündeki İdlib ile Türkiye’nin kontrolündeki Cerablus-Azez hattındaki tampon bölge. Suriye savaşındaki aktörlerin istek, plan ve senaryoları zamana göre değişkenlik arzetsede temel amaç kendi hegemonik tahakkümünü yitirmemek. ABD Washington ilk günden bu yana temel amacı Esad yönetimini devirmek, yerine kendisine bağımlı bir “Ilımlı İslamcı” iktidar yaratmaktı. Bunu başaramadı. ABD açısından Esad’ın devrilmesi öncelik olmaktan çıkalı çok oldu. Rejimi deviremeyen ABD, desteklediği İslamcı yapıların radikalleşerek kontrolden çıkması ve ülke üzerindeki kontrolü de kaybetmenin verdiği telaşla planlarında revizyona gitmek zorunda kaldı. Suriye’yi Rusya’ya kaptırmak istemiyor. Bu tehlikeyi hissettiği andan itibaren ülkeyi parçalara ayrıştırıp Rusya’ya darbe vurmak istedi. Bu şekilde iki amaca ulaştı. Birincisi ülkeyi bir bütün olarak Rusya’ya teslim etmedi. İkincisi ise Rusya’ya teslim ettiği parçayı ise adeta harabeye çevirdi, dirençten düşürdü. Ülkenin Batısını Rusya’ya bırakan ABD, kuzeydoğudaki zengin petrol bölgesine yoğunlaşmış bulunuyor. Musul ile entegre Rakka-Deyrezor-Haseke hattını kimselere kaptırmak niyetinde değil.
“
Rusya Ortadoğu’daki kadim müttefiki Suriye’yi, ABD ve müttefiklerine kaptırmamak temel amaçlarından birisiydi, bunda başarılı olundu. Uzunca bir süre çatışmalara direk müdahil olmayarak lojistik destekle yetindi. Ancak rejimin düşme tehlikesini hissettiği andan itibaren Eylül 2015’te bizzat çatışmaların içerisine girdi. Esad yönetiminin güvenliğini garantiye aldı, savaşın seyrini değiştirdi. Suriye’deki hegemonyasını kalıcılaştıran Rusya, Şam ile birlikte ülkenin Batısını kontrol ediyor. Akdeniz hattını kontrol etmek Rusya için öncelikli hedeflerden. Ülke dışındaki tek askeri üssün yer aldığı Tartus kenti de Akdeniz bölgesinde. Moskova, aynı zamanda Suriye üzerinden ABD’ye de mesaj vererek artık kürsel siyaset sahnesinde beni de hesaba katmak zorundasının mesajını vermiş oldu. İran Tahran yönetimi de tıpkı Türkiye gibi Suriye’deki çatışmalara ilk müdahil olan ülkelerden. Önce milis güçlerini ardından da bizzat generallerini ve seçkin birliklerini gönderdi. Ankara’nın aksine hep rejimin yanında yer aldı. Suudi Arabistan-Katar-Türkiye’den müteşekkil Sünni ittifakın kendisini Suriye üzerinden çevrelemesine izin vermedi. Suriye’nin düşmesi demek bir ucu Lübnan Hizbullahı’na uzanan Şii Hilali’nin ortadan yarılması demek olacaktı. Hem bölgesel kapışma hem de mezhepsel dürtülerle bütün varlığıyla Suriye’nin yanında konumlandı. Türkiye AKP hükümeti ilk günden bu yana Esad yönetiminin devrilmesi için çalıştı. Muhalefet adı altında radikal İslamcı gruplar bu uğurda desteklendi, beslendi, kollandı. Her türlü maddi, manevi ve lojistik destek sağlandı. Neo Osmanlıcı hevesler uğruna Suriye’deki iç savaş
ABD, Suriye’yi Rusya’ya kaptırmak istemiyor. Bu tehlikeyi hissettiği andan itibaren ülkeyi parçalara ayrıştırıp Rusya’ya darbe vurmak istedi. Bu şekilde iki amaca ulaştı. Birincisi ülkeyi bir bütün olarak Rusya’ya teslim etmedi. İkincisi ise Rusya’ya teslim ettiği parçayı ise adeta harabeye çevirdi, dirençten düşürdü.
”
kışkırtıldı. Esad’ı devirme amacından vazgeçmeseler de son bir iki yıldır temel amaç Kürtlerin fiili bir statüye kavuşmalarını engellemek. Kuzeyden sınır hattı boyunca uzanacak bir “Kürt koridoru”nu “kırmızı çizgi” ilan ederek savaş sebebi saydı. Rusya ve ABD’nin icazetiyle gerçekleşen Fırat kalkanı Harekâtıyla Kürt kantonlarının kuzeyden birleşmesinin önüne geçildi. Fırat’ın batısında Cerablus-Azez hattındaki bölgede fiili bir tampon bölge ilan etti. Son dönemlerde “ortak düşman” Kürtlere karşı Esad yönetimi ile ittifak yapılması dillendirilmeye başlandı. Kürtler Başından bu yana “üçüncü yol stratejisi”ni uyguladılar. Ne Suriye devletinden ne de radikal İslamcı “muhalifler”den yana tavır aldılar. Savaşan her iki kesime karşı da aynı mesafede konumlandılar. Taraflar savaşırken de kendi pozisyonlarını güçlendirdiler. Türkiye ve diğer güçlerin tüm dayatmalarına teslim olmadılar. Suriye savaşının en büyük kazananı oldular, “de facto” bir yönetime kavuştular. Sadece Suriye’deki taraflar arasında değil ABD ve Rusya gibi iki küresel güç arasında da taraf tutmadılar. Hem Rusya ile hem de ABD ile ilişkilerini sürdürdüler. Bunu karşılığını da aldılar. Üç kantonda ilan ettikleri “demokratik özerk” yönetimle bölgesel aktörlüklerini tescillendirdiler. En önemli kazanımları ABD’nin desteğini net bir biçimde arkalarına almaları. Üstelik bunu yaparlarken Rusya’nın desteği de devam ediyor. Türkiye’nin doğrudan müdahalesine karşı bir kalkan sağladılar hem Afrin’de hem de Menbiç’te. ABD ve Rusya YPG/PYD’ye nasıl bakıyor? ABD açısından artık Esad gitmesi değil IŞİD’in çevrelen-
mesi birincil hedef durumunda ve Washington sahada IŞİD’le savaşan en etkili güç olarak Kürtleri görüyor. Bu minvalde Pentagon Kürtlerin silahlı gücü Halk Savunma Birlikleri (YPG) ve onun büyük parçasını oluşturduğu SDG’ye destek veriyor. Son dönemde verilen zırhlı araçlar Türkiye’nin itirazlarına rağmen bu ilişkinin devam edeceğinin kanıtı. Rusya ise Suriye Kürtlerini ABD’ye kaptırma niyetinde değil. YPG ile ilişkilerini geliştirip Suriye devletini de küstürmeden PYD/YPG ile yol almak istiyor. Özellikle Menbiç, Afrin ve Halep’in Şeyh Maksut mahallesinde dengeli bir ilişki tutturulması Rusya’nın YPG’yi ABD’ye kaptırmak istemediğinin en açık göstergesi oldu. Bir diğer yandan YPG de Rusya ve ABD arasında dengeleyici bir politika yürütmenin arayışında. Rojava’daki irili ufaklı birçok ABD üssüne karşılık Rusya da YPG ile anlaşarak Afrin’de askeri üs kurma konusunda anlaşmaya vardı. Anlaşmayı bizzat YPG duyurdu. Anlaşmaya göre, Rus ordusu YPG savaşçılarını modern savaş teknikleri konusunda eğitecek. Sahada neler oluyor? Siyasi hesaplaşmaların, restleşmelerin, kapalı kapılar ardındaki pazarlıkların yansıması olan sahadaki gelişmeler baş döndürücü bir hızla devam ediyor. Moskova’da, Washington’da, Cenevre ve Astana’da görüşmeler, müzakereler, pazarlıklar devam ederken sahada şu gelişmeler yaşanıyor… Altıncı yılın sonunda çatışmalar kuzey-kuzey doğu Suriye’de yoğunlaşmış durumda. Menbiç-Rakka-İdlib hattında çatışmalar savaşın seyrini değiştirecek. Savaşan gruplar ve onları destekleyen güçler arasında sahada adı konulmadan sınırlar da çizilmiş durumda. Aktörler
“
Kürtler, açısından en önemli kazanımları ABD’nin desteğini net bir biçimde arkalarına almaları. Üstelik bunu yaparlarken Rusya’nın desteği de devam ediyor. Türkiye’nin doğrudan müdahalesine karşı bir kalkan sağladılar hem Afrin’de hem de Menbiç’te.
planlarını hayata geçirmeye çalışıyorlar ama birinin hamlesi diğerini engelliyor. Antalya’da Türkiye, ABD ve Rusya Genelkurmay başkanlarının bir araya gelmesi de bu karmaşık durumun olası bir kazaya yol açmasını engelleme ve hatları belirginleştirme girişimiydi. Halep’in Suriye ordusunun kontrolüne geçmesinden sonra Selefi cihatçılar İdlib’te toplandı. Bu arada Humus tamamen cihatçılardan temizlenirken, Rakka operasyonunun hazırlıkları tüm hızıyla devam ediyor. Menbiç kördüğümü! Uluslararası ve bölgesel aktörlerin mevzilendiği Menbiç Suriye savaşının düğüm noktalarından. Rakka yolu üzerinde Fırat’ın batısında bulunan Menbiç’in önemi El Bab’ın TSK destekli ÖSO tarafından kontrol altına alınmasından sonra daha da arttı. Rusya ve ABD gibi iki “süper güç” ile birlikte, ÖSO, TSK, Suriye ordusu ve güneyden IŞİD tarafından çevrelenmiş durumda bulunan Menbiç, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolündeki Menbiç Askeri Konseyi tarafından yönetiliyor. Konsey hem Rusya’nın hem de ABD öncülüğündeki koalisyonun da koruması altında. Türkiye’nin tehditleri üzerine Askeri Konsey Menbiç’in batısındaki köyleri Rusya destekli Suriye ordusuna devretti. Rusya , YPG ile TSK arasında adeta bir tampon bölge inşa etti. Menbiç’in kuzey doğusuna, Sacur Nehri’nin güney kıyısına ise ABD birlikleri YPG ile TSK arasına girmiş bulunuyor. Sahadaki iki küresel aktör ABD ve Rusya, Türkiye’nin ve Fırat Kalkanı’ndaki cihatçıların Menbiç’i almasını engellemek için adeta bir set çektiler. Washington iki müttefiği Ankara ve Suriye Kürtlerinin arasında adeta tampon işlevi görüyor. Her iki aktörü de idare ederek süreci yönetiyor. Rusya’dan Afrin hamlesi Moskova sadece Menbiç’te değil, Türkiye’nin olası
”
müdahalesine karşılık kuzey batıdaki Afrin’de de Ankara’nın önüne set çekti. Böylece Rusya her iki bölgede de YPG ile TSK’nın arasına girerek bir tampon oluşturdu. Rus askerlerin Afrin’e gidişi bir anlamda Fırat Kalkanı operasyonunun sonu demek. Fırat Kalkanı her üç taraftan da bloke edilmiş oldu. Güneyde Suriye ordusu, batıda Rus askerler. ABD’den Tabka misillemesi Ruslar Menbiç ve Afrin’de hamle yaparken ABD ise karşılığı Tabka’da verdi. Trump yönetimi Suriye’de bulunan asker sayısının iki katına çıkarma kararı alırken, deniz kuvvetlerine bağlı özel birlikleri de YPG/SDG güçleriyle birlikte havadan Tabka Barajı’na indirdi. Rakka operasyonu Rakka operasyonu uzun zamandır konuşuluyor ancak bu kez yaklaşmış görünüyor. Fransa Dışişleri Bakanı operasyonun bahar aylarında başlayacağını açıkladı. ABD’den gelen hazırlıklar da bahar ya da yaz aylarında operasyonun yapılacağını gösteriyor. Washington’da Mart ayı sonunda 68 ülkenin katılığı IŞİD karşıtı uluslararası koalisyon zirvesinde de bu yönde sinyaller verildi. Rakka operasyonuna kesimlerin ne oranda nasıl katılacağına dair büyük bir belirsizlik söz konusu. ABD, operasyonu YPG/SDG güçleriyle yapma niyetinde. Türkiye YPG’nin yer alacağı bir operasyonda yer almak istemiyor. ABD askeri katılımı ve SDG güçleriyle birlikte yapılacak gibi. Türkiye ve müttefiklerinin Menbiç’ten Rakka’ya gidiş yolu Suriye, ABD ve Rusya tarafından engelleniyor. Tel Abyad’dan yani Akçakale’den Rakka’ya direk bir cephe açılması ise YPG ile doğrudan bir savaş anlamına geleceği için ABD tarafından desteklenmesi söz konusu olmayacak. Yani ABD Türkiye’nin tüm karşı çıkışına rağmen YPG/SDG ile devam edecek. Rakka’ya ABD’nin tek başına girmesini istemeyen Rusya da Suriye ordusu
ile birlikte batıdan kente hamle yapmak istiyor. ABD ile Rusya YPG’ye nasıl bakıyor? ABD açısından artık Esad gitmesi değil IŞİD’in çevrelenmesi birincil hedef durumunda ve Washington sahada IŞİD’le savaşan en etkili güç olarak YPG’yi görüyor. Bu minvalde Pentagon YPG ve onun büyük parçasını oluşturduğu SDG’ye destek veriyor. Son dönemde verilen zırhlı araçlar Türkiye’nin itirazlarına rağmen bu ilişkinin devam edeceğinin kanıtı. Rusya ise Suriye Kürtlerini ABD’ye kaptırma niyetinde değil. YPG ile ilişkilerini geliştirip Suriye devletini de küstürmeden PYD/YPG ile yol almak istiyor. Özellikle Menbiç, Afrin ve Halep’in Şeyh Maksut mahallesinde dengeli bir ilişki tutturulması Rusya’nın YPG’yi ABD’ye kaptırmak istemediğinin göstergesi. Bir diğer yandan YPG de Rusya ve ABD arasında dengeleyici bir politika yürütmenin arayışında. Rojava’daki irili ufaklı birçok ABD üssüne karşılık Rusya da YPG ile anlaşarak Afrin’de askeri üs kurma konusunda anlaşmaya vardı. Anlaşmayı bizzat YPG duyurdu. Anlaşmaya göre, Rus ordusu YPG savaşçılarını modern savaş teknikleri konusunda eğitecek. Fırat Kalkanı’nda neler oluyor? Türkiye açısından Fırat Kalkanı Operasyonu’nun en önemli nedenlerinden birisi PYD/YPG’nin tüm kanton-
ları birleştirmesinin önüne geçilmesi ikincisi ise IŞİD’in sınır hattından uzaklaştırılmasıydı. Bu durum şimdilik “başarılmış” gözükse de Suriye’den çıkış stratejisinin ne olduğu belirsiz. Kuzey Suriye’de Cerablus-Azez arasında 25-30 kilometrelik alanca fiili bir tampon bölge oluşturan Türkiye’nin bu bölgede ne kadar kalacağı, buraları nasıl yöneteceği ya da kontrol edeceği bilinmiyor. Harekatın askeri ve siyasi hedeflerine dair büyük bir belirsizlik söz konusu. Doğu’da Rakka Batı’da İdlib Suriye’de bütün gözler doğuya yoğunlaştığı için daha az dikkat çeken İdlib çoktan yeni bir Rakka’ya dönüşmüş durumda. Halep’in Suriye devletinin denetimine girmesinin ardından buradaki cihatçıların da taşınmasıyla İdlib IŞİD dışındaki diğer cihatçı yapıların merkez üssü oldu. IŞİD’in İslam Devleti’ne karşılık, adını Şam’ın Fethi Cephesi olarak değiştiren El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra-Fetih Ordusu ittifakı da İdlib’te kendi fiili emirliklerini kurdu. Ancak El Nusra Cephesi’ne bağlı gruplarla diğer cihatçı gruplar İdlib’de kendi aralarında bir hesaplaşma yaşıyorlar. Suriye yönetimi açısından öncelik Rakka değil İdlib’in kurtarılması. Bu nedenle ABD Rakka’ya yürürken Rusya destekli Suriye ordusu Hatay sınırındaki İdlib’e yönele-
“
bilir. İdlib önemli çünkü Esad yönetiminin kaleleri olan Lazkiye-Tartus hattına ulaşmanın yegane yolu buradan geçiyor. Aynı zamanda cihatçılar açısından Doğu Akdeniz’e ulaşmanın tek yolu da burası.
ABD ve Rusya’nın kendi aralarında Suriye’yi etki alanlarına bölme konusunda uzlaşmaya Şam açısından durum nedir? Suriye’deki savaşta moral, motivasyon ve askeri üsgidebilirler. Bu uzlaşmada Rusya İdlib’i ve Aktünlük artık Şam yönetiminde. Şam, Halep ve Humus gibi yaşamsal önemdeki büyük kentler kontrol altına kıyısını, ABD aldıktan sonra,deniz ortadan kaldırılma tehlikesiyle artık karşıRakka’yı ve doğudaki zenkarşıya olmayan bir rejim var artık. Suriye ordusu Rusya desteğiyle cihatçıları Fıratbölgesini Nehri’ne tekrar ginpüskürttü petrol alabilir. Kuzey Suriye’nin ulaştı. Bu önemli bir kazanım. Önümüzdeki süreçte ne olabilir? ise Kürtlere bırakılması konusunda her iki güEtnik, dinsel, mezhepsel fay hatlarının harekete geçirildiği Suriye’de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır! cün de bir itirazı olmayacaktır. Paylaşım savaşının neticelenmesi için daha uzunca bir süre var. ABD ve Rusya’nın kendi aralarında Suriye’yi etki alanlarına bölme konusunda uzlaşmaya gidebilirler. Bu uzlaşmada Rusya İdlib’i ve Akdeniz kıyısını, ABD Rakka’yı ve doğudaki zengin petrol bölgesini alabilir. Kuzey Suriye’nin ise Kürtlere bırakılması konusunda her iki gücün de bir itirazı olmayacaktır. IŞİD ise tüm aktörlerin mücadele edeceği ortak bir düşman. Bölgesel, yerel ve uluslararası aktörlerin yığınak yaptığı Suriye coğrafyasında tüm uzlaşma ve pazarlıklara rağmen her an yeni çatışmalar baş gösterebilir. Menbiç, Rakka, İdlib özelinde yaşanan sıkışmanın yereli de aşan bölgesel bir kapışmaya evrilmesi işten bile değil. Bu Türkiye ile YPG arasında ya da Türkiye ile Suriye devleti arasında olabilir. ABD ve Rusya kendi aralarında anlaşamazlarsa ki bu düşük bir olasılık, Şam ile YPG arasında bir çatışma çıkabilir. Suriye’nin yeni dizaynında bölgede haritaçünkü nasıl şekillenir? Bunu Önümüzdeki aktörlerin güçsüreçte ne olabilir? bilir. İdlib önemli Esad yönemücadelesi belirleyecektir! timinin kaleleri olan Lazkiye-Tartus Etnik, dinsel, mezhepsel fay hathattına ulaşmanın yegane yolu buradan geçiyor. Aynı zamanda cihatçılar açısından Doğu Akdeniz’e ulaşmanın tek yolu da burası. Şam açısından durum nedir? Suriye’deki savaşta moral, motivasyon ve askeri üstünlük artık Şam yönetiminde. Şam, Halep ve Humus gibi yaşamsal önemdeki büyük kentler kontrol altına aldıktan sonra, ortadan kaldırılma tehlikesiyle artık karşı karşıya olmayan bir rejim var artık. Suriye ordusu Rusya desteğiyle cihatçıları püskürttü Fırat Nehri’ne tekrar ulaştı. Bu önemli bir kazanım.
larının harekete geçirildiği Suriye’de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır! Paylaşım savaşının neticelenmesi için daha uzunca bir süre var. ABD ve Rusya’nın kendi aralarında Suriye’yi etki alanlarına bölme konusunda uzlaşmaya gidebilirler. Bu uzlaşmada Rusya İdlib’i ve Akdeniz kıyısını, ABD Rakka’yı ve doğudaki zengin petrol bölgesini alabilir. Kuzey Suriye’nin ise Kürtlere bırakılması konusunda her iki gücün de bir itirazı olmayacaktır. IŞİD ise tüm aktörlerin mücadele edeceği ortak bir düşman. Bölgesel, yerel ve uluslararası aktörlerin yığınak yaptığı Suriye coğrafya-
”
sında tüm uzlaşma ve pazarlıklara rağmen her an yeni çatışmalar baş gösterebilir. Menbiç, Rakka, İdlib özelinde yaşanan sıkışmanın yereli de aşan bölgesel bir kapışmaya evrilmesi işten bile değil. Bu Türkiye ile YPG arasında ya da Türkiye ile Suriye devleti arasında olabilir. ABD ve Rusya kendi aralarında anlaşamazlarsa ki bu düşük bir olasılık, Şam ile YPG arasında bir çatışma çıkabilir. Suriye’nin yeni dizaynında bölgede harita nasıl şekillenir? Bunu aktörlerin güç mücadelesi belirleyecektir!
ZOR YILLAR zeynep altıok akatlı
Devlet Bahçeli’nin 11 Ekim 2016 günü -NEDENDİR BİLİNMEZ !- “Şu anda Anayasa çiğnenmektedir ve suç işlenmektedir” çıkışıyla Türkiye’nin gündemine soktuğu Anayasa değişikliği, dahası rejim değişikliği projesi komisyon, Genel Kurul ve Cumhurbaşkanı onayını geride bırakarak referandum sürecine girdi. 11 Ekim 2016 tarihinden 16 Nisan 2017 referandum gününe 6 aylık zaman diliminde, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin varlık yokluk mücadelesinde belki de en kritik dönemi yaşamaktayız ve yaşayacağız. 15 YILLIK her türlü yetki ve güce tek başına sahip blok akp iktidarının her geçen yıl artan usulsüzlük, yolsuzluk, adaletsizlik, zorbalık yıllarındayız. Zor yılların en zor günlerine eriştik. Herhangi bir hukuk belgesi olmaktan uzak, gördüğümüz ve görebileceğimiz en absürd en ahlaksız teklifi oylayacağız. Örtülü faşizmi, baskıyı hukuken diktatörlük rejimine evriltme telaşı bu. Bu değişiklikle Başkanlık makamında oturacak olan şahsa o kadar çok yetki verilmek isteniyor ki, bunun karşısında hukuk ve parlamento düzeyinde yapılabilecek neredeyse hiçbir şey kalmıyor. Bu yeni tablonun muhalefeti yok, muhalafet figürleri, partileri, vekilleri yok. Bu yeni tablonun muhalefeti olsa olsa sokak muhalefeti olabilir. Bu iktidarın sistemli şekilde hedef aldığı sokakta yürütülebilecek mücadelenin unsurları olan sendikalar sivil toplum kuruluşları, hatta partiler bile eritildi, sahadan silindi. Meşru bir seçimin propaganda hakkı sadece iktidar tarafından belirlenen partiler tarafından yürütülebilir halde. Sokakta mücedelenin kalbine bombalar yerleştirilmiş bir ülkenin, mücadele için ihtiyacı olan kuşaklar arası aktarım, bilinç, düşünce, haber alma olanağı engelle-
“
Devletin tüm imkanlarını ‘evet’ kampanyası için seferber etmiş iktidar, ve onun kamuda yönetici pozisyonunda yer alan asalakaları bir türlü istedikleri sonucu göremiyor. Henüz ‘Evet’i gösteren anketle karşılaşmadık. ‘Hayır’ önde ve rüzgar ‘Hayır’dan yana esiyor. Haklı bir rüzgar yakaladık.
”
nirken, bilinçli bir yozlaşma ile dağıtılmış hızla zemin kaybeden bir toplum yaratılıyor. Teklife şöyle bir bakalım; Başkan denetlenebiliyor mu? Hayır. Başkana soru soramıyorsun, çok istersen yardımcılarına sorabilirsin… Başkanın kendi belirlediği bakanlar kurulu denetlenebiliyor mu? Gensoru verilebiliyor mu? Başkan yargılanabiliyor mu? Hayır. Başkan tüm yargı mekanizmalarını ve ele geçirmiş mi? Evet. Başkan Anaysa Mahkemesi üyelerini belirleyebiliyor mu? Evet. Başkan, lideri olduğu parti ile parlamento seçimlerinde seçimin doğası gereği çoğunluğu elde edip yasamayı denetleyebiliyor mu? Evet. Buna yasama da denmez, bu tamamen süs bitkilerinden oluşan bir TBMM bahçesi. Zira Başkan kararname ile ülke yönetebiliyor. Bu yeni rejimin Meclis’e ihtiyacı da yok. Kararnamelerin Anayasa’ya uygunluğunu da kendi belirlediği Anayasa Mahkemesi üyeleri inceliyor, o da itiraz olursa tabi! Yürütme kendisinde, yasama kendisinde, yargı kendisinde, ne kaldı geriye? Hiçbir şey. Hatta isterse bir günde meclisi fesh edebilir. Bu teklifin adı fiili dikta rejimidir. Bir tane diktatör seçilecek, kuvvetle muhtemel de bir defa seçilecek, sonrasında seçimlere de gerek kalmayacak. Devletin başındaki tek yetkili tüm seçimleri kararname ile iptal eder, dondurur, sürekli erteler olur biter. Evet, “bir kişi seçelim geriye kalan her şey o seçsin” teklifi bu. O tek adamın %51 ile seçildiği koşulda koca bir toplumun “öteki” yarısına intikam duygularıyla yaklaştığı, cezalandırdığı, hesaplaştığı sisteme demokrasi diyor bu düzenin sevdalısı. Seçilmişin her hakkı mahfuzdur! Bu bildiğimiz anlamda demokrasinin ve Türkiye Cum-
huriyeti’nin sonu demektir. Demokrasi bir kez öyle ya da böyle birileri tarafından seçilebilmiş birinin gözü dönmüş hırsına, doymak bilmez servet avcılığına, damadının, kızının, oğlunun rantına yol açmak, meşruiyet kazandırmak için bir araç değil tam tersine onun denetlenebilmesi, yargılanabilmesi ve herkesin eşit olmasını sağlayan bir sistemdir. Bir ülke adında cumhuriyet geçtiği için cumhuriyet olmuyor ne yazık ki... İran İslam Cumhuriyeti deneyimi gibi; diktatörlük karşıtı baş kaldırı, devrim diye nitelendirilen Arap Baharı’nın özgürlük getirmediği, aksine düzensizlik, kaos, baskı ve şiddeti fiili ve kalıcı kıldığı deneyimler gibi çok keskin bir dönüş dayatılıyor bizlere. O da kesin olarak demokratik ve parlamenter bir sistem olan Türkiye Cumhuriyeti’nden geriye dönüştür. Ilımlı İslam, neo-osmanlıcılık adına ne derseniz deyin bu geri dönüş birilerinin bu ülkenin geçmişindeki zor yıllara özlemidir. İslam rejiminin ılımlı tanımına neden ihtiyaç duyduğu ise başlı başına düşünülmesi gereken bir konu olmalıdır. Erkeğin kadından, kârunun fakirden, güçlünün zayıftan üstün olduğu ve diğeri üzerinde her türlü baskıyı kurabildiği rejime diktatörlük denir. Ve evet bu rejime direnenleri terörist, darbeci, hain diye nitelendirenlerin, bu rejimi dayatanların sivil darbesidir yaşanan. Rehavete kapılamamak gerektiğini hatırlatmakla birlikte umutlanmak için çok fazla sebebimiz olduğunu unutmayalım. Devletin tüm imkanlarını ‘evet’ kampanyası için seferber etmiş iktidar, ve onun kamuda yönetici pozisyonunda yer alan asalakaları bir türlü istedikleri sonucu göremiyor. Henüz ‘Evet’i gösteren anketle karşılaşmadık. ‘Hayır’ önde ve rüzgar ‘Hayır’dan yana esiyor. Haklı bir rüzgar yakaladık. İktidar ve tek adamın kefen giymiş etek öpen seçkinleri Saray’da sefa sürer, servetlerine servet katarken; bir OHAL tutturmuş KHK’larla her gün sivil ölüler yaratırken; git gide daha da yoksullaşan Anadolu’nun çilekeş insanları, eli nasırlı emekçileri, okul yüzü görmeyen kadınları, işsizlikle boğuşan gençleri saltanat kayıklarında kürek çekecek
sanıyorlar. Hayır, elbette öyle olmayacak. Anayasa değişikliğinin görüşülmeye başlandığı günden itibaren ‘Hayır’ diyenlere saldırıyorlar. Bugüne kadar geçen sürede, “Hayır” diyenlere yönelik en az 150 tehdit, baskı, hakaret, hedef gösterme ve saldırı gerçekleşti. “Hayır” kampanyası yürüten en az 140 kişi gözaltına alındı, 4 kişi tutuklandı, MHP’den 4 isme ihraç talep edildi, 5 gazeteci işten atıldı, Çanakkale ve Kocaeli’de salon tahsisleri iptal edildi, sendika başkanına silahlı saldırı düzenlendi, Haziran Hareketi üyesi bıçaklandı, Hazirancılar taşlı sopalı saldırıya uğradı. KTÜ’de öğrencinin burnu kırıldı, Sinan Oğan’a fiziki saldırı düzenlendi, üniversitelerde “Hayır” demek yasaklandı, gençlere kurşun sıkıldı, CHP sözcüsü genel başkan yardımcısı ölüm tehtidi aldı, milletvekillerinin konuşma hakkı engellendi, Esenler’de CHP yöneticilerine AKP’lilerce fiziki saldırı gerçekleştirildi... Liste uzuyor. ‘Hayır’ diyenlere yönelik bu saldırılar sürerken, rejim değişikliği bayraktarları tüm
EVET’İ ANLATAMIYORLAR değerleri hiçe sayarak cami avlusunda ‘evet’ mitingi düzenlediler; okul duvarlarına pankart astılar, elçiliklerimiz, konsolosuklarımız propaganda merkezi yapıldı; yurtlar, üniversiteler, AKP milletvekillerini ‘evet’ propagandası yapması için davet yarışına giriştiler. Yanlış anlamayın, öğrenciler değil; rektörler, genel müdürler, iktidar yandaşları. Korkuya kapılıyorlar. İlkokullara gidip ‘evet’ propagandası yapacak denli acz içindeler. Resmi
yazıyla tüm kamu çalışanlarını aileleri ile birlikte Erdoğan mitingine davet edecek kadar muhtaçlar. Hepsi suç işliyor, bu görevi kötüye kullanma suçu tek tek kayıtlara geçiyor. Elbette peşini bırakamayacağız. Tüm devlet aygıtlarını suç işleyerek ‘evet’ propagandasına alet etmek de yetmiyor artık, AKP’ye düşman gerekiyor. Her dönemin taktiği bir düşman yaratmak ve o düşmanlık üzerinden toplumu bölerek sahte bir mağduriyet öyküsüyle kitlesini “gereğini yapmaya” davet etmek. Yanı sıra yaratılan düşmanlık ortamının yarattığı bıkkınlıktan güç devşirebilmek için istikrar çağrısı yapmak. İktidarın son Avrupa “seferi” bu çerçevede değerlendirilmeli. İktidar bu yolla kararsızları ‘evet’e yönlendirmek, hatta bir miktar da ‘hayır’ oylarından alarak gidişatı durdurmak hevesinde. Literatürden çoktan çıkardıkları demokrasi, özgürlükler ve insan hakları kavramları birden bire dillerinden düşmez oldu. Kabinenin tek kadın bakanını gece yarısı izinsiz, habersiz tüm diplomatik kuralları alt üst ederek Rotterdam kapılarına yürütmenin başka bir açıklaması olamaz elbette. İçeride yaratamadıkları düşmanlığı dışarıda arıyorlar. İçeride başaramadıkları provokasyon ve kutuplaşmayı dışarısı kanalıyla başarmak istiyorlar. Bunu yaparken de ülkenin onurunu ve gururunu ayaklar altına almaktan çekinmiyorlar. Dahası kedi çıkarları uğruna orada yaşayan vatandaşlarının güvenliğini, geleceğini tehlikeye atmaktan çekinmiyor, bu ülkenin bitmiş ekonomisinin alacağı hasarın üllke vereceği zararı umursamıyorlar. Buna neden ihtiyaç duyuluyor? Çünkü anlatabilecekleri hiçbir şey yok. ‘Evet’i anlatamıyorlar, neden ‘evet’ denmesi gerektiği konusunda toplumu ikna edemiyorlar. Fanatizm ve bağnazlık etrafında kenetleniyorlar, bu da yetmiyor. Bu ülke toprakları bereketlidir, bu memleket insanları her şeye rağmen akıl ve vicdan sahibidir. Binbir emekle kurulmuş, sayısız acıyla kavrulmuş, yoklukta inşa edilmiş bu cumhuriyeti öyle bozuk para gibi harcamayacak. Bu referandumun belki de en önemli özelliği şu olacak; bu halk haddini bilmezlere sınırlarını hatırlatacak. Halkımız diktatörlük heveslilerine dur diyecek ve bu kabus dolu günlere, AKP iktidarının zor yıllarına son verecek. Rüzgar bizden yana esiyor. Umutluyuz, inançlıyız, kazanacağız.
ÖNCESİ ve SONRASIYLA 16 NİSAN ÜZERİNE NOTLAR fatih yaşlı
Yeni rejimi “süreklileşmiş seçimler rejimi” olarak tarif etmekte bir sakınca bulunmuyor. Rejim inşa eden bir parti olarak AKP, rejim inşasının tıkandığı ve/veya bir üst aşamaya taşınması gerektiği en kritik dönemlerde hemen sandığa gidiyor, sandık üzerinden bir teyakkuz, bir seferberlik hali yaratıyor ve sandıkta elde ettiği başarıyla yoluna devam ediyor. Genel seçimler, yerel seçimler, cumhurbaşkanını halkın seçmesini getiren 2007 referandumu, yargıyı eski rejimin güçlerinden alıp o dönemki koalisyon ortağına, yani Cemaate devretmesine yarayan 2010 referandumu, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri, 7 Haziran seçimlerinin sonuçları beğenilmeyince kurulan 1 Kasım sandığı ve şimdi de rejim inşasını anayasal statüye kavuşturmayı hedefleyen 16 Nisan referandumu… Dediğimiz gibi bir “süreklileşmiş seçimler rejimi” var karşımızda, rejimden rejime geçişteki en büyük araç -mahkeme salonları ile birlikte- seçim sandıkları diyebiliyoruz dolayısıyla. Kuşkusuz bunun AKP’nin söyleminin merkezini oluşturan “milli irade” ile doğrudan bir bağlantısı var. Milli irade denildiğinde ne kastedildiğini az çok biliyoruz artık: AKP’ye oy veren ya da verme potansiyeli olanlar ancak milli iradeyi teşkil edebiliyor ve ancak sandıktan AKP’nin istediği gibi bir sonuç çıkarsa milli irade tecelli etmiş sayılıyor. Aksi bir durumda, 7 Haziran sonrasında da görüldüğü üzere, seçimlerin fiilen iptal edilerek ülkenin 1 Kasım’da tekrar bir seçime götürüldüğünü biliyoruz. 7 Haziran-1 Kasım tarihleri arasında izlenen stratejinin ne olduğunu ise hatırlıyoruz: Ülkenin kontrollü bir şiddet ve kaos eşliğinde, Kürt sorunu üzerinden kutuplaştırılması, “istikrar” şantajına maruz bırakılması ve seçmenin sandığa güvenlik kaygılarıyla götürülerek tek adam/tek parti iktidarına oy vermesinin sağlanması. Şüphesiz ki, AKP iktidarı, basitçe çıplak zor üzerinden
“
yönetmiyor ülkeyi, hegemonyanın bir rıza ayağı bulunuyor. TOKİ projelerinden tutun da, tüneller, yollar, havaalanları şeklinde tezahür eden büyük yatırımlara, ekonominin halen kontrol edilebiliyor oluşundan tutun da dinsel ve milliyetçi duyguların okşanmasına, Erdoğan’ın kişisel karizmasından tutun da sadaka devleti mekanizmalarına uzanan bir genişlikte, AKP’nin geniş kitleleri arkasında toplayabilecek bir rıza aygıtını geriye kalan 15 yılda yaratabildiğini görebiliyoruz. Bu rıza aygıtının çarkları ise en çok seçim dönemlerinde dönüyor. Vergi afları, borç silmeler, iş bulmayı kolaylaştıran teşvikler, dağıtılan yardımlar, yaratılan hayali düşmanlar, büyük medya gücünün de etkisiyle yaratılabilen teyakkuz hali, bunların hepsi birden rıza mekanizmasının dişlileri olarak çalışıyor ve sandıkta AKP iktidarının elini kolaylaştırıyor. İşte şimdi bir kez daha, AKP elindeki en güçlü silahı, sandığı kullanarak, bir kritik eşiği daha aşmak istiyor. Hem 15 Temmuz sürecini devam ettirmeyi hem uluslararası sistem nezdinde yitirdiği meşruluğunu bir halk oylamasıyla yeniden tesis etmeyi hem de inşa ettiği rejimi anayasal bir statüye kavuşturmayı hedefliyor. Eğer sandıktan istediği sonucu çıkartabilirse, büyük ihtimalle bir erken seçime de gitmek ve kafasındaki parti-devleti rejimini nihayete erdirmek gibi de bir projesi var. Peki yapabilir mi, “evet” çıksa bile, Türkiye bu haliyle yönetilebilir mi? Teorik olarak böyle bir ihtimal her zaman var ama iç ve dış koşullar bunun öyle kolay bir iş olmadığını gösteriyor. Gerek ekonomik, gerek siyasi gelişmeler, AKP’nin ve Erdoğan’ın kendi tarihindeki en zorlu uğrakta bulunduğunu ve artık yolun sonuna doğru gelinmekte olunduğunu gösteriyor. Öncelikle şunu söylemek gerekiyor: gerideki 15 yıla, bütünüyle etkisizleştirilmiş medyaya, yaratılan devasa propaganda aygıtına, olağa-
AKP elindeki en güçlü silahı, sandığı kullanarak, bir kritik eşiği daha aşmak istiyor. Hem 15 Temmuz sürecini devam ettirmeyi hem uluslararası sistem nezdinde yitirdiği meşruluğunu bir halk oylamasıyla yeniden tesis etmeyi hem de inşa ettiği rejimi anayasal bir statüye kavuşturmayı hedefliyor.
”
nüstü sadaka çarkına, muazzam baskılara, büyük burjuvazinin desteğine, basiretsiz ana muhalefete, arkaya alınan MHP yönetimine, sosyalist solun etkisizliğine, işçi hareketi ve toplumsal muhalefetin zayıflığına rağmen, toplumun halen en az yüzde ellisi AKP projesine angaje değil, bu ülke AKP’nin giydirmek istediği deli gömleğine sığmıyor, üstelik o yüzde elli ülkenin en eğitimli, en üretken, dünyayla en bağlantılı kesimini teşkil ediyor, tam da bu nedenle rejim cehaleti kutsuyor, cehaleti yeniden üretiyor, lümpenliği yüceltiyor ve böylelikle kendini de yeniden üretmiş oluyor. Çuvala sığmayan bu toplamın en büyük zaafını ise örgütsüzlük ve elbette ki sınıfsal bilinçten uzaklık oluşturuyor. Bu toplamın tamamına yakını bir proje olarak AKP’yle, AKP’nin dinselleşme projesiyle, yani gericilikle, sermaye, sermaye düzeni ve emperyalizm arasında bir ilişki kuramıyor. Tam da bu nedenle, sürekli geçmişin ruhunu yardıma çağırıyor. Kimi zaman Nutuk, kimi zaman Onuncu Yıl Marşı, kimi zaman İzmir Marşı ve elbette ki hepsini kapsayacak şekilde Mustafa Kemal’in hayaleti bu toplamın üzerinde dolaşmaya devam ediyor. Yanlış anlaşılmasın, bunların hepsi, Türkiye solunun yadsımaması, bilakis sahiplenmesi gereken şeyler, Cumhuriyet’in kazanımları, laiklik, yurtseverlik, hepsi, solun toplumsallaşması açısından kaçınılmaz. Ancak buradaki mesele, tüm bunların bir tür nostalji tadında yaşanıyor olması ve slogancılıktan öteye gitmemesi. Ortada çok ciddi bir apolitizm var ve bu apolitizm, hem bu kitlelerin düzenle bağlarını koparmayı engelliyor hem de onları “laik burjuvazi” gibi birtakım illüzyonlara inanmaya ve meselenin sınıfsal boyutunu görmemeye sevk ediyor. Kuşkusuz bunda Türkiye solunun bu kitlelerle bir türlü sağlıklı bağları kuramamasından da büyük etkileri var, sol bir türlü nesnel ve öznel bariyerleri aşarak Gezi/Haziran direnişinin omurgasını oluşturan bu insanlarla sağlıklı bağlar, sağlıklı ilişkiler kuramıyor. Hal böyle olunca da apolitizm, düzeniçilik ve konformizmden öteye gitmeyen bir manzara, değişmeksizin duruyor karşımızda. “Hayır” cephesinin merkezinde bu sözünü ettiğimiz kitle bulunurken, kendisini “milliyetçi” olarak adlandıran, doktriner ülkücü olmaktan uzak, Mustafa Kemal’le ve Cumhuriyet’e pozitif bakan, dinin yaşantısında belirleyici rol oynamadığı ve MHP’ye oy veren bir toplamın da “hayır”a eklemlendiğini görebiliyoruz. İster bölünme kaygıları, ister tek adam karşıtlığı, ister bir proje olarak AKP’ye uzaklık nedeniyle olsun, MHP tabanının ciddi bir bölümünün anayasa değişikliğine “hayır” diyeceği görülebiliyor. Bu “hayır”ın referandum sonrasında beraberinde Türk sağına ilişkin yeni örgütlenmeleri getirmesi kaçınılmaz görünüyor. Yeni bir merkez sağ arayışı ile Devlet Bahçeli’ye yönelik muhalefetin birleşiminden, başını Meral Akşener’in çektiği, Sinan Oğan, Ümit Özdağ, Yusuf Halaçoğlu’nun da eklemlendiği yeni bir siyasi oluşum 16 Nisan sonrası Türkiye’nin temel gündem başlıklarından biri olacağını tahmin edebiliyoruz.
Eş başkanları, milletvekilleri ve belediye başkanları tutuklu, kadrolarına her gün yeni operasyonların düzenlendiği, geçen seneki “hendek savaşları”nın psikolojik çöküntüsünü hala üzerinden atamamış Kürt hareketinin legal kanadının ve kitlesinin de referandumda “hayır” diyeceğini biliyoruz. Gerek CHP gerek MHP’li muhalifler, Kürtlerin “gizli evetçi” olduğu ve Öcalan’ın da, Kandil’in de aslında başkanlığı istediği şeklindeki argümanlarla milliyetçi seçmeni motive etmeye çalıştıkları için, özellikle radikal Kürt gençlerinde bu cenahla yan yana duruyor gibi görünmeye dair bir öfke olsa da, AKP’ye duyulan tepkinin Kürt coğrafyasından ezici bir “hayır” olarak somutlaşacağını tahmin etmek mümkün görünüyor. Kandil de, özellikle Rojava’nın inşasına ve statü elde etmesine odaklanmışken, zayıflamış ve hem içeride hem dışarıda meşruiyetini yitirmiş bir Erdoğan’la ve AKP’yle daha kolay pazarlık yürütebileceğini düşündüğünden “hayır” diyor. Son Newroz’daki büyük katılımın da işaret ettiği üzere, eğer seçim günü, çok büyük baskılarla sandığa gitmeleri engellenmezse Kürtlerin ezici bir çoğunluğu başkanlık sistemine hayır diyecektir. Dolayısıyla, ortada farklı saiklerden yola çıkarak da olsa “hayır”da buluşan ama kendi “hayır”ını dillendiren çok ciddi bir toplam bulunmaktadır ve bu bizim için “iyi”dir. Çünkü herkes kendi “hayır”ını dillendirirken Türkiye solu da kendi “hayır”ının peşine düşmüş ve referandum sürecini en iyi şekilde değerlendirmeye çalışmıştır. Haziran Hareketi bağlamında söyleyecek olursak, meclislerin yeniden çalışmaya başlaması, tabanın yeniden hareketlenmesi, yeni toplumsallaşma mekanizmalarının kurulması, yeni meclisler, CHP tabanıyla yakınlaşma ve onları dönüştürme açısından bakıldığında, hala bir sürü eksik ve hata olmakla birlikte, Haziran’ın iyi yolda olduğu söylenebilir. Referandumun görünen yüzüne bakıldığında, özellikle CHP yönetiminin sağcılaşmak için aradığı zemini referandumda bulmuş olması nedeniyle, esas kavganın “sağ içi” bir kavga olduğu düşünülebilir. Taraflardan birine göre yedi düvel “hayır” için çalışmaktadır, diğer tarafa göre ise yedi düvel “evet” çıkmasını istemektedir. Taraflardan birine göre Kandil, “evet çıkarsa bittik” demektedir, diğer tarafa göre ise Kandil “evet” için çalışmaktadır. Taraflardan birine göre “hayır” çıkmazsa, diğer tarafa göre ise “evet” çıkmazsa ülke bölünecektir. Buna CHP yönetiminin söylemine nicedir damgasını vuran “dinselleşme”nin referandum süreci boyunca yoğunlaşması da eklenmelidir, Kılıçdaroğlu AKP’yle dinselleşme yarıştırabileceğini ve buradan kazançla çıkabileceğini sanmaktadır ki, bu yanılgı referandum nedeniyle daha az sorgulanır hale geldiği için belki de, ivme kazanarak devam etmektedir. Referandumun görünmeyen yüzünde ise bizim “hayır”ımız vardır. Milliyetçilik ya da dinselleşme üzerine kurulmamış, göçmen düşmanlığı yapmayan, hamaset edebiyatına yaslanmayan, bir arada, barış içerisinde, eşit ve özgürce yaşayabildiğimiz bir ülkenin hayali
adına yükselen bir ses olarak hayır. Sandığın öneminin farkında olan ama meselenin sandıkla sınırlı olmadığını bilen, tam da bu nedenle “hayır”dan sonrasına ve ötesine de bakan bir hayır. 16 Nisan gecesi nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, 17 Nisan sabahı mücadelenin şiddetlenerek, yoğunlaşarak devam edeceğini bilen bir hayır. Bu nedenle de 17 Nisan sabahını gözeterek örgütlenmesi gereken bir hayır. Eğer sandıktan “evet” çıkarsa, bunun rejim güçlerine ciddi bir moral vereceği, muhalefeti ise büyük bir moralsizliğe sevk edeceği söylenebilir. “Evet”ten sonraki Türkiye, iktidarın gemi azıya alacağı ve her türlü muhalif sesi susturacağı bir Türkiye olacaktır. Parlamentonun ve diğer kurumların fiilen anlamını yitirerek, gücün sarayda ve tek adamda toplandığı böyle bir durumda, düzen içi siyaset yapmanın zemininin iyiden iyiye daralacağını ve anlamsızlaşacağını söyleyebiliriz. Dolayısıyla Türkiye solu, böyle bir durumda ne yapacağı üzerine ciddi bir şekilde kafa yormalıdır, bir ayağı hala kullanılabilir olan legal alanlara basan ama öte yandan bu olağanüstülüğe karşı olağanüstü bir örgütlenme, siyasi faaliyet yürütme, propaganda yapma hedefi olan bir stratejinin acil olarak gündeme alınması bir zorunluluktur.
“Hayır” çıkması durumunda moral üstünlüğün muhaliflere geçeceği, rejimin ise kısa vadede baskıyı artıracak olmakla birlikte, uzun vadedeki yenilgisinin kaçınılmaz hale geleceğini söylemek mümkün görünmektedir. Türkiye solu “hayır”ın kendisine yazması, “hayır” diyen kitleyle 17 Nisan sonrasına uzanan bir bağ kurması için neler yapması gerektiğini, referandum sürecinden çıkardığı derslerle birlikte gündemine almalı ve uzun uzun tartışıp bir an önce harekete geçmelidir böyle bir durumda. “Hayır” sonrası ortaya çıkması muhtemel rehavet dalgasına izin verilmemeli, bilakis bunun daha başlangıç olduğu hatırlatılmalı, öte yandan ortaya çıkan motivasyonun, şenlikli, neşeli ama gerçekçiliğini yitirmeyen bir söylemle ve pratikle halkla buluşması, halkı örgütlemesi için gereken strateji titizlikle üretilmelidir. Velhasıl, sandıktan ister “evet”, ister “hayır” çıksın, 17 Nisan sabahı hiçbir şey bitmemiş olacak ama sözcüğün ister olumlu ister olumsuz anlamında, “yeni” bir durum şekillenecektir. Hepimizin o yeni durumda ne yapılacağı, ne deneceği, ne söyleneceği üzerine kolektif aklımızla düşünmemiz ve o akıl üzerine inşa edilmiş bir pratiği hayata geçirmemiz gerekmektedir.
Neden HAYIR ? Sınıf Mücadelesinin Güncel Hedefi HAYIR ilhan kamil turan 16 Nisan’da yapılacak olan Anayasa değişikliği halk oylaması, aslında uzun bir süreden beri fiilen gerçekleşmekte olan, siyasal sistemi de içeren rejim değişim, dönüşümünün en kritik anı olacaktır. Rejim değişiminin gerek dünden bugüne uzanarak kapsadığı alanlar, gerekse birikmiş iktisadi, siyasi, ideolojik sorunlar oldukça fazla. Üstelik bunlar siyasi, iktisadi, toplumsal yapıda önemli kırılganlıklar, kriz dinamikleri oluşturmaktadır. Bunların önde gelenlerini şöyle sıralayabiliriz. Uluslararası ekonomik iş bölümü ve emperyalizme artan eklemlenme süreci uyarınca ithalata bağımlı fason üretim ve aşırı dış borçlanma egemen olmuş; sanayi sektörlerine önemli girdiler sağlayan büyük kamu sanayi kuruluşları tasfiye edilmiş; dıştan içe-içten dışa yönelik mal ve sermaye hareketlerine tanınan serbesti ve finansallaşma politikaları ile büyük ölçekli sanayi üretimi ve yatırımları çok zayıflamıştır. Kamu idari yapısı ve devletin tabi tutulduğu neoliberal kurumsal-otoriter dönüşüm sonucu devlet ile kamusal-toplumsal kaynak ve varlıklar arası ilişkide kamu-toplum yararı ölçütü dışlanmıştır. Anayasaya, yasalara, hukuka uygunluk, özerklik, hak ve özgürlük alanları, piyasanın ve değişim geçiren siyasetin gereklerine tabi kılınmıştır. Devletin eğitim, sağlık, barınma, enerji, ulaşım ve temel
sosyal haklar bütününe dair yükümlülüklerinin yerini piyasa çıkarları almış; sürekli Anayasa, yasa/mevzuat değişiklikleri ve serbestleştirme/özelleştirmelerle kamusal üretim ve hizmetler piyasaya açılmıştır. Sermaye-bürokrasi ve daha genelde sermaye-iktidar-devlet arası ilişkilerdeki salınım, tekelci otoriter bir boyut kazanmıştır. Sermayenin iç yapısı ve bileşiminde değişim gerçekleşmiş; sermaye birikimi politikalarının eski ve yeni güçleri arasındaki egemenlik mücadeleleri eşliğinde üretim-rant-faiz-kâr-bölüşüm ilişkileri giderek kentsel-kırsal-tarımsal alanlara ve doğal çevreye kadar uzanmıştır. Bu alanlardaki ekonomik çıkar döngüsü, giderek kişiselleşen siyasi iktidarın eli ve gözetiminde merkezileşmiştir. Emek/üretim süreci esnekleştirilmiş, kuralsızlaştırılmış, güvencesizleştirilmiştir. Çalışma koşulları, ücret, güvence, örgütlenme, emeklilik koşulları, daha fazla gayri insani boyutlara varmıştır. Liberal sağ siyasetin de suç ortaklığıyla kesikli ve temsili kısmı sürekli daraltılarak uygulanan parlamenter sistem, siyasal partiler ve siyaset kurumları; 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 faşizmleri ve Özal’ın bayrağını açtığı neoliberal iktisat-siyaset tarafından sistemik bir şekilde zayıflatılmış; Meclis neoliberal uyum ve yıkım yasalarını onaylama organı olmuş; yürütme erkinin başlıca ayaklarından biri olan Cumhurbaşkanının yetkilerinin genişletilmesi süreci ivme kazanmıştır.
“
Ülkemizin ve halklarımızın gereksindiği yeni bir başlangıcın şu anki uğrağı, sınıf mücadelesinin şu anki en güncel tarihsel hedefi, bu faşist Anayasa değişikliğine hayır demekten, hayırı örgütlemekten; faşizmi, kendisini ebedi kılma yanılgı ve çabasıyla birlikte geriletip nihai olarak alt etmeye yönelmekten geçiyor.
Kürt savaşı, devlet kurumları, siyaset ve topluma çözücü ve çok yönlü bir şekilde yansımış; bölgesel boyutlarının Türkiye’ye ve bölgeye daha fazla yansımasıyla birlikte yeni sorun alanları oluşmuştur. AKP iktidarının, emperyalizmin “uyumlu İslam” projesi doğrultusunda Ortadoğu’da üstlendiği misyon, iç ve dış siyasette yeni çelişkilerin oluşmasına yol açmıştır. 12 Eylül 1980’den itibaren hükümetler ve/veya siyasi iktidarların; yargı, sivil ve askeri gizli servisler, emniyet, silahlı kuvvetler içinde yuvalanma çabaları, sürekli çekişme, giderek devlet içi kriz kaynağı olmuştur. Özel olarak AKP-Cemaat koalisyonunun, yargı, üniversite, bürokrasi, siyasi, istihbari, askeri, “güvenlik” kurumları ve kamu teşkilatlarına yönelik ortak operasyonları ile Erdoğan/AKP-Gülen/Cemaat hareketi arasındaki siyasi, iktisadi rekabet; söz konusu alanlarda onulmaz yozlaşma ve çürümeye, kurumsal çözülmelere yol açmıştır. AKP iktidarı, birbirinden farklı ekonomik, siyasal, sınıfsal, toplumsal muhalefet kesimlerine karşı siyasal zor/ şiddeti, her an, her yerde gereksinir, onsuz yaşayamaz duruma gelmiştir. Türkiye, özellikle 2013 Haziran halk hareketinin başlangıcından bu yana sistemli şiddet ve katliamlar ülkesi haline getirilmiştir. Egemen ideoloji demetinin içindeki başat ideoloji veya ideolojik motifler değişmiş; dinci/mezhepçi, siyasal İslamcı, milliyetçi, faşist motifler öne çıkmıştır. Siyasal sistem, rejim, anayasal düzenin bütünü kişiselleştirilmiş, tahakkümcü, mutlakî bir iktidar düzlemine taşınmıştır. Yani Anayasa değişikliği dayatması ile faşizm; iktisat, siyaset, toplum; lider-din-devlet-millet birliği zorlaması yoluyla ömür boyu kurumsallaşmış egemenlik istemektedir.
”
Son bir nokta: Yüksek dış borç, bağımlı olunan döviz kurunun sürekli yükselişi (sürekli devalüasyon) ve iktidar ile paydaşlarının sermaye birikimini besleme kaynağı olan “mega/çılgın projelerin” devasa kaynak gereksinimi, halkı ve ülkeyi daha fazla gerecek ve yoksullaştıracaktır. Bunu karşılayacak başlıca üç kaynak ise, sömürü zinciri ve doğrudan-dolaylı vergilerle bunalan halk; kaynağı belirsiz ve gizli bir bağımlılık faktörü olan sıcak para girişi; elde kalan gelir getirici büyük kamu kurumları ve varlıklarının Türkiye Varlık Fonu Anonim Şirketi üzerinden ipotek altına sokulması olacaktır. Bu noktada belirtmeliyiz, düzenin egemen burjuva hukukuna göre adalet, mülkün, yani ülkenin temelidir. O halde mülk sayılan ülkenin tarihsel olarak çökmesinin ve bu duruma karşı yurtseverce yeni bir başlangıca yönelimin koşullarının oluştuğu bir eşikte olunduğu da görülmelidir. Yukarıda dile getirilen olguların bütünü, düzenin dünden bugüne geldiği noktayı, nasıl içsel bir şekilde dönüşüp ülkeyi dibe vurduracak bir yönelim içinde olunduğunu; erk kullanımının doruğu sanılan yerin aslında iktidardan sertçe düşüş yollarını oluşturan çelişki, çatışma, çözülme ve karşıt kurucu dinamiklerle dolu olduğuna işaret etmektedir. Ülkemizin ve halklarımızın gereksindiği yeni bir başlangıcın şu anki uğrağı, sınıf mücadelesinin şu anki en güncel tarihsel hedefi, bu faşist Anayasa değişikliğine hayır demekten, hayırı örgütlemekten; faşizmi, kendisini ebedi kılma yanılgı ve çabasıyla birlikte geriletip nihai olarak alt etmeye yönelmekten geçiyor. Egemenliğin, sömürü ve zulüm mekanizmaları veya kişilerde değil halkta; sözün, yetkinin, kararın üretende, halk iktidarında olacağı; demokrasinin eksiksiz, dolaysız, kesintisiz ve bütün tamlığıyla yeşereceği Cumhuriyetçi, laik, demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü, barış içinde insanca bir arada yaşanacak başka bir Türkiye, başka bir dünya için tabii ki hayır, hayır, hayır.
HAYIRIMIZ KAZANIYOR HALK KAZANIYOR onur kılıç
“
15 yılda yaşanan tüm haksızlıklar, kayırmalar, usulsüzlükler, küçük düşürmeler, eşitsizlikler, yaşamın kendisine ve farklı biçimlerine dönük saldırılar karşısında gelişen öfke bugün ‘Hayır’ içerisinde mayalanıyor. Evet, referandumda tüm yetkilerin tek elde toplanması oylanacak. Ancak bu 15 yıllık bir siyasal-toplumsal sürecin sonucu. Hayır’ın gücü, kararlılığı ve sınır tanımazlığı böyle bir tarihsel arka planı görüyor olmasından da kaynaklanıyor.
Daha referanduma onlarca gün varken kazanmak da nereden çıktı, diye sorulabilir. Eğer söz konusu, sandıktan kaç evet, kaç hayır çıktığı olsaydı buna doğru denebilirdi. Ancak, referandum gündemine girdiğimiz günden bugüne yaşananlara bakarak rahatlıkla söylenebilir ki, ‘Hayır’ sandıktan çıkacak sonucun ötesinde, muhalif toplumsal kesimler üzerinde çok önemli ve olumlu etkiler bırakmış, özgüven ve dinamizmi tazelemiş, yepyeni bir siyaset havzası oluşturmuştur. Yani, sandıktan ne çıktığından bağımsız olarak ‘Hayır’ sokakta, internette, siyasette kazanmıştır. Gerek toplumsal muhalefet güçlerine kattığı siyasal deneyim, gerek bağımsız halk kesimlerinin gündelik siyasetle ilişkilenmesi, neşelenmesi, inanç düzeyinin yükselmesi bakımından büyük kazanımların şimdiden ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bugün pazar yerlerinde, meyve ve sebzelerin üstüne bile yazılmaya başlanan, farklı yazı tipleriyle, farklı renklerde, her yere yayılan ‘Hayır’ dalgaları tüm siyasal güçlerin etki alanının ötesinde bir genişlik ve yoğunlaşma ortaya çıkarıyor. Türkiye, tek adamlığın oylanacağı bir referanduma giderken, bununla çok uyumlu biçimde ‘Evet’ tek, ‘Hayır’ çok biçim üzerinden ifade ediliyor. Bunun en basit örneğini referandumun müzikal tezahürü üzerinden tahlil edebilmek mümkün. Marşa benzeyen, heyecansız tek bir ‘Evet’ şarkısına karşılık, kadınların, erkeklerin, gençlerin, yerelliklerin, genelliklerin şimdiden bir tez konusu olabilecek denli çeşitlenen ‘Hayır’ repertuarı. Bir tarafta yasamada, yürütmede, yargıda, askeriyede, emniyette, eğitimde, medyada, üniversitede, giyim kuşamda, müzikte teklik, diğer
”
tarafta çokluk, gökkuşağı kadar rengarenk bir genişlik. ‘Hayır’ı, temelindeki tamamıyla haklı ve rasyonel siyasal itirazlara ek olarak, potansiyel bir güçten popülerleşen bir siyasi dalgaya dönüştüren şeyin arkasında böylesi bir kuvvet var. ‘Biz’ Kazanıyor İstedikleri kadar ‘Toplum referandumla yapılmak isteneni yeterince kavramadı’ desinler. Herkes her şeyin farkında. Medyanın bütün imkanları kullanılmasına rağmen beklenen rıza oluşturulamadı. Sokaktaki çocuklar dahi, mevzuunun tek adamlık olduğunu biliyorlar. Bunun bir kişiye karşı bütün toplumun iradesinin hakim kılınması meselesi olduğunu istisnasız herkes –Erdoğan’ı destekleyenler de- gayet iyi gözlemleyebiliyor. Bundan önceki dönemlerde vaat silsilesini, -elbette güçlü bir kandırmacayla- kendisini seçmenin, toplumsal fayda olduğu temeline oturtan Erdoğan’ın, bugün böyle bir derdi yok. Sadece kendi tekliği için destek istiyor. Bugüne kadar işlenen anayasal ve adli suçların kabarttığı iştahla, tek adam olmak için tüm toplumdan rıza bekleniyor. Toplumun aklıyla alay ederek, bir tarafa tek başına kendisini, diğer tarafa da tüm toplumu koyuyor. İşte ‘Hayır’, en temelde, faşist diktatörlük anlamına gelen ve tüm topluma karşı gerçekleştirilen bu saldırıya karşı aktüel bir savunma politikasıdır. Kandırılmaya, aldatılmaya, yalana, insanları sömürmeye, istismar etmeye bağımlı birisi, ‘ben’ diye ısrar ettikçe toplum ‘biz’ olmayı öğreniyor. ‘Hayır’ toplumu ‘biz’ haline getiren bir duygudaşlığı, kol kolalığın üretildiği bir zemin sağlıyor bu anlamda. Neşeyle, dayanışmayla, her tür çeşitlilik-
le gelişen bu kolektif itiraz, 16 Nisan sonrasındaki en önemli birikim noktalarından da birisi olacağa benziyor. Nasıl? Onlarca neden, haber, gösterge sayılabilir, çok örnek verilebilir. Sonuç bizi aynı yere götürüyor: AKP ve Erdoğan kaybediyor. Topluma kabul ettirmeye çalışılan diktatörlük metninin açıklanamazlığı takiye yapılamayacak denli açık. Takiyesi yapılamayan politikayı anlatacak araç da bulunamıyor. Sık sık ‘işe yarar’ söylem üretilmeye çalışılıyor, söylem değiştiriliyor ama işe yaramıyor. (*)‘Evet’ cephesi moralsiz, sıkışmış ve yorgun halini gizleyemiyor. Ortada anlatılacak bir şey yok. Bunu anlatmaya yeltenen de yok. ‘Hayır’ diyenlerin karşısında onlarla polemik yapacak, ona cevap verecek kimse yok. Erdoğan adına polemik yapma inisiyatifini Sedat Peker ve Abdülhamit’in torunları değerlendiriyor. Diktatörlük anayasasını da ancak ve en iyi bir mafya lideri sahiplenebilir değil mi? Her şey ne kadar da doğasına uygun ilerliyor.
ve sınır tanımazlığı böyle bir tarihsel arka planı görüyor olmasından da kaynaklanıyor. Referandum, bir bütün olarak AKP iktidarının 15 yılının da mahkum edildiği bir arenaya dönüşüyor. Dolayısıyla, referandumdan çıkacak ‘Hayır’a öncelikle, tek adamlık hayalinin iktidar açısındanbüyük bir kabusa dönüştüğü an olacaktır. ‘Hayır’ aktüel olarak diktatörlük hevesine noktayı koymakla birlikte, AKP’nin bugüne kadarki en büyük siyasal yenilgisi olarak tarihe kaydedilecektir. Bu kuşkusuz, toplumun özgür, demokratik geleceğini inşa etmede çok önemli ve yeni bir başlangıç noktasıdır. Buna, referandum kampanyası süresince edinilen pratik deneyimler de eklendiğinde kazanımın büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. Bu kazanımlar, referandum sonrasındaki siyasal atmosferin ne yönde gelişeceğine dair toplumsal müdahale olanaklarının temeli olacaktır.
İktidar cephesindeki bu zayıflık, toplumda haklılığını açıklama özgüveni ve kazanma inancı üretiyor. OHAL koşullarında, devlet imkanlarını tümüyle seferber ederek, medyayı tamamıyla tek seslileştirerek örgütlenen kampanyaya karşı mücadele etmek kağıt üstünde oldukça güç görünüyor. Fakat ‘Evet’ o kadar güçsüz ki, Hayır’ın aşağıdan ve toplumsal bir dalga biçiminde yayılmasının önüne geçilemiyor. Çok özneli, doğal, yaygın, meşru ve etkili bu itiraz dalgalar biçiminde yurttaştan yurttaşa ulaşıyor. İşte ‘Hayır’ bu yüzden kazanıyor. Çünkü Hayır’ın meşru gücünün karşında duracak bir politika yok. Ve bu politikasızlık toplumu en temelde demokratik muhalefet temelinde siyasallaştırıyor, kendi deneyimlerini yaratmasına olanak sağlıyor.
Yalanın, hırsızlığın, sömürünün, kaynakların yağmalanmasının, her tür istismarın merkezinde görülen özgürlük düşmanı iktidarın ülkeyi teslim almasına dönük itiraz beş harflik ‘Hayır’ kelimesinin içerisinde şimdi. AKP politikasının bu karakteristik parçalarının bir diktatörlükle taçlandırılmasına karşı ülkenin pozitif birikimlerine, onu yaşanabilir bir memleket yapan ideallere sahip çıkma iradesinin adı oluyor ‘Hayır’. Maneviyatsız, sevgisiz, toplumun sağlıklı, huzurlu, adil geleceğine dair ideali olmayan, kendisini nefretten körleşmiş bir liderle özdeşleştiren, tebaalaştıran bu çürümeye karşı çıkmanın adı. Memleket olmanın, biz olmanın adı. Şimdiden bu yolda bir sürü deneyim kazandık. Renklendik, ezgilendik, neşelendik. Daha da neşeli günler gelecek, biliyoruz. Bu yolda yürümekten daha güzel, daha mutlu ne olabilir? Kazandıklarımızla, kazanacaklarımızla, daha kararlı ve her gün daha fazla.
17 Nisan 2017
HAYIR!
Şu çok açık: AKP iktidarına karşı Türkiye toplumunda 15 yılda biriken tepkisellik referandumun ayrılmaz bir motivasyonu oldu. 15 yılda yaşanan tüm haksızlıklar, kayırmalar, usulsüzlükler, küçük düşürmeler, eşitsizlikler, yaşamın kendisine ve farklı biçimlerine dönük saldırılar karşısında gelişen öfke bugün ‘Hayır’ içerisinde mayalanıyor. Evet, referandumda tüm yetkilerin tek elde toplanması oylanacak. Ancak bu 15 yıllık bir siyasal-toplumsal sürecin sonucu. Hayır’ın gücü, kararlılığı
(*)Bu zayıflık içerisinde, Erdoğan’ın çeşitli düzeylerdeki provokasyonlar dışında hamle şansı kalmadığı herkes tarafından net olarak görülüyor. İşte, Hollanda şovu, bunun son adımı olarak gerçekleştirilmeye çalışıldı. AKP, diplomasi bir yana, insani ve toplumsal haysiyeti de paspas eden bir politikayla kazanabileceğini düşünüyor. Yalan ve provokasyon üzerine kurulan bir senaryodan umut devşirmek, evet’in mecalsizliğinin aciz bir ifadesinden başka şey de ifade etmiyor.
sandıklar güvende HAYIR güvende “
AKP’nin olağanüstü koşullarda gerçekleştirdiği referandumda, HAYIR oylarını çoğaltmak kadar korumak da önemli. Gezi direnişinin ardından, direnişin kolektif eylem bakiyesinden birisi olarak sandık güvenliğine yönelik bilinç ve bu eksende yurttaş inisiyatifleri gelişti. 16 Nisan referandumuna yönelik olarak da bu konuda pek çok yurttaş inisiyatifi ve siyasi Parti çalışmalarını sürdürüyor. Bunlardan Hayır ve Ötesi ile İzmir’in Sandıkları’nı çalışmalarını yürütenler faaliyetlerini R-Aktüel’e anlattı.
”
SEÇİMLERİ TV’DEN İZLEMİYORUZ SANDIKTAYIZ berkant gültekin 16 Nisan referandumu yaklaşırken, Hayır’ın siyasi olarak örgütlenmesinin yanında sandıkta korunması da büyük önem arz ediyor. Son yapılan birkaç seçimin şaibelerle geçtiği düşünüldüğünde, bir kez daha pişman olmamak için harekete geçmek elzem. Çünkü bu seçimden Evet çıkarsa, bir daha sandık güvenliği için önlem almaya ihtiyaç olmayabilir! Seçim günü, seçimlere katılma hakkına sahip olan her bir siyasal parti, her bir sandıkta bir tane müşahit görevlendirme hakkına sahip. Bağımsız adaylık söz konusu olmadığından, referandumda sadece siyasal partilerin müşahitleri olabilecek. Dolayısıyla sandık güvenliği için her sandıkta görevli olunamayabilir ama zaten ihtiyaç olan yerlerde bulunmak ve buralarda Hayır’lara sahip çıkmak önemli. Hayır ve Ötesi bağımsız bir yurttaş girişimi olarak işte bu amaç doğrultusunda kuruldu. Bu girişim, 16 Nisan’daki başkanlık referandumunda bir müşahitlik örgütlenmesi şeklinde çalışacak. Yasalarda tanınan itiraz ve şikâyet haklarını kullanarak usulsüzlüklere müdahale edecek. Özet olarak ifade etmek gerekirse; internet sitesinden (hayirveotesi.org) gönüllü olmak için başvuru yapanları, bulundukları il ve ilçelere göre bir araya getirecek bir organizasyon hedefleniyor. Daha sonra illerde oluşturulan birliktelikler, kendilerini alt birimlere ayıracak ve
sandıkların kurulacağı okulları paylaşacak. Her okulun bir sorumlusu olacak. Sandık müşahitlerinin dengeli bir şekilde sandıklara yönlendirilmesi ve iletişimi üst seviyede tutmak önemli. Hayır oylarının güvenliğini sağlamak, iyi organizasyon yapmayı şart kılıyor. Hayır ve Ötesi’nin arkasında pek çok aydın, sanatçı, akademisyen ve yazar ile Haziran Hareketi’nin desteği var. Kendini ilan ettiği günden bu yana yoğun bir ilgiyle karşılandı. Pek çok insan ne yapabilirim ve hangi vasıflara sahip olmam gerekir diye soruyor. Hayır ve Ötesi için aranan tek şart var; seçimi TV’den izlemek yerine sandık başında oylara sahip çıkmayı tercih etmek. Sandığa ve Hayır oylarına sahip çıkmak isteyen her yurttaş, hangi siyasi partiye mensup olursa olsun, hangi mesleği yaparsa yapsın Hayır ve Ötesi gönüllüsü olabilir. Yurttaşların Hayır ve Ötesi’nin(hayirveotesi.org) internet sitesine girerek form doldurmaları gerekiyor.Formu doldurduktan sonra kendileriyle iletişime geçiliyor ve bulundukları şehirde Hayır’a sahip çıkma fikrini benimseyenlerle irtibat kurmaları sağlanıyor. Twitter ve Facebook hesaplarından da Hayır ve Ötesi takip edilebiliyor. Burada önemli olan Hayır’a sahip çıkma iradesini göstermek. Hayır ve Ötesi’nin hareket noktası da bu. Gücün yettiği oranda Hayır’ın sandıklardaki
varlığını korumak temel amaç. Bugün Hayır oyu verecek olan yurttaşlara “terörist” diyenler, seçim günü Hayır oyunu yok etmek için ellerinden geleni yapacaktır. Hayır ve Ötesi adı altında ya da değil, Hayır’a sahip çıkma iddiası ve mücadelesi referandumun belirleyici dinamiklerinden biri olacak. Hayır ve Ötesi’ne şu ana dek büyük bir ilgi var. Bu bir anlamda insanların içinde biriken “bir şey yapmalı” arzusunu da gösteriyor. Bu dinamiği hiç yabana atmamak gerekiyor. Bugün Hayır’ın sandıktaki güvenliği için mücadele etmeye karar veren insanlar, aslında politik olarak da irade almış oluyor. Çünkü bahsettiğimiz tarafsız bir sandık güvenliği işi değil, iktidar karşısında pozisyon alan bir direniş faaliyeti. Bu inisiyatif belki 16 Nisan günü son mesaisini yapacak ancak temsil ettiği değerler memleketin kurucu iradesinin geliştiği mecralara akabilme potansiyelini barındırıyor. Dolayısıyla bu enerjinin doğru kullanılması referandum sonrası için de ülkenin hayrına olacaktır. www.hayirveotesi.org
İzmir’deki yedi bin beş yüz sandığın tamamında gönüllü müşahit bulundurmayı amaçlıyoruz. Bu hedefimizin gerçekleşmesi yolunda avukat desteği ve eğitim konusunda da İzmir Barosu ile ortaklaşmış durumdayız. Fikir nasıl doğdu? Seçimlerde oy verme ve oyların sayımı sürecinin adil bir şekilde işletilmesi için gönüllü müşahitlik yapma konusunda son yıllarda artan bir ilgi mevcut. Normal bir ülkede devletin sağlaması gereken bu güvenlikten kuşku duyan bireyle yurttaş inisiyatifleriyle kamusal alandaki boşluğu doldurmaya çalışıyorlar. Şimdiye dek buna ilişkin yerel nitelikli girişimler olduğu gibi, Oy ve Ötesi gibi ülke çapında gönüllü müşahit organizasyonu yapan girişimler de oldu.
16 Nisan referandumunda böyle bir cabanın olmaması bizi İzmir’in Sandıkları’nı oluşturmaya itti. Toplumsal iradenin sandığa da aynı düzeyde yansımasını istiyoruz. Bu tür organizasyonlarda görev alan müşahitler, seçimlerin adilane gerçekleşmesi gerekçesiyle, gönüllülük esasıyla çalışmalar yürütüyorlar. ‘İzmir’in Sandıkları’ bu ihtiyacın bir ürünü. Bu yolla seçim sürecindeki muhtemel hata ve hilelerin önemli oranda azalmasını hedefliyoruz. 16 Nisan Anayasa Değişikliği Referandumu’nda da böyle bir organizasyona ihtiyaç olmasına rağmen bu alanda çalışma yapacak tarafsız bir girişim
bulunmamaktadır. Bu nedenle İzmir’de daha önce sandık güvenliği ile ilgili girişimlerde her düzeyde görev üstlenmiş ve daha önce bu tür girişimlerde yer almasa da referandumda sandık güvenliği, oy verme ve sayım sürecinde doğması muhtemel olumsuzlukların önlenmesi için çalışmak isteyen gönüllüler olarak İzmir’in Sandıkları adı altında bir araya gelerek bu konudaki boşluğu doldurmaya talip olduk.
çalışma yürütüyoruz. ÇYDD ve TMMOB’ye bağlı odalar başta olmak üzere çeşitli demokratik kitle örgütlerinin kendi üyeleri arasında yapmış olduğu müşahitlik eğitimleri eğitmenlerimiz tarafından verildi. Bunun yanı sıra İzmir Barosu da seçim günü müşahitlerimize hukuki destek vereceğini açıkladı. Beraberinde, yüzlere bağımsız yurttaşa gönüllü eğitim verdik, vermeye de devam ediyoruz.
Nasıl bir yol izliyorsunuz?
İzmir’in Sandıkları neyi hedefliyor? İzmir’in Sandıkları olarak her sandığa bir müşahit, her mahalleye bir avukat hedefiyle yola çıktık. İzmir’deki yedi bin beş yüz sandığın tamamında gönüllü müşahit bulundurmayı amaçlıyoruz. Bu hedefimizin gerçekleşmesi yolunda avukat desteği ve eğitim konusunda da İzmir Barosu ile ortaklaşmış durumdayız. Sandık başındaki müşahitlerimiz, karşılaştıkları herhangi bir sorunda avukatlara ulaşabilecek ve hukuki yardım alacaklardır. Biz, tüm yurttaşların bu denli hayati bir referandumda oy vermeye ve sandıklarına sahip çıkmaya çağırıyoruz. Bizimle iletişime geçmek isteyen herkesi de www. izmirinsandiklari.org adresinden kayıt olmaya davet ediyoruz.
İzmir’in Sandıkları’nın tarafsız ve bağımsız bir girişim olmasının yanında en önemli özelliği İzmir’e özgü yerel bir oluşum olmasıdır. Kendimize ait internet sitesini açarak gönüllü kayıtları almaya ve kendi eğitim materyallerimizle düzenli olarak eğitimler vermeye başladık. İzmir’in Sandıkları olarak referanduma iki aydan kısa bir zaman kala çağrı yapmamıza rağmen yoğun bir ilgiyle karşılaştık ve İzmir’in tüm ilçelerinde ilçe sorumlularını belirleyerek her sandıkta bir müşahit görevlendirme hedefiyle gönüllü kayıtlarımıza devam ediyoruz. İzmir yerelinde çeşitli sivil toplum örgütleri ve meslek örgütleriyle de beraber çalışıyor, işbirliği halinde
BUTİK KAMPANYALAR eren aksoyoğlu Lenin’den beridir konuştuğumuz siyasi propaganda zaman içerisinde yerini siyasal iletişime bıraktı. Akademik disiplin oluşu bir yana Türkiye siyaseti içerisine giriş aşamaları çarpıcı örnekler içeriyor. Devrimci Yol’un yıldız yumruğundan SHP’nin limon ve matruşkasına, Ecevit’in Karaoğlan’ından Kılıçdaroğlu’nun Sakin Güç’üne kadar uzanan bir dizi kampanya izledik. Ancak yeni yıldızlar hiç şüphesiz butik kampanyalar oldu. 15 Temmuz’da oğluyla birlikte hayatını kaybeden iletişimci Erol Olçok, Erdoğan’ın hapishaneye girdiği günden beri yanındaydı ve AKP’nin Davutoğlu dönemi hariç tüm kampanyalarında yer aldı. Ali Taran ise Cem Uzan’ın PR çalışmasını yaptıktan sonraki en büyük çalışmasını CHP’ye yaptığı iki aşamalı kampanyayla sürdürdü. Milletçe Alkışlıyoruz ve Yaşanacak Bir Türkiye kampanyaları “Merkez Türkiye” gibi “ustaca” vuruşlarla bezendi. Siyasal iletişim bu anlamda Erol Olçok ile Ali Taran’ın çarpışmasına sahne olmuştu.
Çokça para harcanmış kampanyalar gözden düşerken ve yurttaşların bizzat sürece katılarak verdiği ürünler sosyal mecralarda hızla yayılırken Aktroller ortamı kirletmeye hazırlanıyor. Buna göre bu ordu “bir millilik sorgulaması”nda bulunuyor. CHP PM üyesi Sera Kadıgil’den aynı partinin kedisi Şero’ya, bir boya markasından bir Twitter fenomenine kadar hayır cephesinde bulunan her dinamiğe saldıran Aktroller hedeflerine ulaşmayı da başarıyorlar. Savcılık gözaltı işlemi yapıyor, Twitter hesapları askıya alıyor, yalan caps’lerle kullanıcıların itibarları ayaklar altına alınıyor. Ancak bu örgütlü çaba mecranın doğası gereği Facebook ve Instagram’da veya diğer dikey mecralarda kendine yer bulamıyor. İçeriğin dolaşıma sokulduğu Youtube ve Twitter dışında bir etkileri bulunmuyor. 2) Referandum Kampanyası Yapamayacak Öznelerden Düşman Yaratma
16 Nisan referandumunda ise merkezi kampanyalar yerini butik kampanyalara bırakmaya başladı. Güçlü ve merkezi kampanya yönetimleri liderlerin elini güçlendirirken ilk defa içinden geçmekte olduğumuz süreçte toplumun farklı kesimlerinden içerikler üretildi ve birçoğu kendiliğinden dolaşıma girdi. İçinde bulunduğumuz süreç aynı zamanda siyasal iletişim açısından başka bir gerçekliğe tekabül ediyor: Aşağıdan katılımcılık Gezi Parkı direnişi günlerinden beridir görmediğimiz yeni bir serpilmeyi getiriyor. Toplum içindeki yeni mikro iktidar odakları türüyor, iktidar ilişkilerini değiştiriyor, kamusal alana içerik sunuyorlar. Dolayısıyla merkezi kampanyalar etkisini yitiriyor ve siyasi odaklar tarafından yeniden üretilmeye çalışılıyor.
Aktroller Twitter’daki çabaları bir yana siyasi iktidar odakları da boş durmuyor. Saray rejimi ve AKP, toplumsal muhalefetin bizzat toplumun kılcal damarlarından aldığı ve siyasi iktidarın üzerinde şok etkisi yaptığı içeriklerle mücadele edemeyeceğini bildiğinden referandum kampanyası yapamayacak yeni özneler peşine düşüyor. Almanya, Hollanda, İsveç hükümetlerinden yeni düşmanlar yaratıyor. Saray rejimi ve AKP, darbe girişiminin ardından dayandığı toplumsal tabanın “bir bölümüne” bir Gezi Parkı direnişi hediye ettiği 15 Temmuz gecesini hatırlatma gereği duyuyor. Dini ve milli “hisleri” referanduma alet edeceği muazzam bir mecra buluyor. Bütün bunlar olurken Aktroller de Avrupa’daki sağcılarla yaşanan gerilime karşı çıkanları Twitter’da “hain” ilan etmeyi pas geçmiyor.
Birkaç gündür Avrupa ülkeleriyle yaşanan diplomatik krizi de merkezi kampanyaların kitleleri mobilize etme çabası açısından okumak mümkün. Hayır cephesi butik kampanyalarla çoktan konsolide olmuş; bir yandan kitlenin enerjisini diri tutmaya, diğer yandan cephesini büyütmeye çalışırken bizzatihi AKP tarafından oluşturulan ve içine aldığı herkesi eritmeye özen gösteren merkezi evet kampanyası dinci ve milliyetçi hassasiyetleri tahrik üzerine bir kampanya kurguluyor. Bu bağlamda iki çabanın öne çıktığı görülüyor:
Saray rejimi ve AKP’nin en büyük gücü siyasetsiz kalmaması. Aynı zamanda siyasal iletişim çalışmasını yalnızca billboard, televizyon reklamı, radyo spotu ve sosyal medya çalışması ekseninde tutmamayı 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri arasında öğrendiler. Dolayısıyla siyasal iletişim kampanyaları yeni bir eksene taşındı. Butik kampanyalar ise direnmeye devam ediyor. Devlet ile halk arasında Gezi Parkı direnişinin yeni bir mücadele fazı yaşanıyor, buna “butik kampanyalar dönemi” demek mümkün.
1) Aktrollerin Butik Kampanyaları Kirletme Motivasyonu
Evet Cephesinde PANİK ve YENİ ATAKLAR 17 NİSAN’A NE KALACAK? R-Aktüel Analiz Erdoğan önderliğindeki Evet cephesi toparlanamıyor. Evet cephesindeki dağınıklık sağda yeni bir arayışla birlikte gündeme geliyor. Referandumda oluşan emareler, 16 Nisan’la sınırlı kalmayıp, sonuç ne olursa olsun sonrasında da etietkili ommaya devam edecektir.
Evet cephesi referandumun ilk döneminden itibaren toparlanmayı başaramadı. ‘Hayırcılara Hayır’ söylemiyle başlayarak sertleştirilen söylemlerden Menbiç denemesi ve sonrasında da Almanya ve Hollanda krizine pek çok hamle gerçekleştiriliyor. AKP, bu hamlelerle Erdoğancı olarak tanımlanan konsolide kitlesinin motivasyonunu arttırma, anayasa değişikliğinin içeriğini kaçırma, muhalefeti başkaca konu üzerine konuşturmama gibi kimi sonuçlar almakla birlikte asıl olarak kendi tabanındaki ve MHP içindeki kararsızları etkilemesi mümkün olmuyor. Referandumun son haftalarına Evet cephesinin dağınıklığını aşılamamış olarak giriliyor. AKP’nin bu kalan günlerde ne tür hamleler yapacağı, Evet cephesindeki dağınıklığın ve sağdaki yeni arayışların 17 Nisan’a ne tür etkiler edeceği de bir başka tartışma konusu. Merkez Sağ Köpüğü AKP’den Kaçıyor AKP, 2001 krizi sonrasında merkez sağın çöküşünün ardından, bu kesimleri siyasal İslam ekseninde oluşturulan yeni sağ merkezde toparlayabildi. 2001 krizi sonrasında merkez sağ Partilerin tümüyle ortadan kalkmasının ardından oluşan bu boşluk, AKP’nin iktidar yıllarında ekonomik büyüme, görece istikrar ve seçeneksizlik koşullarında ilerledi. AKP, geniş kitle tabanını siyasal İslam doğrultusunda konsolide ederken, bu konsolide kitle ile birlikte AKP’nin etki alanında tutmaya devam ettiği ve
özellikle seçimlerde destek bulduğu bu kitle 15 yıldır küçük gelgitler ötesinde AKP ve Erdoğan etrafında bütünleşti. Bu kitle, 2008 krizi sonrasındaki ekonomik kriz ortamında belirli bir kaçış eğilimi göstermekle birlikte, bu kaçış kalıcılaşmamıştı. Referandum döneminde ise, AKP tabanındaki kararsızlar olarak ifade edilen ve yüzde 10’ları bulduğu kimi araştırmalarda ortaya konulan bu kesimde bir kopuştan söz etmek mümkün. AKP’nin istikrar ve güven vaat edemediği, ekonomik krizin derinleştiği koşullarda belirleyici olan bir seçenek arayışı olarak öne çıkıyor. AKP, referandumda bu kesimleri milliyetçi ve İslamcı eksende konsolide ederek, HAYIR çıkarsa kaos ve istikrarsızlık olacak söylemleriyle korkutarak zinde tutmaya çalışıyor. Ancak, bu kopuş eğiliminin ne kadarı sandığa yansıyacak ayrı bir konu olmakla birlikte bir seçenek geliştiği sürece bu kopuşun AKP karşısında konumlanacağını şimdiden söylemek mümkün. Meral Akşener, MHP İçi Muhalefeti Aşan Bir Etki Yaratıyor MHP açısından durumun daha vahim olduğu görülüyor. Ancak, MHP’deki parçalanma uzunca zamandır Parti içi bir ayrışmanın ötesine geçti. Bahçeli’nin, Saray ittifakına girmesiyle birlikte MHP içindeki bölünme de Erdoğan merkezli yeni rejim içindeki parçalanmanın bir parçası olarak gerçekleşiyor. MHP içi muhalefet olarak ortaya çıkan Meral Akşener, Ümit Özdağ ve Sinan Oğan referandum döneminde kendi zeminlerinde etkili bir çalışma sürdürüyorlar. Ancak, Meral Akşener’in etkinliğinin MHP içi bir durum olmanın ötesine geçtiğini söylemek pekala mümkün. Meral Akşener, merkez sağ geçmişi de sahip birisi olarak MHP içindeki tepkili kesimle birlikte AKP dışında seçenek arayan sağ kitle nezdinde bir seçeneğe doğru dönüşüyor. Akşener’in, 15 Temmuz öncesinde yükselişi hatırlanacağı üzere darbe girişiminin ardından FETÖ iddialarıyla frenlenmişti. Akşener, referandum döneminde bu engeli başka bir rüzgarı arkasına alarak aşmış görünüyor. Öte yandan son günlerde Batı medyasında Akşenir’in Erdoğan karşısındaki en güçlü seçenek olarak öne çıktığı yönünde analizler de yapılmaya başlandı. Akşener, 15 yıldır AKP’nin tekelci biçimde hükmettiği sağda geniş tabanlı yeni bir Parti oluşturmanın yollarını arıyor. Böyle bir imkan ortaya çıktığında pek çok kesimin destekleyeceği de şimdiden görülüyor. Burada, referandum sonucu kuşkusuz sürecin nasıl ilerleyeceği noktasında belirleyici olacaktır. Bahçeli ve Erdoğan’ın öncelikli planı referandumdan evet çıkmasıyla, Akşener seçeneğini hızla bastırmak olacaktır. Bahçeli, buradan aldığı moral güçle MHP üzerindeki tahakkümünü kesin biçimde ilan edecektir. Bu tablo Akşener’le birlikte gelişen yeni sağ kitle hareketliliğini geçici olarak geriletse bile bu ekseni ete kemiğe büründürmeye yönelik hamleler devam
edecektir. HAYIR’ın çıkması durumunda ise Akşener’in yelkenlerinin dolacağını ön görmek zor değil. Burada MHP üzerindeki bir iktidar hamlesiyle asıl olarak onu da aşacak AKP’ye seçenek oluşturma arayışları daha güçlü gündeme gelecektir. Akşener, ne klasik anlamda MHP ne de klasik anlamdaki bir merkez sağ olarak düşünülemez. Günün koşulları içinde seçenek arayışında olacak milliyetçi, muhafazakar kesimlerle birlikte laik ve milliyetçi temeldeki kesimlere de uzanan aynı zamanda AKP’den kaçışları toparlayabilecek geniş bir koalisyon tasarımı olarak düşünülebilir. Bu hattın nasıl ilerleyeceğini tüm yönleriyle şimdiden kestirmek mümkün değil kuşkusuz. Ancak, önümüzdeki dönemde bu birikimin kendine yol açmaya çalışacağı ve kuvvetlendiği her noktada da etrafındaki toplanmanın artacağını söyleyebiliriz. Erdoğan ise Bahçeli ile birlikte bunu bastırmaya yönelik hamleler yapmaya devam edecektir. AKP Merkezindeki Dağılma AKP’nin tabanındaki kaçışla birlikte merkezindeki dağılmanın da sürdüğünü görüyoruz. Referandumda güçlü bir hattın ortaya konulamamışının nedenlerinden birisi de bu. AKP merkezindeki dağılma ilk olarak Davutoğlu olayı ile ortaya çıkmıştı. Erdoğan’ın tüm iktidarı tekelleştirmesi ve Saray’a hapsetmesine karşı çıkan kesimler çoğunlukla gizli bir muhalefet damarı olarak Parti içinde yer alıyor. Buna ayrıca Cemaat çatlağını da eklemek gerekir. Parti içindeki çatışmanın, bir yanında Reisçiler yer alıyor. Çoğunlukla Milli Görüş ve AKP merkez kadrosu içinde bulunmamış, sonradan AKP’ye eklemlenmiş ve Erdoğan etrafında kümelenmiş kesimlerle Gül, Davutoğlu, Arınç gibi isimlerin önde olduğu ancak bunlarla sınırlı olmayan bir dağınık eksenden de söz etmek mümkün. Bunların bir araya gelebilmesi, açık bir siyasi iddia sahip olabilmeleri ise ancak Erdoğan’ın gücünün azaldığı koşullarda olabilir. Bu anlamda referandumda HAYIR çıkması bu kesimleri de hareketlendirecektir. HAYIR çıkması durumunda, AKP’nin içerden restore edilmesi tezlerinin daha sık duyulacağı ve daha önceki dönemde dillendirilmeye başlayan 2002 AKP’sine dönüşle-Erdoğan çizgisi arasındaki çatışmanın derinleşeceğini söylemek mümkün. Erdoğan’ın kazanması durumunda ise AKP içinde, Erdoğan tarafından gerçekleştirilecek bir tasfiye operasyonu hızla hayata geçirilerek, bu damar etkisizleştirilmek istenecektir. Bu damarın içerde kalamadığı koşullarda dışarıda oluşacak yeni bir merkez sağ seçenek etrafında toplanması da ihtimal dahilinde olacaktır. AKP ve Kürtler AKP, 15 yıl boyunca kritik eşiklerde çoğunlukla Kürtlerin –açık ya da örtülü desteğini- alabildi. Bugün ise durum biraz daha farklı. Kürt hareketi ile geçtiğimiz dönemlerdeki sürüncemeli müzakere sürecinin sona ermesinin ardından, bölgede büyük bir yıkımla sonuçlanan bir savaş yaşandı. Müzakere döneminde AKP ve Kürt Hareketi arasında gerek Başkanlık gerek esnek bir özerlik,
“
Kürt sorunu ve Kürt hareketi ile ilişki artık yalnızca iç bir sorun olmanın ötesinde Suriye ile doğrudan bağlantılı bir mesele haline geldi. Kürt sorununun Suriye bağlamına oturması buradaki güçlerin de sorunun muhatabı haline gelmesi anlamına geliyor.
”
Suriye bağlamını da içine alabilecek biçimde müzakere edilebilir bir gündem olarak öne çıkmıştı. Bu konularda Öcalan’ın tezlerinin AKP stratejisiyle belirli bir uyum içerdiğini de biliniyor. Ancak, müzakere sürecinin ona ermesinin ardından girilen hatla birlikte köprünün altında çok sular aktı. AKP’nin Kürt halkına ve Kürt hareketine yönelik taktik hamlelerinin işe yaraması -bugünkü koşullarda- mümkün değil. Kürt sorunu ve Kürt hareketi ile ilişki artık yalnızca iç bir sorun olmanın ötesinde Suriye ile doğrudan bağlantılı bir mesele haline geldi.
nuç alma arzusu ise Newroz’da geçersizleşti. AKP, Diyarbakır Newroz’unun zayıf geçeceği beklentisiyle izin vermiş olmalı. Diyarbakır Newroz’u, son bir yıldır yaşananlara yönelik Kürt halkının ilk kitlesel reaksiyonu olarak referandumdaki durumu da netleştirdi. Bu nokta Kürt halkının, HDP dahil Kürt hareketine yönelik tepki ve eleştirileri olsa da AKP’yi artık bir çözüm kapısı olarak görmediğini net biçimde ortaya koydu. AKP açısından bu kesimle de kalıcı bir kopuş yaşandığını söyleyebiliriz.
Kürt sorununun Suriye bağlamına oturması buradaki güçlerin de sorunun muhatabı haline gelmesi anlamına geliyor. Bu anlamda, Suriye’de Kürt özerkliğini engellemeye yönelik AKP müdahalelerinin ABD ve Rusya’nın karşı duruşlarıyla sonuçsuz kalması Kürt hareketine güç verdi. İçerde de büyük yıkım, tutuklama ve kayyumlar Kürt halkında bir kopuş duygusunu ortaya çıkardı. Bu koşullarda AKP’nin Kürt coğrafyasından yüksek bir destek alabilmesi mümkün görünmüyor. AKP, devletin geleneksel yaklaşımlarının ötesinde –farklı saiklerle de olsa- bir yaklaşımı temsil ettiği algısını yaratabildiği için Kürt halkının desteğini de alabilmişti. Yine Kürt hareketi ile girilen müzakere sürecinin sonucu olarak 2010 referandumu gibi kritik eşiklerde dolaylı bir ittifak kurabilmişti. Bugün ise buraya geri dönüş hiç de kolay görünmüyor.
Tüm Bunlara Rağmen Evet Sonucu Değiştirir Mi? Sağdaki yeni arayışlar, AKP merkezindeki ve tabanındaki dağılma işaretleri içinde sandıktan çıkabilecek bir Evet sonucu ne kadar değiştirebilir? Kuşkusuz, Erdoğan, Evet’i gördüğünde moral üstünlüğü eline almış olacak ve bir erken seçimle süreci nihayetlendirmek isteyecektir. Edineceği bu güçle daha baskıcı ve karşısındaki her tür muhalefeti sindirmeye yönelik adımlarla ilerleyerek, Başkanlık koltuğuna oturmaya çalışacaktır. Ancak, bu moral üstünlük geçici bir durum olacaktır.
AKP, Bahçeli ile birlikte getirdiği anayasa değişikliğine Kürt halkından destek bulabilmek için önce Barzani kozunu devreye soktu. Barzani’nin pozitif etkisinden çok MHP tabanında negatif bir etki yarattı. (Bahçeli bile bir kaç eleştirel söz söylemek zorunda kaldı.) AKP, bu hamlesini Kürt muhafazakarlarına yönelik yeni açılımlarla sürdürmeye çalışıyor. MHP tabanından beklenen desteği alamadığı netleşince, Kürtlere yönelik taktik açılımların –seçimlerdeki baskı ile bütünleştirilerek- so-
Toplumdaki HAYIR dalgası geçici bir durum olmanın ötesinde hem sağda hem de soldaki ilerici dalgalanma kendine her koşulda yer açmaya devam edecektir. AKP’nin, bu dağılma emarelerini tümüyle kontrol altına alabilmesi, ülkeyi ekonomik ve siyasi krizin derinleştiği koşullarda yönetebilmesi bugün de olduğu gibi hiç de kolay olmayacaktır. Dolayısıyla 16 Nisan öncesinde HAYIR’da biriken emareler sonuç ne olursa olsun kalıcı olacaktır.
bak yine
yükseliyor dal gal ar TOPLUMDAKİ DİP DALGASI AÇIĞA ÇIKTI GERİ DÖNÜŞ YOK önder işleyen
HAYIR, bir toplumsal dalgaya, harekete dönüştü. Bu büyük hareketin kaynağında ne var? Referandum öncesinde bir umutsuzluk iklimi hakimdi. 1 Kasım’dan başlayarak yaşanan ağır gelişmeler toplumsal muhalefetin geri çekilmesine neden oldu. Ortadoğu merkezli şiddet dalgası ve içerde savaşın belirlediği süreç, 15 Temmuz ve sonrasındaki OHAL’le ilerleyen sivil darbe ortamında toplumun siyasete katılma kanalları neredeyse tümüyle kapandı. Bu ortamda toplumdaki tepki birikmesi ve dip dalgasının ortaya çıkması mümkün olmadı. AKP bu ortamda referandumda kolaylıkla ‘evet’ çıkarabileceğini düşündü. Milliyetçi-İslamcı bloklaşmayı daha da büyüterek, Başkanlığa geçiş planları yapıldı. HAYIR, toplumdaki dip dalgasını açığa çıkardı, açığa çıkartmakla da kalmayıp dalga dalga büyüttü. Bu öncelikle toplumda büyük bir tepki birikmesi ve değişim talebinin olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu kuşkusuz 16 Nisan’la sınırlı olmayan bir hareketlenme. Öncelikle referandum ekseninde baktığımızda, HAYIR’ı ‘evet’ karşısında güçlü kılan temel faktör, siyasal İslamcı rejimin artık iflas noktasına gelmiş olması. Türkiye toplumu çürümüş siyasal İslam rejiminden çıkış kapısı arıyor. Referandum, Erdoğan’ın tüm yetkili elinde toplayarak, rejimi sürdürme ve kalıcılaştırma girişimini durdurma aynı zamanda bu çıkış kapısının aralanması anlamına da gelecek. Bu imkan toplumu harekete geçirdi. Toplumun tüm kesimlerinde HAYIR’ın önemli bir karşılığı var. O yüzden de gerçek anlamda yeni bir Gezi dalgası olarak gelişiyor. Bu hareketlenme 16 Nisan’da HAYIR’ın kazanacağı bir iradeyi bugünden ortaya çıkarmaya başladı. Bunun 16 Nisan sonrasında geri döndürülmesi ya da bastırılması da mümkün değildir. Türkiye’nin geleceğini bu ilerici HAYIR dalgasını belirleyeceğinden şüphe yok. Siyasal İslam’ın ne kadar zorbalıkla yaparsa yapsın, hangi yola başvurursa başvursun iktidarını artık uzun süreli kılma olanakları tükendi. Burada önemli olan HAYIR hareketinde ortaya çıkan halkın bu ilerici değişim iradesinin HAYIR sonrasına da taşınarak, kurucu bir seçeneği dönüştürme yolunda ilerletilebilmesi.
kriz yaratıldı. Almanya ve Hollanda krizinin ardından, Erdoğancı çekirdekte konsolidasyon arttırılmış, bunun abuk uçları sokakta portakal bıçaklayarak tepki göstermiş olmakla birlikte daha geniş halkanın etkilendiğini söylemek mümkün değil. Bu Erdoğan ve AKP’nin ikna kabiliyetinin, inandırıcılığın eksilmesi anlamında yeni bir gelişme olarak görülmeli. Erdoğan, kitle gücüne dayanarak iktidarını sürdürebildi. Burada da toplumu kimi zaman değişimin kimi zaman güven ve istikrarın kaynağı olarak öne çıkarak ikna edebildi. AKP projesi bu anlamda toplumun çoğunluğunu, İslamcı-milliyetçi eksende seferber edebildi. 1 Kasım seçimlerinden 15 Temmuz darbe girişimine varan süreç bu eksende aşılabilmişti. Ancak bugün hem bu ittifakın merkezinde hem de kitlesel bağlarında bir kırılmadan söz edebiliyoruz. Evet cephesindeki parçalanma, siyasal İslamcı rejimin merkezindeki bir kırılma olarak görülebilir.
Evet Sağı Böldü, Devamı da Gelecek
AKP içinde adı konulmamış bir bölünme var, MHP’nin durumu ortada. AKP, sağ ve siyasal İslamcı yapılanmaların büyük koalisyonu olabilmeyi büyük oranda başardı şimdiye dek. Referandumdan bu sağlanamıyor. Artık kopuş ve özerkleşme eğilimleri daha yüksek. Bunun için de MHP’deki muhalefetin boyu Bahçeli’yi aşmış durumda. BBP, Erdoğan zoruyla ‘evet’ dediğinin arifesinde bölündü. Merkez sağda, AKP’lilerinde içinde olacağı yeni bir Parti arayışına yönelik tartışmalar yeniden gündeme geldi. Öte yandan AKP ve Erdoğan artık kriz karşısında çözümü değil krizin kaynağını temsil ediyor. Evet’in gelecek vaadi tükendi. AKP’ye yönelmiş merkez sağ seçmende kopuş doğrultusunda bir hareketlenme var. Bu hareketlenmenin ilk izlerini 7 Haziran’da görmüştük. Bugün de devam ediyor. Dolayısıyla geçici bir arayıştan daha çok giderek kalıcı bir uzaklaşmadan söz etmek mümkün. Sağdaki, düzen içindeki seçenek arayışları da buradan güç alarak gelişiyor. Bu kırılma noktalarından hareketle, AKP’nin hem dışarıda hem de içerde (ekonomik ve siyasi çöküşle birlikte) yaptığı hamlelerin belirleyici sonuçlar üretmesi çok kolay görünmüyor. 16 Nisan’a yaklaşırken, Erdoğan ve AKP giderek panikliyor. Buradaki tüm işaretler 16 Nisan sonrasında da yeni biçimler alarak sürecektir.
Evet cephesindeki dağınıklık ve parçalanma toparlanamıyor. Referanduma kadar ‘evet’ cephesini dinamik kılacak ne tür hamleler gündeme gelebilir? Evet cephesi hamle üstüne hamle yapıyor. Ancak bu hamleler henüz beklenen karşılığı üretmiyor. Referandum kampanyasını, ‘hayırcılara hayır’ ekseninde başlatıldı. Hayır diyenler ‘FETÖ’ ve ‘PKK’ ile özdeşleştirilerek, sağda bloklaşma sağlanmaya ve HAYIR diyenlerin söz söyleme imkanlarını kısıtlanmaya çalışıldı. Burada beklenen reaksiyonlar gelişmedi. Ardından Suriye’de Menbiç’e yönelik askeri operasyonla, içerdeki milliyetçi reaksiyon yükseltilmeye çalışıldı. Bu da AKP’nin bölgede etkin bir güç olmaktan çıkmasından kaynaklanan nedenlerle, ABD ve Rusya’nın karşı duruşuyla gerçekleşemedi. Bunun üzerine Almanya ve Hollanda ile
Anketlerde de toplumsal atmosferde de ‘HAYIR’ önde görünüyor, ‘evet-hayır’ dengesini nasıl görüyorsunuz? Araştırmalar, anketler ‘HAYIR’ın güçlü olduğunu gösteriyor. Rakamların ötesinde, HAYIR’ın politik olarak ‘evet’ten daha güçlü olduğu bu anlamda HAYIR’ın kazandığı ortada. Gündelik hayatta da HAYIR’ın daha görünür olduğunu, farklı kesimlerin HAYIR dediğini görüyoruz. Evet’in arkasında devlet var. Büyük bir propaganda gücünü ellerinde tutuyorlar. Her gün sabahtan akşama kadar tüm televizyonlarda ‘evet’ propagandası var. OHAL koşullarında HAYIR diyenleri baskılamaya devam ediyorlar. Eşitsiz bir yarış olduğu malum. Ancak, HAYIR sıradan insanların çabasıyla, enerjisiyle ilerliyor. Sokaktaki bu sıradan insanların sözüyle, hareketiyle ilerleyen HAYIR’ın sesinin, büyük propaganda aygıtları-
“
Gezi’ye benziyor, alabildiğine yaygın ve geniş dinamiklere sahip. HAYIR diyenler birbirine karşı mücadele etmeksizin, birbirini tetikleyerek, birbirinden öğrenerek çoğalıyor. Bir anlamda bir HAYIR hayaleti dolaşıyor. HAZİRAN, HAYIR’ı tekleştirmemek, merkezlileştirmemek derken böyle bir süreci öngörmüştü. Bunun için de başlarken ‘dalga dalga HAYIR’ demiştik.
nı ve devletin tüm kanallarıyla yürüttüğü evet baskısını aştığını söylemek mümkün. Öte yandan buna ek olarak dünyada da kaos ve krizin ürettiği genel anlamda bir sağ dalganın estiğini de görüyoruz. AKP kimi zaman Hollanda meselesinde olduğu gibi bu birbirini güçlendiren alanı da zorluyor. Öte yandan Ortadoğu’daki gerici dalganın ülkemizi kuşattığı atmosfer de belli. Bu ortamda Türkiye’de bir ilerici rüzgar estiriliyor. Bu yalnızca 16 Nisan için değil sonrası için de çok önemli bir direniş potansiyelinin varlığını ortaya koyuyor. Tüm bunlarla birlikte oldukça zorlu koşullar altında, zoru başarmaya çalışıyoruz ve sonunda başaracağız. Mavi Dalga Bahar Yürüyüş AKP cephesinden HAYIR’ın yorulduğu, Evet rüzgarının yükselmeye başladığı yönünde değerlendirmeler var. Haziran Hareketi de bu günlerde mavi dalga adıyla yeni bir HAYIR dalgası başlatıyor. HAYIR yoruldu, sınırlarına ulaştı mı gerçekten? AKP, moralsiz kitlesine moral vermek için bu tür manipülasyonlara başladı. Önümüzdeki günlerde bu daha da artacaktır. Baskı dozuyla birlikte manipülasyon da buna aynı derece eşlik edecektir. Evet devlet eliyle tek merkezli ve tek söylemli örgütleniyor. Baştan yorgun, çünkü tümüyle statükoyu temsil ediyor. HAYIR ise tam anlamıyla aşağıdan halkın inisiyatifiyle örgütleniyor. Referandum çalışmalarının başladığı sıralarda, HAYIR’ın tekleştirilmeye çalışılmaması gerektiğini ifade ederken, tam da bunu işaret etmeye çalışmıştık. HAYIR’ın toplumun tüm katmanlarında muhatapları var ve herkes kendi talebiyle, beklentileriyle bir HAYIR örgütlüyor. HAYIR’ı etkili kılan da tam olarak bu. Tek bir muhatabı
”
yok, muhatapları var. Muhataplarını da aşan bir toplumsal hareket-dalga olarak büyüyor. Erdoğan ve AKP, HAYIR’ın tek muhatabı bulamadığından, tekleştiremediğinden de mücadele etmekte zorlanıyor. Bir yönüyle Gezi’ye benziyor. Alabildiğine yaygın ve geniş dinamiklere sahip. HAYIR diyenler birbirine karşı mücadele etmeksizin, birbirini tetikleyerek, birbirinden öğrenerek çoğalıyor. Bir anlamda bir HAYIR hayaleti dolaşıyor. HAZİRAN, HAYIR’ı tekleştirmemek, merkezlileştirmemek derken böyle bir süreci öngörmüştü. Bunun için de başlarken ‘dalga dalga HAYIR’ demiştik. İlk dalgamız ‘kırmızı dalga’ idi. Kırmızı dalga, bu ilk aşamada toplumdaki kazanma duygusunu pekiştirecek, HAYIR’ı yaygınlaştıracak ve toplumu bu eksende harekete geçirecek alanları çoğaltacak bir mücadeleyi önümüze koydu. Burada özellikle anayasa değişikliğinin içeriğine ve AKP’nin 15 yıldır yarattığı yıkıma odaklandık. 1 Milyon mektupla, HAYIR’ı merkezlerdeki etkinliklerle değil, hareketli, yaygın bir tarzda yüz yüze örgütlemenin adımlarını attık. Bu eksende HAYIR’cıların bir araya geleceği, HAYIR’ın politikasını ve eylemini tartışacağı buluşmaları memleketin her yanında gerçekleştirdik. Bir anlamda HAYIR’ın ilerici dalga merkezini Meclislerimizle inşa ettik. Mavi HAYIR dalgası ile de yeni bir adım daha atıyoruz. Mavi dalga HAYIR dalgasıyla, yaygın hareketliliğimizi sürdüreceğiz. Bununla birlikte, toplumdaki umut ve değişim talebini yükseltecek, bir bahar havasında HAYIR’ı çoğaltacağız. Sıkıştırıldığı, ezilmeye çalışıldığı yerlerden çıkarak bir nehir misali akan toplumsal HAYIR dalgasını Gezi’deki gibi parklarda şenliklerle, sokağımızı-mahallemizi maviye boyama etkinlikleriyle yan yana getireceğiz. HAYIR’ın umudunu, neşesini, enerjisini daha fazla açığa çıkaracağımız zeminleri kuracağız.
Hayır Enerjisini Sıradan İnsandan Alıyor HAZİRAN’ın dalgalar ve renkler kampanyası, hareketliliği HAYIR’ın çoğalmasında oldukça önemli bir rol üstlendi. HAZİRAN özelinde nasıl değerlendiriyorsunuz bu süreci. Kampanya olarak ifade edilen sonunda bir politika. HAZİRAN, referanduma giderken kendi birikimleri doğrultusunda bir mücadele hattını önüne koydu. Burada da HAYIR mücadelesinin iki aylık süreçte tek bir söz ve biçimle örgütlenmesinin eksik olacağını görerek, aslında AKP’nin de taktiklerini boşa çıkaracak şekilde ikili bir hattı önüne koydu. AKP’nin hareketi bastırmaya, sindirmeye çalıştığı ve bu şekilde kazanma umudunun açığa çıkmasını engellemek istediği dönemde yasayı ve AKP’nin yıkımını odağına koyarak bunu olabildiğince hareketli bir biçimde örgütlemeye çalıştık. Bu şekilde HAYIR diyen toplum kesimlerinin de harekete geçmesini, cesaret kazanmasını, yalnızlık duygusunu aşmasını hedefledik. Kahvelerde, pazar yerlerinde, metrolarda… Ev ev, sokak sokak HAYIR sesini yükselttik. Her yerde HAYIR diyenlerle buluşmalar gerçekleştirdik. Bu hareket yalnızlığı ve umutsuzluğu aştığı oranda top-
lumda hareketlendi. Mavi dalga ile AKP’nin ‘iç savaş-kaos tehditleriyle’ yarattığı korku ikliminin karşısında umut iklimini, bahar iklimini koyuyoruz. 15 yıllık karanlık dönemin sonunda memleket güzel günlere hasret kaldı, neşeye, huzura hasret kaldı. Korkuyu dirençle, cesaretle olduğu kadar neşeyle, umutla yenebileceğimizi biliyoruz. HAYIR’a baktığımızda bunu görebiliyoruz. Neşeli bir HAYIR var. 7 kişilik grupların bedenleriyle yazdıkları ‘HAYIR’lar… Bu ‘HAYIR’lardaki ‘R abi’ neşesi… HAYIR şarkıları… Özellikle kadınların, elbette özel olarak da Nar Kadın Dayanışması’nın buna çok önemli bir katkısı oldu. Yani her yerden fışkıran büyük bir yaratıcılık, büyük bir enerji var. HAYIR yoruldu türünden AKP cephesinden yapılan değerlendirmelerin kendi cenahlarına moral vermeye yönelik manipülasyon olmasının ötesinde hiçbir anlamı yok. Çünkü bu onların yaptığı gibi belli merkezlerde hazırlanmış bir reklam kampanyası değil, hayatın içinden doğan, halkın her kesiminin yaratıcı enerjisiyle büyüyen neşeli bir hayatın kendisi. Hayır Diyenlerdeki Güvensizliği Tümüyle Aşmalıyız
HAYIR cephesinde eksik bulduğunuz noktalar var mı? Tek bir eksik nokta var. Kazanma duygusu gelişmiş olmasına karşın halen, HAYIR büyük olsa da son anda bir şey yapacaklar ve HAYIR’ı sandıktan çıkartmayacaklar türünden bir korku hakim. Kuşkusuz, AKP sonucu değiştirmeye yönelik hamleler yapıyor ve yapmaya da devam edecek. Ancak şu ana kadar olduğu gibi bunların bundan sonra da boşa düşürülmesi pekala mümkün. Tersinden, sonucu değiştirmeyiz türündeki eğilimler kazanma umudunu örseliyor, insanlarda ne yaparsak yapalım sonucu değiştirmeyiz duygusu yaratıyor. Bu HAYIR diyen kesimlerde bir pasifistlikle birlikte sandığa yönelimi de zayıflatan sonuçlar üretiyor. Bu dönemde bunu tümüyle ortadan kaldırmamız ve tüm HAYIR diyenlerin ‘ne yaparlarsa yapsınlar biz kazanacağız’ duygusunun hakim kılınmasına ihtiyaç var. Bunun yolu da HAYIR diyenlerin topluma güven verecek adımları atmaya devam etmesi. Sandık güvenliğine yönelik örgütlenme ve hazırlıklar bu açıdan önemli. HAYIR mücadelesi kadar, 16’sında sandıkların son ana kadar korunması, sandık başındaki muhtemel hileleri engelleyecek bir iradenin bugünden ortaya konulması bu kalan günlerdeki en önemli sorumluluklarımızdan bir tanesi. Mavi dalga ile Park buluşmaları, HAYIR şenlikleri de bu noktada önemli buluşma zeminleri olacak. Yeni Bir Başlangıç Olacak Peki 16 Nisan’dan sonra ne olacak sorusuna ne dersiniz? HAYIR çıksa da bir şey değişmeyecek, her şey yerli yerinde kalacak görüşüne katılır mısınız? Bu noktada tartışmanın uçlara varmasının yarattığı kimi sorunlardan söz edebiliriz. HAYIR’la birlikte elbette dünyamız bir anda değişmiş olmayacak. Ama hiçbir şey değişmemiş de olmayacak. Her şeyden önce çürümüş rejimin Başkanlıkla güçlenmesi, anayasasız ve Meclissiz bir yönetime sürüklenilmesinin önüne geçilmiş olacak. Ülkenin en az yüzde 50’sinin onay vermediği bir değişikliği oldubittiyle, OHAL koşullarında gerçekleştirildiğinde bunun kendisi istikrarsızlığın kaynağı haline gelecektir. Memleketin kaderi açısından bu tarihsel bir momenttir ve burada buna izin verilmemiş olması tek başına büyük bir şeydir. Ancak bununla da sınırlı kalmayacak, AKP’nin bu adımı atamaması bir kaç adım geriye gitmesi anlamına gelecektir. Rejim içindeki çelişki ve çatlaklar daha da büyüyecek, bu dönemde ortaya çıkan işaretler doğrultusunda siyasette yeni bir diziliş meydana gelecektir. Toplumun değişim talebi öne çıkarak, yeni bir döneme girilecektir. Bugün 16 Nisan’dan sonra her koşulda yeni bir mücadele döneminin başladığını görerek, HAYIR dalgasını 16 Nisan sonrasına taşıyacak şekilde biriktirmek, toplumsal dalgayı örgütlü bir muhalefete dönüştürmek için mücadele etmeliyiz. Yani bir yandan HAYIR’ı çoğaltacağız bir yandan da HAYIR diyenlerin 16 Nisan sonrasına daha güçlü ve örgütlü çıkmasının yollarını arayacağız.
Meclisler HAYIR’ın Dalga Merkezi Burada HAZİRAN Meclislerinin hem HAYIR mücadelesindeki hem de sonrasındaki rolü açısından neler söyleyebilirsiniz? Bu soruya bir karşılaştırma ile daha net yanıt verebiliriz. Gezi’nin isyan dalgasının sonrasında yürüttüğümüz tartışmalarda, bu hareketin koordinasyonu ve örgütlü dinamiklerinin eksikliğinden söz ediyorduk. Kendiliğinden gelişen bu harekete içkin bir koordinasyon merkezinin, politik ve örgütsel önderliğinin noksanlığı, hem Gezi direnişinde hem de sonrasında önemli bir zaaf olarak ortaya çıkmıştı. Haziran’ın Meclisler siyaseti bir yandan Gezi’nin park Forumlarından ilham alırken bir yandan da Gezi isyanındaki bu eksikliği görerek yaygın direnme dinamiklerini birleştirecek ve ortak hareketini mümkün kılacak örgütlü bir hareket merkezinin inşası için yola çıktı. Haziran, siyaset kanallarını çoğaltmaya, yaygınlaştırmaya yönelik adımlarını kuruluşundan itibaren Meclis-Forumlarla atmaya çalıştı. Meclisler hem bir direnme merkezi aynı zamanda da toplumsal bir hareketin dalga merkezleri olarak görüldü. İçinden geçtiğimiz zor dönemde HAZİRAN’ın Meclislere dayanan mücadelesi kimi zaman öne çıkarken, toplumsal geri çekilmeye bağlı olarak kimi geri çekilmeler de yaşadı. Ancak, her koşulda Meclislere ve onun işaret ettiği halkın aşağıdan inisiyatifini geliştirmeye yönelen mücadelede ısrar etti. HAYIR dalgası içinde Meclisler siyasetinin önemi ve işlevi daha belirgin bir biçimde ortaya çıktı. Meclisler, toplumun HAYIR için harekete geçmesine vesile olduğu kadar, toplumsal HAYIR dalgasını büyüten ve aynı zamanda onun koordinasyon ağı ve politik-örgütsel dalga merkezi olarak öne çıktı. Bununla da sınırlı değil elbette. HAYIR’ın 16 Nisan sonrasına taşınması da Meclislerin mahalle mahalle, sokak sokak çoğaltılması ile mümkün olabiliyor. HAYIR’ı örgütleyen aynı zamanda kolektif bir mücadele zemini inşa eden bu mücadele HAZİRAN fikrinin hayata geçtiği ve bir anlamda kendini aştığı bir uğrak noktası. Aynı zamanda bu 21.yüzyılın isyan ve direniş dalgası içinde gelişen yeni bir mücadele anlayışı ve örgütlenme formu deneyimi olarak gelişiyor. 16 Nisan’dan sonra HAZİRAN, bugün ülkenin en ücra köşelerine kadar HAYIR sesini ulaştıran mücadelesini bir adım daha ileri taşıyarak, halkın yeni bir ülke yeni bir yaşam mücadelesinin de taşıyıcısı olacaktır. (Söyleşi - Serpil Şahbaz)
90 KUŞAĞI GÖRMEDİĞİ GÜNLERİ GÖRECEK metehan aydın
“
Bizler memleketin istenmeyen ve korkulan çocuklarıyız, ne istedikleri gibi itaatkar bir nesil olduk ne de söyledikleri gibi apolitik. Belki hiç karneyle ekmek almadık ama sokaklarda patlayan bombalara, yaşam tarzları yüzünden linç edilen insanlara tanıklık ettik.
”
Küçük çaplı bir Yüzüklerin Efendisi evreninin içindeyiz sanki. Sadece düşmanımız Sauron kadar güçlü değil. Ha bir de bizler hobbitler kadar küçük değiliz. Hepsine hükmetmek isteyen bir güç yüzüğü var evet ama artık bunu aramamıza gerek yok. Zira güç yüzüğünü 2013 Haziran’ında ele geçirdik. Sırada yüzüğü Hüküm Dağı’na götürmek var. Yüzük tüm numaralarını kullanıyor, kariyer ve güç vaat ediyor, onlara katılmamız için bizi ikna etmeye çalışıyor. “Yüzüğü kullan, 18 yaşında milletvekili ol, taciz et, tecavüz et hatta çal, çırp gemicikler al ama yargılanma.” diyor çakma Sauron. Mesele tüm bunlara HAYIR deyip yüzüğü Hüküm Dağı’na götürmekte. 2013 Haziran’ı yıllardır unutulmuş bir tartışmayı tekrardan ortaya çıkardı. Y kuşağının varlığı ve niteliği tekrar tartışılır bir hal aldı. Yıllarca apolitiklikle, tüketimin ve bireyciliğin, umutsuzluğun nesli olmakla (kaba tabiriyle: Hobbit olmakla) yaftalanan 90 kuşağı Gezi İsyanı ile birlikte kendini kalıplara sığdırmaya çalışan herkese sert bir tokat attı. 13 Haziran’ın şafağında isyanın, neşenin, kolektif üretimin ve umudun manifestosunu yazdı. İnsanlık tarihinin en hızlı akan 20-30 yılına doğmak birçok avantajı ve dezavantajı beraberinde getirdi. Hızla ilerleyen dünya kuşak çatışmasını, kuşak çatışmasıysa isyan etmeyi bilen bir nesli ortaya çıkardı. İlk isyanı aile içindeki iktidara olan 90 Kuşağı büyük bir kavga başlattı ve rakiplerini sürekli olarak büyüttü. Kel müdürlere inat saç uzattı ortaokul ve lise yıllarında, daha da büyüdü ve ilk gençliğini karartmak isteyenlere meydan okudu. Üniversiteleri yandaş rektörlere, meydanları, parklarıysa diktatörlere dar etti yeri geldi. Yok sayılan, geleceksizleştirilen ve sadece tüketimde bulunmaları için yetiştirilen koca bir neslin ayağa kalkıp “BİZ VARIZ” demesi çok daha büyük bir varoluş mücadelesinin deklarasyonudur. Bir yol ayrımından geçiyoruz: ya bizi yok sayan eski dünya düzeninin nöbetçileri, bugünün evetçileri kazanacak ya da bizler sahneye çıkacağız ve en gür sesimizle geleceğimiz için HAYIR diyeceğiz. Eski dünyanın karşısına dikilip bu memleket bizim, gelecek bizim deme iradesini göstereceğiz. “HAYIR” diyebilme cesareti tarih boyunca insanlığa yön vermiştir. Antik Yunan’da doğayı tamamen tanrılarla kavramaya çalışanlara hayır diyebilmek felsefenin ve
bilimin, dünyayı kavrama çabasının ilk ayağını oluşturan en önemli adımlarındandır. Antik Yunan’ın hayır haykırışı kendinden yüzyıllar sonra Avrupa’da yankı buldu ve Rönesans’ı doğurdu. Yani HAYIR, tarih boyunca: karanlığın çöküşünü, bilimin, sanatın ve aydınlanmanın yükselişini sağlayan anahtarlardan biri oldu. Şimdi anahtar 90 Kuşağının elinde, kapıyı açmanın tek yoluysa HAYIR’ı dalga dalga büyütmekte. Bizler memleketin istenmeyen ve korkulan çocuklarıyız, ne istedikleri gibi itaatkar bir nesil olduk ne de söyledikleri gibi apolitik. Belki hiç karneyle ekmek almadık ama sokaklarda patlayan bombalara, yaşam tarzları yüzünden linç edilen insanlara tanıklık ettik. Bizim mücadelemiz bir varoluş mücadelesi, eski ile yeninin, karanlık ile aydınlığın tarihi düellosudur. Geleceğimizse tabi ki tek adamın eline bırakılamayacak kadar kıymetli ve mücadele etmeye değer. Bugün HAYIR demek yıkıcı bir eylemselliği ve kurucu iradeyi somutlar. Hayat tarzımıza müdahale eden, bizi ötekileştirmeye çalışan ve varlığımızı tanımayan eskinin hükmünü sona erdirecek olanlar da pek tabi bizleriz. Mücadelemizin kökleri onların ufuklarının alamayacağı kadar derin, insanlık tarihinin en köklü ve hiç eskimeyen kavgası: karanlığa karşı aydınlanmanın, güneş olmanın kavgasıdır. Thales’ten Sokrates’e, Kopernik’ten Galileo’ya, Spinoza’dan Descartes’e, Hegel’den Marx’a tüm hayır mücadelelerinin mirası şimdi bizim omuzlarımızda. Şimdi sıra bizde, Gelecek Bizim diyen: memleketi için geleceği için sorumluluk alan 90 Kuşağı karanlığı parçalayacak ve Berkin’imizin yüzü kadar aydınlık bir gelecek kuracak. Tabii ki HAYIR kazanacak, biliyoruz insanlık tarihinden biliyoruz ve hatta fantazyalarımızdan. Bu filmi birçok kez izledik, Sokrates’ten biliyoruz: önceki tanrılara HAYIR dediği için ölüm cezası alan ve ölümünden yıllar sonra temsili bir mahkemeyle aklanan Sokrates’den, Nazım’dan biliyoruz misal yaşarken vatandaşlıktan reddedilen ölümünden sonra tekrar vatandaş ilan edilen Nazım’dan. Onlar kaybetti diyebilir miyiz? Hayır, onların fikri kazandı. Nasıl Orta dünyadan Sauron, galaksiden Karanlık Taraf temizlendiyse nasıl Hogwarts Voldemort’a yar olmadıysa bu memleket de Erdoğan’a yar olmayacak, BİZ KAZANACAĞIZ!
irfan değirmenci
Gün Gelecek Her şey
Değişecek
“
Benim HAYIR’ım bütün gökkuşağı renklerini kapsayan bir HAYIR. Ben de çok seviyorum o rengarenk birlikteliği. Aynı olmak zorunda değiliz. Aynı düşünmek zorunda değiliz ama bir konuda bir araya gelebiliriz. Bu ülkede birlikte yaşama, barış içinde yaşama, huzur içinde yaşama ve daha güzel bir geleceğe birlikte yürüme noktasında bir araya gelebilmeliyiz.
Referandumda ‘Hayır’ diyeceğini açıkladıktan sonra Kanal D’deki sabah haberleri programına son verilen İrfan Değirmenci, “Kitapla ulaşabildiklerime kitapla ulaşmaya devam edeceğim. Yüz yüze konuşabildiklerime yüz yüze konuşacağım. Bu ilelebet böyle devam edecek değil. Televizyonlar da değişecek. Gün gelecek, her şey değişecek. Geriye de insanların çok kritik anlarda takındığı tutumlar kalacak ve hatırlanacak.” dedi. Kitabınızda bir apartmana kadar inmiş iyilik ve kötülükle birlikte kişiyi yaşamla düşmanlaştırmanın mücadelesi var. Bugün daha üstün hale gelmiş kötülüğün yaşama hakim olma durumu var. Sizce iyiler nasıl çoğalacak? İyiliği çoğaltarak, kötülere benzemeyerek, iyi kalmaya devam ederek kazanacak. Onların taktiğiyle savaşmayacağız. Kendi ajandamızı, kendi gündemimizi, yöntemimizi kendimiz belirleyeceğiz ve çoğaltacağız. Birleşe birleşe kazanacağız. Sadece Türkiye’de değil dünyada da daha çok nefret ve kin sahibi kişiler iktidarda. İnsanlığın kaybolmuş umudu nasıl gün yüzüne çıkacak? Bence, kamuoyu önünde olan insanların özellikle insanlara umut olacak özverili davranışlarda bulunabilmesi gerekiyor. Yani, sadece maddi çıkarın ön planda olduğu bir çağda yaşıyoruz. Maneviyatı ön plana çıkartmak gerekiyor. İnanç ve umut aşılamak gerekiyor insanlara. İyiliğin kazanacağı duygusunu aşılamak ve örnek olmak
”
gerekiyor. Bu kısa sürmeyecek uzun bir mücadele. Ben de kitabın sonunda, “Ya bir gece ya üç yüz yıl uyudular.” diyordum. Kötü ile iyinin savaşı insanlık tarihi kadar eskidir. Çıkış bulamadığı anda insanoğlu devrin zulmünden kaçmak için bir mağaraya sığınan yedi uyurların öyküsünde de böyledir. Farklı bir zamanda yeniden uyanırlar. Ama önemli olan uyandıklarında dahi o mücadele azmine devam edebilmeleri. Elbette eğitimle olacak bu. Sadece çok sevilen bir parodi, slogan değil ama “eğitim çok önemli.” 50 yıl sonrasını planlamak istiyorsak büyük eğitimle ilgili bir adım atmamız gerekiyor. Referandumda HAYIR o kadar çok, çeşitli ve renkli ki uzun zaman sonra toplumun tekrar yüzü gülüyor. Sizin HAYIR’ınız nedir? Benim HAYIR’ım bütün gökkuşağı renklerini kapsayan bir HAYIR. Ben de çok seviyorum o rengarenk birlikteliği. Aynı olmak zorunda değiliz. Aynı düşünmek zorunda değiliz ama bir konuda bir araya gelebiliriz. Bu ülkede birlikte yaşama, barış içinde yaşama, huzur içinde yaşama ve daha güzel bir geleceğe birlikte yürüme noktasında bir araya gelebilmeliyiz. Farklı siyasi görüşlerden insanların bir araya geldiğini görüyorum. Bu nehrin akışı önlenemez nehir coştu bir kere. Öyle bir akış ki bu akış önüne set kuramayacaklar bu kez. Hayır dediğiniz için işinizden oldunuz. Aslında bu sonuçla karşılaşacağınızı bile bile Hayır’ınızı açıkladınız. Bu durum sizin için ne ifade ediyor?
Bugün kovulmamızın üzerinden 40 gün geçti. 40 gündür sokaklarda hiç olmadığım kadar zor yürüyorum insanların ilgisinden. Benimle konuşmak istiyorlar. Dertleşiyorlar, destek olmak istiyorlar. Bir kere bu çok güzel. Televizyon çok popüler bir yer, evet. Orada da görmeyince sizin yaşamadığınızı düşünen bir kitle de var. Çünkü tek beslendikleri yer televizyon. Onlara da ulaşacağım. Geziyoruz. Kitapla ulaşabildiklerime kitapla ulaşmaya devam edeceğim. Yüz yüze konuşabildiklerime yüz yüze konuşacağım. Bu ilelebet böyle devam edecek değil. Televizyonlar da değişecek. Gün gelecek, her şey değişecek. Geriye de insanların çok kritik anlarda takındığı tutumlar kalacak ve hatırlanacak. Türkiye-Hollanda kriziyle başlayan absürtlük her yerde. Örneğin; portakal sıkmalar, bıçaklamalar falan. Siz Hollanda ile başlayan krizi nasıl yorumluyorsunuz? Epey uzun zamandır bir vasatın tahakkümü ve cehaletin hakimiyetine teslim olmuş durumdaydı ülke. Bu artık son demleri ve trajikomik hale geldi sizin de söylediğiniz gibi. Bir işe de yaramıyor. Bugüne kadar hep işe yaradığı görülmüş olan bu mağduriyet bu kez yurtdışından ithal ediliyor. Fakat o da isteneni vermiyor. Son çare de yangın esnasında kırılacak cam da kırılmış. Ama yangını söndürmeye yetmiyor. Dolayısıyla ben suni bir gündem olduğunu düşünüyorum. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük mücadelesi dünyanın her yerinde olmalı. Faşizme karşı mücadele, yabancı düşmanlığına karşı mücadele dünyanın her yerinde olmalı. Bundan geriye kocaman bir suni gündem ve bir kaç ay sonra Rusya krizinin bir benzeri akıbet bekliyor bu Hollanda krizini de. Suni gündemlerin peşine takılıp gitmeyeceğim, polemiğe girmeyeceğim. Biz kendi gündemimizi kendimiz belirlemeliyiz. Birçok yerde gençlerle bir araya geliyorsunuz. Gençler, Gezi sizin için ne ifade ediyor? Umut demek, bir aradalık demek, farkındalık demek, yaratıcılık demek, zeka demek, donanım demek, eğitim demek, okumak demek, gelecek demek. Dolayısıyla her yaştan gençlerle birlikte olmak her zaman çok güzel. Ben kendimi de artık 40 yaşına gelmiş bir genç olarak görüyorum. İnsan hayat enerjisini, direnme, mücadele etme enerjisini koruduğu kadar genç. Ne yaşta olursa olsun. (Söyleşi : Serpil Şahbaz)
Siyasete ve edebiyata dair isimlerin hayatları ve fikirleri Redbellek videoları ile paylaşılacak. Redbellek’in ilk paylaşımı Mahir Çayan. Mahir Çayan’ın hayatı ve fikirleri, Kızıldere katliamının 45.yılında yayınlanacak. Mahir Çayan’ın hayatını ve fikirlerini anlatan Redbellek Mahir Çayan metnini paylaşıyoruz. Videoya, r-komplex.org sitesinden izleyebilirsiniz.
mahir çayan Hayatı ve Fikirleri 15 Mart 1945 yılında Samsun’da doğan Mahir Çayan, ortaokul ve lise dönemlerini İstanbul’da geçirdi. İlköğrenimine Üsküdar’da Halil Güçlü İlkokulu’nda başlayıp, Paşakapısı İlkokulu’nda tamamladı. İstanbul Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdi ve 1963 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp ve Hukuk Fakültelerini kazandı. Hukuk Fakültesi’nde okumuşsa da ertesi yıl Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanarak geçiş yaptı. Bu dönemdeki öğrenciliği sırasında 8 Kasım 1965 tarihinde Türkiye İşçi Partisi’ne bağlı Siyasal Bilgiler Fakültesi Fikir Kulübü’ne girdi. 23 Aralık 1965’de yapılan genel kurulda 2. Başkanlığa, Ocak 1966’da ise başkanlığa seçildi. 1967 yılında kısa süreliğine Fransa’ya gitti. Burada sosyalist hareketlerin genel seyri ve içinde bulundukları tartışmaları izledi. 1968 yılında 6. Filo eylemlerine İzmir’de katıldı ve gözaltına alındı. Bu dönemde Türkiye İşçi Partisi içinde başlayan ve Mihri Belli’nin öncüsü olduğu Milli Demokratik Devrim tartışmalarına katıldı. Bu tartışma sürecinde Türkiye İşçi Partisi adına Zonguldak Ereğli’sinde çalışmalar yürüttü. Buralarda yaptığı toplantılarda Sadun Aren ile Fatma İşmen’in tutumunu eleştirdi. Bu konudaki görüşlerini 22 Temmuz 1969’da ‘’Aren Oportünizminin Niteliği’’ adı altında Türk Solu dergisinde yayınladı. Bu yazıda proletaryanın önündeki görevin Milli Demokratik Devrim değil, sosyalist devrim olduğu söylemlerine karşı çıkarak, Milli Demokratik Devrimin işçi sınıfının öncülüğünde, diğer devrimci sınıf ve tabakalarla birlikte başarılacağı, bunun Marksizmin zorunlu bir aşaması olduğunu, yarı-sömürge yarı-feodal ülkeler için geçilmesi gerekli bir aşamayı oluşturduğunu ve 3. Enternasyonal’in kararı ve Mao’nun da işlediği bir tez olduğunu savundu. Bizim gibi ülkelerde ileri aşama-
nın devrimini, yani sosyalist devrimi savunmanın son tahlilde mücadeleye ve sosyalizme ihanet olduğunu nedenleriyle birlikte açıkladı. Bu arada savunmuş olduğu Milli Demokratik Devrim görüşü doğrultusunda ideolojik çalışmalarını yoğunlaştıran Mahir Çayan, Emek Dergisi’ndeki Kenan Somer’in yazılarına ‘’Revizyonizmin Keskin Kokusu’’ adlı iki yazıyla cevap verdi. Bu iki yazıda Marksizmin çarpıtılmasına, belirli özel koşullar için söylenen durumların farklı koşullar içerisinde de uygulanma çabasına karşı çıkmıştır. Kenan Somer’in Marx ve Engels’in tekel öncesi dönemde Amerika ve İngiltere için istisnai bir durum olarak öne sürdüğü barışçıl yoldan sosyalizme geçişi öngören teorisini Türkiye’ye de uygulama çabasına karşı bilimsel gerçeklik içerisinde cevap vermiştir. Marks’ın genel devrim teorisini görmezden gelip istisnai duruma sarılarak, burjuva parlamentosu aracılığıyla sosyalizme geçişi mümkün gören Kenan Somer’in esasında proletarya diktatörlüğünü es geçen görüşlerini çürütmüştür. Lenin’in tekelci kapitalizm dönemi için geliştirdiği ancak bir devrim ile burjuva diktatörlüğünün zorla parçalanarak, proletarya diktatörlüğünün kurulacağı görüşünü savunmuştur. 9-10 Ekim 1969’da Ankara’da yapılan ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu Dev-Genç adını alan FKF kurultayında uzun bir konuşma yaptı. Bu kurultay Türkiye sosyalist hareketinin seyrini değiştiren önemli kilometre taşlarından birisi oldu. Mahir Çayan bu dönemde Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga ile birlikte hareket etti. Milli Demokratik Devrim düşüncesi içerisindeki hatalı düşüncelerle de hesaplaşmak adına Ocak 1970’de Aydınlık Sosyalist Dergi’de ‘’Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori’’ isimli yazıyı yazdı. Bu yazısında işçi sınıfının rolünü reddedenler karşısında Milli Demokratik
Devrim’in ancak köylülerle ittifak halindeki işçi sınıfının öncülüğünde söz konusu olabileceğini belirtti. Milli Demokratik Devrim teorisinin Marksist-Leninist kesintisiz devrim teorisi olduğunu, bu teorinin temelinde burjuva sınıfının tarihi misyonunu yitirdiği için artık öncülük durumunun kalmadığını ifade etti. Demokratik devrimin zaferinden sonra ise işçi sınıfının, sosyalizme geçişin maddi ortamını yaratmak için mücadele vereceğini, demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında bir Çin Seddi bulunmadığını, Stalin’in deyişiyle bir zincirin halkaları olarak görülmesi gerektiğini söylemiştir. 17-18 Ekim 1970’te divan başkanlığını Yusuf Küpeli’nin yaptığı son Dev-Genç genel kurulunda da önemli bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Mihri Belli ile olan ayrılıkların üstüne giderek öngördüğü devrim stratejisini savundu. 1971 baharında Türkiye devrim Sürecini ele aldığı Kesintisiz Devrim broşürlerinden Kesintisiz I’i tamamladı. Mahir Çayan burada ülkede güçlü bir işçi sınıfı hareketinin olmamasının bir sonucu solda ideolojik seviyenin çok yüksek olmadığını ve tam bir teorik karışıklığın hüküm sürdüğünü belirtmiştir. Marksizmin sürekli derinleşip zenginleşen, son derece karmaşık bir doktrin olduğunu, esas olanın lafızlar değil muhteva olduğunu, diyalektiğin en önemli iki unsuru zaman ve mekân kavramları dikkate alınmadan yapılan analizlerin Marksizm’i tahrif ettiğini ifade etmiştir. 3 kısımdan oluşan Kesintisiz I’i kaleme alırken özellikle bu gerçeği dikkate almıştır. 1. Kısımda Marx, Engels, Lenin dönemlerinin Marksist devrim teorisini, 2.kısımda İki Taktik’te ifade edilmiş olan Leninist Kesintisiz Devrim Teorisini incelemiştir. 3. ve son kısımda ise emperyalizmin ayırt edici özelliklerini, yarı-sömürge ülkelerin devrim stratejisini, Küba devriminin yorumlarını ve Türkiye devriminin yolunu ele almıştır. 29-30 Ekim 1971’de Ankara’da TİP Genel Kuruluna katılmayarak, MDD görüşünü benimsemiş delegelerle, işçi ve öğrencilerle birlikte ayrı bir toplantı düzenledi. Mihri Belli ile fikri ayrılıkları kopma noktasına gelince o çizgiden ayrıldı. Ertuğrul Kürkçü, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga’nın da imzaladığı ‘’Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup’’ başlıklı yazıda ayrılığın başlıca; devrim anlayışı, çalışma tarzı ve örgüt anlayışı konularındaki farklılıklara dayandığını ifade etti. Mihri Belli’nin görüşlerinin gerek teorik gerek pratik ilerleyişe engel olmaya başladığını ve bu yüzden ayrılığın zorunlu bir hal aldığını söyledi. Bu süreçte THKP-C’nin kuruluş çalışmalarını sürdürdü. Ertuğrul Kürkçü, İlhami Aras, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir gibi isimlerle örgütü kurdu. Örgütün genel komitesi tarafından Münir Ramazan Aktolga ve Yusuf Küpeli ile birlikte Merkez Komite ‘sine seçildi. Şubat ve Mart ayları içerisinde ses getiren eylemler gerçekleştirildi.
15 Mart 1971 tarihli Kurtuluş Dergisi’nin ilk sayısında partinin devrim anlayışını formüle eden ‘’Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi’’ başlıklı yazıyı kaleme aldı. Burada emperyalizmin işgali altındaki bir ülkede halk savaşının zorunlu olduğunu, bunun bir avuç öncünün değil, emekçi halkın kavgası olduğunu ifade ederek, köylülüğün temel güç proletaryanın önder güç olduğunu ifade etti. Şehirden-kıra, kırdan-şehire tartışmalarında askeri yanın hiçbir zaman ideolojik-politik yandan ayrılamayacağını söyleyerek kırın temel alınması gerektiğini söyledi. 12 Mart Darbesi ardından eylemlerin devam edilmesi kararlaştırılmıştı. Tarih 17 Mayıs 1971 ‘i gösterdiğinde cezaevindeki tutuklu devrimcilerin serbest bırakılmasını da içeren taleplerle İsrail’in Türkiye Başkonsolosu Efraim Elrom kaçırıldı. Başkonsolosluk önüne bırakılan bildiride: ‘’Amerikancı Bakanlar Kurulu’na Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi, 1 MAYIS HAREKÂTI’nda, Ortadoğu halklarının baş düşmanı Amerikan Emperyalizminin maşası Siyonist İsrail’in Türkiye Başkonsolosu olan ve de ülkemizdeki Siyonist hareketlerin organizasyonunda önemli rolü olan Efraim Elrom’u kaçırmıştır’’ ifadeleri yer alıyordu. Bunun üzerine devlet 22 Mayıs 1971’de sıkıyönetim ilan etmiş, Elrom’u aramaya başlamıştı. Balyoz Harekâtı olarak isimlendirilen bu harekâtın ismi Nihat Erim’in ‘’alınacak tedbirler balyoz gibi kafalarına hemen inecektir’’ sözünden geliyordu. Bu olayların ardından İstanbul’da gizlendikleri günlerden birinde Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir bir evde sıkıştırıldı. 29 Mayıs 1971’de oradan kaçarak bir başka eve sığındılar. İstanbul Maltepe Küçükbağ Sokağı’ndaki 8 Numaralı ev, o andan itibaren 51 saat boyunca sürecek olan direniş ve çatışmaya tanıklık etti. Yüzlerce polisle etrafı kuşatılan evde 1 Haziran günü Hüseyin Cevahir öldürüldü, Mahir Çayan ise yaralı olarak ele geçirildi, Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Bir süre hastanede yatırıldıktan sonra cezaevine götürüldü. *** Mahir Çayan bu süreçte Selimiye Kışlası’nda tek başına hücrede tutuldu. Hüseyin Cevahir’i kalbine gömdükten 71 gün sonra çıkarıldığı mahkemede, uğruna canını verecek yol arkadaşı Ulaş Bardakçı’yı görme fırsatı yakaladı. Mahir ve Ulaş’ın birbirlerini gördükleri o andaki kucaklaşmaları, gözlerindeki neşe ve umut; yoldaşlığın, inancın, iki insanın birbirini ne kadar çok sevebileceğinin bir görüntüsü olarak tarihe geçecektir. Araya devletin soğuk eli girip ayırmaya çalışsa da otururken de birbirlerinin ellerini tutmaya devam etmişlerdi. Belki onlarca sayfayla anlatılamayacak şeyleri o kısa anda olanca yoğunluğuyla bizlere bir miras olarak bıraktılar.
Mahir Çayan mahkeme boyunca 210 sayfalık savunmasını 5 gün boyunca sözlü olarak verdi. Mahkemelerin bağımsız olmadığını ve önceden kararın verildiği söyleyen Mahir Çayan, tek başına kaldığı hücreden alınarak, diğer arkadaşlarının da olduğu Maltepe Askeri Cezaevi’ne getirilmişti. Sürekli kaçma fikri akıllardaydı ve en sonunda tünel fikrinde karar kılınmıştı. Tuz ruhu ve bir çekiçle başlayan tünel kazma çalışmaları 4 ayın sonunda 17 metreyi bulmuştu. Başarısız bazı girişimlerin de ardından 29 Kasım 1971’de alacakaranlıkta Mahir Çayan, Ömer Ayna, Cihan Alptekin, Ziya Yılmaz ve Ulaş Bardakçı hapishaneden kaçmayı başarırken, arkadaşlarına zaman kazandırmak için de hapishane içindekiler isyan başlatmıştı. Böylece firar eylemi başarıyla sonuçlanmıştı. Firarın ardından bir süre İstanbul’da kalan Mahir Çayan, örgüt içinde sağ bir çizginin partiye hakim kılınma çabası üzerine 12 Aralık günü Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga ile görüştü ve partinin Genel Komitesi tarafından verilen kararla bu iki isim tasfiye edildi. Bunun üzerine Mahir Çayan partinin çizgisine açıklık kazandırmak amacıyla, bir bakıma daha önce tasarladığı Kesintisiz Devrim III’ün içerdiği konuları kapsayan bir broşür hazırlardı. Bu broşürün Kızıldere katliamı nedeniyle tam olarak düzenlenememiş taslak metni bugün için Kesintisiz Devrim II-III ismiyle anılmaktadır. Mahir Çayan bu yazılarında Türkiye solunun uzun yıllar pratiğe ışık tutmayan, devrimci mücadeleye ilişkin nereden ve nasıl başlanmalı sorularına açıklık getirmeyen, entelektüel gevezelik olarak tanımladığı tarzının yerine masa başında değil de pratikten çıkan zengin deney ve tecrübelere önem verdiğini belirtti. Partinin devrim stratejisini Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi olarak tariflemişti. Emperyalizmin 3.bunalım dönemine açıklık getirerek, emperyalizmin 1946’lardan sonra Truman, Marshall doktrinleri ve askeri paktlar, ikili anlaşmalarla yeni-sömürgecilik metodunu geliştirdiğini söyledi. Kapitalizmin iç dinamiklerle değil, yukarıdan aşağıya hakim üretim biçimi haline getirildiğini ve emperyalizmin artık sadece dışsal bir olgu değil, içsel bir olgu haline geldiğini de söyleyerek gizli işgal esprisine açıklık getirdi. Yani emperyalistlerin artık bir ülkeyi tankıyla topuyla askeriyle işgal etmesinden farklı yollar izlediğini belirtti. Geri bıraktırılmış ülkelerde emperyalizmin işgalinin doğrudan görülmemesi ve geçmiş döneme kıyasla göreceli olarak nispi refahı artırmasının bir sonucu olarak, halkın düzene karşı tepkisini etkisizleştirilmesiyle oligarşi arasında bir suni denge kurulduğunu söyledi. Diğer yandan tekelci dönemde oligarşik dikta yönetimlerinin olduğunu, bizim gibi ülkelerdeki oligarşik yönetimin, rahatlıkla emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklerinin olmadığı tam bir dikta yönetimi ile ülkeyi yönettiğini belirtmiştir. Buna sömürge tipi faşizm de denilebileceğini ifade etmiştir. Kesintisiz Devrim II-III’te aynı zamanda Türkiye’nin tarihini belli başlı özellikleriyle kısaca ele almıştır
İstanbul’da hareket alanı kısıtlanan ve 9 Ekim 1971 tarihinde idam kararı alınan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın cezasının meclis tarafından da onaylanacağına kesin gözüyle bakıldığından Mahir Çayan 1972 Ocak’ında Ankara’ya geçti. Burada idamların durdurulması için THKO ile birlikte ortak eylem kararı alındı. 19 Şubat sabahında ise İstanbul’da faaliyet yürüten Ulaş Bardakçı’nın Arnavutköy’de kaldığı ev kuşatıldı ve Üvez Sokak’ta girdiği çatışmada yaşamını yitirdi. O sırada Oğuzhan Müftüoğlu ve Ertuğrul Kürkçü ile aynı evde kalan Mahir Çayan, haberi o gün nöbet tutan Ertuğrul Kürkçü’den öğrendi ve bu acı haber büyük bir üzüntüyle karşılandı. Denizlerin idamı engellemek için eylem yapmak üzere Mart ayında Fatsa’ya gelen Mahir Çayan ve arkadaşları 26 Mart 1972’de Ünye’deki NATO’ya bağlı radar üssünde çalışan 3 teknisyeni kaçırdı. Kaçırdıkları 3 rehineyle birlikte Tokat Niksar’a bağlı Kızıldere köyüne geçildi. İhbar sonucu Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’nın bulunduğu evin etrafı yüzlerce asker ve polis tarafından çevrildi. Teslim olun çağrısına direnişle karşılık verdiler ve çıkan çatışmada Ertuğrul Kürkçü hariç 10 devrimci katledildi. Direnişin ve dayanışmanın tarihi olarak yerini alan Kızıldere ve ardından Denizlerin idamıyla sol önemli kadrolarını yitirdi ve böylece devrimci hareketin bir dönemi sona erdi. Kızıldere’de katledilen 10 devrimci Almanya’daki RAF Kızıl Ordu Fraksiyonu tarafından da “Devrimciler, devrim için çıkılan yolda direnerek şehit düştünüz. Sizleri kalbimize ruhumuza, bilincimize kazıdık. Söylediğiniz gibi “özgür oluncaya dek savaşmak” şiarı devrimin kanlı yolunda bizim de yolumuzdur’’ denilerek selamlandı. *** Mahir Çayan ülkemizde işçi sınıfının bağımsız siyasi eyleminin yaratılmasında ve devrimci hareketin esas olarak kendi öz gücüne dayanan bir mücadele ve siyaset anlayışına sahip olmasında oldukça önemli katkı sağlayan isimlerden birisi oldu. Marksizm-Leninizm’in yoğun bir şekilde çarpıtıldığı bir dönemde bu eğilimlerle yoğun bir ideolojik mücadele içerisine girdi. Ülkenin içerisinde bulunduğu somut durumun tahlili ve buna uygun pratiğe ilişkin önerdikleriyle Türkiye’de devrimci bir yolun gelişmesine ışık tuttu. Devrimci düşüncelerin 1970’ler sonrasında hızla emekçi kitleler arasında yaygınlaşmaya başlamasında 1971’in ortaya koyduğu bu devrimci çizgi tartışmasız önemli bir rol oynadı.