ŞEHİR ve KÜLTÜR - 11. Sayı

Page 1



Biz’den…

“Yaşamanın Sorumluluğu Gereği, Bizler Birbirimizden Sorumluyuz.” Konu memleket olunca Mehmet rüzgâr gibi esiyorsun Eksik olma, … Konu memleket olunca Mehmet, dağbaşlarını duman alıyor, Oysa bu memleket üzerinden bulut geçmez memleket yedi günde sekiz mevsim yaşanan altından ırmaklar akan bir mekân … Gün doğanda doğamadım doğudan gün batısı kapısını kapattı Efkârımın tellerine kuşlar konuyor, tasa kuşları, Kimse yüklenmiyor vebali, Efendiler, ne olacak bu memleketin hâli?.. Dr.Kâmil Uğurlu Bu dünyada yaşamanın sorumluluğu gereği, bizler birbirimizden sorumluyuz. Sorumluluğun bilincinde olmak için kolektif bir hayatın olmazsa olmazlarını benliğimizde sindirmeliyiz. İnancımızı her daim tazelemeliyiz. Ki , iyiniyetin, adaletin, birlikteliğin hukukuna sarılalım. Vahdet bilincini düşüncemizden çıkarmayalım. Şehirlerde birlikte yaşadığımız hemşehrilerimizi n kardeşlerimizin her haktan önemli Yaşama hakkına tecavüz etmeyelim. Huzuru sükunu bozarak kamuya zarar vermenin vebalinin büyük olduğunu bilelim. Kul hakkına giren bu mütecaviz tutum ve davranışların karşısında Devletimizle yan yana kenetlenelim. Yaşamanın sadece nefes alıp vermek olmadığını bilerek, alıp verdiğimiz her nefesin aslında ikisi arasında geçen zaman diliminde yapmamız gerekenler olduğunun idrakinde olalım. Her nefes alıp verdiğimizde, ne yaptın? sorularının öznesi , önce Allah, sonra kendimiz, sonra vatanımız milletimiz ve bayrağımız için ne yaptın? Sorusuna pozitif cevaplar verebilmektir. Allah güzeldir, güzeli sever. Yaptığımız her işin güzel olmasını, konuştuğumuz sözlerin güzel olmasını,

binalarımızın güzel olmasını, Camilerin güzel olmasını, ilişkilerimizin güzel olmasını, okullarımızın evlerimizin güzel olmasını, Şehirlerimizin güzel olmasını herkesten önce Allah ister ve Allah, bu güzellikleri sever. Yaradana muhalif çirkinlikleri yaşamak, yapmak ,yaşatmak ona olan imanımızda ve saygımızda zayıflık meydana getirir. Okuma yazma öğrenmenin bir emir olduğunu düşünelim. Her okuma yazma öğrenen öğrendiklerinden sorumludur. Bilgi paylaşmakla çoğalır, İnsanlar ise irfan kapısında güzelleşir. İdarecilerimizin örnek alacağı muhteşem kişiler var tarihimizde . Yöneticilerimiz onları örnek alan yönetimi benimsemeli. Hz.Ebubekir’i, Hz.Ömer’i, Hz.Osman’ı,Hz. Aliy’i. … ki, idaresi altında olanlar huzurlu olsunlar. Her şehirli, okumalı yazmalı öğrenmeli öğretmeli, birlikte yaşamanın sorumluluklarını paylaşmalı. “Herkes evinin önünü süpürürse her yer tertemiz olur” düşüncesi gibi. Bu temizliği kendi vicdanlarımızda da yapmalıyız. Ümmi Sinanın meşhur beyitlerinde ifade ettiği “Gül alınıp gül satılan, Gülden terazi tutulan …” şehirlere özlem duymaktayız. Güzel mekanlarda yaşayanlar, güzel işler yapanlar, güzel sözler sarfedenler, etrafına gülümseyenler Güzel ve Kültürlü Şehirlerin Mimarlarıdır. Hz.Niyazi Mısrî bir şiirinde,sosyal hayatın gereğinde, bize tavsiyelerde bulunuyor; Çürüklerin hep sağ olur, Zehrin kamu bal-yağ olur. Dağlar meyvalı bağ olur, Cümle cihan bostan sana. Yalnız kişi yol alamaz, Maksudunu tez bulamaz. Bekle ma’arif kapısın, Yüz göstere irfan sana. Şehir ve Kültür Dergimiz’in yazı ve tasarım ekibi, bahsettiğimiz tüm sorumlulukların bilincinde bu ay ülkem ve milletim için böyle bir dergi çıkarabildim cevabını verebilmek için çalıştı. Hem aynaya baktık hem saçımızı taradık. Yaradana olan vazifemiz için, Sizlere güzel gözükmek için. “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4

ŞEHİRLER ÜZERiNDEN, MEDENiYETLER SAVAŞI Ersin Nazif GÜRDOĞAN

SÖYLEŞİ

6

38

PAYiTAHTI SiGAYA ÇEKEN ŞEHiR -IIİsa KOCAKAPLAN

“ŞEHRiN KÜLTÜRÜ, MiMARÎ iLE MUTLAKA ÖRTÜŞMELiDiR” MiMAR AHMET BÜLBÜL iLE SÖYLEŞi

Samet SURURi

48TARAKLI

iNSANIN HÂLÂ iNSAN OLDUĞU, iNSAN KALDIĞI YERLEŞiM:

10 20

OSMANLI’NIN MODERN DÜNYAYA TESiRLERi

Fahri TUNA

Prof.Dr.Erhan AFYONCU

BiR iSTANBUL EFENDiSi; NURETTiN TOPÇU VE SİYASi DÜŞÜNCESi Yaşar DiNÇKAL

ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Fahri Tuna - Giray Tarhanoğlu

52FAS

GİZEMLi ÜLKE

Prof. Dr. Ömer ÖZDEN

Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan,


68

DÜNYANIN ÇATISI NEPAL’DE RAMAZAN Nidayi SEViM

76 ANKARA

ANADOLU’NUN iNCiSi Mehmet KURTOĞLU

86

BAHTiYAR VAHAPZADE ANISINA

16 DERSAADET’TE “FATİH- SÜLEYMANİYE” ULEMÂ SEMTLERİ (DÖRDÜNCÜ) / Mehmet Kamil BERSE 22 ANTAKYA “ŞEHR-İ KEŞMEKEŞ” OLMUŞ / Ali Arslan CAN 26 ORDU/ÜNYE’DEKİ YÛNUS EMRE -2-/ Mustafa ÖZÇELİK 29 ÜÇ GÜNDEN NE ÇIKAR/ Kamil UĞURLU 30 ŞEHRE PENCEREMDEN BAKIYORUM / Recep GARİP 32 OSMANLI ARŞİVİ; RUMELİ ARAŞTIRMALARI AÇISINDAN ÖNEMİ (RUMELİ TARİHİ İLE İLGİLİ TASNIF FONLARI)/ Dr. Önder BAYIR 44 DiNGiNLiK ŞEHRi VİYANA / Yard.Doç.Dr.Erkan ÇAV 50 NİĞDE / NARKÖY / Mehtap ALTAN 58 ŞEHİRLERİ ÜRÜNLERİ İLE TEZYİN EDEN, KÜLTÜR SEVDALISI ÖRNEK İNSAN: İBRAHİM BODUR / Ramazan ALPARSLAN 62 ŞEYHÜLİSLAM FEYZULLAH EFENDİ’NİN KÜTÜPHANESİNE VAKFETTİĞİ KİTAPLAR VE MİLLET KÜTÜPHANESİ / Melek GENÇBOYACI 72 “ÇİVİ” İMGELER DENİZİNDE YÜZEN DUYARLI ŞİİRLER / Kitap Tanıtımı: Çağla Göksel ÇAKIR 74 TABELALAR ŞEHİR KÜLTÜRÜNÜN GÖSTERGESİDİR / Erbay KÜCET 82 KASTAMONU ‘DA BİR HAFTA SONU / Nurettin DURMAN 85 BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE ÇANAKKALEDE TÜRK DONANMASI/ Kitap Tanıtım: Asaf MERİÇ 88 İSLÂM ŞEHİRLERİ KUŞATMA ALTINDA / Sabri GÜLTEKİN 92 VATANIM KIRIM: DEVLETLERARASI KIRIM, SÜRGÜN VE İSMAİL BEY GASPIRALI KONGRESİ’NİN ARDINDAN -2- / Nazım MURADOV 94 ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ; KÜLTÜR OCAĞI VAKFI (KOCAV) / Mehmet Nuri YARDIM

Yard.Doç.Dr. Fatih ORDU

Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof. Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof. Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof. Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard. Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL.

Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 SefaköyK.çekmece / 0212 624 21 11 Kapak Resmi: TARAKLI / Servet SEZGİN


vrupa şehirlerinde kutsal kültür adına ne varsa, hepsi Asya’dan alınmadır. Avrupa, Avrupa’daki Müslümanları dışlamakla, İslam dünyasından önce Batı dünyasına zarar verir. Müslümanlar Avrupalı olmasalar da Avrupa’da yaşıyorlar, İspanya’da zengin bir tarihe sahipler.

ŞEHİRLER ÜZERİNDEN, MEDENİYETLER SAVAŞI En önemli insan hakkı inanç hakkıdır.Avrupalı ve Asyalı ülkeler farkının ortadan kalktığı kare dünyada, İslam dünyasının yangın alanına dönüşmesinden, yalnızca Avrupalı ya da Asyalı aydınlar değil ,kare dünyanın bütün aydınları sorumludur.

Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

*TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı

sayı//11// haziran 4

Dünyanın Avrupalılaşması çoktan bitti. Asyalılaşma başlayalı çok oldu. İnsanlığın geleceği İslam dünyasının geleceğine bağlıdır. İnsanlık dünyaya Batı’dan değil Doğu’dan bakacak. Avrupalı ve Asyalı ülkeler farkının, ortadan kalktığı kare dünyada, İslam dünyasının yangın alanına dönüşmesinden yalnızca Avrupalı ya da Asyalı aydınlar değil, kare dünyanın bütün aydınları sorumludur. Aydınlar kendi inançları ne olursa olsun, bütün toplumların inançlarına saygı göstermek zorundalar. İnanç haklarının olmadığı bir dünyada insan hakları olmaz. İnsan haklarının güvence altına alınması gerekir. En önemli insan hakkı inanç hakkıdır. Avrupalı ve Asyalı ülkeler farkının, ortadan kalktığı kare dünyada, İslam dünyasının yangın alanına dönüşmesinden yalnızca Avrupalı ya da Asyalı aydınlar değil, kare dünyanın bütün aydınları sorumludur. Aydınlar kendi inançları ne olursa olsun, bütün toplumların inançlarına saygı göstermek zorundalar. İnanç haklarının olmadığı bir dünyada insan hakları olmaz. İnsan haklarının güvence altına alınması gerekir. En önemli insan hakkı inanç hakkıdır. FRANSA MEDENİYET SAVAŞINI PARİSTE YAPIYOR. Fransa, dünyada yeni bir çatışma ekseninin ortaya çıkmasına öncülük yaptı. Artık dünyada sağcılar ile solculardan daha çok kutsal kültüre dost olanlarla düşman olanlar çatışıyor. Avrupa’da Fransa’nın başını çektiği ülkeler, İslam peygamberlerinden başlayarak, ifade özgürlüğü şemsiyesi altında, bütün peygamberleri itibarsızlaştırmak için, ellerinden gelen herşeyi yapıyorlar. Amerika’nın siyahları gibi, Avrupa’nın Müslümanları, polis kurşunlarının hedefi oluyorlar. Avrupa’yı yaşanır kılmanın yol haritası, seküler kültürün pozitif olgularında değil, kutsal kültürün normatif olgularında gizlidir. Albert Camus’den Andre Malraux’ya kadar pek çok Batılı aydının vurguladığı gibi: Avrupa ya bütün tarihsel birikimiyle kutsal kültüre odaklanacak, ya da bir akrep gibi, seküler kültürün ateş çemberi içinde toptan intihar edecektir. Ancak Avrupa güneşinin


battığının farkında değil, hala İslam dünyasına üstünlük taslamaya çalışıyor. FRANSA, MEDENİ ÇİZGİDEN UZAKLAŞIYOR. Fransa’da yaşayan Müslümanlar, toplumda yüzde 10’u aştıkları için, ülkenin ekonomik, siyasal ve kültürel yapısında vazgeçilmez bir yer tutuyorlar. Başta Fransa olmak üzere, bütün Avrupa ülkeleri, kendi ülkelerinde yaşayan Müslümanların kutsallarına saygı göstermek, değerlerine değer vermek zorundalar. Fransa’nın seküler kültürün anavatanı olması, kendisine bütün kutsal değerleri, ölçü ve sınır tanımaz bir biçimde eleştirme hakkı vermez. Fransa bütün kurum ve kuruluşlarıyla, “ileri” seküler Batı dünyasından “geri” İslam dünyasına, düşünce ve eleştiri özgürlüğü dersi verme hevesindedir. Genelde dünyadaki, özelde Avrupa’daki Müslümanlar, Fransa benzeri ülkelerin eleştiri sınırlarını aşan, hakarete varan suçlamalarını, hoşgörüyle karşıladılar. Yine de Edward Said’in “Oryantalizm” kitabında, ayrınıtılı olarak ortaya koyduğu İslam düşmanlığı, Batı’da hızını kesmeden devam ediyor. MUHAMMED HAMİDULLAH; ” İSLAMIN YENİ AVRUPADA PARLAYAN YILDIZI PARİS OLACAK “DEMİŞTİ Yirmibirinci yüzyılın Avrupası, geçen yüzyılların Avrupası değil. Ömrünü Fransızlara İslamı anlatmaya adayan Muhammed Hamidullah, 1969 yılında Ankara’da yaptığı bir konuşmada, “Paris’in Avrupa’da İstanbul’dan sonra en çok Müslümanın yaşadığı kent” olduğunun üzerinde önemle durmuş, “Paris İslam’ın Yeni Avrupa’da parlayan yıldızı olacak” demişti. Değişen Avrupa’da yalnızca Paris’te değil, bütün Avrupa kentlerinde yüzbinlerce Müslüman yaşıyor. Müslümanlar Avrupa’da binlerce “çarşı ve cami” inşa ettiler. DEMOKRASİ MİSYONERİ AMERİKA Demokrasinin patentinin kendisinde olduğunu iddia eden, demokrasi misyoneri Amerika, Müslüman ülkelerdeki demokratik yönetimlerin, her zaman karşısında yer aldı. Filistin’de özgür ve adil seçimlerle iktidara gelen HAMAS desteklenmediği gibi, dünya kamuoyuna “terörist” ilan edilerek, eli ve kolu bağlandı. Orta Doğu’da Amerika “Tamamen özgür bir seçime güvenmiyor ve bundan kaygı duyuyorum, çünkü dini partiler çok önemli bir üstünlüğe sahipler” diyen, Prof. Dr. Bernard Lewis gibi düşünüyor ve İHVAN’ı durdurmak için, herşeyi mübah görüyor. AMERİKA SAVAŞINI, KAHİREDE, BAĞDATTA YAPIYOR. Amerikanın Müslüman ülkelerdeki demokrasi düşmanlığı, Arap dünyasında İslam düşmanlığına dönüştü. Batı’da İslam düşmanlığı, demokrasi

düşmanlığını, demokrasi düşmanlığı İslam düşmanlığını doğurdu. Amerika, İngiltere ve Fransa’yı peşine takarak, Türkiye başta olmak üzere Cezayir’den Pakistan’a bütün darbeleri destekledi. Seçilmiş Başbakanların idam edilmesine, İslam’dan korkan “Endişeli Batı” adına onaylamakta hiç tereddüt etmedi. 79 11 68 İslam dünyasının olduğu kadar Batı dünyasının da, geçen yüzyıllarda döşenmiş mayınlardan arındırılmasında, demokratik yönetimlerin hayati bir önemi vardır. Hristiyan ülkelerde olduğu gibi, Müslüman ülkelerde de, katılımcı demokrasi kültürünü zenginleştirmek ve yeni boyutlar kazandırmak, Veysel’in deyişiyle: Gece ve gündüz gidilmesi gereken, uzun ve ince bir yoldur. İslam dünyasında doğmakta olan demokrasi hareketleri desteklenmezse, Batı kandan elbiseler giyer. Amerika’nın demokrasi düşmanlığı, Arap dünyasında esen güçlü demokratik yönetim rüzgarları sırasında da kendini gösterdi. Mısır’da demokratik yönetim yörüngesinden çıkarıldı. Suriye’de çok partili yönetim ve yönetime geçme istekleri, kanlı ve yıkıcı bir iç savaşa dönüştü. Demokrasi misyonerliği adına Irak’ı işgal eden Amerika, bütün bölgeyi Filistinleştirdi. Libya’da demokratik yönetim Cezayir’de olduğu gibi, evinde öldürüldü. Yalnız Tunus’ta, Demokrasi rüzgarı esmeye devam ediyor. ŞEHİRLER TARİH BOYUNCA, DEMOKRASİ SINAVLARI VERİRLER İslam dünyası, çifte standartlı Batı dünyasının önüne çıkardığı bütün engelleri bir bir aşarak, kendi demokrasisini kendisi inşa etmek zorundadır. Endonezya’dan Fas’a İslam dünyası, çok boyutlu bir Demokrasi sınavından geçiyor. Müslüman ülkeler, ya çok güçlü ve çok köklü olan istişare geleneklerinden yola çıkarak, Batı’nın seküler kültürünün üstünde yeni bir demokrasi dili oluşturacaklar, ya da değişik isimler altında devam eden, iktidar savaşlarında, kan dökmeye devam edecekler.İslam dünyasında, demokrasinin bütün kurum ve kurallarının sağlıklı bir altyapısının olması, toplumun bütün kesimlerince kabul görmesi için, gerekli tarihsel, kuramsal ve yönetimsel araştırmalar yapılmasına yetmedi. Tarihin her döneminde yönetimlerin başarısı, küresel hukuk ilkelerine ve dünya ölçeğinde geçerli etik değerlere, bağlılık ve saygıdan kaynaklanır. “Batı dünyası için kötü olan, İslam dünyası için iyidir,” diyen Amerika, Orta Doğu’da cam ürünleri satan bir mağazaya giren fil gibi, her şeyi kırdı döktü. Demokrasilerin en büyük düşmanı, demokrasi misyoneri Amerika’dır. Amerika ve Avrupa, dünyanın “Demokrasi Deli Dumrulları” dır. 5


Ş ehir

“ŞEHRİN KÜLTÜRÜ,

MİMARÎ İLE MUTLAKA ÖRTÜŞMELİDİR” MİMAR AHMET BÜLBÜL* İLE SÖYLEŞİ

Mimarın görevi yalnızca bina tasarlamak değil, toplumların bütün ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak yaşanılabilir ve ruha hitap eden projeler öngörmektir.

Söyleşi:Samet SURURİ

stanbul’un eski ve nüfusu çok ilçelerinden Gaziosmanpaşa’nın değerli Başkan Yardımcısı Mimar Ahmet Bülbül ile Şehirler , Mimari ve Şehir Kültürü üzerine samimi bir söyleşi gerçekleştirdik. Sorularımıza, mimar vizyonu ve Belediyeci kimliği ile cevaplar verdi. Bu sayımızda söyleşimizin kültür vizyonunu ve mimari perspektifini konuştuk,önümüzdeki sayıda kentsel dönüşümle ilgili fikirlerini yazacağız. Sayın başkanım, Şehir ve Kültür dergisi olarak bizimle röpöryaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Müsadenizle sorularımıza geçelim efendim, Mimarlar şehirleri inşa ederler, şairler ruhları ihya ederler diye bir söz vardır.Mimarlar binaları konumlandırırken ruhlarada hitap ederlermi? Ya da etmeleri gerekir mi? Mimarın görevi yalnızca bina tasarlamak değil, toplumların bütün ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak yaşanılabilir ve ruha hitap eden projeler öngörmektir. Tasarlanacak olan yapılar tüm şehrin karakteristik dokusunu baz alarak inşa edilmelidir. Bu süreçte yalnızca içinde yaşanan konutlar değil, günlük yaşamda ihtiyaç duyulan mekânlarla bütünleşerek insan hayatını kolaylaştıracak; erişim yolları, alışveriş merkezleri, yeşil alanlar, çocuk oyun alanları ve devlet kurum binaları gibi projeler üretilebilmelidir. Bunun yanı sıra; mimarın insan psikolojisini göz önünde bulundurarak konfor koşullarını dikkate alması gerekmektedir. Yeni konut alanları, ticaret alanları, sosyal donatı alanları ve yollar engellilerin karşılaştıkları güçlükler göz önünde bulundurularak tasarlanmalıdır. Mimaride geleneksel, modern yâda ütopik diyebilceğimiz tarzlar mimarlar tarafından hangi kriterlere bakılarak uygulanır? Mimari akımlar geçmişten günümüze sürekli üslup geliştirerek günümüze modern mimarlık olarak gelmiştir. Bu akımlar her bir mimarın kendinden önceki üslubu redderek özgün tarzda üslup geliştirmesi ile günümüzde kendi tarzlarına uyarlanmıştır. Bu tarzlar uygulanırken; şehrin tarihi dokusu, sosyo kültürel yapısı, hizmet vereceği amaç ve insanların yaşam standartları göz önünde bulundurulmaktadır.Geleneksel, Modern yada Ütopik Tarzlar özetle çevre koşulları ve yaşam standartları kriterleri baz alınarak uyarlanmaktadır.

*Gaziosmanpaşa Belediye Başkan Yardımcısı

sayı//11// haziran 6

Mimar bakışı ile kadim şehirleri veya son asrın şehirlerini insan ilişkileri açısından kıyasladığınızda nasıl görüyorsunuz? Son asrın şehirlerinde modernleşme ile beraber insan ilişkileri mekân değiştirmeye başlamıştır.


Misal; kadın çalışanların istihdamının artması ve bilinçli ebeveynliğin gelişmesiyle ev ve mahallede ki sosyal çevrede geçirilen zaman azalmış, iş yerlerinde, kurslarda, sosyal faaliyetlerde geçirilen zaman artmıştır.Buda beraberinde insan ilişkilerinin mahalle ölçeğinden çıkarak farklı bir boyuta taşınmasını beraberinde getirmiştir. Bu durum, şehirlerin mimari yapısından ziyade değişen dünyanın bir getirgesidir. Şehrin fiziksel oluşumunda mimari ön planda şüphesiz, şehrin kültürü mimari ile örtüşmeli mi, yoksa her devrin mimari tarzına göre yeni şekiller mi oluşmalı? Şüphesiz ki şehrin kültürü mimari ile mutlaka örtüşmelidir.Bilindiği üzere bir şehrin kimliğini oluşturan en önemli öğelerden biri “mimari öğelerdir”. Şehrin topografyası, doğal yapısı, bitki örtüsü ve hayvan türleri ,şehrin doğal çevresini oluşturur.Bu doğal çevre toplumun yaşam alanları olduğundan dolayı,yaşam alanları ile ilişkilendirildiğinde tüm bu unsurlar göz önünde bulundurularak projelendirilmeli ve inşa edilmelidir. Prof. Dr. Süheyl ünver hocanın bir sözü vardır:’’ şehirleri imar edersiniz, mimari olarak son örnekleri ve teknolojiyi kullanırsanız bunlar herkes tarafından yapılabilir, ancak şehirleri imar etmeden insanları imar etmek önemlidir’’ der. Mimarlar, belediyeler,

şehir plancılar şehirleri imar ederken insanın sosyal gelişimi konusunda neler yapılmalıdır.? Çevre ve kalıtımın karşılıklı etkileşim sürecinin ürünü olan sosyal gelişimde, çevrenin etkisi başka gelişim alanlarında olduğundan daha çok görülmektedir. Bilişsel kapasitesinin dışına çıkabilecek bir sosyalleşmeden söz edilemese bile bireyin sosyal gelişimi çevresinin ona sundukları kadardır. Sosyal gelişim, sosyal bir ortanda sosyal etkileşimle geçekleşir. İnsan içinde yaşadığı toplumun ona sağladığı imkân ve fırsatlarla ortaya çıkan toplumsal sürecin bir sonucudur. ’Bu göz önünde bulundurularak; donatı alanları, gelişmiş parklar ve yeşil alanlar düşünülerek şehirler tasarlanılırsa insanların günümüz çağında sosyal bir çevrede yaşaması sağlanabilir. Türk halkının şehirlerde asırlardır geliştirdiği mahalle kültürü bugünkü yapılaşma mantığında ortadan kalktı gibi gözüküyor. Biz kültürümüzü de bir ölçüde ortadan kaldırıyoruz. Ne yapmalıyızki kültürümüzü koruyalım veya korumayalım, yeni bir içtimai hayat mı oluşturalım? Kültür çeşitliliği ve korunması her millet için bir zenginliktir. Ülkemizde de farklı kültürler bir arada yaşamakta ve bu kentlerimizi güzelleştirmektedir. Gaziosmanpaşa ilçesinde de birçok farklı kültür yer almaktadır. Biz bu kültürleri korumayı önemsediğimizden dolayı yeni yapılan kentsel dönüşüm projelerinde 7


Ş ehir

genel olarak site kavramından uzak durmayı kesinlikle tercih ediyoruz.İnsanları toplumsal sınıflandırmalara itecek olan site duvarlarından ve benzeri sınırlandırma unsurlarından uzak durup kamu yararına açık ortak kullanım alanları oluşturmayı hedefleyerek mahalle kültürünü canlı tutmak için tüm projelerimizi bu şekilde dizayn ediyoruz. Binaların Çok Katlı Veya Az Katlı Olmasının Şehir Kültürüne Ve Sosyal Hayatına Olumlu , Olumsuz Etkileri Nelerdir? Az katlı binaların şehir kültürüne ve sosyal hayata olumlu bir etkisi olduğu gerçek fakat İstanbul gibi bir metropolde artan nüfusun yoğun ihtiyaçlarına da cevap vermemiz gerekmektedir. Örneğin; 500.000 kişi üzerinde nüfusa sahip Gaziosmanpaşa da çarpık kentleşmeden dolayı ortaya çıkan yetersiz altyapı ve donatı alanlarının iyileştirilmesini sağlayacak bir kentsel dönüşüm projesinin az katlı olarak gerçekleşmesi arzusu çalışmalarımızı çok zorlamaktadır. Gaziosmanpaşa’da yapılacak olan az katlı bir kentsel dönüşüm projesi beraberinde hak sahiplerinin mağduriyetini getirecektir. Biz hem halkı mağdur etmemeye hem de yaşam kalitesi yükselmiş sağlıklı bir Gaziosmanpaşa inşa etmeye çalışıyoruz. Şayet yüksek katlı binalar yerine 500.000 kişi üzerindeki nüfusu bahçeli evlere yerleştirmeye sayı//11// haziran 8

çalışsaydık tüm yeşil alanlarımızı da yerleşim alanlarına çevirmemiz gerekirdi. Bu demek değil ki yüksek katlı binalar, gökdelenler çözüm… Çözüm düzenli yerleşim alanları inşa etmek. Yüksek katlı binaların belirli bölgelerde inşa edilmesini sağlamak. Tabi bu düzenlemeleri yaparken de çevreye zarar vermeyen teknolojileri kullanarak yapmak. Binalarımızda Yeşil Bina ve Sürdürülebilir Yapı Teknolojilerini kullanmaya özen gösterirsek sağlıklı ve çevre dostu binalar ile enerji tasarrufu sağlayarak, doğayı koruyan ve konforlu bir yaşamı hedefleyen toplum olmamız kazanç sağlayacaktır.Bizim İlçemizdeki kentsel dönüşüm ile inşa edilecek tüm yapılar mutlaka LEED Sertifakalı olacaktır. İstanbul esas alındığında, dünyanın en hızlı gelişen nüfusu olan bir şehir, oniki bin yıla varan bir geçmiş, yirmi milyona varan nüfus… geçen yıllar az çok birşeyler yapıldı veya yapılmadı. Bundan sonrası istanbul için 10 yıllık, 20 yıllık , 50 yıllık planlar yapılıyor mu? Yapılmalı mı? Ne dersiniz? Kentsel dönüşüm planlarının hızla devam edeceği günümüz gerçeklerinden.Günümüzde şuan ileriye dönük planlamış ulaşıma dair bir çok proje bulunmakta.Bununla beraber birçok bölge riskli alan ilan edilmekte, tüm binaların çevre dostu binalar olarak tasarlanması hedeflenmekte. Deniz taşımacılığının önem arz ettiği,şehir dışında kalan noktalara iskeleler kurularak yük taşımacılığının yapılması söz konusu. Meydanlarda yayalaştırma


yaparak yeşil alanlarımızı genişletmek ve mesire yerlerinin yapılması amaçlanmakta. Yani; İstanbul için yapılması söz konusu olan ve gerçekleşme ihtimali kesin olan birçok plan proje bulunmakta ve devamının geleceği kesin.İstanbul Büyükşehir Belediyesi, şehrin trafik problemini bitirmek için başlattığı metro, yol, tünel ve kavşak perojelerine hız kesmeden devam ediyor. Önümüzdeki yıllarda bitecek olan ya da hala devam eden projelerin ulaşım sorununu çözebileceği büyük bir gerçek..Yalnız İlimizde değil,ülkemizde her ilde aynı şekilde özellikle dönüşüm projelerinde, ulaşım ve yeşil alanları genişletme konusunda çalışmalar yapılmakta olduğunu görüyoruz . Özellikle büyük şehirlerde ve tabiki istanbulda komşu kültürüne ihtiyacımız için ne dersiniz? Günümüzde hızlı şehirleşmenin beraberinde getirdiği sorumluluklardan dolayı insanların iş yoğunluğu ve sosyo kültürel faaliyetlere eğilimleri komşuluktan daha önemli hale gelmiştir. Eskilerin yâd ettiği gibi ‘’eskidendi o komşuluklar’’ tabiri hızla şehirleşen ülkemizde komşuluğun önemini yitirdiğini açık ve net bir biçimde ifade etmektedir. Aynı apartmanda oturup, yüz yüze bakmayan, bir birini tanımayan, hal hatır sormanın yanı sıra iyi günler dilemenin külfet olduğu düşünülen bir toplum haline gelmekteyiz. Oysaki komşuluk; ihtiyaç olarak düşünülemez. Hepimiz kapımızı açtığımızda ilk komşu kapısını görüyoruz, çocuğumuzu ; sessiz ol komşulara ayıp diyerek saygıyı öğretiyoruz, yalnız bırakarak güveni öğretiyoruz. Günümüzde her ne kadar komşuluk bilinmese de toplum hayatımızın kaçınılmaz bir gerçeğidir. Ve bu gerçek beraberinde; toplum olmayı , saygıyı , sevgiyi ve değer yargısını getirmektedir.Olmazsa olmaz bir gerçektir. Her türlü mimari tasarımın temeli insanların” komşuluk ilişkisi kuracağı düşünülerek dizayn edilmelidir. Çok teşekkürler Sayın Başkanım, Şehir ve Kültür Dergisi olarak, şehirlerimizi kültürümüzden uzaklaştırmadan geliştirmeye, ışık tutmaya, aydınlatmaya gayret ediyoruz. Vizyonumuz gelişirken kültürümüzü korumak ve genişletmektir. Sizlerinde uygulayıcı olarak gayretleriniz bu yöndedir biliyoruz.Biz Medya ve STK lar olarak; Belediyelerin çalışmalarına olumlu yönde katkılarımız olsun, elbirliği ile geleceği imar edelim istiyoruz.Birlikte çalışmanın sosyal bir sorumluluk olduğu bilincindeyiz. Bu söyleşideki samimi fikirleriniz ve cevaplarınız için tekrar teşekkür ediyoruz. Ben teşekkür ederim, Şehir ve Kültür dergisine ve Dersaadet Kültür Platformuna, Bu hayırlı faaliyetlerinizde başarılar diliyorum. 9


Ş ehir

OSMANLI’NIN MODERN

DÜNYAYA TESİRLERİ Osmanlı Devleti, Dünyanın en uzun süreli devletlerinden biridir.Japon hanedanını saymazsanız dünyanın en uzun süreli hanedanıdır. Prof.Dr.Erhan AFYONCU*

*TC.Marmara Üniversitesi

sayı//11// haziran 10

ürkiye de Muhafazakar kültür şu anda altın devrini yaşıyor ama aynı zamanda yerlerde de sürünüyor, böyle de ilginç bir telaffuz var. Muhafazakar kültüre hiçbir dönemde devlet , belediye olarak bu kadar imkan verilmedi ama malesef istenilen ölçüde de gidilemiyor çünkü bunun iki sebebi var; ilk olarak gelenek koptu, ikincisi şehir kültürü ortadan kalktıBu ikisi olmadığı zaman, olmuyor. Malesef eskiden 70’li 60’lı yıllarda böyle destek verilseydi Türkiye çok daha farklı bir halde olurdu. Önemli bir örnek belirtmeliyim; Ben her zaman derslerde öğrencilere şunu söylerim, Katip Çelebi sıradan bir memurdu yani Katip Çelebi müdür bile değildi. Halk düzeyinde bir memurdu şef olamıyordu, şef bile yapmamışlar. Kendi döneminde sadrazamlar geçtiği zaman haşa Allah geçiyormuş gibi nerdeyse millet yerlere eğilirmiş o sadrazamların, bugün hiçbirinin ismini bile hatırlamıyoruz ama Katip Çelebi günümüzde de hala ölmeyen isimlerden biridir, önemli olan bir eser ortaya koyabilmektir. Bu açıdan eser bırakan insanların her zaman isimleri yaşayacaktır, bu açıdan Kâtip Çelebi önemli bir isimdir. Bugün biz, Osmanlı Tarihini, Dünya Tarihini devamlı olarak bir şablon içerisinde okuyoruz ama maalesef okumamız gerekenleri de bir türlü okuyamıyoruz. Ders kitaplarıyla uzun süredir uğraşmak da olduğumuz halde ders kitaplarını değiştirmeyi başaramadık. En önemli şeylerden birisi budur tarihimiz şunumuz bunumuz vs. diyorlar ama ders kitapları hala 1861’de ki şablonla okutuluyor. 150 yıldır şablon değişmedi. İçine neler katmamız lazım bunu bir türlü yapamadık aklınıza gelebilecek bütün makamlar da ben bunu söyledim Cumhurbaşkanına söyledim, Başbakana söyledim, bakanlara söyledim hemen komisyon kuruyorlar komisyon kurulduğu zamanda iş yürümüyor. Bu işlerin pratik gitmesi lazım başka türlü olmuyor. OSMANLI’NIN TESİRLERİ Osmanlı imparatorluğu dünyanın en büyük uzun süreli devletlerinden biridir, Japon hanedanını saymazsanız dünyanın en uzun süreli hanedanıdır. Tek koldan devam ediyoruz çünkü diğer hanedanlıklar genellikle ölümcüldür. Osmanlıya gittiğimizde bugün dünyanın dini, siyasi yapısına şekil vermesinde son derece önemli izler bıraktı. Çünkü kendi döneminde izlediği siyasi yapı bugün ki dünyanın etnik yapısını, dini yapısını, siyasi yapısını, mimari yapısını, şehirciliği Osmanlı yönlendirdi. İşte neler oldu bunları sırasıyla gidelim Osmanlı imparatorluğu kurulduğu dönemde Anadolu’da kurulmuştu ama Osmanlı asıl büyürken Rumeli’de idi, Rumeli’de büyüdü. Zaten bütün müesseselerde Rumeli daha


önceliklidir. Balkanlara geçtiği zaman Osmanlı; Balkanlar doğudan Osmanlılar, batıdan da Macar ve Venedikliler tarafından tehdit ediliyordu. Macar ve Venedikliler Katolikliği, Osmanlı Müslümanlığı kendi arasında getiriyordu. Fakat burada şöyle bir fark vardı. Mezhep çatışması son derece tehlikeli bir çatışmadır. Hangi din de olursa olsun din çatışması daha olumsuz neticeler verebilir. Hıristiyan olmalarına rağmen gittikleri yerde Venedikliler ve Macarlar halkı Katolik olmaya zorlarken Osmanlı farklı bir dinde olmasına rağmen balkanları fethettiğinde ortodokslara Müslüman olma şartını getirmedi. Bunun en önemli sebebi mensup olduğu dinin zorla din değiştirme şartını koşmamasıydı. Bunu daha önce Selçuklular da yapmadı, Osmanlıdan önceki devletlerde ve Osmanlı ele geçirdikleri bölgelerde istimale dediğimiz bir sisteme başvurmuştur. İstimale gönül çekme, gönül kazanma demek. Fethettiği bölgelerde ki halkın dinine karşı yapıldı. Üzerlerinde ki feodal bilgilerin yükünü azalttılar, kilise ve kilise vakıflarına karışmadılar, fethettiği bölgelerdeki askeri sınıflara din değiştirme şartı koşmadan kendi sistemleri içine aldılar. Yani hristiyan, ortadoks, katolik Osmanlı ordusunda görev yapmaktaydı. Böyle olunca direnen tek hanedan kaldı. Hanedan ortadan kaldırılınca da Osmanlı topraklarına kaldı. Şimdi burada şu soruyu iyi cevaplamak lazım bundan 150 yıl önce Avrupa’nın herhangi bir yerinde müslümana rastlayamazdın esir olarak gitmemişse bir müslümana, müslümanların yaşadığı bir topluma rastlayamazdın bundan 150 yıl öncede, 250 yıl öncede, 550 yıl öncede her dinden insan İstanbul’da da Sivas’da da Tokat’da da Bağdat’da da yaşayabiliyorlardı.

önemlidir. Bu bizim için çok ağır örnekdir ama mukayese edilebilirse, Medine yarın öbür gün Allah göstermesin Hıristiyanlar’ın eline geçmesi İstanbul’un Müslümanların eline geçmesi gibi kabul ederler. Avrupalıların açısından budur bunu böyle düşünmek lazım, onlara halâ unutulmaz bir acı yaratmıştır. Tabi aynı zamanda hıristiyanların ilk azizlerinin hepsi Anadoluludur. Anadoludan gitmedir. Bugün Anadolu’da da hristiyan kalmamıştır. Avrupalılar açısından son derece olumsuz örnekdir. Kendileri için İstanbul’un fethinden sonra yıllarca haçlı seferleri planı yapıldı, İstanbul’un geri alınması düşünüldü. Fakat İstanbul’u bir türlü geri alamadılar. Alamadıkları gibi Fatih gitti Sırbistan’ı aldı, Arnavutluğu aldı, Bosna’yı aldı ve bu Avrupa’da şunu yarattı; Yenilmez Türk imajını yarattı, bu Türkler yenilmeyecekler, bu dünya Türklerin ahiret bizim gelin kiliseye dua edin para verin cennetten yer alın ve ahretinizi kurtarın şeklinde imaj yarattı . Bu o kadar ilginç bir şey ki, bir tane Alman İskenderiye ye giderken Türk gemisine biniyor. Ve gemiye bindiği zaman yolda korsan gemisi Türk gemisine saldırıyor tabi gemideki Türklerde korkuyor Alman şaşırıyor- hayret Türkler korktular demek ki! onlarda bizim gibi insanmış diyor. Psikolojik bir imajdır yenilmezlik. Meşhur bir siyasi düşünür, yazar İtalya’da insanların en büyük meşgalesi meydanlarda otururlardı diyor, tabi o zamanlar kahvehaneler yok. Türkler bu sene sizin şehrimi alacak bizim şehrimi alacak diye lak lak ederlerdi diyor. Son derece büyük bir korku vardı diyor. Bu imaj tabi aynı zamanda biraz önce söylediğimiz gibi Türklerin kimsenin dinine kendi hukuk çerçeveleri içinde dokunmaması halkın direnişini azalttı.

OSMANLI İDARESİ’NDE KİLİSELERİN ÖZGÜRLÜĞÜ Bu çok ileri bir örnektir. Avrupa ile mukayese edildiği zaman çok rahat ortaya çıkabilecek bir örnektir. Osmanlının balkanlara geçmesi Ortodoksluğu yaşatmıştır yani Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da ortodoksluğun var olmasında çok büyük tesiri vardır. Nitekim bu ortodoksluğu yaşatmasının yanı sıra Osmanlılar kiliseleri yani Bulgar kilisesi, sırp kilisesini Osmanlılar destekledi ve yunanlıların Helen kültürü karşısında bunların ezilmesini ortadan kaldırdı. Osmanlılar daha sonra balkanlarda ilerlemeye devam ettiler Avrupanın ortalarına kadar geldiler. Burada şöyle bir şey var. İstanbulun fethi geçtiğimiz günlerde 562.yıldönümünde tekrar gündeme geldi son derece önemli bir olaydır. İstanbul dini açıdan çok önemli bir merkezdir. Dünyada ki ilk hıristiyan başkent İstanbuldur. Romanında son başkentidir aynı zamanda yani hem siyasi hem dini açıdan İstanbul Avrupalılar açısından

BOSNA KRALININ FATİH’E BİATI Bosna kralının Fatih’e yazdığı bir mektup var diyor ki bizim hristiyanlar ahmakdı, Türklerin vaatlerine kanıyolar hiç savaşmadan teslim oluyorlar yakında her yeri ele geçirecekler. Ve dediği gibi de oluyor. Bunun üzerine yazarlar Avrupalı aydınlar Türklerin bu ilerleyişi karşısında direnişi arttırmak için Türkleri çok farklı şekilde çizmeye başladılar mesela bir yeniçeri anne ve babayı esir etmiş çocugu mızrağa geçirmiş gidiyor. Böyle bişey zaten yapılamaz bizim dinimize aykırı millet olarak da belki bir olumsuz istisna çıkar ama genel olarak öyle bir şey yok. Mesela Türkler kazıklara geçiriyor çocukları bu tür kitaplar basıldı ve bunun amacı Türk korkusunu yayarak, Türklere karşı bir direnç sağlamaktı. O zamanlar haritalarda gördügünüz gibi, Türk imparatorluğu diye geçiyor, mesela Türk askerini şeytana benzeterek çizdiler. Türkler budur bu şekildedir demek için şeyhülislamla şeytanı yan yana çizdiler şeytanın hocası olarak gösterdiler. Böyle resimler, gazeteler, kitaplar

Tabi aynı zamanda hıristiyanların ilk azizlerinin hepsi Anadoluludur. Anadoludan gitmedir. Bugün Anadolu’da da hristiyan kalmamıştır. Avrupalılar açısından son derece olumsuz örnekdir. Kendileri için İstanbul’un fethinden sonra yıllarca haçlı seferleri planı yapıldı, İstanbul’un geri alınması düşünüldü.

11


Ş ehir

yapıldı. Ve bu yenilmez imajı ilk olarak 1571 de inebahtı’da yıkıldı çünkü İnebahtı savaşı Türklerinde yenilebilir olduğunu gösterdi. Biz birlikte olsak Türkleri yenebiliriz düşüncesi ortaya çıktı 18.yy geldiği zaman artık yenilmez değil kendi topraklarında yüzlerce hristiyan grubu yöneten despotlar olarak adlandırıldı. Yani artık yenilmez türk imajı utanılması gereken hristiyanları besleyen bir şey haline gelmişti. Bu Avrupa birliğinin kurulmasında da önemlidir. Çünkü Avrupa birliğinin kurulmasında da romanın tekrar ihyası ve Türklerin avrupadan atılması vardır. 2500 tane kitap basılmıştır Avrupa’da Türklerle ilgili Latince, Fransızca, İtalyanca, İngilizce, almanca her dilden kitap vardır. Tabi bu yoğun olarak onları etkileyen unsur inebahtı savaşı mesela savaşın kazanımıyla ilgili tablolarda göklerden gelen yardımdan bahsedilmiştir. Göklerden yardım talep ediliyor.

Bu o kadar ilginç bir şey ki, bir tane Alman İskenderiye ye giderken Türk gemisine biniyor. Ve gemiye bindiği zaman yolda korsan gemisi Türk gemisine saldırıyor tabi gemideki Türklerde korkuyor Alman şaşırıyorhayret Türkler korktular demek ki! onlarda bizim gibi insanmış diyor

sayı//11// haziran 12

çıkarıldı. Bu durum Türk korkusuna karşı hristiyanları dinç tutmak için bu bilinçaltına atıldı . Avrupa’da ve bugünde adam bakarken bize biz diye bakmıyor. 300 yıl Avrupa’da uğraşıp göbeğini çatlattılar diye bakıyor. Avrupanın asimile edemediği tek millet Türk milletidir. Avrupa dışarıdan gelen bütün milletleri asimile etmiştir. En son örneği Almanlardır. Almanlar Avrupalı değildir dışarıdan gelmişlerdir sonradan hristiyan olmuşlardır, Romayı yıkmışlardır. Ama almanlar avrupanın bir parçasıdır. Türkler dışarıdan gelmişlerdir. Farklı bir dine mensuptur.300 yıla yakın avrupanın yarısını kontrol etmişlerdir. Avrupa Türkleri atana kadar ak ile karayı seçmiştir. İşte bu büyük bir imaj oluşturdu. TÜRKLÜK KORKUSU Türklük korkusu binlerce masal yazıldı. Türklerden korunma duaları yazıldı, çocukları koruma duaları yazıldı, asoloji ile ilgili yüzlerce kitap yazıldı. Aydın olan herkesin Türklerle ilgili Türkleri parçalamak için yazdığı mutlaka bir kitabı vardır. Türkleri parçalamak için 100 plan Türkçeye çevrildi bir devlet adamının kitabıdır. Önemli bir kitaptır aslında öyle protatif bir kitap gibi gözüküyor ama öyle değildir. Neblisten, beykadan, Erasmustan tutun herkesin Türklerle ilgili bir kitabı vardır. Türk devleti nasıl örgütlendi diye çünkü şu açıdan baktılar. Erasmus diyor ki ben humanistim savaşa karşıyım ama Türkleri yok etmezsek Hıristiyanlık tehlike altında o yüzden Türklere karşı savaşmalıyız. O derece yani savaşa karşı olanların bile yazdığı kitaplar vardır. Başkası bir plan yapıyor gürcülerle plan yapalım karamanlarla işbirliği yapalım biraz almanlar göndersin bu şekilde yüzlerce binlerce plan

KORKULAN ORDU Kanuni döneminde bu korku iyice ilerledi. Viyana kapılarına kadar dayandılar bu dönemde 1517 yılında rother isimli bir papaz kale çemberine 95 tane görüşlerini bastı ve Avrupa’da bir mücadele başladı daha önce papalığa karşı çıkan bir çok din görevlisi vardı. Kimisi yakıldı, kimisi sindirildi fakat bu tepki ayak da kaldı. Bunun birkaç sebebi var bir matbaa, matbaa sayesinde bu görüş yayıldı. Durduramadılar iki milli devletler oluşum çağında olduğu için alman prensler kendi topraklarındaki ekonomik getirilerin kendi topraklarında kalmasını istedi. O yüzden alman prensleri desteklediler üç Avrupada ki Türk baskısı Türklerin yaptığı baskı alman prensliklerine karşı Katolik hükümdar Şharkeli alman prenslerin istediklerini yapmaya zorladı. Çünkü Türklere karşı savaşmak için askere ihtiyaç var Türklere karşı savaşmak için paraya ihtiyaçları var alman prenslikleri şunu dedi. Siz bizim dinimizi mezhepimizi tanımıyorsunuz Türklere karşı savaşmamız için size yardım etmemizi istiyorsanız. Dinimizi tanıyacaksınız ve Osmanlının durduğu her dakika Protestanlığı Katolikliğe karşı Osmanlıları hep şöyle zannederiz kendi hallerinde bir şeylerden haberleri yok öyle değildir. Yakından takip ettiler avrupada ki hareketleri tabi avrupanın bölünmesi onlarında işine geliyordu. Ne kadar bölünürse Avrupa bizim için o kadar iyidi. Ve dolaylı olarak destek verdiler ve Osmanlılar katolik dünyasına vurduğu bu darbe 1555 de augsburg da Protestanlığın resmen tanınmasını sağladı Protestanlığın var olmasında avrupada yapılan türk baskısının çok büyük etkisi vardır. Çünkü alman prenslikleri Türklere karşı savaşmak için kendi mezheplerinin tanınmasını şart koşmuştur ve başarılı olmuşlardır.


Luther de bunun farkında mesela Türklerle barış anlaşmasını hiç bi şekilde istemiyor Türklerle barış yapıldığı zaman Katolikler hemen gelip kafalarına çullanacaklar o açıdan bu şekilde devam etmiştir. Osmanlı Protestanları kendi topraklarında kabul etti, sığınmalarına izin verdi. Ve kendi topraklarına sığınan Protestanlar yazdıkları bi sayfada Almanya’ya gönderildi Almanyada bu yazı basıldı. Türklerin hoşgörüsünü, müsamahasını övdüler biz size göre kafir bir memleketteyiz ama onlar bizim mezhepimizi tanıyorlar, dinimize karışmıyorlar, mezhepimize karışmıyorlar, ibadetlerimize karışmıyorlar şeklinde propagandalar yaptılar ve katledilmekten kurtulmak için Osmanlı macaristanına geldiler. PROTESTANLIK VE OSMANLI Protestanlığın var olmasında Osmanlının büyük bir katkısı vardır. Mesela 1572’de Fransa’da bütün Protestanlar öldürülmüştür. Fransada o yüzden Protestanlık çok azdır, katliam yapmışlardır. Sokullu Mehmet Paşa’da o dönemde Fransız elçisini çağırıp şunu demiştir. Bak burada her dinden insan yaşıyor ama siz kendi dininizde ki insanlara tahammül edemiyorsunuz. Kanuni döneminde Osmanlılar artık Avrupa kapılarındadırlar. O sırada yeni bir gündem belirleniyor bu gündem şu Fransa kralı Fransuva 1525 de Parma savaşını kaybediyor ve Sharkele esir düşüyor . O sırada annesi bir mektup gönderiyor hepimizin bildiği ve kanunide kahramanlık evrimini sayarda sayar şu kadar vilayetin hükümdarı sultan selim han oğlu sultan Süleyman sen ki Fransa vilayeti kralı franceskosun der ve bir tokat atar. Orada Osmanlılar 1526 ocak da giden bu ferman ile birlikte Fransa’ya yardım amaçlamışlardır. Osmanlılar bu ferman ile birlikte Avrupa işlerine karışmaya başladılar. Ve Hasburg İmpartorluğu dönemi İspanya, Hollanda, Belçika, Avusturya, Alman Prenslikleri, İtalya Avrupanın çok önemli bir kısmı 360 civarında küçük beylikleri ve prensliği yönetiyor. Fransayı yok etmek üzere ve Osmanlılar Fransaya yardım ederek Fransanın bağlılığını sağlamışlardır. Yani milli bir monarşinin olmasını sağlamışlardır. Osmanlılar bölünmüş Avrupa prensliklerini Avrupalılar şimdi bize nasıl uyguluyorlarsa biz de o dönem onlara öyle uyguluyorduk. Takip etmiştir Fransa Türklerle işbirliği yaptığı için kafirlikle suçlanmıştır. Ama bunun bir neticesi olarak Fransa ayakta kalmıştır Osmanlı Fransa’ya maddi destek, fiili para göndermişlerdir. 1543’de Kanuni döneminde Barbaros Hayrettin Paşa komutasında bizzat Osmanlı donanması is ve Tulun’a gitmiştir ve burada Fransaya yardım etmiştir. Bir çok zaman ortak savaşa girilip Katolik dünyası sıkıştırılmıştır. Fransa ticari kapitilasyonların verilmesiyle birlikte

siyasi açının yanında ticari olarak da desteklenerek çünkü bütün Osmanlı topraklarında ki gemiler Fransa bayrağı çekmek zorunda kalmıştır. Bu Fransa’ya büyük bir ekonomik ve siyasi güç sağlamıştır. Fransız kapitalizminin doğmasında da etkili oldu. Fransanın var olmasında Osmanlılar’ın çok büyük etkisi vardır. 1580’lere gelindiği zaman yeni bir devlet karşımıza çıktı bu yeni devlet İngiltere, İngiltere bu dönemde Protestanlığa geçtiği için ispanya ile arası bozulmuş durumda ve ispanya o dönemde çok güçlü bir devlet, Amerika’yı sömürüyor. Avrupanın çok büyük bir kısmına sahip İngiltere de ispanya karşısında var olabilmek için Fransanın izlediği rolü takip ediyor. 3.Murat dönemi İstanbul, o kadar ilginçtir ki ingilterenin elçisinin yazdığı mektuplar yalvaran mektuplardır - nolursunuz 3 gemi gönderin 5 gemi gönderin diye. 1588’de ispanya’nın ingiltere’ye karşı büyük işgal planı vardır Yenilmez Armada ismi verilen ispanya donanması ingiltereyi işgal edecekken Sir Fransız King Henry bunları manş denizinde denize gömmüştür. Uzun süren Fransız sir king henry’nin başarısı diye böbürleniliyordu. Geçtiğimiz yıllarda 10 yıl önce Fransız gazetesinde yazı çıktı Türklere teşekkür etmeliyiz diye. Osmanlı donanmasının akdenizde ki faaliyetleriyle ispanya donanmasının bir kısmı akdenizde kalmak zorunda kalmıştır. İspanya tüm donanmasını ingiltere’ye göndermiştir. İngiltere de aynı şekilde fransayı Osmanlıdan kollamıştır himayet etmiştir. Ticari yöndende kapitilasyonlar ile desteklemiştir ve bu şekilde ayakda kalmıştır. 1569’da 3. Bir devlet ortaya çıkıyor Hollanda o dönemde sömürge ispanyanın bir parçası Osmanlıdan yardım istiyor. İspanya’ya karşı isyan ediyor Osmanlıdan detek istiyor fakat o dönemde 1570’de Kıbrıs seferiyle uğraştığı için yardım edemiyor. Osmanlılar ancak 17.yy başlarında Hollanda ile temas kurabilmişlerdir. 1609’da hollandanın isyanı 1648’e kadar sürmüştür yani 70-80 yıl Hollanda tanınmamıştır avrupa’da 1609’da Hollanda elçisi istanbul’a geliyor muhatap oluncak kimse bulamıyor çünkü Hollanda diye bir devlet yok flemenk diye bir devlet yok kaptan deryani paşa Hollanda ile temas kurması gerektiğinin farkında çünkü Hollanda büyük bir denizcilik dünya ticaretenin önemli bir kısmını elinde tutuyor.

Çünkü Avrupa birliğinin kurulmasında da romanın tekrar ihyası ve Türklerin avrupadan atılması vardır. 2500 tane kitap basılmıştır Avrupa’da Türklerle ilgili Latince, Fransızca, İtalyanca, İngilizce, almanca her dilden kitap vardır. Tabi bu yoğun olarak onları etkileyen unsur inebahtı savaşı mesela savaşın kazanımıyla ilgili tablolarda göklerden gelen yardımdan bahsedilmiştir. Göklerden yardım talep ediliyor.

Ama resmi tanınmıyor diyor ki üsküdar’a git Üsküdar da önemli birisi var padişahın şeyh’i Aziz Mahmut Hüdai onun aracılığı ile saraya girebilirsin Hollanda elçisi halken Üsküdara gidiyor. Aziz Mahmut Hüdai’nin eteğini öpüyor onun aracılığı ile saraya giriyor ve 1612 de Hollanda’ya kapitilasyon verilerek Hollanda 13


Ş ehir

Bu dönemde özellikle Yavuz’un mısırı fethettiği dönemde çok büyük bir devlet var Portekiz o dönemde dünyanın en büyük denizci devleti Portekiz hindistana varmış kızıldenizi ele geçirmiş Cidde’ye çıkmış Mekke ve medine’ye ulaşması an meselesi .

Luther de bunun farkında mesela Türklerle barış anlaşmasını hiç bi şekilde istemiyor Türklerle barış yapıldığı zaman Katolikler hemen gelip kafalarına çullanacaklar o açıdan bu şekilde devam etmiştir

tanınıyor dünya da Hollanda’yı tanıyan ilk ülke Türkiye’dir. Geçtiğimiz yıllarda da bunun 400. Yıl dönümüydü Hollanda’ya da Osmanlı aynı desteği veriyor ve böylece Hollanda İngiltere ve Fransa gibi 3 devletin İspanyollar tarafından yok edilmemesinde önemli bir etkisi vardır. Aynı zamanda bunlara verdiğimiz ticari imtiyaz kapitilasyonlar Avrupa kapitalizminin gelişmesinde son derece önemli olmuştur. Tabi Osmanlı 16.yy da bir dünya gücüdür. Dünya gücü olduğunuz zaman düşmanınız çoğalır her yerde rakipler birikir. Afrika’ya geçiyorlar bu dönemde Barbaros Hayrettin Paşa’nın ağabeyi Oruç Reis Barbaros kardeşler Cezayir’i kendi başlarına ele geçirmişlerdir. İspanyollara direnemeyeceklerini anlayınca Osmanlı hizmetine giriyolar Osmanlılar da Barbaroslarla işbirliği yaparak Kuzey Afrika’ nın Endülüs olmasını engellemişlerdir. Endülüs 750’den 1492’ye kadar Müslümanların elinde olan bir bölge iken şuan fas’dan giden işçiler dışında ve bazı asimile olmuş Endülüs torunlarının içinde edülüs kimseyi bulamazsınız Osmanlının bu zamanda ki müdahalesi kuzey afrikada Müslümanlığı yaşatmıştır. Önce cezayir’i kurtarmıştır ardından Tunus fethedilmiştir elden çıkmıştır 1574’de tekrar Tunus fethedilmiştir. 1551 de Turgut Reis Libya’yı fethetmiştir. 1578’de Osmanlılar Fas’a müdahale etmiştir. Fas Portekiz tarafından işgal edilmek üzeredir Portekiz kralı öldürülmüştür ve fas kurtarılmıştır. Fas Osmanlı toprağı değildir bir dönem himaye altına girmiştir ama fas’da Müslümanlığın yaşamasında Osmanlının etkisi büyükdür. Osmanlı kuzey afrikayı ele geçirdikten sonra daha ortasına kadar gitmiştir. Bizim haritalarda Osmanlının sınırları afrikanın ucunda gösterilir ama doğru değildir Osmanlı nüfus alanıyla birlikte afrikanın ortalarına kadar gitmektedir.

sayı//11// haziran 14

Osmanlının bu dönemde ki yaptığı müdahale sayesinde Osmanlılar önce kızıldenizden portekizi attılar. Kutsal toprakları emniyeti altına aldılar ardından afrika’da doğu ve orta afrika’da Portekizlilerle mücadele’ye girdiler. Habeşistanı ele geçirdiler, Yemen’i ele geçirdiler, Somali’ye gittiler bugün Somali Avrupa tarafından dışlanan bir ülke çünkü Somali 16.yy’da Osmanlılarla işbirliği yaparak Afrika’da Müslümanlığın var olmasında çok büyük bir rol oynamış devlettir. Osmanlıların bu dönemde kuzey, orta ve doğu Afrika da faaliyetleri burada islamiyetin ve Müslüman sultanlıklara geçmesini sağlamıştır. Osmanlı buranın Endülüs gibi olmasını engellemiştir. Bunun yanı sıra Osmanlı devleti büyük bir güç biz bugün Avrupalıları nasıl taklit ediyorsak o zamanda taklit edilen bir devlet Rusya o dönemde büyüyor. Osmanlı askeri sistemi ve diyakat sistemini örnek alıyor çünkü Osmanlıda şöyle bir sistem var 16.yy’da laik olanı laik olduğu yere getirilmesi yani bir insan bir yere geliyorsa hak etmesi lazım. köylü çocugu olabilir, gulyabani çocugu da olabilir, Rüstem paşa gibi Hırvatistan da domuz çobanı da olabilir, Sokullu gibi bir papazın da çocugu olabilir. Ama layıksa yetenekleri varsa bir yere getiriliyor ve o yükselmedikçe o makamdan alınmıyor diyakat sistemi var hierarşide adaletli dağıtımı sağlıyor yani demokrasiyi sağlıyor bunu sağlamadığınız takdirde malesef Osmanlının son yıllarında 17.yy’ın başlarından itibaren bu sistem çökmüştür. Ve ondan önce bakıyorsunuz 20 yıl görevde kalan bürokratlar varken 16.yy’ın sonlarından itibaren 6 aya düşüyor görev süresi sadrazam değişiyor kendi kurulunu getiriyor ve böylece devletde devamlılık malesef olmuyor işte korkunç ivan askeri sistemin yanı sıra diyakat sisteminide Osmanlıdan örnek alarak uygulamıştır. Bunun yanı sıra polonya’dan macaristan’a ispanya’ya kadar birçok yerde Osmanlı askeri sisteminin uygulandığını biliyoruz mesela ispanyalılar terköz ismi verilen hafif suvariler Osmanlıdan örnektir, Macarların rusa adı verilen suvarileri Osmanlıdan örnektir, Polonyalıların birçok askeri sistemi Osmanlıdan alınmıştır. O kadar ilginçtir ki bakın 1806 da biz modernleşmek için ordu sistemimizi değiştirdik. Türk kılıcının Osmanlı ordusunda kullanılması bırakıldı. Yani bugün bizim ordumuzda Avrupa kılıcı var düz uzun ince kılıç türk kılıcı eğri bir kılıçtı o gün ki Türkiye de türk kılıcı ustası yok kılıç nasıl kullanılır bilinmiyor en iyi bilenler


kim Polonyalılar Türkiye’de bir gösteri yapmak istediğimiz zaman Polonyadan adam getirtiyoruz. Bizimkiler bilmiyor çünkü ne olduğunu Polonya kullanımını sürdürdü o kılıcın Türk kılıcı ustaları olmuştur böyle ilginç bir hadise de söz konusu tabi bunun yanı sıra osmanlı’da en gelişmiş şeylerden biri hukuk, bir devlet sadece askeri güçle 600 yıl devam etmez. bunun değişik ayakları olması lazım bunların arasında en önemlisi adalet, adaletin olmadığı yerde hiç bir şey olmuyor şimdi bizim en fazla şikayet ettiğimiz şeylerden birisi nedir bir mahkemenin içine bişey düşerse senelerce uzar uzar senelerce gider gelir bitmez. O nedenle 16.yy’da Avrupalıların dediği hep şu burada davalar çok hızlı hareket ediyor bizde 30 yıl süren davalar burada birkaç içinde sona eriyor. Adalet çok hızlı karar veriyor. Papanın temsilcisinden bir mektup geliyor biz utanıyoruz çünkü bizim kafir dediğimiz Türkler adaleti bu kadar hızlı devam ederken bizde davaların uzaması ve adaletsizliğin ortaya çıkması bizim için olumsuzdur bu sistemi örnek almamız lazım mesela İngiltere kralı VIII. Henry o dönemdeki heyete Osmanlı kanunlarını incelitiyor nasıl burada davalar yürüyor diye tabi birçok sebep var. Bir her şey mahkemeye gitmiyor bugün noluyor bana yan baktı diyor mahkemeye veriyor o dönemde ne yapılıyor mahallede ki ihtiyarlar olayı mahkemeye götürmeden çözüyor yani mahkemenin işini azaltıyor. İkincisi mahkemeye gidildiği zaman Osmanlı da kadı olumsuz örnekleri yok mudur vardır her zaman için kadı müstakildir. Her hangi bir şeye bağlı değildir bi bağlılığı yokdur devlete öyle olduğu zaman bunun en iyi örneği Fatih ile mimarı arasındadır. Fatihin mimarının elini kesmesinden dolayı mahkemeye vermesidir. Orada mahkeme aşamasında herkesin eşit olması adaletin sağlanması bu da zaten sistemin sorun olmadan ilerlemesini sağlıyor. Müslüman mahkemelerinde yapılan müslümanlar ve hristiyanlar arasında li mahkemeler de Müslümanların aleyhine verilmiş bir çok karar görürsünüz orda dinine ırkına rengine bakılmadan şeriat kanunlarına göre bir davranma söz konusudur. Tabi Osmanlının imalat sektörü var yani biz mesela İngiliz elçisiilk geldiği zaman İngiliz elçisinde bir liste var bir madde var diyor ki Türklerin kumaşı nasıl ürettikleri dokuma tezgahları nasıl yapılıyor sistem öğrenilecek Türklerin kumaşları boyama sistemi öğrenilecek özellikle de mavi boya nasıl üretiliyor bu öğrenilecek yani casusluk görevi verilmiş. Fransızlar buraya geldikleri zaman özellikle kıymetli madenlerle işlenen kumaşlar var ve onlarda bu sistemi öğrenmeye çalışıyorlar taklit ediyorlar başarılı olamıyorlar en sonunda buradan ustalar falan götürüyorlar yani o sistemi

uygulamak için yani burada devletin tesiri her sahada olmuştur. YUNANİSTAN,SELANİK VE DİĞERLERİ Bir çok yerin mimari şekilleri Osmanlı sayesindedir bugün Selanik’e gidin iki tane güzel yapısı var; 1-)Beyaz kule kanunin yaptırdığı bir kuledir. 2-) Makedonya eyalet konağı Abdülhamit’in o dönemdeki valilik binasıdır. Üsküp’e gidin üzerinde inci gibi bir köprü vardır II.Murat yapmıştır uzun süre Makedonlar kitabeleri yok etmeye çalıştılar. Tabi orada bir önemli noktada şu Müslüman toprak olduğu için onlara baskı yaptılar ve kitabeyi yerine koydular. Birçok yerin mimari şeklinin alınmasında Osmanlının izleri vardır tabi son döneme gelindiği zaman ise Osmanlıdan ayrılan devlet idarecilerin çoğu hem ülke kökenlidir hem de Galatasaray lisesi mezunudur. İkisinden çıkmıştır hem arap toprakları hem balkan topraklarında ki idarecilerde bunlar görev yapmışlardır. Mesela cumhuriyetin ilk dönemi o kadar ilginçtir ki cumhuriyetin ilk döneminde mesela bizim orda ki elçimiz ile oranın başbakanı arkadaş veya genelkurmaya başkanı arkadaş okulda beraber okumuşlar ülkede beraber durmuşlar ve ortak paydaları çok bir çok hadise rahatlıkla çözülebiliyordu. Aynı kültürden geliyorlar tabi burada lafı uzatsak bitmez yıllar önce david fromken isimli bir gazetecinin New york times da yazdığı bir yazı vardı. Orada şunu diyordu özellikle 90’lı yıllarda kominizmin çökmesinden sonra Sovyetler birliğinin yeni bir dünya düzeni kurulmaya çalışılması Amerika kendine göre bir düzen kurmaya çalıştı ve yayıldı. Yayıldıkça her nereye gitmeye çalışılırsa diyor fromken, karşımıza Osmanlının hayaleti çıkıyor. Bosnada, 11 eylül saldırılarında, Kafkaslarda, balkanlarda her taşın altından Osmanlı çıkıyordu tabi bu şunu kast ediyor Osmanlı yönettiği bölgede uzun süren hem çözümleriyle hem çözümsüzlükleriyle günümüze kadar silinmeyen bir iz bırakmıştır. Ve 90’lı yıllardan sonra Amerika ile birlikte bizde yeniden keşfedilmeye başlandık ve bu aynı şekilde Osmanlının en önemli özelliği şuydu doğunun İslam dünyasının şemsiyesi bugün ki dünyada dünyanın en önemli problemi budur batı medeniyetinin bu şemsiyesi varken doğu medeniyetinin malesef bir şemsiyesi yokdur. Dersaadet sohbetlerinde dinlediğiniz ve okuduğunuz için teşekkür ederim.

Kanuni döneminde bu korku iyice ilerledi. Viyana kapılarına kadar dayandılar bu dönemde 1517 yılında rother isimli bir papaz kale çemberine 95 tane görüşlerini bastı ve Avrupa’da bir mücadele başladı daha önce papalığa karşı çıkan bir çok din görevlisi vardı. Kimisi yakıldı, kimisi sindirildi fakat bu tepki ayak da kaldı

(Bu yazı Prof.Dr.Erhan Afyoncu tarafından 10 Haziran 2015 tarihinde Fatih Millet Kütüphanesinde gerçekleştirilen “Ali Emiri-Dersaadet Sohbetleri” nde “Osmanlı’nın Modern Dünya’ya tesirleri”konulu konferansından çözümlenmiştir.) 15


Ş ehir

DERSAADET’TE “FATİH- SÜLEYMANİYE”

ULEMÂ SEMTLERİ -DÖRDÜNCÜ-

SÜLEYMANiYE FATiH ULEMA SEMTLERiNiN BiYOGRAFi ÂLiMi, MUTASAVVIF, HATTAT ALiMLERiNDEN ÖNEMLi BiR iSiM MUSTAKiMZADE SÜLEYMAN SÂDEDDiN EFENDi 1719 MAYIS AYINDA ATiKALiPAŞA SEMTiNDE DOĞMUŞTUR. Mehmet Kamil BERSE

Asırlardır alimlerin ,ariflerin ilim dağıttıkları zühdü ve takvayı öğrettikleri mekânlar; Süleymaniye- Fatih. Ulema semtleri olarak bilinen bu semtler tarihten gelen bu hüviyetlerini bugün dahi muhafaza etmektedirler. Şeref-ül mekân bil mekîn derler eskiler, bu mekânlar yaşayanlarla şereflendiler bugüne kadar. Bugünden böylede bu şerefi taşımaya devam edecekler. Bizlere düşen bu mekânları şereflendirenleri bugüne ve gelecek kuşaklara tanıtmaktır. Bu isimleri satırlarımıza taşıyacağız. MEHMET EMİN TOKADÎ HAZRETLERİ Fatih Zeyrek semti Fil yokuşundan yukarı çıkarken sağ taraftaki alanda bir makam ,açık bir türbe görürsünüz.Pîri Paşa medresesi hazirsinde yatan hazret, uzun yıllardır Dersaadette yaşayan veya Dersaadete gelen misafirlerin uğrak yeri olur, huzurunda dualar edilir bir ulemadır. Mehmet Emin Tokadî Hazretleri, Fatih-Süleymaniye ulema semtlerinin merkezinde tarihten bize selam etmektedir. Dersaadetin evliyalarından biri olan Tokadi Mehmed Efendinin Adı Mehmed Emin b.Hasan b.Ö-mer Nakkaş Tokadî’dir. Lakabı, Cemaleddin, Künyesi Ebü’l-Emâne ve Ebu Mansur’dur. Aziz Mahmud Emevî dervişlerinden bir zatın oğludur. (m.1664) yılında Tokat’ta doğduğunu biliyoruz. (m.1745) yılında İstanbul’da vefat etti. Hazreti bilip irfanına inananlar, kabrini ziyaret ederek kendisinden feyz almakta ve muradlarına ka¬vuşmakta olduklarına inanmaktadırlar. Mehmed Emin Efendi Hazretleri, ilim tahsiline memleketinde başladı. Daha ileri derecede ders alacak bir hoca bulamayınca İstanbul’a gitmeyi ve tahsilini sürdürmeye karar verdi. İstanbul’a ilk geldiğinde, ilim tahsili sırasında hat sanatını Yedikuleli hattat Abdullah Efendi’den öğrendi.

Mehmet Emin Tokadi Hz. Türbesi

sayı//11// haziran 16

Mehmed Emin Tokadı Hazretleri, İstanbul’a ilk geldiğinde, birkaç ay Piri Paşa Medresesi’nde kaldı. Bu sırada Başruznâmeci Ali Efendi adında bir zatın oğluna ders vermeye başladı. Daha sonra Ali Efendi’nin evinde kalmaya başladı. Bu sırada Şehzâdebaşı Camii’nde de talebelere dersler verdi. Tüm bunlar kısa sürede tanınmasına vesile oldu. Ali efendinin Edirneye tayini çıkınca birlikte Edirneye gitti,Edirne’de hem görevini sürdürdü hem de Ali Efendi’nin oğlunu okutmaya devam etti. Ancak kısa bir süre sonra Ali Efendi’nin oğlu vefat etti. Tokadi Efendi bu ölüm olayına çok üzüldüğü gibi haddinden fazla da etkilendi. Hacca gitmeye ve her şeye oradan başlamaya karar verdi. Karar verdiği günün sabahı, Edirne’de, Saraçhane yakınında çalıştığı dairesine gitmek üzere evden çıkmıştı. Yolda meş¬hur Kadiri Şeyhi Kasabzâde


Muhammed Efendi Hazretleri’nin dergâhına uğradı. Oraya yaklaşınca, Muhammed Efendi’nin oğlu Abdülkadir Efendi’nin, dergâhın önünde beklediğini gördü. Abdülkadir Efendi yanına yaklaşıp: “Babam sizi dergâhta bekliyor. Buyursun, bir kahve içelim diyor” dedi. Bu davet üzerine Kasabzâde Muhammed Efendi’nin huzuruna varıp elini öptü. “Safa geldiniz Hacı Emin Efendi” dedi ve elinden tutup odasına götürdü. Oturup sohbete başladıkları sırada Mehmed Emin Efendi: “Elhamdülillah, bizi hacc-ı şerif ile müjdelediniz” deyince, Muhammed Efendi Hazretleri: “Evet, siz bu gece hacca gitmeye niyet ettiniz. Biz de tebrik ettik” deyip sohbete başladı. Mekke’ye vardığında, evliyanın büyüklerinden, İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin üçüncü oğlu Muhammed Ma’sum Farukî Hazretleri’nin yetiştirdiği yedi bin evliyadan biri olan Ahmed Yekdest Cüryanî Hazretleri’nin huzuruna gitmesini, kendisinin de selam ve hürmetlerini arzederek, onun talebesi olmasını tavsiye etti. Mehmed Emin Efendi, bu zatın yanından ayrıldıktan sonra, Başruznameci Ali Efendi’ye de giderek hacca gideceğini söyledi. Ali Efendi memnun olup, ona yolda harcaması için bir miktar para verdi. İstanbul’da hacıları götürecek gemiye bindi, Mehmet Emin Efendiden dinleyelim; “Mekke’ye varınca, ilk gün Kâbe’yi tavaf ve ziyaretle geçti. Ertesi gün sabah namazını Harem-i Şerifte kıldıktan sonra dışarı çıkacağım sırada, Harem-i Şerifin bir köşesinde, otuza yakın kimsenin halka halinde oturduklarını gördüm. “Niçin böyle halka olmuşlar acaba? Ders için hocalarını mı bekliyorlar?” diyerek yanlarına yaklaşıp oturdum. Hepsinin başlarını eğip edeple oturduklarını gördüm.. Bir ara başımı kaldırıp baktığımda, halkanın ortasında duran bir zatı karşımda gördüm. Dikkatle bana bakıyordu. Bakışlarından ve heybetinden ürperip başımı eğip gözlerimi yumdum. Bir müddet de öyle durduktan sonra, yine dikkatle bana baktığını gördüm. Sonra o zat ellerini kaldırıp dua etti. Duadan sonra Fatiha okundu ve herkes kalkıp dağılmaya başladı. Ben de kalkıp giderken o mübarek zat bana yaklaştı. Yanıma gelip selam verdi ve: “Hoş geldin Emin Efendi” dedi. Halimi hatırımı sordu. Sonra beni yanına alıp, Harem-i Şerifin yakınında bulunan evine götürdü. İçeri girip oturduktan biraz sonra hizmetçisi sofrayı kurdu. Sofrada sıcak bir ekmek ve fincan içinde içecek bir şey vardı. O mübarek zat ellerini ekmeğe uzatınca, bir elinin bileğinden kesik olduğunu gördüm. Hemen Edirne’deki Şeyh Muhammed Efendi’nin tavsiyesi aklıma geldi. Bahsettiğinin bu mübarek zat olduğunu

hatırladım. Fa¬kat o anda selamını söylemeyi unutmuşum. Yemekten sonra yolculuğumdan, gezip dolaştığım yerlerden sorup cevap aldıktan sonra: “Edirne’de size emanet edilen şeyi unuttunuz” buyurdu. Hemen Edir-ne’deki Muhammed Efendi’nin selamını hatırladım ve söyledim. O da muhabbet ve sürür içinde selamı aldı. Artık beni talebeliğe kabul edip, ders vermeye başladı ve Allahü Teala’nın ismini zikretmemi söyledi ve sonra da şu beyti okudu: Otuz kırk yıl geçince eylemiş tahkik-i Hâkânî. Ki birdem Hakk’ı zikretmek değer mülk-i Süleymânı.

Mehmed Emin Tokadı Hazretleri, İstanbul’a ilk geldiğinde, birkaç ay Piri Paşa Medresesi’nde kaldı. Bu sırada Başruznâmeci Ali Efendi adında bir zatın oğluna ders vermeye başladı.

Bundan sonra dille anlatılamaz hallere ve nimetlere kavuştum.1702 yılı hac mevsiminden, 1705 yılı hac mevsimine kadar, üç yıl boyunca, Ahmed Yekdest Cüryanî Hazretleri’nin hizmetinde, derslerinde ve sohbetlerinde bulundum. Ho¬camın izni üzerine İstanbul’a döndüm.” Mehmed Emin Tokadı Hazretleri, İstanbul’a avdet ettikten sonra, hocasının talebelerinden Muhammed Kumul Efendi’nin evine yerleşti ve İstanbul’da beş yıl daha kaldı. Bu sırada Nakşibendiyye, Kadiriyye, Şazeliyye ve Şettariyye kollarında yetişmiş bulunuyordu. Bir ara Muhammed Kumul Efendi ile önce Habeşistan’a, daha sonra Kudüs’e gitti. Oradan Mekke ve Medine’ye gittiler. Bu sırada hocası Ahmed Yekdest Hazretleri vefat edeli dört yıl olmuştu. Mehmed Emin Tokadı Hazretleri’nin bu seyahati tam altı yıl sürmüştü. Bu sırada Kudüs’te Ahmed Nahlî’den hadis ilmine dair icazet aldı. Medine’de Abdürrahim Buhari ve Beşir Ağa ile sohbetlerde bulundu. Daha başka birçok büyük zevatla bir araya geldi. 1717 yılında tekrar İstanbul’a döndü. Zeyrekte Filyokuşu’nda da oturdu. Bir süre Eyüp Sultan’da, Ebu Eyyüb –el Ensari Hazretleri’nin türbesinde türbedarlık yaptı. Bundan sonra kendisine Ravza-i Mutahhare’de Rasulüllah Efendimizin türbesinde türbedarlık verildi. Bu göreve getirildiğinde, kavuştuğu nimete şükrederek: “İki cihan sultanının türbesinde bekçi ve hizmetçi oldun. Onun yüksek kapısının süpürgecisini, Mevla mahrum eylemez, zarara uğratmaz. Cihanın sultanı olan Rasulüllah’ın hizmetçisini kimse incitmez. Ey Emin! Sana müjde¬ler olsun! Rasulüllah Efendimiz’in kapısında zahiren ve bâtınen hizmetçi olmakla şereflendin” manasında bir şiir söyledi. Talebelerinden Seyyid Yahya Efendi anlatıyor: “Bursa’da medfun bulunan İsmail Hakkı Hazretleri vefatına yakın bir zamanda, talebelerinden Ivaz Mehmed Paşa’yı, Yeğen Mehmed Paşa’yı ve Hacı Ahmed Paşa’yı tasavvufta yetiştirilmeleri ricasıyla Tokadı Hazretleri’ne göndermişti. O da onlarla 17


Ş ehir

O da muhabbet ve sürür içinde selamı aldı. Artık beni talebeliğe kabul edip, ders vermeye başladı ve Allahü Teala’nın ismini zikretmemi söyledi.

ilgilendi ve bunlardan Yeğen Mehmed Paşa, çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1737 yılında Avusturya seferini yapmakla görevlendirildi. Yeğen Mehmed Paşa bu sırada I. Mahmud Han’ın vezir-i azamı idi. Yeğen Mehmed Paşa, Emin Tokadî Hazretleri’nin seferden dönünceye kadar kendi evinde kalmasını istedi. Hazret bunu kabule yanaşmadı. Ağlayarak ricada bulununca, paşaya: “Bizi eve davet etmenizi kim tavsiye etti?” dedi. O da: “ Dârü’s-Seâde Ağası (İstanbul Valisi) Beşir Ağa biraderiniz hatırlattı” dedi. Emin Tokadî Hazretleri, ordunun zaferle dönmesi için çok dua etti. Talebesi Seyyid Yahya Efendi anlatıyor: “Bir sabah huzuruna gittiğimde, hastalanmış gördüm. Benden ilaç istedi, temin ettim. İlacı kullandı. Sonra birlikte talebelerinden Kafesdâr Abdülbâkî Efendi’nin evine gittik. Bu talebesi, Mehmed Emin Efendi’nin neşeli halini gö¬rünce bana: “Hamdolsun İslam askeri mansur ve muzaffer olmuştur. İnşallah birkaç güne kadar fetih haberi gelir” dedi. Dört gün sonra Tatarlar İstanbul’a fetih ha¬berini ulaştırdılar. Yeğen Mehmed Paşa doğruca Mehmed Emin Tokadî Efendi’nin huzuruna geldi. Paşa seferde olan bitenleri Emin Efendi Hazretleri’ne anlattı. Koynundan iki atlas kese altın çıkarıp, seferde iken fakirlere vermek üzere adadığını bildirdi. Bir defa Kâbe’de Rukn-i Yemânî’de yaslanmış halde iken, bir kere Mısır’da ve bir kere de İstanbul’da Fatih Camii civarında Hızır Aleyhisselam ile görüşmüş olduğunu ifadelerinden anlıyoruz. Şeyh Ahmed Buharî Tekkesi Ayvansaray’da sur dibinde bulunmaktadır. Tokadî Efendi’nin arkadaşlarından Tatar Ahmed Efendi vefat edince, devrin Şeyhulislam’ı Mustafa Efendi onun yerine Tokadî Efendi’yi postnişin olarak tayin etmiştir. Tokadî Efendi bu görevi Filyokuşu’ndaki evinden idare etmek şartıyla kabul etti. Burada (M. 1745) yılında vefatına kadar iki sene postnişinlik yapmıştır. Uzun bir nasihati içinde yer alan kendi hal tercümesi ile ilgili birkaç cümlesini burada hatırlatmamız gerekir: “Bir hakir, günahkâr, aslen Tokat’ta doğdum. Elli yıla yakın bir zaman¬dan beri İstanbul’da yerleşmiş durumdayım. İtikadda mezhebim Ehl-i Sünnet vel Cemaat olan Ebu Mansur Maturidî’nin mezhebidir. Amelde mezhebim, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin mezhebidir. Meş1hur bilinen ismim Muhammed Emin, künyem Ebü’l-Mansur, Ebü’l-Eman’dır. Babam Tokat sakinlerinden Hasan b.Ömer’dir. Sevdiklerime ve dostlarıma son diyeceklerim şunlardır: Bu kusurlu kulu

sayı//11// haziran 18

hatırlarından çıkarmayıp, Kur’an-ı Kerim okuyup, ruhuma hediye eden, hayır duadan unutmayalar, malımın en temizinden, helalinden yüz kuruşu teçhiz ve tekfinime ve yirmi iki kuruş ıskatıma sarf edeler. Varislerime, aile fertlerime vasiyetim şudur: Dostların sözlerine razı olup, mahkemeye gitmeyeler. Birbirine rıza gösterip mücadele ve musamaha etmeyeler. Herkes biliyor ki, dünya fani, ahiret bakidir. Allahü Teala’yı çok anıp zikredeler. Çünkü bütün saadetlerin başı budur. Herkese gönül hoşluğu ile kıyamete kadar hakkımı helal ettim. Kimsede hakkım yoktur...” İçimizi ferahlatmak için ziyaret edebileceğimiz makamlardan biridir Mehmet Emin Tokadi Hazretleri’nin makamı.. Onun ruhaniyetinden istifade edip dualar etmek için İstanbul Fatih Zeyrek’teki türbesine uğrayınız. Mehmet Emin Tokadi hazretlerinin çok bilinen duası şöyledir: “Ömürlerinde bir kez bizi ziyaret eden imanını kurtarmadıkça vefat etmesin!” O güzel mekanın kapısında “Edeple gelen lütufla gider” yazar, edebi sadece orada değil hayatımızın her anında unutmayalım. Edebi içimizde hissedersek ruhumuzu arındırır. Vesile ile güzelliklere kavuşuruz. Avluda bir ağaç vardı manevi bir rivayet dolaşırdı dillerde, maalesef son yıllarda o ağacı kesmişler. Ziyaretçiler o ağacın köküne dahi itibar etmekteler. Mehmet Emin Tokadi hazretleri, bu mübarek beldenin ve bu güzel semtlerin Fatih ve Süleymaniyenin alim ve ariflerinden biri olarak kıyamete kadar Dersaadeti sahiplenmeye devam edecek. Ulemalar semtlerinin banîlerinden biri olarak. MÜSTAKİMZÂDE SÜLEYMAN SADEDDİN EFENDİ Süleymaniye Fatih Ulema Semtlerinin Biyoğrafi âlimi, Mutasavvuf, Hattat alimlerinden önemli bir isim Mustakimzade Süleyman Sâdeddin efendi 1719 Mayıs ayında Atikalipaşa semtinde Doğmuştur. Beyazıttaki Sadrazam Seyyid Hasan Paşa Medresesi müderrislerinden Babası Mehmed Emin Efendi nin babası Şam ve Edirne Kadılarından Mehmed Müstakim Efendiye izafeten Müstakimzâde nâmıyla tanınmıştır. Künyesi, Ebü’l-mevâhip; lakabı Ma’sûmî ve Emînîdir. İstanbullu olduğu için de İstanbulî nisbesi verilmiştir. Müstakimzâde önce babasından ilim öğrendi. Devrin âlimlerinden Fâtih Câmii imâmı Seyyid Yûsuf Efendi’den kıraat ve fıkıh tahsîl etti. Pâdişâhın has tabiblerinden baş tabib Hayâtizâde Mustafa Feyzî Efendi’den ilim öğrendi. Yine meşhur âlimlerden Yemliha Hasan Efendi’den, saray hocalarından Hâfız Mehmed, Babadağlı Süleymân ve Seyyid Mehmed efendilerden çeşitli


ilimleri; Şeyh Abbâs Râsim Efendi’den Fârisî’yi öğrendi. Sonra Üsküdar Vâlide Câmii vâizi Îsâzâde Şeyh Mehmed Salih Efendi vasıtasıyla Abdülganî Nablüsî Şâmî hazretleri silsilesinden hadîs-i şerîf ilmini öğrendi. Tâlik yazıyı önce Fındıkzâde İbrâhim Efendi, sonraları Eğrikapılı Mehmed Râsim Efendi ve Kâtibzâde Mehmed Refî Efendi’den hat dersleri alıp hat san’atında yetişti. Zahirî ilimleri öğrendikten sonra, bâtını ilimlerde Şeyh Mehmed Salih Sahavî nin talebesi oldu. Müstakimzâde zahiri tahsîl hayâtından sonra, hayâtından önemli bir safhaya büyük bir âlim ve yüksek bir velî olan Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini tanımakla başladı.Kendisine intisab ederek 7 yıl hizmetinde bulundu, kendisinden Tarikat hilafeti ve Hadis icazeti aldı. “Böyle büyük bir âlimi, kıymetli rehberi tanıması şu şekildedir: Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi, şeyhülislâm Hamid Efendi Medresesi’nde ilim tahsîli ile meşgul iken, bir gün ders esnasında dershaneye nûr yüzlü mübarek bir zât geldi. Bu zât Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri idi. Dershanede ders veren hoca, onu eskiden beri tanıyıp çok sever ve hürmet ederdi. Teşrifi üzerine hürmeten dersi tehir etti. Müstakimzâde bu zâtı daha önce şahsen görmüştü. Fakat ismen tanımıyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri dershanede sohbete başladı. Mübarek ağzından adetâ nûr saçılıyor. Bu zâtın sohbetinde ilk defa bulunan Müstakimzâde, bu kıymetli sohbeti can kulağı ile dinlerken bambaşka bir âleme daldı ve kendini tutamayıp ağlamaya başladı. O zât sohbetini bitirip medreseden ayrıldı. Müstakimzâde, kalbini cezbeden ve kendisine hayran olup, muhabbetle bağlandığı bu zâtın kim olduğunu sorup öğrendi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri de dergâhına gidince, Müstakimzâde’yi kasdederek, oradaki dostlarına; “Hayli zamandır ortalıkta dolaşan bir av vardı. Onu sâadet tuzağına düşürmek niyetindeyiz” buyurmuştu. Müstakimzâde, çok sevip tutulduğu bu zâtın evini öğrendi. Bir seher vakti Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin evine gitmek üzere yola çıktı. Kapısına varınca, o mübarek zât tarafından kapıda karşılanıp içeri kabul edildi. Bu ilk ziyarette çok ikrâm ve iltifata kavuştu. Kendisini talebeliğe kabul edip ders verdi. Tasavvufta Ahrâriyye yolunda yetiştirdi. Hadîs ilminden çeşitli hadîs kitablarını ve Buhârî-i şerifi okuttu ve bu ilimde icazet verdi.” Müstakimzâde, Tokâdî hazretlerinin vefâtından sonra, bir süreliğine Bursaya gitti. İlmiye sınıfına girmek isteyen Müstakimzade 1751 de Seyyid Murteza Efendi’nin şeyhülislamlığı döneminde müderrislik imtihanına girdi, ancak sakalının seyreklği nedeni ile başarısız sayıldı. Hayatının

son yıllarında teklif edilen müderrisliği ise gönül koyduğu için kabul etmedi.Bu hadiseden çok etkilendi ve kendini ilmi çalışmalara adadı. ilmî çalışmalar yaptı. Başta Tasavvuf olmak üzere Dini İlimlerin hepsinde, Dil ve Edebiyat sahasında çok sayıda eser yazdı. Aynı zamanda şairliğide olan Müstakimzade ,Tarih düşürmede çok mahirdir, eserlerinin adında ebcedle telif tarihini öğreniyoruz.

Yazdığı kıymetli eserlerden büyüklü küçüklü yüz otuz adedi, İstanbul kütüphânelerinde mevcûddur. Eserleri çeşitli ilimlere âid ,değişik mevzûlardadır.

Ömrünü yoksulluk içinde geçiren Müstakimzade hiç evlenmemiş. Geçimini kitap istinsah ederek sağlamış. 14 Temmuz 1788 de vefat etmiş. Vasiyeti üzerine Zeyrekte Piri Paşa Camii haziresinde Mehmed Emin Tokadi hazretlerinin kabri yanına defnedildi. Yazdığı kıymetli eserlerden büyüklü küçüklü yüz otuz adedi, İstanbul kütüphânelerinde mevcûddur. Eserleri çeşitli ilimlere âid ,değişik mevzûlardadır. Bâzı kıymetli eserleri Türkçe’ye tercüme etmiştir. Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî’yi ,Mektûbât-ı Mâsûmî’yi altı cild hâlinde Osmanlıca’ya tercüme etti. Tuhfe-i Hattatin adlı eserini müellif nüshası bugün elde yoktur,vefatından hemen sonra Murad Molla tarafından istinsah edilen nüshası ve birkaç istinsahı Fatih Millet Yazma Eser kütüphanesinde, Topkapı Sarayı Kütüphanesinde, İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde bulunmaktadır. İbnülemin Mahmud Kemal müellif ve çalışmaları hakkında geniş bir inceleme ile 1928 de harf inkılabından önce basılan son kitap olarak neşretmiştir. Mustakimzade aynı zamanda çok iyi bir şairdir, bir şiirinde dua makamında ifadeler çok hoştur. “Yâ Rab! Kalemim mûy-i fenadan sakla Tahrîrimi ta’n-ı süfehâdan sakla Tevfîkin idüp kanda gidersem rehber Şâhrâh-ı şeriatte hatâdan sakla!” (Ey Allahım! Kalemimi fena kılından uzak tut ve yazdıklarımı alçakların kınamasına fırsat verme. Bana tevfîkinle nereye gidersem kılavuz eyle. İslâmiyet’in parlak olan ana caddesinde yürüt ve günâha yaklaştırma.) Fatih ilçesinde adı bir sokakta yaşamaktadır, ihtimaldir ki bu sokakta yaşamıştır.

Kaynakça:

İslam Ansiklopedisi/İslâm Âlimleri Ansiklopedis/Osmanlı Müellifleri/Sefînet-ül-evliyâ/Tuhfe-i Hattatîn

19


Ş ehir

BİR İSTANBUL EFENDİSİ;

NURETTİN TOPÇU

VE SİYASİ DÜŞÜNCESİ

Görüldüğü gibi,devlet onun için kutsal bir organdır.Kurtuluş savaşında milletin iradesiyle bağımsızlık kazanılmasına rağmen, devletin yapmış olduğu inkılablar ve devrimler milletin iradesini yansıtmamaktadır. Yaşar DiNÇKAL

urettin Topçu, 1909 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Topçuzade Ahmed Efendi Erzurumlu, Annesi Fatma Hanım ise Eğinlidir. Eğitim sürecine; Bezmialem Valide Sultan Mektebi’nde başlayan Topçu, Büyük Reşid Paşa Numune Mektebi’nde İlköğrenimini tamamladıktan sonra, Vefa İdadisi ve İstanbul Erkek Lisesi’nde orta öğrenimini tamamlar. Üniversite tahsilin için, 1928’de kazandığı bursla Fransa’ya giden Topçu, Psikoloji eğitimi aldıktan sonra, Sorbonnne Üniversitesi felsefe bölümünde lisans eğitimini ve doktorasını yapar. ‘İsyan Ahlakı’ adlı doktora tezi, bu üniversitede bir Türk öğrenci tarafından yapılan ilk doktora tezidir. Bu tez, Türk düşünce tarihinde yeni bir çığır açar. 1934 yılında yurda dönen Topçu, Galatasaray lisesinde öğretmenlik hayatına başlar, 1974 yılında emekli olana kadar, fikri çalışmalarının yanında çeşitli liselerde çalışır ve 1975 yılında vefat eder. Nurettin Topçu yaşamı boyunca, dünya savaşlarına, siyasi darbelere, maddeci bir medeniyete ve taklitçiliğe şahit olduğundan hep aykırı bir hayat felsefesine sahip olmuştur. Şüphesiz bu aykırılığının kaynağı, Türk tarihinde çığır açan Alparslan, Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmet gibi büyük hükümdarlar, Mevlana, Yunus Emre gibi büyük mutasavvıflar ile kendisinden bir kuşak önce yada aynı dönemde yaşamış Yahya Kemal, Mehmet Akif, Hüseyin Avni gibi yerli, Pascal, Massignon, Blondel, Bergson gibi batılı düşünürler ve eserleridir. Nurettin Topçu’nun fikirlerinin ana kaynağı Blondel’in hareket felsefesidir . Ancak onun hareket felsefesi, hocası Blondel’in felsefesinden farklıdır. Onun felsefesinin en önemli öğesi, Fransa’da çok yakın görüştüğü Remzi Oğuz’un savunduğu ve kendisinin de çok derinden etkilendiği, Anadoluculuktur. Yani O, “ Anadolu gerçeğinde bir milliyetçilik ideali ve bu ideale uygun düşecek sosyalizm anlayışını ortaya koymuştur.” Bu felsefesi ışığında milliyetçilik, maneviyat, eğitim, insan ve topluma dair görüşlerini, 1939 yılından itibaren yayın hayatına başlayan “ Hareket” adlı dergide, kendine özgü, cesur ve omurgalı yazılarını yayımlamaya başlar. Tanzimat ve Cumhuriyet aydınlarından en önemli farkı ise, yazdıkları gibi yaşamış birisi olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında ortaya çıkan fikir akımlarından ve Cumhuriyet dönemi çıkan akımlardan olumlu ve olumsuz yönde etkilenen Topçu, bütün yaşanmışlardan ancak“Anadoluculuk” fikri ile ülkenin ve milletin muasır olabileceğini savunmuştur. Ki

sayı//11// haziran 20


bunu Fransa’da doktora yaparken, 19.yy’dan itibaren batılılaşma peşinde olan Türkiye’nin içi boş bir taklitçilik yaptığını, Batının pozitivist anlayışını maneviyatçı bir görüşle beslendiğini gözlemlemiştir. Yani, Nurettin Topçu, ne Namık Kemal gibi milliyetçi, nede Ziya Gökalp gibi Turancıdır. O,” İslam’ın birleştirici ruhu” altında bir milliyetçi idealisttir. Batılılaşma ve batıcılığın Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan reform, devrim ve yeniliklere rağmen, ekonomide ve hayatın her alanında, batının gerisinde kalınması oldukça manidardır. Batıda eğitim almasına rağmen, manevi ve milli değerlerini kaybetmeyerek, aksine değerlerini daha da yücelten Nurettin Topçu, sorunun kültür ve medeniyet kavramlarının kargaşasından kaynaklandığının farkındadır. Ona göre; ” kültür, milletin sahip olduğu, hadiseleri karşılayan duyuş şekilleriyle, bütün tarihi içinde meydana getirdiği değer hükümleridir. Bu değer hükümlerinin ilim, felsefe, sanat ve din tarafından yaşatılmasıdır …” Medeniyet ise, kültürün yaşanmasından ve yaşatılmasından ortaya çıkan yaşam biçimleridir. Ona göre Medeniyet, kültürün somut ve maddi anlamda yansımasıdır. Bu realitede, Osmanlı’nın ve Türkiye’nin ne kadar devrim yaparsa yapsın, batı medeniyetleri gibi olamayacağı ortadadır. Sonuçta Osmanlı’nın son yüz yılı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yılları modernleşme sürecinde, aslına uygun yapılamadığı için, başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu durum Topçu’ya göre, sömürgecilikle beslenen büyük sanayinin insanı maddeye esir kılmasıdır. Oysaki bizim medeniyetimizin derin temellerine inildiğinde; batının bilim, felsefe ve sanat gibi değerlerinin ana kaynağının doğu medeniyeti olduğu görülür. Onun devlet ve millet görüşünün kaynağı, toplumun tarihi köklerindedir. Ziya Gökalp gibi ulusun tarihini Cumhuriyetle başlatmaz, Nihal Atsız gibi 1040 Dandanakan savaşıyla da başlatmaz. Onun felsefesinde Türk milletinin, millet olması 1071 Malazgirt Savaşı ile başlar. Malazgirt savaşından sonra, Anadolu’da yerleşik hayata geçen Türk Milleti’nin İslam ruhuyla birlikte yaşama ve kader birliği etme süreci, onun devlet ve millet anlayışının temelidir. Milliyetçilik soy birliği değil, batıda olduğu gibi, kader birliği etmiş toplumların ortak misyonudur. Bu görüşüyle Topçu, Ziya Gökalp’ın Turancılık felsefesini reddetmektedir. Milletin ortak misyonunun dayandığı iradenin Devleti doğuracağını savunan Topçuya göre, Devletin üç ana vasfı vardır. Bunlar vatan, millet ve hakimiyettir. Devletin alameti ise, otoriteli,

merkeziyetçi ve mesuliyettir. Aynı coğrafyada yaşayan insanların oluşturduğu topluluk ve ortak değerler milletin kaynağı ise, bu topraklar, binlerce yıldır hakimiyetini sürdüren milletin vatanıdır. Bu vatanda milletin temsilcisi olan devlet organlarının gücünü milleten alması, ve milletinde gücünü, kendisine karşı sorumlu olan devletten alması gerekir. Devlet milletin üzerinde tek otorite sahibidir. Topçu, millet- devlet ilişkisini şöyle anlatır; “ Topluluk ancak devlet olduğu zaman, yani kendindeki yaşamak iradesi, hakimiyet haline geldiği zaman manevi bir varlık değerini kazanır… devlet, fertlerle Allah arasında bir bağ, kurulmuş bir köprü sayılabilir. ” Görüldüğü gibi, devlet onun için kutsal bir organdır. Kurtuluş savaşında milletin iradesiyle bağımsızlık kazanılmasına rağmen, devletin yapmış olduğu inkılaplar ve devrimler milletin iradesini yansıtmamaktadır. Bu dönemde devlet, toplumun geçmişini yok sayarak (örf-adet) kendisi yeni bir toplum değeri oluşturmaya başlamıştır. (Pozitivist-Otoriteryanizm) Topçuya göre, Devleti yönetenlerin atanma biçimi demokrasiyle değil, toplumun kanaat önderlerinin, nitelikli insanların, atamasıyla olmalıdır. Yani topçunun felsefesinde demokrasi yoktur. Ona göre, demokrasilerde, “başın ayakları idare etmesi gerekirken, ayaklar başı idare eder.” Bu durum anarşizimin, ahlaksızlığın ve sermayenin siyasete bulaşmasından doğan sömürgeciliğe ortam hazırlar. “Milletleri bu zümrenin zulmünden milliyetçi sosyalizm kurtarabilir .” Nurettin Topçu bu düşüncelerini ortaya attığı yıllar 1960’lardır. Liberal ekonominin uygulanmaya başlandığı yıllar. Ona göre, “Liberal devlet anarşizmi himaye eder.”düşüncesi gerçekleşmiştir. Darbe olmuş memleketin Başbakanı ve bakanları idam edilmiş, ülke kaos ortamı yaşadığından, tarım ve sanayide modernleşme sağlanamamıştır. Ülke ABD’ye yakınlaşmış ve tamamen global sermayenin etkisindedir. Ona göre, devletin merkeziyetçiliğinde, bu sömürüden ancak maneviyatçı, milli ve sosyal adalet sisteminin hakim olmasıyla kurtulabilinir. Onun savunduğu sosyalizm Marksist anlamda bir sosyalizm değildir. Tam tersi İslami anlamda, ahlakı, kardeşliği ve adaleti öne çıkaran, gelir adaletsizliğini, zengin fakir ayırımı olamadan kooperatifçi bir anlayışla Anadolu’yu iktisadi anlamda kalındırmaktır. Topçu, bu düşüncelerini ortaya attığında başta Necip Fazıl olmak üzere, birçok muhafazakar, milliyetçi aydının ağır tepkilerini alır. Eleştirilere aldırış etmeden şöyle cevap verir: “ 21


Ş ehir

çeri girerken Külhan’a giden yolda refakatçiler birer birer kayboldu, Külhan’a Ahmet ile Ali girmişti. Külhan’ın başında Külhan Beyi değil Reis oturuyor; İttihad-ı Osmanici, teşkilatcı, şimdi millici ama hep reisti o.

ANTAKYA

“ŞEHR-İ KEŞMEKEŞ”

OLMUŞ

Dostluk ve muhabbet şehri Antakya’da hainlerin ortaya çıkmasından çok hiddetlenen Ali dostlarının yardımı ile zoraki sakinleşti. Ama kılcal damarları hala yanıyordu. Meydan Hamamı’nın içinde yürürken Külhan’ın ne kadar sıkı korunduğunu fark etti. Koskoca paşaların karargâhları bile içerden bu kadar koruma altında değillerdi. Can dostu Kara Ahmet bile ne kadar sonra vaktini bulunca kendisine sarılmıştı. Demek düşman çok güçlü, hainler iyi çalışıyordu. Reis kim? İnşaallah iyi bir tanıdıktır. Gerçi Ahmet beraberse Reis’e sadakat gerekir, sağlamdır o zaman, vatan demek Ahmet demektir, vatanperverleri bulmak istersen Ahmet’i bul yeter. Ali Arslan CAN

Reis ; -Yorgun musun? Ali, Reis’in yüzüne değil gözlerinin içine baktı. Külhan’a bile sığınsa vatan için çalışan birisi böyle bir soruyu neden sorar? Yapılacak iş vatan için ise ne yorgunluk olur. Balık hayat bulduğu deniz olan vatanı için ne yapmaz? Vatan, ben ve yorgunluk! Vatan işi yorgunluğa gelmez. Vatan yormaz hayat verir. Dalmıştı düşüncelere ki Reis’in sabır saçan gözleri cevap bekliyordu. Ali: -Daima yorgun olan yorgunluğu bilmez, onlar yorulmaz, yorgunluk dinlenebilenler içindir. Tembeller çok yorgun olur, çabuk yorulurlar. Bu sözleri duyan Reis’in hoşnutluktan coşan gözleri, Mevla’ya şükr eder gibi kapandı. Kubbe’nin son taşını yerine koyan mahir usta gibi sürurla, sevinçle ayağa kalktı. Ali, Reis’e doğru hızla koştu. Bir emir eri gibi yanına vardığında, Reis, hemen onu kucakladı. Sıktı kuvvetlice. Musul’da Sabis Paşa memleketine gönderirken sıkı sıkı kucaklamıştı, şimdide Antakya’da Reis hoş geldin diye kucaklıyordu. Demek birisi diğerine gönderiyordu bu şekilde. Reis Ali’nin kulağına: -Vatan için yorularak yorgunluğumuzu gidereceğiz, mazlum milleti, mahzun ümmeti topyekun harekete geçirmek lazım…. Ali, sakin ol yeni bir devre giriyoruz, sabır lazım, hainler mebzul, gördüklerini öldürmekte iş bitmez. Yİsmailler bitmez. Vatan ve milletseverleri güçlendirmek lazım. Yİsmailler o zaman fır fır döner kıvranırlar etrafımızda… Sonra Ali’nin gözlerinin içine baktı, herkesin duymasını istediğinden boğazını temizledi, Külhan’ın sıcağından kuruyan dudaklarını diliyle ıslattı ve şiir gibi konuştu: Bak millet mazlum bu an, Ümmet mahzundur şu an, Birleşenler ölmez ki, İnananlar tek bir can. Bir cesette birçok can, Bulunması zor iman, Hainde var birçok yüz, Şehr-i münafıkistan. Bak her tarafta düşman, Dolmuş damarına kan,

sayı//11// haziran 22


Acele etme bekle, Ali aklını kullan. Vaktin bitiği son an, Azrail’e ol yalan, Belki de sen olursun, O yüce emre bürhan. Ali, -Anladım, Reis. Son ana, kesin karara kadar telefat yok. Önce milleti uyarmak, şaşkınları ıslah gerek. Ama bu hainlerin en azından bazılarını Azrail’in benim vasıtamla cehenneme göndermesini çok istiyorum. Bilirsin Sofilerdenim. Bilmez miyim der gibi başını sallayan Reis üzerine basa basa, gür bir sesle, Millici zatların duymasını istercesine; -Amcan gibi önce akl et, Kadı gibi adil hükm et, Vakt-i ıskatı vacib ise, Sonra baban gibi katl et. Ali bir an düşündü, harp barıştan daha mı iyiydi ne? Orada bu kadar ince düşünülmezdi, belki de komutanlar hassas düşünür, kendilerine iş kalmazdı. Şimdi her şeyi düşünmek, hesaplamak lazım, hataya yer yok, her şey daha zor…. Dalma Ali, diye Reis’in sözleriyle kendini toparlayan Ali boş bulduğu yere oturdu. Kimlerin bulunduğuna bile bakamamıştı. Babasını, amcasını çok iyi bilen Reis’i eskiden beri tanır biraz da çekinirdi. Bu defa Reis ona bir genç muamelesi değil, ekibin bir parçası, heyetin bir üyesi muamelesi yapıyordu. Eskiden yaptığında onu öven Reis bu defa hafif yollu göz ve sözüyle onu azarlamış ama kucaklamış, herkese lazım olacak düsturları ise yüksek sesle söylemişti Yoksa Antakya Meclisi toplandı da kendisi üye mi seçilmişti? Reis yerine geçerken, Ali etrafındakileri merak ederek tek tek süzmeye başladı. Bazılarını tanıyor, bazılarının kimlerden olduğunu tahmin ediyordu. Her gruptan insan vardı; zengin fakir, tahsilli-ümmi, güçlü-zayıf, memur-sivil, şehirliköylü, toprak sahibi–köylü… Ordulu/Cebel-i Akralı, Belanlı, Süveydiyeli, Kırıkhanlı, Kuseyirli, Reyhaniyeli, Bayır-Buçaklı… Demek zaman birlik zamanı, ittihad etmek vakti diye düşündü Ali. Düşmanının Antakya’da olmasından herkes ızdırablı, endişe yüzlerden belli, gözler kinden mi yoksa umuttan mı parlıyor belirsiz, belki de ikisinin birliğinden yeni bir ışıkla bakıyor. Gözler iradedeki kararlılığı sergilerken, kasları sanki hareket etmek için geriliyor. Reisin konuşmaya başlayacağı kendini toparlamasından anlayan Ali, pür dikkat dinlemeye başladı. -Yılmaz ve yorulmaz ağabeylerim, arkadaşlarım,

kardeşlerim. Biliyorsunuz Sulh Antlaşması yapılana kadar Ateşkes ile düşman her tarafa giriyor. Mülki idareye karışmayacağız, sadece güvenlik sağlayacağız, diyorlardı. Ancak bütün vaatlerin yalan olduğu ortaya çıktı. Görüyorsunuz, Antakya’da memurlar Osmanlı ancak emri artık İngilizlerden alıyorlar, yakında Fransızlar emir alacaklar. Askerimiz zoraki Adana’ya çektirildi. Antakya’da millet şaşkın, hain ve güç peşinde olanlar İtilaf kuvvetlerinin peşinde dolaşıyorlar. Ali; Reis ne güzel özetledi durumu, öyle ya ne de olsa o Reis, diye geçirdi içinden. Bu arada Osmanlı ülkesindeki son durumu da en yetkili ağızdan öğrenmişti. Tekrar Reis’in sözlerine kulak kesildi. -Uzun bir mücadele devrine giriyoruz. Süresini ben de bilmiyorum. Millet ile vatan birdir. Biz de ikisiyle biriz. Milletin yanında değil içinde olcağız. Onun gücünü arzusu istikametinde en akıllı şekilde tecellisi için çalışacağız. Milletin neredeyse umumu düşmana kin besliyor. Cüzi bir kısmı yıldığı için mağlubiyeti kabul arifesinde. Bu teslimiyete dönmemeli. Şaşkınlıktan dengesi bozulan çoğunluğun aradığı umut ve çare önlerine konmalı, umut ağacı sulanmalı, zor şartlar için mücahede ile mücadele birleştirilmeli. Hakka ve halka güvenmelisiniz. Çare millet namına sizlersiniz. Bu yeni harbte kılıç çekmek mermi sıkmak değil, halkla birlik olmak, onunla muhabbet etmek esastır. Şimdilik düşmanla bile çatışmayacaksınız. Sessizce hazırlık yapacaksınız. Her yerde teşkilatlanacaksınız. Teşkilat ruh gibi milletle olmalı ama görünmemeli. Teşkilat milletin ruhu ile birleşmeli, milli ruh büyümeli, mevcut kuvve korunmalı, heder edilmemeli. Vakti gelince kuvveden fiile çıkılacaktır. Zaman geldiğinde millet düşmanı geldikleri gibi onları deniz ya İskenderun’dan ya da Süveydiye’den gönderecektir. Reis konuşmasını bitirdiğinde herkes rahatlamış, yüzlerde şaşkınlıktan, tereddüttün eser kalmamıştı. Ali, Reis’in hitabesini hızlı bir şekilde değerlendirdi, demek Musul’dan beri yaşadıkları, gördükleri ve yapılan hazırlıklar yeni bir savaş içindi. Hem var olunacak, hem çalışacak, hem de görünmeyecekti. Dört yıl açıktan savaşan biri için anlaşılması zor bahisti. Düşman ile yan yana iç içe olunacak, savaşılmayacak ancak hazır olunacaktı. -Milli kuvva canlandırılacak, kuvvadan fiile çıkılmayacak, kuvva-yı milliyeye geçmek için hazır olunacak. Antakya’daki Kuvva-yı Milliye külhanın küllerinden değil, vatanseverlerin akıl, kalb ve vicdanlarından doğuyordu. Teşkilat milletin damarları gibi acı, hüzün ve sevinci birbirine bildiren bir hususiyet taşıyacaktı. Herkes kendi kısmını canlı tutup hazır hale getirmek için görev 23


Ş ehir

bölgelerine doğru hareket geçmişlerdi. Kara Ahmet’le birlikte Meydan Hamam’ından çıkan Ali tedbir amacıyla bazen onunla beraber yürüyor bazen ayrılıyordu. Bu taktik Antakya’nın dantela gibi sokaklarını bilenler için hiç te zor değildi. Antakya şehrinin manevi sahiblerinin mukaddes mekanı Habib Neccar Cami’sine varıp onlara tekmil vermeden Ordu nahiyesine hareket etmek bir gaziye yakışmazdı. Zaten şehre inen herkes ziyaret ederdi burayı. Saka Hamamı’na varmadın aşağıya kıvrılıp Uzun Çarşı’nın kalabalığından faydalanmak için karmaşık bir yol takip ediyorlardı. Müsait olsa Antakya’ya ilk geldiğinde konakladığı Kurşunlu Han’da gitmek, geniş avlusunda etrafı ağaçlarla çevrili havuzun yanındaki kuyudan bir su içmek, külhandaki sıcaktan kuruyan dili-damağı bayram ettirmek lazımdı. Bu hanın avlusuna girişin sağındaki o şirin mescit ilk yetişkinliğindeki gibi Mevla’ya yalvarmak ne hoş olurdu. Bu mescit Antakya’ya geldiğinde üst kattaki köşedeki geniş odada kalan babasının handaki ikinci mekanı gibi idi. Tabi o hoş kısa minaresinde etrafı seyretmek te Ali’nin küçüklüğünde çok sevdiği bir oyundu. Heyhat, bu Kurşunlu Han’a girmek artık kendileri için imkânsızdı. Düşmanın Antakya’dan sürülmesine kadar bunların hepsi sadece hatıralarda yaşayacaktı. Yine de önünden geçip hanın duvarlarının başladığı yerde cadde ortasında atlarını suladıkları havuzu görmek, çeşmesinden su içmek mümkün olabilirdi. Ahmet, Ali’nin bu arzusunu kırmadı kabul etti ve yönlerini oraya çevirdiler. Kısa süre sonra susuzluktan kavrulan bedenlerinin ihtiyacı olan suya bir sıcak yaz gününde olduğu gibi saldırdılar. Kana kana su içtikten sonra sanki kendilerine gelmişlerdi. Tam bu esnada ikisinin de dikkatini hanın önündeki birisi çekmişti. O günlerde İngiliz askerleri bazı sokakları ve köşeleri bir siper gibi kullanırken, Kurşunlu Han’ın önünde İngilizlere benzemeyen bir er afralı-tafralı dolaşıyordu. Ali’nin merakını gidermek için Kara Ahmet; -Kurşunlu Han İngilizlerin elinde. Hanı garptan gelen Yakuboğullarından Mahmut işletiyor. İkisinin de tanımaya çalıştığı bu şahsı bir yerlerden hatırlar gibi olan Ali, -Bu her komutana ayrı bir yağ çekiği için merkezden uzaklaştırılan bizim alayın ayakkabıcısı değimli? Ahmet, -Evet . Kıdemli erliği ile öğünüp duran, erata zulüm yapan, erlerin yüzüne Başer, arkadan Boşer dedikleri şahıs. Bu arada ihtiyaten ikisi bir birinde ayrıldılar ve hanın kapısının önünden geçiş Neccarlar Meciti’ine varmadın Habib Neccar’a gitmek üzere sayı//11// haziran 24

sözleştiler. Ali Kurşunlu Han’ın önünden geçerken eskiden hanın iki tarafında muhafızlarının nöbet tutuğu yerlerde iki hain duruyordu. Hanın girişinin iki yanındaki kabul mahallinde müsellah İngiliz askerleri hazır bekliyorlardı. Hanın önüne göstermelik Türklerden iki şahsı dikmişler içeride ise İtilaf güçleri. Artık emindi. Bu hanın önündekiler İngiliz hizmetine girmiş muhafızlar ve birisi de o eski arkadaşlarıydı. Ali’nin kesin teşhis ettiği bu eski dostu, ne zaman büyük kabahat işlese ortadan yok olurdu ta unutturana kadar. İşi olduğunda bir yolunu bulur, tatlı tatlı dost canlısı gibi içindekini saklar sevecenlikle gelir, menfaatini temin dene kadar kalır, sonra ziv olurdu. Bu arada öğrendiği her şeyi satacağı yeri hazırlamıştır bile. Ama kendince hiç hatası olmaz onun, hiç te özür dilemezdi. Sanki bir melek veya seçilmiş bir varlıktı… Sen Allah vere küçük bir hata yap, Habib Neccar Camisi’nin kubbesi, yok yok Süleymaniye Camisi’nin kubbesi bile küçük kalırdı onun yanında. Ali düşüne düşüne giderken, dost bildiği hainin hınzırlığının sebeb olduğu acıyı, biraz teselli olmak için bir deyiş gibi, içine akan dizeleri sıraladı: Ay güneşe sen gücü bakarsın, Dostları her köşede satarsın, Bin kere etsen de azm ü cezmi, Sen er olur aslan olamazsın. Arandığında hiç bulunmazsın, Her dönem başka bir kapıdasın, Varsa imanın etme yemini, Esfel-i safilini boylarsın. Dar sokaktaki Şeyh Mahmut türbesinin önünden geçerlerden Fatiha okuduktan sonra hızlı bir şekilde fazla vakit geçirdikleri bu semtten uzaklaşıp Habib Neccar’a kavuşmak gerekiyordu. Ali ile Ahmet birbirlerini kontrol ederek ilerlerken işlerine devam eden ancak endişeleri yüzlerinden okunan esnafın halini iyi anlıyorlardı. Herkes endişeli, düşmanın varlığından hatta ayak sesinden bile rahatsız, kurtuluş ümidini için her türlü yardıma hazır hallerini kavrayarak ilerlediler. Uzun süredir manevi havasını teneffüs etmediği Habib Neccar’a yaklaştıkça Ali’nin heyecanı artarken nahif bir huzur da hissetmeye başlamıştı içinden. Diğer camilerden farklı bir isimlendirme şekli vardı bu caminin. Buna hep hayret ederdi Ali. Buradan bahsederken sanki bir önemli tanıdığa gider gibi sadece Habib Neccar’a gidildiği ifade edilir. Demek ki buraya giden sadece bir camiye değil buradaki mübarek zatların yanına gidiyor. Zira Hazret-i İsa’nın havarilerinin tebliğine evet diyen Habib-i Neccar gibi o dönemki ilahi tebliği şehre getiren üç havarinin de cennete açılan kapısı da bu camide bulunuyor. Havarilerin


doğru söylediğini ve inanmalarını söylediği için vücudu Amanos dağın yamacında kafası yuvarlanıp hakikatin temsilcilerine ulaşan Habib Neccar’ın vücudu dağ gibi Amanos kafası aşağı gelip Antakya şehri olmuş sanki. Halife Ömer’in komutana Ebu Ubeyde bin Cerrah ta buraya bir cami yaptırmış ve Habib Neccar’ın ismini şehrin merkezine yazmıştı. Sözleşenlerin buluştuğu çoğu zaman kalabalık olan Habib Neccar Cami’nin yol üzerindeki kapısından girince esen tatlı rüzgâr ile manevi havanın birleşmesinden oluşan huzur hali hemen hissediliyordu. Caminin sol bitişiğinde yarısı da caminin altında kalan Habib Neccar’ın mezarı ile O’nun misafirleri Hazreti İsa’nın havarileri Hz.Yunus(Yuhanna), Hz.Yahya(Pavlos) ve Hz. Şem’un-ı Safa(Petrus)’ya hemen hürmet göstermek ve Fatiha okumakla dahil olmak gerekiyor bu manevi avluya. Burada mekânda ikamet edenlerin yanında çok hürmetkar olmak şarttı elbet. Ali, her geldiğinde yaptığı gibi önce son cemaat mahalline bitişik minarenin solundaki Habib Neccar ve Hz. Şem’un-ı Safa’ya sonra da minarenin sağ yanındaki Hz. Yunus ve Hz. Yahya’ya bildiği duaları okudu. Mezarların bulunduğu mekân kapalı olduğu için el öpme mesafesine yaklaşamadığı için biraz da rahatsız oldu elbet. Ali bu azizlere tekrar kavuştuğuna sevinse de memleketin halinden dolayı hüzünlüydü. Birden çok utandı bu mübareklerin huzurunda. Ellerinde hiçbir silah ve maddi imkan yokken koskoca Romalılar tarafından tebliğ yaparken şehid edilen bu zatları düşündü, bir de işgal altında olsa bile halkın ekserisinin düşmanı boğmak için hazır beklediği memleketin halini düşündü, şükr etti hemen. Çünkü o zaman hem zalim Roma yönetimi hem de Antakya halkı havarilere karşı gelmiş onları şehit etmişlerdi. Daha sonra imana gelen Antakyalıları devamlı olarak Habib Neccar’a ayrı bir sevgi beslerler, zira O’nun başı vücudundan Şirince’nin üzerindeki dağ yamacındaki mağarada ayrılıp şehre kadar yuvarlandığını hep söylerler, belki O’na destek vermeyen eski hemşehrilerinden dolayı yüreklerinde ayrı bir sızı belki de bir mahcubiyet duyarlar. Bu hislerle camiye yuvarlak kemerli kapıdan giren Ali, saygısın sunmak için mutat olduğu üzere sola döndü, daha önce camiye giren Ahmet’te onunla birlikte azizlerin olduğu yöne yürüdüler. Caminin sol arka köşesinde bulunan sandukanın altında ikamet eden havarilerden Hz. Yunus ve Hz. Yahya’nın üzerinde namaz dahi kılınmasın diye böyle bir tedbir alınmıştı. Camide namaz kılan

herkes bu iki azizin yanlarında olduğu hisseder, şehid oldukları için hâlâ orada bulunduklarına da kalb gözü açık olanlar söylerlerdi. Ali ve Ahmet gazi olarak Umumi Harb’ten sonra bu şehitleri yanında biraz mahcub ama görevlerini yapmış iki mücahid olarak gelmişlerdi. Onların yanında iki rekât şükür namazı kılarak manevi mekâna gark olmuşlardı. Ali, ellerini memleketin selameti ve insanlığın kurtuluşu için açıp yalvarırken birden aklına yan yana durdukları Hz. İsa’nın havarilerinin camideki halleri geldi. Başladı düşünmeye; Bunlar Hıristiyansa şimdi Antakya’yı işgal edenler kimlerdir? Müslümanlar Hıristiyanların azizlerini bu kadar seviyorsayıyorsa Müslümanların hali nicedir? Sorulara nihayet az dini bilgisine rağmen bir yorum getirdi; Gerçek Hıristiyanların dostu Habib Neccar bu camide ise Müslümanlar gerçek Hıristiyanların dostudur ve hakiki Hıristiyan olanların Hıristiyan Müslüman sayılacağına karar verdi. Nihayet ben iyi insan olayım, beni iyi insanlarla karşılaştır, diyerek duasını bitirdi. Sandukanın önünde Ahmet’le yan yana durduklarında Antakya’dan nasıl çıkacaklarını kararlaştırdılar. Habib Neccar –Harbiye yolu üzerinde Affan kahvesi sıkı kontrol ediliyordu. Biraz ileride yol üzerindeki kışla ise İngiliz denetimindeydi. Ahmet yolun altındaki Ali yolun üstünden sokak aralarından gidecekler, bir terslik çıktığında başka bir yoldan gitmek üzere Şirince’deki çınarın altında buluşacaklardı. Ali, caminin dış kapısından çıkıp karşı sokağı dalarken Affan kahvesi tarafından devriye gezen düşman askerleri Habib Neccar’a doğru geldiklerini gördü. Ali, Habib Neccar ve üç azize son bir kez selam verirken; Mesihsever, yol gösterici, hakikati tasdik edici Habib-i Neccar, bunlar kendilerine Hıristiyan diyorlar ama sen bilirsin bunlar dost değiller, uzaklaştır düşmanları tek Allah’a inanların şehrinden. Ey aziz havariler! Ey şehidler! Sizler camide bizimle berabersiniz, inşallah cennette beraber oluruz, vatanımızı savunmaya bize yardım eden, sizler gibi görünmez kuvvete ihtiyacımız var. Giderken insanları inceliyordu. Vücutlar dağlar gibi sağlam ama kafalar müşevveş. Bu bir ilahi tecelli midir diye içinden geçirdi. Zamanında Habib-i Neccar’ın da vücudu dağda kalmış kafası şehre yuvarlanmış diye düşündü ve Antakya’nın halini şöyle hülasa etti; Antakya’nın aklı durmuş, Şehr-i has keşmekeş olmuş, Bütün zihinler müşevveş, İmandan başkası boşmuş, Vatan aşkı zaten buymuş 25


Ş ehir

Y󰃖NUS’UN ŞEHİRLERİ

ORDU/ÜNYE’DEKİ

YÛNUS EMRE Mezar/makamları daha çok Orta Anadolu’da yoğunlaşan Yunus Emre’ye ait olduğu söylenen bir makama da Ordu’nun Ünye ilçesinde rastlamaktayız. Ünye’de gerçekten bir Yunus makamı var mıdır yoksa başka bir şahsiyete ait bir kabir yahut makam zaman içinde Yunus Emre’ye mi ait kılınmıştır? Bu sorunun cevabı ne olursa olsun bu durum her şeyden önce Yunus Emre’nin bu bölgede de hatırasının yaşatılıyor olması açısından önemlidir. Zira Yunus, doğusuyla, batısıyla, kuzeyiyle, güneyi ile bütün bir Anadolu demektir. Anadolu’nun ruhu demektir. Mustafa ÖZÇELİK

nye’de bir Yunus makamı olduğu bilgisine ilk olarak Abdülbaki Gölpınarlı’da rastlamaktayız. O, 1936’da yayımlanan “Yunus Emre ve Hayatı” kitabında Yunus Emre’nin makamlarından bahsederken eski bir öğrencisinin beyanına dayanarak Ünye’yi de sayar. Bununla birlikte bir belgeye dayalı bir açıklamada bulunmaz. Fakat, Gölpınarlı’nın kitabındaki bu bilgi sonradan yazılan Yunus Emre kitaplarında da yer alır ve böylece Ünye Yunus’un makamlarının bulunduğu yerler arasına girer. Nitekim bugün Yunus’la ilgili hangi esere baksanız orada “Mezarının bulunduğu yer” bahsine Ünye’nin adı mutlaka geçer. YEREL KAYNAKLAR NE DİYOR? Yerel kaynaklar ve bu konuya hassasiyet gösteren bazı isimler ise ihtimal dâhilinde olan bu meseleyi daha kesin bir dille ifade ederler. Bunlardan en çok öne çıkanı ise Ünyedeki mezar üzerine araştırma yaptığı söylenen Ömer Çam Hocadır. Ona göre Ünyedeki mezar, Yunus Emre’ye aittir. Bu Ünyeliler nezdinde asırlardır böyle bilinmektedir. Ömer Çam’ı böyle düşündüren sebep Ünye’nin bir Selçuklu yerleşkesi olması, dolayısıyla burada Selçuklu sanatı işlemeleriyle dolu çok sayıda mezar taşının bulunmasıdır. İşte bunlardan biri de Yunus Emre’ye aittir. Zira bu taşta “Emre” yazısı rahatlıkla okunmaktadır. Fakat bu taş zaman içinde kaybolmuştur. Ömer Çam, görüşünü kuvvetlendirmek için göre Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’un fethinden sonra Ünye’ye gelip bu türbeyi ziyaret ettiğini de söyler. Ünye’de Yunus Emre meselesinin daha bir gündeme geldiği tarih ise 1986’dır. Gerek Ömer Çam’ın uyandırdığı hava, gerekse halkta zaten var olan Yunus sevgisi ve kabrin bulunduğu tepeye gösterdiği ilgi olumlu gelişmelere yol açar. Böylece bu yılda “Şeyh Yunus Emre Cami Yaptırma ve Yaşatma derneği” kurulur. Bu dernek vasıtasıyla hem mezarın bulunduğu bu tepeye bir cami yapılır hem de türbe restore edilir. Bu gelişmeden sonra bu tepeye ve türbeye ilgi daha da artar. Burası zaten bir mezarlık olduğu için de gelip gideni hiç eksik olmaktadır. Yine ilçe merkezinde yaptırılan Yunus Emre Parkı da bu sevginin bir tezahürü olarak görülmelidir. Ünyedeki yaygın bir anlayışa göre Yunus Emre, seyahatleri esnasında Sivas üzerinden Tokat’a kadar gitmiş ve oradan da yine tebliğ amacıyla Ünye-Niksar yolu üzerinden sahile inmiştir ki işte bu yer Ünye’dir. Dolayısıyla Ünye onun son durağı olmuştur. Nitekim onun: İndik Rum’ı kışladık çok hayr ü şer işledük Uş bahar oldu geri göçtük El-Hamd ü lillah

sayı//11// haziran 26


Beytindeki “Uşbahar oldu” ifadesi “ Oney ( Ünye ) oldu son durak” şekline dönüştürülerek ilgili beyit şu halde ifade edilir olmuştur: İndik Urum’a kışladık, çok hayr u şer işledik. “Oney” oldu son durak, göçtük Elhamdülillah. İşte bu beyitteki Oney’den maksat Ünye’dir. Bu durumu destekleyici bir yorum da yine aynı şiirde yer alan: Dirildük pınar olduk irküldük ırmağ olduk Akduk denize tolduk taşduk el-hamd ü lillâh Beytindeki “deniz” kelimesinin “Karadeniz” olarak anlaşılmasıdır. Aynı şekilde “Rum” kelimesinden de Karadeniz’in ifade edildiği şeklinde bizce çok da zorlama olan yorumlar yapılmıştır. Yine Yunus’un şiirlerinde tabiat unsurlarının sıkça kullanılması denizin yanı sıra ırmaktan, deniz kuşlarından(martı) bahsetmesi Yunus’un yaşadığı çevre ve mekanının aydınlatan unsurlar olarak görülmüştür. Bu görüş öylesine benimsenmiştir ki yerel şairler de Yunus’un Ünye’de oluşunu şiirlerinde dile getirmişlerdir. Bunlardan biri de “Kul fani” mahlâsıyla şiirler yazan Mustafa Uğur Alan’dır. O, bir dörtlüğünde Ünye’nin güzelliklerini anlatırken Yunus’a da atıfta bulunur. Yunus Emre Şeyh’in burda yatması, Elması, armudu, üzüm asması, Burda yaşayıp da kalbin atması, Bir başkadır dostum, valla bir başka

Yüksel Şen de aynı atfı şu dörtlüğünde yapar: Şeyh Yunus’un türbesine Çaleoğlu kalesine Bir de Çataltepesine Selam olsun selam olsun ŞEYH YUNUS’TAN ŞEYHNUS’A Yunus Emre, Ünyedeki telakkiye göre şeyhtir. Nitekim bu bölgede halk arasında önceleri Şeyh Yunus olarak bilinmiştir. Fakat bu isim zamanla bu “Şehnuz” (Şehnus)’a dönüşmüştür. Bunu “Şıhnız” olarak telaffuz edenler de vardır. Yunus Emre, şeyh olarak bilindiği için bu niteliğiyle önder bir şahsiyet olarak algılanmaktadır. Bunun en önemli tezahürleri ise Yunus konusunda oluşan halk inanışlarıdır. Ünyeliler, bu inanış çerçevesinde asırlardır burayı Yunus Emre’nin kabri olarak ziyaret edip kurban kesmeyi bir geleneğe dönüştürmüşlerdir. Yine bu makamda, dua etme, yağmur duasına çıkma gibi ritüelleri gerçekleştirmektedirler. Ayrıca Yunus’un kerameti olarak bilenen bazı olağanüstü olaylardan da söz edilmektedir. Mesela bunlardan biri Rus donanmasının Ünye sahilini bombalarken bu bombaların şehre düşmeyip Rus donanmasına geri dönmesidir. Halk buna Yunus’un kerameti olarak inanmaktadır. Ünyede bu tür başka inanışlar da mevcuttur. Mesela bunlardan biri de Şeyh Yunus’un mezarına zaman zaman nur indiği şeklinde olanıdır. Geniş bilgi için Yaşar Argan’ın şimdi bahsedeceğimiz kitabına bakılabilir. 27


Ş ehir

aktarmakta yer yer bunlara yazılı bilgi ve belgeler de eklemeye çalışmaktadır. Buna göre Yunus’un Ünyedeki kabri Saraçlı mahallesindedir. Buranın Saca mevkiinde Yunus’un kabri bulunur. Burası bir tepedir. Yunus türbesi şehri buradan adeta ikiye böler. Ünye’nin hem doğusu hem de batısı denizle beraber aynı anda görülebilme imkanına sahiptir. İşte böyle bir yerde makamı ve hatırası bulunan Yunus Emre, Ünyedeki adıyla Şeyhnus yahut Şehnuz, Karadeniz’de de bir çerağ yakmıştır. ORDU’DA BİR YUNUS EMRE SEMPOZYUMU Gerek halk arasında herkse yerel basında yer alan Yunus Emre anlatımları zaman zaman resmi ilgilileri de harekete geçirmiş ve bu konuda bilimsel çalışmalara niyetlenilmiştir. Bunlardan birisi Necati Çetinkaya’nın Ordu valisi olduğu döneme rastlar. Üniversite rektörlüklerine ve Atatürk Dil Tarih Yüksek kurumuna başvurularak bu konuda bilimsel bir çalışma talep edilir. Fakat bir gelişme olmaz.

ÜNYEDE BİRİ YUNUS SEVDALISI Bazı insanlar şehri sevdalısıdır. Onların yaşadıkları şehre olan bu muhabbetleri maneviyat büyüklerini de kapsar. Bilirler ki şehri şehir yapan, ona ruh ve mana katan bu büyüklerdir. Ne var ki bunlardan çoğu nisyana terk edilmişlerdir. Onları unutmak ise aslında kendimizi unutmaktır. İşte böylesi ehl-i dîl, bu tür şahsiyetleri tanıtmak için çaba harcarlar, eserler yayımlarlar. Bir Yunus Emre ilgilisi olarak Ünyedeki Yunus Emre’nin geniş manada tanıtımını da böyle bir isme borçluyuz. Bu isim, emekli bir eğitimci de olan Yaşar Argan’dır. Ben de konu ile ilgili bilgilerin çoğunu onun “Bir Yunus Emre de Ünye’de” kitabından öğrendim. Onun bu kitabı Ünyedeki Yunus Emre meselesini enine boyuna ele alan bir hayli kapsamlı bir çalışma niteliğindedir. Şahsen çok önemli gördüğüm ve takdir ettiğim bir husus da pek çok şehir gibi mezar kavgasına girmemesi ve “burada da bir Yunus var” şeklindeki mütevazi ve doğru bir yaklaşımla konuyu ele almasıdır. Eserinin ilk iki bölümünde Yunus Emre’yi genel anlamda ele alan Yaşar Argan, 3. bölümden itibaren ise Ünye’de Yunus’la ve kabriyle ilgili bilinen, anlatılan sözlü kültür bilgilerini

sayı//11// haziran 28

Yakın dönemde ise bu niyet, Ordu Büyük Şehir Belediyesi tarafından gerçekleştirildi. 15–16 Mayıs 2015’de yapılan sempozyum, Yunus Emre’nin Karadeniz’de anılıyor olması ve Ünye meselesini tekrar gündeme getirmesi açısından bir hayli önemliydi. Bizim de konuşmacıları arasında bulunduğumuz bu etkinliğin bence en güzel iki yanı şu idi. Bir kere etkinlik sadece Ünye’de değil, farklı oturumlarla Fatsa ve Ordu’da da yapıldı. Daha güzel olanı ise Ordu’nun, Ünye’nin meseleye bir mezar gözüyle bakmamasıdır. Etkinliğin bu düzeyde ve bu anlayışta gerçekleşmesinde ise işin akademik sorumlusu Âlim Yıldız Hoca’nın büyük bir payı oldu. SONUÇ YERİNE Ortada mezar taşı, vakıf kayıtları gibi hiçbir somut bilgi belge bulunmamasına rağmen Karadeniz’in bu güzel ilçesinin Yunus Emre’yi bağrına basması, topraklarında ona bir kabir inşa ederek “Bir Yunus Emre de Ünye’de” demesi son derece önemlidir. Hadisenin bizi ilgilendiren asıl tarafı da burasıdır. KAYNAKÇA

• Yaşar Argan, Bir Yunus Emre de Ünye’de, İstanbul, 2012. • Halim Baki Kunter, Yunus Emre BilgilerBelgeler, Eskişehir, 2005. • Nezihe Araz, Dertli Dolap, İstanbul, 1996. • M. Fuat Köprülü: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB yayınları, Ankara 1966. • Yılmaz Önge, Yunus Emre’nin Makamları, Anıt Mezarları, VIII: Vakıf Haftası Kitabı, Ankara, 1990.


Üç Günden Ne Çıkar

Hazırım epeyden beri İtirazım yok geliverirsen Meselâ yarın Eğer gidilecekse fark etmez Sonunda ya da ortasında olmak yolların. Kimseye borcum kalmadı Azın-çoğun telaşında değilim Aslında en iyisi muhtaç olmadan Görürken gözüm,tutarken elim Gençliğime doydum demiyeceğim Hasret hep pencereme konan kuştur Sevda, meğer şu bildiğimiz sevda Az-çok merhabamız olmuştur Haber vermeden de gelebilirsin Kapımda yazılı adım Belki de yokladın beni Belki seslendin de ben duymadım Aldım hevesimi her şeyden Bir onlardan başka Onlar benim kolum-kanadım Bir onlara doyamadım -Gelme ecel gelme, üçgün ara verYavruları yuvadan uçuramadım

Kamil Uğurlu

29


Ş ehir

in atlı akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik Haykırdı, ak tolgalı beylerbeyi “İlerle!” Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle. … Yahya Kemal Beyatlı

ŞEHRE

PENCEREMDEN

BAKIYORUM Dünkü yağmur Üsküdar’da denizle aynı seviyede gözükmüş ve gazetelere fotoğraf olarak düşmüştü bile. Denizin suyuyla şehrin yan yana durduğunu düşündüğümde dudaklarım uçuklamıştı. Recep GARİP

Şehre penceremden bakıyorum; Yağmurlu bir gün, gök alabildiğine gürültülü, böyle zamanlarda gök çatırdıyor, parçalanıyor hissine kapılıyorum. Ürküyorum. Salâvat getirmeyi öğretmişti babaannem gök gürleyince, şimşekler çakınca. Yağmur iri iri damlalarla boşalıyor iki gündür. Birden bire şehir telaşa düşüyor. Seller akmaya başlıyor şu karşı caddede boydan boya. Şu karşı şehirde, yağmur hafiften başlar başlamaz yukarıdan aşağıya doğru akmaya başlayan su logarlarından bunguldadığını gördüğümde bu nasıl olur diye şaşırıp kalmıştım. Karşı sokaklardan sel alabildiğine yükselmiş akıyor. Dünkü yağmur Üsküdar’da denizle aynı seviyede gözükmüş ve gazetelere fotoğraf olarak düşmüştü bile. Denizin suyuyla şehrin yan yana durduğunu düşündüğümde dudaklarım uçuklamıştı. Her an sorgu sürüyordu; kıyamet an gelir hükmünü icra eder. “Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan” İnsanın içi ürperiyor. İlahi güç suya dur demese, dengelemese, toprak, su, hava ve ateş neler yapar dersiniz? Denizi tutan, gökleri tutan, arzı tutan güç ve kudret sahibine bin şükür, bin hamd, bin teslimiyet. Bir an düşünüyorum içten içe, saatin zembereği boşanır gibi boşanıverse yıldızlar, ay, güneş ve dünya aklıma mukayyet ol ey Allah’ım. Kalbimi dinin üzere sabit kıl demekten başka bir sözüm kalmıyor. Şehre penceremden bakmaya devam ediyorum; Oturduğum binanın karşısında ki gecekondular bir bir yıkılıp gittiler. Yerlerine şimşek hızıyla yüksek binalar dikiliveriyor. Bu yükselişlerden de ürkmüyor değilim. Aklım dur desem de durmuyor ki; “gün gelecek köydeki çobanlar şehre inecekler ve binalar inşa etme yarışları yapacaklarmış” kıyametin alametlerinden olduğunu söylerdi rahmetli babam. Neyse yıl boyu soğuk, sıcak demeden, kışın en şiddetli günlerinde bile karşıda ki binada işçiler karıncalar gibi çalıştılar. Emeğin kutsal çizgisini en belirgin gösteren toprak işçisi, tarım ve köylülerle şimdi evleri yapan inşaat işçileri. Emeğin, alın terinin kutsal öğretisine bağlı kalan işçi kardeşim alnından öpüyorum. Yağmur, soğuk, fırtına demeden arılar gibi çalışan işçi kardeşlerim; helal kazancın, en kıymetli hazinendir.

sayı//11// haziran 30


İşçi kardeşlerim, işçi kardeşlerim en çok emeğin kutsallığını bilen kardeşlerim. “Elinin emeğinden daha kutsalının bulunmadığı” öğretisi işçilerin kollarında, yüzlerinde, terlerinde ve çabalayıp durdukları ortamlarda en çok fark ediliyor. Kalabalıklar geçtikçe, artıyor içimdeki savaş. Olmaz olası taşkınlıklar sanki zifiri karanlıklardaki yarasaları andırıyor. Ömrümce savunduğum düşlerim, inançlarım ve fikirlerim daha da güçleniyor. Bu cümle yarasaların tasnifindeki emperyalist düşüncelere doğru bir göndermedir ve doğru bir cümledir. Anamalcılara karşı olanca kıyam halinin varlığına da işaret eder. Etimle, kemiğimle bir bütün hissine dönüşüyor düşünce, inanç. Yalnızlığın bu kavurucu sıcaklığıyla düşüncelerim daha da güçleniyor. Olayların, tanıklığıyla, zulmün ve işkencenin denenmişliğiyle gözlerimin önünden geçen Karacaahmet, Eyüp bana daha çok huzur veriyor. Sonsuzluk kapısını özledikçe teslimiyetim daha da ziyadeleşiyor. “Bir gün yine doludizgin atlarımızla Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla” Ey yüksek binalar, bir gün sizin de yolunuz düşecek Karacaahmet’e. Kalabalıklardan sıyrılıvermek için kabristana yolunu düşür. Daha diri durmayı öğretiyor insana. Düşler, düşünceler ve inancın tazelenişini öğrenmek için kabristan bir laboratuvardır. Derin çukurlar, uçurumlar görülüyor insanla insan, mahalleyle mahalle, şehirle şehir arasında. En çok da insanla insan arasında ki uçurumlardan ürküyorum. İnsan, uçurumlarını iptal et. Uçurum, şeytanın kendisidir. İnsanın kendisiyle buluşmasıyaratıcısına teslimiyetidir. Dolayısıyla şeytan durmadan kazıyor bu uçurumları. Gaflette kalmak demek uçuruma yuvarlanmak demektir. Her an tövbe gerekli, çünkü arınmam tövbeme bağlı. Tövbe etmem ne büyük kayırma, ne büyük lütuf ve ne büyük bağışlanma anıdır. Onlarca pislik arasından geçerek geliyorum geldiğim yere. Kıyamlarım, rükûlarım, secdelerim olmalıdır ki yaşamanın anlamını biraz daha kavrama denemeleri yapmış olayım. Kıyam, yaşama denemesidir. Peki, sen tanık mısın Suriye’ye, Irak’a, Libya’ya, Mısır’a, Filistin’e, Afrika’ya, Doğu Türkistan’a, Kerkük’e, Musul’a, Anadolu’nun kaybettiklerine? Tanık mısın olan bitene, savaşın gelinlerine, kızlarına? Bir gelincik tarlası gibi dönüşüveren mazlum halkların ölümlerinde kullanılan kapitalizmin imha silahlarına? Buna karşı kıyam gereklidir önce.

Dipdiri kıyamlara yüreğini hazırlamalı insan. Geleceğin yiğit savaşçılarını kaybetti insanlık bu savaşlarda. Afganistan, Çeçenistan, Bosna, Kırım, Doğu Türkistan ne çok yara aldı. Ne çok insan onursuzca diri diri gömüldü Anneler süt kuzularını verdiler bu asırda. Gelincik tarlalarına benziyor İslam coğrafyasında şehitler yurdu. Bunu yapan insan mıydı, demir miydi, taş mıydı, gözükmez, ruhsuz bir şeytan mıydı? Biliyorum cesur savaşçılar çıkacak şu dağın ardından, şu uçsuz bucaksız vadilerden çıkıp gelecekler. Güneş gibi olacak yüzleri. Aydınlık savaşçıları yepyeni sabahlarla, dipdiri anlarla dönecekler. Bu karanlık çağın Sisi’lerin, Nemrut’ların yaptıklarının tek tek hesaplarını soracaklar. Bir de yanı başımızda, her an bir yılan edasıyla kimi zaman içimizde bizi zehirleyen sinsiler var. Sinsi tuzaklara karşı ferasetle bakmayı öğütlerden öğrendik. Ferasetinden korkulan bir derin bakışla donanmalıyız. Ferasetini kuşan ey Müslüman! Aman dikkat, üzerimize yağan bir yağmur değil. Ölüm şehirleri çoğaldı. Ölümlerin taşıdığı topraklar mahzun, ırmaklar sisli, bulanık. Ölümün kol gezdiği kentlerde bir gün yeniden doğuşlar olacaktır. Her doğan güneşe benzer doğuşlar. Yepyeni, muştulu sabahlar erişecek. Aşkla bakacaklar hayata. Bütün zincirlerini kıracaklar çağın. Şehre Penceremden bakarken düşlüyorum; Bu gün içimde yürüyen atlılar bir gün son sürat gelecekler Anadolu’ya. Anadolu’nun yiğit atları şanlı “Türk Akıncıları” tarih yazacaklar yeniden. Bu atlar yağız, kızıl ve beyaz atlar olacak. Bir nefes gibi yaşayacaklar. Bir anı yaşar gibi yaşayacaklar Son ömrün akıncıları sürecek bu atları. Akıncılar, tarihin dönüm süvarileridir. Soylu ve güven verici Gözlerinden beslenecek tarihin çocukları Şehre penceremden bakıyorum; Bir nefes gibi İsa’dan, bir asa gibi Musa’yla ve bir Yunus gibi deryalardan geçerek gelecekler. Muhammedi bir nazar olacak onların bakışlarında. Süzülüşleri bir soy ağacından yetişmiş gelinler gibi alımlı, düzgün, riyasız, mahcup ve teslimiyet içinde. Şehre penceremden bakarken, dışarıda yağmur yağmaya devam ediyor, gün akşam oldu. Karanlık çökse de içimde aydınlık bir dünya taşıyorum. Her sabah yeni bir gün başlıyor, yeniden doğuyor güneş. Yenilenmenin coşkusu içinde güne, ana, zamana, insana, toprağa, topluma, tarihe ve sana selam olsun. Yahya Kemal sözü tamamlasın; “Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de Hâlâ o kızıl hâtıra gitmez gözümüzde Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” 31


Ş ehir

OSMANLI ARŞİVİ;

RUMELİ ARAŞTIRMALARI AÇISINDAN ÖNEMİ (RUMELİ TARİHİ İLE İLGİLİ TASNIF FONLARI)

Osmanlı Arşivi’ndeki arşiv malzemesi öncelikle defterle ve belgeler olarak ayrılmıştır, bunlar da yine Tanzimat öncesi ve sonrası defter ve belge tasnifleri olarak incelenmelidir. Bu yazımızda Osmanlı Arşivi’ndeki zengin materyal içinde bulunan yalnızca Rumeli’ye ait fonlar ve katalog bilgileri hakkında malumat verilmiştir. Dr. Önder BAYIR*

Önder Bayır, (solda) Mehmet Yıldız’dan (sağda) plaketini alıyor

*TC Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı

sayı//11// haziran 32

.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde yer alan Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı dünya arşivleri arasında oldukça mühim ve itibarlı bir konuma sahiptir. Çünkü ihtiva ettiği belgelerin gerek sayısı gerekse bu belgelerin bilimsel ve kültürel önemi itibariyle dünyanın en büyük önemli arşivlerinden biridir. Osmanlı Arşivi’nde 100 milyona yakın belge 365 bin kadar da defter bulunmaktadır; ayrıca Osmanlı Devleti’nin irtibat halinde bulunduğu 40’a yakın Avrupa, Kuzey Afrika ve bir çok Asya ülkesinin tarihine ait bilgi ve belgeler de yine bu Arşivimizde yer almaktadır. Bütün bunların yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hemen her bürokratik kurumunun yakın dönem tarihine ışık tutacak belgeler de yine arşivlerimizde bulunmaktadır. Cumhuriyetin ilk yollarından itibaren Osmanlı dönemi evrakı üzerinde düzenleme çalışmaları devam etmiştir. Osmanlı Arşivi’nde gerçek manada tasnif çalışmaları Hazine-i Evrak’ın kuruluş tarihi olan 8 Kasım 1846 tarihinde başlamıştır. Bugün Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı bünyesinde bulunan Hazine-i Evrak’ın teşkilinden hemen sonra tanzim edilen ve hâlen orijinal yapısını muhafaza eden İrade tasnifleri, Hatt-ı Hümayun tasnifi, Divan-ı Hümayun Sicil Defterleri gibi tasniflerin yanı sıra, Ali Emiri, İbnülemin, Muallim Cevdet ve Kamil Kepeci tasnifleri gibi II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında teşekkül ettirilen değişik tasnif heyetleri tarafından meydana getirilmiş ve tasnif heyeti başkanlarının adı ile anılan fonlar da mevcuttur. Merkezî devlet dairelerinde, belgelerin saklanmasında ve korunmasında gösterilen arşivcilik anlayışı, taşrada görevli eyalet beylerbeyileri ve mahallî kadılardan da istenmiştir. Taşra teşkilatı görevlilerine, karar ve işlemlerini defterlere kaydetmeleri ve bu defterleri muhafaza etmeleri emredilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman devrinde Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa’ya gönderilen 943 (1536) tarihli fermanda “... Bu hükm-i şerîfüm sûretini defterde kaydeyleyüp ve kendüsin dahi ayniyle defter sandıklarında hıfzedüp dâimâ mazmûn-ı şerîf ile amel eyleyesin....” ifadesiyle defter sandıklarına işaret edilmiştir. Bu sandıkların saklandığı beylerbeyi arşivlerinden, Osmanlı Arşivi’ne vesika intikal etmemiştir. Ancak bazı eyalet merkezlerinde hâlâ Osmanlı dönemi vesikalarının bulunduğu bilinmektedir. Çekoslovak araştırıcı Josef Blaskovic’in bir makalesinde Gyöngös’teki bir vesikaya dayanarak Eğri Divânı’nın, Göngüş kasabasında 1647 yılında çıkan bir yangın üzerine


toplanarak, dört yıllık vergi ve hizmetleri affettiğine dair ifadesinden, bir kısım eyalet arşivinin korunarak günümüze ulaştığı anlaşılmaktadır . Osmanlı Arşivi’ndeki arşiv malzemesi öncelikle defterle ve belgeler olarak ayrılmıştır, bunlar da yine Tanzimat öncesi ve sonrası defter ve belge tasnifleri olarak incelenmelidir. Bu yazımızda Osmanlı Arşivi’ndeki zengin materyal içinde bulunan yalnızca Rumeli’ye ait fonlar ve katalog bilgileri hakkında malumat verilmiştir. MÜHİMME DEFTERLERİ Divân ı Hümayûn toplantılarında müzâkere edilen dahilî ve haricî meselelere ait siyasî, askerî, içtimaî ve iktisadî önemli kararların kaydedildiği bu defterlere “Mühimme Defterleri” adı verilmiştir. Osmanlı Arşivi’nde H. 961-1333 /M.1553-1915 tarihleri arasında tutulmuş 419 adet Mühimme Defteri mevcuttur. XVI. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın ilk yıllarına ulaşan bir dönem içinde, küçük zaman bölümleri hariç ortalama 350 yıllık zaman dilimi itibarıyla, hiçbir doğu ve batı devletinde bulunmayan kültür ve tarih zenginliğini ihtiva eden Mühimme Defterleri, Osmanlı Arşivi defter serîleri içinde şüphesiz önemli yer tutar. Ana konularını; devleti ilgilendiren siyasî, iktisadî, kültürel, sosyal ve harp tarihine dair üst düzey kararlar teşkil eder. Mühimme defterlerinde Rumeli’nin muhtelif bölge ve idarecilerine gönderilen pek çok hüküm bulunmaktadır. KAYMAKAMLIK MÜHİMMESİ Padişah ve sadrazamın aynı anda Dersaadet’ten ayrıldığında, devlet işlerini tedvir etmek üzere tayin edilen Sadaret kaymakamının müstakil olarak akdettiği divânlarda alınan önemli kararların yazıldığı defterler. Mühimme Defterlerindeki kayıtlar, mahalline -muhatap makama- gönderilen berat ve fermanların suretleri hüviyetindedir. Sadrazamın başkanlığında; kubbe vezirleri, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, defterdar ve nişancının katıldığı Divân toplantılarında alınan kararlar, padişah tasdikinden geçtikten sonra kronolojik sıra içinde defterlere kaydedilmiştir. AHKÂM DEFTERLERİ Ahkâm Defteri, Divân ı Hümayûn’dan çıkan hükümlerin kaydına mahsus olan defterlere genel olarak verilen addır. Bu hükümler, padişah adına hazırlanmasından dolayı ferman adını da alırlardı. Hükümler konularına göre değişik defterlere yazılırdı. Başlıcaları Ahkâm ı Mühimme, Ahkâm ı Şikayet, Ahkâm ı Rüûs ve Tahvil olup, Divân Sicilleri’nin bir kısmını teşkil ederlerdi Muhteva itibariyle Şikayet Defterleri’nin devamı

olan bu defterler eyaletlere göre tutulmuşlardır. Tarih olarak Şikayet Defterleri’nden 104 sene sonra (Mora Ahkâm Defteri hariç) hepsi H. 1155/M. 1742 tarihinden başlayıp, II. Meşrûtiyet dönemine kadar devam etmektedir. Vilayet Ahkâm Defterleri, eyaletlere göre şu şekilde tertip edilmiştir: Adana

Halep

Rumeli

Anadolu

İstanbul

Sivas

Bosna

Karaman

Şam ı Şerif

Cezâir ve Rakka

Maraş

Trabzon

Diyarbekir

Mora

Erzurum

Özi ve Silistre

BOSNA AHKÂM DEFTERLERİ H. 1155-1285/M. 1742-1867 tarihleri arasındaki hükümleri ihtiva eden 9 adet defterden oluşmaktadır. Bu defterlerde Bosna’ya bağlı Banaluka, Bihke, Hersek, İzvornik ve Travnik sancakları ile Derbend, Gradişka, Kostaniça, Pridor, Prinyavor, Teşne, Klivaç, Krupa, Petrovaç, Saneskimoşet, Sazin, Çaniça, Çelebi Pazarı, Foça, Foyniça, Visoka, Viçgrad, Bileke, Gaçka, İstolaç, Koniça, Liyobuşka, Lubin, Novasin, Trebin, Berçka, Blene, Graçaniça, Gradaçaç, Kladani, Magley, Srebreniça, Vlaseniçe, Bugoyna - Akhisar, Glamoc, İhlevne, Jobçe, Jopanyaç, Prozor, Yayçe ve Zeniça kazalarına ait hükümler vardır. RUMELİ AHKÂM DEFTERLERİ H. 1155-1326/M. 1742-1908 tarihleri arasındaki hükümleri ihtiva eden 85 adet defterden oluşmaktadır. Bu defterlerde Rumeli eyaletine bağlı Paşa livası (Sofya), Köstendil, Vize, Çirmen, Kırkkilise, Silistre, Niğbolu, Vidin, Alacahisar, Vulçıtrın, Prizren, İşkodra, Dukakin, Avlonya, Ohri, Delvine, Yanya, Elbasan, Mora, Tırhala, Selanik, Üsküp, Bender ve Akkirman sancaklarına ait hükümler bulunmaktadır 986 NUMARALI “KÂMİL KEPECİ KATALOĞU”NDAKİ AHKÂM DEFTERLERİ 986 numaralı “Kâmil Kepeci Tasnifi Kataloğu”nda H. 927-1168/M. 1520-1658 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva eden 61-73 genel numaralarda kayıtlı 13 adet Ahkâm Defteri mevcuttur. Bu seride iki adet 61 ve 62 no’lu, 927 (1520 – 1521) ve 951 (1544-1545) tarihli iki adet Rumeli Ahkam defteri mevcuttur. MUHTELİF VE MÜTENEVVÎ DEFTERLER Divân ı Hümayûn’un değişik kalemlerine ait veya müstakil olan defterler bu başlık altında 33


Ş ehir

Karahisar-i Şarki ile Alucra arasında haftada bir defa amed-ü şûd etmek üzere aylık elli kuruş iane ile mükeffel sürücü postası ihdası hakkında bazı ifadeye dair. (Telgraf 1) Mühimme defteri

toplanmışlardır. Değişik tarihli olup, 1 Numaralı Mahzen Defteri’nde s. 199-201 ve s. 276’da kayıtlıdır. Fakat tasnif faaliyetleri sırasında bu defterler, muhtelif ve mütenevvî olmaktan çıkarılıp ait oldukları fonlara dağıtılmışlardır. Bu gurupta 3 numaralı ve 1251-1279 (1835-1863) tarihli Rumeli Jurnal Defteri Kâmil Kepeci Tasnifi, Divân ı Hümayûn Divân Kalemi 986 numaralı katalogda yer almaktadır.

dahil memleketlerin sosyal, demografik ve ekonomik tarihine ait, benzeri başka hiç bir yerde bulunmayan mufassal istatistik kaynaklarıdır. Bu defterler. 835-1300/M. 1431-1882 tarihlerini ihtiva ederler. Defterhâne’de muhafaza edilen Tahrir Defterleri 1086 numaraya kadar olup, mükerrerleri ile birlikte 1.100 adettir. Bunların dışında “Maliye’den Müdevver Defterler Kataloğu’nda da tahrir defterleri bulunmaktadır.

TAHVİL (NİŞAN) KALEMİ DEFTERLERİ Bu defterlerde timar kayıtları mevcuttur. Timarın ait olduğu bölgeyi (nahiye ve bağlı olduğu sancağı) gösteren başlığın altında timar sahibinin ismi ve timarın intikal şekli “an-tahvîl-i ...” şeklinde yazılıdır. Bunun altında timarın gelirini oluşturan yerlerin isimleri, hâsılları ve genel yekûn yer almaktadır. Daha sonra timarın veriliş aşamalarını anlatan izahat ile tezkirenin verildiği tarih kayıtlıdır. 986 numaralı “Kâmil Kepeci Tasnifi Kataloğu” 406 adet defter bulunmaktadır. Defterler analitik envanter sisteme göre tasnif edilmiştir.

BAŞMUKÂTAA KALEMİ VE BAĞLI BİRİMLERİNE AİT DEFTERLER Mukâtaacı-yı Evvel Kalemi de denilen bu büro muhtemelen XVI. asrın ortalarında kurulmuştur. Başmukâtaa Kalemi, özellikle Rumeli’deki Filibe pirinç sahaları, Kratova, Kili, Varna, İbrâil, İsakçı, Tolcı, Maçin, Ahyolu gibi Tuna nehri kıyısındaki bütün iskele ve tuzlaların mukâtaa hesaplarını denetler, bu mukâtaalar hakkında çıkan emir ve nizamların kayıtlarını tutar ve muhafaza ederdi. Bu arada bazı vazife, has ve salyâne tahsislerine de bakardı. Rumeli’ye ait eminler ve diğer görevlilerin beratları, hüküm ve tezkireleri de bu dairedeki kâtipler tarafından yazılırdı. Görüldüğü gibi görev alanına giren mukâtaaların büyük çoğunluğu Rumeli’de bulunmaktaydı.

BÂB I ÂLÎ MEKTUBÎ İ SADR I ÂLÎ KALEMİ DEFTERLERİ Sadaret Mektubçuluğu kaleminden yapılan bazı yazışmaların kayıtlarına mahsus defterlerdir. 986 numaralı “Kâmil Kepeci Tasnifi Kataloğu”nda 1-38 numaralarda kayıtlı H. 1186-1228/M. 17731813 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva eden 38 adet defter mevcuttur. Bunlardan 6’sı Rumeli’yle ilgilidir. TAHRİR DEFTERLERİ Tahrir defterleri, Osmanlı İmparatorluğu’na sayı//11// haziran 34

ÇELTİK RÜSÛMU KALEMİ DEFTERLERİ (D.ÇRS.) Anadolu ve Rumeli’deki bazı çeltik nehirleri ve pirinç ekim alanlarının gelirlerine ait hesaplara bakardı. Ayrıca, Hıristiyan cemaatlerin ruhanî reislerinin pîşkeşleriyle ilgili hesapları da tutardı. HAREMEYN MUHASEBESİ KALEMİ VE BAĞLI BİRİMLERİNE AİT DEFTERLER (D.HMH.) Bu kalemin bir adı da “Evkâf Muhasebesi”dir.


Haremeyn’e (Mekke ve Medine) ait ve bunlara bağlı vakıfların kayıtlarını tutar ve her sene muhasebelerini kontrol ederdi. Selâtîn denen büyük camilerin vakıflarına ve bu camilerde hizmet eden görevlilerin maaşlarıyla ilgili işlemlere bakardı. Mekke ve Medine’ye ait olup İstanbul ve Rumeli’de bulunan vakıf arazilere taalluk eden defterler ve kayıtlar burada tutulurdu. İstanbul ve Rumeli’deki din görevlilerinin dinî vazife ve tayinlerinin mutazammın vesikalarını hazırlar ve bunları Maliye Kalemi’ne göndererek oradan beratlarının çıkmasını sağlardı. Ayrıca bazı kişilerin uhdesinde olan Haremeyn mâlikâneleri ve bunlara dair şartlar ve bazı Haremeyn mukâtaalarından tertip edilmiş olan eshâm ve “cihât” tevcihleri ile evkâfa mülhak olan esnaf ve sanat erbabı nizamı ve bazı emirler ile ilmuhaberler de buradan yazılırdı. Bunların yanı sıra bazı kale neferlerinin mevâciblerini, mütekâid ve duâcı vazifelerini de yine bu kalem denetlerdi. HASLAR MUKÂTAASI KALEMİ VE BAĞLI BİRİMİNE AİT DEFTERLER (D.HSK.) Padişah ve hanedan azalarıyla sadrazam haslarının kayıtlarının tutulduğu, senet ve emirlerin yazıldığı ve saklandığı kalemdir. Bundan başka âdet i ağnâm gibi gelir kaynaklarının hesapları da burada tutulurdu. Özellikle Rumeli’yle Güneydoğu Anadolu’daki bazı mukâtaaları ve mahallî kalemler ve bunların gelirlerinden vezir vs. haslarına karşılık ayrılan tahsisatı yönetirdi. Evlâd ı fâtihânın (Rumeli fatihlerinin evlâdıyla Rumeli bölgesi fetholundukça Anadolu’nun muhtelif yerlerinden getirilip buraya iskan edilmiş olanlar) muayyen maaşları, vergiden muafiyetleri ve diğer imtiyaz işleri de buradan yürütülürdü. Haslar Mukâtaası Kalemi’nin bağlı birimi olan “âdet i ağnâm” defterler 54 adet olup, H. 919-1251/M. 15131835 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva eder. KÜÇÜK EVKÂF KALEMİ DEFTERLERİ (D.KEV.) Tanzimat’tan önce üç ayrı dairede idare edilen vakıfların bir bölümü “Küçük Muhasebe Kalemi” de denilen bu kalem tarafından yönetilirdi. Diğerleri Haremeyn Muhasebesi ve Anadolu Muhasebesi kalemleridir. Bu kaleme bağlı olarak bulunan vakıflar; İstanbul, Rumeli ve Anadolu’daki bazı vakıflardır. Bu vakıfların idarî işleri, hesapları, tayin ve tevcih gibi işleri Bâbüssaâde ağasının idaresindeki bu kalem tarafından yürütülürdü. Ayrıca nezareti sadrazamlara ait “sadaka tevliyetleri” adlı küçük tevliyetlerin defter ve hesapları da burada tutulurdu. MADEN MUKÂTAASI KALEMİ VE BAĞLI BİRİMLERİNE AİT DEFTERLER (D.MMK.) Maliye kalemlerinden birisi olan bu kalem,

büyük gümrük mukâtaalarını, Anadolu ve Rumeli Kıptîlerinin cizyelerini, Eflâk ve Boğdan Voyvodalıkları’ndaki kefere cizyelerini, Erdel Krallığı ve Dobrovnik Cumhuriyeti kefere cizyelerini, Serçin ve Derçin Gümrük Mukâtaasını, Mîzân ı Harîr Mukâtaasını, Emtia Gümrüğü, Efrenç Eşyası Gümrüğü ve Duhan Gümrüğü mukâtaalarını, maden mukâtaalarını, şaphâne mukâtaalarını, kantar resmlerini, istiridye ve midye çıkarıcılığı, haşhaş rüsûmu mukâtaalarını, Darphâne mukâtaaları ve Simkeşhâne mukâtaasını idare eden ve her sene muhasebelerini hazırlayan bürodur.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Fon Kodu: ŞD. Dosya No: 1782 B, Gömlek No: 31, Tarihi: 1290 M 07 (7 Mart 1873), Konusu: Giresun kasabasında muntazam bir iskele inşasına dair yazışmalar ile iskeleye ait plan. (Sivas 1)

MÜTEFERRİK KONULU DEFTERLER Yukarıda belirtilen serîler dışında kalan hususlar için de Müteferrik Konular adlı bir katalog teşkil olunmuştur. 632 numaralı “Müteferrik Konular Defter Kataloğu”nda yekün 565 adet defterin hülâsası verilmiştir. Bunlardan 8 numaralı olanı Rumeli’deki Şahincilerin İsimleri ve Şahincibaşıların Tatbik Mühürlerini ihtiva eder MECLİS İ VÂLÂ RİYASETİ DEFTERLERİ (MVL.) Tanzimat ile birlikte Osmanlı Devlet Teşkilatı’nda yerini alan müesseselerden biri de Meclis i Vâlâ’dır. Islâhat hareketlerinin icab ettirdiği yeni nizamnâmeleri hazırlamak, memurların muhakemesiyle meşgul olmak, lüzum gösterilen devlet işlerinde rey vermek üzere H. 27 Zilhicce 1253 /M. 24 Mart 1838 tarihinde teşkil olunmuştur. Tanzimat’tan sonra işlerin

35


Ş ehir

çoğalması münasebetiyle “Meclis i Âlî i Tanzimat” ve “Meclis i Ahkâm ı Adliye” birleştirilerek yine “Meclis i Vâlâ-yı Ahkâm ı Adliye” adı altında bir meclise kalbedilmiş ve bu meclis, İdâre, Tanzimat, Adliye adlarıyla üç kısma ayrılmıştır. Hülâsa Defterleri: Anadolu, Rumeli, Dersaâdet ve Arabistan’dan gelen tahriratın hülâsa kayıtlarını ihtiva etmektedir. Genel evrak kayıt defteri olan Müzekkere Defterleri, meclisten çeşitli makamlara yazılan tezkirelerin Hülâsa Kayıt Defterleri, gelen arzuhallerin kaydedildiği İstida Defterleri bu nevi defterlerdir. Mühim ve adî hususların özetleri de ayrı ayrı defterlere kaydedilmiştir. Ayrıca, irâdesi çıkarılmak üzere Sadaret vasıtasıyla padişaha arz edilen evrakın hülâsa kayıtlarının tutulduğu Maruzat Defterleri vardır. AYNEN KAYIT DEFTERLERİ: ANADOLU, RUMELİ, Dersaâdet ve Arabistan’dan gelen evraktan görüşülerek karara bağlananların mazbatalarını ihtiva eder. İlk yıllarda bu mazbataların İcra Defterleri’ne kaydedildiği görülür. Bu sebeple İcra Defterleri, tutulduğu yılllardaki bütün mazbataları içine alır. Meclisten çeşitli makamlara yazılan tezkirelerin aynen kayıtları da, Tezkire Defterleri’nde tutulmuştur. H. 1253-1284/M. 1837-1867 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva eden 478 adet Meclisi i Vâlâ Riyâseti Defteri mevcuttur. TEMETTUÂT DEFTERLERİ (ML.VRD.TMT.) Temettû vergisi, tüccar ve esnafın senelik kazançları üzerinden alınan vergiye verilen addır. Temettû vergisinin adı daha sonra “Kazanç Vergisi”ne çevrilmiştir. Temettuât Defterleri’nde kaza, köy gibi iskân merkezleri hâne hâne ele sayı//11// haziran 36

alınarak herkese ait şahsî mal varlığı, emlâk, arazi, hayvanat, ürün vb. bilgiler kaydedilmiştir. Temettuât Defterleri’nin tasnifi ve kataloglanmasında o tarihlerdeki idarî taksimat esas alınmıştır. Defterler, içindeki bilgiler esas alınarak alfabetik olarak eyaletlere ayrılmıştır. Her eyalet de kendi içinde alfabetik olarak kazalara ayrılmıştır. Defterler H. 1256-1261/M. 18441845 tarihleri arasında toplam 17.747 adettir. Bu defterler analitik envanter sisteme göre tasnif edilmiştir. 514 numaralı defter Niş, Rumeli, Selanik, Silistre, Sivas’a aittir. RUMELİ MÜFETTİŞLİĞİ DEFTERLERİ İstanbul dışındaki Osmanlı devlet dairelerinden getirilen evraklar arasında Rumeli Müfettişliği evrakının önemli bir yeri vardır. Rumeli Müfettişliği 1877-78 Osmanlı-Rus Muharebesi neticesinde imzalanan ağır şartları havî Ayastefanos Anlaşması’nın tâdil edilmiş şekliyle kabul edilen Berlin Anlaşması gereğince özellikle Avusturya ve Rusya’nın müdahaleleri neticesinde tedricî olarak Kasım 1902’de tesis edilmiştir.Daha önce Kosova, Manastır ve Selanik olmak üzere idarî, adlî, askerî ve malî sahalarda yapılması düşünülen ıslahat çalışmaları, daha sonra diğer civar vilayetler de dikkate alınarak Yanya, Edirne ve İşkodra’nın da ilavesiyle Müfettişliğin yetki sahası altı vilayete çıkarılmıştır. Sadaret’e bağlı olarak görev yapan Rumeli Müfettişliği, bazen Sadaret’i atlayarak doğrudan Saray’la yazışmalarda bulunmuş, fevkalâde görev ve yetkilerle donatılmış bir müessesedir. Bu yönü ile günümüzdeki Olağanüstü Hâl Bölgesi Valiliği’ne benzetilebilir. Müfettişliğin işlerinin daha kolay ve hızlı yürütülebilmesi için Sadaret’te


dört kişiden oluşan bir komisyon bulunmakta idi. Rumeli Müfettişliği evrakı içerisinde, belgelerin yanısıra 244 adet de defter tespit edilmiştir. H. 1319-1327/M. 1901-1909 tarihlerini havî bu defterler, muhtelif mevzularda Sadaret ile Rumeli Müfettişliği’ne bağlı sancak ve kazalar arasındaki muhâberât kayıtlarını ihtiva etmektedir. Bu defterlerin tarihi ve muhteviyâtı aşağıdaki çizelgede zikredilmiştir. 423 numaralı katalogda Rumeli Müfettişliğine ait 1319 – 1327 (1901 – 1909) senelerine ait 244 adet defter bulunmaktadır. BÜYÜK KALE KALEMİ DEFTERLERİ (D. BKL.) Önemli bir gider kalemi olan Büyük Kale Kalemi genellikle Mora ve Arnavutluk dışında kalan büyük kalelerin, müstahkem mevkilerin erzak, cephâne, onarım işleri ve personelin maaş işlerini yürütürdü. Ayrıca Yerli Kulu askerlerinin (Mısır, Bağdat, Lahsa, Musul, Diyarbekir, Van, Bosna, Budin, Tımışvar, Şam, Halep, Kars ve Erzurum’a yeniçeri ve onların teşkilatına uygun olarak ulufe ile kullanılan askerler) yoklamalarına bakardı. Bu kalem ayrıca Hazîne tezkiresi vermeye de yetkiliydi. Bosna-Hersek bölgesindeki bütün kaleler Büyük Kale Kalemi’ne bağlı iken Podgorice Kalesi Küçük Kale Kalemi’ne bağlıdır. KÜÇÜK KALE KALEMİ DEFTERLERİ (D. KKL.) Mora, Arnavutluk ve civarı ile Hersek’in bazı kalelerinin yerli kulu neferatının mevâcib (askerlere senede dört defa ve üç ayda bir muharrem, rebîülâhir, receb ve şevval aylarında verilen ücret, ulûfe) hesaplarını tutardı. Mevâcibleri ocaklık olarak nehirlerin vâridatından veriliyorsa havaleleriyle tevcih tezkireleri de bu kalemden verilirdi. MALİYE’DEN MÜDEVVER DEFTERLER TASNİFİ 1945 yılında Maliye Bakanlığı’ndan yığın halinde devralınan 26.000’e yakın defterin tasnifidir. Muhtelif Maliye kalemlerine ait defterler olduğu gibi, arazi tahriri, saray, yeniçeri, mevâcip vs. gibi diğer cins defterleri de ihtiva etmektedir. Tasnif yapılırken önce eski harflerle her defterin üç nüsha fişi çıkarılmış ve fişler kronolojik, numara sırası ve konularına göre olmak üzere üç grup halinde kutulara yerleştirilerek araştırmacıların istifadesine sunulmuştur. Bunlardan konu başlıkları ihtiva edenlerin listesi aşağıda verilmiştir. Defterler H. 830/M. 1427 yılında başlayıp H. 1346/M. 1927 yılına kadar gelir. Çeltik Rüsûmu Kalemi Belgeleri (D.ÇRS.) Bu kalemin bir diğer adı da “Varidât ı Şıkk ı Sanî Kalemi”dir. “Çeltik Muhasebesi Kalemi” de denilen bu kalemin görevi; Hıristiyan cemaatinin

ruhanî liderleriyle Rumeli’deki çeltik nehirleri başkanlarının pîşkeşlerine ve beratlarına bakmaktı. KÜÇÜK EVKÂF KALEMİ BELGELERİ (D.KEV.) Maliye’nin gelir kalemlerinden olup, nezareti sadrazamlara ait olan “sadaka tevliyetleri” adındaki küçük vakıfların defter ve hesaplarını tutardı. Bu kaleme bağlı olarak bulunan vakıflar; İstanbul, Rumeli ve Anadolu’daki bazı vakıflardır. Bu vakıfların idarî işleri, hesapları, tayin ve tevcih gibi işleri Bâbüssaâde ağasının idaresindeki bu kalem tarafından yürütülürdü. ŞARKÎ RUMELİ BELGELERİ (A.MTZ.RŞ.) 1877-78 Türk Rus Harbi sonucu olarak 13 Haziran 1878 Berlin Kongresi’nde Balkanlar ile Batı Trakya’nın kuzey hududu arasında Şarkî Rumeli vilayetinin kurulması kabul edildi. Vilayet; Filibe, Pazarcık, Zağra i Atik, Hasköy, İslimye ve Bergos sancaklarına tâbi 28 kaza ve bunlara bağlı yaklaşık 1.300 köyden teşkil edilmişti. “Şarkî Rumeli Nizamnâmesi” Osmanlı Devleti, Almanya, Avusturya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya tarafından 26 Nisan 1879’da imzalandı. Aleko Paşa vali tayin edilerek Şarkî Rumeli vilayeti resmen 17 Mayıs 1879’da kuruldu. Ancak daha sonra Aleko Paşa’nın Rus kumandanı ile işbirliği yapması sonucu bölge, Bulgar nüfuzuna girmeye başladı. Aleko Paşa görev süresini doldurup ayrılınca Vilayet Müsteşarı Gavril Efendi vezir rütbesi ile vali tayin edildi. Bir süre sonra milislerin desteğine güvenen Bulgar Liberal Partisi’nin 18 Eylül 1885’te yaptığı bir hükûmet darbesi ile vali tutuklanarak Şarkî Rumeli vilayeti Bulgaristan ile birleştirildi. Şarkî Rumeli belgeleri H. 1296-1327/ M. 1879-1909 tarihleri arasındaki muhaberât kayıtlarını ihtiva etmektedir. YILDIZ SARAYI ARŞİVİ BELGELERİ II. Abdülhamid devrinde (1876-1909) Yıldız Sarayı’nda biriken defter, belge ve gazetelerden oluşan fondur. Bu fonda, II. Abdülhamid’in özel olarak ilgilendiği konular, Sadaret’ten Saray’a sunulmuş, ancak irâdeleri sâdır olmamış tezkireler, şahısların Yıldız Sarayı’na sundukları çeşitli arîza, rapor ve ihbarlar, Kâmil Paşa, Cevdet Paşa, Namık Kemal, Midhat Paşa vb. önemli şahsiyetlerin metrukâtı, dış basında Devlet i Aliyye ile ilgili çıkan yazılar, albüm ve resimler, kanun ve nizamnâme suretleri, Abdülhamid’e ait hususî el defterleri ve cüzdanlar ile haritalar bulunmaktadır. Devletlerarası ilişkiler, Şarkî Rumeli, Ermeni ve Mısır meseleleri, Girid hadisesi, sınır olayları gibi önemli devlet proplemlerinden zaptiye jurnallerinde geçen adî vukuata kadar bu dönemin çeşitli özelliklerini yansıtan bir fondur. Bu yazımızda anlatılanların devamı, gelecek sayımızda yayınlanacaktır. 37


Ş ehir

PAYİTAHTI

SİGAYA ÇEKEN ŞEHİR -II-

Dergimizin geçen sayısında yeşile gizlenen şehir Birgi’yi ve Aydınoğulları’nın öne çıkan beylerini ziyaret etmiştik. Birgi meydanını süsleyen ve yüzyıllardır Ezan-ı Muhammedîyi semaya ulaştıran Ulu Cami’de ruhumuzu yıkamıştık. 700 yıldır görkeminden hiçbir şey kaybetmeden Ulu Camii süsleyen, Muzafferiddün Ustanın sanatkâr ellerinin eseri eşsiz minberi ve pencere kapaklarını gözlerimiz kamaşarak seyretmiştik. Mütevazı türbelerinde sonsuz uykularını uyuyan Aydınoğulları beylerinin ruhlarına fatihalar göndermiştik. İsa KOCAKAPLAN*

Çakırağa Konağı Birgi

*TC Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi

sayı//11// haziran 38

ergimizin geçen sayısında yeşile gizlenen şehir Birgi’yi ve Aydınoğulları’nın öne çıkan beylerini ziyaret etmiştik. Birgi meydanını süsleyen ve yüzyıllardır Ezan-ı Muhammedîyi semaya ulaştıran Ulu Cami’de ruhumuzu yıkamıştık. 700 yıldır görkeminden hiçbir şey kaybetmeden Ulu Camii süsleyen, Muzafferiddün Ustanın sanatkâr ellerinin eseri eşsiz minberi ve pencere kapaklarını gözlerimiz kamaşarak seyretmiştik. Mütevazı türbelerinde sonsuz uykularını uyuyan Aydınoğulları beylerinin ruhlarına fatihalar göndermiştik. Bu sayımızda Birgi gezimizi sürdürüyoruz. Güzergâhımızda 18. yüzyılda inşa edilen ve Birgi’nin paha biçilmez bir pırlantası olan Çakırağa Konağı var. Batıdan gelme barok ve rokoko tarzlarını Türkleştirmenin güzel bir örneği olan bu sivil mimari şaheseri ve diğer öne çıkan tarihi yapılar, yolumuzun üzerinde bizleri bekliyorlar. Eserlerinin etkileri yüzyıllar sonrasında bile devam eden İmam Birgivi’yi ziyaret etmeden ve onun ruhaniyeti ile hemhal olmadan Birgi’den ayrılmak elbette mümkün değil… ÇAKIRAĞA KONAĞI Birgi’deki ilk günümüzü tamamlamadan Çakırağa Konağını görmeliyiz. Zira bu konak Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı bir müzedir ve mesai saatlerini kaçırmak, bizi sukut-ı hayale uğratabilir. Birgi deresi üzerindeki köprüden batıya geçiyoruz. Belki 5 dakika yürüdükten sonra konağın girişinde buluyoruz kendimizi. Genişçe bir kapıdan avluya geçiyoruz. Yeşillikler içinde geniş bir bahçe burası. Çakırağa Konağından başka iki binayı daha barındırıyor. Bahçe kapısından girdikten sonra karşılaştığınız bu iki binanın gölgesinden kurtulur kurtulmaz rengarenk, gösterişli, bir o kadar munis bir konak karşılıyor bizi. Biz konağa kuzeydoğu yönündeki bahçe tarafından girdik. Aslında güneybatı yönünde bulunan sokaktaki kapıdan girmemiz gerekirdi. Önce alt kattaki taşlığa, ardından üzeri kapaklı ahşap merdivenlerden ikinci ve üçüncü kata çıkmalıydık. Konağın açık sofalarında dolaşmalı, bahçeye bakan taht-köşklerinden bahçeyi, Sarı-yar deresini, derenin ötesindeki sırtta bulunan Aydınoğlu Mehmet Bey Camiini ve ufukta yükselen Bozdağ’ı seyretmeli idik… Sonra merdivenlerden inmeli, bahçeye çıkıp bu güzeller güzeli yapıya bahçeden bir veda bakışı göndermeli… ardından bütün bir gece bu güzelliğin hayali ile sarhoş olmalı idik. Gelinler niçin duvaklı olur… Güzelliği herkes tarafından görülmesin diye… Çakıroğlu Konağı


Çakırağa Konağı / İzmir Odası

da güneybatıdaki sokakta bulununan iki kapısının birinden girilmeden evvel, duvaklı bir gelindir. Duvakları 3. Kattaki odalara ait, eli böğründeler üzerine yapılmış süslü pencere çıkıntılarıdır. Ancak köşkün güzelliğinin sırrını oradan baktığınızda tamamiyle çözemezsiniz. Konakla, kuzeydoğu cephesinden bakışarak tanıştık. U düzeninde bir şaheser karşımızda arz-ı endam etmekte. Kuzey taraftaki köşesinde kapalı mekanlar sıralanmış. Herbiri kendi başına köşk denebilecek odalar. Binanın bahçeye bakan orta kısmı sofalardan oluşuyor. Bu iki kattaki iki sofa, kuzeydeki odanın bitiminden başlıyor ve güneybatıdaki odaların önüne kadar bir L çizecek şekilde uzuyor. Sofaların bahçeye bakan tarafları parmaklıklarla çevrili. Ve bu sofaların tam ortasına denk gelen, bugün balkon dediğimiz taht-köşkler. Ufukları Bozdağ’a kadar kilometrelerce açık. Bahar ve yaz aylarının tadına doyum olmaz manzarasını ve havasını, köşkün sakinleri ile bütünleştiriyorlar. Zemindeki taşlıktan geçtikten sonra yeşil boyalı merdivenle ikinci kata çıkıyoruz. Burasının tavanı biraz basık. Bu katta kışlık 5 oda bulunuyor. Sofanın iki ucunda ve sokak tarafındaki odaların ortasında toplam üç eyvan var. Odaların sofaya bakan pencereleri parmaklıklı, kapıları rengârenk boyalarla süslü. Toprak rengi, açık mavi, yeşil renkler içi içe… Beyaz duvarlar çeşitli bitki motifleri ile bezeli. İnsan bu kışlık katta bile kendini bahar mevsiminde hissedebilir. Fakat asıl sürpriz üstteki yazlık katta bekliyor bizi. Merdivenden çıkar çıkmaz yüksek tavanlı yazlık katın sofasına giriyoruz. Tavanda geometrik

şekillerle süslü yuvarlak ve rengârenk bir tavan göbeği ve çapraz çıtaların arasını dolduran motifler karşılıyor bizi. Burada 4 oda var. Bahçe tarafındaki köşelerde iki misafir odası ve… SEVGİLİLERE ARMAĞAN MÜCEVHER ODALAR Ve konağın sokak tarafındaki köşelerini kaplayan iki büyük oda. Güneydoğudaki oda değil, büyükçe bir salon. Burası İstanbul odası. Kapıdan giriyoruz. Duvarlar iki sıra pencere ile kaplı. Alttakiler dikdörtgen, üstteki pencereler yuvarlak kemerli. Oda ışıktan pırıl pırıl. Ve bu göz kamaştıran aydınlığın iyice belirginleştirdiği barok ve rokoko tarzı resimler, motifler, bir tül inceliğinde salınan alçı süslemeler. Saksılar içinde çiçek demetleri. Dikdörtgen bölümleri çevreleyen renkli kontürler. Güller, karanfiller, yaseminler… Ve her tarafı bir mücevher gibi işlenmiş tavan… Tavan süslemeleri iki bölüme ayrılmış. Dikdörtgen tavanın dörtte üçünü kaplayan bölüm üçgen, kare, baklava dilimi gibi geometrik şekillerin birleşmesiyle, iç içe geçen daireye yakın sekizgenlerden oluşuyor. Bu şekillerin ortaları güller, karanfiller ve lalelerle dolu. Baktığınızda dakikalarca gözlerinizi ayıramıyorsunuz. Yeşil, kırmızı, eflatun, beyaz, krem, kahverengi… sürekli gözünüzü ve gönlünüzü dolduran bir renk cümbüşü. Bu cümbüş tavandan duvarlara, duvarlardan pencerelere, oradan sokağa ve bahçeye taşıyor. Tavanın kapıya yakın üçte birlik kısmı dikdörtgen bir çerçeve ile ayrılmış. Ortasında büyükçe 39


Ş ehir

Çakırağa Konağı / İstanbul Odası

oval bir madalyon. Kenarlarda kalan üçgenler, barok ve rokoko tarzı gül motifleri ve dalları ile doldurulmuş. Madalyonun ortasında elips bir tepsi, onun göbek kısmını oluşturuyor. Tepsinin içinde üzümden elmaya, şeftaliye kadar meyvelerden oluşan bir natürmort… Göbekle madalyonun dış kontürü arasını birbirine uçları dokunan ters yay şeklinde dallar dolduruyor. Göbeği çevreleyen iki sıra eğri dallardan oluşan çizgi, aynı zamanda merkezden çevreye yayılan güneş ışınlarını hatırlatıyor. Odanın tavanı daima taze kalan çiçek, meyve ve bitki motifleri ile süslü… Ve bu tavan çivi kullanılmadan yapılmış enfes bir ahşap işçiliğinin eseri. Yani kündekârî… Ve salonun kuzeybatı duvarı. Giriş kapısı burada. Kapının yanı dolaplar ve çiçeklik dediğimiz küçük, süslü raflarla dolu. Yükseklik vitraylı üst pencerelere ulaştığında, alttaki dolapların üstünü seyir terası gibi gösteren ve duvar boyunca uzanan bir tahta parmaklığın arkasında, duvarı boydan boya kaplayan bir İstanbul panaroması bulunuyor. Minyatürle tablo arası bir resim bu. Bu çalışmada perspektif ve derinlik var. Minyatürden farklı… Haliçten Üsküdar’a uzanan bir bakış açısı taşıyan resmin sağ tarafında Topkapı Sarayının bulunduğu tarihi yarımada; sol tarafında Galata, tam karşısında ise İstanbul Boğazı ve Üsküdar manzaraları yer alıyor. Bu salon, Birgi’nin Çakırağa Konağı’na İstanbul’dan taşınmış bir saray odası gibidir. Konağı 1761 yılında inşa ettirmeye başlayan Birgili deri tüccarı Şerif Ali Ağa, bu saray yavrusu

sayı//11// haziran 40

odayı İstanbullu olan eşine sıla hasreti çekmesin diye yaptırmıştır. Lakin biz, bu odada bir an bile bulunmakla kendimizden geçtiğimiz güzelliğin, seyredildikçe, İstanbullu hanımın sıla hasretini daha da arttırdığını düşünüyoruz. Bu hanım, mutlaka karşısındaki duvarda resmedilmiş sılasını her an özleyip, İstanbul’a gitmek istemiştir. Ama İstanbul’a vardığı ilk gece, Birgi’de bıraktığı bu esşiz odanın rengârenk hayali ile uyumuştur. Ve bir an önce Birgi’ye, bu güzel bahar bahçesine dönmek istemiştir… İstanbul odasının tam simetriğini oluşturan İzmir odası biraz daha küçüktür. Burada bir de ocak bulunur. Tavanı birbirine geçme değişik renkli dikdörtgen parçalardan oluşur. Duvarlar yine barok ve rokoko tarzı çiçek ve bitki motifleri ile süslüdür. Ocağın üstüne gelen duvarda ise üst pencereler hizasında başlayan İzmir Körfezi ve Kadifekaleyi gösteren duvar resmi, diğer salondaki İstanbul manzarasına göre daha küçük bir alanı kaplar. Bu oda da güzeldir, ama İstanbul odasının yanında daha sönük kalır. Rivayet olunur ki Şerif Ali Ağa bu odayı da İzmirli hanımının sıla hasretini gidermek için yaptırmıştır. Odada ocak bulunması ve İstanbul odasına göre daha küçük olması, burada kışın da oturulduğunu gösterir. Konağın en değerli iki odasını gezdikten sonra sofaya çıkıp, merdivenlere yöneliyoruz. Bu sırada 18. Yüzyıla bir hayali yolculuk içindeyiz ve İzmirli hanımın, İstanbullu hanımı kıskanmış olabileceği düşüncesi zihnimizin bir köşesinde asılı kalıyor. 18. yüzyılda ortaya konulan bu nefis konak,


İmam-ı Birgivi ve oğlunun kabirleri

batıdan gelme barok ve rokoko tarzlarını Türkleştirmenin güzel bir örneğidir. Osmanlı Türk-İslam medeniyetinin 18. Asırda halen dönüştürme ve kültürü günceleme gücünü muhafaza ettiği, Batı Anadolu’nun dağlar arasına sıkışmış bu yöresinde, bir mucize eseri açılmış göz alıcı bir çiçek demetini andıran Çakırağa Konağına bakılarak rahatça söylenebilir. Medeniyetimizin gücünü sadece bu konak bile tek başına dünyaya gösterebilir. Artık hava kararıyor. Ulu Caminin minarelerinden neredeyse akşam ezanı yükselecek. Konaktan ayrılıp tepeye doğru yürüyoruz. Biraz sonra müezzinin acele karışan sesinden yayılan akşam ezanı, ufukları ve gökkubbeyi dolduruyor. Şimdi Ulu Camiye gidip Mehmet Bey, oğulları ve dahi İmam Birgivi’nin ruhaniyetleri ile buluşma vaktidir. HEM MUTASAVVIF HEM MÜDERRİS Geceyi Birgi’de geçirdik. Öğleden önce buradan ayrılmak zorundayız. İki saatlik bir vaktimiz var. Bu sabah ilk işimiz İmam Birgivi’nin kabrini ziyaret etmek olacak. Burası Birgi’ye biraz uzakta. Yürüyerek gitmek yarım saati alabilir. Kuzeye Bozdağ’a doğru çıkıyoruz. Biraz sonra ulu serviler altında uyuyan suskunların arasındayız. Burası İmam Birgivi’nin adı ile de alınan Böken Mezarlığı. Serviler arasında kuzeyden güneye doğru uzanan taş döşeli 100 metrelik yolu bitirince, İman Birgivi ve oğlu müderris Fazlullah Efendinin yanyana yattığı hazireye varıyoruz. İkisinin de başlarında

birer ulu servi ağacı göğe ser çekmiş. Rivayet olunur ki Birgivî başındaki serviyi, “Beni dibinde toprağa verin.” diyerek kendi elleri ile dikmiştir. Kabirlerin üzeri açık. Etrafı alçacık bir duvar ve üzerinde bulunan demir parmaklık ile çevrili. Sağlığında kabirler üzerine türbe yapılmasına karşı olan Birgivi’nin kabri, gökten gelen rahmet göğsüne yağacak şekilde apaçık… Asıl adı Takıyyüddin Mehmed olan Birgivi 1523 yılında Balıkesir’de doğar. Küçük yaşta babası müderris Pir Ali Efendiden Arapça, mantık ve diğer bazı ilimleri okur, Kur’an’ı da ezberler. Daha sonra İstanbul’da Küçük Şemseddin Efendi, Ahizâde Mehmed Efendi ve Kızıl Molla Abdurrahman Efendi’nin öğrencisi olur. Müderrislik payesini elde eder. Ardından Abdurrahman Efendi’nin yanına mülâzım olup ihtisasını tamamlar. Bir süre bazı medreselerde müderrislik yapar. Hocası Abdurrahman Efendi’nin aracılığıyla Edirne kassâm-ı askerîsi olur. Bu sırada ders okutmaya devam eder, camilerde vaazlar verir, halkı Kur’an ve sünnete uymaya çağırır. Kabirler üzerine türbe yapılması, buralarda mum yakılması, ücret karşılığında Kur’an okunması gibi yanlış bulduğu inanç ve hareketlerle mücadele eder. Kadılar arasında rüşvetin yaygınlaşması ve zengin çocuklarına ücretle ilmî payeler verilmesi gibi meşru olmayan uygulamalara sonuna kadar karşı durur. Para vakfetmenin caiz olmadığını savunan Birgivî, İmam Züfer’in görüşüne ve örfe dayanarak bu tür vakıfların cevazına fetva veren Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi’ye ve onunla aynı görüşü

41


Ş ehir

Dervişağa Camii / Birgi

paylaşan Kadı Bilâlzâde’ye reddiye olarak İnkazü’lhâlikîn, Îkâzü’n-nâimîn ve ifhâmü’l-kasırîn ve es-Seyfü’s-sârim adlı risaleleri yazar. Ebüssuûd Efendi, bu konuda, halk arasında fitneye yol açmaması hususunda Birgivî’ye nasihatta bulunur. Nakit para vakıflarına izin verdiği fetvasına gerekçe olarak da hayır işlerinin kesilmesinden duyduğu endişeyi dile getirir. Birgivî Edirne ve İstanbul’da verdiği bu mücadelenin halk üzerinde yankı bulmadığını görünce, Edirne’de kassâm-ı askerî iken aldığı paraları defter kayıtlarına göre geri vererek, hak sahiplerinden helâllik alır. Ardından İstanbul’a gidip Bayramiyye tarikatı şeyhi Abdullah Karamânîye intisap ederek inzivaya çekilir. Ancak şeyhi Karamanî, onun kürsüden uzak kalmasına razı olmaz. Birgi’de II. Selim’in hocası Ataullah Efendinin yaptırdığı medreseye müderris tayin edilir (1563). Ömrünün son 10 yılını burada ders ve irşad faaliyetleri ile geçirir. Öğrencisi olmak isteyenler, ülkenin her tarafından Birgi’ye akın ederler. Hayatı boyunca 60 civarında eser telif eder. Hakkı söylemekten çekinmeyen Birgivî, ömrünün sonlarına doğru tekrar İstanbul’a giderek Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’ya, memleketteki adaletsizliklerle mücadele etmesi için tavsiyelerde bulunur. Hâce-i Sultanî diye şöhret kazanan ve ders verdiği medreseyi yaptıran Ataullah Efendi’yi bile “bazı haksız menfaatlar elde ettiği, görevliler nezdinde nüfuz sağlayarak devlet işlerine karıştığı sayı//11// haziran 42

gerekçesiyle” uyarmaktan çekinmez. Böylesine başı dik ve menfaat-perestlikten uzak bir ilim adamıdır. Mehmet Ali Aynî’nin Türk Ahlâkçıları adlı eserinde verdiği “Ahlâkçılarımız içinde Birgivî derecesinde mümtaz bir simaya nâdir tesadüf olunur. Çünkü onun dinî bilgisi ve bıraktığı eserleri ne kadar yüksek ise meslek ve meşrebi de o nisbette pâk, nezih ve metîn idi.” şeklindeki hüküm , Evliya Çelebinin kanaati ile de örtüşür. Evliya, Birgi’ye geldiğinde onun kabrini ziyaret eder ve Birgivî hakkında şu cümleleri yazar: “ Ve bu Birgili Mehemmed Efendi ulemâ-yı zâhirdendir. Hâlâ cemî-i avâm-ı nâs içre tilâvet olunur Birgili Risalesi deyu mu’teber bir risâledir. Ammâ gâyet latîfdir kim hablü metînine (sağlam ipine) yapışan râh-ı hakkı bulur ve hakkı bâtıldan fark edüp kendi nefsün bilür. Ve akayide müte’allik bir risalesü vardır kim lâ-nazîrdür. (…) Ve Sultan Süleyman asrında zuhûr etmişdir. Ve kabr-i şerifinde kubbe ve gayri şey kabul etmemişdir. Ancak başı ve ayağı ucunda hece taşları alâmeti vardır. Sâir ibadullah-ı ünâs gibi fakîrâne medfundur.” Birgivi’ye ve etrafında bulunan müminlerin ruhlarına fatihalar gönderiyoruz. Artık ayrılma vaktimiz yaklaştı. Yol üzerinde birkaç eser daha göreceğiz. Geri, şehre dönüyoruz. Ulu Camii geçtikten sonra, şirin bir inci tanesi gibi bulunduğu yamacı süsleyen 1762 tarihli Karaoğlu Camiini, şadırvanını ve haziresini dolaşıp, Birgi


deresi kenarında yer alan kubbelere yöneliyoruz. 16. Yüzyıla tarihlenen ve yaptıranı bilinmeyen Çukur Hamam, 1657 tarihinde Derviş Ağa tarafından yaptırılan Çukur Medrese ve Derviş Ağa Konağı ile dere üzerindeki taş köprü bu bölgeyi zenginleştiriyorlar. Birkaç sene öncesine kadar harap durumda olan bu yapılar, restorasyonla ayağa kaldırılmış ve şehrin gerçek çehresini ortaya çıkarmış. Ardından Birgi çarşısının ortasında bir mücevher gibi parlayan Derviş Ağa Camiine geliyoruz. 1663 yılında yaptırılan bu caminin etrafı, günümüzde Birgi’nin canlılığını koruduğu bölgedir. Hemen yanındaki tarihi jandarma karakolu, güneyindeki köprünün başında yer alan Demir Mağaza isimli yapı, kuzeyindeki Celaleddin Hızır Ali (1335-1423) Bey adına dikilen nişantaşı ve yalağı antik bir lahitten oluşan 1807 tarihli Bıçakçı Hacı Halil Ağa çeşmesi, bu camiin bulunduğu meydanın dekorunu tamamlıyorlar. Artık bu tarihi beldeden ayrılma vaktindeyiz. Sabahtan beri hafif hafif çiseleyen yağmur şiddetleniyor. Artık Ödemiş, Tire, Torbalı güzergahını takip ederek Adnan Menderes Havaalanına gideceğiz. Yolda bir taraftan yağmuru seyrediyor ve bir taraftan da buraya gelirken zihnimi meşgul eden Çınar Vakasını düşünüyorum. Bu vakanın bir çınar ağacının dallarına asılan kanadını teşkil eden saray ağaları, Kadızadelilerle bağlantı halinde idiler. Kadızadeliler Birgivî’nin meşhur risalesini (Vasiyetname-i Birgivi) el kitabı olarak okuyorlardı. Onun her harfini zihinlerine nakşetmişlerdi. Bu hareketin kurucusu sayılan IV. Murad dö¬neminin vaizlerinden Kadızâde Mehmed Efendi (ö. 1635) ile dönemin tanınmış Halve¬ti şeyhlerinden Abdülmecid Sivâsî arasın¬da önce fikrî seviyede başlayan tartışma¬lar; sonradan nasıl tekkelerin basılmasına, Halvetîler, Mev¬leviler ve diğer tarikatlara mensup olan dervişlerin ve onların tekkelerine giden halkın küfürle suçlanmasına kadar uzanmıştı… Halbuki Kadızadelilerin başucu kitabı yaptıkları eseri yazan Birgivî Mehmet Efendi, vaazlarının halkı bidatlerden vaz geçirmediğini görünce, müderrisliği bırakıp Bayrami Şeyhi Abdullah Karamânîye intisap ederek inzivaya çekilmemiş miydi? Sokullu Mehmet Paşa’dan Ebusuud Efendiye kadar vüzerayı ve ulemayı ta Birgi’den sigaya çeken bu tavizsiz müderris, sığınak olarak Bayramiyye tarikatını seçmemiş miydi? Tarihin işine akıl ermiyor ve Yahya Kemal’in dediği gibi tarih her zaman kendi hükmünü icra ediyor vesselam…

KAYNAKÇA

[1] Behiç Galip Yavuz, Birgi, 4. Baskı, Ödemiş 2011, s. 103-104. [2] http://www.milliyet.com.tr/birgi-ulu-camii-nin-calinan-minber-kapisi-ingiltere-den-nasil-getirtildi-/ekonomi/ekonomiyazardetay/05.02.2012/1498219/default.htm (Erişim: 21.01.2015) [3] Behiç Galip Yavuz, s. 101-102. [4] Çakırağa Konağını merak edenler sanal olarak şu adresten gezebilirler: http://www.3dmekanlar.com/tr/ cakiraga-konagi.html(Erişim: 23.01.2015) [5] Emrullah Yüksel, “Birgivî”, DİA, C. 6. [6] Emrullah Yüksel, “Birgivî”. [7] Evliya Çelebi, Seyahatname, C. 9, YKY, İstanbul 2005, s. 93-94. [8] Kadızadeliler, bundan sonra tarikat ehlinin zikir ve ayinlerine saldırılar düzenlemeye başlarlar. Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa (1656-1661) Kadızâdeliler’in katli için ferman alır. Ancak bu ceza sürgüne çevrilerek hare¬ketin liderleri olan Üstüvânî, Türk Ahmed ve Divane Mustafa Kıbrıs’a sürülür, böy¬lece hareketin ikinci safhası sona erer. Aradan 8 yıl kadar geçtikten sonra, Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın sadrazamlığı döneminde hareket sarayda tekrar itibara kavuşur. Paşanın daveti ile Erzurum’dan 1663’te İstanbul’a gelen Va¬nî Mehmet Efendi, Sultan Selim Camii’nde vaaz vermeye başlar. IV. Mehmed’in himayesiyle önce padişahın, ardından Şehzade Mustafa’nın hocası olur. Padişah ve sadrazamın üze¬rindeki etkisiyle saraydaki nüfuzu artan Vanî Mehmed Efendi sûfilere karşı tavır alır. Onun etkisiyle 1666’da Mevlevîler’in yaptığı semâ ve Halvetî dervişlerinin Kadızâdeliler tarafından “tahta tepmek” olarak ad¬landırılan âyinleri, padişah tarafından yasaklanır. 1670’te yi¬ne sultanın çıkardığı bir fermanla mey¬haneler yıktırılır. Vanî Mehmed Efendi’nin karşı çıktığı diğer bir uygulama olan kabir ziyareti de 1667 yılında pa¬dişahın emriyle yasaklanır. Hatta Osman¬lı maliyesinde bir çok örfî vergi bid’at ol¬duğu gerekçesiyle kaldırıldığı gibi diğer vergilerin kütüb-i şer’iyyeye göre top¬lanması emredilir. (Semiramis Çavuşoğlu, “Kadızadeliler”, DİA, C. 24) Ancak daha sonraları hareketin mensupları, Tarihçi Naima’nın deyişi ile: “Ehl-i dünyaya dini âlet ve zühd ü takvâyı celb-i mâle dâm-ı san’at edince” halk üzerindeki itibarları kaybolur. (Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, C. 2, İstanbul 1994, s. 202.) 43


Ş ehir

tina, Roma, Paris ve Viyana; Antik çağdan günümüze dünyanın derin tarih birikimini taşıyan bu dört başkenti kapsayan Avrupa gezimin son durağındayım.

DiNGiNLiK ŞEHRi

VİYANA Yard.Doç.Dr.Erkan ÇAV*

Viyana’yı anlatmaya geçmeden önce doğduğum kasabadaki gezintimden birkaç cümleyle bahsetmek istiyorum. Lustenau, bugün 22 bin civarındaki nüfusuyla Ren nehri kıyısında, yeşillikler içinde, küçük işletmelerden oluşan dokuma sanayisi olan, az da olsa hayvancılık yapılan, sakin, küçük ve şirin bir kasabadır. Tam 30 yıl sonra yeniden gittiğim kasabada çocukluk çağımın hayallerini bulamamanın hüznünü ince ince yaşarken, öte taraftan dünyaya gözlerimin açıldığı bu topraklara özlemimi gideriyordum. Toprak kokusunun ne demek olduğunu -kendi ülkemin toprağı olmasa bileiliklerime kadar hissettim. Ben bunu hissetmişken, sadece kendi hayatını geçiren benim gibi bireylerin değil, yüzyıllarını, binyıllarını bir coğrafyada geçirmiş toplumların, sürüldükleri topraklara, devletlerine duydukları yoğun özlem kim bilir nasıldır.

Viyana Parlemento Binasi

Kırım ve Kırımlıların sürgün hayatı, bunlardan sadece biri. İşte hemen gözlerimizin önünde bir diğeri: Suriye. Her biri tarihsel bir bellek olarak zihinlerimize nakşeden Suriyeli kardeşlerimizin yüzlerindeki anlam, derinlik ve ifadenin silinemez gerçekliği budur. Huzurlu ve güvenli yaşamlarının hatırasını taşıyan doğdukları topraklara, evlerine, yurtlarına duydukları hasretin izleri. Savaşsız ve ölümün olmadığı ülkelerine duydukları dinmeyecek özlem. Sonu belirsiz olan bu acıdan tekrar kendime döneyim. Çocukluğumun ilkleri… İlk kelimelerim, ilk adımlarım, ilk oyunlarım, ilk arkadaşlıklarım, ilk okulum, ilk bisiklete binişim, ilk evden kaçışlarım, ilk Ren nehri kıyısında boğulasıya ayaklarımı nehre sokup yürüyüşlerim… Ve daha nice ilkler… Yaşadığım hayatın ilklerini barındıran buğulu görüntüler içinde belli belirsiz geçmişe dalmamak olanaksız. Kısa hayatlarımız içinde dahi yaptığımız bu geridönüşlerin ruhlarımızda bıraktığı izlere bakınca, toplumların ve devletlerin hayatındaki yüzlerce yıllık geri-dönüşlerin bıraktığı izlerin derinliği üzerine düşünmemek mümkün değil. Viyana, işte

Tam 30 yıl sonra yeniden gittiğim kasabada çocukluk çağımın hayallerini bulamamanın hüznünü ince ince yaşarken, öte taraftan dünyaya gözlerimin açıldığı bu topraklara özlemimi gideriyordum. Toprak kokusunun ne demek olduğunu -kendi ülkemin toprağı olmasa bile- iliklerime kadar hissettim.

*TC Maltepe Üniversitesi

sayı//11// haziran 44

Viyana’ya gelirken, bundan önceki gezi noktam Paris’ten Zürich’e trenle geçtim. Buradan doğduğum yer olan Avusturya’ya bağlı Lustenau kasabasına yakın İsviçre’nin Amriswil kasabasında bir gün konakladım. Konaklarken doğduğum yere kısa bir ziyarette bulundum. Sonrasında bulutlardan yüksek Alp dağlarını aşarak Zürich üzerinden uçakla Viyana’ya ulaştım.


böyle bir izler diyarı, Osmanlı Devleti açısından. Şehir sokaklarında yürürken ansızın karşınıza çıkıveren şey; şehri iki kez kuşatmış, ancak girememiş Osmanlı’nın ruhudur. VİYANA Dinginlik şehri. Sanatın ve kültürün merkezi. Osmanlı kuşatmasına iki kez direnen inşaların şehri. Ağaçların her daim kartpostallardan çıktığının resmi. Müziğin zengin bahçesi. Her köşesinde başka bir Türk izi soluyan çehresi. Kahvenin yanında su ve şeker, ortasında Tuna nehri. Güçlü tarih ve kimlik bilinci. Mozart’ın bitmeyen senfonisi. Viyana’daki bir günlük gezide onlarca mekânın anlamlandırılarak gezilmesi, müzelerin, tarihi yapıların, farklı mekânların içine girilerek derinliğine temas edilmesi mümkün değildir. Bununla beraber caddelerde öz ve zengin yürüyüşler yaparak, kısmen ve bir dereceye değin şehre nüfuz etmek mümkündür. Bu amaca şehir içi otobüs turları da katkı sağlar. Çatısında savaş arabaları bulunan Parlamento binası, gotik mimaride yapılan belediye binası, bir dönem kışla şimdi polis merkezi olarak kullanılan kalesi,

Avrupa’nın eski katedrallerinden Aziz Stephen Katedrali, farklı tarihsel dönemlerin özelliklerini yansıtan kiliseleri, opera binası, müzeler bölgesi, Habsburg hanedanlığının bugün kimi kütüphane, kimi müze, kimi binicilik okulu, kimi sergi alanı olmuş yapılardan oluşan ihtişamlı Hofburg Saray kompleksi, Belvedere sarayı, Shönbrun sarayı, üniversite binası, tiyatro merkezi, Mozart’ın evi ve diğer onlarca tarihi, kültürel, dini, siyasi ve sosyal mekân görülmeye değer yerler. Bu yerlerden Hofburg Sarayı, Sanat Tarihi Müzesi, Devlet Opera, Parlamento ve Belediye binaları bu yıl tasarımının 150. yılını yıl boyunca yapacağı çeşitli etkinliklerle kutlayan Ringstrasse’yi çevreleyen yapılardır. Buraları dıştan izlemek, yapılma amaçlarına, kullanılma biçimlerine, tarihlerine ve mimari özelliklerine dışarıdan bakmak, güçlü bir tarih düşüncesini ve kültürel zenginliği aktarıyor.

Viyana kent merkezi parkları, bahçeleri, caddelerinin tasarımı ile Atina, Roma, Paris şehirleri içinde merkezinde yeşil alanın en fazla bulunduğu yerleşim alanı olarak öne çıkıyor.

Aziz Stephen Katedrali’nin kulelerinden Viyana’yı 360 derece izleme imkanı var. Bir diğer mimari açıdan dikkat çeken bina açılışından sonra gelen olumsuz eleştiriler karşısında baş mimarının 45


Ş ehir

Viyana Hofburg Saray Kompleksi

ihtişamlı Hofburg Saray kompleksi, Belvedere sarayı, Shönbrun sarayı, üniversite binası, tiyatro merkezi, Mozart’ın evi ve diğer onlarca tarihi, kültürel, dini, siyasi ve sosyal mekân görülmeye değer yerler.

intihar ettiği, yardımcısının ise bir süre sonra ağır bir akciğer hastalığından öldüğü Viyana Opera binasıdır. İlk açıldığında halk ve kral tarafından eleştirilerek beğenilmeyen binanın hâlâ ayakta olup, başta müziğin kalbi Viyana’nın ve Avrupa’nın önde gelen orkestraları tarafından hemen her gün kullanıldığını söyleyelim. Gündelik yaşamda Türk kültüründen tanıdık izlere rastlamak mümkün. Kahvenin yanında ikram edilen şeker ve servis usulünün Türk kahvesinin servisiyle benzerliği gibi birçok ayrıntıda böylesi esintiler görmek şaşırtıcı gelebilir bu şehirde. Viyana’da yaşayan Türklerin de bir hayli yoğun olduğu ve hayatın içinde yer aldıkları hemen dikkati çekiyor. Tuna’yı Avrupa’da sınır boyu yapan Osmanlılar ile buradaki halk arasında Viyana kuşatmalarından önce başlayan tarihsel ilişkilerin bu yakınlaşmada mutlaka etkisi vardır. Her halükarda Osmanlı ile Viyana’nın yakınlığı genel olarak sanıldığından çok daha sıkı gözüküyor. Kimi Viyana kuşatmalarından kimi sonra gelerek şehirdeki müzelerde yer alan Türk eserleri, süslemelerde kullanılan Türk imgeleri, şehrin nüfusunda yer alan, iş hayatına giren, üniversitelerde okuyan Türkler: Viyana’nın Türklerle olan bağı giderek güçleniyor. Viyana kent merkezi parkları, bahçeleri, caddelerinin tasarımı ile Atina, Roma, Paris şehirleri içinde merkezinde yeşil alanın en fazla bulunduğu yerleşim alanı olarak öne çıkıyor. Kış içinde yapraksız olmalarına rağmen mevcut

sayı//11// haziran 46

ağaçlar şehirde yeşil alana verilen önem açısından kendini hemen belli ediyor. Şehrin hemen tüm dokusunu birer saatlik dört farklı güzergah ile gösteren Hop On Hop Off şehir turları ile görmek mümkün. Bu turlar kaliteli, mutlaka değerlendirilmeli. Şehrin yeni merkezlerinden bir tanesi Uno-City olarak adlandırılan BM’nin dünyadaki dört merkezinden birini de içeren bölge. Burası şehrin geleneksel bölgesinin aksine uluslararası kurumları ve şirketleri içeren modern ve yüksek binalardan oluşuyor. Viyana özellikle Mozart ve diğer şehirde yaşayan ünlü bestecilerle birlikte kimliğini 19. yüzyılda kalıcılaştırarak bir sanat şehri olduğunu her köşesine kazımış durumda. Bu olgu, şehirlerin karakterlerinin hemen birkaç yılda değil, uzun yıllara, hata yüzyıllara dayanan bir derinlik gerektirdiğinin önemli bir örneğidir. Şehir olmak, sadece mimariden oluşmuyor. Mimarinin içini dolduracak anlam kümeleri oluşturulmalıdır. Viyana, bunu, 19. yüzyılda yarışmalarla olgunlaştırılan şehircilik yaklaşımı geliştirerek ve alanında dünya çapında ün kazanacak sanatçılara kucak açarak biçimlendirdiği kimliği ile başarmış. AVRUPA GEZİLERİ İÇİN GENEL BİLGİLER Konaklama: Oteller, pansiyonlar, hosteller veya web siteleri üzerinden işleyen sistemle ayarlanan odalar. Kış sezonunda, Atina, Roma, Paris ve Viyana’da, 30-60 Euro arasında bir ücrete 3 yıldızlı, şehir merkezine yakın, kaliteli hizmet veren oteller bulmak mümkün.


Viyana Kilise ve Sokak

Yeme-İçme: Her başkentin, kendi ülkesine özgü restoran, lokanta, büfe, yeme-içme dükkanları farklı farklı özellikler içerir. Bu mekânlarda müşteriler kendi tat duyusuna göre yemek çeşitlerine ulaşır. Sunulan yiyecek ve içeceklerin İslami kurallara uygun hazırlanıp hazırlanmadığı bilgisi, sorulduğunda çalışanlarca açıklanıyor. Üzerinde yazılan dil anlaşıldığı sürece yeme-içme ihtiyacı için marketten alışveriş yapmak, özellikle kısıtlı bütçelerle pahalı şehirlerde hem içerik hem de fiyat açısından en uygun seçenek. Sokaklarda, caddelerde, alışveriş merkezlerinde farklı farklı birçok ayaküstü yiyecek yenilebilen uygun fiyatlı yerler var. Bu şehirlerde küresel yeme-içme şirketlerinin zincirleri de bulunuyor. Ulaşım: Havalimanlarından şehir merkezlerine tren veya otobüsle ortalama yarım saatte ulaşmak mümkün. Atina, Roma ve Viyana’da tarihi ve kültürel mekânlara yürüyerek ulaşmak rahat ve kolay bir seçenek. Ancak Paris için aynı durum geçerli değil. Roma şehir haritasında çok uzak görünen mekânlar birbirine yakınken Paris şehir haritasında birbirine yakın görünen yerler birbirine çok daha uzak ve şehrin yerleşimi geniş alanlara yayılmış durumda. Paris’te metro, tramvay, tren, otobüs, teleferik gibi bütün toplu ulaşım araçlarında geçerli olan günlük, üç günlük biletler var. Müze ve Ziyaret Mekânları: Bu şehirlerde “Athens Pass”, “Rome Pass”, “Paris Pass”, “Vienna Pass” isimleriyle şehir kartları bulunuyor. Bu kartlar, belirli bir müze adedinin belirli bir günde gezilebileceği, ilk ikisinin ücretsiz olduğu veya indirimli giriş ücreti uygulanması gibi seçenekler sunuyor. Şehirde kalınacak güne, yapılan plana ve olanaklara göre bu kartlar değerlendirilebilir.. Şehir İçi Turlar (Hop On Hop Off araçları ve Tekneler): Dijital rehberi bulunan iki katlı araçları olan turlar tercih edilmelidir. Atina’da tren tasarımındaki araçlarla, Roma, Paris ve Viyana’da otobüslerle bu turlar yapılıyor. Roma, Paris ve Viyana’da, şehrin içinden geçen nehirlerdeki tekne turları ile bu şehirler bir başka açıdan izlenebilir. Viyana’da bunlara at arabaları ile yapılan turlar eklenebilir.

Viyana-Aziz Stephen Katedrali

Viyana-Aziz Stephen Katedrali

Viyana Sokak

ATİNA ROMA, PARİS VE VİYANA’NIN ORTAK ÖZELLİKLERİ • İmparatorluk merkezi kimlikli şehirler: Atina, Atina İmparatorluğu; Roma, Roma İmparatorluğu; Paris, Fransa İmparatorluğu; Viyana (Budapeşte ile), Avusturya-Macaristan İmparatorluğu. • Heykellerin, meydanların ve yapıların dokusunda canlandığı şehirler. • Şehirlerin enerji noktaları: Müzeler, sanat mekânları, sergiler, galeriler, sinemalar, tiyatrolar, operalar, gösteri merkezleri. • Sokak hayvanlarından uzak, kuşlara yakın şehirler. • Yeşilin hatırının sayıldığı şehirler. • Güvenliği sağlanmış şehir merkezleri. • Her zaman ziyaretçilerin ilgi odağı markalaşmış şehirler. • Duvar yazılarının başkentleri. • Tarihleri birbirleriyle kesişen şehirler.

47


Ş ehir

İNSANIN HÂLÂ İNSAN OLDUĞU,

İNSAN KALDIĞI YERLEŞİM:

TARAKLI

Taraklı’da kapılarda kilit yoktur; gönül kapıları herkese açık olanların, evlerinin kapılarına kilit ne gerektir elbette. Dedem Korkut Masalı değil, gerçekten yoktur. Yoldan geçene, selam veren her Allah kuluna açıktır sofraları

Fahri TUNA Fotoğraflar: Servet SEZGiN

erededir bu Taraklı? Bu dünyada mıdır, öte dünyada mı? Kaf Dağı’nın ardında mıdır Fizan’da mı? Masal mıdır gerçek mi? Türkistan’da mı Türkmenistan’da mı? Anadolu’da mı Rumeli’de mi? Söyleyelim: Taraklı, Osmanlı’nın İstanbul-Bağdat Karayolu üzerinde, İstanbul-İzmit-Ankara güzergâhında, zamanın başkenti Dersaadet’e yedi konak, yedi gün yani iki yüz on kilometre mesafede bir yerleşimdir. İzmit, Sapanca, Geyve, Taraklı, Göynük, Çayırhan, Uluhan, Nallıhan, Beypazarı, Ayaş üzerinden Ankara’ya ulaşılan yolun ortalarındadır. Menderes döneminde E-5, Turgut Özal döneminde Otoyollar inşa edilene değin, asırlarca, en az yedi asır en işlek güzergahın merkezindedir. Ertuğrul Gazi fatihi, Orhan Gazi imarı ve tımarıdır. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine giderken konaklamış, beğenmiş, vezir-i azamı yani başbakanı Yunus Paşa’ya ‘buraya bir külliye inşa edülsün’ buyurmuş, 1517’den sonra daha bir ilim irfan, mektep medrese memleketine dönüşmüştür Taraklı. Bilim kadar gönül, hıfz kadar mûsikî eğitimi de ön plana çıkmıştır yüzyıllarca. Dersaadet’le bir, Dersaadet’le bütün, Dersaadet’le aynı atar olmuş kalplar o gün bugün. Hâfızlar membaı olmuş asırlarca Taraklı. 2000 yılında sadece İstanbul’un yirmi yedi camiinde görevli imam ya da müezzinin Taraklı’dan yetişmiş hâfızlardan seçilmiş olduğunu söylersek, bir fikir verebiliriz sanıyoruz ki. Taraklı kalb-i selîm insanlar diyarı olmuş hep, yavuz ve çetin iklimine, verimsiz arazilerinin bolluğuna karşın. Az’ı çok, yok’u var, acı’yı bal eylemeyi bilmiş Taraklılı. Kar kış kıyamet, yağmur boran yokluk kol gezdikçe, yalazaya tutunmuş, yalazaya sarılmış, yalazayla nefes almış. Yani tebessüme, yani nükteye, yani mizaha tutunmuş. Hüzünlü ve mütehassıs gönüller, mütebessim hâl almışlar tevekküle bandırılmış bir tebessümle. Yalaza azı çoğaltmış, yoku azaltmış; zekânın zekâtı olmuş adeta yalaza; sağlığın sadakası; sağlığın varlığın ve huzurun. Yalazayı, yani nükteyi hayatının merkezine almış Taraklılı; her şeye rağmen her zorluğa ve yokluğa, yanlışa rağmen, bugün sabrı tevekkülü ve tebessümü belki de bununla izah edilmelidir. Taraklı bugün, zamanın duraladığı, mekânın donakaldığı, iki dünyalı bir anlayışın, kavrayışın ve hayatın merkezidir. Taraklı hem dündür, hem yarın; en çok da bugün. Daha doğrusu bugündeki dün ve yarın birlikte, iç içe, dip dibedir.

sayı//11// haziran 48


Taraklı’dayken, yarı bu dünyada yaşarsınız, yarı öte dünyada. Bir ayağınız bu dünyadır, diğeri öte dünyada. Beş yüz yıllık Yunuspaşa Camii’nde ötelerdesinizdir, beş yüz yıllık uğut tatlısını yudumlarken beri dünyada; Hıdırlık Tepesi’nde, Sarıkız yahut Kızlar Türbesi’nde ötelerdesinizdir, enfes lezzetli etli nohudunu, tadına doyulmaz irmik helvasını taam ederken de berilerde. Ama biliniz ki hepsi de ötelerden bir selamdır, ötelerden bir haberdir, ötelerden bir çağrışımdır. Taraklı Şeyh Edebalı gönüllerden, Âhi Evran yüreklerden, Hacı Bayram gönüllerden, gönüllülerden, gönülcülerden bir miras, bir mektup, bir mekteptir bizlere. Ertuğrul Gazi fethidir ya; yedi asırdır insanı Yunus’la yoldaş, Akşemseddin’le gönüldaş, Nasreddin Hoca ile ayaktaştır.

Taraklı, sokakta bir yabancı görüldüğünde durdurulup ‘buyurun bahçemize, eğer yemezseniz dutlar, erikler, armutlar ağlar, bizden davacı olurlar’ diyen gani gönüllü insanlar diyarıdır. Taraklı bahar mevsiminde her Pazar üç beş köyün, binlerce kişiyi toplayıp şükür pilavlarının ikram edildiği ilçenin adıdır. Toplamanın değil dağıtmanın, almanın değil vermenin, fırsatçılığın değil ikramın, zenginliğin değil iyiliğin üstün, önde, ileri tutulduğu yerleşimin adıdır. Bu şükürden midir bilinmez, ulu Yaradan da, ilin en yoksul ilçesini termal zenginliklerle donatmış durumdadır: yüz elli yıl öncesine kadar on bin nüfuslu bayındır Taraklı’nın, bugün üç bin nüfuslu hâle düşmesinden sonra, yeni bir ba’sü badel mevt’in, yeniden diriliş ve silkinişin başlangıcıdır.

Taraklı’da kapılarda kilit yoktur; gönül kapıları herkese açık olanların, evlerinin kapılarına kilit ne gerektir elbette. Dedem Korkut Masalı değil, gerçekten yoktur. Yoldan geçene, selam veren her Allah kuluna açıktır sofraları.

Taraklı zamanın, saatin, kalbinizin tiktaklarını işittiğiniz, soluduğunuz, hissettiğiniz beldenin adıdır.

Prof. Dr. Mustafa İsen, Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarlığından bu yana, Taraklı Belediye Başkanı Tacettin Özkaraman’la el ele, gönül gönüle vererek, on iki yılda Taraklı’nın fiziksel imkânlarını çok ileri düzey ve seviyeye yükseltmiştir. Ama yedi asırdır ‘almaya’ değil, ‘vermeye’ alışmış, eğitilmiş gönüllerde hiçbir ilerleme, gelişme, değişme görülememiştir: Gelip konaklayan misafirler, üç kuruş ödeme yapsalar bile ev sahiplerince on üç kuruşluk hediyelerle uğurlanmaktadırlar.

Taraklı hem dündür, hem yarın; en çok da bugün. Daha doğrusu bugündeki dün ve yarın birlikte, iç içe, dip dibedir.

Huzurun mesken tuttuğu, mesken tutulduğu, meskenleştiği yerleşimin adıdır. Yeterince dava olmadığı için mahkemenin kapatılması da bunun bir başka göstergesi değil midir? Taraklı huzurun ikinci adresidir. Bizim hikâyeci Ayşenur Gülsüm’e göre tek kelime ile Taraklı şudur: ‘İnsan!’ Evet evet; insanın hâlâ insan olduğu, insan kalabildiği, insanca yaşayabildiği yerleşimin adıdır Taraklı. 49


Ş ehir

NİĞDE / NARKÖY Yolum yine Niğde’ye düşmüştü. Dönüp dolaşıp bu şehre bir şekilde geliyordum! Kısık sesimin kuyusunu, gökyüzüyle buluşturacak cesareti veren şehirdi Niğde. Mehtap ALTAN

Zaman, akıp gitmenin çetelesini tutarken; bizler şehirlerin aynasında kendini arayan bedevileriz. Çünkü hangi şehre gitsek, hangi şehirde kalsak ve hangi şehre küssek dönüp dolaşıp kendi içimizdeki şehre taşınıyoruz. Şehirlerin nabzını tutarken belki de elimizden kayıp giden geçmişimizi kucaklıyoruz. Hepimiz de biliyoruz ki; geleceğimiz ancak geçmişimizle barışık oldukça billûr bir ırmak olur akar, akarız yarınlara. Yolum yine Niğde’ye düşmüştü. Dönüp dolaşıp bu şehre bir şekilde geliyordum! Kısık sesimin kuyusunu, gökyüzüyle buluşturacak cesareti veren şehirdi Niğde. Ve biliyordum ki; yüreğime sinen duâları hüznün virdinde buluşturup; yangınlarından ırmaklar doğurması gibi bir duyguyu iliklerime dek yağdıran anaç bir yağmurdu bu şehir. Bozkırın bu küçük şehrinin hayallerime ektiği büyük edebî bereketi nasıl inkâr edebilirdim ki. Evet, yine ceviz, söğüt ve iğde ağaçlarının sardığı kaldırımlarda kiraz ağaçlarının zenginliği karşılamıştı yine beni. Alâeddin Camii geldi aklıma. Niğde’nin bu ulu camii kapısındaki taşa işlenmiş destansı sesler, ancak yüreğini o lisana yaslayanların duyabileceği bir tını ile çıkmaktadır! Bedesten’de, seslerin birbirine çarpa çarpa gelmişi, geçmişi belki de geleceği imzalayacak bir tılsımı nasıl emzirdiğini hissedersiniz. Göğünün ak alnından akar ters lalelerin kokusundaki bakir huzur. Bolkarlar’dan bir gelin edasıyla gelir kokusu ters lalelerin. Rahmaniye Cami’nin duvarlarındaki işlemeler ters lalenin Niğde topraklarındaki yerinin çok eski olduğuna ait önemli belirtilerdir. Niğde’nin tarihine dair eski bilgilerimi tazeleme savaşı verirken çoktan Narköy’e doğru yola çıkmıştık bile. Bir köy okuluna, bir köye; kalabalığınızı verip onların duruluğunu almaya gitmenin adı neydi bilmiyorum! Hangi şehre gidersem gideyim içimdeki şiiri de götürüyordum oraya. İnsanın soluğunu göverten ritmi, şiirin içindeki o gizli müziğin verdiğini bilmenin tadını çıkarıyordum çoğu kez… Narköy’e ulaşmak için hayli ilginç anılar yaşadık. Yolu çok iyi bilmemenin güzel yanı, yeni öykülere gebe bırakacak anılar yaşamaktır. Yol tarifinde bir çobanın kendinden emin tavrının bizi tebessümlere boğacağını elbette bilemezdik. Elindeki asası ile sanki bir bilgenin asaletli duruşunu giyinmişti çoban! Verdiği adresin yanlış olabileceği ihtimali asla aklımıza gelmemişti. Kaybolmanın en keyifli dakikaları idi sanırım o anlar!.. Narköy’e giderken Derinkuyu’yu güzergâh edinmiştik. Yol boyunca peri bacaları ile karşılaşmak şaşırtmamıştı beni. Zira buraların

sayı//11// haziran 50


Kapadokya bölgesinin uzantılarından biri olduğunu duymuştum yörede yaşayanlardan. Narlıgöl’ün kulaktan kulağa gelen efsanesini dinliyordum yol boyunca, bana arkadaşlık eden güzel insandan: “Vaktiyle gölün olduğu yer bir köymüş. Köye bir dilenci gelmiş, bu köyde bu dilenciye hiç kimse sadaka vermemiş, yardım etmemiş. Yalnız bir gelin bu dilenciye bir miktar sadaka vermiş. Dilenci geline “Allah razı olsun.” dedikten sonra hiç geriye bakmadan kendisini takip etmesini söylemiş ve şimdiki gölün olduğu yerden bir km. uzaklaşmışlar. Gelin içine doğan bir hisle, geriye dönüp baktığı zaman köyün bulunduğu yerin büyük bir bölümünün göl haline geldiğini görmüş. Sonra ge¬lin hıçkırarak ağlamaya başlamış ve orada ölmüş. Bu sıcak su kaynağın gelinin göz yaşları olduğu rivayet edilmektedir. Gelinin mezarınında bu kaynağın yanında bulunduğuna inanılmaktadır.” Bu efsaneyi dinlerken yol boyunca karşıma çıkan her kıpırtıya dikkat kesildim, elimde olmadan. Narköy’e yaklaştıkça içimde garip bir duygu uyanmıştı. Sanki bizimle saklambaç oynayan bir köydü bu köy. Saklanmıştı, hem de hiç tahmin edemeyeceğiniz bir yere! Köyün yerini yolda rastladığımız birçok kişi tarif ediyordu ama sanki o kendi isterse yerini belli edecek nazlı bir gelin edasındaydı. Nazlı gelin demişken; efsanedeki gelin gelmişti birden aklıma ve ürpermiştim! Belki de efsanedeki dilencinin efsunuydu, köyün yolunda olduğumuz hâlde bir türlü kavuşamamızın adı. Köye Narlıgöl efsanesinin refakatinde ulaşmıştık. Âh çocuklar âh! Köy okulunun bir penceresinde onlarca minik kalbin size gül kokulu tebessümler yolladığını düşünebiliyor musunuz? Birinci kattaki sınıfa toplanmışlar ve köylerine gelecek “yazarı” bekliyorlardı. Yazar için de uzun zaman olmuştu

bir köy kültürü ile hemhâl olmayalı! Okulun koridoruna adımımı attığım an, zamanın durduğunu hissetmiştim. Adımlarım kilitlenmişti. Bir yandan tandırda pişen ekmek kokuları geliyordu; diğer yandan kitap kokularına sığınmış minik minik yüreklerin keşfe çıkmış bakışları! Tandırda pişmiş ekmeğin kokusuyla kitap kokusunun arasındaki sırrın adı nedir, bilir misiniz: Sanırım biliyorum ben… Mekânik soğukluğun işgal ettiği insanın gönlüne, ılgıt ılgıt irfan şefkati sunmaktı. İnanılmaz bir zaman ve mekân metaforuyaşıyordum. Bir köye geldiğinizi, üstünüze başınıza sizden izin almadan sinen toprak kokusundan anlıyordunuz. Hatta yetmiyor, avuçlarınızın en bakir köşelerini şeddeliyor masumiyeti şiar edinmiş her ayrıntı! Gün bitmek üzereydi; okul ziyaretimin ardı, kısa bir Narköy turu idi. Dikkatimi çeken ilk şeydi toprak ve kerpiçten yapılmış köy evlerinin damlarında dalgalanan bağımsızlığımızın sembolü al duvak! Görkemli demir çubuklara ya da direklere bağlanmamıştı hiçbiri, çoğu tahta bir çubuğa bağlanmıştı. Ama değişen bir şey yoktu. Bayrağımızın dalgalanması için bağımsızlığın soluğu yetiyordu. Sanırım Narköy’de unutamadığım karelerden biriydi; kerpiçten kalelerin gökdelenlere kafa tutarcasına ‘bayrağımıza” sevdalı duruşları…

Köye Narlıgöl efsanesinin refakatinde ulaşmıştık. Âh çocuklar âh! Köy okulunun bir penceresinde onlarca minik kalbin size gül kokulu tebessümler yolladığını düşünebiliyor musunuz?

Yol boyunca bana arkadaşlık eden Emin ve Hülya Hocanın yanısıra Narköy’deki gamzeli karıncalarla buluşmamıza vesile olan Ebru Öğretmen ile gün boyunca o köye gelmemde büyük etkisi olan minik Mesut’un sarfettiği “o buralara gelmez ki!” cümlesinin; sağında, solunda, aşağısında, yukarısında fikirlerimizi sağalttık. Ve günün özeti: “İyi ki…” demekti. Evet, iyi ki hayatın insanları ahraz eden çığlığına rağmen, kalbi ile duyabilenlerimiz var hâlâ!..

51


Ş ehir

as, merak ettiğim gizemli ülkelerden biriydi. Erzurum’dan İstanbul’a, oradan da Fas’ın Kazablanka havalimanına sabahın ilk saatlerinde ulaştık.

GİZEMLİ ÜLKE

FAS Fas, bir kabileler topluluğu olmasına rağmen Avrupa’daki en eski krallıktan tam olarak 199 yıl daha önce kurulmuş olan kadim bir krallık.

Prof. Dr. Ömer ÖZDEN*

*TC.Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

sayı//11// haziran 52

Rehberimizin gelişiyle birlikte başkent Rabat’a doğru yol almaya başladık. İlk göze çarpan şey, üçer şeritli oto yolların düzenli ve bakımlı oluşuydu. Rehberimiz Oktay, Türkiye’den Fas’a gidip yerleşen bir Türk olduğu için Fas’ı iyi tanıyacağımıza sevindik. Fas’ta 240 milyon adet zeytin ağacı varmış; bu rakam, bütün dünyadaki zeytin ağaçlarının yarısına tekabül ediyormuş. Ama Faslılar, kahvaltıda asla zeytin yemiyorlarmış. Fas’ta çok sayıda sedir ağacı da varmış. Az miktarda hurma üretiliyormuş ama burada hurma, ‘kadın’ anlamında olduğundan dolayı yerine ‘tımar’ denilirmiş. Yol kenarlarında bol miktarda gördüğümüz kaktüsün meyvelerinin de çok lezzetli olduğunu ve bolca tüketildiğini öğrendik. Yol boyunca yakınlarından geçtiğimiz şehirlerdeki ev mimarisi oldukça dikkat çekiciydi. Kare küp şeklindeki evlerin hiç birinde çatı yoktu. Cami mimarisinin de bizdekinden çok farklı olduğunu gördük, minareler de kare şeklinde yükseliyorlardı. Sabah 7.30’da Rabat’a girdik. Rabat’ta ilk dikkatimi çeken şey, çöpçülerin ellerindeki palmiye ağacı dallarıydı. Yolların ve kaldırımların temizliği, bu dallarla yapılıyormuş. Fas, bir kabileler topluluğu olmasına rağmen Avrupa’daki en eski krallıktan tam olarak 199 yıl daha önce kurulmuş olan kadim bir krallık. 1650 yılında Afrika’da bir veba salgını olmuş ve nüfusun yarısını kırmış. O dönemlerde kral olan Mevla-yı İsmail, çok evlilik yapmış ve 400’ü erkek olmak üzere çok sayıda çocuğu olmuş. Bu, herkesin uyguladığı bir yöntem olunca Fas nüfusunda bir denge kurulmuş. 20. asrın başlarında zor yıllar geçiren Faslılar, 1912 yılında Fransızların himayesini istemişler ve 46 yıl Fransız mandasında kalmışlar. Fransızlar Fas’a geldiklerinde başkent, Merakeş’miş. Fransız General Biote, başkenti Rabat olarak değiştirmiş. O zamandan beri Fas’ın başkenti Rabat. Başkent Rabat çok pahalı olduğu için burada yaşayan orta gelirli memur kesimi, Rabat’ta kalmak yerine yakın ve pahalı olmayan bir şehir olan Sale’de kalıyorlar, sabah Rabat’taki işlerine gelip akşam Sale’deki evlerine dönüyorlarmış. Sabahın ilk saatlerinde Sale’den Rabat’a doğru akan yoğun trafik, bunu kanıtlıyordu. Rabat, toplam nüfusu 35 milyon olan Fas’ta 1.5 milyon nüfusla büyük bir şehir. Casablanca ise 6 milyon nüfusuyla Afrika’nın ikinci en büyük


Fas Natamam Camii

şehriymiş. Bir pastanede kahvaltımızı yaptıktan sonra şehri gezmeye başladık. Kraliyet sarayının yanından ve şanlı bayrağımızın dalgalandığı Türkiye Büyükelçiliği’nin önünden geçtikten sonra Natamam (tamamlanmamış) Cami ve V. Muhammet mozolesinin bir arada bulunduğu külliyeyi gezmek üzere otobüsümüzden indik. Natamam Camii’nin öyküsü ilginç. Fas, İslamiyet’ten önce Roma egemenliğinde kalmış; Romalıların atları burada yetiştiriliyormuş. Fas krallığı 789 yılında kurulmuş. İslamiyet’in yayılma dönemlerinde önce Emevilerin, sonra da Abbasilerin yönetimi altına girmiş. Natamam Camii, çok büyük bir alanda Hasan Camii olarak başlatılmış ama bitirilememiş. Emeviler, Faslıların gemileri yardımıyla İspanya’ya geçmişler. Bu geçişlerde Faslı yönetici aileler de İspanya’ya geçmişler ve Fas’ı İspanya’dan yönetmişler, daha sonra da Fas’tan Endülüs’ü yönetmişler. Bu yönetici aileler, 1161 yılında biri Fas’ın en işlek limanı olan Rabat’ta, biri o zamanki Fas’ın başkenti Merakeş’te ve diğeri de Endülüs’ün merkezi konumundaki Granada’da olmak üzere üç cami projesi oluşturmuşlar. Bu üç caminin yapımına aynı mimar tarafından başlanmışsa da Merakeş’teki Kutubiye ve Granada camileri tamamlanmış ama Rabat’ta yapılması planlanan Hasan Camii, nüfusun iyice azalması ve iktidar değişikliğinden dolayı tamamlanamamış. Bununla birlikte yarım sütunlar bile muhteşem bir görüntü sergiliyor. Caminin girişi olarak düşünülmüş alanda ve aynı sıranın biraz ilerisinde iki şadırvan var. Şadırvanlarda su var ama akmıyor, durgun; çünkü Malikilerde durgun su temiz sayılıyor. Fas kralı V. Muhammet, 1961 yılında bir diş çekimi esnasında kendisine verilen yüksek dozda narkozla gizli bir suikaste kurban gitmiş. Sevilen

bir kral olan V. Muhammet, bu tamamlanmamış caminin yanında yapılan bir anıt mezara nakledilmiş. Anıt mezarda V. Muhammed’in mozolesinin yanında kral II. Hasan ve kral Abdullah’ın mezarları da bulunuyor. Burada hafızların 24 saat aralıksız Kur’an okuduklarını öğrenince, Yavuz Sultan Selim’in kutsal emanetleri Topkapı Sarayı’na getirdiğinde otuz dokuz hafız görevlendirerek 40. sı da kendisi olmak üzere başlatılan ve yüzyıllardır devam eden Kur’an tilaveti aklıma geldi. Anıt mezar oldukça görkemli ve bakımlıydı. Çünkü temizlikçiler, bu mekanı sürekli temizliyorlarmış. Ziyaretimiz esnasında buna fiilen tanık olduk.

Fas kralı V. Muhammet, 1961 yılında bir diş çekimi esnasında kendisine verilen yüksek dozda narkozla gizli bir suikaste kurban gitmiş.

Rabat, 1912 yılında başkent yapılınca kral Abdülaziz, burada bir saray yaptırmış. O günden bugüne saray, sürekli ilavelerle genişletilmiş ve büyütülmeye de devam ediyormuş. Çok geniş bir alanı kaplayan sarayın etrafında fotoğraf çekmek yasak, ama uzağından çekim yapılabiliyor. Rabat ile Sale şehri birbirine çok yakın ve Sale’nin hemen yanı başında Şella Kalesi var. Şella Kalesi, Kasbah’da, alüvyonlarla dolmuş bir ovanın ortasındaki tepeye yapılmış; ovadan geçen nehir görülebiliyor. Kasbah, kasaba anlamındaymış. Bu kalenin içinde şahane bahçeler var. Her türden meyve ağaçları bulunuyor ve bizim bulunduğumuz sırada hepsinin dallarında meyveleri vardı. Kaledeki ve etrafındaki evlerin kapıları adeta birer sanat eseri; fevkalade estetik tarzda yapılmışlar. İşlemeleri çok zarif ve tokmakları çok güzel. Hatta bazı eski eşya satıcılarının eski kapılar sattıklarına da tanık olduk. Rabat ile Sale arası hep bahçelerle kaplı. Yol boyunca orta refüjde turunç ağaçları var. Yolun sol tarafında kraliyet muhafızlarının at haralarının önünde nöbet tuttuklarına tanık oluyoruz.

53


Ş ehir

İç içe surların kapılarından bir görünüm

Rehberimizin verdiği bir başka bilgi, bizleri biraz rahatlattı. Fas’ta kitap okuma oranı, kişi başına yılda iki dakikaymış ki bu, bizim yılda kişi başına altı saate göre çok kötü bir istitatistik veri

Fas’ta Arap atı, sakal ve kırma sakal diye üç tür at yetiştiriciliği varmış. Arap atı asil işlerde kullanılırmış. Gösterilerde de ondan başka at kullanılmazmış. Kırma sakal, Arap atı ile sakalın birleştirilmesinden elde edilirmiş. Yılın belli bir vaktinde üç hafta süren at festivali yapılıyormuş. Bu nedenle atlar kıymetliymiş. Sale’de fazla durmayıp Meknes’e doğru ilerliyoruz. 100 bin dönümlük meşe ormanının yanından geçerken meşe ağaçlarının alttan bir buçuk iki metrelik bölümünün tıraşlanmış olduğunu gördük. Tıraşlanmış kabuklar, muhtelif yerlerde istiflenmiş vaziyetteydi. Meğer bu kabuklar, çocukluğumuzda çok sık gördüğümüz şişe tıkacı olarak kullanılan mantar imalatında ham madde olarak kullanılıyormuş. O zamanlar plastik sanayii şimdiki gibi gelişmiş olmadığından, şişelere mantar tıkanırdı ve bizler de bu mantarların, yerde biten mantarların kuruması ile elde edildiğini sanırdık. Bu seyahatimiz, bir cehaletimizi de gidermiş oldu. Fas’a yılda toplam yedi gün yağmur yağmasına rağmen her taraf yemyeşil. Suyun çok az olduğu bir ülkede bu kadar kaliteli bir bitki örtüsüne rastlamak beni oldukça şaşırttı. İlginç olan, bu yedi günden biri bizim oraya gittiğimize rastladı. Meknes’e doğru yol alırken yağmur başladı; otobüsümüzün içini, hoş bir toprak kokusu sardı. Güneşli başlayan yağmurlu hava, yerini bulutlu bir havaya terk etti. Daha bahar mevsiminin başında olmamıza rağmen, yol boyunca kamyonetlere istiflenmiş olan karpuzları görünce hepimizin iştahı kabardı, ama rehberimiz, yol kenarında durmanın sıkıntı

sayı//11// haziran 54

yaratabileceğini belirtip, elektrik direklerine bağlanmış kamera ve radarlardan söz ederek bu hevesimizi kursağımıza tıktı. Rehberimizin, yolculuğumuz sırasında verdiği bilgilere göre Fas’ın milli giysisine ‘cellaba’ deniliyormuş. Her dini bayram için ayrı ayrı diktiriliyormuş. Ramazan bayramında giyilen cellab, kurban bayramında da giyilirse ayıplanıyormuş. Fas’ın milli yemeği olan kuskus, çok ince bulgurun haşlanmasından sonra tavuklu ve etli olarak yapılan ve sıcak olarak tüketilen kuskus, her Cuma günü mutlaka bütün evlerde pişirilen ve çok sevilen bir yemekmiş. Toprağı, fosfat bakımından çok zengin olan Fas, bir baharat üreticisi olarak kabul edilebilir. Zerdeçal, çok üretilen ve tüm yemeklerde kullanılan; koyu sarı renginden dolayı yemeğin rengini de sarartıp değişik bir hava katan değerli bir baharat. Anladığım kadarıyla zerdeçal, bizdeki salça gibi kullanılıyor. En ünlü yemeklerinden biri de tajin. Bu yemek, adını pişirildiği huni kapaklı toprak kaptan alıyormuş. Fas’ta balık üretimi olmakla birlikte tüketimi fazla bilinmiyor ve Faslılar balık yemiyorlarmış. Çorba olarak da harira çorbasını sevip tüketiyorlarmış. Pirinç ve bulgur üretimleri de varmış ama pilav fazla bilinmezmiş. Bu öğrendiğimiz bilgileri, biraz sonra ulaşacağımız Meknes’te yiyeceğimiz yemeklerde sınayacağız. Rehberimizin verdiği bir başka bilgi, bizleri biraz rahatlattı. Fas’ta kitap okuma oranı, kişi başına yılda iki dakikaymış ki bu, bizim yılda kişi başına altı saate göre çok kötü bir istitatistik veri. Fas saatiyle 13.30’da Meknes’e ulaştığımızda,


biraz önce duran yağmur, yeniden başlamıştı. Burası, Fas’ın en fakir şehirlerinden biriymiş. Köle kenti olarak bilinirmiş. Ancak burası kral 2. Hasan’ın doğduğu yer olduğu için Hasan, kral olur olmaz ilk ziyaretini de buraya yapmış. Bu ziyaret esnasında bir Meknesli ona domates attığı için kral, 39 yıllık iktidarı boyunca buraya hiçbir yatırım yaptırmamış, bu nedenle şehir oldukça geri kalmış, fakirleşmiş. Şimdiki kral ise Mekneslilerle iyi geçiniyor ve eski durumu düzeltmeye çalışıyormuş. Özellikle burayı bir tarım şehri yapma gayreti varmış. Bu da şehre bir hareketlilik katmış. Çünkü Meknes, 29 Nisan’dan itibaren 700 bin metre karelik bir alanda Afrika Tarım Fuarı’na ev sahipliği yapacakmış. Bu fuara, bir milyon civarında insan katılıyormuş ki bu da Meknes’in kalkınması için önemli bir hamle olarak değerlendiriliyor. Şehre girince dış surlarla iç surlar arasında ilerliyoruz. Meknes’te ilk işimiz bir lokantaya gitmek oldu. Lokanta çok lüks olmasına rağmen temizlik bakımından pek de iç açıcı değildi. Fas’ın milli yemeklerinden olan ‘tajin’ siparişi verildi. Sofraya önce büyük bir porselen tabakta karnabahar, kabak, pancar, havuç, nohut ve mısırlı pilavdan oluşan bir salata geldi. Ardından da tajin kabı içerisinde üzeri kapalı bir vaziyette tajin yemeği geldi. Üzeri açıldı, sırlı konik kapağı da kaldırdıklarında hâlâ kaynamakta olan tajin görüldü. Yemeğin en altında tikeler halinde dana eti, onun üstünde ise kabak, patates, zeytin, havuç, börülce gibi sebzeler vardı. Zerdeçal ile renklendirilmiş olan yemeğin sapsarı suyu da kendisi de oldukça lezzetliydi. Sonrasında da meyve salatası geldi. Masada kağıt peçete bulunmaması ise en dikkat çekici ayrıntılardan biriydi. Yemek sonrası aracımıza binip Bab-ı Mansur’a (Mansur Kapısı) gittik. Bu kapı, 17. asırda Mevlayı İsmail tarafından yaptırılmış. Kapının tam karşısında ise meydan var. Meknes’te, Mevla-yı İsmail, 40 km. uzunluğunda surlar yaptırmış. Buradaki tarihi bir yapıyı gezdikten sonra Fes’e doğru yola çıktık. Akşam saatlerinde Fes’e ulaştık. Ertesi gün Fes’i gezmek üzere dinlenmeye çekildik. Fes, 809 yılında 2. İdris tarafından kurulmuş. Kuruluşu sırasında bulunan bir keserden dolayı şehre Fes (fes, keser demekmiş) adı verilmiş. Fas’ın bir özelliği, her şehirde bir kraliyet sarayı olmasıymış. Toplam 27 saray varmış. Kral hangi şehre giderse oradaki sarayında kalırmış. Fes’te de büyük bir saray var. Bütün saraylar devasa yapılar. Her kral, ihtiyaçlarına binaen yeni eklemelerle sarayları büyütüyorlarmış. Mevcut kralın en fazla yaptığı spor, golf imiş. Fas’ta pek çok golf sahası varmış, ama bunların

hepsi de sarayların arka tarafında bulunduğu için halk bunları göremiyormuş; doğal olarak biz de görme imkânı bulamadık. Fes’teki kraliyet sarayının yakınlarında Yahudi mahalleleri var. Buralarda yaşayanlara ‘mellah’ deniliyormuş. Mellah, tuzculukla ilgilenen kişiler anlamına geliyor. Tuz, Fas’ta çok üretilen bir madde olduğu için tuzculara da mellah deniliyor. Yahudi mahallesi artık Yahudilerin yaşamadığı, ama çok sayıda eski ev ve çarşıların bulunduğu bir yer olarak turistlerin gezdiği bir yere dönüşmüş. 809 yılında temelleri atılan Fes şehri, yüzyıllar içinde gelişirken, adeta iç içe bir görüntü kazanmış. Eski Fes, yeni Fes’in içinde kalmış, son asırda oluşan modern şehir, antik şehri kaplamış ve sanki de koruma altına almış. Bu eski Fes’te toplam 36 bin dar sokak var ve bu sokaklarda tam 135 km.lik yürüyüş yolu var. Eski Fes, iç içe surlardan oluşuyor ve her surdan içeriye bir kapıyla giriliyor. En dıştaki kapıdan girip biraz ilerledikten sonra ikinci bir kapıya bundan daha eski olan şehire girilmiş oluyor. Böyle kapılardan geçip her şehir tabakasını geze geze 809 yılında kurulan ilk Fes’e ulaşılıyor. Bu kurulan ilk Fes büyüyünce yeni yerleşim yerleri açıldığından dolayı buranın etrafı surlarla çevrilmiş ve şehre giriş için bir kapı konulmuş; sonra surların dışında bir şehir daha oluşmaya başlayınca onun da etrafı surlarla çevrilip yine bir kapı konulmuş. Böylece şehir içten dışa doğru gelişip büyüyerek iç içe geçmiş tarihi bir açık hava müzesi oluşmuş. Bu dar sokaklar, adeta insan kaynıyor. Çoğunluğunu turistlerin oluşturduğu bu insan selini ara sıra üzerinde yükler bulunan atlar ürkütüyor. Sahipleri tarafından kimseye çarpıp zarar vermesinler diye ‘belek!’ diye uyarıyı duyan herkes, kenara çekilip bu sakin yürüyüşlü atlara yol veriyorlar. 17. asırda yapılmış bir kapının önündeyiz. Bu kapının içinde yer alan o dönem Fes şehrinde bir bronz imalat ve satış atölyesine giriyoruz. Çok değişik ürünlerin yer aldığı bu satış ve üretim mağazasında ustaların yaptıkları ürünlerin yapım aşamalarından bazılarını izleme şansı yakalıyoruz. Fas’ın bütününde 47 anıt, uluslararası dünya miras listesine girmiş; bunların bakımı Unesco’dan gelen 118 milyon Euro ile gerçekleştiriliyormuş. Eski Fes şehrinde 9. yüzyılda inşa edilmiş dünyanın en eski üniversitesi olan Karavin Medresesi hala öğrenci yetiştiriyor. Burayı Tunuslu iki kız kardeş yaptırmış. İspanya krallarından 2. Silvestr de bu üniversiteden mezunmuş. Biz bu üniversitenin hadis bölümü olan Buenanya Medresesi’ne gittik. Burası adını, yaptıran kişiden almış. Burada 52 oda var. Medresenin yapımında, 55


Ş ehir

Fes’teki sokaklardan bir görünüm

Fes’te bol miktarda fes gördük. Fes, Osmanlı Devleti’ne de Fas’ın o zamanki başkenti Fes’ten gelip yayılmış

taşın yanında iki malzeme kullanılmış; beyaz yerler alçıdan, siyah yerler ise sedir ağacından yapılmış. Ama siyahlık, sedir ağacından dolayı değil. 2004 yılında bir yangın geçiren medresenin sedir ağaçlarının rengi siyahlanmış ama belli ki çok kötü bir yangın değilmiş, çünkü sedir ağaçlarına hakkedilen (kazınan) Arapça yazılar okunabiliyor. Medresenin yanında hamam, fırın, çocuk okulu ve mescit bulunuyor. Sık sık çeşmelere rastlıyoruz. Bu çeşmeler, yeni bir mahallenin başlangıcı veya bitişini gösteriyor. Fes’te 1912’de manda antlaşmasının imzalandığı binaya geliyoruz. O yıllarda bu bina, iç işleri bakanlığı olarak kullanılıyormuş. Binanın iç duvarları çinilerle kaplı, dokuz oluklu büyük bir çeşme büyük salonun ortasında bulunuyor. Çok sayıda odanın bulunduğu binadaki bazı odalar ise iki katlı. Ahşapçılar, ya da Neccarîn Meydanı, evliliklerde en çok uğranılan, düğün malzemelerinin yapıldığı bir sanat sokağı. Fas, tuz üretiminin çok fazla olduğu bir ülke; tuzun fazla üretilmesinden olsa gerek çok sayıda tabakhane var. Rehberin dediğine göre ‘Morok kinini’ denilen kimyasal bir deri tabaklama malzemesi, bütün dünyaya buradan ihraç ediliyormuş. Fes’te dünyanın en eski fakat aynı zamanda Fes’in en pis yeri olan tabakhanelere gidebilmek için dar sokaklardan geçip bir deri satış mağazasından içeri girdik. Büyük bir sepetin içerisinde nane yaprakları ve dalları vardı. Bunlardan bir dal veya birkaç yaprak alıp burnumuza tutmamızı önerdiler; denileni yaptık. Nedenini ise dar merdivenlerden birkaç

sayı//11// haziran 56

kat tırmanarak mağazanın terasına çıktığımızda anladık ve derhal naneleri burnumuza tuttuk. Çünkü yaklaşık elli metre aşağıda, tabaklanan derilerden çıkan korkunç koku ve ortadaki manzara, hepimizi olumsuz yönde etkilemişti. Tamamen ilkel yöntemlerle tabaklanan deriler, kireç kuyularında bekletilerek yumuşamaları sağlanıyordu. Onlarca su dolu kuyuların içleri derilerle doluydu. Değişik kimyasalların bulunduğu kuyuların içinde tulumlar ve uzun çizmelerle dolaşan, derileri bir kuyudan diğerine aktaranlardan çoğunun mühendis olduğunu öğrenince şaşkınlığım bir kat daha arttı. Şaşkınlığımın nedeni, ülkemizdeki mühendislerin büyük çoğunluğunun masa başlarında oturduklarını bildiğim içindi. Deri üretiminin bu ilk aşamasını epeyce seyrettikten sonra işlenmiş derilerden yapılmış ayakkabıdan kemere, çantadan şapka ve cüzdana çeşitli malzemelerin satışının yapıldığı mağaza bölümüne geri döndük. Deriler, doğal olduğu için mağaza da kokuyordu. Hangi deriyi elimize aldıysak hepsinde o deri kokusunu aldık. Bazı seyahat arkadaşlarımız çeşitli ürünler aldılarsa da bu ürünler pek ilgimizi çekmedi. Ülkemizde üretilen deri malzemelerin daha kaliteli olduğu aklımdan çıkmıyordu. Bir de bir zamanlar Erzurum’da da böyle tabakhaneler bulunduğu ama şu anda yerlerinde yellerin estiğini hatırlayıp bir kez daha eskiye rağbet etmediğimize yandım. Fesliler, bu kadar ilkel deri işletmelerini bile turizmin hizmetine sunmuşlardı. Biz ise eski ne


varsa hemen dağıtıp yok etmenin hesaplarını yapıyoruz. Fes’in dar ve uzun ara sokakları arasında ilerlerken bir anda ortalığı sıcak ekmek kokusu sardı. Burnumuzun direğini sarsan kokuyu takip edip ekmek fırınına ulaştığımızda minik bir kara fırın olduğunu gördük. En az yüz yıl evvelinin izlerini taşıyan bu küçük mahalle arası kara fırında odun ateşinde pişirilen çörek büyüklüğündeki ekmeklerden alıp tadına baktığımızda bunun bize bir öğlen yemeği lezzeti verdiğini fark edip çok miktarda ekmek aldık ve arkadaşlarımıza dağıtarak karnımızın aç olmamasına rağmen katıksız vaziyette sıcak ekmeklerden epeyce yedik. Bir şehrin eskiliğinin bir ekmeğin tadında anlaşılabileceğini bu dar sokaklarda anlamış oldum ve bir kere daha kahrettim. Ülkemizde var olan kara fırınların önce borularla ısıtılan fırınlara kurban edildiğini, ekşi hamur mayasından doğal olarak yapılan lezzetli ekmeklerimizin, içine maya doldurularak lezzetten yoksun ekmeklere feda edildiğini düşündükçe kahretmemek mümkün mü? Sonra bunlardaki lezzet yoksunluğunu fark edip tekrar odun yakılan kara fırın yapma gayretlerine girişmemiz, eski ekmeklerimizin tadını vermedi. Sokaklarda ilerlerken ilginç görüntülerle karşılaşıyoruz. Eski evlerde çalışan diş hekimlerinin muayenehanelerine rastlıyoruz. Bunu evin kapısının yanına konulmuş camlı bir kutunun içindeki takma dişlerden anlıyoruz. Çocukların okudukları mekteplerin önünden geçerken girip içeri bakıyoruz. Benim çocukluğumda Erzurum’da bulunan eski usul eğitim öğretim kurumlarına benzetiyorum. Sokaklarda sakatatından tutun kasabına, manavından bakliyatçısına her türlü satıcıya rastlamak mümkün. Ama tüm ürünler açıkta satılıyor ve bunları almak için insanın gözlerini yumması gerekiyor. Sonra Ticani çarşısına giriyoruz. Tarihi bir çarşı içinde aloevera bitkisinin liflerinden dokunan kumaşların yapımını seyrediyoruz. Bir tezgâhın başında bez dokuyan yaşlı bir adamın fotoğrafını çekmek istiyorum ama adamın sert tepkisiyle karşılaşınca hevesim kursağımda kalıyor ve adamın vecd içinde kumaş örmesini uzaktan seyretmekle yetiniyorum. Fas garip bir ülke; çoğu kimse fotoğrafının çekilmesine izin vermiyor. Şimdi Ticani çarşısının karşısında bulunan ve Ahmet Ticani’nin medfun bulunduğu Karavin Camii ve türbesindeyiz. Karavin Camii, Karavin külliyesinin cami bölümünü oluşturuyor. Cami, çok büyük. Ahmet Ticani, İstanbul’dan gelip burada kendi adıyla anılan bir tarikat kurmuş ve bütün Afrika’ya tarikatını yaymış. Camiye girdiğimizde Malikî mezhebinden olanların nasıl namaz kıldıklarını gözlemleme fırsatı buldum. Ticani’nin türbesi, caminin içinde oldukça büyük

Fas’ta geleneksel boyacılık

bir alanı kaplıyor. Türbe, demir parmaklıklarla çevrilmiş. Caminin muhtelif yerlerinde kitap rafları var ve zeminle başlayan raflar, Kur’an-ı Kerimlerle dolu. Yani ayaklarımızla aynı hizada bulunan Kur’anlar, beni rahatsız etti, ama hangi birini yukarı raflara kaldırabileceğimi bilemedim. Bir taraftan üst raflar doluydu, bir taraftan da çok sayıda Kur’an vardı. İçlerinden birini alıp inceledim. Bizim alıştığımız hattan çok farklıydı. Birkaç tane daha alıp baktım, evet yanılmamıştım. Hepsi de aynıydı ve bizim Kur’an hatlarımızdan farklı olduğundan hiç kuşkum kalmamıştı. Hat farklılığının yanında harf farklılıkları da vardı. Mesela bizde kaf harfi iki noktalıyken onlarda tek noktalıydı. Bizim Kur’an’a gösterdiğimiz saygı derecesiyle buradaki bir değildi; bizim gösterdiğimiz saygıyla onlarınkini ölçemeyeceğimi anladım. Neticede saygı, sübjektif bir olgu; belki de ben yanılıyorum. Ama kesin olan bir şey var ki biz Türk milleti olarak İslam’a ve onun kutsal kitabı olan Kur’an’a ve onun peygamberi olan Hz. Muhammed’e hiçbir şeyle ölçülemeyecek derecede büyük bir saygı duyuyoruz ve bu da bizi mutlu ediyor. Fes’te bol miktarda fes gördük. Fes, Osmanlı Devleti’ne de Fas’ın o zamanki başkenti Fes’ten gelip yayılmış. Osmanlıların Fas’a gidip de oralarda egemen oldukları söz konusu değil ama yine de Tunus ve Cezayir yoluyla Osmanlı’dan etkilendikleri olmuş. Ama Osmanlı, fesi alıp kullanmakla galiba Fas’ın Osmanlıdan etkilenmesinden daha fazla Faslılardan etkilenmiş. Fes’ten ayrılık vakti gelince Atlantik kıyılarına ulaşmak için Kazablanka’ya doğru yola çıktık. Fas’a ulaştığımızdan itibaren dikkatimi çeken bir hususa değinmeden edemeyeceğim. Ana yolların asfaltları çok düzgün, ses yapmayan asfalt dökülmüş. Hiçbir kasise rastlanmıyor. Diğer bir husus da şehirlerin ana caddelerinde çer çöp gözükmüyor. Tertemiz bir vaziyette. Kazablanka ile devam edeceğiz…. 57


Ş ehir

lkelerin ekonomisinin gelişmesi; Girişimci insanların risk almaları ve üstün gayretleri ile kalkınır ve dünya ölçeğinde global girişimcilerle dünya ekonomisinin önemli parçası olurlar. Ülkeleri ekonomik açıdan büyütmek o ülkenin öz kültürünü yaşatmak ve devam ettirmekle gerçek büyük devlet imajına kavuşur.

ŞEHİRLERİ ÜRÜNLERİ İLE TEZYİN EDEN,

KÜLTÜR SEVDALISI ÖRNEK İNSAN:

İBRAHİM BODUR H. İbrahim Bodur 1928 yılında Çanakkale’nin Yenice ilçesi Nevruz köyünde 7Temmuzda dünyaya gelmiş. Babası:HasanEfendi,Annesi:Fatma Hanım, İlkokulu Yenice İlkokulu’nda, ortaokulu Balıkesir Lisesi’nde iftihar talebesi olarak okuduktan sonra İstanbul Robert Kolej’e kaydoluyor Ramazan ALPARSLAN

ÜLKEMİZİN DEV SANAYİ KURULUŞU ÇANAKKALE SERAMİK FABRİKALARI 58 YAŞINDA Şehirler, girişimci işadamları ile fiziksel olarak gelişiyorlar. Ancak Bu girişimcilerin kendisini büyüten şehirlere topraklara olan borcu, o şehirlerin kültürünü yaşatmakla insana yatırım yapmakla ödenir. Bu konuda, Ülkemizde örnek alınması gereken insan İbrahim Bodur beyefendidir. Bu yıl ülkemizin dev sanayi kuruluşu Çanakkale seramik fabrikalarının kuruluşunun 58.yılında Kendisinin Şehirler ve Kültürleri bazında örnek alınması gereken hayat hikayesini ve gayretlerinin bir damlasını burada anlatalım istedik ÇANAKKALENİN KÖYÜNDEN İSTANBUL’A ORADAN AMERİKAYA EĞİTİM’E H. İbrahim Bodur 1928 yılında Çanakkale’nin Yenice ilçesi Nevruz köyünde 7Temmuzda dünyaya gelmiş. Babası:HasanEfendi,Annesi:Fatma Hanım, İlkokulu Yenice İlkokulu’nda, ortaokulu Balıkesir Lisesi’nde iftihar talebesi olarak okuduktan sonra İstanbul Robert Kolej’e kaydoluyor. Robert Kolej’de ekonomi ve edebiyat bölümlerini aynı sürede bitirerek Major in Commerce (M.A.), Bachelor of Arts (B.A.) dereceleri ve üstün başarıyla mezun olur. Amerika Birleşik Devletleri’nde gerekli programları alarak (Business Administration) İş İdaresi ihtisasını tamamlar, SANAYİ İMPARATORLUĞUNUN TEMELİ ATILIYOR. 1951 de Türkiye’ye döner. 1951 yılı sonunda, Türkiye’nin ilk 3,200 iğlik 80 numara penye pamuk ipliği fabrikası olan, Bodur-Eğinlioğlu Edirnekapı Pamuk İpliği Fabrikası’nı kurar. 1957 yılında da Türkiye’nin ilk seramik fabrikalarının Çanakkale’nin Çan ilçesinde temelini atar. İbrahim Bodur, 1952 yılı başından günümüze dek geçen 63 yılda , 30 kuruluştan oluşan, tekstil, inşaat malzemeleri, inşaat kimyasalları, makine teçhizat, savunmasanayi, robotik ve otomasyon sistemleri, enerji ve enerji dağıtım ve ölçüm sistemleri, teknik seramik, seramik hammaddeleri, nakliye, iç ve dış ticaret şirketleri ve bilişim gibi birçok konuda ve sektörlerde faaliyet gösteren

sayı//11// haziran 58


Kale Gurubu’nu oluşturdu. Ayrıca gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında önemli şirketlere kurucu ortak olarak katıldı. Bugün Uçak motorları üreten fabrikaların gurubun içinde olması ileri görüşlü bir sanayicinin vizyonunu göstermektedir 1975 yılından 1995 yılına kadar, aralıksız 20 yıl, İstanbul Sanayi Odası Meclis Başkanı olarak, en uzun süreli İstanbul Sanayi Odası Başkanlığı görevini yaptı. 1985 Çekoslovakya Devlet Nişanı, 1987 ‘CavaliaridiLavora’ İtalyan Devlet Nişanı,1997 T.C. Devleti Üstün Hizmet Nişanı ile onurlandırılıp, Devlet Nişanlarıyla taltif edilmiştir. Ülkemize, inançlı ve mütevazı kişiliği, milli ve manevi değerlere bağlılığı ile her alanda önemli hizmetleri ve katkıları olan İbrahim Bodur evlidir, Tek evladı Zeynep babasının işlerini babasının titizliliği ile yürütmektedir. İbrahim bey,İngilizce ve İtalyanca bilmektedir. İBRAHİM BODUR’UN HAYIRSEVERLİĞİ VE RUH DÜNYASI Yukarıdan itibaren buraya kadar sayılanlar girişimci bir insan olan İbrahim Bodur’un başarılı ve örnek hayatıdır. İbrahim Bodur’un; âbidlik, zâhidlik, mü’minlik, Müslümanlık, hayırseverlik, fedâkârlık, cefâkârlık ve vefâkârlıktan oluşan bir de İnanç ve ruh dünyası vardır ki o yanı çok daha ilginçtir. Çünkü zaman içinde oluşan bir atmosferde yurt içinde, yurt dışında, Diyânet ve İlâhiyât câmiasında, İslâm ülkeleri arasındaki ticâret, sanayi, siyâset ve finans sahalarında, elçilikler arası münâsebetlerde gayr-i resmî olarak fakat en üst düzeyde katalizörlük görevi üslenmiş, olmazsa olmazı olmuş ve bu sahada en etkin bir aktör hâline gelmiş, gerektiğinde sponsor veya finansör, danışman, elçi, vekil, kefîl, olmuş yani her derde devâ Lokman Hekim olmuştur. Mübârek gün ve gecelerde halka açık yerlerde, mesirelerde, fabrikalarında, câmiler, tekkeler, dergâhlar, türbeler, medreseler, mektepler ve mâlikhânesinde dostlarına kurduğu iftar ve ikram sofralarında icrâ edilen Kur’ân, mevlit, kasîde ve ilâhîlerden oluşan ilâhî, manevî ziyâfetler veya tasavvuf programları ve bazan da peşpeşe seyredenTürk San’at musikîsi konserleri ve de günün önemine binâen yapılan sohbet konuşmaları; gelen misâfirlere Dînî ve Millî havayı bir bahar havası içide solutan bu müstesnâ davetlerde san’at, ticâret, siyâset, bürokrasi, eğitim, akademi, üniversite, diyânet ve ilâhiyat dünyâsının her kademesinden yerli, yabancı kişiler; Diyânet İşleri Başkanları, cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, müsteşarlar, vâlîler, kaymakamlar, müftüler, genel müdür, belediye başkanları, ordu ve emniyet dünyasından kişiler, şeyhler, âbitler, zâhidler, dedeler, bestekârlar, spor, sinema ve

san’at dünyâsından şöhretlerden oluşan birbiriyle barışık, içiçe girmiş öyle bir mozaik ki; insan kendini hümanist bir hoşgörü içersinde her kayıttan sıyrılmış gibi hissediyor! Sanki etrafınızda, Mozart’lar, Dede Efendi’ler, İbn-i Arabî’ler, Mevlânâ’lar, Yûnus Emre’ler, Martin Luther’ler, Muhammed Abdüh’ler, Ağa Han’lar dolaşıyor! Hattâ Washinton’ları, Napolyon’ları, Hitler, Atatürk, İsmet İnönü, Celâl Bayar, Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan Özal ve Erdoğan’ları bile hissedebiliyorsunuz! Yani görünen manzaranın, hakim konu ve konuşmaların içeriği, insanı o devre ve kişilere götürüyor. Âdetâ rüyalar alemi gibi bir şey veyâ sanki bir film seti veya plâtosundasınız! 50 yıla yayılan bir zaman içinde yıl yıl, mevsim mevsim önemli gün ve zamanlarda dublör kullanmadan bizzat aktörün kendisi olarak bir bakmışsınız bir tarafta Cumhurbaşkanları Demirel, Özal, Gül ve Erdoğan , bazı siyâsîler, bürokratlar, bakanlar, sanayiciler ve fabrikatörlerle oturmuş sohbet ediyor! (Çan Seramik fabrikasında olduğu gibi) Bir başka tarafta Küçük Vâlî lâkablı Fahrettin Kerim Gökay; Bekir Sıtkı Sezgin’in Tasavvuf konserini başındaki beresiyle kendinden geçmişçesine dinliyor! (Kalekalıp)

Bakıyorsunuz sahnede Âmir Ateş ve ilâhî korosu Tasavvuf konserinde ilâhiler okuyor; Kâni Karaca, İbrahim Çanakkaleli, Fevzi Mısır, Aziz Bahriyeli, Zeki Altın, Eşref Akhisarlı, Ali Gülses, Mahmut Hataylı, Nihat Ulu, İsmail Bülbül (Doruk), Yusuf Gebzeli, İsmail Coşar, Kasımpaşa’lı Celal Yılmaz kaside okuyor.

Bir başka zamanda; İstanbul Müftüsü Salâhaddin Kaya, Gönenli Mehmet Efendi, Üsküdarlı Hâfız Ali Efendi, Eyüp Sultan İmamı Ahmet Aslanlar, “Adalı” lâkaplı Hâfız Ahmet Hızal, Hâfız-ı kura Sırrı Ayvazoğlu, Kesikbacak İsmail (Bayrı) Efendinin Vekili Mikdat Temiztürk, İbrahim Bodur’un “Goca hoca” da dediği Sofular Camii İmamı Ali Rıza Altunbay, Aksaray Vâlide Câmii müezzini Kerim Özbakır, ayni camiin imamı Muharrem Aslantürk, Fâtih Câmii İmamı Bâki Doğan, Edirnekapı Mihr-imahSultan Câmii İmamı Sâmi Hüner ile bir sohbette! (Etiler’de) Bakıyorsunuz sahnede Âmir Ateş ve ilâhî korosu Tasavvuf konserinde ilâhiler okuyor; Kâni Karaca, İbrahim Çanakkaleli, Fevzi Mısır, Aziz Bahriyeli, Zeki Altın, Eşref Akhisarlı, Ali Gülses, Mahmut Hataylı, Nihat Ulu, İsmail Bülbül (Doruk), Yusuf Gebzeli, İsmail Coşar, Kasımpaşa’lı Celal Yılmaz kaside okuyor. (Kalekalıp’ta) Diğer yanda bakıyorsunuz ses san’atçıları Yıldırım Gürses, Ârif Sâmi Toker, misâfir sanatcı Dr. Alâeddin Yavaşca, Âlâeddin Şensoy, Recep Birgit, Hânende Kâsım İnaltekin ve Yusuf Kalyoncu, Rüştü Eriç Hoca, kudümhan Necdet Tanlak; saz ekipleriyle sahne almaya hazırlanıyorlar, Neyzen Süleyman Erguner, kemânî Aslan Hepgür, klârnet Mustafa Kandıralı, Mustafa Karadeniz ve kanunî Edip Sürgit yerlerini almış hazır vaziyette bekliyorlar! (Kalekalıp’ta) Bir başka tarafta Karagümrük Cerrâhî Tekkesi Şeyhi Muzaffer Ozak; yeğeni Kemâl Tezergil, 59


Ş ehir

Allah cezânızı vermesin ayıp olmuyor mu!” deyip o da espri halkasına oturuyor! (Etiler’de) Bir başka sohbette bakıyorsunuz kısık kısık gülüşmeler arasında Emin Işık veya Hüseyin Top heyecanlı bir sohbette, Dinleyenlerini gülmeden kırıp geçiriyor. Âh ların, vâhların bini bir para. (etiler’de)

İbrahim Bodur’un hayatını anlatmaya çalıştığım bu yazıda geçen isimler hayali değil, bizzat gördüklerim ve ancak hatırlıyabildiklerimdir.

Sefer Efendi, Tuğrul Efendi, ses sanatcısı Ahmet Özhan, Sâmi Özer ve diğer müritleriyle bir başka sohbette!(Sarıyer’de) Yine bir başka zamanda bir sohbet kümesinde Bir zamanlar Türk Petrol’ün sahibi ve Petrol Vakfının kurucusu Aydın Bolak, “Akın Tekstil” ’in sahibi Ali Haydar Akın, genç müteşebbis iş adamı Veysel Dursun, yine fabrikatör Neşet Yıldız, yönetici müdür Ali Coşkun (daha sonra bakan), Kemal Sözen, Fâruk Özak (daha sonra bakan), ünlü hayırsever Semiha Şâkir ve İbrahim Bodur kendi konularında sohbetteler! (S.yer-Çırçır) Prof. Sabahaddin Zâim, Prof. Süleyman Yalçın, Prof. Nevzat Yalçıntaş hemen yanlarında kendi aralarında sohbetteler! (Sarıyer-çırçır) Bir kenarda da bir zamanlar, bir çoklarının kendisini taklit ettiği pîr-i fânî Hüseyin Sebilci, dalgın gözlerle olup biteni kavramağa çalışıyordu! (Sarıyer-Hünkâr) Bir başka sohbet kümesinde kısık kısık kahkahalarla Yaşar Nûri Öztürk, Kâni Karaca’yı işletiyor, konuşturuyor, taklit yaptıryor! Etrafında da Kâzım Bayram, Bayram Ali Tepeli, Ömer Aycan, Siirt’li Said Tanık (Ağabey) Burhan Gürel, Ahmet Aktaş, Şerif Duman, Ali Rızâ Şâhin, Ramazan Alparslan, Mehmet Beşli, Mustafa Alpsoy, Kadir Konya, Zekeriya Yıldız, Şahset Özpolat, Sâlim Gözütok, Selman İnan, Hasan Ersin, Sefer Elmas, Mehmet Işıldak ve daha birkaç kişi de heyecanla sohbeti takib ediyor! Fakat oradan geçen (yine İbrahim Bodur’un Çanseramik fabrikası imamı ve danışmanı) Osman Şekerci Hoca durumu görünce “ne yapıyorsunuz yahu,

sayı//11// haziran 60

Bir başka tarafta gûyâ ciddî bir gurup, Belli ki yenilerden olacak, Hasan Elik ve benzerleri, ahkâm kesiyor, memleket, din, vatan kurtarıyor, tekkelerle, tasavvufçularla, cemaatle, cehâletle, savaşıyorlar; daha doğrusu yeni yeni ısınıyorlar. Daha sonra onlar da pişecek, olgunlaşacak, İbrahim Bodur’a dînî danışman olacak ve son durakta reformist olacaklar.(Etiler’de) Bu arada Ali Rıza Haliloğlu Hoca ve yeğeni Kadir Haliloğlu’nun kontrolünde ikramlar dolaşıp dururken bir bakmışsınız İbrahim Bey veya kardeşi Süleyman Bey veya kızı Zeynep Hanım ve damadı Osman Bey’ den oluşan “kurmay”larıyla mütevâzî bir şekilde misafirlerin arasında dolaşıyor ve “bir ihtiyacınız varmı?” diye soruyorlar! (Etiler) Uzaktan Âdem Erim’in gürüldeyen ikâzı veya anonsu zaman zaman artan bu gulguleyi (gürültüyü) böldüğü oluyordu.(Etiler, Sarıyer) Yine bir başka zamanda örneğin bir duâda İbrahim Bodur’un kaimpeder’i Eğinlioğlu Şeref Bey amca’nın, “Elif lâm mim”i okumak istemesi ve hatıra binâen okutulduğu fakat okuduğu sırada Halil İbrahim Çanakkaleli, Âmir Ateş ve Âdem Erim’in; ”Allâh Allâh” nidâlariyle sergiledikleri tebessüm kareleri; unutamadığım ibretli ve o kadar da komik hâtırâlarımdandır. (Çan. seramik’te) Ayrıca bir Ramazan ayında Diyânet İşleri Başkanı iken Tayyar Altıkulaç’ın İbrahim Bodur’un Etiler’de ki köşkünde bizzat kıldırdığı terâvih namazını unutamam! Yine bir başka zaman veya programda İsmail Biçer’in, İsmail Dâniş, İlhan Tok ve Abdülkâdir Şehidoğlu’nun Dinleyenleri mest eden nefis Kur’ân-ı Kerîm tilâvetleri de unutulacak gibi değildi! Bir de (muhtelif zamanlarda) İsmail ”Bülbül”, İsmail Coşar, Şerif Duman ve Kasımpaşa’lı Celâl Yılmaz’ın; dinleyenleri coşturan ve gerçek ”Allâh Allâh,” nâraları attıran çıkışları da öyle. İşte İbrahim Bodur’un 50 küsûr yıla yayılan böylesi davet ve ikramlariyle oluşan bu atmosfer; Türkiye’nin maddi, manevi, siyâsî ve sosyal dünyasını resmediyordu. Bu güne kadar böylesine güzide kişileri ve toplulukları bir araya getiren, coşturan, kaynaştıran hattâ barıştıran ticaret erbabı ikinci bir İbrahim Bodur olmadı. Ümit ediyorum


ki bundan sonra İbrahim Bodurlar çok olsun. Düşünebiliyor musunuz? Böyle bir dünya, hangi para, hangi bilgi ve kültür birikimi, hangi organize ile kurulur?. Ama Allâh’ın izni ve lutfuyla böyle bir dünya İbrahim Bodur’un mütevâzî dünyasında kuruldu ve bu “dünya” da her sınıftan, her mezhep ve meşrepten insanlar vardı! öyle ki; Diyânet İşleri başta olmak üzere çeşitli kurumlarda, resmi ve özel kuruluşlarda ismi ve hatırı için, bir selâmıyla olmaz işler olur, açılmaz kapılar açılır, aşılmaz dağlar aşılır, çözülmez problemler çözülürdü!

arttıkca geliri de artan, infak kültürünü tam anlamıyla yaşatan kişi olarak bu millete Allâh’ın bir lütfu olmuştur. İbrahim Bodur’un hayatında kendisine huzur sohbetlerinde ve meşklerde, Kuran tilavetlerinde yaşadıkları sürece yanından hiç ayrılmayan değerli Hafız, mevlidhan ve din adamları son yüzyılın konusundaki otoriteleridir, geçmişte ve günümüzde ; Adem Erim, Kâzım Bayram, Ali Rıza Altunbay, Muharrem Aslantürk, Mehmet Soysal, H. İbrahim Çanakkaleli, Fevzi Mısır, Aziz Bahriyeli, Osman Şekerci, Hasan Elik, Emin Işık ve Ali Rıza Haliloğludur.

İşini ibadet gibi yapan, ibâdeti de işinden çok ciddiye alan hayırsever İbrahim Bey. Ses âşığı, hâfız, hoca, Kur’ân ve mevlid âşığı idi İbrahim Bey. Ara bulucu, barıştırıcı, kaynaştırıcı, ev alan, ev veren, “iş” isteyene iş, “aş isteyene aş” veren, affı ve vefası sürekli olan, gelen her misafirine ilgi gösteren, ölen yakın dostlarının, ahbaplarının gerektiğinde defin, tören ve masraflarını dahî seve seve üslenen İbrahimBey. Yıllardır mukaddes topraklara defalarca götürdüğü hocaların ve imkanı olmayanların tüm masrafından başka oradaki harçlıklarını dahî veren inceliğe sahip İbrahim Bey. Yine yıllar yılı etrafında dolaşan her meslekten menfaatçileri, bildiği halde bilmezden gelerek hoşgören ve affederek bu güne kadar hâlâ ilgisini ve yardımlarını esirgemeyen, meczublara bile vefâsını sürdüren olgun bir kişiliğe sahip İbrahim Bey.

İbrahim Bodur’un sponsorluğunda çeşitli yer ve zamanlarda yapılan etkinliklerde, bihassa hâfızlar gününde Türkiye’nin çeşitli yörelerinden gelen dostları arkadaşları, âdetâ demirbaş tanıdık sîmâlar hatırlıyabildiğim kadariyle; Eski Başbakan Yıldırım Akbulut,Eski Bakan Ali Coşkun, Sabahaddin Zaim , Nevzat Yalçıntaş, Diyânet İşleri Başkanı M. Nûri Yılmaz, Müftü Hâki Demir, Müftü Tevfik Çapacı, Müftü Mehmet Doğru, Müftü Yusuf Kavaklı, Müftü Ömer Faruk Turan, Müftü Bahaddin Bildik, Müftü Mustafa Pektut, Müftü Sâlih Güneş, Müftü Kâmil Hayati Aydın, Kaymakam Ne’şet Ersoy, Trafik Amiri Âdil Demirbilek, bir başka Emniyet Amiri Necdet Çelikbilek, Genç Prof. Dr.Alâeddin Çelik, “Dilek”Pastahaneleri sahibi Selâhaddin Kayyım, Yusuf Kalyoncu, Enver Günver, Fikret Tuzlakoğlu, Veyis Üçer, Ali Yenel, Halil Ovalı, Hırka-i Şerif’li Hüsnü Gülener Ağabey, Erdinç Binatlı ve Salâhddin Güney, B Mustafa Kavurmacı, Erdoğdu Ebeoğlu, Fahri Kanel, Osman Döngül, Bursa park Kahvecisi Fettah Ağabey, Yalova’dan Adalı Hâfız Ahmet Hızal, Manisa’dan Hüseyin Köroğlu, Ali Gülfidan, Adapazarı’ndan Mehmet Emin Özel, İzmir’den Şükrü Taşdelen, İzmit Merkez Camii İmamı Cevdet Hoca, Gölcük’ten Refik Başeğmez Bandırma’dan Tatlıcı Ali Efendi,Talat Yaşar, Fahreddin Abatay,Ali efendinin oğlu Mv. Cemal Öztaylan ve daha niceleri. İbrahim Bodur’un hayatından, manevi dünyasını anlatmaya çalıştığım bu yazıda geçen isimler hayali değildir. Son asrın ikinci yarısına damgasını vuran kişilerdir, bizzat gördüklerim ve ancak hatırlıyabildiklerimdir.

Çan’da, Çanakkale’de, İstanbul’da 7 câmide, Ramazanlarda neredeyse 50 yıldır kesintisiz okutulan mukâbeleler, İstanbul’da Etiler’deki köşkünde ramazan ve ramazan dışı kendisi olsun olmasın senenin 52 haftası her Cuma akşamında “Yâsin, Rahmân, Tebâreke ve Amme” sûrelerinin yine 40 yıldır kesintisiz okutulması; azımsanacak veya küçümsenecek bir hizmet değildir. Bir de bunun maddî karşılığını varın siz hesabedin. Yine Çan’da annesinin adına yaptırdığı Fatma Bodur Camii, doğduğu Nevrûz Köyü’nün tekrar yapılan Câmii, İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığında başlatılıp fakat bitirilemeyen yarım kalmış koskocaman câmiyi tamamlayıp ibadete açması, Çankkale’nin merkezinde bir düz lise ve Çan’da yaptırdığı İbrahim Bodur Anadolu Lisesi, Bodur’un dînî ve millî hizmetlerinden sadece bir kaçıdır. Rumeli’de, Anadolu’da çeşitli köy ve kasabalardaki câmiler, kur’an kursu, aşevi, okul, çeşme, şadırvan ve gariban evleri için istenilen fayans türü yardımları bilinen İbrahim Bodur’un Türkiyede yardımının ulaşmadığı okul cami kurs yok gibidir. Ayrıca yurtiçi ve yurt dışında okuttuğu öğrencilere verdiği sayısız burslar, hep İbrahim bodur’un bitmek tükenmek bilmeyen, akıl-sır ermeyen, mantıkla îzâh edilemeyen, yardımı

Bu yazıyı kendisi hayatta iken bir vefa olması arzusu ile yazdım. Şehirler, İbrahim Bodur benzeri önemli şahsiyetlerle ete kemiğe bürünüp kültürümüzün devam ettiği mekanlara dönüşürler. İbrahim beyin hayatı boyunca yaptıkları sadaka-i cariyedir. Kıyamete kadar yaptığı hayırlar, defteri kapanmadan sevap hanesine sürekli artı olarak işlenecektir. Kendisine sağlık diliyoruz, hayırlı ve sağlıklı ömür temenni ediyoruz. 61


Ş ehir

ŞEYHÜLİSLAM

FEYZULLAH EFENDİ’NİN

KÜTÜPHANESİNE VAKFETTİĞİ KİTAPLAR VE

MİLLET KÜTÜPHANESİ 17 Nisan 1916 tarihinden itibaren Millet Kütüphanesi, bugünkü Millet Yazma Eser Kütüphanesi, Şeyhülislam Feyzullah Efendi ile Ali Emiri Efendi’nin vakfettiği kitaplardan oluşmaktadır. Melek GENÇBOYACI*

ârü’l-hadîs ve Feyziyye Medresesi adlarıyla da bilinen Feyzullah Efendi Medresesi II. Mustafa ve III. Ahmed’e hocalık yapmış olan Şeyhülislam Feyzullah Efendi tarafından 1112/1700-1701 yılında yaptırılmıştır. Mektep, kütüphane, şadırvan ve çeşmesi ile birlikte bir külliyedir. 17 Nisan 1916 tarihinden itibaren Millet Kütüphanesi, bugünkü Millet Yazma Eser Kütüphanesi, Şeyhülislam Feyzullah Efendi ile Ali Emiri Efendi’nin vakfettiği kitaplardan oluşmaktadır. Dârü’l-hadîs ve Feyziyye Medresesi adlarıyla da bilinen medrese Fevzipaşa Caddesi’nin başlangıcı (eski adıyla Devehanı Sokağı) ile Macar Kardeşler Caddesi’nin kesiştiği Feyzullah Efendi Sokağı (eski adıyla Halilpaşa Sokağı) ile Ali Emiri Sokağı (eski adıyla Çamur Sokağı) arasındadır. Mektep, 1912 yılında gerçekleştirilen yol çalışmaları ve Macar Kardeşler Caddesi’nin açılması sırasında yola gitmiştir. Cadde 20 Ağustos 1913’te açılmıştır. 1911 ve 1913 yıllarında çeşitli tamirler gören medresenin 1914’te oldukça harap hale geldiğinden yıktırılıp meydan olarak halka açılması düşünülmüşse de, 1912 yılında Prens Said Halim Paşa’nın başkanlığında kurulan İstanbul Âsâr-ı Atîka Muhipleri Cemiyeti’nin fahri üyesi olan Fransız büyükelçisi Maurice Bompard’ın (1857-1936) elçiliği sırasında (1910-1914) eşi Mme. Gabrielle Le Bilignieres Bompard’ın girişimleriyle yıkımdan vazgeçilmiştir. Medresenin Feyzullah Efendi Sokağı’nda bir çeşme ve medresenin giriş kapısı bulunmaktadır. Çeşmenin üzerinde Edirneli Kâmî Mehmed Efendi’nin (ö. 1136/1724) dört beyitlik tarih manzumesinin talik yazıyla kitabesi bulunmaktadır. Hâce-i hâkân-ı a’zam hazret-i müfti’l-enâm Seyyidü’l-âfâk Feyzullâh Kudsiyyü’l-hisâl … Lûle gördüm Kâmiyâ târîh içün atşâna der Gel gel iç bu çeşmesâr-ı nûrdan âb-ı zülâl (Tarih 1112/ 1700-1701)

*Millet Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü

sayı//11// haziran 62

Prof.Dr.Günay Kut , “Kâmî Efendi’nin Millet Yazma Eser Kütüphanesi, Ali Emiri, manzum 373/2 65a-b ve 374/2, 69b’de kayıtlı iki nüshasının birinde (manzum 373) tarih mısrasının altında rakamla tarih yoktur, diğerinin tarihi de rakamla 1113/1701-1702 olarak verilmiştir. Tarih mısrasındaki “âb” kelimesi medli olduğundan “ebced” hesabına göre bu tarih 1112 değil 1113 olmalıdır. Bununla beraber çeşmenin


Feyzullah Efendi Medresesi

üzerindeki kitabe de tarih açık bir şekilde 1112 olarak rakamla yazılmıştır. Tayşi’nin (1983, 68-69) iki çeşme olarak verdiği çeşme aslında bir tanedir. Büyük çeşme ve küçük çeşme olarak düşünülen ve kitabeleri verilen çeşme aslında bir tanedir ve yukarıda verilen bir tek kitabesi bulunmaktadır. Yanındaki çeşme görünümünü veren yapı ise hayvanların su içmesi için ayrılan musluğu olmayan bir tekneden ibarettir. Bu tekneye su, çeşmenin tekne kısmından açılan bir delikten dolmaktadır.” Der. Girişimlerimle Uzun yıllar önce Fatihteki yol çalışmaları yüzünden toprağa gömülü olan bu çeşme Fatih Belediyesi ile ortak bir çalışma ile yolu yapılarak Rolöve ve Anıtlar Müdürlüğünce çeşmenin tamir ve ihya çalışmalarıyla ve 2008 yılında, çeşmenin suyu akıtılmıştır. Halen de akmaktadır. “Köfeki taşı ve tuğladan yapılan binanın sokak kapısından girildiğinde kare görünüşlü bir avluyla karşılaşılır. Avlunun ortasında bir şadırvan bir de çıkrıklı bir kuyu bulunmaktadır. Kapıdan girildiğinde sağda 6 ve karşıda da 4 medrese odası, sol tarafta da ayrı ve çok güzel mimârî bir kitle olarak dershanemescit ile kütüphane bulunmaktadır.” Dershane kısmına merdivenle çıkılır. Merdiven kemerinin üzerindeki oymalı taç arasına, binanın

yapılışına Türkçe olarak düşürülen iki beyitlik kitabesi bir satıra sığdırılarak yazılmıştır. Hâce Feyzullah Efendi Hazret-i müfti’l-enâm Eyledi bünyâdına bu dâr-ı ilmin ihtimâm Lafzen ü ma’nen dedim itmâmına târih-i tâm Bin yüz on ikide hakkâ medrese oldu tamâm Ömrünü kitaplara kitaplarını da milletine vakfetmiş olan Ali Emîrî Efendi,1908 yılında emekli olarak İstanbul’a gelmiş ve o yıllarda kütüphane kurmak için yer aramaktaydı. Emîrî’ye Feyzullah Efendi medresesi dâhil birkaç yer gösterilmiş fakat o yıllarda biraz önce söylediğim gibi medresenin harap halde olması ve savaşın da ne zaman biteceği belli olmadığından önce istememiş ancak Dönemin Evkaf Nazırı Hayri Bey bu konuyu ele alarak medreseyi tamir ettirmiş, kalem işlerini de yenileterek kendisine tahsis edilmiştir.

kitaplar konularına göre düzenlenmiş olup ilk konu “kütüb-i kırâat”tır. Kitap numaraları 1’den başlayıp matbular, mükerrerler ve bağışlar dâhil Feyzullah Efendi Kütüphanesi defterine göre (2199M) 2162 Arapça; 25 Farsça; 11 Türkçe yazma; 4 Arapça ve 86 Türkçe matbu kitap bulunmaktadır. Toplam kitap sayısı 2288’dir.

Ali Emîrî Efendi de Feyzullah Efendi’nin o yıllarda kitaplarının korunduğu Vakıfların depolarından ait olduklara yere Feyzullah Efendi Medresesine getirtmiştir. Bu kütüphaneden, 300 kusur yıl sonra ait olduğu yere gelen bir eseri tanıtmak istiyorum. Bu eser Feyzullah Efendi’nin kitaplarının Vakfiyesi. Bütün canlılar gibi bu eserlerin de adeta birer yaşam hikâyeleri

63


Ş ehir

Emîrî’ye Feyzullah Efendi medresesi dâhil birkaç yer gösterilmiş fakat o yıllarda biraz önce söylediğim gibi medresenin harap halde olması ve savaşın da ne zaman biteceği belli olmadığından önce istememiş ancak Dönemin Evkaf Nazırı Hayri Bey bu konuyu ele alarak medreseyi tamir ettirmiş, kalem işlerini de yenileterek kendisine tahsis edilmiştir.

var. Bende bu hikâyeyi sizlere kısaca anlatmak istiyorum. Sanıyorum 1-2 yıl önce Ankara da bir toplantıda karşılaştığım İstanbul Sahaflar Birliği Derneği Başkanı Sahaf Emin Nedret İşli ile Feyzullah Efendi Vakfiyesi ile ilgili sohbet ettik. Konu ile ilgili ben Kütüphanede bazı defterler vs. olduğunu söyledim. O da Köprülü ailesinin yani Merhum Fuat Köprülü ve oğlu Orhan Köprülünün kütüphanesindeki kitapların sahaf değerini ölçmek için evlerine gittiğinde gördüğü Feyzullah Efendi’nin vakfiyesinden söz etti. Torunu Faiz Köprülü ve diğer aile fertlerine bu eserin asıl yerinin Millet Kütüphanesi olduğunu ve hediye edilmesi gerektiğini söylediğini iletti. Ve büyük bir memnuniyetle kabul edilen bu karar çeşitli aksiliklerle bu zamana kadar gerçekleştirilememişti. 22 Ekim 2014 günü Torunu Faiz Köprülü tarafından bu vakfiye küçük bir törenle kütüphanemize armağan edilmiş ve yerli ve yabancı araştırmacıların istifadesine sunulmak üzere Feyzullah Efendi’nin kitaplarının son numarasına yani 2280 numaraya kayıt edilmiştir. Sayın Faiz Köprülü ve Sahaf Nedret İçli’ye teşekkür ediyorum. Türkçe olan bu eser 13 Zilhicce 1113 tarihinde nesih hatla yazılmış ve 278 yapraktır. Eser isimleri kırmızı mürekkepli, kırmızı cetvelli, Fatiha sayfası mihrabiyeli her iki sayfa altın yaldızlı, filigranlıdır. Cildi kahverengi deri ve gömme şemselidir. Medrese ve vakfiye hakkında kısa bir hatırlatma yaptıktan sonra döneminin kütüphanelerine kıyasla zengin olan Feyzullah Efendi

sayı//11// haziran 64

koleksiyonundaki bu çok değerli eserlerden bazılarını kısaca tanıtmak istiyorum. mükemmel ciltler, minyatürlü eserler, önemli kişilerin eserlerinin nüshaları, zahriyelerdeki tezhipler ile bu kütüphanenin her yönden değerli kitaplardan oluştuğunu göstermektedir. Feyzullah Efendi Kitaplarının vakıf mührü. Vekafe Şeyhülislâm es-Seyyid Feyzullah Efendi gaferallahu lehü ve li-vâlideyhi en lâ yuhrace mine’l-medreseti’lletî enşeehâ bi-Kostantiniyyete. Sene 1112 Kütüphanedeki kitapların bir defteri Defter-i kütüb-i Feyziyye 2196M. Bu defterin kısaltılmış bir sureti 2197M. Vakfiyesinin ve kitaplarının listesini içeren mikrofilmden alınmış fotokopisi 2200 numarada bulunmaktadır. Feyzullah Efendiye verilen Temlîknâme 2198M. de bulunmaktadır. Bu temlikname 1111 H.de istinsah edilmiş olduğundan yeni gelen vakfiyenin tarihi 1113 H. dir. Aynısı burada yer alır.2196 M. de kayıtlı 2197 M. kayıtlı Defter-i kütüb-i Feyziyye 10 Ağustos 1924 yılında istinsah edilmiştir.Yeni vakfiyeden istinsah edilmiştir. Bu vakfiyelerde önce medresenin bir tanımı yapılmaktadır. Daha sonra sırasıyla medreseye devam öğrencilere çeşmeyi, mektebi ve kenefi temizleyen kişilere ne kadar akçe verileceği Kütüphanenin hâfız-ı kütüblerinin kütüphaneyi ne zaman açmaları gerektiği öğrenciye yararlı olmak üzere mütâlaa ve istinsah etmelerine müsaade edilmesi ve kütüphaneden dışarı kitap çıkartılmaması vâkfın şartları olarak vakfiyede


Feyzullah Efendi’nin kitaplarının Vakfiyesi

Kevâkibü’d-derârî fî şerhî Sahîhi’l-Buhârî

yer almaktadır. Ayrıca hâfız-ı kütübün görevleri hakkında talimatlar madde madde yer almaktadır. Daha sonra Kitapların listesi eser ve müellif adı verilerek yaprak ve satır sayısı, kâğıdın cinsi hattı ve diğer ilginç bilgileri de içermektedir. Kitapların numaraları hariç sanki modern kataloglama tarzının ilk çekirdek örneği gibidir. Bir eserin nüshası genellikle aşağıda verildiği şekilde tanımlanır.

yazmaların birkaçının hangi eserler olduğunun verilmesinin nedeni koleksiyondaki konu çeşitliliğinin görülmesini amaçlamaktadır:

“ el-Câmi‘üs’s-sahîh li-Müslim’in- Nisâbûrî fi cildi vâhid, cildi siyah, kâğıdı âbâdî, hatt-ı nesih, aded-i evrâk dörd yüz altmış, satır 29. Ebvâb ve fusûl altun ile, ekser kenarları muhaşşâdır.” Örnek olarak bu eser Feyzullah Efendi’nin 2199M’de (eski no: 2199) kayıtlı Feyzullah Efendi Kütüphanesi defterinde kütüb-i ehâdîs-i şerîfe kitaplarının içinde 488 numarada kayıtlıdır 2199M’de kitaplar konularına göre düzenlenmiş olup ilk konu “kütüb-i kırâat”tır. Kitap numaraları 1’den başlayıp matbular, mükerrerler ve bağışlar dâhil Feyzullah Efendi Kütüphanesi defterine göre (2199M) 2162 Arapça; 25 Farsça; 11 Türkçe yazma; 4 Arapça ve 86 Türkçe matbu kitap bulunmaktadır. Toplam kitap sayısı 2288’dir. Kütüphaneye zaman zaman bağışların yapıldığı onlarında bazılarının eski tarihlerde Feyzullah Efendi Kitaplarının yanına kayıt olduğu da bilinmektedir. Çoğu Arapça eserlerden oluşan koleksiyonda bugün 12 Türkçe ve 25 Farsça olmak üzere 2205 yazma 98 matbu eser olmak üzere 2302 eser bulunmaktadır. Bu seçkin

Feyzullah Efendi Kitaplarının Değerlendirilmesi No.2122 Feyzullah Efendi Kütüphanesi’nde Feyzullah Efendi’nin bizzat yazdığı bir eseri Nesâyihu’l-mülûk No. 24, Beyzâvî’nin (ö. 685/1286) Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-te’vîl adlı eseri bir Kur’ân tefsiridir. Kırâat usullerine göre yazılan ve 730 yapraktan oluşan bu nüshanın diğer kütüphanelerde de pek çok nüshası bulunmaktadır. Feyzullah Efendi’nin kitapları içinde de üç nüshası bulunmaktadır. Böylece çok okunan bir eser olduğu ortadır. Beyzâvî bu tefsiri yazarken belagat sanatının bütün özelliklerini kullanmıştır. No. 238, Ferrâ el-Begavî (ö. 516/1122) tarafından kaleme alınan Me’âlimü’t-tenzîl diğer bir Kur’ân tefsiridir. Sanat gütmeden kolay anlaşılır bir dille yazılmıştır. 397 yapraktan oluşan bu nüshanın özelliği cildindeki şemse ve köşebentlerindeki zarif tezhip ve mıklebinin ince süslemeleri ile 1b-2a yüzündeki tezhibinin ihtişamlı görünüşüdür. Eser çok okunduğu için hemen her yazma kütüphanesinde mevcuttur. Eserin Müellifi Begavî, Ebu Muhammed Hüseyin b. Mes‘ud b. Muhammed (?-1122 H.) Bu eser, Arapça ve Nesih hattıyla yazılmıştır. Satır sayısı 45’tir. Ayetler kırmızı mürekkep, diğer satırlar siyah mürekkeple yazılmıştır. Eserin konusu, Fatiha Suresi’nden Nas Suresi’ne kadar

65


Ş ehir

Şemseddin Muhammed bin Abdüddâim’in el-Lâmi’u’s-sabîh ‘ale’l-Câmi’i’s-sahîh adlı eser. Sahîh-i Buhârî’nin şerhidir

tüm Kur’an-ı Kerîm’in tefsiridir. Mukaddime bölümünde Kur’anın, Kur’an okumanın ve Kur’anla amel etmenin fazileti ve tefsir metodu hakkında geniş bilgiler verilmiştir. İmam-ı Begavî’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Çocukluğu ve gençlik yılları ile ilgili olarak aydınlatıcı bilgiler de mevcut değildir. Doğduğu yer olarak da Herat ile Merverrüz arasında bulunan Bağşür (Bağ) kasabası gösterilmektedir. Zaten bu kasabaya izafeten Bağavî lâkabını almıştır. Ferra lâkabı ise direkt kendisi ile alâkalı olmayıp, kürkçülük yapan babasının bu mesleğinden ötürü İbnü’l-Ferra olarak anılmıştır. Şafii mezhebine bağlı ve bu mezhebin bir fıkıhçısı olarak tanınan Begavî, metot olarak seleflerini takip etti. Hiçbir zaman taassuba yönelmedi. Mensubu bulunduğu mezhebi hakkında eser yazdığı gibi, diğer mezheplerin kaynaklarını da inceledi. Onların görüşlerini gözden geçirdi. Kuvvetli bulduklarını tatbik etmede tereddüt göstermedi. En büyük gayretini, Kur’ân ve Sünnet anlayışı çerçevesinde şekillenen kültürün yerleşmesine sarf etti. Bu konuda insanlar için teşvik edici bir rol üstlendi. Mü’minleri, özellikle bu iki büyük kaynağa daha fazla sarılmaya dâvet etti. İşte bu titizliği ve davranışları sebebiyle, sünneti ihya eden mânâsına gelen, “Muhyi’ssayı//11// haziran 66

sünne” lâkabıyla anılmaya başlandı. Begavî, ilmi kişiliğiyle olduğu gibi, yaşantısı ile de dikkatleri üzerine çekti. Takva sahibi bir kişilik olarak tanındı. Yeme içme konusunda da son derece sade bir hayat yaşadı. Uzun süre sadece ekmek yiyerek hayatını sürdürürken, yetersiz beslenmeden dolayı bedenen zayıfladı. Buna rağmen, ilave olarak sadece zeytin yemeye başladı. Çok dikkatli davrandığı ve üzerinde titizlikle durduğu özel hususiyetlerinden bir tanesi de, abdestsiz talebelerinin karşısına çıkmayıp buna riayet etmesidir. Derse giderken abdestli olmayı bir düstur edinmiştir. Ömrü boyunca bölge insanına hizmet etti. 1122 yılında Merverrüz’de vefat etti. Vefatından sonra, büyük değer verdiği ve çok sevdiği hocası Kadı Hüseyin’in yanına defnedildi. Eserleri: Begavî, daha çok Hadis, Fıkıh ve Tefsir dallarında eserler yazdı. Hadis dalında önemli ve en çok tanınan eserlerinin başında “Şerhü’s-Sünne” adlı eseri gelmektedir. Hadis âlimlerinin eserlerinden derlediği hadisleri önce konularına göre sıralamıştır. Hadis âlimleri arasında ihtilâf konusu olan problemlerle ilgili olarak şerhler düşmüştür. Kendisine, “Muhyi’sSünne” lâkabının verilmesinde bu eserin önemli bir katkısı olmuştur. Begavî’nin güvenilir hadis kaynaklarından istifade ederek derlediği hadisleri, “Mesabihü’s-Sünne” adlı eserinde toplamıştır.


Kaynaklardan aldığı hadislerin senetlerini çıkardıktan sonra eserine kaydetmiştir. Eserde, dört binden fazla hadis kaydedilmiştir. Bu eseri de İslâm dünyasında büyük bir ilgi görmüş ve eser için çok sayıda şerh yazılmıştır. Hadis dalında; El-Envar fi Şema’ili’n-Nebiyyi’l-Muhtar, El-Cami’ Beyne’s-Sahihayn, Şerhü Cami’i’it-Tirmizi yazdığı diğer eserleridir. Tefsir dalında yazmış olduğu en ünlü eseri ise, “Me’alimü’t-Tenzîl” adını taşımaktadır. Begavi, Kur’ân âyetlerini; hadis, sahabe ve tabiin müfessirlerle bunlardan sonra gelenlerin görüşleriyle açıklamaktadır. Eserin muhtelif baskıları yapılmıştır. Bu alanda yazdığı diğer bir eseri de El-Kifaye fi’l-Kıra’a’dır. Fıkıh ilim dalıyla ilgili yazdığı eserlerinden bir tanesi Et-Tehzib’tir. Bu eser Şafiî mezhebinin önemli kaynaklarından bir tanesidir. Müellif bu eserinde hocasının eserinden büyük ölçüde istifade etmiştir. Eserdeki bölümler, âyet ve hadislerle başlamaktadır. Konuyla ilgili âlimlerin görüşlerine yer verdiği gibi, kendi fikirlerini de ilâve etmiştir. Bu alanla ilgili olarak da; El-Kifaye fi’l-Fıkh, Fetâvâ, Tercümetü’l-Ahkâm adlı eserleri yazmıştır. İmam Begavî, eserlerini Arapça ve Farsça dillerinde yazmıştır. No. 427’de kayıtlı eser Kirmânî, Şemseddin b. Yûsuf’un yazdığı (717/ 1317- 786/1384) Kevâkibü’d-derârî fî şerhî Sahîhi’l-Buhârî, miktepli kabı, sertabında “el-evvel min şerhi sahîhi’l-Buhârî” yazılı. Memlûklular dönemi tezhibi, geometrik şekiller, her bir şeklin içinde değişik çiçekler, lacivert ve yeşil zemine altın yaldızla yazılıdır. No. 432. Şemseddin Muhammed bin Abdüddâim’in (733/1361-831/1428) elLâmi’u’s-sabîh ‘ale’l-Câmi’i’s-sahîh adlı eser, Sahîh-i Buhârî’nin şerhidir. Bu nüsha dört ciltten oluşan şerhin birinci cildini ihtiva etmektedir. 297 yapraktan oluşmaktadır. Bu koleksiyonda üç cilt mevcuttur (433 ve 434) Rumi motiflerle hazırlanan şemse ve köşebentleri bulunmaktadır. Miklepli olan cildin sertabında altın yaldız mürekkeple “el-evvel min sahîhi’l-Buhârî” yazısı bulunmaktadır. Zahriyenin sağ üstünde Feyzullah’ın kitaplarından olduğu kayıtlı (min kütübi’t-fakîri’s-seyyid Feyzullah… ). Sol üstte. ayrıca yaprak sayısı 297, satır 31 kaydı bulunmaktadır No. 488. 510 yapraklık el-Câmi’ü’s-sahîh, Sahîhü’l-Müslim olarak tanınır. RESİM 19 Müslim’in (ö. 261/875) bu nüshasının zahriyesinde (1a yüzünde) ortada mavi renkteki zemini çevresi altın yaldız zencirekli zencireğin çevresi de lacivert zemin üzerine süslemelerle

oval şemseli ve tığlıdır. Yaprağın üst yüzünde Kitâbu sahîhi Müslim fî’l-hadîs yazılı. En üstte “Yâ kebîkec” yazısı bulunmakta. Yaprağın sol üst yanında Arapça olarak müellifin ismi, doğum ve ölüm tarihi kayıtlı. Doğum tarihi için verilen 204/819 tarihinin üstünde bir düzelti yapılmış. Böylece 206/821’de doğduğu kesinleşmiştir. Şemsenin alt sol yanındaki boşlukta Feyzullah Efendi’nin vakıf mührü bulunuyor. Müellif bu eseri 871 H. de yazmıştır. Kitabın tamamı 510 yk.tır .Eserimiz 461b de bittikten sonra 510. varağa kadar talik hatla yazılmış Şemseddin Herevî’nin Falü’l-Mün’im fi Şerhi Sahih-i Müslim adlı eserinin başından üç, dört bab vardır. Sahih-i Müslim, İmam Müslim’in tedvin ettiği hadis kitabıdır. Ehl-i Sünnet geleneğinde İmam Buhari’nin Sahih’i (Sahih-i Buhari) ile birlikte en güvenilir iki hadis eserinden biri olarak kabul edilir. Bu mekanın Dar-ül hadis olması nedeni ile mevcud hadis kitaplarının çokluğu buradan kaynaklanmaktadır, çok sayıda yazma eserin orjinali veya istinsah nüshaları Kütüphanenin kıymetini artırmaktadır. Bugün Millet Kütüphanesinin varlığı Feyzullah Efendi ile Ali Emîrî efendinin ömürlerini vakfettikleri eserlerle halen yaşamakta, günümüze ve geleceğe hizmet etmektedir. Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı ve Dersaadet Kültür Platformu birlikte Millet kütüphanesinde her ay 2 Konferans veya panel düzenlemektedir. Böylesine çok kıymetli bir kütüphaneye müdür olarak hizmet etmenin gururunu taşımaktayım.

Ali Emiri Efendi 67


Ş ehir

DÜNYANIN ÇATISI

NEPAL’DE

RAMAZAN Dünyanın en yüksek noktasını oluşturur. Bu sebeple Nepal’a dünyanın çatısı da denir. Bu yüksek dağ, ismini, İngiltere’nin Hindistan sömürge yönetiminin kadastro genel müdürü George Everest’ten alır. Kişi başına düşen 240 dolar milli geliriyle bölgenin en fakir ülkelerinden olan Nepal’in başkenti Katmandu’dur. Ülkenin rejimi ise bağımsız federal demokratik cumhuriyet...

Nidayi SEVİM

akın zamanda depremle sarsılan Nepal ülkesinin dünyanın neresinde olduğunu pek çoğumuz bilmeyiz. Hatta buradaki Müslümanların varlığını bir kenara bırakalım, böyle bir ülkenin varlığından haberi olmayanımız vardır. Fakat Everest dağını bilmeyenimiz yoktur. Himalayalardaki sıra dağlardan olan yaklaşık 8.850 metre yüksekliğindeki Everest, NepalÇin sınırındadır. Dünyanın en yüksek noktasını oluşturur. Bu sebeple Nepal’a dünyanın çatısı da denir. Bu yüksek dağ, ismini, İngiltere’nin Hindistan sömürge yönetiminin kadastro genel müdürü George Everest’ten alır. Kişi başına düşen 240 dolar milli geliriyle bölgenin en fakir ülkelerinden olan Nepal’in başkenti Katmandu’dur. Ülkenin rejimi ise bağımsız federal demokratik cumhuriyet... Orta Asya’da yer alan, kuzeyde Hindistan, güneyde ise Çin ile komşu olan ülkenin denize bağlantısı yoktur. Bir nevi tecrit edilmiş İngilizler tarafından. Yer altı ve yer üstü zenginliklerini gereği gibi değerlendirip güç almasını engellemek için böyle bir rol biçilmiş Nepal’e. Ülkenin siyasi tarihinin 18. yüzyıldan sonraki kronolojisini incelediğinizde bu durumu rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Küçük bir örnekle ifade edecek olursak “araçların direksiyonları sağdandır” diyebiliriz. HAYIR KURUMLARI, ÜLKEDE YETİMHANELER MESCİTLER VE SU KUYULARI AÇMIŞ… Yaklaşık olarak 29 milyon nüfusa sahip olan Nepal’de halkın büyük bölümü tarımla uğraşıyor. Ülke halkının %75’i Hindu, %20’si Budist, yaklaşık % 5’i de Müslüman’dır. Müslümanların mecliste 17 milletvekili bulunuyor. Çok sayıda etnik grup bulunduğundan çok sayıda dil konuşuluyor. Devletin resmi dili Napalı, Sanskritçe ve Moğolcadır. Fakat hayatın her alanında İngilizce hâkim durumda. Ülkede yaklaşık % 5 Müslüman’ın varlığından söz etmiştik. Bu da 1.450.000 Müslüman demektir.

Nepal’de Sadaka Taşı Derneği’nin 2015 Ramazan Yardımları Dağıtımı

sayı//11// haziran 68


Nepal’de Namazgah

1.366.000.000 nüfuslu Çin’e, 1.266.000.000 nüfuslu Hindistan’a bakıp Müslümanların nüfusunu az bulanımız, bunları görmezden gelenimiz olabilir. Sayıların pek bir önemi yok. Önemli olan keyfiyettir. Dünyada bilinen, kendinden söz ettiren Vatikan’ın nüfusu kaçtır? Resmi olarak 800’dür.

20.45’de İstanbul’dan Nepal’a hareket ettik. Sabah 06.00 gibi başkent Katmandu’ya vardık. Bu arada Nepal’e THY’den başka uçak yok. Yine Katmandu’dan başta Amerika ve Avrupa olmak üzere dünyanın pek çok ülkesine THY ile İstanbul aktarmalı gidilebiliyor. Bu, ülkemiz için son derece önemli bir tanıtım ve güç ifadesidir.

Depremle tekrar hatırlanan Orta Asya’nın bu küçük ülkesinde Türkiye’nin büyük elçiliği yok. Faaliyetlerinden övgü ile söz ettiğimiz TİKA da burada faaliyet göstermiyor. Aradaki boşluğu dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi İslami sivil toplum kuruluşları dolduruyor. Bu hayır kurumları ülkede medreseler, yetimhaneler, mescitler, camiler ve su kuyuları açmış. Zaman zaman da yardım faaliyetlerinde bulunuyorlar. Mesele sadece erzak dağıtımı, kurban eti dağıtımı değil, aynı zamanda ülke temsilidir. Tanışıp halleşme, birbirinin dertleriyle dertlenme görevidir. Zira bizler buralarda olmazsak birileri buralara zaten fazlasıyla geliyor. Dönüşte uçağın yarısına kadarı Kızılhaç gönüllüleri ile doluydu. Yardım faaliyetleri için Ramazan ayları ve Kurban bayramları önemli birer fırsat. Rabbimize şükürler olsun böyle hayırlı bir faaliyet içerisinde bulunmak bizlere de nasip oldu. Sadaka Taşı Derneği Ramazan-2015 Nepal etkinliklerine katıldım. Ramazan’ın 10. günü 27 Haziran akşamı saat

Bizdeki namazgâh, onlarda “Aid Salah” Tribuan Havaalanı’nda bizi önce maymunlar karşıladı. Gittiğimiz her yerde bu ilginç hayvanlar karşımıza çıkıyor. Tarihi alanlarda, parklarda ve sokak aralarında dahi rahatlıkla gezebiliyorlar. Şehrin 10 kilometre uzaklığındaki otelimizin penceresinde bile “Pencereyi kapalı tutunuz, içeriye maymun girebilir” ikaz yazısı vardı. Bu sebeple pencereyi bir an dahi açık bırakmadım. Sanırım bu hayvanlara biraz kutsallık atfetmişler. Tıpkı Hinduların ineklere atfettiği gibi… Bazı görsel materyallerde maymun-insan karışımı figürlere rastladım. Sırf bu yüzden “Maymunlar Cenneti” diye bilinen meşhur park yerlerine gitmedim. Havaalanı çıkışında Nepal’daki program ortağımızın temsilcileri ile selamlaştık. Şehir merkezinde bulunan ofislerine gittik. “İslami Sangh Nepal” ismi ile faaliyet gösteren kurumun Nepal’in farklı şehir ve bölgesinde 8 şubesi bulunuyor. Eğitim ve yardım hizmeti yapıyorlar. Yaklaşık 7 saat süren İstanbul-Katmandu seferinin

Tropikal iklimin hâkim olduğu bölgede topraklar gayet verimli. Aklınıza gelecek her şey burada yetişiyor. Pirinç, muz, ananas, mango, hurma, hindistan cevizi ilk aklıma gelenler. Fakat bu ürünler gördüğüm kadarıyla planlı, programlı ve bilinçli yetiştirilemiyor. Bütün yöntemler ilkel.

69


Ş ehir

Nepal’de bir tapınak

Katmandu’da Pakistan ve Afganistan başta olmak üzere pek çok yakın ülkeden gelen Müslümana rastlamak mümkün. Farklı inanç ve etnik kökenden gelen insanların oluşturduğu Katmandu şehrinde kültürel zenginliği hemen fark edebiliyorsunuz. İşlek bir cadde üzerinde bir inek yatıyorsa Hinduların, Buda heykelciği-tapınağı varsa Budistlerin, sabah namazında ezan sesi duyabiliyorsanız Müslümanların bölgesinde olduğunuzu anlıyorsunuz.

sayı//11// haziran 70

ardından saat 10.20’de erzak dağıtım ve iftar programına katılacağımız Bradnagar şehrine bir saatte uçtuk. Eşyalarımızı otele yerleştirdik. Ardından 40 kilometre mesafede bulunan Rajbirav denen bölgeye hareket ettik. Akşama doğru erzak dağıtımının ardından yöre Müslümanlarıyla birlikte iftarımızı açıp namazlarımızı eda ettik. Dağıtım ve iftar yaptığımız mescidin 100 metre ilerisinde bir mekânı daha ziyaret ettik. Etrafı bir metre yüksekliğinde duvarla çevrili ve kıble yönünde mihraba benzeyen bir yapı var. Buraya “Aid Salah” yani bayram namazlığı diyorlar. Bizdeki adı ile namazgâh. Birkaç yerde daha gördüm bu mekânlardan. 29 Haziran Pazartesi günü öğleden sonra erzak dağıtım ve iftar programı için bu sefer Bradnagar şehrine 80 kilometre uzaklıktaki Divanganj yerleşim alanına varmak için yola çıktık. Yol üzerinde, fazla uzak olmayan bir yerde bulunan ve Türkiyeli Müslümanlar tarafından yaptırılan yetimhaneyi ziyaret ettik. Burada 15’i hafız 45 kişi barınıyor. Hediyelerimizi takdim edip selamlaşarak buradan ayrıldık. Divanganj’a ulaşmak için yol üzerinde genişliği bir kilometreyi bulan Koji nehrini geçtik. Baraj üzerine kurulmuş heybetli bir köprüydü burası. HindistanNepal sıfır noktasıydı. Divanganj’a vardık. İkra Medresesi’nde öğrenciler ve yöre halkıyla aynı şekilde erzak dağıtımı ve iftar programına katıldık.

Müslüman kardeşlerimizle hasbihal ettikten sonra otelimize geri döndük. NEPALLILAR BU MÜMBİT TOPRAKLARI BİLİNÇLİ KULLANIP PAZARLARINI OLUŞTURABİLSELER… Yukarıda da değindiğimiz gibi Nepal’deki 1.450.000 Müslüman nüfusun önemli bir bölümü Divanganj şehrinde olduğu gibi Hindistan-Nepal sınır boyunca yoğunlaşmış durumda. Tropikal iklimin hâkim olduğu bölgede topraklar gayet verimli. Aklınıza gelecek her şey burada yetişiyor. Pirinç, muz, ananas, mango, hurma, hindistan cevizi ilk aklıma gelenler. Fakat bu ürünler gördüğüm kadarıyla planlı, programlı ve bilinçli yetiştirilemiyor. Bütün yöntemler ilkel. Nepalliler bu mümbit toprakları bilinçli kullanıp ve de pazarlarını oluşturabilseler, fazla değil 5 veya 10 sene içerisinde Hollanda’yı sollayabilirler. 30 Haziran Salı günü sabah saat 07.45’te otelimizden ayrıldık. Yine bir saatlik uçuşun ardından başkent Katmandu’ya vardık. Eşyalarımızı otele yerleştirdikten sonra şehir merkezinin en büyük camisi Nepal Camii’nde öğle namazımızı kıldık. Daha sonra buraya yakın bir bölgede erzak dağıtımı yaptık. İftar programı için bekleyeceğimiz boş zamanda “Hanumandhhoka Durba” denilen ve pek çok tapınağın yer aldığı meşhur meydanlarına gittik. Alanın girişinde


depremzedeler için çadırlar kurulmuş. Bir de sahra hastanesi vardı. Nepal gazetelerinin yazdığına göre 50.000 bina depremden zarar görmüş. Bunun için Dünya Bankası’ndan 300 milyon dolar kredi bekliyorlar. Depremde en çok zarar gören, yerle bir olan bölgelerden biri de burada meşhur meydandaki tapınaklar. Tapınakların önüne bırakılmış mumları, adakları görünce bir an bizim türbelerde mum yakan, adak adayan, dilek tutan insanlarımız aklıma geldi. Bu meydana girebilmek için 6 dolar para ödedik. Kendi ülke vatandaşlarına ücretsiz… İşte bu konuda bizden ilerideler diyebilirim. Mesela şahsen ben Ayasofya’ya, Topkapı Sarayı’na 30 lira ödeyemediğim için giremiyorum. Böyle bir şey kabul edilebilir mi?

Nepal Camii

KATMANDU ŞEHRİNDE KÜLTÜREL ZENGİNLİĞİ HEMEN FARK EDEBİLİYORSUNUZ… Derin tefekküre sevk eden, insanın cahiliye adetleri sebebiyle ne kadar alçalabileceğini düşündüren meydandan ayrıldık. Şehir merkezinde yer alan bir medresede iftar programına katıldık. Akşam namazından sonra kardeşlerimizle dertleştikten sonra otelimize döndük. Katmandu’da Pakistan ve Afganistan başta olmak üzere pek çok yakın ülkeden gelen Müslümana rastlamak mümkün. Farklı inanç ve etnik kökenden gelen insanların oluşturduğu Katmandu şehrinde kültürel zenginliği hemen fark edebiliyorsunuz. İşlek bir cadde üzerinde bir inek yatıyorsa Hinduların, Buda heykelciğitapınağı varsa Budistlerin, sabah namazında ezan sesi duyabiliyorsanız Müslümanların bölgesinde olduğunuzu anlıyorsunuz. Otobüs, otomobil, motosiklet, bisiklet, fayton, traktör ve kamyonlar aynı caddede seyredebiliyor. Dışarıdan karmaşık gibi görünse de bir düzen içerisinde hayat devam ediyor. Herkes halinden memnun gibi… Bir yandan “sanayi gelişse, üretim artırılsa, geçim standardı yükselse hayat nasıl olur burada?” diye düşünüyorsunuz. Öte yandan, “insanlar hallerinden memnun, hayatın akışını değiştirip kapitalizmin acımasız kolları arasına iterek onlara kötülük yapmış olmaz mısınız?” diye de düşünmeden edemiyor insan. 1 Temmuz Çarşamba günü sabah 07.55’te Katmandu havaalanından ayrıldık. 2 saat 45 dakika saat farkı olduğundan saat 12.00 gibi İstanbul’a vardık. Şükürler olsun. Orada bir ülke var uzakta. Güzel Müslümanların olduğu… Gitmesek de, görmesek de onlar bizim kardeşlerimiz. Mütevazı fakat gönlü Everest tepesi kadar yüce kardeşlerimizden kucak dolusu selam ve muhabbet getirdik… 71


“ÇİVİ”

İMGELER DENİZİNDE

YÜZEN DUYARLI ŞİİRLER “..vav olup kıvrılacağım bir türkünün en acıyan yurduna” dizeleri ile acıyı ve ilgisizliği paylaşan şair; MEHTAP ALTAN’ın okunası şiir kitabı “ÇİVİ” nin mesajlarını ve duygularını paylaştık bu yazımızda. Kitap Tanıtımı: Çağla Göksel ÇAKIR

, imgelerin dünyasında şiir deriyor… Dizelerini betimlemelerle çoğaltıyor… Sessiz ruhunun değirmeninde adeta çığlıklar atan kelimeler üretiyor… Kendi deyişiyle insana dair, hüzne dair, çaresizliğe dair ve evrende iniltisine örtü arayan üşümüşlüğe dair bir alfabe oluşturuyor… Mehtap Altan’ın şiirleri bir yandan bize gizemli bir dünyanın kapılarını aralarken diğer yandan da toplumun içine ayna tutuyor. Şair ilk şiir kitabı ‘Beyaz Ağıt’ın ardından tam on dokuz sene sustu. Geçtiğimiz aylarda Ferfir Yayınları’ndan çıkan ‘Çivi’ adlı ikinci kitabıyla şiir evrenine yeniden dünyasını açtı. Okurlarını birbirinden çarpıcı imgelerle yüklü şiirleriyle buluşturdu. Günümüz şiirinin önemli özelliklerinden olan imge, Altan’ın şiirlerinde ağırlıklı bir yere sahip. Hemen hemen bütün şiirleri imgelerle ilerliyor. Şair, modern şiirin imkânlarını kullanırken gelenekten yararlanmayı da ihmal etmiyor. İnsanı merkez alan şiirlerini; acı, ıstırap, hüzün, sevgi, aşk gibi duygular etrafında şekillendiriyor. Gürültü ve kalabalıkların sunî şefkatinden, kitapların evrensel kokusuna sığınmayı tercih ettiği lise çağlarından itibaren kendi alfabesini keşfediyor şair. Ve o alfabenin kendisine kattığı soluğu, soluksuz kalan her ayrıntıya sağmayı amaçlıyor. “İçi doldurulamayan bomboş bir kompozisyon kâğıdından, edebiyatın ve kitapların sihirli dünyasına adım atmama vesile olan Türkçe öğretmenim Zeki Özkan’a…” önsözüyle başlıyor ‘Çivi’. Kitapta Altan’ın on dokuz yıllık suskunluğunun cevabı niteliğinde elli dört şiir yer alıyor. Şiirlerine çoğunlukla aforizma diyebileceğiz sözlerle başlıyor şair. Şiirin temasını veren bu dizeler “/” işaretiyle belirtiliyor. Mısraları kadınlık, en çok da anaçlık kokuyor Mehtap Altan’ın. Şair, kitabına ismini veren ‘Çivi’ adlı şiirinde imgelerini anne sütüyle betimliyor. Ardından zorla evlendirilen bir genç kızın ruh halini yansıtıyor okura. Sürekli gözyaşı döken genç kız, hıçkırıklar içinde çaresizce vav olup kıvrılıyor geceye: “/anne sütüyle yıkanmış imgeler günah çıkartır gelin kınasına banmış naftalin hıçkırıklarında/ paslı sükûn lirik ayinler sağarken kutsal mabedime üveyik kanadında hüznü aksıran gölgeler çiviliyor gece!

sayı//11// haziran 72


bir kırlangıç öpüyor şiirin ağzından ve çığlık yükseliyor içimin dergâhından çekilin kaygılar çekilin! vav olup kıvrılacağım bir türkünün en acıyan yurduna”

polyanna’yı öldüren yanım! … paslı ağıtlar kamçılıyor fukara güvercinlerimin kanatlarını! öldürülen düşlerimin vebali asılıyor şiirin boynuna! beni bir sokak çocuğunun gözlerine göm eyy!”

Çocukların, kadınların, toplumun ve ümmetin çektiği sıkıntılara duyarsız kalmıyor Altan. Duygularını dile getirdiği dizeleriyle onların tercümanı olmaya çalışıyor. ‘Cüce’ şiirinde Gazze ve Srebrenitsa katliamında kimsesiz kalan çocukların portresini çiziyor. Onların ıstırabıyla yüreğimizi burkuyor. Hayatımızın akışı içerisinde çoğu zaman savaş mağduru çocuklara karşı ilgisiz kalışımızdan dem vuruyor. Şair bu duyarsız halimizden utanç duyuyor. Ve bizi kendimizi sorgulamaya davet ediyor:

YUSUF YÜZLÜ DÜŞLER Şair, Yusuf Aleyhisselam’ın edep ve Hakk’a teslimiyetle örülü hayatını kendisine rehber edinir. ‘Hâki’ adlı şiirinde Hz. Yusuf’un rüyası ve yüreği eşlik eder mısralarına:

“hamak keyfi yapan yaşamın çehresine dokunur Gazze’den getirdiği kanamış çocuk yanı! dokunur dokunur da bitmez bayram hüznünü giyinen kelimelerinin evren ağrısı! kirlenmiş harflere kaç mezar sızar der avuçlarındaki karıncalara bakan gözleri! Srebrenitsa’daki kimsesizlerin yüreğinden öper aksanı bozuk şefkatiyle! nefesi utanç kokan hayata kirpiğinde uçurtma uçuracak çocuklar büyütür ılgıt ılgıt…” Açlık içinde kıvranan Afrika’nın çaresizliğine de yabancı kalmıyor şair. İnsanlığın git gide tükendiği dünyayı cehenneme benzetiyor. Acımasız ve merhametsiz kentlerin doldurduğu alemimizin hızla sonunun geldiğini hissediyor: “kus gözlerinden Afrika doyuran sızıyı! az kaldı sarmaşıkların ezan duymuş kıvrımları saracak işgal edilmiş insanlığın ölü kentler yüzdüren cehennemini!” ‘Hiç’ şiirinde sokak çocuklarının sefalet, kimsesizlik, kandırılmışlık ve küskünlükleriyle hemhal oluyor Altan. Kederle kelimeler boğazında düğümleniyor, konuşamıyor. Böyle bir ortamda Polyanna gibi iyimser olamıyor maalesef. İnsanlık adına kimsesiz çocukların vebalini boynuna yükleniyor: “harflerim düğümleniyor boğazıma sapanları olanların menzili olduk diyor içimdeki kız! küskün ırmaklarım yakıyor gönlümün rahlesini annesiz çocuklar gibi çırpınıyor

“/Yusuf yüzlü düşlerin avuçlarından süt içerken kelebekler aksanı hüzün damıtan Eylül’e iltica eder dervişin hû çeken yüreği!/” Her şair gibi Mehtap Altan da yalnızlıkla beslenir. Yalnızlığın kıblesine yaslanır ‘Ağyar’ adlı şiirinde: “yalnızlığın kıblesine yaslanır/ fesleğen kokulu ağyar gölgeler”. Ağıt yakar ‘Gövermiş Eylül Ağrısı’nda: “yasal ağıtların ıslak toprağına kan veriyor/ göğün avlusuna/ yalnızlığın voltasını çizen ressamlar!” ‘Tavan Arası Haykırışlar’da yalnızlığının koynunda kaybolur: “işgüzar kayboluşlar/ yağdıkça metruk salıncağımın gölgesine/ su kırılır g/özümdeki parmaklıkta/ şakağımdaki şafak şahlanır/ terleyen yalnızlığın koynunda” ‘Beşik’ şiirinde yine mısralarını yalnızlığa yaslar: “ey şiir! yaslan yalnızlığımın yamacına beşiğinde yangın çıkan bir bebeğin anne zülfüne tutunan sesi gönlüm…” İnanç, yardımlaşma, vicdan, adalet, fedakârlık, merhamet gibi insanî meziyetlerimiz git gide kayboluyor çağımızda. Etrafımızdaki bunca kirliliğe rağmen kalbini arındırmayı başaranlarımız, gözyaşı döküyor, dualar ediyor savaşlarda katledilen mazlumlara, zulüm gören ümmete, yetim-öksüzlere, istismar edilen çocuklara, şiddet mağduru kadınlara, açlıksefalet içinde yaşam mücadelesi verenlere, sömürülenlere… İnsanların acılarını yürekten hisseden ve suskunluğunu çaresizler için bozan Mehtap Altan’ın belki de en büyük emeli, mısralarıyla farkındalık oluşturmak. Yazımızı duyarlı şairin, sessiz çığlıkları yansıtan ‘Ahraz Gölgeler’ şiiriyle bitirelim: “kuşlar ölünce mirac’a mıhlanan bakışlar koşar duaya! siz hiç elif elif büyüyen bir gecenin avuçlarında insanlığın hıçkırığını içirdiniz mi ahraz gölgelere!” 73


Ş ehir

TABELALAR

ŞEHİR KÜLTÜRÜNÜN

GÖSTERGESİDİR Tabelalarda kullanılan renklerden tutun da harflerin stilleri, hatta tabela imalatında kullanılan çerçeveden o şehrin kültürel yapısı hakkında ön bilgi sahibi oluyorsunuz . Erbay KÜCET

ıllar önce Atilla İlhan’ın bir yazısında ‘tabelalar o şehrin kültürünü yansıtır’ gibi bir cümle okumuştum. Belki tam anlamıyla böyle söylememiş olabilir ama böyle algılamıştım. Yani bir şehrin kültürünü o şehirdeki dükkânlarda asılı olan tabelalardan öğrenebileceğimizi veya tabelalara bakarak o beldede yaşayanların kültürel seviyeleri hakkında karar sahibi olabileceğimizi ifade ediyordu. Bu yazıyı okuduktan sonra yurt içi veya yurt dışında nereye seyahat ettimse en çok dikkat ettiğim gittiğim beldenin tabelaları olmuştur. Türkiye’de kimini görevimizden dolayı, kimini gezmek amaçlı gitmediğim veya görmediğim şehir kalmamıştır. Atilla İlhan’ın tabelalarla alakalı ifadesi beni yakalamış olacak ki, gittiğim yerlerle kültürü arasındaki bağıntıyı tabelalarıyla algılar olmuştum. Şehirle kültür arasındaki ilişki düzeyini basit bir yöntemle tabelaya indirgemiş olmam ne kadar doğrudur bilemem ama deneyimlerimle bu söylemde doğruluk payı olduğunu yaşayarak gözlemledim. Tabelalarda kullanılan renklerden tutun da harflerin stilleri, hatta tabela imalatında kullanılan çerçeveden o şehrin kültürel yapısı hakkında ön bilgi sahibi oluyorsunuz. Şehrin tabelacısının yaşadığı kentin kültürünü yansıtması doğaldır. Yaşadığı yörenin renklerini, yazı stilini tabelasına işleyen sanatçıyla o şehir kültürü arasında bağ kurulması da doğaldır. Cumhuriyetten önce ticarethane isimlerini levha üzerine boya kullanarak fırça ile yazanlar bazı sanat dallarında olduğu gibi genellikle Ermeni, Rum ve Musevi ustalardı ve onlara “Levhacı” denirdi. Tabelacı dükkânları bir fırça ve bir kutu boyayla açılabildiğinden bazı tabelacılar ceplerinde fırça ile dolaşıp sanatını icra ederlerdi. Çantalarında kurşunkalem, gönye, samur fırça, teneke kutuda renkli boyalar ile tiner vs.den oluşan malzemeleri olurdu. Kırk yıl önce Ankara’da memuriyete adım atmadan Tabelacılık işini sanatçı duyarlılığıyla ‘zanaat’ edinerek yola devam eden ortağıma dükkânı bırakırken ceketimi alıp çıkmıştım. O yıllarda gergef misali el emeği göz nuru işlenen tabelaların şimdilerde teknolojik üretildiğini bilenlerdeniz. Tabelanın yazıldığı levhanın sacından ağaç çerçevesine kadar elimizden geçtiğini, ilk astar boyasının ardından zemin rengini fırça ile atarken ufak bir çizgi hatasının oluşmaması için dikkat edilmesini, yazıdaki harflerin uyumunu, özellikle de süslenmesi gereken kısımlara atılacak desenlere

sayı//11// haziran 74


varıncaya kadar elimizden çıkardı. Tabelacılık ile 1928 de yapılan harf devrimi arasında nasıl bir bağıntı kurarsınız bilemem ama 1940 yılında kurulan köy enstitülerinde güzel yazı derslerinde mürekkep hokkaları, kesik uç kalem ve kamışlarla yazı sitilleri de oluşmaya başladığını hatırlatırım. Mezun olan yetenekli ve işi benimseyen öğretmenlerin Anadolu’ya gitmeleriyle tabela yazmaları yaygınlaşmıştır. Başlangıçta ağaç, saç üzerine daha sonraları cam üzerine samur fırçalarla yaldızlı levhalar yazılırken bu mesleği icra edenlere de “Tabelacı” denilmeye başlanmıştır. Ulusal ve uluslararası markaların çoğalması, tek ve elle yapılan tabelaların seri üretim ve makinelerle yapılması; bilgisayar ve grafik programlarının yaygınlaşması, fırçadan gelenlerin yerine mektepli grafik tasarımcıların gelmesi, folyo kesim ile makineleşen bir sisteme dönüşülmesi yaygınlaşırken branda ve folyo üzerine seri baskılarla işler anında teslim edilmeye başlanmıştır. Bugün Türkiye’nin hangi şehrine giderseniz gidin Attila İlhan’ın şehrin kültürünü yansıtan tabelalarında yeknesaklık görürsünüz. İlk bakkal dükkânı açtığında “Tabelamı taktım, dükkânı açtım.” diyen Vehbi Koç’un bakkal dükkânlarının market zincirine dönüşmesi, AVM’lerin çoğalması, akaryakıt şirketlerinin artması ve istasyonların yenilenmesi, banka ve GSM şirketleri ile beyaz eşya firmalarının şubeleşmesi talepleriyle tabelacılık başka bir boyuta taşınmıştır. Firmaların çoğalmasıyla “Tabelacılık” sözcüğü yapılan işi tanımlamakta yetersiz kalınca “Endüstriyel Reklamcılık” tanımlaması literatüre girmiştir. Tabelaların sanat eseri haline dönüşmesi fırçaya sanatını yükleyenlerle olmuş, ancak bugün el ile tabela yapan ustalar kalmamıştır. Elle yapılan tabelalarda zanaat ve sanatını birleştirenler varken, bugün tabelalarda sanatı ve emeği görmek mümkün değildir. Eskiden tabelacılar arasında kim daha iyi tabela çizdiği konuşulur ve bu şekilde tatlı bir rekabet olurken tabelacıların toplumla iç içe olduklarını da biliyoruz. Tabelacılar, esnafla dost olurken, tabelasını yaptıkları iş yerinin bulunduğu mahalledeki insanlarla da dost olurlardı. Mahalleli onların tabela yapışlarını karşısına geçip hayranlıkla izlerdi. Çocukluğumda Ankara Cebeci’deki tabelacıların film afişlerini karalama bile yapmaksızın yazmaları karşısında ağzım açık kalırdı. Daha sonra aynı pasajlarda esnaf olarak arkadaşlık ettiğim birçok tabelacı dostum olmuştu. Yazı stili, yazıdaki derinliği ve resimleri ile bir dönem bize yön veren tabelacılar sokağımızdan, hayatımızdan çekilip gittiler. Şimdi

şehirlerimizin her yanını estetikten uzak birbirinin benzeri tabelalar kuşattı. Bir hikâye ile yazımızı taçlandıralım: Delikanlı, caddelerdeki tabelalardaki yazı ve resimleri gördükçe imrenirmiş ve tabela ustası olmaya karar vererek en iyi tabela ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş; yanına varmış, tabelalara ilgi duyduğunu ve iyi bir tabela ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış. Yaşlı usta genç adamı dinlemiş, sözleri bitince de ona bir yazı fırçası uzatmış, “Bu bir samur fırçasıdır” diyerek fırçayı eline koyup , “Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca açma. Bir yıl sonra tekrar gel.” demiş. Genç adam kendisini merakla bekleyen annesiyle babasına yaşadıklarını anlatmış. Günler geçmeye başlamış. Genç adam; “Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister? Bir de ülkenin en iyi tabela ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyle bir eziyetle nasıl yaşarım? Bu ne biçim ustalık. Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı.” diye sürekli söyleniyor, ama avucunu hiç mi hiç açmıyor bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş. Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlanmış ve ustanın karşısına çıkmış. Usta bir süre beklettikten sonra genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun, bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış, avucunu açmış. “İşte fırçan! Bir yıl boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım?” Yaşlı usta: “Şimdi sana başka bir fırça vereceğim, onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın.” deyince genç adam sükûnetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, tabela ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden bir başka fırçayı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki fırçayı hissetmiş. Durmuş, fırçanın kıllarını biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş: “Bu fırça, samur fırça değil usta!...”

75


Ş ehir

ANADOLU’NUN İNCİSİ

ANKARA İnsanın bazen doğduğu, bazen yaşadığı, bazen de bir görüşte âşık olduğu şehirler vardır. Kiminin hakikat şehridir bu, kiminin hayal! Kiminin acı çektiği şehirdir, Mehmet KURTOĞLU

Ankara Kalesi

er insanın sevgilisi, aşkı olduğu gibi âşık olduğu bir şehri de olmalıdır. O şehri sevmeli, o şehre hayran olmalı, o şehri yüceltmelidir. İnsan bir kadında kendini tamamladığı, bulduğu gibi bir şehirde de kendini bulabilmeli, kendini tanımlayabilmelidir. Şehir ile birlikte büyümeli insan, şehir ile kemale ermelidir. Âbad olan insan sevgisinden, âbâd olan şehir süsünden belli olur. İnsanın bazen doğduğu, bazen yaşadığı, bazen de bir görüşte âşık olduğu şehirler vardır. Kiminin hakikat şehridir bu, kiminin hayal! Kiminin acı çektiği şehirdir, kiminin zevk sefa! Kiminin hasret çektiği, kiminin hayran olup âşık olduğu… Benim böylesine bağımlı olduğum tek bir şehrim olmadı. Doyumsuz ruhum bir güzel çehreden bir diğerine hep seyahatte olduğu gibi; şehirler söz konusu olduğunda da aynı şekilde güzel bir şehirden başka bir şehre hep arayış içinde oldum. Bu arayış bana şehirler gezdirdi, şehirler sevdirdi… Güzel bir kadın çehresi sizi kendine nasıl âşık ediyorsa, bazı şehirler de sizi ilk görüşte kendine âşık eder. Nasıl ki bazı kadınlara âşık olmamak elde değilse, bazı şehirlere de âşık olamamak elde değildir. Dünya klasiklerine ilham olan Paris, arzulanın şehir İstanbul, aşkın şehri Venedik böylesi şehirlerdir. Şehir olgusu zihnimi meşgul ettiğinden beri, şehre hep güzellik ve estetik cephesinden baktım. Bir şehrin; bilgili, görgülü insanlar gibi kibar ve nazik olması, o şehrin medeniyet bağlamında gelişmişliğiyle alakalıdır. Bu yüzden kaba ve haşin şehirleri hiçbir zaman sevemedim. Şehir bir anne kucağı, bir yar sinesi gibi sizi bağrına basmalı, emzirmelidir. Çocukluğumun geçtiği Urfa, gençliğimin bir kısmının geçtiği İstanbul ve kemal dönemimi geçirdiğim Ankara, benim üç önemli ve özel şehrimdir. Bu şehirlerden Ankara, bir bürokrat olarak gidip döndüğüm dönemlerde, zihnimde –birçok kimsede olduğu gibi- hep ideolojik bir şehir olarak yer edinmiş ve hep o çerçeve içine sıkışıp kalmıştır. Öyle sanıyorum ki, bu bakış açısı Ankara’yı anlamaya çalışan herkesi etkilemiş, daha da vahimi farklı bir gözle şehre bakmanın önünde en büyük engel olmuştur. Ankara’ya ideolojik bir başkent olarak değil de, Anadolu’nun bir kasabası, küçük ve sade bir şehri olarak baktığınızda, şehrin bambaşka bir çehreye büründüğünü görürsünüz. Çünkü şehre nasıl yaklaşırsanız, şehir de size öyle yaklaşır. Bu yüzden Ankara’yı tanımlayan birçok kişi, şehri ideolojiyle sınırlamış, başkentliliğin gölgesindeki Ankara’yı anlatmaya çabalamışlardır. Ankara bir Anadolu kasabası olduğu günlerdeki ruhaniyeti

sayı//11// haziran 76


Ankara resmi (anonim) Rijksmuseum Hollanda

başkent olduğu günlerden daha fazladır. Başkentlik şehre, bir çehre ve fikir kazandırmış fakat bir ruhaniyet verememiştir. Aslında bu ruhaniyetsizlik, yalnız başkent Ankara için değil, kapitalizm ve modernizmin işgaline uğrayan birçok Anadolu şehirleri için de geçerlidir. Çünkü Anadolu’nun birçok şehirleri büyüdükçe ruhaniyetlerini kaybediyorlar. Şehir büyüdükçe iman ve sevgi azalıyor. Bundan başkent Ankara nasibini aldığı kadar, Anadolu şehirleri de nasibini almıştır. Bu anlamda yalnızca Ankara’yı suçlamak büyük vebaldir… Bir çocuğu ebeveynleri, bir şehri geçmişiyle tanırsınız. Uzun bir geçmişi olan şehirler, büyük ve güçlü şehirlerdir. Ankara, Roma döneminde kale ve mabedin çevresinde inşa edilen bir şehirdir ve Weber’in tanımıyla daha çok “Garnizon Şehir” refleksi göstermiştir. Kalesi olan şehirler önemli şehirlerdir, çoğunlukla savaşçı ve mücadeleci olurlar. Askeri amaçla kurulan şehirler genellikle savaşıp sığınılan mekânlardır. Milli Mücadele döneminde Anadolu’ya çekilen muharip güç, buraya sığınmıştır. Sarp ve yüksek bir kayalığa yapılan Ankara Kalesi’ne baktığımızda, güvenli ve ihtişamlı duruşuyla başkent olmanın verdiği gururu yıllar öncesinden taşıyor gibidir. Bir kaleden bir şehir inşa etmek Ortaçağ geleneğidir. Sanayi devrimiyle birlikte Roma döneminden kalma garnizon (kale) şehirler daha

sonra ticaret şehirlerine dönüşmüştür. Ankara ise ancak Cumhuriyet ile birlikte bu dönüşümü yaşayabilmiştir. Ankara garnizon şehir refleksini yalnızca Roma ve Bizans’tan değil, aynı zamanda şehre ruh veren Hacı Bayram Veli ve Ahi Evren’den de almış. Çünkü Hacı Bayram Veli’nin Bayramilik tarikatını ve Ahi Evren’in Ahilik teşkilatını yalnızca derviş ve sanatkâr yetiştiren bir tarikat/teşkilat olarak değil, aynı zamanda muharip/savaşçı yetiştiren bir kuruluş olarak tanımlamak/görmek gerekir. Barış zamanlarında ibadet ve ticaretle uğraşan esnaf ve dervişler, savaş zamanında birer alperendirler. Ahilik, İç Anadolu şehirlerinin kurucu unsuru olduğu kadar, ekonomik ve savaşçı gücüdür de... Kayseri, Konya, Kırşehir, Çankırı, Yozgat, Ankara bu kültürün yaşadığı derviş, tüccar ve asker şehirleridir. Bunu anlayabilmek için mabedi, çarşısı ve kalesine bakmak yeterlidir.

almıştır. *Refik Halid Karay, 1950’de ziyaret ettiği Ankara’yı anlatırken; “bir gün gelip de Ankara devlet merkezi seçilince hayretten, büyüğüyle beraber olmak şartıyla küçük dilimi yutacaktım. Amerikalı bir muhabir ağzından, “Hülya bu ya…” isimli uydurma bir “Modern Ankara” tasviri yapmıştım…

Şehrin kendini en çok ifade ettiği, bir işaret taşı gibi dikkat çektiği tek mekân kalesidir. Zira Anadolu şehirleri içinde Ankara Kalesi kadar öne çıkan, baskın bir şekilde şehir üzerinde tahakküm kuran başka bir kale yoktur. Çünkü Ankara kalesi öylesine büyük ve görkemlidir ki, şehir onun büyüklüğü karşısında küçülür, görkeminin gölgesinde kaybolur. Bu yüzden olsa ki, tarih boyunca şehre gelenler için kale bir cazibe merkezi 77


Ş ehir

Ankara 1935

İtalo Calvino, “Her biçim kendi kentini buluncaya kadar hep yeni kentler doğacak. Biçimler alternatiflerini tüketip dağıldıklarında başlar kentlerin sonu” diye yazar.

olmuş, gelen geçen kaleden şehre bakarak şehri anlamaya çalışmışlardır. Tanpınar’ın Ankara’yı tanımlarken kaleden şehre kuşbakışı bakarak yorumlaması oldukça anlamlıdır. Zira o da Ankara’yı garnizon şehir olarak görür ve Cumhuriyet ile birlikte bu şehrin kurucusunun Mustafa Kemal olduğunu belirtir. Gerçekten de Ankara, Hacı Bayram Veli’nin ruh verdiği, Mustafa Kemal’in çehre kazandırdığı bir şehirdir. Hacı Bayram Veli’nin herkesi bildiği o meşhur kerameti çerçevesinde, iki buçuk müridiyle çoğunluğa değil, seçkinliğe önem vermiş olmasıyla sayısal çoğunluğu değil, içkinliğe ve seçkinliğe dikkat çekmiştir. Ankara’nın bu seçkinci tavrı Hacı Bayram’ın o iki buçuk müridinden mülhem bugünlere tevarüs etmiş gibidir. Tanpınar, Ankara’yı anlatırken, “Ankara bana hep muharip görünmüştür” der. Milli Mücadele dönemindeki Ankara herkes için muharip bir şehirdir. Hatta Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı döneminde dahi muharip bir şehirdir. Osmanlının fetret dönemini bu şehir başlattığı gibi, İstanbul’un fethinin manevi fetihçisi olarak yükseliş dönemini de bu şehir başlatmıştır. Ankara’yı Cumhuriyet kurgusu içinde düşünürseniz yanılırsınız. Ankara, Cumhuriyet ile birlikte yalnızca bir çehre kazanmıştır, şehir derin tarihini, muharip gücünü bir yeraltı çağlayanı olarak devam ettirmiştir. Bu muharip güç, tarihin

sayı//11// haziran 78

her döneminde dinden ilhamını almıştır. Hacı Bayram Veli’nin makamının hemen yanı başında Roma Tapınağı dahi bunun bir göstergesi değil midir? Tanpınar, Ankara Kalesine çıkıp şehre kuşbakışı baktığı sırada; “burada tek bir vak’a, tek bir zaman, tek bir adam muhayyileye hükmediyor. Bu şehir kendisini o kadar ona vermiş ve onun olmuş. Eti arslanı, Roma sütunu, Bizans bazilikasından kalma taş, Timurlenk ve Yıldırım muharebesi, hepsi sizi dönüp dolaştırıp yirmi yıl evvelin çetin günlerine ve şifalı ağrılarına götürüyor, onun tabii neticesi olan büyük meselelerle karşılaştırıyor. Bu o kadar böyle ki, Ankara, İstiklal Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yakarak çıkmış denebilir” diye yazar. Böylece Ankara’yı bütün o muharip gücüne, inançlı dervişlerine ve savaşçı alperenlerine rağmen, tek bir kişiye indirger. Zaten Ankara’nın ideolojik bir şehir olarak algılanmasının yegâne sebebi de bu bakış açısı değil midir? Bir şehri mazisinden sıyırarak tanımlamak o şehre ihanettir. Elbette Cumhuriyet ile birlikte Ankara, kasabadan şehre dönüşmüş, hatta bu kısacık dönem içinde başkent olmuş ve önemi artmıştır. Ama kasabadan şehre evirilme sürecini, geçmişten soyutlayarak yapmak şehri hafızasız bırakmaktır. Oysa Ankara, gerek Roma ve Bizans, gerek Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bir takım tarihsel olaylara tanıklık etmiş, kendine mahsus


refleksler ortaya koymuştur. Hatta bu dönüşüm; eskinin, yeninin içinde evirilmesinden başka bir şey değildir. Birinci Millet Meclisi’nin açılış ritüeli Hacı Bayram Veli’de cuma namazına müteakip gerçekleşmiş olması ve hatta dualarla açılması başka nasıl açıklanabilir? Yeni Ankara, Hacı Bayram Veli’nin ruhaniyetini içselleştirerek açılmış, İstanbul’da düşen bayrak Ankara’da yeniden dikilmek istenmiştir. Ankara’nın fiziki yapısı en güzel Kale’den görülür ve şehir panoramik bir şekilde bir tablo gibi gözünüzün önünde sergilenir. Kale şehrin dayanak noktasıdır adeta. Şehrin metafizik yönü ise Hacı Bayram Veli’nin makamında saklıdır. Şehrin ruhaniyetini ancak bu makamdan yola çıkarak anlayabilirsiniz. Bu iki mekân şehri canlandıran beden ve ruh gibidir. Ankara Kalesi şehrin güzelliğini, Hacı Bayram Veli ise yüreğini açar size. Bu yüzden bu iki mekânın ziyaretçisi boldur. Şehirlerle ruh bağı kurmak bazen belli bir alaka, bazen de bir tesadüfe bağlıdır. Benim Ankara ile ruh bağım, bu şehre sık sık geliş-dönüşlerimde değil, bu şehre yerleştikten sonra ancak gerçekleşebilmiştir. Özellikle de Hacı Bayram Veli, bana şehrin gönül kapısını açacak anahtarları vermiştir. Bazen bir şehirde yıllarca yaşar, hatta bir ömür geçirirseniz, ama şehrin farkında olamazsınız. Şehrin kimliğinizde ve kişiliğinizde bir karşılığı olmaz. Bazen de kısa bir süreliğine gittiğiniz şehir, size gönlünü açar ve siz o şehrin müptelası olursunuz. Şehirle bağ kurmak böyle bir şeydir. Bu durumu Tanpınar, Beş Şehir’in önsözünde; “Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur” diye yazar. Gerçekten de Ankara’nın hayatıma girmesi, Tanpınar’ın belirttiği gibi bir tesadüf sonucu olmuştur. Hiç aklımda yokken, hatta zaman zaman gelip kalırken yahut içinden geçerken Ankara’ya hep mesafeli durmuş, belki de yıllar yılı Yahya Kemal’in; “Ankara’nın İstanbul’a giden yolunu severim” sözünün etkisiyle bu şehre ısınamamıştım. Bursa’ya karşı Edirne, İstanbul’a karşı Ankara’nın konuşlandırılması, başkentlerin birbirini kıskanması kadar, insanların da şehirlere karşı tavır almasına neden olmuştur. “Bir başkent

Maarif Vekaleti Ankara

her zaman başkenttir konuşur” fakat herkes o konuşmayı anlayabilir mi bilemiyorum. Tanpınar, Ankara’da Selçukluyu görebilmek için Osmanlının içinden çıkılması gerektiğini belirtir. Osmanlı’yı görebilmek için de Cumhuriyetin içinden çıkılması gerekir. Oysa şehirlerde devamlılık esastır, mevcut kültür ve medeniyet bir öncekinin, bir önceki ise daha öncekinin devamıdır. Bu yüzden şehirlere dönem dönem değil, bir bütüncül olarak bakmak gerekir. Çünkü bir insan için çocukluğunu tanımlamadan gençliğini, gençliğini tanımlamadan yaşlılığını tanımlayamıyorsak, şehirleri de geçmişinde yaşadığı kültür ve medeniyetin ayrı düşünerek değerlendiremeyiz. Ankara Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyetle bir bütündür ve bütüncül bakmak gerekir. İtalo Calvino, “Her biçim kendi kentini buluncaya kadar hep yeni kentler doğacak. Biçimler alternatiflerini tüketip dağıldıklarında başlar kentlerin sonu” diye yazar. Ankara, Cumhuriyetle birlikte, ruhtan daha çok biçim arayan bir şehir olarak öne çıkar. Şehir, kendine eski Ankara’yı örnek almaz. O, alternatif aramaz, zira kendisi birlerce yıllıdır süregelen eski Ankara’ya alternatif olmak ister. Bu yüzden geçmişi unutmaya 79


Ş ehir

Hacı Bayram-ı Veli Camii Ankara

Yeni kurulan Ankara, bir yandan imar edilirken, diğer yandan İstanbul’dan gelen asker, siyasetçi, gazeteci, yazar, şairlerle büyük bir beyin göçü alır.

sayı//11// haziran 80

çalışarak, yeni bir kent yaratır. Bu kent biçimini modern olandan oluşturmaya çalışır. Şehrin yeniden inşası için yerli ve yabancı mimar ve mühendisler, şehir plancıları çağrılır. Şehrin genel mantalitesi Ulus devlet olmak üzere dört şey üzerinde şekillenir. Birincisi yeni cumhuriyetin diğer şehirlerine de örnek olması bağlamında Ankara başkent ilan edilir, ikincisi iç pazar yaratmak amacıyla demiryolu kurulur, üçüncüsü sanayileşmek için fabrikalar yapılır, dördüncüsü topluma yeni bir anlayış kazandırmak için halkevleri oluşturulur. Böylece Ankara merkez olmak üzere yeni Cumhuriyet kendi rotasını çizmiş olur. Aslında bu dört unsurdan demiryolu daha sonraları yerini karayolu taşımacılığını bırakır, hatta Sovyet Devrimi’nin demiryollarına önem vermesinden dolayı komünistliğin işareti sayılır ve etkinliğini kaybeder. Halkevleri ise Tek Parti zihniyetine insan yetiştiren bir sistem olarak devam eder, çok partili sisteme geçildiğinde ise kaldırılır. Halkevleri sistemi, Kemal Tahir’e göre Hitler Almanya’sından kopya edilmiş bir sistemdir. Ve İnönü’nün Hitler Almanya’sına özentisinden başka bir şey değildir. Refik Halid Karay, 1950’de ziyaret ettiği Ankara’yı anlatırken; “bir gün gelip de Ankara devlet merkezi seçilince hayretten, büyüğüyle beraber olmak şartıyla küçük dilimi yutacaktım. Amerikalı bir muhabir ağzından, “Hülya bu ya…” isimli uydurma bir “Modern Ankara” tasviri yapmıştım; yazının tarihi 11 Şubat 1921’dir; o sıradaki harap ve yoksul Ankara’yı parklar, bulvarlarla süslü, kuş sütü aransa bulunur, harikulade mâmur bir şehir gibi göstererek alay etmiştim.

Şimdi Zonguldak’a gitmek üzere ayrıldığım yeni Ankara, filvaki yazımdaki mübalağalı dereceye ulaşamamıştı, zaten ulaşamazdı amma 29 sene evvelki alayımın intikamını almış halde idi” diye yazar. Gerçekten de Karay’ın imkânsız gördüğü Yeni Ankara inşa edilmişti ama yine de ideal olan değildi. Bu belki geçmişten kopuk bir şehir inşa edilmesinden, belki de bu işte yabancı mimar ve şehir planlamacıları kullanmaktan belki de başka bir nedenden istenildiği gibi olmamıştır. Çünkü bir şehri sağlıklı bir şekilde değiştirip dönüştürmek ancak geçmişle kurulan bağ ile mümkündür. Hafızadan yoksun Yeni Ankara, ulustan Kızılay’a doğru bir ana cadde üzerinde inşa edilirken, birçok şey gözden kaçırılmıştır. Eski Meclis, bugünkü İş bankası binası, heykel, Ziraat bankası binası, PTT binası, eski Osmanlı Bankası (şimdiki Garanti bankası) binası ve Tiyatro binası her biri devasa yapılar olarak dönemin katı devletçi anlayışı çerçevesinde inşa edilmiştir. Bu binalar güzellik ve ihtişamıyla göz doldurmasına karşın, bir bütünlük oluşturamamaktadır. Heykelden Kızılay’a kadar bu dönem yapılan binalara bakınız, her biri bir ülkenin ve farklı bir mimarın elinden çıktığında şehirde bir peyzaj oluşturamamışlardır. Büyük bir işçilik ve sanat eseri olduğu bugün daha iyi anlaşılan bu binalar, Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze miras kalmış tarihi yapılardır. Ankara, başkent ilk yıllarında olduğu gibi bu türden binaları daha sonra yapamamış, demir ve betona mahkûm bir modern kent inşa etmiştir. Aslında Cumhuriyetin dayandığı güçlü bir ideolojik arka plan olmasına karşın, kendine mahsus bir şehircilik anlayışı


geliştirememiştir. Bunun nedeni şehrin ruhuna sirayet edememiş, batılı mimar ve mühendisler ile onların yerli tilmizleridir. Bu yüzden Anadolu’nun birçok şehri tarihi mekânları yıkıp yeni betonarme binalar yapmayı modernlik olarak algılamıştır. Bir İstanbul çocuğu olan Karay, Ankara’yı sevmez ama Cumhuriyetin bir kasabadan bir şehir yarattığını bir hak olarak teslim eder. Aslında Ankara’nın bugünkü halini anlamak için, Halit Refik Karay’ın 1916 yılında Sürgünde bulunduğu Çorum’dan Ankara’ya geldiği sırada tanık olduğu büyük Ankara yangınını anlattığı, “Ankara” isimli kitabinin girişindeki anekdota bakmak gerekir. Karay, bu yazısında; “bir gün, bir uzak yerde, yol uğrağı, bir adamcağıza rast gelirsiniz; orta halli bir adamcağız… Tanışır, konuşur, ayrılır, gidersiniz. Fikrinizde bıraktığı iz hastalıklıya benzeyen solgun yüzü, çürük dişleri, oldukça düşkün kıyafeti, bezginliğidir. Bir müddet sonra onları da unutursunuz. Böyle hiçten tanışmalar karşısında zihnimiz lastikliğini kaybetmemiş bir hamura benzer: Üstüne dokunan parmak yerleri çarçabuk kabarıp silinen, eski şeklini bulan bir hamur… Fakat bir gün, o adam, birdenbire bir ehemmiyet alır; cevheri meydana çıkar, adı sanı dünyaları tutar. Varsa o, yoksa o… Bu işe şaşar kalırsınız. Sade şaşmakla da kalmaz, sizde ehemmiyet vermeye koyulursunuz. Çehresinin hatları zihninizin gökünde tutulmuş bir ayın açılışı gibi nurlanmaya; kaşı gözü, burnu, ağzı, belirip kendisini tanıtmaya başlar. Hatta küçük bir böbürlenme duymaktasınız: ’benim eski ahbabımdır, dersiniz, beraber epey düşüp kalkmıştık!’ İşte bugün Ankara isminin karşısında aynı haldeyim, öyle bir şaşkınlık, bir övünme içindeyim. Nerede benim umumi harpte üç ay menfam olan Osmanlı hükümeti vilayet merkezi öksüz, yoksul, beti benzi kül Ankara; nerede Türkiye Cumhuriyeti devlet merkezi olan vakarlı, hem koket, gözbebeği Ankara? ” Gerçekten Cumhuriyet öncesi Ankara ile bugünkü Ankara kıyaslanamayacak derecede değişim dönüşüm geçirmiş bir şehir. Şehirlerin de insanlar gibi bir kaderi vardır ve o kader anı gelip çattığında güzel yahut kötü bir talihle karşılaşabilirler. Bir şehrin başkent olması talihin yüzüne gülmesi demektir. Hatta o şehrin yerlilerinin dahi talihinin değişmesi demektir. Bir başkent kendisiyle birlikte yerlisinin de kaderini değiştirir, dönüştürür. Yeni Ankara, eski Ankara’nın birçok fakir ve yoksulunu zengin yapmış, sınıf atlatmış, yüzünü güldürmüştür. Ankara’nın Cumhuriyet öncesi ve kuruluş dönemindeki manzarası perişandır. Bu dönemin hatıralarında ihtişamlı Ankara’yı görmek

Ankara Postahanesi

mümkün değildir. Daha çok iktidar sofrasındaki Ankara anlatılır; siyasi hesaplaşmalar, yapılacak devrimler, değişimler dönüşümler… Ankara, kendi kendini değiştirip dönüştürecek zihniyete sahip değildir. Bu yüzden Mustafa kemal, İmparatorluğun başkentinden aydın ve sanatçı ihraç eder Ankara’ya. Ankara, İstanbul’un duygu ve fikir dünyasından doğar. Her şey zıddıyla kaimdir. İstanbul’un zıddı Ankara, ilginçtir İstanbul’dan doğmuştur.

Aslında Cumhuriyetin dayandığı güçlü bir ideolojik arka plan olmasına karşın, kendine mahsus bir şehircilik anlayışı geliştirememiştir.

Yeni kurulan Ankara, bir yandan imar edilirken, diğer yandan İstanbul’dan gelen asker, siyasetçi, gazeteci, yazar, şairlerle büyük bir beyin göçü alır. Bu beyin takımı Ankara’yı yeniden inşa ederler. Bu inşa mimariden daha çok bir zihniyet inşadır. Bu bağlamda Ankara, İstanbul’un küllerinden doğmuş bir şehirdir. Cumhuriyet Ankara’sını anlayabilmek için Atatürk dönemi ve sonrasındaki hatıralara bakmak gerekir. Özellikle Cumhuriyeti kuran iradenin Ankara merkezli yaptığı değişim ve dönüşüm hem şehir hem de ideoloji bağlamında bir devrimdir. Şehirlerin bir ideoloji etrafında şekillenişinin Anadolu topraklarında en güzel örneği sanırım Ankara’dır. Milli Mücadele dönemi Ankara’sı bir yandan yokluklarla mücadele ederken, diğer yandan inşa faaliyetleriyle yeni bir çehreye bürünür. Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya vakfiyesinde kullandığı çok güzel bir beyit vardır, şöyle ki; “Hüner bir şehr bünyâd eylemekdür/Reaya kalbin âbâd eylemekdür.” Bu beyit, bir şehir niçin kurulmalıdır sorusuna en güzel cevaptır. Çünkü her şehrin bir kuruluş mantalitesi vardır ve Fatih su sözüyle asıl hüner şehir kurmaktır ve bununla halkın kalbini şenlendirmek/kazanmaktır. Ankara, şehrin talihini değiştirerek, halkın kalbini âbâd etmiştir. 81


Ş ehir

KASTAMONU ‘DA BİR HAFTA SONU

Bir bir anlatıyor şairimiz Ali Emre, doğduğu şehrin gizemli taraflarını. Fotoğraflar çekiniyoruz hatıra kalsın diye. Behçet Necatigilin de buralı olduğunu, şairliğe öğretmeni Zeki Ömer Defnenin yönlendirdiğini öğreniyorum. Nurettin DURMAN

ayıs 2015 Cumartesi günü sabah on civarında Ali Emre ile buluşup Marmaray’la Yenikapı, oradan da Metroyla Havaalanına varmış olduk. Bahadır Kurbanoğlu ile buluştuk. İsmen bildiğim biri ama burada daha yeni yüz yüze tanışmış olduk. Kastamonu’da 30 Nisan 3 Mayıs günleri arasında kamp yapmak için Yurdun çeşitli illerinden öğrenciler gelmişler. Biz Ali Emre ile şiir okuyacağız. Bahadır ise bir sunum yapacakmış. THY ile Kastamonu Havaalanına 13. 05’te indik. Özgür-Der Üniversite Gençliğinin yedincisini tertip ettiği 30 Nisan 3 Mayıs Kastamonu Üniversiteliler Buluşuyor programı çerçevesinde öğrencilerin bulunduğu Spor ve Gençlik Bakanlığına bağlı kamp yerine vardık. 240 civarında genç insan toplanmış buraya. Kampın büyükçe bir yemekhanesi, bir konferans salonu, idari binalar, dört kişilik yatakhaneler ile spor tesisleri var. Yüksek, etrafı ağaçlıklı bir mekân... Karşıda biraz ileride ise Havaalanı var. Kastamonu Hava Limanı diye kocaman harflerle yazmışlar giriş binasının alnına. Küçük zarif bir havaalanı, sıkıcı değil. Tabii kalabalık da değil, böyle bir rahatlığı var... Kamp yerine vardığımızda fazla durmadık. Ali Emre kendisi Kastamonulu olduğu için gezdirmek istiyor beni. Zaten başta da öyle demişti seni gezdireceğim diye. Bahadırın seminer saati olduğu için üç genci de alıp Diyarbakır’dan gelen Dr. M. Akif Deniz beyin arabasıyla şehre dalmış olduk. Dağlar arasında kurulu bir şehir Kastamonu. Şehir aşağıda fazla genişliği olmayan ve ortasından Kara Çomak Deresi geçen ilginç ve güzel bir yer. Geçtikçe anlatıyor Ali. Okuduğu liseyi, mahallesini, derken meşhur Kastamonu kalesine, dibine kadar çıkıyoruz. Eski tarihi evleri mekânları görüyor, Şabanı Veli Türbesine uğruyoruz ana baba günü. Meğer anma günleri tertip etmişler. Afişler asılmış insanlar toplanıp gelmişler. Kadınlar doldurmuş etrafı. Biz şöyle bir etrafı tarassut edip ayrılıyoruz. Ali Emre illa bize meşhur saat kulesinin orada çay içirecek. İşte şurası diyor Rıfat Ilgaz’ın okuduğu lise. Yukardaki bina Hükümet Konağı. İyi ki bu tarihi binaları korumuşlar. Yukarı doğru çıkarken Kastamonu evlerinden kalmış olanları görüyoruz… Tırmanıyor arabamız. Manzara harika. Saat 15: 00 civarında oturup bir nefesleniyoruz. Kurtuluş savaşında öküz arabasıyla mermi taşıyan kadın heykelini gösteriyor Ali. Tarif ediyor karşı dağ taraflarını. Dağların ardını. Ötesinin sahili olan kasabalar olduğunu. Silahların o yol üzerinden

sayı//11// haziran 82


Şeyh Şaban-ı Veli Camii

geldiğini ve ondan dolayı da bu caddeye kurtuluş caddesi dendiğini izah ediyor. Karşı yamaçlar. Kale daha net görünüyor buradan. Bak şu karşısı da İncili Tepe diyor. Hani İsmet Özelin şiirinde geçer ya diyor. İsmet Özel de çocukluğunda kalmış Kastamonu’da. Babası polis imiş burada… Bir bir anlatıyor şairimiz Ali Emre doğduğu şehrin gizemli taraflarını. Fotoğraflar çekiniyoruz hatıra kalsın diye… Behçet Necatigil’in aslen buralı olduğunu, edebiyata ilgisinin –burada öğretmenlik yapan ve kendisi de şair olan- Zeki Ömer Defne’nin yönlendirmesiyle başladığını, Mehmed Âkif’in, Millî Mücadele yıllarında Nasrullah Camii’ndeki vaazlarını, Rıfat Ilgaz’ın, Oğuz Atay’ın Kastamonulu olduğunu Orhan Şaik Gökyay’ın üniversitede hocası ve Kastamonulu olduğunu,“Çanakkale Türküsü” ile tanınan İhsan Ozanoğlu hakeza buralı olduğunu oğlu olan OzanOzanoğlunun ise arkadaşı olduğunu söylüyor... Ve tabii bir şekilde şehir gezimizde adını andığımız İbrahim Tenekeci’nin de Kastamonulu olduğunu iftiharla anlatıyor Ali Emre. Bir ara ben takılmak için Bingöllü şairler Kastamonulu şairlerden daha çok dedim. Bir on kadar isim saydım. Ya öyle mi diye tebessüm ettik

aramızda. Çayımızı içiyoruz. Dr. M. Akif Deniz beyin gitmesi lazım… Bizi aşağıda caddede bir köşede bırakıyor. Akif İstanbul’da Cerrahpaşa Tıpta okumuş. Tanıdık dostlarımızın olduğunu öğrendik. Bir de öğrenci iken Fırat Kültür Merkezinde tertip edilen şiir gecelerine gelmiş, dinlemiş bizleri. İlim Yayma, Hayat Vakfı derken sohbeti ve samimiyeti ilerletiyoruz. Ali bize Kastamonu’nun meşhur etli ekmeğini yedirecek. Ama önce namaz diyoruz. Öğlen namazını daha kılmamışız. Yürüyerek çarşıdaki meşhur Nasrullah Camiine gidiyoruz. Camiinin avlusunda işte diyor Ali, Mehmet Akif Ersoy bu camide vaaz vermişti. Ha bu arada unutmadan Said’i Nursi’nin bir müddet kaldığı evi de göstermişti Ali. Güzelce onarmışlar ve müze yapmışlar evi… Kadim şehirlerimizin kadim dokularını bozmamak lazım geldiğini bir defa daha görmüş olduk ve böyle bir arzumuzun olduğunu da söylemiş olduk birbirimize. Şehirleri tarihi güzelliğini bozmayın, o ruhu öldürmeyin... Ali bildiği yerleri arıyor. Beraber hem geziyoruz hem de o meşhur etli ekmeği yedirecek. Tarihi bir mekâna uğruyoruz, onarımdaymış meğer. Bu defa başka meşhur bir yeri arıyoruz. Dere boyu aşağı doğru yürüyoruz. Git git bitmiyor dere, git git 83


Ş ehir

samimiyetleri yüzlerinden okunuyor. Bu arada Ali Emre gidip annesinin elini öpmüş duasını almış oldu. Bir de yağmur başladı bu güzel günde. Yağmurla birlikte kamp yerine döndük. Cumartesi gecesi akşam namazından sonra büyük salonda Ali Emre ile şiir üzerine konuşup şiirler okuduk. Diyarbakır’da Radyo programı yapan Ahmet Maruf Demir sorularıyla programı ilginç kılıp güzelleştirdi. Hakkımızda bilgi sahibi olunca daha faydalı ve güzel şeyler çıktı ortaya. Ali Emre’yi bu gençler iyi tanıyorlar, okuduğu şiirleriyle gençleri coşturdu adeta. Güzel bir gece oldu. Ahmet Maruf güzel ve anlamlı uzun bir şiirini okudu, gençlerin içinden şiirlerini okuyanlar oldu. Gençlerin bir müzik gurupları var, anlamlı ezgiler söylediler. Böylece bize düşen görevi inşallah faydası olacak şekilde tamamlamış olduk…

Kastamonu Kalesi

aradığı Hoş Gör adlı dükkân yok. Bildiği yerdeki dükkân kapanmış daha merkezi yere taşınmış. Çocuklar sordular, taşındığını söylemişler. Eh bizde oldukça yürümüş dere boyu etrafı seyrede seyrede. Aşağı doğru Kışla Parkına kadar gelmişiz. Telefonlaşıyor biriyle. Arabayla gelecekler alacaklar bizi. Bir de Alinin gidip Annesini görmesi lazım, elini öpmesi lazım onun için de araba lazım. Taksi bulamıyoruz. Az taksi var galiba çarşıda. Haydi, parkta biraz oturalım, dinlenelim diye banklara yerleşiyoruz. Derken ikindi ezanı okunuyor. Yakında küçük bir camii var parkın üst tarafında. Üç delikanlı ile camiden çıktığımızda baktık ki bizi arıyorlar. Bir araba gelmiş. Çarşıya yöneliyoruz, artık bir yerde yemek yememiz elzem oldu, çocuklar acıkmışlar. Olacak ya çarşıdan yukarı doğru giderken ben görmüş oluyorum o meşhur dedikleri Etli Ekmek yerini. Değişik bir tarzda kapalı bir pişirme ile oluyor buradaki etli ekmek. Katlanıyor kıyması arada kalıyor. Lahmacun gibi veya Konya’daki etli ekmek gibi açık değil. Bir hayli de büyük yapmışlar. Ben bir tane bitiremedim. Diğer dostlar da gelince kalabalık bir masamız oldu. Diyarbakır’dan dostlar gelmişler. Tanıştık. İsmimizi bilenler çıktı içlerinden. Abdülhakim Beyazyüz ile epeyi sohbet ettik. Dostların sayı//11// haziran 84

Geceyi biraz uyuyarak biraz uyuyamayarak sabahı bulduk nihayet. 3 Mayıs Pazar sabahı saat 10: 00’da Abdülhakim Beyazyüz, Kaderimiz ve Sorumluluğumuz üzerine bir sunum yaptı. Güzel ve faydalı bir konuşma oldu. Böylece Üniversiteli gençlerin kampı da sona ermiş oldu. Yol hazırlıkları başlamış oldu haliyle. Biz üç kişi öğle yemeğini yiyip yakında olan Hava alanına vardık. Çeşitli şehirlere doğru yolculuk zamanı geldi. Biz üç kişi 13: 45 İstanbul uçağıyla dönüyoruz. 15: 00 gibi Atatürk hava alanındayız… Bu etkinlik vesilesiyle dostlar tanıdık. İsimlerini not almadığım iyi delikanlılar, güzel insanlarla sohbet ettik. Bingöllü, hatta doğduğum köyüm Kür köyünden bir delikanlı ile tanıştım. Ali dayının torunu imiş... Adı Muhammet Şirin Celayir. Sakarya Üniversitesinde okuyormuş. Başka bir Bingöllü genç, kitapevleri varmış Bingöl’de, kitaplarımın isimlerini ve yayınevi adreslerini aldı. Kitaplarımı getirtip beni tanıttıracağını söylüyor gayet terbiyeli bir şekilde. Böyle güzel rastlantılar tanışıklıklar da çıkıyor ortaya. Nereden nereye diyorsunuz içinizden. Güllerin Ardından adlı şiir kitabımı hediye ettiğim gencin adını da unuttum. Tabi not alınmazsa olacağı budur. Bahadır Kurbanoğlu ile tanıştık. Ali Emre ve Bahadır ile beraber yolculuk yaptık. Abdülhakim Beyazyüz ile sohbet edip dost olduk. Kampın sorumlusu Mehmet Ali Kaçmaz ile tanıştık. Meğer Çamlıca’nın alt tarafındaki Ferah mahallesinde bir okulda öğretmen imiş… Böyle işte. İnsan bu, bir orada bir burada oluyor bazen. Güzelliklere, hayırlara vesile olur inşallah bu yaptıklarımız… Dönüşte sevdiğim değerli hocamız ihsan Süreyya Sırma ile de karşılaşmış olduk. Kendileri de Şabanı Veli Hazretlerini anma programları için gelmişler.


Yazan: Fevzi KURTOĞLU 1928 / Hazırlayan. Ali Fuat ÖRENÇ- Levent DÜZCÜ Koordinatör: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Asaf MERİÇ

zerinden bir asır geçen Birinci Dünya Savaşı’nın en az bilinen ve ihmal edilen yönü denizlerdeki mücadeleler olmuştur. Her ne kadar son yıllarda Çanakkale muharebelerinde 18 Mart 1915’in deniz zaferi olarak kutlanması bir farkındalık oluşturmuştur. Türk Donanması’nın Birinci Dünya Savaşı esnasında neleri yapıp neleri yapamadığı araştırılması gereken önemli bir mevzudur.. Donanmaya karşı bunun gibi yanlış yaklaşımlar Sultan II. Abdülhamid döneminden itibaren süregelen bir tarih anlayışının ürünüdür.. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı hatta Çanakkale Muharebeleri neredeyse tamamıyla kara savaşları üzerinden değerlendirilmektedir. Savaşta kara ordularının pek çok cephede mücadele etmesi kuşkusuz bu eğilimi güçlendirmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Donanması’nın savaştaki faaliyetlerinin gün yüzüne çıkarılması, genel Osmanlı askeri tarihi yazımındaki birçok eksikliği de giderecektir. İşte Zeytinburnu Belediyesi Kültür yayınları arasından çıkan ve Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale’de Türk Donanması adıyla okurlarla buluşan kitap bahsi geçen eksiklikleri giderecek içeriktedir. Osmanlı Türkçesi eser, Türk deniz tarihçilerinden Fevzi Kurtoğlu tarafından 1928

yılında kaleme alınmıştır. Eserin orijinal adı Cihan Harbinde Deniz Muharebeleri: Türk Donanması Ne Yaptı ? dır. Kitabın günümüz Türkçesine aktarımı ve değerlendirilmesi denizcilik sahasında uzman akademisyenler olan Prof. Dr. Ali Fuat Örenç ve Yrd. Doç. Dr. Levent Düzcü tarafından yapılmıştır. Hazırlanan kitap, giriş, sadeleştirme ve orijinal metin olmak üzere üç kısımdan oluşmaktadır. Eserde Dünya Savaşı ve Çanakkale’de Türk donanmasının faaliyetleri on altı ayrı başlık altında ele alınmıştır. Birinci kısımda savaş ilanından önce donanmanın durumu, Osmanlı’nın savaşa girişi ve o tarihlerdeki uluslararası durum ele alınmıştır. Osmanlı’nın savaşa girişine sebep olan iki Alman gemisi Goben (Yavuz) ve Breslav (Midilli)’ın İstanbul’a kadar olan uzun yolculukları anlatılmaktadır.. İkinci kısım Çanakkale Savaşları’na ayrılmıştır. Bilhassa 18 Mart hücumu öncesinde İtilaf donanmasına karşı Çanakkale istihkâmlarında yapılan hazırlıklar üzerinde durulmuştur. Burada çok önemli bir ayrıntı verilmektedir. Şöyle ki Osmanlının en eski zırhlılarından biri olan Mesudiye’ye ait toplarının bu geminin adıyla anılan bataryaya konulması ve bu bataryanın 18 Mart hücumu sırasında yaptığı katkılar ayrıntılı olarak verilmektedir. Üçüncü ve dördüncü kısımlarda 18 Mart hücumu ve sonrası durum incelenmiştir. Beşinci kısımda Marmara’da Türk savaş gemileri ile düşman denizaltıları arasındaki amansız mücadeleler aktarılmıştır. Bu kısımda özellikle milletin yaptığı bağışlarla satın alınıp donanmaya katılan Muavenet-i Milliye, Demirhisar ve Sultanhisar torpidobotlarının faaliyetleri öne çıkmaktadır. Dokuzuncu, onuncu, on birinci, on ikinci ve on üçüncü kısımlarda 1914 ila 1918 yıllarında Karadeniz’de meydana gelen deniz savaşları ele alınmıştır. Karadeniz’de özellikle Yavuz, Midilli ve Hamidiye’nin Rus Donanması’na karşı nasıl caydırıcı bir rol oynadığı ve Ruslar savaştan çekildikten sonra Türk filosunun Kırım ve Sivastopol’daki Rus gemilerini ele geçirmesi bu kısımların dikkati çeken diğer önemli noktalarıdır. Burada İngiliz uçaklarının İstanbul’u bombalaması, Rusya’da Bolşevik ihtilali ve bunun donanmaya yansımaları, Brest-Litovsk Ateşkes Antlaşması ayrıntılı olarak aktarılmıştır. On dördüncü kısımda Türk gemilerinin Rus sahil ve limanlarındaki başarıları aktarılmaktadır. Burada müttefik Alman subayları ile Türk subayları arasında Osmanlı gemilerine Alman bayrağı çekilmesi tartışmaları dikkati çekmektedir. Her türlü baskıya rağmen Türk subaylarının gemilere Alman bayrağı çekmediği anlaşılmaktadır. Eserin on beş ve on altıncı kısımlarında 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ve sonrasında donanmanın durumu izah edilmektedir.

Ş E H İ R K İ TA P

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE ÇANAKKALEDE TÜRK DONANMASI

85


Ş ehir

ŞEKİ’DE, BAKÜ’DE BİR VUSLAT

AMA SENDEN

AYRI DÜŞEN BAHTİYAR VAHAPZADE ANISINA Otuzlu yıllarda Şeki’de, Zagatala’da, Gah’ta direnişin, ümidin son yiğit çınarları devriliyordu çocukluğunuzda ve yavaş yavaş anlıyordunuz. Altmışlarda işsiz bir şair, işinden çıkarılmış bir üniversite hocasıydınız Gülistan’ın kanı aktığında damarlarınızda; hedefe konmuştunuz, ümitleriniz rahatsız etmişti birilerini. Yard.Doç.Dr. Fatih ORDU*

*TC Murat Hüdavendigar Üniversitesi

sayı//11// haziran 86

ittiğinizden bu yana, ki buna ölümünüz demeye dilim varmıyor hiç, yıllar oldu. İçimde tamamlanmayan bir şeyler, içimde yolunu şaşırmış ırmaklar, kararan aynalar içimde. Geldim yine. Yine rüzgârlar; karlı bulutlar çağıran rüzgârlar. Hüsü Hacıyev’de on sekiz numaralı evin, on dokuz numaralı dairesi. Beşinci kat. Önü cadde, karşısı Sum pazarının katlı işyerleri. Kar yağıyor. Pencere kenarındasınız. Gözlerinizde uzak zamanlardan toplanmış bir duman. Başınız hafif eğik, yüzünüz dışarıya dönük. Dokuz yüz yirmi beşte, esaretin gölgesi geceden daha karanlıktı dünyaya uyandığınızda; farkında değildiniz elbet. Otuzlu yıllarda Şeki’de, Zagatala’da, Gah’ta direnişin, ümidin son yiğit çınarları devriliyordu çocukluğunuzda ve yavaş yavaş anlıyordunuz. Altmışlarda işsiz bir şair, işinden çıkarılmış bir üniversite hocasıydınız Gülistan’ın kanı aktığında damarlarınızda; hedefe konmuştunuz, ümitleriniz rahatsız etmişti birilerini. Sonra doksanlarda çaresiz bir başkaldırıydınız tankların önünde 20 Yanvar’da; halkın şairi olduğunuz kadar, halkın rehberi de oluyordunuz çelikten direncinizle. Ardınca azadlık; yıllar yılı yolu gözlenen azadlık, Karabağ’da kolları budanmış bir delikanlı gibi dönüyordu ülkesine. Şair yüreğiniz yangın yeri gibi bir kere daha yanıyordu, hem bu defa çok başka; ama en iyi siz biliyordunuz: Yaşamak, yanmaktı. Bakü’de, belki de yalnız Bakü’de karın titreye titreye bir yağışı vardı uzun kış geceleri. Alnınıza öyle titreyerek dökülürdü bembeyaz perçemleriniz durup her düşündüğünüzde. Sonrası sabahlara dek ağlayıp haykıran fırtınalar tutar koparır, dağıtırdı ‘küleklerin şeheri’nde. Yüzünüz işte öyle gerilir, öyle durulmaz olurdu efkârınızın, öfkenizin karşısında. Zor günler biter ve en sonunda Hazar’dan bir ay doğardı ya laciverdî sular üstünde. Sevinç ve neş’enizde çehreniz öyle aydınlanır, gözlerinizin içi huzur ile dolardı. Ama şimdi ben bilmiyorum hocam, kısmetime hangisi düşecek? Hüsü Hacıyev’de bu küçük pencerede, geceler boyu hiç sönmeyen bir ışık yanardı. Şehrin ışıkları sönerdi de bir o kalırdı küçük, cılız ve mükedder. Belki bir de dertliler, evsizler, göçkünler… Halkın şairi demek; halkın atan kalbi, gözyaşı, kederi. Halkın şairi demek; milletin yükünü sırtına yüklemek.. yüklemek ve yüksünmeden taşımak bir ömür boyu; o yükle kimlik kazanmak, o yükle onurlanmak ve gururlanmak. Öyle ama; bir de etrafta kimseler, kimsecikler yok ise? Pencerenizde zayıf bir ışık, sinenizde bir kor alev.


Konuşulsa kim dinler, susulsa içe sığmaz, ruhu yangınlara verir. İçinize sığmadığı için, ruhunuzu yangınlara verdiği için de hiç susmadı yüreğiniz; çırpındı, bir dost aradı ve kim bilir nice suskun yüzlere konuştu da konuştu. Hüsü Hacıyev’de, beşinci katta bu pencerelerde bir ışık yanardı Bakü’de. Yalnız, muzdarip bir ışıktı. Halkıyla karışıktı. Kendi alevinde titredi usul usul. Yandı ve bir zaman sonra da gitti ama; sizin sözünüzle söylersek: ‘Ayrı düşen, yürek değil beden oldu.’ Dilare Hanım her zamanki sükûneti içinde çay getiriyor. Kalkıp yine bardağınızı masanıza bırakmak istiyorum. Bu defa, olmaz, deyip engel olmuyorsunuz. Nice zamandır oturduğunuz yerden dalgın gözleriniz hep öylece sokağı seyrediyor. Kar yağıyor, uzaklardan derinlerden mütemadiyen kar yağıyor. Belki sokak lambalarının ışıklarına tutunuyorsunuz. Belki göklerin laciverdî karanlığında asılı kalıyorsunuz. Kar mı yağıyor derinlere uzaklardan, yoksa derinlerden uzaklara mı çekiyor birileri bizleri çözemiyorsunuz belki de. Kar yağarken neden hep uzaklarda birileri bekler, sizin bekleyeniniz kimdi hocam? Annenizi anlatırdınız; okul önlerinde oturup sizi bekleyişini; paydoslarda saklayamadığı heyecanıyla ayağa kalkışını, sizi karşılamasını. Şimdi siz hangi zamanların içinde akıyorsunuz hocam? Kar hiç durmadı, mütemadiyen yağıyor Bakü’de ve belli ki siz bu defa çok uzaklardasınız. Kim bilir uzaklardan, Şeki’den Gurcana çayı gürül gürül akıyor içinizde. Ev ahalisi odanın içinde dizilmiş. Zekeriya Bey oturuyor en başta erkân minderinde. Sonra oğullar gelinler... Günlük işleri konuşuyorlar, gelirleri giderleri… Sizin gözleriniz hep onun gözlerinde. O da yer yer size bakıyor, çocuksu oyunlar ediyor mimikleriyle, etrafın nazarlarını fark edince utanıp başını eğiyor. Durup bu konuşma faslının bitmesini bekliyorsunuz ikiniz de. Sonra o küçük ve munis odada anneniz kollarına alıyor sizi, masallar sökün ediyor peşince; uzak ülkelere göçüyorsunuz, uzak şehirlerden geçiyorsunuz, devler cinlere karışıyor. Ardınca kötülük ülkeleri çıkıyor karşınıza; ama en son mutlaka iyiler kazanıyor. En son kazananlar masumlar oluyor, zayıflar oluyor, doğrular oluyor. Güzeller kurtuluyor çirkinlerin ellerinden, özge bir vakit oluyor. Masallar uykulara karışıyor, masal kuşları rüyalara kanat açıyor. Siz nasıl bir masalın içinde yaşardınız hocam? Kar yağıyor ve gözyaşlarınızı nihan edemiyorsunuz. Acı çekenler, kederli analar, yetim evlatlar tıpkı o masallardaki gibi, ne zaman

kazanacaklar, bir annenin ölümü nedir hocam? Ey ana: Ölüm hakikat hayat rüya Derdimin tasamın ortağı sendin Niye yüz çevirdin ya niye benden ‘Derdin bana gelsin’ hani diyerdin Niye dert ekledin derdime ya sen Bir annenin ölümü hocam, sesimizi de alıp götürür mü geri gelmeyecek zamanlara. Bakışlarımızı da alıp götürür mü, bütün görüntülerin ardına. Susmak hocam, bir yarısı ‘şimdi’de olmama hali midir insanın? Kitaplarınız, bıraktığınız gibi. Küçük masanız, lambanız. Kenarlarda resimler, piyanonun üstünde şamdan, onun üstünde bezekli saat. Saatlerin bu kadar süslenmesi neden hocam? Yolcusu zaman olduğu için mi, topal iki ayak gibi her şeyi alıp götürmelerinden mi? Zaman alıp götürüyor hocam. Böyle mükedder baktığınız bu şehir de değişiyor gün be gün. Modernliğin illeti bir hançer gibi saplıyor böğrüne gökdelenlerini. O küçük munis evler eksiliyor, kayboluyor tıpkı masanızın üstündeki mektuplar gibi. Masanızda dertlilerin, sevdalıların mektupları, azaldı ve sonra hiç gelmez oldu. Ne çok mektuplar alırdınız hocam. Kimi iş kuramaz, kimi parasını kaptırmıştır, kimi de yüreğini. Ama yüksünmez okurdunuz siz ve gene yüksünmez cevaplardınız, tek tek. Olsun, derdiniz, bir kapı saymışlar yazmışlar. Habersiz bırakmak yakışmaz. Kimin sualini cevapsız bıraktınız ki hocam, kendinizden başka, kimin derdine uzak kaldınız? Uzaklaştırıldınız, aldatıldınız, alıkonuldunuz, yok sayıldınız; ama kavganızdan vazgeçmediniz, ümidinizi yitirmediniz. Çayınız soğuyor hocam. Kar, ne çok alıp götürdü sizi. Üstelik sokak lambaları neden bu kadar gamlı bu gece? Uzaklarda –bilmem uzaklarda mı demeliyimülkemde de böyle kederli yağıyor mudur hocam? Ben öyle deyince yine yüzünüzden bir gölge geçmesin. Hayır, ülkemde dediysem, sözün gelişi işte. Oysa bilirim vatan saydınız Türkiye’yi. Ömrüm boyunca Bakü’de Türkiye havası soludum, dediniz. Bedeniniz burada; ama ruhunuz oralarda idi. Oysa şimdi nerelerdesiniz hocam? Kar yağıyor. Dinleyeceğim daha ne çok şey var sizden, soracağım ne çok şey… Yanınızda kalmaya ne çok ihtiyacım var. Ne çok zaman girmiş aramıza. Ne çok geceler olmuş bizi bırakıp gideli. Ne çok karlar yağmış, ne çok mevsimler gelip geçmiş. İçimde bir şeyler hocam; eksilmeyen bir şeyler var içimde. Ben artık kime söylerim, nereye giderim? 87


Ş ehir

İSLÂM ŞEHİRLERİ

KUŞATMA ALTINDA

Almanya’da 5 yıl süren hazırlıklar tamamlandıktan sonra, 1897’de meşhur “Basel Konferansı”nı yaparlar. Bu konferansta üç temel karar alınır: 1) Sultan Abdülhamid tahttan en kısa sürede indirilecek, 2) Osmanlı “Hilafet”ine son verilecek, 3) Kademeli olarak İslâm dini yeryüzünden silinecek Sabri GÜLTEKİN

zun süren bir hazırlık devresinden sonra, 1. Lozan Oturumu “Türkiye ile diğerleri” arasında 22 Kasım 1922’de fiilen başladı. İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, Rusya ve Yugoslavya Türkiye’yi âdeta yalnızlığa mahkum etti. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, tüm tarafların onayıyla 6 Ağustos 1924’te yürürlüğe girdi. Lozan kuşatması, bizim bütün mukaddes değerlerimizin iliğine kadar ilişti; hatta bu vatandaki bin yıllık İslâm Medeniyeti’ni yıktı ve ümmetin de ebedî hayatını mahvetti. Dönem, Osmanlı ile Rusya arasında cereyan eden “93 Harbi”ne rastlar. Osmanlı’nın finansal yapısı çok bozuktur ve acilen paraya ihtiyacı vardır. Bunu fırsat bilen siyonist Theodor Herzl, 2. Sultan Abdülhamid’in huzuruna çıkarak, Filistin’den toprak satın almak istediklerini beyan eder. Ancak, Sultan Abdülhamid, “Şehid kanıyla alınan topraklar parayla satılmaz” diyerek Herzl’i huzurundan kovar. Theodor Herzl, istediklerini alamamanın hıncıyla Avrupa’ya döner. Ve yaşanan olayları rapor halinde diğer siyonist ileri gelenlerine sunar. Bunun üzerine, aralarında yaptıkları toplantıda, “Büyük İsrail” emellerinin önündeki engelleri nasıl kaldıracaklarına dair planlarını tekrar gözden geçirirler. SİYONİSTLERİN SİNSİ PLANLARI DEVREDE Almanya’da 5 yıl süren hazırlıklar tamamlandıktan sonra, 1897’de meşhur “Basel Konferansı”nı yaparlar. Bu konferansta üç temel karar alınır: 1) Sultan Abdülhamid tahttan en kısa sürede indirilecek, 2) Osmanlı “Hilafet”ine son verilecek, 3) Kademeli olarak İslâm dini yeryüzünden silinecek. Bu aşamadan sonra, devreye 2. Sultan Abdülhamid’i tahttan indirme ve Osmanlı’yı yıkma projesini yürütecek olan Emanuel Karasso girer. Karasso, İtalyan Mason Locası’nın başkanı, siyonistlerin planlarını kurnazca uygulamaya en müsait isimdir. Görevi alır almaz bütün argümanları kullanarak, 2. Sultan Abdülhamid ve Osmanlı’yı çökertme tezlerini hazırlar. Karasso ilk etapta Selanik’te Mason Localarını açar, daha sonra da İttihat ve Terakki Partisi’ni hayata geçirir. Bölgedeki bazı önemli komutanları etrafında toplayarak çöküşün başlangıcını hazırlamaya başlar. Önce ordu isyan ettirilir, sonra politik faaliyetlere başvurulur. 1. Osmanlı Meclisi, sayıca yoğunlaşmaya başlayan Ermeni, Rum ve Yahudi azınlıklarının ipleri ellerine alma oyunları sonucu kapatılır. Lozan’ın gidişatını değiştiren gizli el Sıra 2. maddenin hayata geçirilmesine gelmiştir.

sayı//11// haziran 88


Emir komutayı iyice eline alan İttihat ve Terakki Partisi’nin ilk icraatı, Trablus’taki Garp Cephesi’ni dağıtmak olur. Garp Cephesi’ndeki tecrübeli komutanların tayin edilmesi sonucu 1911’de Trablus, İtalyanlara verilir. Ordu, Balkan Harbi’nden sonra 1912’de 1. Dünya Harbi’ne sokulur. Böylece bütün cephelerde dünya ile savaşmak zorunda kalan Osmanlı Ordusu, halsiz ve bitkin düşürülür. Yani tahttan indirilen 2. Sultan Abdülhamid’den sonraki dönemde, 15 yıl harbettirilen “Hasta Adam” Osmanlı son darbelerle ölüme terkedilir! Ve Basel’de alınan kararların 2. maddesi de böylece uygulamaya konulmuştur. Artık siyonistlerin, 3. maddeyi devreye sokmak için önlerinde hiçbir engel kalmamıştır. 5 yıl sürecek olan İstiklâl Harbi’nin ardından, “Ölümü gösterip, sıtmaya razı etme” sürecinde atılacak adımların hesapları yapılmaya başlanır. Tarihler 24 Temmuz 1923’ü gösterdiğinde, yüzyıllardır bu coğrafyada denge unsuru konumundaki Osmanlı’nın torunları, sahneye konulacak oyunun figüranları olarak “Lozan tiyatrosu”na davet edilir. Görüşmeler esnasında Fransız Klemenso, Kur’an-ı Kerim’i havaya kaldırarak, “Bakınız bu görüşmelerde aylardan beri bir adım dahi atamıyoruz. Bunun sebebi açıktır. Eğer bu kitaba bağlı olacaksanız, biz size bağımsızlık vermeyiz. İddialara göre, İsmet Paşa (İnönü) ile Lozan’a giden siyonist doktrinci Haim Nahum, müzakerelerin çıkmaza girdiğini görünce, Türk heyeti adına “Hilafet’in kaldırılarak, İslâm’la olan bağlardan yeni kurulacak devletin koparılacağı” garantisini verir. Ancak, verilen bu teminatlar sonucu bir anlaşmaya varılabilir. Nitekim, Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra, 3 Mart 1924 tarihinde Meclis’te alelacele görüşülerek kabul edilen kanunlar, yeni siyasi yapılanmanın istikametini göstermesi açısından önemli ipuçları veriyordu. Aynı gün çıkarılan “Hilafet”in kaldırılmasıyla ilgili kanunla, yeni devletin İslâm dünyası ile bağlarını koparacak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de medreselerin kapatılması sağlanacaktı. Yıllardır gündemi meşgul eden Lozan Antlaşması’nın “zafer mi, hezimet mi?” tartışmaları bir yana dursun, sonuçları kısmen ortada. Bir taraftan “Kıbrıs”, “12 Adalar”, “Musul” ve “Kerkük” meseleleri bu antlaşmanın sonucu olarak başımızı ağrıtırken, diğer taraftan da hâlâ kafaları karıştırmakta. Hedeflerinde en imanlı kalpler var. Çünkü, Lozan Antlaşması’yla ilgili oturum tutanakları üzerinden tam 92 yıl geçmesine rağmen hâlâ sır gibi saklanıyor. Arşivlerde saklanan bu antlaşmanın kamuoyuna açıklanamaması, ne derece gizemli bir yolda yürüdüğümüzün işareti. Haim Nahum’un, “Biz Türk milletini bağımsızlığa kavuşturduk, ama manen yıktık. Bir daha ayağa kalkamazlar” deme

cüretinin altında yatan gerçekler neydi acaba? Belki de bu sorunun cevabı yaşadığımız olayların içerisinde gizlidir. Ve ilginç bir anektod. İngiliz Devlet eski Başkanı Wilson Churchill, 1932 yılında Avam Kamarası’da yaptığı konuşmada milletine ve temsilcilerine şu beyanatı vermektedir: “Türkleri güç ve ağırlık olarak yüz grama çıkarmamalı, elli grama ise hiç düşürmemeliyiz. Onları biraz kuruyunca sulamak, biraz yeşerince de budamak icap eder. Ellerindeki Kur’an-ı Kerim’i alamazsak, Türkleri yenmemiz mümkün değil. Öyleyse şimdiden Türkiye’ye karşı dinsizlik silahlarını çevirerek, en hassas imanlı kalplerinden vurmaya hazır olmalıyız.” 1932’de Ezan’ın Türkçeleştirilmesi, Kur’an’ın Arapça olarak okunmasının yasaklanması, başörtüsünün okullarda sorun haline getirilmesi, “Kur’an’ı kapa, kadını aç” felsefesinin ayyuka çıkarılması, Sünnî-Alevî kesimin mezhep kavgasına sürüklenmek istenmesi, Güneydoğu’da kardeşi kardeşe kırdırma politikası... Evet, bunlar Müslüman coğrafyada, sırası geldikçe sahnelenen senaryoların bazı bölümleri. Ve Basel’de alınan kararların 3. maddesi hâlâ uygulanma aşamasında... Gerek ülkemizde ve gerekse yanıbaşımızdaki “Ortadoğu”da yaşanan sıcak olaylar, geleceğe dair çok önemli ipuçları veriyor. Siyonistlerin “Arz-ı Mev’ûd” hayalleri için kasıp kavurduğu İslâm dünyası her gün farklı bir felaketle sarsılıyor.

Haim Nahum’un, “Biz Türk milletini bağımsızlığa kavuşturduk, ama manen yıktık. Bir daha ayağa kalkamazlar” deme cüretinin altında yatan gerçekler neydi acaba?

İSLÂM DÜNYASININ ÖLÜM KALIM SAVAŞI “Yeni Küresel Sistem”de hiçbir temsil yetkisi tanınmayan Müslümanlar; artık başta siyonist İsrail ve Amerika olmak üzere, Batı’nın topyekün “Dönüşüm Projesi”nin hedefi konumundadır. Küresel iktidar; hegemonyası uğruna Müslüman coğrafyasını vahşice yağmalanmaktadır. Siyonistlerin oyuncağı konumundaki ABD ve yandaşları, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası, kaynakların ve pazarın paylaşılmasına yönelik açıkça savaş ilan etme eğilimine girmiştir. Bu açıdan bakıldığında Müslüman coğrafya; Haçlı Savaşları, Moğol İstilası ve Osmanlı siyasal otoritesini yok edip bütün bölgeyi sömürgeleştiren Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dördüncüsünü yaşadığı bir şok dalgasıyla yine karşı karşıyadır. Yeryüzünün enerji kaynaklarını, kara ve deniz ticaret yollarının büyük bir bölümünü barındıran bölge aslına bakılırsa bir “Dünya Savaşı” yaşamaktadır. “Yeni Dünya Düzeni”nin dayatıldığı Müslüman coğrafya 20. yüzyılı kayıp yıllar olarak geçirdi. 21. Yüzyılda da kayıp edip etmeyeceğini, ayakta kalıp kalmayacağını bu kanlı savaş belirleyecektir. Temenni ederiz ki, bu şoklar, uzun bir dönemi kan ve gözyaşlarıyla geçiren İslâm dünyasını ayağa kaldıracak sonuçlar doğursun. 89


Ş ehir

VATANIM KIRIM -II-

DEVLETLERARASI KIRIM, SÜRGÜN VE İSMAİL BEY GASPIRALI KONGRESİ’NİN ARDINDAN...

Gaspıralı İsmail Bey’in 130 yıl önce söylediği sözler rehber olmalıdır hepimize. Nazım MURADOV*

*Lefke Avrupa Üniversitesi / KKTC

sayı//11// haziran 90

.C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Bakanlığı, İstanbul Üniversitesi, Dersaadet Kültür Platformu, Dünya Kırım Türkleri Kültür ve İktisadi İşbirliği Derneği, 15-16 Mayıs 2015 tarihlerinde ortaklaşa düzenlediği ve ikinci ayağının da içinde bulunduğumuz yıl sonbaharda Romanya’da düzenleneceği Devletlerarası Kırım, Sürgün ve İsmail Bey Gaspıralı Kongresi 15 Mayıs 2015 tarihinde Bakırköy Cem Karaca Kültür Merkezi’nde , 2.GÜNÜ İSE 16 Mayıs 2015 tarihinde Haliç Kongre Merkezinde gerçekleşti. Şehir ve Kültür Dergimizin 10.sayısında Kongrenin ilk günü proğramların bir kısmını özetlemeye çalıştık, bu sayımızda Kongrenin devam eden oturumlarının özetlerini vermekle bu çok önemli faaliyetin neticelerini vermek istiyorum. 2.Oturumun ilk konuşmacısı Akdem Celilov’un Kırımdaki Çeşmeleri anlattığı tebliğinden sonra,Oturum Başkanı Gürdoğan, Sezai Karakoç’un “Çeşmeler elleri temizler, şairler ruhları” dizesiyle A. Celilov’a teşekkür etti ve sözü ikinci konuşmacıya bıraktı. Prof. Dr. İsmail Kerimov “XIX. Yy. Sonu – XX. Yy. Başında Kırım Türkçesi Kitapların Katalogları” başlıklı bildirisinde konuya geçmeden önce 1944’te Kırım’da geçen bir iki ilginç olaya da değindi ve ana hatlarıyla şunları söyledi: 1944 soykırımında Kırım-Tatar sürgününe maruz kalanların %46,2’si öldü; 1944 olayları bir genosiddir (soykırımdır); Gaspıralı ‘umumî lisan-ı milli’ diyordu, işte ortak bir dilimiz olmadığı için başımıza bu işler geliyor; Gaspıralı, bir eğitimci olarak diplomatik hamleler yapıyordu, mesela Zincirli Medrese’de çalışırken ders başlangıcında, bitişinde zil çaldığı için ona düşman kesiliyorlar. Sonuçta medreseden çıkmak zorunda kalıyor; 1882’de çıkan kitabına resim koymak istiyor, önce koyamıyor ama ders kitaplarına hayvanların, bitkilerin resmini koymadan olamazdı ve sonunda kitaplarına resim koymayı başarıyor; Gaspıralı Çarlık ile güreşiyordu (mücadele ediyordu) ama başkaca (farklı bir şekilde), mesela 150 kadar haber kitapçığı hazırlamıştı. Onlardan biri koluma (elime) geçti; Prof. Dr. İ. Kerimov, Rusya’nın işgal ettiği yerleri (1380 Kulikovo Savaşı’ndan 2014 Kırım işgaline kadar) kronolojik olarak tek tek anlattı ve Rusya’nın işgalci bir devlet olduğunu söyledi; Oturum Başkanı Gürdoğan, Cengiz Dağcı’nın edebiyatımızdaki öneminden söz etti ve Ahmet Davutoğlu’nun en büyük hizmetinin, Cengiz Dağcı’nın cenazesini Kırım’a getirmek olduğunu bildirdi.


Elmira Abibullayeva, “İsmail Gaspıralı Müzesinin Tarihine dair Yeni Araştırmalar (Bulgular)” adlı bildirisinde Tercüman matbaası binasının 1890-91 yılında inşa edildiğini bildirdi. Tercüman matbaasına ait fotoğraflar da gösteren Abibullayeva, Gaspıralı İsmail Bey’in hayat ve mücadele arkadaşı Zuhre Hanım Akçura’nın (1862-1903) yaptığı hizmetlerden söz etti. Selvina Seitmemetova ise “İsmail Gaspıralı’nın Matbaasında Neşir Olunan Kuran-ı Kerim ve Dini Kitaplar” başlıklı bildirisini sundu. Gaspıralı’nın modern, ceditçi bir insan olmakla birlikte dinî duygularının da kuvvetli olduğunu bildiren Seitmemetova, 1883-84’ten itibaren Tercüman gazetesi nezdinde yayımlanan dini risale ve kitaplardan örnekler gösterdi. Bahçesaray’daki Tercüman matbaasında basılan dini neşirlerden bazıları şunlardır: Gaspıralı İsmail Bey’in “Medeniyet-i İslamiye” (1889); “Tarih-i İslam” (1890); “Şeriat-ı İslam” (1895); “Ramazan Hediyesi” (1896); “Ramazan Nasihati” (1896); “Hayriye-i Nebi” (1897); “Mevlid-i Cenabi Hazret-i Âli” (1900); “Türkistan Uleması” (1901). Konuşmacı, Tercüman matbaasında basılan çeşitli boyutlardaki Kuran-ı Kerim kitaplarından da örnekler gösterdi. Doç. Dr. Leniara Celilova, “1926 Türkoloji Kurultayı ve Kırım Tatarlarında Harf İnkılabı” başlıklı konuşmasında 26 Şubat – 06 Mart 1926 tarihinde Bakü’de Gaspıralı İsmail Bey ve Prof. Radloff şerefine yapılan Birinci Türkoloji Kurultayı’ndan söz etti. Teknik arıza nedeniyle görsel sunumunu yapamayan Doç. Dr. Celilova, bu kurultaya Türkiye’den katılan Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatının Ermeni Folkloruna Tesiri kitabından da kısaca söz ettikten sonra bu bilimsel etkinliğe Kırım’dan

altı kişinin katıldığını söyledi: Prof. Dr. Bekir Sıdkı Çobanzade, Osman Akçokraklı, Asan Sabri Ayvazov, Şevki Bektöre, H. A. Odabaş, Ahmet Özenbaşlı (Celilova, bu kişilerin hepsinin 1937 yılı ve sonrasında Stalin aydın kıyımı kurbanları olduğunu da söyledi). Değerli arkadaşımız Leniara Hanım, Kurultay’ın genel olarak en aktif katılımcılarından birinin Prof. Bekir Çobanzade olduğunu söyledi. Gerçekten de kurultay tutanaklarına bakıldığında B. Çobanzade’nin bu kongrenin en faal iştirakçısı olduğu görülmektedir. Birden fazla bildiri (Üçüncü Oturumda sunduğu ‘Türk Lehçelerinin Yakın Akrabalığı Hakkında’; Sekizinci Oturum’da sunduğu ‘Bilim Terminolojisi Sistemi’) ve diğer konuşmacıların bildirilerinin ardından yaptığı birer bildiri değerindeki müdahaleleriyle Çobanzade’nin büyük bir bilim adamı portresini görmek mümkündür. Çobanzade’nin edebi dil, imla, terminoloji, alfabe vd. konularda yaptığı konuşmalar, kurultay kararlarının temelini oluşturmuştu. Leniara Celilova, 1926 Türkoloji Kurultayı’ndaki Arap, Latin ve Kiril alfabeleriyle ilgili tartışmalar, Kırımlı bilim adamlarının bu tartışmalardaki konumu ve Kırım-Tatar alfabesi serüveni üzerine ilginç bilgiler verdi. ÜÇÜNCÜ OTURUM (Oturum Başkanı: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik) (15 Mayıs 2015 – Öğleden sonraki ikinci oturum) Üçüncü Oturum’un Başkanı Yard.Doç.Dr.Recep Çelik, zaman kaybetmeden oturumu başlattı ve konuşmacılara söz verdi: Melek Fetisleam (Romanya), “Romanya Tatarlarında Milli Uyanış Hareketi” başlıklı bildirisini sundu.

91


Ş ehir

Kongreye doktora hocası Prof. Dr. Tasin Cemil’le birlikte katılan Melek Hanım, bu konuda yaptığı doktora tezini tamamladığını bildirdi; Gaspıralı İsmail Bey’in çıkardığı Tercüman gazetesi, Dobruca’ya da yüz adet geldiğini söyledi; Prof. Dr. Kemal Karpat’ın verdiği bilgiye göre Mecidiye Müslüman Seminarı’nın 1965 yılında kapandığını bildirdi; Romanya Tatarlarının milli mücadelesinde ünlü şair Mehmet Niyazi’nin rolünden söz etti ve onun ata yurdu Kırım’a olan hasretini şiirlerine yansıtarak Romanya Tatarları arasında Kırım sevgisini hep canlı tuttuğunu bildirdi; Mehmet Niyazi’nin Kırım’da ve Dobruca’da (Romanya’da) öğretmenlik yaptığını, Kırım ve Romanya Türklerinin milli mücadelesinde en önemli kişilerden biri olduğunu belirtti; Melek Hanım Kırım’da çıkan Hak Ses gazetesinden de söz etti; Romanya’da Tatar kimliğinin yerleşmesindeki diğer faaliyetleri sıraladı; Müstecip Hacı Fazıl’ın 1920’lerde yetişen bir aydın olduğunu, Pazarcık’ta avukat olarak iş hayatına başladığını ve soydaşlarının iyi bir temsilcisi olduğunu bildirdi; Sn. Fetisleam, sadece Romanya Türklerinin değil genel olarak Türk dünyasının en büyük mücadele insanlarından biri olan Müstecib Ülküsal’dan ve onun çıkardığı Emel mecmuasından söz etti; Emel mecmuasının toplam 11 cilt ve 5000 (beş bin) sayfalık bir servet olduğunu bildirdi. Kemal Gurulkan, “Osmanlı Arşiv Belgeleri Işığında Bir Kırım Tatar Kasabasının (Mecidiye)

sayı//11// haziran 92

Oluşumu” başlıklı bildirisini sundu. K. Gurulkan, konuşmasına ‘hicret’ ve ‘muhaceret’ kavramlarını sevdiğini bildirmekle başladı; 1783 (Kırım’ın Rusya tarafından işgali) öncesinde Kırım-Osmanlı ilişkilerinden söz etti; Osmanlı’nın iki sarayı –Bosna Sarayı ve Bahçesaray- olduğunu belirtti; Dobruca ve Mecidiye’nin oluşumuyla ilgili tebliğler hazırladığını söyledi; 1853-56 savaşından ve bu savaşın Kırım Tatarları üzerindeki tesirinden söz etti; K. Gurulkan Osmanlı arşivinde daha önce bizzat gördüğü ve bilim dünyasına belli olmayan bir haritadan da söz etti. Bu bildirisini hazırlarken o haritayı çok arasa da bulamadığını söyleyen konuşmacı, onu bulana kadar arayacağını söyledi; İsteyen herkese Osmanlı devleti tarafından arsa verilmiştir; Köstence’de ticaret teşvik edilmiştir; Boğazköy-Köstence demiryolu yapılmıştır ki Osmanlı devletinde ilk demiryollarından biridir; Tekirdağ’daki 17 Tatar köyünden 13’ü Romanya Tatar köyüdür; Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koçak’ın (İstanbul Medeniyet Üniversitesi) “İkinci Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Matbuatında Romanya Tatar Müslümanları: ‘Tonguç’ Gazetesi” başlıklı bildirisinden şu notları aldık: Tonguç gazetesi 1909 yılında Dersaadet’te (İstanbul’da) yayımlanmış, 36 sayı çıkmıştır; Gazeteyi yayımlayan kişilerin başında Mirza Mehmet Said gelmektedir. Bu gazete Romanya’da yaşayan Tatar Türklerine yönelik olduğundan Romanya Türk matbuatının temsilcisi sayılabilir;


Tonguç ve Çolpan, Romanya Türklerinin en çok okuduğu gazetelerdir; Balkan savaşları bu gazetelerde adım adım yer almıştır; Tonguç, bu savaşlardaki Rusya parmağını ve Rusya’nın rolünü ortaya koymuştur; Ahmet Koçak, Vilademer-Kraşeyiski adlı bir kişiden de söz etti. Biz (N. Muradov olarak), “Kraşeyiski” denen kişinin -Prof. Dr İlber Ortaylı’nın da mensup olduğu- ünlü Karaşayski ailesinden biri olduğunu düşünüyoruz. Doç. Dr. Dragon Potocnik (Maribor Üniversitesi – Slovenya) “Traces of İslam in Romania” başlıklı bildirisini sundu. Şair, tarihçi ve bilim adamı olan Dragon Potocnik Romanya’daki İslam izlerini görsel bir sunumla anlattı. İran’da (İsfahan Üniversitesi’nde) de birkaç yıl çalışan D. Potocnik İran’daki İslam mimarlığı eserlerinde kullanılan motiflerle Romanya’daki İslamî eserlerdeki mimarî motifleri birbiriyle karşılaştırdı. İlginç bir sunum yaptı. Sn. Potocnik’le çay kahve aralarında sohbet ettik. Anlaşma dilimiz Rusça idi. Azerbaycan, İran, Afganistan, Orta Asya Türk cumhuriyetlerini gezmiş olan D. Potocnik, Devletlerarası Kırım Sürgünü ve İsmail Gaspıralı Kongresi’ne de araştırma gezilerinden birinden dönerken katılmıştı. III. Oturum’un son konuşmasını Doç. Dr. Yusuf Adıgüzel (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü) yaptı. Sn. Adıgüzel’in bildiri konusu “Diasporada Kültürel Kimliğin Yeniden Üretilmesinde Türkiye’deki Kırım Tatar Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü” idi. Y. Adıgüzel genel olarak Diaspora kavramından söz etti ve bu olgunun sosyolojik boyutlarıyla ilgili açıklamalar yaptı. Kırım Tatarlarının sadece Türkiye’de değil, genel olarak dünyanın çeşitli ülkelerinde faaliyet gösteren dernek, sivil toplum örgütü, diaspora kurumları hakkında istatistik bilgiler verdi. Doç. Dr. Y. Adıgüzel Göç kuramı, Af kuramı kavramlarının sosyolojik ve hukukî yönlerinden söz ettikten sonra Depreş kavramı üzerinde de durdu. DÖRDÜNCÜ OTURUM (Oturum Başkanı: Prof. Dr. Mualla Uydu Yücel) (15 Mayıs 2015 – Öğleden sonraki son oturum) Prof. Dr. Kemal Özcan’ın bildiri başlığı “1944’de Sürgüne Gönderilen Kırım Tatarları Arasından Devlet Eliyle Kırım’a Yerleştirme Politikası” idi. Kırım Sürgünü konusunda Türkiye’de az sayıdaki uzmandan biri olan Özcan, 3 Mayıs 1944 (Türkiye’de Milliyetçi aydınların tutuklanması) tarihi ile 18 Mayıs 1944 (Kırım sürgünü günü) tarihi arasında bir ilişkinin olup olmadığını merak ettiğini söyledi. Bunun bir ‘komplo teorisi’ olabileceğini de sözlerine ekledi. Stalin’in ölümünden (1953) sonra gergin havanın biraz

yumuşadığını belirtti; 18 Mayıs 1944 Sürgünü’nün hukuk dışı yönlerinden söz etti, Prof. Dr. K. Özcan, SSCB Yüksek Sovyeti Prezidiumu’nun 05 Eylül 1967 kararı ile de SSCB’de yaşayan Kırım Tatarlarının ayrımcılığa maruz kaldığını belirtti; Prof. Dr. Kemal Özcan’la bir kahvaltı sırasında yaptığımız sohbette onun iyi derecede Rusça bildiğini de öğrenmiş oldum. Prof. Dr. Özcan, Rusya arşivlerinde çalışarak 18 Mayıs 1944 Sürgünü’nün belgelerini ortaya çıkarmış ve bu konuyla ilgili çok sayıda yayın yapmış uzman bir tarihçidir. Yrd. Doç. Dr. Nilghiun (Nilgün) İsmail’in bildiri konusu “Some Social and Cultural Aspects About the Romanian Crimean Tatar Community” idi. Bükreş Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışan Nilgün Hanım bildirisini İngilizce hazırlamıştı fakat görsel sunumunu Türkçe yaptı. Sn. N. İsmail özetle şu bilgileri verdi: Kıbla Mezarlığı adlanan mezarlıkta defnedilen dedesinin mezarının kalmadığını; Köyleri, bir Müslüman iskân yeri olmasına rağmen bu köyde cami ve okul olmadığını söyledi; Dedelerinin 1870-80’li yıllarda Kırım’dan ayrılıp Tuna vilayetine geldiklerini dedi; Nilgün Hanım, Romanya’daki Hünkâr Camii, Yenicami’den söz etti; Aile yakınlarının yaşadığı Emzeşe (Amzaça / Hamza köyü) köyünden fotoğraflar gösterdi; Müzede kendilerine bir Tatar odası yaptıklarını söyledi; Yrd. Doç. Dr. Derya Derin Paşaoğlu “Umdetü’lAhbâr’ın Kırım Kültür Birikimine Katkıları Üzerine Değerlendirme” başlıklı bildirisiyle bu kongrenin en güzel sunumlarından birini yaptı. Sn. D. D. Paşaoğlu’nun konuşmasından aldığım notlar şöyledir: Abdulgaffar Kırımî’nin 1748 tarihli Umdetü’l Ahbâr eseri Kırım coğrafyası, siyasi tarihi, Kırım kültürüyle ilgili önemli bir kaynaktır; Eserin içinde dil ve edebiyata dair çok değerli malzeme bulunmaktadır; Umdetü’l Ahbâr’da çok sayıda deyimler, kalıplaşmış kelimeler, ibareler, atasözleri, darbü’lmeseller... bulunmaktadır. İki gün , iki ayrı mekanda gün boyu geç saatlere kadar devam eden kongre, yurt dışı ve yurt içinden gelen akademisyen ve kültür insanlarının kalıcı, kaliteli , özgün tebliğ ve konuşmalarının gerçekleştiği bir toplantı olarak hafızalara yerleşti. Dergimizde kısa kısa bilgiler aktardığımız kongremizle ilgili bilgileri yazmaya 12.sayıda devam edeceğim. Teşekkürler Dersaadet Kültür Platformu, Teşekkürler Dünya Kırım Türkleri Kültür ve İktisadi İşbirliği Derneği, Teşekkürler Mehmet Kamil Berse… 93


Ş ehir

ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ;

KÜLTÜR

OCAĞI VAKFI (KOCAV)

“Hilalin gölgesinde,Kalemin izinde” sözünü şiar edinen ve daha ziyade 80 sonrasında üniversitelerde okuyan mefkûre sahibi gençlerin kurduğu Kültür Ocağı Vakfı”Özlenen Medeniyet yolunda 25 yıl” ını tamamladı. Mehmet Nuri YARDIM

üleymaniye, küllerinden âdeta yeniden doğuyor. Tarihî ahşap binalar restore ediliyor ve genelde kültür sanat alanında hizmet veren vakıflara tahsis ediliyor. Vezneciler’den Süleymaniye Camii’ne doğru yolu dümdüz yürüdüğünüzde, Süleymaniye Kütüphanesi ile kapı komşusu olan bir vakıf binasıyla karşılaşırsınız. Sağ tarafta büyük bestekâr Hâcı Ârif Bey’e ait olan bu bina, yıllardan beri Kültür Ocağı Vakfı adıyla hizmet vermektedir. 1980 Askeri Darbesi, büyük savrulmalara ve çöküşlere sebep olurken, bu bâdireyi atlatarak kültür, ilim, fikir ve sanat dünyasına yönelen pek çok idealist isim, bir araya gelerek güzel ülkemizin çocukları için kolları sıvadılar. İşte KOCAV bu hayırhah müesseselerden biridir. 1988 yılında meselesi olan bir avuç genç tarafından kurulan bu müessesenin hizmet verdiği konakta, dört salon, bir kitabevi, kütüphane ve kafeterya bulunuyor. Çeyrek asırlık bir ömür insanoğlu için belki kısa gibi görülebilir. Bu yaşını süren gençlerimize ‘delikanlı’ veya ‘genç kız’ deriz. Ama bir vakıf için 27 yıl dile kolay. Kimbilir ne zahmetler, sıkıntılar hatta acılarla geçmiş bir zaman dilimidir. 1990’lı yıllarda henüz Kültür Ocağı Derneği iken Fındıkzade’deki ilk mekânında ziyaret edip yöneticileriyle tanıştığım ve görüştüğüm vakıf, bugün artık hizmetleri ve çabalarıyla kültür, sanat ve eğitim dünyamızın bilinen ve sevilen mühim irfan ocaklarındandır. “Hilalin Gölgesinde, Kalemin İzinde” sözünü şiar edinen ve daha ziyade 80 sonrasında üniversitelerde okuyan mefkure sahibi gençlerin kurduğu Kültür Ocağı Vakfı, “Özlenen Medeniyet Yolunda 25 Yıl”ını tamamladı, şimdi 30’ncu yaşına doğru koşuyor. KOCAV’ın artan faaliyetlerine cevap veremeyen Hacı Ârif Bey Konağı’na ikinci bir kardeş bina geldi ve yine Süleymaniye’de merkez bina ile aynı sokakta restore edilen eski bir konak KOCAV Erol Güngör Merkezi adıyla öğrencilere hizmet vermeye başladı. Av. Dr. Ali Ürey’in Başkan olduğu KOCAV Mütevelli Heyeti, Musa Taşdelen, Hüseyin Kozanoğlu, Ahmet Yörük, Ali Akyıldız, Mustafa Delican, Feridun Keşir, M. Zeki Karahan, Aslan Yaman, Ali Kuyu, Mehmet Ercan, Mustafa Hakkıertan, Eyyup Arıcan, Zekeriya Kökrek, Haydi Budan, Tahsin Görgün, M. Tayfun Amman, Murat Elmalı ve Ümran Ay’dan meydana geliyor. Ali Ürey, vakfın kuruluş amacını yıllar önce bir mülâkat esnasında açıklamıştı. Ürey, Aslı Berrin Yargıcı’nın kendisine yönelttiği soru üzerine

sayı//11// haziran 94


şu cevabı vermişti: “Vakfımızın temel amacı, yaşadığımız coğrafyanın sahip olduğu şartların ortaya çıkardığı ve sakınmamızın da mümkün olmadığı kültürel etkileşim nedeniyle, yıpranma sürecine girmiş Türk ve İslâm kültürüne sahip çıkmak, bu değerleri gençlerimize aktarmak ve mukayese edebilmesi için dünyayı tanıtmak ve bu doğrultuda eğitim vermektir.” Ülkelerin kalkınmasında, medeniyetlerin oluşturulmasında ve geliştirilmesinde ilmî bilginin önemine ve bu bilgiyi üretecek aydınların ağır bir sorumluluk taşıdığına inanan Ali Ürey, sözlerine şöyle devam etmişti: “Üzerinde yaşadığı vatanın bütünlüğünü tartışılmaz değer olarak kabul eden, ezberci olmayan, araştırıcı ve sorgulayıcı kafaya sahip, ilim adamları ve aydınların yetişmesine katkıda bulunmayı görev edinir. Fikir üretebilme potansiyelini bünyesinde barındıran, anlatmaktan çok anlamaya çalışan, kendisini bu toprağa ait hisseden bireyleri bir araya getirerek veya aralarında koordinasyonu sağlayarak, bir fikir platformu meydana getirmeye çalışır. “Hasbîlik, kalite ve istikrar”a dikkat çeken Ürey’in şu sözleri bence çok önemlidir: “Kültür Ocağı, hiçbir zaman geçmişte olduğu gibi bugün de hasbîlikten ayrılmamıştır. Çünkü insanları kaçıran, ürküten, üzen en önemli faktör kullanılma hissidir.” Vakıftaki çalışmalar üç ana başlık etrafında toplanıyor. Bunlar, eğitim, sosyal yardım ve

yayıncılık faaliyetleridir. Eğitim faaliyetleri arasında, üniversitelerin açık olduğu dönemde yıllardan beri büyük bir düzen içinde gerçekleşen “KOCAV Seminerleri”, şüphesiz büyük önem arz ediyor. Bilhassa üniversite öğrencilerinin ilgi alanına giren konuların işlendiği bu seminerlerde ilim adamları, mesleğinde başarılı olmuş iş adamları, sanatçılar ve toplumun kanaat önderleri, üniversite veya serbest eğitim almış hocalar birikimlerini gençlerle paylaşıyor. Bu seminerlerde, estetikten, tarihe, bilim felsefesi ve metodolojisinden, güzel sanatlara, hatta güzel konuşma ve yazmaya kadar pek çok konu ele alınıyor. Seminerlerin dışında önemli sempozyumlara da imza atan KOCAV’ın bugüne kadar gerçekleştirdiği sempozyumlardan üçü, “21. Yüzyıla Girerken Doğu-Batı Arasında Türkiye’nin Kültürel Geleceği”, “Vefatının 20. Yılında Prof. Dr. Erol Güngör” ile “Süleymaniye Sempozyumu”dur. Bu arada yazarlar ve sanatkârlarla okuyucuları ve sanatseverleri buluşturan “Divan Sohbetleri” ise ayrı bir ilgi ve cazibe alanı oldu. Bir kısmı rahmet i rahmana kavuşan ve aralarında Durmuş Hocaoğlu, Yücel Çakmaklı, Mustafa Kutlu, İsmet Özel, Beşir Ayvazoğlu, Alev Alatlı, Ahmed Güner Sayar ve Sadettin Ökten gibi isimlerin de bulunduğu sohbet yârânı, bilgi ve birikimlerini gençlerle paylaşırken kendilerine yöneltilen sorulara da açık yüreklilikle cevap verdiler. Sosyal yardım ve sosyal faaliyetler noktasında da karşılıksız hizmet, istikrar ve kalite üçgeninde gençler için hiçbir zorluktan kaçınmayan KOCAV 95


Ş ehir

çerçevesinde spora da yer ayıran vakıf bünyesinde futbol ve satranç müsabakaları gerçekleştiriliyor. İlim hayatımıza hakemli bir dergi olan Türk Kültürü ve İncelemeleri Dergisi’ni de kazandıran KOCAV, akademik dünyamıza yeni bir pencere açmış bulunuyor. Buna ek olarak tamamen öğrenciler tarafından hazırlanıp üç ayda bir çıkarılan KOCAV Bülteni ve Rengahenk dergileri, yeni kalemlerin yetişmesine ve edebî ürünlerinin değerlendirilmesine imkân sunuyor. Yeni yayımlanan Düşünce dergisi ise akademisyenlere hitap ediyor. Vakıf iyi yayınları kültürümüze kazandırma derdindedir. Bunlar arasında Prof. Dr. H. Musa Taşdelen’in Siyaset Sosyolojisi dikkat çekiyor. Erol Güngör’ü Anlatmak (30 tebliğ) ile Derdin ve Aşkın Şiiri Hâmuş (Murat Çeri) kitapları akla ilk gelen yayınlardır.

lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine düzenli olarak burs veriyor. Bugüne kadar Azerbaycan’dan Kırım’a, Türkmenistan’dan Japonya’ya, İran’dan Rusya’ya binlerce öğrenciye burs veren KOCAV, başarılı üniversite öğrencilerine eğitim, iaşe, giyim yardımı yapıyor, değerli kitaplar hediye ederek iyi yetişmelerini sağlıyor. Dil ve bilgisayar kursları düzenlenirken yine dönem içerisinde öğrencilerin tarihle buluşması, kültürel zenginlik kazanması ve sosyalleşmesi için İstanbul içi ve dışı geziler, futbol ve satranç turnuvaları tertip ediliyor, çeşitli kurslar (Ney, Osmanlıca, Kişisel Gelişim…) veriliyor. Bunun yanında Darülaceze, Umut Çocukları Vakfı gibi sosyal kurumlar, yaşayan değerlerimiz, üstatlarımız ziyaret ediliyor. Bir vefa borcu olarak ziyaret edilen bu üstatlar arasında Ahmet Nuri Yüksel, Ahmed Yüksel Özemre, Orhan Türkdoğan, Dilâver Cebeci, Aykut Kazancıgil, Turgut Cansever, Süleyman Yalçın, Sabahattin Zaim, Uğur Derman, Çiçek Derman, Alâeddin Yavaşça, Mehmet Genç, Orhan Okay, Nevzat Atlığ ve Sermet Sami Uysal da bulunuyor. Gençler de yıl boyunca yaptıkları ‘vefalı sunum’larıyla bu ziyaretlerin intibalarını ve kendilerinde bıraktığı derin izleri arkadaşlarıyla paylaşıyorlar. Sanatın değişik dallarıyla ilgilenen vakıf mensubu gençler, Azerbaycanlı Türk şair ve yazar Bahtiyar Vahapzade’nin Özümüzü Kesen Kılıç isimli eserini sahneye taşıdı. Vakıf, TRT Avaz ekranlarında “Kültür Harmanı” programını da kültür ve sanatla ilgilenen seyircilere ulaştırıyor. Sosyal faaliyet

sayı//11// haziran 96

HAKKA YÜRÜDÜKTEN SONRA UNUTULMAYANLAR KOCAV Ailesi, vefa konusunda öne çıkan kıymetli kuruluşlarımızdandır. Erol Güngör, Ömer Lütfi Mete, Hasan Kılıçarslan, Durmuş Hocaoğlu ve Kemal Çapraz gibi vefat etmiş isimler hiç bir zaman unutulmuyor. Vakfın Süleymaniye’deki merkezinde her yıl bu isimler ve diğerleri hatırlanıyor, haklarında konuşmalar yapılıp ruhlarına Kur’an-ı Kerim okunuyor, dua ediliyor. Azerbaycan’dan İran’a, Tükmenistan’dan Rusya’ya, Kırım’dan Tacikistan’a dünyanın farklı ülkelerinde, İstanbul’daki bir çok üniversitede eğitim gören, önlisans, lisans ve lisansüstü bölümlerindeki binlerce öğrenciye burs veren KOCAV, akademisyen mensuplarıyla artık bir üniversite kurmayı da hak ediyor. Zaten şu anda âdeta bir ‘sivil üniversite’ görünümündedir. Ahde Vefa, Başarı Öyküleri, Divan sohbetleri, Şiir Akşamları ve Mezun Ziyaretleri ile gerçek bir ocağa dönüşen KOCAV, hizmetleriyle hep anılacak, özgül ağırlığı yüksek, içi mâna ile dolu, muhtevalı, değerli bir sivil toplum kuruluşudur. Özetle “Kültür Ocağı samimi gönüllerin, ilim için çalışanların, vatan ve millet sevdalılarının buluştuğu, garazsız dostlukların kurulduğu özlenen medeniyet inşasında koyabildiği kadar tuğlayı koymayı kendine şiar edinmiş bir kültür dergâhı”dır. Ülkemizin büyüyüp gelişmesinde, millî ve üstün bir medeniyetin yeniden inşasında misyon üstlenmeyi kutsal bir görev telakki eden bir topluluktur. Vakfın genel merkezi, Hacı Ârifbey Konağı, Süleymaniye Mahallesi, Ayşe Kadın Hamamı Sokağı,No. 24 Eminönü/Fatih İstanbul adresindedir.. Erol Güngör Kültür Merkezi ise yine aynı semtte Avni Paşa Sokağı, No. 5 adresindedir.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.