ŞEHİR ve KÜLTÜR - 70. Sayı

Page 1



Biz’den… Karantina Günleri, Bizi Bize Tanıttı.. Döner yine Kenân’a kaybolan Yûsuf, üzülme Üzüntüler kulübesi gül bahçesi olur bir gün, üzülme İyileşir durumun ey gam çeken gönül kaygılanma Geçer bu çılgınlığın, sakinleşir başın, üzülme Dönmese de felek bizim arzumuzca iki gün Bir kararda kalmaz devran her zaman, üzülme Gelirse ömrün baharı, yine çimenler üstünde Başına gülden şemsiye çekersin ey bülbül, üzülme Ümitsiz olma sakın ha, bilmezsin gaybın sırrını Perde ardında olur gizli oyunlar, üzülme Ka’be aşkıyla çölde yürüyeceksen eğer Batsa da ayağına muğîlân dikeni, üzülme Sevgilinin ayrılığında, rakibin sıkıntısında halimizi Bilir hep halden hale sokan Allah, üzülme Söküp götürürse de yokluk seli varlık temellerini ey gönül Kaptanın Nûh ya, korkma tufandan, üzülme Konak tehlike dolu, hedef çok uzak olsa da / Sonu olmayan bir yol yok, üzülme Yoksulluk köşesinde, karanlık gecelerin yalnızlığında Hâfız Oldukça virdin dua ve Kur’ân, üzülme Hafız Şirazî İki bin yirmi yılı; gelecek yüz yıllarda çok farklı bir şekilde anlatılacak kitaplarda, ansiklopedilerde, tezlerde, romanlarda, seyahatnamelerde, filmlerde..İçinde yaşadığımız atmosferden çok farklı taraflarını okuyacağız izleyeceğiz hep birlikte… İnsanlık tarihi boyunca çok salgınlar yaşanmış bunları okuyoruz ve bugünle kıyaslamaya çalışıyoruz, heyhat bugün çok farklı.. Salgın Dünyanın tamamını kaplamış durumda, izliyoruz adeta korku filmleri gibi…Bizlerde devletimizin tedbiri olarak “evde kal ,hayatta kal” mottosunu uyguluyoruz.. Bu Tahaffuz günlerimizde; Doğduğumuzdan itibaren hiçbir zaman bu kadar kendimizle baş başa kalmamıştık, ailemizle bu kadar sohbet etmemişizdir, belki yıllardır konuşamadıklarımız konuşulur oldu.. Karşılıklı hoşgörüler , hizmetler arttı.. Hayatımızda hiç görmediğimiz kadar doktorlar günün her saati evimizde ekranlarımızdaydılar, her birinin samimi davranışları ve meslekdaşlarına saygılarını , anlatılan çalışmalarını gururlanarak takip ettik.. Kısaca bu salgın sırasında; ferd olarak, millet olarak, devlet olarak önemli bir sınavın içindeyiz halen.. Bu sınavın ikinci bölümüne girdik,” Kontrollü sosyal hayat” ı artık yadırgamadan yaşamamız lazım bunun farkına vardık.. Ne ferd olarak bizim hayatımız ne ailemizin hayatı, ne milletimizin yaşam şekli eskisi gibi olmayacak. Bunu da anladığımızı zannediyorum.. Daha şimdiden öze dönüşümüz başladı galiba..Önemli bir söz vardır “Parayı başının üstüne koyarsan onun esiri, ayağının altına alırsan o senin esirin olur” şimdi biz paraya el sürmeye korkuyoruz, nasıl da terbiyeye maruz kaldık!.. Şimdi günde 5 değil 25 kere abdestin karesini uyguluyoruz.. Fakirlere yardım ,kimsesizlere kimse olmak bizim asli hassasiyetimiz, sadaka taşlarını modernize etmeye başladık, askıda ekmek vardı, şimdi askıda para uygulamaya başladık..Zimem defterleri vardı, yani bizim bildiğimiz veresi-

ye defterleri, bakkallar da manavlarda zimem defteri kalmamış…ödemek için paylaşılıyor…Belediyeler, halkın kapısına hizmet için geliyor.. Camilerde toplanma olmasa da bizim sesimiz olarak beş vakit sedalar yankılanıyor dualarla beraber.. Alışverişlerde kuyruklar bazen mesafeyi ayarlayamasalarda uymaya çalışılıyor, o da metreyi gözle ölçme hassasiyetinin olmayışından herhalde…Tv lerdeki akademisyen doktorlarımızı çok sevdik, hele uzaklardan hasretle akşamları bağlanıp, ülkesine olan özlemini ve vatan aşkını dile getiren Mehmet hoca (Çilingiroğlu) Buruk Acı şarkısını söyleyince duygulanmamak elde değil.. Kendince evde kalan milleti eğlendirmek için oyun havası ile oynayan çöpçümü, polisimi, zabıtamı görünce o gece; Vahdet şuurunda olan millet budur dedim.. Bana gelince; Kendimle hesaplaştım, hatırlayabildiğim kadar geçmişime gittim.. Annemi Babamı ağabeyimi kayınpederimi velhasıl vefat eden büyüklerimi hocalarımı hatırladım, açıkçası onlarla helallaştım kendimce.. Farkına varmadan insan hayatında ne hatalar kusurlar yaparmış meğer… Kendimce verdiğim kararlarıma listeler yaptım, Yazılarımı ,kitaplarımı tamamlıyorum.. Bir kitabım çıkmıştı, ardından dört tane daha ete kemiğe büründü…Dergilerimiz için evden çalıştık mart, nisan ve mayısı yayınladık.. Sonra hepimize rehberlik edecek bir manifesto yazmaya başladım, Hem ferd ,hem milletimiz için, geleceğe matuf “çok çalışmamıza” yol göstersin…; Bir milletin ilerlemesi ,ferdlerin çalışkanlığı, enerjisi ve ahlak düzgünlüğü gibi faziletlerin sonucudur.. Bir milletin çöküşü, ferdlerin tembelliğinden, menfaate ve ahlaksızlığa olan düşkünlüklerinden ileri gelmektedir. En yüksek vatanseverlik; kanunları değiştirmek ve müesseseleri islah etmekle beraber, insanların serbestçe kendi kendilerini ıslah etmelerine ve kendi kendilerini yetiştirmelerine yardım etmekle elde edilir.. Yaşanılan hayat ve günlük tecrübelerden görünen odur ki; Başkalarının hayatı ve hareketi üzerinde en kuvvetli tesir yapan, insanlardaki enerjik ferdiyettir. .Okullar, akademiler kültür bakımından sadece bir başlangıçtırlar. Bundan daha tesirli olanı evlerimizde, sokaklarda, işyerlerinde, fabrikalarda, yani insanların toplu bulunduğu yerlerde her gün bize verilen hayat terbiyesidir.. İş adamları “vakit, nakittir” sözünü tekrarlamayı adet haline getirirler, fakat zaman, nakitten de kıymetlidir.. Bununla insan kendi kendini terbiye eder, kendi kendine tahsil sağlar ve karakterinin gelişmesi işini halleder…Tembellikle veya saçma şeylerle geçen günde bir saatlik zaman eğer nefsi islah hususunda kullanılacak olsa birkaç yıl içinde cahili âlim eder. Yukarıya bakmayan gençlik, aşağıya bakacaktır; ve yükselmeyen ruh da ihtimal çamur içinde sürünmeye mahkum olacaktır.. Şair güzel söylemiş; Gönlünü alçak tut, hayalini yüksek, Böyle bir tevazu ile olursun yüksek. Şehir Ve Kültür, Tahaffuz günlerinde bir sayı ile daha huzurunuza çıkıyor, karantinada bile saçımızı tarar gravatımızı takarız…Tribünlerde seyirci olmasın ama, dergimizin okuyucusu bol olsun.. Hz.Mevlana der ki; ” İhtiyatsızlık, tedbirsizlik; pişmanlıktır .” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..”

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8 12 19

ANADOLU’NUN

“TAÇ KAPISI” VAN’DA

SELÇUKLU MiRASI

Abdulhamit AVŞAR

VANiKÖY CAMii

Dr. M. Sinan GENİM

20

NAKKAŞHÂNE VE TARiHi NAKŞEDENLER – I -

Kâmil UĞURLU

38

SÜLEYMANiYE YAZMA

40

OSMANLININ YÜZ AKI;

42

ŞEHiR VE KAPILAR

ESERLER KÜTÜPHANESi SÜHEYL ÜNVER KOLEKSiYONU

Şamil KUCUR

SALGINLAR,TEDBiRLER VE

TAHAFFUZHANELER Mehmet Kâmil BERSE

ÇOK ÇALIŞMAYI VE SÜREKLi

ÜRETMEYi ÖĞRENMEK

Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mahmut Şener Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Dr.Öğr.Üyesi Ali Mazak

GAZi OSMAN PAŞA Mustafa UÇURUM

Mehmet SANCAK

Sanat, Kültür: Zeynep Betül Kavak, Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Prof. Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,


16 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ |ŞAM -2- / Hüseyin YÜRÜK 24 “OHRİ” BİZİM VE KUZEY MAKEDONYA’NIN İNCİSİ.. / Fahri TUNA 26 SOKAK VE MAHALLEDEN ŞEHİRE / Mehmet KURTOĞLU

60

ŞAiR NABi’NiN TARiHi DEĞERDEKi:

MEKKE VE MEDiNE YOLCULUĞU -IIDr. Şakir DiCLEHAN

28 BİR GURBET HİKÂYESİ: SARRALBE / Mehmet MAZAK 31 MÜNZEVÎ GAZEL -şiir- / Kâmil UĞURLU 32 İSTANBUL’UN KOLYESİ FETİH MÜJDESİDİR! / Muhsin İlyas SUBAŞI 34 DÜNYA DÖNÜYOR (M.ÂKİF’İN ŞEHİRLERİ) Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 37 NOHUTU BEKLERKEN / Ezgi Elçin OYNAK

68

44 MASAL ŞEHRİ PRAG… / Şifanur Özçelik ŞİRİN

KAMIŞTAN NEŞ’ET

EDEN AVAZ Erbay KÜCET

46 SU YOLUNDA ÇALIŞANLARA MEVLİD-İ ŞERİF HEDİYYE OLSUN / Salih ŞAHİN 50 MALİK BİN EJDER (EŞTER)’DEN GÜNÜMÜZE YANSIYANLAR / Serdar YAKAR 52 ÇAĞIMIZ SALGINLARININ MİMARİ VE ŞEHİRLEŞMEYE YANSIMALARI / Dr. Şimşek DENİZ 55 HEYECANLANDIRAN YARIŞMACI ERKAN YOLAÇ / Hüseyin MOVİT

70

56 MUSİBETLERE RAHMET GÖZÜYLE BAKMAK-II - / Recep GARİP KAZAKiSTAN DEVLET

64 NEDİR BAYRAM? / İsmail BİNGÖL

Salih DOĞAN

66 EĞİRDİR-SAPANCA GÖLÜ VE ÇAĞRIŞTIRDIKLARI / Prof. Dr. Âdem EFE

MERKEZ MÜZESi

73 ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’NIN HAYAT EVRELERİ -7- / Mustafa ATALAR 74 EDWARD SAİD ORYANTALİZM VE KUDÜS / Davut NURİLER 76 "ELMA DERSEM DE ÇIKMA" / Sıddıka Zeynep BOZKUŞ 78 MAHREM / İbrahim BAŞER

95

80 ŞEHİRLER EMANETTİR / Ali BAL ARUZ RÜZGÂRINI TÜRKiYE’DE ESTiREN ŞAiR

MEHMET TURAN YARAR Mehmet Nuri YARDIM

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.Adem Efe, Dr.Mimar Kamil Uğurlu, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş, Prof. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Prof.Dr.Ali Satan, Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 25 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 35 TL. Abone Yıllık: İstanbul 250 TL. İstanbul Dışı 270 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479

82 ÖNCE İNSAN MI, YOKSA MEKÂN MI? / Cem ERİŞ 86 ŞEHİR SOHBETLERİ 29 | TANPINARIN BEŞ ŞEHİRLERİ / Ahmet NARİNOĞLU 90 SALGINLAR, BATI VE BİZ / Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •

Baskı: Aktif Matbaa ve Reklam Hiz.San.Tic.Ltd.Şti. Adres: Söğütlüçeşme Mah.Halkalı Cad.Nu: 245/1 SEFAKÖY/ Küçükçekmece/İstanbul Tel: 0212 698 93 54 Kapak Fotoğrafı: Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi


ANADOLU’NUN

“TAÇ KAPISI” VAN’DA

SELÇUKLU MİRASI

*“Derler ki, güzellikte eşsizdir Van şehrimiz, Buhara ilm-i hadis, Kaşgar divan şehrimiz” Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu Abdulhamit AVŞAR*

ahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ile üniversite dönemimde, 1983 yılında tanışmıştım. O sıralar, İsa Yusuf Alptekin sahipliğinde Doğu Türkistan’ın Sesi adlı üç dilde yayınlanan bir dergi çıkarmaya başlamıştık, Gençosmanoğlu da yazı işleri müdürlüğünü yapıyordu. Bundan dolayı kendisiyle uzun sohbetler yapma imkânı elde ediyorduk. “Kaşgar’da Vakit” adlı o muhteşem şiirini de o günlerde kaleme almış, mutat olduğu üzere önce bize okumuş, ardından da Doğu Türkistan’ın Sesi’nde yayınlanmıştı. Doğrusu, Türkistan’la ilgili bir şiirde, yukarıya alıntıladığım giriş cümlesindeki Buhara ve Kaşgar’ı anlamıştım da, niçin Van diye de merak etmiş ancak edepsizlik olur kaygısıyla sormamıştım kendisine.

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//70// mayıs 4

Ve gün oldu Van’a gitmek, bu göz alıcı şehri görme, hakkında araştırma yapma imkânım oldu. Bu vesileyle rahmetli Niyazi Ağabey’e sormak isteyip soramadığım sorunun cevabını bulmuş oldum kendi kendime. Evet, Van yalnızca güzelliği ile değil, Türk coğrafyası için sahip olduğu stratejik önemle de Kaşgar ve Buhara ile aynı satırda zikredilmesi gereken bir şehir, Anadolu coğrafyasının “taç kapısı” idi. Ne yazık ki, 2002’de kapısına kadar gidip geri döndüğüm görkemli bir maziye sahip bu kadim şehirle tanışmam ancak 2009 yılında mümkün oldu. Ama bu tarihten sonra Türkiye’de en çok seyahat ettiğim, en fazla görmek istediğim ve her ayrılışımda da özlemeye başladığım bir şehir haline geldi. Dolayısıyla anlatılacak çok şey var, Van’la ilgili. Lakin bir süredir devam ettiğimiz bir konuda, “Van Gölü Havzasında Selçuklu İzleri” belgeseli çerçevesinde intiba ve tespitlerimizi nakletmeye çalışıyoruz. Bundan dolayı, Van’da da Selçuklu’nun izini arayacağız, o dönemden kalan mirasa ışık tutmaya gayret edeceğiz. Ama önce, Van Gölü balıklarının nesillerini devamı ettirebilmek için verdikleri mücadeleye temas ederek başlamak istiyorum. İlk seyahatlerimizin birinde şahit olmuştuk bu fevkalade hadiseye. Binlerce balık, göle akan ırmağın şelalesinin akıntıları ile boğuşarak ters yöne, yukarıya gitmeye çabalıyorlardı. Ne azim, ne sebattı bu. Bir insanın bile karşısında zor duracağı güçlü ırmak suyunu yararak daha ileriye, daha uzağa gitmeye, yumurtalarını bırakabilecekleri müsait bir yere ulaşmaktı tüm gayeleri. Çünkü Van Gölü’nün sodalı suları yumurtaların büyümesine uygun değildi ve balıklar, nesillerini devam ettirebilmek için bu büyük mücadeleye atılmak mecburiyetindeydiler. Bu uğurda kimisi balıkçılara, kimisi su kuşlarına yem oluyordu, buna karşın her yıl aynı azim ve kararlılıkla, aynı zorlu mücadeleye atılmaya devam ediyorlardı. Bu balıkların adı özel bir ad: İnci Kefali. Balığa, muhtemelen, inciye benzer parlak görünüşünden dolayı verilmiş olmalı. İnci Kefali, yalnızca Van Gölü’nde yaşayan, daha doğrusu bu gölde yaşayabilen tek canlı olma özelliğine sahip. Van Gölü’nü kendilerine vatan kılmış olan bu balıklar anlattığımız amansız mücadeleyle yumurtalarını tatlı suya bırakır ve hayatta kalabilenler, yeniden, yuvaları olan


sodalı göl sularına dönerler. Tabii kendilerini takip eden, nesillerini devam ettirecek binlerce yeni İnci Kefali ile birlikte.Aslında, İnci Kefallerinin hayatlarını idame mücadeleleri, bir coğrafyayı vatan yapabilmenin de bedelini ortaya koymaktadır. Tabii, bu hadisede asıl ibretin bize, insanlara düştüğü de muhakkak. Her neyse! Asıl konumuz Van ilindeki Selçuklu izleri…Önceki yazılarımızdan birinde Erciş ilçesini anlatmış, bu bağlamda birkaç cümle ile de Muradiye’den de bahsetmiştik. Bu yazıda ise Van merkez başta olmak üzere, farklı yerleşim yerlerindeki Selçuklu izlerine değineceğiz. Van’ın en eski yapılarından biri Van Kalesi’dir. Eski Van şehri de, hâkim bir tepe üzerinde kurulu bu kalenin göle bakan eteklerinde kuruluydu. Şu anda, ayakta kalabilen ya da kalıntısı duran birkaç cami dışında tamamen harabe bir manzarası var. Bu manzarada en çok dikkat çeken yapılardan birisi tuğladan yapılmış silindirik gövdesiyle bir minaredir. Bu minare, Ulu Cami’ye ait. Yani, Selçuklu şehir medeniyetinin alamet-i farikası olan Cami-i Kebir’e. Yüzyıllarca ayakta kalmayı başaran cami, 1844 depreminde büyük zarar görmüş, ama asıl facia 1915’teki Rus istilası sırasında yaşanmış. İşgal sırasında, Ermeni çetelerinin de büyük rol üstlendiği saldırılarla, göl eteklerinde kurulu eski şehir tamamen yakılıp yıkılmış, camiye de son darbe vurulmuş. Böylece günümüze yalnızca minaresi ile duvarlarının bir kısmı gelebilmiş. 1655’te şehri ziyaret eden Evliya Çelebi’nin bahsettiği medreseden ise hiçbir iz kalmamış. Bölgede 1970’lerde arkeolojik kazı yapılırken, camiye ait çeşitli bitkisel ve geometrik motifler, hat kuşakları, süs için kullanılan kemerlere ait parçalar bulunmuş. Malzeme ve süsleme yönünden İran’daki Büyük Selçuklu camileri ile benzerlik gösteren Van Ulu Camii’nin ilginç taraflarından biri de süslemelerinde mavinin yanı sıra sarı, kırmızı ve yeşil renklerin bir arada kullanılmış olmasıdır… Demek ki, bu renkleri Türkler, yan yana cami tezyinatında dahi kullanıyorlardı, o yüzyıllarda bile. Ulu Camii, önceleri Karakoyunlu dönemi eseri olarak tescillenmiş. Ancak sonradan yapılan araştırmalardaa Selçuklular zamanına ait olma ihtimali daha güçlenmiş. İster Ahlatşah hanlarından I. ya da II. Sökmen, isterse de Karakoyunlu hakanı Kara Yusuf tarafından yaptırılmış olsun Ulu Camii, Van’ın kimliğine damga vuran yapılardan biridir ve her şeye

rağmen de varlığını, coğrafyanın tapusu olma özelliğini devam ettirmeyi başarmıştır. Eski şehirde Selçuklu izi taşıyan bir başka eser de Kızıl Minareli Camii’nin minaresidir. Caminin adı farklı iken, minaresinden dolayı bu şekilde meşhur olmuş. Mabet, ilginç bir birleşimin eseri… Minare Selçuklu dönemi eseri, cami ise onun mirasçısı Osmanlılar tarafından inşa edilmiş. Böylece Osmanlı, köklerinin dayandığı Selçuklu ile bu yapıda bütünleşip hemhal olmuş. Bu aynı zamanda, Anadolu’da Osmanlı eseri yok diyenlere de bir cevaptır. Selçuklu ve ardılları olan diğer Türk devletleri o kadar ihtişamlı mimari yapılar inşa etmişlerdir ki, Osmanlı’nın yeni camiler, medreseler yapmasına gerek kalmamıştır. Sonra Osmanlı, Selçuklu’nun ve diğer Türk devletlerinin devamı olduğu şuuru içerisinde hareket ederek, bu eserleri yaşatmaya gayret etmiş, Van Kızıl Minareli Camii de olduğu gibi bir kısmı hasar gördü ise sağlam kalanını muhafaza ederek eksiği tamamlamıştır. Camiye adını veren Kızıl Minare kare bir taban üzerinde yükselen silindirik bir gövdeye sahiptir. Bu haliyle Orta Asya’nın birçok yerinde gördüğümüz klasik mimari formu yansıtır. Minarenin bir başka önemli özelliği de çini mozaiğinin kullanılmış olmasıdır ve bu yönüyle bölgede görülen tek örnektir. Minaresinin renginden dolayı Kızıl olarak adlandırılan cami, Sinaniye ve eskiden şehrin Tebriz’e açılan kapısı tarafında bulunduğu için de Tebriz Kapı Camii olarak da adlandırılmaktadır. Van şehrinin bulunduğu yerdeki ilk yerleşimlerin tarihinin milattan önce 4000 yılına kadar uzandığı bilinmektedir. Bahsi geçen eski şehrin kuruluşu ise Urartular dönemindedir. Asurluları mağlup ederek Van bölgesine hâkim olan Urartular, bugünkü Van Kalesi’ni inşa etmiş ve burayı Tuşpa adıyla başkent yapmışlardır. Urartuların ardından, şehre mührünü vuranlar ise Türkler olacaktır. Zaten, kalenin bugüne gelmesini sağlayanlar da Selçuklular ve Osmanlılardır. Onlar, kaleyi onarmış, restore etmiş ve ayakta kalmasını temin etmişlerdir. Türklerin bölgeye gelişlerinin tarihi, Selçuklulardan çok daha önceye dayanır. Arkeolojik kazılardan, milattan önce 7.yüzyıl başlarında, 609 yılında, bölgenin Saka (İskit) Türklerinin eline geçtiği anlaşılmaktadır. Yüzyıllar boyunca Türklerin Anadolu’ya akınlarında Van önemli bir güzergâh olmaya devam etmiş, Hunlardan itibaren pek çok Türk akını gerçekleşmiştir. Bunlardan biri

5


de Hazar Türkleridir. Hazar Türkleri, Van’a 625 yılında gelmişler, 8.yüzyılda İslamiyet’i benimsemelerinden sonra ise şehrin hâkimiyeti Abbasi Halifeliğinin eline geçmiştir. Ancak, Abbasi hâkimiyeti sürekli olamamış, çeşitli kereler el değiştirmiştir.Nihayet 852 yılında Abbasi Devleti hizmetindeki Türk komutanlarından, Boğa El-Kebir tarafından yeniden fethedilmiş, bu tarihten sonra da bir Türk şehri olma yolunda hızla ilerlemiştir. 9.yüzyıldan itibaren bölgeye Türk akınlarının çok yoğun ve sık şekilde gerçekleştiği görülmektedir. Öyle ki, kısa zamanda Türkler, bölgenin önemli unsurlarından biri haline gelmiştir. Bu gerçeği, Akdamar Adası’nda bulunan kilisenin dış duvarlarına bezenmiş motif ve rölyeflerde de görüyoruz. Bilindiği gibi 915-921 yılları arasında inşa edilen mabedin duvarları, tarihin önemli olaylarını resmeden rölyeflerle bezenmiştir. Doğu cephesinde ise halifenin yanında, at üstünde geriye ok atan Türklere ait çeşitli tasvirler bulunur. Tarihin önemli olaylarının resmedildiği bu rölyeflerde, Türklere özel bir vurgu yapılması, daha o zamanlar da bile bölgedeki etkisi ve gücünü göstermektedir. Van ve çevresinin bir daha ayrılmamak üzere İslâm topraklarına katılması ise Selçuklularla mümkün olacaktır. Van’a, ilk Selçuklu akınının daha 1018 yılında gerçekleştiğini, Çağrı Bey komutasındaki Selçukluların anılan tarihte, Van Gölü Havzası’nın büyük bölümünü denetimleri altına aldıklarını görüyoruz. Şehrin tamamen Türk hâkimiyetine geçişi ise Sultan Alpaslan döneminde olacaktır. Sultan Alpaslan’ın tahta geçişinin ilk yıllarında, 1064’te, o sıralar şehzade olan Melikşah tarafından fethedilerek Büyük Selçuklu Devleti’ne katılmış ve ebediyen bir Türk şehri haline gelmiştir. Bu tarihten sonra, hanedanlar değişse de, -Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safevi, Osmanlı- tüm Türk devletlerinde önemli bir kent olma rolü üstlenmiştir. Bu arada, hâkim olan her hanedan, şehri birbirinden güzel eserlerle donatacak ve havzanın incisi haline getirecektir. Çeşitli tarihî kayıt ve belgelerden şehirde birçok cami, medrese, zaviye, hamam gibi yapılar olduğu içme ve sulama için yapılan karızların bulunduğu, tek ve iki katlı evler inşa edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Selçuklu fethiyle birlikte Van’da hızlı bir imar faaliyeti başlatılmıştır. Harap olmuş eski Tuşpa kenti, Selçuklu şehir anlayışına göre baştan tasarlanmış, iç ve dış kalesi, mahalle kuruluşu,

sayı//70// mayıs 6

sosyal ve kültürel mekânlarıyla klasik Türk kenti modelinde yeniden inşa edilmiştir. Selçuklu şehir anlayışını, Osmanlılar daha da geliştirmiş ve kente eyalet statüsü de vererek bölgenin önemli bir yönetim merkezi haline getirmişlerdir. Ne var ki, bin bir emek ile kurulmuş bu güzel şehir, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni ayaklanması ve Rus işgali ile tamamen yıkılacak, ahalisi dört bir yana dağılıp terkedilmek durumunda kalacaktır. Bugün, kuruluşu yüzlerce yıl öncesine dayanan Türk şehri Van’da Selçuklu döneminden sadece Ulu Camii’nin Minaresi ile Kızıl Minare, o da yaralı bir vaziyette, ayakta kalabilmiştir. Osmanlı döneminden ise Mimar Sinan eseri olan 1567 tarihli Hüsrev Paşa Külliyesi ile Kaya Çelebi Külliyesi (1665) günümüze kadar gelebilmiştir. Her iki külliye de Rus işgali sırasında çıkarılan yangında, tüm şehir gibi, büyük ölçüde zarar görmüş, ancak, 1996-2007 yılları arasındaki kazı ve yenileme çalışmaları sonucunda yeniden tamir/inşa edilmişlerdir. Bunun yanı sıra yine Osmanlı döneminden kalan birkaç da türbe Rus ve Ermeni yıkımından kurtulmayı başarmıştır. Tarihî Van şehrindeki kazılarda ortaya çıkarılan eserler ise Van Müzesi’nde sergilenmektedir. Müzede, Van Gölü Havzası’nda ortaya çıkarılan çeşitli eserler arasında en dikkat çekenlerden biri de koç-koyun formlu mezar taşlarıdır. Ölen yöneticiler ya da yakınları için bu tür mezar taşları yaptırmak kadim bir Türk geleneğidir. Bu gelenek Selçuklularla Anadolu’ya taşınmış, özellikle Akkoyunlu ve Karakoyunlular dönemlerinde yaygınlaşmıştır. Diğer yandan, bölgedeki koç formlu mezar taşları yalnızca müzelerde sergilenmiyor. Çeşitli tarihî mezarlık alanlarında da bu tür taşlara rastlamak mümkün. Bunlardan biri de Van’ın Gevaş ilçesindeki Selçuklu Mezarlığı’dır. Gevaş, Van Gölü kıyısında kurulmuş şirin bir ilçe. Akdamar Adası da bu ilçenin açıklarında yer alıyor. İçerisinde yer alan Celime ya da Halime Hatun Kümbeti’nden dolayı Kümbet Mezarlığı olarak da bilinen Gevaş Selçuklu Mezarlığı VanTatvan yolunun 38. kilometresinde bulunuyor. Mezarlıkta, yaklaşık 700’e yakın Selçuklu geleneğini devam ettiren şahideli, sandukalı mezar taşı tespit edilmiş. Mezarlık, 1940’lı yıllarda, ortasından geçirilen bir yolla ikiye bölünmüş. Dönemin trajedilerinden biri olarak, bu sırada sökülen pek çok şahide ve sanduka,


Gevaş iskelesinin yapımında dolgu malzemesi olarak kullanılmış, ne yazık ki. Sit alanı olarak ilân edilmesi ise ancak 1988 yılında mümkün olabilmiş. Tabii, bu arada neler tahrip oldu, yok edildi bilmek mümkün değil. Alanda ilk bilimsel çalışma yapan ekibin içinde, o günlerde genç bir araştırma görevlisi olan Prof. Muhammet Beşir Aşan da vardır. Aşan, tanık olduğu manzarayı, “İşte bir yüzey araştırması çalışmamız sırasında Gevaş’taki Celime Hatun kümbeti ve onun etrafındaki mezarlığı ziyaret ediyorduk. O sırada işte mezra taşları, o güzelim 2-2,5 m yüksekliğinde, zaman zaman 1-1,5 m yüksekliğinde o güzelim şaheserler, şahideler yerlere düşmüş bir vaziyette. Çok böyle bir mahzun şekilde duruyorlardı” diyerek anlatmaktadır. Böylesine dramatik bir durumdaki mezarlık, şükür ki, yapılan çalışmalarla tamamen yok olmaktan kurtarılmış. Ama ya bugünkü hali… Birazdan buna da değineceğim! Gevaş Selçuklu Mezarlığında, bölgede her yerinde rastlanan geometrik ve bitki motifli mezar taşlarının hemen tüm örnekleri yer almaktadır. Bu yönüyle eşsiz bir özelliğe sahiptir ve Van Gölü Havzası’ndaki farklı mezar alanlarının bir sentezi gibidir. Şahidelerde beylerin, babalarının isimleri, bu beylerin hangi Oğuz boyuna mensup oldukları, obalara ait tamgalar da bulunmaktadır. Mesela Prof. Aşan bu şahidelerden birini Bayat boyu diye işaretlediklerini ifade etmektedir Ne var ki, bu muhteşem kültürel miras, bugün yine kaderine terkedilmiş bir durumdadır. Ayrıca, Halime Hatun Kümbeti’nin yanındaki koç-koyun formlu mezar taşları da kırılıp parçalanmıştı Bu, Van Gölü Havzası’nın birçok yerinde rastladığımız yürek acıtıcı bir manzaraydı ne yazık ki. Türk izini böylesine açık ortaya koyan koç-koyun formlu mezar taşları ilginç bir şekilde parçalanıyor, yok oluyordu. Öyle ki, bir önceki çekimde gördüğümüz koç formlu mezar taşını, sonrakinde bulamadığımız ya da kırılmış olduğunu gördüğümüz birçok yer oldu. Mezarlığın hemen yakınında da Selçuklu mimarisiyle inşa edilmiş bir cami dikkat çekiyor. İzzettin Şir Camii’nin kitabesi kaybolmuş ancak, 14. yüzyıl sonlarında yapıldığı tahmin ediliyor. Van’da Selçuklu izlerine ilişkin değineceğimiz son yer Edremit ilçesine bağlı Köprüler Köyü’ndeki mezarlık olacak… Ancak, öncelikle buraya gidişimizin hikâyesinden de kısaca söz etmek istiyorum.

Çekim öncesi araştırma yaparken, Köprüler Köyü’nde bir Selçuklu mezarlığı olduğu haberine rastlamıştım. Gevaş dönüşü, orayı da görüntülemek istedik ve öncelikli mahalli yetkililerden yerini öğrenmek istedik. Görüştüğümüz yetkili, bize köye gitmememizi, çünkü kısa zaman önce orada bir terör saldırısı olduğunu, güvenlik açısından riskli olduğunu söyledi. Ama biz kararlıydık, gidip çekip yapacağımızı söyledik. Biraz bize kızdı ve sorumluluğu üstlenmeyeceğini söyledi. Neyse, Köprüler’e gittik. Yeşillikler içinde bir yerdi. Oldukça geniş bir alana sahip olduğu görülen tarihî mezarlık da ağaçlıklı alan içerisinde kaybolmuş, çoğu toprağa altına gömülmüş durumdaydı. Toprak üstünde çok az sayıda mezar kalmıştı. Ama her biri göz alıcı motiflerle bezenmiş mezarlardı bunlar. Asıl sürpriz ise, yetkilinin terör bölgesi olarak nitelediği yerdeki insanlarla tanışmamızdan sonra ortaya çıktı. Burası öz be öz Türklerle meskûn bir köydü ve terörle uzaktan yakından hiçbir alakaları yoktu. Yetkilinin sözünü ettiği olay da, dışardan gelen ve köy yakınlarına konuşlanan bazı kişiler tarafından gerçekleştirilmişti!.. Edremit-Gürpınar yolu üzerinde bulunan bu köyün sakinlerinin Güney Azerbaycan’dan göç eden Küresünni Türkleri olduğunu öğrendik. Küresünniler, Oğuzların Çepni boyuna mensuplar ve Orta Asya’dan gelerek Urmiye Gölü civarına yerleşmişler. Oradan da Ermeni tedhişi, Rus işgali, bazı Kürt aşiretlerinin saldırıları sonucu bir kısmı Van ve civarına göç etmiş. Bugün Van’da sayıları 200 bin civarında olan Küresünni Türkleri Van merkez başta olmak üzere Özalp, Saray, Başkale, Çaldıran, Edremit gibi ilçelerin merkezleri ve köylerinde yaşantılarına devam ediyorlar. Velhasıl, Van’ın tarihî, sosyal ve kültürel yapısı, coğrafyası ile ilgili anlatılacak daha pek çok şey var. Mesela, o birbirinden renkli, göz alıcı coğrafyasından, adalarından, sahillerinden, gölde motor gezintisinden, küflü peynirinden, kahvaltısından hiç söz etmedik! Çünkü Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun mısralarında ifade ettiği gibi, güzellikte eşsiz şehirlerimizden biridir Van. Gidilip görülecek yerlerdendir. Ömür boyu bir kez de olsa… 7


VANİKÖY CAMİİ Sultan IV. Mehmed (1648-1687) döneminde şehzadelere hocalık eden Vâni Mehmed Efendi’ye padişah bu bölgede büyük bir toprak ve koruluk bağışlar. Vâni Mehmed Efendi buradaki eski bostancılar mescidini onarır, bir medrese ve imaretle cemaatine mensup kişiler için çok sayıda yapı yaptırır. Bundan böyle, daha önce hemen hemen hiçbir iskânın bulunmadığı bu alan yüz yıllar boyunca Vaniköy adıyla anılacaktır. Dr. M. Sinan GENİM

sayı//70// mayıs 8

engelköy ile Kandilli arasında küçük bir yerleşme olan Vaniköy, erken dönemlerde Lykadion koyu olarak tanınmaktadır. Bu bölge denize paralel olan tepelerin oluşturduğu dik yamaç nedeniyle, dar bir kıyı şeridine sahiptir. H. 991/1584 tarihli Mevacip Defterleri’nde zikredilen has bahçeler arasında adı geçen Kandilli Bahçesi’nin büyük bir bölümünü güneye bakan, sert rüzgarlardan korunaklı, tepelere kadar uzanan bu alan oluşturmaktadır. Evliya Çelebi, Kandilli Bahçesi’nin Sultan III. Murad’ın (1574-1595) oluşturduğunu söyler. Mimar Sinan yapılarını bildiren, her üç yazmada da (Tezkiret ül-Bünyan, Tezkiret ülEbniye ve Tuhfet ül-Mi’marin) Sinan’ın Kandilli Sarayı’nda bazı yapılar yaptığı kayıtlıdır. Sultan IV. Murad’ın (1623-1640) bu bahçeyi sık sık ziyaret ettiği ve yaz aylarında burada kaldığı da bilinmektedir. Sultan IV. Mehmed (1648-1687) döneminde şehzadelere hocalık eden Vâni Mehmed Efendi’ye padişah bu bölgede büyük bir toprak ve koruluk bağışlar. Vâni Mehmed Efendi buradaki eski bostancılar mescidini onarır, bir medrese ve imaretle cemaatine mensup kişiler için çok sayıda yapı yaptırır. Bundan böyle, daha önce hemen hemen hiçbir iskânın bulunmadığı bu alan yüz yıllar boyunca Vaniköy adıyla anılacaktır. İkinci Viyana Kuşatması (1683) sırasında ordu şeyhi olarak sefere katılan Vâni Mehmed Efendi, seferin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine gözden düşer ve Bursa’nın Kestel Köyü’ne sürgün gönderilir, iki yıl sonra 1685’de sürgünde vefat eder. Mevlevî semalarına, Bektaşî ayinlerine ve içki ticaretine karşı olan Vâni Mehmed Efendi’nin dönemin muhafazakarları içinde yer aldığı söylenir.


Sultan I. Mahmud’un (1730-1754) bu semti sevdiği, Sadrazam Divitkar Mehmed Paşa eliyle önce camiyi onarttığı, daha sonra özellikle yaz aylarında saray hekimbaşısıyla, Şeyhülislam Hayatizade Mehmed Emin Efendi’nin bölgeye yerleşmesine ön ayak olarak Vaniköy’ün tekrar canlanmasını sağladığı bilinir. Bu arada camiye bir de hünkâr mahfili eklenir. Zaman içinde çok sayıda onarım geçiren yapının plan şeması değişmeden günümüze ulaşır. Kıble duvarına paralel uzanan dikdörtgen şeklindeki yapıya, sağ yanında bulunan ahşap direklerle taşınan ve ana çatının devamı olan açık bir bölümden girilmektedir. Denize sağır olan bu bölüm kâgir bir duvarla kapalıdır. Duvarın gerisinde ise camii beden duvarlarından müstakil konumdaki kâgir minare yer almaktadır. Girişin solunda müezzin mahfili onun üzerinde de kadınlar mahfili bulunmaktadır. Her üç cephesinden ışık alan caminin içi çok aydınlık ve ferahtır. İki kat yüksekliğindeki mihrabın sağında ve solunda ikişerli dizi halinde sekiz pencere bulunur. Aynı düzen caminin denize bakan cephesinde de tekrarlanır. Caminin kuzey cephesi boyunca devam eden hünkâr mahfilinin, deniz cephesinde iki ahşap ayakla desteklenen büyük bir çıkması vardır. 9


1970’li yılların başına kadar hemen önünde yer alan Vaniköy Vapur İskelesi nedeniyle daha hareketli olan cami ve çevresi günümüzde terk edilmiş bir görüntü içermektedir. Cami ve hünkâr mahfilinin acilen onarıma ihtiyacı vardır. Boğaziçi’nin en az iskânına sahip olan Vaniköy’de geçmişi XVII. yüzyıl ortalarına uzanan böylesi bir kültür varlığının bulunması büyük bir şanstır. Yolun kara tarafında çok az sayıda ikametgahın bulunduğu yerleşmenin esas iskân alanı yalılarla kaplı sahil kesimidir. Otopark olarak kullanılacak hiçbir alanı bulunmayan, kaldırımları dar ve yürümeye elverişli olmayan Vaniköy’de kamuya açık herhangi bir alan bulunmamaktadır. En yakın kamuya açık alan beş yüz metre mesafedeki, elektrik idaresi deniz yönündeki açık alandır. Burada bulunan park özellikle bahar ve yaz aylarında yoğun bir kullanımla karşı karşıya kalmakta ve devamlı bakım ve onarım istemektedir. Bu park ve kamuya açık alanla Vaniköy Camii arasında yürümeye elverişli sayı//70// mayıs 10


ve emniyetli geniş bir kaldırım/yürüme yolu yapıldığı taktirde caminin cemaatinin veya bu yapıyı ziyaret ederek farkına varanların sayısı artacaktır. Sayıları giderek azalan ahşap çatılı camilerimizin en güzel örneklerinden biri olan ve geçmişi yüzyıllar ötesine ulaşan Vaniköy Camisi’nin, geleceğe intikali için acilen tedbir alınması gerekmektedir.

KAYNAKÇA

1-Dionysios 2010, 83. 2- Erdoğan 1958, 177-178. 3- Evliya 2003, 427. 4- Kuran 1986, 378.

11


SALGINLAR,TEDBİRLER VE

TAHAFFUZHANELER Sadece hastalık belirtisi göstermeyenlerin İstanbul'a giriş yapmasına izin veriliyordu. Eğer hastalık belirtisi söz konusu ise 14 gün karantina süresi sonunda, hastalığın görülmemesi ya da geçmesi durumunda tekrar İstanbul'a giriş yapmalarına izin veriliyordu. Mehmet Kâmil BERSE

algın hastalıklarla İnsanoğlu, Dünya tarihi boyunca en dehşet verici zamanlarını yaşadı.. Osmanlı dönemi bu salgınlardan çokça nasibini aldı.. Önceki yazımızda Dünyada ve Türkiye’deki salgınların ve tedbirlerin dökümünü yapmıştık..19.yy.dan itibaren Salgınlara karşı genel mücadele tertipleri ve koruma önlemlerinin artık global olarak alınmaya başlandığını görüyoruz.. Bunlardan biri aşı çalışmaları, ve diğeri karantinalar (Tahaffuzhaneler) geliyor.. 19.yüzyılda Dünya genelinde salgın özellikle veba idi, bunun üzerine yoğun çalışmalar yapıldı.. Veba, can kaybı bağlamında eski etkisini kaybetse de hastalıktan duyulan korkunun getirdiği psikoloji ve bundan kaynaklanan önlemlerin toplumsal ve ekonomik zararları devam etmiştir. Osmanlı topraklarında 1920’lere kadar görülmeye devam eden vebanın eski tesirini yitirmesinde devletin 1840’lardan itibaren karantina başta olmak üzere başarıyla uyguladığı çeşitli tedbirlerin etkisi büyüktür. KARANTİNA

Sözlükte “yolcuların gözetim altında tutulma süresi” demek olan ve İtalyanca “kırk” anlamına gelen quarantenadan gelir. Osmanlı Devleti karantina usulünü uygulamaya başladığında bu kelimenin yerine daha çok “usûl-i tehaffuz”, karantina yeri olan lazaret veya lazarettoya karşılık da “tehaffuzhâne” tabiri kullanılmıştır.. Hatırlamakta fayda var ki Avrupa’da yaşanan salgınlar da bir çırpıda ortadan kalkmamıştır. Avrupa’da vebanın alınan önlemler sayesinde artık görülmeyeceğinin düşünüldüğü bir dönemde (1720-22) Marsilya’da yaşanan veba, yetkililerin önlem almada ticari gelir kaybından duydukları kaygı ve bir anlık tereddüt etmeleriyle, şehir ve havalisi için çok yıkıcı bir salgın anlamına gelmişti… TEDBİRLERİ GEVŞETMEYELİM

Bu durumu özellikle belirtiyoruz ki, Tarihin tekerrür ettiğini bugünde görüyoruz.. Tedbirleri biraz gevşettiğinizde her türlü salgın hastalık küllerinden yeniden doğuyor ve öldürmeye devam ediyor… 1918-20 lerde ortaya çıkan İspanyol Gribi, savaşla beraber dünyayı kasıp kavuruyordu.. Bizde karantina, kordon, dezenfeksiyon, mezarlıkların şehir dışına çıkarılması (defn-i envat), yurtdışından sayı//70// mayıs 12


yabancı uzman getirtilmesi ve yetişmiş sağlık personelinin artırılması gibi uygulamalar ve sağlıkta kurumsal modernleşme çabaları, Osmanlı’nın yıkılışına kadar görülmeye devam eden veba salgınlarının giderek azalmasına çok önemli katkılar yapmıştır. Osmanlı devlet adamları salgın hastalıklarla mücadelenin bu türden önlemler ve organizasyon gerektirdiğini düşünmüşlerdi.1840’lardan sonra alınan önleyici tedbirler sayesinde salgınlarla mücadelede önemli bir yol kat edildiği kuşku götürmez. Düzensiz bir hâlde uygulanan karantina usulünü,Paris’te toplanan uluslararası ilk sağlık konferansında modern bir yapıya kavuşturmaya dair ilk adım atılmış, 1866’da İstanbul’da düzenlenen sağlık konferansında ise bilimsel karantinanın esasları tespit edilmiştir. Bunu izleyen diğer konferanslarla da karantina muameleleri milletlerarası anlaşmalarla garanti ve standart altına alınmıştır. Osmanlı Türkçesinde, karantinaya karşılık usul-ı tahaffuz, karantina mahalleri için ise tahaffuzhane terimleri kullanılmıştır. Tahaffuzhaneler, bir şehre salgın hastalığın bulaşmasını veya buradan başka yerlere sirayetini engellemek üzere, şehre giriş ve çıkış yapacakların sağlık durumlarını kontrol altında tutmak için kullanılan mekanlar.. Belirli bir süre gözetim altına alındığı, bu gözetim sırasında yapılan muayenelerle şüphe çekici durumu saptananların sağlıklılardan ayrılması için alıkonulup tedavi edilmeye çalışıldığı yerlerdi. Tahaffuzhaneler tüm salgın hastalıklar, ama özellikle veba ve kolera için yapılmış mahaller olup Osmanlı Sıhhiye Meclisi’nin tesis edildiği günlerden itibaren, bu ülkenin topraklarında kurulmuş önemli sağlık kuruluşlarıydı. Bunlardan bazıları yalnızca hastalıkların salgın hâlini aldığı zamanlarda kullanılan geçici tesislerken, bazıları ise uzun yıllar kullanılan, bir nevi salgın hastalıklar için teşkil edilen özel hastaneler olarak görev yapmıştır. Bunlardan Osmanlı Devleti’nde XIX. yüzyılda hizmet verenler içinde ilk akla gelenleri Kamaran, Beyrut, Basra, Trablusgarp, Klazomen, Sinop ve Kavak Tahaffuzhaneleridir. İLK TAHAFFUZHANELER

1831’de İstanbul’da ve 1835’te Çanakkale’de kurulan geçici tahaffuzhaneler istisna edilirse, 1838 sonlarından itibaren, Meclis-i Tahaffuz

emrine verilen İstanbul’daki Kuleli Kışlası ilk tahaffuzhane sayılır. Tahliye edilene kadar Sıhhiye Nezareti’nin idare merkezi de olan bu mekân 1842’ye kadar kullanılmış, sonrasında Akdeniz’den gelen gemiler Çanakkale’de, Karadeniz’den gelenler de Anadolukavağı’nda karantinaya alınmaya başlanmıştır. KIZKULESİ TAHAFFUZHANESİ

Osmanlı Devleti'nde ilk karantina uygulaması Sultan 2. Mahmud döneminde yapıldı., 1831 yılındaki büyük kolera salgını sırasında bir karar alındı; "Alınan karara göre İstanbul'a gelen bütün gemiler Boğaziçi'nde bekletilecekti. 2. Mahmud'un iradesiyle Mustafa Nazif Efendi müstakil olarak karantina işiyle görevlendirildi. Karadeniz'den İstanbul'a gelecek İslam gemilerinin Büyük Liman'da, diğer devlet gemilerinin İstinye Körfezi'nde 5 gün karantina altında tutulması kararlaştırıldı. Bu arada vebalı hastalara Maltepe Hastanesi'nde ve Kız Kulesi'nde "usul-ı tahaffuz" uygulandı. Kız Kulesi'nde vebalı hastaların tedavisiyle uğraşan Antuvan Lago'nun karantina usulünün Avrupa'da tatbiki ve bulaşıcı hastalıklarla mücadele hakkında yazdığı risale, daha sonra karantina teşkilatının kurulmasında etkili oldu. Osmanlı sarayı, başta veba ve diğer salgın hastalıkların tahribatından korunmak için en önemli tedbir olarak görülen karantinaların teşkiline böylece karar vermiştir. Hıfzıssıhha kavramının yine aynı dönemde kullanılmaya başlanması ve önemini artırması da bu uygulamaların hayata geçirilmesi sayesinde olmuş hem devlet eliyle hem de gazeteler yoluyla toplumda bir kamu sağlığı bilinci oluşturulmaya çalışılmıştır. Karantina Meclisi (Meclis-i Umur-ı Sıhhiye)’nin ilk uygulamalarında, doğal olarak öncelikle İstanbul’un salgın hastalıklardan korunmasının amaçlandığı görülmektedir. Karantina önlemleri alınırken, bir taraftan da başkent ve çevresinin sağlık durumu kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. İstanbul’da yaşamını yitirenlerin defnedilmesi hakkında, meclis tarafından hazırlanan tezkirelerin kullanılmaya başlanması da önemli bir gelişmeydi. Buna göre, şehirde salgın hastalık ortaya çıktığı zamanlarda, hangi hastalıktan olursa olsun ölümler meydana geldiğinde, durum Karantina Meclisi’ne ihbar edilmeye başlandı. Böylece salgın hastalıkların ortaya çıkışından vakit kaybedilmeden haberdar 13


olunması ortamı sağlanarak, yerin meclisin tembihine göre temizlenmesi usulü getirildi ..1850 yılında ise, İstanbul dâhilinde sıklıkla mevcut olan mezarlıklara ölü gömülmesi yasaklanarak, cesetlerin şehir dışındaki kabristanlara gömülmesi için defn-i emvât nizamnamesi yayınlandı.. Osmanlı Devleti’nde yaşanan çoğu salgının başlangıcıyla ilgili kesin bir şeyler söylemek imkânsızdır. Dezenfeksiyon uygulamaları şehirlerdeki salgınların kökünü kazıyan muhtemelen en etkili yol oldu.. VEBAYA KARŞI AŞI BULUNMASI

Müderris Refik ve Mustafa Hilmi tarafından 1920 yılında bu aşı hazırlanabilmiştir Korunmak için olmasa bile vebalıların tedavisinde, yine XX. yüzyılın başlarından itibaren Paris’ten ithal edilen serumların kullanıldığını da belirtmek gerekir. *TAHAFFUZHANE- BEYKOZ ANADOLU KAVAĞI TAHAFFUZHANESİ

Son günlerde koronavirüs yüzünden sıkça duyulan bir kelime olan karantina ile Beykoz 1842 yılında tanıştı. Dünyada bulaşıcı hastalıkların yaygın olduğu 1842 yıllarında, Karadeniz üzerinden Osmanlı topraklarına deniz yoluyla gelecek hastalıklardan korumak için Beykoz’da Kavak Tahaffuzhanesi kuruldu. Hastalık şüphesi olan yolculara ilk olarak burada gerekli tıbbi müdahaleler yapılırdı. . Böylelikle salgının payitahta bulaşması engellenmeye çalışılmıştır. Osmanlı Devletinde bir şehre salgın hastalığın bulaşmasını veya buradan başka yerlere yayılmasını önlemek üzere şehre giriş ve çıkış yapacakların sağlık durumlarının belirli bir süre gözetim altına alındığı, hasta olduğu tespit edilenlerin ise tedavi edilmeye çalıştığı önemli merkezler olan tahaffuzhaneler kurulurdu. 19. yüzyılda, Beykoz civarındaki Serviburnu’nda inşa edilen karantina binaları;Kadınlar hastahanesi, gerektiğinde kullanılmak üzere hazır tutulan karantina barakası, erkekler hastahanesi, binanın tam altında doktorlara ve eczacılara mahsus daire, aynı binanın alt sağ tarafında mutfak ve çamaşırhane, en sağda da yüzden fazla kişiyi alabilecek karantina binası var. 1920 de Bolşeviklerden kaçan binlerce beyaz Rus gemilerle İstanbul’a geldiklerinde Bu tahaffuzhane çok faydalı oldu, hatta yetmedi onlarca gemi boğazda karantina olarak getirdikleri insanlar ile beraber bekletildi.. Anadolu Kavağı Tahaffuzhanesi şuan Deniz sayı//70// mayıs 14

Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı SAT Grup Komutanlığı sınırları içerisinde kaderine terk edilmiş durumda. *TUZLA TAHAFFUZHANESİ

Türkiye’de korona virüs salgını sonrası karantina şartlarının nasıl olması gerektiği tartışma konusu olmaya devam ederken Osmanlı döneminde Tuzla’da kurulan ilk karantina merkezi yeniden gündem oldu. Korona virüs salgını sonrası Türkiye’de karantina şartları tartışma konusu olmaya devam ederken, Osmanlı döneminde salgın hastalıklarla nasıl mücadele edildiği yeniden gündem oldu.. Osmanlı döneminde "Tahaffuzhane" adı verilen karantina merkezlerinin en bilinenlerinden Tuzla Tahaffuzhanesi, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Denizcilik Fakültesinin de içinde yer aldığı Tuzla liman bölgesinde bulunuyor. İTÜ'den yapılan açıklamaya göre, yeni koronavirüs salgını karantina uygulamalarını gündeme taşırken, dünyanın çeşitli dönemlerinde yapılan karantina uygulamalarının Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk dönemlerinde bilinen ilk örnekleri Tuzla ve Urla'da yer alıyor. İTÜ Denizcilik Fakültesi Öğretim Görevlisi Dr. Sinan Çakır; 19. yüzyılda bütün dünyayı etkileyen kolera, veba, tifo, tifüs, çiçek, sarıhumma, lekeli humma gibi salgın hastalıkların yayılmasını önlemek için Osmanlı döneminde Tuzla'da ve İzmir Urla'da karantina işlevi görecek iki tahaffuzhane (karantina merkezi) kurulduğunu belirtiyor makalesinde... Tuzla Tahaffuzhanesi, 19.yüzyılın sonlarında yaygınlaşan salgın hastalıklara karşı sınırlayıcı ve koruyucu bir önlem olarak devlet tarafından kurulmuştur. 1892'de tamamlanarak hizmete girdiği kayıtlarda mevcut, "Tuzla Tahaffuzhanesi Yunanistan'dan ve Bulgaristan'dan göç eden vatandaşlarımızın ilk ayak bastığı yer olmuş. Lozan mübadillerinin değişim kararı neticesinde gelen vatandaşlarımızın sağlık sorunları burada çözülmüş ve sağlıklı olanlar buradan Anadolu'ya yerleştirilmiş." Denizcilik Fakültesinin bulunduğu Tuzla liman bölgesinin, 1890'dan 1935'e kadar tahaffuzhane olarak hizmet verdiğini anlatır İTÜ ö.üyesi Çakır; Başta kolera olmak üzere sıtma, tifo ve veba gibi bulaşıcı hastalıkları kontrol edebilmek için Anadolu’dan kara ve deniz yoluyla İstanbul’a gelen yolculara karantina uygulanan Tahaffuzhane’de, tebhirhane binası, kadın ve erkekler için ayrı ayrı düzenlenmiş


iki hastahane, revir, yönetim ve karakol binaları ile konaklama amacıyla kullanılan barakalar yer almaktaydı. Günümüzde İTÜ Denizcilik Fakültesi Tuzla Kampüsü içerisinde kalan, Tuzla Tahaffuzhanesi’nden bugün sadece tebhirhane, revir ve yönetim binaları ayaktadır, Bu yapılar da zaman içinde aldıkları ekler ve geçirdikleri değişikliklerle özgün görünümlerinden oldukça uzaklaşmışlardır. Döneminin önemli tarihi olaylarına tanıklık eden bu yapılar topluluğu, Osmanlı Dönemi’nin sağlık örgütlenmesi ve tıp tarihi, göç ve mübadele tarihi ile endüstri arkeolojisi açısından taşıdığı önem nedeniyle 2012‘de “korunması gerekli kültür varlığı” olarak tescil edilmiştir. Tuzla Tahaffuzhanesi'nin, o dönemde en korkulan salgınlara yol açan veba ve kolera gibi hastalıkları taşıdığından şüphelenilen gemilerin yolcu ve mürettebatlarının, karaya ayak basmadan önce tahaffuzhanelerde muayene edildiğini ve dönemin uygulaması gereği topluca ilaçlanırdı.. Salgın hastalık belirtisi gösteren, karayoluyla veya deniz yoluyla gelen insanların önce tahaffuzhaneye getirilerek doktor kontrolünde, kıyafetleri de dahil olmak üzere dezenfekte edildiğini belirten Dr. Çakır, şöyle devam etti: "Sadece hastalık belirtisi göstermeyenlerin İstanbul'a giriş yapmasına izin veriliyordu. Eğer hastalık belirtisi söz konusu ise 14 gün karantina süresi sonunda, hastalığın görülmemesi ya da geçmesi durumunda tekrar İstanbul'a giriş yapmalarına izin veriliyordu. Bu bölge o dönem, hastane gibi işlev gören merkezlerden biri olarak tarihe geçiyor." *HADIMKÖY TAHAFFUZHANESİ

Osmanlı Devleti'nde karantinanın ortaya çıkışı, uygulama alanları, oluşturulan teşkilatlara ilişkin bilgilerin verildiği bir sempozyumdan çok istifade ettim; Balkan Savaşı yıllarına ait Kızılay’ın koleralılar için hazırladığı Hadımköy Hastanesi (Tahaffuzhane) önemlidir, bugün tekrar restore ediliyor.. Özellikle 19. yüzyılın karakteristik hastalığı olan kolera, sağlık teşkilatlarının kurulmasını hızlandırdı ve sağlık alanında milletlerarası iş birliği ve antlaşmalar yapılmasını sağladı… "İstanbul, Bilad-ı Selase ve Boğaziçi'nde hangi hastalıktan ve hangi milletten olursa olsun ölümlerde Karantina Meclisi'ne haber verilmesi ve meclisten tezkire alınmadıkça ölülerin defnedilmemesi kural haline getirildi. Karantina tatbikatında her millet için ayrı

ayrı hastane yapımı gerektiğinden hastaneleri olmayan Yahudilere ve Karaimler'e Hasköy'de kendi hastanelerini yapma izni verildi. Henüz karantina binaları inşa edilmemiş olduğundan karantina icrası için Tersane-i Amire'den bir gemi alınıp Galata'da Kurşunlu Mahzen önünde personeli belirlenerek hizmete başlandı. Bu gemide hastalık baş gösterince eski gümrük binası karantinahane olarak düzenlendi. İstanbul'a dışarıdan gelip giden gemi yolcularına verilen mürur tezkirelerine geldikleri yerdeki sağlık durumunun yazılması da usul haline getirildi. İstanbul dışında Bursa, Trabzon, Midilli, Siroz, Çanakkale gibi pek çok yerde karantina noktaları kuruldu. Anadolu ve Rumeli sahillerinden İstanbul'a gelecek bütün yerli ve yabancı gemiler, tekneler ve bunların yolcuları karantina tezkiresi soruldu." 1866 yılında İstanbul'da toplanan milletlerarası sağlık konferansında alınan karar üzerine özellikle koleranın ortaya çıktığı yer olan Hindistan ve Uzak Doğu'dan gelen gemiler ve yolcuların karantinaları için Kızıldeniz'in girişinde Kamaran Adasında Osmanlı Tahaffuzhanelerinin en büyüğü olan Kamaran Tahaffuzhanesi kuruldu..Tarihin derininde salgınlar ve tedbirler böyle imiş..Corona dan sonra neler anlatılacak? KAYNAKÇA:

*Ahmet Mithat, “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’de Karantina Yani Usul-ı Tahaffuzun Tarihçesi”, Salname-i Nezaret-i Hariciye, sene 1318, 445; Yıldırım, Nuran, “Tanzimattan Cumhuriyete Koruyucu Sağlık Önlemleri”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, V,. 1324. *Mesut Ayar - Yunus Çelik..Prof.Dr.Gülden Sarıyıldız,(İ.Ü.ed.Fa.) makaleleri..Halil İnalcık.İst-Türk devri.. Prof.Dr.Yeğen Kara İTÜ. 15


YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

ŞAM -2Cemal Paşa'nın vali olduğu dönemde bölgedeki Araplara değil de bölgeye sürgün edilen Ermenilere önemli katkıları olur. Dündar’a göre; Kendisine göre, "Cemal'in Ermenileri” denilen "150.000 Ermeni”yi, Hama ve Şam arasındaki bölgede iskân ederek hayatlarını kurtarmıştır. Hüseyin YÜRÜK

indley, son dönem Arap topraklarında yaşanan dramı da şöyle anlatıyor: Suriye ve Lübnan'da yetimlerin sayısı o kadar arttı ki, 1914'ten önce yetimlerle akrabalar ilgilendiği için neredeyse hiç rastlanmayan yetimhanelerin sayısı 1918’e gelindiğinde yirmiye yükselmişti. Anadolu ve Suriye gibi geniş bölgelerde gözlenen yüzde 18 ilâ 20'lik ölüm oranı, Fransa ve Almanya'nın savaş dönemindeki yüzde beşin altındaki kayıplarıyla karşılaştırıldığında son derece çarpıcıdır (Findley,2015:233-234). Dönemin Halep Valisi Hüseyin Kazım Kadri bu anlamdaki tesbitlerini şöyle naklediyor: Harb-i Umumi'den bir buçuk sene evvel, her şeyden kat –ı alaka ile Beyrut'a hicret ettim ve Mütarekeden altı ay sonraya kadar orada kaldım.Bu sayede, dördüncü ordu kumandanı Cemal Paşa'nın bütün icraat ve harekatını reyu'l-ayn gördüm ve birçok hakikatlara muttali oldum. Uzun seneler zarfında, Suriye'nin tarz-ı müdafaasını, Cemal Paşa'nın zulümleri, ifratperverlikleri ve bi-payan gafletleri yüzünden koca bir kıtanın elimizden nasıl çıktığını görmüş ve anlamıştım (Kadri,2000:216). Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun Generali Pomiankowski, 1.Dünya Savaşında bu topraklarda gördüklerini şöyle anlatıyor: Suriye'deki şartlar, 1915-1916 kışında nâmüsait bir vaziyet almıştı. Aslında sayıca kâfi gelmeyen trenlerin, asker sevkiyatında kullanılması, yurtiçi tahıl nakliyatını önemli ölçüde aksatıyordu. Nitekim 1915-1916 yıllan kış ortasında pek çok insan ekmeksiz kalarak açlıktan kırılmıştı. Ayrıca o vakit Lübnan'da da 150 bin kişinin açlıktan öldüğü söyleniyordu (Pomiankowski,1997:160-161). Şam’daki durum da Beyrut’tan farklı değildi. Bazar'da duvar diplerinde yatmış inleyen 15 kadar çıplak çocuk gördük. O sırada işini bitiren bir satıcıya, bu çocukların nesi olduğunu sordum. Satıcı da cevap olarak, bu çocukların açlıktan ayağa kalkacak dermanı olmadığını söyledi. Bu yüzden onlar akşamları Bazar'da ayak altında bulunmasınlar diye yan yana duvar diplerine konuyormuş. Bu şekilde acı çekerek ölenlerin cesetleri ertesi sabah dışarı taşınıyor ve münasip bir yere gömülüyormuş (Pomiankowski,1997:181) . Cemal Paşa'nın vali olduğu dönemde bölgedeki Araplara değil de bölgeye sürgün edilen

sayı//70// mayıs 16


Ermenilere önemli katkıları olur. Dündar’a göre; Kendisine göre, "Cemal'in Ermenileri” denilen "150.000 Ermeni”yi, Hama ve Şam arasındaki bölgede iskân ederek hayatlarını kurtarmıştır (Dündar,2008:328). Osmanlılar, dört yıl süren savaş şartlarının oluşturduğu zorluklara mâruz kalan Şam’dan Eylül 1918 sonunda çekildiler.7 Mart 1920’de toplanan Suriye Kongresi, Emir Faysal'ı Suriye Kralı olarak ilân etmiş, fakat idareyi alan Fransızlar duruma koyarak Suriye'yi Şam, Halep ve Alevî bölgesi adı altında üçe bölmüşlerdir. O zamana kadar Nusayri adıyla anılan bölge insanları, Fransa'nın çıkardığı "Alevi” başlığı altında Lazkiye merkezli bir devletçik kurmuşlardı. Münevver Ayaşlı bu devletin kuruluş törenin şahitlerinden biri olarak yaşanan trajikomik olayı şöyle naklediyor: Irak Haşimi Kralı Faysal’ın taç giyme merasimini, kral ve yakınlarının, eski Prusya üniformaları içinde, Fransız aşçısının yaptığı yemeklerle ve Viyana’dan getirtilen bir orkestranın çaldığı valslerle tesid ettik (Ayaşlı,2003:50). Selahaddîn Eyyubî'nin bu şehirde gömülerek türbesinin önemli bir ziyaretgâh olmasından sonra birçok kişi buraya teveccüh etmiş, büyük nakşî şeyhlerinden tarik-i nakşibendiyyenin Halidiye kolunun kurucusu Mevlâna Halid-i Bağdadî Hazretleri de Muhyiddin-i Arabî'nin hemen yakınına Cebel-i Kasyûn'a defn edilmiştir. Son padişah Vahideddin Han da öldüğünde Şam'a gömülmek istediğini bir vasiyetnâme olarak belirttiğinden, bir mücadele sonucunda Şam'daki Mimar Sinan olan Selimiye (Süleymaniye) Camii haziresine defnedilmiştir. ŞAHİTLİKLER

Enver Paşa ile 1916 yılında Şam’ı ve diğer bazı komşu vilayetleri ziyaret eden general Joseph Pomiankowski, Şam’da şahit olduğu olayları şöyle anlatıyor:(……) Kaldığımız Viktorya otelindeki misafirliğimiz verilen mutad ziyafetler ve nazik konuşmalarla geçti.25 Şubat günü Cemal, hazır tutulan birliklere, şehir dışındaki bir yerde resmi geçide için emir verdi. Resmi geçide, çok sayıda tabur ve bataryaların yanında develi askerler, develer üzerine bindirilen sağlık ekipleri, teknikordonat personeli katıldı. Enver Paşa, süvari develi alayında bazı değişiklikler yaptırdı. Bu

yenilikler büyük ölçüde doğrulukla uygulandı. Develerin üzerinde yaralıların taşınması, arka arkaya koşulu iki deve tarafından ağır yükün (top namluları) taşınması büyük ilgi uyandırdı. Eğer birlikler tümüyle geçit resmi için talim edilmiş olsaydı, tören askeri açıdan daha etkili olurdu.Öğleden sonra şehirde Cemal'in idaresi altındaki askeri müesseseleri, muhteşem Ümeyye Camiini, Cemal tarafından yaptırılan bir yetimhaneyi ve öteki müesseseleri ziyaret ettik (Pomiankowski,1997: 180-181). (….) Öğleden sonraki zamanı, şehrin gezilecek yerleri için ayırdık. Bu arada muhteşem Ümeyye Camiini, zengin Arap ailesi Azim'in konağını, ardından da son derece ilgi çekici Bazar'ı ziyaret ettik.Beyrut’ta olduğu gibi Şam'da da halk genellikle sefalet içindeydi. Her yerde yarı çıplak dilencilere ve avare avare dolaşan çocuklara rastlamak mümkündü. Bunlardan çoğu, yağmur ve kardan korunmak ve biraz yiyecek bulabilmek için Bazar'ı doldurmuştu. Kudüs gibi (785 m.)deniz seviyesinden 681 m. yüksekte bulunan Şam'ın sert iklimi vardı. Şehirde gündüz hava sıcaklığı kaldığımız sürece sıfırın üstünde 4 dereceyi geçmiyordu. Hava o kadar soğuktu ki, paltolarımızı giymeden yapamıyorduk. Ne evleri ısıtacak bir soba veya benzeri bir cihaz, ne de palmiye ağaçlarından başka yakabilecek bir şey vardı (Pomiankowski,1997: 181-182-183). Şam’da öğrenci olarak bir süre ikamet etmiş Rahmetli Haluk Dursun, bu şehre ait tesbit ve gözlemlerini şöyle naklediyor: Lise yıllarımın bende en çok iz bırakan ve beni yönlendiren kişisi merhum Fethi Gemuhluoğlu oldu.'Tarihçi” olmak istiyorsan, hele 'Yakınçağ tarihçisi" olacaksan öyle sadece 17


kütüphanede masa başında kitap karıştırmakla, arşiv belgeleri okumakla yetinmeyeceksin! Osmanlı'nın ruhunu tanımak için coğrafyasını keşfe çıkacaksın ve önce Şam'a gideceksin demiş ve sonra ilave etmişti: "Evvel-i fitne Şam, ahir-i fitne Şam." Fakülteyi bitirir bitirmez de bir yolunu bulup Şam'a gittim. Böylece Türkiye dışındaki Osmanlı coğrafyası gezilerim başladı.Halep'ten Hama'ya, Humus'tan Rakka'ya, Deyrizor'dan Lazkiye'ye, Tartus'a Suriye'yi arşınladım. Cebel-i Aleviyyun'da Nusayrileri, Patrikhane'de Süryanileri, Cebel-i Dürüz'de Süveyda'da Havran Dürzilerini yerinde gördüm inceledim. Şam'da Salihiye Mahallesinde yaşayan son Osmanlıları tanıdım, hem de sadece Müslüman Osmanlıları değil! Hamidiye Çarşısı'nda İstanbul aşığı Türk dostu Ermenileri de (Dursun,2003:12). Haluk Dursun şöyle devam ediyor: Türkiye Nakşibendiliği için, Şam'ın başka bir tepesinde (Cebel-i Kasyun) bulunan diğer türbe de çok büyük önemi haizdir. Halid-i Bağdadî Hazretleri, Nakşiliğin Halidiye kolunun pîri ve Anadolu'ya yayılmasını müessiridir. Sultan II. Abdülhamid'in Hamidiye Çarşısı'ndan sonra bir diğer unutulmaz eseri de Şam'daki Hicaz demiryolu istasyon binasıdır. Tüm bu unsurlarla özellikle II. Abdülhamid'in Müslümanlar üzerindeki tesir çok müsbettir (Dursun,2003:20-21). Haluk Dursun’dan Şam’ı dinlemeye devam edelim: Ben de bu mukaddes şehri gezmek amacıyla önce hiç kimseye sormadan kendi başıma Muhyiddin-i Arabi Hazretleri'nin türbesini buldum. Sonra, Şeyh-i Ekber'i ve aynı yerde medfun bulunan Cezayirli Emir Abdülkadir'i, biraz ötede Anadolu'ya Nakşibendiliğin Halidiye kolunu yayan Şeyh Halid-i Bağdadî'yi ziyaret ettim. Biliyoruz ki Şam, mutasavvıfların çok rağbet ettikleri bir şehirdir. Bunlar arasında kendine ilk sofi adını veren İbn-i Hâşim, yine ilk mutasavvıflardan İbrahim Ethem, Şems-i Tebrizî, Hacı Bayram-ı Veli, Molla Güranî, Aziz Mahmud Hüdaî, İsmail Hakkı Bursavî ve Kuşadalı İbrahim Halvetî bulunmaktadır. Yani Şam: "Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn"dir. (Mekânın şerefi, mekin -oturan- iledir.) Şam'ın tarihî meydanında Barada Nehri kıyısında mimarbaşı Koca Sinan'ın Kanunî sayı//70// mayıs 18

Sultan Süleyman ve II. Selim için yapmış olduğu büyük külliye vardır. Çift minareli, kare planlı, renkli taşlı camisi, medresesi, tekkesi ve orta avludaki havuzuyla ne hoş bir mekândır. Camide keşfetmekten büyük zevk duyduğum bir diğer bölüm ise haziredeki Hanedan-ı Al-i Osman ile Sultan Vahdeddin'in mezarlarıydı. Son padişah, külliye pek mütevazı bir mezarda yatmaktadır. Külliyenin vakıf dükkânlarında Şam'ın meşhur sedef işlemeleri, tezhip antikalar satılır ise de, esas ticaret merkezi Sultan II. Adülhamit'in yaptırdığı Hamidiye Çarşısı'dır. Osmanlı eserleri Şam'da hemen her köşede görülebilecek kadar çoktur. Zaten Osmanlı, damgasını yüzyıllar boyunca Şam'a vurmuştur. Bu etki, Hamidiye, Süleymaniye, Midhat Paşa gibi mahalle isimlerinde bile kendini hâlâ göstermektedir. Ayrıca Şam'da Selahaddin-i Eyyubi'nin türbesi ve dibindeki Türk Şehitliği, Azimzadeler'in Sarayı ve tabii özellikle Cemil Meriç'in, Şam'a gelmeden önce kendisi için namaz kılmamı istediği Emevî Camii görülmezse olmaz yerlerdendir (Dursun,2003:220-221). Hâlbuki daha Cumhuriyetimizin ilk yıllarına kadar Halep'te, Şam'da, hatta Lübnan'da Türkçe neşriyat yapılıyordu. Lübnan-Cünye'de feylesof Rıza Tevfik, Şam’da ve Halep'te Türkçenin üstatlarından Refik Halit ve yine Halep'te, matbuatımızın ağır toplarından Refi Cevad (Ulunay) ile Mevlanzâde Rıfat Bey çok tanınmış şahsiyetlerdi.

KAYNAKLAR

• Ayaşlı Münevver,(2003),Geniş UfuklaraveYabancı İklimlere Doğru,İstanbul:Timaş Yayınları. • Dursun A.Haluk,(2003),Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları, İstanbul: Ötüken Yayınları • Dündar Fuat, (2008), Modern Türkiye’nin Şifresi, İstanbul: İletişim Yay,Findley Carter V,(2015), Modern Türkiye Tarihi,İslam Milliyetçilik ve Modernlik,1789-2007 İstanbul:Timaş Yayınları • Kadri Hüseyin Kazım, (2000),Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Hatıralarım, İstanbul: Dergah Yay • Pomiankowski Joseph,(1997),Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü, İstanbul: Kayıhan Yay


ÇOK ÇALIŞMAYI VE SÜREKLİ

ÜRETMEYİ ÖĞRENMEK

Ülkelerde bütün insanların, hızlandırılmış hayat boyu öğrenmeye, dört elle sarılmaları ve büyük ilgi göstermeleri, ülkelerin olduğu kadar, dünyanın toplam üretim gücüne, önemli katkıda bulunacaktır. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

ürk ve İslam dünyasının üstesinden gelemediği, üretim güçsüzlüğünü yenmenin, hiç değişmeyen iki altın kuralı vardır: Öğrenmek ve üretmek. Dünyanın hiçbir yerinde, öğrenmesini öğrenenler, üretim yoksulu olmazlar. Bunun için bütün ülkelerin, ekonomik ve kültürel üretimsizliğin, beslendiği kaynakları kurutmak gerekir. Hayatın her alanında, doğumdan ölüme, ömür boyu öğrenme ve kesintisiz üretme, büyük önem taşır. Batı ülkeleriyle Doğu ülkelerinin, öğrenme ve üretme yetenekleri karşılaştırıldığında, aralarında giderilmesi yıllar alacak, büyük farklılar olmadığı görülür. Avrupa ülkelerinin öğrenme ve üretme yetenekleri, Asya ülkelerinin öğrenme ve üretme yeteneklerinden, çok daha ileri değildir. Kuzey ülkeleri gibi, Güney ülkeleri de, ömür boyu öğrenmeyi kurumsallaştırarak, dünyanın öğrenme ve üretme gücünü yakalamanın, yollarını ve yöntemlerini kısa zamanda bulurlar.

*TC.Maltepe Üniversitesi

Ülkelerin üretim gücünün temelinde, doğal kaynaklar değil, öğrenmeyi ve üretmeyi görev bilen, insan kaynakları vardır. Toplumların bütün kesimlerinde, bütün kurumlarında, bütün kuruluşlarında, hayat boyu öğrenme, bir ölüm kalım sorununa dönüşmüştür. Ülkelerde bütün insanların, hızlandırılmış hayat boyu öğrenmeye, dört elle sarılmaları ve büyük ilgi göstermeleri, ülkelerin olduğu kadar, dünyanın toplam üretim gücüne, önemli katkıda bulunacaktır. Hayat boyu öğrenmede sınır yoktur. Dünyada insanlar öğrenirken, bütün insanlığın bilgi ve bilgelik birikiminden yararlanırlar. Bütün dünyanın aynı birikimden yaralanmasına karşılık, insanlığın bilgi birikim azalmaz. Bu yüzden toplumun bütün kesimlerinde öğrenmek ve üretmek, ekonomik zenginliğin ve kültürel derinliğin yolunu açarak, insanlara büyük bir özgüven kazandırır. Öğrenmenin ve üretmenin bir alternatifi yoktur, geri dönüşü olmayan, sürekli gelişen bir süreçtir. Ülkeleri küresel pazarlara, hayat boyu öğrenmeyi ve üretmeyi, vazgeçilmez bir sorumluluk olarak gören, hayatın içinde eğitim almış, dünya standartlarında ürün, hizmet ve bilgi üretmesini, bilen kuşaklar taşımaktadır. Onlar ülkelerin ürettikleri bilgileri, hizmetleri ve ürünleri, dünya pazarlarında aranılır hale getirirler. Dünyada üretim gücünü büyütmek, bir sermaye işi değil, bir öğrenme işidir. Üretim güçsüzlüğünü gidermede, sermaye gereklidir ancak, hiçbir zaman yeterli değildir. Öğrenmeyi ve üretmeyi hayat boyu devam eden bir eyleme dönüştürmeden, ekonominin değişik kesimlerinde, üretim gücünü büyütmek mümkün değildir. Hem kültürel, hem ekonomik, hem siyasal alandaki dönüştürücü güç, eğitimle gelişir ve zenginleşir. Eğitim temeli çürük olan bir ülkenin, hiçbir kurumu, hiçbir kuruluşu sağlam olmaz. Eğitimi her kapıyı açan anahtar yapan, dinamik yapısıdır. Eğitimde güç, bilinmeyenleri bilmeden kaynaklanır. Dünyada üretim eğitimin ödülüdür. Ekonomide üretim öğrenmeye yeni yöntemler, öğrenme üretime yeni ürünler kazandırır. Dünyada üretim süreklidir, üretmeyen toplumlar, üretenler tarafından denetilirler. Kültür ekonomiyle bütünleşirse, yerel ürünler küresel ürünlere dönüşürler. 19


NAKKAŞHÂNE VE TARİHİ NAKŞEDENLER –I-

Nakkaş mimar Semih İrteş, nerdeyse tamamı sanatkâr, nakkaş olan bir ailenin ferdidir. Babası Sabri İrteş, son devrin ünlü nakkaşıdır ve adı dünyada bilinmektedir. Kâmil UĞURLU

smanlı toplumu, hayati ihtiyaçlarını temin ederken sanatlı bir düzeni hiç ihmal etmedi. Malzemeyi sadece görünen boyutlarıyla değil, üçüncü boyutuyla düşündü ve ona şekil verdi. Şüphesiz bunda, etkisi çemberinde bulunduğu tasavvufun ciddi payı vardı. Fakat İslâmla şereflenmeden önce de bozkırın kıt imkânlarıyla, eline geçen malzemeyi ihtiyacına böyle çevirmekteydi. Meselâ “At” onda öyle bir malzemeydi ki, onun üzerine geliştirdiği kültür, edebiyat dünyasında koca bir okul oluşturmuştur. Bugün Asya aksındaki en mütevâzi pazarlarda bile “eğer” yani at koşumunun bir tek parçası üzerine sergiler görülür. Belki yüz çeşidiyle karşılaşılır. En küçük bir parçasının, meselâ bir düğmesinin üstünde nakış görülür. Ve erbabı, o nakış ile onu yapan sanatkârın şifresini çözer, “eğerin” bahasını ona göre biçer. Bilmeyenin nezdinde üç kuruş olan eğerin değeri, onun indinde dünyalar kadardır. Yani bizim insanımız, İslâm öncesi ve sonrası, etrafını saran tabiatla (ve onun nisbetleriyle) hiç yarışmamış, onunla nisbetleşmemiş, kavga etmemiştir. Bu, ne kadar önemli bir özelliktir. İslâmî devirde de, yaşama düzenini ve mekânlarını kurarken “tabiatın bütün kudret ve hayatiyetini nefsinde toplamış, onları İslâmın ışıklı ve muhteşem mirası ile mezcetmiştir.” Batı mimarlığında da, doğu mimarlığında da tezyinat, Türk-İslâm mimarlığından daha farklı bir anlayışla ele alınmıştır. Batı, en eski çağlardan beri garip bir antik aşkıyla hareket eder. Binaların dış ve iç yüzeylerini rasyonel olmayan antik motiflerle doldurur. Üç boyutlu elemanlarla mekânı süslemeye ve orada bulunanları etkilemeye çalışır. Duvarlarda ve tavanda hikâye anlatmaya meraklıdır. Bu sebeple figürler kullanmıştır, heykeller, heykelcikler kullanmıştır. Doğu mimarlığında da durum farklı değildir. Tezyinata bazan o derecede önem verilmiş, zaman ve zemin ayrılmış, malzemeye o kadar çok para harcanmıştır ki, bazan o tezyinâtın maksadı unutulmuş, süslemeleri binanın önüne geçmiş, onu gölgede bırakmıştır. Bu da istenen veya beklenen sonuç değildir. Türk mimarlar ve onların yanıbaşındaki nakkaşlar, Anadolu’dan başlayarak Bursa’da,

sayı//70// mayıs 20


Edirne’de ve nihâyet İstanbul’da, daha önceki mimarlık eserlerinde uygulanagelmiş olan, mantıklı, “sadre şifâ” işe yarar, rasyonel prensiplerle yaşayacakları mekânları yaptılar ve buraları daha gönül alıcı kılmak için tezyin ettiler. Başlangıcından itibaren her döneminde tezyinat, binayı tamamlayan, onu güzelleştiren bir unsur olarak kabul edilmiş ve binanın önüne geçirilmemiştir. Meselâ Bursa’da, Yeşil Cami’de dış duvarlarda pencere söveleri tezyin edilmiş, binanın iç duvarları nakışlı, yer yer kabartmalı çinilerle kaplanmış, fakat binanın asıl çizgilerinin net ve sâde kalmasına özen gösterilmiştir. Edirne’de ve İstanbul’da da durum aynıdır. Mimarî anlayışın geliştiği, genel teşekkülün büyüdüğü, satıhların sadeleştiği, inşaatın daha rasyonel şekiller aldığı zamanlarda da durum farklı olmamıştır. Tezyinat lüzumlu noktalarda ve mimarî ifadeyi güçlendirir mahiyette ele alınmıştır.

süsleyen, kalem ve fırça ve boya ile bu işi yapanlar da “Müzehhip”tir. Bir kişi bu üç sıfatı da bazan nefsinde toplayabilir. Osmanlı’da sanatkârlar, bilhassa mimarlık sanatında usta olan kişiler, “hezârfen” vasfında olurlardı, böyle kabul edilirlerdi. Mimar usta aynı zamanda tezyinatı tasarlar, musikiyle meşgul olur, bu meşguliyet bazan uzmanlığa, virtüyoziteye kadar varırdı.

Doğrusu da bu olmalıdır.

Koca Sinan usta, Hassa mimarları teşkilâtını kurarken, seçtiği mimarlarda bu hususu gözetti. Bu mimarların içinde, güzel sanatların çeşitli kollarında “usta” sıfatını hak edecek kabiliyette ve kalitede insanlar vardı. Bunları kendisi ayrıca, teşkilata dahil ettikten sonra sıkı bir eğitime tabi tutuyordu. Devlet-i Âliye’nin herhangi bir yerine vazifeyle gönderdiği mimarın eline, orada yapılacak işin, bugün adına “avan proje – ön proje” denilen genel tasarımı verirken, tezyinata dair de talimatlar veriyordu ve usta bunu anlıyordu.

Bizde genellikle karıştırılır. Nakkaş ile kalemkâr ve müzehhip cümle içinde aynı anlamda kullanılır. Esasında öyle değildir Nakkaş, tasarımı ve tatbikatı yapan kişidir. Mimarın yanında, onun tamamlayıcısı, mimarın tasarladığı mekânın daha etkili kılınması için tezyinat tasarımcısıdır ve uygulayıcısıdır. Bu işi elindeki fırçayla veya kalemle yapan kişi “kalemkâr”dır. Kitaplar dahil, küçük-büyük alanları, yine genel tasarıma uygun olarak

Bugünkü eğitim sistemi, talebeye bu özelliği kazandırmaktan elbette çok uzaktır. Buna rağmen, okul eğitimi dışında, gerek sanata, gerekse kendine saygısı olan bazı meslek adamları, çabalarıyla kendilerini yetiştirme gayreti içinde oldular. Bunların sayısı çok değildir. Ve bunlar da genellikle mimarînin yanına musikiyi, felsefeyi, eğitimi…koşmuşlar, mesleği böyle uygulamışlardır. Meselâ, Çinuçen Tanrıkorur ve Mutlu Torun musikiyle 21


ve tasavvufla, Turgut Cansever mimarlık felsefesiyle, Cengiz Bektaş daha çok mimarinin folkloruyla, halk mimarisiyle ilgilendiler. Bunların dışında, mimarlık eğitimi aldığı halde, bu eğitimi tezyini sanatların üçüncü boyutunu keşfetmek konusunda kullanan ilginç meslek adamları da görüldü. Mimar Semih İrteş, bu kategorinin lideri ve en pırıltılı örneğidir. Nakkaş mimar Semih İrteş, nerdeyse tamamı sanatkâr, nakkaş olan bir ailenin ferdidir. Babası Sabri İrteş, son devrin ünlü nakkaşıdır ve adı dünyada bilinmektedir. Bizim gelenekli sanat tedrisimiz usta-çırak ilişkisiyle gelişmiştir tarih boyunca. Usta, günün bütün saatlerinde talebeleriyle “rû-berû” beraberdir. O yapar, çalışır, talebe veya çırak onu takliden yapılanı tekrar eder. Bunun adına “meşk” denir. Sanat öğrenmenin veya öğretmenin en etkili yoludur. Hatta yegâne yoludur. İrteş’lerin babası Sabri Bey, çocuk yaşlarında, ustası Ali Uyar’dan el almış, onu takibetmiş, taklit etmiş ve sabırla tezyini sanatların künhûna vâkıf olmaya çalışmıştır. Uzun ve zorlu yolunda büyük isimlere, büyük ustalara rastlamış ve bu karşılaşmaların her biri onun için şans olmuştur, sanatını derinleştirmek için fırsat olmuştur. Mimar Ali Saim Ülgen onun sanat hayatındaki önemli isimlerden biridir. Onun ekibiyle katıldığı Süleymaniye restorasyonu, hayatının önemli şanslarından biridir. Yine bu kutlu menzilin hanlarından birinde İrteşler, Ekrem Hakkı Ayverdi ile tanıştılar, dost oldular ve Türk sanatının bu alpereninden sayı//70// mayıs 22

çok şey öğrendiler. Yollarının üzerinde bir başka azizin sofrasına konuk oldular: Süheyl Ünver hoca onları hânesine konuk etti ve onların usta ellerinin doğru desenlere ve yollara yönelmesinde rehberlik etti. Sabri İrteş, hayatını verdiği bu sanatı müesseseleştirdi ve “Hayr’ül halef” yetiştirdi. Oğulları Semih, Hayrettin ve Adnan, kendileriyle iftihar edilecek ustalar oldular ve babalarından aldıkları bayrağı daha yükseğe taşıdılar. Nakkaş, kalemkâr Sabri baba, oğullarının büyüğü Semih’i, daha 5-6 yaşlarındayken elinden tuttu ve tezyinat tamirini yaptığı Topkapı Sarayı’na götürdü. Onu iskeleye çıkardı. 6 yaşındaki çocuk yerden 50 metre yüksekte babasının insanüstü çabasını seyretti ve irkildi. Ve tamiri yapılmakta olan kubbe kasnağını yakından gördü, hayran oldu. Bundan sonra onun oyun alanları bir takım ulu mâbedlerin ve sarayların bahçeleri oldu. Hep bu olağanüstü mekânlarda yaşadı çocukluğunu. 1965’te, yani 13 yaşındayken Topkapı Sarayı’ndaki çalışma serüveni başladı. 1970’te Harem Dairesi Hünkâr Sofası ile Veliaht Dairesini, 1972’de Arz Odası taht tavanını, 1973’te Bağdad Köşkü malakâri çalışmalarını yaptı. 1980’li yıllarda Hırka-i Saâdet Dairesi, Has Oda, Bâbs’selâm, Kubbealtı, Revân Köşkü, Mecidiye Köşkü ve irili-ufaklı yüzlerce mekânın bezemelerini onardı. Semih İrteş, Süheyl Ünver hocanın tezhip seminerleriyle katıldı, Cerrahpaşa’daki Tıp Tarihi Enstitüsünün eğitimlerine devam etti ve bu şans, onun hayatındaki önemli dönüm


noktalarından birini teşkil etti. Kendi tabiriyle “Sanat hayatının milâdı” oldu bu dersler. Daha sonra, yine Süheyl hocanın himmetiyle Topkapı Sarayı’nda diriltilen, yeniden ihyâ edilen “Baba Nakkaş Nakışhanesi”nde hoca olarak çalıştı mimar İrteş. Hem öğretti, hem öğrenmeye devam etti. Süheyl hoca, bu uzun ve başarılı çalışmaları sonunda Semih İrteş’e “icâzetnâme” verdi ve “ustalığını” cümle âleme ilân etti. Bu tarihten sonra nakkaş Semih Bey, Türk tezyinî sanatlarının mimarideki bütün unsurlarıyla ilgilendi. Bir yandan da, kalem işi, çini, ahşap, taş, maden ve diğer malzemelere uygulanmış süsleme çeşitlerinin arşivini yapmaya başladı. Zengin bir koleksiyon oluşturdu. Sultanahmet Camisinin 1976’da başlayan ve dört yıldan fazla süren kalemişi onarımlarının yarısından fazlası Sabri usta ve çocukları, yani İrteş ailesi tarafından yapıldı. Bunu takiben Eminönü Yenicami, Beyazıt Camisi ve Edirne Selimiye Camisi’nin kısa onarımları da yine bu aile tarafından yapılmıştır. Zaman içinde iyice ünlenen nakkaş Semih Bey’i, Medine’ye çağırdılar ve Mescid-i Nebevî ile civar teşekkülattaki tezyinat onarımlarını ısmarladılar. Onları onardı, altın varaklarını yeniledi. Boş bırakmadılar, çalışmalarındaki başarısı sebebiyle Mekke’de, Türkmenistan’da, Tokyo’da, Berlin’de…bu üstün kabiliyetli kardeşlere iş verdiler, dâvet ettiler ve buradaki eski-yeni mâbedlere, onarım olarak, yeni tasarımlar olarak tezyinat yaptırdılar. Mimarlık eğitimi Semih İrteş’e diğer nakkaşlara nazaran farklı bir boyut kazandırmıştır.

“Mimarideki eğitim metodlarını kafamda ve ruhumda analiz ederek Türk tezyini sanatlarına yerleştirmeye çalıştım. Tezyini tasarımdaki gücümü bu eğitime borçluyum. Mimarlık alanında proje tasarımları yapmadım. Buna zaman ve imkân olarak fırsat bulamadım. Hep klâsik mimarinin içinde oldum, detaylarla uğraştım. Kubbeler, kemerler, sütun başları, mukarnaslar, tonozlar, arslan göğüsleri, mahfiller ve kavalkepçeler… Tasavvufun mimarlığa ve bezemelere yansıtılan, “varlıkyokluk” mefhumunu hatırlatan doluluk-boşluk nisbetleri, sanatımı ve tezyinatımın önemli unsurları olarak beni uğraştırdı” Bunlar, Semih Bey’in bir gazeteciye verdiği beyanatın cümleleridir. Mimar Sinan ustanın İstanbul’da yaptığı, Süleymaniye’den sonraki en büyük külliye, Üsküdar’daki Valide-i Atik külliyesidir. Bu külliyenin bakımsızlıktan ve ilgisizlikten harabeye dönüşmüş “tekke” bölümünü Semih İrteş ve arkadaşı, iş ortağı, o da Süheyl Ünver talebesi Mamure Öz ile birlikte onardılar, düzenlediler ve burayı hârika bir medreseye dönüştürdüler. Ustaların çalıştığı ve talebelerin onları heyecanla izlediği geniş, rahat mekânları olan “eski zamanların huzur bahçelerine, hasbahçelerine benzettiler medreseyi. Şimdi burada Türk tezyini sanatlarının her dalında eserler veriyorlar ve talebe yetiştiriyorlar. (Bu yazı bir sonraki sayıda devam edecek) KAYNAKÇA

1- İbrahim Numan, Kubbealtı Akademisi Mecmuası, İst. 2019.

23


“OHRİ” BİZİM VE KUZEY MAKEDONYA’NIN İNCİSİ.. Ohri’deki iş yerlerinin belki yüzde sekseninde çalışanlar Türk’tür, evet. Fahri TUNA

arihin ve doğal güzelliklerin iç içe olduğu çok az şehir var yerküremizde. Bunların üstüne bir de huzuru ekleyin. Bitmedi, bir de sükûneti. İşte o şehrin adı biliniz ki Ohri’dir. ‘Göl, doğa, tarih İşkodra’da da var’ diyeceksiniz; eyvallah derim; Ohri’nin benzer şehirlerden farkı, huzur ve sükûneti diye cevaplarım ben de. Ohri’yi ilk 2002’de gördüm. Gördüm ve çarpıldım. İtiraf ediyorum bunu. Muhteşem, şahane, huzur yumağı. Defalarca gitmek (buna kavuşmak mı desem) kısmet oldu. Zamanla dostlarım da oldu, Ohrili. Ohri, Kuzey Makedonya’nın Antalya’sıdır öncelikle. Sadece Makedonya’nın mı? Hayır tabii ki; eski Yugoslavya coğrafyasında doğmuş büyümüş olan herkesin. O coğrafyada, “tatil eşittir Ohri’’dir. Ohri’ye gitmemişseniz o yaz, kumsalında güneşlenmemişseniz, enfes Ohri balığından tatmamışsanız, siz tatil yapmamışsınız bayım, diyeyim ben size. Ben değil her iki milyon yüz seksen altı bin Makedonyalı der size bunu. Sırbistanlısı, Kosovalısı, Slovenyalısı ve daha bilmem nerelisi de imza atar o sözün altına.

sayı//70// mayıs 24

Unutmadan; Ohri Gölü’nün en muhteşem görüldüğü noktada, en muhkem tepede bir saray var. Kimin sarayı mı? Söylediğimde dudağınız uçuklayacak: Eşitlik teranesiyle yarım asır Yugoslavya’yı yöneten Tito’nun sarayı. Eşitliğini sevsinler. (‘Ulan her şey palavra, her şey yalan, her şey propaganda şu dünyada desene’ dediğinizi duyar gibiyim. ‘Çok haklısınız beyim’ demek borcundayım ben de.) Ohri şehri, bitişiğinde kurulduğu Ohri Gölü’nden alıyor adını. Makedonlar Ohrid diyorlar, biz Ohri. Balığının lezzetiyle ünlü bir gölün kuzeyinde, elli beş bin nüfuslu bir şehir Ohri. Gölün güney sahilleri ise Arnavutluk’a ait. Sahilden hemen sonra dik yamaçlar yükseliyor. Ne kadar ilginç; ilk gidişimizde gölün Arnavutluk sınırına yüz metre mesafede Biser Otel’de konaklamıştık. Mevsimlerden yaz, aylardan Ağustostu. O kadar yoğundu ki şehir… Manzaramız şahaneydi. Akşam yemeği yiyoruz otelin restoranında. Garsonlardan biri masamıza yaklaştı, anlamıştı Türk olduğumuzu. (Yakadan paçadan akıyor zaten Türk olduğumuz, ne zaman Türkiye dışına çıksak.) Kulağıma doğru yaklaştı, hafif bir sesle - güya - müjdeyi verdi: ‘83. Dakikada Tümer Metin’in attığı golle Beşiktaş, deplasmanda, İstanbulspor karşısında 2-1 öne geçti, haberiniz olsun.’ Nerden bilecekti ki masada üç kişi de, dönemin Sapanca Hasan Duruer de, Sapanca Belediye Başkanı İbrahim Uslu da, bu satırların sahibi de Galatasaraylıdır. Olsundu, teşekkür etmiştim habere. Teşekkürüm habere değil, Makedonya’da bir otelin restoranında tanımadığımız birinin gelip, üstelik özbeöz Türkçe, anlık skor iletmesiydi. Buydu işte Ohri. Buydu Ohrili. Bu o kadar doğaldı ki Ohri’de. Hiç unutmam: İlk gidişimden üç sene sonra bu kez otobüsle yirmi ailelik bir kültürel gezi düzenlemiştim. Ohri’siz olur muydu hiç Balkan gezisi? Olmaz, olamazdı. Olmadı da. Kafileyi kırk beş dakika kadar gezdirdikten sonra serbest bıraktım bir saatliğine. Osmanlı’dan kalma altı asırlık çınar meydanında toplanınca, şimdi Adapazarı Belediyesi’nin başarılı başkan yardımcısı Fatih Çelikel, az önce yaşadığı sürprizi anlattı sıcağı sıcağına: Bizim Fatih, beden eğitimi öğretmenidir. Ohri’nin Osmanlı’dan kalma çarşısında ünlü bir spor markasının satıldığı işyerine girmiş, gözüne bir eşofman kestirmiş, fiyatını sormak için kasaya


yaklaşmış, yirmili yaşlarında mavi gözlü sarışın kıza ‘du yu speak İngıliş?’ demiş, kasiyer kız Türkçe sormasın mı bizimkine: ‘Eşofman mı alacaksın ağbi?’ Mahcubiyetimden kıpkırmızı oldum dediydi Fatih. Ohri’deki iş yerlerinin belki yüzde sekseninde çalışanlar Türk’tür, evet. Buydu işte Ohri. Buydu Ohrili. Bu o kadar doğaldı ki Ohri’de. Daha sonraları bunun yüzlercesini yaşayacaktık. Mâlum; yeryüzündeki belli başlı alfabelerden birisi de Kiril Alfabesidir. Kiril Alfabesinin mucidi olduğu söylenen iki kardeş, Kiril ve Methody de Ohrili’ymiş. Öyle rivayet edilir. Yüzleri göle nazır, şık ve estetik birer heykeli de var sahilde, bu iki kardeşin. Ohri İskelesinden batıya doğru, sahile paralel, kırk metre kadar içeride bir sokak vardır. Lütfen giriniz, yaşayınız burayı; Safranbolu ya da Odunpazarı’nda hissetmezseniz kendinizi, ne söylerseniz söyleyiniz bana; öylesine sıcak, öylesine bizden, öylesine Türk mimarisiyle örülü evler. Sıkı durun: Uyanık Makedon yönetimi, sokağın en güzel ve ihtişamlı Türk konağını kendince döşemiş, Ohri Makedon Müzesi adıyla pazarlıyor, turistlerden para kesiyor. Hem de nasıl. (Not: ‘Elveda Rumeli’ dizisinin bölücü toplantıları bu konakta çekildi, Erdal Özyağcılar’ın ‘amcasının kaymakamı’ repliğiyle hatırladığınız Osmanlı Kaymakamı’nın evi de bu sokakta bulunuyor.) Yüksekçe bir tepenin eteklerinde göle dik, sağlı sollu, tek veya iki katlı dükkânlardan oluşan üç yüz elli metrelik bir sokak, bitiminde le biçiminde iki yüz metrelik bir sokak daha. Le harfinin uzun tarafıyla kuyruğunun bitiştiği noktada da Osmanlı’dan kalma altı asırlık bir çınar. İstanbul İstanbul, Edirne Edirne, Bursa Bursa, Bilecik Bilecik, Söğüt Söğüt bakan bir yaşı çınar: Ohri budur özetle. Le’nin kısa tarafına nazır, Çınar Meydanı’na çaprazdan bakan bir de Halveti Tekkesi. (Hani merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’yı tekkeye soktu diye sekiz sütuna manşet olmuştu da, laikçi basın orgenerali ‘laikliği ayaklar altına aldı’ iddiasıyla topa tutmuştu. İşte o haberdeki tekke tam da burasıdır.) Zeynel Abidin Paşa Camii avlusundaki Halveti Hayati Baba Tekkesi, hiç abartmadan söylüyorum, Ohri’nin huzur kaynağıdır; Pir Mehmet Hayati Baba İslâm’ın Balkanlarda yayılmasında büyük emek ve katkıları olmuş güzel bir insan. Tekkenin

de banisi. Tekkenin hâmuşanında medfun, muhipleri ve halifeleriyle birlikte. Camii de çok sıcaktır dış mimarisiyle, ahşap ağırlıklı iç tezyinatıyla. ‘Çün geldi Ecel’ diye başlayan Ohri ilahisini bu ortamda dinlemenin tadını doyulur mu hiç? Yeri gelmişken: Çarşıya komşu bir başka ibadethanemiz olan (1573’de yapılmış) Ali Paşa Camii’ne gitmiştik bir gün de, gözlerimize inanamadık; nasıl mesrur nasıl mutlu olduk, nasıl umutla baktık yarınlara: Sayıları elliyi aşkın Türk çocuğu, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutlamaya hazırlanıyor, ellerinde Türk Bayrakları, dillerinde ‘Şol cennetin ırmakları / Akar Allah deyu deyu’, ‘Tuna Nehri akmam diyor / Etrafımı yıkmam diyor’, ‘Çanakkale içinde vurdular beni / Ölmeden mezara koydular beni…’ Gözlerimiz doldu, göğsümüz kabardı, eşim Gülseren Hanım kulağıma fısıldadı: ‘Fahri, Balkanlar bizden daha Türk, daha Anadolu. Hem dekinin…’ Ohri’nin en çok incisi meşhurdur, evet. Bayanların bayıldığı şeydir inci. Hele de inci gerdanlığa… Ohri incisi, kolyeden küpeye, bileklikten tespihe… çeşit çeşit, boy boy, sınıf sınıf; tam bir ticaret kaynağı olmuş. Biz erkekler tarihi çarşının sokağında bekliyor olsak da, içerisi bayanlarla doludur her gün Ohri’de. İnci ve Ohri deyince, evlatlığım Pervin Derviş gelir hemen aklıma. Kız kardeşimle yaşıttır Pervin. Kız kardeşim gibidir de. Bayram kandil arar sorar. Türkiye’ye geldiğinde de. Can kızdır. (Aramızda kalsın; geçenlerde bir akşam yirmi üç otuz sularında bana, Ohri Ali Paşa Camii ile ilgili bir problemi yazdı; şair Ali Sali’nin tavassutuyla gece gece, saat sıfır iki on beşte, Ohrili’nin bir dinî ve dilî problemi Cumhurbaşkanlığımızca anında çözüldü. Helal sana benim yiğit ve duyarlı Pervin’im.) Ohri Gölü incidir, evet. Ohri şehri incidir, evet. Ama asıl Ohrili incidir. Ohrili’nin kalbi gönlü incidir. Ohri Halveti Tekkesi’nden yükselen hu hu’ların her birisi inci hükmündedir. Ohri; İncicity Ohri Kuzey Makedonya’nın incisi şehir. Bizim kalbimizin de. 25


SOKAK VE

MAHALLEDEN

ŞEHİRE

Mahalle veya sokak insan hayatında önemlidir. Tanpınar’ın deyişiyle mekteptir. Ev ile imparatorluk arasında bağ kurar ve yaptığı kıyasta; imparatorluk küçüldükçe ev de küçülür yargısına varır. Mehmet KURTOĞLU

anpınar’ın şehre bakışı evden sokağa, sokaktan mahalleye, mahalleden meydan ve semtlere, oradan da bütün şehri kapsar. Sahnenin Dışındakiler romanında evden başlar, komşuluk ilişkileri, kahramanların aynı sokakta ikamet etmesi ve zamanla sokaktan mahalleye/meydana oradan da şehirle bütünleşmeye doğru genişler. Ve kahramanların evdeki hikâyeleri işgal altındaki İstanbul’un hikâyesine karışır ve oradan da bütün ülkeyi içine Milli Mücadele’ye götürür. Sahnenin Dışındakiler’i bir roman olarak okuyabildiğimiz gibi, Tanpınar’ın çocukluk ve gençlik yıllarını geçirmiş olduğu ev, sokak, mahalle ve şehir hatırası olarak da okumak mümkündür. Tanpınar, “sokakta herkes kendisidir” der ve sokağın bir mektep olduğunu anlatır. Gerçekten roman kahramanı Cemal aşkı, komşu kızı Sabiha’ya duyguyla öğrenir, İhsan kendisinin fikri yönden gelişmesine katkı sağlar, sokaktaki komşularıyla birlikte katılır. Tanpınar için sokak mekteptir. Sokağı tanımlarken; “bereket versin sokak vardı.

sayı//70// mayıs 26

Çocuğun tek yardımcısı sokaktır. Her yerde ve her nesil için çocuğu hayata sokak ayarlar. Büyükler orada evden, mektepten çok başka türlü ve daha tabii görünürler. Sokakta herkes kendisidir. Orada hayat sıcak bir ekmek gibi karşımıza çıkar. Orada iyice ayıklanmış, sentetik bir ilaç gibi süzgeçlerden geçmiş, aslının dışına çıkmış şeylerle karşılaşmazsınız. İnsanı, işi, hürriyet aşkını, sefaleti, merhameti çocuk orada tadar” diye yazar. Roman aynı zamanda bir İstanbul okumasıdır. Romanda İstanbul’un semtleri isim isim yer alır. Örneğin Şehzadebaşı, Sultanahmet, Babaıali, Beyoğlu, Boğaziçi vs. geniş tasvirler anlatılır. Bu semtler yalnızca insanı olmayan bir tarihi taş yığını olarak değil, içinde soluk alan insanlarıyla bütünleşen mekânlar olarak yer alır. Sokakların, semtlerin, mekânların bir ruhu vardır. Öyle sanıyorum ki, Tanpınar, Şehzadebaşı’nda çocukluk ve gençliğini geçirmemiş olsaydı bu mahalleyi romanın nirengi noktası yapmazdı. Mahalle veya sokak insan hayatında önemlidir. Tanpınar’ın deyişiyle mekteptir. Ev ile imparatorluk arasında bağ kurar ve yaptığı kıyasta; imparatorluk küçüldükçe ev de küçülür yargısına varır. Ve şöyle der: “Babamın anlattığına göre mahallemize bu son devrin getirdiği en büyük değişiklik, yeniden yapılan evlerin ölçüsünde olmuştu. İmparatorluk küçüldükçe, orta sınıf şehirli evi de küçülüyor, hizmetçi kadrosu daralıyordu. Onun için bu üçüncü devirde ev hanımları, konak yavrusu denen evleri tercihe başlamışlar ve Meşrutiyete doğru ise ‘kutu gibi’, ‘nohut oda, nakla sofa’, ‘şöyle idaresi kolay’ tabirleriyle tarif edilen ölçüye inmişlerdi.” Tanpınar kadın-erkek kavgalarının yaşandığı evleri cehennem olarak tanımlamıştır. Bu yargıya tersinden bakacak olursak, mutlu evliliklerin yaşandığı ailelerin evleri ise cennettir. Ev, sokak, mahalle, semt, şehir… Ve Sahnenin dışındakiler üzerinden gidersek, İstanbul’dan Anadolu’ya akan milli Mücadele ruhu ve bütün ülkenin kurtuluşu. Evden başlayarak sokağa, mahalleye, semte, şehre ve bütün ülkeye yayılan bir ruh, bir zihniyet, bir yaşam tarzı… Çünkü hürriyet, özgürlük Tanpınar’a göre ancak cemiyetin onu içselleştirmesiyle mümkündür. Cemiyetin bu içselleştirmesi evden, sokaktan, mahalleden, semtten, şehirden geçmektedir. Cemal, Sabiha, İhsan ve Tevfik Bey’in yolu mahalleden geçmiş, özgürlük aşklardı mahallede başlamıştır… Bütün bunlar söz konusu bu mekânların önemine vurgu yapmaktadır. Peki, niçin sokak ya da mahalle


üzerinde bu denli duruyorum? Çünkü biz kültür ve medeniyetimizin çekirdeğini oluşturan sokağı ve mahalleyi kaybettik. Evlerimiz ise kaybedilmek üzere. Bunu görebilmek için kadim şehirlerimize pürmelal haline ve yükselen gökdelenlere bakmak yeterli olacaktır. Daha doğrusu şehri hendeseye mahkûm eden metafiziği olmayan mimar ve mühendislerin eserlerine, Şehreminilerin İslam şehrinden uzak anlayışlarına bakmak yeterlidir. Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler’de anlattığı Şehzadebaşı gerçekte kendi hikâyesinden izler taşır. Şehzadebaşı adı üzerinden gitsek dahi bu semtin bir hikâyesi, bir menkıbesi olduğunu görürüz. Hatta bütün kadim şehirlerin her bir sokak, mahalle ve mekânlarının birer menkıbesi vardır. Bir yere bir isim verilmişse eğer, o isim orada bir hikâye bırakmış, bir ruh üflemiştir. Şehirleri tanımak istiyorsanız mekân isimlerinin izini sürünüz; size şehrin tarihini anlatır. Hiçbir şey bilmiyorsanız Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinden yola çıkarak şehir okuması yapınız, bakın mekânlar sizlere ne güzel şehir efsaneleri anlatacaktır. Bütün bunları niçin anlatıyorum. Kadim şehirlerimizin sokak ve mahalle isimleri artık rakamlarla tanımlanıyor. 1. Sokak, 2. Sokak, 3. Sokak gibi… Böylece şehrin hafızası siliniyor. İsmi olmayan yalnızca rakamdan ibaret şehirler. Materyalist ve kapitalist şehir anlayışı. Maddeye tapanların rakamlara indirgedikleri şehirler! Rakamlar fiziki olduğu için ruhsuzdur. Harfler öyle mi? Onların birer ruhu vardır. Sıfır(0) bir anlam teşkil etmez, sıfırdır(0) işte! Ama O harfi öyle midir? O demek Allah demektir. O aynı zamanda üçüncü tekil şahıs demektir. Bir (1), yalnızca bir(1)’dir, ama alfabenin ilk harfi elif’in birçok anlamı vardır. Elif Allah’ın adıdır, vahdeti sembolize eder. Sayılar ancak harflerin bir araya gelmesiyle anlam kazanır. Yıldızname denilen fal kitabı, rakamlara harflerin anlam yüklemiyle ortaya çıkmıştır. Sokak, mahalle ve mekân isimlerini silip yerine rakam vermek şehri öldürmek demektir. Çünkü İslam şehirlerindeki bütün mekânlar ona ismini veren kişiden ruhaniyetini alırlar. Eğer siz Eyüp Sultan ismini oradan kazır yerine herhangi bir rakam verirseniz, oranın ruhaniyeti kaybolur. Çünkü Eyüp Sultan demek, 1400 yıl önce evinde Peygamberi ağırlayan, sonra İstanbul önlerinde şehri muhasara altına alan ordu demektir. Eyüp Sultan yalnızca bir isim değildir, 1400 yıllık bir menkıbenin orada yaşaması demektir. Batı şehirleri mit üzerine,

İslam şehirleri sır üzerine kurgulanmıştır. Batı mitolojisinden kurmaca şehirler kurar. Her yapının, her mahalle ve sokağın mitolojik bir boyutu vardır. Her şey hendesede saklıdır. Çünkü onlarda rakamlar önemlidir. On iki (12) rakamı uğurludur havarileri sembolize eder, on üç (13) rakamı uğursuzdur Yahuda’nın ihanetini… İsa’nın doğumu sıfırdır (0); çünkü varlığı tartışılmaktadır. Ölümü otuz üç (33)’dür. Otuz üç aynı zamanda efsaneleşmiş İskender’in yaşıdır. Her ikisinin ölümü otuz üç (33)tür. Her şey rakamdan ibarettir… İslam şehirlerinde mekânlar sırlı kişilerin ya duası, ya makamı ya kabri ile vücut bulmuştur. Fatih’in İstanbul’un fethi sırasında sokak çatışmalarında şehit düşenleri oldukları yere defnettirmesi anlamlı değil midir? Şehitler ölümsüzdür. Ve İslam’da kabrinin bulunduğu yer anavatanındır, orada mukimsindir misafir olamazsın! Fatih şehit düşenleri düştükleri yere defnetmesinin nedeni hem İstanbul’un vatana dönüştürmesi hem de sokak ve mahallelere İslam ruhaniyetini üflemesidir. İstanbul’un İslamlaşması her sokak ve mahalle başında şehit düşenlerin türbeleriyle mümkün olmuştur. Bir bakarsınız bir sırlı kişi bir köhne yerden geçmiş, orada bir kuyu açmış orası şenlenmiştir. Bir ermiş bir köyden geçerken dua etmiş orası bereketlenmiştir. Bir bakarsınız bir bilge kişi bir yerde bir cami veya medrese kurmuş, orası kasaba yahut şehir olmuştur. Güneydoğu’nu çorak ve çöl ikliminden dolayı ağaca hasret bu yerlerde, örneğin bir dağ başında tek bir ağacın kutsandığını ve orada bir şenlik olduğunu görürsünüz. Bir Müslümanın diktiği bir ağaç dahi bizde bir yerin ruhaniyet kazanmasına sebep olur… İstanbul’un her semtinin bir menkıbesi vardır. Sultanahmet, Süleymaniye mimari bir şaheser değil, metafizik bir şaheserdirler. Onlara ihtişamını veren hendeseden daha çok ruhaniyettir… Ev, sokak, mahalle, semt, şehir… Ev çekirdek, sokak ve mahalle mektep, şehir öğretmendir. Ülke ise bu öğretmenin eseridir. Bu yüzden evi ve mahalleyi korumamız, isimlerini rakamlara dönüştürülmesine izin vermemeliyiz. Kadim şehirlerimizin kimliğini kaybettiği bu süreçte, Tanpınar’ın sahnenin Dışındakiler romanında olduğu gibi evden ve mahalleden bir Milli Mücadele başlatmalıyız. Şehirlerimizin kimliğini kaybettiği, yakılıp yıkıldığı, adı konulmamış bir barbar istilasına maruz kaldığı bu dönemde, Sahnenin Dışında kalmak, medeniyet savaşımızdan kaçmak demektir.

KAYNAKÇA

1- A. Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, sh.53, Dergâh Yay. İstanbul,2013 2- Tanpınar, age. sh.19

FOTOGRAF

https://elifinatlasi.com/dunun-istanbulu-kuzguncukta-gezinti/

27


BİR GURBET HİKÂYESİ:

SARRALBE Ve ben işte bu kasabada, gurbetçilerimizin cafesinde geçirdiğim zaman diliminde 35 yıldır içimde büyüttüğüm Sarralbe algısının yerle yeksan olduğunu, koskocaman bir hayal kırıklığı olduğuna şahitlik ettim. Ne diyordu bu konuda Dostoyevski; “Aslında insanı en çok acıtan şey, hayal kırıklıkları değil yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır.” Mehmet MAZAK*

*T.C.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//70// mayıs 28

nsanoğlu özel bir varlıktır. Özlem, heyecan, ayrılık, kavuşma insanoğlunun dünyasında yazıya dökülebilir sadece… Bazı semtler kasabalar ve şehirler vardır, gidenin, orada yaşayanın keyif alamadığı, almaya çalışsa bile sıla özleminin ağır basmasından dolayı boğazına düğümlendiği yerlerdir buralar. Bir de böyle bir kasaba ve şehre gitmek isteyip de gidemeyen özlem çeken, bu şehre gidememenin oraları görememenin vermiş olduğu hasret ve acı ile yoğrulan otuz beş sene var ise ömürde yürekteki bu susuzluğu Tuna Nehri dindiremez kuşkusuz. Bu yer gidenin pişmanlığı, gidemeyenin özlemini ile yankılanır hala bazı Anadolu insanın küçük yüreklerinde. 1977 -78 yıllarında ilkokul yıllarımda okuma yazma öğrendiğim zamanlarda çok mektup yazmışlığım vardır sıladan gurbete. Babam 1973 yılında Fransa’ya gurbete çıktığı için ümmi olan anacığım söylerdi ben yazardım. Ne duygu yüklü satırlar ve cümleler vardı o mektuplarda. O mektupların hiç birini saklamamış olmak ne acıdır şimdi düşünüyorum da… Her ne kadar mektubu kaleme ben olsam da, mektup anamın ağzından yazıldığı için hitabı, duygusu, sözleri ona ait olurdu. Ne yapsın anacığım eşine karşı açıktan hissettiklerini bile söylemezdi tabi ki; çünkü kendi çocuğu yazıyordu mektubu. Mektuba şöyle başladığımızı anımsarım. “Bismillahirrahmenirrrahim, Önce selam eder hürmetle ellerinden öperiz. Göndermiş olduğun mektubunu aldık, çok mutlu ve bahtiyar olduk. Bizi de sorarsan Allah’a şükür bizlerde çok iyiyiz. Sağlığına duacıyız. Buralarda havalar… Ha birde bizim ala inek maşallah aslan gibi bir erkek dana doğurdu... Göde Hamıza Dayım sağ olsun yokluğunda bize yardımcı oluyor…” bu diyalog uzayıp giderdi. Mektubun sonu “Kestane kebap acele cevap bekleriz” ile biterdi. Zarfa koymadan önce Anam mektubun bir ucunu gaz lambasında hafiften yakar zarfa öyle korduk. Tabi birde en önemlisi ya benim ya da kardeşlerimin boş bir defter yaprağına elini koyarak resmini çizerdik, bu çok büyük seremoni olarak hatıralarımda yer etmektedir. Mektubun zarfı kapatıldığında son bir görevimiz vardı. Üzerini yazmak gönderen kısmına anamın adını soyadı ve köyümüzün adresini yazdıktan sonra bu gün bile 35 sene geçmesine rağmen hiç aklımdan çıkmayan adresi yazardım. Alıcı: Mehmet Mazak Le Haras 57430 SarralbeFransa


Ben henüz iki yaşımda iken 1973’ün yaz ayında Karacaoğlan’ın “Bir yiğit gurbete gitse, Gör başına neler gelir, Merdin sılayı andıkça, Yaş gözüne dolar gelir” türküsü eşliğinde umuda yolculuğa çıkmış babam Fransa’ya… Ben çocukluğumda babamı yazdan yaza izne geldiğinde görürdüm. İzne geldiği sayılı günlerde de komşuların akrabaların her akşam ve sabah hane halkındanmış gibi tavırları yüzünden baba sıcaklığını ve kokusunu doya doya hissedemiyorduk. Hâlbuki baban yaslandığın dağdır. Yaslandığın dağda biten kekik, gelincik, altınbaş, acem arpası, şehsuvar, çiğdem, geven, sümbül, sığırkuyruğu, sudikeni, kantoron vb. çiçeklerin harmonisidir baba kokusu. Hiç unutmam babam izne gelen arkadaşının biriyle bizlere hediyeler göndermişti. Gittim adamın dizinin dibine oturdum, ayrılamıyorum. “Anam, rahatsız etme emmini' diyor ikide bir. Henüz 6-7 yaşın verdiği masumiyet ile birden Anam’a dönüp “Ne yapayım, babam gibi kokuyor” dediğimi hatırlıyorum.

marka arabası ile yatılı kaldığım Kurstan alarak Sirkeci’deki evine götürüşünü hatırladıkça “Meçhule giden bu yolun, yalnız yolcusu olduğumu bilmiyordum”. Sirkeci’ye vardığımızda aman Allah’ım Anam, Babam kardeşlerim oradaydı. Ne mutluluk ne mutluk benimkisi… Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’deki “Hakikatte Selçuklu Rönesans’ı, vakitsiz bastıran kar fırtınaları altında yeşeren baharlara benzer” ifadesindeki gibi zamansız sevincimin yalancı bahara benzediğini ancak bir 3-5 gün sonra anlayacaktım. 3-5 gün içinde yalancı baharı yaşamaya çalışan ben kardeşlerimle hasret gideriyor, Anamın adaletli şefkatine yaslanıyor, babamın Toros çiçekleri bezeli kokusunu içime çekiyordum. Bir koşuşturmanın içinde ne olduğu anlamadan sayılı günler geçmişti. Sahi Babam, Anamı ve kardeşlerimi niye getirmişti İstanbul’a?

İstanbul sevgisi ve aşkının tohumların yeşerebilmesi için 12 yaşın vermiş olduğu tazelikteki vücut tarlamın atların kişnemeleri arasında Erzurumlu Emrah’ın

Bu sorunun cevabını bir İstanbul sabahında Sirkeci Garı’nda almıştım. Henüz 12 yaşın vermiş olduğu tazelik ve masumiyet ile ne yapıyoruz burada? Demeye kalmadan Anamın ağlayarak bana sarılışındaki merhameti ancak çocuklarım olduğunda anlayabildim. Ve kardeşlerim bana sarıldı ve en son Babamın kekik kokulu kollarının arasına alarak bana sarıldığında yaylamızın Torosların kokusu gelivermişti burnuma Sirkeci Garı’nda. Anam, Babam, kardeşlerim (o zamanlar 5 kardeştik) hepsi Almanya treninin kompartımanından bana el sallamaya başlamışlardı. Orada o kompartımanda nedense sadece Anamın sahici ağladığı hissine kapılmış olarak; “ Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar, sen ağlama anacığım, sesin yüreğimi dağlar” türküsü eşliğinde Sirkeci Tren Garı’nda yüreğimin kor ateşe döndüğüne, Anama, Babama ve kardeşlerime el sallayamadığımı dün gibi hatırlarım. Meğer Babam Fransa’da çalıştığı için kardeşlerimi ve Anamı bütün aileyi, çalıştığı yer olan Sarralbe’ye götürmeye karar vermiş. Vermiş olmasına vermişte çocuk yüreğimin acısının hiç dinmeyeceğini düşünememiş herhalde. Kadife sesli sanatçımız Ferdi Tayfur “Almanya Treni” parçasında ne güzel özetlemiş duygularımı;

“Yöğrüktür bizim atımız Yardan atlattı zatımız Gurbet ilde kıymatımız Ya bilinir ya bilinmez”

“Almanya treni kalkıyor gardan Gönül ister mi hiç ayrılmak yardan? “Feleğe sözüm yok, böyle yazmış yaradan Belki bir gün dönerim, sen gelme ardımdan”

türküsü eşliğinde sürüldüğünü ve tohum ekildiği günlerde Amcam’ın beni Anadolu

Ben sevgiliden değil Anadan, Babadan ve kardeşlerden ayrıldım. Ferdi Tayfur, gurbete

Uzun çok uzun sürdü baba hasreti… Fransa yollarını ve mektuplarını çok bekledik ailecek.. Bir gün bu hasret biter mi derken yıllar geçti ve ben ilkokulu bitirdim. İstanbul’da bulunan Ali Amcam beni Kur’an Kursunda okumam için 1983 yılında İstanbul’a getirip o zamanlar Bakırköy şimdi ise Bahçelievler Haznedar’da bulunan Kur’an Kursuna yatılı olarak yerleştirmişti. Ben Mersin’den ana kucağından ve şefkatinden yoksun İstanbul’a alışmaya çalıştığım günlerde, beynimde Üstat Necip Fazıl’ın “Gurbet” şiirinin yankılandığını yıllar sonra idrak edecektim; “Gül büyütenlere mahsus hevesle, Renk dertlerimi gözümde besle! Yalnız, annem gibi, o ılık sesle, İçimde dövünüp ağlama gurbet!.”.

29


Sarreguemines Fransa doğumludur… Bir gün Sarralbe’yi görmeliyim, babamın kasabasına gitmeliydim… Sirkeci Garı’ndaki vedalaşmanın üzerinden geçen 35 sene sonra yakın dostlarıma bu durumumu anlattım, birlikte bir yolculuk yapalım, sizi babamın kasabasına götüreyim dedim, veya siz beni götürün dedim.

giden, sıla özlemi çeken biri olarak söylesede şarkısını, ben İstanbul’da kalan olarak “Gurbet”i yüreğinin derinliklerinde hissetmiş biri olarak “asıl gurbeti ben yaşadım” diyebilirim çocuk yüreğimle. Bu konuda Yavuz Bülent Bakiler “Gurbet” şiirinde; “Gurbetin cemresi düştü içime Karardı yine gökler Yalnızım, bu şehirde yapayalnızım Ne ben kimseyi beklerim Ne kimse beni bekler. Alsam garip başımı dağlara çıksam Ve sadece içimdeki siyah hançerler aşkına İçli türküler çağırsam” diyor ya, türkülerle avutmaya çalışmıştım kendimi. Ha bana gelince Babam, oğlum okusun, İstanbul’a sevdalansın ve bir daha bu şehirden ayrılmasın ve İstanbul’a hizmet etsin düşüncesi ile bıraktı herhalde…! Bir gurbet hikâyesi Sarralbe demiştim yazıma başlık olarak. Ha sahi Sarralbe nerededir? Nasıl bir yerdir? Baba’mın benim dışımdaki ailemizi götürdüğü yer ve bana tatillerde bile göstermediği Sarralbe yaşanılası bir yer midir? Sarralbe, kuzeydoğu Fransa'da Almanya sınırında Sarreguemines ilçe merkezine bağlı 4500 nüfuslu küçük bir kasabadır. Metz şehrine 80 km mesafede olup bu şehre bağlıdır. Ancak Strasburg’a 70 km mesafesi olup Metz’den ziyade Strasburg ile hemhal olan bir yerleşim yeridir. Babamın tatillerde bile beni götürmediği Sarralbe’yi yıllarca hayalimde hep yaşadım ve büyüttüm. Burayı nasıl unutabilirim ki; ailemizin en küçüğü Abdullah Sarralbesayı//70// mayıs 30

İstanbul’dan Stuttgart’a uçtuk. Bizi Stuttgart’ta Halil Polat karşıladı. Stuttgart’ı gezdikten sonra kıymetli dost Halil Polat bizi Baden Baden şehrine götürdü ve evinin bahçesinde bizlere bir güzel ziyafet verdi. Baden Baden şehri Almanya’nın elitlerinin ve zenginlerinin yaşadığı bir yer, şehir gezimizden sonra bir pazar sabahı 35 yıllık hayalime kavuşmak güzel insan Halil Polat’ın özel aracı ile Sarralbe’ye doğru yola çıktık. Baden Baden şehrinden Strazburg 55 km Sarralbe ise 125 km mesafede bulunuyor. Baden Baden’den yola çıkınca Fransa sınırına vardık. Fransa ile Almaya arasındaki fark hemen yollarından belli oluverdi. Strazburg’a 20 km yaklaşınca Strazburg-Metz karayoluna çıktık. Metz’e doğru yol almaya başladık. Uzun süre gittikten sonra Strazburg-Metz karayolundan ayrılarak Sarralbe tabelasını takip etmeye başladık. Büyük çiftliklerin, haraların ve küçük köylerin bulunduğu yeşillikler denizince kulaç attıktan sonra, uzun süre çölde susuz kalan bir yolcunun vahayı gördüğündeki duygusu ne ise işte benimde Sarralbe’yi ilk gördüğümdeki duygum buydu. Kasabanın içinde arabamızla bir tur atarak genel bir izlenim edinmeye çalıştık. Babamın yıllarını verdiği, ailemin bir dönem soluk alıp verdiği Sarralbe işte karşımda capcanlı duruyordu. Burada yaşayan gurbetçilerimizle tanıştık, muhabbet ettik… Yaşlıları ile Babamı tanıyanlar ile yarenlik ettik… Ve ben işte bu kasabada, gurbetçilerimizin cafesinde geçirdiğim zaman diliminde 35 yıldır içimde büyüttüğüm Sarralbe algısının yerle yeksan olduğunu, koskocaman bir hayal kırıklığı olduğuna şahitlik ettim. Ne diyordu bu konuda Dostoyevski; “Aslında insanı en çok acıtan şey, hayal kırıklıkları değil yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır.” İşte ben 35 yıl sonra film şeridi gibi makarayı geri sararak, Sirkeci Garı’na geri dönüp iyiki varsın Baba, uğurlar olsun ana, güle güle kardeşlerim diye neşe içinde Ailemi canlarımı umut yolculuğuna Fransa’ya Sarralbe’ye el sallayarak yolluyorum.


Münzevî Gazel Kimse bilmez çektiğimi, bir Allah’la ben bilirim, Yanan benim, tüten ben, ol sebepden bilirim. Şöyle evler dolusu bir gülemedim gitti, Gönül iklimi harâp, ben kederden bilirim. Ne yol biter ne gece, sen bezmimde yoğ’isen, Üsküdar’ı çeviren tepelerden bilirim. Bir ömür peşine düştüm, âkibet tenha buluştum, Bu senin lûtfun m’ola, lem-yezelden bilirim. Artık ne heyecan ne can kalmış fakîrde, Yokluğunla çıktığım son seferden bilirim. Sebep benim şu bozgunun perişân ahvâline, Ne bir şaşkın kumandan, ne neferden bilirim. Yar göğsünü şerhâ şerhâ dökülsün, Kâmil Açmaz isen derûnun ben nereden bilirim… Kâmil UĞURLU

31


Yaşımın coşkulu günlerinde İstanbul’a gittim. Yıl 1972, Kahraman Ceddimizin Konstantinopolis’i İstanbul’a dönüştürdüğü 29 Mayıs’ın sabahında Anadolu yakasından Marmara’nın durgun sularıyla martıların coşkulu uçuşlarının sessizliğine gömülen şehri ilk defa görüyordum: Bir aşığın sevgilisine kavuştuğu o ürpertili heyecan duygularımda yankılanıyordu:

İSTANBUL’UN KOLYESİ

FETİH MÜJDESİDİR! Gezdim, gezdikçe umutlandım, İstanbul ömrümüzün övüncü olarak bir altın kolyeydi sanki. Sanki, Marmara’nın ve boğazın suları ona mavi atlastan çerçeve olmuş mazinin suskunluğu yorgunluğundan değil, gururundandı… Muhsin İlyas SUBAŞI

İstanbul, görmeden sevdiğim ilk şehirdi. Denizi öpen kuşlar duygularımı bölerken çoğu zaman gecelerimi İstanbul kuşatmıştı. Kubbeler adeta hasretimi bölüşen yüreğimdi, bunun için de Itrî’nin taş plaktaki segah makamında ayini şerifi İstanbul sokaklarında ruhuma yankılanır gibiydi.. Gelip görünce, Hüseyni edasıyla adeta birbirine saygıya duran minareler, sarayların hüzzam ağıdına bekçilik yapıyor gibiydi. Vitraylar bir renk saltanatını fısıldasa da gönlüme sığınan kuğuların telaşıydı. Gezdim, gezdikçe umutlandım, İstanbul ömrümüzün övüncü olarak bir altın kolyeydi sanki. Sanki, Marmara’nın ve boğazın suları ona mavi atlastan çerçeve olmuş mazinin suskunluğu yorgunluğundan değil, gururundandı… Bu şehrin sokaklarındaki telaşın örtüsü altındaki, binlerce gizli heyecanı saf kanında taşıyor olmalıydı. Çünkü yaşama arzumuzu bir sır gibi dalgaların raksında bize fısıldıyordu. Rahmet Peygamberi İstanbul’u görmemişti, ama onun bu saklı uhreviyetinin farkındaydı. Onun için fetih işaretinde bulunmuştu. Çünkü İstanbul’u fethetmek, her şeyden evvel, İsslam’ın geleceğine set çekecek devlet himayesindeki bir inancın can damarını kesmek olacaktı. Bunun farkındaydı ve bunun için; “İstanbul bir gün fetholunacaktır”, diyerek onu fetheden kumandan ve askere övgüde bulunmuştur. Bunun güvenilir bir Hadis olmadığı yolundaki görüşler olsa da, İslam’ın ilk asrında, İslam ordularının en çok hareket halinde oldukları hedef bu şehir olmuştur. Kutsal bir ideale adanmış İslam orduları böyle bir işaret olmasa, ne diye buraya geleceklerdi? Çünkü İstanbul’un göğsüne takılacak kolye bu fetih müjdesiydi!.. O da bize nasip olacaktı ve oldu da. O müjdeyi duygularıma yansıtmadan edemedim:

sayı//70// mayıs 32


Ak atın üstünde bir ak kanatlı, Düşmana bir başka bindirdi bugün. Ne yaman askerdir şu Ulubatlı, Bizans’ı surlardan indirdi bugün. Müjdeyi bizlere verdi Peygamber, “İstanbul mutlaka alınacak!” der, Bu umut, hasreti dindirdi bugün. Ak tolgalı, çelik zırhı sipahi, Dövülen surlardan içeri aktı. Fatih’in yanında bir yaşlı Dâhi, Kardinal haçına Hilâli taktı. Tam sekiz asırdır koşturan rüya, Yorgun sipahiye bir mavi dünya, Tarihe müjdeli onur bıraktı.. Ak Şemseddin, boğaz suyundan coşkun, Hünkâr ki, döktüğü toptan yücedir. Savaş çengileri zil-zurna taşkın, Bu sabah, Roma’ya sonsuz gecedir! Bizimse daha çok sabahımız var, Ülkümüz evreni alacak kadar, İstanbul hedefte ilk bilmecedir!.. Şiiri bitirdikten sonra bunları düşündüm. Sonra döndüm İstanbul’un saklı güzelliklerine. Bu şehirde yaşamanın keyfi, bu şehre sahip çıkmanın yükümlülüğüne dönüşmüş olmalı ki, Bizans’ın izi sadece Ayasofya ve sur harabelerinde kalmış. İstanbul’un tamamı fetihten buyana Türkleşmiş ve Müslümanlaşmıştır. Sokaklarında, bir Mevlevi dervişi gibi her taşında bir Hikmeti Huda arayarak dolaştım. Çeşmeleri, türbeleri, medreseleri, camileri bir soylu neslin bize emanet edilen kutsal mirasıydı. Hangi kubbenin altında durduysam, ceddimin ruhunun bizi kuşatmak üzere orada nöbette olduğunu görür gibi oldum. Minarelerinde yankılanarak ezelden ebede işaret eden tekbir sesleri, bir davetten ziyade bir uyarı gibiydi; ‘almanın fazileti kadar korumanın ve yüceltmenin sorumluluğu da bu milletin üzerindedir’, diyordu sanki. Bezm-i elest’te bize vaat edilmiş bir imtiyazın tecellisi böyle gerçekleşecekti. Öyle olmasaydı, asırlar boyu, Arap ordularının bu şehri ele geçirme sevdası hüsrana uğrar mıydı? Bu duygularla Fatih Camiinden içeri girdim. Bir köşeye çekilip biraz tefekkür edeyim istedim, burada gaipten bir ses yankılandı yüreğimde: ‘Hilafeti ele geçirme uğruna Mekke ve Medine’yi tahrip eden Emevî orduları

buraya gelse de ne yüze bir vaade mazhar olacaklardı? 21 yaşındaki bir gencin heyecanı aşka dönüşmeseydi İstanbul’un kapıları kendiliğinden ona açılamazdı. Mülkün sahibi, emaneti kime vereceğini tayin etmişti. O, günü gelince tecelli edecek ve sen gelip burada ümitle hayranlığın hatta arka sokaklarında gördüklerinle de hüsrana uğramanın çelişkileri içinde kalmayacaktın!’ Bu şehri süsleyen, aynı zamanda koruyan denizinde benim de birkaç damla hissem bulunsun istedim. Yolcu vapuruna bindin, bir kenara çekildim. Gördüğüm günahkâr insanların geleceği için gözlerimden süzülen damlaları denize bıraktım. Fatih’in ve askerlerinin ruhaniyetinden özür diledim. Evime dönerken yine de İstanbul arkamda bir umut meşalesi olarak kalmaya devam edecektir. Çünkü onun kolyesi Fetih müjdesiydi. Bize bu şerefi Vaat Eden, onu ileriye götürmenin onurunu da elimizden almayacaktır herhalde!.. Çünkü bu şehirde hala gözü olanlara karşı kubbeleri birer iman kalkanı, minareleri ise nöbete duran çekilmiş kılıç olarak algılamak istedim. 33


DÜNYA DÖNÜYOR

(M.ÂKİF’İN ŞEHİRLERİ) Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı geçtiğimiz günlerde Ummana Dökülen Irmaklar; Mehmet Akif Ersoy’un Dost Çevresi’ni 44 cilt yayınladıktan sonra 10 cilt olarak da Akif’in Şehirleri dizisini Pendik Belediyesi’nin katkılarıyla neşretti. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

azı edipler, mütefikkirler, alimler, yazarlar, şairler ve sanatçılar vardık ki bunlar yaşadıkları mekanları marka yaparlar. Vefatlarının üzerinde yüz yıllar geçse isimleri ve eserleri yaşar. İspanyol Cervantes(1547 Alcala de Henares-1616 Madrit) bunlardan biri. Donkişot’u yediden yetmişe bütün dünyada ve özellikle gelişmiş ülkelerde herkes tanır. Sürekli macera kitapları okuyan ince uzun sakallı Donkişot sonunda şövalye olmaya karar verir. Rocinante adlı atı ve seyisi Şanso Panza ile Yeldeğirmenleriyle savaş üzere yola çıkar. Roman bu şekilde devam eder. Bugün hem Cervantes’in hatıralarının olduğu mekanlarda ve hem Donkişot’un yeldeğirmeniyle savaşını gösteren anıtları dünyanın dört bir yanından görmeye gelenler vardır. BİR MUZİSYEN VE BİR ZİNDAN

Ferninando Buscaglione adında bir müzisyen İtalya’da Genova’ya bağlı köyü Portofino’ya dönerek aynı adlı bir şarkı besteler. Büyüleyici sesiyle 1960’lı yıllarda Vittorio Palentieri’nın ilk defa söylediği şarkının girişi deniz dalgalarının kıyıya vurması ile başlar. I Found Love In adlı şarkı Portofino’yu bütün dünyada bir anda meşhur eder. Köyden kasabaya terfi eden Portofino’yu tur operatörleri programlarına alır ve hem burayı, hem denizini, hem rengarenk evlerini görmek için binlerce turist hala akın akın Protofino’ya geliyor. Eski Kıbrıs Cumhuriyeti, yeni KKTC Namık Kemal’in sürgüne gönderildiği Gazimagusa’daki evini tanıtım için değerlendiriyor.(Maalesef tanıtım broşürlerinden zindan diye geçiyor. Bu anlatım taban da bulmuş. Üzülerek belirtmeliyim. Ama ben özellikle içeri girerek dolaştım ve yeni tabirle zamanının villası denebilecek bir mekandır Namık Kemal’in Gazimagusa’daki evi) Bizde böyle mi peki? Maalesef hayır? Milyon baskı yapan Reşat Nuri Güntekin’in yazdığı Çalıkuşu’nun romanının kahramanı Feride’nin öğretmenlik yaptığı Kuşadası’nın Bademler Köyünü bir marka yapamadı turizm sektörü. İstanbul’da yaşadığı köşkü de. MANAS VE SAFAHAT HAFIZLARI

Bişkek’te Cengiz Aytmatof Formu’na katıldığımda Kırgızistan’da hala Manas Destanı hafızları olduğunu gördüm. Bir Kırgız gecesinde Aktör Kadir İnanır ile birlikte Manas Destanı sayı//70// mayıs 34


hafızını dikkatle izledik. Manas hafızlığı burada hala yaşıyor, özellikle yabancılara böyle bir sunum yapıyorlar. Bişkek’e gelen yerli yabancı turistler Manas Destanı’ndan nasibini almadan gitmiyor. Bir zamanlar bütün Osmanlı coğrafyasında Kur’an hafızları gibi Safahat Hafızları vardı. Safahat Yazarı Mehmet Akif Ersoy’u tanımayan yoktu. Osmanlı Türkçesi bölgenin ortak diliydi. Ama bugün Safahat hafızı var mı sorgulamaya değer. En son Kilis’te Şair Nihat Ferah’ı görmüştüm Safahat hafızı olarak. Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı geçtiğimiz günlerde Ummana Dökülen Irmaklar; Mehmet Akif Ersoy’un Dost Çevresi’ni 44 cilt yayınladıktan sonra 10 cilt olarak da Akif’in Şehirleri dizisini Pendik Belediyesi’nin katkılarıyla neşretti. İstanbul Avrupa Yakası’nı Turgay Anar, İstanbul Anadolu Yakası’nı İbrahim Öztürkçü, Anadolu Coğrafyası’nı ( Balıkesir, Burdur, Antalya, Konya, Eskişehir ve Bilecik) Ali Yılmaz, Ankara’yı Selçuk Karakılıç, Kastamonu’yu Tahsin Yıldırım, Edirne’yi Ali Kurt, AdanaAntakya’yı Mesut Koçak, Arap Coğrafyası’nı (Beyrut, Şam, Mekke, Medine, Necid) Yasin Beyaz, Mısır’ı yine İbrahim Öztürkçü, Berlin’i ise M. İsa Yeşil kaleme aldı, takrizleri bu konuda çok önemli arşivi bulunan Mehmet Rüyan Soydan arkadaşımız yazdı. Ayrıca bütün resmi ve özel arşivlere girildi, konuyla alakalı bilgi ve belgeler tek tek aranıp bulundu.

DURDURUN DÜNYAYI İNECEK VAR

Bu şehirlerin yurtdışında birkaçı hariç hepsini gördüm. Akif’in yaşadığı marka şehirlerinin yerinde artık yeller esiyor. Fakat iki cihan savaşı geçirmesine rağmen Berlin’de tarihi doku korunmuş. Hatta yeni müzeler açılmış. Yeşil alan sayısı artmış. Genelde de batıda 250 yıllık binalara bile eğer ekonomik ömrünü doldurmuşsa karışmıyorlar. Oysa bugün Ankara’da 75 yaşında bir bina bulmak bile hayli zor. Fransa kimse bu binalara ve tarihi dokuya dokunamıyor ve hatta bir çivi bile çakamıyor. Tarihi Paris sokaklarını gezerken sanırsınız ki 19. yüzyıldasınız. Bütün balkonları bir çiçek bahçesi gibi. Çünkü Paris Belediyesi balkonunda çiçek yetiştirenlerden çevre vergisi almıyor. Bu da beyana bağlık. Batılılar şunu iyi biliyor eski ve çürük yapılar ayrı, tarihi dokusu olan binalar daha ayrı. Hollanda bu konuda Almanya ve Fransa’ya göre daha gevşek ama bahçeli bir evin yıkılarak yerine arsası müsait olsa bile kocaman apartmanlar falan çıkmıyor, ancak birkaç kat müsaade ediliyor. Ülkemizde sadece müteahhitler değil, vatandaş da bir koyup beş falan değil onbeş almak istiyor. Sermaye azgınlaşmış. İnancımıza göre “israf haramdır” diye hatırlatsanız bile umursamıyor. Özellikle İslam coğrafyası bu konuda peşmürde. Hatta Vahhabi zihniyeti ile yıkıyor ve yerine gökdelen yapıyor, AVM inşa ediyor, beş değil yedi yıldızlı oteller konduruyor! 35


BİR HATIRADAKİ TÜRKİYE VE İSTANBUL

Suudi Arabistan’ı hatırlayın lütfen Mekke gibi Müslümanların ortak ve kutsal kentindeki tarihi Türk Kalesi yerle bir edildi, üzerine çirkin gökdelen dikildi. PEKİ NEDEN VE NİÇİN?

Bütün bunlarda galiba “ahlaksız ticaret, sonradan görmelik, kaba ve softa yobazlık, ilkesiz ve halksız siyaset, niteliksiz tekelci eğitim ve kütür, emek vermeden kazanılan zenginlik, cinsel sapıklıklara kadar varan vicdansız haz, insaniyetsiz bilim ve özverisiz ibadet” etkili olmuştur. Çünkü ölçü kaybolmuştur. “Oku” diye ilk emri olan bir coğrafyada adeta bu emir “okuma” şeklinde hayata geçiriliyor. Bütün bunlardan şehirler de nasibini alıyor. Kentlerin ruhu kayboluyor. Bilmiyorum Singapur’a gittiniz mi? Bir küçük şehir devlet Singapur. Mekan yetersizliğinden gökdelenler bir hayli var. Ama kesinlikle tarihi dokuya karışılmamış. İngiliz işgaline uğradığı için hala bu İngiliz evleri ayakta. Hele hele öyle bir botanik parkı var ki burası da tur operatörlerinin programındadır. Hayvanat bahçesi de öyle, geleneksek uzak doğu tiyatrosu da. Sokaklar ve caddeler pırıl pırıl. Yere tükürmek cezayı mültezimdir. Sigara izmaritini yere atmak da öyle. Muhteşem bir milli kütüphanesi vardır. Her taraf yeşil alan üstelik. Hele bir de golf turizminin önde olduğunu öğrenince küçük dilimi yutacaktım. Amerika ile birlikte geldi Singapur’a gökdelenlere ve AVM’ler. Neredeyse yarım asır. Teknolojiyi çok iyi takip ediyor yönetim. Çin’in etkisinde olan çok dinli ülkede Müslümanların mescidi tertemiz mini bir akademi gibidir. Eğer ramazanda giderseniz burada dini ve mistik havayı yaşıyorsunuz. Çok sıcak ve samimi bir Müslüman topluluğu vardır. sayı//70// mayıs 36

Ramazandan laf açılmışken ecdat yadigarı olan bir ramazan duası hatırlattı bana Singapur’daki Müslüman Pakistanlı esnaf dostlarım. Önce nereden geldiğimi sormuştu. “Türkiye” demiştim. O ise buna karşılık “İstanbul mu?” diye sorunca “evet” dedim. Elinin parmaklarıyla da “muhteşem” biçiminde işaret etti. Türkiye deyince İstanbul’un hemen akla gelmesi, birbiriyle örtüşmesi ne güzel bir algı ve gelişme. Yıllar önce çocuklarım için hediyelik eşya alış verişi yaparken bu küçük esnafın kültürüne ve birikimine hayran kalmıştım. Belki de Pakistanlı bilim adamlarının değişik dallarda(edebiyat hariç)7 Nobel Ödülü alması kültürün, eğitimin, gayretin, çalışmanın, gündemi takip etmenin halka kadar inmesinden kaynaklanıyordur. Daha düne kadar Osmanlı coğrafyasında yapılan Ramazan Duası şöyle; Günleriniz hayrola, Hayırlar feth ola, Şerler def ola, Gönüller şadu handan ola, Müşkilatlar hallu asan ola! Hastalar şifayab ola, Dertliler devayab ola, Borçlular edayab ola, Namurad olanlar bermurat ola, Naşad olanlar, şadü handan ola! Kalplerimiz mesrur, Ayıplarımız mestur, Günahlarımız mağfur, Dünyamız mamur, Ahiretimiz mamur, İçimiz, dışımız pürnur ola, Ahir ve akıbetimiz hayrola, Ramazan-ı şerifiniz mübarek ola! Kahire’deki Ramazanlar da tozlu havasına rağmen dikkat çekici. Çarşı pazar renk renk donatılıyor. Belki de onlarca çeşit tatlılar yapılıyor. İkramlar birbiriyle yarışıyor. İnsanların bu ayda yüzü gülüyor. Selamlar artıyor. Mutluluklar yüzlerden okunuyor. YERYÜZÜNDE MUTLU İNSANLAR MİRASI

Dilerim şehirlerimize daha fazla sahip çıkıp, tarihimizi ve dokumuzu yeniliklerle koruyup, güzel geleneklerimizi , çağdaşıyla örtüştürüp hayata geçirelim, kültürün, eğitimin, medeniyetin herkese ve her kesime yansıdığı , yeşil olanları bol, mutlu insanları bir hayli fazla olan, böyle bir dünya bırakalım yeni nesle!.


NOHUTU

BEKLERKEN

Hayatta söylenmemiş, yazılmamış ya da yaşanmamış bir şeyler hala var mıydı? Dünyada yaşam var oldukça elbette olacaktı. İnsanlar ölüyor yeni insanlar doğuyor ve senden çok sonra doğanlar bile hayatının bir parçası olup geleceğini büyük ölçüde değiştiriyordu. Ezgi Elçin OYNAK

erkesten kaçıyordu. Her şeyden ve herkesten... Bir kere yaklaşıp sonra uzaklaşıyordu. Alışmamak için. Evet, alışmaktan korkuyordu. Ya da bağımlı olmaktan, tam olarak bağımlı olmaktan kaçıyordu. İnsanların birini üzme ihtimali yüksek olduğundan, olabildiğince az zararla bağını koparıyordu. Öğle saatleriydi, odasının penceresini açtı. Başını biraz dışarı çıkardı, hava soğuktu. Harikulade. "Şöyle sağlam bir giyip yürümek güzel olmaz mıydı?" Olmazdı çünkü hali yoktu. Ne olacaktı sanki dışarıda, dışarısı neyi değiştirecekti. Böyle kapalı havaları seviyordu, özellikle evde olmayı seviyordu. Tüm randevuları, alınacakları ve gidilecek yerleri de ertelemişti. Bazen ertelemeyi seviyordu. Buna mecbur kalıyordu çünkü 'bir şey yapmama' isteğine çok sık yakalanıyordu. Yapacağı çok şeyden kendi isteğiyle vazgeçtiği için bazen bu duruma katlanmak zor geliyordu. Hayır, her zaman zor geliyordu. Pencereyi kapatıp mutfağa geçti. Ocakta nohut pişiyordu. En iyisi onu seyretmekti. Kedisi de mutfak masasının altında uzanmış, uyumak üzere olan gözleriyle ona bakıyordu. En iyisi ikisini de seyretmekti. Yeniden insanları düşünmeye başladı. Son zamanlarda saçmalayan ne çok insan olmuştu etrafında. Hem ne kadar da kendilerini 'bir şey' zannediyorlardı.

Ne kadar da komikti. Halbuki her durumda gülünç bir taraf bulan bazı insanlardan haberleri yoktu herhalde. Ah onların eline bir geçselerdi... Hayatta söylenmemiş, yazılmamış ya da yaşanmamış bir şeyler hala var mıydı? Dünyada yaşam var oldukça elbette olacaktı. İnsanlar ölüyor yeni insanlar doğuyor ve senden çok sonra doğanlar bile hayatının bir parçası olup geleceğini büyük ölçüde değiştiriyordu. Anılar unutuluyor ve anılar biriktiriliyordu. Bazı durumlar insana ilham veriyordu. Fakat onun gibiler için bu ilhamı diri tutmak zordu. Mesela çabuk sıkılıyordu. Bu 'her şeyin geçici olduğunu' bilmeyi yanlış değerlendirmek oluyordu. İlham giderse yaşam biterdi. Her an her şeyin zamanı olabilirdi. Şu an bu mutfak masasında sakin sakin oturuyor olsan da biraz sonra herhangi hararetli bir eylem meydana çıkabilirdi. Nohutu düşündü. O da nereden nereye geldi. Dün dolaptayken şimdi ocakta. Sonra kimlere kısmet olacaktı. Bugün ve hayatını sakinliklerle geçirdiği diğer günlerinde; hep bir şeyler olmasını bekledi. Çoğu zaman tam olacakken de kaçıverdi. Bir şey olmadıysa bu kötü değildi, olduysa yine kötü değildi. Ortaya çıkan durumların kötülüğü bizim onu ne kadar isteyip istemediğimize mi bağlıydı? Her zaman değildi. Bir haftadır bir cümle oluşturup da yazısına başlayamamıştı. Bunlar hep 'kendini beğenmemekten' oluyordu. "Bu yeterli değil" diye düşündüğü zamanlarda, ilerleyemediğini anladı. Çünkü başlamıyordu ki ilerlesin... Güzel bir cümle yazabilmek için; hakikaten güzel bir cümle yazabilmek için; gerçekçi ve içten düşünen bir insanın ' güzel bir cümle' diyeceği bir cümle yazmak içindi uğraştığı... Kimi zaman sayfalar dolusu yazdığı da oluyordu. 'Bir daha yaz' desen aynısını yazamazdı. Neden böyle oluyordu? Sanki o cümleler onun zihninde oluşmamış mıydı? Ancak biri ona okursa o fikrin ona ait olduğunu hatırlıyordu. Kağıt üzerine yazdığında, o mutlaka "bu benim için tamamlanmış" dediği bir cümleydi. Zihnindekini, yazdığı cümlede aynı şekilde göremezse mutlaka üstünü karalayarak silerdi. Onu orada bırakmazdı. Son zamanlarda bazı edebiyat dergilerinde yazıları yayınlanmıştı. Bu iyi bir başlangıçtı onun için. Yazılarının yayınlanması ona gerekli ilhamın bir kısmını vermişti. Yazılarını kim okursa okusun ama kendi yazısını bir başkasına kendi okumayı sevmezdi. Yazmayı severdi, yazarak anlaşılmayı severdi ama yazıları üzerinde konuşarak anlaşılmayı sevmezdi. Kim ne anlarsa anlasın; ama kendisine ne anlatmak istediğini sormasın istiyordu. Yazılarında kendisi olmasa aradığı içtenliği ortaya çıkaramazdı. İnsan kendini apaçık anlatabilir miydi? Onun büyük arzularından biri de roman yazmaktı. Aman Ya Rabbi! Ya romanı yazar da, okuyanlar ona romanda yaşananlar hakkında soru sorarsa. Konuşmamak olur muydu? O zaman da şöyle mi diyecekti " hayır hayır, romandaki her kişi ben miyim sanki; hepsi bir kişiden çıkabilir mi?"Masadan kalktı, nohutu kontrol etti. Pişmişti. Ocağı kapattı... 37


SÜLEYMANİYE YAZMA

ESERLER KÜTÜPHANESİ

SÜHEYL ÜNVER

KOLEKSİYONU Tıp adamlığı yanında Türk İslam sanatlarının günümüzde gelmesinde, öğretilmesinde yaptığı çalışmaları, eserleri ve yetiştirdiği öğrencileri ile anılan Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver Bey (17 Şubat 1898 Tırnova -14 Şubat 1986) adına hazırlanmış olan koleksiyonda, eserleri ve çalışmalarına yer verilmiştir.

Şamil KUCUR

sayı//70// mayıs 38

abii güzellikleri ile birlikte kültürü, tarihi, sanatı, mimarisi ile Türk ve dünya tarihi açısından her zaman, dikkatleri üzerinde toplayan bir şehirdir İstanbul. Sadece turistik ve tabii güzellikleri ile değil kültür tarihi açısından da bir hayli önemli bir merkez olan İstanbul'da özellikle, çok geniş bir coğrafyaya uzanmış olan Osmanlı coğrafyası ve İslam tarihi ve kültürü açısından, kitap, hat, ebru gibi nadide sanat eserleri, belge ve yazılı kaynakların da müze, arşiv ve kütüphanelerde muhafaza edildiği bir merkez olması açısından da, önemini her zaman korumaktadır. Süleymaniye Kütüphanesi ya da Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, bu gün yazılı tarihimizin muhafaza edildiği ve günümüzde yurtiçi ve yurtdışından araştırmacılara hizmet vermekte olan kütüphane, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı olan bir başkanlık olan Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı çatısı altında hizmet vermektedir. PADİŞAH KÜTÜPHANELERİ, HAT VE EBRU KOLEKSİYONLARI

Zamanımızda Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Türk-İslâm kültürünün ana kaynaklarından olan yazma ve Arap harfli eski basma eserleri bünyesinde barındıran, yerli ve yabancı araştırmacılara uluslararası düzeyde hizmet veren bir kuruluş durumundadır. İçerisinde hayır sever kişilerin ve Fâtih, Hamidiye, Sultan Ahmed, I. Mahmud tarafından kurulan Ayasofya ve Lâleli gibi padişah kütüphanelerinin de bulunduğu 152 koleksiyon mevcuttur.Kütüphanede cilt, tezhip, minyatür, hat ve ebru gibi geleneksel sanatların en güzel örneklerini görmek mümkündür. Bu eserler içerisinde tarihi çok eski, müellif hattı, dünyada tek nüsha veya sultanlara ithaf edilmiş çok değerli yazmalar bulunmaktadır. Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver Araştırma Merkezi /Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi'nde kültür tarihimizde önemli görevlerde bulunmuş ve tarihimize mal olmuş olan önemli şahsiyetlerin koleksiyonlarına da yer verilmiştir. Tıp adamlığı yanında Türk İslam sanatlarının günümüzde gelmesinde, öğretilmesinde yaptığı çalışmaları, eserleri ve yetiştirdiği öğrencileri ile anılan Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver Bey (17 Şubat 1898 Tırnova -14 Şubat 1986) adına hazırlanmış olan koleksiyonda, eserleri ve çalışmalarına yer verilmiştir.


Süheyl Ünver Koleksiyonu / Tıp adamlığı yanında kültür, sanat ve tarihimize de önem veren Süheyl Ünver, yazı hayatı boyunca dahili tababet, Türk tıp tarihi, Türk bilim ve sanat tarihi konularında eserler vermiştir. Diğer yandan, İstanbul başta olmak üzere gezdiği şehirler için defterler hazırlamış ve bu defterlerde şahsi gözlemlerinden, şehirlerin çeşitli cephelerini gösteren sulu boya resimlere kadar birçok belgeyi bir araya toplamıştır. Bu defterlerin ve defter haline getirilmemiş malzemenin önemli bir kısmını Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi’ne, arşivinin bilim tarihiyle ilgili kısımlarını Kandilli Rasathanesi’ne, tarihle ilgili arşivini ve sulu boya resimlerini Türk Tarih Kurumu’na, şahsi kütüphanesi ile tıp tarihiyle ilgili belgelerini Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Enstitüsü’ne bağışlamıştır. Eserleri onbir yılda bağışlandı..Süheyl Ünver’in 1974 yılı Ocak ayında Süleymaniye Kütüphanesi’ne yaptığı başvuru, Kütüphaneler Genel Müdürlüğü tarafından kabul edilmiştir. Ünver, ilk bağışı 3 Nisan 1974 tarihinde gerçekleştirmiş ve 10 Haziran 1985’e kadar arşivindeki defter ve dosyaları peyderpey kütüphaneye bağışlamıştır. Bir kısım dosyaları kendisi kütüphanede düzenleyerek defter haline getirmiş, ancak geri kalan dosyaların düzenlenmesine Ünver’in ömrü vefa etmemiştir. Süheyl Ünver, arşivini bağışlarken bazı şartlar koymuş ve bunlar Kütüphaneler Genel Müdürlüğü’nce aynen kabul edilmiştir. Bu şartlara göre, bağışladığı tüm eserler kütüphanenin ayrı bir odasında bulunacak ve hiçbir eserin başka kısımlara katılması mümkün olmayacaktır. Ünver, arşivinin tüm araştırmacılara azami kolaylık gösterilerek kullandırılmasını ve bir arşiv fihristi hazırlanmasını da şartlarına eklemiştir. Araştırma Merkezi olarak hizmet veriyor Süheyl Ünver’in bağış şartlarını daha hızlı ve etkin bir şekilde yerine getirebilmek üzere, koleksiyon için ayrılan oda Kütüphane tarafından Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı’nın oluru alınarak 16.04.2013 tarihinde, bir araştırma merkezine dönüştürülmüş; Süheyl Ünver tarafından bağışlanan tüm eserler ele alınarak, defter, dosya, şahsi eşya, tablo ve levhaların envanteri çıkarılmış ve bütün eserler sayısallaştırılmıştır. Sayısallaştımayla beraber tüm eserleri kapsayan bir konservasyon çalışması başlatılarak eserlerin zarar görmeyecek şekilde muhafazası için

gerekli önlemler alınmıştır. Arşivin detaylı bir katalogunun hazırlanmasına da başlanmıştır. Hoca Ali Rıza'ya ait dosyalar da koleksiyonda yeralıyor Süheyl Ünver Koleksiyonu’nda 31 el yazması, 55 nadir basma, 300 yeni harfli kitap, 1096 defter, 950 dosya, 108 şahsi eşya bulunmaktadır. Ayrıca, yine Süheyl Ünver tarafından bağışlanan ve Ressam Hoca Ali Rıza’ya ait olan 125 dosya da ayrı bir koleksiyon halinde muhafaza edilmektedir. Koleksiyonda hat ve tezhip örnekleri, minyatürler, kalıplar, levhalar, fotoğraflar gibi orijinal belgelerin yanı sıra mektup, dergi, davetiye, gazete kupürü, makaleler ve kitapçıkların da bulunduğu eşsiz zenginlikte eserler yer almaktadır. Defter Koleksiyonu: Süheyl Ünver’in, ilgi duyduğu her türlü konu hakkında elde ettiği veya kendi hazırladığı belge, fotoğraf, resim, not vb. malzemenin, yine kendisi tarafından defterlere aktarılarak konulara göre düzenlenen koleksiyondur. Dosya Koleksiyonu: Süheyl Ünver’in malzeme olarak topladığı fakat tekrar ele alıp defter olarak düzenlemeye fırsat bulamadığı eserlerin dosyalar halinde muhafaza edildiği koleksiyondur. Şahsi Eşya Koleksiyonu: Süheyl Ünver’e ait yazı takımı, plaketler ve resmî belgeler gibi kişisel eşyaları içeren koleksiyondur. 39


arihimizde öyle olaylar yaşanmıştır ki bu olaylar umudun sonuna kadar devam ettiğinin bir göstergesi olarak dünya tarihinde haklı yerini almıştır. Osmanlının her dönemi tarihten bir levha gibidir adeta. Dünyada ses getiren, dünya tarihine nizam veren olayların baş kahramanıdır Osmanlı.

OSMANLININ YÜZ AKI;

GAZİ OSMAN PAŞA

Plevne müdafaası çetin savaş şartlarına, imkânsızlıklara, asker sayısının düşmana göre az olmasına rağmen büyük bir başarı ile yürütülür. Paşanın bu başarısı İstanbul tarafından da taltif edilir ve bizzat II. Abdulhamid tarafından paşaya “Gazi” unvanı verilir. Mustafa UÇURUM

1877 yılı Osmanlı için olduğu kadar dünya ülkeleri için de büyük sıkıntıların baş gösterdiği bir zaman dilimidir. Osmanlı ile Rusya’nın en çetin mücadelelere giriştiği bir 1877’yi yaşar dünya. Osmanlı ordusunun başında Gazi Osman Paşa; adını tarihe yazdıracak bir mücadele ile yer almaktadır. Tarih dizilerinin içeriği, gerçekle olan irtibatı çok tartışılır. Fakat yapılan bu tartışmalarda göz ardı edilen nokta yapılanın bir dizi olduğu ve bir senaryo üzerinde olayların gerçekleştiğidir. Ben bu tür dizilerin farkındalık oluşturmaya yaptıkları katkı zaviyesinden faydalarına bakarım genelde. Payitaht Abdulhamid dizisi ile birçok kişinin hayatına giren Abdulhamid, Tahsin Paşa, Gaziosmanpaşa gibi kahramanların günümüz gençleri tarafından da tanınmaya başlandığı, bu isimleri araştıran isimlerin çoğaldığı gerçeğini de unutmamak gerek. Gaziosmanpaşa da bu dizi ile birçok kişinin tanıdığı gerçek kahramanlarımızdandır. Başarılı, azimli ve disiplin abidesi bir paşa. Gözünü budaktan sakınmayan, hayatı başarılarla dolu olan paşa Plevne’de verdiği kahramanca savunma ile dünyanın hayran olduğu bir komutan olmayı başarmıştır. Gazi Osman Paşa Plevne’de kendisinin bizzat çizdiği siperlerle, kendisinin hazırladığı taktikler ile karşısındaki düşmanlarının bile saygı duyduğu bir komutan olarak savaş meydanında bulunmuş bir askerdir. Plevne müdafaası çetin savaş şartlarına, imkânsızlıklara, asker sayısının düşmana göre az olmasına rağmen büyük bir başarı ile yürütülür. Paşanın bu başarısı İstanbul tarafından da taltif edilir ve bizzat II. Abdulhamid tarafından paşaya “Gazi” unvanı verilir. Gazi Osman Paşa Plevne’de Ruslara karşı en önde savaşan bir komutandır. Ordusunun başına geçerek düşman hatlarına gözünü kırpmadan giriyorsa bir komutan, askerlerin de

sayı//70// mayıs 40


aynı cesareti kuşanmalarına şaşırmamak gerekir. Osman Paşa, savaşırken bindiği üç at Ruslar tarafından öldürülür, kendisi yaralanır ama bir an için savaş meydanını terk etmez; bir yandan düşmanla savaşır bir yandan da askerlerin direncini diri tutmaya çalışır. Osmanlı ordusunun kahramanlığına Tuna Nehri de şahittir. Nehri geçen Rus askerleri her şeyin yoluna girdiğini sandıkları bir anda karşılarında siperleri ve Krupp toplarını bulurlar. Bizzat paşa tarafından planlanan istihkâm savunmasını bir türlü geçemez Rus askerleri. Bu savunma taktiği uzun yıllar Avrupa Harp Akademileri’nde ders olarak okutulur. Gazi Osman Paşa tarihe mâl olan Plevne savunması ile tarihteki yerini aldı. 50.000 Rus askerine karşı 23.000 asker; 184 topa karşı 53 top ile mücadele eden paşa, toprağın içine kazdırdığı siperler ile bir tünel sistemi kurarak dünyada bir ilke imza atmış askeri bir dehadır. Osmanlının morale en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda gerçekleşen bu mücadele Osmanlının bir süreliğine de olsa rahat nefes almasını sağlamıştır. Rusların eline esir düşen paşa büyük bir hürmet ile ağırlanır. İlk defa bir eserin kılıcı alınmaz. Rus başkumandanı tarihe geçen şu sözü ile paşaya olan saygısını dile getirmiştir: “Şu anda yeryüzünde bu kılıcı şerefle taşımaya hakkı olan tek insan sizsiniz.” İki ay boyunca esir muamelesi görmeden Rusya’da bulanan paşa İstanbul’a döndüğünde

büyük bir kalabalık tarafından padişahın emri ile hürmetle karşılanır. Hemen Yıldız Sarayı’na II. Abdulhamid’in yanına götürülür paşa. Onun geldiğini gören II. Abdulhamid saray kurallarını hiçe sayarak merdivenlerden inerek paşayı karşılar ve ona: "Gel benim kahraman Osmanım! Berhüdar ol! Şan-ı milleti ancak sen muhafaza ettin. Vatan uğurunda yaptığın gazaya bütün cihanı hayran eyledin. Osmanlı askerliğinin şerefini sen göklere çıkardın. Senin gözlerini öpmek için hasretle ahdetmiştim. Gel ahdımı yerine getireyim. Gözlerini öpeyim." der ve Gazi Osman Paşa’yı hasretle kucaklar. Osmanlının son dönemde yüzünü ak eyleyen, II. Abdulhamid iki kızını paşanın iki oğluyla evlendirerek sevgisini gösterdiği Gazi Osman Paşa Türk tarihindeki unutulmazlar arasındaki yerini almıştır. Fatih Camii haziresinde Fatih Sultan Mehmet Han’a komşu olan Gazi Osman Paşa’ya Allah’tan rahmet, bütün zorluklara rağmen hiçbir zaman boynunu eğmeyen milletimize de dirlik ve birlik diliyorum. 41


apı formu hemen hemen tüm din ve medeniyetlerde önemlidir. Göğün kapısı, Öteki Dünya kapısı ve bazen de mitoloji ve efsaneler konu olan Sır kapısı, Ancak her ne kadar günümüzde pek bir işlevi ve anlamı kalmasa da tarihte önemli bir konuma sahip olan Kapılardan biriside Şehir kapılarıdır.

ŞEHİR VE KAPILAR

Bizans devrinde askerlerin giriş yeri olan asker kapı Osmanlılarla beraber o bölgede yer alan Mevlevihanelerle beraber Mevlana kapı olarak anılmaktaır. Mehmet SANCAK

Şehir kapıları genel bir tanımlama ile kale ve surun bir parçası olacak şekilde giriş çıkışın yapıldığı. Aynı zamanda güvenlik ve kontrol amaçlı olarak ta en önemli unsurlardan birisi olarak nitelendirilir. Eskiçağlardan itibaren kapı formları günümüze kadar gelmiştir. bunlardan en önemlisi ülkemizden bulunan Hititlerin en önemli başkentlerden Hattuşa’da bulunan 5 kapıdan biri aslanlı kapıdır. Günümüze kalan kabartma ve formları itibariyle ile Hitit imparatorluğunun en görkemli dönemlerinde inşa edildiğini yansıtmaktadır. Birçok yapıda görülen aslan figürü Hititlerle özdeşleştiğini bilmekteyiz. Her iki yanında bulunan aslan heykelinden dolayı buradaki kapı Aslanlı kapı olarak isimlendirilmektedir. Aslanlar genelde giriş kapılarında ürkütücü olduklarından dolayı konulmaktadır. Aslanın aynı zamanda eski medeniyetlerde ruhsal anlamda koruma vazifesi olduğuna da inanılır. Şehir kapıları denilince akla ilk gelen şehirlerden biriside hiç şüphesiz İstanbuldur. Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı döneminde bir çok kapı inşaatı yapılan İstanbul’da yaklaşık olarak 45 tane kapı bulunuyordu. Tarihte herkesin hayalini kurduğu ve gelmek için can attığı İstanbul’a giriş o kadarda kolay değildi. Şehre gelenler bu kapılarda bekletilir. Özel izni olmayanlar alınmazdı. Kapılar sabah gündoğumu ile açılır akşam Karanlığı ile kapatılırdı. Bu kapılar Roma döneminde kullanıldığı gibi İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılar tarafından farklı adlarla anılmaya başlanmış. Bizans devrinde askerlerin giriş yeri olan asker kapı Osmanlılarla beraber o bölgede yer alan Mevlevihanelerle beraber Mevlana kapı olarak anılmaktaır. Bizanslılarca Yaldızlı, Işıklı ya da daha abartılı ve yaygın söylenişiyle Altın Kap anlamında Porta Aurea olarak adlandırılan bu kapı, Bizans’ın

sayı//70// mayıs 42


kent dışına yaptırdığı en büyük zafer takıdır. İki yanındaki burçlar kapının korunması için yapılan ilk burçlardır. Zafer kazanan Bizans krallarının ve komutanlarının bu kapıdan girmesi bir gelenek olmuş. Örneğin, 1261’de Paleologos, kenti uzun süre hırpalayan Latin işgaline son verdikten sonra zaferini bu kapıdan girerek kente ilan etmiş. Kapının mimarisini belirleyen üç kemerin en yükseği ortadaki kemerdir. Kurulduğunda bu kemerlerin üzerinde olan ama şimdi göremediğimiz Prometheus, Herakles, Zeus gibi mitoloji kahramanlarının heykelleri, kentin henüz Hıristiyanlığı resmi olarak kabullenmediğinin göstergesi olarak yorumlanıyor. Şehir kapılarından bahsederken 3 semavi dine ev sahipliği yapmış Kudüs den bahsedilmeden olmaz. A'raf süresinin 161.ayetinde " Onlara denildi ki: Şu şehirde (Kudüs'te) yerleşin, ondan (nimetlerinden) dilediğiniz gibi yeyin, bağışlanmak istiyoruz deyin ve kapıdan eğilerek girin ki hatalarınızı bağışlayalım. İyilik yapanlara ileride ihsanımızı daha da artıracağız. " Ayeti kerimede Kapıdan eğilerek girin denildiği Şehir olan kudüs’te 7 kapının olduğu bilinmektedir. Günümüzde Müslümanlar, eski şehrin Şam, Sâhira ve Esbât kapılarını; Hıristiyanlar Esbât, Cedîd ve El Halîl kapılarını; Yahudiler ise Meğâribe, Nebî Davud ve El Halîl kapılarını yoğun olarak kullanmaktadır. Turistler ise daha çok, kapıların en ihtişamlısı olan Şam Kapısı

ile şehre batı yönünden girişi sağlayan El Halîl Kapısı’nı tercih etmektedir. Bu kapılardan en önemli olan hiç şüphesiz Hristiyanlar ve Yahudilerin Altın Kapı olarak adlandırdıkları kapıdır. İnanışa göre Mesih Zeytin dağından gelerek Muallak kayasına bu kapıdan geçecektir. Müslümanlar tarafından Rahmet kapısı olarak adlandırılan bu kapı Selahattin Eyyübi nin Burayı feth etmesi ile beraber taşlarla kapattırılmıştır. İmam Gazali’nin Kudüs’te Tevbe ve Rahmet kapısının üstünde kendi zaviyesi bulunmaktadır. Mescid-i Aksa’da ders vermiş. Ayrıca İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn adlı ünlü eserini kaleme aldığı yer olarak bilinmektedir. 43


MASAL ŞEHRİ PRAG… Sarının, güneşin en çok yakıştığı şehirlerden biri olan Prag’a, Mayıs ayında gitmek nasip oldu bizlere. Prag’a ne zaman gidilir konusuna gelecek olursak, en iyi dönemler bahar dönemleridir bana göre. Şifanur Özçelik ŞİRİN

eçmişte Çekoslovakya'nın başkentliğini yapmış, günümüzde de Çek Cumhuriyeti'nin başkentliğini yapan Prag, ortalama 1,3 milyon nüfusa sahip bir şehirdir. Şehir I. ve II. Dünya Savaşlarına şahitlik etse de hala tarihi dokusunu koruduğu için turizm alanında da çok büyük ilgi görmektedir. Şehrin bugünkü dokusuna 9.yy'da başlandığı söylense de asıl gelişimi 13. ve 14. yıllar arasında göstermiştir. Şehir imparatorluklar, Dünya Savaşları, Komünizm, yönetimsel sorunlar ile yoğrulsa da 1993 yılında Çekoslavakya'dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiş ve 2004 yılında da tam Avrupa Birliği üyeliğini tamamlamıştır. Çek Cumhuriyeti sınırları içerisinde Praha olarak adlandırılır. Vltava Nehri üzerinde yer alan şehir bu nehir tarafından ikiye bölünmüştür. Vltava Nehri üzerine inşaa edilen köprüler şehre mistik bir hava katmıştır. Sarının, güneşin en çok yakıştığı şehirlerden biri olan Prag’a, Mayıs ayında gitmek nasip oldu bizlere. Prag’a ne zaman gidilir konusuna gelecek olursak, en iyi dönemler bahar dönemleridir bana göre. Prag deyince pek çok kişi için akan sular duruyor, sevgi ve tutku sözcükleri bu şehirle iç içe geçmiş durumda. Zaten 20. yüzyıla damga vuran, Franz Kafka da Prag doğumlu ve ölene dek burada yaşamış. Dolayısıyla Kafka ile özdeşleşen Prag’da yazarın izlerini hissetmek çok etkileyici oluyor. Özellikle Kafka Müzesi, Kafka’ya dair gezebileceğiniz en detaylı müze. Güzel Avrupa başkenti şehrinin, bize cezbedici yanlarını ve neler yapabileceğimize görmeye başlamadan önce, bilmemiz gereken en önemli şey Prag’ın, Praha 1, Praha 2, Praha 3 şeklinde uzayıp giden pek çok bölgeye ayrıldığı. Çok yüksek ihtimalle gezmek isteyeceğiniz turistik noktaların büyük bir kısmı Praha 1 ve civarında toplanmış durumda. Ancak bu demek değil ki sadece oralarda vakit geçireceksiniz. Praha 1 bölgesinde kalmak turistik noktaları keşfetmek için son derece mantıklı olabilir, ancak yeme içme, alternatif müzeler/atraksiyonlar için birçok farklı bölgeye taşmanız gerekecek. PRAG KALESİ: (Prazsky Hrád ya da Prague Castle), günümüzde devlet başkanlarını bakanlıkların ve ofislerinde yer aldığı Guinness Rekorlar Kitabına "Dünyanın en büyük antik kalesi" olarak girmiştir. Şehrin üst kısımında konumlandırıldığı için muhteşem Prag manzarasına sahiptir.

sayı//70// mayıs 44


KARL KÖPRÜSÜ: (Karluv Most ya da Charles Bridge), 1357-1400 yıllarında yapımı tamamlanmış, üzerinde 30 tane heykel olan trafiğe kapalı muazzam Vltava Nehri manzaralı mistik bir köprüdür. ESKİ ŞEHİR MEYDANI: (Staromestské Námestí ya da Old Town Square) , 10.yy'da uluslararası ticaret malları satımı için inşaa edilmiştir. Eski Şehir Meydanı, tam anlamıyla Prag’ın göbeği. Buraya ayak basıp da o turist kalabalığının içine karışana kadar siz kendiniz de Prag’a gelip gelmediğinize emin olamıyorsunuz. ASTRONOMİK SAAT: (Prazsky Orloj ya da Astronomical Clock), Eski şehir meydanında bulunur. Her 12 saat diliminin 12 burcu temsil ettiği ve her saat başında saatin üzerindeki figürlerin gösterisini izleyebilirsiniz. DANS EDEN EV: (Tancící Dum ya da Dancing House), Fred Astaire ve Ginger Rogers’a adandığı ve dans eden iki partneri sembolizce ettiği için Fred and Ginger olarak adlandırılan bu yapı bölgede yaygın olan Barok, Gotik binalar arasında oldukça dikkati çekicidir. ULUSAL TİYATRO: (Národní Divadlo ya da National Theater ), Vltava nehri kenarında bulunur. Bu yapı 19. yy' ın sonlarında inşaa edilmiştir ve özgürlük ve kültürün sembolü olarak kabul edilir. Altın görünümlü çatısıyla da turistlerin ilgi odağı halindedir. Gece ışıklandırmasıyla ve ışıklarının Vltava Nehri üzerine vurmasıyla muazzam bir manzara da sahiptir. ULUSAL MÜZE: (Národní Muzeum ya da National Museum), 1818 yılında kurulmuş Prag şehrinin en büyük müzesidir. Wenceslas Meydanı'nda kurulan bu müze muhteşem merdivenleri ve salonlarıyla görülmesi gereken yerlerin başında gelir. Eiffel Kulesinin küçüğü Petrin Kulesinin, sahip olduğu manzara Prag'ın belki de en güzel manzarasıdır. Prag Kalesi, Karl Köprüsü ve diğer köprülerin hepsi tüm göz alıcılığıyla karşınızdadır. Ayrıca kulenin etrafındaki bahçeler ve gül bahçeleri görülmeye değerdir. Şehrin en güzel kiliselerinden. Tyn Kilisesi, 1511 yılında tamamlanmıştır. Kilise Eski Şehir Meydanı'nda tüm ihtişamıyla boy gösterir.

Lennon Wall, Adından da anlayabileceğiniz üzere John Lennon ile özdeşleşmiş olan Lennon Duvarı’nın hikayesi, sanatçının ölümünün ardından, bu noktaya Lennon’ın bir resminin çizilmesi ile başlıyor. Sonrasında John Lennon’ın hayranları zamanla burada hem Lennon’ı anmak, hem de dönemin rejimini simgesel bir şekilde eleştirmek adına duvarın üzerine barışı simgeleyen sloganlar, şarkı sözleri, cümleler yazmaya başlıyorlar. Yıllar geçtikçe bu duvar daha da simgesel bir hal alıyor ve rejim değiştikten sonra bile aynı özelliğini korumaya devam ediyor. Günümüzde ise hem son derece turistik bir nokta, hem de sokak Lennon Wall’a ulaştıysanız, aslında Kampa Island’a ulaşmış da oluyorsunuz. Zaten burası aslında ayrı bir adacık gibi olsa da, yürüyerek ulaşabileceğiniz, herhangi bir araç gerektirmeyen bir noktada yer alıyor. Burası şehrin, yemyeşil, nefes alan, güzeller güzeli bir başka noktası. Hem nehrin karşısından şehrin karşı yakasını fotoğraflamak, hem çimlere bayılıp parksızlık ve yeşil alan eksikliğinden perişan olmuş bünyenizi mutlu etmek için harika bir nokta. Ayrıca bir modern sanat müzesi olan Kampa Museum de burada yer alıyor. Müzisyenlerinin, sokak sanatçılarının, gençlerin toplandığı bir alan olarak biliniyor. Kampa Island’da biraz soluklandıktan sonra St. Nicholas Kilisesi, St. Vitus Katedrali, St. George’s Bazilikası, Old Royal Palace gibi yerleride ziyaret etmek isteyebilirsiniz. Strahov Kütüphanesi, tartışmasız bir şekilde hayatımızda gördüğümüz en güzel kütüphanelerden biriydi. Şehirde ulaşım için, metro, otobüs gibi birçok toplu taşıma seçeneğiniz var. Ama Prag öyle güzel bir yer ki, toplu taşımaya binerek o güzel sokakları, önünde fotoğraf çekmek isteyeceğiniz o güzel binaları kaçırma ihtimaliniz olduğunuzu bileceğiniz için yürüme isteği kendiliğinden gelişiveriyor ve bir bakıyorsunuz birden bilmem kaç km yürümüşsünüz. Çek Cumhuriyeti’nin para birimi Euro değil “Çek Korunası”. Ancak yanınızda Euro götürürseniz kolaylıkla Koruna’ya çevirebilirsiniz. Aslında Türk lirasını çevirebileceğiniz yerler de var ama Euro bozdurmanız çok daha kolay. Hazırlıklı gitmekte fayda var. Evet bir gezimizin daha sonuna geldik. Masal Şehir olarak hatıralarımızda yerini aldı. İyi seyirler diliyorum… 45


STANBUL VE SU MEDENİYETİ

İstanbul’da yerleşim tarihi boyunca su her zaman en önemli yaşam maddesi olmuştur. Şehrin ilk yerleşimcileri su ihtiyaçlarını menbalardan, kuyulardan ve sarnıçlardan sağlamışlardır. Mevcut su kaynaklarının şehrin ihtiyaçlarını karşılayamaması üzerine bilinen ilk suyolu, Roma İmparatoru Hadrian (117138) tarafından yaptırılmıştır. Bu suyolu ile şehir surları dışından temin edilen sular Sultan Ahmet Meydanı civarına ulaştırılmıştır.

SU YOLUNDA ÇALIŞANLARA

MEVLİD-İ ŞERİF HEDİYYE OLSUN Sudur ma’mûr eden cümle cihânı Susuz yerde n’iderler hânümânı Sudur cân ehline veren hayatı Susuz kalan kişi ister memâtı. Eyyûbî Salih ŞAHİN*

İstanbul’un İkinci suyolu İmparator Konstantin (324-337) tarafından gerçekleştirilmiştir. 242 km. uzunluğa sahip bu su tesisleri, Roma su uygarlığının en uzun suyolu unvanına sahipti. Istıranca dağlarından getirilen su, Vize’nin 6 km. batısından başlayıp, Arnavutköy ve Cebeciköy yolu ile Edirnekapı civarına ulaşmaktaydı. İstanbul’un üçüncü suyolu; İmparator Valens döneminde yapıldı. İmparator Valens (364-378) Bozdoğan kemerlerini yaptırarak, temin edilen suyu Fatih ile Beyazıt arasındaki vadiden geçirdi ve Beyazıt Meydanı’na ulaştırdı. İstanbul’da Suyun Yeniçağı İstanbul’un fethiyle birlikte Ortaçağ’ın kapanıp Yeniçağ’ın açıldığı gibi, su sistemi bakımından da yeni bir çağ başlamış; Bizans medeniyetinin simgesi olan durağan ve kokuşan su sisteminden, Yeniçağ’ın ve fethin sembolü, berrak su sistemine geçilmiştir. Bu dönemde Fatih Sultan Mehmed’in temellerini attığı 16 koldan meydana gelen Halkalı Su Sistemi’nin akabinde, Kanûnî Sultan Süleyman’ın fermanı ve Mimar Sinan’ın dehası ile su medeniyetimizin zirvesi ve simgesi olan Kırkçeşme Su Sistemi hayata geçirilmiştir. Mimar Sinan’ın mahir ellerinde yükselen su kemerleri, galeriler, havuzlar, ızgaralar, maslaklar, maksemler, savaklar ve akabinde inşa edilen bendlerin her biri, şüphesiz bu medeniyet zincirinin birbirinden güzel halkalarını oluşturmuşlardır.

*TYEK Beyazıd Kütüphanesi Md.

sayı//70// mayıs 46

Şehrin üçüncü ana suyolu, temelleri Sultan I. Mahmut tarafından atılan, III. Selim ve II. Mahmut’un yaptırmış oldukları yüzük kaşı mesabesindeki bendlerle taçlandırılan Taksim Suyolları’dır. İmara açılan semtleriyle büyüyen ve yenilenen şehre, yeni bir su sistemiyle cansuyu verilmekteydi. Şehrin yenyüzü olan Taksim semti de adını bu yeni suyolunun makseminden almakta, şehrin Galata semtini suya kandırmaktaydı. İstanbul ve su, âşıkla


maşuk gibi birbirine kavuşma arayışlarını hep sürdürdü ve 1900’lerin başında Hamidiye Suyu sistemiyle buluştu. Şehirde klasik usulde su isale eden cazibeli isale sisteminden modern yani pompa ile su isale sistemine geçişin ilk örneğini teşkil eden Hamidiye mâ-i lezizi, 63 kaynaktan aldığı suları 20 maslakta toplamakta, font borularla Cendere’deki pompa istasyonuna ulaştırmaktaydı. Burada bulunan pompalar vasıtasıyla Ihlamur, Beşiktaş, Yıldız Sarayı, Ortaköy, Şişli, Harbiye, Maçka, Dolmabahçe, Kabataş, Fındıklı ve Tophane, Gümüşsuyu, Firuzağa, Galatasaray, Tünelbaşı, Mevlevihane, Azapkapı ve Kasımpaşa’ya kadar 133 noktaya su ulaştırılmakta, suya hasret dudaklar kuğu endamlı musluklarla suyla buluşmaktaydı. SU YOLUNDA ÇALIŞANLARA MEVLİD-İ ŞERİF OKUTMA VAKFI

Kültürümüzde su maddi ve manevi bir hayat unsuru olarak yer almaktadır. Susuz hayat düşünülemeyeceği gibi susuz bir medeniyet de tasavvur edilemez. Tarih boyunca tüm yerleşim yerleri mutlaka bir su kenarında veya göze başında kurulmuştur. Eski çağlardan günümüze su ve su yapılarının izlerini sürdüğümüzde, suyun tarihinin insanlığın tarihiyle birlikte yükseldiği ve birlikte düştüğünü görürüz. Atalarımız tarih boyunca suyu salt bir içecek olmaktan ziyade medeniyetin önemli bir unsuru olarak hayatlarına yansıtmışlardır. Su, yaşamın her alanında yer almış, dini hayattan mimariye, edebiyattan tıbba, folklordan muhtelif sanat

dallarına kadar âdeta bir ilham kaynağı olmuştur. Anadolu’nun en ücra köşelerinden şehir merkezlerine kadar yapılan çeşmeler, sebiller ve muhtelif su yapılarının mimarisi, su folkloru, su şiir ve destanları bunun en güzel örnekleri olarak kültür tarihimizdeki yerlerini almışlardır. Bu bakımdan tarihimiz aynı zamanda bir su medeniyeti tarihidir de diyebilmekteyiz. Su medeniyetimizin ilham kaynağı olarak, İslam tarihinde yaşanmış olan şu olayın etkili olduğu ifade edilmektedir. Rivayet olunur ki, “Hicretten sonra Müslümanlar Medine’de içme suyu sıkıntısı çekmekteydiler. Şehrin içme suyu kaynaklarının başında gelen Rûme Kuyusu’nun sahibi olan ve bazı rivayetlerde Yahudi olduğu bildirilen kişi kuyunun suyunu satmaktaydı. Hz. Muhammet (SAV) O’na ücret almaktan vazgeçmesini teklif edince, geçim için başka bir gelirinin bulunmadığını belirterek bunu kabul etmemişti. Bunun üzerine Hz. Muhammed, kuyuyu satın alıp Müslümanların istifadesine sunacak şahsa, bu hizmetine karşılık olarak cennetin verileceğini, tüm günahlarının bağışlanacağını, kendisine cennette bu kuyudan daha güzel bir su kaynağının verileceğini bildirdi (Buhari, “Müsâkât”1,74). Bunun üzerine Hz. Osman bu su kuyusunu alarak Müslümanların kullanımına sundu” İslam’da ilk vakıf örneklerinden biri olarak kabul edilen Hz. Osman’ın bu davranışı, Hz. 47


Edhem Paşa tarafından 1895 yılında Sultan Abdülhamid’e takdim edilen ve İstanbul Su Yolları ve Su Yapılarının Tarihçesi adıyla tarafımızdan yayınlanan bir suyolu layihasında; “Kırkçeşme sularının son durağı olup tüm suların bu noktadan şehrin muhtelif yerlerine dağıtıldığı Eğrikapı Maksemi, güzel ve geniş bahçesi, içinde bulunan muhteşem köşkü ile Avrupalı turistlerin de âdeta ziyaretgâhı durumunda bulunmaktadır. Burada eskiden büyük bir köşkün bulunması ve Mevlid-i Şerif okutulmasının bir gelenek haline gelmesi, Padişahların su gibi aziz bir hayat maddesinin getirilmesine verdikleri önemin ve bu uğurda sarf edilen gayret ve inayetin derecesini takdir etmeye yeterlidir. Bu önemli maksemin içini ve dışını süsleyen padişah tuğraları ile tarihi levhalar da buna şahittir” ifadesiyle yer almaktadır. Peygamber tarafından övüldüğü için tüm Müslümanlar için de bir model olarak kabul edilmiştir. Türk dünyasında özellikle hanımlar arasında çeşme akıtmak çok yaygın hayrî bir hizmet olarak kabul görmüştür. Hüseyin Çınar, “Osmanlı Toplumunda Vakıf Kuran Kadınlar” isimli çalışmasında, bu dönemde kurulan vakıfların en az %15’inin kurucusunun kadınlardan oluştuğunu ifade etmektedir . Atalarımız, Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasının adeta her bir karışını vakıf eserleriyle donatmış, kurdukları on binlerce vakıfla, beşikten mezara kadar insanlığa büyük hizmetler götürmüşlerdir. Oluşturulan bu vakıf coğrafyasının en nadir ve nadide eserlerinden biri de hiç şüphesiz çeşme ve sebil vakıflarıdır. Şehrinden kasabasına, köyünden mezrasına kadar yaygınlaştırılan su ve çeşme kültürü, vakıflar eliyle gerçekleştirilmiş, yalnız insanların değil, kurdun kuşun, börtü böceğin de su ihtiyacı ihtimamla karşılanmıştır. Vakfedilen her vakfiyenin dua cümlesinde, bu hayrî hizmetleri gerçekleştirenler, hayır ve şükranla yâd edilmişlerdir. Vâkıflar hayırla yâd edilirken bu hayrın insanlara ulaştırılmasında görev alanlar da unutulmamıştır. Su gibi aziz bir içeceği halka ulaştıran suyolu çalışanlarını hayırla yâd etmek amacıyla İstanbul Eğrikapı Maksemi’nde Su Nâzırı Hamid Ağa tarafından kurulan bir vakıfla suyolunda çalışanları kıyamete kadar yâd edecek, hatırlatacak hayırlı adımlar atılmıştır. Bu husus Miralay İbrahim sayı//70// mayıs 48

Sultan II. Mahmud’un Su Nazırı Hamid Ağa tarafından 1823 yılında Maksem’e hakkedilen kitabede ise; “Gerek merhum olan nazır ağalar, gerekse suyolunda çalışanların geçmişlerinin ruhunun her yıl Mevlidü’n-nebi vesilesiyle hayat bulması için, Suyolcular Ocağı Vakıf malından 150 kuruş ayrılarak, hediye edilmiştir. Bu âdetin ihtimamlı bir şekilde ve devamlı yapılması için ileri gelenlere emanet edilerek, bu mahalle de kaydedilmiştir” denilmek suretiyle âdeta eslafa olan vefa duygusu nakşedilmekteydi. Târîh-i Berâ-yı Mevlûd-i Şerîf Şehinşâh-ı cihân Mahmûd Gâzi Hân-ı adlî kim Suyolunda akıtdı sîm ü zer ahkâmı mecrâdır “Cihan padişahı adaletli Gazi Mahmud Han ki suyolunda altın ve gümüş akıttı ki onun hükümleri su gibi akar/emirleri geçerlidir” O şâhın bendesi su nâzırı Hâmid Ağa her dem Ederdi niyyet-i hayrı bu da tevfîk-i Mevlâ’dır “O padişahın emrinde olan su nazırı Hamid Ağa sürekli olarak hayır niyetinde bulunurdu ki bu da ona Allah’ın bir yardımıdır.” Suyolcular Ocağı mâl-ı mevkûfundan ihdâsı Ki yüz elli guruş mevlûd içün ta‘yîni inhâdır “Mevlid için Suyolcular ocağının vakıf malından belirlenip gönderilmiş olan toplam yüz elli kuruşla yapılmıştır.” İsrde kethüdâsı bende-i Sâdık Ağa dâhildir Bölükbaşı ağalar re’yi bi’t-tekmîl imzâdır “Onun izinde sadık adamı olan kâhyası Sadık Ağa’dır, tamamının imzasıyla Bölükbaşı ağalarının görüşü (de bu yöndedir).”


Gerek merhûm olan Nâzır Ağa vü geçmiş ervâha Hediyye her sene mevlûd-i mürsel ile ihyâdır “Gerek rahmetli Nazır ağa ve gerek tüm geçmişlerin ruhunun her yıl mevlidü’n-nebî vesilesiyle hayat bulması için hediyedir” Olur kim mâ-hazardaNâzır Ağa vü Bölükbaşı Be-şart-ı an-kırâatla duâ-yı hayrı ihdâdır “Okumak şartıyla, Hızır gününde Nazır Ağa ve Bölükbaşı’na da hayır duâ hediye edilmiş olur” Olup kaydı mahallinde emânet cümle a‘vâna Müdâm-ı ihtimâm-ı sa‘y-i bisyâr ile icrâdır “Devamlı bir gayret ve çok özenli bir şekilde yapılması/yerine getirmesi hususu tüm ileri gelenler için emanet olarak mahallinde kaydedilmiştir.” Tevessül-kerde-i nükte olan târîh ey Sâkıb Bu mevlûdü’n-nebiyye bâdi ancak Hâmid Ağadır “Ey Sâkıb, tarih düşürmek için başvurulan zarif söz şudur: Bu, peygamberin mevlidine sebep olan ancak Hamid Ağa’dır” 1239 [1823] Duvarına Mevlid-i Şerif Vakfiyesi hakkedilen Eğrikapı Maksemi, en büyük ve en görkemli su yolunun, şehrin eşiğinde durup tazimle eğilerek içeri girmek için âdeta destur istediği bir konumda bulunmaktaydı. Çünkü Kırkçeşme Suları, ana galeriler vasıtası ile Edirnekapı’da bulunan bu makseme kadar gelmekte, burada kollara ayrılarak şehrin yirmi noktasını suya kandırmaktaydı. Maksem aynı zamanda halkın gözünde de bir hayat menbaı olarak görülmekte, hemen önünde bulunan çeşmeden su değil, kutsal zemzem ya da âb-ı hayat aktığı kabul edilmekteydi Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’nin Eğrikapı Maksemi maddesinde bu hususta “Hıdrellez Günü’nde burada eğlenceler yapıldığı, İstanbul halkının buralara kadar gelerek Maksem’in oluklarından âb-ı hayat niyetine sular içildiği, duâlar edildiği”ni belirtmektedir . Ayrıca burada maksemle karşı karşıya geniş bahçeli ve bakımlı sultana ait bir de köşk bulunmaktaydı. Devrin sultanı buralara kadar gelerek baharın ve hayırlı işlerin başladığını müjdeleyen ve Hızır ile İlyas Peygamber’in buluşmasını sembolize eden Hıdrellez şenliklerini seyretmekteydi. Sultan burada zaman zaman halkla buluşmakta, istek ve arzularını dinlemekte, dertlerine derman

olmaktaydı. O nedenle tüm senenin hayırla geçmesi için suyolunun yolcularına mevlid-i şerifler okutulmakta, sadaka ve atıyyeler dağıtılmaktaydı. Nice susuz dudakların ve suya hasret gönüllerin ümidi olan Eğrikapı Maksemi, tarih boyunca kim bilir ne sular, ne suyolcular, ne baharlar, ne hıdrellezler, ne mevlidler, ne şenlikler ve ne sultanlara şahitlik etmişti. Maksem’in kim bilir kaç yüzyıllarca şahit olduğu bu güzel gelenek, eğer sultana takdim edilen bir raporda birkaç satırla yer almamış olsaydı, belki de nisyana terk edilip gidecekti. Su gibi aziz bir nimete hizmet eden, insanlara bir damla su ulaştırmak amacıyla canla başla gece gündüz demeden çalışan suyolcuların ruhu için okutulan, fakat bir asırdır unutulmuş olan bu hayırlı ve güzel geleneği, tarihin satır aralarından çıkararak yeniden ihya etmek için yaptığımız görüşmeler meyvesini vermiş ve İSKİ Genel Müdürlüğü tarafından 6 Haziran 2015 tarihinde bu güzel adet yeniden ihya edilmeye başlanmıştır. Beş yıldır da kesintisiz olarak devam ettirilmektedir. Bu güzel geleneğin ihya edilmesine, suyolunda çalışanların hatırlanıp yâd edilmesine vesile olan dönemin İSKİ Genel Müdürü Sayın Prof. Dr. Ahmet Demir ve akabinde devam ettiren Dr. Atilla Altay beylere, su gibi aziz ve leziz içeceği tüm canlılara ulaştırmak için çaba sarfeden suyolu çalışanlarına, suyolculara şükran ve saygılarımı sunuyorum… 49


MALİK BİN EJDER (EŞTER)’DEN GÜNÜMÜZE YANSIYANLAR

Maraşlıdaki mücadele ruhunun manevi lideri olan Malik bin Eşter yiğitliği, askeri dehası ve güreşçilerin piri olması hasebiyle Maraşlıların gönlünde yer etmiş, makam sahibi olmuş ve hakkında efsaneler oluşturulmuştur. Serdar YAKAR

slen Yemen’li bir askerdir Malik bin Eşter. Asıl adı Malik olup lakabı Eşter’dir. Maraş’ta bu lakap zamanla (Ejder) şeklini almıştır. Yemame savaşlarında meşhur olmuş olan Malik bin Eşter, Hz. Ömer zamanında Maraş’ın fethine katılmış, İslam ordularının özellikle Bizans ile yaptığı savaşlarda büyük yararlılıklar göstermiştir. Savaşlarda gösterdiği kahramanlıkları destansı bir dille anlatılmış ve mitolojik unsurlar da katılarak günümüze dek taşınmıştır. Hz. Ali’nin hilafeti döneminde etkin görevlerde bulunarak sağ kolu olmuştur. Askeri dehası ve yiğitliği örnek alınmış, güreşçilerin piri olarak kabul edilmiştir. Hz. Ali tarafından Mısır’a vali olarak tayin edilmesi üzerine mahiyeti ile birlikte görev yerine giderken Kalzum’da 657’de vefat etmiştir. Muaviye’nin emri ile zehirlenerek şehit edildiği de rivayet edilir. Mezarının nerede olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Maraş’a getirilip bir tepe üzerine gömüldüğü de rivayetler arasındadır. Maraşlıdaki mücadele ruhunun manevi lideri olan Malik bin Eşter yiğitliği, askeri dehası ve güreşçilerin piri olması hasebiyle Maraşlıların gönlünde yer etmiş, makam sahibi olmuş ve hakkında efsaneler oluşturulmuştur. Onun vefat haberini alan Hz. Ali çok üzülmüş, ağlamış ve “Ben Hz. Peygambere göre neysem sen de bana göre öylesin” demiştir. Hz. Ali Malik bin Eşter’i Mısır’a vali olarak atadığında ona ve tüm devlet adamlarına ışık tutacak bir dizi nasihatlerde bulunur. Bu nasihatler kaleme alınır ve günümüze dek ulaşır. İlk kez Mehmet Akif Ersoy tarafından Arapçadan günümüz Türkçesine çevrilen bu nasihatler 1959’da T.C.Diyanet İşleri Reisliği tarafından “Hz. Ali Diyor ki” adı ile neşredilir. 1980’li yıllarda ise bu nasihatler Arapça aslı ile birlikte Türkçe ve İngilizce olarak Seha Neşriyat tarafından bir kez daha yayınlanır. Hz. Ali’nin nasihatları Malik bin Eşter vasıtasıyla tüm devlet adamlarınadır aslında. “Şimdi bilmiş ol, ey Malik ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki senden evvel bir çok hükümetler oralarda adalet sürdü veya zulm etti.” Diye başlayan nasihatlerine şu cümlelerle devam eder: “Kimlerin Sâlih olup olmadığı, ancak, Allah’ın kendi kullarının

sayı//70// mayıs 50


dilinden söylettiği, sözlerle anlaşılır. Onun için biriktireceğin en güzel azık iyiliğe yönelik işlerin olsun. Heveslerine hakim bulun. Sana helal olmayan şeylerde nefsine karşı sıkı dur.” “Halk için kalbinde sevgi ve merhamet duyguları ile lûtuf meyilleri besle. Sakın biçarelerin başına kendilerini yutmayı ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme! Çünkü bunlar iki sınıftır: ya dinde bir kardeşin, ya yaratılışta bir eşin. Evet, bunların kabahatları bulunabilir; kendilerine bir takım kusurlar da arız olabilir. Hata ile, yahut kasıtlı olarak işledikleri kabahatleri olsa da ellerinden tutup doğru yola getirmek pek de mümkündür. Nasıl Allah’ın kendin için afvini ve hoş görüsünü istersen sen de onlara afvini ve hoş görünü bol bol ver. Çünkü sen onların üstünde bulunuyorsun; valilik yetkilerini sana veren ise senin üstünde bulunuyor. Allah ise valiliği sana verenin de üstündedir ve kullarının bütün işlerini hakkiyle görmeni istiyor, seni onlarla imtihan ediyor. Sakın Allah ile harbe girip de kendini O’nun gazabına siper etme. Çünkü ne intikamına dayanacak kudretin var, ne de O’nun af ve merhametinden müstağnisin.” “Sakın af ettiğinden dolayı asla pişman olma; sakın hiçbir cezalandırman için de kat’iyyen sevinme. Sakınmak imkânını buldukça hiçbir bâdireye atılma. Bir de sakın “Ben tam bir kudret sahibiyim, emrederim, itaat ederler” deme. Çünkü böyle bir davranış kalbin fesadı dinin zayıflaması ve felakete yaklaşma ile sonuçlanır.” Kendin hakkında, sana yakınlığı olanlar hakkında tebaan arasından kendilerine meyil beslediklerin hakkında; Allah’a ve Allah’ın

kullarına karşı adâletten kat’iyyen ayrılma. Şayet böyle yapmazsan zulmetmiş olursun. Halbuki Allah’ın kullarına zulmedene karşı bu mazlumların davacısı bizzat Hz. Allah’ın kendisidir.” Hz. Ali’nin Malik bin Eşter aracılığı ile devlet adamlarına yaptığı nasihat bu minvalde uzar gider. Malik bin Eşter’in mezarı olarak bilinen Maraş girişinde bir tepenin üzerinde bulunan kabrin eski halini bilmemekle beraber 1785-1786 yılları arasında Maraş valiliği yapan Yusuf Paşa’nın onun için bir mezar taşı yaptırdığını biliyoruz. Maraş Valisi Yusuf Paşa’nın emriyle Nadir adlı bir ustanın yaptığı mezar taşı bugün hâlâ okunabilmektedir. Mezar yeri yöre halkı tarafından küçük bir mescid içine alınarak ziyarete açılmış ve yıllar yılı ziyaret edilmiştir. 2010 yılı içerisinde ise Kahramanmaraş Belediyesinin gayretleri ile bu tepe üzerine güzel bir cami yapılarak Malik bin Eşter’in mezarı da bu cami içerisine alınarak güzel bir türbeye dönüştürülmüş ve yok olmaktan kurtarılmıştır. Türbenin kitabesinde taş levha üzerine ta’lik hat ile şu ibareler yazılıdır: “İster isen lutf-i pak-i hazret-i peygamberi Fatihayla kıl ziyaret Malik ibn-i Ejderi Çok keramet hem secaatlarla pek meşhurdur Malik Ejder deyu ta indi Ashab-ı Güzin Bu ziyaretgâhı inşa kıldı Meraş Naibi Ol Ziyaeddin Yusuf hadim-i şeri mübin Yanya şehrinde livası er geride lübbi huu Garimesi olmuştur vatan hem anda cayı mekin Çar erkan üzre tarih oldı sanem ya okur Yazdı ta’zimile anı Nadir kemter kemin” Fi sene 1201 Cemaziyel ulâ 51


ÇAĞIMIZ SALGINLARININ MİMARİ VE ŞEHİRLEŞMEYE YANSIMALARI

Rahmetli Turgut Cansever depremselliğe karşı İnsanın Kendi Öz çabası ile inşa edeceği bir ev modeli geliştirmişti.Yine büyük metropol şehirlerin kırsalında nüfusu 100-150 bin arasında değişen ve donatı alanlarıyla kendi kendine yetebilen “Kanat Çekim Merkezleri” önermişti. Dr. Şimşek DENİZ

ünya ve insanlık son 20 yıldır virüslerin sebep olduğu salgın hastalıklarla uğraşıyor. Hiv,Ebola,Sars,Mers derken şimdi de tüm dünyayı eve kapatan ve hayatları iptal eden Covid 19 namı diğer corona virüs. Hepimiz evdeyiz.Eskiden sadece Ülkede nüfus sayımı olduğu zamanlar sokağa çıkma yasağı olur ikindiden sonra saat 5 de biterdi.Çocuktuk. çok sıkıldığımızı hatırlıyorum bekçilerden kaçar,sokağa kaçar hemen apartmana girerdik. 1970 de Sağmalcılar daki kolera salgınını hatırlıyorum.O zaman 7 Yaşındaydım.Mimar Sinan eseri tarihi,temiz su kanalları yanlışlıkla pis su kanallarına bağlanmıştı.Eskiden İstanbul un bazı semtlerinde yüksek ve betondan mamul su kuleleri vardı.Sayıları azalsa da hala var. Sular orada birikmiş ve mahalle çeşmelerine verilmişti.o Salgında 40 kişi öldü.Sonra semtin adını Bayrampaşa olarak değiştirdiler. Çok şey söylendi,yazıldı,çizildi.Doğal mı? İnsan çalışması bir laboratuvar ürünü mü?Dünyanın sosyo-ekonomik yapısını dizayn eden ve dijitalleşmeyle insan yaşamını ve geleceğini esir altına alan perde arkasında bir çalışma mı? 2.salgın dalgası gelecek mi? Soruları çoğaltmak mümkün. Yazılı ve görsel basındaki farklı disiplinlere sahip tüm uzmanlar artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını ,yerleşik rutin davranışlarımızı bırakmamız gerektiğini ve” Yeni Normal Hayata “alışmamızı söylüyorlar. Tüm bunlar tartışılabilir.Bilemiyorum belki de içinden geçtiğimiz dönemi abartıyor da olabiliriz.Ama şurası bir gerçek ki Dünyanın şirazesi şaştı.Ruhlar sarsıldı.Herkes kendi çapında bundan sonra insan ve toplum ilişkilerini düşünür ve kendi çözümünü kurgulamaya başlar oldu. Peki salgın,Şehircilik ve mimariye nasıl yansıyabilir?Mekan kavramı bu salgından nasıl etkilenecek?Bir mimar olarak bu konuda uzun süredir kafa yoruyorum.Sabahattin Zaim üniversitesi Kent Çalışmaları ve Yönetimi bölümünde ve Mimarlık Fakültesinde uzun süredir doktora ve yüksek lisans ve lisans dersleri veriyorum.Bu dönem derslerin bir kısmını on-line ve uzaktan eğitim olarak işledik. Pandemi(Küresel Salgın) sonrası Mimarlık ve Şehir Planlamasının nasıl olacağına dair onlarla sürekli tartışıp görüşüyor ,fikir yürütmeye çalışıyoruz.Dediğim gibi abartıyor olabiliriz ,ancak 2.salgın dalgası, mimari ve kent planlamasındaki muhtemel değişikleri kalıcı hale getirebilir.

sayı//70// mayıs 52


Bu durum aslında İnsan mekan ,yerleşim,ve yapı üzerine yıllarca savunduğumuz ilkelerin hayata geçmesine kapı aralayabilir.Yani “Bir Musibet ,Bin Nasihatten evladır” durumu. Bu salgın döneminde ve gelecekte şu soruların cevaplarını bulmak durumundayız. • Milyonlarca insan izole şekilde evde çalışırken bir evin hangi özellikleri olmalıdır? • İnsanlar seyahat edemediğinde konaklama yapılarının rolü ne olacak. • Kamusal alanlarda kalabalığa izin verilmediği zaman şehirler ve kamusal alanlar nasıl değişir? • Sağlık Merkezleri ve iç tasarımları nasıl değişmelidir? • Hijyenik mimariye sahip mekanların mimari sistem detayları nasıl olmalıdır? Bütün bu sorulardan hareketle düşüncelerimi başlıklar halinde sıralamak isterim. İMAR PLANLARINDAKİ YOĞUNLUKLAR AZALACAKTIR/ AZALTILMALIDIR.

İmar Planlarında kişi/hektar olarak ifade edilen Nüfus Yoğunluğu, Yerleşim Yoğunluğu gibi değerler ilkesel ve yaygın olarak düşürülmelidir. Sıkışık kent merkezleri,kadastral ve imar parsellerinin küçük olduğu mülkiyet desenleri ve arazi kullanımları sorgulanacaktır. Her yere yürüyerek gidilebilen küçük ölçekli, kendi ihtiyaçlarını ve donatılarını içinde çözebilen şehir şemaları daha cazip hale gelebilir.Mekansal Planlar Yapım Yönetmeliğinde eğitim ve ibadet yapılarına yönelik adımlar atılmış ve yürüme mesafeleri getirilmişti. İZOLASYON MERKEZLERİ,KARANTİNALAR VE MOBİL SAĞLIK ÜNİTELERİ GİBİ YENİ MİMARİ KONSEPTLER ÖNEM KAZANACAKTIR.

Virüs tedavisi sonrası bekleme dönemlerinin yaşanacağı İzolasyon Merkezleri ,tedbir kapsamlı Karantina Yapıları ve teşhis ve ilk müdahale içerikli Mobil Sağlık Üniteleri gelecekte daha çok ihtiyaç haline gelecektir.

KIRSAL YERLEŞİMLER VE AZ MALİYETLE VE HIZLI OLARAK İNŞA EDİLEN MİNİMAL,SAĞLIKLI YAPI MALZEMESİNDEN ÜRETİLMİŞ VE ENERJİSİNİ ÜRETEN HAFİF YAPILAR ÖN PLANA ÇIKACAKTIR.

Rahmetli Turgut Cansever depremselliğe karşı İnsanın Kendi Öz çabası ile inşa edeceği bir ev modeli geliştirmişti.Yine büyük metropol

şehirlerin kırsalında nüfusu 100-150 bin arasında değişen ve donatı alanlarıyla kendi kendine yetebilen “ Kanat Çekim Merkezleri” önermişti. Günümüzde zaten var olan kırsala özlem ve toprağı ekip biçme,evcil hayvanlarla beraber bahçe düzeni içinde yaşama,katkısız doğal gıdalarla beslenme,temiz hava ve temiz su talebi daha belirgin hale gelecektir. MİMARİ PLAN ŞEMALARI VE BERABERİNDE MÜHENDİSLİK HESAPLARI DEĞİŞECEKTİR.

Yeni mimari konseptte insanın yabancılaşması ve kendisi dışındaki insanları potansiyel tehlike olarak görmesi mimari plan şemalarını değiştirecektir. Resmi ve karma kullanımlı yapıların girişlerinde ilave karşılama mekanları/ odaları oluşturulması yüksek bir ihtimaldir. Binaların girişlerinde dezenfeksiyon odaları ,mobil sağlık üniteleri yer alacaktır. Zaten Fetişizm haline gelen güvenlikli giriş konusunun kapsamı genişletilecek ,binalara girişte bekleme süreleri artacaktır. Evlerde balkonların önemi, bu uzun sokağa çıkma kısıtlamalarının olduğu dönemde daha çok anlaşılır olmuştur.İşlevsiz ,müteahhit özentisi Fransız Balkonlar hiçbir işe yaramamakta olup ,üstelik bizim kültürümüze ait değildir.Ev tasarımlarda daha geniş balkonlar gelebilir. Mesafe koyma zorunluluğu oturma düzenlerini ve toplantı mekanlarını etkileyecek ve büyütecektir. İnsan yoğunluğu olan yapılarda daha geniş koridorlar,antreler,daha çok bölme ,asansör ve merdivenler görülebilir.Çalışma mekanlarında herkesin ne kadar serbest alana sahip olacağı,asansörlere kaç kişinin bineceği,bekleme salonlarında kaç kişinin bulunabileceği gibi kriterler ortaya konabilir ve bunlar mevzuatla yasal hale de getirilebilir. 53


İnsan yoğunluğunun yoğun olduğu Alışveriş Merkezleri,turizm yapıları ve müştemilat denilen yardımcı yapıların planlarının değişmesi muhtemeldir. Eğitim yapılarında ,oturma düzenlerinde uzaklık aranacağından sınıftaki öğrenci sayıları azalacak,ek dersliklere ihtiyaç duyulacaktır. Emerging Infectious Diseases Journal de yayınlanan bir araştırma coronavirüs ün klimalı ve havalandırmalı ortamlarda 6 kat daha hızlı yayıldığını ortaya koydu.Bu durumda iç ortamlarda temiz havanın sürekli sağlanması ve buna yönelik gelişmiş filtre sistemlerinin sürekli çalışır olması önem kazanmaktadır. Yapı malzemelerinin virüsü tutmayan veya absorve eden yüzeylerden oluşması beklenmelidir. Çalışanların yüzeylere dokunmadan dolaşabildikleri mekanlar ve detay çözümleri aranacaktır. Önemli olan; mekanlarda yapılacak değişimlerin demontabl ve az maliyetle gerçekleştirilmesidir. TOPLU TAŞIMA ARAÇ KULLANIMININ AZALMASI VE OTOMOBİL SAHİPLİLİĞİNİN ARTMASI BERABERİNDE KENT İÇİ TRAFİK SORUNUNU VE YENİ ULAŞIM ALT YAPI YATIRIMLARINI ARTTIRACAKTIR.

Sosyal mesafenin korunması sorunu metro, metrobüs,minibüs ve belediye otobüslerinde sürekli var olacaktır.İş yeri seçimlerinde ulaşım imkanları belirleyici olabilir.çünkü salgına yakalanma ve ölüm korkusu, işsiz kalmaktan daha baskın bir duygudur. HOMEOFİS(EV-İŞ ALANI) ÇALIŞMA DÜZENİ ARTACAK ,İŞ HANLARI VE OFİS YAPILARINA TALEP AZALACAKTIR.

Ofisin ve evin iç içe geçtiği yaşam alanları ve tasarımlar daha çok kullanılacaktır. Bilgi teknolojilerinin artması ile zaten bu süreç sayı//70// mayıs 54

içinde yapılan görüntülü görüşmeler,on-line bağlantılar ve uzaktan eğitim çalışmaları ev ortamında yapılmaya devam edilecek,özellikle çok çalışanlı büyük hücre tipi ofis kullanımları tercih edilmeyecektir. SALGIN SONRASI KENT PLANLAMASI, MİMARLIK VE MÜHENDİSLİK ALANINDAKİ TÜM YENİ TASARIMLAR VE STANDARTLAR ,MULTİDİSİPLİNER OLARAK ELE ALINMALIDIR.

Bu konuda doktorlar,halk sağlığı uzmanları mimarlar,mühendisler,psikologlar,ekonomistler beraber çalışmalıdır. Bu yazı erken belki erken kaleme almış olunabilir ve geliştirilmeye ihtiyacı vardır. Ve biliyorum hiç de güzel bir dünya değil ve iç karartıcı.Ancak geleceğin dünyasında biyolojik ve biyomedikal saldırı ve tehlikelerin geçmiş 20 sene göz önüne alındığında sürekli var olması beklenmelidir. Vicdan ve Ahlak teknolojideki ilerlemelerle doğru orantılı gelişmiyor. İnsan davranışlarının değişmesi mimariyi de değiştirmektedir. Ülkemiz ve tüm dünya yaklaşık 2 aydır eve mahkum bir hayat yaşamaktadır.Tekrar dış mekana açılımında ürkek ve hesaplı adımlar atacak ve dışarıda nasıl hareket edeceğini yeniden hesaplayacaktır.Aslında yeniden dış mekana ilişkin bu hareketler ve yeni talepler de mimari ve mühendisliğin bu konuda nasıl çözüm bulacağına yardımcı olacaktır. Konuya ilişkin Mimarlık ve şehir Planlama bölümlerinde departman ve Ar- ge merkezleri açılmalıdır. Salgından korunma ve sağlıklı yaşam ,bina projelerinde fiziksel mekanların değişimi ve maliyetlerin yükselmesi şeklinde karşımıza çıkacaktır. İnsanın en temel ihtiyacı olan mekanı kullanma ve barınma ihtiyacı yeni durum ve tehditlere karşı değişme ve gelişme durumunda olmalıdır.


HEYECANLANDIRAN YARIŞMACI

ERKAN YOLAÇ

İngiltere’nin BBC kanalında az yayımlanan bir programı uyarlayarak, “Evet Hayır” yarışma programında, seyircilerden yarışmacılar seçmiştir. Seçilmiş olan bu yarışmacıları sahneye alıp onlara sorular sorarak "evet hayır" kelimelerini söyletmeye çalışmıştır. Hüseyin MOVİT

slen Edirneli olan Erkan Yolaç, Hikmet Hanım ve Mehmet Bey’in oğulları olarak, Kırklareli’nin Babaeski ilçesine bağlı bir kasabada yer alan Alpullu Şeker Fabrikası’nın revirinde 24 Şubat 1935 tarihinde dünyaya gelmiştir. Göçmen olan ailenin soyu Bulgaristan’a dayanmaktadır. Yolaç, altı yaşına geldiğinde İstanbul’a taşınmışlardır. Lise öğrenimine devam ederken farklı okullarda okumak zorunda kalmıştır. Bir yıl Saint Joseph Lisesi'nde eğitim aldıktan sonra, adı değişip Kenan Evren Lisesi olan, Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı’nın yanındaki okulda öğretim görmüştür. Babasının işi nedeniyle 1951 yılında Karabük’e taşınmaları ile birlikte Kastamonu Lisesi'ne yatılı olarak geçmiştir. Aynı yıl babası vefat etmiş, babasının arkadaşı vasıtasıyla Belediye Fen Dairesi’nde iş hayatına atılmıştır, ek iş olarak da tabelacılık yapmıştır. Eğitimini zor da olsa tamamlamış, Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuyup iç mimarlık bölümünden mezun olmuştur. Ünlü sunucunun mikrofonla tanışması, Belediye Fen Dairesi’nde çalıştığı döneme denk gelmiştir. Küçük yerlerde yapılan anonslardan birini belediyede Erkan Yolaç’a yaptırmışlar, Belediye Başkanı bu sunumu beğenmiş, bundan sonra hep ona okutulmasını istemiştir. Askerlik döneminde, orduevinde askerlik görevini yerine getirirken gazinoda sunuculuk yapmıştır.

Eğitimini aldığı iç mimarlık bölümünün yanı sıra, Ankara Radyosu’na başvuruda bulunmuş, sınavsız olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde bayram özel eğlence programında görev almıştır. Sunuculuk kariyerine profesyonel olarak adım atmış olan Yolaç, 1962 yılında Caddebostan Gazinosu’na Türkiye’de olmayan bir yarışma formatını getirmiştir. İngiltere’nin BBC kanalında az yayımlanan bir programı uyarlayarak, “Evet Hayır” yarışma programında, seyircilerden yarışmacılar seçmiştir. Seçilmiş olan bu yarışmacıları sahneye alıp onlara sorular sorarak "evet hayır" kelimelerini söyletmeye çalışmıştır. İki kelimeden birisini kullanan yarışmacılar İzmir Marşı’nı söyleyerek sahneden inmiştir. Erkan Yolaç, tüm programların başlangıcında “Mehter Marşı'yla gelecek, İzmir Marşıyla dönecek” sözleriyle açılış yapmıştır. Bu program TRT kanalında yayınlanmış, seyircilerin gönlüne kısa sürede taht kurmuştur. 21 Mart 1976 tarihinde, Türkiye güzelliği ödülünü kazanmış Asuman Tuğberk ile dünya evine girmiştir. Bu evlilikten Göksu adında bir kızı ve Mehmet adında bir oğlu vardır. Eşi Asuman hanım ile birlikte “Yolaç Gömlekleri” markasını ürettikleri bir konfeksiyon atölyesi açıp işletmeciliğini yaptılar. Sunuculuk ve işletmecilikten arta kalan zamanlarda Tekirdağ’da yer alan yazlıklarında eşi ile birlikte yaşamaktadır. Oğullarının çocuğunun doğumu için Amerika’ya gittiklerinde zatürre olan Erkan Yolaç bir süre hastanede yatıp tedavi görmesinin ardından sağlığına kavuşmuştur. 1962 yılında Lekeli Kadın, 1964 yılında Muhteşem Serseri, Yılların Ardından ve Can Düşmanı isimli filmlerde oynamıştır. En son 1973 yılında Sevda Yolu’nda rol almıştır. (bukimdir.com) Erkan Yolaç ile tanışmam, 1970'li yılların sonuna rastlar. Cana yakın kişiliği, güler yüzü ile herkesin sevgisini kazanmış biridir. Hiçbir isteği kırmaz, iç cebindeki fotoğraflarını imzalayarak, hayranlarına vermekten zevk duyardı. Orhan Boran'ın tavsiyesi üzerine, BBC'de yayımlanan Evet Hayır programına benzer bir izlenceyi ülkemizde uyarlayarak büyük bir üne kavuşmuştur. Giyim kuşam konusunda gösterdiği özen her türlü övgüye layıktır. Âdeta kolalı gibi duran gömlek yakası, kravatı, elbisesi ile her zaman uyumludur. Jilet gibi ütülü pantolonu ve pırıl pırıl parlayan iskarpinleri ile her zaman dikkatleri üzerine toplamıştır. Sinekkaydı tıraşından bahsetmeye gerek yok. (İfadesine göre, günde iki kere tıraş olduğu vaki olmuş.) Yemeklerini ve konuklarına ikram edeceği yiyecekleri titizlikle seçer, yemeklerin özellikleri hakkında misafirlerine bilgiler verirdi. Barbunya ve kalkan balığı, kâğıtta levrek filetosu, Çerkez tavuğu, iç pilavı, kaymaklı ekmek kadayıfı ve ananas kompostosu tercih ettiği yiyeceklerdi.Merak ettiği konuların başında, çorbayı bir, istakozu beş liraya, yıllarca nasıl aynı fiyata listeye koyduğumuzdu. Her geldiğinde bana kaş göz işaretiyle, "İstakoz aynı fiyata mı?" diye sorardı.Öz geçmişini içeren, geniş kapsamlı bir kitabını bekliyoruz. Kendisine sağlıklı bir ömür diliyorum. 55


MUSİBETLERE RAHMET

GÖZÜYLE BAKMAK-II -

Kişiliklerimiz zafiyete uğramıştı. Ahlakımız, tavırlarımız, üslubumuz, uygulamalarımız, selamlarımız, sabahlarımız, merhabalarımız, kılık kıyafetlerimiz, alış verişlerimiz, vurdum duymazlıklarımız, neme lazımcılıklarımız, haddi aşmalarımız, hallerimiz, ahvalimiz, kadir kıymet bilmezliğimiz, kulluk bilincimiz, tarih, ülkü, ülke, milleti vatan, bayrak şuurumuz, kardeşlik anlayışlarımız birlik ve beraberliklerimiz zafiyete uğramıştı. Recep GARİP

ayatla ölümün iç içe olduğunu hep söylerler. Biri diğerinden hiç ayrılmazmış. Ölümle bu kadar içli dışlı olduğumuz bir dönem olmadı sanıyorum. Ölümün çok tefekkür edilmesi tavsiye edilmiş, çok tövbe edilmiş olması gibi bir durum var burada. Demek oluyor ki hayat ne kadar kıymetliyse ölüm de o kadar aziz. Hayatı anlamlı yaşarsanız ölümünüz de anlamlı olura çıkıyor yol. Korona virüsünün sağladığı bir disiplini yaşıyor insanlık. Başıboş bırakılmadığımızı, her eylemlerimizden sorumlu olacağımızı, kendimizden başlayarak sorumlu olduğumuz aile fertlerimizle daha yakın, ilgili, sevgili, merhametli, şefkatli olmaya mecbur olduğumuzu anlıyoruz. Kişiliklerimiz zafiyete uğramıştı. Ahlakımız, tavırlarımız, üslubumuz, uygulamalarımız, selamlarımız, sabahlarımız, merhabalarımız, kılık kıyafetlerimiz, alış verişlerimiz, vurdum duymazlıklarımız, neme lazımcılıklarımız, haddi aşmalarımız, hallerimiz, ahvalimiz, kadir kıymet bilmezliğimiz, kulluk bilincimiz, tarih, ülkü, ülke, milleti vatan, bayrak şuurumuz, kardeşlik anlayışlarımız birlik ve beraberliklerimiz zafiyete uğramıştı. Baştan çıkmıştık, darmadağın hale dönüşmüştük. Dünyevileşmiştik. Maddenin kulu, makamın, şöhretin kölesi haline dönüşmüştük. Bütün bunların yeniden gözden geçirilmesine vesile olması açısından önemli, tefekküre yönelmenin, yeniden idrak etmenin, yeniden gönlümüze, kalbimize, ailemize, evimize dönmemiz gerekiyormuş meğerse. Buna bir sebep olmalıymış, Allah (cc) kulunu, kullarını sevdiği için büyük bir uyarıda bulunduğunu düşünmenin önemini kavramalıyız. Sağlımızın ihmal edilmemesi gerektiğini öğreniyoruz. Asaletli olmak gerektiğini kavrıyoruz. Acizliğimizi bilmemiz gerekiyor. Allah ve Resul ölçüsüne, kendimizden başlayarak ailemizi, cemiyetimizi, devletimizi planlamaya muhtacız. Bugüne değin yaptıklarımızı gözden geçirmeye, hal ve durumlarımızı tetkik etmeye, ibadetlerimizden taviz vermememiz gerektiğine, söz ve eylemlerimizin Kuran ve sünnete uygun olmasına özen göstermeliyiz. İhmal ettiğimiz büyüklerimizi sık sık telefonlarla arayıp hal ve hatırlarını sorup, dualarını almalıyız. Muhtaçları, öksüzleri, yetimleri, yoksulları mutlaka ve mutlaka görüp gözetmeli, ihtiyaçlarını gidermeliyiz. Bakınız bir iki hatırlatma yapmakta yararlar görmekteyim; Halep’te beş

sayı//70// mayıs 56


yaşlarında ismini unutan, yüreğimizi kanatan bir kız çocuğunun şu sözlerini hatırlıyor musunuz? Kız çocuğu şöyle söylüyordu; “Bana yapılan zulme sessiz kalan sizleri, Allah’a şikâyet edeceğim. Allah’a her şeyi anlatacağım.” Galiba çocuk cümlemizi Allaha şikâyet etmiş olmalı ki üzerimizdeki felaketler biribirini takip ediyor. Rabbim cümlemizi affetsin. Küçük yavrularımız, sabılarımız, savaşın ve sürgünün çocukları da bizleri affetsin ki rahmete erişebilelim. Yine hatırlıyor musunuz Suriye’de savaşın ortasında üç gündür yemek yemeyen, utanarak yemek isteyen bir çocuk vardı. Adam soruyor, buyur oğlum sorun nedir? Ey amca, sana bir şey söylemek istiyorum ama utanıyorum. Yok oğlum utanma söyle Amca, vallahi üç gündür yemek yemedim. Bana yiyecek verebilir misin küçük kardeşlerim için? Sadece bugünlük için. Mümkünse lütfen. (Fotoğrafta kendisinin yaşının yedi sekiz yaşlarında olduğu anlaşılıyor.) Lahavle vela guvvete illa billah..Ey oğlum, sana ne söylesem, bende de yiyecek bir şey yok. Bu daha ne kadar sürecek amca? Ey oğlum bilmiyorum Hatırlıyor musunuz; siz yemeklerinizi evlerinizde bol bol yaparken, ekmek artıklarınızı çöplere atarken, Afrika’da, Myanmar’da, Türkistan’da çocuklar yemekler için nasıl yarıştıklarını hatırlıyor musunuz? (Bu notları Yeni Şafak gazetesinin hazırladığı bir videodan kaydettim)… Mutlaka hatırlıyorsunuz, Bodrum'da iki faciada toplam 11 kişi can vermiş 5 kişi ise kaybolmuş, lastik bottan denize düşen kaçaklar arasında 3 yaşındaki Aylan bebek de vardı. Minik bebeğin sahildeki cansız hali yüreklerimizi parçalamıştı. Hala hafızlarımdan silinmiyor…. Bütün bu ve benzeri olayların yanyana, üst üste konulduğunda yaratılış fıtratımıza uygun olmayan hallerin, davranışların, giyim kuşamların, inanış ve isyanların, ahlaki kayıpların da gözden geçirilme mecburiyeti vardır. Yeniden gönüllerimize, özümüze, evimize, ailemize, fıtratımıza dönmek mecburiyetindeyiz. Biraz da geçmiş asırlara dönüp şöyle bir bakalım. İnsanlık neler yaşamış; “Kara ölüm” Ön Asya ve Akdeniz havzasına ulaşmış, deniz yoluyla İslâm dünyasının büyük bir kısmını etkisi altına almıştı. Çok ağır geçen salgından sonra salgınlar zinciri başlamış ve yaklaşık on yılda bir yeniden ortaya çıkmıştır. Tıpkı her on yılda ülkemizde darbelerin devam edişi gibi. Kara Veba diye de ifade edilen bulaşıcı hastalığın

dur durak bilmediğini, kıtalara açıldığını örneğin Venedik, Ragusa (Dubrovnik), Avrupa ve Akdeniz limanlarına uğrayarak oradan da İslam beldelerine yayılmış ekonomiyi, ticareti çökertmiştir. 16. yüzyıl, Osmanlı Devletinin güçlü Safavi ve Babür’lülerin yayıldığı dönemlerdir. Ticaret, iklim, haberleşme, güzergâh ve yol güvenliği değişikliğine uğrayarak İran, Irak ve Azerbaycan’da Safevîler, birçok Avrupa devletiyle ticarî ilişkilere girerek yeni yollar, köprüler, kervansaraylar sayesinde önemli ticaret merkezleri oluşturmuşlardır. Bu yeni açılan alanlar ulaşımı kolaylaştırdığı için hem ticaret mallarında, hem de insanlardan insanlara bulaşıcı hastalıkların hızla yayılmasına da sebep olmuşlardır. Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya, Orta Asya, Anadolu, Arap yarımadası, İran, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz arasındaki ticari yollarının Osmanlı topraklarıyla bağlantıları, hastalıkların yayılmasına da sebep olmuştur denilebilir. Fetih hareketliliklerinin de sebep olduğu göz ardı edilemez. 1918 yılında ortaya çıkan İspanyol Gribi, Pasifik adalarından kutuplardaki küçük köylere kadar dünyanın dört bir yanına yayıldığı ve dünya nüfusunun üçte birine bulaştığı ve böylece yaklaşık 50 milyon insanın hayatını kaybetmesine neden olduğu kayıtlarda okunuyor. İspanya I. Dünya Savaşına katılmadığı için, savaşa katılan ülkelerde uygulanan yoğun sansürün İspanya’da uygulanmıyor olması gözden kaçmıyor. I. Dünya Savaşında hayatını kaybeden insanların üç katı bu virüsten, gripten, kara vebadan öldüğü ifade ediliyor. Hindistan’da yaklaşık 57


17 milyon, Amerika nüfusunun ise %28’i hastalığa yakalanmış, 500 bin ila 675 bin arasında insan yaşamını kaybetmiş, İngiltere’de 250 bin, Fransa’da 400 bin civarında insanın öldüğü tahmin ediliyor. Dikkatleri çeken en önemli hususun Osmanlı devleti yani Payitaht İstanbul’da yalnızca 10.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Toplamda 100 milyon civarında insan hayatını kaybetmiştir. Bilimsel araştırmalar, Müslüman olan ülkeler, coğrafyalar, yani Osmanlı halkları, temizliğe, taharete, el yıkamaya, boy abdestine, günde beş vakit namaz kıldıkları için beş kez ellerini sabunla yıkayıp abdest almaları, yemek öncesi ve sonrası ellerini mutlaka yıkamaları nedeniyle çok temiz topluluklar olduğunu, bunun için salgının fazla etki etmediğini kaydediyorlar. Bilim insanları bu tespiti yapıyor. Roma İmparatorluğu’nda ortaya çıkan Antoninus (Galen) salgın, tarihte bilinen ilk büyük veba salgını M.S 165-180 yıllarında vuku bulduğu ve günde 2000 kişinin ölümüne sebep olduğu 5 milyon insanın öldüğü ve nüfusun %30’unu kaybettiği kayıtlarda dikkatleri çekiyor. 1347-1351 yılları arasında Avrupa’da çok sayıda ölümlere neden olan “Kara veba” ilk olarak Kırım ve Orta Asya’da ortaya çıkmış, salgın 4 yıl sürmüş, Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte biri kadarı ve Orta Doğu, Hindistan ve Çin dâhil olmak üzere toplamda 200 milyon kişinin ölümüne sebep olduğu biliniyor. 15. yüzyılda Avrupa’nın üçte birinin ölümüne sebep olan sayı//70// mayıs 58

“Suçiçeği”, Amerikan yerlilerin %90’ının yaşamını yitirmesine sebep oluyor. Yerlilere suçiçeğini Amerikalılar taşıyor. 1545-1548 yılları arasında Meksika’da “RNA, Viral kanamalı ateş salgını” ortaya çıkmıştır. 3 yıl sürmüştür. Meksika nüfusunun %80’i yani 5 ile 15 milyon arasında insan yaşamını yitirmiştir. 1847-1848 yıllarında, Kanada’da “Tifüs salgını” ortaya çıkmış, 20.000 kişinin ölümüne sebep olmuştur. Tarihte 7 büyük “Kolera salgını”ndan bahsediliyor. En tehlikelisi 18521860 yıllarında üçüncü kolera salgınıdır. 1 milyon insan hayatını kaybetmiştir. İnsan dışkıları ve atıkların içme suyuna döküldüğü ve kolera salgının başlıca sebeplerinden biri olduğu ifade ediliyor. 20. yüzyılda, 1918-1919 yılları arasında 40-50 milyon kişinin “Kuş Gribi”nden öldüğünü daha önceki griplerle 100 milyon insanın hayatını kaybettiğini unutmamak icap ediyor. 1920 yıllarında Kongo’da “Hiv ve Aıds” virüsü, şempanzelerden insanlara geçtiği tespit edilmiştir. Son 30 yıldır 36 milyon insanın ölümüne sebep olduğu ve hala kesin tedavisinin bulunamadığı biliniyor. 1957-1958 yılları arasında Çin’de ortaya çıkan “Asya Gribi” “influenza A virüsünün” ördeklerde mutasyona uğrayarak insanlara geçtiği düşünülüyor. 2 Milyon insanın hayatını kaybettiği biliniyor. 2002 yılında Çin’in Hong Kong şehrinde ilk “Sars” (şiddetli akut solunum yolu enfeksiyonu) görüldü. Hayvanlardan, yarasalardan insanlara geçtiği düşünülüyor. Corona virüs ailesinden


olan ve 37 ülkeye yayılan, 916 ölüme sebep olan “Sars”ın yayılması önlenmiş durumdadır. 2013-2016 Batı Afrika’da ortaya çıkan “Ebola” salgını, 11.310 insanın ölümüne yol açtı. 2019 yılında Çin'in Wuhan kentinde ortaya çıkan “Corona” virüsü, halen devam ediyor. Yarasadan insanlara geçtiği tahmin edilmektedir. Bu virüsün dünyanın dört bir yanına dağıldığını ve bütün ülkelerin karantina haline dönüştüğü bir dönem yaşanıyor. Şuana kadar üç milyon insana bulaştığı ve yayılmanın sürdüğünü haberlerde insanlık dinliyor. Ölüm oranlarının her geçen gün arttığını şimdilik….. ifade etmiş olalım. Geçmişin tarihi geleceğin tarihini de şekillendiriyor görüldüğü üzere. Ona göre planlamalar yapmak, tedbirler almak, geçmişte yaşanılanlardan dersler çıkararak projeler hazırlamak, ilim, bilim, teknik ve irfan sahiplerinden azami ölçüde faydalanmak mecburiyeti gözlerimizin önünde duruyor. Eldeki İstatistiklere bakıldığında göz ardı edilemeyecek gündemlere de dikkatlerimizi çekmektedir. 1 Ocak - 25 Mart 2020 tarihleri arasında dünyadaki ölüm sebepleri şöyle sıralanıyor; Corona, 250 bin kişi, Grip, 113.034 kişi, Sıtmadan, 228.095 kişi, İntihar vakalarından, 249.904 kişi, Trafik kazalarından, 313.903 kişi, Hıv/Aıds virüsünden 390.908 kişi, Alkol alışkanlıklarından 581.599 kişi, Sigaradan, 1.162.481 kişi ve Kanserden ise, 1.909.804 kişinin hayatını kaybettiğini belirtmiş olalım. Bunların dışında dünyadaki Açlıktan

kaybedilenlerin toplamıysa 2.382.324 kişidir. Şimdi bu bilgilerle birlikte, başımızda var olan felaketten dersler çıkararak, insanlığın, devletlerin dikkat etmesi, tedbirler almaları gereklidir. Açlıktan ölenlerin ihmalinin de bir insanlık suçu olduğu bilinmelidir. Her şey için bir vesile gerekli denilir. Evlerimize, kendimize, ailemize dönmek için de bir vesile oluştu ve evlerimize döndük. Şimdi bu fırsatı daha iyi, daha doğru planlayıp eksikliklerimizi gidermeliyiz. Devletin önerilerini mutlaka yerine getirmeli, harfiyyen millet, memleket ve insanlık âlemi için tutulması gerektiğini bilmeliyiz. Daha ilgili, daha sevimli, daha merhametli, daha müşfik davranışlarla günümüzü, gecemizi planlamalı, aile bireylerimizi bu plana dâhil etmeliyiz. Görüldüğü üzere eve dönüş demek, öze dönmek demektir. Köklere dönmek demektir. Okullardaki öğretimin evlere döndüğü bu günlerde eksik olan eğitimi de evlerimizde bizler tamamlamalıyız. Âlemlerin sahibi olan Yüce Rabbimiz ümmeti Muhammedi bu musibetten, beladan en kısa zamanda sağlıkla, selamete ulaştırsın. İnsanlığın hidayet bulmasına vesile kapıları açsın. Üstümüzde, altımızda, sağımızda, solumuzda, yüreğimizde, aklımızda ne kadar hastalıklar varsa, şifalar ikram etsin. Son cümlemiz ise devletimizin belirlediği 14 maddeyi asla ihlal etmeyelim. Sağlık ve selametle bu musibetten en kısa zamanda kurtulmayı temenni ederek selamlıyorum. EVDE KAL TÜRKİYE 59


ŞAİR NABİ’NİN TARİHİ DEĞERDEKİ:

MEKKE VE MEDİNE YOLCULUĞU -IINabi, Hacca giderken, önce doğum yeri olan Urfa’ya uğramayı ihmal etmez ve burada elli günden fazla bir zaman diliminde akraba ve dostlarıyla hasret gidermek için- kalmayı tercih eder. Dr. Şakir DİCLEHAN

ehir ve Kültür Dergisi’nin geçen sayısında işlediğimiz “Şair Nabi’nin Tarihi Değerdeki: MEKKE VE MEDİNE YOLCULUĞU”nun önemine binaen, bu sayıda da konuyu işlemeye devam ederek dergi okuyucusunun, bundan büyük bir zevk alacağına ve keyifle okuyarak mutluluk duyacağına inanmaktayız. Ve yine inanıyoruz ki okuyucu, geçmiş çağlarda yapılan Hac yolculuğunun ne anlama geldiğini ve günümüzdeki Hac ziyaretle örtüşüp örtüşmediğini de, karşılaştırmalı bir şekilde anlama imkânını bulacaktır. Gerçekten de tarih duygusu ya da duyarlığı dediğimiz özellik ve niteliğe sahip toplum ve milletlerin, geçmişteki bazı bölgelerin sosyal durumunu bu tür yolculuk ve seyahatler vasıtasıyla daha iyi anlayabileceklerini ve bu konuda güçlük çekemeyeceklerini düşünmekteyiz. Nabi, küçük kervanının güvenlik ve yiyecek gibi ihtiyaçlarını gidermek için, Evliya Çelebi gibi, yoldaki mahallî idarelerden yardım görmüştür kuşkusuz. Nitekim Padişah’ın bir fermanı bu düşünceyi doğrulayacak niteliktedir: "İstanbul'dan Şam'a varıncaya dek yol üzerindeki kentlerin ve kentçiklerin kadılarına, yeniçeri serdarlarına: “Bu ferman gelince, biline ki vezirim ve damadım Mustafa Paşa'nın Divan Kâtibi (tahrîr-i erbâb-ı kalem) Nabi Yusuf, Hatt-i Hümâyûn’umla Mısır tarafına gitmektedir. Hanginizin kazasına uğrarsa uygun ve güvenilir bir yerde kondurunuz. Yiyeceklerinden gerekenleri satanlardan yürürlükteki narh üzerinden aldırıp sıkıntı çektirmeyesiniz. Yola çıktığında tehlikeli olan yerlerden yanına yeteri kadar silahlı kişiler koşup ve adamlarıyla birlikte gideceği yere kadar ulaştırasınız. Nabi'nin bir yıldan daha fazla süren yolculuğunun Evliya Çelebi gibi, küçük, özel bir grup veya kervanla İstanbul'dan yola çıkar. Yaşı otuz yedi civarındadır. Bu küçük kervanın, kimlerin oluşturduğunu bilemiyoruz. Nabi, yol arkadaşlarının ne adlarını söyler ne de onların kim olduklarına dair ipucu bulabileceği bir hatıra anlatır. Ancak, kaynaklar, Nabi'nin yol arkadaşlarından birisinin Râmî Mehmed (Paşa ölümü: 1707) olduğunu söylerler. Nabi'nin kendi doğum şehri olan Urfa'da elli gün kadar kalması Nabi’nin bu küçük kervana liderlik yaptığını akla getirmektedir. Hac yolculuğuna İstanbul’dan başlayan ve Kartal, İzmit, Hersek (Yalova/Altınova) üzerinden İznik yoluyla Eskişehir'e ulaşan Nâbî ve arkadaşları orada

sayı//70// mayıs 60


kaplıcaya girerler. Nabi, Seyitgazi 'de Seyit Gazi türbesini, Akşehir'de Şeyh Mahmud Hayrâni (ölümü: 1268)'nin türbesini ve Seyit Ni'metullah Nahçivânî (ölümü. 1496)'in kabrini ziyaret eder. Ilgın ve Lâdik'den sonra Konya'ya varan Nabi, orada Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (1207-1273), Mevlânâ'nın babası Bahâ'üddîn (ölümü: 1231) ve oğlu Sultan Veled (12261312)'in yanı sıra, Salâhaddîn Zerkûb (ölümü: 1263), Çelebi Hüsâmeddîn (ölümü: 1284) ve Sadreddîn-i Konevî'nin (1209-1274) mezarlarını da ziyaret eder. Ereğli'de “ İşrâkiye Ekolü” isimli Felsefesi” kurucusu olan Şeyh Şehâbeddîn Sühreverdi (maktul/öldürülen) (ölümü: 1191)'ün mezarını ziyaret ettikten sonra Nabi, Adana'ya giderek orada bir gün dinlenir. Kervan, Misis Köprüsü'nden sonra Payas'a ulaşır. Payas'ta Nabi ve arkadaşlarının aşırı sıcaktan “soluğan” diye adlandırılan “nefes darlığı” hastalığına tutulmaları, onlar için bir sıkıntı nedeni olur. Daha sonra Bakras'a oradan da Antakya'ya geçen Nabi, Antakya'da üç gün kadar kalır. Antakya'da görmek istediği yerler arasında, kendilerine gönderilen Peygamber'e inandığı için halkı tarafından şehit edilen Habib-i Neccâr'ın mezarı da vardır. Nabi, Antakya'dan sonra Halep'e giderek orada on gün kalır. Halep'te Hazret-i Zekeriyyâ'nın gömülü olduğu yeri ve Şeyh Ebubekir türbesini ziyaret etmeyi de ihmal etmez. Daha sonra, Fırat'ı kayıkla geçerek kendi doğduğu şehir olan Urfa'ya (o zamanki adıyla Ruha'ya) ulaşır.

doğduğu eve giden Nabi, iki kız ve iki erkek kardeşiyle hasret giderir. Saçları kırlaşmış eski arkadaşlarıyla geçmiş günlerini yâd eden Nabi, genç-yaşlı birçok hemşerisiyle sohbet eder. Bu his ve hasret dolu anlardan sonra, seyyahımız şehrin önemli tarihî yerlerini, özellikle Hazret-i İbrahim'in Nemrut tarafından mancınıkla ateşe atıldığı yeri gezer.

Bu ziyareti, yirmi dört yaşlarında İstanbul'a gittiği bilinen Nabi'nin on üç senelik ayrılıktan sonra Urfa'ya ilk gelişidir. Urfa'ya varınca kendi

Nabi, Hacca giderken, önce doğum yeri olan Urfa’ya uğramayı ihmal etmez ve burada elli günden fazla bir zaman diliminde -akraba ve

Hac yolculuğuna devamla Halep’e doğru yola çıkan Nabi, aşağıdaki “Kaside”yi kaleme almayı, sanatkârlığının bir gereğini sayar. Şair, burada şairlik yeteneğinin verdiği güçle, kutsal mekânlara karşı olan sevgi ve özlemini dile getirmeye çalışarak bu gönül okşayıcı kasidede şöyle der: “ Gel gönül, azm-i reh-i Beyt-i Hüdâ eyleyelüm Sa’y idüp Merve’ye tahsil-i Safâ eyleyelüm.” (Gel gönül! Beytullah yoluna yönelelim, Merve’yi Sa’y edip Safâ bulalım.) Şair, burada edebiyattaki tevriye sanatından da (Bir kelimenin ayrı ayrı iki anlama gelecek şekilde kullanılması) yararlanarak Merve ve Safa arasındaki Sa’y’i, yani yürüyüşü kastederek Safa’yı bu anlamada gelebilecek şekilde kullandığı görülmektedir. Hem Harem-i Şerif’teki Safa ve Merve tepelerinin arasındaki yürüyüş ve hem de mutluluğa kavuşma anlamına gelecek şekilde şiirde “Safa” kelimesini kullanmayı yeğler…

61


dostlarıyla hasret gidermek için- kalmayı tercih eder. Nabi ve Hac arkadaşları, Urfa'dan yola çıktıklarında, daha önce uğradıkları ve üç gün kaldıkları Halep'e tekrar dönmeye yönelirler. Fırat'ı kayıklara geçince, muhtemel bir eşkıya saldırısından korkmaktan ötürü, Antep'e uğrar ve orada on günlük bir zaman diliminde kalarak gençlik yıllarında aşağı yukarı on beş sene kaldığı bu şehirde doya doya gezmenin tadını çıkarır Nabi… Halep’ten sonra, Şam’a doğru Hac yolculuklarını sürdüren kafile, Hama şehri bölgesindeki Nehr-i Âsî (Asi Nehri) üzerinde yer alan değirmenlerin çokluğu, Nabi’nin dikkatinden kaçmaz ve bunları büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla izler. Suyun bolluğunu ve üzerindeki su değirmenlerinin görkemli konumunu şiir kalıplarına dökmeyi ihmal etmeyen Usta Sanatkâr, şu şekilde kalem oynatır: “Gör Hama şehrin dolanmış gûşe gûşe âblar, Nehr-i Asi’ye muti’ olmuş döner dolablar” Hama şehrini, bu şekilde övgülere boğan Nabi, yolculuk esnasında, Humus yolu üzerinde ünlü Şeyh Bâyezid-i Bestâmî (ölümü: 874)'nin mezarını ziyaret ettiğini ballandıra ballandıra anlatır. Nabi, Humus şehrinde medfûn bulunan Hâlid Bin Velid, Sa'd Bin Ebî Vakkâs, Abdurrahmân Bin. 'Avf, Ebu Mûsâ e1-Eş'ârî ve benzeri birçok sahabinin mezarlarını ziyaret ederek kabirleri başında dua etmeyi de ihmal etmez. Bu ziyaretlerin yanı sıra Nabi, Humus'taki bir camide bulunan ve Hazret-i Osman'ın şehit edildiğinde, üzerine sıçrayan kanının izlerini taşıyan Kur'ân-ı Kerîm nüshasını, ibretle ve hayretle temaşa eder. Daha sonra Kuteyfe'deki ünlü bir kervansarayda istirahat eden Hac kafilesi, Kuteyfe Boğazı’nı geçtikten sonra yeşillenmiş uzun ve sık ormanlığın içinden geçerek Şam'a ulaşmayı başarırlar. Nabi, söğüt ağaçlarını ve suyu konuşturmak suretiyle bunlar arasındaki diyalogu, şiir kalıplarına dökmeyi ve nazım ipliğine çekmeyi, sanatkârlık yeteneğinin verdiği bir güçle kanıtlar: “Bid âba demiş ki lütfundan Dem be dem raşha-i zülal içeriz Âb bîde demiş ki biz de senün Sâye-i devletinde hoş geçeriz” (Söğüt ağacı, suya der ki, senin güzelliğinden dolayı zaman zaman tatlı sızıntılardan su sayı//70// mayıs 62

içmekteyiz. Su da der ki, biz de senin devletin sayesinde güzel ve tatlı bir şekilde geçmekteyiz.) Şam’a vardıklarında Nabi, daha önce tanıdığı bir dostunun evine misafir olarak kaldığını, büyük izzet ü ikramlar gördüğünüanlatır. Şam'ın çarşılarını, camilerini, kahvehanelerini, hamamlarını ve tarihi değerdeki evlerini dikkatle gözetleyen Nabi, bunları adeta övgülere boğar. Şehri, çok beğendiği gibi büyük bir hayret ve şaşkınlıkla anlatır Şam’daki bu güzel ve ilginç mekânları.Kahvehanelerin Durumu Nabi’nin, kaleme aldığı ve büyük bir titizlikle işlediği, “Tuhfet’ül-Haremeyn’deki Şam kahvehanelerinin tasviri, kuşkusuz eserin en canlı ve ayrıntılı tasvirlerini barındıran bölümdeki yerini alır. Bu yolculuktan önceki yaşamı, genellikle Urfa, Halep ve İstanbul'da geçen Nabi’nin, Şam'daki bina ve kahvehanelerdeki manzara karşısında ve halkının yaşantısıyla ilgili gözlemleri, -eğer bu ifadeler, Nabi'nin sözünü, çarpıcı ve sanatkârane söyleme gayretinden kaynaklanmıyorsa- o dönemdeki İstanbul ve Anadolu ile Şam şehri arasında, hem mimarî hem de sosyal bakımından farklılıkların, dikkat çekici bir boyutta olduğunu gösterir…Nabi’nin Şam’da en çok dikkatini çeken yerlerin başında, kuşkusuz kahvehaneler ve bunların yaygın şekilde şehre dağılması görünümleridir. Kahve ile ilgili çok güzel şiirlerkaleme almaktan da kendini alamaz Şair Nabi: “Kahve sevdasını sükker giderirmiş dirler Sakiya la’lün ile kahveyi zemzemle de sun” Şeklinde söylediği bu anlamlı beyit yanında: “Sunulmadı bana kahve dime sen Nasibün var ise gelür Yemen’den” Diyerek kahve ile Yemen arasındaki ilişkiye işaret eder. Çünkü kahvenin en güzeli ve en kalitelisi, ana vatanı olan Yemen’den gelmektedir. Diğer yandan: “Künc-i ferağ ehl-i dile kahvehanedir Habbeyle kahve mürğ-i dile dam ü danedir.” Beytinde, ironi yaparak kişiye en güzel ve ona yakışan tenha köşelerin, kahvehaneler olduğunu, taneyle satılan kahvenin, gönül kuşu için tuzak anlamına geldiğini dile getirir. Şam’da Emevîye Camii’nin ihtişamı üzerinde duran Nabi, burada başı kesilerek şehit edilen ve gömülü bulunan Hazret-i Yahya’nın türbesine işaretle:


“Mazhar-i merhamet-i Hazret-i Mevla olduk Ravza-i Hazret-i Yahya’ya cebin-sâ olduk” Diyerek bu peygamberin mezarının önünde saygıyla durarak alnını sürdüğünü söyler. Şam’ın Hazret-i İsa ile olan ilişkisi konusunda ise, Muvahhid bir dil kullanarak: “Divan-i şefa’atde eyâ Hazret-i İsa Nabi kulun ile bir dem-i can-bahşla ihya” Demek suretiyle Hazret-i İsa’nın ölülere, nefesiyle diriltme eylemine işaret eder. Şam’da özellikle Salıhiyye mıntıkasını öve öve bitiremez Nabi… Erze ve Berze adında iki köyün varlığına ve burada yatan sahabilerin bulunmasından ötürü, köy topraklarının mübarek oluşuna ve yüksek kısımlarında ise, –halk inancına göreKırklar ve Yediler Makamı’nın bulunmasından söz açar Nabi... Bugün için Erze ve Berze denilen köyler, artık Şam’ın birer banliyösü, yani birer mahallesi konumuna gelmişlerdir. Salıhiyye mıntıkasının ilgi çekmesine neden olan ve buraya güzellik katan iki türbe bulunmasından söz açar Nabi... Kendim de defalarca gittiğim ve ziyaret ettiğim burada, gerçekten insan ruhunda derin izler bırakan ve Fütuhat-i Mekkiye adlı eserinin sahibi Şeyh Muhyiddin Arabi ve Şeyh Fahreddin İbrahim Irakî Hazretlerinin gömülü bulunmaları, bu mıntıkaya ayrı bir güzellik vermiştir. Bu Makamlar, Nabi tarafından ziyaret edilerek dua ve Fatihalarla anılır ve eserde, gerekli yerlerini bulurlar.

Tarihte, Çehrin ya da Bahçesaray adıyla bilinen antlaşma, 3 Ocak 1681 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı ve Kırım Hanlığı arasında imzalanır. Bahçesaray/ Kırım’da imzalanan bu antlaşma, Osmanlı Devleti ile Rus Çarlığı arasında imzalanan ilk antlaşma olduğu için büyük önem taşımaktadır.

ŞAM’DA KIRIM ŞENLİKLERİ

Osmanlının büyük veziri Kara Mustafa Paşa'nın, 1678'de yaptığı ve Kırım/ Çehrin Kalesi’nin (Bahçesaray) alınmasıyla sonuçlanan sefer dolaysıyla Şam'da, yapılan kutlamaların tasviri, dönemin sosyal hayatına ışık tutması bakımından önemli bir yer tutmaktadır Nabi’nin bu eserinde…

Rusya, bu bölgede, bazı askeri faaliyetlere giriştiğinde, onun bu girişim ve eylemleri, Kırım Han’ı tarafından İstanbul’a bildirilir. Bunun üzerine, Osmanlı ordusu harekete geçer ve hazırlıklara başlar. Yapılan görüşmeler sonrasında, anlaşma sağlanır. Böylece tarihte Çehrin, diğer adıyla Bahçesaray Antlaşması imzalanmış olur.

O dönemde, Rusya’da alınan bir kale nedeniyle Şam’da törenler yapılması ve bu zaferin şenliklerle kutlanması, Nabi tarafından dikkat çekici ve ilginç bir merasim şeklinde anlatılır ve kelime kalıplarına dökülür. Demek oluyor ki, İmparatorlukla ilgili bir keder ya da neşe oluştuğunda, Osmanlı topraklarının en ücra köşelerinde bile hissedilir, eğer böyle bir durum, neşe gerektiriyorsa, sevinçle kutlanır ve eğer üzüntü doğurmuşsa, bunun gereği yapılır ve yası tutulurdu.

İstanbul'dan Şam'a kadar çoğunlukla resmî Hac kervanının izlediği yol ve bu yol üzerinde yer alan cami, türbe ve mezarlara yapılan ziyaretlerin, Nabi tarafından dile getirilmesi dolaysıyla buraların önemli yerler olduklarını anlayabilmekteyiz. Eğer yoldaki yerleşim birimlerinde, ziyaret edilecek bir türbe, tarihî cami veya bir bina bulunmamışsa Nabi, buraları, pek önemsememiş veya hiç anlatmamıştır kaleme aldığı bu tarihi değerdeki eserinde... (SÜRECEK) 63


NEDİR BAYRAM? Bütün dünyanın çektiği ortak bir sıkıntıdan, hastalıktan kurtulmak ve gittikçe sessizleşen sokakların, caddelerin yeniden insan sesleriyle dolması, eskiden gözümüzde çok sıradan olan bazı nimetlere kavuşmak için, arınmış yüreklerle, yaşla dolmuş ve yıkanmış gözlerle Ulu Mevla’ya yakarmak, O’nun sonsuz kudretine sığınmaktır bayram… İsmail BİNGÖL

ayram; şu acılar mahşerinde, bir yudum su gibi soğutur bağrımızı bir an için de olsa… Bir vahanın serinliği gibi sarıp sarmalar çöl ortasında yanıp kavrulmuş, dudakları susuzluktan şerha şerha bölünmüş kalplerimizi… Bayram; zalim elinde yanıp yakılan, her an ölümün nefesini arkasında hisseden mazlumların çizgi çizgi bir efkârla döşeli hallerini, uzak diyarlarda onlar için üzülenlere her zamankinden farklı bir şekilde duyurup, gönül tellerinden yükselen nağme eşliğinde ağlatan, dua ettiren ve yaralarına bir nebze olsun derman olma adına, düşündürüp, harekete geçirendir. Göğümüz, gönlümüz şenlenir, kıvanç duyarız her şeye rağmen bayramda… Bir yanı acı ve mahrumiyetle iliklerine varıncaya kadar titreyen, bir yanı ümitle sevinip paylaşmakla çoğalan dünya; ses verir, renk değiştirir, sızıların gergefinde yeni bir nakış daha dokur her bayramda... Öyle bir nakış ki; nankörlüğün, bozgunculuğun, ihanetin, vefasızlığın şifreleri gizlidir o nakışta… Ve onun dilinden anlayanlar için; seyredilen manzarada bin bir melal vardır ve bayramlarda; sevinçlerimizi tarumar eden bu hissediş ellerimizi yanlara düşürmektedir. Çünkü şairin(Arif Nihat Asya) “Naat”ında söylediği gibi; “Ne doğruluk, ne doğru; Ne iyilik, ne iyi… Bahçende en güzel dal, Unuttu yemiş vermeyi… Günahın kursağında Haramların peteği!” Şairin; “Bir şadırvan ki ses verir, ses alır, / Ve suyundan melekler, aptes alır.” diyerek resmettiği şadırvanda şakırdayan su gibi; ruhlarımızı inciten kederlerden, derin fikirlerden neşet eden bir manzaranın içimize gömdüğü matemlerden arta kalan yalnızlığı, yoksulluğu, mutsuzluğu bir müddet içine alıp, gözlerden nihan eden bayram; kaybettiklerimizi karşılamasa da korkuların esiri zihinlerimize, umutlanmak için hâlen daha bir şeylerin olduğunu sezdirir. Sabahın serininde Lala Paşa devrinden kalma şaheser caminin önündeki asırlık ağacın gölgelendirdiği oturma yerinde, daha önceden tanışılmayan kişilerle, şurdan burdan yapılan, hiçbir hesaba dayanmayan muhabbetle süslenen zamandan; yürekten kopup gelen bir aşkla, geçmişin yurduna selâm göndermektir bayram… İlahi güzelliklerin

sayı//70// mayıs 64


derinlere ta derinlere kök salmış etkileri ışıklı bir devirden yüzlerimize yansıdıkça; bundan pay almak ve nasiplenmek için çabalamak; dilindekinin ve gönlündekinin münasebetini kurmak, muhasebesini yapmaktır bayram… Her gün yeni bir olumsuz haberle sarsılan; sefaletin, vatanından sürgün olmanın, evsiz, barksız, milletsiz ve milliyetsiz kalmanın, ölmekten beter duruma düşüp, aşağılanmanın, nazlı nazlı dalgalanan bayrak altında bir kere daha toplanabilme ihtimalinden giderek uzaklaşmanın korkunç ıstırabıyla, içinin yangınlarında kendini eritmektir bayram… Bunların; yani vatanın, yani toprağın, yani bayrağın ne kadar önemli olduğunun, iş işten geçmeden öğrenilip, o ana kadar sahip olunan her şeyin, ancak bunlar varsa bir değerinin olduğunun daha çok farkına varılmasıdır bayram… Zulmün arşa dayandığı, hiç kimsenin kimseye çare olmadığı, sinelerin büyük bir hicranla kan ağladığı, mazlumların hayat karşısında tutunacak dallarının kalmadığı bir anda; ilahi rahmetin bütün bir kâinatı kuşatıp, bütün bu seslere cevap vereceği, ellerinden tutup kaldıracağı, zalimleri “Kahhar” ismiyle kahredip, iyilerin galip geleceği kutsi zamanların öncüsüdür bayram… Bütün dünyanın çektiği ortak bir sıkıntıdan, hastalıktan kurtulmak ve gittikçe sessizleşen sokakların, caddelerin yeniden insan sesleriyle dolması, eskiden gözümüzde çok sıradan olan bazı nimetlere kavuşmak için, arınmış yüreklerle, yaşla dolmuş ve yıkanmış gözlerle Ulu Mevla’ya yakarmak, O’nun sonsuz kudretine sığınmaktır bayram… “Kimsesiz hiç kimse yok herkesin var kimsesi Kimsesiz kaldım yetiş ey kimsesizler kimsesi” (Ruşenî) diye yalvaranların seslerinin; muhatabınca değerlendirilip, gereğinin yapılması için ilgili yere sevkedildiği ve yardıma koşmaları için sebepler dairesi içerisinde birilerinin görevlendirildiği; yoksulun, mağdurun ve mazlumun darına hızla yetişildiği günlerdir bayram… Eski mahallelerin, şimdi artık çoğu viran olmuş sokaklarında, mazinin güleç yüzünden devşirdiklerini yoldaş ederek kendine, hatıralar eşliğinde dolaşırken; çocuklukta, gençlikte yaşananların; sevincin, saflığın ve tozpembe

anların, köşeden bucaktan çıkarak birden karşına dikilmesidir bayram… Giderek boşalan ve karmaşanın hâkim olduğu; tanıdıkların azalıp, tanımadıkların çoğaldığı, kendinizi el gibi sanmaya başladığınız, eskiden yanınızdan yörenizden geçen birçok kişiyle selamlaştığınız, şimdi ise çoğunu tanımakta zorlandığınız şehirde, işte bu duygu ve düşüncelerle gezerken; bir köşeyi döndüğünüzde ya da bir mekânın girişinde ta eskilerden bir dostla karşılaşıp, sarılıp, hasret gidermektir bayram… Doğrunun, iyinin, güzelin; sevginin, aşkın, dostluğun; mağdurun, mazlumun, masumun yanında olmak; yanlışın, kötünün, çirkinin, sevgiyi bilmeyenin, tanımayanın, önemsemeyenin, şefkate ve merhamete kalbinde yer vermeyip, insanı ve insanlığı kullanmak için türlü yola başvuranın; inanca, düşünceye saygı duymayanın; her hâliyle kibri çağrıştıranın yanında olmamak ve hatta böylelerinden uzak durmayı başarabilmektir bayram… Ecdat yadigârı bir mabette, fanilik hissinin yorgun düşürdüğü, günah, hata ve isyana bulanmış bir bedenle, içten gelen bir samimiyetle, “hulusu kalple” Yaradan’a sığınmak ve bütün hüzün bulutları tepesinde birikmişçesine, göz pınarları dolu dolu, pişmanlığını duya duaya, af dileye dileye, büyük bir mahcubiyetle, büyük bir aşkla dua etmek, yaşın yaşın ağlamaktır bayram… Ve yine şairin bir duasında dediği gibi: “Yarının yollarında yılları da Ramazansız bırakma Allah’ım Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız Ve vatansız bırakma Allah’ım (…) Müslümanlıkla yoğrulan yurdu Müslümansız bırakma, Allah’ım” Kısacası; hüzünlü de olsa, eski Ramazanlardaki gibi camileri, meydanları, çarşıları, pazarları mecburiyetten dolduramamış olsak da, yine de bir Ramazan ayını daha emredildiği şekilde geçirmeye çalışmak ve kurtuluşa ermeyi murat etmektir bayram... Yine şairin dediği gibi; tanıdıklar, dostlar, onları da bulamaz isek, ağaçlar, kuşlar, yuvalar, sularla bir araya gelmek, yaklaşmak ve sarılıp ağlamaktır bayram: “Bayram dediler… biz ağladık, ağlaştık… Lâkin, tanıdıklar bularak, yaklaştık… Öptük şu asırlık çınarın yaprağını… Kuşlar, yuvalar, sularla bayramlaştık.” Bayramınız mübarek ola! 65


EĞİRDİR-SAPANCA GÖLÜ

VE ÇAĞRIŞTIRDIKLARI Isparta’ya gelişimin yirmi altıncı yılındayım, hatta yirmi yedinci yıla az kaldı. Bu şehre geleli bir çeyrek asırdan daha fazla olmuş. İnsan ömrü için uzun sayılabilecek bir zaman dilimi. Zaman ne de çabuk geçiyor. Bakalım kaç yıl daha kalacağız? Elleam (En iyisini Allah bilir). Prof. Dr. Âdem EFE *

Yakıt hocadan önce Saadettin Özdemir (Din Eğitimi Profesörü) adlı arkadaşımızın Renault bir arabası olmuş, bizden önce göreve başlayan arkadaşlar, ona doluşup yakın mesafeli yerlere nasıl gittiklerini anlatır dururlardı. Ben onu gör(e)medim. Ben haziran ayında fakültedeki görevime başlamış, ev tutmuş, eşimi ve kızımı alıp gelip yerleşmiştim. Temmuz ayının sonları olmalıydı ki göle gidip geliniyordu. O zamanlar arabalı arkadaş yok, göl nispeten temiz ve yakın olduğundan tercih edilebiliyordu. Biz fakülte araştırma görevlilerinden başta Yakıt hocanın asistanı Nejdet Durak (İslâm Felsefesi Profesörü) olmak üzere Haluk Songur (Hukuk Profesörü), İshak Özgel (Tefsir Profesörü), Yusuf Açıkel (Hadis, Dr. Öğr. Üyesi), Muammer Göçmen (Dr. İslâm Tarihi), Bahattin Yaman (İslam Sanatları Tarihi Profesörü) ve şimdi isimlerini tam hatırlayamadığım bazı arkadaşlarla bazen Yakıt hocanın veya bazen de Talat hocanın arabasıyla ikindi önü veya sonu, Bedre Koyu’na yüzmeye gidip geliyorduk. Ben fazla yüzme bilmiyordum. Zaten göl de fazla derin olmadığından bu pek bir sorun olmuyordu. Benim gibi yüzme bilmeyen arkadaşlarla birlikte kıyıya paralel kulaç atmaya çalışıyorduk. Yakıt hoca iyi yüzüyordu. “Ben askerliğimi Kıbrıs’ta yaptım. Suda uyuyabilir, kahvemi içebilirim” derdi ve gerçekten profesyonel bir şekilde yüzüyordu. Haluk hoca, İshak hoca ve Bahattin hoca da yüzmede iyiydiler. Burada bir parantez açalım.

994 yılı 15 Haziran’ında İlahiyat Fakültesi’ndeki görevime başlamıştım. O zamanlar üniversite çevresinde çok az hocada, memurda araba vardı. İlahiyat Fakültesi’nde o zamanın behrinde dekan yardımcısı olan Prof. Dr. Talat Sakallı (Hadis) hoca ile Yardımcı Doçent İsmail Hakkı Göksoy (İslâm Tarihi Profesörü) hocada araba vardı. O zamanki dekanı olan Prof. Dr. İsmail Yakıt (İslam Felsefesi) hoca ilk defa nar kırmızısı bir şahin araba almıştı, doğal olarak hem dekan olduğundan hem de fakültede az sayıda araba olduğundan, yemeğe gidip gelirken veya herhangi vesile ile mübalağasız bütün hocalar, asistanlar arabanın etrafında toplanırlar, yanında yöresinde dolaşırlar, anlayıp anlamadan çeşitli yorumlar yaparlardı.

Süleyman Demirel Üniversitesi Öğretim Üyesi

sayı//70// mayıs 66

O zamanlar fakültede hoca ve asistan mevcudu az, çoğu arkadaş dışarıdan yeni gelmiş daha çevresini oluştur(a)mamış, şimdiki oranda bir varsıllığa sahip olmadığından (mecburen desem abartı olmaz herkesin birbirine muhtaçlığı var), arada belirli bir seviyede samimiyet ve ünsiyetten dolayı arabası olan arkadaşların ve hocaların arabasına doluşur giderdik. Giderken de ekmeğin yanında karpuz, domates, salatalık, peynir ve üzüm gibi şeylerle içecek birkaç malzeme alır bazen içimizden biri ağalık yapar parasını öderdi; bazen de masraf paylaşılır, muhabbet içinde yer, içer, anlaşır giderdik. Daha sonraları ise bizim nesilden İshak hocanın İstanbul’dan getirip kullandığı Doğan marka araba(sı) çevresindeki birçok arkadaşın istifade ettiği bir araç oldu. Esasen Van kökenli olan Özgel’in babası ve ağabeyi kumaş işi yapan bir esnaf olduğundan herhalde maddi durumları iyiydi. Fakültede ilk arabası olan, ilk kredi kartı


ve ilk cep telefonu kullanan belki bu arkadaş olmuştu. Özgel ile İbrahim Yıldırım aynı evi paylaşan iki bekâr asistan iken Haluk hoca ve ben onları Ramazan ayında iftara çağırırdık. Çoğu zaman sahur da aynı evde yapılırdı. İşleri sebebiyle iftar yapılan evden ayrılan olursa İshak hoca sahurda onları evlerinden alarak yine bu eve getirir hep birlikte sahur yapılmasını temin ederdi. Sahurdan sonra da evlere dağıtımı yapardı. Güzel günlerdi. İftarlar kalabalık halinde yapılınca daha güzel oluyor. İftar, sahur deyince rahmetli Osman Cilacı (Doç. Dr.) hoca aklıma geldi. Rahmetlinin ilk eşi uzun yıllar Alzheimer hastası olarak ömür sürdü. Bu yüzden hoca eşini, Antalya’da yaşayan kızına emanet etmiş, haftanın çoğu gününü rahmetli Dr. Hüseyin Küçükkalay ile birlikte, Isparta’da geçiriyordu. Bizler de hocanın bu durumunu ve yemeyi çok sevdiğini bildiğimizden evliler olarak kendisini evlere davet ederdik. O da bizleri kırmaz gelirdi. Hocanın iştahı yerindeydi. Yemeğin sonunda çoğu zaman ev sahibine, “Hoca yahu tam doymadık evde zeytin, peynir yok mu? Getir de doyalım bari” derdi. Biz de bazen takılmak için, hocayı, bu esprisini yapmaya fırsat vermeden “Osman hocam doydunuz mu? Yoksa dolapta bol miktarda zeytin, peynir, bal var. Çıkartalım mı?” derdik. Gülüşürdük. Allah rahmet eylesin. Yanlış aklımda kalmadıysa 1998 yılı haziran ayında İshak hocanın arabasıyla bir cumartesi sabahı erkenden üç kişilik çekirdek ailemizle Sakarya’ya, Levent abi diye hitap ettiğimiz o zamanlar yardımcı doçent olan İslam Tarihi Profesörü Levent Öztürk’ün evine gitmiştik. O zamanlar Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde fark dersleri vermek için sınavlara gelip giden Haluk hoca(Hukuk Profesörü) da eşi ve o zamanlar tek çocuğuyla beraber İstanbul’dan oraya intikal etmiş, hep birlikte Sakarya Gölü kenarında Levent hocanın kendi elleriyle hazırlamış, kendi elleriyle yakmış olduğu mangal üzerinde pişirmiş ve yemiştik. Buraya hemen bir ara cümle sıkıştırayım. Levent hoca Isparta’da iken birçok akşam, ilk zamanlar Gülevler’de bulunan küçücük evine birkaç aileyi davet ederdi. Bu davetleri vesilesiyle çok yemeğini yemiş, bir o kadar da demli çaylarını içmişizdir. Bu pikniğe Muharrem Kılıç (İslam Hukuku Profesörü) ve kardeşi Mustafa Cihat da katılmıştı. Mustafa Cihat o zamanlar müzik yapıyor muydu şimdi hatırlamıyorum. Güzel

bir gün geçirmiştik. Piknikten sonra Çark Caddesi’nde kısa bir şehir turu yapmış, birer dondurma yemiş ve eve dönmüştük. Biz geceyi Levent hocanın küçücük, şirin fakirhanesinde; Haluk hoca ailesiyle ve İshak hoca da Muharrem Kılıç (Hukuk Profesörü) hocanın evinde geçirmişlerdi. Sabah hep beraber Muharrem hocanın evinde cümbür cemaat toplanmış, kalabalık bir ortamda, kan ter içinde mükellef bir kahvaltı yapmıştık. Kan ter diyorum zira Sakarya nem oranı çok fazla olan illerimizden biriydi. Bizler, Isparta gibi yayla sayılan bir yerden Sakarya gibi aşırı nemli bir yere gidince, sıcaktan ne yapacağımız bilemez vaziyete kalakalmıştık. İkinci bir parantez açalım (Isparta 1035 rakımıyla az önce bahsettiğim gibi yayla misali serin bir kenttir. Göller Bölgesi diye bilinen bir yerde bulunmasından dolayı her taraf derecik, dere, göl, gölet ve sudan oluşuyor. Suyu bol olduğundan yeşilliği de o oranda her tarafını kaplamış vaziyette olduğundan yakın çevrede piknik alanları mevcuttu(r). Arabalarımız yokken belediye otobüsleriyle yakın mesafe yerlere çok rahat bir şekilde pikniğe gidebiliyorduk). Pazar sabahı Muharrem hocanın evinde kahvaltıyı yaptıktan sonra Levent hoca ile benim doktora tez konum olan İslamcılar ve Modernleşme’yi konuşurken o zamanlar, Sakarya İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde araştırma görevlisi olup benzer bir konuyu çalışıyor olan Burhanettin Duran’ın (Siyaset Bilimi Profesörü) evine gitmiş, onunla görüş alışverişinde bulunmuş ve ondan hayli kaynak eser almış, açık bulduğumuz bir kırtasiyede fotokopi çektirmiş bir kısmını da daha sonra geri göndermek koşuluyla ödünç alıp gelmiştim. Bu eserler hayli işime yaramıştı. Sakarya pikniğinin benim için böyle bir kazanımı da olmuştu. Aynı gün öğleden sonra çoluk çocuk yedi kişi İshak hocanın arabasıyla geri dönmek için vedalaştıktan sonra Söğüt’te mola vermiştik. Burada Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin türbesini ziyaret ettikten sonra müteakiben Afyonkarahisar üzerinden gecenin bir vakti Isparta’ya dönmüştük. Bu iki günlük piknik kıvamındaki gezi, gayet güzel geçmişti. Güzelmiş ki 22 yıl sonra kaleme alıp yayınlamaya değer bulmuşum. İyi de yapmışım. 67


KAMIŞTAN NEŞ’ET EDEN AVAZ Sanat, inancın estetik hüviyet kazanmasıdır diyen Alim Korkmaz Ahmet Yesevî kitabımı almaya gelebilirsin diye aradığında vakit geçirmeksizin soluğu Akademik Sanat Yapım Merkezi’nde aldım. İçeri girdiğimde Hattat Avni Nakkaşoğlu ile tanıştırdığında iş yerinde odamın duvarındaki hattın sanatçısı ile birlikte olduğumu anlamakta gecikmedim. Erbay KÜCET

lim Korkmaz’ın Ankara Kızılay’daki çalışma ofisinde sanat ve sanatçılarla yapılan sohbetlere yoğun işlerim dolayısıyla fazla iştirak etmesem de telefon ve oraya gidip gelen diğer ortak dostlarım vasıtasıyla haberdar olduğumda Ahmet Yesevî Üniversitesi için prestij kitap çalışması yapıyordu. Klasik sanatlarımızla ilgili olarak son yıllarda yerel yönetimlerin açtıkları kurslarla yetişen sanatçıları ayrı tutarak Ankara’da tezhip, ebru ve hat gibi Türk-İslâm sanatlarını icra edenlerin sayısının bir elin parmakları kadar olduğundan olacak ki, bu tür çalışmaları yapacak olan yayıncıların adresi İstanbul olmuştur. Dostumuzun titizliğini bildiğimden Ahmet Yesevî üzerine hazırlanan önemli kitabın tezhip, minyatür ve hatları için önemli isimleri bir araya getirdiğini duyunca ziyaretine gittim. Akşam çaylarımızı yudumlarken yapılan çalışma hakkında teferruatlı bilgi ile bazı yeni projeler üzerine fikir teatisinde bulunmuştuk. Vedalaşırken her zaman olduğu gibi kapı ağzında kitabın ne zaman yayına hazır olacağı, kaç adet basılacağı ve dağıtımı nasıl olacağı gibi hususlarda ayaküstü konuşmuş, benim için özel olarak ayırmasını istirham ettiğimde ise “Senin kitabını Hattat’ına imzalatacağım” diye uğurladığında içimde farklı sevinç oluşmuştu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde BasınYayın ve Halkla İlişkiler Başkanlığı görevine atandığımda üzerinde İhlas Suresi’nin yazılı olduğu güzel bir hattı makam odasına astığında çok duygulanmıştım. Görenlerin bazıları hattı evime götürmemin daha iyi olacağını ifade ederken ne maksatla söylediklerini bilemediğim için duvarda asılı olarak durdu. 15 Temmuz 2016 gecesi TBMM’ye atılan ilk bombanın etkisiyle savaş alanı haline gelen odamın duvarları delik deşikti ama Alim Bey’in getirdiği hat levhası sapasağlamdı, sadece çerçevesi zarar görmüştü. Birkaç gün sonra TBMM Genel Sekreter Yardımcısı görevine başladığımda odamızın başköşesinde İhlas Suresi asılıydı. Sanat, inancın estetik hüviyet kazanmasıdır diyen Alim Korkmaz Ahmet Yesevî kitabımı almaya gelebilirsin diye aradığında vakit geçirmeksizin soluğu Akademik Sanat Yapım Merkezi’nde aldım. İçeri girdiğimde Hattat Avni Nakkaşoğlu ile tanıştırdığında iş yerinde odamın duvarındaki hattın sanatçısı ile birlikte olduğumu anlamakta gecikmedim.

sayı//70// mayıs 68


Hattat, bana ayrılan Ahmet Yesevî kitabının iç kapak kısmını açıp adımı ve soyadımı değişmez harflerle yazınca şükranlarımı arz etmiştim. Daha sonra bu sanatçı ile yolumuz hiç kesişmediği için üzüldüm. Zira Ankara’da açtığı kişisel sergisine davetli olduğum halde yoğunluktan gidememiştim. Onunla ilgili olarak bilgi topladığımda büyük bir sanatçı ile farklı görüşme imkânını kaçırdığımdan üzüntüm bir kat daha arttı. 1961 Kerkük’te gözlerini dünyaya açan Avni Nakkaşoğlu güzel sanatlara istidadı sebebiyle bu alanda yüksek tahsil görerek 1984 yılında Bağdat Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olmuş. Kamış kaleme olan sevdası onu Kerkükİstanbul, İstanbul-Kerkük arasında yolculuk yaptırmış. Hat sanatına başlarken çok acılar çeken sanatçı yıllar geçtikçe iltifat görüp Uluslararası Hat Yarışmalarında ödüller kazanmış. 2013, 2014 ve 2017 yıllarında Dubai’de tertip edilen Kuran-ı Kerim Hattatları buluşmalarına katılarak Mushaf cüzleri yazmış, başarı ödüllerine layık görülmüş. 2011 yılında Uluslararası 1. Hilye-i Şerife Yarışmasında başarı ödülü kazanırken, 2017 yılında düzenlenen organizasyonunda dördüncülük ödülünü almış. Suriye, Cezayir ve Kuveyt’te düzenlenen hat sanatı festivallerine iştirak ederek çeşitli ödüller kazanmış. Sülüs-nesih kıtalar, celi sülüs levhalar ve hilye-i şerifler yazmış bulunan hattatımızın hilyelere karşı özel bir alakası var. Onlarca, belki yüzlerce hilye yazmış, yeni tasarımlar geliştirmiş. Hilye yarışmalarında muhtelif kategorilerde ödüller kazanmış, müzelerin envanterine girmiş. Irak, Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan ve Rusya Federasyonu’nda inşa edilmiş bulunan pek çok camiinin mihrap, kubbe ve kuşak yazılarını hazırlayan Nakkaşoğlu’nun hatları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere pek çok devlet büyüğümüzün koleksiyonunda da yer bulmuş. Hattat Avni Nakkaşoğlu’nun göz nuru döktüğü benim de gidemediğim “Vahy-ı Kalem” sergisinde cülüs, celi sülüs, nesih, muhakkak ve icaze hat nevileriyle kaleme alınan birbirinden âlâ 60 müzehhep eseri yer almış. Ankara’ya kamış kaleminden neş’et eden avaz ile bir iz bırakmanın gayretinde olan sanatkâr, bu

toprakların insanlarının asırlar boyunca hat sanatına ve sanatkârlarına sahip çıktığını ifade ederek, hattın mücerred bir sanat olarak algılanmamasını; Hz. Ali’nin hattatlar nezdinde malum olan meşhur sözünde belirttiği gibi “Hat sanatının devamının İslâm dinini yaşamakla mümkün olduğunun” altını çizmektedir. Yazımızı Alim Korkmaz’ın ifadeleri ile noktalarsak işi tamam kılmış oluruz diye düşünüyorum; “Sanatın özü güzelliktir. Sanat, insan ve toplumla en sıkı münasebeti olan din, ahlak ve iktisat gibi sosyal bir müessese ve canlı bir kültür dalıdır. Bilginin keşfinden ve eserinden daha geniş bir tesir sahası vardır. Çünkü sanat, fertlerin zekâsına hitap ettiği gibi gönüllerine de hitap eder. Böylece milli şuuru ve dini hayatı daha feyizli ve şevkli yaşamaya vasıta olur. Sanatçının en önde gelen görevi, topluma ve gelecek nesillere önderlik etmesidir. Öyle bir sanat eseri ortaya koymalıdır ki yaşayan ve gelecek nesiller onda ruhlarını yoğuracak, şekillendirecek aşk, iman ve ideal bulmalıdır. İslam Sanatı seyredilen değil, yaşanan sanattır.” 69


KAZAKİSTAN

DEVLET MERKEZ MÜZESİ Geleneksel Kazak kültürüne dair harika geçici sergiler ve yılın belli zamanlarında milli günlerde yapılan geleneksel el sanatları fuarı müzeye ayrı bir cazibe katmış. Salih DOĞAN

üyük Türk filozofu Al Farabi’nin adını taşıyan Kazak Milli Üniversitesi Al Farabi’nin daveti üzerine Türk Dünyası Belgesel Film Festivali yürütme kurulu olarak festivalin Kazakistan ayağında Almatı şehrinde bulunduğumuz günlerde Kazakistan Cumhuriyeti Merkez Devlet Müzesini ziyaret ettim . Ülkenin güney doğusunda Rusların ileri karakolu olarak 1854 yılında kurulan Kazakistan’ın eski başkenti Alma-ata Sovyetlerin dağılmasından sonra hızla değişerek çok kimlikli kozmopolit bir yapıya sahip olmuştur. Şehir Sovyet dönemi ve Orta Asya kültürünün bazen ayrı olarak, bazen de birlikte yorumlandığı eserlerle dolu. Güzel şehirde en çok merak ettiğim yerlerin başında, Türk Dünyası kültür mirasının korunduğu ve tanıtıldığı Milli müze bulunuyor. Orta Asya’nın en büyük müzelerinden biri olan bu müzeyi gezmek konusunda oldukça sabırsız olduğumu fark eden dostum Duren Bey aracıyla beni alıp öğlen arasında müzeye götürdü. Müze binası Sovyet mimari tarzıyla yapılmış olup içinde barındırdığı büyük medeniyetin görkemini gerçekten yansıtıyor.1944 yılında müze faaliyete geçmiş lakin yapılan düzenlemelerle şimdiki modern görünüme 1985 yılında kavuşmuş. ALTIN ELBİSELİ ADAM

İlk girişte , M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış ve Kazakistan’ın bağımsızlık sembollerinden biri olan ünlü Esik(Issık) Kurganında 1969 yılında bulunan savaşçı İskit Soylusu Altın Elbiseli Adam tarafından karşılanıyoruz. Rus, Japon ve Kazak bilim insanları tarafından birçok incelemelere konu olan bu esere Kazak arkeologlar “Kazak Tutankamon” adını vermiş, çünkü Firavun Tutankamon’dan sonra en çok altın bulunan kurgan; en değerli parça olan kaftan, pantolon, kemer ayakkabı ve kalpak görülmemiş bir estetik değer olup İskit kültür mirasıdır .Aynı zamanda; dövme, damgalama, oyma ve granül tekniklerinin kullanıldığı Altın Elbiseli Adam zırhının yanı sıra kurganın içerisinde; tabak, vazo, ayna-tarak kılıfları, tas, gümüş kaşıklar ve 4.800 parça altın bulundu. Altın Elbiseli Adamın aslında 18 yaşında genç bir Saka savaşçısı olduğu tespit edilmiş. Bu paha biçilmez eser aynı zamanda Saka döneminde bozkırda altını işleme ve kullanma tarihine ve kültürüne ışık tutuyor. Kazak arkeologların yaptığı çalışmalara göre Altın Adam’ın geç tunç çağından erken demir çağına geçiş dönemine ait olduğu tespit edilmiştir. İki defa 2012 yılında İstanbul Arkeoloji müzesinde sergilenmişti daha sayı//70// mayıs 70


sonra 2018 yılında Türksoy “Büyük Bozkırın Tarihi ve Kültür Mirası” adı ile Türk İslam Eserleri Müzesinde sergilendi. Her iki sergiye de katılma şansına sahip olmuştum. Hakeza 2019 yılında Ankara Anadolu Medeniyetleri müzesinde Türksoy marifetiyle sergilendiğini hatırlıyorum. 300 bin eser 7 büyük salonda sergileniyor.. Müzede Kazakistan’ın tarihi Bronz Çağı gömülerinden başlayarak göçebe kültürüne oradan, 2. Dünya Savaşı dönemlerine kadar ülke tarihinin bütün dönemleri nadide objelerle anlatılıyor. Kazakistan’ın bütün bölgelerinden toparlanmış paleontolojik, arkeolojk ve etnografik eserlerin sergilendiği büyük bir envantere sahip müze; 7 büyük sergi salonundan oluşuyor. 1.Salon: Paleontoloji ve arkeoloji bölümlerinden oluşur. 2.Salon:Geleneksel Kazak Göçebe kültür mirası, gizemli göçebe yaşam tarzının öğelerini “Yurt” kültürüne ait parçaları görebilirsiniz. Kazak nakışları ve geleneksel iç mekana sahip göçebe evin ya da yurdun(kiyiz) orijinal kurulmuş halini görebilirsiniz. Ayrıca takılar , halılar, kıyafetler,. Sergilenen en önemli parça, marifetli kadınların ellerinden çıkmış büyüleyici altın iplikli nakışlar bizi ulu bozkırın engin mirasıyla bütünleştirdi. 3.Salon: Kazakistan ve diğer ülkelerde yaşamış çeşitli etnik grupların tarihine ve kültürüne ayrılmıştır. Burada belli ülkelerden gelen hediyeler yahut birer camekan vitrin bölümler mevcut lakin bizim Türkiye’den bir iki tane fotoğraf gördüm rahmetli Cumhurbaşkanımız 71


Altınları” isimli beşinci salon, Kazakistan’ın çeşitli bölgelerinden derlenen eşsiz sanat eserlerinden oluşan sergiye ev sahipliği yapmaktadır. 6.Salon: “Antropoloji Müzesi” isimli verilen salonda, tarih öncesi dönemlerden ilkel yaşam formları ve medeniyetin ilk izlerine kadar sizi farklı bir yolculuğa çıkartan bir bölüm bu salon. 7.Salon: Kazakistan kültür, doğa ve tarihini anlatan 214 tablodan oluşan eşsiz bir koleksiyon burada sergilenmektedir. Bu koleksiyon 1879’da Kazakistan’a yerleşen Rus ressam, etnograf ve tarihçi H.G. Khludov’un (1850-1935) eserlerinden oluşmaktadır. Turgut Özal’ın bir resmi ve koca vitrinde bizi temsil eden tek şey küçük bir fotoğraf olmamalı oraya konulacak bir çok eserimiz objemiz var kültür ataşelerimiz bu konularla alakadar olmalı kanaatindeyim. Rusya, Ukrayna, Çeçenistan, Kore ve Almanya’da sergilenen fotoğraflar, nadir bulunan belgeler, ev eşyaları ve el sanatları eserleri mevcut. II. Dünya Savaşı sırasında Kazakistan (1941-1945)” isimli özel bir sergi bulunmaktadır. 4.Salon: 1991 yılında bağımsızlık sonrası oluşturulan eserleri kapsamaktadır “Modern Kazakistan” olarak adlandırılan dördüncü salon, ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1991 yılından beri Kazakistan Cumhuriyeti’nin tarihini temsil ediyor. Sergilenen eserler arasında devlet bayrağı, Kazakistan Cumhuriyeti’nin orijinal Anayasası (1995 tarihli), banknotlar, filatelik eserler ve pullar yer almaktadır. 5.Salon: Kazakistan coğrafyasında yapılan kazılarda ortaya çıkartılmış değerli eşyaların sergilendiği seksiyon “Kazakistan’ın Arkeolojik sayı//70// mayıs 72

Müze Türk Dünyası Ortak kültür mirası anlamında çok önemli bir bilgi merkezi çok büyük bir envantere sahip önemli bir miras, sergileme tekniği açısından özellikle göçebe kültürel miras alanı çok başarılı. Özel izinlerle fotoğraf çekimine izin verildi. Çok fazla değil oda beş altı kare kadar. Çok güzel çocuk atölye çalışmalarına şahit oldum. Geleneksel Kazak kültürüne dair harika geçici sergiler ve yılın belli zamanlarında milli günlerde yapılan geleneksel el sanatları fuarı müzeye ayrı bir cazibe katmış. Genel olarak tanıtım noktasında İngilizce bilgilendirme çok çok az lakin çok güzel küçük bir hediyelik eşya mağazası mevcut müzenin tematik hediyelik eşyalarını buradan satın alabilirsiniz. .Almatı’ya yolu düşen herkes mutlaka bu büyük mirasın merkezi olan” Kazakistan Devlet Merkez Müzesini” görmeli diye düşünüyorum sevgili dostum Dauren Bey’e güzel Almatı şehrinde bana yaptırdığı bu tarih ve kültürel miras gezisi için çok teşekkür ediyorum…


Bu yüzden de durmadan Arapça olarak:-Batnî, batnî! (Karnım, karnım!) diye inleyip duruyormuş. Annesi ve babası ise sürekli:

ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’NIN

HAYAT EVRELERİ -7Ali Yakup Efendi’yi çok sevdiği Kosova’dan bir daha dönememek üzere koparıp, Mısır yollarına düşüren ideal de, milletimizin ve insanlığın şiddetle ihtiyaç duyduğu böyle bir ilim, irfan ve fikir sahibi gerçek bir alim, aydın ve mütefekkir olabilme düşüncesiydi Mustafa ATALAR ASDARI AĞRIYAN MEDRESELİ

Bütün İslam dünyasında, her ilim sahasında yarım yamalak yetişmiş, sistematik bilgiden mahrum, hiçbir şey bilmediği gibi bilmediğini de bilmeyen, sadece kulaktan dolma malumatla kafaları dolmuş kişilerin maalesef haddi hesabı yoktur. Ali Yakup Hoca, bunlardan çarpık ve yetersiz bir din eğitiminin sonuçlarıyla ilgili olanlarını fıkra tadında anlatmayı ve eleştirmeyi çok iyi becerirdi. Onun o güzel Arnavut şivesiyle anlattığı şu fıkrada, cehlini lafazanlıkla ve öğrenebildiği bir iki Arapça kelimeyle örtmeye çalışan gösteriş budalalarının durumu çok güzel anlatılır: “Arnavut’un biri oğlunu okusun, adam olsun, millete, memlekete yararlı, hayırlı bir evlat olarak yetişsin diye medreseye göndermiş. Çocuk yıllar boyunca medresede okumuş, güya Arapça da öğrenmiş. Aradan geçen uzun yıllar çocuğun ilminde, irfanında, ahlak ve faziletinde kayda değer bir gelişmeye neden olamamış. Ama gelin görün ki, çocuğun, ukalalığı, gururu, kibri, kendini beğenmişliği, yatılı okuldan eve her geliş gidişinde biraz daha artıyormuş. Yine eve izinli gelişlerinden birinde çocuk aniden rahatsızlanmış. Şiddetli bir karın ağrısı ile kıvranmaya, inleyip, sayıklamaya başlamış. Ama karnı ağrıyan diğer normal insanlar gibi, basit bir cümleyle ve doğrudan doğruya: Karnım ağrıyor! demeyi bir türlü gururuna yediremiyormuş.

-Oğlum neren ağrıyor? diye soruyor, o yine her defasında: -Batnî, batnî! diye inlemekten başka bir şey söylemiyormuş. -Oğlum söylesene neren ağrıyor? -Batnî, batnî! -Yavrum neren ağrıdığını söyle ki ona göre sana ilaç verelim! -Batnî, batnî!.. Zavallı Arnavut, oğlundan başka bir söz duyamayacağını anlayınca çaresiz oğlunun medreseden arkadaşı olan komşunun oğluna koşmuş: -Evladım, bizim oğlan hastalandı! Neresinin ağrıdığını soruyoruz, ama o bize sürekli ‘Batnî, batnî!’ deyip duruyor. Biz ne dediğini anlayamıyoruz. Her halde Arapça söylüyor. E sen anlarsın! Ne olur, sen bari neresi ağrıdığını söyle de şu çocuğa bir ilaç yaptırıp verelim? -Hımmm! Batnî, batnî diyor öyle mi? -Evet, evet aynen öyle! -Anladım! Batana, yebtunu, batnen… Batnen kelimesi ne olur? Mastar olur! O zaman demek ki, oğlunuzun mastarı ağrıyor! Yarım hocaların insanı dininden, yarım doktorların da canından etmesine dair örneklerin, hikâyelerin sonu gelmez. Sözde bilim adamlarının ve aydınların, cahil milleti peşlerine takarak felaketlere, helake sürüklemelerine, kandırıp aldatmalarına, perişan etmelerine dair de sayısız örnekler vardır. Gerçi ‘Doktor, doktor oluncaya kadar nicelerini öldürür de öyle doktor olur! derler. Dolayısıyla belki acemilikte yapılan yanlışları, hataları, kusurları, yetersizlikleri bir dereceye kadar anlayışla karşılamak, sabırlı olmak gerekebilir. Hadi ona da: ‘Eyvallah!’ ama asırlardan beri, bizim bilim ve fikir adamı, aydın, münevver, okumuş, eğitimli, tahsilli geçinenlerimizin, ne zaman ve nasıl millete yön ve yol şaşırtmaktan doğrultmaya, yok etmekten var etmeye, öldürmekten diriltmeye, süründürmekten ayağa kaldırmaya, hayatı herkese zehir etmekten herkes için yaşanır hale getirmeye, yıkıcılıktan yapıcılığa, bozgunculuktan ıslahçılığa, bozup dağıtmaktan, derip toplamaya, dert ve sorun olmaktan çare ve çözüm üretmeye geçebildikleri, o zamana kadar daha kaç neslin heder olacağı da hala her babayiğidin çözemeyeceği bir muammadır. Ali Yakup Efendi’yi çok sevdiği Kosova’dan bir daha dönememek üzere koparıp, Mısır yollarına düşüren ideal de, milletimizin ve insanlığın şiddetle ihtiyaç duyduğu böyle bir ilim, irfan ve fikir sahibi gerçek bir alim, aydın ve mütefekkir olabilme düşüncesiydi. Bunun için aradığı ortamı kısmen de olsa ancak ve yalnız Mısır’da bulabileceğine inanıyordu. Üsküp’te kaldığı birkaç gün içinde yaşadığı ve gördüğü bazı olaylar da onun doğru yolda olduğu, isabetli bir karar aldığı yönündeki kanaatinin ve inancının daha da pekişmesine neden olmuştu. 73


EDWARD SAİD

ORYANTALİZM VE KUDÜS Oryantalizm adlı kitap, düşünce dünyasında paradigma kuran bir kitap olarak kabul edilmektedir. Said bu kitabında, batılı sözde ilim adamlarının (oryantalistlerin) Ortadoğu’da yaptıkları çalışmalarla, emperyalist çıkarları arasındaki ilişkileri bir tokat gibi yüzlerine vurmuştur. Davut NURİLER

asrın fikir dünyasına damga vurmuş bir entelektüellerdir. 1935 yılında varlıklı Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak Kudüs’te doğdu. Bir episcopol ( Anglikan-protestan ) olarak vaftiz edildi. Gazeteci, edebiyat ve müzik eleştirmeni, müzisyen, siyaset yorumcusu, Filistin hareketinin başarılı sözcüsü ve eleştiricisi, post kolonyal teorinin kurucuları arasında önemli bir yer işgal eder. 1948 yılında ailesi ile Kahire’ye göçtü. İngilizce dışında dillerin konuşulmasının yasak olduğu koloni okullarında okudu. Üniversite eğitimini ABD’de Princeton ve Harvard’da tamamladı. Üniversite eğitimi tatillerinde Mısır ve Lübnan’da Arap dili ve edebiyatı, kimliği ve kökleri üzerinde araştırmalar yaptı.

Hırıstiyan Arap bir ailenin çocuğu olarak evinde Arapça, dışarıda İngilizce konuşan, batı okullarındaki eğitiminden sonra, ABD’ de akademi hayatına katılan Edward Said, bu özellikleri sebebiyle kendisini bütünüyle ne Arap ne de batılı hissedebilmiştir. Bu sebeple otobiyografisine “ dünyalar arasında” başlığını koyduğu gibi, hatıratında kendinden yersiz yurtsuz olarak bahseder. Onun hayatında, aynı zamanda hem pis Arap, hem de Anglikan olmak, sürekli bir iç savaş içinde olmak demekti. Tahsil hayatı boyunca, Conrad, Vico, Adorno, Swift, Adonis, Hopkins, Auerbach, Gramsci ve Fanon gibi düşünce ve sanat adamları üzerine derinlemesine çalışmalar yaptı. 70 li yılların sonlarında Enver Sedat ve Yaser Arafat tarafından barış görüşmelerine temsilci olarak atandı. Bu dönem onun Arap-İsrail ihtilafının bizzat içinde yaşaması demekti. Batı dünyası ve ABD’nin Filistin’e bakışını yakından gördü. Edward Said, 1978 yılında yayınlanan ORYANTALİZM isimli kitabı ile dünya çapında bir şöhrete kavuştu. Ancak akademik hayatına mukayeseli edebiyat eleştirileri ile devam etti. Oryantalizm adlı kitap, düşünce dünyasında paradigma kuran bir kitap olarak kabul edilmektedir. Said bu kitabında, batılı sözde ilim adamlarının (oryantalistlerin) Ortadoğu’da yaptıkları çalışmalarla, emperyalist çıkarları arasındaki ilişkileri bir tokat gibi yüzlerine vurmuştur. Eserin, özellikle Ortadoğu toplumlarını inceleme konusu olarak alan akademik disiplinler üzerinde çığır açıcı büyük bir etkisi olmuştur. Edward Said siyasal fikirleri doğrultusunda tavır alan, ve tavrını fiiliyata geçirmekten çekinmeyen, cesur bir entellektüel idi. Mitchell’in dediği gibi “ hep meydan okuyan bir ses idi. Bazen bir senfoni salonunda, bazen de bir akademik toplantıda, batılı hegemon güç odaklarına hiç hoşlanmadıkları hakikatleri yüksek sesle haykırmaktan çekinmezdi. Zamanla Ortadoğu ile sınırlı kalmayan bu etki batı dışı toplumların kültür ve tarihini konu alan dünyanın farklı alanlarına da yayılmıştır. Kitabın yayınlanması ile birlikte Edward Said batılı oryantalistlerin hedefi haline gelmiş ve bu eleştiriler hala devam etmektedir. Onu hedef tahtasına koyanların en meşhuru Bernard Lewis’tir. B. Lewis, Said karşıtı kampanyanın başını çeken isim olmuştur. Edward Said, batının, kendileri dışındaki dünyaya çarpık

sayı//70// mayıs 74


bakışını ortaya döken oryantalizm isimli çalışması, doğu-İslam dünyasının savunması olarak algılanmıştır. Bu algının oluşmasında yazarın Filistinli olması ve tutku ile Filistin davasını savunmasının etkili olduğu söylenebilir. Batı medyasındaki bazı çevrelerin, Edward Said’i, hırıstıyan olması, ısrarla terörist gibi göstermelerine, engel olmamıştır. 2000 li yılların başında kan kanserine yakalanan Edward Said 2003 yılının aralık ayında New York’ta vefat etti.9-10 aralık 2006 tarihinde İBB Kültür Dairesinin İstanbul’da organize ettiği Uluslar arası Oryantalizm simpozyumu ile Edward Said, yakın çalışma arkadaşları ve dünyanın sayılı fikir adamlarının iştiraki ile her yönüyle anıldı. Şerif Mardin İlber Ortaylı ve Edward Said’in New York’tan ve Arap dünyasından gelen yakın çalışma arkadaşlarının katılımı ile gerçekleşen simpozyuma dünyanın dört bir tarafından yüksek bir katılım olmuştur. EDWARD SAİD’E GÖRE NASIL ENTELEKTÜEL OLUNUR ?

1948 de Bertrand Russell’in başlattığı REİTH KONFERANSLARINA Robert Oppenheimer, John Kenneth Galbraith, John Searle gibi bir çok Amerikalı’nın katılmasına rağmen ABD’de bu konferansların bir benzeri yok. Arap dünyasında yetişen bir çocukken bunların bazılarını radyodan dinlemiştim. A. Toynbee’nin 1950 de verdiği konferansları hatırlıyorum. Mesela; o zaman BBC hayatımızın çok önemli bir parçasını oluşturuyordu. Bugün bile “bu sabah Londra radyosunda….” nakaratını Ortadoğu’da çok duyarsınız. Bu sözler her zaman “LONDRA RADYOSUNUN” doğruyu söylediği varsayımıyla sarf edilir. BBC’ye yönelik bu bakışın sömürgeciliğin bıraktığı bir izden ibaret olup olmadığından emin değilim. Ama BBC’nin ister İngiltere’den, ister İngiltere dışından, kamusal hayatta, Amerika’nın sesi gibi devlet kuruluşlarının, veya CNN gibi Amerikan televizyonlarının sahip olmadığı, itibarlı bir konumu olduğu doğru bir tespittir. Bu itibarın nedenlerinden biri de, BBC’nin Reith Konferanslarını, ve yer verdiği diğer tartışma programları ile belgeselleri, resmi makamlarca onaylanmış programlar değil, izleyici ve dinleyicilerine ciddi, çoğu zaman da seçkin düşüncelerle tanışma imkanı veren vesileler olarak sunmasıdır. Yukarıdaki paragrafı Edward Said’in Türkçe dilinde 1995 te yayınlanmış ENTELEKTÜEL sürgün, marjinal, yabancı adını taşıyan kendi

küçük, muhtevası büyük kitapçıktan, aynen iktibas ettim. Edward Said’in bu kitapçığı, günümüz dünyasında, entelektüel, aydın kanaat önderi gibi sıfatlarla toplumlarda öne çıkan kişiler için ölçü alınabilecek çapta tespitler ve tarifler ihtiva ettiğini düşünüyorum. Bu kitapçığın tamamı, Said’in 1993 yılında BBC’de Reith konferanslarında yaptığı konuşmalardan oluşmuştur. Entellektüelin ne söylemesi ne yapması gerektiğini belirleyen yazılı bir kural olmadığını ifade den Said, ateist ve laik anlayışı benimsemiş biri için tapılacak ve yanılmaz kılavuzluğuna başvurulacak bir tanrı da yoktur. Bunun yanında hangi görüş ve ideolojiye mensup olursa olsun, entelektüel, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar karşısında, belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerektiğini söyler. Said; entelektüelin tarifini de şöyle yapar: kamu adına, bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi, ya da kanaati, temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetisine sahip olan kişidir. Bu rolün özel, ayrıcalıklı, bir boyutu vardır. Kamunun gündemine sıkıntı verici sorular getiren, klişeleşmiş ezberlerden farklı söylemleri, evrensel ilkeler çerçevesinde cesurca savunmak, entelektüel olmanın vazgeçilmez sıfatlarındandır. Zaman içinde, büyük çıkar çevrelerinden ve hukümetlerden emir almamak, satılmamak, entellektüel olarak kalmanın ve tarihe geçmenin en önemli şartıdır. Kararlı ve tutarlı bir entelektüelin, sözcülüğünü yaptığı dinleyicileri mutlu etmek diye bir derdi olamaz. Doğruları savunurken kalabalıkların takdirini kazanmanın yanında tek başına kalmayı da göze almak gerekir. Haklı davaların özünde, sıkıntı verici, aykırı, hatta keyif kaçırıcı olmak vardır. Hatta baskı altındaki toplumların temsiline soyunan fikir ve aksiyon adamlarının hayatında hapis ve sürgünlere sıkça rastlanır. BBC gibi ekseriyeti muhalif Avrupalılardan oluşan, milyonların dikkatle dinleyip izlediği bir medya organında yukarıda arzettiğim görüşlerini anlatabilme imkanı, herkesin kolayca elde edebileceği bir fırsat değildi. Edward Said kendini BBC gibi bir kurum eliyle dünyaya kabul ettirmeyi başarmış Kudüslü bir şahsiyettir. Kudüs üzerindeki Siyonist işgalci terörün baskısını gittikçe artırdığı son yıllarda Edward Said’in verdiği mesajları bir kere daha hatırlamanın önemine dikkat çekmek istedi 75


izim insanımız yasakları delmeye bayılır! Hayır efendim Türk insanı… Hayır böyle de söylemeyeceğim pek tabii. Sanki tüm dünyayı bir bir keşfetmiş de kendi vatandaşını beğenmiyormuş edasıyla savrulan söylemlere daima karşıyız. Vakti zamanında “ah evropa aah” diyenlerden de farklı değildir bu komedi. Komedi mi dedim? Dram demeliydim aslında ya neyse iyisi mi sadede geçelim biz. İnsanoğlu yasakları çiğnemeye meyillidir efendim!

"ELMA DERSEM DE ÇIKMA" Burada hata vardır yoktur konumuz bu değil, asıl meselemiz şu: Bilhassa gelişmiş- tok fakat aç gözlü- şehir insanımız yasak kelimesini duyunca ahır kapısı açık unutulan atlar gibi marketlere koşuşabiliyor. Sıddıka Zeynep BOZKUŞ

Ömrü evde geçen, tipik bir ev kuşu yetmişlik teyzemiz- bendeniz bizzat buna şahidim sokağa çıkma yasağı ilan edildi diye balkondan hasretle caddeyi seyrediyor, epeyi de hayıflanıyordu: Neymiş efendim, dışarı çıkamıyormuş çok sıkılmış. Bir hafta önce üstüne para verseniz çıkayım demezdiniz teyzeciğim. Dedim mi? Demedim. Her şeye kulak asmayacaksınız, görmedik, duymadık, bilmiyoruz. Değil efendim gördük, duyduk, biliyoruz ve şahsa indirgemeden yazmak için buradayız. Neyse insanız işte olur böyle şeyler. Cebime attım yazacaklarımı yoluma devam ettim. Sokağa çıkmak yasak, bunu çok güzel öğrendik, anladık. Pekala, yasakları çiğnerken bunu bir marifet gibi meziyet gibi algılayan insancıklara ne demeli? Sokağa çıkmak yasak, apartman bahçesinde çoluk çocuk cirit atıp koşmak..? Bu devlet vatandaşını nasıl korusun? Hava güzeldi çocukları apartman bahçesinde oynatalım dedik… İyi dediniz efendim, misal beş daireden beş çocuk oynuyorlar. Faraza, evlerden birinden gelen virüs, oyun bitip çocukların hanelerine dönüşüyle beş aileye dağılıyor, etti mi size takriben yirmi hasta. Parklarda sahillerde “dip dibe olmayalım, sosyal mesafemizi koruyalım, çocuklarımız virüs için birer süper taşıyıcı haline gelmesin!” gibi sebeplerle daha sıkı yasaklar, kurallar konuluyor. Kurallar iyi de vatandaş kendini koruyor mu?.. Oyun parklarından birine ilişiyor gözlerimiz. Burası, çocuklarımızın sair zamanlarda oynarken güvende olmaları için tel örgüyle çevrilmiş. Bu çok güzel. Manzaranın devamı şöyle: Karantinayı çok yanlış anlamış iki ayyaş vatandaşımız kendilerini buraya kapatmış demleniyorlar. Neymiş efendim 10 Nisan’da yapılan sokağa çıkma yasağı o vakitte mi duyurulurmuş. Burada hata vardır yoktur konumuz bu değil, asıl meselemiz şu: Bilhassa gelişmiş- tok fakat aç gözlü- şehir insanımız yasak kelimesini duyunca ahır kapısı açık

sayı//70// mayıs 76


unutulan atlar gibi marketlere koşuşabiliyor. İbn-i Haldun’un da dediği gibi: “ Kıtlık zamanlarında insanları öldüren şey açlık değil, fazlaca alıştıkları tokluktur.”O akşam için söyleyecek çok söz var fakat bu günlerde hasta sayısının 100’ün üzerine yükselmesi tüm kelimelerimi bastırıyor efendim. Herkes bir şeyler söylüyordu kendince ah milletim! “ Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Dilbilimciler Açıklıyor: Korona virüs değil: Korona virüsü. Pandemi değil, yeryüzü salgını. Entübe değil: Solutgaçta. Solunum yaptıran tüpe bağlı olan. Ventiletör değil: Solutgaç. İzolasyon değil! Ya ne? Yalıtım. Pik Yapmak değil: Doruğa ulaşmak. Epidemi değil: Salgın, kıran. Doktorlar uyardı: Sosyal medyada çok fazla bilgi kirliliği- sosyal virüs var. Psikologlar söylendi: Sosyal Mesafe demeyin! İnsanın bilinçaltına etki ediyor. Komşu amcalar uyardı: -O siyah maskeler hiçbir işe yaramıyormuş boşuna takmayın! -Amca o siyah maske, bu siyah maskenin aynısı değil. ( amca bizi duymuyor tam gaz devam ediyor. Amca bu, seni dinlemek zorunda değil. Sen de akıllı ol üsteleme! Saygının dörtte üçü susmaktır. Kim mi dedi, ben dedim.) - Televizyonda söylediler akşam izledim valla bak hiçbir işe yaramıyor, takma boşuna. Amcamızın ne ağzında maskesi ne de elinde eldiveni var. Bahçede üç beş arkadaş kahvede gibi oturmaktalar. Benim maske siyah, tam tekrar edecek gibi oluyorum: -Amca o siyah mask… Devam ettim mi? Etmedim. İnsanoğlu işte, olurdu böyle şeyler. Bir de sosyal medyada -sanki kendileri uzayda yaşıyormuş ya da yaşananlardan bir keyif, hatta belki intikam alıyormuş gibi- gerine gerine “Noooldu?” şeklinde vatandaşa parmak sallayıp kendi reklamına bu durumu malzeme eden virüsler var. Aydın insan yol gösterir, tatlı dille söyler, parmak sallamaz kanımca. Bizde metot bellidir inşallah: İnsanoğluyuz işte, olur böyle şeyler. On yedi yaşında kızımız takmış maskesini- daha çok yaşını gizlemek için maske takıyor- otlak görmüş kuzu gibi sekiyor dışarıda. Polis görünce yavaşlayıp hafif kamburlaştırıyor belini. Altmış beşlik teyzem karakolun önünden geçerken genç görünmek

için dimdik ve hızlı adımlarla ilerliyor. Seviyoruz sizi. Seviyoruz sevmesine de… Madem yasaklanınca tatlanıyor her şey. İnsanoğluna tüm güzellikleri yasaklamalıydı öyleyse. Oruç da böyle terbiye etmiyor mu insanları? Andolsun, Biz sizi; biraz korkuyla açlık ve bir parça da mallardan, canlardan ve semerat (ürün ve evlatlar) dan noksanlaştırmakla imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele (Bakara Suresi: 155) Mübarek ramazan ayına da giriyoruz. Her kafadan gelecek sese kulak kabartmayalım inşallah. Tartışmaları şimdiden duyar gibiyiz. Cuma namazını kadınlar kılsın kılmasın tartışması yapan kafaların çoğunun derdi nasıl ki üzüm yemek değilse. Oruç tutmayalım diyen sözde uzmanlar da çıkabilir. Bu minvalde hatırlatmış olalım ki “ Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” Biz şimdiden malumatımızı aktarmış olalım: Beslenme uzmanları bağışıklık sistemini güçlendirmek için yılda en az üç gün oruç tutmayı tavsiye ediyorlar. Hep birlikte sağlığımıza ve refaha kavuşacağımız hayırlı bir ramazana, büyüklerimizin ellerinden çocuklarımızın gözlerinden korkmadan öpebileceğimiz sosyal mesafesiz bayramlara kavuşmak umuduyla… 77


ahrem vakitlerdir geceler... Hele bir de saat sabaha yaklaşıyorsa, insan zihni baharda çayır gören taylara döner; çocukça bir coşkuyla sıçrayıp, bitmez bir enerjiyle sekmeye başlar. Mesafeler daha bir anlamsız, zaman hakikaten biraz daha izafidir bu vakitlerde. Ele avuca sığmaz tarafınız, söz dinlemez laf anlamaz yanlarınızla yarışır, toprakla bir olur rüzgârla oynaşır, hatıralarla cilveleşir durur. Tadından yenmez vakitlerdir hakikaten...

MAHREM

Balkan coğrafyasını dolaşıyoruz yıllar evvel, dostlarla. Grup içinde eşlerle evlatlar da var. Kiralık bir araçtayız, mevsim yaz...

İbrahim BAŞER

Hane halkı derin uykudayken kısık sesli radyodan bahtınıza ne düşerse kabulünüzdür. Bazen bir İtalyan tenorla, bazen bir Farisi nağmeyle, en çok da yanık bir türküyle kalp kalbe olmak keyif verir; hatıralara doğru yol verir. Vira Bismillah! Balkan coğrafyasını dolaşıyoruz yıllar evvel, dostlarla. Grup içinde eşlerle evlatlar da var. Kiralık bir araçtayız, mevsim yaz... Savaş vakitleri çoktan geçmiş olsa da, insanların yüzleri sır vermemeye yeminli dursa da; dağa taşa, duvara binaya çentik atan kurşun izleri konuşuyor hâlâ! Hani deyim yerindeyse kurşun yarasının kanaması için illâ bir bedene değmesine gerek yokmuş; mezar taşlarına, cami bedenlerine değen mermi izlerinden hâlâ kan sızıyor. Öyle bir dikkatle ve öyle bir gayretle adımlıyoruz ki Evlâd-ı Fatihan coğrafyasını, vatani görevini yapan askerler gibi sabahın altısında düşüyoruz yollara ve gecenin on ikisinde, birinde o günkü konak yerine varıp atıyoruz kendimizi yataklara... Ertesi gün tekrar aynı gayretle erkenden “-Koğuş kalk!”, havasındayız. Şikayet mi? Asla! Tadı damakta yemekler, yemyeşil bir coğrafya... Tarihte yürüyen Evliya Çelebi'yiz adeta her birimiz. Hikâyesi uzar, asıl anlatacağım vaka enteresan seyretti. Kosova taraflarında ilerliyoruz. Direksiyonda sevgili dostum Dr. Serhat ve muavin koltuğunda, kafasında Türk bayrağı işlenmiş kamuflaj desenli bandanayla bendeniz, Murad-ı

sayı//70// mayıs 78


Hüdavendigâr cennetmekânın türbesini arıyoruz.

olsa da ağabey deriz. Çünkü Türkiye bizler için ağabeydir, ağabey devlettir.”

Koca ova; yol, iz, dil bilmeyen iki kafa dengi aile sora sora ilerliyoruz.

Boğazımıza bir yumru oturdu.

O da ne? İleride kayda değer bir kalabalık toplanmış, etrafta asayiş devriyesinde Sırp polis ekipleri. “- Bunlardan iyi bilen olmaz doktorum, az yavaş hele” “-Araç girişine izin yok gibi ama...” “-0 vakit siz durun, ben gidip sorayım Türbe yolunu” Yarı militer kıyafetli, sakallı bir suretle Sırp polisine gidip; “-Sultan Murat, türbe?”, deyince yüzünde oluşan o gergin ifadeyi halen hatırlarım. Hatta kalabalığa karışıp arkadaki anıtsal yapıyı hep birlikte ziyaret bile etmiştik. Nereden bilelim; Kosova meydan muharebesi sonrası savaş meydanını dolaşan Hüdavendigar’ı sırtından hançerleyerek şehit eden Sırp asker Miloş Obiliç’in, milli kahramanlarının ölüm yıldönümüne denk geldiğimizi! Polislerin her fırsatta bizleri soğuk bakışlarla süzmeleri de ayrı bahis tabii. Kerhen verilen yol tarifine göre Hüdavendigâr türbesine; koca ovanın kenarına bir yüzük taşı gibi kondurulan mütevazı ecdat yadigarına ulaştık az sonra. Bizler daha araçtan inmeden dolu bir polis minibüsü de yanaştı dibimize... ...ve içlerinden birisi neredeyse adım adım izledi bizi ziyaretimiz boyunca. Türbe yanındaki müzede bizi güler yüzlü, sevecen, sarih Türkçe konuşan bir görevli karşıladı. Türkiye'den geldiğimizi görünce bir ışıladı sanki yüzü. Kısa bir tanışma faslından sonra, “-Rahat olabilir miyim?”, diye sordu. “-Elbette, lütfen!”, cevabımızı takiben coşkulu bir tarih anlatımına başladı ki temkin hak getire. Kulağına eğilip, “-Arkamızda bir polis olduğunun farkında ol, bizden sonra başın ağrımasın”, diyecek oldum. “-Boş ver ağabey”, dedi ve ekledi, “-Belki yaşça sizden küçük olduğum için ağabey dediğimi düşünürsünüz. Düzeltmeliyim ki buraya Türkiye’den gelenler yaşça bizden küçük

Sonra zaman nasıl geçti anlamadık. Asırlar evvel açılan sancaklar, savrulan kargılar, cihad eden kılıçlar arasında iftihar edilesi bir geçmiş zaman yolculuğu yaşadık. Yan taraftaki Hüdavendigâr türbesini ziyaretimiz, büyük büyük dedesinin kabrinde dua okuyan torunlar tadındaydı. Hele bir de türbedar teyzeyle sohbet vardı ki, anlatılmaz, yaşamak gerek. Ulu çınar ağaçlarının gölgesinde, şadırvanın şırıltıları arasında, yıllardır görüşemediğimiz akrabalarla hasret giderdik sanki. Hele ayrılırken, müzeyi gezdiren delikanlının, “-Ağabey; siz varsanız varız, bizleri buralarda unutmayın”, deyişi kor olup kalbimizi dağladı. Aile babası olarak evlatların önünde gözyaşı dökmeyi kendimize yediremediğimizden, tuttuk kendimizi, kucaklaşıp vedalaştık. Bahçe duvarı dışına çıkıp arabamıza yönelmiştik ki ekip minibüsünden inen başka bir üniformalı bize doğru yaklaşmaz mı! “-Hay Allah, tatsızlık mı geliyor acaba?”, endişesiyle göz teması kurduğum üniformalı kişi yaklaştı, yaklaştı... Gelip tam karşımda dikildi. Ben de kötü ihtimale kendimi hazırlayıp şöyle bir dikleşeyim derken... ...derken bir şey oldu. Karşımda duran polis son derece temiz bir Türkçeyle, “-Arkadaşlarım Türkiye'den geldiğinizi söylediler” “-Evet, öyle” “Adım Ramazan, sadece oralardan gelen sizlerle selamlaşmak istedim ağabey!”, deyip elini uzattı tokalaşmak için. Tokalaşmak kesmezdi bu saatten sonra, açıp kolları kucaklaşmak vaktiydi artık. De ki geçmiş asırlardı kucakladığım, say ki Hüdavendigâr’ın ordusunda bir akıncı yiğitti sarıldığım. ... Gecenin mahrem vakitleri sabaha mağlup olurken, radyoda altı haberleri başlamıştı. Çocukların önünde gözyaşı dökmek mi? Boş verin, o konulara hiç girmeyelim... 79


ŞEHİRLER

EMANETTİR Şehirlerin bizlere emanet edilen değerlerini ikiye ayırmak gerek: Allah’ın teslim ettiği tabîî güzellikler ve ecdâdın mirası.

Ali BAL

ir asır önce yaşayanlar yok artık. Bir asır sonra da bugün yaşayanlar olmayacak. Bizler hayatta olmayacağız ama bıraktığımız miras kalacak, şayet bir miras bırakabilmişsek. Ömrümüzün, bedenimizin, şehrimizin, dünyamızın emanet olduğunu unutarak yaşıyoruz. Devraldığımız emanetleri bizden sonrakilere aldığımız gibi devredemiyoruz. Şehirlerimizi yoruyor ve yaşlandırıyoruz. Şehirler emanetti ama biz, şehirlerin son yaşayanı ve son sahibi gibi davranıyoruz. Hoyratız, kabayız, saygısızız! Şehirlerin emanet olduğunu unutuyoruz. Peki, nedir emanet ve kime bırakılır? Koruması ve saklaması için güvenilir bir kimseye teslim edilen her şey emanettir. Emaneti aldığınız gibi teslim etmelisiniz. Gelelim şehirlerin emanet edildiği merci veya kişilere. Şehirleri yöneten idare ve iradeden bahsedelim. Şehirleri yöneten idareye Osmanlı’da “şehremâneti” ve bu idarenin başında bulunan görevliye de “şehremîni” deniliyordu. Her iki tamlamada da önemli kelime “emn”dir. Bu kökten türeyen emîn ise, “güvenilir, inanılır, îtimat edilir” anlamlarını taşır. Belediye teşkilatına “şehremâneti” ve belediye başkanına ise “şehremîni” adı verilmiş. Şehir, belediye başkanına yani emîn kişiye teslim edilen emanettir. Elbette yönetim anlamıyla yetkili kişidir belediye başkanı. Şehrin mesuliyetine orada yaşayanlar ortak olmadığı müddetçe belediye başkanı ve meclis üyelerinin eline bırakılan şehir, mahdut bir kadronun inisiyatifine terk edilmiş olur. Tabii ki zamanla keyfî uygulamalar ortaya çıkacaktır. Demek ki şehrin yönetiminden, korunmasından, temizliğinden, güzelliğinden hepimiz sorumluyuz. Şehirlerin bizlere emanet edilen değerlerini ikiye ayırmak gerek: Allah’ın teslim ettiği tabîî güzellikler ve ecdâdın mirası. İlkinde tüm insanların sorumluluğu var. Bu sorumluluktan kaçamayız. Kulluk bilinci de bunu gerektirir. Bir insanın yaşadığı yerin tabîî güzelliklerini koruması inancı gereğidir. Tabiata zarar veremezsiniz. Çevreyi kirletmek ve istediğiniz gibi kullanmak salâhiyeti yoktur. Mesela dağların yaratılış gayesi bellidir. Kur’an’da da açıklanmıştır. Dağları istediğiniz gibi kullanamazsınız. Tabiatı kendi doğal seyrine bırakmak gerekir. İnsan ancak yaşamını sürdürecek oranda faydalanmalıdır. Ne var ki bizler dağ bayır, çiçek böcek demeden kazmayı

sayı//70// mayıs 80


vuruyoruz! Patlayıcılarla dağları yok etmek, su kaynaklarını ve ırmakları kurutmak, dere yataklarını değiştirmek, ağaçları kesmek, bitki türlerine zarar vermek aslında tüm yaşamı yok etmek demektir. Tabiatın hor kullanımı, şehirlerin nefes borularını kesmek demektir. Emanet edilene böyle böyle kötülük ediyoruz. Zamanla da susuz, kirli, havasız bir şehir kalıyor elimizde. Asfaltın kavuran sıcaklığına ve betonun ruhsuz, soğuk yüzüne baka baka tükeniyoruz, tüketiyoruz ömrümüzü. Şehirlerimizde ecdâdın mirası olan kültür hazineleri de emanettir. Bir yerleşim yerini “şehir” yapan ögeler, tüm maddî ve manevî kültür unsurlarıdır. Bunlar da emanete dâhildir. Şehirlerin görünen ve görünmeyen yüzleri emanettir. Somut olmayan kültürel mirası da buna eklemek gerekir. Modernleşme kıskacında var olma ve ayakta durma savaşı veren şehirlerimiz günden güne yüzünü, ruhunu değiştirmekte ve bambaşka bir şekle girmektedir. Gökdelenlerle göğü delerek bir şehir imar etmek moda oldu. Gösteri çağında elbette bunun bir gideri olduğu reddedilemez. Ancak bizim mimarimiz bu değildir. Bu mimaride ev yoktur. Ev dediğimiz yapının kültürü, komşuluk ilişkileri, muhabbeti, sıcaklığı ve dayanışması vardır. Şimdi ise mekanik bir hayatın içinde yuvarlanıyoruz. Selamı yok ettiğimiz bu yaşam alanında mutlu insanlar olamaz. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” sözümüz arşivlik oldu. Şimdi bu söze müracaat edecek insanımız bile kalmadı. Şehirlerimizde güven yok oldu böylece. Oysa komşu güvenilirdi. Şehirler kültürel ögeleriyle ayakta durabilir ama maalesef yozlaşmaya yenik düşen şehirler kaldı bize. Mahalle sıcaklığı yok oldu. Şehirlerin samimiyet merkezleri olan mahalleler, etrafları devâsâ duvarlarla çevrili sitelerden oluşuyor. Peki, bize emanet edilen şehirlerde böyle bir yapılaşma var mıydı? Niçin müsaade edilir? Bahçeli evlerden balkonlu evlere taşındık. Hayatımız balkona sıkıştı. Bize emanet edilen bahçeler, bağlar nerede? Evet, ne yazık ki bahçeler ve bağlar şehrin şehremîni tarafından izin verilerek imara açılmış ve betonlaşmıştır. Toprak da bize emanetti ama şimdi toprak betonlaşmıştır. Börtü böceğin yaşam alanı yok oldu. Ekolojik denge bozuldu, dünyanın mizanı şaştı. Şehirleri kime emanet etmeli? Bu konuda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın İstanbul’u emaneti dikkat çeken bir olaydır. Süheyl Ünver’in

aktardığına göre, Tanpınar Beyazıt Meydanı’nda bir yakınıyla karşılaşır ve ona şöyle hitap eder: “İstanbul sana emanet.” Bu olayı 15 Mart 1956 tarihli Hür Vatan gazetesinde köşesine taşıyan Süheyl Ünver, Tanpınar için, İstanbul’u bir zavallıya nasıl emanet eder, der ve o sözü şöyle açar: “Yıllarca İstanbul onu dertli yaptı. Ölümünde bile bence o dertten bir pay vardır. Zira o da Yahya Kemal’in İstanbul potasında ızdıraplarıyla pişti. O İstanbul’u: Ey fazilet hangi bir biçarenin sırtına bar oldun? diye kendisinden bir diğer zavallı omuza emanet etmiyor. İstanbul’da oturan, oturmayan, gören, görmeyen, burada doğan, doğmayan, yerli ve yabancı, daha doğmamış yeni nesle kadar herkese vasiyet ediyor. Demek istiyor ki İstanbul’da oturmak için kendisinde hak görenler burasının 500 senedir taazzuv etmiş anayasasına uysun.” Yaşadığımız mahalleden başlayarak şehirlerimizde sorumluluk almaktan kaçamayız. Bedenimiz emanet, canımız emanet, şehrimiz emanet… Emîn kişiler kazanacak. Kutsal emanetlere de ev sahipliği yapan İstanbul’un gerçek sahipleri hayatta değil ama bizlere emanet ettikleri değerleri korumak her bireyin görevi olmalıdır. Tarihin şaşaasını izlediğimiz bu özel şehrin sahibi tüm insanlardır. Aynı şekilde dünyanın neresinde olursa olsun, şehirlerin hatırasına saygı duymak ve onları yaşatmak gibi duyarlığa sahip olmalıyız. İnsanlığın ortak mirası hepimize emanettir. İnsan eliyle imar edilen yapılarla birlikte, tabiatın doğal seyrinde ilahî lütufla var olan harikulade manzaralar dünya insanlığına emanettir. Mekke, Medine, Kudüs gibi şehirler kime emanet değildir ki? İnsan, üzerine yüklenen şahsî sorumluluğuna yaşadığı evreni de eklemek zorundadır. Hayat bize tesadüfen sunulmuyor, her şeyin bir bedeli var. Bedeli ödenen şehirlerde yaşıyoruz. Bir de bu şehirler şehit kanlarıyla sulanmışsa mesuliyetimiz katbekat artmış demektir. Sahi emanet olmayan bir şey var mı? 81


oru şu: Medeniyetimizin, değerlerimizin ve bundan beslenen kimliğimizin mücessem hali olan şehirlerimizin varlığını koruyarak sürdürebilmesinde, öncelik insana mı yoksa mekana mı, mekanın biçimine mi verilmelidir?

ÖNCE İNSAN MI, YOKSA MEKÂN MI?

Konunun "batıcılık virüsü" metaforu üzerinden daha anlaşılır hale geleceğini düşünüyorum. Bu sorun son iki yüzyıldır adeta bir virüs gibi medeniyetimizi tehdit etmektedir. Bu virüsün adı: "Batıcılık virüsüdür". Cem ERİŞ*

Resimler: Cem ERİŞ

* (Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı) Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı Restorasyon Daire Başkanı

sayı//70// mayıs 82

Kanaatim bugünkü tatbikatımızın ziyadesiyle sorunlu bir uygulama olduğudur. Sosyolojinin çalışma alanı olan olgular , toplumsal hadiseler, gözlem ve istatistikler bu tespiti destekliyor. Kadim tatbikatımızda ise mekan, mimari ve şehir, içinde yeşerdiğimiz,yaşadığımız ve yaşattığımız medeniyetimizin insan merkezli ve öncelikli eylemlerinin bir neticesi olarak tebarüz etmiş bulunmaktadır. Burada ikinci olarak şu soruyu sorabiliriz: bugünkü şehirlerimiz, toplumsal hizmet ve çalışmalar da insan merkezli ve öncelikli değil mi? Buna cevabımız ilk bakışta evet olsa da ayırt edici vasıf, kurumsal her türlü eylemin yani devlet yönetiminin merkeze aldığı kurallar, değerler sistemi ile arzu ettiği insan ve toplum tipinin, medeniyetimizin temel dinamikleri ile çatışmalı olmasıdır. Bir misal olarak: Toplumda ciddi ve hayati tartışmalara konu olan, tepki gören "İstanbul Sözleşmesi" tüm sorunlu ifade ve kurgusuyla toplumumuzu ve onun değerlerini, dolayısıyla geleceğini tehdit etmektedir. Henüz devlet kurumsal olarak bu tepkileri dikkate almamış gözükmekle beraber içinde bulunduğumuz mübarek Ramazan ikliminde sayın Diyanet İşleri Başkanı'nın Kur'an ayetlerine dayanan sözlerine toplumun cüzi de olsa bir parçasının verdiği tepki istikbale ilişkin kaygılarımızda ve İstanbul Sözleşmesi üzerinden topluma dayatılacak gayri ahlaki yaşam tarzlarındaki toplumu ve nesilleri tehdit eden gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu söylediklerimizin şehirle ne alakası var diyemeyiz. Çünkü bu olguların kurduğu sosyoloji şehirlerimizin sosyal dayanışma, merhamet, hoşgörü değer ve tutumlarından kaynaklanan ve bunlara göre mücessem hale gelen fiziki mekan organizasyonunu tepe taklak etme potansiyeline sahiptir. Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim helak edilen günahkar şehirlerin kıssalarını bize bildirmekte. Putlara tapan, yalan söyleyen, ticaretinde, tartısında hile yapan, gayri ahlaki hayat tarzlarını benimseyen, peygamberlerini katleden şehirlerin kıssalarıdır bunlar. Kaldığımız yerden devam edersek, devlet yönetiminin merkeze aldığı kurallar, değerler


sistemi ve arzu ettiği insan ve toplum tipinin, medeniyetimizin temel dinamikleri ile çatışmalı olması temel meselemizdir. Kurtuluş mücadelesindeki hakim iradenin tavrı bu olmamasına rağmen devlet aygıtını ele geçiren "elit" güç ve irade, batı tipi yani toplumumuzu bu coğrafyada var eden kadim değer ve dinamiklerimizden beslenmeyen bir model üzerinden toplumu değiştirmeyi, dönüştürmeyi, yeri geldiğinde darbeler vasıtasıyla cebir dahi kullanmayı göze alan iradedir. Son dönem tarihimiz bu tavrın birey, aile ve toplum üzerinde muhtelif özel ve kurumsal aygıtlar üzerinden tatbik edilen sayısız örnekleriyle doludur. Bu tatbikatın görünür hale geldiği mekan ise şüphesiz sosyal hayatımız ve şehirlerimizdir. Cumhuriyetin ilk çeyreğinde sadece imar hareketleri adı altında maddi- manevi değer ve kültürümüzün biçimlendirdiği şehirlerin yüzlerce yıllık mimari birikimi, sokakları, başta mabedleri, mezarlıkları olmak üzere mahalleyi tanımlayan ev mimarisi olmak üzere nasıl ortadan kaldırıldığını daha önceki yazılarımızda örnekleriyle anlatmıştık. Sonuçta Milletimizin ve Devletimizin bugün alacağı hayati kararların da sosyal ve fiziki etkilerinin istikbalin şehirlerini ve mekanlarını belirleyeceği aşikardır. Aynı geçmişte alınan kararların, tutumların bizi ve şehirlerimizi bugüne sürüklemiş olması gibi. EN AZ İKİ YÜZYILDIR DEVAM EDEN SOSYAL PANDEMİ: BATICILIK VİRÜSÜ

Şu günlerde tüm dünyada süren pandemi sebebiyle pek çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de hayat neredeyse rölantiye alındı. Detayları herkesce malum bu süreçte Devletimiz ve Halkımız tüm kurum ve imkanlarıyla, özellikle Sağlık Bakanlığı'nın ve çalışanlarının özverili gayretleriyle "covid-19" virüsüyle topyekün mücadele ediyoruz. Rabbim hastalarımıza şifa versin; vefat eden insanlarımıza rahmeti ile muamele eylesin, yakınlarına sabırlar versin. Tehdit ciddi ve küresel. Tedbirlerimizi alacağız, sonuçta Allah CC. ne takdir etti ise onu da yaşayacağız. Asıl mesele ise yazımın ilk kısmında bahsettiğim batı tipi insan ve toplum inşaa etme meselesidir. Konunun "batıcılık virüsü" metaforu üzerinden daha anlaşılır hale geleceğini düşünüyorum. Bu sorun son iki yüzyıldır adeta bir virüs gibi medeniyetimizi tehdit etmektedir. Bu

virüsün adı: "Batıcılık virüsüdür". Sosyal laboratuarlarda sabırla yapılan sayısız deneyler sonucu mutasyona uğratılmış insan denekler eliyle toplumu enfekte etmektedir ve özellikle aydınlarımız arasında bir pandemiye dönüşmüş gibi gözükmektedir. Ancak yaşadığımız pek çok hadiseden topluma da bulaşmış olduğu anlaşılmaktadır. Batıcılık virüsü, insanın yeryüzünde varlığının başlangıcından itibaren varlığı bilinen, nefs ve şeytandan mürekkep esas virüsten her çağda mutasyona uğrayarak günümüze kadar ulaşan bir virüs türüdür diyebiliriz. Aşısı bellidir. Son Peygamber bizzat kendi eliyle bu aşıyı tatbik ederek bize emanet bırakmıştır. Bu aşı doğrudan nefsi bloke ederek ne kadar mutasyona uğrarsa uğrasın kesin netice vermektedir. Ancak mesele, her devirde bu aşıyı alıp tatbik edecek insan ve toplumu tahkim etmekte düğümlenmektedir. Şüphesiz bu süreç bir imtihan olarak kıyamete kadar sürecek. PEKİ YA AKILLI ŞEHİRLER?

Yazımızın başlığındaki ifadeyi hatırlarsak : "Önce insan mı yoksa mekan mı?" diye sormuştuk. Teknolojiyi hedeflerine götürecek bir araç ve güç olarak elinde tutan ve geliştiren bir yapı adeta firavun ve sihirbazlarının sosyolojisiyle hareket ederek dünyamızda küresel bir takım sosyal, ekonomik, kültürel eylemler gerçekleştiriyorlar. Bu harekete bizim kadim bir cevabımız var elbet: "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın." 83


sistemi" gibi uygulamalar bu endişemizde yersiz olmadığımızı göstermektedir. Merak edenler bu sistemin nasıl işlediğini lütfen bir incelesinler. İşin ne boyutlara vardırıldığını anlamak için Çin iyi bir örnek zira. SOSYAL KREDİ SİSTEMİ NEDİR?

Sistem, Çin şehirlerinin sokaklarında, insanları gözetleyen milyonlarca kameradan elde edilen verileri ve dijital eylemleri değerlendiren yapay zeka yazılımlarıyla işliyor. "Basitçe söylemek gerekirse başlangıç skoru 600 olan 350 ile 950 arasındaki üç basamaklı bir sayı, bir kişinin kredi başvurusunun onaylanıp onaylanmadığını, ülke sınırları dışına çıkıp çıkamayacağını, trene ya da uçağa binip binemeyeceğini, koleje ya da otele gidip gidemeyeceğini belirliyor. Bu kapsamda bir Çin vatandaşı faturalarını düzenli ödeyip “iyi” bir şey yapıyorsa veya düzenli kan bağışıyla puanlarını artırabilir. Tersini yaparsa yani köpeklerini tasmasız yürütmek gibi otoritelerin hoş karşılamadığı hareketleri yaparsa da puanlar düşebilir. Şu an Weibo adlı sitede Çin hükûmetini eleştiren birinin çocuğu 'elit' kabul edilen bir okula alınmıyor. Kara listedeki insanlar TikTok videolarında yayınlanıyor, WeChat adlı sitede de konumu gösteriliyor.

Bu insan: Allah CC.'a kul, Habib-i Edib'ine ümmet olan İnsan'dır; Yaşatma eylemini merhametle, adaletle tatbik edecek olan ise: Yöneticilerimizdir ; Sonuçta Devlet ancak bu akide üzerine ayakta durabilecektir. Ümmete ümmet olma vasfı üzerinden hizmet etmeyecek hiç bir tatbikat huzur ve mutluluk getiremeyecektir. Bu açıdan teknoloji, hizmet ettiği değerler ve hedefler doğrultusunda insanlığın hayrına kullanılması ve kontrol edilmesi gereken bir araçtır sadece. Onun adeta geçmişteki firavun sihirbazlarının bugünkü versiyonu olmaya namzet "teknoloji cambazları"na dönüştürülmesi karşısında uyanık olunması gerekiyor. Hayatı kolaylaştıran teknolojik geliştirmelerin insanı tamamen teknolojiye bağımlı, onun kontrolü altında nefes alan adeta robot gibi bir varlık haline getirme riskine ve fıtri hususiyetlerini ayaklar altına alan bir dönüşümedir bizim itirazımız. Bu açıdan Çin'de tatbikatına başlanan "sosyal kredi sayı//70// mayıs 84

Ulusal Kamu Kredi Bilgilendirme Merkezine göre, geçtiğimiz sene insanların 17,5 milyon defa uçuş satın alması ve 5,5 milyon kişinin de trene binmesi engellendi. Ayrıca geçen yıl ödenmeyen vergiler sebebiyle yurt dışı yasağı konuldu. (https://www.turkiyegazetesi.com.tr/ teknoloji/649294.aspx)" Bu zaviyeden akıllı şehir kavramını değerlendirdiğimizde, teknoloji ile hayatı kolaylaştırırken insanı ve toplumu, birbirine yaklaştırıp maddi ve manevi ortak değerlerle kaynaşmasını temin edecek bir vasatta yönlendirmek önem arz etmektedir. Yoksa yukarıda örneğini verdiğimiz, işi ifrat boyutuna taşıyan, bizim yerimize düşünüp akleden, ödüllendiren veya cezalandıran bir sistem değil herhalde. Trafikte kırmızı ışıkta geçtiğinizi kameraların tespit edip size ceza kesilmesiyle, köpeğinizi tasmasız gezdirdiğinizden dolayı ceza puanı almanız ve bundan dolayı şehir dışına çıkmanızın yasaklanması arasında, insanı aradan çıkartıp toplumun kendi kendini terbiye etme sosyolojisini değersizleştirerek medeniyet ve kültürü rafa kaldıran ve işi yapay


zekaya bırakan bir sistem arasında bir fark olsa gerek. Endişemiz: teknoloji ve teknoloji destekli sistemler olmadan hareket edemeyen insan, toplum ve şehirlerdir. Akıllı şehirler konusunda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın https://www.akillisehirler.gov. tr/akilli-sehir-nedir/ sayfasını ziyaret etmenizi öneririm. Dijital olarak internet üzerinden işleyecek sistemlerin bir de "nesnelerin interneti, yapay zeka, blockchain" gibi geliştirilen diğer uygulamalar ile de birleştirildiğinde hızın ve hazzın sınırlarının zorlanacağı bir hayatta şehirlerin ne yönde dönüşeceği çok iyi analiz edilmelidir. Bu kavramların tamamının batı aklı ile üretilmiş olması ve toplumumuzda tartışılıp sorgulanmadan hayatımıza ve şehirlerimize sokulması , bunun yanında tüm bilgilerimizin bir veri olarak dolaşıma sokulması ihtimali hassasiyetimizi arttırıyor. Akıllı şehirler uygulamasının üzerine inşaa edileceği ve giderek yaklaştığını gördüğümüz yapay zeka medeniyeti, medeniyetimizin yeşerdiği ve yaşadığı kadim şehirlerimizi nasıl etkileyecek? Zira görünen vadede şehir sanal, dijital bir hüviyet kazanarak akıllı şehirler mottosu üzerinden kurgulanıyor. Yukarıda da belirttiğim gibi ülkemizde de sistem ön çalışmalarının kurumsal hazırlıkları yapılıyor. Ancak fotoğrafın tamamını dikkate almaz isek medeniyetimizin savunma duvarları olan şehirlerimizi kaybetme ihtimali hiç de uzak değil. Vaad edilen bu yapay şehirde merhamet, yardımlaşma, komşuluk, adalet kavramları medeniyet değerlerimizdeki anlamını yitirerek başka bir şeye dönüşme riskini barındırıyor. O zaman yukarıda sorduğumuz soruya vereceğimiz cevap medeniyetimizin akıbetini de belirleyecek olan cevaptır. 19. yy'a kadar kendi irade ve inancımızın mekanları olarak ulaşan şehirlerimizin son iki yüzyıldır başka bir dünyanın değerleri ile biz dönüştürüyoruz. Kapitalizmin başını çektiği bu hayasız sistem şehirlerimizle beraber bizi de yutuyor. Batının kendi toplumuna vaad ettiği ve diğer toplumları da tuzağına düşürdüğü, bizim de körü körüne bir hedef olarak peşinde koştuğumuz suni refah devleti sisteminin yani pozitivist , kapitalist sistemin karşısında ya teslim olacak ya da direnç gösterip kendi cihanşumul medeniyet değerlerimizin etrafında

kenetleneceğiz. Bu karar hayati bir tercih olarak müminlerin önünde duruyor. Belki biraz daha zamana yayılarak önümüze gelecek olan bu zorunlu tercih, artık bir küresel salgın vesilesiyle bütün çıplaklığı ile önümüzde duruyor. Bu tercih ya Rabbimizin rızası yönünde ve bugünkü rehavet, vurdumduymazlık, uyuşukluk ve tembelliklerimizin üzerine bedel ödetecek ancak hem dünya hem de ahiretimizi ihya edecek bir tercih olacak; ya da küresel hareket eden bir zihniyetin kurmaya çalışacağı yeni düzende köleliliğimizi yeni bir seviyeye taşıyacak. 85


ŞEHİR SOHBETLERİ 29

izde edebiyatımızda şehir deyince Tanpınar’ın ‘’Beş Şehir’’i akla gelir. Şehrinde edebiyatı olduğunu ondan öğrendik. Şehre sosyal (içtimai), kültürel (harsi), medeni (ümran), insani (ruhi) açıdan bakışı onunla araladık. Şehre bu topraklardan bakmayı da. Ahmet Hamdi Tanpınar eserini beş kere okuduğumu söylemeliyim. Her okuyuşta ayrı bir tat aldığımı itiraf etmeliyim. Tat deyince akla yenecek tatlı gelmez tabi. Fikri, ruhi, zihni diyebiliriz.

TANPINARIN

BEŞ ŞEHİRLERİ Bu ülkenin hayırsever insanları, koca ömürlerini millet olarak Anadolu’da kalışımızın mührünü vuracak eserlere vererek, hiçliğe ermişlerken, bunca zamandır bu sayede bu toprakların sahibi kalabilmişken onların ebedi var olma çabalarına tesadüf diyebilir, içi boş manasız kabul edebilir miyiz? Ahmet NARİNOĞLU

Tanpınar’ın şehirlerini gezdim, tanıdım desem de olur. O günden bu güne mukayese hakkımızda doğdu. Tanpınar gözüyle ‘’beş şehir’’ bugün bizlerin gözüyle aradan geçen zamanda ne hale geldi? Daha acımasız söylersek bu beş şehre ne haller oldu? Peşinen de olsa bir itiraftır bu. Hakikatin itirafı. Beş şehir neyse şanslıymış. En azından dününe dair tetkikler yapmış Tanpınar. Ya öteki şehirler? Mesela oralardan bir Tanpınar geçmiş midir? Onun gibi şehri kalbura koyup elemiş midir? Evliya Çelebiden sonra şehirlerimizin dününü tanımak için batılı seyyahların eserlerine sığınışımız hazin gelmez mi? Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir” kitabında; “Bir ömrün ne kadar garip tesadüflerde manasını tamamlayabildiğine şaşarım” der. Söz ettiği ömür, kendini Hayrat’a adamış bir efendiye ait. Efendi, toplumun en kabul gördüğü adam. İnsanlar fani olduğu halde milletler baki olma iddiasındadır. Kendini topluma (millete) adamış bir ömür elbette var olma peşinde koşacak. Yaşayan en kutsal değer, kıymet hükümleriyle. Bu hayır yapmaktır. Eserde zeval bulmanın tam tersine Aziz Efendi çeşmeler yaparak ölümsüzlüğü yakalamak ister. Çeşme yolunu seçişi tesadüfi değildi. Düşünülmüş, taşınılmış, hesaplanmış bir karardır. Doğru karardır. Zamana hükmettiğini zaman göstermektedir. Şahsi planda adı yaşarken, millet planında milli kıymetlerin toprağa yerleşmesi gaye edilmektedir. Yani milletin bekası. Bu ülkenin hayırsever insanları, koca ömürlerini millet olarak Anadolu’da kalışımızın mührünü vuracak eserlere vererek, hiçliğe ermişlerken, bunca zamandır bu sayede bu toprakların sahibi kalabilmişken onların ebedi var olma

sayı//70// mayıs 86


çabalarına tesadüf diyebilir, içi boş manasız kabul edebilir miyiz? Hayat elle tutulur yanları varsa kıymetlidir. Bir ömrü o bu suları içsin diye çeşme yapan insan sonradan tutulmuşsa tesadüfen beğenilmiştir. Başta boş yere servet harcamışken nedense zaman bıraktığı esere toplumun ihtiyacı doğunca, onu haklı çıkarmıştır. Bu da bir tesadüftür. Yukarıda Aziz Efendi’nin ömrü de garip tesadüflerde manasını tamamlamıştır.

Hatta odalara bugünkü tarza yakın kalorifer döşenmiş, kanalizasyon sistemi kurulmuş. Hâlbuki o çağda Avrupa’nın en modern şehirleri çamur içindeydi. Saraylarının hiç birinde bunlar yoktu. Hoca tarih teziyle atalarımızın şehir kurucu olduklarını anlatır. Ne gaflet ki içimizde, ‘’biz göçebe milletiz, hala yerleşemedik’’ diyenler tarihi, kadim şehirlerimizi okumuyorlar, okuyamıyorlar. Tanpınar bu yolun ilk davetçisi gibidir.

Tarihe bu bakış tarzının mesulü batı ile karışık bakma anlayışıdır. Batı kendi ölçülerini koyduğu şekilde başka toplumlara bakmaya alışıktır. Hatta dayatmıştır. Düzenini de öyle kurmuştur. Tanpınar’ın bakışı da böyle. Önce içimizdeki batıyı ayıklamalı. Düşüncemiz batının gölge ışık oyunlarına kanmamalı. Dünyayı aydınlık görmeliyiz. Tarih bizimdir. Tarihimiz tesadüflerle dolu değildir. Her ferdi, bu milleti yaşatma var etme mücadelesinin duvar taşlarıdır. Onları olduğu yerlere oturtmalıyız. Onları anlamalıyız. Bizim gelecek nesillere anlaşılmamız buna bağlı. Bugünde bu değerlerin eteklerinden tutmalıyız. Bunu, yani şehri anlayabilmek için ciddi şehir okumaları, araştırmaları yapılmalı. Belki eserlerde değinmeler, metinlere olabilir. Belki de başlı başına eserlerde olabilir. Onların dünkü ele alışlarıyla şehrin bu gününü bir arada ele alma gerek. Yunusun ‘’ bana seni gerek seni’’ dediği samimiyette, iğneyle kuyu kazar gibi ilim adamı titizliğiyle. Evet. Şehirler buna muhtaç. Rüçhan ARIK Hoca anlatmıştı.

Dostoyevski bir eserinde Petersburg meydanında başı açık kadınlara sinirlenir. Hristiyanlığın terkedildiğine hayıflanır. Batı modernleşmesine karşı çıkar. Aynı devirde Osmanlı modernleşmesi devam eder. İstanbul’da İslam’ın elden gittiği kaygısıyla batı modernleşmesine karşı çıkılır. Bu devirde dünya bir dönüşüm yaşar. Medeniyetlerin dönüşümü. Medeniyetleri şehirlerden, şehirlerin dönüşümüne insanlar ipucu verirler. Şehir ve İnsan. Tanpınar’ı tam buruda anlıyoruz. Beş Şehri’ne başka isim verilseydi ‘’ Şehir, Medeniyet ve İnsan’’ olurdu.

İsviçre’de bir tarih bilimleri konferansına katılır. Konu şehirler, medeniyetler, milletler, devletler üzerine. Bir yabancı tarihçi, Türklerin Anadolu’ya geldiklerinde zaten kurulu yaşayan medeniyetler vardı. Türkler onlara sahip çıktılar, medeni olduğunu iddia ettiler. Orta Asya’dan geliyorlardı ve konargöçer idiler. Medeniyetle Anadolu’da tanıştılar. Onlara sahiplendiler şeklinde tez sunar. Hoca söz alır. Şöyle söyler. Türkler Anadolu’ya at sırtında geldiler, göçebe idiler tezi yanlıştır, hatta iftiradır. Atalarımız medeniyet tecrübesi ile Anadolu’ya geldiler. Anadolu’da şehirler kurdular. Mimarinin, sanatın şaheser örneklerini sergilediler. Selçuklu eserleri tarihi tanıklarıdır. Bilim adamı olarak Konya- Beyşehir gölü kenarında Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat’ın yazlık saray olarak yaptırdığı Kubadabad kazılarını çalışıyorum. 1260 tarihlerinde sarayda mutfak, banyo, tuvalet, ahırlar, kiler ayrımı (odaları) yapılmış.

İnsan kültürü, kültür şehri, şehir medeniyeti var eder. Çöküşte tersinden doğrudur. Medeniyet kültüre, kültür şehre, şehir insana ayna. Biri ötekini resmeder. İnsan, toplum, kültür, şehir, medeniyet bir beşlinin ayrılmazları. Birlikte varlar, birlikte kıymet ifade ederler. Edebiyatımızda, düşün dünyamızda şehir üzerine yazılanlar, eserler parmak sayısınca. Anadolu’yu gezen batılı seyyahlarınki de sayılı. Bizden olan seyyahlarda sayılı. İyi ki Evliya Çelebi varmış. Bizdeki ilk şehri seyyahı. O şehri gezmez, okur. Kilimin nakış nakış dokunuşu gibi her gördüğü medeniyet eserine bir ilmek vuruşu yapar. Her insana desen dokunuşu örer. Tanpınar kökleri medeniyetimizden beslenen şehirlerimizi ‘’beş şehir’’ de özetler. Şehirlerimiz medeniyetimizin birer hulasasıdır. Necip Fazıl da şehir demez kubbeler der. Hâsılı gittiği yerde şehir kuran, gittiği yerlerde şehirler abat eden bir medeniyet yolculuğu. Tanpınar bu yolculuğa tanık olur. Ne zaman şehirler düşü kursam Beş Şehri okurum. Her okuyuşta ayrı bir dünyadayım. Ayrı bir benim. O, ayrı bir dünyaya davet eder ( ayrı bir dünyada konuk eder). Beş Şehir, kendi nevi şahsına münhasır düşünce sofrası. Her bağdaş kuruşta yeni bir oturuş. Her tadışta yeni lezzetler. Gücü köklere bağlılıktan geliyor. 87


Ağacın toprağa sarılmış en ince kökleri gibi kılcal damarlarımıza kadar sinmiş hissiyat ufku. Değerlerin ilmek ilmek işlenişi. Her şehir desen. Desenleriyle halı ve kilim olan medeniyetimiz. Atalarımız şehir kuran bir medeniyetin sahipleri. ‘ Ta Orta Asya’dan şehirler dize dize geldiler. Tespih taneleri gibi. Her şehre ruhunu verdiler, kendini verdiler. Damgasını/ mührünü vurdular. Ustalık çıraklık misali Anadolu’da ustalık eseri şehirler kurdular. Bu topraklarda şehrin bir adı da ‘’Koca’ dır. Olgunluk, kucaklayıcılık, bin bir zenginlik, genişlik, ferahlık manasını şehre verir. Koca koca şehirler bizim medeniyet mührümüzdür. Coğrafyanın bozkırlarına kurulan şehirlerimiz gül bahçeleri, biteviye sesli su şadırvanları, ulu çınarlar, mamur kaleler, hanlar, hamamlar, imaretler, camiler, meydanlar olur. Toprak mahmurlaştıkça medeniyet kökleri dal budak salar. Ondandır şehirlerimiz koca koca olurlar. Mesela her kim ‘’beş şehir’’ yazmaya kalkarsa kendini yazar. Duygularını, yaşanmışlıkları, gözlemlerini, özlemlerini. Şehri anlatırken kafan karışır. Zihin dünyasını berraklaştıran şehre ‘’insan’’ bakışı olur. Şehre insandan bakınca yumak çözülür. Kilim, halı deseni gibi gergef işlenir şehir, şehirlerimiz. Beş Şehir, bize şehirlerimizin insan şehri olduğunu anlatır. Sükûtuyla, haliyle, kaliyle, gönlüyle, dünüyle, bu günüyle. Şehirde dünle bugün birbirini tutmaz. Dün konan bugün yerinde yeller eser. İnsan kaybolan şehirlerin ardından hüzün duyar. Eskiler, yeniler yan yana, iç içe yeninin iştiyakı önünde bocalamada. Bunlar şehir hayatının macerası kadar cemiyetin dramıdır. Ve insan gelir hesaplaşmaya dayanır. Şehirler hesaplaşma iklimi/ zemini/ mekânı. Şehirlerin ruhu olmazsa, cemiyet çoktan sersefil, yılgın sürüsüne döner. Çare, şehirde mühendis gibi değil kalp adamı olarak yaşamak. Ruhunda derin şuuru duya duya şehrin ruhuna karışmak. Şehir insan, insan şehir olmak. Şehirlerde insanlar gibidir. İnsanlar nasıl yaşarken kıymeti bilinmezse, kıymeti harbîyesin okunmazsa şehirlerde öyle. İçinde yaşarken kavrayamıyor, tartamıyor sakinler. Hayatın akışı içinde insan varlığı ne kadar değer bulmada ise, şehirlerde yerli yerinde duran/ sıradan kabul edilmede. Yazık olan yaşarken şehirleri okuyamamak. Birikimleri, acıları, sevinçleri, dönüm günleri, unutulmaz olayları, insana dair olanları, eserlerin hayatiyeti, doğal olayları, sayı//70// mayıs 88

yenilikleri, değişimi, kaybedişleri, kazançları. Kısaca hayatı şehrin ve kendimizin. Hatasıyla sevabıyla şehirler bizim. Doğrusuyla yanlışıyla şehirleri kendimize benzetmişiz. Şehir okumanın bir yana insan, insan okumanın bir yanı şehirdir. Nice beş şehirlerimiz var. Bugün vatan dediğimiz topraklarda. Elimizden alınmış öksüz topraklarda. Hepsi gönül coğrafyamızda. Ülkemiz şehirler ülkesi idi. Şehirler kura kura medenileştik. Medeniyet kurduk. Şehirler bileşik kaplar gibi birbirini bağlandılar, beslendiler. Şehirlerimiz kale kentleri gibi içine kapanmadılar. Şehirler muhitini beslediler. Şehirler bağlı yolları, kervansarayları, hanları ile bütün oldular, güç ve kudret buldular. Aslında şehir iç/ his dünyamızdır. Bizi emzirir, besler, büyütür. Her mukim şehrin çocuğudur. Çocuk ayrıntılar ile beslenir. Şehir dediğimiz ‘’anne’’ ayrıntılarla ruh(his) dünyasını kurar. Ondandır ki, iki şehirli tanışıklıklarını bazen bir sokağın kıvrımına, bazen merdivenli bir yola, bazen bir binanın muhteşem sanat çizgilerine, bazen bir cami avlusuna, bazen oradaki havuza dökülen su sesine, bazen bir parkın bankına, bazen bir ağaca… Bahsederek tanış oldular, biliş oldular, hem şehri leştiler. Şehrin kudreti ürettiği ayrıntılar mesafesi kadar. Orda insanoğlu maddi, soyut ne varlık üretmişse o kadar kudrete sahiptir, büyüktür, caziptir, anadır. Birazda Tanpınar’ı dinleyelim. Tanpınar şehirlerinin bizim his dünyamızda bıraktığı iz: Erzurum kale kapısı, Ankara kale, Konya han bedesten, İstanbul kubbe, Bursa şadırvan. Bizim şehirlerimiz birer saklı cennet, medeniyet hazinesi. Bu hazineyi gün yüzüne çıkarmayı salık verir. Mesela ‘’ Hiç unutmam: Uludağ'da bir sabah saatinde, dinlediğim çoban kavalına birbirini çağıran koyun ve kuzu seslerinin sarıldığını gördüğüm anda, gözlerimden sanki bir perde sıyrılmıştır. Türk şiirinin ve Türk musikisinin bir gurbet macerası olduğunu bilirdim, fakat bunun hayatımızın bu tarafına sıkı sıkıya bağlı olduğunu bilmezdim. Manzara hakikaten güzel ve dokunaklıydı, beş on dakika bir sanat eseri gibi seyrettim. Bir gün Anadolu insanının his tarihi yazılır ve hayatımız bu zaviyeden gerçek bir sorgunun süzgecinden geçirilirse, moda sandığımız birçok şeylerin hayatın kendi bünyesinden geldiği anlaşılır’’ der.


Tanpınar harpler sonrası şehirlerin harap oluşlarını, terkedilişlerini vicdan azabıyla bakar, içi sızlar. Aslında şehirler konuşur o dinler. Kaybolan değerler, kültürler, bir daha yaşanamayacak olan gelenek/ görenekler. Şehir hafızasını kaybolduğuna hayıflanır. Umudunu kaybetmez. Bilir ki her eskiden sonra bir yeni gelir. Şehirlerde mazi hep vardır. Mazi oldukça hesaplaşma olacaktır. Hesaplaşma oldukça yenilik gelecektir. Anadolu irfanı bize ‘’ derviş’’ gibi yaşamayı öğütler. Tanpınar da şehirlerde bir ‘’kalp adamı’’ gibi yaşamayı öğütler. Anlıyoruz ki duygudan, hislerden kopan insan topluluğu olan şehirler acı akıbete mahkûmdur. Orhan Okay Beş Şehir için ‘’eskinin büyük değerleriyle geleceğe uzanan Türk şehirlerinin tarihi ve kültürel maceralarını ve ümitlerini aksettirmesidir’’, Beş Şehir e ‘’şehir mono rafyası, seyahatname, hatıra dizisi ötesinde bakar’’ der. Doğrudur da. Şehrin canlı sahipleri var. Sanatkârlar, zanaatkarlar, esnaf, ziraat erbabı, eşraf, âlimler, aydınlar, yiğitler, gaziler, kadınlar, gençler, hafızlar, efendiler, beyler… Dün mimarimizi kültürümüzü, değerlerimizi onlar nasıl var ettilerse bugün de yaşayan şehir erbabı devam ettirmelidir. Tanpınar şehirlerin elimizden kaybolup gidişine Erzurum’da tanık olur. Tanpınar Erzurum’da gördüğü meslek erbabını sayar. ‘’ Tabaklar, saraçlar, semerciler, dikiciler, çarıkçılar, mesçiler, kürkçüler, kevelciler, kunduracılar, kazazlar, arabacılar, keçeciler, çadırcılar, culfal ar, ipçiler, demirciler, bakırcılar, kılıççılar, bıçakçılar, kuyumcular, zarcılar, sandıkçılar, kaşıkçılar, tarakçılar, marancılar, boyacılar, dülgerler, yapıcılar, sabuncular, mumcular, takımalar’’. Bugün kaçı yaşıyor. Kaçını hayatımızda görebiliyoruz. Şimdi yoksalar yerlerine yenileri geldi mi? Yoksa kaybolup gittiler mi? Bu kayıplar kültür ve medeniyetimizden kopuşlar sayılmaz mı? Gelelim Tanpınar’ın şehirlerine: İstanbul için şairin dediğini demek kâfi. Der ya Şair. ‘’ İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı. ’’ Derim ki ‘’ İstanbul’a ne hal olmuş gözlerim açalı’’. Öyle bir şehir ki göz ucuna kapama mesafesinde değişiyor/ dönüşüyor. Ne yazık ki, elimizden kayıp giden medeniyetimizin merkezi bu şehre ‘’dünya şehri’’ avuntusuyla çaresizliğimize teselli buluyoruz. Betonlar ister dikey, ister yatay, ister tek katlı betonlar olsun ne fark eder. Betonların arasında kaybolup gidişimiz. Gidişata

alkış tutan görülmedi. Öteki ‘’beş şehrinde’’ şehirlerinde farklı ne söyleyebiliriz ki! Modern çağlarda şehirleri soysuz (bizden olmayan) şehirler kurarak modernleştik ve zenginleştik ama özümüzü, ruhumuzu kaybettik. Şimdi her şehre bir kurtarıcı sahip beklemiyor muyuz? Tarih yaşandıkça var olduğuna göre Beş Şehirde canlı ve aramızda yaşıyor. Şehirlere ( yol arkadaşlığı) yaparak tanımayı salık verir irfanımız. Beş Şehri bize ne öğretir. • Bizim de şehirlerimiz var. Biz şehirlerimize koca, büyük, mega demeyiz, kadim şehir deriz. • Bizim şehirlerimiz medeniyet/ kültür odağıdır. • Biz içinde yaşadığımız şehirleri tanımıyoruz. • Bizi var eden şehirlere geri dönerek yeniden dirileceğimizi kabullenmeliyiz. • Bizim şehirlerimiz, tarihimizin ta kendisidir. • Önce şehirlerden vururlar öç alıcılar önce şehirden başlarlar. • Bu coğrafyada önce şehirler işgal edilir. • Şehir göçü medeniyeti de bitirir. Tanpınar Şehirleri ruhunu arıyordu. Zaten vardı. Bize elinde çıra misali mahalle gezer gibi beş şehirde gezdi. Bugün de bizlere gezmek düşer/ düşmez mi? Tanpınar romanında şehirlerde huzur aramaz mı? Kentin mahallesinde, caddesinde, sokağında hatta evinde. Bizde aramıyor muyuz? Memleketine toprağına gittiği zaman insanın uykusu bile değişiyor. Bu neden? Bunu nasıl izah ederiz? Huzur. Geride memleket mi kaldı. Orda da yabancı burada da yabancıyız deriz ama dünyayı dar eylemeye gerek var mı? Yaşadığımız yerlerde huzur arasak olmaz mı? Ama önce iç dünyamızda, sonra şehrimizde. Kültür Bakanlığı daha sonraları Beş Şehri’ne izafeten medeniyet köprüleri diye tanımladığı ‘’ beş şehirli’’ aydınımızı çalıştı. Güzel ama yetmez. Şehirlerimizin dününe ışık tutanların izinde aynı şehirlerimizin bugününe ışık tutmalıyız. Çok kolay ve basit. Herkes doğduğu şehri resmedecek gezecek, inceleyecek, araştıracak, yazacak. Nice saklı şehirlerimiz var. Nice saklı aydınlarımız gibi. O zaman yüz yıl sonrasına ne eserler bırakmış olacağız. 89


SALGINLAR,

BATI VE BİZ Doğal felaketler ve salgınlarda olumsuzlukların yanında olumluluklar da vardır. Sözgelimi milli birlik duygusuyla evsiz kalanlara ev bark almak, gıda yardımında bulunmak bunlara örnek verilebilir.

Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN*

*T.C.Atatürk Üniversitesi

sayı//70// mayıs 90

abiat ve içindeki tüm varlıklar, Yaratıcı Gücün koyduğu işleyiş yasaları çerçevesinde doğal bir denge üzerinde yaratılmışlardır ve devamlılıklarını da bu dengeye göre sürdürmektedirler. Doğal olmayan her müdahale, tabiattaki tüm dengeleri altüst ederek varlıkların farklı bir yapıya dönüşmelerine sebep olmuştur ve olmaktadır. İnsanın tabiatın doğal akışına karışması, yapay kanunlar koymak isteyişi, bu dengenin bozulmasındaki en mühim sebeptir. Bu da tabiatta bir boşluk oluşturmaktadır. Oysaki meşhur bir söze göre “tabiat boşluk kabul etmez!” Bozulan doğal dengeyi başka denge unsurları doldurmak ister. Dünya tarihinde zaman zaman rastlanan salgınları da bu kapsamda değerlendirebiliriz. Yaşlı dünyamızın salgın hastalıklar tarihini araştırdığımızda, ulaşabildiğimiz birkaç önemli salgın hastalıktan birisi hiç kuşku yok ki ‘veba’dır. Orta Çağ’da ilk olarak Afrika üzerinden fareler ve pirelerin taşıyıcılığı vasıtasıyla denizcilik yolunu kullanarak yayılan veba salgını, Avrupa kıtasında tıbbi hiçbir önlem alınmayışından ötürü büyük felaketlerle sonuçlanmıştır. Veba salgını ilk olarak on dördüncü asırda yaşanmış, aralıklarla tekrar tekrar ortaya çıkmıştır. Veba salgınlarında kilise, hastalığı, emirlerine uymayan kullarına Allah’ın verdiği ceza olarak göstermiş, çare olarak da kiliselere doluşarak toplu dualar etmeyi teşvik etmiştir. Bulaşıcı bir hastalık olan ve karantinadan başka tedbiri bulunmayan veba, bu uygulamayla daha da artarak devam etmiş ve milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanmıştır. Avrupa’da bu salgının önlenemeyişinin bir sebebi de Orta Çağ’ın karanlık zihniyetinin egemenliğidir. Orta Çağ, kilisenin Batı dünyasının kapılarını her türlü bilimsel gelişmeye kapattığı bir zaman dilimidir. Tıpla uğraşanlar, vebanın fiziksel bir rahatsızlık olduğunu, bunun ancak ilaçla ve tecrid edilmekle (karantina) düzelebileceğini söyledikleri halde, engellenmişlerdir. Bu kişiler, içlerine şeytan girdiği gerekçesiyle kilise tarafından Engizisyon’da yargılatılarak en hafifi ömür boyu hapse mahkûm edilmekten, diri diri yakılarak öldürülmeye kadar insanlık dışı cezalara çarptırılmışlardır. Buna mukabil Orta Çağ’da dünyanın en büyük gücü haline gelen Türk-İslam medeniyeti ise bu üstünlüğü, bilim ve teknikteki ilerlemelerine ve üstünlüklerine borçluydular. Türkler, İslamiyet’i


kabul ettikten sonra, diğer Müslüman milletlerle birlikte yaşadıkları döneme göre bilim ve felsefe yolunda olağanüstü çalışmalar yapmışlardır. Dokuzuncu asırda Harezmî, matematik; Fârâbî, felsefenin yanında fizik; onuncu asırda Ebû Bekir Zekeriyya Râzî ve İbni Sînâ yine felsefedeki üstünlüklerine ilaveten tıp; on üçüncü yüzyılda Ebu’l-İzz el-Cezerî Anadolu’da mühendislik alanındaki icat ve keşifleriyle Bilim Tarihi’ne çok önemli katkılar sunmuşlardır. Bu katkılara örnek olarak özellikle Ebû Bekir Râzî’nin onuncu asırda çiçek ve kızamık hastalığına aşı bularak bu iki hastalığın yayılmasını engellemesi, on beşinci asırda şehzadeler şehri Amasya’daki Şifahane’nin başhekimliğini yapan Sabuncuoğlu Şerefeddin’in, yaptığı deneylerle tiryak adını verdiği (antidot) panzehir üretimini başararak zehirlerin etkisini ortadan kaldıran kimyasal ilaçları üretmesi gösterilebilir. Bahsi geçen çağda aynı salgın, Türk-İslam coğrafyasında da görülmesine rağmen bu felaket, çok az sayıda vak’a ile atlatılmış ve en az ölüm de Anadolu coğrafyasında olmuştur. Bunun sebebi hekimlikte ileri düzeyde bulunulması, karantina uygulanması ve buna uyulmasıdır. Tarih içerisinde vebadan başka tifo, tifüs, kolera gibi pandemiler de (küresel salgın) yaşanmış, insanlar bunlardan büyük ölçüde zarar görmüşlerdir. Bütün bu olayların, tabiatın yasalarına müdahale etmekten kaynaklandığını düşünmekteyim. Bu tarz salgınlar geçmişte, Yaratıcı tarafından belirlenmiş tabiat yasalarına belki bilmeden müdahale edilmesiyle ortaya çıkıyordu; ama günümüzde bu yasalara bilerek etki edilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Sözgelimi genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO), artan dünya nüfusuna yeterince gıda bulma amaçlı üretilmekle birlikte, bu organizmalar, hem bitkilerin, hem toprağın, hem de insanın organik yapısını alt üst etmektedir. Toprağın verimini arttırmak için atılan kimyasal gübreler de toprağı, bitkiyi ve insanı etkileyerek doğal yapısından uzaklaştırmaktadır. Yine artan dünya nüfusunu dengelemek için laboratuvar ortamında bazı mikroorganizmaların üretilerek ortalığa salındığı da bilinen gerçeklerdendir. Dünyamızın karşılaştığı son pandeminin nedeni olarak gösterilen ‘korona virüsü’ için de böyle bir üretilmiş virüs olduğu söylentisi çeşitli mahfillerde dile getirilmektedir.

İster kendiliğinden olsun, ister laboratuvar ortamında üretilerek bulaştırılsın tabiat, doğal akışı içerisinde kaldığı müddetçe böyle olaylara rastlanmayacak, aksi durumda ise bu olaylar kaçınılmaz hale gelecektir. Çünkü tabiattaki bir başka yasa da etkinin tepkiyi doğurmasıdır. Gerek deprem, sel, çığ, fırtına gibi doğal afetlerde, gerekse salgın hastalıkların görüldüğü zamanlarda ortaya çeşitli olumsuzluklar çıkar. Bu olumsuzluklar arasında toplu ölümler, sakatlanmalar, evsiz barksız kalmalar, kıtlıklar gibi maddi felaketler bulunduğu gibi, fırsatçılık, hırsızlık, dolandırıcılık ve belki hepsinden önemlisi muhtaç durumdakilere yardım etmemek, sevgisizlik ve saygısızlık gibi ahlaki olanlar bulunmaktadır. Birinci türde sözünü ettiğimiz maddi felaketlerin düzeltilmesi ikinci türde zikrettiğimiz ahlaki olanlara göre daha kolaydır. Çünkü ikinci tür felaketler, vicdanla, duygularla alakalıdır. Vicdanı ve duygusu olmayan insanlarda bunları inşa etmek zordan da ötedir. Doğal felaketler ve salgınlarda olumsuzlukların yanında olumluluklar da vardır. Sözgelimi milli birlik duygusuyla evsiz kalanlara ev bark almak, gıda yardımında bulunmak bunlara örnek verilebilir. Son yaşadığımız Elazığ depreminde ve 2020 yılının başından bu yana içinde bulunduğumuz salgında maddi ve manevi olumluluklar da ortaya çıktı. Virüsün temasla yayılmasından dolayı aramıza mesafe koymamıza rağmen sevgimizi bakışlarla ifade edebilmek, temizliğe daha fazla dikkat etmek, evde çalışmak, kitap okumanın önemini anlamak, çevreyi ve tabiatı kirletmememiz ve yasaklara riayet etmemiz gerektiğini öğrenmek ve yapabiliyorsak devletimizin verdiği imkânlarla virüse karşı aşı, ilaç, tıbbi malzeme icat etmek sayılabilir. Tekrar olumsuzluklara dönecek olursak, her felakete karşı korunma tedbirleri farklıdır. Mesela deprem, sel gibi doğal afetlerde birlikte yaşama tavsiye edilirken, bulaşıcı salgın hastalıklarda korunma yöntemi olarak tecrit etme (karantina/izole etme) önlemine başvurulmaktadır. Bu ikincisi, birincinin tam tamına tersi bir durumdur. Birincide toplu yaşama, ikincide ise en sevdiklerinden bile uzak durma, mesafe koyma söz konusudur. Son birkaç aydır, bütün dünyada karantina tedbirleri uygulandığı gibi, maalesef ülkemize de bulaşan korona virüsü salgını, Türkiye’mizde 91


de evde kalmayı gerektiren tedbirler alınmasına yol açtı. Okullar ve üniversiteler tatil edilirken birçok devlet kurumu ve özel işyeri, bulaşmayı önlemek için ya işlerine ara verdi yahut nöbetleşe çalışma sistemine döndü. Bu önlemleri çok çabuk almayan Avrupa’nın bazı ülkelerinde çok hızla yayılan ve özellikle de yaşlılarda çoğunlukla ölümle sonuçlanan salgın yüzünden, hastaların tedavisinde insan seçme yöntemine başvurulduğunu haberlerden öğreniyoruz. Özellikle yaşlı nüfusa sahip ülkelerde bu salgın, açıktan söylenmese de sanki yaşlılardan kurtulmak için bir fırsat gibi görülmüş olabilir. Sokağa çıkma yasağı ilan edilen İtalya, İspanya, Fransa gibi ülkelerde, evlerinde tek başına yaşayan birçok yaşlı insan, virüse yakalansa bile sağlık kurumlarına müracaat edemediği için bu korkunç hastalığın pençesinde inim inim inleyerek ölmektedir. Eğer hastanelere müracaat edebilmişse, bu kez de gençleri kurtarabilmek için sınırlı sayıdaki solunum cihazları yaşlılar yerine gençlere takılarak yaşlı insanlar ölüme terk edilmektedirler. Bu ise, Orta Çağ’da yaşanan veba salgınlarını akla getirmektedir.

eğmiş bir halde beklerken, babasını saklayan genç, gizlice babasının yanına gidip durumu anlatır ve babasından aldığı öğütle sahile döner. Akşam kumsala gelen hükümdar, ortada tespih göremeyince ahaliye dönüp “Verilen süre doldu görevi yerine getiremediniz” der ve tam cellatlara infaz emrini vereceği sırada babasını gizleyen adam, hükümdara tüm ahalinin duyacağı bir ses tonuyla seslenir; “Hükümdarım biz bu görevi yerine getirirdik, lâkin bir sorun bakalım ki niye getirmedik?” der. Hükümdar, olmayacak bir şeyin cevabı da olamayacağını bildiği için, alaycı bir edayla “neden?” diye sorar. Genç adam “Hükümdarım biz çok düşündük kumdan tespih taneleri yapmak zor değil. Lâkin bunun imamesi nasıl olacak? Sultanımız ya beğenmezse... Siz bu konuda tüm diyarın en iyisisiniz, imameyi siz varken bizim yapmamız ne haddimize... Siz imameyi yapın, biz de taşları etrafına hemen diziverelim!” diye cevap verir. Sultan çok zor durumda kalmıştır. İnfaz emrini veremez, mecburen “tamam sizleri afettim!” demek zorunda kalır. Kurmaylarına dönüp, ”Hani hepsi ölmüştü bunların? Saklanan tecrübeli birini gözden kaçırmışsınız!” der...

Türk milleti, aile kurumuyla ayakta duran, millet olma özelliğini aileden alan bir yapıya sahiptir ve aile, dedesiyle, ninesiyle, ana, baba, çocuklar, amca, dayı, teyze, hala, hülâsa yakınlarla anlam ifade etmektedir. Bir atasözümüzde, “eskisi olmayanın, yenisi olmaz” denilerek ailedeki yaşlıların değerine işaret edilmek istenmektedir. Çünkü yaşlı insan demek, tecrübeli insan demektir. Yeterince tecrübesi olmayan toplumlar, en ufak problemde bile hata yapar; aksine güngörmüş tecrübeli yaşlıları bulunan aileler ise en sıkıntılı zamanlarda bile onların bir sözüyle sıkıntının üstesinden gelebilirler. Bu konuyu bir kıssa ile şöyle anlatabilmemiz mümkündür.

Şimdi bu hikâyeden hareketle bir virüs bütün hayatımızı, dünyamızı alt üst ederken, en değerli hafızamız olan, bir sözleri ile bizi yaşatacak ya da istikbalimizi kurtaracak olan en tecrübelilerimizi hedef almaktadır. Dünya öyle bir psikolojik duruma geldi ki neredeyse virüsün asıl sebebi olarak yaşlılar ilan edilecek.

Kendisinden başkasına değer vermeyen bir hükümdar, bir ferman çıkararak ülkedeki tüm yaşlıların öldürülmesini emreder. Evin yaşlısını teslim etmeyenler de öldürüleceklerdir. Çaresiz herkes yaşlılarını teslim ederler, ama içlerinden bir genç, babasına kıyamaz ve onu kimsenin bulamayacağı bir yere saklar. Bir zaman sonra ahaliyi bir kumsala toplayan hükümdar, kendi bilgeliğini ispat etmek için bir gün içinde kumdan bir tespih yapmalarını, yapamadıkları takdirde herkesi öldürteceğini söyleyip gider. Akşama kadar uğraşan gençler, bunu başaramayacaklarını anlayıp kaderlerine boyun sayı//70// mayıs 92

Orta Çağ’ın engizisyonu, şimdi de korona virüsü vesilesiyle yaşlılar için hortladı. Ülkemizde de parmakla gösterilecek kadar az da olsa, maalesef yeterince vicdan sahibi olmayan kendini bilmez bazı gençler, yaşlılarımızla alay etmek için çektikleri videoları sosyal paylaşım araçlarıyla ortalığa saçmaktalar. Biz, millet olarak yaşça büyüklerine saygılı olan, onları seven bir yapıya sahibiz. Salgın sebebiyle altmış beş yaş ve üstü yaşlılarımızın sokağa çıkmalarının yasaklandığı bu günlerde devletimizin askeri, polisi, gönüllü gençleri, yaşlılarımızın gıda, temizlik ürünleri vs gibi temel ihtiyaç maddelerini alarak evlerine teslim etmekte ve onların gönüllerini hoş etmekteler. Yine devletimizin yetkilileri, hastanelerde, öncelikle yaşlılarımızın tedavi edileceğini duyurarak gönüllerimize su serptiler. Onları incitmemek için iletişim vasıtaları aracılığıyla gençlere, yaşlılarımıza nasıl davranmaları gerektiğini anlatan TV yayınları hazırlanıp yayınlamakta,


afişler bastırılıp görünen yerlere astırılarak bir farkındalık oluşturulmaya çalışılmaktadır. Korona salgınından öğrenmemiz gereken en önemli erdemler arasında yaşlılarımıza daha fazla sahip çıkmamız, onlara sevgi ve saygımızı hiçbir zaman eksik etmeden değerli olduklarını ve hayatımızın onlarsız kupkuru olacağını hissettirmemiz olsa gerektir. Onlara çok ihtiyacımız olduğunu, onlarsız bu karanlık yoldan çıkamayacak olduğumuzu ve onları çok sevdiğimizi söylemeli, gönüllerini kırmaktan kaçınıp, hoş tutmalıyız. Onları feda edersek sıranın bize de geleceğini unutmamalıyız. Onlara “evinde kal!” demek yerine “bizimle kal!” demeliyiz. Onlar sayesinde bugünlere geldiğimizi, onların bizim öz değerlerimiz olduğunu asla unutmamalıyız. Yıllar evvel bir belediye otobüsünde, göğsünde İstiklal Madalyası olduğu halde kendisine yer verilmeyen ve ayakta kalan yaşlı bir amcayı hiç unutamıyorum. Fütursuzca hareket eden, saygısızca konuşan gençlere dönen bu yaşlı amca, “Biz sizlerin bu saygısız davranışlarını görmek için mi gazi olduk, şehit olup toprağa düştük!” demişti. Bütün otobüs bir anda buz kesmişti. Otuz beş belki de kırk sene evvel tanık olduğum bu olay, beni derinden etkilemişti. Bunu zaman zaman derslerimde öğrencilerime anlatır ve onlardan yaşlılarımıza sevgi ve saygı duymalarını tavsiye ederim. Evlerinde dede ve nineleri varsa onların nazlarıyla oynamalarını söylerim. Salgın vesilesiyle evlerini unutan gençlerimizin de sokağa çıkmalarının yasaklanmasıyla büyükleriyle aynı havayı teneffüs etmeleri ve onları yakından tanımalarının sağlanması da bir olumluluk olarak değerlendirilmelidir. Gecelerin yarılarına kadar kafelerde, eğlence yerlerinde vakitlerini geçiren gençler, yatmadan yatmaya geldikleri evlerine yabancılaşmışlardı. Salgın, onların evlerini ve ailelerini hatırlamalarına ve hatta tanımalarına bir fırsat oluşturdu. Salgından dolayı uzaktan eğitim yapmakta olduğumuzdan dolayı, bilgisayar ve telefonlarımızı daha verimli olarak kullanmayı öğrenmemiz de olumluluk hanesine yazılması gerekenlerden. Bu iki iletişim vasıtasını yalnızca oyun, eğlenme ve sosyal medya adı altında dedikodu aracına döndürenler, şimdilerde bunları eğitim aracına çevirmeyi öğrendiler.

Bilgisayar ve telefonla geç tanışan benim gibi belli yaştakiler bile bunları kullanmayı öğrendik diyebilirim. Bilgisayarı daktilo gibi kullanan ben bile bilgisayarın inceliklerine vakıf olmaya başladım dersem abartmış olmam. Tekrar ana konumuza dönecek olursam, bu zalim virüsten dolayı gençlerimizle yaşlılarımızın aynı ortamı paylaştığı bu günleri iyi değerlendirip gençlerimizin dedeleri ve nineleriyle samimiyet kurmaları, onları anlamaya çalışmaları, gönülleriyle oynamaları, onları daha uzun ve sağlıklı yaşatmak için ellerinden gelen tüm gayreti göstermeleri gerektiğini söylemeden geçemeyeceğim. Bu tutumun, hem dinimizin hem de ahlak yapımızın gereği olduğunu asla unutmayalım. Yanımızdaki büyüklerimizi huzur evlerine göndermek yerine evlerimizi onların huzurlu yuvası haline getirelim. Bugünün gençlerinin, yarının yaşlıları olacağı gerçeğini ise asla unutmayalım. Yaşlılarımızı, son nefeslerine kadar sevelim, sayalım, ellerinden tutalım; Batı ülkelerinin yanlışına düşüp onları korona illetine diyet olarak vermeyelim. Çünkü bizim büyüklerimizin tecrübelerine, gençlerimizin de enerjilerine çok ihtiyacımız var. Yazımızı, bu güzel ülkeyi bizlere emanet eden ulu önder Mustafa Kemal’in Atatürk’ün şu sözleriyle tamamlayalım: “Bir milletin yaşlı vatandaşlarına ve emeklilerine karşı tutumu, o milletin yaşama kudretinin en önemli kıstasıdır. Geçmişte çok güçlüyken, tüm gücüyle çalışmış olanlara karşı minnet hissi duymayan bir milletin, geleceğe güvenle bakmaya hakkı yoktur.” Virüs gitsin, yaşlılarımız bizimle kalsın! 93


ARUZ RÜZGÂRINI TÜRKİYE’DE ESTİREN ŞAİR MEHMET

TURAN YARAR İlk şiirini orta birinci sınıfta, ilk aruz vezinli şiirini ise orta üçüncü sınıfta iken yazan, halk tarzında kaleme aldığı şiirlerinde “Hataylı Âşık Mehmet” mahlasını kullanan Mehmet Turan Yarar, tahsil hayatı boyunca çeşitli şiir yarışmalarına katıldı ve mükâfatlar kazandı. Mehmet Nuri YARDIM

ürkiye’de aruzu en iyi bilen ve bu yolda kıymetli şiirler yazan Mehmet Turan Yarar, Ankara’da ikamet ediyor. Ama ne yazık ki edebiyat dünyamızın tanıma şansını elde edemediği bir değerimizdir. Bu özge sanatkârımız, sağlam mısralarını, seçkin şiirlerini hem edebiyatımıza hem de güfte olarak musikimize armağan etmiş bir gönül adamıdır. Yazımızı bir dörtlüğü ile açalım: “Her dal yeni bir dost eli olmuş ne gerek Dost uğruna yanmış ve yıkılmış bu yürek Her sevgi biraz besledi ıssızlığımı Ben böylece ıssızlığı sevdim giderek.” İstanbul edebiyat çevreleri, başta Ankara olmak üzere Anadolu’da yaşayan birçok sanatkârı yakından tanımıyor. Mehmet Turan Yarar da ‘meçhul meşhur’larımızdandır. Merhum Bekir Sıtkı Erdoğan, rahmetli Mehmet Zeki Akdağ ve Ayhan İnal yıllar önce bana Yarar’dan bahsetmeselerdi muhtemelen ben de bu mümtaz şairimizden habersiz kalacaktım. Her üç şairimiz sohbet aralarında Mehmet Turan Bey’in aruzu günümüzde en iyi kullanan şairlerden olduğunu söylemişlerdi. Bunun üzerine telefonunu temin edip kendisini aramış ve tanışmıştım. Mehmet Turan Yarar, 1927 yılında Hatay’ın Yayladağı ilçesinin Yeniceköy’ünde Hoca Ali Efendi ile Asiye Hanım’ın evladı olarak dünyaya geldi. On yaşına kadar köy hocalarına gidip, ilmihâl, inşâ gibi eski dersleri okudu.. Yayladağı Yavuz Sultan Selim İlkokulu’na devam etti. Ardından Adana Erkek Lisesi’ndeki orta öğrenimi de başarıyla tamamladı. Bir yıl süreyle ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra askere gitti,. Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nde okudu. 1955’te mezun olduktan sonra Tarım Bakanlığı’na bağlı olarak 25 yıl veteriner hekimlik yapıp, 4 Temmuz 1977 tarihinde emekliye ayrıldı. 28 Ekim 1956 tarihinde bankacı Müzeyyen Yılmaz ile evlendi. 34 yıl devam eden bu mutlu evlilik hayatı, eşinin 8 Mayıs 1990 tarihinde vefatıyla son buldu. İlk şiirini orta birinci sınıfta, ilk aruz vezinli şiirini ise orta üçüncü sınıfta iken yazan, halk tarzında kaleme aldığı şiirlerinde “Hataylı Âşık Mehmet” mahlasını kullanan Mehmet Turan Yarar, tahsil hayatı boyunca çeşitli şiir yarışmalarına katıldı ve mükâfatlar kazandı. Şiirleri, dönemin tanınmış dergilerinde çıktı.

sayı//70// mayıs 94


İlk şiir kitabı 1954’te yayınladı.. bu ilk kitap, Bilmediklerim adını taşıyor. O, ilk kitabından itibaren iddiasız bir tavır ve tevekkülle yazdı; istiğna adasında dem sürdü. Ancak şiirleri, edebiyat dünyasının dikkatini çekmeye başlamıştı. İyi bir şair olmanın yanı sıra vefalı bir insan olan Yarar, şair meslektaşlarını unutmadı ve 1960 senesinde Veteriner Şairler Antolojisi’ni çıkardı. Dörtlükler ise 1991’de gün ışığına çıktı. 1992’de sanatseverlere ulaşan Doruktan Doruğa, şiirleri bestelenmiş güfte şairlerinin güldestesidir. Ve şairimizin gönüllerde ışıyan şiir kitabı Daracık Düşler, 1999’da kütüphaneleri süslemeye başladı. Emekli olduktan sonra uzun süre İzmir’de oturan şair, şimdi Ankara Eryaman’da ikamet ediyor. İki kız babası ve iki torun dedesidir. Hem aruzun üstadı, hem de hecenin ustası olan şair bakınız ‘şair’i nasıl tarif ediyor: “Şair deriz ummâna soluksuz dalana Şair demeyiz kupkuru ıslık çalana Bin türlü yalan satsa da şair dediğin Bin gerçeği sığdırmalıdır her yalana.” Daracık Düşler’de geniş ve ferah rüyalar görürüz. Şair, bazen Âşık Kerem’dir, bazen de Cüneyd. Bazen Ferhad’a özenir, bazen de Fuzulî’ye. Ama hep âşıktır; yüreği de her dâim yanıktır. Her şair, “Küldüm yeniden yaktılar Yandım, gülerek baktılar Beni sensiz bıraktılar Ölüme hâcet kalmadı” diyemez. O, bazen neşesini, bazen de hüznünü bir kenara bırakır, ölüme teslim olur, tevekkül gösterir: “Gözüm ne şunda ne bunda Ne beşinde ne onunda İşte geldim en sonunda Kara toprak doy bakalım.” BULUTLAR KANIYOR

Türkçeyi şiir ve kıtalarında mükemmel biçimde kullanan şair, Yahya Kemal’in rubâilerine nazire yaparcasına hislerimizi kamaştırıyor: “Yine bağrımda ufuklar boyu bir çöl yanıyor / Bunu gönlüm görüyor, görse de rü’yâ sanıyor / Geceler sancılı sensiz, adı var gündüzümün / Acıyor tanyeri, gök yasta, bulutlar kanıyor.” Mehmet Turan Yarar’ın, çoğu tanınmış bestekârlar tarafından bestelenip meşhur şarkıcılar tarafından okunmuş yüzlerce şiiri

ve dörtlüğü var. Dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunuyor. Hakkında yazılanların sayısı 30’dan fazla. Güneyde Kültür dergisi, Mart 2004’te ‘Mehmet Turan Yarar Özel Sayısı’ olarak çıkmıştı. Ama kaç kişi gördü bu dergiyi? Kaç edebiyatseverin eline ulaşabildi. Dar imkânları ve sınırları aşarak büyük şehirlere kavuşabildi mi, sanmıyorum. Derginin vefalı müdürü Mehmet Tekin’den Hoca hakkında detaylı bilgilerle mücehhez bir biyografi kitabı bekliyoruz. ANKARA’DA ZİYARET

Ankara’ya gidilir de Mehmet Turan Yarar ziyaret edilmez mi? Şehre varır varmaz onu arıyorum ve Ankara’da olduğumu söylüyorum. Çok sevindiğini söylüyor ve evine dâvet ediyor. Bu değerli şairimizi ilk defa görecek olmanın tatlı telâşını ve heyecanını yaşıyorum. Çünkü hep telefonla konuşmuşuz. Sesini duymuşum ama yüz yüze hiç gelmemişiz. karşıma ufak tefek, zayıf nahif mini mini bir adam çıkıyor. Daha bir büyüyor gözümde. Beden iriliğinden ziyade ruh büyüklüğü gönlümü kamaştırıyor. Sıcak bir şekilde ve güleryüzle karşılıyor beni. Elini öpüp salona geçiyorum. Burada bir misafiri daha var. Adaşım Mehmet Nuri Parmaksız. MEDRESE EĞİTİMİ ALDIM

Şairimize çocukluk yıllarını soruyorum.; “Hatay’ın Yayladağ ilçesine bağlı Yeniceköy’de doğdum. 10 yaşıma kadar köyde okul olmadığı için medrese öğrenimine başlangıç yaptım. Köy imamlarından ilim aldım. 1931’de iken 4 yaşında babamı yitirdim. 1937 güzünde Antakya Yayladağı Yavuz Sultan Selim İlkokulu’nu bitirdim. Ortaokulu Antalya’da okudum. 1947’de Adana Erkek Lisesinden mezun oldum. 1 yıl ilkokul öğretmenliği yaptım. Askerlik görevinden sonra 1949’da Veteriner Fakültesi’nde öğrenime başladım.” Peki ilk okuduğu yazarlar kimlerdi? Elini çenesine dayayıp biraz hafızasını yokladıktan sonra cevap veriyor: “Reşat Nuri Güntekin, Andre Gide, bazı Fransız yazarlarını okuduğumu hatırlıyorum.” “GELECEĞİN ZİYA PAŞASI” Şimdi Ankara’da çocuklarıma ve torunlarıma yakın bir ortamda yaşamaktayım.” Orta 3’te aruzla ilk şiirimi yazmıştım. Hatta bir Türkçe öğretmeni benim için ‘Geleceğin Ziya Paşa’sı olacak’ demişti.” Tabii ki edebiyat dünyasına girişte ilk teşviklerin, desteklerin, yardımların büyük önemi var. Mehmet Turan 95


Bey, “Beni ilk teşvik eden Türkçe öğretmenim merhum Nedime Ersan idi. Adana Erkek Lisesi'nde okurken de Arif Nihat Asya ve M. Şevket Kurktkan edebiyat hocalarımdı. İkisi de birbirinden değerli insanlardı. Onlardan büyük ölçüde yararlandım.” diyor. Mehmet Turan Bey’e, edebiyatla ilk ünsiyetinin ne zaman ve nasıl kurulduğunu soruyorum. “Bütün olarak hatırlamam zor. 40’lı yılların başında Antakya’da çıkan yerel bir gazetenin sanat sayfasında ilk şiirlerimin yayınlandığını hatırlıyorum. 1949’da Ankara’da yükseköğrenime başladım. Öğrenci Derneği üyeleri arasına katıldım. Beni yayın kolu başkanlığına seçtiler. Bir dergi çıkartmaya karar verdik. O derginin basımı ile uğraşırken merhum Nurettin Artam ve Nurullah Ataç’la tanıştım. Onların teşvikiyle Türk Dil Kurumu üyeliğine seçildim. Edebî ortama böylece girmiş oldum. Edebiyat dünyasına attığım ilk ve en önemli adım budur.” BANARLI BENİ TEŞVİK ETTİ

Veteriner Fakültesi’ne öğrenci olarak girdikten sonra öğrenci yayın kolu başkanı olur. O ara çok cevvaldir. O ara Feyzi Halıcı’nın çıkardığı Çağrı dergisine de şiir ve yazı gönderir. Balıkesir’de Hisler Bulvarı’nda şiirleri yayımlanır. Sanatkârımızın şiirleri Ankara’da Hisar, Türk Dili, Varlık ve Yedigün dergilerinde yayımlanır. Özellikle Nihad Sâmi Banarlı’nın yönettiği Yedigün’de şiirlerinin çıkması Yarar’ı daha çok yüreklendirir. Mehmet Turan Bey, “Beni ilk teşvik eden edebiyatçı diyebilirim ki Nihad Sâmi Banarlı olmuştur. 7 Gün dergisinde şiirlerim basıldı, yayımlandı. O dergide Nihad Sâmi Banarlı merhumun yüreklendirici iltifatına da mazhar oldum.” diyerek vefa borcunu sayı//70// mayıs 96

ödüyor ve ekliyor: “Babamdan kalan kitapların da bana büyük katkısı oldu. Divan şairleri ve halk şairlerinin divanları ve diğer eserleri bu kütüphanede vardı. Hepsini okudum. Şiire yönelmemde bu okumaların büyük etkisi olduğu kesin.” Basın ve yayın dünyasıyla arası hiç kopmamış şairimizin. Simav’da Ali Abdülkerimoğlu’nun sahibi olduğu Anadolu gazetesi 25 yıl boyunca her hafta Mehmet Turan beyin bir dörtlüğünü şiirseverlere ulaştırır. Ankara’da bazı mekânlarda buluşan şairler Munis Faik Ozansoy, Halil Soyuer, Feyzi Halıcı, Behçet Kemal Çağlar ve Ayhan İnal’in dost sohbetlerinde onu da görüyoruz. Şiirlerinin sayısını soruyorum. Tamamının sayısını bilemediğini söylüyor bestelenmiş şiirlerinin 500’ün üzerinde olduğunu belirtiyor. “Şiirin tanımını yapamam. Ama icat edenden Allah razı olsun.” Sanatkârımız, şiirde bütün tarzları deniyor ama en çok aruzu seviyor ve kullanıyor. “Aruz, hece veya serbest hiç fark etmez. Şiir şiir olduktan sonra nasıl ve hangi vezinle yazılmışsa önemli değil. Önemli olan burada bir şiiriyet olmasıdır, şiirin gerçekten şiir olarak ortaya çıkmasıdır.” “BENİ ŞAİR EDEN MUSİKİDİR”

Mehmet Turan Yarar şiir ve musiki ile yaşıyor. Birini diğerinden ayırt etmiyor. “Bu ikisi, duygu yüklü bir saksıda yetişen iki çiçek. Ayırım yapamam “Beni şair eden musikidir. İlk göz ağrım müzik. 10 yaşımda Antakya’da başlamıştım. Ankara tenhalığında yaşayan bu özge şairimizi tanımak, şiirlerini okumak ve sevmek bize çok şey kazandıracaktır. Aziz şairimiz Mehmet Turan Yarar’a esenlikler diliyorum.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.