R- Aktuel 3

Page 1

Hayri Kozanoğlu HAYIR’ın Hareket Deneyimi ve Sonrasına Dersler Güven Gürkan Öztan HAYIR’da Çoğalmak Meclisler ve Örgütlenme Nurcan Gökdemir - Yaşar Aydın HAYIR Haritası Bölge Bölge Referandum Analizi Galip Yalman Devletin Dönüşümü Başkanlık Sistemi ve HAYIR’ın İtirazı

aktüel 3 15 günlük E-Dergi ISSN : 2149-2670

Mustafa Sönmez AKP Artık Ekonomik Krizin Yükünü Taşıyamıyor

Sadık Gürbüz Umut Direnmektir Umut HAYIR Diyebilmektir

Gökçe Bolat Koalisyon İstikrarsızlık Mı? Kısa ve Net HAYIR

Aysun Gezen Yeni Rejim ve Yeni Neslin Prangası Olarak Ensarlaşan Eğitim

Analiz ABD Füzeleri Suriye’de Yeni Dengeler ve AKP’nin Çarkı


Redaksiyon - Monthly Review - R-Aktüel ve Günlük Haberler Toplumsal Muhalefetin Tartışma Platformu


hayıR kazanacak Referanduma sayılı günler kaldı. 16 Nisan’da ülkemizin kaderini belirleyecek bir seçimde oy kullanacağız. AKP, devletin tüm olanaklarını kullanarak Evet’i örgütlüyor. Sokaklardaki tüm boşluklar Evet’i dolduruldu. TV’lerde yalnızca onların sesleri duyuluyor. HAYIR diyenler üzerindeki baskı her geçen gün arttırıldı. Buna karşı, HAYIR toplumsal bir dalga olarak gelişti ve büyüdü. Sandığa gitmeden gönül rahatlığıyla HAYIR’ın sokakta, toplumun aklında ve kalbinde kazandığını söyleyebiliriz. Olağanüstü eşitsizlik ve baskı ortamı içerisinde toplumun en az yarısı bu anayasa değişikliğini onaylamıyor. Böyle bir değişiklik bir şekilde sandıktan çıkarsa, AKP’nin buna rağmen ülkeyi uzun süreli yönetme gücü kazanamayacağı ortada. Önemli noktalardan birisi de AKP’den kopuşlar ve sağdaki yeni dizilişler, önümüzdeki dönemde de etkili olmaya devam edecek. Tüm bu sürecin en önemli noktası ise toplumdaki ilerici HAYIR dalgası. Dünyadaki sağ rüzgarlarla birlikte ülkemizde büyüyen sağ-islamcı faşist akım karşısında, Türkiye’nin ilerici-devrimci birikimi yeniden ayağa kalktı. Milyonlar, yalnızca bu anayasayı durdurmak değil ötesinde artık bir değişim istiyor. Bu değişim talebinin toplumun her kesimine doğru nasıl yayıldığını, nasıl bir dip dalgasına dönüştüğü HAYIR mücadelesi içinde gördük. 16 Nisan sonra da bu dalgayı büyütmek, daha örgütlü hale getirmek için mücadele edilerek hem sandıktan hem de sonrasında kazanmak pekala mümkün. Bugün, 12 Nisan, 4 gün sonra yeni bir başlangıç için adım atacağız. Bunun için kalan 4 günde de HAYIR’ı çoğaltmaya, 16 Nisan’da sandığa gitmeyi ve sandığa sahip çıkmayı örgütleyelim... HayıR kazanacak... Halk kazanacak...


DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜ BAŞKANLIK ve GEZİ’DEN HAYIR’a İTİRAZ galip yalman

ODTÜ öğretim görevlisi Galip Yalman ile, 12 Eylül sonrası dönüşen devlet yapısı, Başkanlık Sistemi ile yaşanacak dönüşümü ve HAYIR mücadelesinin gelecek için işaretlerini konuştuk.


12 Eylül’den sonra otoriter devlet aygıtının ardından 15 yıllık siyasal islamcı bir iktidar var. Bütün bu süreç devletin dönüşümünü nasıl etkiledi sizce? Kısa bir süre önce de farklı yerlerde tekrarladığım ve bu yeni anayasa tartışmaları başlamasından önce de söylediğim gibi – söyleceklerimin genel olarak anayasadan bağımsız olduğunu vurgulamak için bunu söylüyrumOHAL ve uygulamalar ilk KHK’larda başlamıştı . Olayı sadece bir rejim tartışması olarak görmemek gerektiğini eskiden beri de söylediğim için , devlet rejimi ve siyasi rejim ikilisi üzerinden düşünmek gerektiğini yine vurgulamak istiyorum. O da teorik olarak bakarsanız Poulantzas’tan esinlenerek söylediğim bir şey Türkiye’ye yönelik olarak. 12 Eylül sadece bir rejim değişikliği değil 82 Anayasası’na da bir rejim değişikliği üstünden bakmamak lazım. 12 Eylül Anayasası’nı ve ona bağlı diğer yasal düzenlemelerin gösterdiği şey net bir biçimde otoriter devlet biçimi içinde demokrasiye dönüş oldu ve kısıntılı bir demokrasi olduğu konusunda herkes zaten hemfikir. Ama otoriter devlet biçimi deyip çıkıyorduk işin içinden. Bir de tabi günümüzde özellikle de 2008 krizi sonrasında dünyada yaşanan kriz çerçevesinde daha ortalıkta Trump falan yokken genel olarak otoriterleşmeyle neo-liberalizmin ilişkisinin kurulmasının değişik kavramsallaştırlmaları üzerinden bir İngilizce akademik literatürde sol sayılabilinecek tartışmaların döndüğü de bir gerçek. Bir de böyle bir yanı var neoliberalizmin otoriterleşme tartışmalarının Türkiye’den bağımsız olarak. Çünkü bu tartışmanın başladığı noktada Erdoğan henüz ılımlı bir islamcı ve

de demokrasinin müslüman toplumlarda da mümkün olabileceğini gösteren bir örnek olarak ele alınıyordu. 2011 öncesi için söylüyorum bunu kabaca. Türkiye’de neoliberalizm çok yerleşik bir durumda o anlamda neoliberal hegemonya diye tanımlamak bence doğruydu; çünkü insanlar içselleştirmişti. Farklı iktidarlar ve tek siyaset gibi bir durum söz konusuydu. A koalisyonu B koalisyonuydu Kemal Derviş geldi Ali Babacan geldi bunlar bir şeyi değiştirmiyordu. Ama biraz da kestirmecelik yapıyorduk. Otoriter devlet biçimi diyorduk da neydi bu ? Neo-liberal otoriter rejim diyorduk. Şimdi ama bu tür bir tartışmanın parçası olmadan da Türkiyede özellikle de 2011- 2012 artan bir biçimde de Gezi sonrasında rejimin otoriteleşmesini ifade eden bir tatışma başladı liberal çevrelerde . Kestirme söyleyelim söz ağırlığını yetmez ama evetçi denen kesimin yürüttüğü, onlar hızlı bir biçimde AKP savunusundan AKP muhalifliğine geçti büyük çoğunluğu kademe kademe. Ardından 17-25 Aralık geldi ondan sonra cumhurbaşkanlığı seçimi. Kimse darbe olacağını öngördü anlamında söylemiyorum ama halk deyişle perşembenin geleceğinin çarşambadan belli olduğu bir süreçti bu. Benim gibi de düşünen başka bir sürü insan da vardır. Ocak 2016’nın içeriğinden bağımsız olarak söylüyorum. Ama bir kere ortaya çıktıktan sonra ifade özgürlüğünün yanında durduk. Turnusol kağıdı çünkü AKP iktidarının eğer kaldıysa iki lokma da olsa demokrasiye bağlı falan diye bir şeyin olmadığı da çok net hem içerde hem Batıda ortaya çıktı. Zaten bir trenddi o. Ondan bu


yana da darbe olmasaydı da khklı değildi de mhk lı bir şeyler olacaktı. Bir lütuf buldu darbede ve ondan sonra devam etti. Öyleyse bu sadece saçma sapan bir rejim değişlikliği de sistem değişikliğidir tartışmasına girmeden, siyaset bilimiyle ilginiz olmasa bile bunun anlamlı bir tartışma olduğunu düşünmüyorum. Ama birinci sınıf siyaset bilimi öğrencileri de bilir ki başkanlık sistemi denilen şey bir rejimi ifade eder yarı başkanlık başka bir rejimi parlamenter sistem de başka bir rejimi ifade eder. Bunlarında kendi içinde çeşitlilikleri vardır. Varyasyonlarıda ülkeden ülkeye değişmiştir. Bu anlamda da sistem değişikliği ile rejim değişikliği ayrımı yapmanın abestleştiği de ortadır. Çünkü olay sadece olay bir rejim değişikliğinden ibaret değildir. Çünkü başkanlık dediğimiz şey de bir demokratik devlet biçimi çerçevesinde oluşabilir. Yani tüm toplumsal kesimlerin örgütlenebildikleri kendi çıkarlarını savunabildikler haklarını garanti altına aldıkları kendilerine göre farklı biçimde de olsa güçler ayrılığı prensiplerinin hayata geçirildikleri şeyler başkanlık sistemlerinde de olabilir. Ama ne de olsa bu rejim değişikliğidir. En klasik örnek parlamenter sistemden yarı başkanlığa geçmiştir Fransa 4.cumhuriyettten 5.cumhuriyette . Dolayısıyla rejim değişikliği illa da bir demokrasiden uzaklaşmak anlamına gelmek zorunda da değildir. Onun içinde güçler ayrılığı haklar ve özgürlükler meselelerinin nasıl tanımlandığıyla ilgili bir şeydir. 2007 yılındaki yorumları da çok net hatırlıyorum. Adeta yarı başkanlık gibi birtakım yetkilerin cumhurbaşkanına verildiği vb.tatışmalarının yapıldığı dolayısıyla da klasik bir parlamaneter sistemde pek bir yeri olmayan c.başkanına verilen yetkiler olduğu da bir gerçekti. Her şeye rağmen 82 anayasasından daha kötü bir durumdayız .82 anayasasına çok baştan itibaren eleştiren değişitirilmesi gerektiğini söyleyen özellikle de otoriter bir devlet biçiminde temelinde ortaya çıkmış bir

şey olduğu için ve onun temel özelliklerini korumaya yardımcı olan bir parlamenter sistem olduğu için karşı çıkıyoruz. Sadece seçim sistemi yüzde 10 barajı için değil çalışanların haklarını özgürlüklerini kısıtlayan düzenlemeler de dahil buna karşı burjuvazinin hiç de demokratik olmayan tavrını sürdürüğü gerçeği var tüm bunlara baktığımz zaman 12 Eylül anayasasının aslında değişmesini isyeteyenleri bugün hayır dedikleri ölçüde de sanki onu korumayı istiyorlarmış gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor AKP de bunu kullanıyır gibi. İlk bakışta böyle gözükse de bence böyle değil gerçek çünkü başka bir şey empoze edildiği ölçüde şimdi daha referanduma gidecek anayasa modeli onun gerçekleşmesini engellemekten başka bir şey değil. Onun gerçekleşmesini engellemenin esas amacı 82 anayasasını korumak değil. 82 anyasasının zaten otoriter bir devlet biçimi veya dolayısla da özellike emekçi sınıfların gayet kısıtlı bir ortamda sendikala yaşamın gayet felç edildiği koşullarda yaşandığı gerçeğini de hatırlarsanız son 30-35 yılda . Daha özgürlükçü daha demokratik bir devlet biçimine geçisin ilk adımı olarak da görmek lazım. Çok uzun bir mücadelenin ilk adımı olacaktır hayır. Devlet Biçiminde Dönüşüm Otoriter devlet biçimlerinin literartürde de kendine özgü isimleri var faşizm de deniyor partizim denmiş askeri diktatörlükler var falan.Bunları yeni yeni tanımlamalarla zenginleşmek gereği de çıkabilir.çünkü dinamik bir şey illaki eski tarihsel koşulların ürünü bir takım isimlerini yeniden kendi gerçeğimizi ona gore tanımlamak diye bir zorunluluk yok diye düşünüyorum.Dolayısla otoriter devlet biçiminin önüne ne koyacağız meselesi geliyor. hep şu var kafamızda 82 anayasasının getirdiği otoriter devlet biçimine karşı olmamamız lazım. Minumum 61 anayasasının getirdiği koşullara dönmek lazım hatta ve mümkünse de ondan da öteye giden daha demokra-

Bir otoriter rejiminden bir başkasına geçiyoruz gibi geliyor bana. Şimdi onu nasıl tanımlayacağız ondan emin değilim. Ama böyle bi şey de yaşıyoruz korkum o ki evet çıksa zaten öyle olacak hayır çıksa da belli bir süre daha mengeneleri daha da sıkıştırlmaya devam edecek bir biçimde yaşayacağımız için olay sadece rejmin otoriterlerşmesi olarak tanımlamak yeterli olmayacak.


tik bir anayasa dolayısıyla devlet biçimi otoriter den demokratiğe geçişi sağlayıcı bir mücadele. Hep böyle düşünegeldik. Ama karşı karşıya bunlunduğumuz koşullar daha farklı gibi geliyor bana. Özellikle son 5-6 yıldır artı darbeden bu yana onun içinde sadece hani siyah beyaz otoriter devlet biçiminden demokrasiye ya da 12 Eylülle beraber olduğu gibi tersi değil. Dolayısıyla bir otoriter rejiminden bir başkasına geçiyoruz gibi geliyor bana. Ş imdi onu nasıl tanımlayacağız ondan emin değilim. Ama böyle bi şey de yaşıyoruz korkum o ki evet çıksa zaten öyle olacak hayır çıksa da belli bir sure daha menegeneleri daha da sıkıştırlmaya devam edecek bir biçimde yaşayacağımız için olay sadece rejmin otoriterlerşmesi olarak tanımlamak yeterli olmayacak. Dolayısıyla öyle bir şekilde meseleye yaklaşmanın en azından bunu tartışma gündemine getirmek gerektiğini düşünüyorum. Devletin yönetim mekanizmaları açısından bizi neler bekliyor? Şimdi şu ana kadar söylediklerim yakın geçimiş ilişkin bir şeydi ve darbe bu anlamda o da tartışabilir darbe ve sonrası açısından. Sivil darbe dedikleri şey niteliksel bir şey miydi yoksa zaten başlayan bir süreçte bir sıçrama mıydı o da tartışılabilir bence çok önemli değil o yüzden çok gerilere gittim ama geldiğimiz noktada evetin çıkması durumunda gündelik gazete televizyona bakarsanız zaten Tayyip Erdoğan’ın söylediği bir şey vardı daha cumhurbaşkanı olur olmaz’ fiiliyatı yasal bir çerçeveye kavuşturacağız’. Zaten o öyle davranıyordu yani başkanlık varmış gibi davranıyordu şimdi onu hayata geçrimeye çalışıyorlar. Böyle bakarsak şuan için bir güçler ayrılığından bahsetmek ne kadar- hatta 2010 anayasa değişikliğinin yargı siyaset ilişkilerini ne hala getirdiğini düşünürsek- mümkün? Kademe kademe bir niteliksel bir dönüşüm müydü ileri dönük bir tarıtşma

mıydı tartışılır. Ama şuan da ortaya çıkan yapı onun içinde hayır önemli bence ilk aşamada çok daha zorlu bir dönemin başlangıcı olsa bile hiç değise bile bir karşı durma mücadelesi. Ama evet çıktığı durumda ortaya çıkacak bir yapıda herhangi bir biçimde kağıt üstünde 82 anaysasının sağladığı görece koruma sağlıyor mu ama gorece biçimsel olarak güçler ayrılığı prensibi ve ona bağlı olarak yargı yürütme yasama ilişklerinden çok farklı bir yere savrulacağımız ortada. Onun için bu basit bir basit rejim değişikliği değil. Ne melem olduğu belli değil hybrid bir şeye geçeceğiz. Yani dünyada herhangi bir örneği olduğu tartışmalı bir başkanlık sistemine geçeceğiz. Zaten dünyayı batı basınından izliyorsanız sürekli olarak “cumhurbaşkanın yetkilerini arttırıcı bir değişiklik olacak” şeklinde söyleniyor, en azından Amerika ve İngiliz basınında böyle. Dolayısıyla başkanlık da değil. Trump ile ilgili olarak Amerikan sisteminde tartışmaların yaşandığı bir döneme gelmesi ayrıca ilginçtir ama bunun deminden beri söylemeye çalıştığım gibi zaten toplumda eşitsiz, asimetrik olan güç ilişkilerinin daha da ezici olacağı bir durum ortaya çıkacak. AKP’nin kendine yönelik püf noktalarıdan bir tanesi de o. Toplumsal olarak altta kalmış sınıflara sunduğu, kullanmayı pek sevmesem de, popülist politikayı hepimiz biliyoruz. Kömürden başlayıp nerelere kadar götürüyorlar. Yani şu anlamda, 30 Nisan’a kadar ÖTV vergilerinin düşürülmesi, iş adamlarının serbest kurla borçlarını ödeyebilmesi, istihdam kampanyaları gibi bir sürü mekanizmaları var. bu sadece Evet’çi bir çalışma değil, genel olarak bu toplumsal kesimlere bir mesaj veriyor: biz sizin için buradayız. Bu açıdan Evet çıktığı durumda bir miktar telafi mekanizmalarını gündeme getirse de çok daha keyfiliği yolsuzluğu nerdeyse tanımsal olarak kabullenmiş bir düzenin anayasal çerçevelerle zorlanacağı bir ortama geçeceğiz. Zaten gerçek anlamda demokratik olmayan bir devlet biçiminin daha


30 küsür senelik bir süreçten sonra geldiğimiz noktada, “HAYIR” özellikle çıkarsa bunun için yeni bir mücadele zemini çıkacağını düşünüyorum. Ama Evet çıkarsa böyle bir zemin oluşması daha da zorlaşacağa benziyor. Bu durum, OHAL anayasal bir çerçeveye oturtulacağı için çok daha büyük bir sıkıntıya gireriz.

da otoriterleştiği bir durumu nasıl isimlendireceğiz. Faşizm lafının rastgele kullanıldığı durumlarında faşizm kavramını boşalttığını düşünüyorum, faşizan daha doğru oluyor kimi yerlerde. Zira tarihsel süreçler faşizmi askeri diktatörlüklerden ayırıyor. Bunun daha nüanslı bir biçimde tartışıldığı durumlar var. Mesela Portekiz diktatörlüğünün faşist olup olmadığının tartışması yıllardır sürüyor. Bunu net biçimde ortaya koymak gerekiyor. Şunu da söylemek istiyorum, şu an anayasada önerildiği gibi seçimler 5 yılda bir olacak. Ne olacak? Görünürde gene seçimle gelen bir yönetim olacak. HAYIR Yeni Bir Mücadele Zemini Oluşturacak Gerçekten faşist dediğiniz bir düzende böyle bir uygulama yok. Bir süredir Türkiye için literatürde “rekabetçi otoriterlik” diye bir kavram kullanılabiliyor. Macaristan ve Rusya örneğinde olduğu gibi. Nasıl tanımlayıp ne isim vereceğimiz aslında ikincil bir sorun. Net olan şey ise, otoriter devlet düzeninde yaşamaya zaten alışmış, 30 küsür senelik bir süreçten sonra geldiğimiz noktada, “HAYIR” özellikle çıkarsa bunun için yeni bir mücadele zemini çıkacağını düşünüyorum. Ama Evet çıkarsa böyle bir zemin oluşması daha da zorlaşacağa benziyor. Bu durum, OHAL anayasal bir çerçeveye oturtulacağı için çok daha büyük bir sıkıntıya gireriz. Başka bir yanı da var. Bireysel kayıplar da çok yaşıyoruz. Sadece KHK ile atılanlar değil, hapislerde olanlar da var. birikerek gelen bir çok hakkımızın zorla savunalacağı bir dönem. En azından 82 anayasası içerisinde kademe kademe AHİM’e gitmeleri içeren, hukuki çerçeve içerisinde sınırlı da olsa bir mücadele hakkı veren bir yasaydı. Sınırlı bir demokratik parlamenter bir sistem vardı. Şimdi de kendine özgü, başına da ünvanlar koyduğumuz Türk usulü başkanlığa geçtik çok da bir şey değişmedi denerek. 15 yıllık tek adam iktidarı bizi kanlı bir rejime doğru sürüklüyor. Şimdi bir yönetim krizi de ortada. Olası bir hegemonya krizi olur mu? Nasıl aşılır?

Hegemonya kavramını önüne gelen kullanıyor. Gramsci’ye, Marx’a sadık kalan bir terim. Sınıf temelli analizin önemli bir kavramı olan hegemonyayı kullanacaksanız bunun belli bir sınıfın egemenliğini sürdürülmesinde, iktidarda olanlarla sadece siyasal anlamda veya politik anlamda söylemiyorum, toplumsal anlamda olanlarla olmayanlar arasında rızaya dayanan bir ilişki olmasını içeriyor. 82 anayasası bence o anlamda 70’lerdeki, öyle tanımlarsanız, burjuvazinin bir hegemonya sonuna ya da hiçbir zaman kavuşamadığı hegemonik bir konuma kavuşmasını sağlardı. O hegemonik bir krizdi ancak sonradan çözüldü. Neoliberal diye ifade ettiğimiz kavrama herhangi bir ciddi zorlama gelmedi bugüne kadar. Herhangi bir siyasi partinin, kurumun böyle bir kaygısı yok. Dolayısıyla az önce bahsettiğim asimetrik ilişkilerin her krizden daha güçlü çıktığını gördük. Mesela 2001, 70’lerden farklı olarak, çok ciddi bir ekonomik kriz yaşamasına rağmen hegemonik bir kriz yaşamadı. Ama şimdi bunun değişik aşamaları da var. Bugün geldiğimiz noktada otoriter devlet biçiminden bir başka otoriter devlet biçimine geçiş olarak yorumlamak anlamlıysa o zaman bunun görece demokratik bir rejim çerçevesinde ama otoriter bir devlet biçimde sağlanan bir hegemonyanın bir başkasına geçerken nasıl tanımlanacağı gibi soruları da beraberinde getiriyor. Bunu zaman gösterecek ama giderek daha zor boyutuna ağırlık basan bir yer olmakla beraber değişik toplumsal kesimlerin rızasını da almak zorundasınız, basit bir oy avcılığı değil bu. Türkiye’yle sınırlı olmayan boyutları da var. Bu neoliberal hegemonyanın 2008’de tükendiği gibi bir algı aşıldı. Yaşanan şeyi sadece hegemonya krizi olarak tanımlamak yanlış olur. Ama “HAYIR” çıkar ve yeni bir mücadele sürecnin başlangıcı olursa demin söylediğim bir hegemonya krizine neden oldğu ölçüde insanı cesaretlendirici yüreklendirici bir şey olur. Gezi’yi böyle yorumlamak da mümkündü ama yanlış çıktı bu görüş. Bir hegemonya krizine neden olamadı. Türkiye “toplumsal mücadele repertuarını” çok daha zenginletici bir başlangıç noktası olabilir mi diye


bir soru işareti atayım ortaya. Ona bağlı olarak siyasal alanda yeni oluşumlar nasıl olur gibi soruları da beraberinde getiriyor. Şu an için geldiğimiz nokta bir hegemonya bunalımıdır diyemiyorum ama bir potansiyel var 70lerden farklı bir biçimde olarak. 70’lerden farklı olarak, o zamanlar doğrudan kendilerine yönelik bir tehdit vardı ve bu sınıflar üzerindendi. Yanlış da olabilir, işçi sınıfının bu kadar kolay yenilgiye uğraması da tartışılmalı. Neyse bu konuya girmeyelim ama bugün bir tehdit algısı varsa bu aşağıdan gelen bir dalga değil. Eğer bir kıvılcım oluşturabilirse “HAYIR”, Gezi’den miras kalan “başlangıç” devam ettirilebilir. 2008’den bu yana süren dünya krizi çözülememiş duruyor. İngiltere’de Brexit, Amerika’da Trump gibi bir sağ yönelim söz konusu. Dünyayı nasıl yorumluyorsunuz? Neoliberalizmin gelmesi aslında bu. Alternatifinin ortaya konulamadığı bir süreçte çözümün mevcut durum içerisinden aranması en büyük nedenlerden. Avrupa Birliği Komisyonu ve İMF çatışıyor. Yunanistan’a yeni bir borç erteleme sürecinde nasıl bir yöntem uygulansın diye tartışıyorlar. Kitlelerin Avrupa genelinde, Trump’ı bir kenara koyarak, hoşnutsuzluğunu görüyoruz. Kitle bir biçimde bu hoşnutsuzluğunu sandık önünde koyuyor. İngiltere’de bir dönem yaşamış bir insan olarak biraz daha içerden bakabiliyorum. İngiliz toplumunun, İrlanda

ve İskoçları hariç tutuyorum, gündelik hayatta da sık tekrarlanan çok ilkel bir anti-Avrupacılığı var. belli bir çizgide bunu sürekli kullanır. Futboldan günlük yaşama kadar. Bunun sol varyasyonları da vardır, AB’yi sermaye olarak görür ve sol ideolojinin karşısında olduğu tespitini yapar. Sonuç itibariyle Brexit’te sandığa vurduğu gibi işsizliğin Avrupa’da eskiden beri ortaya çıkardığı “Avrupa beyaz hristiyanlarındır” algısı gene ortaya çıkıyor. Buna popülist demek caiz mi bilmiyorum. Baktığınızda geleneksel olarak işçi sınıfının partisi olduğunu iddia eden İşçi Partisi’nin güçlü olduğu yerlerde onların oy kaybedip Brexit’in kazandığını görüyorsunuz. Sermaye bu durumdan hoşnut olmadı. Fransa’da da olası bir faşist parti iktidarında da çok benzer tepkiler olacak. Bu sınıfsal tepkiyi sol değil, sağ kendine devşiriyor. Mevcut, görece daha ılımlı çerçevelerde çözülemediğini görüyoruz. Bu anlamda neoliberalizmin de yarattığı hoşnutsuzlukların dışa vurumu olarak da okuyabilirsiniz. Sol niye bundan yararlanamıyor? Yunanistan örneği ortada. Kafa tutarak başladılar ama geldikleri noktada her şeyin bedelini onlar ödüyorlar. Ama bu Syriza’nın karakteriyle ilgili bir şey değil. Avrupa Birliği örneğinde de görüldüğü gibi toplumsal gücünüzü ve mücadelenizi yalnızca kendi ülkenizle sınırlayamazsınız. İngilizler şimdi dışarı çıkıyorlar. Dışarı çıktıkları zaman çıkalım diyenlerin hayat standartlarının ne kadar iyileşeceğiyle ilgili kimsenin bir şey söylediği yok. Obir tepkiydi


ve şimdi kara kara düşünüyorlar. İngiliz toplumunda dalga da geçilen bir haldı bu durum. İngiliz Başbakanı Amerikaya gitti, İngiltereye uğramadan Türkiye’ye geldi; çünkü yeni ticaret anlaşmaları yapmak zorunda. Avrupa kapitalizmi açısından da baktığınız zaman krizin süreklilik kazandığı bir ortam var ve ileriye dönük iyimser olarak bu stratejiler sürdürülürse krizden çıkabileceklerini de kimse söyleyemiyor. Bizim kemer sıkma diye çevirdiğimiz ‘politics of austerity’ sürdürüldüğü sürece bunun bedelini ücretli çalışan kesimler ödüyor. Böyle olunca açığa çıkan memnuniyetsizlikten kısa vadede aşırı sağ yararlanmış oluyor. Sonuç olarak da aşırı sağın rtaya çıkardığı kurumlar, politikalar neyse bunların yolunu izliyor gibi gözüküyor dünya. Son olarak da ekonomik, siyasi ve düşünsel anlamda liberalizmin darbe aldığı görülüyor. Liberalizmin yerini alan da daha otoriter, milliyetçi, korumacı diye ifade edilen daha sağ oluyor. Bunun yanındaysa sol iki tarafta da duramıyor. Ne neoliberalizmle ne aşırı sağ ile uzlaşıyor, kendi yolunu açmaya çalışyor; ama bir türlü ağırlığını koyamıyor. Toplumsal tabanı hiç yok değil. Amerika’da bile Bernie Sanders ortaya çıktı. Avrupa solunda da belli bir ağırlık var; ancak solun olayları şekillendirebilecek bir noktada olmadığını gözlemlemek mümkün. Syriza ve benzeri iktidarların ortaya çıkması etkili bir

alternatife dönüşebilecek mi? Nasıl dönüşecek.? Buradan baktığmızda kızıp yerin dibine batırsak da Chavez’le başlayıp Lula’yla devam eden kimilerinin ‘pembe dalga’ dediği kimilerinin yeterince solcu bulmadığı birçok sol iktidar ortaya çıktı. Bir sonraki aşamada da Syriza’lar, Podemos’lar ortaya çıktı ya da çok eleştirilse de İngiltere’de olabilecek en sol çizgide bir isim İşçi Partisi’nin lideri oldu. Bunların iktidara geldikten sonra yaptıkları ayrı tartışmalar ancak uzaktan bakınca burada hiç karşılığı olmayan ve imrendirici durumlar. Eleştirmeyelim anlamında söylemiyorum ama Syriza gibi bir partinin hangi koşullarda iktidara gelebildiğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Yoktan doğmuş bir Podemos’un geldiği noktayı, farklı ve sol progrmalarla iktidar adayı oluşlarını incelemek lazım, enternasyonalist bir tavır geliştirmek lazım. Onları ortaya çıkaran koşulları burayla farklarını anlamlandırmak lazım ardından eleştirebilirsiniz. Türkiye’deki muhalefete gelirsek yoğun bir HAYIR dalgası ortaya çıktı. Bu referandum sonrası için içerisinde ne gibi imkanlar taşıyor? İhtiatlı yaklaşalım elbette, ancak aldığımız izlenim cesaretlendirici. İzlenimim bu süreçte iktidar kendi açısından hoşnut değil gidişattan. Yazdıklarından, söylemlerinden anlaşılan huzurlu değiller.


UnutaMAMAK

12

EYLÜL kadınları

Yolları Mamak’ta keşisen 41 kadının öyküsü... Redaksiyon (R - Kitap) yayınlarından çıktı.


AKP’nin EKONOMİK KRİZİ YÖNETMESİ ZORLAŞIYOR mustafa sönmez


Türkiye ekonomisinin uzun bir süredir bıçak sırtında olduğu, birçok kesimce dile getiriliyor. Bugün siz nasıl bir ekonomi tablosu görüyorsunuz? Geniş resmi tanımlayarak başlayalım mı? Geçtiğimiz yılın ikinci yarısında, 15 Temmuz darbe girişiminin ve Türkiye’nin Suriye’ye asker göndermesinin de etkisiyle, politik ve jeopolitik riskler arttı. Bunlar, zaten kırılgan olan ekonomik göstergeler ile birleşince, Türkiye ekonomisi için yaşamsal önemi olan yabancı yatırımcılar için cazibe azaldı. Ekonomide hızlı bir daralma, hatta gerileme dönemine girildi. 2016 Eylül ve izleyen aylarda uluslararası derecelendirme kuruluşları S&P ile Moody’s’in Türkiye’nin yatırım notunu “çöp”e indirmeleriyle beraber düşüş sürdü. Başta sıcak para olmak üzere, yabancı kaynak girişi yavaşladı, hatta yer yer çıkışlar yaşandı. Sonuçta beklenen gerileme, sayılarla teyit edildi. 2016’nın üçüncü çeyrek büyüme rakamı pozitif değil, yüzde 1,8 negatif geldi. Özellikle imalat sanayinin son 3 çeyrekte küçüldüğü anlaşıldı. Bu teknik anlamda sanayinin krize girmiş olması demekti. 2017 Mart ayının son günü açıklanacak 4. çeyrek büyümesi ile yılın fotoğrafının tamamı görülecek. Riskler büyüyor diyoruz fakat özellikle Korkut Boratav bir kriz beklentisi içine girmememiz konusunda bizleri uyarıyor. Siz ne düşünüyorsunuz, riskler gerçekten yönetilebiliniyor mu Türkiye’de? Eldeki veriler 2017’nin ilk ayında da yeterince, bir krizin eşiğine gelindiğini, sanayinin ise, öteki sektörlerden farklı olarak fiilen krize girdiğini gösteriyor. Ekonomide daralma, özellikle dolar/TL fiyatından izleniyordu. 2016’nın ilk yarısında 3 TL’nin altında seyreden dolar/TL, Temmuz ile birlikte yükselmeye, not düşüşü ile daha da

artmaya başlamış ve dolar fiyatı yılın sonlarına doğru 3.90 TL’ye kadar çıkmıştı. Bugünlerde, özellikle Şubat başından itibaren fırtına dinmiş gibi. Dolar gerilemeye başladı. 3.50-3.60 TL bandına kadar düşen, sonra yükselen yeniden geriye esneyen bir dolar fiyatı var. Hükümet, durumu kontrole almış havası basıyor. Acaba öyle mi? Krize doğru gidilirken, AKP rejiminin ekonomi yönetimi boş durmadı. Üst üste önlemler denendi, deneniyor. Özellikle CB Erdoğan, “2009’da da böyle olmuştu, teğet geçecek demiştim, yine öyle olacak” diye piyasaları rahatlatmaya çalışıyor, hızlanan dolar fiyatının bir “üst akıl oyunu” olduğunu, dolar satmamanın “hainlik” olduğunu her fırsatta dillendiriyordu. Üstelik bu yangının tam da “tek adam rejimi” için bir Anayasa değişikliği operasyonuna girişildiği zamana denk gelmesi işleri çatallaştırıyordu. Operasyonu yürütenler, bizatihi bu totaliterliğe gidişin, riskleri tırmandırdığını anlamazlıktan geliyor, ama bundan geri duracağa da benzemiyorlardı. Geriye tek şey kalmıştı: Bir yandan içeride, eldeki tüm kamu kaynaklarını, yani su stokunu, yükselen alevlere sıkmak, bir yandan da yangını büyüten dışarıdan esen rüzgârın dinmesine ya da yön değiştirmesine duacı olmak. AKP, sadece elindeki bütün devlet aygıtlarını; baskı, ekonomik, ideolojik… Bunların tümünü kullanarak krizin büyümesini engelleyemeye çalışıyor. Baskı ile örneğin grev ertelemeleri ve ve OHAL, KHK kullanılıyor. Ekonomik olarak devletin ekonomik kaynakları kurumları kullanılıyor. İdeolojik kurumlarla, medya, eğitim kurumları, hatta dini kurumlar kullanılıyor. Hepsi krizi yönetmek için. Başarıldı mı? Erken. Başarısız mı, O da erken. İzli-

2009’da, dünya ekonomisindeki büyük daralmaya can suyu vermek için genişlemeci para politikasına hem ABD’de hem AB’de gidilmiş, o pompalanan paraların bir kısmı Türkiye gibi ülkelere gelmişti. Oysa bugün, para basmak değil, basılmış parayı faiz artırarak toplama niyeti ön planda.


yoruz. Ama yönetmeye gayret ediyor. Bunun araçlarını, önlemlerini izliyoruz her gün. Küresel iklime bakıldığında, uluslararası kuruluşların da dile getirdiği bir değerlendirme, 2017’nin özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından bir kırılma noktası olduğuna ilişkin. 2017’de başladığı ileri sürülen bu yeni iklimin Türkiye başta dışa bağımlılığı yüksek ülkeler açısından bek de olumlu olmayacağı söyleniyor. Trump’lı ABD, Exitlerin giderek yaygınlaştığı giden AB, öte yandan kur savaşlarıyla gündeme gelen Çin... Bugün küresel iklimin havası kimden yana esiyor, Türkiye bu rüzgarları nasıl alacak? Dış rüzgarlar, özellikle ABD’de Trump’ın başkanlık koltuğuna oturması öncesi, Türkiye’deki şemsiyenin ters dönmesinde etkili olmuştu. “Yükselen ülkeler”deki sıcak para, yüzünü ABD’ye döndüğü için, dolar tırmandıkça tırmanmış TL, dahil yerel paralar da bu iklimden olumsuz etkilenmişti. Ne var ki, Trump, daha koltuğuna oturur oturmaz, Meksika sınırına duvar, bazı Müslüman ülke vatandaşlarına giriş yasağı gibi, sermayeyi ürkütecek demeçler ve icraatlarla kafaları karıştırmıştı. Dolar endeksindeki tırmanış durmuş, hatta yavaş yavaş yerini yerel paraların toparlanmasına bırakmıştı. Çünkü ABD’ye doğru mevzilenen sıcak para, bekle-gör, diyerek yeniden geçici park yeri ülkelere, bu arada Türkiye’ye de küçük dönüşler yapmaya başlamışlardı. Bunlar, AKP rejimine nefes aldıracak gelişmeler… Rejim, içeride ise, 2009 krizinde uyguladığı reçeteleri çekmeceden çıkarmış ve uygulamalara başladı. Neler bunlar? Ana başlıklar olarak... Özellikle konut,beyaz eşya, mobilya sektörlerinde iç talep çok daralmış ve yaprak kımıldamaz olmuştu. Bu üç sektörle ilgili olarak iç talebi canlandırmak için vergi indirimlerine gidildi. Sıkıntıya giren firmaları rahatlatmak için kredi kullanımı teşvik ediliyor, bu konuda bankalara Hazine garantisi (kefaleti) sağlanıyor. Borcu olan firmalara vergi ve sigorta primlerini erteleme şansı getiriliyor. Doların tırmanmasına karşı, Merkez Bankası, özellikle bankaların dolar taleplerini frenleyecek faiz artışlarına gidiyor, döviz yükümlülüğü olan ihracatçılara, borçlarını döviz yerine TL ile hem de dolar 3.50 TL iken ödeme kolaylığı getiriliyor. İşsizlik- resmi olanı- yüzde 12’yi aştı ve sayı olarak 3,7 milyonu buldu. Bu sayıyı azaltmak için “adama göre iş” gibi ters bir yöntem işverenlere adeta dayatılıyor. Her istihdam edilen işçinin asgari ücret üstünden vergi ve sigorta primini devlet ödeyecekti, bunun için bütçeden 12,5 milyar TL ayrılacak. Zaten, 2016’da asgari ücretin 100 TL’sini bütçeden ödeme uygulamasına gidilmişti. Bu destek 2017’de de sürdürülecek.

Özetle devlet, vergilerden vazgeçerek, Merkez Bankası’nın kaynaklarını kullanarak, hatta İşsizlik Sigortası’nın fonlarını kullanarak kriz ateşini kuşatmayı, yatıştırmayı deniyor; bunun için bir de hukuk dışı Varlık Fonu tesis ediyor. Kur-faiz- enflasyon... Türkiye’de her dönem kendilerinin içerdiği riskleri ağır bedeller ödeterek gösteren malum üçlü. Bugün üçünün birden yükseldiği bir süreç yaşanıyor. Buradan ilk sorum kura ilişkin. Kurdaki yükseliş, ekonomideki işçi emekçi, geniş kesimler başta her kesimi doğrudan olumsuz etkileyen bir faktör kuşkusuz. Ne zaman ani bir yükseliş görsek kriz dönemleri aklımıza geliyor. Böylesi bir beklenti de dolar kurunun TL karşısında 4’e değdiği zamanlarda daha hissedilir olmuştu. Şimdi ise özellikle bu dönem, kurda belli ölçekte bir gerileme gördük, bunu Merkez Bankası nasıl başardı? Kalıcı mı? Kalıcı olduğunu sanmıyorum. Her krizde devletin ana işlevi, krizi seyretmek, ona teslim olmak değil, krizi “yönetmektir”.Bunda başarılı olup olmayacağı, devletin elindeki imkanlarla, özellikle de kamu kaynaklarının niceliği ve kullanılış biçimi, sınıfların güç dengesi ile ilgilidir. Elini güçlü hisseden devlet, krizi yönetmede etkili olabilir de. En yakın deneyim 2009 krizidir. Kamu kaynakları ile ateş söndürme çabası 2008-2009 krizi yıllarında denenmiş ve sonuç alınmıştı. Ekonomiye can suyu vermek adı altında, bütçe açığını katlamayı göze alarak, iç talebi canlandırıcı vergisel kolaylıklara gidilmiş, yine firmalara can simidi atılmış ve başka parasal operasyonlara gidilmişti. Bu hamleler, dışarıdan yeniden başlayan sermaye girişi ile karşılık bulmuş, ekonomi izleyen iki yıl yüksek büyüme yaşamıştı. Bu dönemde 2009 formülleriyle kriz yönetilebilir mi? 2009’da işe yarayan bu kurtarma paketinin bu dönemde işe yarayıp yaramayacağı belli değil. Bunun birçok nedeni var: Birincisi, 2009’da, dünya ekonomisindeki büyük daralmaya can suyu vermek için genişlemeci para politikasına hem ABD’de hem AB’de gidilmiş, o pompalanan paraların bir kısmı Türkiye gibi ülkelere gelmişti. Oysa bugün, para basmak değil, basılmış parayı faiz artırarak toplama niyeti ön planda. Fed, Trump ile bunu becermenin derdinde. Bu yıl 4 kez faiz artırıp yüzde 0,75’lik faizi yüzde 2,5’a çıkarma ve sermayeyi çekme peşinde ABD. Avrupa Merkez Bankası, en azından yılsonunda bu toparlanmaya hız verme eğiliminde. Dolayısıyla 2009’dan farklı bir dış iklim var. İkincisi, Merkez Bankası verilerine göre, içeride firmaların döviz yükleri 2009’dakinin 3 katına çıkmış durumda. 2009’da 70 milyar dolar olan net döviz açığı 2016 sonunda 201 milyar dolara ancak indirildi. 2009 sonrası iki yıl yüzde 9 dolayında, yabancı kaynak girişi


ile büyüyen ekonomi ile “ustalık” dönemine geçtiğini sanan AKP rejimi, birçok firmanın bol keseden dövizle borçlanmasını da cesaretlendirmişti. İşte olanlar oldu ve kullanılan döviz kredisinin 3 katı borçlanıldı. Hem de üçte ikisi, sanayi dışı, döviz kazandırmayan inşaat, emlak, enerji, ulaştırma gibi sektör yatırımları için.

sonuç vermesi zor. İçeride alınan önlemler bütçe açığını büyütüyor, borçluların döviz talebi azalmadığı için dolar beklendiği kadar düşmüyor. Bu durum enflasyonu yeniden azdırıyor. Şimdiden sanayici fiyatları yüzde 15’i, tüketici fiyatları yüzde 10’u buldu. Hem reel üretimde hem finansta kırılganlıklar azalmıyor.

Üçüncüsü, 2009 krizi döneminde Türkiye, bugün olduğu kadar politik ve jeopolitik riski yüksek bir ülke değildi. 2010 yılında, alınan mesafe ile notu yükseltilmiş ve yabancı para akışı alışılmadık boyutlarda gerçekleşmişti. Şimdi içeride ülke kutuplaştırılmış, bir Anayasa değişikliği ile totaliter bir rejime geçiş için güya rıza alınmak isteniyor. Bu rıza, olağanüstü hal, Anayasa ihlalleri, tehditler ve oldukça anti demokratik bir yönetimle yapılmak isteniyor. Riskler azalmak bir yana artıyor, Türkiye’nin özellikle AB normları üstünden karnesi kötüleştikçe kötüleşiyor. Ama çaresiz, içeride kamu kaynaklarının dibi kazınarak önlemlere devam ediliyor, dışarıdaki Trump marifeti kargaşanın sürmesi için duaya çıkılıyor.

Daha önemlisi, referandumdan umulan “Evet” ihtimali hızla azalıyor, bu da belirsizlikleri artırıyor. Dış halkada ise hava her an dönebilir. 15 Mart’ta Fed’in faiz artışı ihtimali, doları yeniden yukarı çekmeye başladı. Buna Merkez Bankası 16 Mart’ta faiz artırımı ile karşılık vermez ise yeni bir dolar tırmanışını görebiliriz. Bu da kriz ateşinin biraz daha harlanması anlamına gelecek.

Bu çabalar sonuç verir mi, eğilimler neler? İçeride atılan adımların ve dışarı ile ilgili beklentilerin

Söyleşi : Aslı Aydın


Koalisyon İstikrarsızlık Mı? Kısa ve Net HAYIR gökçe bolat 16 Nisan Pazar günü halk oylaması yapılacak olan Anayasa değişikliğine neden hayır dememiz gerektiği konusunda sosyal, kültürel, siyasal ve tabii ki hukuksal olarak, getirilmek istenilen yeni düzenlemenin kabul edilmez olduğu, uzman hukukçular ve bilim insanları tarafından, çeşitli yönleriyle ortaya konuluyor. Bugün itibariyle toplum nezdinde Anayasa değişikliği çürütülmüş durumda. Büyük bir “hayır” çoğunluğu var ve sonucun da bu yönde olmasını bekliyoruz. Anayasayı değiştirmek isteyen iktidar güçleriyse hiçbir geçerli, hukuksal temeli hiçbir neden ileri süremiyorlar. Birileri “hayır” dediği için “evet” denilmesini istiyorlar. “Muhalefete inanmayın” diye propaganda yapılıyor. 2010 yılındaki Anayasa referandumunda, bugünkünün aksine, Anayasa değişikliği için, içeriği boş ta olsa bir çok neden ileri sürüyorlardı. 2010 değişiklikleri birkaç yıl içerisinde iktidarın kendisini vurduğunu gördük. 2010 yıl sonrası yüksek yargıya yerleştirilen yüzlerce hakim ve savcı bugün sorgusuz sualsiz tek kişilik hücrelere atıldılar. 2010 değişikliği ile askeri vesayet sona erdirilecek, darbelere geçit verilmeyecek ve YAŞ kararları yargısal denetime açılarak TSK mensuplarının mağdur edilmesi önlenecekti. TSK içerisinde yükselen subaylar 15 Temmuz’da darbeye kalkıştı ve binlercesinin rütbeleri söküldü, cezaevlerine dolduruldu. Yalnızca askerler değil, her kesimden kamu görevlileri, yargıya başvurma hakları olmaksızın görevlerinden edildiler.

“İleri demokrasi” makyajı çok kısa bir sürede döküldü, 2017’de bize “güçlü devlet, güçlü millet” söylemiyle otoriter bir yönetim dayatılmakta. 2010 yılında yargıyı dizayn eden HSYK’nın, sorun üreten bir yapıya dönüştüğü kısa sürede kanıtlandı. Şimdi bu hafta sonu yapılacak referandumda HSYK’nın yeniden yapılandırılması üzerinden propaganda yapılıyor, kurulun “yüksek” rütbesi alınıyor. Bu değişikliklerle de HSYK normalleştirilmiyor, iktidarın güdümüne sokulmak için günlük önlemler alınmak isteniyor. AKP’nin 2007 ve 2010 referandumlarında yaptığı Anayasa değişiklerinin akıbeti ortada. Parlamenter sistem 2007 yılında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin kabul edilmesiyle örselendi. 2010 yılında yargının ele geçirilmesiyle ağır darbe aldı. Bu olanlardan ders çıkartılarak sistemin onarılması gerekirken, parlamenter sistem tamamen tahrip edilmek, kuvvetler ayrılığı ortadan kaldırılmak, yasama organı işlevsizleştirilmek ve Anayasa etkisizleştirilmek isteniyor. Geçmişte yaşananlar bugün getirilen Anayasa değişikliği önerilerinin inandırıcılığının olmadığını, halk nezdinde de artık iyice ortaya çıkarttı. Anayasa değişikliği, TBMM’yi tek yasama organı olmaktan çıkartıyor ve ülkeyi hukuk alanında kaosa sürükleyecek bir içeriğe sahip. Yürütmenin başı olan, hatta tek başına yürütme yetkisini elinde bulunduracak olan Cumhurbaşkanı’na yasa çıkartma yetkisi tanınıyor.


Bugün ülkemizin her zamankinden çok toplumsal uzlaşmaya ihtiyacı var. Nitekim 7 Haziran seçimleri, halkın da koalisyon istediğini ortaya koydu. Oluşacak bir koalisyonla ülkenin barış ortamına evrilmesi mümkünken, 1 Kasım’da seçimler yenilendi ve AKP yeniden tek başına iktidar oldu. Anayasa değişikliği ile “artık koalisyon olmayacak” demek, “toplumsal uzlaşı istemiyoruz” anlamını taşıyor.

Cumhurbaşkanlığı kararnameleri yasa gücünde olacak. “Cumhurbaşkanlığı kararnameleri”, “TBMM kanunları”nın önüne geçecek. Partili Cumhurbaşkanı, elde ettiği güçle, tüm toplum hayatını yeniden dizayn edecek yetkileri kullanacak. Kamu gücü, partili yöneticiler, partili bürokratlar tarafından kullanılacak. Kamu hizmetleri, iktidar partisi üzerinden dağıtılır hale gelecek. Bizlerin tek adam diktatörlüğü olarak eleştirdiğimiz, demokrasiden uzaklaşılacağını söylediğimiz sistemi, AKP, “koalisyonlar olmayacak, istikrar gelecek” diyerek anlatıyor. AKP bu güne kadar, toplumsal gerilim üzerinden politika yürüttü. Koalisyonsuz geçen, AKP’nin tek başına iktidar olduğu 15 yılda, ülkemiz hiçbir konuda istikrar yaşamadı. Her alanda “kaos” süreklilik kazandı ve bu karmaşa yalnızca AKP’nin tek başına iktidarda kalmasına hizmet ediyor. Demokrasisi ve ekonomisi istikrar içerisinde olan Batı Avrupa ülkelerinde, hükümet biçimleri genellikle koalisyon hatta zaman zaman azınlık hükümeti şeklinde olmaktadır. 2. Dünya Savaşı sonrasından 1990’lara kadar, 12 Avrupa ülkesinde kurulan 218 hükümetin 131’i koalisyon, 73’ü azınlık ve sadece 14’ü tek parti hükümetidir. Bu zaman diliminde, Almanya ve Lüksemburg’da bütün hükümetler koalisyon hükümetidir. Finlandiya’da bu dönemde kurulan 32 hükümetten 22’si koalisyon 10’u azınlık hükümetidir. İtalya’da kurulan 35 hükümetten 14’ü azınlık, 21’i koalisyon hükümetidir. İtalya, Almanya, Danimarka, Finlandiya, Hollanda, İzlanda ve Lüksem-

burg’da bu dönem içerisinde tek parti çoğunluğuna dayanan hiçbir hükümet kurulmamıştır. (1) Bu örneklerden de görüleceği üzere koalisyon hükümetlerinin istikrarsızlık getirdiği iddiası yanlış bir iddiadır ve AKP iktidarının devamı ile Anayasa değişikliğinin kabul edilmesinin sağlanması amacıyla ortaya atılmıştır. Koalisyon hükümeti, partilerin temsil ettiği değişik toplum kesimlerinin uzlaşması, iktidarda hep birlikte pay sahibi olunması, ülke yönetiminde daha fazla katılımın sağlanması anlamına gelir. Bugün ülkemizin her zamankinden çok toplumsal uzlaşmaya ihtiyacı var. Nitekim 7 Haziran seçimleri, halkın da koalisyon istediğini ortaya koydu. Oluşacak bir koalisyonla ülkenin barış ortamına evrilmesi mümkünken, 1 Kasım’da seçimler yenilendi ve AKP yeniden tek başına iktidar oldu. Anayasa değişikliği ile “artık koalisyon olmayacak” demek, “toplumsal uzlaşı istemiyoruz” anlamını taşıyor. Getirilmek istenilen “tek adam sistemi” toplumsal çatışma ve kutuplaşmayı ön plana çıkartıyor. Gerilimin, çatışmanın, kutuplaşmanın sürekli hale gelmesine HAYIR demeliyiz ve ülkemizde toplumsal barışın sağlanması için, değişik toplum kesimlerinin uzlaşısına dayalı, demokratik bir yönetim talep etmeliyiz. (1)Türkiye’nin Anayasa Gündemi-Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği Derleyen İbrahim Ö. Kaboğlu-İletişim Yayınları – 2016 Koalisyon Hükümetleri İstikrarsızlık Kaynağı mıdır? Mustafa Erdoğan s. 14


HAYIRDA ÇOĞALMAK HAYIRDA ÖRGÜTLENMEK güven gürkan öztan


Gezi günlerinde temelleri atılan meclis ve forumların 16 Nisan için yeniden bir araya gelmesi Hayır’ın dalga dalga büyümesinde kurucu bir rol oynadı. Meclisler bu süreçte sadece daha önce kısmen kaybettiği dinamizmi yeniden kazanmakla kalmadı çoğaldı, genişledi ve güçlendi. Hayır Haziran Meclislerine, meclisler ve forumlar ise Hayır’a ivme kazandırdı. Meşru ve haklı politik pozisyonun dışavurumu meclislerin etrafında yeni halkaların oluşmasını sağladı.

2013 yazında parklara koşan, elindekini paylaşan, polis şiddetinden kaçanlara evlerinin kapılarını açık tutan, mahallesinde aydınlık bir Türkiye umudunu büyüten insanların bir anda ortadan kaybolmayacağını söyler dururduk. İşte o güzel insanlar 2017’nin ilk günlerinde gülümseyen gözleriyle yeniden aramıza katıldılar ve Hayır’a omuz verdiler. Gezi direnişinin tesadüfi bir patlama değil uzun erimli bir birikimin ve muhalif aktörler arasındaki örtük etkileşimin sonucu olduğunu ilk günden itibaren vurguluyorduk. Tanık olduğumuz belki Türkiye tarihinde bir ilkti ama arka planında bu topraklarda yaşayan halkların zorbalığa ve bağnazlığa direnme gücü yatıyordu. Haziran direnişi unutulan dayanışma pratiklerini canlandırdı, yenilerinin tohumunu ekti. Forumlarda, meclislerde sol, demokrat ve cumhuriyetçi unsurların dahil olduğu katılımcı bir siyasetin olanaklarını su yüzüne çıkardı. Önemli olan bu siyasi hattı genişletmek ve örgütlemekti. Ancak içinde bulunulan şartlar hareketin süreklilik arz eden bir ivme kazanmasını engellemişti. Özellikle 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında yaşananlar, Gezi’de kendine olan güveni tazelenmiş, umudu ve motivasyonu yükselmiş kitleler için zorlu bir dönemin başlangıcı oldu. Forumlar ve meclisler Gezi günlerindeki dinamizm ile buluşmakta güçlük çekiyordu. Bilhassa 7 Haziran seçimlerini takip eden günlerde insani ve politik maliyeti yüksek çatışmaların siyasi alanı domine etmesiyle

örgütlü olmayan kesimlerde karamsarlık ve politik isteksizlik duygusu egemen olmuştu. Adım adım müşterek alanlardan çekilen kitleler içe kapanarak kendini koruma eğilimi gösterdi. Aynı dönemde iktidar bloku içindeki mücadele de sertleşmişti. 15 Temmuz darbe girişimi, peşi sıra gelen OHAL rejimi ve Saray-AKP blokunun kendi içindeki kırılganlığı muhalifleri baskılayarak aşma teşebbüsü geniş kitlelerin pasifleşmesine ve izle-gör siyasetine yönelmesine neden oldu. Ancak her geçen gün daralan çember bir biçimde tabandan gelen bir iradeyle kırılmalıydı. Bu dalgayı sırtlamak da sol ve ilerici güçlere düşüyordu. Haziran, ilk günden itibaren umudu büyütmenin ancak cesareti örgütlemekle mümkün olduğundan hareketle bu yenilmişlik duygusunu aşmanın yollarını aradı. 15 Temmuz sonrasında CHP’nin Taksim mitingine katılma kararı verilmesi önemliydi. Korku duvarını yıkan en önemli girişim ise Kartal mitingi ile geldi. OHAL günlerinde meydanlarda söz söyleyip politik tutum almanın zorluğuna rağmen katılım yüksekti. Bu dinamizm sonrasında anayasal dikta teşebbüsüne set çekme mücadelesine evrildi. Öncü Direniş Saray-AKP-Bahçeli koalisyonu rejim değişikliğine yol açacak olan paketi Meclise getirdiğinde ilk güçlü tepkiyi veren aktörlerden biri Haziran Hareketiydi. CHP parlamentoda değişiklik paketinin geçmemesi için mücadele ederken Haziran Hareketi hızla sokaklarda, meydanlar-


da ses yükseltti.

edici bir işleve sahip olduğunu söylemeliyiz.

Daha referandum tarihi belli olmadan Hayır tutumunun netleşmesinde ve aksiyoner pozisyon alınmasında başı çeken Haziran Hareketi ve meclisleri oldu. Hayır kampanyası, somut analize ve üç aşamalı bir plana bağlı olarak Gezi direnişinin karar alma yöntemine uygun bir biçimde örüldü. Amaç politik etki ve çeperi genişletmek ve hem parlamentodaki muhalefete hem de meclis dışı muhalif sol unsurlara kapılarını açık tutan bir siyaseti örgütlemekti.

Hayır mektuplarının elden ele dağıtılması, pazarda, mahallede Hayır çalışmalarının yapılması sokak ile iletişimi sağladığı kadar kendini yalnız hisseden kitleleri yalıtılmışlık kıskacından da bir miktar kurtardı. Kararsız seçmenin zihnini berraklaştırmak, evet vermeyi düşünenlerin aklındaki soru işaretlerini arttırmak sokak çalışmalarıyla olanaklı hale geldi. Sokak çalışmalarının zaman zaman zorluklarla karşılaşmadığını söyleyemeyiz. Ancak yerelde her Haziran meclisi koşullara uygun yöntemler geliştirme konusunda epey başarılıydı. İktidar blokunun devlet olanaklarını seferber ederek yürüttüğü evet kampanyası karşısında itiraz etmenin ne denli onurlu bir eylem olduğunu hatırlatan faaliyetler şenliklerle sürdürüldü. Herkesin kendi olanakları çerçevesinde katkıda ve özveride bulunduğu, birlikte eylemenin gücünde buluştuğu faaliyetler meclislerin ve mahalle dayanışmalarının birbirine destek vermesiyle çeşitlendi. Resmi propagandanın sıkıcı ve hapsedici diline ve dayatmasına inat şarkılarla, forumlarla, mizahla Hayır’ın çeşitliliği sergilendi. Sol ve devrimci aktörlerin Gezi’den öğrendiklerini bu şenliklere taşıması, Haziran direnişlerinin dönüştürücü etkisinin yalnızca bir yansımasıydı. Dilimiz de değişmişti, eylem pratiğimiz de…

Hayır’ın Örgütlenebileceğine İnanmak Gezi’den itibaren canlılığını kaybetmeyen yerel meclislerin ve forumların sayısı sınırlıydı ancak etkin mücadeleyi sürdüren bu yapılar hemen harekete geçerek diğer meclislere de örnek oldu. Sürenin az ama yapılacak işin çok olduğu hemen fark edilmişti. Toplumsal muhalefetin üzerinden atalet örtüsünün atılmasının ilk şartı inanmışlık ve cesaretin örgütlü bir ifadesinin olmasıydı. Hayır’ın çıkabileceğine dair inancı, kabuğuna çekilmiş öznelere aşılayan birçok yerde Haziran Meclisleriydi. Yerelde çeşitli sorunlar etrafında bir araya gelmiş ve politik mücadele deneyimine sahip olan unsurlar, Hayır iradesini gösterme potansiyeli yüksek grupları bir araya getirme vazifesini üstlendi. KHK’larla tehdit edilen, disiplin komitelerine dosyaları gönderilen devrimci, ilerici kamu görevlilerinin bu gözdağı operasyonları karşısında geri çekilmemesi aksine Hayır kampanyasında öncü güç olmaları büyük bir motivasyon kaynağıydı. Gezi günlerinde temelleri atılan meclis ve forumların 16 Nisan için yeniden bir araya gelmesi Hayır’ın dalga dalga büyümesinde kurucu bir rol oynadı. Meclisler bu süreçte sadece daha önce kısmen kaybettiği dinamizmi yeniden kazanmakla kalmadı çoğaldı, genişledi ve güçlendi. Hayır Haziran Meclislerine, meclisler ve forumlar ise Hayır’a ivme kazandırdı. Meşru ve haklı politik pozisyonun dışavurumu meclislerin etrafında yeni halkaların oluşmasını sağladı. Artık Hayır’ı örgütleme aşamasına gelinmişti. Sadece demokratların ve ilerici güçlerin yoğun bulunduğu yerlerde değil muhafazakâr ve İslamcı mahallere de örgütlenme çabasına girişildi. Elbette bu konuda yapılması gerekenler listesi uzun ancak bir yerden başlanmış olması azımsanmayacak bir gelişme.Emekçi yoğun bölgelerde, sermaye emek çelişkisi ile yerelin sorunlarını birlikte ele alan meclislerin çoğalması için çaba sarf etmek elzem. Salonlardan Sokaklara Taşan Hayır Salon toplantıları ile açık alan çalışmalarının eş anlı yürütülmesinin yeni imkânlar yarattığı muhakkak. Salon toplantıları hem “neden Hayır’ın?” sorusuna doyurucu cevapların üretildiği hem deneyim paylaşıldığı hem de somut gelişmelerin değerlendirildiği platformlar haline geldi. Kendini cumhuriyetçi olarak tanımlayan kesimler sol siyasetin sürece dair değerlendirmelerini dinleme olanağı yakaladı. Sokak çalışmalarına katılacak aktörlerin artmasında salon toplantılarının tanıtıcı ve teşvik

Hayır ve Ötesi’nin Etkisi Hayır ve Ötesi ise sandıklara sahip çıkma ve referandum esnasındaki usulsüzlükleri önlemenin gerekli ama yeterli olmadığını, aynı zamanda 16 Nisan sonrasının inşasında bağımsız aktörlerin katılımının sağlanması için bir imkân sunulması gerektiği fikrinden yola çıktı. Meclislerin hayata geçirdiği faaliyetler Hayır ve Ötesi’ne çağrıyı da kuvvetlendirdi. Sandığa çağrı özellikle öğrenilmiş çaresizlik girdabına yakalanmış kesimleri harekete geçirerek memleketin geleceğine sahip çıkmalarını teşvik etmek için örgütlendi. Meclislerin kendi renklerini ve özgünlüklerini kattığı Hayır kampanyasının Haziran direnişlerinden edinilen tecrübeyi bir adım ileri taşıdığını söyleyebiliriz. Sol, demokrat ve cumhuriyetçi kesimler arasında yeni bağların kurulduğunu ve birlikte mücadele pratiklerinin sağlamlaştırıldığını gözlemlemek mümkün. Bu gücü politik bir hat olarak olgunlaştırmak ve Türkiye’nin topyekûn sağcılaştırılması projesine karşı barikat haline getirmek için Haziran meclislerinin tahkim edilmesi birinci öncelik olmalı. Bu uğurda son süreçteki deneyimden beslenerek16 Nisan sonrasında en az öncesi kadar yoğun emek vermek gerekiyor.


sahadan HAYIR haritası HAYIR

KAZANIYOR

BirGün gazetesi 2 aydır referandum gündemini sahadan yansıtıyor. 2 aylık saha çalışmasının sonucu bir harita ile yayınlandı. Sahadan çıkan haritada HAYIR kazanıyor. HAYIR haritasının şifrelerini, bölge ve illerdeki eğilimleri BirGün gazetesinden Nurcan Gökdemir ve Yaşar Aydın ile konuştuk.


nurcan gökdemir - yaşar aydın Devletin ve medyanın tüm olanakları kullanılarak bir Evet çalışması yürütülüyor. Buna karşın HAYIR sokakta kendi çalışmasını ilmek ilmek örerek görünür hale getirdi. Bu bağlamda Evet ve Hayır çalışmalarını genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Yaşar Aydın: Bu konuyla ilgili en doğru özeti aslında Deniz Baykal yaptı; devletin evet’ine karşı milletin HAYIR’ını anlatıyoruz, dedi. Devlet, AKP devleti olmuş zaten bunu söylemiştik. AKP, bütün olanakları Erdoğan ile birlikte evet propagandası yapıyor. Varlık Fonu kuruldu. Oradan 3 milyar lirayı zaten geçici olarak el koymuşlardı. Muhtemelen bunu da dahil ettikleri maddi bir olanak sağladılar. Görsel olarak her yerde onlar var. Bütün televizyonlarda onlar var. Güçlü bir evet kampanyası yürütülüyor. Ama tek merkezli bir evet kampanyası yürütü-

yorlar Erdoğan’ın liderliğinde. Sadece Erdoğan ve onun söylemleri var. Evet’in en belirgin özelliği tek merkez olması. Aslında yapmak istedikleri anayasaya uygun bir propaganda sürdürüyorlar: tek adam, tek merkez. HAYIR da kendi meşrebine uygun bir çalışma yürütüyor. Çok farklı bir hayır söylemleri, organizasyonlar var. Sosyalistlerden ulusalcılara, İslamcılara kadar uzanan bir hayır dillendirilmesi var. Bu durum, tek merkezli ve büyük bir güç ile yapılan evet’in karşısında hayır’ı sokakta söylem düzeyinde güçlü kılıyor. Tek merkezi evet’in karşısında kavga edeceği tek merkezli bir hayır yok. HAYIR çok geniş. Şu an son iki haftadır da sadece HAYIR’ın Kılıçdaroğlu kısmıyla uğraşıyorlar. Diğer kısımlarıyla bir tartışma yok. Başlangıçta vardı, FETÖ, PKK


vs. daha yaygın bir şey vardı. Ama son dönemde artık öyle bir şey yok. Tayyip Erdoğan, bildiği, daha önce denediği ve galip çıktığı CHP işinden doğru yükleniyor. Propagandayı oradan yapıyor. Hayır o anlamıyla güçlü. Erdoğan Sağı Bloklamayı Başaramadı HAYIR’ı öne çıkartan nelerdir? Yaşar Aydın: Erdoğan ve evet cephesi, %65 civarında Türkiye’de bir sağ blok olduğu varsayımı üzerinden bir söylem geliştirdi. Planlarını ona göre yaptı. MHP, AKP, Saadet Partisi, Büyük Birlik Partisi ve irili ufaklı sendikalar, STK’lar, ticaret odaları gibi bütün o sağ bloğu içine alan bir evet cephesi kurmayı hedefledi. Erdoğan burada başarılı olamadı. MHP tabanı içinde 1,5 yıldır devam eden Bahçeli muhalefeti kendini hayır’da tanımladı. Orada güçlü bir şekilde kendini ifade etmeye başladı. Bu güçlü bir kopuş oldu MHP tabanında. İkinci önemli şey de Saadet Partisi’nin temsil ettiği milli görüş geleneğin hayır demesi. Bu da AKP’nin sağ şemsiyesi içine girmek istemeyen ciddi bir damar oluşturdu sağda. Yoksa Erdoğan açısından solun, sosyalistin, Kürtlerin hayır demesinde hiç bir sakınca yoktu. Hatta tek başına faydalıydı kendilerini konsolide etmeleri açısından. Ama sağda, merkez sağda, milliyetçi tarafta ciddi bir hayırın çıkması sorun yarattı. Konsolide olma açısından sorun yaşadılar. MHP’de, Saadet’te var ama AKP’nin içerisinde de var. Tabanda tek adam ve Erdoğan’ın sonsuz yetkilerle donatılmasına karşı çıkan, bundan ciddi endişe duyan bir kesim olduğunu en azından şimdi daha net görebiliyoruz. Bunun içerisinde 15 Temmuz mağdurları dediğimiz kesim de var. 105.000

kamu çalışanı işten atıldı. 50.000 kişi tutuklandı. Bir 50.000 de gözaltına alınıp bırakılanlar var. Ciddi bir sayıdan bahsediyoruz. Bunların dolayımını çember olarak düşündüğümüzde 1 milyona yakın bu süreçten etkilenen insan var. Bunların büyük bir bölümünü AKP seçmeni olduğunu düşünürsek ortaya bir de mağdurlar kitlesi çıkıyor evet cephesinden uzaklaşan. Erdoğan’ın sürekli seçime götüren ve tek adamı zorlayan durumu AKP’de gerginlik yaratıyor. Özellikle eski AKP kurucu kadrosunun bir bölümü çalışmalarda yer almıyor, Cemil Çiçek, Arınç, Gül, Davutoğlu, Sedat Ergin gibi isimler yok şu anda. O yüzden de evet çalışması AKP içerisinde problemli devam ediliyor denilebilir. Tek Adamlık Halka İyi Anlatıldı Nurcan Gökdemir: Aslında ilk günden beri AKP anlatamıyor anayasa değişikliğini, çünkü hakikaten neden değiştirildiği belli değil. Halk için, halk için dediler ama halkı yok eden bir taslak hazırladılar... Muhalefet, siyasi parti olarak CHP’den öte, sokaktaki muhalefet tek adamı çok iyi öne çıkarttı. Tek adam iyi anlatıldı halka. AKP karşısında bir anti-tez koyamadı. Türkiye’de cumhuriyet ortak payda ne olursa olsun. İnsanlar bir imparatorluktan kendi verdiği bir savaşla çıkıp da cumhuriyeti kurduktan sonra bunun nimetlerini yaşadı çok uzun yıllar boyunca. Cumhuriyet bir ortak payda. Sultanlık o kadar da makul ve kabullenilebilir bir şey değil. Tek adamlık tezi çok iyi işlendi. Karakter olarak da aslında Anadolu’da yaşayan insanlar öyle kolay boyun eğen ya da birilerinin boyunduruğuna giren,

Erdoğan ve evet cephesi, %65 civarında Türkiye’de bir sağ blok olduğu varsayımı üzerinden bir söylem geliştirdi. Planlarını ona göre yaptı. MHP, AKP, Saadet Partisi, Büyük Birlik Partisi ve irili ufaklı sendikalar, STK’lar, ticaret odaları gibi bütün o sağ bloğu içine alan bir evet cephesi kurmayı hedefledi. Erdoğan burada başarılı olamadı.


geçmiş tecrübelerinin etkisiyle, bir ulus değil. Tek adamlık işi çok tuttu ben bu kampanyaya esas gücü onun kattığını düşünüyorum. Onun dışında bir sürü şeyler var tabi, akademik çevrelerde, meslek örgütlerinde, orda burada ama halk tabanında tek adamlığa karşı bir tepki oluştu. Ben esas olarak HAYIR’ın oradan filizlenip yükseldiğini düşünüyorum. Birçok yerde HAYIR çalışmalarına katıldınız. Birçok kesimden insanla bir araya geldiniz. Neler gözlemlediniz? Nurcan Gökdemir: Anlatamamazlık tabanda da görülüyor. İl örgütleri bazında bakacak olursak aslında çok alışık olduğumuz tarzda bir kampanya yürümüyor. Ben Karadeniz Bölgesine gittim, Karadeniz sağ oyların çok uzun yıllardır çok güçlü olduğu yerler. Bir de MHP faktörü de var. Güya ortak hareket ediyorlar ama gittiğimde gördüm ki evet oyları, AKP’yle MHP’nin oy toplamının çok altında hatta bir sürü yerde AKP’nin son seçimlerdeki oylarının altında. Daha çok 7 Haziran oy oranlarına yakın bir tablo görünüyor. Bu da anlatamamazlıktan kaynaklanıyor. Sokaklarda doğru düzgün bir kampanya yok. Tabi devlet olanaklarıyla AKP var. Bütün billboardlarda her yerde AKP var, CHP’yi göremiyorsun. Baskı var, bütün billboardlar kapatılmış vaziyette AKP tarafından. Özel sektör kiralıyor bunları, onlara muhalefete billboard vermeme konusunda baskı yapılıyor. Mesela ben Ordu’ya gittiğimde bir tane büyük pankart gördüm bir binaya asılmış. Başka da bir hayır malzemesi yoktu ortalıkta. Döndükten sonra o pankartın indirildiğini söyledi oradaki gazeteciler.

Bina sahibine gidip baskı yapmışlar indireceksin bunu diye. İnsanlar baskıya boyun eğiyorlar, korkuyu hiç bu kadar yaygın görmedim aslında. Bu sefer gittiğimiz yerlerde siyasi parti temsilcilerinden çok gazeteciler ve halkla konuşmayı tercih ettim. Mesela hiç konuştuktan sonra ismimi yazmayın diyen insanlarla karşılaşmamıştım ama bu sefer insanlar “Oğlum üniversitede araştırma görevlisi başı sıkıntıya girer” diye söyleyenler, döndükten sonra telefon edip “Ben söyledim ama ismimi yazmadan yazın” diyenler oldu. Yani müthiş bir korku ortamı var. İnsanlar hakikaten çok yoğun bir baskıyla karşı karşıya kalmış durumdalar. Biraz bu sessizlikte aslında kararların verilmiş olmasının etkisi var diye düşünüyorum. Herkes kararını verdi ve 16 Nisan gününü bekliyor. Böyle bir şey havası yani tek kale maç oynanıyor alanlarda. Mitingler de nabız vermiyor. Ankara ve İstanbul’da Kafa Kafaya Yayınladığınız harita ile ilgili konuşursak burada Ankara ve İstanbul önemli bir yerde duruyor. Ankara ve İstanbul ile ilgili neler diyebilirsiniz? Yaşar Aydın: Bu ikisi çok önemli. Ankara’dan çok İstanbul önemli. İstanbul’da da %45 aslında net evet ve hayır. Yine orada da %10’lık bir kararsız ya da oyunun rengini belirlemeyen kesim var. Ama İstanbul’da 2-3 puan bile birçok ilin tamamına eşit. Bu açıdan çok önemli. İstanbul’da 2-3 puan öne geçen bıçak sırtı bir referandumu kazanır. Orada da esas belirleyici olacak bir kesim var AKP’de. 7 Haziran’da AKP’ye oy vermekten vazgeçip HDP’ye, bir miktar da diğer sağ partilere, Saadet Partisi’ne oy veren kesim. AKP %10 civarında bir oy kaybetti


İstanbul’da 7 Haziran’da. 7 Haziran’da HDP’ye oy vermiş olan muhafazakâr Kürt seçmenin neye oy vereceği önemli. Oralar da tercihlerini, AKP içerindeki gerilimin, endişenin dışa vurumu olarak kendisini hayırda ifade ederse İstanbul’da 3-4 puan hayır öne çıkar. MHP’nin zaten oy oranı yüksek değildi. %7’lerde falandı. Burada da önemli bir bölüm yine hayır diyecek o belli. İstanbul açısından belirleyici olan MHP’deki hayır değil. Belirleyici olacak olan AKP içerisindeki hayırlar. Kürt seçmen, endişeli AKP seçmeni, milli görüş geleneğinden gelenlerin hayır’a daha yakın olduğunu görüyoruz bazı ilçelerde. AKP’nin çok yoğun olduğu Bağcılar gibi ilçelerde bu tür eğilimleri görebiliyoruz. Bu da evet’i İstanbul’da bir iki adım geriye çekiyor. İstanbul’da %52’lik bir HAYIR Türkiye’de seçimi belirler. Karadeniz’de AKP-MHP İttifakının Yüzde 10-15 Kaybı Var Karadeniz AKP’nin en güçlü olduğu bölgelerden biris burada AKP’nin durumu nasıl? Yaşar Aydın: AKP’nin çok büyük oranda %70’ler civarında kazanacağı bayağı il var hem İç Anadolu’da hem Karadeniz’de. Esas olarak o iki bölgede var. Ama burada da iki şeyi gözlemliyoruz. Birincisi, çok ciddi bir propaganda ve çalışma yapamadılar. Çok etkili değiller. Sadece bilboardlar düzeyinde görsel etkileri var. Daha önce bildiğimiz çalışma yöntemleri, ev ev dolaşmalarından uzaklar. İkincisi, kazanacaklar, güçlü kazanacaklar ama bir önceki aldıkları oya ulaşamayacaklar diye gözlemliyoruz.

MHP-AKP oyları bu bölgelerde %80-85 esas olarak birleştirdiğimizde. Yine 60 ve üzeri kazanacaklar. Her ilde MHP-AKP koalisyonu %10-15 oranında kaybetmiş olacak. %65-70 oranında kazanacaklar. Onların toplamı Rize’de %85, Bayburt’ta %90, Gümüşhane’de %93, Sivas’ta yine ona yakın bir şey. Buralarda zaten çok güçlüler. İkisinin koalisyonu birçok ilde %80 bandına ulaşıyor. Ama %80 bandının altına düşecekler. Bizim gözlemimiz bu. İç Anadolu’da Kayıpları Az Konya ve Kayseri AKP’nin güçlü olduğu yerler. Buralar için tespitleriniz neler? Yaşar Aydın: Konya’da beklediklerine yakın bir şey alabilirler. Orada da sadece Kürt nüfusu 7 Haziran’da bir milletvekilini zorlamıştı. Öyle bir şey olacak gibi düşünüyoruz. Konya’da böyle bir şeyi çok kaybetmeyecekler. Ama Kayseri çok daha kritik. Kayseri’de güçlü bir MHP tabanı var. Onun tercihi, ikinci olarak da Boydak, Abdullah Gül, Belediye Başkanı ve İl Başkanı arasındaki çekişme, AKP açısından baktığımızda tüm bunlar etkili olacak gibi geliyor. Kayseri daha kritik evet açısından. Kayseri’de güç kaybederek kazanacak gibi duruyor. Konya’daki güç kaybı daha az ve tolere edilebilir gibi. Kürt Coğrafyasında Güçlü HAYIR Var Kürt bölgesini nasıl gözlemliyorsunuz? Yaşar Aydın : Kürtler açısından HDP özellikle 21 Mart Nevruz’u çok önemliydi. Orada Diyarbakır’da gerçekleştirdikleri kitlesel Nevruz’dan sonra moral

Şu anda gördüğümüz şey sandığa da katılımın Türkiye ortalamasına yakın olacağı. Katılımın Kürt illerinde %85 gibi bir oranda olacağını bekliyoruz. Kürt illerinde neredeyse tamamında %70’e yakın bir hayır oyunun çıkacağını görüyoruz. Evet ise 25 ile 30 bandında kalacak gibi gözüküyor. AKP, insanların sandığa gitmesini zorlaştıran, endişe duymasını sağlayan bir şey gelişirse belki bu oran düşebilir.


kazandılar ve sokağa çıkmaya başladılar. Şu anda kendi kısıtlı olanakları ile yaygın bir faaliyet yapıyorlar ve hayırı örgütlüyorlar. AKP kendi limitlerinin üzerine çıkamadı. 15 Temmuz, hendek vs. gibi yaptığı operasyonlar bölgede destek bulamadığını görüyoruz. Kendi oyunu arttıramayacak AKP. Sadece yüzdelik dilim olarak arttırabilir. Bu da katılımla ilgili bir şey. AKP bir yerde 30 oy almaya devam edecek ama hayır verecek insan oraya gidemezse AKP’nin otuzu başka bir yüzde dilimi olarak fayda edebilecek. Şu anda gördüğümüz şey sandığa da katılımın Türkiye ortalamasına yakın olacağı %85 gibi bir oranda olacağı bu da bölgede Kürt illerinde neredeyse tamamında %70’e yakın bir hayır oyunun çıkacağını gösteriyor bize. 25 ile 30 bandında kalacak evet gibi gözüküyor. Ama bir kaç gün daha var önümüzde, süreç içerisinde olağanüstü önlemler, sandıkla ilgili farklı hamleler yaparsa AKP, insanların sandığa gitmesini zorlaştıran, endişe duymasını sağlayan bir şey gelişirse belki bir şey düşer. Ama gezdiğimiz illerde insanlar, sandığa gitme ve oy verme eğilimindeler. Bu da oydaki hayır oylarını %70 civarına çıkaracak. Orada da kritik olan Urfa gibi bölgeler var. O Suriye’den ve Irak’tan daha çok etkilenen bir il. Orada da şu anda başa baş giden bir yarış gözüküyor. Evet Böldü HAYIR Birleştirdi 16 Nisan sonrası için ne dersiniz? Hayırla birlikte insanlarda uzun zaman sonra ilk defa bir umut dalgası oluştu bu durumu 16 Nisan sonrasına taşıyabilir miyiz ya da nasıl taşıyabiliriz? Nurcan Gökdemir: Bence taşınır. Ben bir panele katıldım İzmir’de. Atılan sloganlarda herkes

kendi hayır sloganını atıyor. İşte sol örgütler ayrı slogan atıyor, Aleviler ayrı slogan atıyor, Kürtler ayrı slogan CHP’liler ayrı slogan atıyor. Orada bir grup “Birleşe birleşe kazanacağız” diye bir slogan attı. Ben de onlara “Bu galiba bugünün en önemli sloganı ya da bu kampanya dönemini en güzel simgeleyen slogan çünkü bizi bir araya getirdiler” dedim. Aslında böyle bir hayırlı sonucu oldu bunun. Geziden sonraki o dağılan örgütlülük ya da yapı şimdi tekrar yan yana geldi ve bu da birbirini tanıma fırsatı da doğurdu aslında. Ön yargılardan kurtulup yeniden bir şeyler için bir araya geldi insanlar. Ben aksi bir sonuçla, evet çıkması ihtimalinde bile bu yan yana gelmişliğin çok daha olumlu bir şekilde yükseleceğini düşünüyorum. Bir cephe oluştu orda. Farklı düşünen, farklı diller konuşan, farklı inançları olan insanlar bir araya geldiler. Böyle çok büyük bir faydası oldu diye düşünüyorum bu kampanyanın. Evet cephesi gibi sınırlar çizmeden bir araya geldi insanlar aslında. Evet cephesini oluşturacak iki büyük parti, AKP ve MHP, onlar bir araya gelemediler ama öbür taraftan hayır diyen insanlar hiç yan yana gelmeyen, birbirlerine ön yargıyla yaklaşan eski kavgaları, küskünlükleri, kırgınlıkları olan insanlar bir araya geldiler ve bir araya gelmezlerse ne kadar çok şeyin kaybedileceğini gördüler. Her anlamda çok hayırlı olduğunu düşünüyorum ben bu kampanyanın. Aslında hayır kazandı kendi açısından. Her halükarda hayır kazandı. 16 Nisan sonrası evet çıktığını varsaysak bile kendini bugüne kadar ifade edemeyen, gücünü birleştiremediği için zayıf olan geniş halk kesimleri kazandı diye düşünüyorum.



SOLUN İTTİFAK TARTIŞMALARINA SAPLANMADAN

ORTAK AMAÇ İÇİN SEFERBER OLMASI POTANSİYEL ENERJİYİ AÇIĞA ÇIKARDI HAYIR’DAN SONRASI İÇİN DE BÜYÜK BİR DERS VE DENEYİM BİRİKTİ hayri kozanoğlu


Evet cephesi referandum boyunca oldukça dağınık göründü. Sağ tabanda geniş bir parçalanma emaresi ortaya çıktı. AKP’de biriken klasik merkez sağ seçmenin kaçış eğilimi, Meral Akşener eksenindeki çıkış, AKP içindeki sessiz karşı duruşlar 16 Nisan sonrasında sağda taşların yeniden dizileceği bir döneme girdiğimizin işareti mi? Evet cephesi anayasa değişikliği önerisine, “ahlaka, adalete, demokrasiye, erdeme” ilişkin bir kulp takamadı. Zaten RTE ve AKP çevresi yanına liderlikleri tartışmalı Devlet Bahçeli ve Mustafa Destici’den başka kimseyi çekemedi. Sol liberal kesimin son bakiyeleri dahi doğrudan evet çağrısında bulunamadan, işi mugalataya getirip “Evet”i meşrulaştırmaya çalıştı. Rıdvan Dilmen’le start alan “pop” evetçilik ise inandırıcı olamadı; itibarını yitirmiş sanat ve spor camiasının ikbal ve menfaat peşindeki temsilcilerinin debelenmelerinden öte gidemedi. Evet kampanyasının tüm sermayesinin “Fetö, PKK, İşid Hayır diyor”, “bu işin arkasında Haçlılar var”, “Kılıçdaroğlu’na tanklar yol verdi” benzeri iler tutar yanı bulunmayan demagojilere dayanması dahi, halka izah edebilecek anayasaya ilişkin bir argüman bulunmamasından kaynaklanıyor. Tüm kampanya devlet gücüyle gövde gösterisi yapmaya ve kamu kaynaklarıyla “vergi affı, prim ertelemesi, bol kepçe kredi” benzeri ekonomik rüşvetlere dayandırıldı. AKP’nin yükselişi merkez sağın çöküşü sayesinde olduğu için, 16 Nisan sonrasında sağda yeni arayışlar gündeme gelecektir. Hayır çıkması durumunda, Evet’e gönülsüz olduğu halde kaçak güreşen Abdullah Gül – Ahmet Davutoğlu –Bülent Arınç’ın da desteğiyle muhtemelen Meral Akşener merkezli bir tasarım devreye sokula-

caktır. RTE’nin inişe geçtiği bir konjonktürde sermaye çevrelerinin, hatta dış güçlerin de desteğini alacaktır. Evet halinde ise, yine Meral Akşener önderliğinde ama daha dar tabanlı, MHP’nin olmazsa türevinin yüzünü merkez sağa döndüğü bir kurgu göreceli zor koşullarda denenecektir. Bahçeli’nin ise ancak “Evet” durumunda, iktidarın olanaklarından kırıntı düzeyinde sebeplenmek daha doğrusu Ülkücü camiayı sebeplendirmek gibi bir şansı olacak, HAYIR durumunda ise silinip gidecektir. HAYIR ekseninde büyük bir toplumsal hareketlilik oluştu. Bu toplumsal hareketliliğin sandıkta belirleyici duruma geldiği görünüyor. Ancak, sandık sonucundan da bağımsız olarak, bu HAYIR eksenindeki ilerici dalganın oluşturduğu yeni toplumsallığı nasıl anlamak gerekir? HAYIR çıkması halinde Meral Akşener, Metin Feyzioğlu, hatta Deniz Baykal kendini galip ilan edecektir. Ama çıkarılması gereken asıl sonuç, ilerici, Aydınlanmacı, laiklik yanlısı değerlerin kazanması, ülkenin gericiliğe teslim olmaması olacaktır. Tüm ana akım medya kanallarının bloke edilmesi sosyal medyadan başlayıp sokağa taşan bir hareketlilik oluşturdu. İnsanlarda lider arayışından öte kendini özne görme refleksini geliştirdi. En geniş anlamıyla solun her zamanki ittifak tartışmalarına saplanmadan aynı amaç uğruna seferber olmasıyla tüm potansiyel enerjiyi kampanyaya yansıtan bir enerji oluştu. Neredeyse kimse başkasının HAYIR’ını mahkum etme yanlışına düşmedi. Bunun kalıcı bir örgütlülüğe dönüşmesi, laiklik-cumhuriyetçilik eksenini terk etmeden emekten yana, neoliberalizmi mahkum eden, ekolojik yönelimi bulunan, anti-emperyalist niteliğini öne çıkaran bir hatta evrilmesi mümkün olur. Özellikle

HAYIR’ın kalıcı bir örgütlülüğe dönüşmesi, laiklik-cumhuriyetçilik eksenini terk etmeden emekten yana, neoliberalizmi mahkum eden, ekolojik yönelimi bulunan, anti-emperyalist niteliğini öne çıkaran bir hatta evrilmesi mümkün olur. Özellikle HAYIR çıkması durumunda, böyle bir yönelim hem tüm HAYIR cephesini birlikte davranmaya davet eden apolitik ham hayallerin püskürtülmesi, hem de solun ortak paydalarının öne çıkarılması anlamında çok önemlidir.


Unutmayalım ki, RTE’nin artık bu toplumu rıza mekanizmalarıyla yönetme, uluslararası kapitalizmle uyum sağlama şansı kalmamıştır. Haliyle toplum ve ekonomi giderek daha kötüye sürüklenecektir. Giderek daha fazla zorbalığa başvursa da RTE’nin de, siyasal İslam’ın da artık geleceği yoktur.

Toplumsal muhalefet ve sol hareket için, referandum dönemindeki bu toplumsal hareketlilik nasıl imkanlar ortaya koyuyor. Sonrasında ne yapılmalı sorusu şimdiden gündemde. Sonrası nasıl getirilecek, sizce ne yapılmalı? Bir yönüyle laiklik, kadın hakları, Aydınlanma ve bilim, hukukun üstünlüğü gibi değerlerin öne çıktığı, programatik bir açılıma olanaklar sunan bir ortam oluştu. Bir yanıyla da, TMMOB-Barolar başta gelmek üzere meslek örgütlerinin değerli çabaları göz ardı edilemese de, sendikalar, gençlik örgütleri gibi en kritik toplumsal örgütlülüklerin sürece damgasını vuramadığı bir dinamik ortaya çıktı. HAYIR’ın başarılması durumunda, toplumun güveninin yerine geleceği, karamsarlık bulutlarının dağılacağı, geleceğe umutla bakabilmenin koşullarının olgunlaşacağı söylenebilir.

HAZİRAN’ın Doğru Politikası Karşılık Buldu Referandumda toplumsal muhalefeti, özelinde de HAZİRAN Hareketi öne çıktı. Bu bağlamda, özellikle de Meclisler siyaseti ekseninde nasıl değerlendirmek gerekir. 21.yüzyılda isyan hareketlerini yakından izliyorsunuz. Bir seçenek hatta bir ütopya boşluğu var. HAZİRAN’ın Meclisler siyaseti hem örgütsel anlamda solun geleneksel ve belli yönleriyle tıkanmış olan örgütlenme formuna ilişkin bir deneyim oluşturma hem de bir siyasal seçenek inşasında nasıl bir imkan sunuyor ve bu imkan nasıl geliştirilebilir? Meclisler siyaseti HAYIR kampanyasının gerekleriyle tam örtüştü. Hem oturtulmak istenen baskı rejiminin yerel ayaklarını teşhir görevini başardı. Hem de merkezi anlamda RTE ve avenesini mahkum etme, rejim değişikliğini maddeler temelinde tane tane topluma açıklama sorumluluğunun gereğini yerine getirdi. Başta Nar Kadın Dayanışması dönemin ruhuna hitap eden şarkılı, marşlı, sloganlı popüler bir çizgi tutturmayı da başardı. Haziran Hareketi’nin baştan beri laikliğe, eğitimin gericileşmesine, Saray merkezli yolsuzluk ve keyfiliklere yönelik çizgisini hayatın doğrulaması da hem saflarımızda güveni artırdı, hem de kitlelerle diyalog kurmayı kolaylaştırdı. Esnek, dışa açık ve şeffaf yapı CHP’li tabanla yakınlaşma fırsatını da yarattı.

Sol bu psikolojik ortamı, momentum kaybolmadan örgütleme, daha esnek, daha şeffaf formlarda, asgari müştereklerde buluşturma sorumluluğuyla karşı karşıya. Bir taraftan AKP, RTE, gericilik karşıtlığını aşan, daha geniş ortak paydalar arayışını sürdüren; öte yandan HAYIR kampanyasının özneleri haline gelen geniş kesimlere mal edilemeyecek, azami hedeflere yönelme hatasına düşmeyen, bu kitlenin nabzını tutmayı sürdüren hassas bir hattı tutturmak zorunda.

Dünyada gelişen isyan hareketlerinin neoliberalizme, gelir ve servet adaletsizliklerine, ırkçılığa karşı, direniş, teşhir aşamalarında başarılı olduğunu, iş yönetmeye gelince halkın desteğinin kaybolduğunu gözlemliyoruz. Burada yaşanan sorunları, haksızlıkları adaletsizlikleri sisteme, neoliberalizme, kapitalist küreselleşmeye, emperyalizme bağlayan, tüm halk güçleriyle birlikte mücadeleyi hedefleyen“popüler” hareketlerle; faturayı göçmenlere, azınlıklara, üst akıl- dış güçler benzerlerine

HAYIR çıkması durumunda, böyle bir yönelim hem tüm HAYIR cephesini birlikte davranmaya davet eden apolitik ham hayallerin püskürtülmesi, hem de solun ortak paydalarının öne çıkarılması anlamında çok önemlidir. Orta yaşta, eğitimli, laik duyarlılıkları ön planda bir sosyolojik bileşimi gençlik ve emekçi ayaklarıyla bütünleştirmeden kalıcı bir toplumsallık yakalamak o kadar kolay olmaz.


çıkaran “sağ popülist” akımları ayırmak gerekir. Haziran’ın kendi dışındaki sola da açılan, asgari programatik hedeflerini referandumda buluştuğu/yakınlaştığı kitlelere mal etmeyi hedefleyen, politik merkezini tahkim etmeyi içeren bir hamleyle yeni bir seçenek inşa etmek potansiyeli de, sorumluluğu da var. En azından sosyalist/devrimci kesimde bu misyona en yatkın, en fazla gelecek vadeden hareket olduğu açık. Bir kaç gün sonra sandığa gidiyoruz. HAYIR’ın şimdiden pek çok anlamda kazandığını söylemek mümkün. Sandıkta da hepimizin ortak beklentisi HAYIR’ın çıkması. RTE’nin ve Siyasal İslamın Artık Geleceği Yok Ancak, Evet’in de çıkması da zayfı ihtimal olsa da mümkün. Evet’ten sonrası büyük bir karanlık olarak görülüyor. HAYIR kazanacak ama Evet durumunda, bugünkü HAYIR iradesi ne yapmalı? Evet gibi bir sonucun özellikle şehirli, orta sınıf, eğitimli kesimlerde büyük bir hayal kırıklığı yaratması, hatta depresyon eğilimini tetiklemesi mümkün. Örgütlü sol kesimlerin ideolojik belkemikleri de, geçmiş yenilgilerden çıkaracakları dersler de umutsuzluk, çaresizlik, mutlak yenilgi psikolojisine girmelerine engel. Bu

nedenle böyle bir durumda bizlere, BirGün’e, Haziran’a, örgütlü sol kesimlere daha büyük bir sorumluluk düşecek. Sonuç ne olursa olsun, yolsuzluklara, hukuksuzluklara batmış; gayr-ı meşru yollara sapmaktan, devletin tüm olanaklarını kullanmaktan çekinmeyen; gerici-mezhepçi bir rejimle karşı karşıyayız. Tüm liyakat kanallarının tıkanması, yaşam tarzına yönelik saldırılar, kamudan ve üniversitelerden tüm aykırı unsurların temizlenmesi stratejisi bizlere köşemize çekilme, siyasi mücadelenin dışında mutlu mesut bir yaşam sürme olanağı da tanımıyor. Bu gerçeği tüm toplumla paylaşmaktan, direniş mevzilerimizi güçlendirmekten başka çaremiz yok. Unutmayalım ki, RTE’nin artık bu toplumu rıza mekanizmalarıyla yönetme, uluslararası kapitalizmle uyum sağlama, ikiyüzlü de olsalar batının asgari insan hakları ve hukuk normlarıyla bağdaşma şansı kalmamıştır. Haliyle toplum ve ekonomi giderek daha kötüye sürüklenecektir. Giderek daha fazla zorbalığa başvursa da RTE’nin de, siyasal İslam’ın da artık geleceği yoktur. HAYIR iradesi bu bilinç ve kararlılıkla, ama yeni dönemin daha da zorlaşan koşullarını da gözeterek, daha moralli olmasa da daha kararlı biçimde yoluna devam etmelidir. Başka bir çaremiz de yoktur!



umut

direnmektir

HAYIR

diyebilmektir sadık gürbüz Aklın mantığın kabul edebileceği bir şey değil ancak bir kemik olması lazım. Büyük bir kemik paylaşımı içerisinde olmaları lazım. Müthiş bir bağnazlık olması lazım. Bir kişiye sempati duyup onun yaptığı her hatayı hoş görebilmek, onun yaptığı her hatanın arkasında durabilmek bir toplum niteliğine aykırı gibi geliyor. Bu Bir Referandum Bile Değil Ben bu referanduma referandum da diyemiyorum. Çünkü normal koşullarda demokratik ülkelerde böyle konulu bir referandum olmaz, yasal değildir. En temel demokratik hakların referandumu olmaz. “Ben “a” kişisini öldürmek istiyorum öldüreyim mi öldürmeyeyim mi?” böyle bir şey mi olur. “Bu adam çok konuşuyor

bunun ağzını diktirelim mi diktirmeyelim mi?” böyle şey mi olur? Bugünkü Türkiye Bana Korkunç Geliyor Bunlar insanın özelliklerine aykırı, insanın niteliğine aykırı. İnsan düşüncesini söyleyecek düşüncesini savunacak ama insanca savunacak şiddet içermeden. Şiddet içermeyen her türlü düşüncenin savunması, propagandası, örgütlenmesi özgürdür, serbesttir. Biz demokratik ülke olduğumuzu iddia ediyorduk. Biz onun aksaklıklarını, bozuk yanlarını, olmaması gereken uygulamalarını biliyoruz. Onları düzeltmek varken, olanı da elden almak gibi bir mantık olabilir mi? Sen benim her türlü mal varlığıma el koyabilirsin, ben sana bu hakkı


Şu günkü HAYIR benim için yeni bir başlangıç ifade eder. Çünkü bu zamana kadar yaptıklarının, yapmak istediklerinin hepsi suya düşecek. Burunları sürtülecek, kendilerine gelme gereğini duyacaklar. Yasalara uyma zorunluluğunu duyacaklar. Yasa diye bir şey tanımak zorunda kalacaklar.

rum, diyor. Sen ne yaparsan yap ben seni sorgulamayacağım diyor. Devletin parası tamamen senin elinde istediğin gibi harca ben sana sormayacağım nereye harcadığını, diyor. Sen he türlü suçu işleyebilirsin, geçmişte işlediğin suçları da unutabilirim, gelecekte de işleyebilirsin. Böyle şey mi olur? Böyle referandum mu olur? Kargalar gülmeyi unutur şaşkınlıktan. Gülecekler ama şaşkınlıktan gülemezler bile. Ben gülemiyorum bu olaylara bakıp. Bana korkunç geliyor. Umut direnmektedir her zaman. Umut “hayır” diyebilmektir her zaman. HAYIR Yeni Bir Başlangıcı İfade Eder Şu günkü hayır benim için yeni bir başlangıç ifade eder. Çünkü bu zamana kadar yaptıklarının, yapmak istediklerinin hepsi suya düşecek. Burunları sürtülecek, kendilerine gelme gereğini duyacaklar. Yasalara uyma zorunluluğunu duyacaklar. Yasa diye bir şey tanımak zorunda kalacaklar. Yasal sınırlar içerisine girecek her şey. Bu yeni bir başlangıçtır. Muhalefet Karanlığı Renkleriyle Yenecek Bu muhalefettir, muhalefetin renkleridir. Herkes bir başka şekilde hayır diyebilir. Kimisi türküyle, kimisi oyun havasıyla, kimisi başka şekilde ifade ediyor. Ama bu espri olayı çok önemli ti’ye alma olayı çok önemli. Ti’ye almak kadar etkili başka bir silah yoktur. O nedenle fıkralardan korkarlar, karikatürlerden korkarlar. Musa Kart o yüzden içerdedir. Fıkralara düşmekten ödleri kopar bunların, çünkü dalga geçilmeye, alay edilmeye, ti’ye alınmaya başlandığında bir şeyler değişmeye başla


ABD FÜZELERİ SURİYE’DE YENİ DENGE ve AKP’NİN HAÇLI SAVAŞINDAN EMPERYALİZM SAFLARINA HIZLI GEÇİŞİ R-Aktüel Analiz


ABD’nin hem dağılan Avrupa ittifakını hem de bölgesel ittifaklarını toparlayabilmesi ve karşısındaki direnç hattını zayıflatabilmesi ancak askeri güçle sağlanabilir. ABD’nin ekonomik gücünün zayıflamış olması ve kriz sonrasında yeni bir paylaşım mücadelesinin açığa çıkması ABD’yi askeri güce dayanan politikalara zorunlu bırakıyor. ABD içi çelişkiler, ittifak ve taktikler boyutunda sürecek olsa da Trump’ın müdahalesi askeri gücün önümüzdeki dönemde de öne çıkacağını gösterdi.

Başkan olduktan sonra pek çok sorunla karşı karşıya kalan, iktidarını tesis etmekte başarılı olmayan Trump, Suriye’ye yolladığı füzelerle ‘güç gösterisi’ yaptı. Bu göç gösterisi nelere işaret ediyor. Trump ‘Güç Gösterisi’ ile Başkanlığı İlan Etti Trump’ın Başkanlık seçimleri öncesindeki temel vurgusu ‘ABD gücünün dünyaya gösterilmesiydi’. Obama dönemindeki politikalar, etkisiz olarak eleştirilerek ABD’nin dünyaya yeniden gücünü göstermesi gerektiği Trump’ın seçim politikasının merkezinde yer aldı. Trump, güçlü Amerika iddiasını güçlü başkan imajı ile destekledi. Trump, seçilmesinin hemen ardından imzaladığı KHK şovlarıyla ilk güç gösterisini yapsa da bunlar Yargı ve Senato’dan geri döndü. Trump, seçilmesinin ardından ayrıca Rusya ile ilişkileri bağlamında baskı altında kaldı. Rusya’nın seçimlere müdahale ettiği yönündeki iddialar, Trump’ın Suriye’de Rusya dengesini göz eden açıklamalarıyla birleşince, Trump oldukça sıkıştı. Kurduğu kabinenin önemli isimleri hızla görevden alınmak zorunda kaldı. Trump, bu durumdan kurtulmak için kesin bir güç gösterisine ihtiyaç duyuyordu. Suriye’de ‘kimyasal silah’ iddiasıyla başlayan hızlı propagandanın ardından, Trump da hızla harekete geçerek askeri müdahalede bulundu. Bu hem içeriye yönelik

hem de dışarıya yönelik bir güç gösterisi oldu. ABD’de Trump’ı eleştiren yorumcular dahil ‘Trump şimdi Başkan’ oldu yorumları yaptı. ABD Hegemonya Kaybını Asker Güçle Telefi Edecek ABD, ekonomik ve siyasi bir hegemonya krizi ile karşı karşıya. Çin ve Rusya’nın merkezinde olduğu hattan gelişen direnç, ABD’nin hegemonyasında önemli kırılmalar ortaya çıkarıyor. 2008 krizi sonrasında emperyalist merkezlerdeki dağılma –Avrupa Birliği’ndeki parçalanma- ve bunun karşısında Çin eksenli hattın güçlenmesi karşısında ABD hegemonyasını nasıl sürdüreceğine ilişkin bir arayış içerisinde. Trump’ın seçilmesinin ardından, ABD’nin içe kapanacağı, Ortadoğu’da Rusya dengesine yaslanarak düşük yoğunluklu bir tutum içerisine gireceği yönünde kimi analizler de yapıldı. Bunlar ağırlıkla ABD içi kamplaşmada neo-con ekseninin Clinton ile kaybetmiş olmasına dayanan yorumlardı. ABD içinde kuşkusuz ki farklı yaklaşımlar ve farklı güç odaklarının mücadelesi söz konusu. Bunlar arasında ABD hegemonyasının nasıl sürdürüleceğine ilişkin taktik ve stratejik farklılaşmalar da mevcut. Bu Suriye’deki ittifaklar politikasında da kendini gösteriyor. Ancak, ABD’nin hem dağılan Avrupa ittifakını hem de bölge-


sel ittifaklarını toparlayabilmesi ve karşısındaki direnç hattını zayıflatabilmesi ancak askeri güçle sağlanabilir. ABD’nin ekonomik gücünün zayıflamış olması ve kriz sonrasında yeni bir paylaşım mücadelesinin açığa çıkması ABD’yi askeri güce dayanan politikalara zorunlu bırakıyor. ABD içi çelişkiler, ittifak ve taktikler boyutunda sürecek olsa da Trump’ın müdahalesi askeri gücün önümüzdeki dönemde de öne çıkacağını gösterdi. ABD Suriye Sahasına Geri Döndü Trump’ın askeri müdahalesi, ABD’nin Suriye’de sahaya yeniden dönüşü anlamına geliyor. Obama döneminde, özellikle de son aylarında silik bir politika izlemek zorunda kalan ve Rusya’nın hamlelerine yanıt üretemeyen ABD, askeri müdahale ile sahaya geri döndü. ABD’nin müdahalesi, sonucu ters yüz edecek bir nitelikte değil elbette. Suriye’de belirli bir denge kurulmuş durumda. Rejim pek çok noktada egemenliği sağladı. Rusya-İran hattında kurulan ittifakla birlikte Suriye’de Esad’ın hakimiyeti pekiştirildi. Halep’ın düşmesiyle birlikte cihatçı güçlerin etkinlik alanı alabildiğine daraltıldı. (İdlib’de kimsayasal saldırı iddiası ve ABD müdahalesi cihatçılara nefes aldırsa da eski pozisyonlara dönmeleri artık oldukça zor.) ABD, Rakka operasyonunu planlarken rejim güçleri Rakka’yı kuşatacak şekilde ilerlemesini sürdürdü. ABD, uzak kaldığı sahaya füzelerle geri döndü. Saldırının ardından, yeni saldırıların olabileceği mesajlarının verilmesi, Esad’a yönelik çelişkili açıklamalar ABD’nin ilk hamlesinin ardından yeni bir denge oluşturmayı zorlayacak müdahaleleri sürdüreceğini gösteriyor. Bu yeni denge Rusya’nın belirleyiciliğinin kırılması ve geçiş dönemi öncesinde sınırlar belirlenirken ABD’nin hegemonya alanını genişletecek alan mücadelesi olarak görülebilir. Asıl sonuç ise, Astana ile ilerletilmeye çalışılan geçişin geçersizleştirilerek, ABD’nin en az Rusya kadar belirleyici olacağı bir geçiş dönemi planının kurulması için yeni bir sahanın açılması oldu. Trump İşaret Fişeği Attı, Bölge İttifakları El Kaldırdı ABD’nin silikleştiği koşullarda bölgede ittifaklar da belirli bir çözülme ya da taktik hamleler geliştirildi. Trump, füzeleriyle gönderdiği işaretle benimle olan el kaldırsın dedi. Sonucuna baktığımızda öncelikle Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail’in hizmete girmeye hazır olduklarını deklare ettiklerini gördük. ABD, böylece bölge ittifaklarını sıkılaştırarak Rusya-İran hattı karşısında kendi hattını çekmiş oldu. Uzun zamandır ABD ile çelişkili bir tutum içerisinde olan, içeride ABD karşıtlığını öne alan AKP iktidarı ise bu durumu bir fırsat olarak gördü. Obama’nın ardından kendisini ABD’ye yeniden kabul ettirmek için bir olanak arayan AKP iktidarı için bu füzeler bulunmaz nimet oldu. Bu aynı zamanda ABD’nin fetihçi ve mezhepçi politikalarını da canlandıran bir adım oldu.

ABD, Kürtler ve Suriye Dengesi PYD, Suriye iç savaşında dengeli bir politika izlemekle birlikte ABD ekseni içinde yer aldı. Rusya ve rejimle kurulan taktik ittifaklar dışında, YPG ABD ile askeri ittifak içerisinde hareket etti. Bu durum sonunda, özellikle AKP’nin basıncı karşısında Kürt hareketinin özerk alanlarını koruyabilmesine imkan verdi. Öte yandan, PYD Rusya ve rejimle de doğrudan karşı karşıya gelmeyecek ara yollar da bulabildi. Bu saldırı sonrasında Salih Müslim’in açıklaması, ABD’nin çizdiği ittifak hattının parçası olduğunun bir ifadesi olarak görülebilir. (Bu konuda, S.Müslim’ın açıklamasının doğru okunmadığı yönünde kimi eleştiriler de yazılıyor. Bu eleştirilerde S.Müslim’in olumlu buluyorum sözünün eksik çevrildiği, şu aşamada ‘olumlu olup olmayacağının söylenmesi için erken olduğuni’ söylediği ifade ediliyor. Düzeltme yapan da farklı bir şey söylememiş oluyor aslında. S.Müslim, bu saldırının ‘zorunlu bir adım olarak’ gündeme geldiğini ve ‘siyasi çözümün yolunu açabileceğini’ ifade ediyor. Fehim Işık’ın bu itirazının nedenini anlamak güç. PYD, ABD ile ittifakını zaten gizlemiyor. Durum böyleyken, PYD’yi ABD ile ilişki içerisinde göstermeye çalışan kötü niyetli yorumlar vb. türünden değerlendirmeler yapmanın anlaşılır bir yanı olmasa gerek.) Dengeler ve Çelişkiler İçinde Suriye Nereye Suriye’de belirli bir denge olmakla birlikte, bunun ne kadar kalıcı olacağı ve yeni hamlelerle ne yönde bozulacağını kestirmek güç. Yeni bir paylaşım savaşının sahası haline gelen Suriye artık fiilen bölünmüş ve parçalanmış durumda. Rusya’nın, ABD’nin, Almanya’nın ve pek çok ülkenin üslerle ve askerlerle konuşlandığı bir ülkenin geleceği de yok edildi. Esad rejimi, bu savaş karşısında toplumsal desteğini tümüyle kaybetmeyerek ve rejimin kurumsal anlamda çözülmesini engelleyerek –kuşkusuz Rusya ve İran’ın desteğiyle- ayakta kalabildi. Bu emperyalizmin yıkım politikalarını sekteye uğrattı. ABD, füzeleriyle aynı zamanda bozulan fiyakasını güç gösteriyle düzeltmeye de çalışıyor.


Yeni Rejim ve Yeni Neslin Prangası Ensarlaşan Eğitim aysun gezen Referanduma sayılı günler kala “Evet” için hiçbir geçerli, mantık sınırları çerçevesinde kalan bir gerekçe üretemeyen Saray ve iktidarı “evet diyoruz çünkü onlar hayır diyor” söyleminden öteye gidebilmiş değil. Kendi varlığını da söylemini de öteki üzerinden kurmaya çalışan Saray (kendisinden) farklı olan(lar)ı ilkin işaretleyerek kendi kolektifini homojen kılmaya ve homojen tutmaya çalışıyor. Sünni-İslam’a dayalı mezhepçi bir anlayışı egemen kılmak ve toplumu bu anlayış çerçevesinde yeniden kurmak üzere zor aygıtının yanı sıra bütün ideolojik aygıtları da seferber etmiş durumda. Özellikle Tayyip Erdoğan’ın her konuşmasında “yeni Türkiye” vurgusu yapması, içinde bulunduğumuz toplumsal ve siyasal yapıyı dekadans ile malul, kopuş sağlanması gereken bir yapı olarak işaret etmesi, istisnasız her alanda eskiye karşı yeniyi kurma çabası bugün geldiğimiz noktada özellikle en önemli ideolojik aygıtlardan olan eğitim alanında atılan adımları anlamak açısından da önem taşıyor.

çeşitli yasal düzenlemeler eliyle iktidara geldiği günden bu yana tedricen bir dönüşümün adımlarını atan AKP, darbe girişiminin ve bir şekilde bastırılmasının ardından koşar adım bu gündemi gerçekleştirmeye koyulmuştur.

Kuşkusuz AKP özelinde Saray’ın yeni olarak sunduğu çerçeve, tartışma götürmeyecek denli açık biçimde “yeni” değildir. Kapitalist düzenle, neoliberal politikalarla bağını sıkı sıkıya sürdüren, üretim biçimine ve üretim ilişkilerine dokunmayan aksine bu ilişkilerin devamından nemalanan bir iktidarın “yeni” olarak sunduğu şey, toplumun bu ilişkilerin yarattığı vahşi sömürüye, otoriterleşmeye, baskıya en ufak bir itiraz geliştiremeyecek şekilde yalnızca “yeniden” yapılandırılmasıdır. Milli Eğitim Şuraları, müfredat değişiklikleri, eğitimin ticarileştirilmesi, dinselleştirilmesi amacıyla yapılan

AKP’nin mezhepçi-faşist temelde kurmak istediği yeni toplum için en büyük tehlike “kendi aklını kullanma cesareti gösteren”, iradesini koşulsuz şartsız teslim etmeyen, soran, sorgulayan, eleştiren, onu temsil edenlerden hesap soran, kolektif bilince sahip bireylerdir. Bu “birey”i ortadan kaldırmak üzere ise AKP aydınlanmanın değerlerine, akıl ve bilime, eleştirel düşünceye dayanması gereken eğitimi yok etme seferberliği başlatmıştır. Kanun hükmünde kararnameler eliyle FETÖ ile hiçbir alakası olmayan aksine AKP için FETÖ henüz saygıdeğer Fethullah Gülen “efendimiz”

Aslında 1-6 Aralık 2014’te yapılan 19. Milli Eğitim Şurası, AKP’nin eğitim alanında yapmak istediği dönüşümün ve geçtiğimiz ay içerisinde gündeme gelen müfredat değişikliğinin habercisi niteliğindedir. Değerler eğitiminin okul öncesinden başlayarak verilmesi ve okul öncesi eğitimde din derslerinin zorunlu hale getirilmesine yönelik tavsiye kararı gibi müfredat değişikliğini önceleyen birçok karar bahsi geçen 19. Şurada alınmıştır. Darbe girişimi ertesinde ilan edilen OHAL ile birlikte AKP, bu değişiklikleri hızla yapma fırsatçılığını kaçırmamıştır. 15 Temmuz “şehitlerine” layık, öldürmekten, ölmekten çekinmeyen, dindar-kindar ve tabii ki itaatkar nesiller yetiştirmek için KHK sopası ve bir tür şartlandırma faaliyeti olarak eğitim devreye sokulmuştur.


iken bu yapılanma ve yarattığı tahribat ile mücadele eden eğitim ve bilim emekçilerinin yoğun bir şekilde tasfiye edilmesi söz konusu olmuştur. 4+4+4 ile eğitimin kesintili hale getirilmesi, çocukların evlilik, istismar, taciz, tecavüz gibi cinsel sömürüye maruz kalmalarının yanı sıra ucuz iş gücü olarak da sömürülmesinin önünü açan eğitim sistemi, cemaatlere ve tarikatlara terkedilen barınma meselesi, eğitimin kamusal niteliğinin yok edilmesi bize gösterdi ki AKP’nin kamu rejiminde neoliberal politikalar doğrultusunda yaratmak istediği dönüşüm ile oluşturmak istediği hakikat rejimi birbirine koşut ilerlemekte. Bilginin bir iktidar aracı olarak kullanılması, otorite sağlamak adına seferber edilmesi, tek merkezden üretilmesi ve her yerde buna uygun şartlandırmanın yaratılması için eğitim dizayn ediliyor. Çünkü muktedirler kendi varoluşlarını mümkün kılan maddi, siyasal ve ideolojik koşulları ve üretim ilişkilerini sürekli yeniden üretmek durumundadır. AKP de kendi ideolojisi doğrultusunda milliyetçi-muhafazakar, militarist, ataerkil, cinsiyetçi ve rekabetçi unsurlara dayalı bir anlayışı egemen kılmaya çalışıyor. Üniversitelere yönelik saldırılar, aydın ve entelektüellerin maruz kaldığı baskı, sürgün ve işten atmalar, kampüslere yönelik polis saldırıları ile dışarıdan taşınan gerici, faşist ve cihatçı çeteler eliyle ilerici birikime ve evrensel değerlere sahip çıkan üniversite gençliğine yönelik saldırılar da bu dönüşümü sağlamak için atılan adımlardan ayrı düşünülemez. Nitekim en son Ocak ayı ortasında taslak olarak açıklanan ve askıya çıkan müfredat değişikliği ile çok geçmeden itaat kültürü ile yetişmiş, cihatçı kafa yapısına sahip, vur deyince vuran bir nesilin üniversitelerde yaygın biçimde yer alması olası. Dindar-Kindar-İtaatkar Nesil İçin “Yeni” Bir Müfredat Ocak ortasında açıklanan taslağın oluşturulma şekliyle işe başlamak gerekiyor. Toplumun tamamını ilgilendiren, eğitim felsefesini kökten dönüştüren böyle bir değişikliğin program geliştirme alanından bilim insanlarının, pedagogların, eğitim sendikalarının, velilerin görüşleri alınarak kolektif bir yöntemle yapılması gerekiyorken değişikliğin gerekçesi dahi belirtilmeden, bir oldu bittiyle taslak oluşturulmuştur. Üstelik yapılacak değişikliğin yaratacağı sonuçları görmek açısından bir pilot uygulayama gerek dahi duyulmamış, herhangi bir bilimsel inceleme, eski programla karşılaştırma yapılmamıştır. Değişikliğin hangi ihtiyaca binaen yapıldığı belirtilmemiştir. Yaklaşık 20 günlük bir askı süresi belirlenmiş, bu süre içerisinde internet üzerinden görüş alınmıştır. 20 Şubat ise yeni müfredata uygun kitap yazımının başlayacağı süre olarak ilan edilmiştir. Askı süresinin bu kadar kısa tutulması, görüşlerin değerlendirilmesi için yeterli zaman tanınmaksızın kitap yazımına başlanacak olması açıkça göstermektedir ki görüş istenmesi sadece belirli

şekil şartlarının yerine getirildiğinin ileri sürülebilmesi için bir taktiktir. 2002’den beri birçok kez müfredat değişikliğine giden, sınav sistemi değiştiren, çocuklarımızın hayatlarını ve geleceğini yap boz tahtasına çeviren AKP iktidarı projelendirdiği nesilleri yetiştirmek adına çocuklarımızın hayatlarını çalmaktadır. Yaşamın dinci-gerici biçimde yeniden örgütlenmesi amacıyla düşünmeyen, sorgulamayan, kendilerine sunulan her bilgiyi biricik doğru kabul eden, tam itaat gösteren kuşaklar yetiştirmek hedefiyle çocuklarımız “projelendiriliyor”. Müfredat değişikliğinden önce bu hedefi gerçekleştirmek adına aydınlanma değerlerine sahip çıkan, muhalif kimliği ile bilinen belirli okulların bu etkisini kırmak için uygulamaya konulan proje okulları gerek AKP’nin niyetini açıkça ortaya koymak bakımından gerekse de saldırının boyutlarını göstermesi bakımından kritik bir dönemeçti. Proje kelime anlamıyla gelecek ile ilgili bir tasarımdır. Bu tasarımı AKP’li bir bakan şöyle aktarıyor: “15 Temmuz olduğunda, vatan senden hizmet bekliyor dendiğinde sağına soluna bakmadan sokağa bayrakla çıkabilecek yeni bir nesil yetiştirmek istiyoruz.” Sosyal medya üzerinden yapılan silahlanma çağrıları ile birlikte düşünecek ve 15 Temmuz gecesi yaşanan şiddet ortamını göz önüne alacak olursak eldekinin bayrak olmayacağı çok açıktır. Öldürmeye ve ölmeye övgü, faşist ideolojinin temelinde de yer alan fedakarlık, kahramanlık, ölüme koşma, kendini feda gibi ilkelerle adeta hipnotize edilmiş, yeni Türkiye’nin Führer’i Erdoğan için can alacak, canını verecek neferler yetiştirme projesidir söz konusu olan. Nitekim 15 Temmuz darbe girişimi hemen “15 Temmuz 2016 Türkiye’yi Darbeyle İşgal Teşebbüsü” adıyla bir kitapçık haline getirilerek her sınıfta okutulmaya başlanmıştır. Broşür, Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin yerine geçecek bir sesleniş ile başlamaktadır. Oldukça ajitatif bir dille yazılan broşür, 15 Temmuz akşamı yaşanan yıkım ve ölümlere odaklanıyor ve şiddet imgeleriyle bezeli. Çocuklarımız bu imgelere maruz kalarak, nefret etmeyi, farklı olanı düşmanlaştırmayı öğrenerek “ıslah” edilmeye çalışılıyor. Cumhuriyetin kazanımlarını ve cumhuriyet tarihi için önemli olan ritüelleri, sembolleri 15 Temmuz ile değiştirme amacını açıkça gözlemlemek mümkün. 15 Temmuz, Tayyip Erdoğan führer’liğinde yeni Türkiye’nin kurtuluş savaşı olarak kodlanıyor. Rejim değişikliğine yönelik adımlar olarak da değerlendirilebilecek bu değişiklikler müfredata Atatürk’ün hayatını, erken cumhuriyet dönemini, İsmet İnönü’nün hayatını konu edinen derslerin bir kısmının kaldırılması, bir kısmının saatinin oldukça azaltılması ve sınıflara yayılması şeklinde yansıyor. İmamhatipleştirilen Okullar, “Öğretmenleştirilen” İmamlar Eğitimde dinselleştirme, özellikle 2005 yılından beri


tüm düzeylerde ders içeriklerine yapılan müdahale ve kesintili eğitime geçilmesiyle hız kazanmış durumda. Birçok okulda karma eğitimi ortadan kaldıran fiili uygulamalar çoktan vücut buldu ve resmi düzenleme yapılması için dinci, iktidar yanlısı sendikalar ve dini vakıflar tarafından çeşitli girişimler mevcut. Her okul içerik ve müfredat bakımından imam hatip gibi yapılandırılırken, birçok okul binası da fiilen İmam Hatipe dönüştürülüyor. Yeni müfredatla 9’u zorunlu 33 din dersi getiriliyor. Ortaöğretim seçmeli temel dini bilgiler (islam 1-2) için tanımlanan kazandırılacak değerler arasında “dini ve milli değerlerin yaşatılmasına yönelik bir dünya görüşüne sahip olma” ifadesi yer alıyor ve burada AKP’nin kendi ideolojisi doğrultusunda toplumu şekillendirme çabası açık ve görünür durumda. Din milli kültürü oluşturan unsurların başında sayılıyor, dini ve ahlaki değerleri benimseme hedef olarak konuluyor. Yine bu kapsamda Christmas, Helloween gibi başka dinlere ait kutsal gün ve bayramlar artık müfredatta yer almayacak. Gerekçe ise farklı kültürlerin ritüellerinin yerli ve milli kültürde yozlaşmaya yol açacak olması. Çocuklarımızın farklı olana nefret ve düşmanlıkla büyümesi demek olan bu uygulama karşısında bir arada yaşamın imkan koşullarını öğreten, farklılıkları kendi değerleri ile görmeyi ve saygı duymayı derslerinde işleyen öğretmenler şüphe yaratarak öğrencileri dinden soğutmak gerekçesiyle soruşturmalara maruz kalıyorlar. Öğretmenlerin giderek imamlara dönüştürülmesi çabasına bir de imamların, öğretmen olmadığı durumlarda öğretmenlik yapmalarının yolunun açılması ekleniyor. Okullara mescit açma zorunluluğu getirilirken, henüz soyut düşünme becerisi gelişmemiş yaştaki çocuklar namaz etkinliklerine götürülüyor, cami gezileri düzenleniyor, imza karşılığı namaz kılıp kılmadıklarının kontrolü gibi skandal uygulamalara imza atılıyor. Dini vakıf ve cemaatlerin barınma, ders kitaplarının basımı, dağıtımı gibi konularda giderek başat aktör haline gelmesi, dinci, gerici anlayışın sözcülerinin okullarda ders verebilmesinin ya da yayınlarının dağıtılmasının önünün açılması söz konusu. Örneğin İstanbul valiliği Şuurlu Öğretmenler Derneği adı altında cihatçı fikirleri yaymayı, davayı tanıtmayı, İslamsız hayat tahayyülüne sahip olanları yok edecek neferler yaratmayı görev edinen bir derneğe faaliyet izni verebiliyor. Tamamen dini değer yargıları ve normlar üzerinden belirlenen ve işleyen değerler eğitimi ile bakanlık belirli ahlaki ve dinsel normları tartışılmaksızın hakim kılmak ve dikte etmek amacında. Bilim ve bilimsel düşünce anahtar bir beceri olarak tanımlanmazken değerler eğitimi adı altında dini eğitim anahtar beceri olarak ele alınmış, diğer bütün beceri ve yeterliliklerin temeline

yerleştirilmiş durumda. Bu anlayışın bir uzantısı olarak evrim teorisi müfredattan çıkarıldı. İnsanın başkalaşım geçiren, değişen, dönüşen bir varlık olarak ele alınmasının önüne geçilmesi, yerine akıllı tasarımın, yaratılışın konması değişim ve dönüşümü dışta bırakan, bunlara karşı tepki gelişmesine yol açan, kaderci ve itaatkar zihniyetin hakim kılınmasında önemli bir unsurdur. Aynı zamanda insanı diğer türlerden daha üstün gören, türler arasında bir hiyerarşi tesis ederek en tepeye insanı koyan, diğer bütün canlıları ve doğayı insanın emrine amade kılan, bu anlayış doğrultusunda doğaya el atında duran, meta olarak yaklaşan bir zihniyeti de beraberinde getirmektedir. Burada söz konusu olan, AKP’nin Türk-İslam sentezi çerçevesinde kurmak istediği toplumun ahlak normlarını oluşturarak bunların çocuklar tarafından çok erken yaşlarda içselleştirilmesini sağlayarak dindar-kindar-itaatkar nesiller projesinin hayata geçirilmesidir. Türk Dili ve Edebiyatı dersi içerisinde dahi yer bulan ve bütün derslere yedirilen değerler eğitimi kapsamında inanç ve ibadet “değeri” altında dua, din sevgisi işlenecek konular arasında sayılmaktadır, öğretilecek değerler ise iktisat, kanaat ve şükür olarak belirlenmiştir. Soma’da katledilen 301 madencinin yakınlarına tevekkül için, isyan etmemeleri, haklarını aramamaları için mollaların gönderildiği düşünüldüğünde şükürün, kanaatkarlığın, neoliberal politikaların pürüz çıkmadan uygulanabilmesi ve otoriter, baskıcı bir rejimin itirazsız kabul görmesi için gerekli siyasal yapının oluşturulması açısından oynadığı kritik rol apaçık ortadadır. Ticarileşen Eğitim: Müşteri AKP’nin Velinimetidir Müfredatla belirlenen hedefler arasında “işverenlerin beklentileriyle uyumlu olmalıdır” ibaresi yer almaktadır. Müfredat taslağı boyunca girişimciliğin ve rekabetin temel değerler olarak benimsetilmesi hedefine rastlamak mümkündür. Dindar ve girişimci birey yaratmayı temel alan anlayış, çocukları iş için akranlarıyla rekabete hazırlama işlevi görmektedir. Işbirliğini, sosyalleşmeyi, barışı, dayanışmayı güçlendirmek yerine piyasacı rekabet doğrultusunda savaş, dışlama, “rakibi” aşağılama gibi bir takım “değerleri” benimsetecek bir anlayış hakim kılınmak istenmektedir. Teknik lise – sanayi işbirliği, üniversite sanayi iş birliği gibi sıklıkla tekrarlanan ve AKP döneminde “meslek lisesi, memleket meselesi” şiarıyla somutlaştırılan söylem burada kendini piyasanın ihtiyaç duyduğu ucuz iş gücünün çocuk yaştaki “işçilerden” karşılamak amacıyla yapılmış bir düzenleme olarak göstermektedir. Mesleği erkenden öğrenen, kalifiye ve fakat ucuz emek arzının piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda sağlanması amaçlanmaktadır. Son yapılan düzenleme ile meslek liselerinden, teknik liselerden sınavsız üniversiteye geçiş hakkı kaldırılmıştır. Üniversite sınavlarında dezavantajlı konumu daha da ağırlaştıran bu uygulama ile mezunla-


rın ara eleman ve ucuz iş gücü olarak piyasa koşullarına terk edilmesi söz konusu olacaktır. Ticarileşmenin bir diğer boyutu da okulların özelleştirilmesi, eğitimin satın alınan bir hizmete dönüştürülmesidir. AKP’li bakanlar ve bürokratlar tarafından birçok kez eğitimin çok kârlı bir yatırım aracı ve gelir kaynağı olduğu vurgulanmış, bu doğrultuda veliler ve öğrenciler müşteri kılınmış, nitelikli eğitim zenginlerin alabileceği bir hizmet haline getirilmiştir. Bunun yanı sıra eğitimde yaşanan gericileşmenin de etkisiyle çocuğunun laik, bilimsel ve nitelikli bir eğitim almasını isteyen ailelerin özel okullara kaçışı çok büyük oranda artmış; üst sınıftan olmayanlar için borçlanmayı teşvik etmiş, bu yola başvuran aileleri de sisteme göbekten bağlı duruma getirmiştir. Bu tabloya ek olarak devlet okulları da sadece ailelerden alınan katkı payları ile dönmeye başlamıştır, eğitime yeterli bütçe ayrılmamaktadır. Özel okullara kaçış, dar gelirli ve yoksul ailelerinin çocuklarının dogmatik, dinci, niteliksiz eğitime mecbur kalması anlamına da geliyor; gelir dağılımındaki adaletsizlikler düşünüldüğünde toplumun çok büyük bir kısmı biat kültürü altında şekillendiriliyor. Müfredat Ne Söylemiyor? Müfredatın içerdikleri kadar dışarıda bıraktıkları da AKP’nin kurmak istediği “yeni” Türkiye’ye yönelik önemli veriler sağlıyor. Ders kitaplarında muhalif denebilecek en ufak bir örnekle karşılaşmak mümkün değil. Mevcut üretim ilişkileri, neoliberal politikalar, insan ve doğa açısından yarattıkları yıkımlar, ekonomik ve sosyal eşitsizlikler, kentsel dönüşümün piyasacı, güvenlikçi, saflaştırma-arındırma politikaları, bölgesel çatışmalar, işsizlik, farklı dil, inanç, cinsel yönelim gibi konularda örneklere rastlamak neredeyse imkansız. Her ne kadar hedefler ve değerler konusunda demokrasi, çoğulculuk, çok kültürlülük, insan hakları gibi kavramlar bol keseden kullanılsa da yerlilik, millilik ve Sünni-İslam’a göre yapılandırılmıştır. AKP tek vatan-tek bayrak-tek millet söylemini istediği tek tip insanı yaratmak, bu tipe uymayan her türlü farklılığı, farklı kültür ve kimliği ortadan kaldırmak üzere seferber etmektedir. Nazi Almanyası tarihi ile ilgilenenler Hitler’in saf Alman ırkı yaratmak amacıyla bu ilkeyi sıklıkla propaganda aracı olarak kullandığını ve bu anlayışın yol açtığı soykırımı, kitlesel katliamları hatırlayacaktır. Birbiriyle bağdaşması zor olan değerlerin söylemsel olarak bir arada kullanılmasının en önemli örneklerinden biri İnsan Hakları, Demokrasi ve Yurttaşlık kitabıdır. İnsan haklarının evrensel değerleri yerine, güçlü olmanın hak sahibi olmak için asıl kriter olduğunu anlatan bir masal ile konular başlamaktadır. Masal sonrasında konu anlatımı yapılmadan bir takım sorular sorulmuş-

tur. Bu sorular genellikle masaldaki anlatımı pekiştirecek tarzda şekillendirilmiştir; çocukların türler arasında bir hiyerarşi kurmasına, bu doğrultuda özellikle hayvanları hakları olan canlılar olarak görmemelerine ve kendileri dışındaki canlılara her şeyin yapılabilir olduğunu düşünmelerine neden olacak tabirler oldukça fazladır. Yine kitap boyunca aktarılan bütün masallar padişahlığı, zenginliği-fakirliği verili kabul edebilecek şartlandırmaya neden olmakta, fakirler bu fakirliği “Allah vergisi” kabul ederek şükretmekte, tek adam yönetimi için masallar temel teşkil etmekte, çocuklar norm(al) olanın bu olduğunu düşünecek şekilde “ıslah” edilmektedir. Iletişimde nezaket ifadeleri veya gündelik hitap olarak genellikle “selamın aleykum”, “Allahaısmarladık” gibi dini tabirler kullanılmaktadır. Seküler bir yaşamın izlerinin silinmesi, müfredatın laiklik ilkesine aykırı bir şekilde düzenlenmesi söz konusudur. Sonuç Yerine: HAYIR! Cinsiyetçi, kız çocuklarını eğitim sürecinin dışında bırakan, çocuk yaşta evlenmeyi olanaklı kılan ve bunu özendiren, kadın düşmanı söylemler ve cezasızlıkla her türlü istismarın, tacizin, tecavüzün önünü açan, kadını eve ve annelik rolüne hapsederek kamusal alandan çekilmeye zorlayan bir zihniyetle oluşturulmuş bir müfredat ve eğitim sistemi ile karşı karşıyayız. Piyasacı, ticarileşmiş ve ensarlaşan eğitim temelde referandumda oylanacak olan anayasa taslağı ve başkanlık sistemine uygun bir “halk yaratma” çabası olarak da okunmalıdır. AKP iktidarı, rasyonalist, aydınlanmacı değerlere, bilime, laikliğe, seküler yaşama karşı dinci, gerici temelde kurulmuş, dinsel dogmalara dayalı, sorgulamayan, tam itaat gösteren neferler yetiştirmeyi temel alan, kendi varoluşlarıyla birlikte neoliberal politikaları, kapitalist üretim ilişkilerini sürekli yeniden üretecek bir rejimi hakim kılma amacı güden bir eğitim sistemi öngörmektedir. Somut durum önümüze oldukça karanlık bir tablo koyuyor. Fakat müfredatın söylemedikleri bize mücadele edeceğimiz zemini de işaret ediyor. Nitelikli, bilimsel, laik ve kamusal eğitim mücadelesi aynı zamanda eşit yurttaşlık mücadelesidir; ayrımcılığa karşı mücadeledir; piyasalaşmış, eşitsizliği ve adaletsizliği derinleştiren üretim ilişkilerini yeniden üreten, rekabetçi anlayışa dayalı eğitime ve topluma karşı kolektif bilinci, dayanışmayı, paylaşmayı, barışı, kardeşliği, bir arada yaşamı örme mücadelesidir. Kapitalizme mecbur olduğumuz, başka bir yaşamın mümkün olmadığı ezberini yıkan Gezi, bizim kutup yıldızımız. Çocuklarımızın sağlıklı, mutlu, kendine yeten, kendi aklını kullanma cesaretine sahip, merakını hep taze tutan, soran, sorgulayan bireyler olarak yetişmesi için bu dogmatik sisteme ve müfredata karşı çıkarak işe başlayalım.


koş arkadaş

güzel günler yakında...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.