IDEA A R A L I K 2 0 1 2 S AY I : 6
AYLIK KÜLTÜR & SANAT MECMUASI
ESRA BAKIR I STREET’S OPERA YOLCULUK / VOYAGE
I HAYALİ GERÇEKLER
I HAYAT ÇIKMAZI
I LORESİMA
I DÜŞ
I YOL ŞARKILARI
ÇAĞRI ı AUDIO KOMBAT ı HOCA ALİ RIZA ı VİZYON TAKVİMİ NUMARA YAPMA ZAHMETİNE GİRMEYEN
I
ÖZGÜRLÜK YOLU
I KOŞU
I
I ACİL SERVİS MÜREKKEBİ KAN 1
4
Fotoğraf - Ayın konusu, YOLCULUK (VOYAGE)
26
Fotoğraf - Portfolyo, STREET’S OPERA
36
Sinema - VİZYON TAKVİMİ
38
Müzik Kliniği - YOL ŞARKILARI
42
Müzik - ACİL SERVİS
44
Müzik - Röportaj; AUDIO KOMBAT
50
Resim - Illustrasyon, ESRA BAKIR
58
Resim - Biyografi, HOCA ALİ RIZA
66
Televizyon - Akıllı Kumanda, GEÇMİŞE YOLCULUK
70
Edebiyat - Mavi Tilki, LORESİMA
72
Edebiyat - Şiir, HAYAT ÇIKMAZI
74
Edebiyat - Sıkı-Yorum, KOŞU
76
Edebiyat - Hayali Gerçekler, ÇAĞRI
78
Edebiyat - Ecinni Labirenti; NUMARA YAPMA ZAHMETİNE GİRMEYEN
80
Edebiyat - Pas, Kan Ve Cürüm; DÜŞ
84
Edebiyat - Defter Sefası; ÖZGÜRLÜK YOLU
86
Edebiyat - Sokak Lambası; MÜREKKEBİ KAN
Kapak Fotoğrafı : Boy carrying a wine bottle (Rue Mouffetard, Paris, 1954) ©Henri-cartier Bresson
2
Yayınlanan içerikten yazarları mesuldür.Herhangi bir yazının izinsiz tamamen kopyalanması durumunda hukuki işlem yapılacaktır. İçeriğe link verilerek bir paragrafı aşmayacak şekilde ve yazarın adı bildirilerek alıntı yapılabilir.
EDİTÖR’DEN
Merhaba; Bu yılın son sayısında yine rengarenk, dopdolu bir içerik ile karşınızdayız. Bu ayki konumuz sizlerden gelen mailler ve yazarlarımızın ortak fikri ile “Yolculuk” oldu. Yolculuk olması aslında verimli bir sayı çıkarabilmemize de sebebiyet verdi. Sevgili dostum Mesut enfes bir “Yolculuk Şarkıları” bölümünü iyiki kaleme almış , tasarımları yapmaya başdığımda her saniye derginin içersine rahatlıkla girebildim. Sizen öncelikli tavsiyem bu playlist çalarken dergiyi okumanız. Yolculuk denildiğinde aklıma hep Haydarpaşa’dan kalkan trenim gelir. Eskişehir’de okuyanların çoğunun kullandığı bir ulaşım aracı olmasından ötürü, çok fazla insan ile tanışır ve sohpet etme fırsatı yakalarsınız. Hele o eski tren restorantları. Uzun yolculuklar için vazgeçilmezdir. Keyifli sohpetin yanındaki mezeler eşliğinde tıngır mıngır yol alır treniniz. Yeni nesil için geç kalınmış bir tavsiye olsa da, hikayeler hep anacaktır Haydarpaşa’yı. Görüşlerinizi bizlerle paylaşabileceğiniz adresimiz; ideartmagazine@gmail. com Bir sonraki sayıda görüşmek üzere...
3
FOTOĞRAF
AYIN KONUSU
caspell.deviantart.com
4
5
haania.deviantart.com
6
karmasadakiparanoyak.deviantart.com
7
dorukkirezci.deviantart.com
8
batwing.deviantart.com
9
ange-l-ove.deviantart.com
10
Voyage_by_lady_amarillis
11
ozlemilgezdi.deviantart.com
12
13
thevitruvianlady.deviantart.com
14
vic-mon.deviantart.com
15
vessica.deviantart.com
16
pieceesnp.deviantart.com
17
le-photographer.deviantart.com
18
streetsopera.deviantart.com
19
kenanturkmen.deviantart.com
20
21
feline-feline.deviantart.com
22
23
lady-amarillis.deviantart.com
24
25
FOTOĞRAF
PORTFOLYO
STREET’S OPERA
26
EŞİTLİK GİRDABI
Göç ile gelmişlerdi doğudan,şehirin o aldatıcı ışığı arasında yaşamlarını idame etmeye çalışıyolardı.Bunca zorluk arasında çocuklar sokağa atılmış ,aileler ise asgari geçim düzeyinin peşindeydiler. Hayat girdabına dahil olmuşlardı daha bu küçük yaşlarında.Herkesin eşit yaratıldıgı düşüncesini inkar edercesine el sallayarak veda ettiler... 27
KUŞLARIM VE BEN “Akıl yaşım geldiğinden beri kuşlarla uğraşırım”der ve dalar gider uzaklara.Bakışları geçmişten bir parça anı kopararak yeşerir ve topmurcuklanır...Benim hayatım böyle der kuşlar ve ben ...
28
Çamur kokulu çocuklar vardı eski dönemlerde.Koşup terleyip soguk su içen,geceleri yatmadan anne öpücüğüyle uyuyan çocuklar...Şimdilerde çamurun kokusundan mahrum olmasakta, özlenilen bir manzaradır çamur kokulu çocuklar...
ÇAMUR KOKULU ÇOCUKLAR
29
Akşamın hüznü sarmıştı aile bireylerini.Evlerden yemek kokuları yükseliyor,işlerinden gelecek beyleri için o sımsıcak gülümsemelerini biriktiriyorlardı...
30
GÜN SONU
31
ÇİNGENE’NİN BAŞKALDIRISI
Zamandan kendilerini soyutlamışlardı, sanallıklar içersinde yüzen günümüz dünyasına bir meydan okumaydı onlarınki.Okuma yazmaları yoktu ama kocaman yürekleri vardı...Herkesten çok daha samimi çok daha güleçtiler...
32
Biri iki yaşında bir diğeri 4 aylık iki kardeş. Sımsıkı sarılıyordu o,minik kardeşine belli ki biraz tedirgin olmuştu yabancılardan.Soğukta işlemiyordu o minik bedenlerine.Sahiplenmenin bu denli samimi ve sıcak şeklini göstermişlerdi bizlere...
MİNİK ÇİNGENELER 33
BETONLAŞAN DÜNYA
34
Modernizmin getirdiği şehire göç kavramı ile birlikte ,betonlaşmaya başlayan yaşam alanları arasına sıkışmış, bir tutam doğadadır aradıgımız huzur.Belkide doğaya verdiğimiz zarara tepki olarak doğan pişmanlıktır...
35
VİZYON TAKVİMİ
TEPENİN ARDI
Vizyon Tarihi : 14 Aralık 2012 (1s 34dk) Yönetmen: Emin Alper Oyuncular: Tamer Levent, Reha Özcan, Mehmet Özgür... Tür : Dram Ülke : Yunanistan, Türkiye Nusret biri uysal diğeri deli fişek iki oğlunu alıp dedele-
SİNEMA
rinin çiftliğine hava değişikliği olsun diye götürür. Zafer askerlik sonrası yaşadığı bunalımla ne kadar içine kapanıksa, kardeşi bir o kadar laf dinlemez, haşarı bir delikanlıdır. Dede Faik ise kendi çiftliğinin çevresinde gezinen keçi sürüleriyle ve özellikle onların sahibi olan çobanlardan şikayetçidir. Çevresinde ne olup biterse onlardan bilmektedir. Nereden geldiği belli olmayan bir silah patlaması ve sonrasında yaşananlar çiftliktekilerin huzurunu büsbütün bozacaktır. Bir Western filmini andıran atmosferi ve mekan kullanımıyla gerilim dolu bir aile trajedisini anlatan film, sorunlarıyla yüzleşmek yerine bir düşman ve günah keçisi yaratan egemen erkek kültürünü mercek altına alıyor. Yönetmen Emin Alper’in ilk uzun metrajlı işi olan filmin yapımcılığını ise Enis Kostepen ile genç yaşta hayat veda eden Seyfi Teoman üstlenmişti.
F TİPİ FİLM Vizyon Tarihi : 21 Aralık 2012 Yönetmen: Ezel Akay, Barış Pirhasan, Sırrı Süreyya Önder Oyuncular: Tansu Biçer, Serkan Keskin... Tür : Dram, Dram Ülke : Belirsiz
Duruşu ve dinamikleriyle sadece müzik tarihi değil, siyasi tarihimizde de kendine önemli bir yer edinen Grup Yorum tarafından geliştirilen bu proje, binlerce kişinin kurban olduğu bir drama odaklanıyor. F tipi hapishanelerin kapalı kapılarının ardında yaşananları beyaz perdeye aktaran film 10 farklı yönetmenin imzasını taşıyor. Ezel Akay, Barış Pirhasan, Sırrı Süreyya Önder, Reis Çelik, Hüseyin Karabey, İlksen Başarır, Aydın Bulut, Vedat Özdemir, Mehmet İlker Altınay ve Grup Yorum’un yer aldığı projede her yönetmen kendi senaryosunu yazıp 10 dakikalık bir kısa filmle beyazperdeye aktarıyor.
36
AMOUR - AŞK Vizyon Tarihi : 28 Aralık 2012 (2s. 6dk) Yönetmen: Michael Haneke Oyuncular: Jean-Louis Trintignant, Emanuelle Riva, Isabelle Huppert... Tür : Dram Ülke : Fransa, Almanya, Avusturya 80’lerinde emekli ve eğitimli iki müzik öğretmeni olan
Georges ve Anne’ın ,kendileri gibi müsizyen olan fakat uzakta yaşayan bir kızları vardır. Bir gün Anne bir kriz geçirir ve felç olur. Çift kadının felç geçirmesinin ardından bu durumla başa çıkmaya çalışmaktadır. Şimdi onca yıla yayılmış olan evlilikleri yeniden bağlılık testinden geçmektedir. Usta yönetmen Michael Haneke’nin son filmi olan yapım 2012 Cannes Film Festivali’nden büyük ödülle dönmüştü.
ANNA KARENINA
Vizyon Tarihi : 28 Aralık 2012 (2s 10dk) Yönetmen: Joe Wright Oyuncular: Keira Knighthley, Jude Law, Aaron Taylor-Johnson... Tür : Dram Ülke : İngiltere
1874 yılında genç ve güzel Anna Karenin yaptığı evlilikle St. Petersburg’un yüksek sosyetesi içerisinde çok iyi bir konuma sahiptir. Kocası Karenin Rus siyasetinin de önemli isimlerindendir. Bir gün erkek kardeşi Oblonsky’den eşi Dolly ile arasını düzeltmesini isteyen ve onu Moskova’ya çağran bir mektup alır. Bu yolculuk esnasında tanıştığı Kontes Vronsky’nin garda kendilerini karşılayan oğlu, genç subay Vronsky ile aralarında bir kıvılcım çakar. Moskova’da karışık aşk üçgenleri arasında düzenlenen büyük bir dans balosunda herkesin bakışları Vronsky ve Anna’nın üzerinde toplanır. Anna, karşı koyamadığı bir aşka doğru sürüklenirken, Vronsky’den kaçıp St. Petersburg’a ve aile yaşantısına dönmesi, ne hakkında çıkan dedikoduları engelleyebilir ne de yüreğinde duyduğu aşkı. Bu arada eşi Karenin, Anna’yı uyarır; halkın gözünde bir skandala yol açmıştır. Ama aşkın seçen kadına karşı Rus halkının iki yüzlülüğü de bu şekilde ortaya çıkacaktır... Yönetmenliğini Joe Wright’ın üstlendiği filmi Tolstoy’un ölümsüz romanından bu kez uyarlayan isimse Oscar ödüllü Tom Stoppard. Yönetmen Wright Kefaret ve Aşk ve Gurur’dan sonra bu filmde de yeniden Keira Knightley’i başrole taşıyor. Güzel yıldıza filmde Jude Law ve Aaron Johnson eşlik ediyor.
37
MÜZİK KLİNİĞİ Mesut ÇİFTÇİ
YOL
MÜZİK
ŞARKILARI
M
38
erhaba sevgili IDEA Magazine okurları ve Müzik Kliniği takipçileri. Yılın son ayında, dergimizin de 6. sayısında yine sizlerle buluşuyoruz. Sizin oralarda hava nasıl bilmiyorum ama bizim buralar buzhane! Lise yıllarımda Blue Jean dergisinde kış yıllarında içimizi ısıtacak sımsıcak sololar diye bir yazı okumuştum. Hatta In Flames’in December Flower’ı da liste başıydı. Bu kış nedense December Flower bile ısıtmıyor içimi, o kadar soğuk üflüyor rüzgar köşe başlarından. Geçtiğimiz ay önceki aylarda olduğu gibi yine yoğun bir aydı. Özellikle 12 Kasım’da 222 Park Retro Hall’de gerçekleştirdiğimiz Eskirock Metal Fest. Vol 5 konseri, Eskişehir’de bir hayli ses getiren bir konser oldu. Konserde sahne alan Heretic Soul, UÇK Grind, Carnophage, Episode 13 ve Lamb Of God Tribute grupları Eskişehirli ve diğer şehirlerden gelen metal
“Uzun Bir Yol Göründü Bize” müzikseverlere harika bir müzik ziyafeti sundular. Geçen ay yazımızda orijinalliği şüphe uyandıran şarkılardan bahsetmiştik hatırlayacaksınız. Sizlerden de bildiğiniz bu tip kopya/benzer şarkılar varsa bana ulaşmanızı rica etmiştim. Müzik Kliniği’nin sıkı takipçisi olduğunu bildiğim dostum Alper Uğurluoğlu şöyle bir mesaj yollamış: “Selamlar. Kasım ayı yazınızı yine ilgiyle okudum. Benim de zamanında böyle tespitlerim olmuştu. Özellikle Greenday grubunun sizin tabirinizle bu tip “esinlenmelerden” fazlasıyla yararlandığını fark etmiştim. Greenday’in Warning parçası The Kinks’in
Picture Book isimli şarkısından doğrudan çalıntıdır. Bir de American Idiot parçasını da Young Nam isimli bir adamdan çaldıklarını okumuştum.” Bu ay ki tema çok eğlenceli. Eğlenceli çünkü okuyan herkesin muhakkak dâhil olduğu bir tema seçtik bu ay. Çarş temasıyla bir müzik yazısı yazmak kendimi fazlasıyla mutlu ve huzurlu hissetmemi sağlıyor. Bu mutluluk elbette ki “yolculuk şarkılarının” bir eseridir. Evet, bu ay en güzel yolculuk şarkılarından bahsedeceğiz Müzik Kliniği’nde. Bir yol şarkısı nasıl olmamalıdır (olmalıdır değil, olmamalıdır), en iyi yol şarkılarının ortak bir özelliği var mıdır bunları tartışacağız.
Uzun yolculukların vazgeçilmezidir müzik. Özellikle yalnız olarak seyahat ediyorsanız zihninizin içinde kendi sesinizin haricinde, bir ses duymak kat ettiğiniz yolu size daha çekilir kılacaktır. Bu tamamıyla psikolojik bir durumdur. Evde yalnız kaldığınızda korkuyorsanız ve televizyona biraz daha ses veriyorsanız ya da sesi açıp uyumaya çalışıyorsanız bu dediğimi çok daha iyi anlayacaksınız. Zira müziğin bıraktığı etki fiziksel olmasının yanında esasen psikolojiktir. Notaların ardındaki o gerçek sizi cesaretlendirir, melodiyle duyduğunuz sözler o anda bulunduğunuz ortama veya duruma daha kolay uyum sağlamanızı sağlar. İşte bu sebepten dolayı yolculuk şarkıları için de seyahate daha kolay uyum sağlamamızı sağlayan şarkılardır demek doğru olacaktır. İyi bir yolculuk şarkısı nasıl olmalıdır, diye sorulan bir soru bana göre fazlasıyla saçma bir sorudur. İnsanlar benzer psikolojilere sahip olabilirler ancak tamamen ortak oldukları noktalar gerçekte çok azdır. Bu noktadan hareketle, müzik gibi öznel bir kavramı belki tarzlar içerisinde sıkıştırabiliriz ancak ortaya çıkıp da “yolculuk şarkıları şu şekilde olmalıdır” şeklinde bir kısıtlama yapamayız. Aynı müziği birbirine çok yakın, benzer psikolojilere sahip iki kişiden birisi “çekilmez” bulabilirken diğeri için büyük bir “çekicilik” söz konusu olabilir. Üstelik bu örnek hemen hepimizin her gün tecrübe ettiği bir örnektir. Dolayısı ile bu yazıda iyi yol şarkılarının özelliklerinden bahsetmeyeceğim. Belki biraz benzerliklerine değineceğim. Ancak bir yol şarkısının nasıl olmaması gerektiği konusunda tavsiye vereceğim. Bu tavsiyelerimi de teknik gerekçelere dayandıracağım. Se-
yahatinize sürücü olarak değil yolcu olarak devam ediyorsanız bu tavsiyelerime kulak asmak zorunda değilsiniz. Yukarıda geçtiği üzere çıktığınız seyahatte yolcu iseniz ve bulunduğunuz sistemin idaresine bir katkınız yok ise istediğiniz şeyi dinleyebilirsiniz. Dikkat etmeniz gereken tek şey dinlediklerinizi sadece sizin duymanız, diğer bir deyişle sürücüyü rahatsız etmemenizdir. “Uçarı” bir müziksever olmaya çalışmak felaketiniz olabilir. Sürücü iseniz ve sık sık yolculuk ediyorsanız benim tavsiyem zihninizi en az meşgul
edecek şarkılar seçmenizdir. İstediğiniz tarzda seçebilirsiniz. Seyahat ederken Black Metal de dinleyebilirsiniz, Şükriye Tutkun da! Yeter ki zihniniz çalan parçaya odaklanmasın. Peki, bunu nasıl sağlayacağız? Bir kere, dinlediğimiz parça ne kadar gaz olursa olsun müziğin sesi dışarıda akan trafikten bizi koparmayacak seviyede olmalıdır. Araç sürerken asla ve asla kulaklık kullanmamalıyız. Dinlediğimiz şey içerisinde doğrudan dikkatimizi çekecek diyaloglar olmamalıdır. Burada kastettiğimiz şey “hadi bizi arayın, yolunuz açık olsun efem” diye sürekli anons geçen radyo yayınlarıdır. Konuştuğunuz dilde, yanınızda konuşan birileri sizinle ne kadar alakası olmasa bile bir süre sonra dikkatinizi çeker. Uzun ve yalnız bir yolculukta radyoya dalıp yolu unutabilirsiniz. Bilincinizi sürekli olarak açık tutabilmesi açısından benim tercihim slow şarkılardan ziyade biraz daha distortion içeren şeyler olur mesela. Böylelikle direksiyon başında uyuyakalma ihtimalinizi en aza indirirsiniz. Bunun bir de kötü yanı var ama. Şarkı eğer yüksek tempolu bir şarkı ise temposu artıkça sizin de gaza yüklenme ihtimaliniz artar. Bu sebepten kontrollü olmakta çok fayda var. Benim tercih ettiğim bir başka yöntem ise genelde çok az bildiğim 39
40
parçalar tercih etmek. Çalma listemdeki parçalar bildiğim parçalardan oluşunca bir süre sonra kontrolümü tamamen çalan parça ele geçiriyor. Çünkü parça beynime tamamen işlemiş oluyor. Bunun yerine daha önce bir iki defa dinlediğim ve halen tam olarak keşfedemediğim parçaları, albümleri dinliyorum. Böy-
orta seviye olan şarkıların yolculukta dinlenilebilecek şarkılar olarak daha çok kabul edildiğini görüyoruz. Tahmin edersiniz ki bu yazıyı hazırlarken epey bir araştırma yaptım. Bu araştırmalarımda aslında garip bir de gerçek fark ettim ki en çok kabul gören yol şarkıları genelde yılların eskitemediği şarkılardan
lece hem yeni şarkılar keşfetme olasılığımı arttırıyorum, hem de şarkıya tamamen odaklanmadığım için yolculuğumu tehlikeye atmıyorum. En iyi olarak kabul edilmiş yolculuk şarkılarına baktığımızda bunların aslında iki ana grup olarak kümelendiğini görüyoruz: Adında, sözlerinde yol teması içeren şarkılar ve melodik yapısı ile yolda dinlenilmeye uygun şarkılar. Bu ikinci grup herkese göre değişebilir ancak özellikte ilk grupta yer alan ve adında ve sözlerinde yolculuk teması bulunan şarkıların giderek kültleştiği de bir gerçektir. Bulutsuzluk Özlemi dediğimde “Güneye Giderken” diye bağrışan sizleri duyar gibiyim. İşte bahsettiğim kültleşmişlik budur. Ya da “On The Road” ismindeki bir parçanın hemen “yolculuk şarkısı” olarak kabul görmesidir. Genel olarak baktığımızda akustik şarkıların, temposu
oluşuyor. Tarz olarak özellikle yetmişler Soft Rock dünya müziği ön plana çıkıyor. Amerikan Country tarzının, Soul müziğin, Saykodelik Rock’ın, Blues’un, Swing’in ve Heavy Metal’in de gayet ön planda olduğunu söylemekte fayda var. Her yıl dünyada yüzlerce “yol şarkıları” temalı albümler çıkıyor. Bunların çok büyük bir kısmı yapı olarak soft rock tarzı şarkılar. Sözlerinde ise “yolculuk, güneş batarken, yalnızlık, yıldızları izlerken, sırtımda çantam, gitarım, gidiyorum” sözcükleri eksik olmuyor. Dolayısı ile ben kendi adıma, hayatımda hiçbir zaman böyle bir albüme para verip almayacağım. Geçen ay ki uzun yazımdan sonra bu ay sizlerin de izniyle yazımı biraz daha kısa tutacağım. Müzik Kliniği’nde bu ay ki sohbetimiz bu kadar olacak. Yazının özellikle orta kısımlarında kendimi ileri sürüş teknikleri uzmanı De-
mir Bükey gibi hissettim, itiraf ediyorum. Yazının son kısmında tahmin ettiğiniz ve adetten olduğu üzere sizler için derleyip toparladığım bir yolculukta tercih edilebilecek şarkılar listesi bulunuyor. Umarım editörüm bunu güzel bir liste ile sizlere ulaştıracak. Bunlardan özellikle koyu ile belirttiklerim kendi çaplarında efsane olmuş yolculuk şarkılarıdır. Eğer bugüne kadar dinlemediyseniz dinlemenizde fayda var. Bu şarkıları da özellikle metal müzik ağırlıklı olarak seçmedim herkese uyabilsin diye. Bir de bu ay ilk defa müzik gruplarıyla röportaj yapmaya başlıyoruz. İlk röportajımızın konuğu Audio Kombat grubu oldu. Keyifli bir röportaj oldu, keyifle de okunacağını düşünüyorum. Hayatımda yepyeni bir dönemin açılacağı ay olacak bu Aralık ayı. Dolayısı ile iş yükü olarak biraz yoğun olacağım. Bu yoğunluğa benimle birlikte eşlik edecek albümler Sabhankra diskografisi ile Deftones’un yeni albümü Koi No Yokan olacak. Dergimizle ve Müzik Kliniği ile ilgili her türlü görüş ve önerilerinizi dergimizin iletişim kanallarını ve bilgi@proofhead.net adresini kullanarak iletebilirsiniz. Bir sonraki sayıda görüşüp buluşmak ve konuşmak dileğiyle… Mesut Proofhead
41
MÜZİK KLİNİĞİ
MÜZİK
ACİL SERVİS
Deftones – Koi No Yokan (2012) Açıkçası böyle bir albüm bekliyorduk tam da! Deftones bu albümüyle fanlarını epey sevindirdi. Albümden önce yayınlanan iki single albüme dair ümitlerimiz çok güçlendirmişti ve haklı çıktık. Harika bir albüm olmuş. Diamond Eyes’taki o başarıya çok yaklaşmış bence. Single olarak yayınlanan Tempest ve Leathers isimli parçalar haricinde Rosemary, Goon Squad ve Polterheist parçaları da çok ön plana çıkan parçalar. Ancak benim favorim halen Leathers. www.deftones.com
Guthrie Govan – Erotic Cakes (2006) Govan’ın 2006 yılında çıkarmış olduğu ilk ve tek albümü. Albüm pek çok müziksevere göre ortalama bir gitar albümü tadında olsa da bence Govan’ın benzersiz stilinin en ustaca örneklerini içerdiği için önemli bir albüm. Albümün iki tane hiti var: Waves ve Fives. Ben bu ikisini çok seviyorum. Ancak dediğim gibi en azından bir kere dinlenilmesinde fayda var. Gitar çalıyorsanız kim bilir belki de ufkunuzu geliştirecek ipuçları bu albümdedir www.guthriegovan.co.uk
proofhead.net 42
KONSER
Danny Cavanagh 12 Aralik - Ankara Jolly Joker 13 Aralik - Istanbul Jolly Joker 14 Aralik - TBA
43
RÖPORTAJ
MÜZİK
Mesut ÇİFTÇİ
“Daft Punk’tan bile daha canlı çalıyoruz”
I
DEA Magazine’de bu ay ilk defa bir müzik grubuyla röportaj yaptık sevgili okurlar. Dolayısı ile heyecanlıyız. Audio Kombat, Eskişehir’de yaşayan iki kardeşin kurmuş olduğu bir elektronik müzik grubu. Çok kısa sürede dikkatleri üzerlerine çekmeyi başarıp çok sayıda konsere çıktılar. Onlarla müziklerini ürettikleri “mutfakta” planladığımızın çok dışında bir sohbet gerçekleştirdim. Röportajdan daha çok sohbet havasında bir ortamda dört bir tarafımız enstrümanlarla dolu olarak birazdan keyifle okuyacağınız şeyleri konuştuk. Tıpkı onlardan beklediğim üzere gayet iddialı çıkışları da oldu, tamamen ters köşe olduğum cevapları da. İşte tüm eğlencesiyle ve rengiyle Audio Kombat röportajı. Kayıt cihazından seçip eleyip yazıyorum :) 44
(SÜ: Süheyl, SE: ME: Mesut)
Sertan,
SÜ: Sess, sess! Geliyor mu? Geliyor evet. (…) SÜ: Süsleniyor abim, makyaj tazeliyor. ME: (Arkadaki sampler’ı gösteriyorum) Bunun böyle ucuzları var mı? Üzerinde fazla ayarı olmayan? SÜ: Küçük modelleri var evet. (…)
SÜ: (Abisine dönerek) Geç bakalım otur şuraya. (Röportaj nihayet başlıyor.) ME: Audio Kombat projesi kaç yılında oluşturuldu? Adı ne zaman konuldu? SÜ: Herhalde bir dört sene olmuştur. SE: Askerden geldiğimde yazın tatile gittik ya, plaj da koyduk ya. SÜ: 2008 yazı mı? SE: 2009 yazı. Plajda Süheyl’le birlikte yürürken. SÜ: Koşuyorduk biz abimle birlikte plajda, kafamızda zaten bir şeyler vardı. Koştuk, koştuk, 1 kilometre falan koştuk. Öyle oradan çıktı. Bir şeyler yapıyoruz ama buna bir isim koyalım dedik. İyi de olsa kötü de olsa bir isim koyalım istedik. Kavgalı gibi bir şey olsun istemiştik. (Nerede nasıl koştuklarına dair epey bir tartıştılar.) SÜ: “K” ile yazılsın, Türk bir adam da rahatlıkla okusun istedik.
…Grubun adını plajda koşarken koyduk…
… İnsanlar kayıt yapıyor ama konsere çıkmıyor… ME: Yani adını koymadan önce de birikmiş bir şeyler vardı değil mi? SE: Vardı tabi canım. ME: Peki bu projeyi ileriye dönük olarak da düşünüyor musunuz? SE: Hayır düşünmüyoruz. (Kahkakalar) ME: Demek istediğim bir albüm isteğiniz var mı? SÜ: Albüm olur, evet. Ama önemli olan iyi insanlarla çalışmak. Birikim sahibi adamlar bulup onlarla müzik yapmak. Biz müzik yapıyoruz evet, ama birçok şeyden de anlayamayabiliyoruz ses mühendisliği konusunda. SE: Albüm çok öncelikli bir düşüncemiz değil aslında, biz biraz daha canlı çalıp insanlara ulaşmak istiyoruz. Bizim çıkış noktamız da bu zaten. ME: Ben albümünüz nasıl olur diye düşünüyorum zaten. Bir sahneniz iki saatin üzerinde oluyor. SÜ: İki tane albüm çıkar zaten şu anda. Daha performanslarda çalmadığımız şarkılar var hatta. Ama işte biz canlı çalmak istiyoruz. ME: Sizin için de belirli bir şarkı kavramı var yani değil mi? (Elektronik müzikte bazen upuzun setler olunca bu hissiyat oluşmayabiliyor.) SE: Tabi tabi, aslında hepsi üç beş dakikalık şarkılar. (…)
SE: (Arkamda duran sampler’ı gösteriyor) Biz bununla başladık işe. Elektronik müzik yapalım, analog tabanlı olsun, bilgisayar müziği yapmayalım. Analog çalalım mantığı ile yola çıktığımız için, çalalım sadece. Yükle-yap olmasın. SÜ: Bir de biz şeye çok kızıyoruz. İnsanlar kayıt yapıyor yapıyor konsere çıkmıyor. Biz de tam tersi. SE: Konser var ama kayıt yok. SÜ: Kayıt yapmak kolay, önemli olan canlı çalabilmek. ME: Abi kardeş olarak aynı gruptasınız, geçmişte de birlikte işler yaptığınızı biliyorum. Peki, Audio Kombat için konuşacak olursak kim daha çok söz sahibidir? Parçaların nasıl şekilleneceğine kim karar veriyor? Üretme sürecinde kimin etkisi daha fazla? SE: Annem, babam. (Kahkahalar)
SÜ: Beraber karar veriyoruz ya aslında. SE: Üretme sürecinde Süheyl’in enerjisi daha yüksek. SÜ: Benim biraz daha hayalimde olduğu için böyle şeyler, koşturdum. Bir de askerden gelince bazı şeylerin farkına vardım. Yapmak istediğim şeyler var ve yapabileceğim bir süreç var. Onu değerlendirmek istedim. Abim o dönem çalıştığı için benim kadar vakit ayıramıyordu. Ben de oturup evde setleri düzenliyordum. Sonra oturup beraber karar veriyorduk. ME: Çatıştığınız bir şey oluyor mu hiç? SÜ: Farklı düşüncelerimiz oluyor tabi ama bu çatışma gibi bir şey olmuyor hiç SE: Abi kardeşliğimizde bile öyle bir şey olmuyor ki. SÜ: Yaptığımız bir şeyi beğenmezsek bir daha ki konserde çıkarıyoruz o şeyi, çalmıyoruz. SE: İnsanlar zaten şarkıları konserlerde duyuyorlar. (Gülüşmeler)
… En öncelikli olarak canlı çalmalıyız…
45
ME: Biz hep elektronik müzik olarak bahsediyoruz da, daha özele inersek bu tarzın bir adı var mı? SE: Siz koyacaksınız. ME: Demek istediğim örneğin kullandığınız altyapıya yakın gruplar var mıdır Dünya’da? SÜ: Beğendiğimiz gruplar var, ama o adamlar bile bu kadar canlı çalmıyorlar. (…) Bir çok gruptan etkilendik ama. ME: Kimlerdir mesela? SÜ: İsim vermek biraz tuhaf olur aslında. Ama bir genelleme yapacak olursak Fransız elektronik müzik tayfası var. Biraz daha sakin, daha müzikal kafalarda olan adamlar var. Onların düşünceleri bize yakın geldiği için biz de öyle yapıyoruz. ME: Yani sonuç olarak sound’unuzla bağlantı kurabileceğimiz kimse yok yani? SE: Teknik olarak belki ama müzikal olarak zor, yok yani. Bu adam böyle yapıyor biz de böyle yapalım gibi bir şey hiç olmadı. SÜ: Hatta onun gibi yapmayalım oldu. En öncelikli olarak canlı çalalım. Canlı da çok değişiyor işler. ME: İşinizde bir de büyük bir görsel kısım var. Bunu sahneye nasıl yansıtıyorsunuz? SÜ: Projeksiyonla. (Kahkahalar)
… Bizim müzikal kökenlerimizde terlemek, bağırmak var…
46
SE: Bizim çalacağımız yere gelip “aha DJ geldi” deyip gidenler oluyor bazen. SÜ: Yaptığımız işin konser olduğu algılanamıyor bazen. Çünkü böyle bir işi daha önce görmemişler. Bizim arkadaşlarımız bile bizi görmemişlerdi. Biz çaldığımız zaman “abi biz böyle bir şey beklemiyorduk” diye tepkiler veriyorlardı. ME: Valla benim ilk tepkim de aynen öyle olmuştu. SÜ: Herkes öyleydi. SE: Çünkü millet çok alışmış, elektronik müzik yapılıyor, bir gidiyorsun DJ çalıyor, iki tane şeye basıyor, böyle bekliyor. Ne yapıyorsun ki orada? Bir şey çalmıyorsun ki. SÜ: Bir de bizim müzikal kökenimizde terlemek, gürültü yapmak var. Bağırmak var. Şimdi bağırmıyoruz gerçi ama belki ileride bağırırız… Bak bir de görselliğe dair bir şey daha söyleyeyim. Okudum ya! Onu bari böyle söylemiş olayım. (Süheyl, grafik tasarımcıdır.) Sevdiğimiz bir şey yaparken onu katmak da apayrı bir şey. Ben hep bir tane mesleğim olmasın diyordum. ME: O yayınladığınız teaser bile çok ayrı, benzerini görmediğim bir olaydı. Audio Kombat’a bu kadar ilgi duymamı belki de o sağladı. SÜ: Evet, o kısa bir özet aslında. SE: Onu da pek beğenmiyoruz aslında, çünkü kamera neyi çektiyse onu koymak durumunda kaldık. Kurgu yoktu çekimde. (…)
… İşimiz müziğimizi finanse edebilmeli… Geçmişte çok gürültülü, sert müzik yapıyorduk. Hala yapmak istiyoruz. (Kahkahalar) SÜ: Ben hardcore, punk olaylarını çok severdim. SE: Sertlik de garage anlamında demek istedim. SÜ: Gitar müziği yani. (…) SE: Ben hep “benim işim benim müziğimi finanse etsin” mantığıyla yaşadım. SÜ: En azından şimdi cihazların bakımlarını yaptırabiliyoruz. SE: Cihazlar bir bakıma gidiyor, arabadan daha masraflı. (Gülüşmeler) ME: Peki gerçekten elektronik müzik yapabilmek için bu kadar çok donanıma gerek var mı? Müzikal anlamdaki o çeşitliliği donanımların sayısı mı belirliyor? Kişinin kendi yaratıcılığı mı? SÜ: Bu kadar donanım gerekli değil, kişinin kendi yaratıcılığı önemli. Ama kullandığın ekipman da çok önemli tabi. (Arkamda duran bir ekipmanı gösteriyor) Bu MPC çok değerli bir cihaz. SE: Bu olmazsa bunun yerine başka bir şey olur. Ama o olmazsa (arkamda duran sampler’ı gösteriyor) hiçbir şey olmaz. (…)
SÜ: Ekipmana hâkim olmak sorun değil, önemli olan onu taşımak, konser yerine götürmek. SE: Bizim en büyük problemimiz nakliyat şehir dışı konserlerde. (…) ME: Konuşurken ben bu cevabı çıkardım aslında ama soracak olursam Audio Kombat’ı özel yapan şey… SÜ: Canlı çalması! Kesinlikle canlı çalması. İnsanlar müziği her yerde dinleyebiliyor artık. SE: Ama izlemek başka bir şey. SÜ: Bir de biz yıllarca insanları izleyerek büyüdüğümüz için onun da etkisi büyük. (Canlı çalma isteğinde.) SE: Benim en nefret ettiğim şey şudur. Bir konsere gidersin, adam duruyor sadece düğmeye basıyor. Şaşırıp kalmıştım. SÜ: Adamların iki tane albümleri var, ama sahne olayları yok. Ulan albümünüz var ya! Bizim kadar bile uğraşmıyorlar, şöyle bir düğmeye basayım diye. Binnnkkk! (Düğmeye basıyor) Biz de ona kızıyoruz adamlar güzel ama, ulan Daft Punk’tan bile daha canlı çalıyoruz açık açık söyleyeyim. SE: (Bana dönerek) Tamam, tamam sen onu yazma. (Kahkahalar) SÜ: Gittik konserine, gösteri süper, şov muhteşem! SE: Ben dedim yeni bir din doğuyor! Sahne muhteşem ama adamlar çalmıyor. (…)
… Sahnede gözümüze ışık geliyor, göremiyoruz… SÜ: Bu işte hata payı çok önemli çünkü her şey senkronize olarak gidiyor. (…) ME: Seyirciyle iletişiminiz süper, elektrik alışverişiniz had safha-
da o zaman. SÜ: Sahne alçak olursa evet, değilse hayır. (Gülüşmeler) SE: Işık çok gözümüze geliyorsa göremiyoruz ki seyirciyi… (…) SE: Seyirciden aldığımız tepki bize çok etki ediyor. Sahnede duruşumuz bile değişiyor. Çok önemli. ME: Gaza gelip setleri bozduğunuz oluyor mu? Yoksa planladığınız şekilde mi başlayıp bitiyor? SÜ: Doğaçlama yapılacak paylar var. O gaz kısmını oralarda kullanıyoruz. Onun dışında parçalar zamanla değişiyor, evrim geçiriyor. (…)
… Konseri iyi yapan şey çaldığın kitledir… SE: Peyote’de (Eskişehir) ay da bir kere çalıyoruz. SÜ: Çünkü haftalık program yapınca canlı müzik grubuna dönüşüyor, aseriydi. SÜ: Seyircinin katılımı çok iyiydi. Konseri iyi yapan şey kitledir zaten. Bir ara bir baktık ki herkes dans ediyor içeride. Sahne arkasındaki adamlar bile dans ediyorlardı.
(…) ME: Sahnede yaşadığınız aksilikler neler oluyor? Kullandığınız ekipmanı ve yaptığınız tarzı düşünecek olursak… SÜ: Biraz daha akustik yanı olan cihazlarda sorun yaşayabiliyoruz. SE: Aslında gittiğimiz bazı mekânların dakiksizlikleri olabiliyor. SÜ: Biz işimizi düzgün yapalım istiyoruz ve mekânlardan da bunu bekliyoruz. SE: Sorunlarımız aksilik değil de işte şu nakliye işi ve dinlenmeye vakit ayırabilme konusu. SÜ: Amele lazım bize! (Kahkahalar) Robot alalım yahu taşısın bize. Yoruluyorsun çünkü. Mekân da görmüyor bazen bu emeğini. SE: Bazı mekânlar umursamıyor bile. SÜ: Biz de o mekânlarla bir daha çalışmıyoruz. Ama işini çok iyi yapan mekânlar da var. SE: Ankara’da KITE, burada Peyote gibi. (…) ME: Geri dönüşler nasıl peki? Seyirciden aldığınız tepkiler, geri dönüşler size nasıl oluyor? En çok ne deniyor? SE: Bence grubumuz için en önemli geri dönüşlerden bir tanesi farklı mekânlarda çalmış olmak. Farklı bir şehirde, farklı bir ortamda ve farklı insanların arasında çalmış olmak. SÜ: Onun dışında insanların tepkilerinden bahsedecek olursak genel 47
olarak çok olumlu. Şaşırıyorlar gitmiyoruz sonuçta. daha çok. ME: Şu an için konserler devam (…) ediyor. Konserlerinize ara vereceğiniz bir dönem olacak mı? Hem dinlenmek hem de yeni şeyler planlamak için? SE: Evet, 2013 yazı olabilir belki. Tekrar kendi içimizde bir şeySE: İzlemek istediğimiz bir grup leri toparlayabilmek için. var: Kendimiz. Bunu megalo- (…) manlık olarak algılama. Gerçek- SÜ: Bir plak şirketinin bir grubu ten belki de bir müzisyenin en satın almasına, onu pazarlamabüyük talihsizliği kendisini sah- sına karşıyız. nede hiçbir zaman seyirci olarak SE: Menajerlik olayına karşıyız. (…) izleyemeyecek olmasıdır. (…) SÜ: Gerçekten canlı çalan insanlar izlemek istiyoruz. ME: Kim mesela? SÜ: Serdar Ortaç! (Kahkahalar) SE: Keşfetmeyi seviyoruz aslında. Bilmediğimiz bir adamı dinleyip çok iyi çıkınca seviniyoruz. ME: Bizim piyasadan isimler var mı? SE: Yok. Ama dışarıdan gelecek olursa ben mesela Daft Punk derim ama Napalm Death de derim ikinci olarak. (Gülüyorum) SÜ: Belki bu tarzda en çok merak ettiğim Prodigy’dir. ME: Ben Skrillex denen o adamı çok merak ediyorum. SÜ: Canlı performansta yok gibi bir şey o. Bir şey yapmıyor. Açık söyleyeyim çalsa da olur çalmasa da olur. Farkedilmiyor. Güzel şarkılar yapıyor olabilirsin ama canlı da ne yapıyorsun yani? SE: Ya da sadece para mı kaza- ME: İkinize de çok teşekkür nıyorsun? ederim. Son olarak söylemek (…) istediğiniz bir durum yoksa artık
… Sahnede kendimiz izleyebilmek istiyoruz…
…Kaliteli müziğe karşı vurdumduymazlıktan şikayetçiyiz!...
… Menajerlik olayına karşıyız… ME: Yurtdışına açılmak için grup hazır hissediyor mu kendini? SÜ: Biraz daha pişmeliyiz belki de. Ama olabilir de. Çok iyi planlamak lazım… Gitarımızı alıp 48
bitirebiliriz. SÜ: Mekânlar gruplara daha iyi davransınlar! (Gülüşmeler) SE: En büyük şikâyetimiz de şu: İnsanlar tembel! Tembelleşmişler. Müziği keşfetmeyi bırakmışlar. SÜ: Konsere gelen adamlar dışarıda12hem de ben fazlasıyla eğlendik. IDEA Magazine’in ilk müzik röportajı için fazlasıyla
eğlenceli bir röportaj oldu. Umarım ki keyifle okumuşsunuzdur. Audio Kombat, her ay Eskişehir’de sahne alıyor. Fazlasıyla eğlendiriyor ve kendileri de eğleniyorlar. Elektronik müziği bize yıllarca düğmeye basıp şarkı çalmak olarak lanse ettirenlere inat % 100 canlı çalıyorlar. Ha-
len dinlemediyseniz, gerçekte dinlediğiniz tarz ne olursa olsun, en azından bir konserine gidip izlenilmeyi kesinlikle hak ediyorlar. Herkese bol müzikli bir ay diliyorum. Proofhead.
KONSER
49
RESİM
ILLUSTRASYON
EsRA BAKIR 50
“Dumlupınar üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi 2005 mezunuyum. 2008 den beri freelance olarak çalışmalarımı yürütüyorum. Özellikle çocuk dergisi, çocuk kitapları,eğitim setleri çiziyor ve tasarlıyorum. Çocuklar için çizip tasarlamak vazgeçilmezim ve yaptığım illüstrasyonların basılı hallerini görmek benim için çok heyecan verici bir durum. Hakkımda daha fazla bilgi ve iletişim için;
www.esrabakir.com 51
52
53
54
55
56
57
BİYOGRAFİ
RESİM
HOCA ALİ RIZA (1858 - 1930)
1858 yılında Üsküdar ilçesinin Ahmediye Mahallesi’nde dünyaya geldi.Üsküdar Rüştiyesi, ardından 1880 yılında Kuleli Askeri İdadisi (Kuleli Askeri Lisesi)’ne, girdi. Öğrenimini Mekteb-i Harbiye-i Şahane’de sürdüren Hoca Ali Rıza, Osman Nuri Paşa, Süleyman Seyyid ve Mösyö Gués gibi seçkin hocaların öğrencisi oldu. 1881 yılında Harbiye Resim Sınıfı’ndaki başarılı çalışmalarından dolayı Sultan II. Abdülhamit tarafından Nişan-i Mecidi’yle ödüllendirildi. 1884 yılında Harbiye’nin Menşe-i Muallim programından Piyade Mülazım-ı Sani (Teğmen) rütbesiyle mezun oldu ve öğretmeni Osman Nuri Paşa’nın yardımcılığına atandı. 1891yılında Osmanlı Devleti’nin ilk başkentlerinde inceleme çalışmaları yapan 58
bir heyete katılarak Türk-İs- turulan komisyonda görevlenlam eserlerine ait görünümleri dirilen sanatçı. 1909 yılında defterlerine aktardı. Baş Ressam olarak başladığı Harbiye Matbaası’nda iki yıl 1895’te Kolağası rüt- süre ile çalıştı. besindeyken Yıldız Porselen 1909 ile1912 yılları araFabrikası’nda porselen tasa- sında Osmanlı Ressamlar Cerımları yaptı. 1895’te Fausto miyeti Başkanlığı görevini sürZonaro’yla tanışan sanatçı, dürürken; 1909’da Üsküdar 1897’de Değirmendere’de re- İskele Gazinosu’nda resim sim çalışmaları yaptı. sergisi düzenledi. 1897’de Türk Yunan 1910 yılında Şehzadesavaşını anlatan muharebe gan sınıflarında hocalık yapan konulu resimler çalıştı. 1903 Hoca ali Rıza, 1911 yılında yılında Mahmut Şevket Pa- Kaymakam (Yarbay) rütbesinşa’nın isteğiyle “Eski Osmanlı” deyken emekliye oldu. kıyafetlerini kapsayan bir al- 1914’te İnas Sanayi-i büm çalışmasına katıldı. 1903 Nefise Mektebi’nde Peyzaj yılında Türk Esliha-i Antika Muallimi olarak görev yaptı. Müzesi’nin kuruluşu için oluş- 1917’de Maarif Nezareti’ne
bağlı olan Sanayi-i Nefise Encümeni azalığına seçildi. 1918’de başladığı Çamlıca İnas Sultanisi’ (Çamlıca Kız Lisesi)’ndeki Resim Muallimliği üç yıl sürdü. 1921 Üsküdar Kız Sanayi-i Mektebi’nde Resim Muallimliği, ve 1929 yılında Sultan Ahmet Erkek Ameli Hayat Okulu’nda Muallimlik yaptı. Karakalem ile suluboya tekniğindeki yetkinliği ve hızlı çalışma temposuyla, (beş bin gibi bir sayıya ulaşan) çok sayıda İstanbul peyzajı betimleyen, kentin mahallerini, Üsküdar’dan Bebek’e, Arnavutköy’den Burgazada’ya kadar semt yaşantılarını, kahvehaneleri, deniz kıyılarını yorumlayan sanatçı, 30 Mart 1930’da Üsküdar’da öldü. Mezarı Karacaahmettedir. 59
60
61
62
63
64
KONSER
KONSER
65
TELEVİZYON
AKILLI KUMANDA
66
M
erhaba sevgili okur! Bundan böyle her ay Akıllı Kumanda adı altında yazılarımla karşınızda olaca-
ğım… Bu ay ki temamız “Yolculuk”. Yolculuk temasına TV programları açısından baktığımızda ülkemizde bu tarz programlar ilk ne zaman yapıldı? Amaç neydi? Bu programlar bizlere bir şey kattı mı? Bu programlar süre ve içerik itibariyle yeterli mi? İzleyici üzerindeki etkisi ya da etkileri ne? Hepsi naçizane yorumumla bu ayki Akıllı Kumanda sizlerle… Sizi bilemem ama “Yolculuk” kelimesini ne vakit duysam içimde tarifi namümkün bir heyecan ve mutluluk hissiyatıyla yer yer ‘Beni orada ne bekliyor?’ fikriyatından mütevellit bünyemde bir mide bulantısı vuku buluyor. Gel gelelim yolculuğa çıkmak için kimimizin vakti, kimimizin nakdî kimimizinse hem vakti hem de nakdî olmayabiliyor. İşte bu noktada çözüm merak duygumuzu törpülemek, ufkumuzu genişletmek, rahatlamak, eğlenmek bazen de kendimizden uzaklaşmak adına en ucuz ve en kolay ulaşılabilinir “Kaynak” olan TV’lerdeki alternatif “Gezi-Kültür” tarzı TV programları ile ayağımıza geliyor. Ülkemizdeki TV kanallarında (kaliteleri tartışılmakla birlikte) yaklaşık 40-45 dakikalık süre içerisinde farklı coğrafyaların tarihi, etnik yapısı, demografik
geçmişe yolculuk
özellikleri, coğrafi yapısı, doğal güzellikleri, giysileri, müzik ve yemek kültürü vb hakkında bilgi edinme fırsatı yakalıyor, filhakika ekran başına bağlanarak kumanda seyyahı olarak kısa süreli de olsa rahatlıyor, mutlu oluyor, eğleniyoruz. “Ülkemizde bu tarz programların ağababası hangi programdır, amacı nedir? diye sual eyleyecek olduğumuzda 1988 yılında rahmetli Barış MANÇO tarafından yapılan ve içerisinde “Dünyayı Dolaşalım”, “Dere Tepe Türkiye” gibi bölümleriyle farklı coğrafya, kültür ve medeniyetleri tanıtarak izleyicinin merak ve öğrenme isteğini canlı tutan, ufkunu genişleterek farklı dil ve dinlerdeki insanlara
saygı duyması gerektiği maksadını güden “7’den 77’ye” adlı TV programı olduğunu, Barış MANÇO’nun düzeyli ve sempatik sunumuyla programın yaklaşık 10 yıl boyunca Pazar günleri adı gibi 7’den 77’ye maaile izlenen bir TV efsanesi olmayı başararak Türk televizyonculuk tarihinin kilometre taşlarından
Barış MANÇO
biri hâline gelmeyi başardığını görüyoruz. Devletin resmi TV kanalı olan TRT’den sonra 90’lı yıllarda peşi sıra açılmaya başlanan ve bugün kapitalizmin başlıca uygulama araçlarından biri hâline gelen “Özel TV”lerin kaliteli haber ve haber programları ile film, dizi film, drama, toplumun her kesiminden insana eğitici-öğretici yayınlar ve belgesel yapımlarla farklı coğrafya, kültür ve medeniyetleri tanıtarak izleyicinin merak ve öğrenme isteğini giderme, kişinin ufkunu genişleterek farklı dil ve dinlertersi olarak tek dertlerinin yadeki insanları tanıyarak anlama yın hayatına devam eyleyebilve saygı duyması gerektiğini mek, vergilerini ödeyebilmek, anlatan, bugünse bunun tam giderlerini karşılamak ve bünye-
Coşkun ARAL
Tayfun TALİPOĞLU sinde çalıştırdığı iş görenlere maaşlarını zamanında ödeyebilmek için reklam almaktan ziyade pastadaki payını her geçen gün arttırma amacı güderek sadece eğlenceye odaklı, niteliksiz yayınlarla reklam gelirlerini arttırarak tabiri caizse “Köşeyi Dönme” çabasında olduklarını söylemek bir basın-yayın, medya çalışanı olarak naçizane acı yorumum olacaktır. Bugün ülkemizde “Gezi-Kültür” programı olarak birçok program bulunmakta, bu programlar içerisinde benim nicelikten ziyade niteliğin önemine inanan biri olarak sizlere çizgisiyle farklı olduğuna kâni olduğum, magazinden uzak olarak tavsiye edebileceklerim; “Balkan Atlası, Aş Kendini, Ayna, Çağatay Yolda, Renkler, Gülhan’ın Galaksi Rehberi, Wilco’nun Karavanı, Gezelim Görelim, Hayat Gezince Güzel, Hey Taksi” gibi programlar olacak, Coşkun ARAL ve Tayfun TALİPOĞLU gibi usta gazetecilerin yapmış oldukları programlarınsa gezi-kültür programlarının gazeteci gözüyle bu anlayışıyla harmanlanması sonucu ortaya çıktığı özel programlar olarak ayrı bir kefeye koymak gerektiği olacaktır. Bu programları keyif ve merakla izleyen izleyici kadar 67
bir de program sunucusuna imrenerek “Hayat ona güzel!” serzenişleriyle seyreylemeye devam eden kitlesi var ki; bu kitle ekranda elinde mikrofon diyar diyar gezerek gülücükler saçan sunucunun bir “Medya Çalışanı” olarak kendisinden çok daha ağır şartlarda en başta sosyal güvencesi olmaksızın ekranda görünen kurgulanmış hali 45 dakikalık program için yurt içi yurt dışı demeden gece gündüz yollara düşüp, ailesinden ve değer verdiği diğer insanlardan çekim süresince uzak kaldığını ve genelinde çok “Ünlü” bir isim değilse bu iş için üç kuruş paraya bazen asistan, metin yazarı vs olmaksızın programın tüm hazırlık ve sunum aşamasını bazen de kurgusunu sabahlara kadar uğraşıp kendi yaptığını hele de bütçesi yeterli olmayan bir prodüksiyonsa bu çekim süresince ne şartlarda nerelerde konakladığını vs bilmiyor. Dışarıdan çok kolay bir işmiş gibi görünüp elde mikrofon diyar diyar gezen sunucunun işi hiç de kolay değil yani aslında. İz-
68
leyici ise elindeki “pilli zamazingo”ya hunharca uygulayacağı bir “tık”lamayla yönetmeninden sunucusuna, metin yazarından, ışıkçısına, kameramanından kurgucusuna tüm ekibin emeğini “zaping” olarak tabir edilen eylemle hunharca katletme lüksüne sahip oluyor(!). Yukarıda ismini saydığım kaliteli yapımlar haricinde bazı TV kanallarındaki benzer programlarda kanalı değiştirmeme sebep, sıfır samimiyet olduğuna kâni olduğum sunucular var ki -sunucu en az içerik kadar programı izlettiren bir diğer öğedir- bu tarz programların ancak alt kültürdeki izleyiciye hitap ettiğini düşünüyorum. Örnekse; mizahi bir kişiliğe haiz olduğunu zanneden sunucumuz gittiği Anadolu köyünde ninesi yaşında kadına yaklaşarak yörenin şivesini taklit edip “Nörüyon gızzz!” gibi bir tümce ile sarılıp türlü şaklabanlık yapıyor. Yaşlı kadınsa şaşkınlık ve kameradan utanarak kaçışıyor. Fakat “Sıcakkanlı” ve Cevval” sunucumuz yaşlı kadını kolundan bacağından çekiştire-
rek konuşmaya zorluyor. Yöre mutfağının tanıtıldığı bölümlerde tüm yemekleri kıtlıktan çıkmışçasına döke saça izleyicinin genelde zehr-i zıkkım olmasını temenni eylediği beddualar eşliğinde silip süpürüyor. Ve elbette ilerleyen programlarda sıcakkanlı cevval sunucumuzu göbek yapmış hımbıl bir tip olarak programda görmeye devam eyliyoruz(!) Özcesi sevgili okur 7’den 77’ye her kesimden insana ulaşmanın en kolay ve etkin yöntemlerinden biri olan TV’ler ve bu TV’lerdeki gezi-kültür programları son derece gereklidir. Yaşadığımız dünyada farklı kültür ve medeniyetler olduğunu bilmek, diğeri ve diğerlerini anlayıp saygı duyarak yaşamamız gerektiği öğrenmek ile toplumun farkındalık seviyesinin yükseltilmesi adına bu tür programların yapımına ekseriyetle devam eylenmelidir. Devrisi ayki yazıda görüşünceye dek hoşçakalın, dostçakalın! İyi yıllar ola!..
69
MAVİ TİLKİ
EDEBİYAT
Nurdan KAVAKLI
70
A
ğırlaşıncaya kadar yemek… Havalanıncaya kadar içmek… Ancak başkalarına ve kendine faydası olabilecek şeylerden konuşmak ya da boşuna çene çalmak… Her ne durumda olursa olsun, ne zaman sıkıntıya düşse başı, içindeki çocuğun sesini dinlemek... Huzura ermek, erişmek, ulaşmak, kat sayıca yükselmek, dikilmek, biraz da dirilmek… Büyük Costanza’nın aydınlığı… Yollar uzun… Evet, uzundu yol; karmaşık, dolambaçlı ve bir o kadar da içine kapalı. Aracın türü, ulaşım bedeli, hava koşulu ve aklınıza gelebilecek, tepki yaratan etkileri oluşturan tüm değişkenlere rağmen uzundu. Yeşildi ama- filmlere konu olduğu, isim verdiği gibi. ‘Öz’dü, ‘tin’di, ‘nefes’ti. Karaydı –siyah kelimesi anlamdaşının yanında çok kibar duruyor- suyu da içindeki karanlığı dışa vurmuş, adeta kusmuş gibi. Mavisini Gök Ana’ya emanet etmişti. Buz gibi sular akarken pınarlarından, sevdalılar buluşurdu çeşme altında. Yağmur sularıyla bezenmiş toprak kokusunun üzerine sindiği karayemiş ağaçları selamlardı gelen geçeni. Sofrasından eksik olmazdı mamalika; keskin kokusuydu tereyağının komşu evleri misafirliğe çağıran. Her kim ki
LORESİMA*
Loresima - Papatya bir çığlık duysa tulumun nefesiyle yayılan, adım ala ala gelirdi horon vurmaya, tanışırken mahallenin bıçkın delikanlıları ile deniz gözlü genç kızları… Bir tüfeğin tulumla takas edildiği zamanlardan bahsediyorum. Üstelik daha yolculuğun başındayım. Ekonomik çöküntünün beraberinde getirdiği yoksulluk, göç ile meydana gelen nüfus kayıpları, kent kültürünün aşınmasına eklenen çay tarımı sorunları, kültürel asimilasyonla gözler önüne serilen sosyal gerileme, sahil yolu ve hidroelektrik santrallerinin açtığı tahribat… Mis kokulu bir papatyanın yaprakları gibi tek tek döküldü, bozuldu doğası, zorla koparılarak özün-
den… Eğer kök ile gövde birbirinden bağımsız yaşayabilseydi, dururdu kanayan yarası, sessiz ve kimsesiz ya da kısa ve acısız… Zekâydı –özünde- her insanı topluma tamamen yabancı gözlerle baktığı bir yalnızlığa fırlatan, bir bölümünü çok yakından tanışıklıkla idare ettiğim, içe işleyen ve her sabah Gregor Samsa gibi uyanmayı dileyen her bedene zihinsel koma vaat eden türe özgü ego karmaşası. Çekirdekten dev Balthus Zaminski bile böylesini hayal edemezken… Unutmadan; hiçsizlik sahibine asla ihanet etmez. Diren Karadeniz!
71
Erhan GİRAZ
ŞİİR
HAYAT
EDEBİYAT
ÇIKMAZI Bir perde Değil aslında Gözlerimi örten kara Ne kadar da Çevirsem onları Ol-mak ve öl-mek İki nokta ve bir ara Sandım ki yolum Hep uzun Gider dolana dolana Ve sandım ki Bir an önce ulaşsam Koşsam bakmadan Sağa sola Ne var ki Sonunda? Mutluluk, para? Bir çıkmaz sokak
72
Aslında Ölmek için ‘Olmak’ gerek O yolda Sonuna koşmak Bir yana Yürümek Her adımın tadını Çıkara çıkara…
Mark Knopfler
27 Nisan 2013 Sinan Erdem Spor Salonu, İstanbul 73
SIKI-YORUM Emrah DOLGUNSÖZ
EDEBİYAT
KOŞU N
eye yarardı koşmak, Hem, Nasıl koşacaktın ki, Aldığın her nefes bir bedel, Vereceklerin ise kırgın sana, Aldıklarını ödemediğinden, Hem, Nereye koşacaktın ki, Dağılmış geçtiğin tüm köprüler Geçeceklerin ise dargın sana Geçtiklerini yıktığından. Hem Nasıl koşacaktın ki, Ben dururken… Yollar ve köprüler adımlarında erirken, Geceler ve gündüzler gözünde kaybolurken, Hangi şanslının döndürdüğü zamanı yaşıyoruz, 74
Yoksa hiç dönmez mi zaman? Hangi sabrın öldürdüğü zamanı aşıyoruz, Yoksa hiç ölmez mi zaman? Hangi hatıranın doyurduğu zamanı anıyoruz, Yoksa hiç doymaz mı zaman? Hangi sevginin geçirdiği zamanı arıyoruz, Yoksa hiç geçmez mi zaman? Hangi hüznün durdurduğu zamanı sayıyoruz, Yoksa hiç durmaz mı zaman? Madem öyle şimdi, Ölmeyen zamanda koş sen,
Belli ki hiç dönmedi, dönmeyecek, Durmayan zamanda koş sen, Bil ki hiç doymadı, doymayacak, Her ne kadar geçmese de bazen, Koş sen yine de. Ama koş mutlaka, Merak etme, Ben yürüyorum… Yetişince it arkamdan, Bin sırtıma, Uçacağım…
75
HAYALİ GERÇEKLER
EDEBİYAT
Ç
76
ağrı taleptir, talebi bilmektir, eksikliği sorgulamaktır. Görüş açısının belirginleşmesidir. Yeri, konumu ve mesafeyi bilmektir. Ve tüm bunların farkında olmanın sorumluluğudur. Çağrı bir sorumluluktur. Sorumluluk bilincidir. Ne türde olursa olsun sorumluluk doğal, kaçınılmaz bir roldür. Çünkü nehirde akan suyun bitmemesi gibi, hayatta da gidişat bitmez. Sorumluluk taleple gelir. Talepse bilmekten gelir. Bilgi yükümlülükle gelir çünkü bilgi niteliklidir, işlevseldir. İşlevse dinamizm demektir. Bilgi var olan standart algılar üzerinde dalgalanma etkisi yaratır; yani edinilen bilgi aynı zamanda kişinin algısında başlayan hareketliliğin sıfırdan bire geçiş noktasıdır. Her bilgi dinamizm getirir çünkü her bilgi yenidir. Bilginin getirdiği dinamizmin etkisi onu algılayan zihnin filtrelerinin temizliğiyle, yani algının berraklığıyla paraleldir. Dolu ve düşüncelere kapalı zihin için anın farkındalığı nasıl bulanık ve silikse, bilginin niteliği ve kalıcılığı da o kadar sönüktür. Bu, bilgiyi niteliksizleştirmiştir. Güncel algı onu kolaylıkla ortadan kaldırır. Nitelikli bilgi işlevsel olduğu ve işlev farkındalık ve bütünlük gerektirdiği için, her çağrı talebi kişiye bu farkındalık ve bütünlüğü üstlenme sorumluluğu getirir. Durağan her şey nötr iken dinamizm kontrol bilinci gerektirir. Kontrol bilinciyse
Volkan Levent SOYLU
ÇAĞRI yeri, konumu, mesafeyi bilmeyi gerektirir. Yani çağrıda bulunmadan evvel farkında olmamız gereken koşullarla gelen nitelik bize yeni koşullar sunar ve bu da kaçınılmaz olarak yeniden çağrıda bulunmamızı gerektirir. Bu bir döngüdür ve ufak dinamiklerin tepesindeki esas dinamiktir. Tekrardan şekillenen koşullar sonucunda oluşan dinamizm kişiye yenilik getirir. Kişi, yenilik karşısında hareketsiz kalamayıp, gerçeklerle aynı hızda ilerlemek için kontrol hâkimiyetini sağlamalıdır. Buysa, yeni koşullar için yeniden çağrı talebi gerektirir. Yani bulunduğumuz çağrılar istasyondur; varılan son durakken tekrardan yola çıkılan ilk durak halini alır. Neden dinamizm?Çünkü dinamizmin olduğu yerde hiçbir şey aynı kalmaz. Aynı kalın-
mayan dünyada kişinin yerinde sayması, (kendisi dâhil) her şeyi kontrol etme rutinliğine ya da belli kriterlere demirlemedikçe, imkânsızdır. Çağrı-algı-değişen koşul ile tekrardan gerekliliğe dönüşen çağrı; bu şekilde oluşan döngü aynı zamanda bir hareketliliktir. Mevsimsel denklem gibi bir şeydir. Bu hareketlilik ile kişinin dünya algısı daimi olarak değişir. Yani kişinin dünyası değişir. Değişim içsellikte vücut bulurken, ne kadar madde dünya rutininde yaşanırsa, içsel değişim o kadar fark edilmez olarak kalır. Yani çağrı, bir nevi dışsal boşluk gerektirir. Dışsal boşluk da içsel değişimi hızlandırır. Çünkü bu bir tür hafifleme, sadeleşmedir. İçsel değişimin önünün açılması değişen algı, değişen dünyayla birlikte esas şeyi getirir: Kişinin kendi dönüşümü ve değişimi.
http://www.gezicifestival.org
77
ECİNNİ LABİRENTİ
EDEBİYAT
Elif TOSUN
N
usret abiydi kapıyı açan bize: - Ağrın ne durumda? - Bazen kötüleşiyor. - Çok mu kötü? - Biraz, gerçi iç geçirdiğimde hafifliyor ama… - Acı acıdır. Çok da görecelidir. Sokak kirliliğine alışmıştı Nusret abi, Uzun zamandır böyleydi Madreille, yeni değildi. Yoldaydı Nusret abi, Yeniden. Sabahın beşiydi. Zaman affetmez, işine devam ederdi, kimseyi de beklemedi yara izleri. Yol boyunca telefon bekledi, Bir delilik yapmadan önce fikirleri tamamen farklıydı: - Çevre algımı yitirdim,
78
NUMARA YAPMA ZAHMETİNE GİRMEYEN yola düştüğümden beri. Daha önce hiç duyulmamış bir ses, yer hizasında yavaş bir uçuş, kemiklerde su ve ateş karışımı… Ya geçmişteki korku? Risk almayı seviyordu, Aşağı bakmaya zorluyordu haydutları, kendi kurallarına uygun oynamadıkları sürece, kendilerini neyin beklediğini göstermek üzere… Kendinde olmadığı zaman çılgınca şeyler yapmalı insan, Rumba sona erdiğinde ve birisi müziği kapadığında, tüm ciddiyetini vermiş, bir işe koyulmuşken, yoluna devam etmeli,
aldırmadan, umursamadan, düpedüz, güpegündüz… Nusret abiydi kapıyı açan bize: - Ağrın ne durumda? - Artık daha iyi.
YASEMİN MORİ
21 ARALIK
79
PAS,KAN VE CÜRÜM
EDEBİYAT
Hazal GERGER
Yorucu konuşmalarının ardından,kucaklanabilir bir şey, irrite edici bir portakal kabuğu hediye edebiliyorum. Daha net görebilmek için, en büyük icadım bu. adımları çaprazımda duruyor. eğilip yerden alabilirim. eğilip yerden,ayaklarını alabilirim. eğilip yere, sol ayak bileğine bağladığı, halatı, halatın ucundaki kayayı, birazdan izleyeceğimiz yüksek rüzgarlı yolu; düşüşün keskinliğini,kırılmış kemiklerimizi,şişmiş morarmış bedenlerimizi, beyaz elbisesine dolanacak yosunları, acımış iri ela gözlerini; geçmiş ve geleceği ; hepsini birden görebiliyorum. yeterlilik fiilini çekimlemek, anımızın izdüşümünde saçma bir eylem hali alıyor. Planlarıma göre birazdan öleceğiz. el ele tutuşuyoruz. fizik kurallarına ve dogaya düşkünlüğümden ötürü matematikten yanayım. bana ettiği portakal kabugu hediyesini oldukça manasız görüyorum. bileğimdeki halat, fizik kurallarına göre, kopma-
80
DÜŞ yacak. ve aynı fizik kuralları, bu ağır kayanın bizi batıracağını söylüyor. ünlü teorilerin altına imzalar atılmış. pekala bu durumda yaşasın özkütlemiz ve yaşasın özgül ağırlığımız!! ve serbest atışta, ivme hızlandıkça daha az bir sancı çekebileceğime inanıyorum. ben daha az bir sancı çekerken, onun da çok ağrımayacagını düşünüyorum. halat, bileklerimi kesiyor. rüzgar hiddetledi. hiç konuşmuyoruz. aklından neler geçiriyor, bu kahrolası kadının aklına neden uydum mu? konuşmuyoruz. oysa ben ölümü daha hızlı gerçekleşir zannediyordum. Bilinir ya. ne bileyim. hani filmlerdeki ağır çekimler bile çok ağır geliyor. denize ne
zaman çakılacağız? denizi ,sıcak yaz günleri, ikimizin beraber otostopla dünya alemi umursamayıp gezdiğimiz, tacize ugradıgımız, tecrit edildiğimiz o sıcak yaz günlerini, böyle hatırlıyorum. dur desem? sök halatı. ben ölmek istemiyorum hakim bey çok gencim diye bagırsam? korkak oldugumu düşünecek. hakimin olmadıgı bir düzende, katlimizin hesabı kimden sorulur? elini bırakmıyorum. elimi neden bırakmıyor? benim kadar istemiyordu bunu. düşündüklerim bunlar mı?! Rabbim beni affetsin ki, düşündüklerim bunlar. düşünmedim kimseyi bu güne kadar. kimse de benim hakkımda pekala iyi niyetli değildi. geceler ve gündüzler yet-
miyor. ne masturbasyondan bulanmış beyinlerin hikmetine erişebildim, ne de asla ulaşamayacagım pek kıymetli ahlak değerlerine sahibim. ne kızıl yıldızdan haç yapıp kolye niyetine boynuma asabildim. ne de bir milletin rengini gögsüme damgalayıp övünebildim. ne o saç örgülü sokak şarkıcılarıyla dünyayı anarşizm adına tekmeleyebildim. ne de bir erkeğin kollarında huzurla uyuyabilme şerefine nailim. köklerim burdaydı ve köklerim burada bir yerdeydi. ve aynı köklerim varşovaya yerleşmiş iki artı bir ev bile tutmuş bulgar göçmeni işçiler olmalıydı ki, köklerim burada bir yerdeydi. benden ala ayakları üşürdü, şimdi yalın ayak denize atlıyor. su soguk mu? ben ölmek istemiyorum. suyun hizasına yaklaşırken, hızımız artıyor. bunu hesaplamış olmalıydık. üşümeye dayanamıyorum. ölmeye nasıl dayanacağım? acısız ve hesapsız mı geçecek? oysa ben, sıcak küvetlerden çıkan o ulema sınıfını tanırım. bilirim ki, onların arasındaydım. sakallarından çirkinlik akan yaşlı mason localarında, katlimi vacip kılacak herhangi bir sebebe yaratılmamıştım. şimdi bana eşlik eden elimin ucundaki elin sahibiyle beraber, bir kaç kaya daha dökülüyor bu vadiden. pekala agızları entellektüel övgülerle sulanmış o sanat arsızlarında da yer edinemedim. nereye gitsem bir baş-
kasının aidiyetini yaşıyorum. burada yaşamak,annemle beraber krem rengi bir atkı örmeye benzemiyor. üretkenliğin karaborsada, midye yerine çiğ çiğ yendiği bir düzlemde kaç boyutlu olabilirim? yarabbim, verdiğin canı almaya azmettim diye kızıyor musun bana? yarabbim, bana kızma. yarabbim bana kızma çünkü ben, o yavşak o cigeri beş para etmez arsız sosyal demokratların ayaklarının altına aldıkları gri renkli bir parkayım. bir parkaya neden kızılır? yarım bırakılmış bir su bardağından hangi mührün hıncı alınır? ve yarabbim, niçin fizik kuralları , içindeyken, bu kadar yavaş işlemektedir?
onun elini bırakmak, canice mi olur? Yoksa doğrularıma paralel hareket eden karakterli bir insan mı olurum?
çok şükür ki o yüzmeyi biliyor ve ben vazgeçmiş değilim. şu kısa ömrümde, diyeceğim, bakıp cesedime, şu kısa ömrüme, hep karar aşamalarındaki kararsızlığımla bilindim. bir süre içime kapandım. cesur ve mertti. sözünün eriydi diyecekler. oysa kaygılı üzgün ve öfkeliydim. dışa dönük yaşantımın çoğunu,her zaman düşüşteyken elimi bırakacak bir dostun omzunda geçirdim. içe dönük oldugum zamanlar, kendi sesimden bihaberdim. bir mektup yazmalıydım belki de, elimi bırakacagını zaten biliyordum. ben demiştim sonuçta beni buraya o zor- ukalalıgı ne yazık ki, cesedilamadı. kendi isteğim ve me tiksinen yapay bir gülümdileğimle geldim. hayaller seme olarak yerleşecek. kurarken iyiydik. beni bir şekilde avuturken iyiydik. neden Hızımız arttıkça, daha çok sürekli ölmeyi arzu ediyor? uzaklaşıyorum ondan. Beni bir insan umudu olmaz iken buna zorlamış gibi hissediyaşayamaz. neden bu ka- yorum. Sanki ben ona hayır dar umutsuz? şu uzun ince seninle gelemem deseydim, parmaklarını kavradığım el, ve gelmeseydim; bana beyaz beni hayata bağlarken şimdi çerçeveli yuvarlak gözlüklenasıl ölüme götürüyor? bunu rinin üzerinden bakıp, başka benden gerçekten istedi mi?- bir evrene kadar aşşağılayasevdiğim ve sevebileceğim cakmış gibiydi. Bunu bana o adamlar var. umut edebilece- hissettirdi. Beni buna o zorğim bir geleceğim. yaşayama- ladı. Benim bir suçum yok ki. dıklarım. yaşamaya çalıştık- Hayır demeyi bilseydim, bilelarım. çalışmıştım ben. insan, miyorum. Hayır, o bana hayır nasıl umursamaz geride bı- dedirtebilirdi. Kendine bir orrakabildiklerini? nasıl böylesi tak aradı. Kendine benzeyen bencil olur?insan yaşamaya birinin ortaklıgı, sıklıkla insanasıl çalışmaz? Bu refleksif nı olmadığı birinin cesaretine bir tepki değil midir? Kesin sahip kılabilir. Kişi, suçundan yargılar ateşten kılıçlardan arınmış fevkalade tertemiz keskin doğrular doğurmaz bir kaşık olabilir. İnsanın yalmı? Herkesin bir doğrusu yok nız kendine benzeyeni sevemudur? elini bırakmak. Şimdi 81
bilme aczine yenik düştü. Ve beni seçti.. hani kişi özeleştiri mekanizmasıyla gelişebilirdi? Başımıza bir silah dayamış olsaydı ve kurşun ikimizin başından geçebilmiş olsaydı, şu an yaptıgından daha anlamlı olurdu. Hayatın manasızlığından bahsettiği o an, o pembe çiçekli koltugun üzerinde, sütlü şekerli kahvemi içerken, onun sütsüz ve şekersiz suratına bakıp, hayır gelemem ben ölmek istemiyorum çünkü ölmek, yaşamanın aksini yaşamak sarı filtreli bir filmde katilini seven bir kurban olmanın merhametsizliğine sahip olmak demektir. Hem ben kuru sardunyaların son baharda can çekişmesini izlemek, nefes almak, bir erkeği sevebilmek, bir erkekten şefkat görebilmek, kanatları olan her kuşun çakılışını izlemekten keyif alıyorum. Hala hissedebiliyorken TANRIM BEN NELER YAPIYORUM?
ben. Tepki toplamaktan, birilerinin beni eleştirmesinden, sevilmemekten o kadar çok korktum ki, kimseye kendi fikrimi söyleyemedim. Şimdi şu an, ayagına kaya baglı bu kadının elinden tutuyorsam, seninle gelemem diyemediğim, eğer böyle dersem beni sevmeyeceğinden, korkak bulup itici bulacağından,dostluğumuza ihanet eden adi bir kaltak olduğumu düşünmesinden,korktuğum için demedim. Ama o kesin, mantıklı bir açıklama bulur, beni sustururdu ; sahi musa bana neden vurmuştu?
lerek aldatıyorum. Üstelik yalan söylemediğimi bilemeyecek kadar aptal da değil. İtiraf edemiyorum. Saklanamıyorum. Bir yerlerden tutup ceketimi çekiştirip, beni itekliyor. Geri çekiyor ve itekliyor. Yalan söylemek zorunda kalmamak için susmayı denedim. Susunca insanlar, daha bir saygılı oluyor. İnsanlar bilmedikleri ne varsa, hepsinden bir kalem korkuyor. Benden korkuyor olmalı. Ondan nefret ediyorum. Beni düşürdüğü şu hale bak. Musa diyecek ki başarısızdı. Herkes diyecek ki başarısızdı. Başarısız. Hep ikilemde kaldığım ,hep tercih etmediğim seçeneklerde kaldığı için aklım, başarısızım. Bunu ben kendime söyleyince daha çok başım dönüyor. Ya bir an önce çakılalım ya da artık elini bırakayım, uzay zamanda ne kadar bir aralıktayız?
Ama sorsan, mor bayrağı sınırlar aşar hanımefendinin. Feminist camiada, o kadına yönelik şiddete son diye orgazm çığlığı atan kadınların saflarında yer almaktan keyif alırken,pratikte geyşalıktan asla ödün vermeyen bir kevaşedir. Ne yani?bunları ikimiz de bilmiyor muyuz? Sanki İki burun deliğinden hissede- ben ona hükmediyorum. Ben Ne diyecekler? Hayatı bobilmektense hayatı, göt deliği- ona hükmediyorum. Ben ona yunca bu kaygıyla yaşadı. nin aralığından kendi varolu- hükmediyor muyum? Ne diyecekler? Öldüğünde şunu seçmesine izin vermek ne diyecekler? Birimiz kurtulistemedim. Kadınlar arkadaş Ne demek bu? Var gibi olmak masın. Ben bunu istemem. olamaz. Bunu hangi psiko- değil var olmak istiyorum ne Beraber başladıgımız bu işi, seksüel manyak söyledi? Bu demek bu? Kendi olmak mı? noktalarken, biri noktanın algereksiz müdahalelerimle Kendi olamıyor muydu? Pek tına koydugu virgülle paragmide bulandırıcıyım. Onu kıs- sevmez kalabalıkları? Mus- rafa devam ederse, hikayesi kanıyor muyum? Onun sevil- solini gibi ense kökümde his- bitmiş olan ötekinin azabını mesini, kıskanıyor muyum? settiğim bu baskının temeline geride kalan ömrünce çekesorsan, faşizm kendini iki yer- cektir. Umarım ikimiz de kurEleştiriyorsan, eleştirdiğine de var eder; birincisi poliar- tulamayız. dönüşme diyen kimdi? Üzeri- şidir ikincisi farklılıga tahamme darbe gibi çökerken, ben mülsüzlüktür der. Kendisi Ölüyor muyum? Bulanık ve ona neden tepki vermedim? faşistin önde gideni, kendisin- tuzlu bir ben görüyorum eliYönetilmekten hoşlanıyor ol- den bihaber. min ucunda. Dibe çöküyor. malıyım.belki de, musa bana Elimi tutmak ister gibi. Bırakvurduğunda, ona söyleme- Çok ciddi bir yalancıyım. Onu ma der gibi. Bana böyle bakmem bundandı. Bir korkağım ve kendimi her defasında bi- mak zorunda mı? Ben ölmeye 82
değil, yaşamaya doğmadım mı? Onun yaşam reddine niçin bu soguklukta eşlik ediyorum? Ellerim üşüyor. Burnum üşüyor. Ona bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Işığın suda kırılması kadar narin bu görüntüyü kaçırmak istemiyorum.insanın birlikte düştüğü insanla beraber küçük sırlar paylaşması, hayatı daha da sinematografik kılıyor olmalı ki, içimden onun eline uzanıyorum. Bu bizi daha da dramatikleştiriyor. Elimi bir ker e bıraktıysa, yaklaşmasın. Gitmek istiyor, ne yazık ki gitmek istemesinde ,yüzeye çıkmak istemesinde herhangi bir iticilik göremiyorum. Yaşamaya koşmak, acı çekmek, açlıktan kırılan, mikroptan irinden pastan ağulanmış bir dünyada yaşamak istiyor. Doğursa kendini yeniden,doğursa ama ilişmese ellerime. Ortaklık bozuldu. Kutsal emanetle, çivilendi ellerim . Tutmasa, uzanmasa ilişmese. Bakmasa bana. Bunu hatırlayacak ve kendini suçlayacak. Yaşamının sonuna kadar. Kavrayamadığı el, kendi eli. Bunu bilmiyor mu? Vazgeçtiği, umursamadığı, eleştirdiği tökezlediği, kendi eli. Tutmasa. Çünkü bu kendisiyle çelişen her tekilin, çoğullaşmaya meylettiği bir sistem.. Burada, insanlar sefaletten, çürümüş et kokuları kemirmekten, kızarmış yüzlerden feyz alarak irkiliyor. İrkiliyor ve umursamıyor. Tutmasa ellerimi. Hemen gitse. Bakmasa bana. Bakmasa. Çünkü bundan sonra hayatı boyunca, her rüyasında be-
nim gözlerimi görecek. Ben bunu istemiyorum. Bir şeyi beraber bitirmek istiyorum. Bir şeyi biriyle beraber bitirebilmek arzumu dizginleyemiyorum. kendime yakın birini bulmak, kendi tarafıma çekmek, asrıma hakaret etmemek, iş makinalarının sesini , ciğerlerimden ve böbreklerimden yapılmış gürültülerle bastırmamak için zor tutuyorum kendimi. Bakmasa ama, isyan etmemek için, bakmasa bana.
Ölür gibi yaşamaktansa bir arafta kalmayı beceremezdin. Gel benimle. Yukarı çıkabiliriz. Isınabilir, pembe çiçekli koltugun üzerinde kahve içebiliriz. Gel benimle. Ama yok inatla inatçısındır sen. İnatla tutuşursun. Bir şeyi koydun mu kafana, benim gibi ötekinde kalmaz hafsalan. Neyi istediğini bilene kadar senin sancın. Neyi hangi doğrulukta istiyorsun? Gel benimle.
Bu seziş, bu yakınma, bu ısrarın çirkinliği? Ne oluyor bir melek yaratıldığına? Ben ne oluyorum? Hala bu ayakta kalma çabası neden? Birileri bir şey söylerdi. Ve sen birileri bir şey söylediğinden, kendine bir şey diyemezdin. Kendine bir şey diyemezdin ama, dediğin zaman;senin söyleyebildiklerin içinden sövebildiklerin kadar bir anla-
mın olurdu.karanlık bir akşam yatagının ucunda kendi gölgenden korkuyorken, ne oluyor diyemezken, arkanı dönüp görmezden gelirken, aklından geçenler neydi? Ya içinden sövdüklerin? Kendi gölgenden sevebildiklerin? Ne olmaya çalışıyordun? Ya ben ne oluyordum senin uçsuz korkaklıgında? Ölüme olan inançsızlıgında ben ne oluyordum? İnsanlar senin için ne söylesin istiyordun?
denize dökülen yunan askeri meziyetinde, osmanlıyım ben. annemin ağlamasına dayanamıyorum. enternasyonal bir kılıf da biçsem dostluga, kar etmiyor. elime yaklaşan, sonra kavrayan, sonra rüzgardan ve kayalardan korkup elimi sıkan, tuzun içinde bırakan, sonra iten ve yüzüme alaycı bir tavırla gel sen de vazgeç diye bakan, ince uzun elin sahibine bakıyorum. cesedimin üstünden bana bakıyor. ayak bileğindeki halat, ince bir yarık gibi göbek bağımdan içeri giriyor. ölüme ortaklık, insanın kendisine verdiği yalnızlıktan ileri geliyor. Başkalarına karışmak, bir isim olmak. Musadan ve isadan korkarak; katlime karar kılmak, doğanın bana verdiği doğurma ödülünden uzak , birbiriyle konuşabilen iki insan olarak kaldım. Derinde , çıldırıp yitmiş. Dışarda, lanetli çirkin.
83
DEFTER SEFASI
EDEBİYAT
Sefa KIRLI
ÖZGÜRLÜK
Z
ora gelmeyi kimse sevmez, hele boyumuzu aşıyorsa bazı şeyler. O yüzden kendi sınırlarımızı biliriz, ya da bildiğimizi sanırız. Neler başarıp neler başaramayacağımız bellidir ya da öyle sanırız. Hele çevremizdekiler bizleri bizden daha iyi tanıdıklarını sanırlar. Bizim sınırlarımızı onlar çizerler. Neyi becerip neyi beceremeyeceğimize onlar karar verirler. Büyük bir küstahlıkla onlara göre “senin için en iyisi” olan şeyleri yapmaya zor-
84
YOLU
larlar seni. Zora gelmeyi kimse sevmez. Glen Hansard’ın bir şarkısında* dediği gibi “Boka batmaya başladığında, tek yapmak istediğin kaçmak. (When the shit falls down, all you want to do is run away)”. Belki de bu en iyisidir, belki de bu bir seçimdir. Savaşmamayı, uzaklara gitmeyi
ve zorlukları olduğu gibi kabul etmek ve orayı terk etmek. Seni kaçmakla suçlayacaklardır elbet, ama savaşmamayı seçmek kaybetmek demek değildir. Hele uğruna savaşacağın bir şey yoksa ortada, tek yapmak istediğin kaçmak. Yani boka batmaya başlamışsın çoktan! (: Into The Wild filminin ba-
şında Lord Byron’a ait bir söz var; “Severim sevmesine insanı, ama daha çok severim doğayı ( I love not man the less, but the Nature more)”. Milyonlarca insanın hayalini kurduğu ve kurmaya devam edeceği gerçek bir öykü var filimde. İki yıl boyunca yürüyerek dağ tepe dolaşıyor, telefon yok, havuz yok, evcil hayvan yok, sigara yok.. Nihai özgürlük.. Uçlarda yaşayan biri, yolları yurt bellemiş.. Güzellik aşığı bir seyyah.. Doğaya kaçıp insanları kendi kavgalarıyla
bırakmak, ve kaybetmeden savaşı, toplumu terk etmek.. Artık toplum onu zehirleyemeyecek, o kaçıyor.. ve vahşi doğada kaybolmak için tek başına yürüyor.. Alexander Süperberduş.. Bize aşılanan her şeyi yapmamız bekleniyor. Çevremizdeki her şey bizi şekillendirmeye çalışıyor. Hepimizin bir bedeli var. Giydiğimiz kazak kadar, sürdüğümüz araba kadar, evlendiğimiz kadının güzelliği ve yaşadığımız evin büyüklüğü kadar saygı görüyoruz. Liseyi bitirmeniz, yetmiyor insanlara.. Üniversite bitirmek de bir bok
yapmıyor sizi.. Yüksek lisansınızı nerde yaptığınıza göre adam yerine konuyorsunuz.. Pakete göre değer biçiyorlar artık.. Kutunun içi önemli değil.. Sahip olduklarımızın markası kalitemiz olmuş durumda.. Biz de sahip olduklarımızın orospusuyuz sadece.. Söylenenin aksine bir şeylerin değeri onları kaybedince anlaşılmıyor. Kaybettiğimiz değerlerimizin yokluğunun farkında bile değiliz artık. Hasta bir toplum.. Ölüyoruz yavaş yavaş.. Farkında değiliz.. Yatağınız cebiniz kadar dolu, iş hayatında dayılarınızın sayısı kadar adamsınız, girdiğiniz pahalı mekanlar kadar arkadaşlarınız var, piç bir erkekseniz seviliyorsunuz..vs vs vs..
Ve boka batmaya başladık.. Bense kaçmak istiyorum artık.. Yaşamak istiyorum.. Bazı şeyleri geride bırakmak ve insanları kendi bencil hayatlarına terk etmek.. “Aşktan, paradan, inançtan, ünden, adaletten öte gerçeği ver bana..” – Thoreau Yolum açık olsun, hepimizin yolu açık olsun.. (: 85
SOKAK LAMBASI
EDEBİYAT
H
86
er gün 67 İmpalasıyla uğraşır ve hiç bıkmazdı. Her limanda arabasının tamir edilecek bir şeyi çıkardı, bir şeyi bozulurdu. Üç şeyi vardı adamın; bir tane 67 İmpalası ve … Tanrı biliyor ya diğer iki şeyi Tanrı’dan bile saklardı. Bütün o yolculuklar boyunca, hızla geçip gittiği ağaçlardan, asfaltın üzerine işlenmiş beyaz çizgilerden, üzerine yağan bütün o bulutların çocuklarından ve Ay’dan bile saklardı. Aylar aylar ve aylar önce arabasını Afrika’ya doğru sürmüştü, hiçbir yerini bilmeden. İz bilmeden. Nerede olduğunu bilmeden. Eğer biraz İngilizcesi olmasaydı ve insanların ten renkleri onlara karşı bir farkındalık yaratmasaydı Afrika’da olduğunu bile anlayamazdı. Kendini Hollywood’da sanabilirdi. Yolu uzundu, bu belliydi. Bütün bir kıtayı enlemesine ve boylamasına gezecekti. Karşısına bir çölcük çıktı, zorlanmadan geldi üstesinden. Daha sonra … daha sonra orman benzeri bir yeşillik topluluğunun en derin gizlerine doğru yola çıktı. Gittikçe arabasının sesi artıyordu, adeta koruyucu bir köpek gibi. Ormanın bütün tehlikelerini hırlayarak uzak tutmak istiyordu sahibinden. Adam işitilmesi güç ve işitilmesi eşsiz bir melodi duyuyordu –arabanın gürültüsüne rağmen-. Otları araladı ve bilinmez bir Afrika kabilesinin, bilinmez güzellikte ki hatunlarından biriyle karşılaştı. Adamda öyle bir şey vardı ki sadece gözlerinin içine bakması yetiyordu. Kabilenin muhtemelen en güzel hatununun gözlerinin içine baktı ve kadının aynı vahşi bir leopar gibi adamın üzerine atlaması bir oldu. Kadın sevişmiyor ade-
Ahmet ÇİZMECİOĞLU
MÜREKKEBİ
KAN
ta yiyordu adamı. Adamın hamle yapmasına izin vermiyor, her yerine ısırırcasına öpüyordu. O öptükçe kıyafetleri parçalanıyordu adamın ama adam bundan inanılmaz bir haz alıyordu. Saatler, günler ve belki de haftalar sonra –muhtemelen kabilenin en güzel hatunu- yaptıkları bu garip ilişkiye girme türü sonrasında adam bir kere bile boşalmamıştı. Kadının bir kere bile öpmemişti. Kadına dokunabilmiş miydi onu bile hatırlamıyordu. Lakin hiç böyle bir haz almamıştı. Böyle bir haz olamaz diye geçirdi içinden ve bütün kıyafetleri parçalara ayrılmış olduğu için çırılçıplak arabasına bindi ve yoluna devam etti. Yolda giderken gözüne bir anda bir ışık patladı ve arabasıyla birlikte uçurumdan aşağı yuvarladı. Çok fazla kan kaybediyordu, bütün seviştiği kadınlar gözünün önünden geçti ve daha sonra bembeyaz bir kadın gördü. Kadın elini uzattı, adamın yanağına dokundu, boynunu uzattı ve adam kokladı. Ölmek üzere olan birinin artık bir sırrı kalamazdı. Sakladığı son iki
şeyi de çıkardı. Bir kâğıt ve bir kalem. Lakin mürekkebi bitmiş. Kitabını bitirmesi gerekiyordu. Aldı kalemi yarasının içine gömdü, kanını çekti ve kanını mürekkep olarak kullandı. Son cümlesi ise: Dünyanın en kanlı oyunudur, yaşamak. Yolda giderken gözüne bir anda bir ışık patladı ve arabasıyla birlikte uçurumdan aşağı yuvarladı. Çok fazla kan kaybediyordu, bütün seviştiği kadınlar gözünün önünden geçti ve daha sonra bembeyaz bir kadın gördü. Kadın elini uzattı, adamın yanağına dokundu, boynunu uzattı ve adam kokladı. Ölmek üzere olan birinin artık bir sırrı kalamazdı. Sakladığı son iki şeyi de çıkardı. Bir kâğıt ve bir kalem. Lakin mürekkebi bitmiş. Kitabını bitirmesi gerekiyordu. Aldı kalemi yarasının içine gömdü, kanını çekti ve kanını mürekkep olarak kullandı. Son cümlesi ise: Dünyanın en kanlı oyunudur, yaşamak.
KONSER
87
IDEA
AYLIK KÜLTÜR & SANAT MECMUASI
http://www.facebook.com/ideartmagazine ideartmagazine@gmail.com