ŞEHİR ve KÜLTÜR - 72. Sayı

Page 1



Biz’den… KONUŞTUĞUN DİL, BENLİĞİNDEN BİR PARÇADIR… … Bizim işimiz çok zor biz ki, Nazım Hikmet’in ve Yahya Kemal’in Âkif’in ve Hacı Bektâş’ın Hâşim’in ve Pîr Sultan’ın Yüreklerini anlarız. İslav kederinden ve Tanburî Cemil’den Ayrı zevkler devşiren dervişleriz ki, Yâremiz merhem kabul etmez. Kokteyllerden sormak ile, Köftelere saplanan kürdan mızrak ile Belli olmaz ahvalimiz… .... Hüsrev Hatemi Fertleri ve ırkları idame ettirmek isteyenler için ahlak, insanların uymak zorunda oldukları kaideler bütününden başka bir şey değildir. Akıllı bir insanda ahlak kaidelerine pratik içgüdü hakimdir, Bekayı sağlıyan yalnız bunlardır.. Ailelerin yaşaması için büyüklerin korunması, çocukların da ana babalarına saygılı olması icabeder.. Irkın idamesi için aile şarttır.. Cemiyet halinde yaşamanın mümkün olması için; Hırsızlığın, çekememezliğin, cimriliğin, yalanın, riyanın, kibirliliğin, ortadan kalkması lazımdır.. Ferdin ve toplumun bekası için ahlâk kanununu bilmek, fizyoloji ve fizik kanunlarını bilmek kadar zaruridir.. Birbirimizi ve Allah’ı sevmemiz ferdin ,toplumun bekasıdır.. Herkesin vazifesi, yalnız başkalarını sevmek değil, bilhassa kendini sevdirmeye çalışmak olmalıdır… Sevgi birleştirir, kin ayırır, insanları birbirinden ayıran her şey günahtır.. Cehalet, tembellik, uyuşukluk, ifrad, ayyaşlık, cinsiyet düşkünlüğü ferdi hem ruhen hem bedenen tahrip eder. Terbiyesizlik, iftira, gıybet, hiddet, kıskançlık, ihtiras, kin ve zina aileyi ve toplumu yıkar.. Toplum ve ırk soysuzlaşırsa ilim hiçbir şeye yaramaz. Toplumdaki çözülme ve bozulmanın sebebi; kıskançlık, iftira, yalan, haysiyetsizlik, tamahkarlık, vaadini yerine getirememek, kötülük, yıkıcı tenkit, istihza, alay, nankörlük, kabalık ve bencilliktir.. Millet, beraber yaşamak isteyen insan topluluğudur.. Fertler ve fert gurupları arasındaki ayrılıklar millî hayatı, beraberliği imkansız hale getirir.. İnsanlar, sosyal bünyede, bir bina meydana getirmek için birbirleriyle kenetlenen, birbirine destek olan yapı taşları gibi olmalıdırlar.. Güzergahı bilmek kafi değildir, yolculuğun hedefini de bilmek lazımdır.. Hem madde, hem mana aleminde yol almalıyız.. Yolculuğun gayesi, muhakkak ki vücudun, ruhun ve ruhi yükselişin ifade ettiği her şeyin azami derecede gelişmesine çalışmaktır.. İnsanlar arasında kardeşlik bağlarını kurmalı güçlendirmeli, geçmişten gelen bu dinamik yapıyı geliştirerek kuvvetlendirmeliyiz.. Manevî ve fizikî olarak yenileşmeli, konfordan ziyade kuvvete sahip olmaya çalışmalıyız. Dünyanın ve mede-

niyetin mensubu olduğumuzu düşünmeliyiz… Gençliğe hamaset gereklidir, kahramanca davranması, olması gereken sorumluluğudur…Hür olarak seçilen liderler hareketlerinin bütün sorumluluklarını üstlenmeli ve yönetmelidirler.. Halkla lider arasında derin bir dayanışma olmadıkça hiçbir iktisadi ve millî hamle gerçekleşmez… Bunun için toplumda, bazen işaret fişekleri öncülük etmiştir.. 15 Temmuz 2016 da Ülkemizin üzerine bir bela olarak çökmeye çalışan iç ve dış düşmanlarımıza Fetö adıyla maruf terör örgütüne karşı, seçilmiş liderimizin sorumluluğu hakkıyla üstlenmesi ve topluma yön vermesiyle büyük tehlike atlatılmıştır… Bu hadise, toplumdaki kardeşlik ve milli dayanışma duygusunun ölçüsü olmuştur… Bu durum dünya insanlarına hem örnek olmuş, hem de dostlara moral düşmanlara ızdırap vermiştir…Bu vaziyet , mevcut sosyolojik ve siyasi literatürde örneği olmayan bir hadise olarak kayıtlara geçmiştir.. Her yıl, övünçle kutlanacak, şehadeti tadanlar için ise dualar edilecek müstesna bir gündür 15 Temmuz… Büyük milletlerin tarihinde önemli günler aylar vardır hatırlanması gereken.. Büyük millet ve büyük devlet olmamızı tarihin derinliklerinden itibaren örnekleyebiliriz…Bu nedenledir ki Devlet başkanlığımızın forsunda 16 yıldızla 16 bağımsız Türk Devletinin yeryüzündeki varlığını yıldızlaştırırız. Osmanlı döneminden bugüne kalan miras arasında yer alan Kıbrıs için de böyle bir serüven yer alır tarihimizde.. Kıbrıslı kardeşlerimizin varlığını tehlikeden koruyacak bir hamle yapmamız gerekiyordu, yaptık şükürler olsun.. O yıllarda Türkiye sathında tek yürek ,tek ses olmuştuk: Kıbrıs Türktür, Türk kalacak… Bugün yavru vatanımızda özgürce yaşıyorsa kardeşlerimiz, ülkedeki birlik ve beraberliğimizi sağlayan imanımızla, 20 Temmuzda Mehmetçiğimizin cesaret ve kahramanlığı sayesindedir.. Bu yazıda anlatılan millî ve ahlaki duruş, toplumun birlik ve beraberlik şuuru, vatan, bayrak sevgisinin temelinde, alt planında dil ve din birliğimiz gelmektedir… Dilimize sahip çıkmak zorundayız ki bağımsızlığımızı ve millet olma vasfımızı yaşatalım… Bunun için çok mücadele etmeliyiz.. Prof.Dr.Ali Fuat Başgil üstadımız ne güzel ifade etmiş; “Konuştuğun dil, benliğinden bir parçadır. Benliğinin şerefine saygı gösterilmesini istemek de hakkındır. Hakkını müdafaa et. Unutma ki hak ve hürriyet, bu nimetleri canı gibi seven ve cesaretle müdafaa etmeyi göze alan insanların nasibidir..” Tarihimizde dilimize sahip olduğumuz sürece sağlıklı ve hür bir devlet idaremiz olmuştur…Dilimizi bozmak isteyenler, ülkemizin toplumsal yapısına zarar vermişlerdir... Saçımızı taradık yeni bir sayı ile daha huzurunuzdayız, edeb ile, saygı ile. Hz.Mevlana der ki; dildaşlarından ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir… “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..”

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8 11 12

SAKLI SELÇUKLU HAZİNESİ:

GÜROYMAK Abdulhamit AVŞAR

22ULUKIŞLA

ÖKÜZ MEHMED PAŞA’NIN YADiGÂRI

Mehmet MAZAK

15. YÜZYIL FATİH DEVRi

MEZAR VE TAŞLARI

H. Necdet İŞLİ M. Semih İRTEŞ

32

“KÖYÜ OLMAYAN ÇOCUK” Cem ERİŞ

TARİH; SÜREKLİ YORUMLANMASI GEREKİR..

Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN

ÇOK ÇALIŞMAYI VE SÜREKLi

ÜRETMEYi ÖĞRENMEK Mehmet Kâmil BERSE

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mahmut Şener Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Dr.Öğr.Üyesi Ali Mazak

40 47

SARI SALTUK’TAN MiRAS BiR MASAL DiYARI: BLAGAY

Fahri TUNA

ŞEHiR KOKULARININ PEŞİNDE BİR SEYYAH Bilal CAN

Sanat, Kültür: Zeynep Betül Kavak, Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Prof. Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,


16 SATILIK KÖYLERDEN SATILIK ŞEHİRLERE / Mehmet KURTOĞLU 18 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ HALEP -II- / Hüseyin YÜRÜK 25 ŞEHİRLERİ FARK EDEREK YAŞIYOR MUYUZ? / Muhsin İlyas SUBAŞI

48

KIDEMLi SUNUCUMUZ:

HALiT KIVANÇ Erbay KÜCET

26 YÜRÜYEN ÜNİVERSİTE; OGLİV/ SARI KÖŞK | FERHAN GEYLAN İLE SÖYLEŞİ / Zeynep Betül KAVAK 30 BİR GÜZEL ŞEHİR; CENEVRE / Şifanur ÖZÇELİK ŞİRİN 34 ÜSKÜDAR’IN MECZUBLAR -II- / Dr. Serhat ONUR 36 BÜYÜKLERE BİR DEMET MASAL / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

56

ŞAiR NABi’NiN TARiHi DEĞERDEKi:

MEKKE VE MEDiNE YOLCULUĞU -IIIDr. Şakir DİCLEHAN

39 HATİM -şiir-/ Kâmil UĞURLU 42 KAHRAMAN ŞEHİR-KAHRAMANMARAŞ -2- / Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN 44 AKHİSAR’DA MEZAR HAYIRLARI / Prof. Dr. Adem EFE 50 DEDEME MEKTUP / Ahmet ÖZ 53 AKIL ÜZERİNE / Ezgi Elçin OYNAK

60

54 SARAYBOSNA KOLAJ KİTAPLARI -I- / Necla DURSUN TAŞLARIN ÇAĞRISINI DUYAN RESSAM:

59 KANGALLI SADIK DOSTUMUZ / Canan COŞAR

İsmail BİNGÖL

62 VEFATININ 12. YILDÖNÜMÜNDE ADİL ERDEM BAYAZIT / Serdar YAKAR

FEHiM iBRAHiM HAKKIOĞLU

65 KARADENİZ KÜLTÜRÜNÜN BİR PARÇASI: SERENDİ / İbrahim AKÇAY 66 KUR’AN BÜLBÜLÜMÜZ DR. MEHMET ALİ SARI İLE MÜLÂKAT / Hüseyin MOVİT 69 RÜZGÂR, ŞAHİDİDİR IRMAĞIN / Şenay ŞEKER

78

70 ŞEHİR SOHBETLERİ 31 | CORONA SONRASI ŞEHİRLER, ŞEHİRLERİN YENİ HALİ -II- / Ahmet NARİNOĞLU ŞAiR VE YAZARLARIMIZIN

AYASOFYA HASRETi

72 ARAP COĞRAFYASI VE KUR’AN / Kitap Değerlendirmesi: Sultan GÜZELDAL

Mehmet Nuri YARDIM

75 ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCANIN HAYAT EVRELERİ -8- / Mustafa ATALAR

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.Adem Efe, Dr.Mimar Kamil Uğurlu, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş, Prof. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Prof.Dr.Ali Satan, Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 25 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 35 TL. Abone Yıllık: İstanbul 250 TL. İstanbul Dışı 270 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479

76 ŞEHRİ UZAKTAN SEVMEK / Ekrem KAFTAN Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •

Baskı: Aktif Matbaa ve Reklam Hiz.San.Tic.Ltd.Şti. Adres: Söğütlüçeşme Mah.Halkalı Cad.Nu: 245/1 SEFAKÖY/ Küçükçekmece/İstanbul Tel: 0212 698 93 54 Kapak Fotoğrafı: Ayasofya Camii (muze.gov.tr)


ehir ve Kültür dergimizde, Van Gölü Havzasında Selçuklu izlerini aramak için çıktığımız yolculuğa devam ediyoruz. Amacımız, Selçuklunun bir kültür ve medeniyet olarak halen güçlü bir şekilde varlığını devam ettirdiğini ama bunun araştırılıp ortaya çıkarılmaya, dikkatli göz ile bakılmaya muhtaç olduğunu dikkat çekebilmek…

VAN GÖLÜ HAVZASINDA SELÇUKLU İZLERİ -6-

SAKLI SELÇUKLU HAZİNESİ:

GÜROYMAK

Bu ayki yazıda ise Tatvan, Hizan, Mutki ve özellikle Güroymak ilçesindeki Selçuklu izlerini takip edeceğiz. İlk durağımız Tatvan. Evliya Çelebi’nin “taht-ı Van” olarak zikretmesinden kaynaklıdır. Abdulhamit AVŞAR*

Önceki yazılarımızda Adilcevaz ve Ahlat ilçeleri ile Bitlis merkezdeki Selçuklu mirasını anlatmaya çalışmıştık. Bu ayki yazıda ise Tatvan, Hizan, Mutki ve özellikle Güroymak ilçesindeki Selçuklu izlerini takip edeceğiz. İlk durağımız Tatvan. Evliya Çelebi’nin “taht-ı Van” olarak zikretmesinden, ilçeye bu adın coğrafi olarak Van şehrinin tam altında bir konumda olmasından dolayı verildiği tahmin edilmektedir. Van Gölü’nün güney batısında kurulmuştur. Bitlis’e bağlı bir ilçe olmakla birlikte, nüfus olarak ondan daha büyüktür. Tatvan, tarih boyunca, Van Gölünün güneyinde Anadolu ve Suriye güzergâhına önemli geçiş yerlerinden biri olmuştur. Selçuklu hâkimiyetine geçmesinin ardından da, bölgedeki diğer yerleşim yerlerinde olduğu gibi, hep Türklerin olagelmiştir. Selçuklular, Harzemşahlar, İlhanlılar, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler ve nihayet Osmanlılar… Sultan Alparslan’dan Timur’a, Şah İsmail’den Yavuz’a, Kanuni’den 4. Murat’a birçok Türk hükümdarının bu buradan geçtiğini biliyoruz. Hatta Kanuni, İran seferi sırasında burada bir tersane bile yaptırmıştır. Türkler, Anadolu’ya gelişlerinden itibaren havzanın diğer yerlerinde olduğu gibi, Tatvan’dan da sadece geçiş güzergâhı olarak istifade etmemiş, aynı zamanda büyük kitleler halinde yerleşmiştir. İlçede bugüne kadar gelebilmiş mezarlık alanlarına, -bugünkü haliyle bile- bakıldığında o dönemlerde ne kadar yoğun ve nitelikli bir nüfusa sahip olduğu açıkça görülebilir. Tatvan’da Selçuklu yerleşimlerinin bakiyesi olarak üç büyük mezarlık alanı günümüze kadar gelebilmiş. Dalda ve Tokaçlı köylerindeki mezarlıklar ile merkezde yer alan Çağlayan Mahallesi Mezarlığı. Ne var ki Dalda köyündeki mezarlık alan nispeten ayakta kalabilmiş görünse de diğer iki yer, insan ve zamanın tahribatından yok olmak üzere…

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//72// temmuz 4

Tatvan’ın 10 kilometre batı yönündeki Tatvan’ın Gevaş-Hizan çıkışına yer alan Dalda


Mezarlığı ise köyün karşısında yer alan yamaçta oldukça geniş bir alana yayılmış durumda. Mezarlar sandukalı ve şahideli şekilde inşa edilmiş. Ancak alanın genişliğine bakıldığında toprağın üzerinde kalabilenlerin oldukça az sayıda olduğu dikkat çekiyor. Kayıtlara göre 16’sı şahideli, diğerleri sandukalı 72 mezar ayakta kalabilmiş durumda. Şahide ve sandukalar, diğer Selçuklu mezarlarında olduğu gibi çeşitli motiflerle bezenmiş. Zamana ve ihmale inat Selçuklu döneminden beri varlığını sürdürüyor… Tatvan’a yaklaşık 20 kilometre uzaklıktaki Tokaçlı köyü Paşaelmalı mezrasında da yine şahideli ve sandukalı kadim bir mezarlık yer alıyor. Burada ayakta kalabilmiş mezar taşlarının sayısı daha fazla. Araştırmalarda 28 mezar taşı tespit edilmiş. Üzerlerindeki kitabelerden anlaşıldığı kadarıyla buraya sonraki yüzyıllarda da defin yapılmaya devam edilmiş. Nitekim Davut kızı Asiye’ye ait olduğu yazılan mezar taşı 1438 tarihini taşımakta. Diğer yandan böylesine sanatkârane motiflerle bezeli, bu kadar geniş bir mezarlığın bulunduğu bir beldenin bugün mezra haline gelmiş olması bölgedeki demografik değişimlerle ilgili de önemli ipuçları vermektedir. Tatvan’ın Çağlayan mahallesindeki tarihi mezarlık ise büyük ölçüde yok olmuş dersek yanlış olmaz… Mezarlık alanının bir bölümü yerleşim yeri haline gelmiş. Bir kısmı da bağ bahçe yapılmış. Hâlâ ayakta kalabilen alan ise otlarla, çalılıklarla kaplanmış durumda… Şehir merkezinde mahallelerin arasında garip kalmış bu Selçuklu mezarlığında sadece birkaç mezar taşı ayakta kalabilmiş. Ancak, bu mezar taşlarının Ahlat’taki gibi abidevi ve görkemli mimari görünümleri, üzerlerindeki yazı ve süslemeler buranın döneminin çok önemli bir sosyal ve kültürel yeri olduğunu işaret ediyor, geçmişin ihtişamı ile ilgili önemli ipuçları veriyor.Mezarlıktaki kitabesi okunabilen tek mezar taşının 1145 yılında yapıldığı tespit edilmiş. Bu, doğrudan üzerinde tarih olan, yani kitabesindeki yapılış tarihi okunabilen bir şahide. Ancak, bunun öncesine ait mezar taşları da bulunduğu açık. Maalesef, tarihi mezar taşları Ahlat’taki gibi korunamamış, ihmale, vurdumduymazlığa terk edilmiş. Her biri bir anıtsal yapı niteliğinde olan Ahlat’taki mezar taşları ile beraber Bitlis ili genelinde 26 büyük Selçuklu Mezarlığı bulunuyor. Bunlar tespit edebilenler. Mesela bize rehberlik eden

Mehmet Aydoğan, Güroymak’ta, bir tepenin sırtında da çok eski bir mezarlık olduğunu söyledi. Ama gerek çok zaman alacağı, çekim programımızı aksatabileceğimiz endişesiyle gidemedik ve içimde bir ukde olarak kaldı. Tatvan’dan sonraki durağımız, Bitlis merkeze en uzak ilçelerden biri olan Hizan oluyor… İlçenin merkezine harikulade dağ manzaralarına sahip vadilerin arasından geçilerek gidiliyor. Bir zamanlar terör örgütünün kanlı pusu yerlerinden biri olan bu güzergah, artık tabiat harikalarını seyrederken insanın içinin ferahladığı, yüksek tepelerden, vadi yamaçlarına ine çıka, bazen dar uçurumlu yollardan bazen de ırmağa paralel uzanan enfes yolları olan bir yer olmuş. Böylesine yüzde doksanı dağlar ve ormanlarla kaplı bir ilçeye devletin yaptığı yatırım kelimelerle ifade edemez. İlçe, tüm Van Gölü Havzasında olduğu gibi, Selçuklu hâkimiyetine 11. yüzyılda geçmiş… İlçe sınırları içinde bulunan en önemli tarihi eserlerden birisi Gayda köyünde bulunan kale. Kalenin önemli günümüzde kadar gelememiş… Kalenin tarihi çok eski zamanlara dayanmakta, burada bir dönem hüküm süren Asurlularca yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Hizan ve çevresi daha İslamiyet’in ilk yıllarında Müslümanların yönetimine geçmiş ve 11.yüzyıla kadar Emevi ve Abbasi devletlerine tabi olmuştur. Malazgirt Zaferinden sonra Hizan ve çevresi Dilmaçoğulları Selçuklu Beyliğine verilmiştir. Bugünkü Kayalar köyü de önemli bir merkez haline gelmiştir. Kale, Selçuklular zamanında onarılarak bugüne kadar gelmesi sağlanmıştır. Hizan, Dilmaçoğullarından sonra da Ahlat merkezli kurulan Sökmenoğulları (Ahlatşahlar) beyliğine tabi olmuştur. Hizan ilçesinin Gayda ve Nurs köyleri inanç turizmi açısından da oldukça canlı bir görünüme sahip. Gayda’da Seyid Sıbğatullah Arvasi’nin türbesi bulunuyor. Gayda’dan 10 kilometre kadar içeride bulunan ve bir vadinin iki yakası üzerine kurulmuş Nurs köyü ise Bediüzzaman Said Nursi’nin doğduğu yer olma özelliğine sahip. Selçuklu döneminde Hizan’a yerleşimlerde, Van Gölü’nün güneyinden İran’a uzanan yol üzerinde bulunmasının yanı sıra medrese sisteminin de büyük rolü olmuş… Bugün de bu olgu, tümüyle dini bir niteliğe bürünmesine karşın etkinliğini sürdürüyor… Hizan’dan Bitlis’in diğer ucuna, Mutki’ye doğru yola çıkıyoruz… Mutki de Anadolu’ya büyük Türk göçünün ilk önemli duraklarından 5


Dönemin bu önemli yerleşim merkezi, bugün ise yol güzergâhlarının değişmesi ile uzak bir belde haline gelmiş… Mutki merkezden Kavakbaşı beldesine doğru yola koyuluyoruz… Bitlis’in bu ücra köşesinde çömlekçilik yapılması dikkat çekici… Belki de Selçuklu dönemindeki işlek konumunun bir mirası… Tarihi mezarlık ormanlık bir alanda bulunuyor…

yanında ise bir kümbet daha olduğu, yani bölgede sıkça rastlandığı üzere ikili olarak yapıldığı anlaşılıyor. Ancak bu yapının sadece kaide kısmı günümüze gelebilmiş. Kümbetlerin hemen yanında ise başka yerlerde görmediğimiz boyutta devasa kufi yazılı taşlara rastlıyoruz… Selçuklular bu yazı stilini, süsleme amacıyla, taç kapıların kemerlerinde ve kitabelerde kullanıyorlardı. Güroymak Selçuklu Mezarlığı’ndaki şahideler motif ve figürler bakımından da oldukça zengin… Duvarlarla çevrelenmiş alanın için de de, Ahlat’takine benzer birçok mezar taşı göze çarpıyor.

Mezarlıktaki kümbetin yakın zamanda inşa edildiğini öğreniyoruz. Ancak, Selçuklu mezar geleneğinin izlerini günümüze taşıması bakımından kayda değer bir nitelik taşıyor… Tarihi mezarlıkta ise çok sayıda mermer sanduka ve şahide bulunuyor…

Yapılan araştırmalarda, mezarlık alanda en eski tarihli olarak 12.yüzyıla tarihli mezar taşları tespit edilmiş. Çoğu ise 13-14.yüzyıllara ait. Yani 800-900 yıl öncesine ait önemli bir Türk yerleşim alanı olduğunu söylemek mümkün.

biri olma özelliğine sahip... Selçuklulardan sonra Akkoyunlulara, İlhanlılara ve Safevilere, Çaldıran Savaşından sonra da Osmanlı’ya bağlanmış…

Mezar taşlarının işleniş biçimi, üzerindeki figür ve motiflerdeki sanatkârlık insanı hayran bırakacak özellikte ve geçmişten günümüze ne de çok şeyin değişmiş olduğunu gösteriyor. Bir de kültür ve sanatın ne derece canlı olduğunu. Mezarlıkta dikkat çeken bir başka husus da, insan biçimli mezar taşlarının bulunması… Bu durum, Türklerdeki bu kadim anlayış, ilk yerleşimlerdeki demografik niteliği ve derinliği göstermesi bakımından çok anlamlı… Mutki’de böylesine zengin bir mezar alanının bulunması şaşırtıcı değil aslında… Çünkü bu yer, Siirt Baykan, Muş Hasköy ve Bitlis Güroymak gibi dönemin önemli Selçuklu yerleşim yerlerinin kavşağında yer alıyordu… Mutki’den sonraki durağımız ise, bugün de önemli bir yerleşim yeri olan Güroymak… Güroymak’ı, bölgedeki saklı Selçuklu hazinesi olarak tanımlamak mümkün… Şehrin iki yanından uzanan vadiler, adeta devasa birer Selçuklu sit alanı gibi… İlçedeki, ilk durağımız merkezdeki Selçuklu Mezarlığı oluyor. Mezarlık, Bitlis – Muş yolu üzerinde bulunuyor. Mezarlıkta, ilk dikkatleri çeken yapı, Anadolu’nun hemen her yerinde görülen mimarı görünümdeki Selçuklu Kümbeti oluyor. Kümbet, Kalender Baba adıyla biliniyor. Bu adı, yöre halkı vermiş. Kitabesi kaybolduğundan asıl adı bilinmiyor. Ancak, yapım tarihi tespit edilebilmiş. Buna göre kümbet, 1299 yılında inşa edilmiş… Selçuklu kümbetlerin genelinde olduğu gibi iki katlı olarak yapılmış. İkinci kata kümbetin dışına yapılmış bir basamaktan çıkılıyor. Ayakta kalabilmiş bu kümbetin sayı//72// temmuz 6

Aslında iki vadi arasında uzanan verimli bir ova üzerine kurulan Güroymak, bölgenin en önemli yerleşim yerlerinden biridir demek yanlış olmaz. Yukarıda değindiğimiz gibi, çekim için gittiğimiz her yerde şaşırtıcı büyüklükte kadim Türk mezarlık alanlarıyla karşılaşıyoruz… Bu yönüyle Güroymak’ı, büyük bir Selçuklu açık hava müzesi olarak adlandırmak yanlış olmaz. Bunlardan sadece merkezde bulunan Selçuklu Mezarlığı bile başlı başına bir yazı konusu olabilecek zenginlikte. Ama görülecek ve anlatılacak daha birçok Selçuklu mirası olduğundan, belki başka bir zaman daha ayrıntılı olarak ele alabiliriz, nasipse. Güroymak ovasının iki yakasında sıralanan Selçuklu mezarlıklarının büyük ölçüde yıkımdan kurtulabilmiş olanları arasında en önemlileri, ilçenin Bitlis çıkışında yer alan Aşağı Kolbaşı mezarlığı. Erentepe Mezarlığıdır. Gerek Kolbaşı, gerek Erentepe gerekse birazdan adlarından söz edeceğimiz diğer mezarlıklar, ilginç şekilde benzer olduğu kadar birbirinden farklı mezar taşı motifleriyle bezenmiş. Bu, mezarlıkların farklı Türk boylarına ait olmasından kaynaklanıyor elbette. Mezar taşlarında en yaygın figürlerden biri eğri kılıç figürleri. Sibirya’dan Orta Avrupa’ya Hunlar başta olmak üzere çeşitli Türk hanedanlıklarının hâkim olduğu yerlerdeki mezar kazılarında da sıkça karşımıza çıkan ve “Türk kılıcı” olarak da tanınan bu figürlerin bu kadar çok sayıda olması ayrıca araştırılmayı bekleyen bir konulardan biridir


kanaatindeyim. Gerçi, özellikle Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden birçok değerli hocanın çeşitli çalışmaları da bulunuyor. Ama ne kadar çok ve farklı açılardan yapılırsa hakikatin boyutları daha sağlıklı olarak ortaya çıkacaktır, kuşkusuz. Diğer yandan, her bir motif, Türk boylarının ölüm olgusuna yaklaşımlarını anlamamıza yardımcı olan önemli birer belge durumunda… Farzımuhal çarkıfelek motifi Yaradan’a kavuşmayı simgeleyen bir motif. Kandil ise öte dünyada yolunun aydın olmasını, cennete gitmeyi sembolize etmekte ve sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Mezar taşlarındaki hayat ağacı motifi ise, bugün de Anadolu’nun pek çok yöresinde kullanılmaya devam etmektedir. Mezar taşlarında görülen güneş, ay ve ayna gibi ışıkla ilgili sembollerin inanç temelli olduğu tahmin edilmektedir. Bu anlamda Orta Asya Hun Türklerinin mezarlarında ayna bulunması, bu inancın kökeninin çok eski zamanlara dayandığını ortaya koymaktadır.Van Gölü Havzasının dört bir yanında uzanan Selçuklu mezar alanlarındaki mezar taşlarında rastlanılan önemli bir motif de tamgalar… Tamgalardan yola çıkarak, buralarda hangi Türk boyunun yoğun olarak yerleştiğini de anlamak mümkün. Yani buralarda yerleşen Türkler, Anadolu’ya öz be öz Selçuklu kültürünü getirmişler ve kimliklerini mezar taşlarına işlemişlerdir. Bitlis Güroymak’taki araştırmalarımızda merkez Selçuklu Mezarlığı dahil 11 tarihi mezarlık alanı tespit ettik: Değirmendere, Günkırı, Yamaç, Üzümveren, Erentepe, Özkavak, Yukarı Kolbaşı, Aşağı Kolbaşı, Tahtalı ve Yazıkonak… Bu mezarlıkların her biri oldukça zengin

kültürel miras olma özelliği taşıyor. Aynı zamanda bölgedeki yerleşimin ne kadar eskiye dayandığını da anlamamızı sağlıyor. Mesela Tahtalı Köyünde 13.yy’a ait mezar taşları tespit edilmiş durumda. Aynı şekilde Aşağı Kolbaşı köyünde de aynı yüzyıla ait mezar taşları bulunmuş. Bu mezar taşları Ahlat’taki mezar inşa geleneğinin Güroymak’ta da devam ettiğini açık şekilde ortaya koyuyor. Dolayısıyla bugün İran topraklarındaki Selçuklu merkezlerinde var olan kültür varlıklarının bir devamının Van Gölü Havzasının hemen her yerinde Ahlat’ta, Erciş’te, Gevaş’ta, Güroymak’ta, sonraki yazımızda anlatmayı düşündüğümüz Muş ve ilçelerinde de aynı zenginlikte devam ettiğini yani Van Gölü Havzasında Büyük Selçuklunun mirası ve izlerinin halen varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Elbette, ilçede bu kadar çok sayıda tarihi Türk mezarlık alanının olması, Selçuklulardan itibaren bölgede yüzyıllar boyu yoğun bir Türk nüfus yerleşiminin olduğunu gösteriyor. Günümüze yalnızca mezarlıklar gelebilmiş olsa da, buranın dönemin önemli sosyal ve kültürel merkezlerinden biri olduğunu da şüphesiz. Bitlis ve çevresi zengin bir Selçuklu mirasına sahip… Bu izleri, tarihi alanların yanı sıra sosyal ve kültürel hayatta da görmek mümkün… Ancak, Van Gölü Havzasındaki Selçuklu izlerini araştırmak için çıktığımız yolculuğun son durağı olan Muş ve ilçelerine gitmek üzere Bitlis’in ilçelerindeki gezintimizi sonlandırıyoruz… Geride ise, son yüzyılda ortaya çıkan kimi “romantik” algıların gülünçlüğüyle, anlatılacak daha pek çok öykü bırakarak… 7


15. YÜZYIL FATİH DEVRİ

MEZAR VE TAŞLARI

Mezar ölen kişinin gömüldüğü yer olup baştaşı ve ayaktaşından ibaret maddi ve manevi mekânının adıdır. (Not: Bu yazı, kitap olarak yayınlanacak muhteşem bir eserin tanıtımı mahiyetinde bir makalesidir)

H. Necdet İŞLİ – M. Semih İRTEŞ

Karamanoğlu Mehmed Bey 1471 – Edirne

sayı//72// temmuz 8

onu itibariyle iki esastan yola çıkılması gereken yazının büyük bölümü baştan kayıptır. Zira 14443 Mayıs 1481 arası Fatih devri ricalinden, isimleri tarihte kaydedilmiş şahısların tespit olunmuş kabirleri ve taşları, yaşamış ünlü şahısların %20’sini bildirmektedir. Bu konuda önceden yapılmış iki yayın, esas alınma mecburiyetindedir. İsmail Fazıl Ayanoğlu’nun sadece kitabeleri yönünü ele alan 1944 tarihli makalesi ile Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in 1976’da Türk Tarih Kurumunca yayınlanmış 371 ismi kaydettiği kitabı ana mehazdır. Mezar ölen kişinin gömüldüğü yer olup baştaşı ve ayaktaşından ibaret maddi ve manevi mekânının adıdır. Osmanlı, ceset gömülmemiş ama manevi mezar olarak addettiği yerlere sadece baş taşı dikerek farklılığa dikkat çekmiştir. Başta İstanbul fethi olmak üzere büyük savaşlarda binlerce ceset ve şühedanın bir kısmının ölüsünün bulunamaması söz konusudur. Bu acı gerçekler bir zaruret olan makam mezar olgusunu icbar ettirmiştir. Fatih devri ricalinden olup mezarı kaybolmuş birçok önemli şahsiyet vardır. Evvelce mezar taşlarımız üzerine taramaya dayalı kodeksler yayınlanmış olmadığından Fatih Devri mezar taşları üzerinde yukarıda adı geçen iki yayın çıkış noktası alınarak bir tespit ve değerlendirme yapma gayreti içinde girilmiştir. Osmanlı Mezarları, Selçuklu ananesine bağlı beylikler döneminde tatbik edilen Arapça kitabeli ve Türk tezyini unsurları ile süslenmiş ve manevi mitolojik inançları da simgeleyen sembollerin zaman zaman yer aldığı mezar tipolojilerini 16. Yüzyıla kadar uygulaya gelmişlerdir. Maddi imkânlarla direk orantılı olan bu mimarinin ilk devirlerinde görülen sanduka tipine baş taşı ve ayaktaşı ilavesi ile mezar ihtişamlı bir görünüş kazanmıştır. Hem mezar yerinin kaybolmaması hem de üzerinde İslami kuralların özellikle faniliğin hatırlatılmasına imkân sağlayan kitabeli yüzeyler ve bunları destekleyen manevi hususları hatırlatan sembol ve tezyinat ile inanç tazeleyici olan mezar taşları İstanbul’un fethi ile başlayan süreçte fevkalade önemsenmiş abideler olarak inşa olunmuşlardır. Bu devrin kitabelerinde birinci şart “ENTEKALE EL MERHUM Darülbeka ilel darül fena” ifadesinin baş taşında öncelikle yer almasıdır. İslam inancının esasını teşkil eden ölümden sonra başka bir yaşam olduğuna dikkat çeken ve ölüm değil diğer


Fatih’in hanımı Sitti Hatun 1486 – Edirne

Fatih’in hanımı Sitti Hatun 1486 – Edirne

bir ebedi hayata geçildiğine dair bu ifade Fatih Devri taşlarının en birinci özelliğidir. Hemen bunu bu devir taşlarındaki cennet ve uçma ile ilgili fevkalade stilize tezyinat ve süsler sembolizm takip eder. Bu devir taşları mihraplı tezyini desenli ve sembollerle süslü olarak inşa edilmiştir. Mezar taşlarının bu sembolik anlatımları meftanın arkasından yapılan bir dua niteliğini taşımaktadır. Mihrap nişli bir mezar taşı biçimi cennete gidişi (mekânın cennet olsun) anlatırken, taşın yanlarındaki kum saati zaman mefhumunun süratle akıp gittiğini görenlere anlatmaktadır. Kandil biçimi tüm mezar ve türbe mimari tezyinatında görülen aydınlık bir geleceğin olmasını dua niteliğinde vurgulamaktadır. Bu sembolik anlatımların içinde çarkıfelek biçimli gülbezekler ise, bu dünya halinin hızla döndüğünü kısa olan ömrün güzellikler içinde olmasını dileyebilir. Erken Osmanlı mimari tezyinatının özelliklerini incelediğimizde Selçukî tezyinatının önemli tesirleri olduğu bilinmektedir. Selçuklu tezyinatının temel motifi olan Rumi Anadolulu anlamında kullanılmış bir isimdir. Zoomorfik kökenli olan bu motifin Selçuk devletinin arması olan Kartal figürünün detaylarından

Muradiye Haziresi - Bursa

stilize edildiğini söyleyebiliriz. Anadolu coğrafyasına Selçuk medeniyeti ile girmiş olan Rumi motifi erken Osmanlı tezyinatında hem mimari hem kitabi tezyinatının temelini teşkil etmektedir. Konumuz olan Fatih devri mezar taşlarının mimari biçim ve desenlerinin büyük bir kısmı, öncesinde Bursa tezyinat üslubunun etkisinde devamlılık göstermiştir. Fatih devri mezar taşlarının 15. Yüzyıl sonuna kadar olan örneklerini genel başlıklar altında sayabileceğimiz tipolojileri mihraplı, kemerli, tepelikli, kare gövdeli ve zeyni biçimler olarak sıralayabiliriz. Erken devir örneklerinin 9


Mustafa Çelebi’nin zeyni taşı 1499 – Eyüp Sultan

Saraç İshak – Kumkapı

bazılarında baş ve ayak taşları arasında kiminin üzeri düz kiminin ise kitabelerle tezyin olunmuş sandukaların mevcut olduğu görülmektedir ki bu sandukalılar daha ziyade Bursa ve Edirne’de mevcuttur.

Rumi Mehmet Paşa’nın kızı Nağmenaz – Üsküdar

Bali Ağa’nın oğlu Kurt – Üsküdar sayı//72// temmuz 10

15. yüzyılın ikinci yarısından sonra sanduka sistemi kullanılmayıp sadece köfeki taş ile yapılan lahitler kullanılmıştır. Bu mezar taşlarında genel olarak rumi motifli tasarımlar yer alırken kısmen hatayi diye adlandırılan bitkisel kökenli motifler yer almaktadır. Fatih Sultan Mehmet’in Başnakkaşı olan Baba Nakkaş tezyinat örneklerinde hatayi motifleri ile yapılan münferit kompozisyonlar, yanı sıra 15. Yüzyıl sonuna doğru karma olarak rumi ve hatayi motifleri ile tezyin edilmiştir. Taşların tezyinatları genel olarak simetrisindedir. Mermer şahideli taşların hemen hemen tamamı celi sülüs hatla yapılmış muhteşem kitabeleri mevcuttur. Bu yazı ve desenlerin dış hatları zemine pahlı ve üstleri düz kesitli olarak taş yontu tekniği ile çalışılmıştır. Yüzyılın sonuna doğru desenlerde iç bünyelerinin de gösterilip üçüncü boyut görüntüleri ile daha müzeyyen bir çalışma elde edilmiştir. 15. yüzyıl mezar mimarisinin meydana gelişindeki bu çalışmaların zenaatkâr taş yontucularının ortaya koydukları kültür abidelerimizin biçim ve tezyinatları tasarımcı mimar ve sanatkârlarla üslup birliği içinde bir merkezden yönetildiği düşüncesini ortaya koymaktadır.


TARİH; SÜREKLİ YORUMLANMASI GEREKİR.. Yahya Kemal Doğu’dan Batı’ya giden Türkleri, felsefe yapan bir millet olarak değil, fetih yapan bir millet olarak görmüştür. Ancak söz konusu olan fetih, silahlarla yapılan bir fetih değil, Mesnevi ile yapılan bir fetihtir. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

ütün insanlığın düşünce ve eylem birikimi, tarihin havuzunda toplanır. Bu yüzden tarih, araştırma alanı ne olursa olsun, her bilimin atölyesidir. Bütün bilimler tarihin büyük havuzundan yararlanırlar. Tarihi tekrar yazmasını ve tekrar yorumlamasını bilmeyenler, gelecek kuşaklara kalacak eserler bırakamazlar. Geçmişim derinliklerinden bakmadan, gelecekte yaşanacakları tahmin etmek çok zordur. Tarihçi Arnold Toynbee’nin İstanbul’da, “Tarih Üzerine” yaptığı iki konuşmada vurguladığı gibi: “Her ülkede her kuşak ülkelerinin tarihini yeniden yazmak zorundadır.” Tarihin olayları değişmez, ancak olayların yorumu kuşaktan kuşağa değişir. Her kuşağın dünyaya bakışı, değişik boyutlarıyla hayatı kavrayışı değiştiği için, tarihin yorumlanışı da değişir. Tarihte yapılan hataların tekrarlanmasını önlemek için, tarihin sürekli yeniden yorumlanması gerekir. Yahya Kemal’in şiir ve düşünce dünyasında, sedeften bir ırmak gibi, Asya’dan Avrupa’ya akan Türk tarihinin, vazgeçilmez bir yeri vardır. Yahya Kemal’e göre, Anadolu’nun bin yıllık tarihi, Türk toplumunun kimliğiyle birlikte, kişiliğini de oluşturmuştur. *TC.Maltepe Üniversitesi

Türklerin düşünce eylem dünyaları, Anadolu’nun tarihiyle ve coğrafyasıyla yoğrulmuştur. Tarih Anadolu insanının düşünce, coğrafya eylem dünyasına yeni boyutlar kazandırmıştır. Anadolu’da tarih ve coğrafya, Türklerin, önceden okunmayan kaderleri olmuştur. Mehmet Akif, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, nasıl savaşları şiire, şiiri de savaşlara kazandırmışsa, Yahya Kemal de Türklerin tarihlerini şiire, şiirlerini tarihe kazandırmıştır. Onlar için Anadolu, bin yıllık tarihiyle ve coğrafyasıyla, bitmez tükenmez bir hazine görevi yüklenmiştir. Medeniyet ve edebiyat sevdalısı Sadettin Ökten, “Yahya Kemal’in Rüzgarıyla” kitabında, Yahya Kemal’in şiirlerinden yola çıkarak, Türklerin Balkanlarda, yüzyıllarca süren ilerleyişleriyle birlikte, çekilişlerini de ayrıntılı olarak ele almış, akıcı bir dille de anlatmıştır. Yahya Kemal şiir yazmamış, şiirle tarih yazmıştır. Yahya Kemal tarihin peşinden koşmamış, tarih Yahya Kemal’in peşinden koşmuştur. Yahya Kemal tarihi aramaz, Tarih Yahya Kemal’i bulur. O büyük şair olduğu kadar, yıkılışta yükselişi gören, büyük bir tarih felsefecisidir. Yahya Kemal Türklerin Balkanlar'dan, Kafkaslar'dan, Ortadoğu'dan Anadolu’ya çekil- dikleri bir dönemde, karamsarlığa, kötümserliğe, ümitsizliğe düşmeden, geçmişin güzel günlerinin, geleceğin güzel günlerine ışık tutması için bugüne taşımıştır. Yahya Kemal dünyaya tarihin derinliklerinden bakarak, geçmiş yüzyılların görkemini, şiirleriyle, yazılarıyla, sohbetleriyle, Yirminci yüzyıla yansıtmasın bilmiştir. Onun şiirlerinde Türklerin Anadolu’daki dokuz yüzyıllık tarihlerinin, ana dinamikleri bir büyük ressamın fırçasından çıkmış tablo gibi, bütün görkemiyle gözler önüne serilir. O tabloda Türklerin üç kıtada, iki denizde var oluşlarının, büyük dönüm noktaları olan, Çaldıran, Mohaç, Kosova, Niğbolu, Belgrad, Budin, Mekke, Medine, Kudüs, Mısır, Tunus, Barbaros ve Cezayir vardır. Yahya Kemal Doğu’dan Batı’ya giden Türkleri, felsefe yapan bir millet olarak değil, fetih yapan bir millet olarak görmüştür. Ancak söz konusu olan fetih, silahlarla yapılan bir fetih değil, Mesnevi ile yapılan bir fetihtir. Yahya Kemal’in düşünce ve eylem dünyasında, cihan vatandır, vatan cihandır. O cihanda İstanbul, Mekke kapısı Üsküdar, Medine kapısı Eyüp, Kudüs Kapısı Kadıköy ile ayrı bir yer tutar. Yahya Kemal Paris’te aradığını, İstanbul’da bulmuştur. İstanbul’u Topkapı’da Okunan Kur’an ve Ayasofya’da okunan ezan korumaktadır. 11


“AYASOFYA-İ KEBİR CAMİ-İ ŞERİFİ” Pek tabiidir Ayasofya-i kebir Cami-i Şerif'in de namaz kılınacak ve mekân,aslına çevrilecektir.. Ekmek gibi su gibi aziz hakkımıza kim ne diyebilir ki… Mehmet Kâmil BERSE

MTTB VE GENÇLİĞİN AYASOFYA MÜCADELESİ

70’li yıllarda M.T.T.B de Aziz Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Ayasofya şiirini dinlerken aşka cuşa gelir daha sonra bizi bir hüzün kaplardı. Fethin sembolü Fatih’in vakfiyesi ve vakıf şartını düşünerek 29 Mayıs’larda etrafında toplanarak mitingler yapılırdı. Asker ve polis görevlileri onun için toplanan topluluğa mani olur halkı dağıtırdı.

sayı//72// temmuz 12

Sayın Dr.A. Alpayında içinde bulunduğu bu topluluk olaysız dağılırdı, Çocuk yaşlarımızdan bu yana aile büyüklerimizin taşıdığı bayrağı taşıdık, bu bayraklar ; Ayasofya Camii açılsın… Diğeri Kıbrıs Türk tür Türk kalacaktır.. Bu mottolar bizim beynimize ruhumuza kazınmıştır, (Hangi çılgın zincir vuracakmış şaşarım..) Şimdi kimilerinin bunu tartışmasına bir anlam veremiyorum. Pek tabiidir Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’nde namaz kılınacaktır, aslına çevrilecektir.. Ekmek gibi su gibi aziz hakkımıza kim ne diyebilir ki… Yıllar önce, Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal, Milli Gazete İnternet Haber Servisi Genel Müdürü Gökçen Göksal‘a çok ilginç bilgileri aktardığı söyleşide konuşmuştu (Milli Gazte’de yayınlanan bu söyleşiyi aradan yıllar geçtikten sonra önemine binaen burada paylaşıyorum) : -Aytunç Bey, Ayasofya‘nın durumu hakkında alışa gelmiş bilgilerin dışında siz neler düşünüyorsunuz? AA-Bu soruyu cevaplarken önce o döneme gitmek, o dönemin kendine özgü uluslararası şartlarını ortaya koymak gerekiyor. Biz günlük hayatta genellikle Bizans diyoruz ama; Bizans‘ın gerçek adı Doğu Roma İmparatorluğu‘dur. 1453‘te Ayasofya‘nın durumunu bilmeden Ayasofya ile ilgili süreci anlayamayız. 1453 senesinde dünya hukuk sistemine göre "bir ülkenin diğer bir ülkeyle savaşa girip de savaştan zaferle çıkması sonucunda ne olur" sorusunun cevabı çok önemli. O dönemdeki dünya hukuk sistemine göre; bir ülkenin kralına ait olanlar kralına geçer, askerine ait olanlar askerine geçer, dinine ait olanlar dinine geçer. Bu, eski Roma hukukudur. Bu hukuk yapısı içinde Ayasofya doğrudan doğruya bizzat imparatorun kendisine ait olan bir kiliseydi. Ayasofya, Doğu Roma‘da Krala aittir ve Ayasofya Fatih Sultan Mehmet‘e geçmiştir. Dolayısıyla Bizans kralına ait olan Ayasofya Osmanlı padişahına geçmiştir. XI. Constantine ait olan Ayasofya doğrudan Fatih‘e geçmiş onun şahsi malı olmuştur. Neden şahsi malı olmuştur. Osmanlı Padişahına geçmesi sivil hukuka göre yapılmış bir şeydir. Fakat Fatih Sultan Mehmet de bunu şeriata uygun bir şeklide, bedelini ödeyerek vakıf haline getirmiştir. Dünyada bile hayvan hakları yokken o vakıftan sokak hayvanlarına bakım parası ayrılmıştır. Ayasofya‘nın Patrikhane‘ye ait bir gayrimenkul olmadığı doğrudan doğruya F.Sultan Mehmet Han‘a ait olduğu bilinmelidir. Bu sebeple Patrikhane, Ayasofya üzerinde


hak iddia edemez. Ayasofya Patrikhane‘nin mülkü değildir. Doğrudan doğruya Fatih‘e bağlıdır. Bu açıdan Patrikhane‘nin Ayasofya üzerinde hak iddia etme hakkı yoktur. Ayasofya‘nın Patrikhane‘ye ait bir gayrimenkul olmadığına özellikle dikkat çekmek istiyorum. Patrikhane‘nin Ayasofya üzerinde hak iddia etmesi kabul edilecek bir durum değildir. - Fatih Sultan Mehmet Han‘ın vakfiyesine rağmen Ayasofya bugün hala müze. 1934‘ten sonraki gelişmeleri siz nasıl değerlendiriyorsunuz? AA- Ayasofya‘nın durumunu yakından ilgilendiren iki önemli olay anlatacağım. Birincisi; Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın kurulması. Diyanet İşleri Başkanlığı neyin yerine kuruluyor? Şeriye ve Evkaf Bakanlığı ilga ediliyor, Hilafet kaldırılıyor 1924‘te. Peki gerçekte Hilafet kaldırılıyor mu? Soru bu. Türkiye‘de hilafet kalkmamıştır Türkiye‘de 1924 yılında Hilafet kaldırılmıştır. Ama aslında Hilafet kaldırılmamıştır. Kaldırılan, ilga edilen Şeriye ve Evkaf Bakanlığı‘dır. Meclis kararıyla Halife Abdülmecit‘in ünvanı geri alınmıştır. Yani Abdülmecit‘in Halifelik ünvanı kaldırılmıştır ama halifelik makamı kaldırılmamıştır. Hilafetin kaldırılması için ilga edildikten sonra mülga edilmesi gerekiyor. Mülga olabilmesi için gömülmesi gerekmektedir, ama gömülmedi. Örneğin bir şahıs vefat etti ilga oldu, mülga olabilmesi için gömülmesi gerekiyor. Mülgası yapılmadı. Bir şahsa verilmiş olan halifelik unvanı kaldırılmış, onun yerine makamı kalmış fakat makamda bakanlık ilga edildiği için diyanet işleri reisliği yerine getirilmiştir. Şöyle örnekleyelim. Bir adam Başbakan oldu Meclis onu Başbakan olarak kabul etti. Türkiye Cumhuriyetini yönetiyor. Sonrasında o kişinin Başbakanlığı bitti. Ama Başbakanlık makam olarak hala duruyor. Yani Bir şahsa verilmiş olan Halifelik ünvanı kaldırılmıştı onun yerine makam kalmış, fakat makamda Şeriye ve Evkaf Bakanlığı ilga edildiği için yerine kurulan Diyanet İşleri Reisliği diye bir kurum çıkmış ortaya. O sırada Ayasofya Şeriye ve Evkaf Bakanlığı‘na bağlı iken ondan ayrılmış Kültür Bakanlığı veya Müzeler Saraylar adıyla başka kurum gözetimine bırakılmış. Burada iki husus önemli Birincisi böyle bir olay hukuki midir? Bu tartışılır. İkincisi Hilafet kurumu. Hilafet ancak biat yoluyla mülga edilebilir, yasal olarak siz Hilafet‘i ilga edilebilirsiniz, ama mülgasının yapılabilmesi için biat gerekiyor biat edilecek halife yok ortada kişide yok ortada.Şeriat

yasalarına göre biat yoluyla alınmış bir kurum ancak biat yoluyla devredilebilir. Böyle bir iş yapılmış mı yapılmaz neden yapılamaz. Çünkü Halife yok ortada. Biat edilecek kimse olmadığı için ortadan kaldırılamamıştır. Dolayısıyla iki husus çok önemli. Halifeye bağlı iken Ayasofya sivil kurumlara, sivil yasalara devredilmiş fakat biat edilmediği için Ayasofya‘nın durumu muallak bırakılmıştır.Fakat 1934‘e gelindiğinde durum çok farklı bir hal alıyor. 1934 yılında bu defa Meclis‘te bir tasarı hazırlanıyor. Buna göre deniyor ki; "Ayasofya bina olarak kötü durumda restorasyona alınması" gerekiyor. Bunun için bir kararname çıkarılıyor. Restorasyona alınma kararı 22 Kasım 1934‘te çıkarılıyor. Restorasyon kararının sıra numarası da 1589. İki gün sonra aynı başlık altında yine aynı sıra numarasıyla (halbuki 1589‘dan sonra başka bir numara alması gerekiyor, mesela 1590 gibi) 24 Kasım 1934‘te restorasyon ve müzeye çevrilmesi yönünde (müzeye çevrilmesi ibaresi birincisinde yok ikincisinde var) kararname çıkarılıyor. Birinci sayfası farklı, ikinci üçüncü, sayfası farklı muamelat dairesinin kağıtlarına basılıyor. -Peki, bu kararın arkasında kim ya da kimler var? AA- Kararnamelerin altında Mustafa Kemal‘in imzası olduğu görülüyor. Fakat bu imza da oldukça tartışmalı... Türkiye‘de soyadı kanunu 02.07.1934 tarihinde çıkıyor. Meclis kabulü 21.06.1934. Yani temmuz ayında çıkan bu soyadı kanunu Kasım ayına geliyor; bu tarihte Mustafa Kemal‘in soyadı yok o sırada, hatta Mustafa Kemal değil "Mustafa Kamal Öz" diye geçiyor. Mustafa Kemal‘e Atatürk soyadı 27.11.1934 de kanunla veriliyor. Dikkat edelim buraya yani kararnameden 5 gün sonra veriliyor.Ama kararnamenin altında K.Atatürk diye imza var. Bu nasıl oluyor? Üstelik Mustafa Kemal, ‘Ata‘ isminden nefret ediyor; "bana Ata mata demeyin" diyor, bu bütün belgelerde var. O dönemde bazı yağcı, yalakalar Mustafa Kemal‘i bile kızdıracak tekliflerde bulunuyor. Muhittin Üstündağ, Mustafa Kemal‘e: "Efendim dünyada Lenin adına kurulmuş şehir var Leningrad, Washington adına kurulmuş bir şehir var. Biz de Ankara‘nın adını değiştirelim Atatürkland yapalım" diyor, Atatürk onları yanından kovuyor. -O zaman, Mustafa Kemal‘in adını ve gücünü kullanan birileri var... AA-Buraya kadar geçen sürede iki önemli husus var. Halifenin unvanının alınmasından sonra 13


Ayasofya‘nın statüsünün belirsiz bırakılması, çünkü devletin içinde kime ait olduğu belli değil. İkincisi o kararnamelerin altında K. Atatürk imzası nasıl oluyor? Çünkü O sıralara da Mustafa Kemal, Öz soy ismini kullanıyor. Emniyet Genel Müdürlüğü bir soruşturma yapar ve süreci incelerse şunu görecekler: Kararnamenin altında İnönü ve Şükrü Kaya‘nın imzaları ıslak imza. Mustafa Kemal‘in imzası ise kaligrafi, o kaligrafi oraya konulmuş. Diğerleri gibi değil. 22 Kasım tarihinde Mustafa Kemal‘in soyadı Atatürk değil. 27 Kasım‘dan itibaren Atatürk soy ismini alıyor. Çünkü o kararnamenin hazırlandığı tarihte Mustafa Kemal‘e Atatürk soyadı verilmemiş, Buna rağmen belgelere Atatürk olarak imza atılmış. Bu teklifi veren, bu değişikliğin yapılmasını sağlayan ve o imzayı atan Agop Martayan Dilaçar diye bilinen bir Mason ve Necmettin Arıkan diye diğer bir masondur. Bu değişikliğin amacı Ayasofya‘yı müze haline getirmek daha sonrada tüm dinlerin buluştuğu merkez haline getirmektir. Bugünkü diyalogçuların yürüttüğü yöntemle aynı. -Mustafa Kemal‘in bu yaşananlardan haberi yok mu yani? AA- Mustafa Kemal‘in bu kaligrafiden hiç haberi yok. Bunu kesin olarak söyleyebilirim. Çünkü ortada iki kararname var; biri 22 Kasım diğeri 24 Kasım tarihli. Birinde restorasyon kararı var diğerinde restorasyon ve müze kararı var. Tabi o restorasyon hala bitmedi. Bitmeyen bir restorasyondur o. Dolayısıyla Ayasofya‘nın şimdiki durumunda bir belirsizlik var. Vakıf olmaktan da çıkarmaya çalışıyorlar. Vakıf evraklarını da yok etmeye çalışıyorlar. Bunun vakıf olduğunu Fatih Sultan Mehmet Han‘ın bizzat kendi buyruğunu ortandan kaldırıp burasının hoş görü adı altında diğer dinlerin de ibadet yapabileceği bir duruma kavuşturmak istiyorlar. AB Parlamentosu‘nda Ayasofya‘nın bir an önce Ortodoks ibadetine iadesiyle için teklifler, konuşmalar da oldu. Bu konuyu gündeme getirenlerden ikisi Romen milletvekiliydi. Bunlara 26 milletvekili destek verdi. Bunlarda zamanla gelecek önümüze. Ermeni tazminatları, toprak istekleri gelecek 15 yıldan beri bunları söylüyorum. Süreç dergisinin 1. sayısında 20 yıl sonra Sevr‘i önümüze koyacaklar demiştik. Bu da sırası ve günü gelince önümüze gelecek. -Haberi yoksa neden karşı çıkmıyor peki? AA- Dış baskılar var. Bir kere Lozan‘da bize sayı//72// temmuz 14

büyük bir gol atıyorlar Ayasofya ile ilgili. Bu golden sonra toparlanmak kolay değil. Lozan Anlaşmasındaki 39. - 44. maddelerinin içinde bu günkü Fener Patrikhanesi‘nin kalmasının adı bile geçmemesine rağmen şöyle bir ifade var: "Hıristiyanlar ve Hıristiyanlara ait ibadethaneler". Daha sonra İngiliz ve Fransızlar bu ibareyi kullanıyorlar zaten. Dikkat ederseniz, "Hıristiyanlar ve Hıristiyanlara ait kiliseler" denmiyor. "ibadethaneler" deniyor. Bu ayrıntı çok mühim. Ayasofya eski kilise olduğu için ibadethane statüsüne sokulduğu zaman Lozan anlaşmasındaki bu madde gerçekleşmiş oluyor. Bize de bunu empoze ediyorlar. İbadethane statüsüne kavuşturulursa Türkiye yanar. Türkiye olarak önümüze getirmek istedikleri bir husus var: "Ayasofya aslında Ortodoksların malıdır" diyorlar. "Orası kiliseydi tekrar açılmalı, çağımız dinlerarası diyalog çağıdır senede iki defa gelsin ibadetlerini yapsınlar" diyerek bu olup bitenleri, uygulamak istedikleri planları normalleştirmeye çalışacaklar. Bunu da halkımıza ‘turist geliyor‘ diye anlatacaklar. Türkiye böyle bir jest yapmaya zorlanacak ve bu durum insanlara yutturulacak. Saadet Partisi‘nin yaptığı "Papa buraya gelme mitingi" olmasaydı; Papa gelince Ayasofya‘da diz çöküp burayı kendilerince yeniden kutsasaydı; o zaman cümbüşü seyredecektik. -İlginçtir Türkiye‘mizde AB uyum yasaları çerçevesinde mevzuatımızdan ‘cami‘ ifadesi çıkarılarak yerine ‘ibadethane‘ ifadesi de kondu. Şimdi siz de Ayasofya ile ilgili ‘ibadethane‘ statüsünün tehlikesine dikkat çekiyorsunuz. Bu çok önemli bir vurgu. Ayasofya‘nın ‘ibadethane‘ statüsü sizce neden sakıncalı peki? AA- Evet, Ayasofya‘yı ibadethane statüsü haline getirmeye çalışıyorlar. Böyle olursa eğer Ayasofya havra da olabilir, kilise de olabilir, Budistlerin tapınağı da olabilir. Türkiye biraz önce de bahsettiğim gibi bu konuda çok sıkıştırılıyor. Ayasofya‘ya ‘ibadethane‘ statüsü verilsin isteniyor. Bunun için ibadethane statüsüne kavuşturulmamalı. Müslüman ibadeti yapılmalı. Hıristiyanların ibadet etme hakkını Doğu Roma bile vermemiştir. Müzeyken cami yapılmayıp ibadethane olursa daha kötü olur. -Bunu biraz açar mısınız? AA-Ayasofya‘nın arkasında namaz kılabilirsin. Ama içinde, kubbenin altında namaz kılabilir misin? İzin vermezler! Ayasofya‘nın kilise olarak açılmasını engellemeden cami olarak


kullanamazsın Dinlerarası diyalog ve İbrahim‘i dinler diyerek yaptıkları propaganda da bu konuda çok etkilidir. İnanç turizmi yapılıyor kazandığımız para şu kadar diyerek halka yutturmaya çalışacaklar. İbadethane statüsüne kavuşursa, Lozan‘ı uygulayın diyecekler. Tekrar ediyorum; ibadethane statüsü verilerse cami olarak kullanılmayacak. Lozan anlaşmasından 1934‘e kadar Türkiye‘de siyasi olarak çok önemli ve karışık olaylar yaşanıyor. 19341938 yılları da öyle. Hilafeti kaldırdın bir de ‘Ayasofya‘yı Hıristiyanlara veriyorum‘ dersen, Türkiye‘de kıyamet kopardı. Zamana yayıyorlar. Burada bazı kesimlerin yapacakları propaganda çok önemli. Türkiye‘nin İnanç turizminden kazanacağı para, Türkiye bir ilki gerçekleştiriyor denilerek halka, Ayasofya‘nın ortak kullanılması gibi, bunu yutturmaya çalışacaklar. 2013‘ten itibaren bu tür girişimler başlayacak. - Sayın Altındal, Aysofya‘nın bu duruma düşmesinde dış baskılara da değindiniz. Bugün de bu baskılar ya da müdahil olma durumu var mı? AA-Olmaz mı! Bu projeler beş yıllık falan değil uzun vadeli projeler. Örneğin Kürt meselesi. Bu mesele İran, Irak ve Türkiye‘ye karşı her zaman kullanılacaktır. PKK biterse sorun biter, bunun için bitmesine izin vermezler. PKK biterse başka şeyler çıkar. KCK operasyonu BDP‘nin dediği gibi masum değillerdir. KCK geçmişteki 5 örgütün üst yapılanmasıdır. 1970‘lerden bu yana vardır. Bu destek yurt dışından gelmektedir. Bu desteğin amacı da çok açık.Türkiye‘yi hep kendi denetimleri altında tutmak, güçlenmesine izin vermemek. Bunun gibi Ayasofya konusunda da önemli bir dış baskı ve müdahale var. Ve söylediğim gibi, bu proje kısa süreli bir proje değil, uzun soluklu bir projedir. “Ayasofya‘nın arkasında namaz kılabilirsin. Ama içinde, kubbenin altında namaz kılabilir misin? İzin vermezler! Ayasofya‘nın kilise olarak açılmasını engellemeden cami olarak kullanamazsın Dinlerarası diyalog ve İbrahim‘i dinler diyerek yaptıkları propaganda da bu konuda çok etkilidir. İnanç turizmi yapılıyor kazandığımız para şu kadar diyerek halka yutturmaya çalışacaklar. İbadethane statüsüne kavuşursa, Lozan‘ı uygulayın diyecekler. Tekrar ediyorum; ibadethane statüsü verilerse cami olarak kullanılmayacak. Lozan anlaşmasından 1934‘e kadar Türkiye‘de siyasi olarak çok önemli ve karışık olaylar yaşanıyor. 19341938 yılları da öyle. Hilafeti kaldırdın bir de

‘Ayasofya‘yı Hıristiyanlara veriyorum‘ dersen, Türkiye‘de kıyamet kopardı. Zamana yayıyorlar. Burada bazı kesimlerin yapacakları propaganda çok önemli. Türkiye‘nin İnanç turizminden kazanacağı para, Türkiye bir ilki gerçekleştiriyor denilerek halka, Ayasofya‘nın ortak kullanılması gibi, bunu yutturmaya çalışacaklar. 2013‘ten itibaren bu tür girişimler başlayacak ! (Bu teklifler yabancı gelmedi !). ( Aytunç Altundal 18 Kasım 2013 yılında vefat etti, Rahmet olsun ), Aytunç beyin dünya üzerinde bazı gizli istihbari konuları çok iyi bildiğini ve yorumladığını biliyoruz..burada anlattıkları hakkında ciddi düşünmemiz gerekir… Yahya Kemalin 1919 da yazdığı makalesinde: “ Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatihin, Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki ,hala okunuyor. Selimin, Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kuran ki, hala okunuyor. Eskişehir’in, Afyonkarahisar’ın, Kars’ın genç askerleri;siz bu kadar güzel iki şey için dövüştünüz (Yahya Kemal Beyatlı Aziz İstanbul kitabından ) … Yıllar önce bir kış günü kar yağarken sabah namazı vakti Ayasofya’da cemaatle namazın başlamasını hayal etmiştim, buyrun ne düşündüğümü ifade edeyim: “Dersaadet’e kar yağıyor, sabah olmak üzere… Sabâ makamında ezanlar okunuyor Selatin Camilerinden, Her sabah taze bir başlangıç ifadesinde yer alan yeniden doğuşun canlı tanığı gibi… Dersaadet’e kar yağıyor, Asırlardır bizim mabedimiz Ayasofya’nın, kubbesi kar beyazı olmuş, Devlet-i Âl-i Osman’ın nişanesi dört minaresi karla kaplanmış. Ayasofya’nın dört minaresinden dört civan müezzin dört makamda dörtlü sabah ezanı okuyorlar... Sabah namazı vaktidir, Müminler dört koldan Ayasofya’ya doğru yürüyorlar … Tertemiz yeryüzü, bembeyaz gökyüzü, melekler birbirine değmeden titreşerek yeryüzüne iniyorlar, tertemiz bir dünya için, Ayasofya’nın aramıza dönüşünü kutluyorlar sanki! Dersaadet’e kar yağıyor, eller semaya açık, yeniden doğan bu ruh için… “En sevdiğim! Donakalmış bakışlarımı, gökyüzüne çevir, Bana dünyadaki iyilikleri, gökyüzündeki yıldızları unutturma, Dünya çığırtkanlarından beni koru! Bana ve milletime mutlu, huzurlu bir yol göster! ”. 15


SATILIK KÖYLERDEN SATILIK ŞEHİRLERE “Marka Şehirler”, “Akıllı Şehirler”, “Sakin Şehirler”, “Müze Şehirler”, “İnanç Şehri” vs. sıfatlar üreterek şehirleri ticarileştirenlerin, metalaştıranların Züğürt Ağa’dan bir farkları var mıdır? Mehmet KURTOĞLU üğürt Ağa filmini seyreden bilirler, GAP ile birlikte değişen, gelişin şehirdeki gelişim ve değişime ayak uyduramadığından, ağa köyünü satıp İstanbul’a göç eder. Kadim gelenekten gelen, modern öncesi zihniyetle teknolojiye değil de yağmur duasına umut bağlayan, kapitalizmin dilini çözemediğinden “ağalığı” halen “vermek” olarak düşünen ve bu yüzden köyünü satmak zorunda kalarak “züğürtleşen” ağayı anlatan trajikomik filmde olduğu gibi köyün artık yeni sahipleri vardır. Bunlar arazilerini yağmur duasıyla değil, serpme, damlama sistemleri, kanaletler ve barajlarla sulama yaparlar. Güneydoğu’da otuz kırk bin dönümü bulan altı yedi köye hükmeden ağalar vardır; köyü, içindeki insanlarla birlikte alıp satarlar. Bütün bunlar köylerin binlerce yıllık kaderi… Züğürt Ağa’nın köyünü satılığa çıkardığı gibi şehirler de artık satılığa çıkarılmıştır. Köy fiziki olarak satılığa çıkarılırken, şehirler fiziki olarak parsel parsel satılırken, değerleriyle pazarlanmaktadırlar. Şehirlerin geleneksel değerleri, ürettikleri kültür artık ticari bir meta olarak görülmekte, “markalaşma” üzerinden pazarlanmaktadır. Son yirmi yıldır, oryantalist/kapitalist zihniyetle şehre yaklaşılmakta, şehirlere bir ticari metaa olarak bakılmaktadır. Her beş on yılda bir üretilen isim/sıfatlarla yeni pazarlama biçimleri denenmektedir. “Marka Şehirler”, “Akıllı Şehirler”, “Sakin Şehirler”, “Müze Şehirler”, “İnanç Şehri” vs. sıfatlar üreterek şehirleri ticarileştirenlerin, metalaştıranların Züğürt Ağa’dan bir farkları var mıdır? Züğürt Ağa ağalığın namusunu kurtarmak için köyünü satarken, şehirlerimizi ticari metaa dönüştürenler ne uğruna bunu yapmaktadırlar? Bundan on beş, yirmi yıl önce “Marka Şehir” diye bir tanımlama yaratılmış, resmi kurumlar eliyle şehre dayatılmıştı. Güya şehirleri tıpkı bir ticari metaa gibi markalaştırıp pazarlayacaklardı. Nasıl ki, kumar ve fuhuş denilince Les Vegas akla geliyorsa, sinema deyince

sayı//72// temmuz 16

Hollywood, turizm şehri deyince Şarm el Şeyh, Paris deyince sanat akla geliyorsa, kadim şehirlerimizde ruhlarını satarak kapitalist dünyanın ilgisini çekecek markalar edinmelidir. Bir sanatçının nasıl ki marka değeri varsa, nasıl ki bir parfümün, bir beyaz eşyanın marka değeri varsa, şehirlerin de bir marka değeri olmalı diye düşünülmektedir. Şehirler ancak bu marka değer üzerinden pazarlanarak gelişebilir! Örneğin güçlü bir ticari kafaya sahip Gaziantep hemen “Marka Şehir Gaziantep” diye kendini tanımlamış, belgeseli dahi yapmıştı. Ardından onu taklit eden Urfa’da daha ileri giderek “Doğuştan marka Şehir” diye bir belgesel yapıp, on bin yıllık mabetlerini, beş bin yıllık İbrahimî geleneğini inkâr edip kendin ticari metaa dönüştürmüştü… Almanca bir ticaret kavramı olan “marka” sözcüğü şehirlere adapte edilerek üretilen “”Marka Şehirler” fikri pek tutmamış olsa ki, bu defa “Akıllı Şehirler” fikri ortaya atılmış, bunun üzerinden tasarımlar yapılmak istenmektedir. Şahsen markalaşmaya o zaman da karşı çıktım şimdi karşı çıkıyorum. Rahmetli Başbakan Demirel’e bir kadın artistimizin adını zikrederek, marka olduğunu söylediklerinde, Demirel, “doğrudur, alınıp satılır” diye cevap vermiştir. Marka olmak alınıp satılmak demektir. Sonra bir şehri müzeleştirmek, onu tarihe gömüp donuklaştırmak, antikite yapmaktır. Bu zihniyet tarihi mahalle ve sokakları restorasyonla kurtarıp, içinde yaşayanları dışarıda bırakarak ölü mekânlar yaratmıştır. Ankara’nın Hamamönü, Hacı Bayram-ı Veli ve kale eteğindeki yerlerde bundan yirmi yıl önce mahalle kültürü yaşıyordu. Restorasyonla bu tarihi evler kurtarıldı ama mahalle kültürünü yok edildi. Çünkü kurtarılan tarih evler, sokak ve mahalleler birer ticaret merkezine dönüştürülmüş, içinde yaşayan aileler ise başka yerlere gitmişlerdi. Bugün mekân olarak Ankara tarihi evleri çok güzel bir şekilde ayakta ve yaşıyor ama içinde ev ve mahalle kültürünü devam ettirecek Ankaralılar yok! Züğürt Ağa’nın Haraptar Köyü’nü satması gibi, dönemin Ankara Belediyesi mahalleleri gerçek sahiplerinden alıp, tüccarlara satmış, sivil toplum örgütlerine ve işletmelere kiralamıştır. Mekân ayakta ama şehrin ruhu yok edilmiştir. Şimdilerde “Sakin Şehirler”, “Akıllı Şehirler” den bahsediyorlar. Sakin şehirler bir avuç seçkinciye turistik hizmet etsin diye yaratılan ticari şehirlerdir. Akıllı şehirler ise küresel güçlerin kurgusu. Revaçta olan ise Akıllı Şehirler!


Her sekiz on yılda bir şehir tanımlamasıyla küresel güçler kurgu yapıyorlar. Tek amaçları “kazanmak” tek amaçları şehirlerin kadim ruhunu yok etmek. Şehirleri kapitalizmin payandası yapmak! Şehirler yalnızca ekonomik açıdan bakan bu yaklaşım, şehre bir bütün olarak değil, parça parça bakmaktadır. Bu yüzden kalıcı, uzun yıllara yayılan projelerle değil, beş on yıllık projelerle şehirler üzerinde toplum mühendislikleri yapıyorlar. Ayrıca bu şehir tanımlamaları ve sıfatları küresel oryantalist zihniyetin eseri olduğu için kendi kadim medeniyetimiz ve kültürümüzden kopuktur. Bu yüzden şehrin ruhunu dışlayarak tamamen seküler yaklaşımlar içermektedir. Örneğin ‘Akıllı Şehirler’in amacı “şehrin mevcut ve gelecek beklenti ve problemlerini şehrin tüm mekânlarında ve sistemlerinde tetikleyici güç hâline getirmek, fiziksel, sosyal ve dijital planlamayı birlikte ele alabilmek, ortaya çıkan zorlukları sistematik, çevik ve sürdürülebilir bir şekilde öngörmek, tanımlamak ve karşılamak, şehir içindeki organizasyonel yapılar arası etkileşimi sağlayarak bütünleşik hizmet sunumu ve yenilik üretme potansiyelini ortaya çıkarmaktır” diye açıklanıyor. Daha doğrusu küresel olarak birbirine bağlı bir ekonomik rekabet etme ve kent sakinlerinin refahını sürdürülebilir bir şekilde sağlayabilme ihtiyacı ülkeleri ve şehirleri yeni teknoloji ve yenilikçi yaklaşımları değerlendirmeye yönlendirdiğinden dolayı akıllı şehir fikri doğmuştur. Görüldüğü gibi temelinde yine kapitalizmin kazanma mantığı vardır. Kadim şehirlerimi kuran erdem/fazilet duygusu bulunmamaktadır. Şehir konusunda oryantalist fikirlerle oyalanmak yerine kültür ve medeniyeti öne çıkarmalıyız. Birincisi İbni Haldun’un, Farabi’nin devlet ve şehir anlayışlarını yeniden tartışmalıyız. İkincisi günümüzde şehir üzerine düşünen, teoriler ileri süren tezlere kulak kesilmeliyiz. Bir defa şehre nasıl bakmamız, nasıl okumamız gerekir noktasında edebi ve mimari kitaplara bakmalıyız. Şehir sosyoloji, şehir felsefesi bilmeden, şehri tanımadan şehirlerin dinamiklerini hareket geçiremeyiz. Tanpınar’ın Beş Şehir’inden, Turgut Cansever’in şehir üzerine kitaplarından, Saadettin Ökten’in Yahya Kemal eksenli medeniyet yaklaşımlarından haberi olmayanların şehir üzerine söz söylemesi, şehri yönetmesi mümkün değildir. Yine Ahmet Davutoğlu’nun “Medeniyetler ve Şehirler”, “Medeniyetlerin Ben İdraki” “Medeniyet Dönüşümü” kitapları

ile Ersin Gündoğan’ın “Dünya Bir Şehirdir” kitabı göz ardı edilemez. Özellikle batıdan ihraç edilmiş şehir fikir ve teorileri şehirlerimizi içinde bulunduğu sancılı durumlardan kurtaramaz. Bu fikirler ancak şehirlerimize dışarıdan bakmamızı sağlar ama dinamiklerini hiçbir zaman keşfedemez. Örneğin Ersin Nazif Gürdoğan “ “Dünya Bir Şehirdir” kitabında geleceğin şehirlerinin tarihten ve inançtan aldıkları güçten hareketle dünyayı şekillendireceğini belirtir. Dünyayı kare ve küre olarak ikiye ayıran yazar, geleceğin dünyasında şehirlerin rolünün altını çizer. Dünyanın büyük bir şehre, şehirlerin de büyük bir dünyaya dönüştüğünün belirten Gürdoğan, eski dünyayı bir akıl yönetirken, bugünkü yenidünyayı bin akıl yönettiğini söyleyerek ortak akla işaret eder. Geleceğin şehirleri içinde İstanbul’a apayrı bir rol biçen Gürdoğan, onun tarihsel birikiminden, bulunduğu konumdan, Doğu ve Batı’yı kuşatıcı dinamiklerinden hareketle medeniyet kurucu şehrin başında geldiğini belirtir. Ayrıca Başkentin Ankara’dan İstanbul’a taşınması söyler. Metafiziksiz ve idealsiz mimarlar, şehir plancıları, sosyologlar ve bütün bunların üzerindeki toplum mühendisleri şehirlere hangi sıfatı yakıştırırsalar, hangi yeni roller biçseler de şehirler varoluşsal kimliklerinin dışında varlık gösteremezler. Şehirlerin kültürel derinliklerini, dinamiklerini ve reflekslerini göz önüne alarak onları geleceğe taşıyabilir, geleceğin medeniyet kurucu şehirleri yapabiliriz. Şehirler geçmişte üniversiteleriyle kültür havzaları olmuş, medeniyetlerin dönüşümünde rol almışlardır. Bu bağlamda tarihte Roma, Atina, İskenderiye, İstanbul, Bağdat, Kudüs, Şam, Antakya, Harran, Urfa, Nusaybin, Cindüşapur gibi ekol olmuş şehirleri hatırlamak yeterli olacaktır. Sonuç olarak “marka Şehirler”, “Akıllı şehirler”, “Sakin Şehirler” yerine şehirlerimizin tarihsel birikimlerini göz önüne alarak onları yeniden diriltecek, Sezai Karakoç’un deyişiyle “Mezar kazıcı” Batı medeniyetinin Roma’yı yeniden dirilterek “Müze Şehirler” inşa etmeyi değil, kadim medeniyetimizden ilhamla cami, medrese, çarşı etrafında şekillenen inanç, kültür ve ticaret şehirleri oluşturmalıyız. Böylece “Marka Şehirler” yaratıp Las Vegas, Şarm el Şeyh, Kıbrıs gibi kumar ve fuhuş şehirlerini pazarlamak, değerlerini satmak yerine kültür ve ticaretiyle öne çıkan şehirler inşa etmeliyiz. Dünya büyük bir şehre dönüşürken, biz küçük lokal ve küçük isimlerle şehirleri var edemeyiz… 17


YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

HALEP -II-

Halep’i kaldığımız yerden anlatmaya devam ediyoruz. Hüseyin YÜRÜK

ŞAHİTLİKLER

1866 yılında Halep Valisi olarak görev yapan Ahmet Cevdet Paşa Halep gözlemlerini şöyle anlatıyor:O zaman Zor ve Urfa sancakları Haleb eyaletine Payas ve Kozan sancakları Adana eyâletine merbût olup, Maraş dahi Islâhiyye Sancağıyle berâber bir müstakil mutasarrıflık idi. Bunların cümlesi birleşdirilerek bir cesîm vilâyet teşkil ile uhde-i çâkerîye tevcih buyuruldu ki, Kayseriyye Sancağı hudûdundan Bağdad hudûduna dek mümtedd idi. (Cevdet Paşa,1980:177) Ahmet Cevdet Paşa kendisinin göreve başlamasından sonra şehirde yaşanan değişimi de şöyle anlatıyor: Aneze eşkiyası kalabalık olduğundan, yazın Halep ve Suriye çöllerini zabt eder olmuşlar. Haleb’e gitdiğimde birinci sene, bermu‘tâd Aneze şeyhine re’y buyuruldusu gönderilmiş idi. İkinci sene, «Hükümete dehalet ey¬leyen her kim olursa olsun emindir” deyu i‘lân ve ber-vech-i bâlâ müfrezenin teşkilinde köylerden "have" almak şöyle dursun hükûmete deve vermeğe başladılar. (Cevdet Paşa,1980:192-193) 1892 yılında Halep’e giden bir devlet görevlisinin şehre ait gözlemleri ise şu satırlardan oluşuyor: Birecik'ten hareketimizin dördüncü günü Haleb şehrine vâsıl olduk.Bu iki mahal arasındaki mesafe otuz saata karîb (yakın) olup, yollar müstevî (düzgün) ve oldukça muntazam olduğundan, bazılar(ı) araba ile gidip gelmekte iseler de, bizim kendi hayvanlaısımız olduğu ve artık Bağdad'dan beri hayvana binmeye ülfet edildiği cihetle (alışıldığından), arabaya muhtaç olmadık. Zaten, burada işleyen arabalar muntazam

sayı//72// temmuz 18

olmadığından, hayvan üzerinde elbette daha ziyade rahat yol alınır.Yollarda kaldığımız mahallerde pek rahat edilemedi. Maamafih, sıkıntı da çekilmedi. Haleb şehri, hakikaten bir mahall-i dil-ârâ (gönül okşayıcı bir yer) ise de, havası pek latif değildir. Mevsim iktizâsınca (gereğince), gündüzleri sıcak ziyade olduğu halde, geceleri hava birdenbire serinleşiyor. (Özalp,2018:179) Devlet görevlisi şehrin o yıllara ait zırai ve sınai faaliyetlerinden ise şöyle bahsediyor:Haleb şehrinin etrafında birçok fıstık bahçeleri mevcut olup, bunlardan külliyetli (çok miktarda) fıstık husule gelmektedir. Bu fıstıkların tazesi pek leziz olduğundan, rağbet ziyadedir. Fıstık bahçelerine, akşamdan sonra gidilip de oturulursa, sürekli bir çıtırtı hissediliyor. Bunun sebebi ise, fıstık meyvesinin gece vakti yarılmakta olmasıdır. Bundan başka, Haleb'de külliyetli zeytin, kayısı, üzüm, incir, dut vesair meyve husule geldiği gibi, kereste yapılmak için de kavak, söğüt ağaçları (da) yetiştirilmektedir. Haleb'de sanayi hayli terakki etmiştir (gelişmiştir). İplikli, ipekli dokuma ve kumaşlar, nefis oda döşemeleri, çarşaflar, seccadeler, İran taklidi şal, Şam hırkaları ve sırma ile ipekten güzel kefiye vesaire nesc ü (dokunduğu ve) imal olunduğu gibi, yünden ve ipekten maşlah ve aba ve güzel hasır dahi imal edilmekte ve bunlara mahsus olarak, pek çok dest-gâhlar (tezgâhlar) mevcut bulunmaktadır. Burada, kuyumculuk sanatı dahi terakki etmiş (gelişmiş) ve gerek bunlardan ve gerek nühâsdan (bakırdan) pek zarif huliyyât ve evânî (ziynet ve kaplar) vücuda getirilmekte bulunmuştur. Saraçlık, debbağlık, marangozluk gibi sanayi dahi, burada oldukça terakki etmiştir (gelişmiştir). Dâhil-i vilayette (vilayet içerisinde) husule gelen zeytinyağlarından nefis sabun imaline mahsus müteaddit sabunhaneler mevcut ve bunların pazar-ı iştihâra çıkardıkları (şöhret kazandırdıkları) sabunlar maruftur. Haleb'de, şekerleme vesaire yapmak sanatı da ilerlemiştir. Zaten, Haleb'in şekere müteallik mamulatı meşhurdur. Fıstık burada çok olduğundan, bununla yapılan ezme ve şekerlemeler hem nefis oluyor, hem de fiyatı pek ehven (ucuz) bulunuyor. (Özalp,2018:181-182-183-184) Halep’de çıkan kolera hastalığı münasebetiyle önce 1895 yılında doktor olarak görevlendirilen Şerafeddin Mağmumi o günlerin Halep Şehrini şöyle anlatıyor:Güneşle birlikte Halep civarındaki Başköye ulaştık.Tekmil haneler çamurdan ve üzerleri kapalı idi.Anladık ki Arap


diyarındayız.Halep şehri 20 bin haneli ve 150 bin nüfuslu bir şehr i azimdir.Mebanisi kamilen yontma taştan ve Arap tarz-ı mimarisinde kapıları küçük ve sokak cepheleri penceresizdir. Sokakları pek dar dolambaçlı ve ekseri su kemerli olup hatta bazı mahalllelerinin hususi ayrı kapısı var. Bu kapı kapanınca başka kapıdan girilemez.(Mağmumi,2010:237) Mağmumi, şehri anlatmaya şöyle devam ediyor: Kahvelerin taraçasında siyah çarşaflı yahudi ve hristiyan kadınlar erkelerle beraber nargile içerler.En kalabalık yerlerde bazen üç kişinin tek katıra binmesi Halepte adettir.Sokakların darlığından dolayı yayalar pek zorluk çekerler. Yollarda yolculara geçecek yer kalmaz.Hatta yük altında kalmak, kol bacak kırılması gibi kazaların bolca yaşandığını etibbayı belediyeden söyleniyor. Halep’te hıfzıssıhha ve belediye kamilen mefkuttur.Lağım mecraları pek gayrımuntazam menfezlerden teaffunat sudur eder ve mahallelerde pis kokudan geçilmez. Bunların bir kısmı bahçelere akmakta, bir kısmı da Kveyk Nehrine karışmaktadır. Burada adet eti kemiğinden sıyırıp satmak olduğundan kasap dükkanlarının içi kemik ve deri doludur. Şehrin mevcut mecnunlarını hamam gibi bir binaya hayvanatı vahşiye gibi kapamış ve bir kısmını zencirlerle duvara bağlamışlardı. (Mağmumi,2010:245) (……) Halep’te muhtelif cins akçe tedavül ediyor. Sultan Süleyman’ın, Sultan Yavuz Sultan Selim'in, Sultan Muradı Rabi’nin sikkeleri burada mevcuttur.Fakat teessür olunur ki böyle işlek bir caddenin misafirhaneleri istirahat ve taharetten mahrum. Fevkani odalardan en mükemmelini bize açtılar. Ahırdan farkı yok. Yataktan sarfınazar ne bir tahta kereveti ne bir iskemlesi var. Zemin toprak. Kör bir kandil odayi tenvir edecek yerde vapur bacasından çıkar gibi neşr ettiği is ortalığı kokutuyor. (Mağmumi,2010:251) 1904 yılında Halep üzerinden Musul’a Vali olarak giden Ebubekir Hazım Tepeyran Halep’den şöyle bahsediyor: Beyrut'tan sonra Kıbrıs'ın Larnaka Kasabası'na ve Mersin'e uğrayarak hareketimizin yedinci günü İskenderun'da, deniz seyahatinin sonuna vardık.Halep'te üç gün kaldığımız için her tarafını, hatta kalesini de gezdim. Beyrut'un Akkâ Kasabası'na giden valileri gibi Halep'in kalesine çıkan valilerin de çabuk vazifeden ayrıldıkları itikadı oraca köklenmiş olduğundan çıkmamamı tavsiye eden hayırhahlar bulunduysa da: "Ben buranın valisi değilim, uğursuzluktan korkmaya mahal yoktur” dedim.

Şehri layıkıyla temaşa edebilmek için kaleden başka bir yer yoktu. (Tepeyran,1998:340-341) Tepeyran Halep’i anlatmaya şöyle devam ediyor: Halep denilince meşhur Halep çıbanı hatıra gelmemek mümkün değildir. Oradan ilk defa geçtiğimiz zaman bu çıban hakkında pek bilgisiz olduğumuz için Halep'te yirmi dört saat kadar olsun oturanların senelerce sonra mutlaka bu çıbanı çıkaracakları yolundaki asılsız rivayetler az çok endişeyi mucip olmuştu. Fakat Musul'daki tecrübe ve müşahedelerden sonra bundan pek kolay bir korunma çaresi bulduğumuzdan ikinci Halep ziyaretimde çıbandan pervamız yoktu. Bu çıban aynı salgınlıkla Diyarbakır, Musul, Bağdat ve Basra Vilayetleri'nde de hüküm sürdüğü halde Avrupa'ca bile Halep çıbanı adını almıştır. (Tepeyran,1998:541-542-543) 1908 yılında Meşrutiyet Yönetiminin valisi olarak Halep’e gönderilen Hüseyin Kazım Kadri Halep’te yaşadıklarını şöyle anlatıyor: Daha ilk günden itibaren, Suriye'de dört asırdan ziyade bir müddet icra-yı hükm ü hükümet etmiş olan Türklerin bu memlekette hiçbir şey yapmamış olduklarını anladım ve bu halden hayretlere düştüm. En doğrusu Türkler Suriye'yi soymaktan başka bir şey yapmamışlardı. Bu memleketin ilmî, sınaî, ticarî, iktisadî, malî ve ziraî... ihtiyaçlarını düşünmek ve bunları birer suretle temin etmek kimsenin aklından bile geçmemişti. Halkın Türklerden beklediği sadece bir “adalet “idi ve maatteessüf bu saadete delâlet edebilecek bir hal de görülmüyordu. Suriye'nin her tarafında "medeniyet” namına her ne varsa, halk bunu en ziyade Fransızlara ve daha sonra da Amerikalılara medyun idi. Suriyelilerin Türklerden gördükleri “kötü yüz ve kötü söz”den ibaretti. (Kadri,2000:101-102) (………..) Öyle garip ahvale musadif oluyordum ki bu memlekette gadr u i'tisafın ne dereceye kadar götürüldüğünü anlatır: “Filan kaza dahilindeki filan ve filan köyler, filanca aşiret halkından ve filan b. filan... taraflarından tesis olunmuş ve şu tarihe kadar taht-ı tasarruflarında bulunmuş iken Meclis-i İdare-i Vilayetin filan tarihli kararına tevfikan eşraf-ı zevi 'l-ihtiramdan ...zâde filan paşa beyefendi hazretlerine hakk-ı karar(!)dan tapu i 'tâ edilmiştir!” deniliyor ve bîçare köylülerin pek çok senelerden beri işleyip ektikleri yerler bu tarzda gasp oluyordu. Bu rezâile alet olan vali sıfatıyla bulunan yadigârlar idi. (Kadri,2000:102-103-104) (……) Halep muhitini daha fena bir halde 19


buldum. Mütegallibenin halktan başka vilayet memurları üzerinde de nüfuzları vardı. Daha doğrusu hüküm ve hükümet onların elinde idi. Burada asırların tesirlerini de görmek lazımdı. Osmanlı hükümeti Suriye'de müşterekü’ı menfaa bir idare kurmuş ve asırlarca müddet "siyasetle yaşayabilmişti. Memleketin ilmi, sınai, ticari, iktisadi, umranî…ihtiyaçları düşünmek ve bunları temin etmek kimsenin aklından bile geçmemişti. Memurların bütün vazifeleri halktan vergi toplamaya, bir kısım ahaliden asker almıya .. inhisar ediyordu. Asayiş tamamı ile bozuktu. Bu hal ve vasıfta hükümetin devamı için birtakım mütegallibeye hüküm hakkı vermek ve onları muamelâta ve icraata iştirak ettirmek lazım geliyordu. Bundan dolayı vilayetin her tarafında "hükümet" munkariz olmuş, yerine müthiş bir "anarşi" geçmişti. Hükümet memurları da Makedonya’daki memurlara kıyas edilemeyecek kadar kabiliyetsiz kimselerdi. (Kadri,2000:308) Bütün Anadolu vilayetlerinde olduğu gibi Halep'te sü-i idareden irtişadan ve her manasına göre "anarşi"den başka bir şey görememiştim. Asker, jandarma, polis ve ba-husus vilayetin elinde yegâne bir kuvvet olan "müfreze” ağlanacak bir halde idi. Şurada burada söz anlar, faal ve şayan-ı itimat birkaç kaymakam bulabilmiştim. (Kadri,2000:237-238) Halep'ten ayrılacağım zaman gördüğüm hüsn-i kabul ve meraşim-i istikbaliye tasavvur edilemiyecek bir hal idi. Bütün memleket istasyona dökülüp gelmişti. Nizamiye fırka kumandanı Muzaffer Paşa merhum beni kucaklayıp fart-ı memnuniyetle çocuk gibi ağlamaya başladı. Halep, şehrâyin yapıyordu. Tezahürat sabaha kadar sürdü. (Kadri,2000:110) Haleb'den Yemen'e sevk edilecek bir taburdan bir mülâzım, “Ben hiç bir tarafa gidemem!” diye bağırıyordu. Kumandan olan zât bu adama ne yapabileceğini şifreli telgrafla Mahmut Şevket Paşa'dan sordu ve onun derhal tevkif edilmesi emrini aldı. Fakat zavallı kumandan kendi namus ve haysiyetinden korktuğu için, taburun hareket anına kadar bu adamı tevkife bir türlü cesaret edemedi! (Kadri, 1992:47) O zaman tifüs, açlığın vücut verdiği sefalet yüzünden etkisini artıran bir melun hastalık da, müthiş bir tarzda tahribata başladı. Yalnız Haleb şehrinde ve tifüsün ilk dalgasında ölen adamların on sekiz binden ziyade olduğunu, bana güvenilir kişiler söylediler. (Kadri, 1992:201) Hüseyin Kazım Kadri’nin Halep’ten sayı//72// temmuz 20

ayrılmasından sonra Halep’e vali olarak görevlendirilen Ahmet Reşit Rey de bu şehirle ilgili gözlem ve kanaatlerini şöyle anlatıyor:1908 senesi Eylülü'nün birinci günü Halep'e ulaştım. Şehri tam bir "fevza" (anarchie) halinde buldum. Bütün manasıyla büyük bir şehir olan Halep'te bu halin devamı vahim neticeler doğurabilirdi. Evvela, Cemiliye Mahallesi ile Eski Halep arasındaki Menşiye denilen, "Hac Hamdu"lar (apaches) mahallesi, şehre hâkim olmuştu. Halkın can ve mal güvenliği yoktu. Sokaklarda açıkça adam yaralama ve öldürme mübah gibiydi. En başta bu halin düzeltilmesini gerekli gördüm. İşe başladığımın üçüncü günü de jandarma kumandanına yazılı emir verdim. Buna göre, "Şehrin her tarafında, polis refakatinde jandarma kolları gezdirilecektir. Emre uymayanlara karşı aynı biçimde silah kullanılarak her koşulda, gece ve gündüz memleketin asayişinin mükemmelen korunmasında zerre kadar ihmal gösterilmemesi gerekmektedir. " Hükümetin bu kararını sokaklara asılan yazılarla tüm halka ilan ettim. Halk ve özellikle de Hac Hamduların gözünde hükümet demek acizlik demek olduğundan kendini hükümete hâkim görmeye başlayan güruh, bu uyarıyı ciddiye almadı. Jandarma kollarını silah kullanmak mecburiyetinde bıraktılar. İki günde birkaç kişinin yaralı bir şekilde derdest edilmesi hükümet kuvvetinin hakiki olduğunu halka anlatmaya ve saldırıların önü alınarak herkesin rahatça işiyle, gücüyle meşgul olmasını temin etmeye yetti. Sokak asayişi sağlanmıştı. (Rey,2007:137-138) Ahmet Reşit Rey olayın bir başka boyutunu da şöyle dile getiriyor:Halep'in Müslüman ve Hıristiyan ahalisi arasında müthiş bir güvensizlik vardı. Her iki taraf da diğerinin hücumuna karşı müdafaa niyetiyle silahlanmıştı. (Rey,2007:147) I. Dünya Savaşı'nda Suriye'de Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın maiyetinde 4. Ordu Kurmay Başkanlığı görevini yürüten Binbaşı Ali Fuat Erden, Halep ile ilgili hatıralarından şöyle bahsediyor:İttihat ve Terakki’nin yöneticilerinden Dr. Bahaettin Şakir Bey,tehcir sırasında Cemal Paşa’ya “Trabzon, Erzurum, Sivas, Bitlis, Mamuretülaziz, Diyarbekir göçmenlerinin yüzde doksanını biz Musul’un güneyine gönderiyoruz. Siz, onları Halep’e gönderiyormuşsunuz” konulu bir uyarı telgrafı göndermişti. Cemal Paşa, cevaben Bahaettin Şakir’in bir daha telgraf çekmemesini ihtar etti. Başkumandanlık Vekaletine de, "Bu namda bir vali tanımıyorum. Bu zat, bu işlere


ne diye karışıyor?” konulu bir telgraf yazdı. (Erden,2003:150) Erden, Halep hatıralarını anlatmaya şöyle devam ediyor: Halep'te bir Ermeni yolda giderken zorla altın saati gasp edilmiş. Cemal Paşa ,altın saati gasbeden adamın derhal bulunmasını istedi.Bir saat sonra olay yerinin yakınında bir Halepli tutuldu. Saati bu adam almış. Cemal Paşa, Ordu Adli Müşavirine emir verdi. Adam şimdi asılacak! Adli Müşavir Vassaf Bey daha göreve yeni başlamıştı. Gelir gelmez karşılaştığı bu emirden dehşete kapılmış ürkerek, kekeleyerek, mahkemeden bahsetmeye çalışmıştı. Cemal Paşa,“Bir Hikmet-i idare hasebiyle idam edilecektir” deyip kestirip attı. (Erden,2003:154) 1916 yılında Enver Paşa ile birlikte bölgeyi gezen Avusturya Macaristanlı General Josefh Pomiankowski, Halep’te yaşadıklarını şöyle anlatıyor:21 Şubat günkü Antakya gezisinden sonra Halep'e hareket ettik. Halep civarında ilk defa uzaktan bakıldığında tıpkı an kovanlarını andıran çamurdan kulübelerin oluşturduğu karekteristik Arap köyleri göze çarpıyordu. Şehri gezmek için orada bir gün kaldık. Büyük çarşı, XII. asırdan kalma şehre hakim muhteşem Sultan Selahattin kalesi görülmeye değerdi. (Pomiankowski,1997:180) Çanakkale cephesinde savaşan subaylarımızdan biri olan süvari teğmeni Safiyüddin Efendi, 1. Bölük komutanı Halepli Emin Bey’in Kanlısırt Saldırısı öncesi uduyla “Ey Gaziler yol göründü” marşını seslendirdiğinden bahsediyor (Safiyüddin,2019:73) Safiyüddin Efendi, Kafkas Cephesi dönüşü Bingöl Diyarbakır üzerinden 8 Şubat 1917 günü Halep’e geldiklerini ve ordu maiyetiyle birlikte burada üç ay konakladıklarını anlatıyor (Safiyüddin,2019:176-177) Yazar Akif Emre, Halep’i şöyle anlatıyor: Halep bugünlerde kan ve ölümle anılıyor... Halep, geçmiş zamanların geçmediğini, geleceği anlamak için geçmişe bakmanın anlamını hatırlatır bana hep. Üstelik tarihi kitaplara bakarak değil yaşayan bir şehri okuyarak geleceği görmenin ayrıcalığını fark ettirir. Ortadoğu'nun yine savaş ve ölümle yüz yüze geldiği günlerden kalma bir Halep imgesi duruyor hafızamda. İsrail bombardımanının Lübnan'a ölüm kustuğu günlerde tüm korkulardan uzak ama korkularla da barışık bir Halep... O ilk intiba hep canlı kalacak; çünkü tarihiyle, kültürel dokusuyla, taş avlulu evleriyle, gece serinliğinde başlayan hayatıyla, Kapalı

Çarşısı'yla yaşayan bir tarih imgesi... Daha doğrusu, geçmiş zamanın hep güncellendiği, kendini aşan bir şehir... Gelecekte, modern yıkımlar/yapılanmalar, savaşlar ne kadar tahrip ederse etsin zihnimdeki Halep hep aynı kalacak. Halep yine savaşla hafızama kazınıyor... Her tahrip olan ev, enkaz altında kalan her bebek, harabeye dönen bir şehir... Tüm bunlara rağmen bende, içimde, ruhumun derinliklerinde ayakta kalan bir kaledir Halep! Evet, gerçek bir kale: Halep Kalesi. Sonuçta doğrudan savaşla ilişkili bir yapı, neden bu denli sarsıcı iz bırakabiliyor? Üstelik Halep Çarşısı'nı, Mimar Sinan eseri Hüsrev Paşa Camii'ni, çarpıcı taş evlerinin ahenginde Hz. Zekeriya'nın soluğunu hissettiğim bu Şehirde neden kale bu denli öne çıkmaktaydı? Şehrin merkezinde yüksekçe bir tepeye kurulmuş Kale'nin benzerlerini Erbil'de, Kerkük'te de görmüştüm. Üstelik Erbil Kalesi yaşayan bir kale... Nefis evleriyle hayat doluydu. Kerkük'te ise hava kurşun gibi ağır, şehir çağdaş Moğolların işgali altındaydı. Halep Kalesi de Moğol istilasına ne kadar uzun direnmiş olsa da dingin bir duruşu vardı... Halep'in can damarları Kapalı Çarşı'da atıyorsa şehir merkezi de tam bir daire olarak kalenin etrafında şekilleniyor. Yollar, evler, çarşılar, camiler... Kale'nin etrafı Halep'in kalbinin attığı yer; bütün yollar kaleye çıkar. Çarşının olanca hareketliliği, gürültüsüne karşın Kale'nin etrafını çepeçevre saran çay bahçeleri zamanın damıtıldığı mekânlara dönüşür... Çarşıda her an Arapça, Türkçe, Ermenice hatta Fransızcanın temsil ettiği bir çeşitliliğe karşın Kale manzaralı çay bahçeleri ortak bir sükunun, dinginliğin iklimini yaşatır. Yaz akşamları sabah namazına kadar bu sükunlu hareketlilik devam eder Halep Kalesi'nin etrafında. Ailecek gelip gece geç saatlere kadar kalan Haleplilerin adeta zamanın ruhunu nasıl özümsediklerini sanırım burada hissettim.O kale kapısının görkemi, taş işçiliğin en zarif ihtişamı... Zamanın bozamadığı nakış nakış işlenmiş ayetler çepeçevre kalenin giriş kapısında. Kale'den şehre bakıldığında çeşitlilik içinde, binlerce yıldır bir ırmağın kendi yatağında dingin akışını hissetmemek ne mümkün... Olanca çelişkiye, yıkıma rağmen kendi yatağında akmaya devam eden bu coğrafyanın ruhunun Halep'te, buKale'de taşa toprağa sindiğini hissedebiliyorsunuz (Emre,2019:233-235).Bundan yaklaşık 100 yıl önce Halep de diğer vilayetlerimiz gibi bir vilayetimiz idi. Şimdi yaban ellerde acı çekmeye devam ediyor.

KAYNAKLAR:

•Ahmet Cevdet Paşa,(1980),Maruzat,İstanbul: Çağrı Yay, • Emre Akif,(2019), Çizgisiz Defter, İstanbul: Büyüyenay Yayınları • Erden Ali Fuat,(2003), Birinci Dünya Harbinde Suriye Hatıraları,İstanbul:İş Ban.Kültür Yay • Kadri Hüseyin Kâzım, (1992),Balkanlardan Hicaza İmparatorluğun Tasfiyesi, İstanbul: Pınar Yayınları, • Kadri Hüseyin Kazım, (2000),Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Hatıralarım, İstanbul: Dergah Yay •Mağmumi Şerafettin,(2010), Anadolu ve Suriye’de Seyahat Hatıraları,Ankara:Cedit Neşriyat •Özalp,Ömer Hakan, (2018) İstanbul’dan Bağdat’a Mektuplarla Bir Anadolu ve Ortadoğu Seyahati 1892,İstanbul: İşaret Yay, • Pomiankowski Joseph,(1997),Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü, İstanbul: Kayıhan Yay • Rey Ahmet Reşit (2014). İmparatorluğun Son Dönemlerinde Gördüklerim Yaptıklarım, İstanbul: İş Bankası Yayınları • Safiyüddin Efendi,(2019),Çanakkale ve Kafkas Cephesi Harp Hatıratı, İstanbul:Yeditepe Yayınları •Tepeyran Ebubekir Hazim,(1998),Hatıralar, İstanbul:Pera Yay,

21


ÖKÜZ MEHMED PAŞA’NIN YADİGÂRI

ULUKIŞLA

Şair öğretmen Faruk Nafiz’in 1922 yılının soğuk bir Mart günü İstanbul’dan binmiş olduğu trenin Ulukışla istasyonunda Şair öğretmeni indirmesi ile “Han Duvarları” şiirinin hikâyesi başlar Mehmet MAZAK*

üksek Toros Dağlarının iç Anadolu’ya açılan kapısında, sınırda nöbet tutan asker gibi asırlardır bekler durur Ulukışla. Akdeniz ile İç Anadolu’yu birbirine bağlayan Gülek Boğazı’nın kuzey giriş noktasındadır. Üzerinde yaz kış eksik olmayan Torosların karlı tepeleri ve dumanlı başı ile daima selam durduğu bir yerleşim yeridir Ulukışla…Ulukışla ismini ilk defa lise yıllarımda Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinde duymuştum. Nedendir bilmiyorum bu şiirle birlikte buranın hanlar, hamamlar ve kervansaraylar ile donatılmış bir yerleşim yeri algısı oluşmuştu bende. 1983 yılında Mersin’den İstanbul’a yaptığım otobüs yolculuğunda içinden geçmişliğim olmasına rağmen hiç hatırlamıyorum. Onun için lise yıllarımda “Han Duvarları” şiirinden dolayı hatırlarım Ulukışla’yı. 26 Mayıs 1999 tarihinde bir grup okul arkadaşlarımla kara trene binerek Konya’ya yaptığımız bir gezide aldığım notlarımdan da anlaşılıyor, ilk defa bu tarihte Ulukışla’yı gün gözüyle görmüşüm. Tarihi Ulukışla tren istasyonu sarı badanalı boyası ile küçük sevimli ilçeyi bana daha zengin göstermişti. Benim gözümde Ulukışla Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinde yaşamış ve gizlenmişti gönül coğrafyamda. Şair öğretmen Faruk Nafiz’in 1922 yılının soğuk bir Mart günü İstanbul’dan binmiş olduğu trenin Ulukışla istasyonunda Şair öğretmeni indirmesi ile “Han Duvarları” şiirinin hikâyesi başlar. Kayseri Lisesine tayini çıkan Şair öğretmen Ulukışla’yı şehirli gözüyle görür, edebi dünyasında hıfz eder, Öküz Mehmet Paşa kervansarayında bir gece dinlendikten sonra yaylı diye tabir edilen atlı arabayla üç günlük zorlu bir yolculuklar esnasında hanlarda ve kervansaraylarda konaklayarak görev yapacağı Kayseri’ye ulaşır. İşte bu yolculuğun hikâyesinin başlama noktası olan Ulukışla ve gözlemlerini şiirin başında şöyle dile getirir; “Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı, Bir dakika araba yerinde durakladı. Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar... Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya, Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya. İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık, Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı... Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları, ”

sayı//72// temmuz 22


Faruk Nafiz’in Han Duvarları şiirinde ayrılık, gurbet, hüzün ve dram vardır. Aynı zamanda yeni bir muştuya uyanmakta vardır. Hatıram beni yanıltmıyorsa 1992 yılının Aralık ayında Mersin’den beni aşkıma sevdiğime İstanbul’a kavuşturacak olan bir otobüs yolculuğunda bugün 45-60 dakikada geçmiş olduğumuz Gülek Boğazı, ulaşımın ilkel olduğu o yıllarda 4-5 saatte geçiyorduk. Gülek Boğazında Çukurova’nın mümbit topraklarında yetişen gıda ürünlerinin kamyonlar ile büyükşehirlere taşındığı bu yerde rampaya saran bir kamyonun arkasına düşen otobüs saatlerce bu boğazı geçerek iç Anadolu’nun uçsuz bucaksız düz yollarına ulaşamazdı. Böyle bir yolcuğum esnasında hiç uyku tutmamış şoförün arkasındaki koltukta beş metre ilerisinin zor görüldüğü bir esnada bütün yolcuların derin bir uykuda olduğu saatte şoförün kendisin bile zor duyabileceği bir ses tonu ile gecenin rengine, Torosların ihtişamına, duyan yolcunun ruhuna uygun bir şarkı hala kulaklarımda çınlamaya devam ediyor. Hatırlıyorum Ulukışla tren istasyonunun yanından geçerken kendini bile aydınlatmakta zorlanan sokak lambalarının titreyen alevlerinin istasyonun duvarındaki yankılanması ile şarkının sözlerine kulak kesilmiştim. Seden Gürel’in söylediği “Devlerin Aşkı Büyük Olur” parçası gecenin ve duygularımın tercümanı olmuştu. “Uykusuz gecenin ortasında Düşüncelerim sana tutsak Her şeyi kabullenmem çok zor Güneş ayrılıkla doğacak Devlerin aşkı büyük olur Ya dağlar yerle bir olacak Ya kıyametler kopacak Ya da dünya batacak Senden öyle ayrılacağım” Beni Ulukışla üzerine düşünmeye ve yazmaya iten sebep Faruk Nafiz Çamlıbel’e “Han Duvarları” şiirini yazdıran düşünce ile örtüşmektedir. Ulukışla’da bulunan Öküz Mehmet Paşa tarafından yaptırılan kervansaray ve camiden oluşan devasa bir külliyedir. Tufan Gündüz Hocam Tarih bizi çağırıyor diyor ya; işte Öküz Mehmet Paşa’nın bizlere bıraktığı medeniyet eseri tarihi yapılarımız beni Ulukışla’ya çağırdı. Öküz Mehmet Paşa kervansarayını ve camisi görmek için gittim Ulukışla’ya. Kimdir bu öküz Mehmet Paşa? İstanbul’un fethinden sonra Aksaray ve civarından İstanbul a getirilen Anadolu insanından olan Ulukışlalı Ali oğlu Mehmet

1567 senesinde Enderun-u Hümayuna Has oda Ağalarından olarak alınmış, sarayda yetişmiş bir devlet adamıdır. İstanbul Karagümrük’de 1550 de doğmuştur. İstanbul’da Karagümrük’te öküz nalbantlığı yapan ve vakfiyesine göre adı Ali olan ustanın oğludur, babasının ismi Osmanlı tarihlerinde genellikle Kara Hasan olarak geçer. Babası öküz nalbandı olduğundan kendisine “Öküz”, ayrıca esmerliğinden ötürü “Kara”, Mısır’daki asi kölemenleri tepelemesi nedeniyle de “kul Kıran”, Sultan I. Ahmet’in kızı Gevherhan Sultan ile evlendiği için “Damat ” lakaplarını almıştır. Fakat en yaygın ve bilinen lakabı “Öküz “dür. Öküz Mehmet Paşa akıllı, dürüst, cesur, terbiyeli ve ince fikirli bir kişiliğe sahip olduğu bilinmektedir. Paşa’ya öküz denmesinin birkaç tane hikâyesi vardır. İlk rivayet şöyledir Paşa memleketi Ulukışla’da bir menzil külliyesi yaptırmaktadır. İnşaatın bazı malzemeleri ve mermerler yakın çevre illerden ve ocaklardan gelmektedir. Bu malzemeleri getiren kağnıları çeken öküzler Ulukışla yakınlarındaki “Öküz çatlatan bayırında” zorlanmakta ve hatta bazen burada ölmektedirler. Bir keresinde yine aynı olay olunca ölen öküzlerden birinin yerine Mehmet Paşa kendisini bağlamış ve kağnıları gücü ile Ulukışla’ya getirmiştir. O günden sonra güçlü ve kuvveti anlamında “Öküz Mehmet Paşa” denmeye başlanmıştır. Babasının Öküz nalbantlığından dolayı çevresindekiler gizliden gizliye “Öküz” olarak adlandırırmış Mehmet Paşa’yı. Paşa komuta ettiği ve İran’a düzenlenen bir seferde, ordu komuta heyeti ile taarruz planlarının otağında gözden geçirirken taşıma işlerinde kullanılan öküzlerden biri çadır aralığından kafasını uzatıp gözlerini Mehmet Paşaya dikmiş ve böğürmeğe başlamış. Paşanın çevresindekiler önce kıs kıs, sonrada kahkahalarla gülmeye başlamışlar. Zeki ve nüktedan biri olan Paşa yavaşça yerinden kalkarak öküzün yanına gitmiş ve kulağına bir şeyler söyleyip yerine geçmiş. Vezirlerine dönerek şöyle demiş; “Bu hayvan bana ne dedi biliyor musunuz? Senin kim olduğunu biliyorum. Bir öküz olarak asilliğinle bunca eşeğin arasında ne işin var? “ Bende kendisine , “ her eşek sürüsünün başında mutlaka bir Öküz olması gerekir.” Dedim demiş. Bundan sonra Mehmet Paşa’nın Öküz lakabı resmiyet kazanmış derler. 23


Ulukışla, XVI. yüzyılda Niğde'nin Bor kazasında Secaeddin Nahiyesi, XVIII. Yüzyılda Şücaeddin, XIX. Yüzyılda ise Bozok Eyaletinde Şücaeddin adında bir kazadır. Şehirlerin oluşup gelişmesinde ve kimliğinin oluşturmasında kendine özgü mimari özelliği hep ön planda olmuştur tarihimizde. Osmanlı şehircilik anlayışında sosyal ve dini içerikli binaların önemi ve konumu oldukça fazla idi. Mehmet Paşa, baba toprağı olan Şücaeddin kazasına yaptırmış olduğu orduların doğu severinde konaklayacağı kervansaray ve camiden dolayı zaman içerisinde bu yerin ismi Ulukışla olarak değişmiştir. Ulukışla Öküz Mehmet Paşa Külliyesi yapılış itibari ile bir Menzil Külliyesidir. Külliye, Ankara-Adana-Mersin kara yolu üzerinde bulunan Ulukışla merkezinde, ''Pazar yerinde'' yer almaktadır. Yapı topluluğu halk arasında Paşa Hanı, Kışla, Ulukışla Kervansarayı olarak bilinir. Öküz Mehmet Paşa’nın nesli günümüze kadar devam eder, öldüğü zaman Ali ve Ayşe adlarında iki çocuğu bulunan Mehmet Paşa, Osmanlı tarihinin en buhranlı döneminde önemli görevler üstlenmiş ve devrin kaynaklarında vakarı, haşmeti, saygınlığı, cömertliği ve hayır severliğiyle anılmıştır. Karagümrük, Ulukışla (Niğde), Çatalca, Çanakkale, Kuşadası, Sakız ve Mısır olmak üzere görev yaptığı, uğradığı hemen her yerde sivil, dinî ve askerî pek çok inşaat ve tamir faaliyetinde bulunmuştur. Mevlevî olduğu da bilinen Mehmet Paşa’nın yaptırdığı hayır eserleri çok fazladır. Ulukışla günümüzde Niğde ilimize bağlı küçük bir kasaba görünümünde ilçe merkezidir. Niğde-Pozantı otobanının yapılması ve hizmete sayı//72// temmuz 24

girmesiyle birlikte karayolu geçiş noktası özelliğini kaybederek kabuğuna çekilmiş durumdadır. Demiryolu ve istasyon işlevselliğini sürdürmektedir. Ulukışla Öküz Mehmet Paşa’nın yadigârı külliyeyi bağrında taşımaya devam etse de, muhafaza ve ihya etmede muvaffak olamadığını gördüm. Güney ile Kuzeyi, deniz ile iç karayı birbirine bağlayan yol üzerinde asırlardır gurbet türkülerinin söylendiği, acıların ve sızıların Mehmet Paşa kervansarayının duvarlarında yankılanmaya devam ettiğini işittim ziyaretimde. Faruk Nafiz ne güzel demiş şiirinin sonunda; “Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde. Aradan yıllar geçti işte o günden beri Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim, Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim. Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar, Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar! Ey garip çizgilerle dolu han duvarları, Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..” Buradan Ulukışla’yı yönetenlere Ziya Paşa’nın şu sözleri ile sesleniyorum. Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan (Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa talihsiz olanın bahçesine bir damlası bile düşmez.) Elinizde Öküz Mehmet Paşa gibi bir değer ve onun sizlere emanet ettiği Külliye var lütfen sahip çıkın. Öküz Mehmet Paşa Külliyesi tıpkı bir mücevher ve inci gibi değerini anlayacak sarrafını bekleyip duruyor Toros dağlarının eteğinde ey Öküz Mehmet Paşa’nın torunları…!


ŞEHİRLERİ FARK EDEREK

YAŞIYOR MUYUZ? “Bakın yakınımızda, Şifaiye Giyasiye Medresesi adını taşıyan bir medrese vardır. Orasını bir bayan yaptırmıştır. Üstelik bundan 800 yıl önce, Adı Gevher Nesibe’dir. Dünyanın ilk uygulamalı tıp fakültesidir bu…” Muhsin İlyas SUBAŞI

zmir’den Kapadokya bölgesine gezmeye gelen bir gruptan dört bayanla tesadüfen karşlaştım ve uzunca bir sohbetimiz oldu. Bayanlar entelektüel irfana sahip kimselerdi birisi Emekli Hakim, birisi emekli Doktor, birisi emekli Mühendis, birisi emekli Öğretmendi. İlk sorum “Kayseri’yi nasıl buldunuz?” oldu. Hanımlardan birisi açıkça itiraf etti: “Biz bu şehre ‘yobaz’ gözüyle bakıyorduk. Ekip olarak Kapadokya’ya kadar gelmişken, ‘şurada Kayseri’ye de uğrayalım’, diye bir teklif yapıldı. Çoğumuz, “Aman canım, bu yobaz şehirde görülecek ne var, gitmeyelim, buradan Konya’ya dönelim”, dedik. Ancak bizi ikna ettiler; “Şehrin çok yakınındayız, sonra Kayseri tarihte Kapadokya Krallığının başkenti bir şehirdir, orada o dönemin antik eserleri de olabilir”, dediler. Böylece o merakla geldik. Ancak, o döneme ait bir ize de rastlamadık.” Hanımları, bir kitabevine davet ettim. Orada oturduk, kendilerine bu şehrin bilinmeyenlerini anlattım: “Bakın hanımefendiler, sizler ülkenin okullarında okudunuz, ülkemize hizmet ettiniz, emekli oldunuz ve şimdi tanıma turuna çıkmışsınız. Kayseri’nin yobazlığı nereden kaynaklanıyor? Bunu bana anlatacak bir gerekçeniz varsa, buyurun sizi dinliyorum” Bayanlar birbirlerinin yüzüne baktılar. Birisi, ‘valla, öyle diyorlar, biz ne bilelim’, deyip ithamın yükünü üzerlerinden atmaya çalıştı. Bu defa söze başladım: ‘Sizler bayansınız, ister misiniz bu şehrin tarihindeki bayan zenginliğinden söz etsem?’ dedim ve devam ettim: “Bakın yakınımızda, Şifaiye Giyasiye Medresesi adını taşıyan bir medrese vardır. Orasını bir bayan yaptırmıştır. Üstelik bundan 800 yıl önce, Adı Gevher Nesibe’dir.

Dünyanın ilk uygulamalı tıp fakültesidir bu. Bir tarafta tıp eğitimi yapılıyor, öbür tarafta hastalar tedavi ediliyor. Bizde bu olurken Batı’da hastane diye bir kavram yoktu. Daha da önemlisi, hamamı, konferans salonu, mescidiyle bir külliyedir. Çok daha dikkate değeri de, bu sitenin içerisinde ruh ve sinir hastalarını tedavi eden bir de rehabilitasyon bölümü vardır. Burası kış aylarında hamamın sıcak suyuyla ısıtılıyor hastalar da müzikle tedavi ediliyor. Bir başka bayanımız, Hunat Hatun, kendi adına, cami, büyük bir medrese, hanımlar ve erkekler için ayrı ayrı bölümleri olan bir de hamam yaptırmıştır. Daha da önemlisini söyleyeyim, Türkiye’nin tarihinde bir onur arması olarak durması gereken bir başka bayanımız vardır, Sulipaşa Hatun! Alettin Eratna’nın eşi olan bu hanım, da bundan 800 yıl önce bu şehirde Valilik görevini yürütmüştür. Arap Seyyahı İbni Batuta’yı karşılayıp ağırlayarak buradan gönderen bir Devlet kadınıdır. Mesela, Mısır Sultan diye bir hanımannemiz var, Selçuklular döneminde Mısır’a elçi olarak gönderilmiştir. Hunat Hatun’un da İran’a elçilik göreviyle gittiğinden söz edilir. Selçuklu eserlerinin mihrabıyla en muhteşemi olan ve Sanat tarihinde örnek eser olarak gösterilen Gülük Camii’ni de bir Selçuklu bayanı olan geçirdiği bir depremden sonra adeta yeniden inşa edilecek şekilde Atsız Elti Hatun tarafından günümüze gelmiştir. Onun da bitişiğinde hamamı vardır. Develi ilçemizde de Sivas Hatun’un yaptırdığı büyük bir cami bulunmaktadır. Yobaz dediğiniz şehrin sadece hanımlar tarafından sağladığı kültür eserleri bunlar. Biz bu eserlerin ruhaniyeti içerisinde yaşıyoruz bu şehirde. Osmanlı’nın son döneminde İzmir’de yaşayan levantenler yüzünden bu şehre ne ad veriliğini her halde bilirsiniz? Bakın mesela, bu şehirdeki ilk ve ortaöğretim okullarının hemen tamamına yakınını hayırseverler inşa ettirmişlerdir. Üç üniversitemiz var; bunların üçünün de binalarını yine bu şehrin sanayici ve işadamları yaptırmışlardır. Camilerimizin hemen tamamına yakını yine hayırseverlerimizin eserleridir. İzmir’de böyle bir zenginliğine sahip misiniz?” Durdular birbirlerinin yüzüne baktılar. Yine bir bayan cevap verdi: “Biz bu şehir için haksızlık etmişiz beyefendi. Gerçek anlamıyla muhteşem şeyler şu söyledikleriniz. Kayseri şu öğrendiklerimiz açısından bakınca, bizim şehrimizden daha fazla övünce sahip bir ilimizmiş, bunu fark ettik şimdi. İyi ki yanılarak gelmemek gibi bir hatayı işlememişiz.” Ayağa kalktılar, giderken birisi yaklaştı; “Beyefendi, bizi çok vahim bir yanılgıdan kurtardığınız için sizi bir kardeşiniz olarak kucaklayabilir miyim?”, dedi ve boynuma sarıldı. Çıkarken bu hanımların hüzünlü olduklarını gördüm. Onları hüzne sevk eden, anlattıklarımla benden etkilenmemeleri değil, öğrendikleriyle gerçek kişilik buhranının kendilerini nasıl sarstığının farkına varmalarıydı. Hemen her şehrimizin bu tür derin bir geçmişi vardır. Biz, millet olarak şehirleri toplu yaşama içgüdüsüyle değil, birlikte ihya etmenin sorumluluğu ile inşa etmiş bir milletiz. Unutmayalım; şehirli olmak, şehirde yaşamak, o şehri fark etmekle değer kazanır! 25


nsandan hayvanata, nebatattan ekonomiye, sanattan psikolojiye, bulunduğu noktada dokunduğu yeri güzelleştirmeye çalışan Ogliv Kurucusu Ferhan Geylan ile geçmişle gelecek arasında umut köprüsü üzerinde bir yolculuğa çıktık.

YÜRÜYEN ÜNİVERSİTE;

OGLİV/ SARI KÖŞK FERHAN GEYLAN İLE SÖYLEŞİ (Ferhan Geylan’ın kurucusu olduğu Ogliv Platformu; ‘Og’ yerel bilgeliği ve kültürü, ‘liv’ ise refahı, yemeğe, emeğe yapılan katkıyı sağlamasından yola çıkan iş insanı, Çengelköy’deki Sarı Köşk’ün tarihi atmosferinde sorularımızı cevapladı..) Söyleşi; Zeynep Betül KAVAK

“Gelecek nesillerin daha iyi şartlarda yaşayabilmelerini sağlayacak bir kültür bırakabiliyorsanız, o nesli kurtarmış oluyorsunuz aynı zamanda.” Ferhan Geylan Böylesine güzel ve faydalı bir projeyi hayata geçiren Ferhan Geylan kimdir? Ben 40 yıllık iş adamıyım aslında, 1981’de Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği’nden mezun oldum ama inşaat mühendisliğini hiç yapmadım. Kader bizi mücevher sektörüne başlamamızı sağladı. 1981’de başlayan iş hayatım 1987’de İstanbul’a taşınarak, İstanbul’da devam etmeye başladı. 1993’te bugünkü markamız olan Gilan Mücevher’i kurduk. Çok kısa bir zaman içinde ise markamızı, kardeşim ve iş arkadaşlarımla birlikte dünyaya taşıyabilme başarısını gösterdik. Hayatımda başka hiçbir iş yapmadım. Tek bir iş yapmayı o işe odaklanmayı, o işi en iyi yapmayı seven insanlarız, biraz da mükemmeliyetçilik var. O işi gerçekten çok severek yaptık hem Türkiye’de hem dünyada Türkiye’yi gururla taşıyacak bir marka ürettik. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Markamız tamamen Anadolu kültüründen ilham alarak bunu tasarımlarına yansıtmış bir marka. Mücevherlerimizin her biri aynı sizin de bu Şehir ve Kültür dergisindeki içeriğinizle eşdeğer. Anadolu kültüründen esinlenerek müthiş bir çalışma çıkarttık. Bunu da dünyaya göğsümüzü gere gere anlattık. Dünyada, temelde iki temel sanat anlayışı var. Batı sanatı ile doğu sanatı. Batı sanatı Rönesans’tan sonra gelişen, insanı ve doğayı birebir resmeden bir sanat. Doğu sanatının felsefesi ise içeriğin ruhuyla uğraşan bir sanat. Biz doğu sanatıyla yaklaşık 30 senedir çok haşır neşir olduk ve bu sanata değer kattığımıza inanıyorum. Bu hikâye nasıl başladı? Sizi böyle bir çalışmaya teşvik eden unsurlar/ kişiler neler oldu? Gilan’ın Amerika operasyonunu yönetmek için 2001’de ailem ile birlikte New York’a taşındık ve operasyonu yürütürken arkadaşlarla, Ticaret Bakanlığı ve Türkiye Odalar ve

sayı//72// temmuz 26


Borsalar Birliği ile Türk-Amerikan Sanayi Ticaret Odası’nı kurmuştuk. Hayatım boyunca hep Anadolu’dan bir marka, İstanbul’dan bir marka çıkarmakla ilgili uğraştığım için bölgelerin de markalaşabileceğini ve kalkınabilmesinin mümkün olabileceğini düşündüm. Bir taraftan Gilan’ın Amerika Birleşik Devletleri operasyonunu yürütürken aynı zamanda bölgelerin kendi varlıklarıyla kalkınabileceklerinin uygulamalarını gördüm ve o çalışmaları Amerika’nın çeşitli yerlerinde inceleme fırsatım oldu. Dolayısıyla bu merak oradan bir hobi olarak başladı. Aslında yaptığım işle de çok paraleldi. Bütün Gilan’ın serüvenine kültürlerin incelenmesi ve kültürel varlıkların sanata dökülmesiyle ilgili çalıştığım için, bölgesel varlıkların yani bölgelerin doğal, beşeri ve kültürel varlıklarının kalkınmadaki rolünü orada inceleme fırsatım oldu. Bu konuda Harvard’da çok ünlü bir ekonomist olan Michael Porter ‘ın çalışmalarını görünce, hobi olarak bölgesel kalkınma projesini hafta sonları düşünmeye, karalamaya başladım. Bu durum beni içine oldukça çekmişti. 2010 senesinde New York’tan Türkiye’ye ailecek döndük. Şimdi çocuklar işin başında. Bende o gün hobi olarak başlayan bu işi profesyonel bir işe dönüştürmeye başladım ve bir model oluşturdum. 15 senedir neredeyse bu işle uğraşıyorum. TÜİK’in yapmış olduğu resmi açıklamalara göre Türkiye’de işsizlik oranı yaklaşık %14. Sunduğunuz proje bu noktalara katkı sağlıyor, bu konuda neler söylemek istersiniz? Bu konuda aslında çok konuşmak ve içimi dökmek isterim. Bizi sömüren bir sistem var karşımızda. Öyle acımasız bir sistem kurmuşlar ki kaçışınız yok. Michael Porter’ın en çok etkilendiğim tarafı oydu zaten: bölgelerin kendi öz varlıklarıyla kendi ayakları üzerinde duran toplumlar olması. Yaşadığımız toplumu üreten mahalleler, üreten köylere dönüştürebilirsek o zaman kendi ayakları üzerinde duran topluluklar üretmiş oluyoruz. Toplumlar ihtiyaçlarını kendileri üreterek karşıladıkları zaman işsizlik diye bir şey söz konusu olamaz. Olsa olsa tembellerin sayısı sayılır işsizlerin değil. Bu konuda çok iddialıyız, kurduğumuz sistemde herkes işini burada hızlı bir şekilde kurup kendi gelirini üretebiliyor. İnsanların doğru bilgiye erişim sorunları var, biz onlara neler yapabilecekleri konusunda da tavsiyeler veriyoruz, yol gösteriyoruz. Mesela yeni nesil işler var onları bu tip alanlara yönlendirip

mahalleye kazandırılması ve sonucunda da mahallede işsizliğin olmaması için mücadele ediyoruz. Çok yeni bir kampanya başlattık 1000 aileye iş kampanyası! Sadece Çengelköy için. 1000 aile başvursa dahi şu an Ogliv’in kütüphanesinde herkese verebileceği işler var. İsterler ise hemen anında başlayabiliyorlar. Kim gelirse gelsin bizden malzemesini alıp üretiyorlar, ürettiklerini de buraya getiriyorlar ve biz satıyoruz. Toplumlar dışarıdan endüstriyel bir ürün almadan bunu başarabilirler. İstedikleri gıdayı, istedikleri ayakkabıyı, giysiyi her şeyi üretebilirler ve ürettiklerini de buraya getirerek buradan satışını gerçekleştirebilirler. Burayı Çengelköy’ün bir kooperatifi gibi düşünebilirsiniz. Bununla birlikte her aile buradan sağlıklı gıdaya erişebiliyor, herkesin bir işi var, herkes üretiyor ve en önemlisi Çengelköylülük bilinci. Böyle bir yerde işsizlik olması mümkün değil.. Yaptığınız çalışmalar ile yaşadığınız döneme; hayatına dokunuş yaptığınız insan, bitki, hayvan adedince iz bıraktınız ve bırakıyorsunuz. Bir söz vardır eskiler der ki: “Şu gök kubbede hoş bir sadâ bırakmaktır esas olan…” Bu minvalde gerçek iz bırakmak nedir? Bu hoş sadâ uğruna çalışmalarınız ne şekilde ilerliyor? Gerçek iz; insanlığa bırakacağınız kültürel miraslardır. Çünkü gelecek nesillerin daha iyi şartlarda yaşayabilmelerini sağlayacak kurumsallaşmış bilgi bırakabiliyorsanız, gelecek nesillerin refahını da güvence altına almış olursunuz. Oluşturduğumuz kalkınma modeli üzerinden cevap verecek olursam; bu modelde çok önemli üç aşama var. Birinci aşama sürdürülebilir bir modelin kurulması aşaması, 27


ikinci aşamada ise ürettiğiniz bilgiyi kültüre dönüştürmek. Kültüre dönüştürdüğünüz zaman o bilgi, toplumların bilgisi olmaya başlıyor. Yani bizim ürettiğimiz bilgi kendimizde kaldığı ve onunla mezara gittiğimiz zaman hiçbir şey ifade etmiyor... Fakat ürettiğimiz bilgiyi kültüre dönüştürebiliyorsak o zaman yaşadığımız topluma bir miras bırakmış oluyoruz işte. Gelecek nesiller ise kültürü çeşitlendirerek zenginleştiriyorlar. Üçüncü aşama ise dünya halklarıyla paylaşılması… İşte o zaman bıraktığınız iz, sadece kendi toplumunuza değil tüm insanlığa ait anonim bir miras bırakmış oluyorsunuz. Yaşadığımız pandemi sürecinde evlerin balkonlarından da anlaşıldığı üzere çevrenin önemi oldukça hissedildi. Geçtiğimiz hafta Dünya Çevre Günü idi -aslında yılın her günü öyle olmalı- yaptığınız çalışmalarda görüyoruz ki tüm güzel şeyler iç içe. Girişimciliğin yanında sıfır atık algısıyla da yola çıktığınızı görüyoruz. Bu yöndeki çalışmalarınızdan, önerilerinizden bahsedebilir misiniz? Çevreyi mahvetmek bizim genlerimizde olamaz. Biz insana, çevreye, doğaya karşı merhametli bir toplumuz. Geçtiğimiz yüzyıldan beri çevreyi esas mahveden aşırı sanayileşen batılı ülkeler olmuştur. Hele bu yüzyılda Çin ekonomisi büyük tahribat yaptı. Bizim gibi ülkeler çok büyük bir tahribat yapmamamıza rağmen yine de çok dikkatli olmalıyız. Doğayı düne nazaran bugün daha iyi korumak, havanın, toprağın ve suyun kalitesini artırarak gelecek nesillere daha iyi bir çevre bırakmalıyız. Bizim ülkemizde ise yapılan en çok tahribat toprak oldu. Toprak çok kirletildi; kimyasal gübrelerle, çok aşırı verim almakla ilgili sayı//72// temmuz 28

çalışırken biz topraklarımızı mahvettik. Dolayısıyla topraklarımızı tekrar temizlemek ve kazanmak zorundayız. Bununla ilgili çalışmalarımız var. Beykoz bizim tarım konusunda pilot bölgemiz. Orada çok ciddi çalışmalar yapıyoruz. Cumhuriyet Köyü pilot çalışma yaptığımız köydür. Kırsal kalkınmayı daha önce Bilecik’te yaptık. Ve o çalışmadan zaten çok şey öğrendik. Bütün yaptığımız çalışmaların anası diyebilirim o çalışma için. Orada çok önemli bir şey öğrendim; eğer bir toplumla adil ekonomik bir sözleşme yapar ve eğitir iseniz, o sözleşmenin gereğini de yerine getirirseniz bölgenin sosyal, kültürel ve ekolojik kalkınması doğal olarak gerçekleşecektir. Çevreyi mahveden diğer unsurlardan birisi de aşırı tüketim. Tüketimi engelleyecek çalışmalar yapıyoruz. İhtiyacınız kadar ürün almaya teşvik eden çalışmalar yapıyoruz. On gram tuz, bir bardak pirinç almak gibi. İhtiyacınız yoksa yarım kilo, bir kilo almak durumunda değilsiniz, israfı engellemek için ihtiyacınız kadar satın almanızı sağlıyoruz. Başka bir konu daha var. Kullandığımız eşyaların ömürlerinin uzatılmasıyla ilgili çalışmalarımız var. Bunun için de burada pazar yeri kuruyoruz. Komşularımız ellerinden çıkarmak istedikleri eşyayı buraya getirip satacak ve dolayısıyla o eşyaların ömürlerini uzatmaya çalışacağız. İnsanoğlu yaşamı boyunca kendisini çevreleyen doğayı anlamaya çalıştı ve kendisini doğanın bir parçası olarak gördü. Fakat bununla birlikte doğayı kendinden korumaya da çabaladı. Bunun dengesini kurmak oldukça zorken siz ve sizin gibi oluşumlar sayesinde bu denge kısmen sağlanabiliyor. Sizin bu anlamda yaptığınız somut projeler nelerdir? Aslında bunun dengesini kurmak çok zor


değil. Ekonominizi döngüsel ekonomi prensipleri üzerine kurduğunuz zaman sorunlar kendiliğinden ortadan kalkıyor. Allah’ın bize vermiş olduğu nimetler üzerinden israf etmeden, eşyanın tekrar doğaya döneceği bilincinde değer üretebilmeyi bilmemiz lazım. Bunu başaracak olan aracılar ise kaynak tedarik eden yerel girişimcilerdir. Ogliv’in geliştirdiği en önemli inovasyon olduğuna inanıyorum. Çünkü bu girişimciler olmadan değer zinciri tamamlanamıyor maalesef. Biz yaptığımız her çalışmada bunu gördük ve Çengelköy’de bu sistemi kurduk. Ben bu aradaki yapıyı bilgi ve diğer kaynakları içinde barındıran yerel kütüphanelere benzetiyorum. Bu kütüphaneleri işleten girişimciler ise adil ticaret prensibi ile çalışan girişimcilerdir. Bu girişimcilerin hayatlarını kolaylaştıracak birçok inovasyon yaptık, hala da yapmaya devam ediyoruz. Mesela kırsaldan gelecek malzemenin temini için çok güçlü metotlar geliştirdik. Adil sözleşmeli tarım bunlardan bir tanesi. Çiftçinin alın terinin hakkını vererek verimli ve sağlıklı üretim yapmasını sağlamak. Atalık tohum ile üretimden zehirsiz tarıma kadar bütün çözüm kapılarını açıyor. Bunu yaparken başka bir problemi çözdük. Tarım politikalarının önündeki en büyük problem olan miras yolu ile tarım arazilerinin parçalanmasına pratik ama köklü çözüm ürettik. Köylüye sizinle adil bir sözleşme yaparız ve hakkınızı veririz ama arazilerinize tek ürün ekin dedik ve köylü bunu kabul etti. Düşünüp çalışırsanız çözülemeyecek, üstesinden gelinemeyecek hiç bir problem yok. Bu girişimcilerin şehirlerdeki rolü ise yerel ekonomileri çeşitlendirerek ekonomik, sosyal ve ekolojik kalkınmayı yakalamak, bölge halkının yaşam kalitesini inşa etmek. Hem kentsel kalkınmanın hem de kırsal kalkınmanın temel dinamiği bu girişimciler, çok ama çok önemli olduğunu düşünüyorum. Değişim, dönüşüm, çevrecilik ve girişimcilik kavramlarının Oglivcesini sizden dinleyebilir miyiz? Bu ifadeler sizin oluşumunuzda nasıl neşvünema buluyor? Aslında bu değişim ve dönüşümlerin hepsi toplumların kültürel sahip oldukları alanlarının içinde kalmalı. Değişim, sahip olduğumuz tüm varlıkları; adaleti, toplumun sağlığını, kültürel değerleri, çevresel değerleri, aileyi koruyarak amaca ulaşılmasıdır. Birde değişimi

gerçekleştirirken sosyal etki üreterek değişimi yakalamak çok önemli. Kurduğumuz sürdürülebilir kalkınma modelini bu temel ilke ile hazırladık. Bu ilke toplumların yozlaşmasını önler. Oglivcesi; evet değişim ama değerlerimizi koruyarak ve toplum için sosyal etki üreterek Şehir ve Kültür bazında düşünüldüğünde bir şehrin ve bir kültürün olmazsa olmazları nelerdir? Bu noktalarda sizlerin katkıları neler olmuş/ neler olacaktır? Bu noktada ben dünyaya çok büyük bir iz bırakmış İbn-i Haldun’un tarafındayım. Çok sevdiğim bir düşünür, filozoftur, psikolojinin babasıdır, İbn-i Haldun’un felsefesi şöyledir; Kırsal alanlardan göç alan şehirler, medeniyetlerini, ekonomilerini, kültürel varlıklarını koruyabilmesi için göç eden toplumların o medeniyete uyum sağlayabilmeleri gerekir. Aksi takdirde göç hareketleri, şehrin medeniyetini yok edeceği ve tarihten silineceği tezini savunur. Tarihe bakın hep böyle gerçekleşmiştir. Şehir ve kültürünü korumak için şehrin kendi medeniyet alanını çok iyi tanımlamak ve o medeniyet alanına giren yeni göçlerin o medeniyeti yok etmemesi için büyük mücadele etmek lazım. Kadim şehirler ve medeni insanları. Yaptığınız işlerle ilgili nasıl bir dünya hayal ediyorsunuz? Çok merhametli bir dünya hayal ediyorum,.. Tekrar oraya geri döneceğim ama merhamet bizim esas beslendiğimiz ana varlık. İki tip insan vardır psikoloji biliminde. Toplumları kendi malı gibi gören ve onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen egoist ruhlu insanlar. Bir de; yaşadığı toplumun bir parçası olduğuna inandığı için topluma değer üreten insanlar. Benim bütün hayalim tabii ki topluma değer üreten iyi insanların daha çok olduğu bir dünyaya sahip olmak. Merhametli insanların daha çok olduğu bir dünyayı hayal ediyorum… Buradan dergimiz aracılığı ile insanın kendisine ve insanın yaşadığı çevreye/ dünyaya karşı sorumluluğunu tamamlayabilmesi adına neler söylemek istersiniz? Eğer merhamet gönlünüzü kapladıysa o zaman içinizden gelen o sesi dinleyin, sizi severek yapmak istediğiniz alana mıknatıs gibi çekecektir zaten. Mutlu olmanın sırrı da bu değil mi. Yani burada ölçü para değil, ölçü ruhumuzun ne kadar beslendiği ile ilgili. Yaptığın iş seni ne kadar tatmin ediyor bu çok önemli… 29


enevre Gölü kıyısında,ismini Cenevre Gölü’nden alan bir güzel şehir Cenevre... MÖ 120 yılında Romalılar tarafından kurulan kent, 4000 yıllık köklü bir geçmişe sahiptir. Büyüleyen tarihi ve doğal güzellikleri ile her yıl binlerce misafire ev sahipliği yapan şehir; doğası, tarihi binaları, müzeleri, leziz peynir ve çikolatalarıyla ön plandadır.

BİR GÜZEL ŞEHİR;

CENEVRE

Mimarisi ve doğası ile dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Cenevre hem tarihi hem de kültürü ile misafirlerine unutulmaz bir seyahat sunuyor. Şifanur ÖZÇELİK ŞİRİN

Uluslararası kuruluşların merkez binalarının bulunduğu kent, dünyanın en önemli kültür merkezlerinden biridir. Dünya çapında önemli organizasyonların yapıldığı Cenevre’de nüfusun büyük çoğunluğunu yabancılar oluşturur. Fransa’ya olan yakınlığından dolayı Fransız esintilerinin yoğun olarak hissedildiği Cenevre, İsviçre’nin en güzel kentlerinden biridir. Cenevre ılıman bir iklime sahip olsa da kışları oldukça soğuk geçiyor. Bu nedenle Cenevre’yi ziyaret etmek isteyen kişilere, mayıs ayını ve yaz aylarını tercih etmelerini öneriyorum. Mimarisi ve doğası ile dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Cenevre hem tarihi hem de kültürü ile misafirlerine unutulmaz bir seyahat sunuyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de pek çok önemli kuruluşun merkezi olan Cenevre; kültürel, doğal ve tarihsel açıdan görülmeye değer pek çok güzelliğe sahiptir. Bu güzelliklerini keşfedebilmek için asgari 1 maksimum 2 günlük bir seyahat planı yeterli olur. ST. PİERRE KATEDRALİ

Biz fotoğrafçılar için eşsiz manzaraya sahiptir.16. yy.’ın önemli gotik eserlerinden biri olan St. Pierre Katedrali, eski şehirde bulunan ünlü yapılardan biridir. Kendine has mimarisi ile görenleri kendine hayran bırakan katedralin alt bölümünde önemli bir arkeolojik kazı alanı bulunur. Kulesinden bütün şehrin göründüğü ve günümüzde müze olarak kullanılan katedrale giriş ücretsizdir. JET D’EAU FISKİYESİ

Cenevre dendiğinde akla ilk gelen eserlerden biri olan Jet D'eau 1891 yılında inşa edilmiştir. Estetik açıdan oldukça değerli olan fıskiye yaklaşık 140 metre yüksekliğe çıkan bir su şovu sunar. Üzücü bir hikâyesi olan bu fıskiye, yapıldığı dönemde mühendisi suyun 140 metreye kadar çıkacağını iddia eder. Çalışmalar sayı//72// temmuz 30


sonunda, açılış günü geldiğinde su sadece 70 metreye kadar çıkabilir ve mühendis o gece intihar eder. Ancak ertesi gün fıskiye yeniden çalıştırıldığında görülür ki su 140 metreye çıkabiliyordur. Özellikle akşam vakitlerinde görsel şölen sunan Jet D’eau’yu mutlaka görmelisiniz. BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BİNASI

Dünyanın en önemli örgütlerinden bir tanesi olan Birleşmiş Milletler Binası, Cenevre şehir merkezinde yer alır. İçinde alınan kararlar kadar görkemli yapısı ile de ziyaretçileri cezbeden Birleşmiş Milletler binasına giriş ücretlidir. Belirli alanların gezilebildiği bina mutlaka görülmesi gereken yerlerin başını çeker. Kimliğiniz yanınızda olduğu müddetçe rehber eşliğinde binayı istediğiniz gibi gezebiliyorsunuz. REFORM ANITI VE REFORM MÜZESİ

Cenevre Üniversitesi‘nin bahçesinde bulunan, Protestanlar için oldukça önemli olan Reform hareketi anısına yaptırılan eser, bu hareketin simge isimlerinin heykellerinden (John Calvin, William Farel, Théodore de Bèzeand John Knox’un ) oluşmaktadır. 5 metre yüksekliğinde heykelleri bulunan anıt, eski şehrin duvarlarının üstünde durmaktadır. Reform Anıtı’nı ücretsiz bir şekilde ziyaret edebilirsiniz. NEUVE MEYDANI

Tiyatro, konser ve daha pek çok sanat etkinliğinin gerçekleştirildiği mekânların ortasında bulunan Neuve Meydanı, Cenevre’nin sanat meydanı olarak bilinir.Rath Müzesi, Büyük Tiyatro, Cenevre Müzik Konservatuarı ve Victoria Konser Salonu gibi sanat merkezlerine ev sahipliği yapan meydan tam ortasında 1787 – 1875 yılları arasında yaşamış, İsviçre Dağlarının haritadaki son halini vermiş kişi olan General GuillaumeHenriDufour’un atlı heykeliyle karşılıyor gelenleri. MONT BLANC

Avrupa’nın en yüksek tepesi olan ve ünlü bir dolma kalem markasına adını veren Mont Blanc da Cenevre’de bulunuyor. LEMAN GÖLÜ

Dünyanın en uzun (yaklaşık 120 kilometrelik uzunluğuyla)göllerinden biri olan en büyük göllerinden olan Leman Gölü de şehrin cazibesini arttıran bir diğer unsur. Cenevre Gölü olarak da bilinen Leman Gölü’nün temizliği dillere destan. Kimse hiçbir şekilde çöp atmıyor

bu göle. Gölün bir kısmı Fransa sınırında kalıyor. Gölün hem İsviçre tarafındakiler hem de Fransa tarafındakiler her gün ölçüm yapıyor gölde. Ve gölü herhangi bir şekilde kirlettiği belirlenen kişi ve kurumlar çok ağır cezalar alıyor. Ve bu tertemiz göle girmek çok keyifli. Gölde avlanan levreğin tadı ise kelimelerle anlatılacak gibi değil. ÇİÇEK SAATİ

Her mevsim farklı çiçek ve bitkilerle değişen 4 metrelik koca çiçek saat 1955 yıllarında Cenevre’de çalışan bahçıvanlar tarafından tasarlanmış. Leman Gölü yakınlarındaki ‘İngiliz Bahçesi’nde görülebilecek dev tik tak aynı zamanda güneş enerjisiyle çalışıyor. DEV SANDALYE

Tamı tamına 5.5 ton ağırlığında 12 metre uzunluğunda bir sandalye tek ayağı kırık Nations Meydanı’ndaki sandalye anıtı 1997 yılında Daniel Berset tarafından savaş sırasında mayınla ayağını kaybeden ‘Kara Mayını Kurbanları’ anısına yapılmış. Yapı, insana düşündürdükleriyle boyundan daha büyük şeyler yapıyor. Dünya mutfağının özel lezzetlerini tadabileceğiniz Cenevre'de hem yöresel hem de modern lezzetleri tatmanız mümkün. Peynirin başrolde olduğu ülkeye olan ziyaretinizde ilk tatmanız gereken lezzet ise peynir fondüdür. İsviçre çikolatasının namını bilen herkes Cenevre’ye geldiğinde mutlaka çikolataların tadına bakar. En güzel çikolata içinse Cailler Bölgesi’ne gitmek gerekiyor Cailler fabrikasında çok güzel bir çikolata müzesi var. Cenevre’ye ziyarete gelen turistler yöresel ürün olarak İsviçre çakısı alabilirler. Leman Gölü çevresini ister arabayla, ister trenle isterseniz vapurla geçin. Kıyılarda çok güzel şehirler, malikaneler ve plajlar göreceksiniz. Nestle’nin ilk fabrikasını, İsviçre merkezli Migros’un ana tesisini, ünlü İngiliz Rothschild Ailesi’nin malikanesini ve daha nice güzel bina görüyorsunuz yol boyu. Yeterince doğa, sanat, tarih gördük dediğiniz noktada kapısına dayanabileceğiniz Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN), dünyanın en büyük parçacık fizik laboratuvarıdır. Görmeden gelmeyin derim. İyi Seyirler diliyorum… 31


ergimizin 39. sayısında “İstanbul'dan gitmeden göçeceğim bir yer arıyorum İstanbul'da” diye dertlenmiş ve “sevdiğim ve özlediğim İstanbul'a dokunamayınca ona olan özlemimi ve hasretimi gidermek için resimlere kaçıyorum son zamanlarda. Kadim İstanbul'un resimlerini yapmak artık benim için bir sığınak İstanbul'dan kaçıp İstanbul'da yaşamak için.” demiştim.

“KÖYÜ OLMAYAN ÇOCUK” Bugünümüze, şehirlerimize bakıp ne diyebiliriz artık? Ben ise bir köyüm olmadığı için köyü olanlara gıpta ile bakıyor ve diyorum ki: "Köyünüzün değerini bilin, onu ihmal etmeyin ve kendinize küstürmeyin." Cem ERİŞ*

*Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı-Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı / Restorasyon Daire Başkanı

sayı//72// temmuz 32

“Çocukluğumun geçtiği Bahçelievler'in bahçeli evleri arasında koştururken yazları okullar tatile girince Konyalı arkadaşlarım Konya'ya, Trabzonlular Trabzon'a Kastamonulular Kastamonu'ya gider bir kaç ay sonra dönerlerdi. Mahallede neredeyse tek başıma kalırdım. Kafa dengi arkadaşlarımla oynayamadığımdan canım sıkılır ve aileme “Bizim niye köyümüz yok? Biz de köye gidelim” diye sızlanırdım. Evet, ailemin bir köyü yoktu. En az dört-beş nesildir Süleymaniyeli olan atalarım irtibatı çoktan kopardığından Anadolumda bir köyü yoktu ailemin. Onun için Anadolu'da köyü olanlara hep imrenmişimdir. Ama çocukluğumun İstanbulunu da doya doya yaşamışımdır. Boğazından ormanlarına, Silivrisinden Şilesine gezmediğimiz, ekmeğini yemediğimiz, suyunu içmediğimiz hiç bir tabii ve kadim semti, denizine girip balık tutmadığımız hiç bir kıyısı kalmamıştı. Onun için günümüzün dört duvar arasında kalmış çocuklarına acıyorum.” demişti..O yıllarda şehir hala kırsal alanla, tabiatla olan bağını sürdürmeye devam ediyordu. Dolayısıyla hem şehri hem de köyü bir arada çok kısa mesafeler içinde yaşayabiliyorduk. Arazi veya konut sahibi olmak ailemizin bir önceliği değildi şehre sonradan dahil olanlar gibi. Konut yuva idi, ev idi. Bugünkü gibi bir yatırım aracı değildi. Bütün bir çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği mahallemde aynı evde tam 20 sene kiracı olarak oturmuştuk. Bu şehirde insan, yaşadığı yere bağlanabilir, kök salabilir ve oranın bir parçası haline gelebilirdi. Böylece yeni gelenlerle beraber kültürel zenginlik artarak devamlılık arz ederdi. Ayartıcı, insanı baştan çıkartıcı ticari bir meta değildi yuva sahibi olmak. Zaten mülkün sahibi olmanız da gerekmiyordu. Kira da olsa konut sadece yuva idi, başınızı soktuğunuz ailenizle bir arada olduğunuz sığınağınız idi. Onun için çocukluğumun şehrini hatırlayarak bugünün çocuklarına acıyordum. Ancak malum pandemi sonrası kendime de acıyacağım hiç aklımın ucundan


geçmezdi. Hem de hala aynı sebebten: “bizim niye köyümüz yok?” İstanbul'un da köyleri var elbette. Lakin arazi değerlerindeki fahiş artışlardan köyler de nasibini aldı. Şehre yapılan yol, köprü, havaalanı, metro, kentsel donatı gibi her türlü alt/üst yapı yatırımı, sürekli arttırılan imar hakları ile şehrin nefes alma alanları olan kırsal tabii alanlar da rantın kurbanı oldu. Kırsalda kalan ve kısıtlı imarı olan alanlar da bu sefer bu bakirliklerinden dolayı kıymetlenerek sıradan insanın erişemeyeceği değerlere ulaştı. Dolayısıyla İstanbul'a yakın kırsal bir alanda legal bahçeli bir ev sahibi olmak artık milyon liralık bir bütçe ile ancak mümkün olabilir hale geldi. Bu paralara Anadolu'nun mütevazi bir şehrinde bütün bir apartmanı satın alabilirsiniz bugün. Pandemi sonrası oluşan yeni sosyolojide insanımız, başta İstanbul olmak üzere özellikle büyükşehirlerde artık bahçeli ve balkonlu evlere yeniden yöneldi. Tabii olarak talep artınca bu tip evlerin fiyatları da yükseldi. Bir yandan İstanbul'a yakın sayfiye alanlarında da özellikle başta Ege kıyıları olmak üzere arazi, daire ve müstakil ev fiyatları İstanbul ile yarışır duruma geldi. Ancak küresel boyutta yaşadıklarımızdan anlıyoruz ki dünyamız çok uzak olmayan bir gelecekte güvenli gıda, içilebilir su ve bunlara kolay ulaşım yönünden ciddi sıkıntılar yaşayacak. Bu konuda kendine yeter konumda olan ülkemizin sınırlı kaynaklarının artık büyük kentlerin rant hareketlerine, betona harcanarak heba edilmesi yerine gerçek üretime dönük sektörel faaliyetlere harcanarak istikrarın korunması hayati bir önem taşıyor. Hemen sınırlarımız dışında, medeniyet coğrafyamızda yaşananların ülkemizin de başına gelmesi için içeriden dışarıdan gece gündüz mesai sarf edildiğini hep birlikte yaşayarak görüyoruz. Oysa kadim şehirlerimizin, sosyal hayatının ve çevresinin bugünden farkı, toprakla yani tabiatla ittifak içinde, onun içinde ona zarar vermeden uyum içinde sürdürülebilir şehirler oluşudur. Şehir : hem bir üretim merkezi, hem tabiatın nimetlerini ancak ve ancak meşru ve zaruri ihtiyaçlar için dönüştürüldüğü ve biçimlendiği bir hayat ve medeniyet alanı olarak telakki edilmiştir. Mimariniz, sanatınız, edebiyat ve musikiniz velhasıl medeniyetiniz adına ne varsa, işte bu kendisiyle ve çevresiyle barışık, israftan kaçınan, ihtiyacı olmayan şeye dönüp bakmayan, bakanı ayıplayan,

varlığı da yokluğu da paylaşan ve kanaat edip yetinen, gösterişten uzak, reklamı ayıplayan, haddini bilen, “Sizin en hayırlınız insanlara faydalı olanınızdır” düsturuna iman etmiş ve sindirerek benimsemiş bir hayat tarzına göre biçimleniyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir” isimli eserinin “Bursa'da Zaman” bölümünde bu hayatı o kadar berrak anlatıyor ve diyor ki: “ Cedlerimiz inşaa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı.Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil'de dua eder, Muradiye'de düşünür ve Yıldırım'da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder. Ah, bu eski sanatkarlar ve onların her dokundukları şeyi değiştiren, en eski bir unsurdan yepyeni bir alem yapan sanat mucizeleri! Dedelerimiz bu mucize ile ve onun etrafına taşırdığı imanla Bursa'nın ve İstanbul'un çehresini değiştirdiler, onları yarım asır içinde halis Türk ve Müslüman yaptılar.” Bugünümüze, şehirlerimize bakıp ne diyebiliriz artık? Ben ise bir köyüm olmadığı için köyü olanlara gıpta ile bakıyor ve diyorum ki: “Köyünüzün değerini bilin, onu ihmal etmeyin ve kendinize küstürmeyin.” 33


iyazi Sayın Hocamızın büyüklerinden dinlediği ve kendisinin birebir tanıdığı meczubin ile yazılı kaynaklarda yaptığımız araştırmalar neticesinde bulabildiğimiz, Üsküdar’da yaşamış elli dokuz meczuptan ki tahminimiz bu sayının çok çok daha fazla olduğu yönündedir, bazılarıyla sizleri başbaşa bırakıyoruz efendim.

ÜSKÜDAR’IN MECZUBLAR -II-

“Gâh üryân, gâh palâs-pûş, gâh mülebbes, gâh olur ki arkasında bir kapama, beline bir ip bağlamış, başında sarıksız büyük ulemâ kavuğu. Sarık gelecek beyaz yerinden bir ip ile boğakomuş.” Dr. Serhat ONUR

Meczub Kadı Süleyman Efendi. Kendisine Rûmeli kazâlarından dört beş mansıp verilmişken 1670 senesinde Ümmî Sinânzâde Şeyh Hasan Efendi’ye intisap ederek tasavvufa yönelmiştir. 1689 senesinde ilâhî bir cezbe ile herşeyi terk etmiştir. Bu târihten îtibâren çoğunluğu Üsküdar’da meczûbâne bir hayat yaşamış olan Kadı Delisi, 1714 senesinde vefat etmiş, beni “Üsküdar’da Miskînler Mekabiri’nin cânib-i şimâline defnedin” şeklindeki vasiyeti üzere adı geçen yere defnedilmişti.. Enfî Hasan Hulus Ağa, 1723 yılında kaleme aldığı Tezkiretü’l Müteahhirin isimli eserinde aşağıdaki cümlelerle çok güzel bir şekilde tasvir etmektedir; “Gâh üryân, gâh palâs-pûş, gâh mülebbes, gâh olur ki arkasında bir kapama, beline bir ip bağlamış, başında sarıksız büyük ulemâ kavuğu. Sarık gelecek beyaz yerinden bir ip ile boğakomuş. Ve gâh olur ki, otuz kırk kuruşluk pâk bir sûf ferâceyi zeyt yağı içine sokmuş çıkarmış, arkasına giymiş ve gâh olur ki, bir sırt samur kürkü nısfından kesmiş ve tersine çevirmiş, kolları ve yakası tarafını çakşır gibi ayağına giymiş, ayakda pâbuş yok ve nısfın dahi çamura bulayıp, ters çevirip arkasına bir ip ile bağlamış ve koynunda bir mikdar zeytin, biraz pastırma ve Çorlu peyniri ve gâh olur ki başda bir kalpak yâhud Arnavud berâtesi, arkasında yetmiş seksen kuruş eder bir şâl kaftan, belinde bir a’lâ’l-a’lâ kemer bend kuşak ve üstüne henüz yüzülmüş ıslak koyun derisi bağlamış, kuyruğu ve yelesi kesik bir beygire ters binmiş, elinde bir uzun ağaç: “Savulun kâfirler, münâfıklar!”diyerek geçer ve gâh olur ki, üryan olmuş, ancak setr-i avret ya var, ya yok.” DERVİŞ MUSTAFA AĞA

Aslen Şam’da doğan Mustafa, genç yaşlarında Bursa’ya gelmiş ve burada ticâretle meşgul olmuş. İlerleyen yıllarda Sarı Kazak isimli celalli, tasarruf ehli bir Bektâşi erenince bir nefeste uyandırılır ve şeyhi tarafından ona seyahat emrolunur. Varını yoğunu Hak yolunda harcayan derviş Mustafa, 1711 yılında Üsküdar’a gelip yerleşir ve emâneti teslim sayı//72// temmuz 34


ettiği 1716 târihine kadar bu beldede yaşar ve Karacaahmet Mezarlığı’nda Taşcılar’a yakın bir yere sırlanır.Enfî Hasan Hulûs Ağa, Tezkiretü’lMüteahhirîn isimli eserinde; 1715 senesinin Mart ayında Üsküdar Nasûhî dergâhında Taslak Derviş Mustafa ile buluşmasından şöyle bahsetmektedir: “Bu fakîr yirmi yedi senesi Saferü’l-hayrın da kendiyle görüşüp, azîm sohbetlerimiz vardır. Hattâ bu fakîri cezb etmek (kendisine çekmek) sevdâsına düşmüş idi. Beynimiz de çok kılıçlar uyandı. Cezb mümkün olmayıp âhirü’l-emr helâkimize müteveccih oldu. Bir vecihle kesdiremeyip bir gün geldi:“Eyvallah âşık sâhibin pek büyükmüş.” deyip, sîne-saf olduk. Bâ’dehu muhabbet üzere vefâtına dek görüşdük, gayet müstağrak idi ve ne mahalde sohbet açılsa, ol anda olan fütûhât ile sohbet ederdi. Her saatde beş on söz söyleyecek kadar kendine mâlikdi. Bâkîsinde müstağrak idi ve keşf-i ma’nevîsi var idi. Zamâire vâkıf ve keşf-i zamâir eder (gönül okur) idi. Kendinden çok acâyib zuhûr ederdi. Bir saat yatıp uyumazdı ve ân uyurdu ve uykusu dahi oturduğu yerde idi. Dâimâ müşâhid idi. Müşâhedesinde fenâsı var idi. Bir mertebede mahv u fenâ galebe etmiş idi ki, sohbet ve hareketinden ma’lûm idi ve az söyler idi ve fikret ile söyler idi, tehî bir söz söylemezdi.” İSMET MOLLA

Üsküdar sokaklarında kavukla dolaşan kısa boylu bu zat, câmide Kuran okur ve sonrasında cemaata sorarmış – Ben iyi okuyor muyum? Nasıl buluyorsunuz benim okumamı? diye. Cemaat de – İsmet Molla muazzam, maşallah, hârikulâde gibi tezâhüratlar ile cevap verirmiş. Bayram namazlarını Aziz Mahmud Hüdâî’de kılar, namaz sonrası avluda oturup bağdaş kurar, başında kavuğu ile önüne mendil açarmış. Namazdan çıkan cemaat de para atıp geçermiş. O da bu biriken paraları alıp ihtiyaç sâhiplerine verirmiş. Niyazi Sayın Hocamıza göre bu zat; âlim, fâzıl, kâmil olup kendisini sırladığı için biraz meczûbinden gözükürmüş. (Âkıl-ı meczûbnumâ) İsmet Molla bâzı Pazar günleri Necmeddin Okyay Hoca’ya gelir, onunla hasbıhal eylermiş. Necmeddin Hoca da İsmet Molla için “Bu adam, ârif, kâmil” dermiş. Beylerbeyli Ayakkabıcı İskender Kısa boylu, üzerine ne bulsa giyen, elbiseleri yırtık pırtık

kir pas içinde ama, küçücük ayaklarında eski mesleğinden – Çok iyi bir ayakkabıcı olduğu söylenir – olsa gerek, her dâim pırıl pırıl cilâlı Şarlo gibi kocaman ayakkabıları olan İskender, koltuğunun altında gazeteler ile Beylerbeyi’nde dolaşırmış. Kirli mi kirli, hiç yıkanmayan İskender, Beylerbeyi İskelesi’nin yanındaki yalının kapısı önündeki mermere gazete serer, diğer gazeteleri de gömleğinin içine sokuşturup, esen şiddetli Boğaz rüzgârına karşı kıvrılır yatarmış. Kimseden bir şey istemez, veren olursa da reddetmezmiş. Akşamüstleri Beylerbeyi Vapur İskelesi’nde ayakta durur, iş dönüşü vapurdan çıkanları beklermiş. Onu tanıyanlar da, geçerken kimsenin görmeyeceği şekilde cebine harçlığını koyarlarmış. Niyazi Sayın Hocamız da, onu her gördüğünde “Kusura bakma” der cebine para koyarmış. O da itiraz etmez alırmış.Beylerbeyi sâkinlerinden birisi her sabah vapura binmek için iskeleye gelir ve iskeleye komşu yalının kapısı önündeki mermerde, gazete kâğıtları üzerinde yatan İskender’e günlük harçlığını verir sonra da vapura binip işine gidermiş. Günlerden bir gün, bu zat gecikmiş ve vapura son anda yetişmiş. Hâliyle İskender’e para verememiş ve bu duruma hayıflanıp çok üzülmüş. Yanındaki arkadaşı da boş ver o kadar üzülmeye değmez, yarın sabah verirsin demiş. Akşam olmuş bu zat evine gelmiş ve bir süre sonra kapı çalmış. Kapıyı açınca karşısında kızgın ve öfkeli İskender’i görmüş. İskender, elindeki para dolu torbayı hışımla uzatıp; – Al şimdiye kadar verdiğin paraları, demiş ve hızlıca oradan uzaklaşmış. 35


ustafa Atik Kilis Kartalbey İlkokulundan sınıf arkadaşım ve yaşıtım. Kilis Lisesi’ni bitirince Ankara Devlet Mühendislik ve Mimarlık Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü’nde hem teknik ressam daha sonra aynı yerde inşaat mühendisi ve daire başkanı olarak hizmet verdi. 35 yıl çalışarak emekli(2003) oldu. Ankara’da ikamet ediyor.

BÜYÜKLERE BİR DEMET MASAL Kilisli alimlerden Çekmecelizade Hacı Mustafa Efendi’nin altıyüz cilt kitap yazdığının altını çizmiş!. Bu vurgu önemli. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

Genç bir akademisyen Doç. Dr. Hüseyin Doğramacıoğlu (Kilis 1974) Kemaliye İlk Okulu, Atatürk Ortaokulu, Kilis Endüstri Meslek Lisesinden mezun olduktan sonra Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü 3. olarak iftiharla bitirdi(1996). Hacettepe Üniversitesi’nde doktorasını verdi(2007). Akademisyen olarak Kilis Üniversitesi’nde Türk Dili Bölümünde başkan olarak öğretim üyeliğini sürdürüyor. Ulusal ve uluslararası makaleleri ve iki kitabı olan Doç. Dr. Hüseyin Doğramacıoğlu Kilis’te ikamet ediyor; evli ve iki çocuk babası. YAŞAYAN MOTİFLER

Her iki değerli arkadaşımızın kitaplarını Ankara Kilis Kültür Derneği yayınlamış. Doç. Dr. Hüseyin Doğramacıoğlu’nun “Kilis Masalları Derleme ve İnceleme” adlı 500 sahifelik büyük boy araştırması bir ilmi tahlil çalışması. Masallar V. Propp metodu ile fonksiyoner hale getirilmiş. Türk Mitolojisinden gelme motifler incelenmiş, Kilis sözlü kültürel ürünlerdeki yansımalar aktarılmış. Yazar, araştırmaları sonucu Kilis’in bölgedeki komşularına rağmen Türk Yurdundan kalma yaşayan motifleri bulmuş, ortaya çıkarmış ve bunların hala hayatiyetini devam ettirdiğini görmüş. Araştırmanın danışman hocası ise Prof. Dr. Fuzuli Bayat. Benim dönemimin hocalarından Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nun Güneydoğu Ağızlarında Toplamalar” adlı çalışması da yazarımıza yoldaş olmuş. Özellikle referansları çok güçlü ve önemli. Eserin sonunda üç sahife kaynakların isimleri ve müellifleri sıralanıyor. Kitapta masalların özetinin verildiği gibi tahlillerinin de yapılması söz konusu dönemin hayat anlayışı, korkular, sevinçler, umutlar bakımından önemli kritiklerdir. Ayrıca içindekiler bölümü gibi bir de özellikle mahalli kelimelerin daha sağlıklı anlaşılması açısından sözlük konulması sayı//72// temmuz 36


okuyucu rahatlatıyor. Doğrusu da bu zaten. Masallarda geçen yerel kelimelerin karşılığı kitaptaki sözlüm bölümünde şöyle verilmiş. Alayı-hepsi, ataş kayor-ateş yakıyor, berk-sıkı, billakma-azıcık, cıllor-mızıkçılık yapıyor, çörten-çatı ve damlardaki biriken suları akıtmaya yarayan taş veya metalden yapılmış aparat, depik-tekme, eksik-kadın, felhentoprak, görümce-hala, haket-masal, iptida-ilkin, kedek-kadar, leyençe-leğen, mezzek, alay etmek, nedek-ne yapalım, orak-orası, öy-ön kısım, pissik-kedi, satıl- küçük kova, şoraşurası, tağa-pencere, ürbet- çirkin, vilvillor-aşırı bağırmak(ben de ilk defa öğrendim), yuka – ince, zahar-herhalde. GÜNÜMÜZÜN MASALCILARI

Günümüzde liderlerin, siyasilerin, güçlülerin toplum karşısındaki açıklamaları, demeçleri, büyüklere anlattıkları hayal veya yalanlar genelde artık masal olarak algılanıyor. Hiç de modası geçmiyor, bir gelen gideni aratıyor. Hemen bir uluslararası misal vereyim, NATO Genel Sekreteri Danimarkalı Masalcı Hans Christian Andersen. Türkiye’dekileri okuyucular zaten hemen hatırlayabiliyor. Dolayısıyla bu çalışmanın en önemli yanı Kilis’te kaybolmaya yüz tutan masalların hem derlenmesi ve hem de tahlil edilmesi olmuştur. Folklorik özellikler bir araya getirilmiş, saklanmıştır. Yeni nesillere aktarılmıştır. Bu sözlü kültür kayıt altına alınmıştır. Belki günü gelir deşifre edilir. Çünkü masallarda anlatan ögelerin birer fonksiyonu vardır. Önceki yılların çağrışımını yapar. Birbirini matematiksel bir mizanla takip eder. Söz konusu dönemin kültür varlıkları, isimleri , espri anlayışları, talepleri, ikazları, dersleri, töreleri, şölenleri, deyimleri, dili kayda geçer, bize günümüzde kıyas imkanı sağlar. Bundan sonra ise sosyologların, psikologların, antropologların ve halk bilimcilerin görevi başlar. Sonra da görsel ve yazılı fikir emekçilerinin. MASAL KIRAATHANESİNDE MASALCI BABALAR

Dünyada masal sektörü televizyonlara dizi bile oluyor. En ilginci, çekimleri hiç bitmeyen Harry Potter dizileri buna en güzel örnek. Binbir Gece Masalları da öyle değil mi? Kitap baskıları ve filmleri yenilenip sürüyor. Ali Baba ve Kırk Haramiler masalı gibi. Farslar yani İranlılar bu konuda en iddialı olanlardır. En ünlü masalcı baba ise Tebrizli Samed Behrengi adındaki Türk asıllı İranlıdır. Bunu Azerbaycan ve Afganistan

takip eder. Halen buralarda masalcı baba ve masalcı dedeler mevcuttur. Masalcı kahveleri faaliyettedir. Bizim en son masalcı babamız Eflatun Cem Güney ile Sanatçı Adile Naşit hanımefendiydi. Her ikisine de rahmet olsun. Masallarımız bile bizim tanıtımımıza, mesaj vermemize daha müsait iken görmezden geliniyor. İyi ki Doç. Dr. Hüseyin Doğramacıoğlu böyle bir nefis çalışma yapmış ve uygarlık, edebiyat, bölge ve Kilis Tarihi’ne not düşmüş. Eline, kalemine, yüreğine, bilgine, donanımına sağlık sevgili hocam. YAŞAMAK ÖNDE, TARİFİ DEĞİL

Zeynep Elif’e ithaf edilen Kilis Kültüründe Bir Bekke Mustafa Atik’in ilk kitabı. Çalışmaya Kilis’te Hudarcılar Çarşısından Dereçli sokak sapınca yokuşun başındaki Hacı Osman Sokağa girerseniz 11 numaralı evin havışıdaki bir sohbet neden olmuş. Çocukların biri sucuğun içine cevizin nasıl girdiğini merak ederek sormuş. Anlatmışlar ama kafi değil. Çünkü yaşamak okumak kadar önde bir özellik. Artık yeni neslin hiç biri güvey gezdirmesini, nefse(loğusa) hamamını bilmiyor. Zaten hamamların kapısına da ya kilit vuruldu, ya kebapçı yapıldı. Buğdayın kaynatılmasını, bulgur haline nasıl getirilmesini, devlüpte nasıl çekildiğini bilenlerin sayısı da çok az. Belki “dullar ekmeği” yapan bile bulunmuyordu. Yazar Mustafa Atik Kilis ve kent tarihini özetlemiş önce. Ferdinand Braudel’i, Maurice Aymard’ı, Kalkolitik çağı, Kral Akamenid’i, Selfkiler Devletini, Ebu Ubeyde Bin Cerrah’ı, Avukat Kadri(Timurtaş) Beyi, Prof. Dr. Abdülkadir Dündar’ı, Selahattin Çolakoğlu’nu ıska geçmemiş not düşmüş. Türkiye Diyanet Vakfı’nın İslam Ansiklopedisi ile Yılmaz Öztuna’nın Büyük Türkiye Tarihi de referansları arasında. Kilisli alimlerden Çekmecelizade Hacı Mustafa Efendi’nin altıyüz cilt kitap yazdığının altını çizmiş!. Bu vurgu önemli. Kilis’teki Ermeni ve Yahudilere kadar hatırlatmalarda bulunmuş. Kur’an-ı Kerim Hocası Güllü Hanım ders verdiği için evinin basılması ve karakollara götürülmesi de bir dönemin aynası olarak yansıtılmış. ANTİKA DEYİP GEÇMEYİN

Bol resimli kitap; taş yapı, kışın sıcak, yazın serin Kilis Evleri ile başlamış. Loğ, kubar, 37


kaynatma, bulgur çektirme, dövme dövdürme ve ekmek çeşitlerimize de not düşülüyor. Ne kadar zor bir hayatı öyle değil mi? Bunu gören yeni nesil dolayısıyla kolaycılığa kaçarak memur olmak istiyor. Üstelik en kısa yoldan. BİR ŞEHRİN SU, ÇAMAŞIR, BULAŞIK VE TARIM KÜLTÜRÜ

puharı, curun, hareze, su kuyusu, belleğe, küllük, seki, taşın özel bir cinsinden yapılmış el değirmenleri, mağaraların çoğu bugün büyük bir ihtimalle yok. Peki ev hacetleri olan halle, teşt, hamur ve köfte leğençeleri, don ve kuzu kazanları, tencereler, iki kulplu tavalar, bakır satıllar, kulplu tas, süzeg, sini, zembil, nahase, katremiz, yeşil carralar, teştler ve kazan altları ne durumdadır? Bazılarımıza bilmece gibi geliyor artık. Bunların bir kısmı belki modernleşerek yenilendi, bir kısmı ise tarih olmuştur. Kitabın bir bölümü aile, evlilik, doğum ve çocuğa ayrılmış. Haki kahverengi karışımı bir toprak çeşidi olan höllük, hamamdaki orta havış, kurne, curun, kil ve hamam leğenleri, kildanlık, kilim, hamam torbası, natır, keyme, şüdüt, kırk basması, şeyirt, sünnet, çeyiz, gergef, kasnak, kerevet, kaneviçe, fendüs, kız isteme ve nişan, şirincelik, kına gecesi, düğün, güveyi tıraşı, oturtma, güveyi gezdirme, yoh yol çağırmak, sübha, fıstıklıabid, kudama, karmakatma, kaynana-gelin ilişkilerindan bahsedilirken yazar ailesinden, yakınlarından ve komşularından dinledikleriyle iktifa ediyor. Keşke herkes aynı duyarlılıkta olsa, not alsa, yazıya dökse anatikalaşmış bir dönemin bu metaryallerini. Kitapın bir başka bölümü ise ekin yolma, harman dövme ve harman savurmasını içeriyor. Bu kısmın unutulan kelimeleri ise kalıç(orak), mişmiş, tıkır, kalaz , şahra, karağı, gelberi, dayak, yaba, şapta, başakçı, çerçer, kedene, çatalağaç, ölçermek, tırha, sıyırğı, malama, afara, çakşır, ablağı, karbi, kesmik, şümbül, kile, Araplar, maşlah, kapçık, diş hediği, mayanalı hedik, er ezan, kalbur, sarat, tepir, sitti, fırın yapması, iteği, fahreci, löfen nar, hayrat ve Halep kahkesi, kıkırdak, bazlamaç, kelle şeker, gerebiç, katmer ve kaymaktan bahsedilirken buğday yıkama, dövme, dövdürme, hedik sayı//72// temmuz 38

Kilis’in en büyük sorunu su sıkıntıydı. Her evde dolayısıyla bir kuyu vardı. Zaman zaman kastel ve camilerden olsa da içeçek, bulaşık ve çamışır suyu kuyulardandı. Çamaşıra ait kelimeler sabun kirtiği, germeç, çivit, sonrasında ateş veya kömür ütüsü, tandır, ve kocacıktı. Bulaşık yıkamada ise kap saçağı, bulaşık bezi, sılkmak ve kül hemen hatırlanır. Mustafa Atik Bağcılık bölümünü üreticinin özel kelimelerini de hatırlatarak konu ediyor; tiyek mecrefe, budama dahrası, korus, üzüm çeşitleri; alaca, keyyisi, koruskarası, yediveren, dımışkı, hommusu, şirelik, hüvendi, çavuş üzümü, deve gözü, inek memesi, üvezi, kadın parmağı ve Hamburg misketi. Bağ bölümü bölümünde ise hayme, zembil, barhana, potas, nahase, teh, huğ, mahra, sahra, şire salı, havara, şire hallesi, tortulama torbası, hapsa, bastık, sucuk, muska, sucuk çangalı, züngül, şukka, sergilik heyir(sultani ve mor incir dışındakiler), horanta ve künefe resimli örnekleriyle açıklanıyor. Kavun ve karpuz beklemek de ayrı bir fasıl üreticeler için. Bugün kaybolan Abalı, (kemreli) kavun, topatan, dilimli, bal dışında Kırkağaç kavunları önde görünüyor. Karpuzda ise Dervişali yok ama Waşington karpuruzu biliniyor. Artık altın kadar kıymetli bir ürün olan zeytin toplamada baran, süpürücüler, allef, zevzirciler, silkiciler, pereventeciler, şal, mahşere uraplığı, sapancalık, taş, şedde, tellüs, ayar, hasıl, zeyt kuyusu bugün artık modenleşti, ama Türkiye’den ithal ettikleri malı, bir başka ülke kendi ürünü gibi dışı pazara gönderiyor, biz ise markalaşamadık. Bir kıpırdanma gözleniyor, dilerim başarırız. Kilis’in başarılı olduğu husus Şekeroğlu firmasının gerçekleştirdiği atılımla zahter(kekik) yurtiçi ve dışında tanınıyor. KENT İKLİMİ

Kilis kültürü bekkesinin(demet) içinde keşke halk iklim bilgisi de olsaydı. Yani Kilis’e ait mevsim takvimi; cemreler, huşum fırtınası, Berdil Acuz Kocakarı soğuğu gibi. “Be biz Kilisliyiz bizde adam çoktur diyorum” ya işte bunlar örnekleri.


Hatim - Ablam’a, Ulviye Hanım’a -

Bu kaçıncı hatimdi indirdiğin, Benim güzel ablacığım Doksandokuz mu, yüz mü, / bilmem Benim bildiğim / çakır gözlerinden ırmaklar çıkar / ve her sûrede uzar / mübârek kirpiklerin, uzar / Fetih’ten Fâtihâ’ya kadar Sen sayfalara yüceldikçe / dağlar eğilir önünde, erir / yol verir yanık yolcularına Ve Hûmâ kuşu suya iner korkusuz Ve kuşkusuz karıncalar tavafta Yıldızlar çoğalır bu tarafta, ablacığım / çoğalır güneşler ve aylar / leyl’i ve’n nehâr

Devam buyur Allah aşkına / erken giden kocan ile / yetimlerin aşkına / anan, baban / Karaman’da garip yatan / kardaşların aşkına / şehitlerin, gariplerin, yolcuların aşkına Devam buyur, nur’a garkolsun / şehir / yollar, sokaklar, kapılar Sabah sâlâsına daha vakit var… Kâmil UĞURLU

39


asallarla büyüdük hepimiz. . Masal ülkesi, masal diyarı denince neresi gelir aklımıza ilkin? Kaf Dağı’nın arkası, değil mi.

SARI SALTUK’TAN MİRAS

BİR MASAL DİYARI:

BLAGAY İşte bu Buna’nın doğduğu noktada güzel mi güzel, şirin mi şirin, huzurlu mu huzurlu, cazibeli mi cazibeli bir tekke vardır: Blagay Sarı Saltuk Tekkesi.

Fahri TUNA

Yeryüzünde bugün masal diyarı kadar güzel yerler var mıdır dersiniz? Elcevap: Evet, var. Neresi, nereleri peki? Cevabı herkese göre değişir bu sorunun. Herkesin hayal gücü farklı farklı, herkesin Kaf Dağı başka başka zira. Sana göre nereleridir? Bu soruyu bana sorar gibisiniz sanki, söyleyeyim hemen: Türkistan, Ahmet Yesevi Türbesi, bir. Moldova, Gagauaz Yeri, iki. Mostar, Sarı Saltuk Tekkesi, üç. Üçünü de gidip gördüm mü? Yaradan’a şükür, evet. Bazılarına kaç kere üstelik. Masallar hep hayal dünyamızda kalır sanırdım ben çocukluğumda. İmkânsızdır masallara şahitlik. Büyüdüm, kocaman adam oldum, hatta dedelik yaşına geldim, hâlâ öyle düşünürken, elli beş yaşımdan sonra gördüm. Aaaa diye bağırdım, gerçekmiş bu masallar, efsane değilmiş. Etrafımdaki kalabalığa baktım, benden başka duyan yok sesimi. İçimden söylemişim meğer. Sevindim. İçlerinden Blagay Tekkesi’ni anlatmak isterim, Mostar’daki. (Türkistan ile Gagauz Yeri’ni anlatmıştım önceleri zaten size.) Mostar mâlumunuz zaten, Bosna Hersek’te, Neretva Nehri kıyısında kurulmuş bir güzel şehir. Yarısı Müslüman Boşnak, yarıya yakını Katolik Hristiyan Hırvat. Az bir kısmı da Ortodoks Hristiyan Sırplardan oluşuyor. Yaydığı bereket kadar, gönülleri de serinleten Neretva Nehri üzerine Osmanlı’nın armağanı şahane köprü, Rumeli’nin gerdanlığı hükmündedir. İnci mercan gümüşlerle örülüdür sanki. Muhteşemdir. Bunu her tarafsız ve insaflı göz de itiraf eder. İşte bu Mostar’a on iki kilometre mesafeden (güney doğusunda diyelim) bir nehir doğar: Buna. Ona Buna derler. (Pirimiz üstadımız Evliya Çelebi diliyle konuşalım:) Halkı Buna diye tesmiye eyler. İşte bu Buna’nın doğduğu noktada güzel mi güzel, şirin mi şirin, huzurlu mu huzurlu, cazibeli mi cazibeli bir tekke vardır: Blagay Sarı Saltuk Tekkesi. Sarp bir dağ yamacının eteğinde, çölde bir vaha bulmuşçasına bir minik göl, su. Yemyeşil bir doğa.

sayı//72// temmuz 40


Gri, mavi, yeşil; eşittir huzur. .Ruha şifa hükmünde ahşap bir konak. Ve içerdi bir kabir: Sarı Saltuk. Kim bu Sarı Saltuk? Tel kelimeyle: Rumeli. Urumeli. Tek cümleyle, Piri Türkistan Hoca Ahmed Yesevi’nin isteği ve himmetiyle Urumeli’ni İslâmlaştıran Alperenlerin başı, reisi, şeyhi, büyüğü, öncüsü, önderi. Başı Türkistan’da, ayakları Mostar’da. Bir aziz. Bir ermiş. Bir Alperen. Barış zamanı bir aziz. Savaşta bir Malkoçoğlu. Hakk’ın tecellisi; adaletin uygulayıcısı, ihsanın/ iyiliğin abidesi, irfanın insan hâli. Sarı Saltuk, - rivayet odur ki,- Buharalıdır. Hoca Ahmet Yesevi’nin öğrencilerinden/halifelerinden birinin dervişidir. Kendisini seven bazı arkadaş ve ailelerle, aldığı işaret üzere önce Tunceli’ye gelir, sonra Niğde Bor’a, oradan İznik’e; yine bir işaret sonrası Çanakkale üzerinden Rumeli’ne, Trakya’ya geçer. On iki bin nüfuslu bir Türkmen kabilesiyledir. Bir Türkmen Obasıyla diyelim. İddia odur ki 1264’te Sarı Saltuk komutasındaki Türkmen obası Edirne’yi fetheder. Ve aynı yıl Kırkpınar Köyü’nde yağlı güreşleri başlatır. Unutmadan: Sarı Saltuk’un asıl adı Gazi Mehmet Buhari’dir. Nitekim Evliya Çelebi’mizin Seyahatnamesinde böyle kayıtlıdır: “Ankara’da er yatar / Rum’da Sarı Saltuk Mehmet Buhari / Ton giyer tuman çeker.’ Saltuk çok güçlü, çok kuvvetli manasındadır. Sarı ise onun sarışınlığına büyüdükçe de kırmızı bir saç/yüz rengine işaret eder. Ve yaman bir yağlı güreşçidir Sarı Saltuk’umuz. Cihan pehlivanıdır da. Hristiyanların ünlü cihan pehlivanları Elyon-i Rumi’yi yerden yere çaldığı, bu güzel ve iddialı güreşler sırasında Elyoni’nin Sarı Saltuk’un yiğitliği, mertliği, tevazuu, yardımseverliği, kendisine olan saygısı, hayat felsefesinden çok etkilenerek Müslüman olduğu ve İlyas-ı Rumi adını aldığı da kayıtlarda geçer. Hazretin obasıyla beraber Edirne sonrası geçtiği yer Romanya Dobruca’dır. Nitekim oradaki dağ da adını Sarı Saltuk’tan almış, o günlerdeki yerleşim olayına izafeten o gün bugün Babadağ adıyla anılmıştır. Sarı Saltuk, bir süre sonra da Rumeli içlerine sefer eylemiştir. Sefer demişken, olay kılıç kalkan seferi değildir. Gönül seferidir. İhya seferidir. İhsan seferidir. İrfan seferidir. Onun en önemli özelliği; Müslüman Hristiyan Musevi ayrımı yoktur hayatında. İhsan, iyilik ve paylaşım adamıdır. İhtiyacı olana göre verir: Adaletse adalet, iyilikse iyilik. Rivayet odur ki Avrupa’daki Neol Baba figürünün ortaya çıkışı

bizim Sarı Saltuk’umuz nedeniyledir. Ve bu güzel insan ve obası nedeniyle, onları tanıyıp seven binler, on binler, yüz binler Müslüman olur yahut Müslümanlığa ısınır. Bir asır kadar sonra Rumeli’ye fethe gelen Osmanlı için ruhi zemin hazır hâle gelmiştir böylece. Nitekim Murat Hüdavendigar ordusu marifetiyle 1361’de Edirne’nin, 1364’te Bulgaristan’ın, 1387’de de Kosova’nın fethinde, bu kadar kısa sürede bu kadar büyük bir coğrafyanın fethedilme başarısında, psikolojik zemin, Sarı Saltuk ve Alperenlerinin oluşturdukları hoşgörü, adalet ve güven ortamıdır. Fatih’in oğlu Cem Sultan, Edirne Valisi iken, Ebul Hayr Rumi’yi, Sarı Saltuk efsanesinin peşine göndermiş, aylar yıllar süren çalışma sonrasında Rumi’nin Saltukname adlı bir kitabı ortaya çıkmıştır. O bilgilere göre hazretin vefatı 1297’dir. Kabri nerededir? Tam bilinmemesine rağmen, en kuvvetli rivayet Romanya Dobruca’dadır. Aradan sekiz asır geçmesine rağmen, Niğde Bor, Bursa İznik dâhil, Anadolu ve Rumeli’de, dokuz ülke on iki şehirde Sarı Saltuk kabri olduğu rivayeti ve kabul edilmişliği, onun her iki kıtada da ne kadar sevildiğinin işareti sayılmalıdır. Dönelim Mostar’a; Buna Nehri’nin ilk kaynadığı yerde, sarp bir dağ yamacının dibinden ruha şifalar sunan Blagay’a Sarı Saltuk gelmiş kalmış yaşamış mıdır? Oradaki yatırda yatan kendisi midir? Ne önemi vardır ki bunun. Orası bir Sarı Saltuk Tekkesidir. Alperenler Tekkesidir. Sarı Saltuk felsefesi, Sarı Saltuk’un ait olduğu medeniyet, dolu dolu sekiz asır orada yaşanmış, yaşanmaya da devam etmekte midir? Evet. Yeşil (doğa) ile mavinin (gölün), griyle (dağ yamacıyla) kahverenginin (ahşabın) olağanüstü tezadı, bir o kadar da enfes uyumu vardır orada. Adeta bir masal yerleşimidir Blagay. Hangi erenler Blagay’a konup neler yaşadılar, sonra da göçtüler ötelere. Masalın içini, bütün güzellikleriyle siz doldurun ey benim aziz okuyucularım. Kaf Dağı burada, bu dünyada. Bosna Hersek’te, Mostar’da, Blagay’da. Sarı Saltuk ve erenlerinden kalma bir masal diyarı Blagay. Gözünüz göre göre bir masalı yaşamak isterseniz, Blagay’a buyurun lütfen. Bana hak vereceksiniz. Hiç kuşkum yok bundan. Ben yaşadım çünkü. Oradan biliyorum. 41


KAHRAMAN ŞEHİRKAHRAMANMARAŞ -2Vatan tûbâsında mukaddes bir dal Şarkî Anadolu, İslam ocağı, Ellere verilmez canan kucağı. Adana, Urfa’yı unutmak muhal, Hatırdan çıkar mı Maraş illeri.” Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN*

kademide çalışmanın güzel taraflarından biri de zaman zaman toplantılara katılmak üzere görmediğiniz şehirlere gitme fırsatı bulmanızdır. Daha önce gitme fırsatı bulamadığım Kahramanmaraş’a da böyle bir toplantı vesilesiyle gitme şansım oldu. Çok istememe rağmen daha önce gidemediğim bu kahraman şehre ilk defa gitmiş olacaktım. Gidiş sebebimiz, İlahiyat fakülteleri Felsefe Tarihi 3. Koordinasyon toplantısına katılacak olmamızdı. Kahramanmaraş’a karşı eskiden beri bir ilgim ve sempatimin olduğunu itiraf ederek başlamak istiyorum. Bunun iki sebebi vardı. Yazımı bitirdikten sonra üçüncü bir sebep daha ortaya çıktı. Sebeplerden ilki, Maraş’ın kurtuluş mücadelesinden sonra TBMM. tarafından ‘Kahraman’lık payesiyle onurlandırılmasıdır. Her Türk milliyetçisi, bununla gurur duymalıdır ve duymaktadır. *TC.Atatürk Üniversitesi

sayı//72// temmuz 42

İkinci sebep, ailevidir. Maraş şehrinin adını çocukluğumdan itibaren ailemizde sürekli duyardım. Rahmetli dedem Abdurrahman Derin’in (annemin babası) teyzesinin oğlu Esat Tunçel, Maraş Andırın’dan evli olduğundan, Maraş hakkında konuşulan bir takım kulaktan duyma bilgiye, Maraş mutfağından birkaç yemeğe ve bazı yemeklerinin ismine muttali idim. Mesela annem, zaman zaman içli köfte yapardı ve bunu Esat Bey amcasının eşi Zehra yengesinden öğrendiğini söylerdi. Esat Bey hakkında şimdilik çok kısa bahsedeceğim, kısmet olursa kendisini tanıtacağım başka bir yazıyı ilerde siz değerli okurlarımla paylaşacağım. Esat Tunçel 1907’de Erzurum’da doğmuş, mühendislik tahsili yapmış, Maraş’ta görevliyken oradan evlenmiş ve 1947 yılında Erzurum Nafia Müdürü olarak Erzurum’a gelmiştir. 1954 yılında Demokrat Parti’den Erzurum milletvekili olarak TBMM’de Erzurum’u temsil etmiş olan büyüğümüz, 1957 yılında yapılan seçimde aday olmamıştır. Esat Tunçel dedemiz, 1971 yılında Ankara’da vefat etmiştir. Onun eşinin Maraşlı olması, sık sık Maraş muhabbetine tanık olmama vesile olmuştu; bu sebeple de Maraş’ı merak eder dururdum. Çünkü Maraş hakkında anlatılanlarla Erzurum’un kültürünü birleştirdiğimde karşıma Erzurum kültürüyle kardeş bir şehir çıkıyordu. Üçüncü sebep de bu kültürel durumla ilgili olup, yazının bitiminde elime geçen bir makale ile somut olarak ortaya çıktı ve belli ki beni Maraş’a bağlayan asıl sebebin bu üçüncüsü olduğunu anlamış oldum. Şimdi o makalede yazılan bir bölümü buraya olduğu gibi aktarıyorum. (Yazıyı WhatsApp grubunda paylaşarak haberdar eden Prof. Dr. Hakan Hadi Kadıoğlu’na ve böyle bir yazıyı yazmasından dolayı Prof. Dr. Yavuz Aslan’a buradan teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.) “Bilindiği gibi Erzurum Milli Mücadele tarihimizde oldukça önemli merkezlerden birisidir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanılan iki yıllık işgal ve akabinde Ermeni çetelerinin katliamları henüz taze iken Osmanlı Devleti’nin imzalamak zorunda kaldığı Mondros Mütarekesi ile ülkenin dört bir yanı işgal edilmeye başlanmıştır. İşgal acısı ve tehlikesini çok yakından bilen Erzurum ahalisi ülkenin işgaline sessiz kalmamış ve yurdun herhangi bölgesinin işgalini Erzurum’un işgali gibi telakki etmiştir. Nitekim 15 Mayıs 1919


tarihinde İzmir’in işgali çeşitli ajanslardan ve resmi kanallardan haber alınır alınmaz Erzurum halkı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti öncülüğünde harekete geçmiş ve 18 Mayıs’ta Hükümet Konağı önünde bir miting düzenleyerek, bu işgali asla kabul etmeyeceklerini haykırarak, ABD Başkanı Wilson’a ve diğer İtilaf Devletleri temsilcilerine protesto telgrafları göndermişlerdi. Erzurum halkı, ülkenin çeşitli bölgelerinin işgalini çok yakından takip etti. Erzurum’da çıkan ve Erzurum halkının düşüncelerine tercüman olan Albayrak gazetesi “Vilâyat-ı Şarkıye Ermenistan Olamaz!” ve “Türk Varlığından Ayrılık Kabul Etmeyen Vatan Bucaklarından: İzmir, Adana, Maraş, Urfa, Ayıntab” özdeyişlerini hemen her nüshasında kullanırken, işgale uğrayan her vatan köşesinin sıkıntılarını kendi derdi olarak gördü. Bir taraftan Elviye-i Selase (Kars, Ardahan, Batum)’deki Ermeni katliamlarını dile getirerek, burada yaşayan Türklerin haklarını savundu ve halkı uyararak onları büyüyen tehlikeler karşısında birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmeye teşvik etti, diğer taraftan İzmir, Adana, Urfa, Maraş, Antep ve Aydın’ın işgalleri karşısında en büyük tepkiyi gösterdi. Devamlı olarak manşetten aşağıdaki sloganı kullandı: Vatan tûbâsında mukaddes bir dal Şarkî Anadolu, İslam ocağı, Ellere verilmez canan kucağı. Adana, Urfa’yı unutmak muhal, Hatırdan çıkar mı Maraş illeri.” Bu sloganda 116. sayıdan itibaren işgalden kurtulan Maraş’ın yerini Aydın aldı. Çünkü Erzurum halkının ve onun sözcüsü Albayrak gazetesinin davası bütün vatandı. Mücadelesini, Türkiye’nin birliği ve bütünlüğünü savunmak ve işgaller karşısında Türk milletini uyarmak üzerine yapmaktaydı. Milli Mücadele boyunca Erzurum halkı işgalleri protesto etmeyi sürdürdü ve her işgal edilen Türk toprağının acısını yüreğinde derinden yaşadı. İzmir, Aydın, Maraş, Adana, Urfa vs. yerlerin işgalleri sadece protesto edilmekle yetinilmedi, bu olayların canlı tutulması ve unutulmaması için özel çaba gösterildi. Bu anlamda Erzurum Vilayet İdare Meclisi 15. Kolordu Komutanlığı’nın teklifi ile toplanarak, işgal edilen şehirlerin hatıralarının “ezhân-ı millîde ebediyen muhafazasını” (milli zihinlerde sonsuza kadar korunmasını) sağlamak için,

Erzurum’un mesire alanlarından olan Köşk Bahçesi’nin adının “Aydın Bahçesi” ve İbret Yeri olan Belediye Bahçesi’nin adının ise “Maraş Bahçesi” olmasını ve ayrıca Ilıca kaplıcalarından “harareti haiz” olanının “Maraş”, diğerinin ise “Aydın Ilıcası” olarak adlandırılmasını kabul etti. Yani Şubat 1920 tarihinde Erzurum’da İl İdare Meclisi’nin aldığı bu kararla işgal altında bulunan Türk vatanının mümtaz şehirlerinden Aydın ve Maraş’ın isimleri Erzurum’da bahçe ve kaplıcalara verilerek genelde Türk milletinin özelde ise Erzurum halkının zihninde ebedileştiriliyordu.” (Prof. Dr. Yavuz Aslan, Şehrin Hafızasını Canlı Tutmak ve Geleceğe Taşımak: Erzurum’daki Bazı İsimlerin Yaşatılması Üzerine, Şehr-i Kadîm Aziziye Dergisi, Sayı: 8, Yıl: 2, Erzurum, 2016, ss. 4245.) Bu satırları okuyunca Maraş’a olan ilgimin kaynağı da anlaşılmış oldu. Çünkü çocukluğumun hatıraları arasında bahsi geçen yerlere Maraş adının verildiğini büyüklerimden duyduğumu da bu yazı vesilesiyle hatırlamıştım. Nihayet o çok istediğim Maraş şehrini görme fırsatını 2014 yılında elde ettim. Ekim ayının dokuzuncu günü bir arkadaşımızın özel aracıyla üç kişi Erzurum’dan öğlen saatlerinde yola revan olduk. Bingöl üzerinden gittiğimiz Kahramanmaraş’a henüz kararan havayla birlikte yaklaştık. Doğrusunu isterseniz Maraş’ın ışıkları ve karanlık içindeki şaşaalı görüntüsü beni adeta büyüledi. Şehrin caddelerinde aracımızla ilerleyerek kalacağımız otele yerleştik. Sabahleyin Sütçü İmam Üniversitesi’nin araçlarıyla Avşar Kampüsü’ne doğru yola çıktık. İlahiyat fakültelerinin geleneksel hale gelen ana bilim dalı toplantıları kervanına 2012 yılından itibaren Felsefe Tarihi ana bilim dalı olarak biz de katılmış bulunuyorduk. İlkini Ankara’da, ikincisini 2013 Erzurum’da yaptık. Ana Bilim Dalı Başkanı olarak ev sahipliği görevini şahsımın üstlendiği bu toplantıda, İlahiyat fakültelerinde aynı yıl iptal edilen ve sonra tekrar geri getirilen Felsefe Tarihi dersinin durumunu konuşma fırsatı bulmuştuk. 2014 yılında da Kahramanmaraş’a misafir olduk. Üniversite’nin o zamanki Rektörünün açılış konuşmasını yapması, bizleri onurlandırdı. İlahiyat Fakültesi’nin Dekanı Prof. Dr. Zekeriya Pak, gün boyu yaptığımız toplantıdan hiç ayrılmadı ve açılışta olduğu gibi kapanışta da bir konuşma yaparak bizi mutlu etti. “Kahramanmaraş” devam edecek…. 43


AKHİSAR’DA

MEZAR HAYIRLARI Durasıl’da bir asırdan fazla bir zamandan beri yağmur duası ve özellikle mezar hayrı yapılmaktadır. Prof. Dr. Adem EFE *

*Süleyman Demirel Üniversitesi ÖÜ.

sayı//72// temmuz 44

ürk geleneğinde yemek yedirme ve ikram önemli bir yer tutar. Kadim zamanlardan beri şölen veya ziyafet olarak isimlendirilen bir olayı kutlamak amacıyla düzenlenen yemeğin öne çıktığı ve onun önünde veyahut sonunda bir eğlence kültürü vardı(r). Türkler Müslüman olduktan sonra yemek verme veya toplu yemek yeme geleneği devam ederken bazı kesimlerde eğlence kısmı kaldırılmış veya en aza indirgenmiş ve şölen/ziyafet daha ziyade dinî bir içeriğe evrilmiştir. Ülkemizde özellikle Ege ve Güney Marmara Bölgesi’nde bazı yerleşim birimlerinde özellikle Manisa ve Çanakkale’de devam edegelen bu köklü geleneklerden biri ‘Köy Hayırları’dır. Akhisar’ın Durasıl (Köyü) Mahallesi’nde ise buna ‘Mezar Hayrı’ denilmektedir. Sonradan bu uygulamaya birkaç köy daha katılmıştır. Durasıl’daki mezar hayırları ne zamandan bu yana yapılmaktadır sorusuna kesin bir cevap verememekle birlikte amcam Hacı Celil Efe (1935 -) ile yaptığım telefon görüşmesinde (16.06.2020) “Ben çocukluğumda, babamdan ‘yıllardan beri mezar hayrının yapıldığını duyardım’ dedi. Vaiz İbrahim Ceyhan’ın Hüseyin Akkuzu ile yapıp bana gönderdiği mülakat da bu konuda bir tarih verebilecek mahiyettedir. Şu an atmış yaşında olan Hüseyin Akkuzu, “Ben otuz yaşında iken Akhisar’da 80’li yaşlarda olan bir adam bana ‘Sizin köyün mezar hayrı ve yağmur duası olur. Biz her yıl kendi aramızda Durasıl köyü mezar hayrını yaptı mı, yağmur duasına çıktı mı’ diye sorarız. Zeynelzadelerden Ümmet oğlu Ahmet hoca sizin köyde hocalık yapmış. O anlatırdı hep. Ben ondan duymuştum.” dedi. Buna iki ifadeye göre Durasıl’da bir asırdan fazla bir zamandan beri yağmur duası ve özellikle mezar hayrı yapılmaktadır. Mezar hayrının zamanı ise daha ziyade her evin bağında bahçesinde taze bakla, soğan ve marulun yetiştiği dönemler olan nisan sonu veya mayıs başında yapılırmış. Zira hayra herkesin katkı gücü kudreti nispetinde bir katkı vermesi adettenmiş. Koyun, keçi sürüsü olan bir kuzu veya erkeç verebilirken ekonomik durumu iyi olmayanlar da bu şekilde katkıda bulunabilmelerine imkân ve fırsat veriliyormuş. Hayrın bahar aylarında yapılmasının daha birçok sebebi vardır. Kıştan sağ salim kurtulup baharın gelişini sağlıklı bir şekilde kutlamak; (kırsal kesimde bahar yeni


yılın başlangıcı olduğundan işler başlamadan) bahar yağmurlarının afetsiz ve faydalı yağmasını; mahsullerin bol ve bereketli olmasını dilemek de yukarıdaki sebebe dâhil edilebilir. Hangi sebeple yapılırsa yapılsın bahis mevzuu hayırlar öncelikle köy halkını bir araya gelmeye, yardımlaşmaya ve güç birliği etmeye yönelttiği için bir toplumsallaşma aracı görevi görmüş ve görmektedir. Özellikle 1975’lerden sonra köyün yolu açılıp ulaşım kolaylaşınca ilçeye göç edenler de bir şekilde katkı vermeye başlamış olup bu birliktelik daha da güçlenmiştir. Köydeki mezkur hayrı tüm köylünün, civar köylerin ve herkesin davet edildiği, aşırların, mevlit bahirlerinin ve ilahilerin okunduğu, salavatların getirildiği, sohbet ve duaların edildiği ve sonunda yemeklerin verildiği bir geleneksel, dini ve kültürel bir tören olarak değerlendirmek mümkündür. Eskiden dini merasim öğle namazından önce icar edilir; hocalar önde cemaat arkalarında mezarlığa kadar tekbirler, tehliller ve salavatlar ile gidilir; mezarlığın kapısında kısa okunur, yağmur duası yapılır, akabinde yemek yenirmiş. Bir dua ve Fatihalar okunur; ardından yemekler yenirmiş. 2008 yılından bu yana İbrahim Ceyhan’ın teklifi, imam-hatip Ali Çetin’in desteği ve muhtar Sezai Çelik’in onaylamasıyla bütün program mezarlığın yanında yapılmaktadır. Aş ocağı, çay ocağı vs. üzeri kapalı geniş bir mekân ile birlikte kadın ve erkek bütün katılımcıları alabilecek bir yerde yapılmaktadır. Buna karşın Eceler/Şehitler, Topluca ve Çoruk Mahalleleri’ndeki mezar hayrı ise Güllü Mezar

olarak adlandırılan ortak mezarın yanı başında toplanılıp yapılmaktadır. Akhisar’da köy hayırları çok meşhurdur. Köyler arasında belli bir sıra dâhilinde düzenlenmektedir. Köy hayırlarını ve diğer hayırları burada temas etmeyeceğimiz için şimdilik paranteze alıyoruz. Yukarıda da değindiğimiz gibi her köyün kendine özgü bir hayır tarihi vardır. Bu tarihlerde takdim tehir yapılmaz. Aynı hafta iki köy hayrının ‘çarpıştırılmamasına’ özen gösterilir. Türk kültüründe hayat ile ölüm yan yanadır. Bu yüzden mezarlığın hemen yanı başında tertip edilmesi bu gerçekliğin bir yansımasıdır. Yine Türk kültüründe mezara ve özellikle mezarda medfun kişiye büyük bir saygı duyulmaktadır. Mezarın asıl dünya için bir bekleme yeri kabul edildiği; hayırlarla, yemek ikramlarıyla ve dualarla burada yatan kişilerin ruhlarının taziz edildiği düşüncesi mevcuttur. Yapılan dualar ve mezarın başına dikilen ağaçlar hep bu yüzdendir. Bu bakımdan özellikle Cuma günleri ve bayram arefelerinde mezarlıklar dolar taşar. Köy hayırlarına ilgi yüksek olduğundan katılım çok olur bu yüzden yemeklerin gelen herkese yetmesi hatta artması için yemekler büyük kazanlarda pişirilir. Bu yüzden yemeklik diğer malzemeler için edilen masraf da yüklü olur. Bu masrafların karşılanması için hiçbir zaman salma atılmamış; muhtarlık hayırdan önce buğday toplarmış; herkes gücü kudreti ölçüsünde yardım yaparmış. Daha sonraki zamanlarda köylünün ve ilçeye göç etmişlerin ekonomik durumları iyileşince yardımlar 45


artmış. Köyden erken tarihlerde şehre inip okuyan ve esnaflık yapanlar köylerine ve önden gitmişlerine hayır yapmak için ayni ve nakdi yardımlarda bulunmaktadırlar. Akhisar’ın Söğütlü Mahallesi’nde şahit olduğum bir köy hayrında kimin ne kadar katkı yaptığını kaydetmek için muhtarın görevlendirdiği bir kişi verilen yardımları bir deftere yazıyordu. Durasıl Mahallesi’nde verilen para miktarlarını deftere kaydetme âdeti bulunmamaktadır. Hayırdan birkaç gün önceden tedarik edilen un, yağ, çay, şeker ve diğer aşlık malzeme aş ocağı denilen yere koyulur. Sabah erkenden köyün kadınları ve şehirden giden bazı kadınlar lokma dökerler, sallama ekmeği yaparlar, çay ocağında mahir bir çaycı tarafından pişirilen çayla birlikte evlerden getirilen zeytin ve peynirle birlikte açık havada güzel bir kahvaltı yapılır. Yemekleri eskiden köyün usta aşçıları yaparken 2000’li yıllarından başından itibaren profesyonel aşçılar tarafından pişirilmektedir. Dışarıdan gelenler, çamların altında yapılan bu güzel kahvaltıdan sonra mezarlıkta yatmakta olan yakınlarının başına giderek sûreler ve dualar okumak suretiyle kabir ziyaretlerini tamamlarlar. Saat on bir gibi mevlit adı verilen dini merasim başlar. Beş altı hocadan oluşan heyetten biririn bir aşr-ı şerif okumasıyla başlayan merasim, ilahiler, mevlitten bahirler ve salavatlarla devam eder. Bu arada lokum ve gülsuyu dağıtılır. Eskiden hatırladığım kadarıyla günlük sakızı tütsü olarak dolaştırılır, gül suyu ikram edilirdi şimdilerde bu adet kalkmış galiba hiç rastlamadım. Merasimin ortalarına doğru sayı//72// temmuz 46

mevlit okuyan kişi Veladet Bahri’nde geçen: “Geldi bir akkuş kanadı ile revân,Arkamı sığâdı kuvvetle hemân” der demez özellikle kadınlar ‘akkuş geldi’ diyerek bir birlerini uyarırlar; orada bulunan herkes ayağa kalkar ve büyük bir tazim ve huşu içinde Peygamberimiz’e salat u selamlar getirilir ardından bir hoca tarafından kısa bir dua yapılır. Bu duadan sonra aralarında bir vaiz varsa on, on beş dakika kadar süren bir vaazın ardından son bir aşırla tören sona erer. Toplamda bir saat on beş dakika ile bir buçuk saat kadar devam eden bu merasimin ardından, zaten bir masa etrafında oturmakta olan beş altı kişilik küçük gruplara sinilerle getirilen yemekler servis edilmeye başlar. Hazirun da hayli acıkmıştır. Burada verilen yemekler küçük tabaklarda ve en az yedi sekiz çeşit olur. Köye ait veya tutulan aşçının çok sayıda tabağı olduğundan aynı anda birçok sini hazırlanıp servis edilebilir. Hayırların ana yemekleri etli nohut, patates, pilav, irmik helvası ve keşkektir. Bunların yanında yeşil bakla yemeği, salata, ayran ve zeytin de vardır. Köyün gençlerinin hizmet ettiği bu yemeklerde nohut, ayran, helva ve illa da keşkek en çok istenen yemeklerdendir. Keşkek İç Anadolu Bölgesi’nde de bilinse de özellikle Ege Bölgesi’nin ana yemeğidir. Yaz, kış, düğünde, hayırda her türlü merasimde müreccah bir yemektir. Onsuz bir hayır veya düğün düşünülemez. Düğünün ya da hayrın zamanı söz konusu olduğunda “Keşkek ne zaman” veya “Keşkeğini ne zaman yiyeceğiz” mealinde sorulara cevap aranır. (Tabii yemek denince hocaların oturduğu sofraya/ masaya özel özen gösterilir. Deyim yerindeyse onların yemekleri biraz torpilli olur). Birkaç ilave yemek istenip yendikten sonra dua edilerek bitirilir. En son olarak hizmet edenler yemeklerini yedikten sonra mezar hayrı sona ermiştir. Bundan sonra isteyenler camide öğle namazını eda ettikten sonra ayrılıp evlerine dönerler; isteyenler de hısım ve akrabalarıyla dertleşip, halleşip helalleşmek maksadıyla biraz daha eğleşebilirler. Buradaki muhabbetler hayrın kalabalık olduğu, yemeklerin güzel olduğu ve herkesin bol bol yediği dolayısıyla hayrın çok güzel geçtiği hep birlikte “Allah kabul etsin, tekrarını bir daha göstersin” dilek ve temennileri ve gelecek yıl kimlerin katılıp kimlerin katılamayacağı üzerinedir. Muhabbet sona erdikten sonra “Haydi biz gidiyoruz hakkınızı helal edin” denilerek evlere doğru hareket edilir. Zaten evlerde, bahçelerde de yapılacak çok iş vardır.


ŞEHİR KOKULARININ PEŞİNDE BİR SEYYAH Her şehrin nev-i şahsına münhasır bir karakteri, bir dokusu, bir kokusu bir de ruhu vardır. Bilal CAN

er insan yaşadığı şehirde, bir nevi bir şehri de yaşatarak büyür. Şehirler, birer iç mekân ve birer de dış mekân olarak insanlık tarihinin kültür ve medeniyet beşikleridir. İçte yaşatılan şehirler, dokusuyla, mimarisiyle, sokakları, mahalleleri, sesleri ve kokuları ile bütünleşir ve kalıcı bir hale bürünür. Her sokak, yaşanmışlıklarıyla, her mahalle görülmüşlükleriyle, her ses farklı tınılarıyla ve her koku hissettirdikleriyle zihnimizde farklı renklere ve desenlere bürünerek bizde farklı dünyaların kapılarını aralar. Renkler ve desenler, koku ve seslerle bir harmoniye bürünerek bütünlüklü bir eser ortaya çıkartır. İşte bu “iç şehirdir”. İç şehirler, kişi sayışıncadır denilirse yanıltıcı olmayacaktır. Çünkü herkesin tecrübesi ve bakış açısı ve his dünyası farklı olduğu için, içerisinde kurguladığı şehir de ona özgüdür, ona aittir ve onun imzası ve hatırasıyla büyür, gelişir. Dış şehir ise bahsedilen mahalle, sokak, yapı, koku ve seslerden müteşekkildir. Bunlar şehrin sunduğu hazır malzemelerdir. Bu malzemeler kişilerin iç dinamikleri ile birleşince daha baskın ve daha farklı boyutlara ulaşır. Her şehrin nev-i şahsına münhasır bir karakteri, bir dokusu, bir kokusu bir de ruhu vardır. Şehirleri kentlerden ayıran temel unsurlar bunlardır. Karakterli şehirler, farklı doku ve kokularla insanlarda farklı tezahürlere neden olur, o şehrin her sakininde, her seyyahın ve gezinin gözünde derin bağlantılar ile bağlanır ve şehir dokusunu yitirse dahi, o bağ ile yaşar ve yaşatır. Erdemli insanlar ise şehrin o dokusunu korumak için büyük çabalar sarfeder. Çünkü şehir, karakterini ve ruhunu yitirince kentleşir ve artık hislerden ziyade ilişkiler ve amaçlar bağlamında değerlendirilir.

Şehre Gönül Vermek Şehirleri yaşatan ve kalıcı hale getiren, o şehirle ünsiyet kuran ve onların ruhlarını bilip ona göre hareket eden insanlardır. Şehri şehir yapan insan olgusu, o şehirle bütünleşmeyi, ona kendinden bir parça, ondan da kendine parçalar almakla mümkün gözükmektedir. Bu bakımdan mekâna bağlanmak onu gönül haziresinde büyütmek ve onu inceleyip ayrıntılarıyla ortaya koymak, sonraki nesillere bir tür kültürel armağan olarak sunmak büyük bir hizmettir. Bu çabalar şehrin ne olduğunu, neye tekabül ettiğini ayrıntıları ile ortaya koyar. Farklı kültürel kodların biraradalığını şehir ekseninde ortaya koyarak, şehrin salt yapı, mimari, mahalle ve sokak bütünlüğünden müteşekkil olmadığını, onun yaşayan/ canlı bir organizma gibi hareket ettiğini göstermektedir. Mehmet Mazak, şehre gönlünü kaptıranlardan… Ortaya koyduğu eserler ve çalışmalarla şehre dair ayrıntıları bulup ortaya çıkartmakta mahir bir gezgin/ seyyah. Gezip gördükleriyle birlikte yaşadığı ve tanık olduğu olay ve olgularla şehir kitaplığının genişlemesine katkıları önemli. Bu güne kadar kaleme aldığı, derlediği çalışmalar şehrin konuşulup üzerine tartışılmasına büyük katkılar sunmuştur. Salt şehir değil, şehirde yaşayan insanlar üzerine de yaptığı çalışmalar, şehirlerin sosyolojik olarak da ne kadar canlı olduğunun göstergesi. Son kitabı Şehir Kokusu ile şehrin farklı bir boyutuna işaret ederek gördüklerini, okuduklarını, hissettiklerini kelime kelime, cümle cümle kâğıda dökerek önemli bir esere imza atmış. Şehir Kokusu adlı eser, üç ana bölümden müteşekkildir. Birinci bölüm; “şehirlerin ecesi” olarak isimlendirdiği İstanbul özelinde, İstanbul’un kokusu peşinden koştuğu, semt semt, mahalle ve sokaklar arasında gezintilerinin bir sonucu. İstanbul özelinde, gündelik yaşantımızda farkına varamadığımız ayrıntıları sunan Mazak, kokunun hafızasını da ortaya koyarak çocukluğun o saf ve temiz dünyasını, merhamet ve sevgiye dokunan o kristalize hisleri ayrıntılarıyla ele almaktadır. İkinci bölümde; “zarif inciler” olarak atfettiği Balkan ülkelerini ele almakta, bu ülkeleri kültür ve medeniyet ekseninde değerlendirmeye tabii tutmaktadır. Biraz hüzün, biraz acı, biraz gurur ve biraz da sitemle karışık yazılar, bu topraklardaki ecdat yadigârı eserlerle birlikte aktarılarak okuyucuda farklı duyguların biraradalığını yaşatmaktadır. Üçüncü bölümde; bir kilim deseni gibi farklı kültürel unsurlar harmonisi Anadolu’yu ele alarak, bu coğrafyada kokusunu hissettiği şehirleri anlatmaktadır. Tüm bu çaba ve azim ancak aşkla yapıldığı takdirde muhatabını bulur, Mehmet Mazak da bir şehir aşığı olarak bunu derinden hissederek yapmaktadır. Mehmet Mazak, Şehir Kokusu, Yeditepe Yayınları, 1.Baskı, İstanbul 2020 47


ünümüzde her türlü sosyal, ekonomik ve siyasi değişim üzerinde etkin olan televizyonun insanların serbest zamanını kullanmasında eğlence kültürünü yaygınlaştırdığını söyleyebiliriz.

KIDEMLİ SUNUCUMUZ:

HALİT KIVANÇ Radyoda futbol müsabakaları anlattığı günlerden bildiğim Halit Kıvanç’la ilk defa yüz yüze gelmiştik. Erbay KÜCET

Televizyonlarda çeşitli eğlence programlarının yanı sıra belgesel, din, edebiyat ve tarih konuları da işlenerek seyircinin dikkati celbediliyor. Program yapımcıları haber ya da belgesel fark etmiyor, sundukları hikâyeleri çerçevelemek için dramatik veya melodramatik kodlar kullanarak programlarını eğlence şovuna çevirerek programların devamını seyirci anketleri ile yönlendirmektedirler. Bugüne kadar farklı formatlarda yarışma programlarına ev sahipliği yapan televizyon yapımcılarımız değişik enstantaneler yansıtarak izlenir olma gayretlerini artırmaya çaba sarf etmeye devam ediyorlar. Şu açık ki, toplumun eğlence kültüründen duyduğu haz değişmediğinden televizyondan beklenen öncelik, herkesin eğlendirilmesi ve memnun olmasıdır. Bu nedenle de haber programları, hatta belgesellerin bile eğlenceli biçime dönüştüğünü söyleyebiliriz. Televizyonun eğlence aracı olarak yıldızı her gün parlatırken, öte yandan toplumdaki kültür ve ideolojinin yeniden üretilmesi de sağlanmasına yönelik hazırlanan yarışma programlarının, müsabaka, mücadele, tartışma, münakaşa, iddia ve bahse girme başlıkları dikkat çekicidir. Sözlükte “Ticarette üstünlük kazanma çabası” olarak tanımlanan ‘Yarışma’, daha çok bilgi ve yeteneğe dayanan bir rekabet olarak algılanabilir. Eskilerde düşük prodüksiyonlu, çekici olmayan hediyelerin verildiği yarışma programları yapılırken kanalların artması ve 24 saat yayıncılığa geçilmesi ile birlikte durum değişmiştir. Dünya’daki iletişim teknolojilerindeki gelişmelere paralel olarak yarışma programlarının da değiştiği ve çeşitlendiğini programlara başvuru ve izlenme oranlarının artışından anlayabiliyoruz. Yarışma programlarına olan bu ilginin sosyal, ekonomik, siyasal, psikolojik ve kültürel faktörlerle ilintisini bilim insanlarımıza bırakarak ‘Maraton Bilgi Yarışması’ndan söz etmek istiyorum. TRT’nin Aşağı Ayrancı semtinde ABD Büyükelçiliğinin karşısında ‘Sefaretler Stüdyosu’nda çekiliyordu. Yapımcının ayaküstü yarışma hakkında kısaca bilgilendirme yapmasının ardından çekim

sayı//72// temmuz 48


öncesi yüzümüzün stüdyodaki spot ışıklarından parlamaması için matlaştırıcı makyaj yapılmak üzere odaya girdiğimde programın sunucusu Halit Kıvanç ile karşılaşmıştım. Yarışmanın çekim aralarında esprileri ile rahatlatmıştı. O gün, mizah dalındaki sekiz sorudan altısını doğru cevaplandırmış, başarımız karşılığında kalem takımı hediyemizi kameralar önünde, resmi telif ücretimizi ise muhasebeden almıştık. Çekim öncesinde yüzümüze yapılan kiremit rengi mat makyajımızı temizlemek için krem sürülmüş pamukçukları elimize tutuşturup ’Yüzünüzü bununla temizleyin’ diyen makyözün uyarısından sonra Halit Kıvanç’ın önündeki makyaj temizleyici şişeyi kaptığım gibi temizlemiştim. Radyoda futbol müsabakaları anlattığı günlerden bildiğim Halit Kıvanç’la ilk defa yüz yüze gelmiştik. Meşin yuvarlağın saha dışına çıkması, taç, aut ve kornere çıkan topların ‘ikibuçukluk’ lakaplı çocuklarca oyuna tekrar sokulması, futbolcuların birbirlerine çelme takıp düşürülmeleri, hakem düdüğü ile maça ara verilmesi, amigoların seyircileri coşturmalarına varıncaya kadar anlatırken sahayı evimize taşırdı. Yaşlı zannederler diyerek kimseye elini öptürmeyen duayen spikerin yeniden hayata gelecek olsa Halit Kıvanç olmak istediğinden avukatlık tahsiline rağmen işini ne kadar çok sevdiğini anlıyoruz. Sanırım ortak özelliğimiz olsa gerek ben de konuşmayı severim. Çok erken konuşmuş. Komşular “Aaa konuştu” deyince susmuş. Sonra biri elinde kanaryayla gelmiş, “Kanarya suyunu içerse konuşur” demişler. Altan Erbulak da “Şimdi ötmeyen kanaryalara Halit’in suyunu içiriyorlar, radyoyu kapattım, Halit’i açtım” dermiş. Bir dönem sigara kullandığından maç anlatmak için gittiği Avrupa’da sesinin kısıldığını, döndüğünde sigarasını, çakmağını ve sigara tablasını denize attığını, içki için de doktorlarının “Bunları tarihe mâl eder misin?” dediklerine uyduğunu ifade etmektedir. İşini hep severek yapan Halit Kıvanç ile yıllar sonra İstiklal caddesinde eşi ile yürürken rast geldiğimde adımı, simamı hatırlamasını bekleyemezdim. Hatuna, “Halit Kıvanç’a bir merhaba diyeceğim” diyerek önüne geçiverdim ve “Üstadım 1982 yılında TRT’de Maraton Bilgi Yarışması’na katılmıştım. Orada sizin içtiğiniz suyun arta kalanını içmiş olacağım ki, yıllar sonra Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın

miting sunuculuğunu yaptım” dediğimde şaşırmıştı. Tanımadığı biriydim, ama samimi, sıcak bir çehre ile karşılaştığından tedirgin olmamıştı. Eşiyle göz göze geldikten sonra kalabalık caddede daha fazla sohbet edemedik, elini öptürmediğini bildiğim için de tevessül etmemiştim, saygı duygularımı gülümseyerek ifade edip ayrıldık. Fenerbahçelidir. İşinin doktoru olduğunu herkes bilir. Beşiktaş’ın, Galatasaray’ın şampiyonluklarını anlatarak mesleğine olan saygısında kusur etmez. Hayali hariciyeci olmaktı ama hukuk okuyunca hâkim olarak doğuda bir kazaya atanır. İstanbul’da gazeteler “Oradan aldığın maaşın fazlasını veririz, gel” deyince İstanbul’a döner. Milliyet ve Hürriyet’te çalışırken aynı anda radyoda hikâyeler anlatır, bir gün kendini maç anlatırken bulur ve televizyon sunuculuğuna başlar. Spikerliğin artık kolaylaştığını şu sözleri ile ifade etmektedir: “Çok rahat görülüyor televizyondan her şey. Biz radyoda anlatıyorduk. Ben görüyordum ama halk görmüyordu. Şimdiki kameralar çok yakın takip ediyor, kimin kim olduğu çok açık belli. Eskiden biz daha çok ezber yapmak zorundaydık. Şimdi gözlerim bozuldu ve önüme notlar koyuyorum. Mümkün olduğunca sahadaki oyuncuların ve hakemlerin isimlerini ikinci plana attım.” 95 yaşını idrak eden kıdemli sunucumuz kalp kazanmayı önemsediğini, dargın olmayı hiç sevmediğini, insanın eşiyle mutluysa hayatını da mutlu geçireceğini, iş hayatında çok iyi bilmediği şeyleri yapmamaya çalıştığını ve her şeyin parayla çözülmediğini kalın çizgilerle özetliyor. Bu vesile ile Orhan Boran, Erkan Yolaç, Cenk Koray ve Altan Erbulak gibi televizyonlarımızın efsane sunucuları da hatırlamış olalım. 49


DEDEME MEKTUP O yıllarda komünizm diye bir tehlike vardı. Bugün artık yok. Emperyalist güçler ve uluslararası kuruluşlar yeni düşmanı önce Müslüman ülkeleri birbirine düşürerek çözmeye başladılar. Ahmet ÖZ

uhterem Dedem, Bu mektubu 2020 Yılı Haziran ayından yazıyorum sizlere. Sizlerin geleceğinden benim geçmişime. Yaklaşık sizin ikiyüz yıl sonranızdan benim ikiyüz yıl önceme. Kendi geçmişimi oluşturan tarihimle yüzleşmek adına kaleme alıyorum. Sizler benim dedemin dedesisiniz. Yani sizlerin torununuzun torunu oluyorum. Bugün yeryüzünde sizlerin torununuzun torununun torunları da hayattalar. Dedeciğim, bu mektubu latin alfabesiyle kaleme alıyorum. Zira günümüzde ne sizin devrinizde var olan devlet, ne alfabe, ne yasal sistem aynı. Bizler de sizinle aynı lisanı konuşuyoruz lakin dilimizi yazıya dökerken alfabe olarak yaklaşık yüz yıldır latin alfabesini kullanıyoruz. Bu mektubu yazıya dökerken kullandığım kelimeler sizlerin kullandığı kelimelerle kısmen farklılaştı. Zira sizlerin döneminde lisanı etkileyen Arapça ve Farsça kelimelerin yerini yaşadığım coğrafyada ekseriyetle teknolojinin hakim olduğu coğrafyanın dilleri aldı. Üretim ve tüketimin arttığı bu dönemde tüketim enstrümanlarına bağlı olarak dilimize birçok yabancı kelime girdi. Harflerin nizamiliğinden bu mektubun el yazısıyla yazılmadığını farketmek kolay. Lakin Muhterem Dedem mektubu görmüş olsanız sizlerin zamanında icad edilen daktilo marifetiyle yazıldığını düşünebilirdiniz. Ancak daktilo da bugün yirmili yaşlarda gençlerin dahi antika olarak gördüğü, müzelerde görerek öğrendiği, babalarının dedelerinin anlatımıyla haberdar olduğu tedavülden kalkmış bir makineye dönüşmüş durumda. Dedeciğim, sizlerin ismini yakın bir geçmişte devletin yayınladığı soyağacında görerek öğrendim. Sizin çağınızı, çağdaşlarınızı, kullandığınız kıyafetlerden eşyalarınıza kadar hayatınızda yer alan herşeyi, okuduğunuz kitapları, döneminizdeki devletin yapısını, siyasi durumu, çağdaşınız olan yazarları, ressamları, dönemizde yapılan bilimsel gelişmeleri günümüze aktarıldığı şekilde birçok yayından öğrenme imkanına sahibiz. Sizlerin yaşadığı dönemde belki birkaç yüzyıl boyunca gerçekleşen değişimler, günümüzde birkaç yıl içinde oluyor. Sizin çağınızda başlayan dünyadaki gelişmeler öyle bir hıza ulaştı ki, yeni sistemler, gelişmeler, üretilen teknolojiler dünyanın her yerine kısa bir süre içerisinde ulaşıyor.

sayı//72// temmuz 50


Dedeciğim, ben sizlerin zamanında Tekfurdağı olarak bilinen, bugün ismi Tekirdağ olarak kullanılan şehirde ikamet ediyorum. İaşemi yükseköğretim kurumunda yöneticilik yaparak karşılıyorum. Sizlerin yaşadığı devirde bilim adamlarının yaptığı keşiflerin neticesinde içinde bulunduğumuz yüzyıl, yaşam şekillerinde büyük değişiklikler olması sonucunu doğurdu. Siyasal yapılar değişti. Dünya üzerinde farklı devletler ortaya çıktı. Sizin babanızın döneminde Fransa’da gerçekleşen devrimin ardından devlet yönetimleri, buna bağlı olarak finans sistemleri, sosyal hayat büyük değişimler geçirdi. Ben Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir vatandaşı olarak dünyaya geldim. Sizin yaşadığınız Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında 64 devlet kuruldu. 1. Dünya savaşı diye adlandırılan 45 ülkenin katıldığı 67 milyon insanın muharebe ettiği çok yıkıcı bir savaşın akabinde yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde yönetim şeklimiz Cumhuriyet olarak belirlendi. Devlet yöneticileri seçimle işbaşına gelmeye başladı. Eğitim sistemi, hukuk sistemi yeniden kurgulandı. Kadınlar eğitim ve çalışma hayatına daha aktif olarak katılmaya başladı. Dedeciğim; yaşadığımız çağda toplumların birbirleriyle etkileşimi artık çok süratli. Haberleşme imkanlarının yaygınlaşmasıyla birlikte dünyanın herhangi bir coğrafyasında üretilen bir bilgi, anında dünyanın her yerine yayılabiliyor. Bu imkanla birlikte doğruların olduğu kadar yanlışların da yayılma hızı aynı ölçüde. Dedeciğim, bahsettiğim değişimlerin başlangıcı, sizlerin yaşadığı çağda atılan adımlarla başladı. Elektrik ve motorun keşfedilmesinin akabinde bunlara bağlı olarak ulaşım, üretim, eğlence, savaş, eğitim, sağlık, iletişim gibi tüm alanlarda teknolojiler geliştirildi. Üretilen bilgilerin muhafazasını ve yaygınlaşmasını sağlayacak sistemlerin de geliştirilmesiyle birlikte terakki sürekli bir önceki keşfin üzerine eklenerek devam etti. Maddenin sırlarından birini keşfeden kişi bu keşfini dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan insanlarla paylaştığında, farklı coğrafyalarda bilim ve teknolojiye yatkın insanlar maddenin bu sırrını kullanarak kendi kültürlerine uygun yeni teknolojiler geliştirdiler. Teknolojinin yaygınlaşması üretim hızını artırdı. Üretimin sürekli olmasını temin etmek için

üretilen mamüllerin tüketilerek yeni üretilecek mamüllere finans sağlamasını sağlayacak sistemler kuruldu. Sizlerin çağında belki bir birey babasından, dedesinden kalan bir mobilyayı kullanmaya devam ediyorken bugün bir kişi hayatında 2-3 kere mobilyasını yeniliyor. Muhterem dedeciğim, ben bugün 40’lı yaşlarımı yaşıyorum. Sizlere değişme, gelişme diye aktardığım birçok husus benim şahit olduğum dönemde de büyük hızla devam ediyor. İnsanın farkındalığı birikimi arttıkça, yapabileceklerini, yapabildiklerini gördükçe hayretimiz sürekli hale geliyor. Kendi çocuklarıma kendi çocukluğumun enstrümanlarının, oyuncaklarının, eşyalarının aktarılma imkanı yok. Dayanıklılık, işe yararlık anlamında kullanım ömrünü tamamlamamış olsa dahi fayda, beğeni, işe yararlık gibi gerekçelerle yeni yapılan üretimler sürekli eskilerin yerini almaya devam ediyor. Maziye dönüp baktığımızda bugünkü yaşam şeklinin çok ta eskiye dayanmadığını, insanlığın yüzlerce yıl boyunca birbirine yakın kültür ve davranışlarla hayatlarını sürdürdüklerini öğrendik. Bu sebeple yakın bir geçmişim olan size hitaben bu cümleleri yazıya geçiriyorum. Sizlerin çağında başlayan modernizm süreci, sanayi merkezli yerleşim yerlerinin oluşmasını, büyük şehirlerin kurulmasını sağladı. Kaynaklardan öğrendiğime göre sizlerin çağında Osmanlı İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü coğrafyanın tamamında 15,5 milyon nüfus var iken bugün sadece İstanbul’da 16 milyonun üzerinde insan yaşıyor. Bugün dünya üzerinde nüfusu 15 milyonun üzerinde olan 15 şehir bulunuyor. Dedeciğim, bugün dünyadaki değişim, gelişim sürecini hızlandıran en büyük buluşlardan birisi internet dediğimiz iletişim ağı. Dünyanın herhangi bir yerinde üretilen bilgi, anlık olarak dünyanın her noktasına ulaşabiliyor. Mesafe farketmeksizin sesli, görüntülü, metinsel paylaşımlar yapılabiliyor. Bunun neticesinde farklı coğrafyaların yerel kültürleri hızla değersizleşerek adeta küresel ortak bir kültür oluşuyor. Tıp konusunda yapılan keşiflerle insan adeta hücre hücre tanımlandı. Bir insanın organının başka bir insana nakli yapılabilir hale geldi. Genetik bilimi gelişerek insanın kalıtsal hastalıkları, biyolojik özellikleri tespit edilebiliyor, soy ağacı çıkarılabiliyor. Sizlerin devrinde yaşamış bir kahin, bir filozof, 51


bir bilim adamı bugüne dair yorum yapmış olsa insanoğlunun bugünkü yaşamı hakkındaki tahminleri ne ölçüde olurdu acaba. Bugünün senaristleri, fütüristleri son yüz yılda yaşanan değişimlerden yola çıkarak dünyanın sonunun yaklaştığına, mevcut kürenin artan nüfusun taleplerini karşılayamayacağına, kıyametin kopacağına, büyük savaş çıkma olasılığıyla birlikte büyük nüfus kıyımlarının yaşanarak dünyada yeni bir başlangıç başlayacağına dair tahminlerde bulunuyorlar. Bu tahminlerle birlikte küresel gücü elinde bulunduran erk sahipleri, uzayda başka bir gezegende insan için yeni yaşam yurdu edinme imkanı olup olmadığı araştırmaları yapıyor, bununla ilgili teknolojiler gerçekleştiriyorlar. Bu araştırmaların bir parçası olarak içinde bulunduğumuz yüzyılda ben henüz doğmadığım zaman diliminde aya ilk insanın giderek dünyaya geri döndü. Dedeciğim, sizlerle aramızda geçen dönem içerisinde yaşanan en büyük değişimlerinden birini de tarım ve hayvancılık alanındaki gelişmeler oluşturuyor. Sanayileşmeyle birlikte teknolojik imkanların tarım ve hayvancılıkta kullanılması neticesinde gıda miktarı artış gösterdi. Saklama imkanları da öyle gelişti ki onlarca yıl önce kesilen bir hayvanın etinin yenmesi dahi mümkün hale geldi. İnsanın gıdaya erişim imkanının artmasıyla birlikte büyük savaşlara rağmen dünya nüfusu yüzyıl içerisinde 4 kat artarak 2000 yılında 6 milyara ulaştı. Muhterem dedem, yazıya döktüğüm bu hususların her birini izah etmem için ciltlerce kitap hacmini dolduracak metinler kaleme almam gerekir. Ancak sizlere mektup olarak yazdığım bu metinde değişimi neticelerine dair kısa anektodları kaleme aldım. Bahsettiğim bu hususlarla birlikte yüzlerce yıldır, binlerce yıldır hiç değişmeyen şeylerin de olduğunu görüyoruz. Sizlere farklı alfabeleri kullanarak yazmış olsam da kullandığımız dil aynı. Sizin çağınızda insanın hırsı, sevgisi, nefreti ne ise bugün de aynı şekilde devam ediyor. Hangi teknolojiye, bilgiye, hayat şartına erişirse erişsin olumlu veya olumsuz olarak niteleyebileceğimiz duygularıyla insan aslında hiç değişmiyor. Sizlerin zamanında kainatın mutlak güç sahibi yaratıcının varlığına iman veya inkar edenler var ise, bugün de aynı şekilde iman ve inkar ehlinin varlığı devam ediyor. İnsanoğlunun keşifleriyle birlikte maddenin çeşitli hallerinin kavranılması, hayatın tüm alanlarına hizmet eden icatların sayı//72// temmuz 52

yapılması inananları yüce yaratıcının insana verdiği kabiliyeti düşündürtürken, inkar edenler ise kudretin insanın kendisinde becerisinde, bilimde olduğunu ifade ederek bilimi inkarlarına destekçi yapıyorlar. Duygularıyla aynı şekilde varlığını sürdüren insanların bir kısmı tarihin tüm dönemlerinde olduğu gibi kendi konforu, sahiplikleri için bir başkasının hayatını adeta cehenneme çevirmeyi sürdürüyor. Finansı ellerinde tutmak için sağlık, gıda, silah gibi sektörlerde fıtrata müdahale ederek biyolojik sisteme müdahale ediyor, kontrolü tamamıyla ellerine almaya çalışıyorlar. Bugün eriştikleri bilgilerle insanı adeta biyolojik bir makineye çevirip hayatlarıyla, duygularıyla, nesilleriyle ilgili kararların kendilerinin verme çabasını sürdürüyor. Dedeciğim, bu hızlı yaşam diyebileceğimiz veya kısa süre içerisinde farklı nesnelerle tanıklık diyebileceğimiz yaşam formunda şükretmemize neden olabilecek şeyler yaşasak ta ekseriyetle sizlerin yaşam koşullarına öykünüyoruz. Bugünkü yaşam koşulları, iletişimin imkanlarını geliştirmekle beraber ebeveyn ile evlat arasında, birlikte yaşayan insanlar arasında iletişimin, etkileşimin azalmasına neden olan sonuçlar doğuruyor. Tüm bu değişkenlerin içerisinde ben sizlerin soyundan geldiğim için, sizlerle aynı inancı paylaştığım için, aynı mefkureyle aynı ideale hizmet etme gayretinde olduğum için, sahip olduğum inancın kültürün bana ulaşmasına vesile olduğunuz için sizleri dualarımda anıyor, niyazlarımda Rabbime şükrediyorum. Muhterem dedem, sizlerle aramda olan yaklaşık ikiyüz yıllık zaman diliminde bu kadar farklılık yaşıyorken benim neslimden gelecek ikiyüz yıl sonraki torunlarımla aramda nasıl bir değişim olacağını da ister istemez merak ediyorum. Mekanınızın cennet olduğu umudumla bugün yaklaşık bine yakın torununuzun önemli bir bölümünün sizinle aynı kıbleye yöneldiğini, aynı ideal ve hedeflere sahip olduğunu müjdelemek istiyor, sizleri hayırla yad ediyor, Rabbimin sonsuz ve merhametiyle sizi ve neslinizi vadettiği cennetiyle mükafatlandırmasını diliyorum. Torunlarınızdan Ahmet Öz Tekirdağ 2020


AKIL ÜZERİNE İnsan aklının bazı gerçekleri bilme şansı da yoktur. Sınırı vardır. Yalnız akılla her şeyin üstesinden gelemez. Ezgi Elçin OYNAK

nsanın en mühim meselelerinden biri de akıldır. Hayatımızın gidişatı onu nasıl kullandığımıza bağlı olarak değişir. Zeka, aklın işleyişidir. Bunun azlığı veya çokluğuna bağlı olarak başımıza iyi veya kötü şeyler gelebilir. O halde, onu doğru kullanmaya gücümüzü yetirmek birinci amacımız olmalıdır. Ve korumak da... Onu beslemek gerekir. Nasıl beslenirse verdiği sonuçlar da o yönde değişir. Aklı doğru kullanmak; gerçeği görebilmeye çalışmaktır. Beynimizi geliştirmek ise hayattan aldığımız ilhamlarla olur. İnsan; okuduklarından, yaşadıklarından ve hissettiklerinden öğrendikleriyle tecrübe edinir ve bunları hayatında uygular. Yaşam boyunca öğrenmenin sonu gelmediği gibi, akıl da bu ölçüde değişir. Diğer akılları da dinlemek, ilim sahibi olsun veya olmasın; mutlaka bir şeyler öğretir. Mesela yanlışı öğretir. Tecrübe edilmiş kötüyü öğretir ve bu da bize, aklımızı doğru kullanmada katkı sağlar. İnsan hayatına sınırlı sayıda olay sığdırsa da, daha fazla düşünme gücü vardır. Yaşadıklarımızdan öğrendiğimizden çok yaşananlardan öğreniriz. Kimisi çok düşündüğünden kendini zekâlı zanneder. Halbuki düşüncenin hacmi önemlidir. Aynı fikri farklı şekillerde düşünmek marifet değildir.

İnsan aklını ne kadar iyi kullanırsa kullansın, onunla fazlaca övünmemelidir. Aklı ona nimet de olabilir, musibet de... Mesela öngörü, akıllı olmak ile de alakalıdır. Bu sayede çoğu zaman kendini bazen de başkalarını da kurtarabilir insan. Cimrilik her şartta kötü bir davranış olduğu gibi, aklı paylaşmamakta da kötüdür. Bu, her bildiğini söylemek anlamına da gelmez elbette. Onu yerinde kullanma işinde de yine akıl devreye girer. Mesnevi'den alıntı yapılan bu hikaye benzer bir örnek olabilir: Yaşlı bir adam kuyumcuya giderek, "Altın tartacağım, bana terazini verir misin?" der. Kuyumcu " ama bende kalbur yok" der. Adam "alay etme evladım, teraziyi ver" deyince kuyumcu; "Hem benim süpürgem de yok" der. Adam " bak ben senden terazi istiyorum, anlamazlıktan gelme" der. Kuyumcu " yok" der, " sağır değilim, sözünü duydum, anladım. Ama senin yaşın bir hayli ilerlemiş, elin titriyor. Tartacağın altın da külçe değil; kırık dökük toz. Elin titreyince altın kırıntılarını yere dökeceksin, sonra da bana bir süpürge ver de toza toprağa dökülen altınımı süpüreyim diyeceksin. Altını süpürüp bir yere toplayınca, elemek için kalbur isterim diye tutturacaksın. Ben, işin sonunu önceden gördüm, iyisi mi sen bundan vazgeç!" ( Mesnevi, III/1624-1633) Akıl sahibi olmak, yani aklımız ermeye başladığı vakitten itibaren; aynı zamanda bize 'mesuliyet' verir ki bu da aklın önemini vurgular. İnsan, yaptığından ve bazen de yapmadığından sorumludur. İmkân büyük bir nimettir. İmkânın kimlerin elinde olduğu ise daha büyük bir nimettir. Akıl sahibi kimse, imkânı ölçüsünde diğergamlıkla hareket ettiği vakit; doğru olana uymuş demektir. Yani imkan dahilinde yararlı olmak bir sorumluluktur. Düşüncelerimizin şekillenmesi, inanç ve vicdanımızla bağlantılıdır. Bu da bize aklımızı Allah'ın rızası doğrultusunda kullanmamızı düşündürmelidir. Akıl, birçok şeyi çözse de ilahi aydınlığa ihtiyacı vardır. İnsan aklının bazı gerçekleri bilme şansı da yoktur. Sınırı vardır. Yalnız akılla her şeyin üstesinden gelemez. Yüce kitabımız Kur'an'ı Kerim'de: "Yeryüzünde birbirine yakın( ve bitişik) kıtalar, üzüm bağları, ekinler, hurmalıklar- çatallı çatalsız- (var etti). Hepsi bir su ile sulanır, halbuki yemişlerinde bazısını bazısına üstün( ve farklı) kılıyoruz. Herhalde bunda aklı olan bir kavim için âyet( delil)ler var." der. Buna göre, aklı kullanmadaki amacımız her şeyden önce, şüphe etmeksizin; Allah'ı aramaktır. Kesin kanaat ve tevhid ilmiyle; kâinatta ve kendi varlığımızda... 53


zerinden 24 yıl geçmesine rağmen acısı hala taze olan 20. yüzyılın en büyük trajedisi 6 Nisan 1992 ‘de başladı ve 3.5 yıl sürdü.Bağımsızlığını ilan ettiğinde birçok ülke tarafından tanınan Bosna, yeşil bitki örtüsü, verimli toprakları, doğal zenginlikleri ve üçgene benzeyen 51.197 km2 lik "küçük" yüzölçümüyle, tarih boyu "büyük" önem taşımıştır.Ülkenin stratejik önemi coğrafi konumundan daha çok sahip olduğu yeraltı ve yerüstü doğal zenginliklerden kaynaklanmaktadır.

SARAYBOSNA

KOLAJ KİTAPLARI -I-

Nüfusun %50 sinin Müslüman olduğu ülkedeki bu etnik yapı savaşlardan sonra gelen barışı zorlaştıran, kinin üretilmesini kolaylaştıran en önemli faktördür Necla DURSUN

Geçmişten günümüze "maden ülkesi" olarak bilinmektedir ve bu özelliğine atfen bir dizi iç sıradağ "Maden Dağları" olarak anılmaktadır. Kaya tuzu, kömür, boksit, demir, barit, manganez, kil, alçı, mimari taş, kuvars kumu ve inşaat malzemeleri üretiminde kullanılan çeşitli mineraller yeraltı zenginlikleri arasında sıralanırken yüksek derecede kaliteye sahip içme suyu ve termomineral su kaynaklarına sahip kaplıcaları yerüstü zenginlikleri arasındadır. Eski Çağ'da kurulmuş ve günümüze gelene dek pek çok defa el değiştirmiş olan Bosna'nın tarihini anlatan sayfalarda savaşların fazlalığı bu el değişimlerinden kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz ki karmaşık etnik yapısı savaşların en temel sebebidir. Resmi kaynaklarda Balkanların; İlir, Tribal ve Rasian halklarıyla Türk ve Slav kabilelerin karışımından oluştuğu yer almaktadır. Günümüzde Bosna'nın dört milyon civarındaki nüfusunun yarısı Boşnaklardan oluşmaktadır. Sırp ve Hırvatların takip ettiği sıralamada konuşulan diller Boşnakça, Hırvatça ve Sırpçadır. Nüfusun %50 sinin Müslüman olduğu ülkedeki bu etnik yapı savaşlardan sonra gelen barışı zorlaştıran, kinin üretilmesini kolaylaştıran en önemli faktördür. Söner gibi olan savaş ateşinin bir kıvılcımla kolaylıkla parlaması bu sebeptendir. Para Birimi olarak Konvertabilna Marka (KM) kullanılan Bosna, Avrupa Kıtası'nın güneydoğusunda, Balkan Yarımadası'nın kuzeybatısında yer alır. Kuzey ve batıda Hırvatistan, güneydoğuda Karadağ, doğuda ise Sırbistan ile komşudur. Neretva Nehri'nin denize döküldüğü yer olan Neum'da 20 kilometrelik toprağı bulunmaktaysa da Bosna-Hersek yönetiminde olmayan bu liman sadece küçük yatak kapasitesiyle sayfiye yeri niteliğindedir.

sayı//72// temmuz 54


Karasal iklimin hakim olduğu ülkede, Temmuz ve Ağustos aylarında 30 dereceye kadar yükselen sıcaklıklar Aralık ve Ocak aylarındaysa -20 dereceye kadar düşebilmektedir. BOSNA'NIN YAKIN TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ

Bosna, 1386-1463 yılları arasında Osmanlı tarafından fethedilmiştir. Nüfusun çoğunluğunun İslam dinini benimsemesi ve Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğüne önem veren halkıyla önce "sancak" sonrasında "eyalet" niteliği kazanmıştır. 1875 yılında Doğu Hersek'te Sırplar tarafından başlayan isyan Bosna ve Osmanlı tarihinde kırılma noktası olmuş, Sırbistan özerk yönetimi bağımsızlığını ilan ederken Bosna Osmanlı toprağı olsa da Avusturya idaresine teslim edilmiştir. 1.Dünya Savası sonrasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalanmış, Hırvatlar, Slovenler, Sırplar ve Boşnaklar Yugoslavya’yı kurmuştur. Ülkenin bir federasyon olarak yönetilmesini savunan Tito yönetimi 1945'de Yugoslavya Federal Cumhuriyeti 'ni kurarak monarşi ile yönetilmeye son vermiştir.Slovenya ve Hırvatistan'ın Yugoslavya'dan ayrılmasıyla Sırpların ağırlığı iyice hissedilmeye başlanmış, ülkedeki dengeler 1980 de Tito'nun vefatıyla belirgin biçimde değişmiştir. Yugoslavya'nın dağılmasının ardından 1991 yılında Hırvat ve Sırp milliyetçiler kanlı bir çatışmaya girmişlerdir. BİLGE KRAL: ALİJA İZETBEGOVİÇ

15 Ekim 1991'de Parlamento’ da alınan kararla 3 Mart 1992'de resmen bağımsızlığını ilan etmiş olan Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin kurucusu "yeryüzü bilgesi" ve "bilge kral" olarak bilinen Alija İzetbegoviç'tir. Yazar ve fikir adamı olan Begoviç aynı zamanda köklü bir aileden gelen İslam mütefekkiridir. Alija'nın bazı sözleriyse adeta hafızalara kazınmıştır. "Bizi toprağa gömdüler fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı." ve "Yeryüzünün bilgesi olmak için gökyüzünün öğrencisi olmak lazım." Cümleleri akla ilk gelenlerdir… Alija bu cümleleri sarf ederken, eski Yugoslavya'dan dağılan bütün etnik topluluklar kendilerinin söz sahibi olacağı sınırlar çizerek, kimsenin yönetimi altına girmek istememekteydiler. Bu etnik guruplardan biri olan Sırplar, Yugoslavya’nın bir arada tutulamayacaklarını anladıklarında “Büyük

Sırbistan” hayalinin mümkün olamayacağını da anlamışlardır. Bosna'nın bağımsızlık ilanını takip eden süreçte Sırpların yüzölçümü olarak küçülmüş olsa da hakimiyetin ellerinde olduğu bir ülke kurmak için başlattıkları yerel gerginlikler tüm yurda yayılarak iç savaşa dönüşmüştür. Bu iç savaşla Bosna’da 320 bin kişi hayatını kaybederken, 2 milyon kişi ise kendi ülkesinde mülteci konumuna gelmiştir.. Dört bir tarafı keskin nişancılarla kuşatılan Saraybosna’da sokağa çıkma cesareti gösteren ölümü göze almış olmaktadır. Toplama kamplarına gitmekten kurtulabilen çocuklar hasta ve açtır. Temiz su ve sağlık malzemesi yoktur. Halk gün ışığında sokağa çıkmaya hasret kalmıştır. GÜNÜMÜZDEKİ BOSNA

Günümüzde yaşayan bir şehir olan Bosna, göğsüne hatta kalbine vurulan mermilere rağmen kendini var edebilmiştir. Kurşun izlerini taşıyan binalar hemen hemen her köşe başında o günleri unutturmamacasına mağrurca duran anıtlar gibidirler. Bosna savaşı yakın tarihimizin yüz karası, utanç kaynağıdır. Her yıl Temmuz ayında Srebrenitsa Katliamı’nın görüntüleri ile bu utanç gözler önüne serilmektedir. Ve her yıl tespit edilen yeni toplu mezarlarla katledilmiş masum insanların sayısına yenilerinin eklenmektedir. Böylece kayıp sayısı da kayıplara duyulan acı da büyümektedir. Bu gün dahi keskin nişancıların menziline girme psikolojisini benliğinde taşıyanlar, şehir içi halk otobüslerindeki yolculuklarında ayakta kalmayı tercih etmektedirler. Bosna'da yaşananlar anılara hapsedilemeyecek kadar kıymetlidir. Duyulmalı, bilinmeli, görülmeli, unutulmamalıdır. Kulaklarda yer edebilmek için müzik, gözlere hitap edebilmesi için film / dizi / belgesel / fotoğraf/ resim, hafızada yer edebilmesi için ise kitap sayfalarında yer almalıdır. Hatta Bilge Kral Begoviç'in bir diğer ünlü sözünü doğrularcasına: "Unutulan soykırım tekrarlanır." Birbiri ardınca üç kitap okudum bu konuda. İkisi hikâye-şiir-anı içerikli öykülerden oluşmakta. Biri ise roman. Elbette üçünde de Saraybosna Savaşı orijin noktası. Gelecek sayıda bu kitapların tahlilini yazacağım.... 55


u yazımızın ilk bölümlerini, Şehir ve Kültür Dergisi’nin geçen ayların iki sayısında neşretmiştik. Bu sayı ile konuya noktayı koymuş olacak ve Nabi’nin dillere destan ünlü “Na’t”ını bugünkü Türkçeyle vererek okuyucuların istifadesine sunmuş olacağız. İlgiyle okunacağı ve istifade edileceğini umarız. KAHİRE’YE YOLCULUK

ŞAİR NABİ’NİN TARİHİ DEĞERDEKİ:

MEKKE VE MEDİNE YOLCULUĞU -III-

Yaklaşık üç günlük bir Kudüs ziyaretinden sonra Nabi ve beraberindekiler, tekrar Ramle'ye döner ve oradan da Askelon, Gazze ve Ariş yolu izlenerek Mısır'ın Salihiyye kasabasına, yani Kahire'ye varırlar. Dr. Şakir DİCLEHAN

Şair Nabi, Şam’da üç gün süren Çehrin’in alınması dolaysıyla yapılan kutlamalardan sonra, Kahire’ye gitmek üzere yola çıkar. Bazı şehirlerin ayrılışında olduğu gibi, burada da yola çıkış tarihine yine yer verilmez. Nabi ve beraberindekiler, on gün kadar bir zaman zarfında, Ramle'ye ulaşırlar ve oraya eşyalarını bırakarak Mescid-i Aksa'yı ziyaret etmek için Kudüs'e giderler. “Tuhfetü'l-Harameyn'de, Mescid-i Aksa'nın tasvirine ayrılan bölümün azlığı, buraya yapılan ziyaretin, eser içinde önemli bir yer tutmasına karşılık, Nabi'nin, Mescid-i Aksa ziyareti için, üç gün ayırması, Kudüs veya Mescid-i Aksa ziyaretinin Nabi'nin yolculuk anıları içinde çok fazla yer tutmadığı görülmektedir. Bunun da bazı nedenleri vardır elbette… Mescid-i Aksa'ya yapılan ziyaret kısalığının, Nabi'nin Mısır Hac kervanının yola çıkmadan önce ona yetişme çabasından kaynaklanabileceğini akla getirmektedir. Yaklaşık üç günlük bir Kudüs ziyaretinden sonra Nabi ve beraberindekiler, tekrar Ramle'ye döner ve oradan da Askelon, Gazze ve Ariş yolu izlenerek Mısır'ın Salihiyye kasabasına, yani Kahire'ye varırlar. Sina Çölü geçilerek yapılan bu yolculuğun ve Mısır’a varmanın pek de kolay geçmediğini Nabi’nin şu dizesinden de rahatlıkla anlaşılmaktadır: “İdelüm tayy-i beyaban bir içim su diyerek” Nabi’nin “Dünya anası” olarak nitelendirdiği Kahire’ye ulaştığında mevsim Sonbahardır. O, Kahire'nin nüfusunun yoğunluğu, pazarları, binalarının yüksekliği ve mimarisi ile Kürt ve Çerkezlerin, birbirleriyle rekabet ederek yaptırdıkları camilerin çokluğu ve bunların birbirlerine yakınlığı karşısında şaşkınlığını dile getirir. Nabi, Memluk (Kölemen) Sultanı Çerkez asıllı Kansu Gavri (1501-1516) tarafından yaptırılan Camii ile Tolunoğulları devletinin kurucusu Ahmed Bin Tolun tarafından Miladi: 879

sayı//72// temmuz 56


yılında yaptırılan “Sultan Tolun Camii”ni ziyaret eder. Hatta sarmal şeklindeki cami minaresinin, Sultan Tolun Camii’nin yapısıyla tam uyum göstermemesi ve uyuşmaması üzerine Nabi, ilginç bir beyitle bu durumu kelime kalıplarına dökerek şöyle der: “Egerçi nahl-i hurma-veş değülse zahirum hemvar Asa-yi Musevi-veş batınumda istikamet var” (Her ne kadar dış görünümüm, hurma ağacı gibi düzgün değilse de, İçyapın, Hazret-i Musa’nın Asası gibi düzgün ve doğrudur.) Nabi, bu semtte bulunan ünlü Sultan Hasan Camii’ni de ziyaret etmekten geri kalmaz Bu cami, Memluk Sultanı Hasan Bin Muhammed Bin Kalavun tarafından (1356-1362) bir külliye şeklinde yaptırılmış ve 1363 yılında ibadet için açılışı gerçekleştirilmiştir. Dört mezhebe göre eğitim verildiğinden, dört mezhep medresesi olarak da bilinmektedir caminin etrafındaki bu külliye. Aynı şekilde Nabi, Peygamber Efendimiz ashabından Mısır fatihi Amr Bin As tarafından yaptırılan camii ile Nil nehrini, Birke-i Özbekiyye ve Birke-i Fil adlı ünlü su depolarını, Kahire’deki mesire yerlerini ve Ehram tepelerini de tek tek gezer. Mısırda iken, şehrin valisi Abdurrahman Paşa'dan, en azından IV. Mehmed'in fermanı gereği, iltifat ve yardım görmüş olduğu kuvvetle muhtemeldir. “Abdî” mahlasıyla şiirler de yazan Abdurrahman Paşa'nn, Nabi ile içli dışlı olduğu, samimi bir arkadaşlık kurduğu ve müşterek gazel yazdıkları bilinmektedir. Nabi’nin Mısır’da en dikkat çeken gezilerinden biri de Allah’ın, Cennetin bir köşesi olarak kullarına bahşettiği Mukaddem tepesinin yamaçlarındaki “Karafe Mezarlığı” ziyaretidir. Ukbe Bin Nafi’, İmam Şafii, Ömer Bin Fariz ve Tarikat şeyhi İbrahim Gülşeni gibi ünlü isimlerin gömülü bulunduğu bu semtte, pislikten geçilmediğini üzüntüyle kaydeder ve tenkitli bir üslupla yazar bu yerdeki görünümü. Ne yazık ki günümüze kadar süren bu durum, Hicri: 1008/ Miladi: 1599 Yılında, Mısır’da Lala Mustafa Paşa’nın valiliği esnasında defterdarlık yapan ünlü Tarihçi Gelibolu’lu Mustafa Ali tarafından Kahire’yi anlatan, “Halâtu Kahire” isimli kitabında da, yana yakıla anlatılır bu tarihi yerlerin bakımsızlığı… Gelibolulu Mustafa Âli, Bu kitapta, İmam-ı Şafiî

Camii’ndeki abdest alma yerlerinin çok kötü durumda bulunduğunu, kirden ve pislikten geçilmediğini anlatır. Bugün de İmam-i Şafiî Camii’ndeki abdest alma yerlerini gören ve Gelibolulu Mustafa Âlî’nin tasvir ettiği şekilde bulanlar, hayretlerini gizleyememektedirler. Cami’de namaz kılarken halıların tozlarından secdeye gidildiğinde, inanılmaz şekilde alınların kirlendiğini görmekten sıkılmakta ve bunu dile getirmekten pek de çekinmemektedirler. MEKKE’YE DOĞRU YOLCULUK

Nabi, Hicri takvime göre, 20 Şevval 1089/ Miladi hesaplamalara göre, 5 Aralık 1678 tarihinde, Mekke'ye gitmek üzere Mısır Hac kervanına katılarak Kahire'den yola çıkar Hac kafilesi. Nabi Mısır’ın bu kentinden ayrılma olayını şu şekilde dile getirir: “Gönül tayy it bisat-i ayşi hengâm-i azimetdür Yüri berk-i sefer amâde it kim vakt-i rıhletdir” (Ey gönül! Yaşam yaygısını katla, yolculuk zamanıdır. Yürü, Sefer şimşeğini hazırla ki, göçme zamanıdır.) Kervan, Adiliyye, Birketü'1-Hac, Tih Sahrası, Mısır Akabesi, Sina Dağı, Bedr-i Huneyn ve Râbık üzerinden yoluna devam ederek ve burada ihrama bürünerek Mekke’ye ulaşmanın heyecan ve sevinciyle yolculuklarını sürdürürler. Kış aylarında bile, gece yolculuğu yapan Mısır Hac kervanının bu yolculuk adetlerini gözetleyen Nabi, bunu hayretle izlemekten ve dikkatli bir şekilde tasvir etmekten de geri kalmaz. Nabi, Mekke'de bulunan Harem-i Şerif’i, Safa ve Merve’yi, Arafat Dağı’ndaki durma işlemini, Mina ve Müzdelife gibi kutsal mekânları, İslami kurallara göre bir bir ziyaret edip tavafını tamamladıktan sonra Hac görevini tamamlamış olur böylece. ÜNLÜ NA’TIN YAZILIŞ MENKIBESİ

Mekke'de yirmi gün kalan Nabi, Medine'ye gitmek üzere Şam Hac kervanına katılarak bu kutsal yerlerden ayrılmaya karar verir ve yola çıkar.Kafilede Osmanlı Devleti'nin ileri gelen paşaları da vardır. Kafile, bir gece yarısı Peygamber şehri Medine-i Münevvere'ye yaklaştığında ve şehrin sınırları içine girdiğinde, Hazret-i Peygamber'i ziyaret aşkı, Nabi'yi iyice sarar. Öyle ki vücudu bir hoş olur, uykusu kaçar ve gözlerine uyku girmez hiç. Kafilede bulunan Eyüplü Râmi Mehmed Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış 57


uyumaktadır. Resul-i Kibriya'nın beldesine girerken gördüğü bu manzara, Nabi tarafından hiç de hoş karşılanmaz. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur şiirini söylemeye başlar: “Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ'dır bu Nazargâh-i İlâhî'dir Makâm-i Mustafâ'dır bu Felekde mâh-i nev Bâbü's-Selâm'ın sîneçâkidir Bunun kandilî Cevzâ matla-i nûr u ziyâdır bu Habîb-i Kibriyâ'nın hâbgâhıdır faziletde Tefevvuk kerde-i Arş-i Cenâb-i Kibriyâ'dır bu Bu hâkın pertevinden oldu deycûr-i adem zâil A’mâdan içti mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu Mürâât-i edeb şartıyla gir Nabi bu dergâha Metâf-ı Kudsiyândır busegâh-i Enbiyâdır bu Nabi’nin bu muhteşem Na’tı, - yerine tam oturmasa ve güzelliğini koruyacak şekilde olmasa da- yeni nesillerin anlayabilmesi için, günümüz Türkçesiyle şu şekilde ifade edebiliriz: (Edebe aykırı hareket etmekten sakın! Zira burası Allah’ın Sevgili Peygamberi’nin bulunduğu yerdir. Burası, Cenab-i Hakk’ın sürekli nazar kıldığı Mustafa’nın makamdır. Gökyüzündeki Hilâl, O’nun “Selâm Kapısı”nın yüreği yaralı âşığıdır. Güneş de bu aydınlık ve ışığın kaynağı olan O’nun nurunun kandilidir. Burası, Allah Habîbi’nin yattığı yerdir. Fakat fazilet bakımından Cenab-i Kibriyâ’nın Arşı’ından da yücedir. Bu kutlu toprağın ışığından, yokluk karanlığı sona erdi ve varlık âlemi, yokluktan iki gözünü, onun sürmesiyle açtı. Ey Nabi! Bu dergâha edebe uyarak gir. Çünkü burası, meleklerin etrafında döndüğü ve peygamberlerin saygıyla eşiğini öptüğü yerdir.) Bu şiiri işiten Paşa, gözünü açar, hemen kendine gelir, uyarmanın nedenini anlar, toparlanır, doğrulur ve Nabi'ye dönerek: - Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? Diye sorar. Yusuf Nabi: - Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş sayı//72// temmuz 58

değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sesle dile getirmeğe ve söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! Der. Paşa: - Öyleyse bu durum, aramızda kalsın, diye ikaz eder. Nabi, susar ve yola devam ederler. Kafile, sabah ezanına yakın vakitte, Hazret-i Rasulullah'ın mescidine yaklaşır. Bir de bakarlar ki, mescidin minarelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî'nin: "Sakın terk-i edepden..." beytiyle başlayan bu ünlü Na’tını okumaktadırlar. Nâbî ve Paşa, hayretler içinde kalırlar. Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koşarlar. Nâbî, heyecanla: - Allah adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? Diye sorar. Müezzin önce cevap vermek istemez, Nâbî, çok ısrar ve rica edince müezzin: - Resûl-i Kibriya Efendimiz (Allah’ın esenliği üzerine olsun), bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: "Ümmetimden Nâbî isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın!" buyurdu. Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, deyince, Nâbî, hepten şaşırır ve heyecanlanır, dayanamayıp ağlamaya başlar. Gözyaşları içinde müezzine tekrar: - O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? Diye sorar. Müezzin: - Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu demesi karşısında Nâbî, bu iltifata daha fazla dayanamaz, sevincinden düşüp bayılır. Bir zaman sonra ayıldığında Paşa’yı ve müezzini yanında ağlarken bulur. Medine'de iken Nâbî, Hazret-i Peygamber'in türbesinde kandilleri yakma görevini gururla yapar. Medine'den, Şam ve oradan İstanbul'a dönüş yolculuğunun tasvirini kısaca birkaç cümleyle geçiştiren Nâbî, eğer kervandan hiç ayrılmadıysa, Hicri takvime göre, Rebiü’l-âhir'in sonlarında veya Cemaziye’l-evvelin başlarında (Miladi/Haziran 1679) İstanbul'a dönmüş ve döner dönmez, Hac Yolculuğu izlenimlerini edebî bir üslûpla kaleme almaya başlamış olması, ihtimal dahilindedir. Nabi’nin bu çok güzel ve anlamlı şiiri, başka şairler tarafından tahmis edilerek (Beş dizeye tamamlanarak) yazılmıştır daha sonraki zamanlarda…


KANGALLI SADIK

DOSTUMUZ

Öyle bir dost hayal edin ki ilk karşılaştığınız andan itibaren sizi sahiplensin, korusun, kollasın; hisleriyle kimin size zarar vereceğini bilsin. Canan COŞAR

ivas, tarihi ve kültürel değerleri ile ünü Türkiye sınırlarını aşmış bir şehrimiz. Milli mücadelenin en önemli şehirlerinden olan Sivas; Kangal ilçesi ile de şehrin Türkiye dışında tanınmasını sağlayan Anadolu’nun eşsiz değerlerinden biridir. Kangal, birlik ve beraberlik anlamına gelir. Geniş bir vadi içerisine kurulan yerleşim yerini kangal şeklinde dağlar çevirmiştir. Birlik içinde yaşayan halk sıcakkanlı yardım sever ve hoş görülüdür. İlçe kültür ve turizm açısından büyük bir öneme sahiptir. Tarihi açıdan kervansarayı, türbesi, kilisesi ile birçok önemli mekâna sahiptir. Ayrıca sedef hastalığına tek şifa kaynağı olan Balıklı Çermik ve adını yaşadığı yerden alan Kangal köpekleri ile Kangal; tüm dünyada bilinmektedir. Öyle bir dost hayal edin ki ilk karşılaştığınız andan itibaren sizi sahiplensin, korusun, kollasın; hisleriyle kimin size zarar vereceğini bilsin. Sadece size değil aile fertlerine; özellikle de çocuklara karşı büyük bir hassasiyet taşısın. Güven duygusunun zedelendiği son yıllarda, bir hayvana güvenmek; ona evini, aileni teslim etmek ilginç tabi ki. Aynı dili konuşan iki insan anlaşamazken birbirlerini anlayamazken bu hayvanlar konuşmayı bir kenara bırakalım sahibinin kalp atışını bile hissederler. Tıpkı bir bakıcı gibi çocukların yanından ayrılmayarak onları korurlar. İnsana yakın bir ruha sahip olmaları ile bütün duygu ihtiyaçlarına uyum sağlayan hayvanlardır.

Bazen, öfke anında söylediğimiz “beni ite köpeğe muhtaç / muhatap etme” gibi kızgınlık ifadeleri ile Allahın yarattığı bu güzel varlıklar karşısında haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Çünkü dost canlısı bu hayvanlar bekçi ve çoban köpeği olarak insanların en sadık dostları arasındadır. Kangal köpeklerinin en çok bilinen özelliği dostane olmalarıdır. Evini, aileni koruması için getirirsin Kangal yavrusunu çiftliklerden. Öyle küçük, öyle sevimlidir ki siyah kulakları, siyah burnu, ırkına has tüy renkleri ile dikkatleri üzerine toplar. Kimisinin tüyleri koyun gibi kıvırcık, kimisi düz, kimisi beyaz tüylü, kimisi kahverengi. Doğduğunda bir bebek gibi kucağında taşıyabilirken birkaç ay içinde çok hızlı gelişim göstererek 70 – 80 cm boya ulaşırlar. Ayağa kalktıklarında ise bir adam boyunu geçerler. Erkek ve dişi arasında çok belirgin gelişim ve karakteristik özellikleri vardır. Erkekler dişilere göre daha çabuk gelişir. Daha hızlıdır. Uysal, cana yakındır. Dişilerin ise insani özellikleri daha belirgindir. Eşini ve sahibini çok kıskanırlar, başına buyruk inattırlar. Dişiler sadece kendi istediklerini yaparlar. Eğer dişi ve erkek birlikte Kangal köpeği besliyorsan zorlu bir mücadele seni bekliyor demektir. Kapına seni koruması için diktiğin bu sevimli dost sabahın ilk ışıklarında seni görür görmez kuyruğunu sallayarak sevimli, şirin hareketler yapmaya başlar. Yavrudur, tıpkı bir çocuk gibi sevilmeye muhtaçtır. Siyah burnu ile seni önce koklamaya başlar. Yalar, sanki yutacakmış gibi. Kucağına yatar, sırnaşır beni sev, beni bırakma der gibi. Acıkmıştır, yemek ister, sonrasında koşup gezmek ister. Farklıdır diğer köpeklerden. Her şeyi yemez, özeldir, bir tabak da onun için hazırlarsın. Etleri haşlar, didikler, büyük bir özenle önüne koyarsın. Bağlı olduğu kulübede gün boyu beklemez. Bağlı olmak mutsuz eder, çözülmek ister, özgür bir ruha sahiptir. Kim tutabilmiş ki ruhu özgür yaratılanı. Onları şehirde beslemek zordur. Hayvanat bahçesinde aslanı birkaç metre kare alanda tutmak gibi bir şeydir. Özgür olmak isterler. Onların oyun alanları yaylalar, dağlardır. Arkadaşları ise koyunlar, kuzular ve kendi cinsleridir. Kangal köpekleri ile evcil köpeklerle yaptığın gibi top oynayamaz, yatıp uyuyamazsın. Ayağını toprağa basmak ister, topraktan güç alır. Rahatlar, dinlenir toprak üzerinde. Onu güçlü yapan topraktır, kolay kolay yenilmemesinin sebebi de budur. Uzun süre seninle yaşar. Artık ailenin vazgeçilmez bir parçası olur. Tek bir şey ayırır onu senden; sevgisizlik… Sevgi, şefkat sadece insan için gerekli değildir. Özellikle Kangal köpeklerinin en büyük yaşam kaynağı sevgi ve şefkattir. Senin kalp atışını hisseden bu asil ve sadık dost ölüm ayırana kadar seni bırakmaz. Yeter ki sevgiyi eksik etme sadık dostundan. 59


ehim Ağabey, taşları sanatına ortak etmeden önce, henüz çok genç denebilecek yaşta çizgilerin, boyaların ve fırçaların sevdasına kapılmış ve bunların sevgisini yüreğinde taşır olmuştu. Resim sanatına olan vurgunluğunun başladığı yıllarda Erzurum Pulur Köy Enstitüsünün ve daha sonra adı Yavuz Selim İlköğretmen Okulu olarak değiştirilen eğitim ocağının öğrencisiydi ve gelecekteki irfan ordumuzun fertlerinden biri olarak öğretmen adayıydı.

TAŞLARIN ÇAĞRISINI DUYAN RESSAM:

FEHİM İBRAHİM HAKKIOĞLU -I-

Taş deyip geçeriz; lâkin düşünen insan için öyle midir? Taştan nerelere varır ve ne düşünceler üretir bu kişiler. İsmail BİNGÖL

Sanatın ruh dünyasına daha o yıllarda çengel atarak kendisine bağladığı Fehim İbrahimhakkıoğlu, ta o yaşlarda insanı yaşadıkları konusunda derin düşüncelere, tereddütlere salan, anlayışını inceltip idrakini yükselterek sıradanlıktan kurtaran, kalabalıklardan ayırıp kendine yeter hale getiren resmin yardımıyla eser bırakmanın hazzını duymuştu ya bir kere. Artık ondan ayrılmanın ve bırakmanın mümkünü yoktu. Takılmıştı resmin ve kaderin peşine, sürüklediği yere kadar gidecekti. Zaten bu dünyanın yabancısı sayılmazdı. Çünkü hem sanatla yakından ilgilenen bir aile içinde büyümüştü ve hem de genetik kodlarına gizlenmiş yetenek sebebiyle adeta sanatla uğraşmasını gerektiren doğuştan yazılmış bir kaderin sahibiydi. Soğuk bir coğrafyanın evladı olan ve bugün artık birçok kişi tarafından tanınan-anlaşılması az olsa da-ulu atası İbrahimhakkı Erzurumî, yazdıkları ve yaptıklarıyla, doğduğu yer olan küçücük bir kasabanın, Pasinler (Hasankale)’in adını cihana duyurmuştu. Neslinden gelenler arasında aynı yoldan giden, ilmin ve sanatın zorluğunu göğüsleyerek alanında eserler veren başkaları da vardı tabii ki. Dededen tevarüs edilen birçok yetenek, ama az ama çok, belli şekil ve oranlarda, soyundan gelen kişilerin çoğunda kendini öyle ya da böyle ele veriyor, bu bazen bir ilim adamı, bazen bir sanatçı şeklinde kendini gösteriyordu. Hayat çizgisi sanatla başa baş giden ve sanatından elde ettikleriyle gönül ve ruh dünyasını zenginleştirmeye başlayan Fehim Ağabey gerek okulda tanıdığı hocalarının yardımıyla gerek içindeki sanat aşkının ateşlediği gayretin yardımıyla, artık kendine bir yol ve yöntem olarak seçtiği izde yürümeye, yeni yeni arayışlar içinde resimde değişik üslup ve biçim denemeye çalışıyordu. Resmin yanında, yeri geldi heykel yaptı, yeri geldi

sayı//72// temmuz 60


çizgileriyle dergi kapaklarında göründü, sahne dekorları yaptı ve hatta acılarımızı sembolize eden anıtlara da imza attı. Yani sanatta edindiği bilgi ve birikimi çok yönlü olarak kullandı ve sadece resim alanına sıkışıp kalmadı. Nihayetinde taşların çağrısını duyarak, resimde tamamen kendi özgü bir alan açarak, yeni bir metod dahilinde yeni bir tarz oluşturarak, böylelikle resim sanatında diğer ressamlardan farklılaşarak, “taşların ressamı” denilince, akla gelen tek isim olmayı başardı. Taş ki; ebediyete vurgu yapandır. Yeni zamanda eski boyutlarını, eski güzelliğini, eski duruşunu çoğunlukla muhafaza ederek, sanat vasıtasıyla estetik hale dönüşen taş; gecenin karanlığı gündüzün şavkı içerisinde, üzerine düşmüş zamanın gölgesi altında insanı alıp asırlar öncesine götürerek kendine hayran bırakıyor. Çoğu kimseye katı bir görüntüden öte bir anlam ifade etmeyen, sadece bir cisim olarak görünen taşa her bakışta, yüksek bir sükûtla sarsılıyor bedenimiz ve kendi lisanıyla hikâyesini anlatıyor bizlere... Taşı, unutmuş, suskun bir yürekle dinlemekten öte yaptığımız bir şey yok. Sadece, etrafa yaydığı huzurdan küçük bir pay alıyoruz. Bir an için de olsa; hayatın telaşlarından, koşuşturmacalarından çekip alıyor bizi ve tarihin koynunda misafir ediyor gergin ve doyumsuz ruhlarımızı... Ve bize; bugüne gelinceye kadar, bin bir emek, bin bir çileyle yapılmış bu yerlerden, daha nicelerinin geçtiğini ve hiçbirinden bir iz, bir nam-u nişan

kalmadığını ve bizim de onlar gibi günü gelince gideceğimizi ihtar ediyor. Taş deyip geçeriz; lâkin düşünen insan için öyle midir? Taştan nerelere varır ve ne düşünceler üretir bu kişiler. Onlar için gerçeğin aynası olur adeta cansız bir taş... Mısralarla onu anlatırken, ondan kendine varır ve kendini sorgular. Anadolu Türk mimarisinin ana malzemesini teşkil eden, ancak ne yazık ki betonun devreye girmesiyle tahtından olan taş, adına yazılan her mısrada; şiirin gücünü ve şairlik yeteneğini kullanarak, yeni bir güzelliği, efsanevî bir olayı, ilahi bir hareketi çıkarır karşımıza... Okudukça hayret eder insan; taş deyip geçtiğimiz, ayağımızın altında sürüdüğümüz, hiçbir anlam vermeden baktığımız bu cansız varlığın çağrışımlarına... Oysa tuvale konulan her taş, zamanda yürüyüp giden farklı olayların kendince şahididir. Belki de buna istinaden “Her taşının altında bir tarih ya¬tar!” diyebiliriz.Taşlardan söz edince aklıma yıllar önce okuduğum “Kemancının Taşları” adlı hikâye geldi. Bir kemancının taşlara olan düşkünlüğünü, bir çocuğun ağzından anlatan yazar, taşın bir sanatçının his dünyasını nasıl ve hangi sebeplerle etkilediğini şu cümlelerle dile getiriyordu: “...Taşlarını tek tek alır eline, usulca okşar ve yine o matemli kemanına sarılırdı. Her akşam aynı saatlerde gelirdi kemancı sahildeki parka... Ve her akşam bir önceki güne inat çok daha kasvetli olurdu gözlerindeki keder. Kemancı her akşam yorgun sırtında o taşları taşır. (Devam edecek…) 61


dil Erdem Bayazıt, cihan imparatoru Yavuz Sultan Selim Han’ın Doğu Bayazıt’tan Maraş’a getirdiği bir ailenin mensubu olarak 1939’da Maraş’ta doğar. Maraş lisesinin yazanlarındandır.

VEFATININ 12. YILDÖNÜMÜNDE

ADİL ERDEM BAYAZIT Artık lise bitmiştir. Adil Erdem Bayazıt İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisidir. Serdar YAKAR

Arkadaşlarının şiir ve öykülerini yayınladıkları Demokrasiye Hizmet gazetesine ilk olarak siyah-beyaz desenleri ile katılır. Desenlerde ortaya çıkan arayış ilk şiirlerinde de kendini göstermektedir. “Gün batıda bir kız sevdim” şiiri Demokrasiye Hizmet’in 4.2.1958 tarihli nüshasında C. Zarifoğlu ve A. Özdenören’in birlikte hazırladıkları “Fikir-Sanat” sayfasında yayınlanır. Şiir şu uzun ithafla başlar: “Bugün herşey boş, yarınsa ne olacağı bilinmez. Mutluluğu günbatıda görürsem Allı’yı düşünmeyeceğim.” Ve işte şiir: “Hiç aklımı sarmamıştım böylesine Gözlüksüz olunca daha başkasın Yağmur görmüşçesine kaçman boşa Hayra-şerre ererse bir gün aklın Sevda delisi bir liseli vardı diyeceksin Düşünde her gün bir rüzgârlı baş göreceksin.” Aynı yıl Maraş Lisesi’nin kültür kolu yayın organı olan Hamle edebiyat öğretmeni Mustafa Atatanır’ın çabaları ile birkaç yıllık aradan sonra 20. sayıdan itibaren yeniden yayınlanmaya başlar. Mustafa Atatanır, Cahit Zarifoğlu, Şeref Turhan, Rasim Özdenören, Ali Kutlay gibi isimlere sayfalarını açan Hamle’nin bu sayısında Erdem Bayazıt’ın da bir “Anlatı”sı vardır. Aslında kısa bir öyküdür yazılan. Üstelik şairin yayınladığı tek öykü de değildir. Yıllar sonra Edebiyat dergisinde de bir öyküsü yayınlanacaktır. Gelelim yayınlanan ilk öyküye. Şairimiz arayışının bir süreci olarak bu öyküye “anlatı” demiştir. Başlığı ise “Bir Başka Hava”. “Yağan yağmuruyla, ıslak toprağıyla, mor-kızıl yağmur sonrasıyla” bir başka olan kentteki uyanışı, kuşların, ağaçların, böceklerin yeniden canlanışını ve genç yaşta eşini kaybeden mahallenin güzel dulu Gülgün’ü anlatır bu yazıda. Hamle’nin bir sonraki sayısında ise ülkenin geri kalmışlığının nedenlerini sorgulayacaktır. Şiirlerine ithaf yazmayı seven şairimiz Hamle’nin 22. sayısında yayınlanan C. Zarifoğlu’na ithaf ettiği “Uçman” adlı şiir, Doğan Keçecioğlu’nun çıkarttığı “Gençlik” adlı gazetenin fikir-sanat

sayı//72// temmuz 62


sayfasında J. Türkan Konuk tarafından eleştirilir. Şiir ithafın dışında üç cümlecikten oluşmaktadır. “Gök gürlemesini unutacak utancından Sen uçakta oldukça Bulutlar el-pençe divan duracaklar önünde” A. Yaşar Başer’in sahibi bulunduğu “Maraş’ın Sesi” gazetesinin 31.3.1958 tarihli nüshasında A. Erdem Bayazıt Maraş’ın fikir ve sanat açısından dünü bugünü üzerine tespitlerde bulunur. “Günler geçer insanoğlu olayların arasında kaybolur. Bazan olayların konusu kendisidir. Geçen günlerden bize kalan bir tutam anı ve bir dolu yorgunluktur çok zaman” diye başlayan yazının ilerleyen kısımlarında Salah Birsel’in Günlüklerinde Maraş insanının okumayı sevdiğini fakat okuduklarının Hz. Ali Cengi olduğu eleştirisine değinerek şu tespitlerde bulunur: “Salah Birsel’in bu satırları yazdığı tarihi göz önüne alırsak, ona hak vermek gerekir. Çünkü 4-5 sene önce Maraş’ta öyle gerçek değerde sanat ürünleri okunmazdı. Böyle eserler satıcıda örümceklenir dururdu. Buna zıt oranla “Leyla ile Mecnunlar”, “Ferhat ile Şirinler”, “Köroğlu Hikayeleri” satılırdı alabildiğine. Ama bugün geç kalırsak Fikir-Sanat dergilerini bulamıyoruz satıcıda. Bu gelişme bizi sevindiriyor, umutlandırıyor.” Doğan Keçecioğlu’nun sahibi bulunduğu ve “Kıran da olsa kırıl düş, fakat eğilme sakın” sloganı ile yayınlanan Gençlik adlı gazetenin 1959’da sekreterliğine soyunan A. Erdem Bayazıt, Nuri Pakdil ve Cahit Zarifoğlu’nun gazetede yazmalarını da sağlar. Artık lise bitmiştir. Adil Erdem Bayazıt İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisidir. Fakat ne Maraş’la ne de fikir ve sanatla ilgisini kesmeyecektir. İlk sayısı 30 Ağustos 1960’da yayınlanan günlük siyasi gazete “İnkılâp”ın mesul müdürlüğünü üstlenir. Gazetenin Genel Neşriyat Müdürü Cahit Zarifoğlu, sahibi ise Mustafa Özer’dir. İnkılâp’ın yayını 12.6.1961 tarihine kadar devam eder ve Cahit Zarifoğlu’nun “Bitti” yazısıyla yayınına son verir. Bu bitişte Zarifoğlu’nun Maraş’ta yalnız kalışı ve arkadaşlarına olan özlemi de önemli bir rol oynamıştır. İstanbul Üniversitesi Hukuk

Fakültesinde öğrenimine devam eden A. Erdem Bayazıt bir mektubunda İstanbulu anlatır Cahit Zarifoğlu’na. Erdem Bayazıt’ın İstanbulu anlattığı cümleleri Zarifoğlu’nun “Demir Kütleler Senfonisi” adlı hikayesinde aktarılır: “İstanbul senin havana bağlı, bir okka muşmula.” diyen Bayazıt Emirgan’ı anlattığı cümlelerin ardından; Ulan Cahit be.... Keşke burada olsaydın.” Demekten kendini alamaz. Bu yürekten çağrıya kim dayanır ki Cahit Zarifoğlu dayansın... “Bu şehirden kaçmak zamanı artık” der ve soluğu İstanbul’da alır. Ona kucak açan, hatta Eyüp’te oturduğu evi ona bırakıp kendi yurda çıkan Erdem Bayazıt olur. Inkılâp’ın son sayısında Adil Erdem Bayazıt’ın da uzun bir şiiri yayınlanır. “Boşluk-lu Yaşamak” adlı şiir “Şimdi bütün kent bir adama yöneldi” cümlesiyle başlar ve “En çok dar olanlar var dünyada / En çok dar adamlar var” cümlesiyle son bulur. Bu uzun şiir bazı çıkartmalar ve ilavelerle şairin ilk şiir kitabı “Sebeb Ey”e aldığı gençlik yıllarının nadir ürünlerindendir. İstanbul da öğrenimine devam etmekte olan Erdem Bayazıt merkezi İstanbul’da bulunan “Maraş Okutma ve Yardım Derneği”nin 18 Aralık 1960 tarihli kongresinde genel sekreter olarak seçilir ve derneğin yayın organı Edik’e katkıda bulunur. Şairin dernekçilik hayatı ömrünün tüm safhalarında var olacak olup merkezi yine İstanbul’da bulunan Kahramanmaraş ve İlçeleri Eğitim Kültür Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (MARAŞDER)’in kuruluşunda ve yayın organı “Dört Mevsim Maraş”ın yayınlanışında aktif rol üstlenecektir. Çok sevmesine rağmen İstanbul yılları pek de uzun sürmez. Kaydını Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine aldırmak zorunda kalır. Bir mecburiyetin gereğidir bu. Sonra araya askerlik girer. Yedek subay öğretmen olarak Burdur Yeşilova’nın Çuvallı köyünde vatani görevini tamamlar. Asker dönüşü yine yeni ve farklı bir kararla hukuk tahsilini tamamlamadan Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolur. Ankara’da olmanın ona en büyük getirisi Nuri Pakdil’in 1969 Şubatında yayınlamaya başladığı “Edebiyat” dergisinin içerisinde yer almak olur. Edebiyat’ın daha ilk sayısında “Susmak” adlı şiirinde: 63


“Ey sesimi keskin bir bıçak gibi Kınında saklayan çağ Ey sabırla bileyen günlerimi” diye seslenir.Dili artık destansı bir üsluba bürünmüştür. 1973’de yayınlanacak olan ilk şiir kitabının ismini “Sebeb Ey” koyacak olan şairin şiirlerinde nidanın ayrı bir yeri vardır. “Ey hep bir kelime arayan kalbim Sonra arayan tekrar arayan kalbim.” “Büyük Doğu” ve “Diriliş” ekolünün öncü isimlerinden olacak olan Adil Erdem Bayazıt daha lise yıllarında oluşan arkadaş gurubuyla birlikte 1976 yılı Aralık ayından itibaren “Mavera” adıyla aylık bir edebiyat dergisi yayınlamaya başlar. Dergide yazılarıyla Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören, Ersin Gürdoğan, Mehmet Kahraman vs olsa da sahibi ve sorumlu yönetmen Erdem Bayazıt’tır. O yıllarda Milliyet Sanat Dergisi bir edebiyat ansiklopedisi eki vermektedir. Bu ekin 1976 Kasım ayı sayısında yer alan Erdem Bayazıt maddesinde; “teknoloji yüzünden ahlâki değerlerini yitiren, Tanrıdan uzaklaşan insanın kurtuluş yollarını aradı” ifadesi yer alır. Bu taraflı yargıya Mavera’nın yayınlanacak ilk sayısından cevap gelir. Ersin Gürdoğan imzalı cevabi yazıda teknoloji üzerine görüşler belirtildikten sonra şu düşünceye yer verilir: “Erdem Bayazıt bizce, soyut teknolojiye karşı olmaktan çok, teknolojiye yenilmiş, belki ona tutsak olmuş bir insanlık durumuna karşıdır. Üstelik, teknoloji, bizim durumumuzdaki ülkeler için, Batı’nın bir simgesi olarak da yorumlanabilir.” Ersin Gürdoğan’ın yazısının son paragrafı ise bir hükmü içerir: “Şairin, ayak seslerini müjdelediği, tabiatın tüm varlığıyla selama durmasını istediği insan, teknolojiyi yok eden değil, kendi sultasına alarak ‘Allah önünde her varı yok gören’ insandır.” Milliyet Sanat Dergisi edebiyat ansiklopedisi ekine konu olan şiir, şairin “Sürüp Gelen Çağlardan” adlı şiiridir. “Yeryüzü bana mescit kılındı Ant verdim toprak şahit tutuldu Her sabah her öğle her akşam İkindiyle yıkanarak yatsıyla donanarak Sularda polatlanan benim. sayı//72// temmuz 64

Geldim durdum önünde işte bir anıt gibi Sıyırarak sırtımdan bir yılan giysisini.” “Dünyanın kalbini dinle geliyor adım adım Dallar meyvaya dursun toprak tohuma dursun İnsan barışa dursun selâma dursun zaman Sabır savaş zafer. Adım: MÜSLÜMAN.” Mısralarıyla son bulur. Erdem Bayazıt’ın şiirine gelen tenkitler bu kadarla kalmaz. Cumhuriyet Devri Türk Şiiri adıyla iki ciltlik hacimli bir eser kaleme alan Prof. Mehmet Kaplan; “Erdem Bayazıt’ın şiiri değil eski dindar şairlerinkinden, Mehmet Akif’inkinden de çok farklı bir şekil ve üslûpla yazılmıştır” diyerek onu Mevlana ve Yunus’un yoluna ihanet etmekle ve Yahya Kemal tarafından ortaya konulan ve ilmi gerekçelere uyan milliyetçi anlayıştan uzak olmakla suçlar. Erdem Bayazıt bu suçlamaya cevabı Mavera’nın 7. sayısında (Haziran 1977) verir. Cevap kendisini savunmak için değil Yahya Kemal’e yapılan haksızlığı dile getirmek için kaleme alınır. Zaten yazının başlığı da; “Yahya Kemal Prof Kaplan’ın Sınırlarını Aşıyor”dur. Yeryüzünü kendisine mescit kabul eden şair dünyanın dört bir ucunda acı çeken, zulme uğrayan insanların yanındadır dua ve yüreğiyle. Kendisi dahil yedi kişilik bir ekiple 1981 Temmuzunda Ajans 1400 adına Afgan dağlarına doğru yola çıkar. Ekipte ayrıca Yücel Çakmaklı, Ahmet Bayazıt, Şenol Demiröz, Çetin Tunca, Halil İbrahim Sarıoğlu ve Necdet Taşçıoğlu da vardır. Bu yolculukta Pakistan’ın Peshawer kenti merkez olmak üzere, 270 kişilik bir Afgan gurubuyla beraber Afganistan içlerine girilir. 20 günde, dağlarda ve vadilerde 400 km yol yürünür. O yıllarda Mavera sayfalarından okuduğumuz bir Afganlı çocuğun “bizim iyilerimiz hep şehit oldu” sözü hâlâ kulaklarda çınlamaktadır. Bu yazıların bir bölümü “İpek Yolundan Afganistan’a” adıyla 1985’de kitaplaşır. Afganistan da yaşanan ve kitapta yer almayan diğer konular ise Erdem Bayazıt’ın Türk edebiyatına kazandırdığı Afganlı Meral Maruf tarafından yazılacaktır “Hicret Günleri” ve “Dullar Kampı” adıyla... Erdem Bayazıt’ın müslüman halklara karşı duyarlılığı Afganistan ile sınırlı değildir. 1994’te “Bosna’ya Yazıt”ı yazar…


KARADENİZ KÜLTÜRÜNÜN BİR PARÇASI:

SERENDİ

Gerçi eskiye göre sayıları oldukça azalsa da yine de yok olmuş sayılmaz bu yapılar. “Serendi” ya da “Serender” in büyüklüğü, o evin ihtiyacına göre değişirdi. İbrahim AKÇAY

aradeniz Bölgesi’nde yaşayan herkes (Bilhassa Ordu, Giresun, Trabzon, Rize) yöreye göre adı değişmekle birlikte, eşyalarının bir kısmını, gıdalarını ve ürünlerini sakladıkları, yerden yüksek, genellikle dört ayaklı ahşap yapıyı iyi bilir. Gerçi eskiye göre sayıları oldukça azalsa da yine de yok olmuş sayılmaz bu yapılar. “Serendi” ya da “Serender” in büyüklüğü, o evin ihtiyacına göre değişirdi. Bu yapıya çıkmak için seyyar merdiven kullanılırdı. Hemen her serendinin ön kısmında ayvan adı verilen oturmak için kullanılan küçük bir balkon vardı. Serendilerin belki de en önemli özelliği ayakları ile gövdeyi birleştiren yerde teneke, ahşap ya da sacdan yapılmış yuvarlak tekerleri idi. Bu tekerler aşağıya doğru da kıvrımlı olduğundan başta fare olmak üzere diğer hayvanların serendiye çıkması mümkün olmuyordu.. Bu, çok iyi düşünülmüş bir düzenek olup içerideki ürünlerin zarar görmesini engelliyordu. Serendiye çıkmak isteyen kişiler işi bitince merdiveni almayı unuttuklarında ise fareler için doğal bir yol oluşuyordu. Serender, bölge halkının adeta sağ kolu oluyordu. Bin bir zahmetle ekilen, dikilen, büyütülen, hasat edilen ürünler güvenli şekilde saklanıyor, bin bir çile ile toplanan fındıklar, mısırlar burada depolanıyordu. Serendinin dış taraflarına ise tohumluk olarak ayrılan ya da kurutulmak istenen çeşitli yiyecekler asılırdı Hatta buraya yorganının yatağını ve bazı eşyalarını bile saklayanlar vardı. Yani çok amaçlı kullanılırlardı. Şimdilerde bu mimari harika olan sağlıklı ve güvenli ahşap serendilerin yerini betonla yapılan evlerin altındaki depolar, ya da evin bir bölümünde, bazen balkonda oluşturulan kilerler aldı. Keşke almasaydı ama zamanla her şey değiştiği gibi serendiler de geçen zamana yenik düştüler ve yok olmaya yüz tuttular. Çocukluğumda hatırlıyorum da aşağı yukarı her evin yanında, bahçesinde ya da biraz ötesinde serendiler vardı. Şimdi ise serender görmekte zorlanıyorum. Gördüğümde ise yarı tebessüm yarı duygusallık içinde kalıyorum. Keşke sahip çıkabilseydik bu güzelim yapılara ve bu güzelim hatıralara…Bence az sayıda kalan bu serendiler korunmalı, yıkılması engellenmeli, kültürel bir miras olarak nesilden nesile aktarılmalıdır. Yoksa çocuklarımıza, torunlarımıza gösterecek bir serendi bile bulamayacağız. 65


KUR’AN BÜLBÜLÜMÜZ DR. MEHMET ALİ SARI İLE MÜLÂKAT Salih Ağabey, “Rahmi Efendi, bu çocuğu okusun diye getirdik. Evimizde kalacak, yemeğini lokantamızda yiyecek, müsaadeniz olursa sizden de okusun” dedi. Hoca Efendi, “Hafız mısın oğlum?” dedi ben de evet efendim, hafızım dedim. “Bir aşır oku bakiim” dedi. Kendime güveniyordum, heyecanlanmadan gayet rahatça bir aşır okudum. Hoca Efendi, “Tamam, okutalım” dedi. Hüseyin MOVİT

Hüseyin Movit: Sevgili ağabeyim, sizi 1947'den beri tanıyorum. Sizi tanıyalı tam 73 sene olmuş. Kaderde yazar olup sizi tanıtmak da varmış. Mehmet Ali Sarı: Temmuz 1933 tarihinde Bolu’nun Seben ilçesine bağlı Tepe Köyü’nde doğmuşum. İlkokulu 1943 te köyümde bitirdim. İlk Kur’an derslerimi ilkokula devam ederken köyümüzün imamı Muharrem Efendi’den aldım. İlkokul öğretmenim Bolu merkez Ağaççılar köyünden Hafız Mustafa Gültekin idi. Ondan hafızlığa başladım ve iki senede farklı hocalardan tamamladım.Talim ve Tashih-i huruf dersleri almak için Bolu’ya gönderildim. Orada iki sene okuduktan sonra Hafızlık merasimim yapıldı. 1947’yılının Sonbaharında İstanbul’a getirilerek bir müddet lokanta işleticisi Hacı Salih Movit’in himayelerinde kaldıktan sonra Beyoğlu Ağa Camii dâhilinde bulunan cami odalarından birine yerleştirildim. Camiinin Baş imamı Hafız Rahmi Şenses’den İlm-i Kıraatten “Aşere” ilmini bitirerek Reisülkurra Varnalı Hafız Hamdi Efendi riyasetinde Ağa Camiinde yapılan merasimle icazet aldım. Hafız Fikri Aksoy’dan Arapça, Fatih Camii Baş İmamı Hafız Ömer Aköz’den fıkıh ve feraiz dersleri aldım. 1951 de ilk defa açılan İstanbul İmam-Hatip okuluna öğrenci oldum. Yedi sene sonra 1959 da mezun olarak aynı yıl açılan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne kayd oldum. Dört sene sonra 1963 te mezun oldum. Öğrenim esnasında Hattat Bestekâr Hafız Kemal Batanay’dan özel olarak musıkî ve tambur dersleri aldım. Eski Daru’l-Elhan’ın devamı olan İstanbul Belediye Konservatuarına imtihanla öğrenci olarak orada musıki nazariyatı ve pratiği eğitimi aldım. Y. İslam Enstitüsüne devam ederken Bolulu Terzi Mehmet Sağlık’ın kızı Şefika Asuman hanımla evlendim. Bu evlilikten Sinan ve Safiye Serâ adını verdiğimiz iki çocuğumuz dünyaya geldi. İlk meslek dersleri öğretmenliğime mezun olduğum İstanbul İmam-Hatip Okulunda başladım. Bir yıl çalıştıktan sonra askerlik görevi için ayrıldım. Vatani görevimi yedek subay olarak Manisa’da yaptım. Terhisimden sonra İzmir İmam-Hatip okuluna, bir yıl sonra da İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’ne Kur’an-ı Kerim öğretmeni olarak atandım. Altı yıl İzmir’de çalıştıktan sonra 1 Şubat 1972 de İstanbul Y. İslam Enstitüsü öğretmenliğine nakledildim. Orada müdür yardımcılığı ve müdür başyardımcılığı gibi görevlerde bulundum. Türk Tavrı Tilavet denir. Türk Tavrı Tilavet denir.1980 yılı Aralık ayında Din

sayı//72// temmuz 66


Görevlisi olarak Avrupa’ya İsveç’e gönderildim. Orada iken emekli oldum. Ağustos 1987 de yurda döndükten sonra “Kırââtü’n-Nebî” isimli kadîm bir eserin edisyon kritiğini yaparak doktor ünvanı aldım. İki yıl M. Ü. İlahiyat F.Vakfı’nda Vakıf Müdürü olarak, iki yıl da TDV. İslam Ansiklopedisinde Gn Sekreter olarak çalıştım. Aynı kurumda Tefsir İlim Heyetinde redaktör olarak çalışmaya devam ettim. Halen emekli olarak hayatıma İstanbul’da devam etmekteyim. HM: Hacı Salih Movit ile tanışmanız nasıl oldu? MAS: Hacı Salih Bey, Galip Hoca'dan okutmak için bir çocuk istemiş.Hoca Galip Efendi ile Salih Efendinin tanışmaları, Ağa Camii imamları yıllık izinli veya raporlu olduklarında Galip Efendi Ağa Camii’nde vekâleten imamlık yaparken olmuş. Galip Efendi, Salih Efendi ile ahbap olmuşlar, çocuklarını da okutmuş. HM: Devamını dinleyelim: MAS: Cuma namazından sonra Hoca Efendi önde, ben elimde bavul ile arkasında Karaköy’den yokuş yukarı, yorucu bir yürüyüşten sonra Beyoğlu İstiklal Caddesi'ni Tünel'den itibaren boydan boya geçerek Ağa Camii karşısındaki Salih Efendi Lokantası’na vardık. Salih Efendi, Hoca Efendi'yi kapıda karşıladı, “Buyurun, hoş geldiniz” diyerek saygıyla baş masada yer gösterdi, ben de hoca efendinin yanına oturdum. Masaya oturur oturmaz Hoca Efendi hemen, “Salih Efendi, okutayım diye benden bir çocuk istemiştiniz, işte hafız bir çocuk getirdim size, bunu okutalım” dedi. Salih Efendi, “Allah razı olsun hocam, iyi ettiniz, hoş geldiniz, şimdi sıcak bir çorba için” konuşuruz diyerek garsonlara bırakmadan yakınımızdaki tezgâhtan kendi elleriyle önümüze iki tabak çorba getirip koydu. “Buyurun, afiyet olsun” dedi. Kendisi de yanımıza oturdu. Yemeğimizi yerken Hoca Rfendi ile hoşbeş ettiler. Ben ise kendimi akıntıya bırakmış bir hâlde, olup bitenleri takibe çalışıyordum. Salih Efendi, Siirt-Şirvanlı, Kürt kökenli bir aileden geliyordu. Kısa boylu, ağır başlı, şişmanca, ciddi tavırlı biriydi. Önünde dizlerinin altına kadar inen bembeyaz önlüğü ile lokantadaki servis trafiğini yönetiyordu. Çorbalarımızı içtik, yemeğimizi bitirdik. Hoca Efendi, “Salih Efendi, ben gideyim artık, çocuk size emanet, Allah’a ısmarladık“ dedi ve süratle gözden kayboluverdi. Ben, bir başıma kalakalmıştım. Olaylar çok hızlı gelişiyor, takip etmekte zorlanıyordum. Öğleden epey sonraydı

Salih Efendi, “Oğlum, bak karşıda hamam var, al şu parayı, git orada yıkan. Yorgunluğun gider, sonra şu karşıdaki camide bekle, namazını kıl, derslerine çalış, akşama buraya gel, eve gideriz” diyerek hamamı ve karşıdaki Ağa Camii’ni işaret etti ve bana iki buçuk lira verdi. Dediklerini yapacaktım ama nasıl? İstanbul’da Beyoğlu gibi bir yerde hamama gidiyordum. Bolu’da da büyüklerimizle Kaplıca’ya yıkanmak için giderdik. Köyden gelip kaplıcaya ilk gittiğimde beni Muallim İsmail Efendi yıkamış, ona ılıcanın buğulu yankılı atmosferinde teşekkür ettiğimde benden köy çocuğu hâlimle teşekkür sözünü beklemediğinden olmalı, kendine has kahkahası ile gülmüştü, orada onu hatırladım. Şimdi de Beyoğlu’nda bir hamamda (Vahan Turikyan'ın işlettiği Bahçeli Hamam) idim. Ürkek ve şaşkın tavırlarla, hamamın karmaşık ortamında, hamamcıların "Takunya giy, şu odada soyun, şuradan gir!" gibi yalın emir ve tarifleriyle yıkanacak yeri buldum. İyi kötü yıkanarak, işi becerdim. Yıkandıktan sonra fiyatını sormadan paranın tamamını vererek hamamdan çıktım. Çünkü para hamam için verilmişti. Sonra da karşıdaki camiye gittim. Caminin bahçesinden çıkmadan orada sağa sola bakınarak dolaştım, camide oturdum, cemaatle namaz kıldım ve kimseyle konuşmadan bekledim. Yatsı namazını da kıldıktan sonra saat on bire doğru lokantaya gittim. Lokantada o gün için servis işi bitmişti. Benden bir iki yaş büyük gibi görünen ve Salih Efendi'nin kayınbiraderi olduğunu sonradan öğrendiğim İsmet (Karaçadır) adındaki genç arkadaşla üçümüz eve doğru yürüyerek Taksim’de o günlerin büyük marketlerinden biri olan Ankara Pazarı denilen alışveriş merkezine uğradık. Oradan alışveriş edip Taksim’den Ayaspaşa Caddesi’ne doğru yürüyerek Teknik Üniversite’nin karşı sokağındaki yokuştan biraz aşağıda Selime Hatun Camii’nin karşısında Marmara Denizi'ne bakan üç katlı, bahçeli kâgir bir eve vardık. Eve girdiğimizde Salih Ağabey'in eşi, yanlarında beni de görünce Kürtçe, “Bu da kim?“ demiş. Salih Efendi, benim de anlayacağım bir dil ve duyacağım bir sesle, “Bu da altıncı çocuğumuz“ dedi. Salih Efendi'nin eşi, şöyle bir süzdükten sonra bana, “Evladım gel, bak, burada İsmet’in odasında sen de yatarsın” diyerek kardeşi 67


İsmet’in yattığı odayı gösterdi. Salih Efendi'ye ağabey demeye başladım. En büyüğü altı yedi yaşlarındaki Hüseyin, sonra sıra ile Abdullah (5), Reyhan (3), Beyhan (1) adlarında dört çocuğu vardı. Kayınbiraderi İsmet (17) ile beş, benimle altı oluyorduk. Son çocukları Halil İbrahim (1948) ve Şeyma (1956) daha sonra kafileye katıldı. Eve zaten geç gelmiştik fazla beklemeden yattık. İsmet’le akşamdan akşama aynı odayı kardeşçe paylaşarak gündüzleri olmasa da gecelerimiz birlikte bir müddet devam etti. Salih Ağabey'in eşi Hanife Abla, Türk asıllı idi. Kürtçe de öğrenmiş, konuşabiliyordu. Beni çocuklarından hiç ayırmadı. Salih Ağabey, İsmet ve ben birlikte sabah evden çıkıyor, yatsıdan sonra saat on bir gibi eve sadece yatmaya geliyorduk. Hanife Abla, o kadar çocukla lokantanın beyaz masa örtülerini, peçetelerini ve aşçı kıyafetlerini önlükleriyle birlikte pompalı Optimus gaz ocağında ısıttığı suyla leğende yıkayıp ütüleyerek, beyine yardımcı oluyordu. Kardeşi İsmet, sakin, kara kuru, ince yapılı bir delikanlı idi. Annesi, babası ölmüştü. Ablası onu yanına, himayesine almış, eniştesinin yanında lokantada komi , bazen de garson olarak çalışıyordu. Evde ilk kaldığımız sabah, erkenden evden çıktık, onlar lokantaya gittiler, bana da camiye gitmemi söylediler. Gittim, oralarda sağa sola, gelene gidene bakarak öğleye kadar oyalandım. Caminin imamı Hoca Efendi öğleye doğru gelmiş fark etmedim tabii. Salih Ağabey namaza geldi. Öğle namazını kıldıktan sonra beni de yanına alarak caminin önündeki imam odasına girdik. Hafız Rahmi Şenses Hoca Efendi:Öğle namazını kıldırdıktan sonra camiden çıkıp, sarığı ve cübbesiyle caminin bahçesindeki, görevlilerin bekleme odasına gelen Hoca Efendi'nin arkasından biz de odaya geldik. Hoca Efendi'nin elini öptükten sonra oturduğu kanapenin tam karşısına Salih Ağabey'le yan yana biz de oturduk. Hoca Efendi beni şöyle bir süzdü. O sırada Salih Ağabey, “Rahmi Efendi, bu çocuğu okusun diye getirdik. Evimizde kalacak, yemeğini lokantamızda yiyecek, müsaadeniz olursa sizden de okusun” dedi. Hoca Efendi, “Hafız mısın oğlum?” dedi ben de evet efendim, hafızım dedim. “Bir aşır oku bakiim” dedi. Kendime güveniyordum, heyecanlanmadan gayet rahatça bir aşır okudum. Hoca Efendi, “Tamam, okutalım” dedi. İki gün önce bu camide kıldığımız yatsı namazından sonra Terzi sayı//72// temmuz 68

Mehmet Ağabey tarafından yapıldığını kuvvetle tahmin ettiğim dua, Rabb'imin katında kabul olmuştu. Belki de hayatımı şekillendirecek, kişiliğimi ilmik ilmik dokuyacak bir eğitim süreci, ardından da ilk resmî hizmet hayatım burada başlayacaktı. Köyümden ayrılıp Bolu’ya gelişimden sonra, hayatımın bir diğer dönüm noktasında bulunuyordum. Bir sene kadar Hacı Salih Ağabeylerle birlikte yatmak üzere, evlerine gidip geldikten sonra, ev ortamı değiştiğinden evden ayrılıp lokantada yatmaya başladım. Lokantada yatmak orada yemek yemek kadar güzel değildi. Saat yirmi dörde doğru ancak yatma fırsatı bulabiliyordum. Benden başka lokantada çalışan aşçı, bulaşıkçı bazı işçiler de lokantada yatıyorlardı. Mermer masaları birleştirerek üzerine incecik yün yatağımı seriyor, öyle yatıyordum. Yün yatağım ince, mermer masalar da soğuk olduğundan bir ara fabrikasyon standart ahşap sandalyeleri birleştirerek onların üzerinde yatmaya başladım. Sabaha kadar mutfakta kaynatılan kemik suyu kokularını teneffüs ediyordum. Üstümün başımın hatta Mushaf’ımın bile yemek koktuğunu hocam ikide bir söylüyordu. Hoca Efendi, yer yok diye önceden camide kalmama müsaade etmemişti. Sonra talebelerden eksilme olunca benim de cami dâhilindeki iki küçük odadan birinde yatmama müsaade etti. Ben de diğer talebeler gibi camide kalmaya başladım. Sabah namazlarını da kıldırıyordum. Çünkü resmî görevlilerden hiçbiri evleri uzak semtlerde olduğundan sabah namazına gelemiyorlardı. Caminin dört müezzini vardı. Ezan, kamet ve tesbihatın okunması dışında caminin bakımı vs. gibi işlerle meşgul olmazlar, ikindi namazından sonra günlük mesailerini bitirmiş sayarak evlerine giderlerdi. Caminin içi genelde haftanın belli günlerinde gelen bir kadın tarafından ücret karşılığı temizlenir, bahçe ve merdivenler, etraf, dış temizlik, cami tuvaletlerini işletenler tarafından yapılırdı. Caminin elektrik işlerine, çoğu vaktini cami civarındaki kahvelerde geçiren ve annesiyle yaşayan Hüsamettin Deviriş adında yaşlıca bir ağabey bakardı. Akşamları camiye girilen ön ve arka kapıların kapatılması, akşam, yatsı ve sabah ezanlarının okunması, namazların kıldırılması ve caminin gece bekçiliği gibi işler bize kalırdı. Camide kalmamız karşılığında bu hizmetleri bizler, gönül huzuruyla seve seve yapardık… (Devam edecek)


RÜZGÂR, ŞAHİDİDİR IRMAĞIN Sesimin huzur verdiğini söyler ve bazen ben hafifçe eserek ona sanki ney sesinin verdiği gibi huzur vermeye çalışırım Şenay ŞEKER

Bir ırmağın kıyısında bekliyorum. Yüzüm göğe takıntılı, gözlerim bulutlarda ve yağmuru bekliyorum. Tüm esişlerim bir damla yağmuru toprağa ve ırmağa kavuşturmak adına. Çağlayıp akan hiçbir şelalebilmez, hangi ırmağa karışacağını, yağan hiçbir yağmur bilmez herbir damlasının hangi toprakla buluşacağını. Irmak, bağrında toplar her bir damlasını yeryüzünün ve taşır hepsini denize. Aktıkça, kirlerini temizler emanetlerin ve sahibine teslim eder. Rüzgar şahididir ırmağın… Ve ben bir ırmağın kıyısında bekliyorum. Yine gece ve yine ırmak ay ışığının verdiği parlaklıkla sakince akmakta. Gülümsüyor ve usulca kenarına oturuyorum. Her gece sanki onunla dertleşen ben değilmişim gibi sitemle bakıyor. Onun da yorgun olduğunu biliyorum ve kıyamayıp hafif bir esintiyle gönlünü alıyorum. Anlat diyor, kendini anlat,benim bilmediğim coğrafyaları dolanıp geldin yine. Irmak, duygularını derinliklerinde saklıyor ve belli etmiyor kimseye. Onu anlıyorum elbette ama sormuyorum bir şey. O anlatırsa dinliyor ve sıkıntılarını hafifletmeye uğraşıyorum. Diyarlar dolaşmış kimseyi incitmemişim de Irmağımı inciteceğim. Hem nasıl kıyarım ona. O da benim az kahrımı çekmiyor. İçime attığım esintilerimi, yükü azmış gibi dinliyor ve yol gösteriyor. Hem ırmak yolları aşan, yolları açan değil midir… Irmak, Anadolu’dur berekettir. Hayat verir geçtiği topraklara ve benden rızıklananalara. Her sey durur, diner, bekler. Ama ırmak için durmak yoktur, bundan dolayı kir tutmaz o. Hayırla şerrin arasını ayırır gibi bir duruşu vardır hayranlık veren.

Kendini belli etmez kimseye. Onu ancak bilenler bilir. Geceleri rüzgarla , gündüzleri içinde oynaşan çocuklarla huzur bulur. Derinliğinde sakladıkları ise ancak Rabbine ayan. Bazen içindekiler taşacak olur da, suları mürekkep olur kelama dönüşür. İnci olur, mercan olur dağılır yeryüzüne. Rüzgar, şahididir ırmağın ve ben bir ırmağın kıyısında oturuyorum. Sesimin huzur verdiğini söyler ve bazen ben hafifçe eserek ona sanki ney sesinin verdiği gibi huzur vermeye çalışırım. Bazen de konuşmadan anlaşırız yıldızlara bakarak. Ve bir yıldız seçeriz içlerinden ve seçtiğimiz yıldız nedense hep aynı yıldız olur. Bazen durgun olduğumu söyler. Fakat nasıl durgun olabilirim ki. Ben Rüzgar’ım. Öyle bir yaratılışım var ki, esmeye yükümlü. Yaradandan bir eser’iz yeryüzüne umut, gönüllere inşirah. Hepimizde bir anlam yüklü hepimizde kendinden bir sıfat. Rüzgar, görülmeden esenlik verir, serinlik verir herbir zerreye. Rüzgar vesilesiyle dağılır tohumlar yeryüzüne ve oradan bulutlara yönelir yağmuru yağdırmak için. Ah Yağmur, ne de naif ve nazlısın. Olur ki bazenne kadar essem de yağdıramam seni. Ama sana meftun olmasam belki de seni haline bırakırdım . Ama sen yağ ki yeşersin tüm alem. Irmaklar çağlasın ve türküler söyleyerek umut olsun insanlığa.. Bazen yüce dağların yamaçlarında dolanırım sakinlik istediğim zaman. Dağlara yaslanırım, ama serttir dağlar biraz da mağrur. Bir hüzün çöker içime dağlarda çünkü bir yüzü aydınlıksa bir yüzü karamsar. Doğrusu görevleri ağırdıronların , yeryüzüne çivi yapmış yaradan. Kolay mı dengesini sağlamak bu sallantılı dünyanın. Hüznümü belli edip üzmek istemem dağları ve eteklerinden doğru kayarak iner ve neşeli görünmeye çalışırım. Sanırım en çok çayırlar ve çiçekler sever beni. Estikçe sağa sola ahenkle dalgalanır ve bir çocuk masumiyetiyle sevinirler. Ağaçların yorgun olan gövdelerine serinlikten başka bir şey veremem ama yapraklarının tozlarını alırım bir bir. Ah ne güzeldir onların koroyu andıran hışırtısı… Gün boyu eserim dağlarda , ovalarda, bahçelerde bağlarda. Kimine serinlik kimine ise esenlik olurum gün boyu. Yıkmam, incitmem kimseyi ama kendi varlığımı dahissettiririm. Bazılarına selam gibi gelir esintim . Yol gözleyenleri anne şefkatiyle sıvazlarım ve dalgın yüzlere dokunup hafif irkilterek “ sevdiğim beni andı” hissi veririm. Konuştukça ırmağın sakinleşip rahatladığını hissediyorum. Gecenin bir yarısı oldu. Günün ağarmasıyla yine yollara düşeceğiz. Buraya kadar her şey hoş, her şey güzel elbette. Ama sanmayın ki, dağdan hiç yuvarlanmadım, çimenlere hiç kapanmadım, ağacın dallarında salkıt gibi kalmadım. E dünya burası, gam yuvası. Kabullenerek geldik ve sonuna kadar umutsuz kelamların orucuna niyetliyiz. Güzellik adına esecek, esenlik adına yağacak ve bir umut türküsü gibi akacağız. Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var. 69


ŞEHİR SOHBETLERİ 31

CORONA SONRASI ŞEHİRLER,

ŞEHİRLERİN YENİ HALİ -II-

Gördük ki, hizmette de çok kusur işlemişiz. Kazancı, rantı öne alıp hizmeti aksatmışız. En basiti artık evlere servis yapılıyor. Ahmet NARİNOĞLU

u içini boşalttığımız değerler. Keyfimize göre, çıkarlarımıza göre, kâğıt gibi kullanıp attığımız değerler. Hâlbuki atalarımız o değerleri bize ulaştırana denk asırlardır nice emek, çaba harcadılar. Bizlerse bir kalemde harcamayı yeğledik. Şimdi o değerler ne de kıymetli imişler. Hayat onlarla şekilleniyormuş, iri, diri kalıyormuş. Değerlerimize dönerken özümüze dönüşümüzü görüyoruz. Değerleri tüketen nesillerin tükendiklerini iyice anlıyoruz. Hele şehirler değerlerle düzen, intizam içinde yaşarlarmış, öğreniyoruz. Gördük ki, ne kadar az iletişim kurmaktaymışız. Dünyanın neresinde merakımızı çeken, (bağımlısı olduğunu söylesek daha doğru olur) bilmem kimi takip ederken, zaman emek harcarken yanımızda, yanı başımızdakileri ihmal etmişiz. Başta aile büyükleri, yakın/ uzak akrabalar, komşular, mahalleliler… Şimdi aramaya da vakit var, anmaya da. Kendimizi kaptırırken kendimizi unutuşumuzu, kendimizi unuturken değerlerimizi unutuşumuzu artık kabulleniyoruz. Corona günlerinde hepimiz hayat riski altındayken hitaplarımız, saygı ifadelerimizde değişiyor. Her konuştuğumuza selam vermek, helallik dilemek, dua etmek/ istemek eskiden olur muydu? Evde huzurun tadını almayan kaldı mı? Bizde evler hane, haneler yuva, yuvalar her şeyimiz iken bu düzeni kaybediyorken yeniden kazanıyoruz. Evleri yeniden keşfediyoruz. Ev varmış, içindekiler aile imiş, hoşça vakit geçirilirmiş, kaynaşılırmış, huzurlu mutlu olunurmuş, sohbet/ muhabbet edilirmiş, yeni yeni beceriler, hobiler kazanılırmış, yemek yapılırmış, güzel alışkanlıklar edinilirmiş, komşuluk varmış, balkon hayatı yaşanırmış, temizlik/ tertip/ düzen olurmuş, iş bölümü yapılırmış, büyüklerden anılar dinlenirmiş, hatıralar yazılırmış, sessiz/ sedasız kendine zaman ayrılırmış, kendin dinlenirmiş, zihin çalışırmış. Ev oyunları oynanırmış, spor yapılırmış, filmler seyredilirmiş, paylaşılırmış, konuşulurmuş, sanat yapılırmış, Evde büyükler varmış, anne- baba varmış, herkes birbirini anlar dinlermiş, empati kurarmış, gücü yetenler yetmeyenlere yardım edermiş, kültürümüz, gelenek/ göreneklerimiz hatırlanır yaşanırmış, büyüklerden sohbet dinlenirmiş, kitap okunurmuş, yazılır, çizilirmiş. Büyüklerden memleket hikâyeleri dinlenirmiş, sılayı rahim özlemleri çoğaltılırmış. Balkondan yeni

sayı//72// temmuz 70


komşuluklar kurulurmuş, sipariş sepetleri payda olunurmuş daha neler, ne kazanımlar hepsini evde kalınca fark ettik, tadına vardık, öğrendik. Evde sıkılıyorum, bunalıyorum diyenlerde suni alışkanlıklarını sürdürmek isteyenler. Ev ne kadar genişmiş, eve dünyalar sığarmış, evde hayat varmış. Havada kuşlar çoğaldı. Yeni kuş türleri görülüyor. Güvercinler meydanlarda, cami avlularında özgürce dolaşıyor. Yaban hayvanları şehre iniyor, şehrin tadını bir güzelce çıkarıyorlarmış. Meraktan şehri gezenler varmış. Öte git diyecek insan yokmuş. Zira insanlar evlerinde hapistelermiş. Kuşlar daha özgür kanat çırpıyorlar. Sokağa çıkanlarda kaldırımlarda banklarda oturdular, buldukları yüksek yerle. Belediyelerde tedbir diye banklara ipler çekince oturulacak yerlerde kalmadı. Evde kalanlar bunaldık deyince, dışarı çıkma izni gelince kaldırımda ( o da varsa) yürümeden başka imkân yok. Parklar az, çocuk parkları parmak sayısınca. Dışarı çıkanı ferahlatacak yeşil alanlar hakeza. Şehirleri baştan sona insan doğasına aykırı kurduğumuzu şimdi görüyoruz. Hayvanlarda aynı yoksunluktan nasibini alıyor. İmar planlarında insan ihtiyacı ölçüsünde yeşil dokular ayıramadık. Olanları da vahşi şehirleşmeye kurban verdik. Parklara biliyoruz çiçekler dikiliyor. Şimdi parklarda daha önce görmediğimiz otlar çiçekler. Demek ki toprağa fırsat verilse ne bitkiler çiçekler sunacak insana. Ağaçların yaprakları daha canlı. Çiçekleri hakeza. O da aksine, temiz havaya hasret kalmış. İkliminden yeniden kavuşmanın tebessümünü esirgemiyor. Şehirlerin havası değişti. Her şehri hiç görülmediği kadar zengin/ bol oksijenli havası var. Rüzgâr da daha canlandı. Ağaçlar, yeşilliklerin ürettiği oksijeni artık insanlar bol bol içine çekiyor. Öncesi egzoz dumanı, kirli hava solumakta idik. Havalimanı olmayan şehirler daha şanslı. Yerdeki hava temiz, gökteki hava temiz. Görünmez bela olan virüs şehirlerin iniltisini duymuşta şehirlerin imdadına koşmuş gibi. Esasen şehirleri kirletende insandı. Şimdi insansızlaşınca kendiliğinden tabiat gibi şehirlerde neşvünema buluyor. Dediler ki eski zamana döndük. Arabasız İstanbul günlerine. İstanbul’dan Uludağ görülüyor. Adalar karşı kıyılar gibi. Görüş net. Hani şehir olsa fark etmez güneş halk tabiriyle cam gibi şehre doğuyor. Ay capcanlı/cascanlı. Ay ışığı şehri aydınlatıyor. Eskiden öyle miydi?

Sahil şehirlerinde dursun denize vuran ay ışığı mimoza halini hiç görür müydük? Güneşte ayda gülümsüyor gibi. Şehirde geceleri köpek havlamaları musiki gibi geliyor. Horoz sesleri davetçi gibi çağırıyor. Bizim toplum hayatımızda horoz sesleri sabah namazına davettir. Üstüne güneş doğmadan uyandırma çağrısıdır. Bizim kuşağımız bundan tattı. Şimdi yeni nesile yeniden nasip oluyor. Arabasız veya az arabalı şehir temizlendi. Egzoz dumanları, gürültüler, homurtular azaldı. Hava berrak, bol temiz hava. Ya sesler. Ta uzaktan birini duyar olduk. Uzaktan selamlaşma, konuşma hayatına adeta geri döndük. Demek ki, arabalar şehri esir almış. İnsan şehirleri yerine araba şehirleri olmuş. Hatırlarım Ataköy konutlarının yapıldığı 80’li yıllarda kardeşimi ziyarete giderdim. Bloklar arasında yeşil yollar, ağaçlardan binaları karıştırdık. Ataköy o zaman bahçeli katlı binalar gibiydi. Derken herkes arabalı oldu. Şimdi binalar arası parklar, parklar beton. Yeşil alanlar yok oldular. Motorlu araçlara dayalı şehir düzeni kurduk, toplu taşıma sistemleri kuramadık. Araç çoğaldıkça, park, yol, köprü, kavşak derken (zaten yeşile, doğaya gücü yeten bir milletiz) şehir araçlara göre düzenlendi. İçine binen insanda bunun adına refah dedi. Hâlbuki aynı yoğunluktaki batı şehirlerinde az tekerli araç, çok raylı toplu taşıma. Aslında İstanbul’da başta böyle kurulmuş. Bir yandan yaylı arabalar, bir yanda tramvay. Nedense düzeni devam ettirememişiz. Batının dayattığı montaj tekerli araçlarla şehri, şehir olmaktan çıkarmışız. Çare var. Az araç kullanmak, yakın mesafelerde yürümek, ihtiyaçları yürüme mesafesinde yerlerde karşılamak. Mahalle bakkallarını yeni hatırladık. Gidince karşılama, selam, konuşma, kısa sohbet, kafadaki sorulara cevap. Ne de çabuk unutmuşuz bakkal amcaları. Bakkallar uğrak yerimiz. Olmayanları sipariş veriyorsunuz. Birilerini soruyorsunuz. Bakkal bize şehirde aslımıza dönmemizi gösteriyor. Şehir baştan sona hizmet sektörü değil mi? İlk şehirler ticaret üzerine kurulduğunu tarih söylüyor. Ticaret bir hizmet şekli olduğuna göre şehir hizmet çarkı ile dönüyor. Gördük ki, hizmette de çok kusur işlemişiz. Kazancı, rantı öne alıp hizmeti aksatmışız. En basiti artık evlere servis yapılıyor. Bakkalların yaptığı unutulan ipli sepetler geri geliyor. Yeni para kazanmanın yolu ticaret artı hizmetten geçiyor. (Devam edecek…) 71


ARAP COĞRAFYASI VE

KUR’AN Emrah Dindi’nin bu çalışması Kur'ân’ın daha iyi anlaşılabilmesi için nâzil olduğu toplumun tarih ve kültürünün iyi bilinmesi gerektiği düşüncesinden hareketle hazırlanmıştır. Amacının salt bir Arap tarihçiliği yapmak olmadığını ifade eden yazar, yedinci yüz yıl Arap toplumunun olgusallığı/gerçekliği ile diyalektik bir ilişki içinde olan Kur'ân-ı Kerîm’in anlaşılmasına katkı sağlamayı ve bu alandaki boşluğu doldurmayı amaçladığını belirtmiştir. (s.9) Kur'ân’ı kendi tarihinde okumak gibi özgün ve otantik bir karaktere sahip olduğu iddiası taşıyan “Arap Corafyası ve Kur'ân” adlı bu çalışma kısa bir giriş ve iki ana bölümden oluşmaktadır. “Arap Yarımadası İklimi ve Kur’an” başlıklı birinci bölümü “Arap Yarımadasında Hayvancılık ve Kur’an” adlı ikinci bölüm takip etmekte ve sonuç kısmıyla tamamlanmaktadır. Emrah DİNDİ* Kitap Değerlendirmesi: Sultan GÜZELDAL**

*Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2018, 175 sayfa, ISBN: 978-6 ** (YL. Öğrencisi, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

sayı//72// temmuz 72

inop Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalında Dr. Öğretim üyesi olarak görevine devam etmekte olan Emrah Dindi, bu çalışmasında İslâm öncesi cahiliye toplumunda Arapların tarım faaliyetlerini, toprağı sürme ve sulama yöntemlerini, tarım bölgelerinde üretilen ürünleri ve bu ürünlerin ekonomiye katkılarını, ayrıca toprağın işletilmesi ve zirai faaliyetlerin yürütülmesi için kurulan cemiyetleri incelemeye çalışmıştır. Ürünlerin helak olma sebepleri ve insanları göçe zorlayan ziraî afetler, hayvancılık, yetiştirilen büyük ve küçükbaş hayvanlar, kümes hayvanları, arıcılık, otlaklar ve çobanların hayatı gibi konuları ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Böylece Kur'ân-ı Kerîm’in daha iyi anlaşılması için önemli olan nâzil olduğu iklim ve coğrafyanın yapısına ışık tutarak cahiliye toplumunun tarımsal ve hayvansal uğraşlarını ayrıntılı bir şekilde resmetmeye çalışmıştır. Giriş kısmında klasik literatürde “Sıfetu Cezireti’-Arab ve Büldân” kitaplarının, çağdaş literatürde ise “Tarihu’l-Arap kable’l-İslam” gibi İslam öncesi Arap kültürünü inceleyen pek çok eser bulunduğunu belirten Dindi, müstakil bir çalışma mahiyetinde olmayan bu eserlerde ziraî ürün ve faaliyetlere ve hayvancılıkla ilgili mevzulara değinildiğini ancak kapsamlı bir şekilde Kur'ân/nas-olgu diyalektiği içinde konuların ele alınmadığını vurgulayarak kendi çalışmasının bu alanda özgün bir çalışma olduğunu ifade etmiştir. (s.9-11) Dindi, söz konusu alanda kaynakların sınırlı olmasına rağmen Cevad Ali’nin “el-Mufassal fi Tarihi’lArab kable’l-İslam” eseri başta olmak üzere çeşitli kaynaklardan faydalanarak konuyu ayrıntılı bir şekilde vuzuha kavuşturmaya gayret sarfetmiştir. “Arap Yarımadası İklimi ve Kur’an” (s.13106) başlıklı birinci bölümde yazar, Arap yarımadasının uçsuz bucaksız geniş topraklara sahip olmasına rağmen su kaynaklarının yetersizliği sebebiyle tarıma elverişli arazilerin çok az olması, aşırı sıcakların yol açtığı kuraklık sebebiyle bölge insanlarının daha verimli ve suyu bol topraklara göç etmek zorunda kaldıklarını, bunun da kabileler arasında çatışma ve savaşlara sebebiyet verdiği tespitinde bulunmuştur. Pek çok insanın ölümüne yol açan su savaşlarına Kur'ân-ı Kerîm’de de temas edilmiştir. Ancak konuyla ilgili âyetlerin klasik tefsir literatüründe mevcut bir olguya işaretten ziyade mucizevî bir durumu ifade etmek şeklinde yorumlanmasını eleştiren yazar, âyetlerin su sebebiyle Araplar arasında


yaşanan anlaşmazlıklar ve haksızlıklara atıfta bulunmasının daha muhtemel bir yorum olacağı kanaatindedir. (s.13-14) Kur’an’da Arapların olumsuz iklim şartlarına atıf yapılarak tatlı suyun şükredilmesi gereken bir nimet olduğunu ifade eden müellif, ayetlerde zikredilen tatlı veya tuzlu suyun orta enlemlerde veya kutuplardaki tatlı veya tuzlu deniz suyu olmadığını Arapların kuyularında veya çölde sıcaktan dolayı içilemeyecek bir derecede tuzlanan içme suyu olduğunu belirterek şunları söylemiştir: “Bu nedenle tatlı ve tuzlu su tahkiyesinde ikili okuma ameliyesinde ikinci hareketle evrensel mesaj her ne kadar tüm çağlara taşınabilse de Kur’an’ın öncelikli hitabı, muhtemel ve müstakbel muhataplar değil, malumatlarına, tecrübelerine, tasavvurlarına ve şartlarına muvafık ve mutabık kelam olarak kendilerine vahyedilmiş ve tevcih edilmiş çağdaşı olduğu insanlardır.” (s.16) Emrah Dindi, “Arap Yarımadasında Tarım, Tarımsal Ürünler ve Kur’an” (s.18-106) başlıklı ikinci bölüme tarımın tanımıyla başlayarak tarımsal arazi ve bölgeler, toprağı sürme ve hasat işlemleri, sulama, su kaynakları, tarım ürünleri, zirai cemiyetler ve zirai afetler hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunmaktadır. Kur'ân’ın mesajlarının, iklim ve coğrafyanın Araplarda oluşturduğu karakter ve kabilevî anlayışla paralellik arz ettiği vurgusu dikkat çekicidir. Kur'ân-ı Kerîm’de yerleşik hayata geçerek ziraatla uğraşmaktan ziyade malları ve canları ile cihadın teşvik edildiğine hatta bazı toprak sahiplerinin tahkir edildiğine işaret eden yazara göre, Hicaz bölgesinde çoğunluğun hayatını yağma, baskın ve savaşla geçirdiği kabile yapısını ve arzularını Kur'ân’ın buyuru ve yadsımalarından bağımsız olarak düşünmek isabetli değildir. (s.20) Arap yarımadasında bulunan arazi çeşitleri ile Güney Arabistan, Doğu Arabistan ve Hicaz bölgesi coğrafi özellikleri, ziraata elverişli olup olmamaları bakımından ele alınmıştır. Sık sık âyetlere atıfta bulunarak nas-olgu paralelliğine dikkat çeken yazara göre Arap toplumunun, çölün su ve yeşilliklerden yoksun, kuru, sıcak ve verimsiz ortamında onların hayallerini süsleyen, iştahlarını kabartan, içerisinde gölgeliklerin, pınar ve nehirlerin, üzüm ve hurma ağaçlarının ve çeşitli ürünlerin bulunduğu kısmen Medine ve Taif, özellikle de Yemen’de bulunan bahçelere duydukları özlem, doğal olarak Kur’an’ın cennet tasvirlerine de yansımıştır. (s.27) İslam’ın bidayetinde başlamış olan Arap fetihleri hakkında iklimle bağlantılı

olarak ifade ettiği şu sözleri de dikkat çekicidir: “Arap fetihlerini, Arapların suyu ve otu (kele) zengin toprak arayışlarını göz ardı ederek, reel bir durumu idealize ederek sadece İslam ve cihat ülküsü ile izah etmek kanaatimizce eksik olacaktır. Elbette ki İslam ülküsü temel sâiktir ancak çölün kuru ve kurak iklimi, cimri tabiatı onları, yağmuru bol, iklimi insanı dinamik tutan, koyu yeşillikli bağ ve bahçelere sahip, içerisinde kaynak su ve nehirlerin aktığı bol meyve mahsulleri olan topraklara sahip olma arzusu ve hayalleri göz ardı edilemez. Bu nedenle Kur’an onların fütuhat sevdalarının arka planında ganimet/bol kazanç sağlama, yeni yurtlar elde etme arzularının olduğunu da resmetmekten geri durmamış, onların bu rağbetlerine muvafık ve mutabık bir şekilde onlara ganimet ve yeni topraklar vadetmiş ve baskın yapılıp fethedilen yeni kabile toprak ve mallarının hasılası olan ganimetleri onlara helal kılmıştır.” (s.34) Yazar bu görüşünü temellendirmek üzere pek çok âyete atıfta bulunmuştur. İslam fetihlerini sadece Arap toplumunun özlemini duyduğu güzelliklere sahip olma düşüncesiyle açıklamak problemli görülebilir. Zira Kur’an’ın asıl amacının insanları hidâyete davetten ziyade fetihlere teşvik olduğu yönünde yanlış bir algıya sebebiyet verebilir. İslâm davetinin başladığı ilk dönemlerde Mekke’li müslümanların inançları uğruna çektiği eziyetler, yaşadığı sıkıntılar bilinen bir gerçektir. Mekke’nin fethine kadar da bu baskılar, boykotlar, sürgünler, savaşlarla helâk etmek hırsıyla aralıksız devam etmiştir. Bu durumda Müslümanların içinde bulunduğu iklim şartları, istek ve arzularının dikkate alınmadığını farzetmek cevaplanması gereken bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Arap yarımadasının coğrafi özelliklerinin ele alındığı bu bölümde fotoğraf ve harita vb görsel malzemelerin kullanılması daha faydalı olabilirdi. “Sulama” başlığı altında Arap yarımadasında bulunan su sarnıçları, kuyular, kaynak suları, setler ve kanallar hakkında ayrıntılı bilgilere yer verilmiş, su yetersizliğinin Arapların sosyal ve kültürel hayatına etkisi resmedilmeye çalışılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm’de sıklıkla yağmurdan bahsedilmesi coğrafyanın kurak yapısıyla ilişkilendirilmiştir. Konuyla ilgili âyetler ışığında Kur'ân’ın gerçek anlam ve mesajının içinde doğduğu coğrafyanın iklim ve demografik yapısında (metin dışı bağlamında) saklı olduğunu ifade eden (s.44-45) Dindi, nüzûl ortamının önemine dikkat çekmiştir. 73


Ancak Kur’ân’ı Kerîm’de ısrarla temizlikten, üstelik su ile temizlikten bahsedilmesine kısaca da olsa temas edilmemiştir. “Tarım Ürünleri” bahsinde Arap yarımadasında yetişen hububatlar, baklagiller, mantarlar, kabak familyası, dikenli bitkiler, ağaçta yetişen meyveler, yetiştiği yer ve bölgeler, bu ürünlerin ekonomiye katkıları hakkında açıklamalarda bulunulmuştur. Özellikle hurma, üzüm, incir, zeytin ve bunların türleri, yetiştiği yerler ve iktisadî değeri hususunda önemli bilgiler verilmiştir. Kur'ân’daki bu ürünlere yönelik atıflar da yazara göre nas-olgu paralelliğinin açık işaretleridir (s.58-95) Ziraî cemiyetler, haşerat, hastalıklar, rüzgâr, sel, talan gibi zirâî âfetler hakkında açıklamalar yapılarak birinci bölüm tamamlanmıştır. (s.97-106) Yazarın konuları işlerken Câhiliye şiirinden de istifade ettiği görülmektedir. Zira cahiliye şiiri Arap kültür ve tarihini yansıtan en önemli yazılı belgeler niteliğindedir. Cahiliye şiirlerine pek çok defa göndermede bulunulmasına rağmen metin içinde açıkça yer almaması bir eksiklik olarak değerlendirilebilir. İkinci bölüm hayvancılık üzerinedir. “Arap Yarımadasında Hayvancılık ve Kur’an” (s.107146) adlı bölümde, yetiştirilen küçük ve büyük baş hayvanlar, kümes hayvanları, arıcılık, otlaklar, çobanlar ve iktisadi hayattaki yeri gibi konulara açıklık getirilmeye çalışılmıştır. Özellikle Kur'ân-ı Kerîm’de zikredilen deve, sığır, at, katır, eşek, koyun ve keçi gibi hayvanlar hakkında ayrıntılı bilgiler sunulmuş, Cahiliye Arap şiiri ve edebiyatının vazgeçilmez teması olan devenin toplumdaki ehemmiyeti, yetiştiği beldeler ve türleri hakkında geniş malumat verilmiştir. Deve, çöl şartlarına dayanıklı fiziki yapısı ve uzun yolculuklarda yük taşıma kapasitesiyle Arapların hayatında önemli bir yere sahipti. Basit ve sade bir hayat yaşayan çöl insanının iktisadi hayatı deveye dayanıyordu. Ana sermaye olarak kullanılan develere sahip olmak iktisadi açıdan üstünlük belirtisiydi. Toplumun bütün üretimi deve ve mamullerine dayanıyordu. Kur'ân’da da bu sebepten dolayı hayvanlar içinde en fazla deve ve attan bahsedilmiştir. Bu da Arap coğrafyası ve kültürüyle doğrudan ilişkili bir husustur. Kur'ân-ı Kerîm’de yer almakla birlikte diğer hayvanlar hakkında deve kadar yaygın olmamaları sebebiyle çok fazla ayrıntıya girilmemiştir. (s.107-124) Eserde Arap toplumunda domuzun yeri hakkında herhangi bir açıklamada bulunulmadığı gibi Kur’ân’ın sayı//72// temmuz 74

domuz etini yasaklamasının hikmetine de değinilmemiştir. Çalışmanın başından itibaren nas-olgu paralelliği tezini âyetlere istinad ederek sürdürmeye çalışan yazarın bu iddiasına aykırı gözüken bazı âyetleri ihmal veya göz ardı ettiği intibaı uyandırmaktadır. Araplar iklim, çöl şartları ve kabileler arası çatışmalar sebebiyle iktisâdî açıdan geri kalmıştır. Mamul ürünler oldukça az ve kalitesizdir. Ticaret malları ise kap kacak gibi ev eşyalarına münhasır olup, çoğunlukla ekin ve hayvanlardan, mahalli mahsullerden ürün elde eden üreticiyle sınırlı kalmıştır. Kur'ân’da da kadim göçebe toplumunun olgularına mutabık bir şekilde kırsal kesim, çöl ve mera hayvancılığından bahsedilmiştir (s.124-128) Kitapta üzerinde durulan önemli konulardan birisi de “Arıcılık”tır. Cahiliye toplumunun temel uğraş alanlarından biri olan arıcılık ve Arapların yiyeceklerin en değerlisi olarak gördükleri bal hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunulmuş, balın en değerli yiyecek olmasının yanında hastalıkların tedavisinde tıbbî bir ilaç olarak da kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm’de cennetteki nimetler arasında balın sıkça tasvir ve tavsif edilmesini ibda ve icat mahiyetinde bir betimleme olmadığını düşünen yazar, bunu İslam öncesi toplumun arzu ve beklentileriyle ilişkilendirmiş, Kur'ân’da özellikle balın zikredilmesini Arapların bal ile ilgili tasavvurlarına bağlayarak bir kez daha nas-olgu paralelliğine dikkat çekmiş (s.129-132), otlaklar ve çobanlar hakkında kısa bilgilerle ikinci bölüm tamamlanmıştır. Kur'ân-ı Kerîm ‘de yer alan olumlu ve olumsuz tasvirlerde o günkü Arap toplumunun algılarının esas alındığı bir kez daha vurgulanarak ve Kur'ân’daki bu çeşit darb-ı mesellerin insanların dillerindeki kullanımlarına göre teşekkül ettiği ifade edilerek eser hitama erdirilmiştir (s.146) Kanaatimizce Kur'ân-ı Kerîm’de zikredilen her olayı, varlığı ve nesneyi nas-olgu paralelliğini merkeze alarak yorumlamak O’nun evrensel mesajını gölgeleyecek sınırlayıcı bir anlayışa sevkedebilir. Zira nas-olgu ilişkisi vahiy süreciyle ilgili hakikatin keşfi ve anlaşılmasında izlenecek yöntemlerden sadece biri olarak kabul edilmekle birlikte evrensel olduğu müsellem olan ilâhî vahyi nâzil olduğu toplum ve tarihle sınırlayan olumsuz tartışmalara da zemin oluşturabilir. Kur'ân üzerinde farklı boyutlarda tefekkür etmemizi sağlayan özgün çalışması sebebiyle Emrah Dindi’ye teşekkür ve şükranlarımızı arz ediyoruz.


ALİ YAKUP CENKÇİLER

HOCANIN HAYAT EVRELERİ -8Nerede, ne zaman yararlanabileceği ilim, irfan, fazilet sahibi birisini duysa, onu arayıp bulmak ve yararlanmak için her türlü fedakârlığı göze alır, Mustafa ATALAR PAMUK ÇUVALI

Genç Ali Yakup Efendi, ilim yolunda Mısır’a doğru hicret için yola çıktığında, ilk uğrak yeri Üsküp’te bir müddet zaman geçirdi. Bu şehirde en çok haz duyduğu şeylerden biri, her köşesinde Türk-İslam kültürünün, sanat ve medeniyetinin etkileyici izlerini, hatıralarını barındıran, bu güzel şehri köşe bucak dolaşmaktı. Çok cana yakın ve sosyal birisi olduğu için halktan insanlarla da görüşüyor, uğradığı, girdiği, çıktığı yerlerde, çarşıda, pazarda, kahvede karşılaştığı Müslüman halkla değişik konularda aralarında samimi sohbetler oluyordu. Günlerden bir gün, yine Üsküp’te bir yerde oturmuş etrafındakilerle sohbet ederken, yaşlıca biz zat kendisine yolculuğunun ne tarafa olduğunu sordu. O da ilim tahsili için Mısır’a gitme niyetinde olduğunu söyleyince adamcağız kendisine: -Evladım, senin ne işin var ta Mısır’larda?! Bizim buralarda da dünyada bile eşi ve benzeri bulunmacak çok büyük alimlerimiz, vaizlerimiz, hocalarımız var! Sen gidip onlardan ders alsana! deyince çok şaşırdı: -Hani nerede? Kim var? Ben Üsküp’te de medresede okudum. Buradaki hocaların, ilim adamlarının hemen hepsini tanırım. Ama öyle senin dediğin gibi bütün dünyada bir eşi ve benzeri bulunamayacak hiç kimseyi tanımadım. -Sen öyle san! Mesela bizim falan camimizde haftanın şu vakitlerinde vaaz veren filan hocamız var. Sen git, önce onu bir gör, tanı, dinle de ondan sonra gel seninle yine konuşalım! Onun gibi büyük bir âlimi, Balkanları değil, bütün İslam dünyasını gezip dolaşsan bulamazsın!

Senin boş ver Mısır’ı veya başka bir yere gitmeyi! Mısır’ın adı var! Sen akıllı ol! Var bu hocanın dizinin dibine otur da ne okumak, bilmek, öğrenmek istiyorsan, hatta daha da fazlasını sana bir güzel okutsun, öğretsin! Zaten bir vaazını dinlesen, onun hakkında benim anlattıklarımın ne kadar yetersiz olduğunu kendi gözlerinle göreceksin! Genç Ali Yakup Efendi, çok şaşırmıştı: -Allah, Allah! Demek öyle! Hayret edilecek bir şey! Benim, buranın ilim çevresinden pek çok tanıdığım, dostum, ahbabım var. Nasıl olmuş da, böyle bir zatın, böyle büyük bir âlimin varlığından benim haberim olmamış? Şimdiye kadar neden hiç kimse bana böyle birinden bahsetmemiş. Ama olur mu, olur! Kepenek altında er yatar, demişler. Doğrusu çok merak ettim. En kısa zamanda ben de gidip bu zatı dinleyeceğim, dedi. - Çok iyi edersin! - Peki azizim! Bu zat genelde nelerden bahseder? Madem siz bu zatı devamlı dinliyorsunuz, ondan öğrendiniz şeylerden birkaç şey de bana anlatın da ben de yararlanayım! - Vallahi evladım, neler söylemiyor ki? Adam bir derya, bir derya! - İyi de, ondan öğrendiğiniz hiç mi bir şey yok? Bari aklınızda kalan en önemli ve en yararlı sözlerinden birini, ikisini söyleyin de daha çok hangi konulardan bahsettiğine dair bir fikrim olsun! - Evlat, ben onu bunu bilmem, adam bir derya! Her konuda bilgisi var! Hem öyle de güzel konuşuyor ki, ağzından sanki bal damlıyor! Ama bende onun söylediklerini tutacak akıl nerede? En iyisi, sen kendin git; adamı bir dinle de bak, gör! Memleketimizde ne büyük adamlar, ne eşsiz âlimler varmış, ancak o zaman anlarsın! Etraftakilerden de anlatana ve anlatılanlara hak verenler çıkınca, Ali Yakup Efendi’nin gönlünde bir an önce bu zatı tanıma hevesi uyandı, ‘Gidip şu zatı bir de ben dinleyeyim!’ diye düşündü. Zaten o, ta küçüklüğünden beri Şair Nef’i’nin: Akla mağrur olma Eflâtun-i vakt olsan dahi, Bir edîb-i kâmili gördükte tıfl-ı mektep ol! (Zamanın Eflatun’u bile olsan, kendi aklınla, fikrinle, ilminle gururlanma! Yararlanabileceğin, ilim ve irfan sahibi, iyi eğitim görmüş, iyi yetişmiş, olgun, edepli birini gördüğünde, hemen onun yanında bir okul çocuğu ol!) sözünü kendine düstur edinmişti. Nerede, ne zaman yararlanabileceği ilim, irfan, fazilet sahibi birisini duysa, onu arayıp bulmak ve yararlanmak için her türlü fedakârlığı göze alır, küçücük bir okul çocuğu gibi tevazu ile önlerinde diz çökerek bilgisine yeni bilgiler katmaya çalışırdı. Anlatanların öve öve bitiremedikleri bu büyük âlimi ve derin hocayı da tanımadan, görüp konuşmadan, ilminden irfanından yararlanmadan Üsküp’ten ayrılmamaya karar verdi. … Devam edecek.. 75


ŞEHRİ UZAKTAN SEVMEK Zira binlerce yıllık şehrin biriktirdiği medeniyet, kültür, sanat ve fikir zenginliği, arayıp bulmasını bilenler için çok büyük nimettir. Ekrem KAFTAN

ehir ve Kültür Dergisi’nin sevgili Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Kamil Berse, fevkalade bir teveccüh göstererek bizim dergide yazılar yazmamızı arzu ettiklerini söylüyor. Halbuki bendeniz 28 Şubat 2019’da Anadolu Ajansı’nın İstanbul Bölge Ofisi’nden emekli olarak daha çok memleketim Denizli’de yaşamaya karar verdim. Haliyle 32 sene içinde yaşamaktan büyük mutluluk duyduğum şehirden ayrıldım. İstanbul, içinde yaşamasını bilenlere sayısız nimetler sunar. Zira binlerce yıllık şehrin biriktirdiği medeniyet, kültür, sanat ve fikir zenginliği, arayıp bulmasını bilenler için çok büyük nimettir. İstanbul, kendisinde yaşamayı bilen beşeri insan-ı kâmil haline getirir. İstanbul’da ömrünü geçirip de medeniyet, kültür, sanat eserlerinden bîhaber insanların varlığının çokluğu derin bir hüzün verir. İstanbul’da el’an 20 milyona yakın insan yaşıyorsa, bu kadar büyük bir kalabalık içinden, İstanbul’un kadrini, kıymetini bilen insan sayısı can çatlasın 20 bin kişidir. Zira İstanbul’da yaşamak bir sanattır. Bu sanatın farkında olmayan insan ister İstanbul’da yaşasın, isterse bir dağ başında… Onun için değişen bir şey olmaz. Bendeniz 1987 yılında İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nu kazanıp tahsil için bu kadim şehre geldiğimde 21 yaşındaydım. Şehrin ilk gördüğüm gün bendenizde bıraktığı intibaı halen yazmaya devam ettiğim hatıratta anlatmaya çalıştım. İstanbul, hazindir ki 1923’ten sonra terk edilmiş, camilerinin çoğu camilikten çıkarılmış, medreseleri, tekkeleri, zaviyeleri, dergâhları, türbeleri kapatılmış, çeşmelerinin suyu kesilmiş, tarihiyle bağı koparılmış bir şehirdir. Ayasofya Cami-i Kebir’inin ibadete kapatılması ve güya müze olarak açılması da bütün bu yapılanların üzerine tüy dikmiştir.

Bu şehirde Osmanlı’yı ve onun İslam’a hizmetlerini hatırlatan ne kadar eser varsa bir zamanlar mümkün olduğu kadar yıkılmış, yıkılamayanlar ise tarihi vazifelerinden men edilmiştir. Bütün bunlara rağmen, ecdadın mührü tamamen silinememiştir. Bu aziz şehir üzerinden bir de maalesef Adnan Menderes hükümetlerinin imar faaliyetleri geçmiş ve Vatan Millet, Ordu caddeleri ile Atatürk Bulvarı’nın açılışları esnasında çok sayıda tarihi eser yıkılmıştır. Biz İstanbul’a gittiğimiz zaman, elde kalan tarihi eserler yine de bu şehirde nasibini arayan kültür sanat ve estetik meraklısına çok nimetler sunmaya devam ediyordu. Bugün ise tarihi eserlerin her yıl onlarcası tekrar restorasyonu yapılıp eski haline kavuşuyor… Belki de her Anadolu’dan gelen Türk gencinin başına gelen bu fakirin de başına geldi ve ilk sene bendeniz İstanbul’da yaşamaktan nefret ettim. İkamete mecbur olduğum Zeytinburnu’nda ta Hazreti Fatih döneminde kurulduğu rivayet edilen debbağhanelerden yayılan rahatsız edici kesif kokuların verdiği rahatsızlık, şehirden nefret etmemizi mucib bir hal idi. Halkalı- Sirkeci arasında çalışan banliyö trenlerinin feci görüntüsü ve bu trenlerle yolculuk yapmaya mecbur kalmak, bazen de yolcu almaya asla doymayan minibüslere balık istifi binmek mecburiyeti, şehri sevmeme ve tanımama engel teşkil eden vahim hadiselerdi. Allah’tan devam ettiğim üniversite ülkemizin en köklü üniversitesi ve yüksek okul da Beyazıt’ta bulunan Basın Yayın Yüksekokulu idi. Beyazıt meydanına gelince içimi bir ferahlık kaplardı. Tarihi üniversite kapısını görmek ve kapının alnında yazan “Dâire- umûr-ı askeriyye” levhasıyla beraber altındaki Fetih Suresinden iki ayet, daralan gönlüme inşirah verirdi. Arada bir Beyazıt Camii’nin geniş kubbesi altında veya Süleymaniye Camii’nin muhteşem kubbesi altında namaz kılmak şehre olan muhabbetimi yavaş yavaş arttırıyordu. Devam ettiğim yüksekokulun hemen karşısındaki Kaptân-ı Deryâ İbrahim Paşa Camii’nin küçük avlusu ve arkasındaki haziresi de şehirle dostluk kurmamda mühim âmillerdi. Kumkapı’nın Ermeni aileleri, içki içilen meyhaneleri arasından geçip trene binmek ne kadar midemizi bulandırıyorsa, bir tarihi caminin avlusunda serinlemek, kubbesi altında Allah’a kulluk etmek o kadar huzur veriyordu. İstanbul’dan ne zaman köyüme gelsem ve yıllarca aralarında imamlık yaptığım eski

sayı//72// temmuz 76


cemaatimle sohbet etsem, İstanbul hakkında sorularına muhatap oluyordum. O yıllarda İstanbul’u gören insan sayısı da bilhassa bizim köyde pek mahduttu. Onların bildikleri yerler hakkındaki sorularına cevap verirken nasıl heyecan duyduklarını halen çok iyi hatırlıyorum. Merhum babam da askerliğinin bir kısmında İstanbul Davutpaşa ve Habibler’de bulunduğunu anlatır ve sık sık Davutpaşa’daki tarihi ekmek fırınını sorardı. Babam, Beyoğlu’na kravatsız girilmediğini ve askerlerin de giremediğini anlatırdı. Bir sene sonra artık şehirle dost olmuştum. Şehir de kendi sırlarını bendenize daha cömertçe sunmaya başlamıştı. İstanbul ile dostluğumuz böylece yıllar boyunca sürdü gitti. O kadar ki İstanbul hakkında en fazla şiir yazan şair unvanı halen bendenizin sırtında bir yüktür. Nedense şehir denince İstanbul, kültür denince de İstanbul kültürünü hatırlıyoruz. Zannımca sevgili Mehmet Kamil Berse’nin dergiye isim verirken düşündüğü de bunlar olmalıdır. Elbette bu düşünce pek de yadırganacak bir düşünce değildir. Zira, Osmanlı şehirleri arasında payitaht olması hasebiyle İstanbul’un mümtaz bir yerinin bulunması gayet tabiidir. Ahmet Talat Onay merhumun bir kitabında okumuştum. Kendisi Çankırılı olan Ahmet Talat Onay, Osmanlı asırlarında her şehrin kendi içinde bir kültür hayatı bulunduğunu, sohbet meclisleri kurulduğunu yazıyordu. Ancak bendeniz zaten bir köyde doğup büyüdüğüm için bağlı olduğumuz Denizli’nin böyle bir kültür mahfilinin olup olmadığını bilmiyordum. Sonraki yıllarda da maalesef öğrenme imkanım olmadı. 32 sene boyunca gazetecilik mesleğini bilhassa kültür sanat muhabirliği sahasında icra etmemin bendenize muazzam katkıları oldu. Lise yıllarında Tercüman gazetesinde köşe yazılarını takip ettiğim çok sayıda yazarla yıllarca aynı gazetede yazmak bahtiyarlığına eriştim. Bu insanların karşısında bir gazeteci gibi değil bir talebe gibi durmayı başardığım için bu güzel insanlar mevcut birikimlerini bendenizle paylaşmaktan hiç çekinmediler. 32 sene boyunca tabiri caizse İstanbul’un kültür, sanat, medeniyet ve estetik birikimini bizim köyün tabiriyle sordum, modern tabirle vakumladım. Kütüphanemde sırf İstanbul tarihi, kültürü , medeniyeti ve estetik anlayışı hakkında yüzlerce kitap okuyup biriktirdim. Bunca güzel insandan ve kitaptan sürekli nasiplenme lütfuna kaç insan mazhar olmuştur

bilemiyorum. Artık bu kadim ve aziz şehirden aldıklarımı biraz da benim okumam ve yetişmem için maddi manevi destek veren insanlarımızla paylaşmak gerektiği düşüncesiyle memleketime avdet ettim. Zira Anadolu yıllar geçtikçe Osmanlı’dan müdevver irfanını kaybederken, gelenek, görenek ve hayat tarzını da kaybediyor. Nesiller değiştikçe ve teknoloji hayatımıza kılcal damarlarımıza kadar girdikçe insanımızın hayatı daha kuru, kültürsüz, idealsiz, mefkûresiz, gayesiz hale gelmeye başladı. Hemen her radyo programında ve/veya yazdığım yazıda Mehmed Niyazi bey üstadıma bir atıfta bulunmadan geçmemek âdetim vardır. Mehmed Niyazi bey derdi ki; “Dünyada gelişmiş ülkelerde kendini kültür, sanat ve fikir işlerine adayan insan sayısı ülke nüfusunun binde biri kadardır. Bizim gibi ülkelerde ise on binde bir kişidir. Bu yüzden kültür, sanat, fikirle uğraşmak para kazandırmasa da çok kıymetli ve mühimdir.” Fakir bu 10 bin kişiden biri olmanın derdine düştüm. Kaldı ki benim yaklaşık 700 yaşındaki köyümde hiçbir zaman tarihe geçen bir kültür, sanat, fikir veya ilim adamı maalesef olmamış. Benim neslim arasından da sadece öğretmenler çıktı. Artık Denizli’den ve bazen de doğup büyüdüğüm köyümden İstanbul’u takip ederek seviyorum. Hazindir ki, İstanbul’a ilk gittiğim yıllarda belediye idaresinde Halk parti 5 sene hüküm sürmüş ve şehrin uzun yıllar sürecek bir levsiyata bürünmesine yol açmıştı. Emekli olduğum 2019 senesinde de maalesef yine bu parti belediye idaresini eline aldı ve uzaktan bile hoş olmıyan şeylerin duyulmasına yol açan icraatsızlıkları işitiyoruuz. Nice tanıdığımız, İstanbul’un kadim kültürünü, medeniyetini, sanat ve estetik anlayışını ayakta tutmak isteyen insanlar, belediye kadrolarından tasfiye edildi. Artık şehre hizmet için şahsen gayretten başka imkan maalesef bırakılmadı. Bu sebeple aziz üstadımız Mehmet Kamil Berse’nin Şehir ve Kültür Dergisi’ni çıkarabilmek için verdiği azim mücadeleyi yazılarımızla olsun desteklemek, İstanbul’un yeniden kurtarılması için verilen mücadelede saf tutmak ve ön cephede mücadele etmek demektir. Hızırbey Çelebi’nin makamını malum zevata bırakan yetkili insanlarımızı da teessürle yâd etmeden geçmeyelim. İstanbul, ruhunu bilmeyen başkana bırakılamayacak kadar mühim bir şehirdir vesselam…. 77


ŞAİR VE YAZARLARIMIZIN

AYASOFYA HASRETİ Ayasofya hakkında yazılmış ilk şiirlerden biri Taşlıcalı Yahya Bey’e ait. Şairimiz Şâh ve Gedâ isimli mesnevisinde İstanbul hakkında bir bölüm ayırır ve orada Ayasofya’dan bahseder. Mehmet Nuri YARDIM

Ayasofya’nın bu hâli hakkında tarihçiler, araştırmacılar pek çok makaleler yazıp kitaplar kaleme aldılar. Tarihçesi, yaşadıkları, geçirdiği merhaleler uzun uzadıya bu çalışmalarda yer buldu. Biz bu yazımızda bir kısım şair ve yazarımızın Ayasofya’ya dair dile getirdiği duyguları bir araya getireceğiz. Ayasofya hakkında yazılmış ilk şiirlerden biri Taşlıcalı Yahya Bey’e ait. Şairimiz Şâh ve Gedâ isimli mesnevisinde İstanbul hakkında bir bölüm ayırır ve orada Ayasofya’dan bahseder. İşte o şiirden bir kaç mısra: “Şehr içinde sipihr gibi bülend Vardır bir makam-ı bîmânend Ayasofya’dır ona nâm-ı şerif Olmaz onun gibi makam-ı latîf Nitekim şeyh-i pâk-i kutb-ı zamân Ayağına akar su gibi cihân Halk-ı âlem duasına muhtâç Kubbeden var başında bir ulu tâç” Şair, içinde namaz kılınan mabedi büyük bir heyecanla tasvir eder: “Gülşen-i cennet oldu o güyâ Servilerden yeşil direkler ona Onda kandiller yanar par par Sarı lâleyle nergise benzer Mü’minin başı üzere destan Ak güllere benzer ol gülzâr” İKİ MANEVİ TEMEL: EZAN VE KUR’AN

yasofya yine gündemde. Gündemden de gönlümüzden de hiç düşmedi ki... Ben doğdum doğalı Ayasofya hakkında yazılan yazıları okudum, yakılan ağıtları dinledim. Belki de hiç bir mabet için bu kadar mersiye kaleme alınmadı. Yürek yangınları tutuşan şairlerimiz, hissettikleri ulvî duyguları terennüm ettiler. Bugüne kadar Ayasofya’da dair yazılan şiir ve yazılardan büyük bir antoloji çıkar.Bizans döneminde 900 yıl kilise olarak kullanılan bu mabet İstanbul’un fethiyle birlikte camiye çevrildi ve yaklaşık 500 yıl cami olarak hizmet verdi. Cumhuriyet devrinde 1931’de ibadete kapatıldı, ardından 1934’te ise bir kararname ile müzeye dönüştürüldü. 89 yıldan beri cami değil hüzünle dolaşılan bir müze.

Ayasofya sıradan bir cami midir? Hayır! Fethin sembolüdür her şeyden önce. Büyük şairimiz Yahya Kemal, İstanbul’un işgal yıllarında yazdığı “Ezan ve Kur’an” yazısında devletimizin temellerinden bahsederken, “Gerek Hırka-i Saadeti, gerekse Ayasofya’yı gezdikten sonra anladım ki, Osmanlı Devletini ayakta tutan şey, Hırka-i Saadet’te okunan Kur’an’la, Ayasofya minaresinde okunan ezanlardır.” 1922 yılında yayınlanan bu yazıda “Bir gün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim.” diyen Beyatlı, 1453 yılından beri günde beş defa okunan çağrıdan çok etkilenir ve “Bu ezanı dinlerken Fatih’i asıl mânasıyle ilk defa idrak ettim!” der. Yahya Kemal, Kur’an ve ezanın Mehmetçiğe en büyük moral kaynağı olduğunu belirttiği yazısını şöyle tamamlar: “Eskişehir’in, Afyon Karahisar’ın, Kars’ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz.” ŞAİRLERİN AYASOFYA SEVDASI

Şairler Sultanı Necip Fazıl, Ayasofya’nın açılması ve hürriyetine kavuşabilmesi için ilk bayrak açan ediplerimizden Şöyle diyor üstat: “Ayasofya açılmalıdır. Türk’ün bahtıyla sayı//72// temmuz 78


beraber açılmalıdır. Ayasofya’yı kapalı tutmak, Yunanlıya ‘ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!’ demekten farksızdır. Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem! Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler. Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek... Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve her şey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak... Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak... Ayasofya’yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak... Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.” Çile şairinin yakın dostu Peyami Safa da Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesine üzülenlerdendir. Şöyle der büyük romancımız: “Din mücadelelerinin sona erdiği bir dünyada yaşadığımıza inanmak gaflettir, Kıbrıs davasında da Ortodoksluğun oynadığı büyük rol göz önündedir. Ayasofya’nın müze hâline getirilmesi, Hıristiyanlığın İstanbul üzerindeki emellerini bertaraf etmemiştir. Bilakis cesaretini arttırmış, kışkırtmış ve azdırmıştır.” BAYRAK ŞAİRİ VE SERDENGEÇTİ ÜMİTVAR

Birçok şairimiz Ayasofya hakkında birbirinden mükemmel şiirler kaleme almıştır. Onlardan Arif Nihat Asya birkaç şiire imza atmıştır. Bayrak şairimizin hüznünü yansıtan “Ayasofya’da Ezan” dörtlüğü şöyledir: “Dünyâ hıristiyanlarının ünlü ma’bedi, Gönliyle, ihtidâ ederek, oldu mühtedi “Teslis”e seslenip yücelerden -ufuk ufuk“Tevhîde gel!” deyince Ezân-ı Muhammedî” ..Osman Yüksel Serdengeçti ise “Ayasofya”ya seslenir: “Ey İslam’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya! Şerefelerinde fethin, Fatih’in şerefi, Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!.. Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun? Hani minarelerinden göklere yükselen, Ta maveradan gelen ezanlar?..”

Serdengeçti, “Ey muhteşem mabet merak etme!” diye başlayan yazısında Ayasofya’nın “Fatih’in torunları” tarafından yakında camiye çevrileceğine inandığını belirttikten sonra şöyle devam eder: “Gözyaşlarıyla abdest alarak secdelere kapanacaklar... Tehlil ve tekbir sedaları boş kubbelerini yeniden dolduracak. İkinci bir fetih olacak... Ozanlar bunun destanını, ezanlar bunun ilanını yapacaklar... Sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen tekbir sesleri fezaları inletecek... Şerefelerin yine Allah’ın ve onun sevgili Peygamberi Hz. Muhammed’in şerefine ışıl ışıl yanacak... Bütün dünya Fatih dirildi sanacak. Bu olacak Ayasofya bu olacak!.. İkinci bir fetih, yeni bir basübadelmevt... Bu muhakkak... Bu günler yakın, belki yarın, belki yarından da yakındır...” AYASOFYA’YA DAİR YAZILANLAR

Lütfûnla nazar eyle bizlere sen Yâ Rabbi!..” ..Aruz şairimiz Memduh Cumhur da “Fetih Câmii Ayasofya” başlıklı dörtlüğünde inananların hislerine şu mısralarla tercüman olur: “Ebedîleşen fetih mûcizesinde, her nazarda; Ezelî Muhammedî hikmeti âşikâr görürsün. Dede’nin ferahfezâsıyla kanatlanan cihanda; Ayasofya’dan ezan sesleri yükselince hürsün.” Cumhur, bir başka rubaisinde Ayasofya’da ibadet hasretini şu mısralarla dile getirir: “Ayasofya öyle mahzun, ulu kubbeler duâsız, Seneler süren bu hasretle minâreler ezansız. Bize zor gelen tecellî daha çok sürer mi Yârab? Göğe yükselen niyazlar gibi secdeler mekânsız...” H. Tevfik Paksu ise ağlayan gönlünün en büyük hasreti olan Ayasofya’nın bir gün mutlaka kurtulacağını ve hasretinin dineceğini şu müjdeyle seslendirir: “Ey Ulu Fatih’imin mukaddes emaneti İmân ehli gençliğim sana sahib olacak”. NÂZIM HİKMET DE YAZDI

İstanbul’un fethi ve Ayasofya’ya sadece millî ve manevî değerlere sahip olan şair ve yazarlar sahip çıkmadılar. Meselâ Nâzım Hikmet de henüz 20 yaşındayken bir Fetih şiiri yazar ve burada Ayasofya’yı anar. Şiirin başlığı, “Sekiz Yüz Elli Yedi”dir. İlginç bir başlık. Şairin şiire başlık olarak seçtiği bu rakam, İstanbul’un Fethinin hicrî tarihine, yani miladi 1453’e 79


tekabül etmektedir. Şiiri okuyalım: “İslâm’ın beklediği en şerefli gündür bu; Rum Konstantiniyye’si oldu Türk İstanbul’u! Cihana karşı koyan bir ordunun sahibi, Türk’ün genç padişahı, bir gök yarılır gibi Girdi “Eğrikapı”dan kır atının üstünde Fethetti İstanbul’u sekiz hafta üç günde! O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın! “Belde-i Tayyibe”yi fetheden padişahın, Hak yerine getirdi en büyük niyazını: Kıldı Ayasofya’da ikindi namazını. İşte o günden beri Türk’ün malı İstanbul, Başkasının olursa, yıkılmalı İstanbul.” AHMET KABAKLI’DAN FATİH DUASI

Merhum Ahmet Kabaklı, “Yâ Vedûd Sultan Fatih ve Ayasofya” yazısına şu satırlarla başlar: “Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi, o fethin Avrupa’yı Türklüğe açmak gibi bir timsal değeri taşıması ve bu ulu mabedin cami yapılmasındaki ilahi mana, 547 yıl, bizim iman kaynaklarımızdan birisi oldu. O manaya, o ilahi gerçeğe elbet bir gün döneceğiz, yanlış günler, yanlık hükümler sizlerdeki ümit ve inancı zedelemesin.” Kabaklı Hoca yazısını şöyle bitirir: “Sultan Mehmed orada iki rekat hacet namazı kılıp, ta dünya yıkılıncaya değin bakımlı ve mağrur ol deyu dua eyledi.” NURİ PAKDİL’DEN ÂKİF İNAN’A

Bir nesli yoğuran ve yetiştiren merhum edip Nuri Pakdil ise Ayasofya hislerini şöyle dile getiriyordu: “Bir siz mi duyarsınız Ayasofya Camii’nin inlemelerini, karanlık dehlizlerde tek başına gece gündüz yaktığı ağıtlarını? Arada sırada boğuk boğuk sesi de gelir Ayasofya Camii’nin; yığılır kalır bilincinizin üzerinde, sorumluluğunuzun üzerinde...” Yakın dostu Mehmet Âkif İnan da Ayasofya’nın ruhumuza nakşolduğunu belirtiyor ve şöyle devam ediyordu: “Ayasofya konusu, dostla düşmanı birbirinden ayırmanın, safları belirlemenin bir ölçüsüdür. Ruhundan köleliği silkip atmanın aktüel ölçüsü, bugün Ayasofya’dan yana olmakla beliriyor. Ayasofya bir mimari realite değil, bir idrak mihengidir. Ayasofya, ruhumuza nakşolmuş bir davanın anahtarıdır şimdi. Onun kapısını açınca, fetih görünür ancak.”. KARAKOÇ: “AYASOFYA CAMİ OLACAKTIR”

Günümüzün üstün şairi, sanat ve dava adamı Sezai Karakoç, Ayasofya’nın hangi hâl ve şartlarda açılabileceğini bir mütefekkir olarak şöyle açıklıyor: “Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılması bir sebep değil bir sonuçtur. Tekrar sayı//72// temmuz 80

cami olarak açılması da bir sebep değil bir sonuç olacaktır. İslam’ın Batı karşısında yenilgisinin, üstünlüğünü kaybetmesinin sonucu ve sembolik işareti olarak Ayasofya cami olmaktan çıkmıştır. Ancak, Batı karşısında İslam âlemi olarak tam bağımsız olduğumuz gün ya da en azından, bu bağımsızlığın şuuruna vardığımız gün, kendimizi Batı’dan bağımsız hissettiğimiz gün, Ayasofya yeniden cami olacaktır. Yoksa çapı meçhul, müphem güçlerin tesadüfî bir hareketiyle Ayasofya açılamaz. Açılsa da çabuk kapanır. Ayasofya’yı ancak, Ortadoğu’nun gerçek kurtarıcısı aydınlar kadrosunun, tüm İslam toplumunu değiştirmesinden sonra açması düşünülebilir. Daha doğrusu, o gün Ayasofya kendiliğinden açılıp cami olur. (...) Ayasofya, ruhumuzun trajedisini ifşa eden bir sfenks mi? Zincire vurulmuş Promete mi? Onu ancak Kafkas kartalları mı zincirlerinden kurtarıp özgürlüğüne kavuşturur? Talihimizin dönüşünü haykıracak bir ilan mı olacak minarelerinden yükselecek ezanlar? Bağımsızlığın gerçek sesi ezanlar.” “Türkler için Ayasofya, İki Kıta ve İki Deniz’in Sultanı olarak bilinen Fatih’in bir armağanı ve bir emanetidir” diyen Nazif Gürdoğan’ın temennisini bir dua gibi paylaşmak istiyorum: “Bütün dünyanın yitirdiği kutsal kültürün, hiçbir zaman batmayan güneşi, Fatih’in Ayasofya’sından doğacaktır.” MENDERES, ÖZAL VE ERDOĞAN

Kolay lider olunmuyor; her lider de milletin sevgisini kazanamıyor. Merhum Adnan Menderes, birçok hizmetinin yanısıra serbest bıraktırdığı Ezan-ı Muhammedî ile yâd ediliyor. Rahmetli Turgut Özal da kalkınma hamlelerinin yanında 141, 142 ve 163. maddeleri kaldırtarak Türkiye’de fikir ve inanç hürriyetinin önünü açtı, tarihe geçti. Türkiye’yi dünyanın en itibarlı ülkeleri arasına katan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan da, yıllarca uygulanan başörtüsü yasağını kaldırtarak milletimizin büyük sevgisini kazandı. Şimdi bu teveccühü, inşallah Ayasofya’yı da cami olarak açarak taçlandıracaktır. Eskilerin tabiriyle Ayasofya’nın açılmasının “vakt-i merhun”u yani zamanı artık gelmiştir. 83 milyon insanımız, Türkiye dışındaki bütün Türkler ve İslam âlemi, âdeta nefeslerini tutmuş bu müjdeyi, bu hayırlı haberi Cumhurbaşkanı’mızdan bekliyorlar. Hem de büyük bir ümit, heyecan, sevinç ve sabırsızlıkla…




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.