Biz’den… HER ZAMAN GÜZELİ, DOĞRUYU VE İYİYİ GÖSTERMEK HEDEFİMİZ.. Sen türkiye’sin evim barkım köyüm obam türkiye O senin çifte çarşılı harp görmüş şehirlerin Sahilde mersin yayla türküsü konya Adana’nın yolları taştan yola çıkıp maraş’tan Ezanla birlikte vardık bir akşam urfa’ya Burs’nın ya bursa’nın ufak tefek taşları Uçan yıldızı dondurur ardahan’ın kışları Erzincan’da bir kuş var kanadı gümüş pul pul Ve göğe kılıç gibi çekmiş minarelerini Şehirler padişahı canım İstanbul. … Aladağlar Toroslar dev gibi gövden Sen şehit oğlu şehit babası Sana selam olsun dünya’dan hürriyetten..
Atilla İlhan
Dünya haritasını gözümün önünden hiç kaldırmam, dünya’nın neresinden bir haber alsam iyi veya kötü gözüm oradadır, sanki dünya’yı ben yönetiyorum.. Dünya’nın tüm insanları bu hayat mücadelesinde zorluklar içinde mücadele ederken, Komşusu açken tok yatan bizden değildir ilkesi gereği dünyanın neresinde ihtiyacı olan varsa Türkiyem onların yanındadır.. Son olarak kadim şehirlerimizden olan ancak son asırda anayurttan koparılan Beyrut’un başına gelenlerden sonra , Beyrut’un bir asırdır sömürülen topraklarında yıkılmış harap olmuş sokaklarında Türkiyem vardı, en üst seviyede yöneticilerimizle yardım taşıyan araçlarımızla yardım eden ellerimizle kardeşlerimizin yanındaydık, yıkılan limanı birbuçuk asır önce biz yapmıştık, gene yaparız dedik, siz rahat olun üzülmeyin kardeşleriniz burada, hatta eviniz harap limanınız yok saymayın gelin Mersin , İskenderun limanlarını kullanın kendi eviniz gibi..ekmeğimizi aşımızı evimizi paylaşmayı biliriz, bu bizim inancımız gereği, atalarımızın bize öğretisi.. Bu nedenledir ki bütün dünyanın emperyal güçleri dört tarafımızdan bize diş bilemekteler.. her türlü sıkıntıya rağmen dik durmayı başarabiliyoruz, kimse gücümüzü sınamaya kalkmasın.. Tarih benzer olaylara şahittir, neticesi malumdur.. Ağustos ayına sorun ! neler olmuş geçmişte.. İsterseniz hatırlatalım; 1571 yılı 1 Ağustos’ta Kıbrıs’ı fethetmiştik,11 Ağustos 1473 te Otlukbeli savaşını kazanmıştık, sene 1514 23 ağustosta Çaldıranda düşmanı mağlup etmiştik. 24 ağustos 1516 da Mercidabık’ta kovalamıştık bize karşı birleşenleri, 26 ağustos günü Tarihin dönüm noktası günümüzdür, Bu topraklara, Anadoluya ak topraklar dedirten adaleti getirdiğimiz zafer günüdür Malazgirt destanı.. aradan yıllar sonra aynı günde bir emirle bu topraklarda gözü olanları denize dökme gününün başlangıcıdır: -Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir ! 30 ağustosta mehmetçik denizden düşmanı denize dökmüştür topraklarımızdan.. 29 ağustos 1521 de Belgrad’ı fethettik, aradan beş yıl sonra 1526- 29 ağustosunda Mohaçta meydan muharebesini
kazandık…en son 15 Ağustos 1974 te Kıbrıs’a barışı huzuru getirdiğimiz gündür.. Ağustos ayı zaferlerle dolu bir ay, bunlarla elbette gururlanıyoruz.. Bugün bu zaferlerin neticesidir ki bu topraklarda gururla egemenliğimizi haykırıyoruz.. Dünyanın tüm mazlum milletlerine bu duygularla yardım elimizi uzatıyoruz ve diyoruz ki; -tutun bu eli, bu el sizin egemenliğinizin teminatıdır, size uzanan kardeş elidir… Salgın döneminde kendi ülkemizde büyük bir özveri ile çalışan sağlık ordumuz ve konuya sahip çıkan hizmetleri üretenlerimiz her türlü fedakarlığı gösterdiler “ölümüne” tabir ettiğimiz gibi..Üreticilerimiz gece gündüz çalıştılar, sağlık malzemeleri ürettiler,maskeden solunum cihazına, ve gönderdik dünyanın dört bir yanına karşılık beklemeden… Asırlarca Türk denizi olmuş Akdeniz’i hakkınca paylaşma önerisi ile gücümüzü gösterip mavi vatan sınırlarımızı çiziyorsak, asırlarca yerli halkıyla elele verip devletimizin en zor zamanlarında bile emperyalistlere karşı geldiğimiz Libyalı kardeşlerimize el uzatıyoruz, bu zamanda Türkiye’nin elini tutan kazanır diyorum… Dünyada Müslüman milletlerin halen ümidi ve umudu Türkiye’dir..Bu nedenledir ki, yanıbaşımızdaki devletlerin Türkiye düşmanlığı hep bu yüzdendir…Dünyada şehirler yok olmasın , insanlar ölmesin çocuklar ölmesin diyerek büyük gayret gösteriyoruz, Bağdat bombalanınca bizim içimiz yanıyor, Halep yok olunca sanki Gaziantep bombalandı gibi hissediyoruz.. Kudüs’te mescidi aksa’da İsrail çizmesi görünce bizim yüreğimiz yanıyor.. Ülkemin her ferdi; bizim asırlarca içinde yaşayan insanlarına adalet ve huzur verdiğimiz şehirlerin bugün düştüğü durumları üzüntü ile izliyor… Anadolu ve Mezopotamya levant hattı tabir ettiğimiz bir şehirler zinciri : Bizim Misak-ı milli şehrimiz Musul ‘dan başlar, Mardin, Diyarbakır,Urfa, Halep, İskenderiye, Şam ve Beyruttur …Bu legand daki her bir şehri bizim şehrimiz sayarız…Şehirlerimizi ve kültürlerimizi bu düşünce ile bu gururla korumak zorundayız…Bunun için olmamız gereken her yerde gemimiz, uçağımız, sihamız ve askerimiz ve bayrağımız olmak zorundadır.. Arif Nihat Asya hislerimize tercüman oluyor: Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim: Yer yüzünde yer beğen! Nereye dikilmek istersen, Söyle, seni oraya dikeyim!... Şehir ve Kültür dergimiz’in yeni bir sayısı ile huzurunuzdayız; Her zamanki gibi saçımızı taradık ve gravatımızı taktık.. Her zaman Güzeli, doğruyu ve iyiyi göstermek hedefimiz.. Hz.Mevlana diyor ki; “Sanmasınlar yıkıldık, sanmasınlar çöktük; bir başka bahar için sadece yaprak döktük.” Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza…
Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 8 11 12
VAN GÖLÜ HAVZASINDA SELÇUKLU İZLERİ -7-
MUŞ “ALPASLAN RUHUNUN SİNDİĞİ ŞEHİR”
Abdulhamit AVŞAR
24
ARTVİN GÖKYÜZÜNE KOMŞU ŞEHİR
Fahri TUNA
ŞEHİRLİ OLMANIN BEDELİ VEYA,
BİR GÜVERCİN HİKÂYESİ Kâmil UĞURLU
AYASOFYA'DA OKUNAN HER EZAN
VATİKAN'DA OKUNAN BİR EZANDIR
Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN
İŞTE BURASI ALLAH’IN EVİDİR AYASOFYA-İ KEBÎR CAMİİ ŞERÎFİ
Mehmet Kâmil BERSE
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mahmut Şener Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Dr.Öğr.Üyesi Ali Mazak
26 30 39
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
BAĞDAT-IHüseyin YÜRÜK
EĞİTİM/ÖĞRETİM FAALİYETLERİNDE EĞİTİM SOSYOLOJİSİNİN AÇMAZI Cem ERİŞ
BİR EDEBİYAT TÜRÜ OLARAK
ŞEHR-ENGİZLER VE İSTANBUL Dr. Şakir DİCLEHAN
Sanat, Kültür: Zeynep Betül Kavak, Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Prof. Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,
16 KAÇ YIL GEÇTİ ARADAN?!. “BİR AYASOFYA HİKAYESİ”/ Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 19 DENGELERİ DEĞİŞTİREN AYASOFYA / Mustafa UÇURUM
50
TARİHİN AYAK İZİ
ROMA...
20 BENİM ADIM AYASOFYA / Mehmet MAZAK 34 “GOMONOS” YAŞAR DA ÖLDÜ / Serdar YAKAR
Şifanur Özçelik ŞİRİN
37 GESİ BAĞLARINDA DOLANIYORUM / Canan COŞAR 41 SABIR -şiir- / Kâmil UĞURLU 42 SARAYBOSNA KOLAJ KİTAPLARI -II- / Necla DURSUN
59
BAVULDAKİ ‘HAYAT’ Erbay KÜCET
45 BOSNA HERSEK’TE TÜRKÇE’NİN DURUMU / İbrahim AKÇAY 46 ÜSKÜDAR’IN MECZUBLARI -III- / Dr. Serhat ONUR 49 HARFLER UÇUYOR / Öznur SONDÜL 52 ROMA’DAN İTALYA’NIN KUZEYİNE DOĞRU BİR CEVELÂN / Prof. Dr. Âdem EFE
64
MALÛMATI İLİM SANMAK
56 TAŞLARIN ÇAĞRISINI DUYAN RESSAM: FEHİM İBRAHİM HAKKIOĞLU -II- / İsmail BİNGÖL 60 KAHRAMAN ŞEHİR KAHRAMANMARAŞ -III- / Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN
Recep ARSLAN
62 ŞEHİRLERİN GİZLİ ATEŞİ AŞK HİKÂYELERİNDEDİR / İMuhsin İlyas SUBAŞI 66 OKULSUZ KÖYE OKUL YAPTIRAN SANATÇI DOSTUM; KÂMRAN YÜCE / Hüseyin MOVİT 68 MUŞTU / Recep GARİP 70 IHLAMUR AĞACIM / Şenay ŞEKER
78
GÜL DEVŞİREN YAZAR
RASİM ÖZDENÖREN
Mehmet Nuri YARDIM
Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.Adem Efe, Dr.Mimar Kamil Uğurlu, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş, Prof. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Prof.Dr.Ali Satan, Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 25 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 35 TL. Abone Yıllık: İstanbul 250 TL. İstanbul Dışı 270 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479
72 DEFTER-İ MEŞAHİR, ASAF HALET / İmdat AKKOYUN 74 ŞEHİR SOHBETLERİ 32 | CORONA SONRASI ŞEHİRLER, ŞEHİRLERİN YENİ HALİ -III- / Ahmet NARİNOĞLU 76 ŞEHRE VURGU VE HİPPODAMOS’UN KENT KURGUSU / Bilal CAN Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •
Baskı: Aktif Matbaa ve Reklam Hiz.San.Tic.Ltd.Şti. Adres: Söğütlüçeşme Mah.Halkalı Cad.Nu: 245/1 SEFAKÖY/ Küçükçekmece/İstanbul Tel: 0212 698 93 54 Kapak Fotoğrafı: https://islamansiklopedisi.org.tr/fossati-gasparetrajano
an Gölü Havzasında Selçuklu izlerini anlatmak üzere başladığımız seri yazıların bu bölümünde Muş ve havalisini anlatmaya çalışacağız.
VAN GÖLÜ HAVZASINDA SELÇUKLU İZLERİ -7-
MUŞ
“ALPASLAN RUHUNUN SİNDİĞİ ŞEHİR”
Selçuklu köprü mimari geleneği Osmanlı döneminde de devam etmiş, Mimar Sinan dâhil birçok mimara ilham kaynağı olmuştur. Abdulhamit AVŞAR*
Şehri, konuyla ilgili belgesel çekimi için defaatle görme imkânım oldu. İntiba olarak - tereddüt etmeden- bölgenin sakin ve insana huzur veren şehirlerinden birisidir diyebilirim. Muş merkeze giden anayolun şehre dönen kavşağında yaklaşık 9 metre yüksekliğindeki bir Sultan Alpaslan anıtı karşılıyor gelenleri. Anıt, Muş Belediyesi tarafından mimar Tankut Öktem’e yaptırılmış. Zaten “Alpaslan” adı şehrin ruhuna sinmiş durumda. Muş, Selçuklu döneminde önemli bir ticaret yolu üzerinde bulunuyordu. Erzurum’a giden işlek güzergah için başka seçenek yoktu ve yola koyulanlar burada konaklamak mecburiyetindeydiler. Nitekim tarihi kayıtlar şehre, Selçukluların birçok han inşa ettiklerini kaydediyorlar. Ne var ki günümüze çok azı gelebilmiştir. Bunların en önemlisi Aslanlı Han’dır. Osmanlı döneminde arsası üzerine Hacı Şeref Camii’nin inşa edildiği hanın görkemli bir giriş kapısı bulunuyordu. Hanın oldukça büyük bir avluya sahip, çift aslanlı, mukarnas kasnaklı geniş kapısı 1950’li yıllardaki yol genişletme çalışmaları sırasında yıkılmıştır. Kapıdaki, nadir bir forma sahip aslan heykellerinden de yalnızca birisi günümüze gelebilmiştir; o da şu anda vali konağının bahçesinde muhafaza edilmektedir. İslâm mimarisinde aslan heykelinin kullanılması Selçuklularla birlikte başlamıştır denilebilir. Bu dönem yapılarında sıkça karşılaştığımız aslan figürü, gücü ifade ediyordu ve bu figürü özellikle de han, kale ve saray gibi sivil mimari eserlerinde kullanıyorlardı. Eski Muş’un tarihi kısmı ise Selçuklu mimari tarzında yapılmış eserlerle bezenmiştir. Bunlar arasında 14. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen Ulu Camii ile 1748 yılında tamamlanan Alaeddin Bey Külliyesi’ni sayabiliriz. Osmanlı’da kendine özgü bir mimari formun yaygınlaştığı ve klasikleştiği bir dönemde bile caminin bu tarzda inşa edilmiş olması, Van Gölü Havzasında Selçuklu mimari geleneğinin derinliğini ortaya koymaktadır. Muş’un ayakta kalabilen önemli bir Selçuklu mimari mirasın da biri de Murat Köprüsü’dür. Yakın dönemde restore edilen köprü, MuşVarto yolu üzerinde bulunuyor. ..Murat Irmağı, şehrin başından sonuna ovaları, vadileri sulayarak akar. Irmağın üzerinde beş büyük
sayı//73// ağustos 4
tarihi köprü olduğu tespit edilmişse de, ne yazık ki sadece biri bugüne gelebilmiş durumda. ..Murat Köprüsü’nün 13. yüzyılda inşa edildiği tahmin edilmektedir. 134 metre uzunluğunda, 12 gözlü köprünün genişliği ise yaklaşık beş metredir. Köprünün ayakları üzerinde üçgen şeklinde selyaranlar bulunmaktadır. Akarsuyu açıklara yönelterek köprünün ayaklarına zarar vermesini önleyen selyaran sistemi, Selçuklu taş köprülerinin yüzlerce yıl ayakta kalabilmesinin en önemli sırlarından biridir…Selçuklu köprü mimari geleneği Osmanlı döneminde de devam etmiş, Mimar Sinan dâhil birçok mimara ilham kaynağı olmuştur. Diğer yandan, sadece Murat Irmağı üzerinde, beşi yıkılmış altı büyük köprünün bulunması Selçuklu ve onun mirasçısı Osmanlı dönemlerinde Muş bölgesindeki ticaretin ne kadar canlı olduğunu gösteriyor. Ne var ki, ayakta kalabilen tek köprü olan tarihi Murat Köprüsü de, erken dönem eski ticaret yolları üzerinde inşa edilen diğer Anadolu Türk köprüleri gibi, güzergâhların değişmesiyle sessizliğe bürünmüş, ıssız yol ve vadilerde yapayalnız kalmışlardır…Van Gölü Havzasındaki araştırmalarımızda, Selçuklular döneminde, Muradiye-Erciş-Adilcevaz-Ahlat üzerinden Tatvan, Bitlis, Mutki, Güroymak, Bulanık ve Korkut’a uzanan hat boyunca yoğun bir yerleşimin olduğunu tespit ediyoruz. Buna imkân veren ise hat boyunca sıralanan tarihi mezarlıklar oluyor. Bu sebeple, bu hattı, “Selçuklu Kuşağı” olarak adlandırmak mümkün… Bu mezarlıklardan biri de Ahlat-Malazgirt yolu üzerindeki Günyurdu köyünde bulunuyor. ..Aradan geçen uzun yüzyıllar mezarlığın büyük oranda tahrip olmasına yol açmış… Ancak, yine de yok olmaya direnebilmiş olan mezar taşları da var. Bunların üzerindeki motif ve figürler Van Gölü Havzasındaki diğer büyük Selçuklu mezarlıklarında görülenlerin aynısı… Muş’taki araştırmalarımızda benzer kaderi paylaşan başka tarihi mezarlıklar da karşımıza çıkıyor. Kimi ıssız bir dağın yamacında, kimi yerleşim yerlerinin kenarlarında kendi kaderleriyle baş başa zamana direnmeye çalışıyorlar. Korkut ilçesi Sazlıkbaşı köyündeki mezarlık da bunlardan birisi… Mezarlıktaki kabirler, arasından yol geçirilmiş iki tepe üzerinde uzanıyor. Tepelerden birinde bir de kümbet var ama bakımsızlık ve ilgisizlikten büyük oranda tahrip olmuş durumda… Muş
bölgesindeki en büyük Selçuklu mezarlığı ise Bulanık ilçesine bağlı Mollakent beldesinde yer alıyor. Mollakent, Esenlik köyü ile birlikte, bölgenin Selçuklu eserleri açısından en zengin yerleridir demek yanlış olmaz… Mollakent’teki tarihi mezarlık, oldukça geniş bir alanı kapsıyor. Etrafı duvarlarla çevrilmiş, duvarların hemen yanında bir cami ve kümbet bulunuyor. Cami, 19.yüzyılda yapılmış olmasına karşın, Selçuklu mimari tarzına sahip. Selçuklu dönemi eseri olan ilk cami yıkılınca yerine şimdiki cami inşa edilmiş. Eski caminin kalıntıları halen yerinde duruyor. Cami ve kümbetin yanında misafirhane olarak adlandırılan bir de tekke bulunuyor. Aynı yerde bulunan medrese ise yıkılmış, yalnızca, bezemeli kapısı ayakta kalabilmiş… Mollakent Selçuklu Mezarlığı, adeta bir açık hava müzesi gibi. İçinde dolaşırken çok farklı motif, figür ve tamgalarla bezeli mezar taşları ve sandukalarla karşılaşıyoruz. Bu yönüyle, Gevaş Selçuklu Mezarlığı ile oldukça benzerlik gösteriyor. Orada olduğu gibi, havzadaki çeşitli tarihi mezarlıklarda görülen şahide ve sanduka örneklerini burada da görüyoruz… Bunun yanı sıra Ahlat’taki örneklerinin neredeyse aynısı, aynı zenginlik ve göz alıcılıkla işlenmiş, -sanki oradan sökülüp getirilmişçesine benzeyen- bir kaç mezar taşı da dikkat çekiyor. Belli aynı mimarın elinden çıkmış… Böylesine uzak iki yerleşim yeri arasındaki bu benzerlik şaşırtıcı değil, aslında. Çünkü aynı insanlara, aynı kültürel mensubiyetin eserleri olma özelliğine sahipler. Mezarlıkta, farklı kompozisyonlu şahide ve sandukaların yanı sıra beş adet açık türbe de sayabildik. Burada koç biçimli mezar taşıyla da karşılaşıyoruz. Alanda göze çarpan serpuşlu mezar taşları ise definlerin Osmanlı döneminde de sürdüğünü gösteriyor. Sonraki durağımız, yine Bulanık ilçesi sınırları içerisindeki Esenlik Köyü oluyor…“Abri” olarak da bilinen köyde bir külliye olduğunu öğreniyoruz. Bu bizi heyecanlandırıyor. Ne var ki, Selçukludan sonra değişen ticaret yollarına bağlı olarak burası da ıssızlaşmış. Bir zamanlar külliye inşa edilecek kadar büyük olan Esenlik, bugün küçük bir köye dönüşmüş durumda… Külliyeden ise günümüze, yalnızca cami, türbe, çilehane ve hamamı gelebilmiş... Bu yapılar birbirinden uzakta, oldukça geniş bir alana yayılmış halde. Bu da külliyenin ne kadar da büyük bir saha üzerine inşa edilmiş olduğu gösteriyor şüphesiz…Esenlik Camii, klasik 5
Selçuklu mimarisine sahip. Dikdörtgen formlu ve kubbeli plan uygulanarak inşa edilmiş. Hangi tarihte yapıldığı ise tartışmalı. İçinde yer alan bir belgeye göre yapım tarihi 1194. Kitabesinde ise hicri 725/miladi 1325 tarihinde inşa edildiği yazılı. Banisi olduğu rivayet edilen Şeyh Abdülmelik’e ait türbedeki mezar taşında yer alan 1326 tarihi, ikinci ihtimali akla getiriyor. Ancak, daha güçlü olanı, ilk caminin tahrip olması üzerine Abdulmelik tarafından ihya edilmiş olması… Aslında bu görüşü destekleyebilecek bulgular da var. Esenlik Camii, iç mekân anlayışı ve dış cephesindeki yüksek payandalarıyla, Kızıltepe ve Silvan ulu camilerine çok benzemektedir. Bu bağlamda, hangi yıl yapılmış olursa olsun Artuklu mimarisinin etkisiyle inşa edildiği görülmektedir. Büyük Selçuklu İmparatorluğunun önde gelen komutanlarından olan Artuk’un kurduğu beylik, Mardin, Harput ve Hasankeyf olmak üzere üç merkeze ayrılmış ve 15. Yüzyıl başlarına kadar varlığını sürdürmüştür… Artuklular, hâkim olduğu bölgeleri taş ve tuğla mimarisiyle bezemişler ve Selçuklu döneminin tapusu yapmışlardır. Öyle ki kimi bilim adamları, Artukları Anadolu’da taş sanatının en parlak temsilcileri olarak tanımlamaktadırlar… Bünyesinde külliye bulunduran Esenlik köyünün, Selçuklu döneminin önemli bir yerleşim merkezi olduğunu gösteren bir başka delil de 500 metre batısında yer alan tarihi mezarlık. Alana girdiğinizde, Ahlat’taki mezar taşlarıyla çok büyük benzerlikler gösteren, fakat ne yazık ki yine büyük oranda tahrip olan mezar taşları ile karşılaşıyoruz. Burada da, koç figürlü mezar taşı bulunuyor. Yıpranarak asıl görünümünden epey uzaklaşmış olan bu mezar taşı bugün farklı bir inanca beşiklik eder olmuş. Yöre halkı, bir insanın bu delikten geçebildiği takdirde günahsız, geçemezse günahkâr olduğuna inanıyor. Bu nedenle “delikli taş” adını vermiş, yüzyıllar önce kim bilir hangi bey adına dikilmiş bu mezar taşına… yine kökleri bin yıllar öncesine dayanan bir başka inancın etkisiyle… Van Gölü Havzasının birçok yerinde görülen koç-koyun heykelli mezar taşı, Türkistan’dan Anadolu’ya Türklerin yerleştiği her yerde, kadim bir mimari mirastır. Kökeni, Hunlara kadar uzanmakta, ardından gelen dönemlerde de yaygınlaşarak devam ettirilmiştir. Mesela, Kültigin anıtının hemen girişindeki mezarlık alanının sağında ve solunda koç formlu mezar taşları yer almaktadır…At, sayı//73// ağustos 6
koyun formlu mezar taşları Selçuklularla birlikte Anadolu’ya taşınmış ve özellikle 15.yy’da Akkoyunlu dönemine kadar yoğun olarak kullanılagelmiştir. Hatta burada yaşayan bazı halklar tarafından da benimsenmiş ve kendi inanç figürleri işlenerek taklit edilmiştir… Van Gölü Havzasında, sadece İslâm öncesi Türk kültürünün izlerini taşıyan koç-koyun ve at formlu mezar taşlarına değil insan siluetli mezar taşlarına da rastlıyoruz… bunlar da Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınan kadim kültürün bir mirası şüphesiz…Eski Türk geleneğinde mezar taşlarının insan siluetli olarak yapılabilmesi iki şekilde mümkün oluyordu. “Sin” adı verilen birincisinde, insan siluetli mezar taşı ölen kişinin kendi kahramanlığını temsil ediyordu. “Balbal” adı verilenler ise, mezarda yatanın savaşta öldürdüğü düşmanlarını simgeliyordu. Yani, her halükârda kahramanlıkla ilgili bir gerekçeye dayanıyor ve geride kalanlara mesaj kaygısı taşıyordu… İnsan siluetli mezar taşı geleneğinin Osmanlı döneminde de sürdürüldüğünü görüyoruz… hatta bilindiği gibi bu dönemde ölenlerin sosyal statülerini ve cinsiyetlerini de belli edici figürlere yer verilmiştir. Bu gelenek, form değişiklikleriyle ve daha basit haliyle günümüz mezarlıklarında da devam ettirilmektedir. Esenlik köyünün ardından Varto ilçesinin Görgü köyüne gidiyoruz. Köy, Bingöl Dağları eteklerine kurulmuş. “Kurçik” adıyla da bilinen köyde yaşayanlar buraya, yüzyıllar önce, Erzincan’ın Tercan bölgesinden göç etmişler. O tarihten itibaren de yaşantılarını bölgedeki diğer yerleşim yerlerinden uzak bir şekilde sürdürüyorlarmış…Ne var ki, şahideli ve sandukalı taşların dikkat çektiği tarihi mezarlık büyük oranda tahrip olmuş durumda. Bu sebeple, burada fazla kalmadan ayrılıyoruz. Köyün çıkışına, günümüze ait bir mezarlık dikkatimizi çekiyor. Gittiğimizde, gözümüze ilk olarak şahideler çarpıyor. Çok sade ve basit yapılmalarına karşın, mezar taşlarında, Van Gölü Havzası tarihi mezarlıklarında rastladığımız birçok kültürel unsurun devam ettirildiğini görmek bizi oldukça heyecanlandırıyor. Mesela Ahlat mezarlığındaki şahidelerde görülen usta kitabesinin basit bir şekli burada da karşımıza çıkıyor. Dikkatleri çeken bir diğer benzerlik, mezar taşlarındaki tüfek ve tabanca figürleri. Bu figürler Güroymak-Bulanık hattındaki Selçuklu mezar kuşağında sıklıkla görülen kılıç ve kalkan figürlerini getiriyor…Görgü
köyündeki günümüz mezarlığında, benzerlerine eski Türk kültüründe rastlanan insan ve hayvan motifleri de yer almakta. Ancak, bizim için en heyecan vereni at üstünde silah taşıyan bir insan figürü oluyor ve bizi alıp Kırgızistan Saymalıtaş’taki kaya resimlerine götürüyor…2013’te kaybettiğimiz Prodüktör Servet Somuncuoğlu’nun uzun uğraşlar sonucu Saymalıtaş’ta, yüz bine yakın kaya resmi tespit etmiş ve çok sayıdaki taşı fotoğraflamıştı. Bunlardan biri de “At Üstünde Ok Atan Adam” figürüydü. Yani Saymalıtaş’tan Varto’ya yalnızca silahların değişmiş, okun yerini tüfek almıştı… Ancak, “At Üstünde Ok Atan Adam” figürünün uzun göçüyle ilgili bulgularımız bununla da sınırlı değil… Muş’tan sonraki bir başka ziyaret sırasında, Van Müzesinin bahçesinde rastladığımız bir başka figür bizi daha da heyecanlandırıyor. Koç başlı bir mezar taşı üzerine işlenmiş bu figürde, at üzerinde mızrak taşıyan bir insan resmediliyordu…Böylece, milattan önceki dönemlerde Saymalıtaş’ta çizilen figürün Anadolu’daki göçünün izlerini tamamlama imkanı elde etmiş oluyoruz. Tek farkları var, o da figürlerdeki silahların çağlara göre değişmiş olması… Çünkü diğer milletler gibi Türkler de, İslâm öncesi kimi kültürel unsurlarını yeni dinlerine uyarlayarak sürdürdüler. Bunlar, örf ve âdet olarak günlük hayatlarının içinde var olmaya devam ettiler…Ekibimiz Varto’nun Görgü köyünden sonra Korkut ilçesine bağlı İçboğaz köyüne doğru yola koyuluyor… İçboğaz’da da geniş alana yayılmış bir tarihi mezarlık bulunuyor. Etrafı duvarlarla çevrilerek koruma altına alınmış… Mezarlıkta, farklı dönemleri yansıtan çeşitli mezar taşlarını bir arada bulunduğu dikkat çekiyor… Sağlam kalabilmiş şahide ve sandukalardaki motifler, beklendiği gibi havzanın diğer yerlerindekilerle aynı. Selçuklular ve takipçileri, Van Gölü Havzası’nın her yerinde olduğu gibi burada da silinmez izler bırakmışlar…Köyde, tarihi mezarlık dışında bir de camii bulunuyor. 1160 tarihinde inşa edilmiş. Ancak, geride kalan yüzyıllar içinde çeşitli onarımlar da görmüş...Van Gölü Havzasında Selçuklu İzlerini ararken, Muş’taki son durağımız ise Yünören köyü oluyor. Köy, Korkut ilçesine bağlı Altınova beldesi sınırları içerisinde yer alıyor. Bir dağ yamacını izleyerek gidilebilen köy, 1665 metre yükseklikte kurulmuş… Köyün merkezinde bulunan tarihi cami, ilk bakışta Selçuklu dönemi medreselerini
andırıyor. Camideki belgede yapım tarihi 1150 olarak belirtilmiş…Muş’un diğer yerleri gibi Korkut ilçesi Altınova beldesi Yünören köyü de Ahlatşah Selçuklularının yönetimindeydi. Bu dönemde zengin yerleşim yerlerinden biri oldu. Bu konumunu Akkoyunlular döneminde de sürdürdü. ..Köy sakinleri, caminin etrafında başka mimari yapıların da bulunduğunu ancak zamanla yıkıldıklarını anlatıyorlar… Tarihi mezarlık ise, köyün diğer yamacında yer alıyor. Bu mezarlık da oldukça geniş bir alana yayılmış. Ve her yer, Selçuklunun taşıdığı kültürel motif ve figürlerle bezenmiş mezar taşları, toprağa gömülmüş sandukalarla dolu… Van Gölü Havzasında Selçuklu izleri ile ilgili anlatılacak daha çok söz var. Ancak, tespitlerimizi burada sonlandırıyoruz. Diğer yandan, yazımızın sınırları içerisinde söz edebildiğimiz ya da edemediğimiz her şey, Selçukluların bölgede bıraktıkları tarihi, sosyal ve kültürel mirasın ne kadar güçlü ve derin türlü tahribata ve kayıtsızlığa rağmen ayakta kalmayı sürdürdüğünü ortaya koyuyor. Yeter sahip çıkmayı bilelim ve ilgilenelim!.. Nasip olursa sonraki yazımızda, Selçuklularla ilgili genel bir değerlendirme çabasında bulunarak bu yazı dizini tamamlamış olacağız. 7
ŞEHİRLİ OLMANIN BEDELİ VEYA, BİR
GÜVERCİN HİKÂYESİ Bu ülkenin köylülükten şehirli olmaya geçişi kolay olmadı. Yaşamayanların hayal etmesi zordur.
Kâmil UĞURLU
ehrin insanlara sağladığı “konfor ve kolay hayat”, uzun bir süre onların kafasında, ulaşılabilecek son nokta olarak yaşadı. Çocuklarını, binbir meşakkate katlanıp okula yollayan, okutan ailelerin düşüncelerinde, çocuğun okuyup bir devlet dairesinde hayatını sürdürmesi, yani “şehirli olması, yani kendilerinin şu çekmekte oldukları sıkıntıları onların çekmemesi…” yatardı. Onun büyük adam olması, devlete-millete yarar sağlaması meselesi sonradan ve olacağı varsa kendiliğinden teşekkül edecek bir haldi. Ama ilk ve tek düşünce, tek amaç değildi. Rahmetli Ali İhsan Hoca, yakın arkadaşımdı. Güzel konuşan, güzel düşünen, soyadı gibiAydın,harika bir insandı. Onun zarif hikâyesi meseleyi -aşağı yukarı- çerçeveler durumdadır: Savaş yılları, memleketin her yerinde olduğu gibi Konya’da da zor geçti. Halk katlanılması zor şartları, bazan sabrederek, bazan mucizevi icatlar yaparak, bazan da işi şakaya vurarak atlatmaya çalıştı ve başardı. Şartlarla boğuşmak zordu. Kimsenin kimseye söyleyecek sözü yoktu. Sadece Türkiye değil, dünya açlıktan kırılıyordu. Bütün bunlara rağmen bâzı aileler çocuklarını çevre kazalardan Konya’ya yatılı olarak okumaya yolluyorlar, kurtuluşu bunda görüyorlardı. “Başını kurtarsın, kendini şehre atsın da rezillikten kurtulsun” düşüncesindeydiler. Bozkır’ın Yelbeyi köyünden İbrahim Ağa, bunca kızdan sonra zor-belâ bulduğu tek oğlunu, bu düşünceyle Bozkır’daki Bölge yatılı okuluna okumaya gönderdi. Ali İhsan, evdeki “tek oğlan” ayrıcalığından, yatılı okulun şartlarına zor geçiş yaptı. Ama mecburdu, yapacak bir şeyi yoktu. Karlı kış gecelerinde rüzgâr estikçe öten pencere camlarına, soğuktan içinde durulmayan yatakhanelere o da alıştı. Yatakhane soğuk, pencereler de alelusul olunca, çocukların çoğu yataklarına işerlerdi gece uyurken. Sidikli çamaşırlar çocukların üstünde kururdu. Öğretmenler sık sık yatakları havalandırmaya çıkarsalar da, yatakhaneye girince insanın genzini ağır bir idrar kokusu
sayı//73// ağustos 8
yakardı. Yatakların altına kadar geçerdi bu ıslaklık ve yer döşemesinde desenler oluştururdu.
hâdise. Her şeyi bir yana bırakıp Ali İhsan’ı dinlediler. Ali İhsan da doğrusu dokunaklı okuyordu:
Bit mümessilleri vardı okulda. Tırnak, bit kontrolü yapılırdı sabahları. Bitli olanlar bir listeye yazılır, bazan listeler uzun olurdu. Yemek genellikle tarhanaydı ve nerde nasıl saklandığı belli olmayan bu mübârek taam, zaman zaman üzerinde siyah kurtçuklarla gelirdi masaya. İtiraza kimsenin mecâli olmaz, onlar bir kaşıkla bertaraf edilir, yemeye devam edilirdi.
“İşit imdi bir acayip hoş haber Kim ne demiş râvigan-ı muteber Resul ikindi namazını kılmış idi Dua edip elin yüze sürmüş idi Gördü, sağ yanında güvercin uçar Kondu Resul’un dizine nâçar..
Bütün zorluklarına rağmen bu okullarda okuyan çocuklara fazla da itibar edilmezdi. Çünki okudukları, yeni sisteme göre lâtin harfleri ve köylü kadınların değerlendirmesine göre “kedi-köpek”ti. Ali topu at, Veli topu tut. Böyle okuma mı olurdu. Ahirete bir faydası yoktu bu okuma şeklinin. Ali İhsan önemli bir keşif yaptı. Cin gibiydi. Yeni harflerle basılmış bir Mevlid kitabı buldu ve satın aldı. Mevlidin ezgisini zaten biliyordu, çok dinlemişti, biraz da kendinden bir şeyler katabilirdi. Karne tatilinde köye dönünce “Ben mevlid okuyabilirim” dedi. Evlerine oturmaya gelen beş-altı komşu kadına başladı mevlidi okumaya. Mevlid kitaplarının bazan başında, bazan sonunda, dinî kıssalar da vardı. Hikâye-i Geyik, Hikâye-i Kesikbaş, Hikâye-i Deve, Hikâye-i Güvercin gibi. Kadınlara bunları kekelemeden, düzgünce okudu genç talebe. Kadınlar çok şaşırdılar, mest oldular, pek hoşlarına gitti bu
Güvercin, Hz. Resul’den kendini korumasını, yavrularının öksüz kalmamasını niyâz ediyordu. Onun peşinde olan doğan ise yavrularını beslemek zorunda olduğunu ve kısmetine mani olmamasını, onu avlamak zorunda olduğunu yalvararak bildiriyordu. Hz. Resul, doğana koyun veya sığır teklif ediyordu, fakat doğan râzı gelmiyordu. Bunun üzerine “Peki, sana kendi etimden vereceğim, âdem eti tatlı olur, deyince, doğan buna râzı oluyordu. Bıçağı getiriyorlardı ama Allah’ın emriyle bu defa da bıçak kesmiyordu : “Güvercin silkindi, oldu Cebrâil Doğan silkindi, oldu Mikâil Biz senin ne olduğun bilmiş idik Biz seni sınamaya gelmiş idik Failâtun fâilâtun failât Ver Muhammed Mustâfa’ya salâvat” Ali İhsan “failâtun”lere gelince sesini iyice koygunlaştırıyor, kadınlar gözyaşları içinde kelime-i şahadet getirmeye başlıyorlardı. Böylece kadınlarla arasını düzeltmişti genç öğrenci. 9
elektriği anlatmaya başlamış: - Bir acayip iştir. Aynı bizim lâmbanın camı gibi bir camı var. Bir de düğmesi. Düğmeye dokununca kendiliğinden yanıyor. Etraf gündüz gibi aydınlanıyor. Yine o düğmeye dokunuyorlar, etraf yine kapkaranlık oluyor. İşte böyle acayip bir şey..
Her karne tatiline gelişte, ellerine aldıkları kendilerince bir hediye ile eve gelirler ve : - Hadi, şu gövercini bi daha okuyuver, diye yalvarırlardı. Ali İhsan okudu, öğretmen oldu, şehirli oldu… Osmanlı’da elektrik önce Beyrut ve Selânik’te devreye girmiş. Sonra İstanbul’a gelmiş bu müthiş teknoloji. İlk günler, elektriğin ne menem bir şey olduğunu görmek için şehir hattında çalışan vapurlara biner, bir düğmeyle yanan ve sönen bu şeytan işi yeni icata hayretle bakarlarmış. Askerliğini Beyrut’ta ve İstanbul’da yapan bir Bozkır köylüsü köyüne dönünce millet etrafına toplanmış. Ali İhsan hocanın yakınlarından biriymiş yeni gelen. - Hadi bakalım anlat, şehirden her gelen acayip bir yalanla geliyor. İnanılmaz şeyler anlatıyor. Bakalım, sen ne yalanla geldin? Ortadoğu’yu, İstanbul’u gezmiş genç adam, çevresinin şaşkın ve meraklı bakışları arasında sayı//73// ağustos 10
Oğlunun bu anlattıklarına babası fena halde kızmış, içerlemiş, içeriye gitmiş, eline bir lâmba camı almış ve dönmüş. Köylülere dönüp, anlatılanı denemiş. Elini gömleğinin düğmesine basmış. Etraf aydınlanmamış. Oğluna çıkışmış : - Ülen eşşoğlueşşek, işte cam, işte düğme, neden yanmaz? Söyleyeceksen doğru-dürüst bir yalan söyle de bari, millet yüzüne tükürsün.Bizleri rezil ettin.. Bu ülkenin köylülükten şehirli olmaya geçişi kolay olmadı. Yaşamayanların hayal etmesi zordur. Konya’da Aziziye Camisi çevresinde kurulan köylü pazarına, evlerinin önündeki bir avuçluk bahçede, kuyu suyuyla yetiştirdikleri iki tutamlık yeşilliği satmaya getiren kadınların başlarındaki çemberi (örtüyü) çekip alan jandarmaya, şalvarlı ve başı takkeli olan kıyı mahalle erkeklerinin takkesini başından alıp yırtan ve şalvarının uçkurunu kesen hükümet adamlarının zulmüne alışmak mümkün müdür? Şehirli olmayı böyle anlayan ve herkesi zorla şehirli yapmaya çalışan bu zihniyetin kaybolması, yıkılması kolay değildir, nitekim el’an devam etmektedir ve edecektir. Şehirli, yani “medenî” olabilmenin bedeli vardır. Bu bedel uzun sürede ve yavaş yavaş ödenmelidir. Zamana ve çabaya ihtiyacı vardır. Bunlar yerine getirilmedikçe de, gerçekleşmesi muhaldir.
AYASOFYA'DA
OKUNAN HER EZAN
VATİKAN'DA
OKUNAN BİR EZANDIR Fatih Ayasofya’dan yola çıkarak, Doğu Roma’nın şehri Yeni Roma’yı, Türk dünyasının şehri İstanbul’a dönüştürmüştür. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
ilgi ve bilgeliğe sevdalı, Bilge Sultan Fatih’in, İkinci Roma’yı İstanbul’a dönüştürmesinin ardından Anadolu insanına büyük fetih kapıları açılmıştır. Bilgeliğe dönüşen bilgiyi, yitirdikleri paha biçilmez bir hazine olarak gören Türkler, bilgi ve bilgeliğin peşinde Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine doğru, uzun bir bilgelik yolculuğuna çıkmışlardır. Yeryüzünde bilgelik yitirilse, Bilgelerin Sultanı Mevlana’nın izini sürenler, yitirilen bilgeliliği zenginleşmiş olarak tekrar bulurlar. Fatih Ayasofya’dan yola çıkarak, Doğu Roma’nın şehri Yeni Roma’yı, Türk dünyasının şehri İstanbul’a dönüştürmüştür. İstanbul Üsküdar ile Mekke, Eyüp ile Medine, Kadıköy ile Kudüs kapısıdır. Dünya şehirlerinin anası Mekke’nin, Kurtuba'da ve Kazan’da batan güneşi, İstanbul’da yeniden doğmuştur. İstanbul’un odak noktası Fatih’tir.
*TC.Maltepe Üniversitesi
Fatih’i bilen bütün hazineleriyle İstanbul’u bilir. İstanbul’da aslına dönen Ayasofya, kutsal kültürün sürekliğinin ve bütünlüğünün simgesidir. Kutsal kültürde en başta olan İslam, sürekliği ve bütünlüğü sağlamak için, en sonda gelmiştir. On beşinci yüzyılda, Avrupa’nın dönüştürülmesinde olduğu gibi, Yirmi birinci yüzyılda dünyanın dönüştürülmesinde İstanbul, Anadolu insanına yeni kapılar açacak, yeni fırsatlar sunacaktır. Ancak düz kare dünyanın dönüştürülmesi, yuvarlak küre dünyanın dönüştürülmesinde olduğu gibi, silahlı kurumlarla ve kuruluşlarla değil, silahsız kurumlarla ve kuruluşlarla yapılacak bir dönüşümdür. Yeni dönüşümün mimarları, bilgiyi nükleer silahlara dönüştüren kurumlar ve kuruluşlar değil, bilgiyi bilgeliğe dönüştüren, kurumlar ve kuruluşlar olacaktır. Bilge Sultan Fatih gibi, Arapça ve Farsça yanında, İngilizce'nin ve Almanca'nın dayandığı, Latince ve Grekçeyi, anadilleri Türkçe kadar bilen kuşaklar yetiştirilirse, düz kare dünyanın bütün kapıları, Anadolu insanının kurumlarına ve kuruluşlarına sonuna kadar açılacaktır. Düz kare dünyada ülkelerin bayraklarını devletler değil, kusursuz ürün, hizmet ve bilgi üretmesini bilen, kusursuzlukta yarışan kurumlar ve kuruluşlar taşıyacaktır. Kare dünyada kusursuzluğu arayanlar, kusursuzluğun kaynağı olacaklardır. Geleceğin dünyasında, iki günü birbirine eşit olanlara yer yoktur. Bilge Sultana kusursuzluğu arama yolunda, nasıl Bilgeliğin Zirvesi Akşemseddin yol göstermişse, düz kare dünyanın fatihleri olan kurumlara ve kuruluşlara da insanlık tarihinin eşsiz bilgeleri yol gösterecektir. Düz kare dünya vasat kurumların, vasat kuruluşların, vasat girişimcilerin dünyası değil, kusursuz kurumların, kusursuz kuruluşların, kusursuz girişimcilerin dünyasıdır. Kare dünya kurumların, kuruluşların ve girişimcilerin ülkeleri değil, ilkeleri önemlidir. Onlar kusursuzluğu yakalayan bilgileryle, hizmetleriyle ve ürünleriyle, bütün dünyada saygıyla karşılanırlar. Düz kare dünyada ülkelerin baskısı yoktur, ilkelerin baskısı vardır. Her alanda vasatlık ilkesizlikten kaynaklanır. İlkeleri ilkesizlik olanlar, ilkesizliği baş tacı edinenler, vasatlığın oluşturduğu çelikleşmiş yapıları, dönüştürecek kurumların ve kuruluşların öncüleri olamazlar. Düz kare dünyanın mimarları, kurumlarında ve kuruluşlarında hem Fatih gibi, hem Akşemseddin gibi olmak, bilgi ve bilgeliği altın oranda harmanlamak zorundadırlar. Bilgiyi bilgeliğe, bilgeliliği bilgiye dönüştürecek olanların, akılları hem başlarındadır, hem gönüllerindedir..Bilgeliğe dönüşen bilgiyle, bilgeler iki dünyanın kapılarını, bütün insanlığa açarlar. Dünya tarihinde,Akşemseddin bilgeliğin Fatih bilginin sultanıdır. 11
İŞTE BURASI
ALLAH’IN EVİDİR AYASOFYA-İ KEBÎR CAMİİ ŞERÎFİ İstanbul’dan 1837 ila 1858 tarihleri arasında; ardında çok önemli işler yapmış ve şehre farklı bir çehre kazandırmış olarak İsviçreli bir mimar geçti, FOSSATI Gaspare Trajano. Ancak ilginçtir, Fossati'n, yaptığı eserlerin bir çoğu yanarak yok olmuştur.. Mehmet Kâmil BERSE
nce Konstantiniyye’nin sonra İstanbul’un simgesi ,abide eser Ayasofya, asırlar boyunca İstanbul’u ziyaret eden yerli ve yabancı bütün seyyahların uğradığı mekânların başında gelir. İlk zamanlar resimleri çizilip, gravürleri yapılan mabedin 19. asrın ortalarından itibaren pek çok fotoğrafı çekildi. Ancak bunlar içinde hem muhteva bütünlüğü hem de görsellik bakımından Mimar Gaspare Fossati’nin “Aya Sofia Constantinople” adlı eseri başka bir öneme sahip... (1852’de Sultan Abdülmecid’in desteğiyle bastırılan bu meşhur eser, 162 yıl sonra Çamlıca Basım Yayın tarafından orijinaline sadık kalınarak yeniden basıldı.) Yeni baskı teknikleri ile yeniden gün yüzüne çıkan eser, gerçek ebatlarına yakın ölçülerde (29,5x39,8), 160 gram kağıda 5 renk basıldı. Aslı Fransızca olan metin Türkçe, Arapça ve İngilizce’ye tercüme edilerek bütün dünyaya hitap edecek hale getirildi. İŞTE BURASI ALLAH’IN EVİDİR...
Fossati, eserinde ana ibadet mekânının doğuya bakan manzarasını şöyle tasvir ediyor: “Ortadaki büyük kapı yoluyla kapı dehlizinden çıkıldığında, karşımıza Ayasofya’nın muhteşem ana ibadet mekânı çıkmaktadır. Mekanın büyüklüğü o derece ihtişamlı ki insanın gözlerini kamaştırıyor. Dünyada hem yüksek, hem geniş ve buna rağmen uyumlu olan başka bir bina bilmiyorum. İşte burası Allah’ın evidir...” 6 BİN LAMBA İLE AYDINLANIYOR
Fossati, çizimleri ile o günü bu güne taşıdığı eserlerinde yapı ile ilgili teknik bilgileri ve teknik çizimleride paylaşıyor.. Binanın genişliği 72 metre, uzunluğu ise 81,5 metredir. Kubbe zeminden 55 metre yüksekliktedir. Yarıçapı 31,5 metredir. Kubbenin çevresinde hafifliğini daha da artıran 40 pencere vardır. Mübarek Ramazan gecelerinde çok ince demir tellerle çeşitli yüksek yerlere asılan 6 bin lamba ile camii aydınlatılarak muhteşem bir tesir bırakıyor. FOSSATİ
7 Ekim 1809’da Güney İsviçre’nin İtalyanca konuşulan Ticino (Tessin) kantonunda Morcote’de dünyaya geldi. Ecdadında pek çok mimar ve ressam bulunan bir ailenin çocuğudur. Yakınları gibi o da mimar olarak yetişmek üzere, en büyük özelliği gençlere NeoRönesans üslûbunda binalar yapmayı öğretmek olan Milano’daki Brera Akademisi’nde öğrenim sayı//73// ağustos 12
gördü. O yıllarda Rusya’da bu üslûp çok tutulduğundan genç mimarlar orada çalışarak para kazanmayı tasarlıyorlardı. Gaspare Brera Akademisi’nden 1827 yılında mezun oldu ve diploma projesi olarak hazırladığı “bir başkent için arşiv binası” konulu çalışması çok beğenilerek kendisine altın madalya verildi. Fossati 1828-1831 yıllarında İtalya’da dolaştı; Venedik ile Roma’da eski tarihî binaların rölövelerini çizdi ve 1832’de Morcote’ye döndü. Bir süreden beri Rusya’da çalışan amcası Giorgio Giugliemo Fossati’nin teşvikiyle 1832’de mimar ve dekoratör olarak hayatını kazanmak için Kuzey Rusya’da Petrograd’a gitti. Burada 1833’ten itibaren bazı özel saraylar, kiliseler ve evler yaptı. XIX. yüzyıl başlarında Rus Çarlığı’nın İstanbul’daki elçiliği, Beyoğlu’nda, İsveç elçiliğiyle Galata Sarayı arasındaki sırtın hâkim noktasında yükselen çok büyük ahşap bir konaktan ibaretti. Büyük Beyoğlu yangınlarından birinde, herhalde 23 Safer 1247’de (3 Ağustos 1831) çıkan yangında elçilik binası da tamamen kül oldu. Rus Çarlığı, 18281829 savaşının kendi lehine sonuçlanmasından cesaret alarak İstanbul’da eskisinden daha güzel ve daha gösterişli bir elçilik sarayı yaptırmak için Fossati’yi bu işle görevlendirdi. 20 Mayıs 1837’de İstanbul’a giden Fossati’nin hazırladığı proje çar tarafından 1839 yılı Şubatında onaylandıktan sonra çalışmalara başlandı. Bu arada kardeşi Giuseppe’yi de yanına aldıran Gaspare Fossati burada NeoRönesans veya neo-klasik üslûpta muhteşem bir elçilik sarayı inşa etti. Ön hazırlıklarla 1838’de başlayan inşaat 1845 yılında açılış töreni yapılabilecek kadarı ile bitmişti. Fakat bütün ayrıntıları ile yapımı ancak 1849’da tamamlandı. Bugün Beyoğlu’nda İstiklâl caddesinin Marmara’ya bakan kenarında bahçe içinde görülen ve Rus konsolosluğu olarak kullanılan yapı bu saraydır…O dönemin dünya emperyaşistlerinden Rusya nın Osmanlı ve İstanbul üzerindeki emelini bu binaya baktığınızda görüyorsunuz.. Bu gösterişli yapının yakın bir gelecekte Boğaz kıyılarına sahip olacağına inanılan Rus çarına ikametgâh olarak hazırlandığı Beyoğlu’ndaki yabancılar arasında dedikodu şeklinde söyleniyordu. .. Aynı yıllarda Fossati İstanbul’da başka siparişler de aldı. 1841-1843 yılları arasında Galata’da Voyvoda (şimdi Bankalar) caddesinin yanında San Pietro Kilisesi’ni yeniden inşa etti. 1845’te kardeşiyle birlikte Beyoğlu’nda bir mülk satın aldı..
DARÜLFÜNUN BİNASI
1846’da Encümen-i Dâniş’in teklifi üzerine Batılı sisteme göre öğretim yapılması için bir dârülfünun kurulması düşünüldüğünde binasının yapımı Fossati’ye havale edildi.. O dönemde Heybetli kitlesiyle İstanbul’un Marmara’ya hâkim bir yerinde, Ayasofya’nın tam önünde yükselen bu muhteşem dârülfünun binasının inşası uzun yıllar sürdü..Ancak o yıllara ait fotoğraflarda görüldüğü gibi heybeti ile Ayasofya yı ; deniz yönünden bakıldığında perdelemektedir.. Bittikten sonra da dârülfünun olarak kullanılmadı. İlk Osmanlı Meclis-i Meb‘ûsanı 1877’de burada toplandı. Meclis II. Abdülhamid tarafından dağıtıldıktan sonra önce Evkaf, arkasından da Adliye Nezâreti binası oldu. Cumhuriyet döneminde de İstanbul Adliye Sarayı yapıldı. Nihayet 3 Aralık 1933 gecesi içinde çıkan bir yangınla mahvoldu, yok oldu… Fossati’nin İstanbul’da yaptığı binalardan biri de 1846’da siparişini aldığı bir tiyatrodur. Galata Sarayı’nın karşısındaki yapı adasında Nahum için inşa ettiği, o devrin bu çeşit binalarının hepsi gibi içi tamamen ahşap ve çok gösterişli olarak zengin surette bezenen bu tiyatro fazla uzun ömürlü olmadı. Büyük Beyoğlu yangınında 11 Rebîülevvel 1287’de (11 Haziran 1870) yanarak ortadan kalktı. Aynı yıllarda Fossati’ye Bâbıâli avlusu içinde bir arşiv binası yapması hususunda sipariş verildi. Böylece diploma projesi olarak hazırladığı konuda çalışma imkânı buldu. Alay Köşkü karşısındaki, geniş saçaklı kapının iç tarafında sağda yer alan ortası kubbeli binayı Bâbıâli arşivini muhafaza etmek üzere inşa etti. Belgeleri yangın tehlikesinden korumak için binanın 13
istemesi üzerine de mozaikleri temizletti. Bu sırada yapılan çalışmalarda bezeme mozaikleri açık bırakılarak sadece eksik kısımlar boya ile tamamlandı ve aralardaki hıristiyan alâmetleri de boya ile örtüldü.
AYASOFYA
Binanın içine iskeleler kurularak nakışlar yenilendi, yeni kandiller takıldı, kıble duvarındaki pencerelere bir Türk ustanın eseri olan revzenler yerleştirildi. Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin cami içinde yazdığı devâsâ ölçüde yuvarlak sekiz levha, önceki kare levhaların yerlerini tutmak üzere ana pâyelere asıldı. Fossati’nin Ayasofya’da yaptığı ek inşaat ise Bâb-ı Hümâyun yakınında Sultan Ahmed Çeşmesi karşısındaki Kasr-ı Hümâyun ile bunun cami içindeki devamıdır. Padişahın cuma namazına geldiğinde kısa süre dinlenmesi için yapılan bu kasır iç süslemesiyle küçük bir saray mekânı görünümündedir. Fossati’nin kız kardeşi Bianca’nın kocası İtalyan sanatkâr Antonio Fornari buradaki kalem işi nakışları yaparken kasrın tepeden ışık alan büyük salonunun duvarlarına karşılıklı olarak Mekke ve Medine’nin birer resmini de işledi. Bugün bunlardan yalnız bir tanesi mevcuttur.
Fossati, bu çok yaşlı binayı ayakta tutabilmek için galerilerde şakulünden kaymış on iki sütunu düzeltmiş, kubbedeki büyük çatlakları doldurmuş, bu kısmı destekleyici önlemler almıştır. Ayrıca Ayasofya’nın duvarlarındaki mermer kaplamaları temizleyip cilalatmış, eksik kısımları alçı ile tamamlamıştır. Ancak tonoz ve kemerlerde ayıklamalar yapıldığında badana tabakaları altından eski Bizans mozaikleri meydana çıkmıştı. Fossati ilk mozaiğe rastladığında Sultan Abdülmecid’i davet etti, hünkârın bu resimlerin ortaya çıkarılmasını
Fossati, caminin içinde mihrabın solunda bulunan ve duvarı güzel çinilerle kaplı olan hünkâr mahfilinin yerine de VI. yüzyılın Bizans mimarisinden alınma unsurlarla bezenmiş, sütunlara oturan bir köşk halinde çıkıntı teşkil eden yeni bir hünkâr mahfili yaptı. Ayasofya’nın, esası Fâtih dönemine ait medresesini XIX. yüzyıl üslûbunda yeniden inşa etti, ayrıca yan avlu kapısına komşu olarak bir de muvakkithâne yaptı. 1935’te yıktırılan medresenin son yıllarda temelleri meydana çıkarılmıştır. (İnşaallah yeniden ihya olunacaktır)Tuğla minarenin de külâhının başladığı yerde girlantlı bir friz eklenmek suretiyle peteği biraz yükseltilmiş, böylece diğer minarelerle aynı yükseklikte olması sağlanmıştır. Fossati, dökülmüş mozaiklerin tanelerini toplatarak bunlardan bir madalyon halinde yanındaki ustalardan Lanzoni’ye Sultan Abdülmecid’in bir tuğrasını yaptırdı. Semavi Eyice, Topkapı Sarayı’nın bir deposunda tesadüfen bu tuğrayı bulmuş ve hayli uğraştıktan sonra ancak 1990’larda bunun Ayasofya’nın esas girişinin yanına duvara konulmasını sağlamıştır. Fossati’nin Ayasofya’daki çalışmaları 13 Temmuz 1849’da tamamlandı ve cami 1265 yılının Ramazan ayının ilk cuma günü (27 Temmuz 1849)
merdiveni, kat döşemeleri, hatta kapı kanatları İstanbul Tersanesi’nde demirden yaptırıldı. Bu bina yakın zamana kadar Osmanlı Arşivleri daire başkanlığı olarak kullanıldı, bugün ise İRCİCA nın merkezi olarak kullanılmaktadır.. Fossati’nin İstanbul’da üstlendiği en önemli iş ise Ayasofya’nın büyük ölçüde tamiri olmuştur. Sultan Abdülmecid nedense, o devirde Osmanlı Devleti’nin bütün inşaatlarını yapan ünlü Balyan ailesine bu işi vermeyerek Batılı bir mimarın yapmasını uygun görmüştür. İhale 1846’da yapıldı. Önce 26.000 keselik harcama gerektirecek basit bir tamir düşünülmüştü. Fakat 1263 (1847) yılında çıkan bir irade ile tamirin daha geniş tutulması istenerek çocuksuz öldüğü için serveti beytülmâle kalan Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendi’nin mirası bu işe tahsis edildi. 800 işçinin çalıştığı bu tamirde bina mimari bakımdan takviye edildikten başka iç ve dış süslemesi yenilendi, bazı eklemeler de yapıldı.
sayı//73// ağustos 14
büyük bir törenle açıldı. Bu vesile ile İngiliz hakkâk ve fotoğraf ustası J. Robertson’a yaptırılan bir de hâtıra madalyası basılmıştır. Ayasofya’da çalışmalar sürerken İstanbul’a gelen W. Salzenberg adındaki Prusyalı bir mimar 1848 yılının Ocak-Mayıs aylarında, kurulmuş iskelelerin yardımıyla tarihî binayı iyice inceleme imkânını elde ederken meydana çıkarılan mozaiklerin de desenlerini çizdi. Halbuki Fossati bu mozaikleri renkli büyük bir albüm halinde neşretmeyi tasarlamış ve bunun için Rus çarından 6000 ruble istemişti. Çarın hediye olarak sadece bir yüzük göndermesi üzerine bu defa Fossati mozaikleri bir kenara bırakarak Ayasofya’nın iç ve dış görünüşleriyle çevresini gösteren bir albüm hazırlayıp bunu Sultan Abdülmecid’den sağladığı ihsanla 1852’de Londra’da bastırdı. İçinde renkli yirmi beş levha bulunan bu eser, üstünde padişahın tuğrası olmak üzere sultanın yardımlarıyla meydana getirildiğini bildiren çok süslü bir başlık sayfası ile yayımlandı. 36x53 cm. ölçülerindeki bu albümün 1980’de çok ufak boyda bir tıpkıbasımı yapıldı. Fakat her nedense bu baskıda Sultan Abdülmecid’e şükranları ifade eden baş sayfaya yer verilmemiştir. Fossati’nin albümü yayımlandıktan az sonra 1854’te Salzenberg de Ayasofya mozaiklerinin resimlerini büyük bir albüm halinde bastırdı ve bu olay diplomatik çekişmelere kadar uzanan bir polemiğe yol açtı. Fossati, Ayasofya’nın önünde yeni bir dârülfünun binası inşaatını sürdürürken devlet ileri gelenleri için de yalılar ve konaklar yapıyordu. 1847’de Sadrazam Reşid Paşa için bir yalı, 1850’de Kâmil Bey için bir ev, aynı yıl Hollanda sefâreti için yeni bir bina ile Osmanlı Hariciye nâzırı için bir yalı (bunun sonradan yanan Kanlıca’da Keçecizâde Fuad Paşa yalısı olması mümkündür) yaptı. 1856’da, Harbiye’de Pangaltı’dan Büyükdere’ye kadar bir tren hattı döşenmesini teklif ederek bunun maliyetini ve programını da açıkladı. Aynı yıl İran Devleti için Cağaloğlu semtinde bugün de aynı maksatla kullanılan elçilik sarayını inşa etti. Fossati Kırım Savaşı yıllarında Maslak’ta birtakım askerî binalar (su haznesi ve mutfak), Bâb-ı Seraskerî içinde bir hastahane, Eminönü’nde bir karakol, kardeşiyle Alay Köşkü bitişiğinde Telegrafhâne-i Âmire binasını yapmışsa da bugün bunların hiçbiri mevcut değildir. Yalnız Sadrazam Reşid Paşa için Beyazıt Camii hazîresinde tasarladığı türbe projelerinden bir tanesi uygulanmış
olup bugün görülen türbe binası Fossati’nin tasarladıklarından biridir. Fossati, Tanzimat Fermanı’nın ilânı üzerine Gülhane meydanı için bir anıt projesi hazırlamış, fakat bu proje uygulanamamıştır. Gaspare Fossati 1858’de memleketine Morcote’ye döndü, 1862’de Milano’ya yerleşti. 1863’te Sarayburnu sahil sarayının yanması haberi üzerine Sultan Abdülaziz’e mektup yazarak aynı yerde yeni bir saray yapmayı teklif etti. Gaspare 1869’da kardeşi Giuseppe ile İtalyan uyruğuna geçti. Morcote’de Türkiye’den getirilmiş eşya ile döşenmiş evinde 5 Eylül 1883’te öldü ve orada toprağa verildi. Gaspare’nin kardeşi Giuseppe de Ticino’da Morcote’de 1822’de dünyaya geldi. 1839’da Milano Akademisi’nden mezun oldu..1845-1846 yıllarında Dolapdere yamacında Katolikler’in katedrali olan Saint Esprit Kilisesi’ni yaptı, 1847’den itibaren de Ayasofya tamirinde ağabeyine yardımcı oldu. 1855’te Sisam Beyi Bugorides ile 1858’de Ömer Paşa için Boğaz’da yalılar yaptı. 1859’da Morcote’ye döndü, 1865’te Hocapaşa yangınından sonra bölgeyi imar etmek üzere projeler teklif etti. Giuseppe Fossati de 1 Mart 1891’de öldü. Ağabeyi Gaspare’nin gölgesinde yetişen Giuseppe, desen ve projelerine göre pek parlak bir ressam ve mimar gibi görünmemektedir. KAYNAKÇA:
TDV İslam Ansiklopedisi-Semavi Eyice / G. Fossati, Aya Sofia Constantinople as recently restored by Order of H. M. the Sultan Abdul-Medjid,.. 15
yasofya müze olduktan sonraki, ilk namaz ne zaman kılındı?
KAÇ YIL GEÇTİ ARADAN?!. “BİR AYASOFYA HİKAYESİ” Osman Yüksel, AYASOFYA şiiri veya yazısı dolayısıyla tutuklanıyor. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nce idamla yargılanıyor.. Ayasofya için ne bedeller ödendi!... Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
1965 yılında Rasim Cinisli MTTB Genel Başkanı seçildi. MTTB’de bu değişimle idrak, şuur, eylem ve dinamizm tamamen dönüştü. İlk faaliyetlerinden biri İstanbul Beyazıt Meydanında 29 Mayıs günü Fetih Mitingi oldu. Ben lise öğrencisiyim. Vefa’dan koşarak geldim mitinge. İsimlerini bildiğim, kitaplarını ve yazılarını okuduğum ama ilk defa gördüğüm aydınlar birbiri ardından konuşuyordu bu mitingde. Aklımda kaldığı kadarıyla Rasim Cinisli, Ahmet Kabaklı, Nevzat Yalçıntaş, İlhan Egemen Darendelioğlu, Nizamettin Nazif ve Mustafa Yazgan heyecanlı ve dolu dolu konuşmalar yaptılar. Mehter takımı gösteride bulundu. Beyazıt Meydanında çoğu katılımcının elinde pankartlar olan mahşeri bir kalabalık vardı. Pankartlarda mahzun, masum, yetim, öksüz Ayasofya şeklinde yazılar yer almıştı. Miting bitiminde bir grup MTTB’li öğrenci Ayasofya’ya doğru yürüyüşe geçti. Yeniçeriler Caddesi’nden Divanyolu’na aktı kalabalıklar. Sultanahmet Meydanında kısmen yavaşladı ve içlerinden bir grup öğrenci Ayasofya’nın önüne gelerek bilet aldı ve içeri girdi. Müze ziyaretçisi gibi sessiz sessiz ilerlediler ve sonra mihraba doğru yaklaşınca ceketlerini çıkararak yere serdi ve namaza durdular. Turistler de Ayasofya’ya değil, gençleri izlemeye başladılar. İkinci rekatta sonra sanırım şikayet vaki oldu ki iki güvenlik görevlisi koşarak geldi. Namaz biter bitmez yaka paça gençler dışarı çıkarıldılar. Bu gençler kimdi bilmiyorum. Ama tümü de MTTB mensubu gençlerdi. Böylece Ayasofya’nın müze olduğu tarih 1934’ten 31 yıl sonra Ayasofya’da namaz kılınmış oldu. İkinci gün gazeteler haberi manşetten verdiler. Hükumet Ayasofya Meselesini gündemine aldı. (Daha geniş malumat için Rasim Cinisli’nin kaleme aldığı hatıraları Bir Devrin Hafızası – Doğan Kitapevi) YAZININ FENDİ
Fotoğraflar: http://www.eskiistanbul.net/arama/ayasofya
sayı//73// ağustos 16
1950’li yıllardan itibaren milliyetçi ve muhafazakar kesimin Ayasofya hep ajandasında olmuştur. Özellikle Büyükdoğu’da Necip Fazıl, Tercüman’da köşe yazarları Kadircan Kaflı ve Ahmet Kabaklı, Serdengeçti’de Osman Yüksel, Oku Dergisinde Ali Ulvi Kurucu yazı ve şiirleriyle toplumu etkilemişlerdir. Ali Ulvi Kurucu şöyle diyor şiirinin bir bölümünde;
Dehre meydan okuyan, koskoca tarih nerede? Ülkeler fetheden erler, yüce Fatih Nerede? Çağıdır ağlamanın, ey Ulu Mabet ağla, İntikam aldı frenkler, seni ağlatmakla, Dostun ağlarken, o bir yanda da düşman gülsün, Kanamıştır yeniden kalbi, hazin Endülüs’ün! Bu elim facia, billahi, yürekler acısı, Müslüman Türk’ün evet, şimdi bu en kanlı yası!.. En derin facia, manzumeye sığamazsın, Tutuşup yanmada kalbim, seni tarih yazsın. 1952 yılında Patrik Athenagoras Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a müraacat ederek Ankara-Atina dostluğunun pekişmesi için Kilise yapılmak üzere Ayasofya’nın kendilerine verilmesini istedi. Osman Yüksel’ de Serdengeçti’de bir yazı kaleme alarak özetle şunları söyledi; Ey İslam’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya, Şerefelerinden fethin, Fatih’in şerefi, Işıl ışıl yanan muhteşem mabet, Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun? Ayasofya!. Ayasofya!.. seni bu hale koyan kim? Seni çırılçıplak soyan kim? Hani Nerede? Bu olacak Ayasofya, Bu muhakkak olacak! İkinci bir fetih, yine bir ba’sü ba’delmevt, Bugünler belki yarın, belki yarından da yakındır, Ayasofya, belki yarından da yakın. Osman Yüksel bu şiiri veya yazısı dolayısıyla tutuklanıyor. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nce idamla yargılanıyor. Avukatı ise herkesin
yakından tanıdığı, ancak o günlerde genç bir hukukçu olan Saadet Partisi Genel İdare Kurulu Üyesi ve eski Devlet Bakanı şair merhum Süleyman Arif Emre. İki sene süren dava beratla neticeleniyor. Osman Yüksel tutuklanmasıyla kalıyor. DAHASI VAR
Necip Fazıl Kısakürek de 1960’lı yıllarda MTTB’de verdiği konferanslarda Ayasofya’yı da konu ediyor ve özetle şöyle diyor; “Ayasofya açılacak. Türk’ün kapanış bahtıyla beraber açılmalıdır. Yalnız manayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek Ayasofya’nın kapıları sabır taşı gibi çatlar. Kendi kendisine açılır. Kendi öz evinde ruh ve mukaddesat odamız; Ayasofya budur.” Necip Fazıl’ın Ayasofya konferansı kendi sesinden banda alınarak çoğaltılıyor, yazı değişik gazete ve dergilerde iktibas ediliyordu. Üstad Sezai Karakoç ise Ayasofya ile alakalı onlarca yazı kaleme aldı; hem Babıali’de Sabah Gazetesi’ndeki Sütun köşesinde ve hem de yayınladığı Diriliş dergi ve gazetesinde. Sezai Karakoç özetle yazılarında Ayasofya’nın fiziken açılmasının asıl gaye olmaması gerektiğini, asıl olanın Ayasofya’nın kapılarını açacak diriliş mü’minlerinin yetişmesinin öncelik olduğunu savunuyor. Köşe bucak dolaşıyor, Ali Ulvi Kurucu’nun şiiri, Osman Yüksel’in bir şiir gibi coşkulu yazısını okumayan, bilmeyen, dillendirmeyen kalmıyor söz konusu yıllarda. Ayasofya’yı kendi diliyle konuşturan, o günlerin MTTB’li üniversite talebesi Prof. Dr. Durali Yılmaz da bu edebi çalışmasında Aziz Sofi Romanını yazıyor. Ayasofya Dile Geldi de peşinden. Daha 17
üniversite talebesi iken 1967 yılında profesyonel gazeteciliğe başladım. Rasim Cinisli görevi İsmail Kahraman’a devretmişti. Aynı zamanda MTTB Basın Yayın Müdürlüğü görevindeyim. Papa Altıncı Paul 26 Temmuz 1967 Çarşamba günü İstanbul’a gelmişti. Önce Ayasofya’ya gitti resmi ziyareti çerçevesinde. Mini bir ayine katıldı, ibadet etti. Bu olay MTTB’li gençleri heyecanlandırdı. Bir basın toplantısı yaparak , kendilerinin de Ayasofya da ibadet hakkı doğduklarını belirttiler. Üstelik o günlerde MTTB’nin Ankara, Erzurum, İzmir, Kayseri, Konya ve Adana Temsilcilerinin katıldığı İstanbul Genel Merkezde bir programı var. MTTB’li gençler soluğu Ayasofya’da aldılar. Hemen 40 kişilik bir üniversiteli grup oluştu. Gençler Ayasofya’ya girmek üzere bilet alıp, içeri daldılar. Gazetem adına olayı ben takip ediyorum. Yanlarında getirdikleri seccadeleri Ayasofya içine sererek namaza durdular. Güvenlik hemen geldi ama müdahaleyi gevşek tuttu. MTTB’den Ayasofya’da namaz kılanları hatırlamaya çalışıyorum da hemen aklıma Ali Koboza, Mustafa Çiftçi, Atila Özer (halen Ankara Hukuk Fakültesinde Öğretim Üyesi Prof. Dr.) ve Ömer Eyüboğlu gibi isimler geliyor. Hayatta olanlara sağlık dilerim, hakka yürüyen arkadaşlarıma ise rahmetler olsun. Cağaloğlu Şerefefendi Sokak Güneş Matbaacılıktaki gazeteme gelerek haberini yazdım. Fotoğrafları ise foto muhabirimiz Aydın Ünsal ağabey çekmişti. Gazetem haberimi 8 sütun manşete taşımıştı. Ahmet İyioldu ağabeyin gazetedeki başlık ve resim altları şöyleydi “”Papa’nın dua ettiği Ayasofya’da secde etmek hakkımızdır. Gençler Ayasofya’da namaz kıldı. Ve Ayasofya dün mahzun değildi. MTTB’li gençler Yüce Fatih’in Portresini Vatikan’a gönderdiler.” Babıali’de Sabah gazetesi ve MTTB’ye bütün Türkiye’den tebrik yağıyordu. AYASOFYA’DA BİR DUA İÇİN BİR YIL HAPİS
Topluma biraz cesaret gelmiş olmalı ki Ayasofya konusu hep gündemde kaldı. Bir yıl sonra yani 1968 yılında İstanbul’un Fethi’nin 515 yıldönümü kutlamaları vardı. İzmirli İstanbul Edebiyat Fakültesi Öğrencisi Eyüp Ekmekçi memleketine gitmek üzere Sultanahmet’ten Sirkeci’ye, şehirlererası otobüs terminaline yürüyodu. Ayasofya ve bahçesindeki mezarları görünce içeri girip dua etmek düştü aklına. Öyle de yaptı. Doğru kabirlerin başına geçerek “yasin” okumaya başladı. Bir görevli bunu görünce koşarak yanına geldi ve burasının cami değil müze olduğunu ve ibadet etmenin sayı//73// ağustos 18
yasaklandığını söyledi. Eyüp Ekmekçi “Ecdat ruhuna bir Yasin okuyup çıkacağım. Üç beş dakika ancak sürer. Başka bir amacım yok. Bunun için izin ancak İngiliz sömürge ve işgal yönetimlerinden alınır. Burası Türkiye!” deyince adam ayrılıyor. Ama bu defa Ayasofya Müzesi Müdürü koşarak geliyor hemen, Eyüp Ekmekçi’ye defolmasını hatırlatıyor. Eyüp Ekmekçi sadece bir yasin-i şerif okuyup ayrılacağını belirtse de müdür Eyüp Ekmekçi’yi ceketinden tutup dışarı çıkarmak istiyor. Eyüp Ekmekçi ise Müdürün yakasından tutup silkeliyor ve duvara doğru itiyor. Bunun üzerine 20 kadar polis hemen tartışma noktasına gelerek, Eyüp Ekmekçi’yi emniyete götürüyorlar. Neticeyi merak ediyorsunuz değil mi? Savunmasını Avukat Bekir Berk yapıyor ama 45 gün nezarette kalan Eyüp Ekmekçi bir yıl hapis cezasına çarptırılıyor. O GÜNLERDEN BUGÜNLERE GELİNDİ.
Başbakan Süleyman Demirel’in girişimiyle 1980’de Ayasofya’nın bir bölümünde Cuma namazı kılınmaya başlanıyor. Ama 12 Eylül askeri darbe yönetimi bunu iptal ediyor. Başbakan Turgut Özal döneminde de Ayasofya konusunda gelişmeler oluyor. Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek Ayasofya’da 24 saat Kur’an-ı Kerim okutmaya, hünkar mahvilini ibadete açmayı başardı. Mahvil’de namaz kılınmaya başlanmıştı. BUNDAN SONRA
Ayasofya Müzesi Başkanlığı’na Prof. Dr. Haluk Dursun merhum gelince çok güzel işler yaptı. Mesela en son sayısı 1992’de yayınlanan Ayasofya Müzesi Yıllığı’nı yeniden yayınlamaya başladı. Bizler “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın” diyen bir nesiliz. Böyle gördük ve öyle yaşadık. Takvim yaprakları düşü düşe 24 Temmuz 2020 gününe gelindi. Ayasofya Müzesinin 86 yıl sonra camiye çevrilerek ibadete açılması programına Sezai Karakoç, Rasim Cinisli ve Eyüp Ekmekçi davet edildi mi bilmiyorum ama, bugünlere böyle gelindi. Ayasofya bukaısından kurtuldu. 350 bin kişinin katıldığı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kur’an-ı Kerim tilavet ettiği açılışın ilk Cuma hutbesini de Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş okudu. Tarihi bir gün yaşandı. Yunanistan’da yas ilan edilmesine karşılık Ayasofya 24 saat açık kalacak. Bakalım ilerdeki günlerde vakit namazlarında kaç saf cemaat olacak? Bekleyip göreceğiz ve mutlulukları paylaşacağız.
DENGELERİ DEĞİŞTİREN
AYASOFYA
Ayasofya için yeni sözler etmenin, yeni şiirler söylemenin zamanıdır. Mustafa UÇURUM
Fotoğraflar: http://www.eskiistanbul.net/arama/ayasofya
yasofya açılınca ifadesi sıradan bir söz olmaktan çıktı ve hayatımızın merkezine yerleşerek içimizde biriktirdiğimiz bütün iyi duyguları kanatlandırdı. Ayasofya açılınca dünyanın gerçek yüzü kendine geldi. Her yer asıl rengine kavuştu. Ayasofya açılınca fethin yarım kalan marşı şimdi tüm coşkusuyla devam etmeye başladı. Öyle bir ezgi yayıldı ki dünyaya kulaklarını tıkayanlarla yüreklerini coşkuyla bu ezgiye açanlar saflara ayrıldı. Ayasofya açılınca gerçek yüzler ortaya çıkmaya başladı. Sırtını Yunanistan’a ve batıya yaslayanlar el ele verip matem havasına büründü bile. Elbette Bizans artıklarını da bunların peşine takmak gerek. Turizm sevdalıları da bir anda ortaya çıktı. Ayasofya cami olunca turist sayısı azalacak diye parmak hesabına başlayanlar nedense Ekrem İmamoğlu’nun sahte bir tabloya verdiği milyonların hesabını tutmayı hiç düşünmedi. Türkiye aleyhine olacak hiçbir fırsatı kaçırmayan yazar müsveddeleri de hemen Bizans makyajlarını tazeleyerek kendi ülkelerinden başka herkese şirin görünmek için kılıktan kılığa girdiler.
Yunanistan yaptığı açıklama ile Türkiye’nin 600 yıl geriye gittiğini söyledi. Biz içimizden “keşke” dedik o yılların görkemini düşünerek. Keşke dönsek o yıllara da sizler de kaçacak delik arasanız. Ve Ayasoyfa’da cuma coşkusu sancak sancak yükselirken göğe, Yunanistan’da yarıya indi bayraklar. Ayasofya’yı sadece bir cami olarak gören beynamazlar da “Sanki bütün camiler doldu da sıra oraya mı geldi?” diyerek içlerindeki kırılmayı böyle dışa vurmayı tercih ettiler. Yıllardır “Ayasofya açılsın!” diyerek meydanları dolduranlar bile bir anda çark edip, “Şimdi sırası mıydı, dünyanın tepkisini çekmeye ne gerek vardı, bunun için daha 20-30 yıla gerek vardı…” gibi akla ziyan açıklamalar yapmayı da ihmal etmediler. Elbette bu sözlerin anlamı net; Ayasofya’nın ibadete açılma kararının altında Recep Tayyip Erdoğan imzasının olması bazılarını rahatsız etti. Acaba kimin imzasının olmasını bekliyorlardı ki? Dünyadan gelen tepkilere bakalım: Unesco: “Derin üzüntü içindeyiz.” Abd: “Derin hayal kırıklığı yaşıyoruz.” Almanya: “Üzüntü içerisindeyiz.” Yunanistan: “Şiddetle kınıyoruz.” Rus Ortodoks Kilisesi: “Esefle karşılıyoruz.” Avrupa Birliği: “Üzücü” Papa: “Deniz aklımı uzaklara götürüyor, İstanbul'a. Ayasofya'yı düşünüyorum ve büyük acı duyuyorum” Ayasofya’nın ibadete açılışı ile birilerinin uykusunun kaçtığı muhakkak. Çünkü bunlar Ayasofya’nın anlamını bizdeki idraksizlerden daha iyi biliyorlar. Ayasofya demek Fatih, fetih, çağ açıp çağ kapatmak demektir. “Süleymaniye de müze olsun.” diyenlerin hiçbir farkı yok bu dış mihraklardan. Ayrıca; Ayasofya kilise olsun diyenlerin sevdası çok eskilere dayanıyor. Çünkü Ayasofya müze idi. Kilise olsun diyenler 1453’ten öncesine olan sevdalarını dile getirmiş oluyorlar içlerindeki Bizans aşkı ile. Olması gereken oldu. Ayasofya cami olarak hizmet vermeye başlayacak. Yıllardır bilet alıp da ziyarette bulunamayanlar artık gönül rahatlığıyla girecekler içeri ve bir fetih aşkını canlandırarak bu güzelliğe vesile olan başta Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere herkese bol bol dua edecekler. Bundan güzel ne olabilir ki… Ayasofya açılınca; uykusu kaçanlar, sarf ettikleri sözlerin altında kalanlar, bunu da yaptı ya diyenler, namaz kılmak için özel davet bekleyenler, bunu siyasi malzeme yapmayın deyip doğru dürüst sevinemeyenler, kilise olsaydı daha çok turist gelirdi diyenler, işsizlik mi bitti, memleket düze mi çıktı ki bu kadar seviniyorsunuz diyenler ile biz aynı havayı solumaya devam edeceğiz ve tazelediğimiz abdestimiz ile Ayasofya’da kıldığımız her vakit namazda herkes için yürekten dualar göndereceğiz. Ayasofya için yeni sözler etmenin, yeni şiirler söylemenin zamanıdır. 19
enim adım Ayasofya, Batılıların ifadesi Hagia Sophia, ben Roma İmparatorluk mimarisinin, Hristiyan mistisizminin birleşmesiyle Bizans sanatının başlangıcında doğmuş biriyim. Beni Bizans, ekânîm-i selâsenin ikinci unsuru oğulun bir vasfı olarak, mistik bir mefhum olan sofia (ilâhî hikmet) adına kurmuşlar ve adımı vermişler.
BENİM ADIM
AYASOFYA
Benim adım Ayasofya, var olduğum ve ayakta kaldığım sürece zincirlerimi kıranlara, kapılarımı tekrar ibadete açanlara, gelip beni ziyaret edip burada dua edenlerin üzerinden Allah’ın yardımı peygamberimiz Hz. Muhammed’in şefaati hiç eksik olmasın diye dua edeceğim ebediyete kadar. Mehmet MAZAK*
Ben size bu kaynaklarda yazılı tarihi bilgileri değil, doğduğum günden bu yana yaşamış olduğum sevinçlerimi, hüzünlerimi, korkularımı hülasa beni Ayasofya yapan hikâyemi anlatacağım burada. Beni dinlemeye hazır mısınız? Benim adım Ayasofya, ben ana rahmine İlkçağ İstanbulu’nun merkezî yerinde, birinci tepe üzerinde IV. yüzyılda ahşap çatılı bir bazilika biçiminde düştüm. Benim ilk temelimi atan I. Konstantinos’un (324-337) olsa da yapı ancak oğlu Konstantios (337-361) zamanında bitirilmiş ve 15 Şubat 360’ta bende ilk dua ve ibadet yapılmıştır. Ana rahmindeki ikinci evrem ise 20 Haziran 404’te patrik İoannes Khyrosostomos’un sürgün edilmesi üzerine meydana gelen bir ayaklanmada çıkan yangında harap olmuştum, II. Theodosius (408-450) beni beş nefli (sahn) olarak yeniden yaptırıp 10 Ekim 415’te tekrar ibadete açmıştı. Ana rahminde bulunduğum dönemde çok sancılar ve acılar çektim ben. Justinianos (527565) ve karısı aleyhine 532 yılında 13-14 Ocak gecesi çıkan Nika ayaklanmasında nerede ise doğmadan ana rahminde öleceğimi sandığım günleri yaşadım.
Fotoğraflar: http://www.eskiistanbul.net/arama/ayasofya
*T.C. Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü
sayı//73// ağustos 20
Doğum sancılarım başladığında, İyi yürekli, inançlı biri olan İmparator Justinianos ülkesinin en güzel doğum yaptıracak hekimleri olan Batı Anadolulu iki mimar Trallesli (Aydın) Anthemios ile Miletoslu (Milet-Balat) İsidoros’un hünerli ellerine benim doğumumu gerçekleştirmesi için 532 tarihinde bıraktı. Doğum sancılarım altı yıl sürdü. Ben doğum sancıları çekerken iyi yürekli insan Justinianos benimle çok ama çok ilgilendi. Hiç yanımdan ayrılmadı, doğumumu yaptıracak olan Anthemios ile İsidoros’a yardımcı olması için 10.000 yardımı amele verdi. En nihayetinde uzun doğum sancılarım son bularak 27 Aralık
537 günü dünyaya gözlerimi açtım. Benim doğduğum gün İstanbul’da büyük törenler ve şölenler yapıldı. Benim adım Ayasofya, dünyanın merkezinde, dünyaya nam salmak için doğdum. İyi yürekli güzel insan Justinianos; benim ana rahmine düşüp, doğduğum andan itibaren ilahi ve hak dine hizmet etmek için doğduğumu bilseydi nasıl davranırdı acaba? Benim çevrem İstanbul’un kalbi ve gönlü oldu. 557 yılında meydana gelen depremin tesiriyle 7 Mayıs 558’de kubbemin doğu tarafının çökmesi üzerine, benim doğumumda görev yapan mimarlardan İsidoros’un yeğeni genç İsidoros tarafından düzenleme yapılarak 24 Aralık 562’de tekrar şehre ve insanlığa hizmet etmeye başladım. 22 Nisan 571 tarihinde güne bir başka uyandım. Burnuma misk kokusu geldi. Sabah olmasına ve gözlerim açık olmasına rağmen sanki rüyadaymışım gibi cenneti görüyordum. İçerimi derin bir huzur kapladı. Benim huzurlu limanımda ibadete gelen inançlı Hristiyan âlimlere bu gördüğüm ve yaşadığım durumu sorduğumda, Kutsal kitaplarında son peygamber Hz. Muhammed’in dünyaya teşrif ettiğini öğrendim. İçimdeki huzurun ve misk kokusunun kaynağını bulmuştum artık. Son peygamber Hz. Muhammed’e 610 yılının 26. Ramazan gecesini 27. Geceye bağlayan Kadir gecesi ilk vahyin geldiği an ileriye umutla baktım. Bir gün kubbelerimde Kur’an-ı Kerim ayetlerinin yankılanacağını, Ezan-ı Muhammedinin inananları bana davet edeceği hayali ile yaşamaya başladım. 8 Haziran 632 tarihini en bahtsız kara günüm olarak hatırlayacağım. Son peygamber Hz. Muhammed dünyaya gözlerini yummuştu. Bir kerecik güzel cemalini görebileydim, sonsuza dek yok olmayı göze almıştım hâlbuki… Olsun dedim kendi kendime O’nu göremesem de bir gün onun yolundan gidenlere gönül coğrafyamdaki zenginliği bahş ederim diye ayakta kalmaya devam etme kararı aldım iç dünyamda. Hatta Endülüs’ün İslam ile müşerref olmasını öğrendiğimde neden dedim neden? İstanbul değil… Biliyordum ve takip ediyordum O güzel peygamber İstanbul’un feth edileceğini İslam beldesi olacağını müjdelemişti… İşte ben o
günü bekler dururum Dünya’nın merkezi İstanbul’da. 869 İstanbul depreminde içerim ürperdi, fakat 26 Ekim 986’da vuku bulan depremde bayağı bir korktum, kutlu davaya hizmet edemeden yok olmak istemiyordum. Bayağı bir hasar aldım neyse ki beni onarıp 13 Mayıs 994’te tekrar halkımın istifadesine sundular. 1204’te IV. Haçlı Seferi ile İstanbul’u işgal eden Latinler çok canımı yaktı çok acılar çektirdiler bana. Ayakta durmaya mecalimin kalmadığı zamanlar oldu. Allah’dan II. Andonikos 1317’de büyük ölçüde tamirat yaptırıp, duvarlarımı dışarıdan takviye payandalarıyla destekledi de ayakta sağlam kalabildim. 19 Mayıs 1346’da sebepsiz yere doğudaki başkemerle kubbemin bir parçası çöktü, halktan toplanan yardım ile beni onarabildiler 1354’te . Bizans bana sahip çıkamamaya başlamıştı. 1299’da Söğüt’te dikilen çınarın dallarının budaklarının Balkanlara doğru uzadığını gördükçe her gece dua etmeye başlamıştım, beni de o çınarın şefkatli kolları arasına alacaklar, gölgesinde rahat edeceğim günlerin hayali ile ayakta kalmaya çalışıyordum. İşte yıllardır hayalini kurduğum İslam ile müşerref olacağım günlerin ayak seslerini duymaya başlamıştım. Osmanoğlu soyundan gelen gözü pek, inançlı, genç Hükümdar Mehmet’in önderliğindeki Osmanlı, Konstantinapol şehrinin kapısına dayandığını gördüm. Yüreğim pır pır etti işte o an. Bu genç adamın kararlılığını ve adaletini Balkanlardaki küçük kardeşlerimden duymuştum. 29 Mayıs 1453 benim ilahi muştuya kavuşacağım günün tarihe atılmış imzası oldu. Genç Hükümdar Mehmet, şehri muhasara ettiği zaman bende ibadet eden inançlı Hristiyanların kulaklarına usul usul Latin istilasını hatırlatıp “Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim” dediğimde şehirde bu fikrimi destekleyen bir halk oldu. Türkler surları yarıp şehre girince aman dileyen halkımız bana sığındı. Genç Sultan Mehmet, bana sığınanlara inançlarını özgürce yaşayabilenlerini söylediğinde halkın gözündeki mutluluk ışığı gördüm ben. Benim içerimde dolaşıp kubbeme kadar çıkan Sultan Mehmet, harap ve ayakta zor duran halimi görünce; Türkçesi "Örümcek Kisra'nın takında perdedarlık ediyor / Baykuş Efresyâb'ın kalesinde nevbet vuruyor" anlamına 21
gelen şu Farsça şiir dilinden dökülüvermişti. "Perdedâri mî küned ber kasr-ı Kayser Ankebut Bûm nevbet mîzined der turumu Efrisyâb" 1 Haziran 1453 Cuma günü hayatımın en mutlu günü oldu. Asırlardır yolunu beklediğim, bir gün kavuşacağım ümidiyle yaşadığım son hak din İslam’ın mübarek kelamlarının sineme remz etmeye başladığı, ezan-ı muhammedinin kubbemde yankılandığı gün oldu. İstanbul’un Fatihi Sultan Mehmet, fethin manevi mimarı Akşemsettin Hazretlerinin ilk hutbeyi okuması ve Cuma namazını kıldırması ile sevdiğine kavuşan aşık misali vuslata ermiştim. Nazım Hikmet bu duygumu şöyle dile getiriyor "İslam'ın beklediği en şerefli gündür bu, Rum Konstantiniyye'si oldu Türk İstanbul'u.” Hele Sultan Mehmet’in çevreme yaptırdığı medreselerdeki gençlerin cıvıltıları ve ibadet aşkı ile almış oldukları eğitimler yanında benimle hemhal olmaları gönlümü şenlendirmişti.
1617’de Üsküdarlı Büyük Şeyh Aziz Mahmut Hüdai’nin ilk cumayı kıldırmak üzere müritleri ile birlikte önümden geçişi hala gözlerimin önünden gitmiyor. 1453’ten sonra ilk defa üzüntü gözyaşı dökmüştüm o gün.
29 Mayıs 1453’ten itibaren Devlet-i Alinin en üst ricalinden sade İstanbul insanına kadar bu şehrin insanları her daim benim gönlümü şen eylemek üzere çırpınıp durdular. 1509’da İstanbul’da meydana gelen Kıyamet-i Sugra (Küçük Kıyamet) depremini yaşamış biri olarak endişe ve korkularım zirve yaptı. İslam’ın sancaktarlığını yapan bu Osmanlı tebaasına doyamamış, Kur’an’ın ve ezanın ruhumdaki eskiden kalan lekeleri daha tam temizlenmediği için hayıflandığımı hatırlarım.
1859-1893 yılları arasında Gümüşhanevi Ahmet Ziyaettin Hazretlerinin Cağaloğlu’ndaki dergâhından müritleri ile bana her gelişinde onlara karşı ayrı bir sevgi ve muhabbet besledim. Kaderimin bu dergâhla bir bağı olduğunu fısıldadı Melek’ler bana. Bir kat daha arttı Ahmet Ziyaettin’e muhabbetim. 1894 İstanbul depreminde de korku dolu anlar yaşadım ve zarar gördüm. Bir çok hanedan ve devrin sona erişini görmeme rağmen Osmanlı’nın sona ermesi kadar acıklı ve ızdıraplı bir son görmedim. Türklerin yeniden var oluş, kurtuluş mücadelelerinin yürekleri ateşleyen mitingleri benim önümde yapıldı. İstanbul’un işgal yıllarında biraz tenhalaştım durgunlaştım. Kurtuluş savaşının kazanılarak
Kıskançlıklarımda oldu hayatımda… Padişah I. Ahmet, Sedefkâr Mehmet Ağa’ya Sultanahmet Camii’ni yaptırırken hep kıskançlık ve gıbta ile seyrettim yapılışını. Hele inşaat bitiminde sayı//73// ağustos 22
Kanûnî Süleyman, II. Selim, III. Murad, III. Mehmed; III. Ahmed, I.Mahmud, Sultan Abdülmecit üzerime titreyen padişahlardı. Bütün Osmanlı Sultanlarının iyilikleri ve güzelliklerini gördüm ömrü hayatımda. Sultan I. Ahmet’e karşı hala bir gönül burukluğu hissediyorum. Hele 1651’de Teknecizâde İbrâhim Efendi’nin hattı ile yazılmış içimi süsleyen büyük levhalar konduğunda sevincim ve mutluluğum bir kat daha artmıştı. 1847-1849 bakım ve tamiratımda bugün hala sizlerin gördüğü ve bildiği Mustafa İzzet Efendi hatları asıldığında da gönül deryam çağlamıştı.
yepyeni bir heyecanla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile sararmaya yüz tutan bağrımdaki umutlar tekrar yeşerdi. Genç Türkiye’den beklentim yüksekti benim. Ne oldu ise oldu asırlardır bağrıma bastığım şefkat ve merhamet elimi uzattığım bu necip milletin karar verici yöneticileri 24 Ekim 1934’te beni camilikten çıkarılıp müze yaptılar Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağladılar. Hayatımın en kara en acı günü oldu, o kadar ağladım o kadar ağladım ki, göz pınarlarımdan süzülen yaşlar dereye, ırmağa, okyanusa dönüştü. Dere, Fatih Sultan Mehmed’in kabrine ulaştı, kemiklerini sızlattı, Fatih’in gözyaşları benimkine karıştı ırmak oldu aktı aktı aktı Göynük’te yatmakta olan Akşemsettin Hazretlerine ulaştı. Akşemsettin’in kabrinde secde halinde yakarışına gözyaşına şahit oldum. Benim, Fatih’in ve Akşemsettin’in gözyaşları okyanusa dönüştü, Medine-i Münevvere’de Peygamberimiz Hz. Muhammed’e ulaştı. Acımızın büyüklüğü, yaramızın derinliği, kara günümüzü Allah Resulüne şikâyet ettik. Yaralarım hiç kabuk bağlamadı, acılarım hiç dinmedi. 1950’li yıllarda Adnan Menderes hassasiyetini gördüm. Menderes öncesi Türkçe okunan ezanların benim minaremden okunmadığı için şükür ettim. Menderes’in ezanı Arapça okunur hale getirmesi ile ümidim yeşerdi. Sonra gençlerin Üstad diye hitap ettiği Necip Fazıl’ın konferanslarında adım sık sık geçmeye başladı, gençlerin yüreğine fideler diken bu adam diktiği fidelerden birinin yeşereceği nereden bilebilir ki. Üstad şöyle sesleniyordu gençlere; “Ayasofya açılmalıdır. Yalnız manayı anlasak yalnız onu yerine getirebilsek. Ayasofya'nın kapıları sabır taşı gibi çatlar kendi kendisine açılır. İşte bütün bunları sembolize eden remzlendiren de Doğu ve Batı dünyalarının kavşak noktası cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya. Ayasofya ne taş ne çizgi ne renk ne hacim ne de bunların madde senfonisi sadece mana yalnız mana… Ayasofya açılacak! Aziz bir kitap gibi açılacak!“ Ahmet Ziyaettin Hazretlerinin silsilesinden gelen Mehmet Zahit Kotku Hazretleri sohbetlerinde ve nasihatlerinde beni anlatmaya başladı. Mehmet Efendi’nin has müritlerinden İTÜ’lü Necmettin Erbakan çok etkilendi. Siyasi hayata yeni bir soluk getirdi. Her yıl 29 Mayıs Fetih kutlamaları için il il, şehir şehir dolaştı. Bir nesle
ve gençliğe tıpkı Üstad Necip Fazıl gibi benim ismimi Ayasofya’yı ezberletti ve benim tekrar ibadete açılmam için gayret gösterdi. “Dede’nin ferah-fezâsıyla kanatlanan cihânda, Ayasofya’dan ezan sesleri yükselince hürsün” diyen Memdûh Cumhur’uda bir duyan oldu. Cengiz Numanoğlu benim sözcüm oldu benim yerime konuştu ve yazdı, “Açılmayı bekliyor, kapılarım nicedir; Büyük vuslata kadar, gündüzlerim gecedir. Duysun beni Ravza’da, gözyaşları dökenler, Beytullah’a el sürüp, önünde diz çökenler. Şimdi sözün özünü, bütün dünya dinlesin; Hak her zaman gâliptir, Allah’ın hükmü kesin. Fâtihlerde oldukça, bu yürek, bu cesâret; Andolsun ki; yakında, bitecek bu esaret” Gümüşhanevi Ahmet Ziyaettin’in sürdüğü tarlaya, Üstad Necip Fazıl’ın diktiği fideler, Mehmet Zahit Kotku’nun fideyi sulaması ve Necmettin Erbakan’ın fide büyüyüp meyveye duracak zamana kadar ki bakımını üstlenmesi neticesinde toplumda Reis diye bilinen Recep Tayyip Erdoğan tarafından 24 Temmuz 2020 Cuma namazı ile tekrar İslam ile müşerreflendim. Minarelerimde ezan, kubbelerimde Kur’an tilaveti yankılandı, tekrar dirilişimdir benim 24 Temmuz 2020. Benim adım Ayasofya, var olduğum ve ayakta kaldığım sürece zincirlerimi kıranlara, kapılarımı tekrar ibadete açanlara, gelip beni ziyaret edip burada dua edenlerin üzerinden Allah’ın yardımı peygamberimiz Hz. Muhammed’in şefaati hiç eksik olmasın diye dua edeceğim ebediyete kadar. Çok büyüksün Fatih Sultan Mehmet, çok ulvisin Akşemsettin, sana minnet borcum var Üstad Necip Fazıl, suladığınız ve baktığınız ağaçlar meyve verdi Mehmet Zahit Efendi, Necmettin Erbakan, ve sen uzun adam beni ihya ettin çok yaşayasın Recep Tayyip Erdoğan. 23
ARTVİN GÖKYÜZÜNE KOMŞU ŞEHİR Göz alabildiğince yeşil, göz alabildiğince doğa, göz alabildiğince zirve. Aşağıdan bakarsan, gökyüzünde bir şehir Artvin. Fahri TUNA
izim kuşak iyi hatırlar. Televizyonda kıvırcık saçlı, bonus kafalı, orta yaşlı bir ressam (Bob Ross) eline tuvali alır bizimle konuşa konuşa resim yapardı hani: Şuraya bir dağ konduralım, şuraya bir deniz yapalım. Şuraya bulutlar… Evimizin ressam amcasıydı adeta. Resmin insanüstü değil yapılabilir bir şey olduğunu ilk o ortaya koymuştu. Hatırladınız değil mi? Evet şimdi siz de bir tuval (yahut bir resim kâğıdı) alın elinize. Dağlar yamaçlar dereler çizin. Sonra en ortaya kocaman en kocaman bir dağ yapın. Zirvenin etrafına seyrek evler kondurun. Eee, bu evlere insanlar nasıl çıkacak? O insanlar için kıvrım kıvrım karabakal yuvası gibi yollar yapın. Alın size Artvin. Abartmıyorum: Artvin tam da budur. Burasıdır. Böyledir. Demem o ki, Türkiye’nin bütün dağlarının yamaçlarının derelerinin yaylalarının şelalelerinin yarısı Artvin’dedir; görünce öyle bir zehaba, vehme kapılabilirsiniz. Ben kapıldım, yalanım yok! Göz alabildiğince yeşil, göz alabildiğince doğa, göz alabildiğince zirve. Aşağıdan bakarsan, gökyüzünde bir şehir Artvin. Yukarıdan bakarsan, gökyüzünden yeryüzüne bakıyorsun. Gökyüzüne komşu şehir. Tepeden bakmak
sayı//73// ağustos 24
hiç kimseye yakışmasa da Artvin’e yakışıyor. Artvin matematik değil geometrik şehir, kelimenin tam manasıyla geometrik. Artvin bir yeryüzü cenneti, doğal güzellik olarak. Eyvallah. Gözümle gördüm, şahitlik ederim buna. Peki Cennet, hiç Cehennem’siz olur mu? Olmazzz dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, bence de olmaz. Olmamalı. Cehennem Deresi Kanyonu bütün kavramları yerli yerine oturtuyor Artvin Sözlüğünde. Doğu Karadenizliler şakacı insanlar gerçekten. Mizah şahikası işler üretiyorlar. Yıllar önce Trabzon’daydık, gelmişken de TS-BJK maçına gitmiştik oğlumla. Tribünde Lazrail formalı bir kişi görünce çok gülmüştük. Artvinliler geri kalır mı onlardan hiç? Tahtadan bir araba üretmişler, çocukluğumuzda yokuş aşağı sürdüğümüz türden. Adını da Lazbulans takmışlar. Helal olsun onlara. Mençuna, Macahel, Kalaco, Silor, Çadi, Pushal, Hasuta… alo hafıs, bunlar ne? Dediğinizi duyar gibiyim. Çok ama çok haklısınız! Kimi şelale adı, kimi yemek… Bunlar hangi dilden dersiniz? Lazca ve Gürcüce. Zira Artvin, Osmanlı’daki Lazistan eyaletinin içinde kalan bir şehirdir. Halden anlayanlar iyi bilir ki, Artvin’in sahil ilçeleri Laz ve Gürcülerden, iç kısımlar ise Türkmenlerden meydana gelir. Üç dilli, üç kültürlü, üç gelenekli bir güzel şehrimizdir Artvin. O yüzden, Türkmenlerin Keşkeği, Turşusu, Döneri kadar Kalaço, Silor, Çadi, Pushal, Hasuta gibi Laz ve Gürcü yemekleri de bir o kadar gelenekseldir. Unutmadan; Artvin’in Hamsi köftesi de bir o kadar meşhurdur. Doğası Cennetten bir köşe olursa bir şehrin, lezzeti de Cennet taamı tadında olmaz mı hiç? Elbette olacaktır. Hopa balık, Ardanuç cağ kebabı, Arhavi Laz böreği, Yusufeli döner cennetidir, diyeyim size. Sorun bana: Ey Fahri Tuna, sen ne yedin bakalım Artvin’de diye? Meşhur dönerini yedim. Ta seneler önce. O nefis tadı hâlâ damağımda. Kayıtlı. Doyamadım. Unutamadım da. Unutmadan; Artvinliler Cağ kebabına Yatık Döner derler ve çok severler. Boğa ve arena desem size, aklınıza ilkin neresi gelir? İspanya değil mi? Hele de matadorlar… Yok işte. Kazın ayağı öyle değil, perdeli. Bundan böyle Artvin gelecek aklınıza. Gelmeli yani. Artvin ilkin boğa güreşini çağrıştırmalı aklınızda. Her sene Haziran ayında Yusufeli Boğa Olimpiyatları vardır bir nevi burada. Hemen korkmayın, ürkmeyin öyle. Artvin’deki boğalar ne adam yaralıyorlar, ne de birbirlerini.
Güçlü olan rakibini kovalıyor, kaçan da yenilmiş sayılıyor, o kadar. Eğlence yani. Artvin’in eski adı Livane’dir. Ben iki Artvinli tanırım; Şair Mehmet Livane, ki sevdiğim bir şair, sevdiğim bir dosttur, sonra da Zülfü Livaneli. Bu arada Laz müziğinin efsane ismi merhum Kazım Koyuncu da Artvinlidir. Özellikle Balkan türküleriyle sevilen Şükriye Tutkun da. Hopa’ya ayrı parantez açalım: Hopa ayrı bir âlem, ayrı bir dünya, ayrı bir şehir gibidir Artvin’den; mesela Komünist ÖDP’nin (Özgürlük ve Dayanışma Partisi) tek belediye başkanlığını kazandığı yerdir Hopa. Mesela Nazım Hikmet ve Kazım Koyuncu’nun heykellerinin olduğu tek yerdir Hopa. Artvin’in atasözleri de ilginçtir: Artvinli şoför bir defa kaza yapmaz. İkinciye hiç yapmaz. Araştırdım soruşturdum (Mimar Muhammed Dayal Ağabeye sordum), o kadar engebeli ve dik ki arazi, kaza yaptın mı öte dünyaya gidersin zaten, ikinciye kazaya şansın kalmaz demekmiş. Bir parantez de Çoruh Nehri’ne açmalıyız. Türkiye’nin en hırçın, en yüksek debili, en can alan nehriymiş senelerce. Deli horon vururmuş en çok. Şimdi barajlarla epey terbiye edildi diyor Artvinli dostlar. Hatta ekliyorlar: Eskiden bir araba Çoruh’a düşse, ölülerimizi Sarp Sınır Kapısından toplardık. Ama Terbiyeli Çoruhtan onlar da memnun. Çoruh da, anladığımız kadarıyla. Bir rakam vereyim de şaşırın: Artvin’in nüfusu ne kadardır dersiniz? 400 bin. Bilemediniz. 300 bin. Değil. 200 bin. O da değil. O zaman 100 bin. Maalesef o da değil, bilemediniz. Tamı tamına 35 bin. Orta ölçekli bir kaza nüfusuna sahip Artvin. İl geneli de 174.000 zaten. Ama asıl rekor şimdi geliyor: Türkiye’de nüfusa oranla en çok eğitimli şehir Artvin’dir dostlar. Hele de öğretmen olanlar. Sanki okuyanların yarısı öğretmen olmuştur. Belki de üçte ikisi. İyi de öğretmendirler ha. Benim hayatıma da Artvinli örnek bir öğretmen dokundu. Sene 1966. Köyümüze imece olarak bir ilkokul yapıldı o sene. Bir de öğretmen tayin edildi. Taze bir öğretmen, 18 yaşında daha. Adı Ekrem Aydın. Bir iki ay sonra da eşini getirdi. Nahide Yenge’mizi. Birkaç ayda köyün sevgilisi oldu adeta Ekrem Hoca’mız. Ne kadar iyi öğretmense o kadar da sosyal. Büyükbabam Hatibağa ile birlikte her gün beş vakit camide. Köyümüzün halkı bayılıyor ona. Öğrencileri olarak bizler de. Biz birinci sınıfız. İkiler üçler dörtler beşler; hepimizi aynı derslikte okutuyor. Yol, elektrik, telefon yok o günlerde. Televizyon
daha Türkiye’ye girmemiş belki. Bizim Ekrem Öğretmen (babaannemim deyimiyle Ekrem Muallim) bazen kayboluyor, Adapazarı’na gidiyor. O zaman çok uzak Adapazarı, bizim köye. Şimdi 22 kilometre, yakın. (O zaman da aynı mesafedeydi ama düşünün günde bir otobüs gidiyor vilayete, akşama geri dönüyor, o kadar.) Hadiii, köyümüze grayderler dozerler gelip 2 km 65 metrelik yol yapıyorlar. (Sonradan öğreniyoruz, Vali Yardımcısı hemşerisiymiş.) Taşoluk Divanındayız o zaman. Beş köy. En büyüğü bizim Okçular, otuz hane. Ama muhtarlık hep on beş haneli başka köylerde. Ekrem Hoca ona da el koyuyor: Bir akşam yatsı namazı sonrası bütün köy erkeklerini caminin önünde topluyor, Hadi gelin muhtarlığı Okçular’a alalım diyor. Bütün köy halkının cevabı tek kelime: Tamam Aday olmak isteyenler? Üç kişi çıkıyor. Diyor ki Şimdi anket yapacağım, en çok oyu alan adayı desteklemeye söz veriyor musunuz? Bütün ahali Evettt diye bağırıyor. Herkesin kulağına eğilip tek tek soruyor: Oyun kime? Herkes tercihini yapıyor. En çok oyu alan Emin Sarıdemir. Adayımız o diyor. Bir ay sonra beş köy arasında seçim yapılıyor her zamanki gibi. 30 yaşındaki Emin Sarıdemir seçiliyor. Ve tam 28 sene muhtarlık yapıyor Emin Eniştem. Her seçimde yine kazanıyor. Ekrem Aydın böyle bir adam işte. Gittiği köyün hayatını değiştiren adam o. Nereli mi? Artvin Şavşatlı. Benim hayatıma dokunuşu ise şöyle: Ekrem Öğretmen, ikinci senenin sonunda askere giderken Büyükbabama gelip Raif Amca, bu Fahri okuyacak. Onda istikbal var. Ben gidiyorum ama onu okutacaksınız, tamam mı? diye söz alıyor. Ve her mektubunda da soruyor, senelerce bilgi alıyor. Ve ben, bu söz almadan on dört sene sonra mühendis oluyorum. Baş mimarı da Artvin Şavşatlı Ekrem Aydın. (Hocamın ellerinden minnetle öpüyorum.) Açık söyleyeyim: Laz’ı Gürcü’sü Türk’ü; tanıdığım yüzlerce Artvinli, hep iyi insanlar. Düzgün, uyumlu, çalışkan, gayretli insanlar. Hepsinden razıyım. Razıyız. Artvin tepede, tepelerde, tepelerin en tepesinde bir şehir. Başı göklerde, bulutlarla arkadaş şehir. Sığınıp Yaradan’a şöyle bir zorlasam kendimi / Bulutlar avuçlarıma dolacak diyor ya şair. (Mehmet Livane.) Tam da bu işte Artvin. Artvin; gökyüzüne komşu, dost, arkadaş şehir. 25
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
BAĞDAT -I-
Şah İsmâil’in emri üzerine, Ebû Hanîfe ve Abdülkādir-i Geylânî türbeleri başta olmak üzere Sünnîler’e ait pek çok türbe tahrip edildi ve birçok Sünnî lider öldürüldü. Hüseyin YÜRÜK
icle nehrinin her iki yakasında yer alan şehir, VIII. yüzyılda Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarafından kurulmuştur. Kuruluşundan Abbâsî Devleti’nin yıkılışına (1258) kadar hilâfet merkezi olarak kalan Bağdat, Osmanlılar devrinde Bağdat vilâyetinin merkezi ve 1921’de de Irak’ın başşehri oldu. Bağdat’ta inşaat ve ticarî faaliyetler, zenginlik ve nüfus hızlı bir gelişme gösterdi. Şairler Bağdat’ın güzelliklerini övmüşler ve ona yeryüzünün cenneti adını vermişlerdir. Bağdat’ın güzel bahçeleri, yeşil çayırları, kapılarının üzerinde ve salonlarındaki muhteşem dekorasyonlarıyla şahane sarayları, mükemmel ve zengin eşyaları meşhurdu. Coğrafî konumu, halkının çalışkanlığı, devletin ticareti teşviki ve halifelerin itibarı Bağdat’ı büyük ticaret merkezi haline getirdi. Rusâfe ve özellikle Kerh’teki pazarlar günlük hayatın önemli bir unsuru oldu. Her çeşit ticaretin yapıldığı ayrı ayrı pazarlar vardı. Meyve pazarı, pamuk pazarı, yün pazarı, 100’den fazla dükkânın bulunduğu kitapçılar çarşısı, sarraflar çarşısı ve Kerh’teki attar dükkânları bunlardan bir kısmını teşkil eder. Yabancı tüccarlara ait pazar Bâbüşşâm çarşısında kurulmuştu.
sayı//73// ağustos 26
Doğu tarafında ise çiçeklerin satıldığı sûkuttîb, gıda satış yerleri, kuyumcular çarşısı ve koyun pazarı vardı. Bağdat nüfusu itibariyle milletlerarası düzeyde büyük bir şehir olmuştu. Halk çeşitli unsurlardan oluşuyordu; farklı ırk, renk ve mezheplere mensup insanlar mevcuttu. (Ed-Dûrî,1991:425) Bağdat’ın nüfusu hakkında bir tahminde bulunmak zordur. Halife Mu‘temid’in idareye hâkim olan kardeşi Muvaffak döneminde 300.000 cami, 60.000 hamam olduğu tesbit edilmiştir. Rivayetler her hamamın yaklaşık 200 eve hizmet verdiğini vurgular. Eğer bir evin ortalama beş nüfusa sahip olduğu düşünülürse nüfusun yaklaşık 1,5 milyon olduğu kabul edilebilir. Bağdat büyük bir kültür, tercüme ve bilim merkezi idi. Hanefî ve Hanbelî mezhepleri burada doğmuştur. Ayrıca Beytülhikme gibi tercüme yapılan diğer kuruluşlar da burada bulunuyordu. Camiler, özellikle Mansûr Camii büyük bir öğretim merkezi idi. Bir kitap sergi sahası olarak da kullanılan çok sayıda kitapçı dükkânının bulunması kültür faaliyetlerinin ulaştığı seviyeyi gösterir. Şairler, tarihçiler ve âlimler burada sayılamayacak kadar çoktu. Bu hususta Hatîb el-Bağdâdî’nin Târîhu Bagdâd adlı eserinde geniş bilgiler vardır. Sadece halifeler değil vezirler ve üst düzeydeki diğer görevliler de eğitim ve öğretime gereken ilgiyi göstermiş ve daima destek olmuşlardır. İslâm kültürünün yaratıcı devri Bağdat damgasını taşır. Daha sonra bir eğitim ve öğretim merkezi olarak halk kütüphaneleri kuruldu.(Ed-Dûrî,1991:426) 1055’te Tuğrul Bey Bağdat’a girdi ve Büveyhîler’in Şiî politikasına son verip Sünnîler’i destekledi. Tuğrul Bey 1056’da birçok ev ve dükkânı yıkarak Dârülimâre’yi genişletti ve etrafını duvarlarla çevirdi. Dârülimâre 1058’de yandı ve tekrar inşa edildi, daha sonra da Dârülmemleke adıyla meşhur oldu. 1115’te yeniden inşa edildi, ancak 1121’de bir kaza sonucu yandı ve yeni bir saray yaptırıldı. Melikşah, sarayın yakınında olan Muharrim Camii’ni genişletip yeniden inşa ettirdi (1091) ve cami bundan dolayı Sultan Camii olarak adlandırıldı. 10 Şubat 1258’de Moğollar Bağdat’a saldırdılar; Halife Müsta‘sım kayıtsız şartsız teslim oldu ve halk kılıçtan geçirildi. Kuşatmadan önce Bağdat’a akın eden çok sayıdaki köylü de bu acı âkıbetten kurtulamadı. Öldürülenlerin sayısı ile ilgili olarak kaynaklarda zikredilen
tahminler, daha sonraki kaynaklarda daha yüksek olmak üzere 800.000 ile 2 milyon arasında değişmektedir. Çinli seyyah Cha’ng Te (1259) on binlerce kişinin öldürüldüğünü ifade eder. Onun verdiği bilginin Moğol kaynaklarına dayandığı açıktır. Rakam vermek oldukça güçtür, ancak öldürülenlerin sayısı 100.000’i aşmıştır. Şehrin her tarafındaki gömülmemiş cesetlerden yayılan tahammülü imkânsız kokular Hülâgû’yu bile birkaç gün için çekilip gitmeye mecbur etti. Şehir yağmalandı, camiler ahır haline getirildi. Kütüphaneler tahrip edildi. Kitapların bir kısmı yakıldı, bir bölümü de Dicle nehrine atıldı, nehir günlerce mürekkep renginde aktı. İslâm medeniyetinin duraklamasına sebep olan Moğol istilâsı sadece Bağdat için değil bütün İslâm dünyası için korkunç bir felâket olmuştur. Bununla beraber Bağdat tamamen yıkılmaktan kurtuldu. Belki de ulemânın, “Adaletli bir kâfir, zalim bir imamdan daha iyidir” şeklindeki fetvası bu hususta önemli rol oynadı. (Ed-Dûrî,1991:428) Bağdat Timur tarafından 795’te (1392-93) ve 803’te (1401) olmak üzere iki defa işgal edildi. 1410-1467 yılları arasında Karakoyunlu Türkmenleri’nin hâkimiyetinde kalan Bağdat daha sonra Akkoyunlular’ın eline geçti. 1508’de Safevî Hükümdarı Şah İsmâil’in yönetimine geçti ve buraya sahip olmak isteyen Osmanlılar’la İranlılar arasında bir mücadele başladı. Şah İsmâil’in emri üzerine, Ebû Hanîfe ve Abdülkâdir-i Geylânî türbeleri başta olmak üzere Sünnîler’e ait pek çok türbe tahrip edildi ve birçok Sünnî lider öldürüldü. Şah İsmâil Mûsâ el-Kâzım için bir türbe yaptırdı ve Bağdat’a “halîfetü’l-hulefâ” unvanıyla bir vali tayin etti. Birçok İranlı tüccar Bağdat’a geldi ve ticarî faaliyetler arttı. Kuruluşunu takip eden yıllardan itibaren her alanda hızlı bir gelişmeye sahne olan Bağdat III-IV. (IX-X.) yüzyıllarda İslâm dünyasının en büyük şehri, en önemli ilim, kültür ve medeniyet merkezi haline geldi. Artan ticaret, servet ve refaha paralel olarak ilim, edebiyat ve sanatta da ciddi gelişmeler oldu. Bağdat’ta bizzat halife ve vezirlerin himaye ve teşvikleriyle kurulan müesseselerde ilim, kültür ve sanatta en önde gelen simalar yetişmiştir. İslâm kültür ve medeniyetine damgasını vuran Bağdat aynı zamanda Avrupa medeniyetinin doğuşuna da zemin hazırlamıştır. Çeşitli dillerden Arapça’ya yapılan tercümelerin İslâm medeniyeti tarihinde önemli bir yeri vardır. Emevîler devrinde başlayan bu tercüme
faaliyetleri Abbâsîler döneminde daha sistemli bir şekilde sürdürüldü; böylece hilâfet merkezi Bağdat, kuruluşunun üzerinden henüz bir asır bile geçmeden özellikle Hint ve İran menşeli eserlerin tercüme edildiği, Güney Avrupa’yı Ortadoğu ve Yakındoğu ile bütünleştiren bir merkez oldu; medeniyet ve kültür hareketlerinde önemli bir mevki işgal etti. IX-X. yüzyıllarda altın çağını yaşayan tercüme faaliyetleri sonunda felsefe, mantık, matematik, tıp, zooloji, botanik, kimya ve edebiyata dair eserler İslâm kültürüne kazandırıldı.. İlim ve kültürün halifeler ve devlet adamları tarafından himaye edilmesi üzerine çok sayıda ilim adamı ve mütercim Bağdat’a akın ettiği gibi şehirdeki kâğıtçı ve kitapçıların sayısı da arttı; edebî münazara ve toplantılar çoğaldı. Halkta kitaplara karşı merak ve ilgi başladı. Bununla beraber müslümanlar sadece tercümeyle yetinmediler; hem dinî hem de din dışı ilimleri sistematik bir şekilde ele alarak müstakil bir hüviyet kazandırdılar. (Özaydın,1991:438) Bağdat erken tarihlerden itibaren tasavvufun önemli merkezlerinden biri olmuştur. Tasavvufun gerçek kurucuları sayılan Ma‘rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdâdî, Serî es-Sakatî, İbnü’sSemmâk, Hâris el-Muhâsibî, Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî, Ebû Saîd el-Harrâz gibi âlimler Bağdat ve çevresinde yetişmişlerdi. BAĞDAT’TA OSMANLI DÖNEMİ
Kanûnî Sultan Süleyman 1534’te Bağdat’a girmesiyle birlikte şehirde Osmanlı Dönemi başlamış oldu. 400 yıla yakın bir süre Osmanlı idaresinde kalan Bağdat’tan seyahatnâmelerde kervanların buluşma yeri, Arabistan, İran ve Türkiye için önemli bir ticaret merkezi olarak bahsedilmektedir. Bu seyahatnâme yazarlarından Caesar Frederigo 1563’te şehirde pek çok tüccar gördüğünü; Sir Anthony Sherley her türlü malın kaliteli ve çok ucuza bulunduğunu, nehir üzerinde kalın zincir ve demirlerle birbirine bağlanmış, gerektiğinde açılabilen kayıklardan bir köprü yapılmış olduğunu anlatmaktadır (1590). Rauwolf ise sokakların dar ve evlerin sağlıksız olduğunu, paşanın ikametgâhı ile devlete ait binalar dışında birçok binanın harabe halinde bulunduğunu belirtir (1574). Ayrıca hamamların iyi bir durumda bulunmadığını, şehrin batı kesiminin etrafı açık büyük bir köy görünümünde olduğunu, doğusunun ise sağlam bir duvar ve hendeklerle çevrili bir halde bulunduğunu yazar. Seyyahlardan John Eldred de 1583’te Bağdat’ta Arapça, Farsça ve Türkçe 27
konuşulduğunu kaydetmektedir. Portekizli Pedro Texaira Doğu Bağdat’ta 20-30.000 ev ile bir darphâne bulunduğunu, okçuluk ve tüfekçilik okullarının yer aldığını ifade etmektedir.(Halaçoğlu,1991:435) İslâm medeniyetinin en önemli merkezlerinden biri olan, ancak Osmanlılar’a geçmeden çok önce bu özelliğini kaybeden Bağdat’ta Osmanlılar döneminde yeniden az da olsa ilim ve edebiyat sahasında ün kazanmış şahsiyetler yetişmiştir. Nitekim Kanûnî’nin Bağdat’ı fethettiği sıralarda burada bulunan ünlü Türk şairi Fuzûlî Osmanlı hükümdarı ve bazı devlet adamları hakkında kasideler yazmış, ondan sonra oğlu Fazlî de Türk edebiyatının seçkin simalarından biri olarak şöhret kazanmıştır. Yine meşhur divan şairi Rûhî ile Gülşen-i Şuarâ adıyla bir tezkire yazan Ahdî Bağdat’ın önemli şairlerindendir. Katip Çelebi 1625/26 yılında Bağdat seferine katıldı. Orada, dokuz ay süren kuşatmada, savaşın bütün cilvelerini gördü. Kıtlık yüzünden düşmana yenilince, ümitleri kesilip de geri dönerlerken, herkesle birlikte büyük sıkıntılar çekti; ama 'el ile gelen düğün bayram’, diyerek avunmaya çalıştı. “İslâm askeri bu yolda çektiği meşakkati hiç bir tarihte çekmiş değildir” diye geri çekilmenin tasvirlerini kısaca verdi. Aradan beş yıl geçtikten sonra gerçekleşen Hemedan seferinden sonra (1630/ 31) yılında, Hüsrev Paşa, ordusuyla Bağdat'a indiği zaman, o da beraberdi. Bağdat'ın kuşatılması 30 Eylül, 1630’ da başladı. Orduya, genel kurala aykırı olarak emir verilmiş ve bu yüzden çadırlar kaldırılıp, metrisler ardında ordugâh kurulmuştu. Herkes çadırının önüne metris yapıp çukur kazmıştı. Kâtip Çelebi’de kelek tulumlarını yığıp Mukabele defterini bu yığınların ardında açar, öyle çalışırdı. Geceleri de çukur kazıp mezar gibi içinde otururdu. (Kâtip Çelebi’den aktaran Gökyay,1982:1-2-3-4-5-6) 4 Eylûl 1746 da İran'da Türk sefiri Mustafa Nazif Efendiyle İran mümessilleri arasında imzalanan muahedename üzerine Nadir Şah, Osmanlı hükümdarıyla iyi münasebetler tesisi için birçok değerli hediyelerle İstanbul’a Mustafa Han adında bir büyük elçi göndermeye karar vermişti. Türk elçisi Mustafa Nazif Efendi, daha yolda iken Bağdat'tan keyfiyeti İstanbul'a bildirmiş ve gelen elçinin Şah tarafından yollanan yakut ve inci ile işlenmiş hintkâri bir altın taht ile birçok kıymetli kumaşları, on dört sayı//73// ağustos 28
fili hediye olarak getireceğini haber vermişti. Bu sebeple mukabele bilmisil olmak ve İran'da akdolunan muahedenamenin tasdikli nüshasını Nadir Şah'a götürmek üzere ve Osmanlı padişahlarının şanına uygun hediyelerle ve Şaha takdime lâyık 90 atla birlikte İran'a bir büyükelçi gönderilmesi kararlaştırılmıştı. Ahmet Paşanın, 21 sonkânun 1747 günü tertibettiği sefaret alayının Alay Köşkünde bu alayı seyreden padişahın önünden nasıl geçtiğini tasvir ile başlamakta ve elçinin Bahçekapısı'ndan bir çekdiri ile Üsküdar'a geçerek bir hafta kadar orada konakladığını kaydetmektedir. Sefaret heyeti, 28 sonkânun 1747 günü Üsküdar'dan yola çıkarak Nusaybin, Cebelisincar, Musul, Tikrit, Kâzimiye'den geçerek 30 Mayıs'da Bağdad'a varmışlar ve Bağdat valisi Ahmet Paşa tarafından askerî merasimle karşılanmışlardır. Daha önce uğradıkları vilâyet merkezlerinde de aynı şekilde askerî merasimle karşılandıkları ve şereflerine ziyafetler, cirit oyunları tertip olunduğu görülmektedir. Sefaret heyeti Bağdad'a yaklaştığı sırada elçi Ahmet Paşa, Abdur rahman Beyi kethüdalıktan azletmiş ve bu vazifeye defterdar Mustafa Beyi tâyin etmiştir. Sefaret heyeti Bağdatta on gün kadar kalmış ve şereflerine tertibedilen ziyafetlerde ve oyunlarda bulunmuş ve Bağdad'ın belli başlı ziyaret yerlerini dolaşmıştır.10 Haziran 1747 de, Bağdat’ta alay gösterildikten sonra tekrar yola çıkılmıştır. (Unat, 1987: 8687-88-89) 2.Mahmut döneminin büyük mutasavvıflarından Halidi Bağdadi de Bağdat’ın Süleymaaniye şehrinde doğmuştu. Mevlana Halid (1776—1827, Arapçada Şeyh Halid el-Bağdadi veya el-Nakşibendî olarak bilinir. (Findley,2015:3-4) Bağdat Vilayeti, Osmanlı Döneminde devletin önemli askeri lojistik üslerinden biriydi.1877-1878 Osmanlı Rus Harbindeki Doğu Cephesinin komutanı olan Ahmet Muhtar Paşa Seraskerlik Makamına Haleb, Bağdad ve Diyarbekir'den istenen 5.000 deveden ancak 300 kadarı gelip başka deve gelmediğine dair telgraflar çekiyordu (Ahmet Muhtar Paşa,1996) 1.Dünya Savaşı subaylarından Albay Rahmi Apak Bağdat cephesinde yaşananlardan şöyle bahseder: Bağdat, diğer şehirlerimiz gibi geri bir memleket idi. Irak'tan iki tümen Kafkas cephesine sevk edilmiş. Araplar Kafkasların soğuğuna tahammül edemez. “İttihatçılar veyahut Türkler Arapları soğuktan öldürmek
için, Kafkaslara gönderdiler” propagandası alıp yürümüş. Buna rağmen aşiretler, mahalli garnizonlarımıza yardıma koşmuşlar. Bilhassa Uceymi Paşa denilen bir Sünni aşiret başkanı, milyonlar değerindeki topraklarını, koyun sürülerini feda ederek son zamana kadar Türklerle birlikte çalışmıştır. Şimdi de Türkiye'de oturmaktadır. Şiilerin merkezi olan Kerbelâ ve Necef bölgesinin Türkler aleyhine hareketi de hükümet ve askerlerimizin yanlış politikalarından ileri gelmiştir. (Apak,1988:133134) Rumen tarihçi Yorga’nın naklettiğine göre o günlerde; Katolik propagandası teşkilatının Babil Piskoposu ve Mezopotamya Genel Vikar'ı ünvanlariyle gönderdiği Beuillet, 'Mlrandot, Abbe de Beauchamp gibi papazlar Bağdat'da faaliyette bulunuyorlardı. Bağdat'taki Frenglerin doktoru da bir Fransızdı. (Yorga,1948:60-61) 1800 lü yıllarda Mehmet ibni Suud'un oğlu olup Abdülzehheb'ın kızı ile evlenen Abdülaziz’in komutasındaki Vehhabiler, Bağdat Paşasını yendiler ve birkaç ay sonra da kutsal Kerbela şehrini ateşe verdiler. Arap asileri, Basra körfezine kadar bütün memlekete hâkim idi. (Yorga,1948:138) 1892 yıllarına ait Bağdat Şehri ve Halkı ile ilgili tesbitler şöyle naklediliyor: Bağdad şehri, takrîben yirmibin hane ve o nisbette dükkân, han ve saireyi ve pek çok cevâmi' ve mesâcid-i şerîfeyi (cami ve mescidi) havi olup, nüfus-ı mevcûdesi (nüfusu) yüzyirmibin tahmin olunur ki, miktarı onbinden aşağı olmayan Hindî, İranî, Afgânî (Hindli, İranlı, Afganistanlı) ve saire bittabii bu hesabın haricindedir. Yerli ahali umumiyetle Arab olup, bir miktar da Yahudi ve Süryani ve Keldani milletleri efradı mevcuttur. Şehrin ebniyesi (binaları) muntazam kargir olup, bunların, hele sahil-i nehirde bulunan yalıların manzarası pek dil-nişîndir (göz-alıcıdır). Hükümet konağı ile daire-i askeriye (askerlik şubesi), mekteb-i idadi-i askerî (askerî lise), kışla ve sair mebânî-i cesîme (büyük yapılar) ve hususiyle, kargir ve gayet cesîm ve mükemmel çarşısı, şehrin derece-i ma'mûriyetini irâ'eye (gelişmişliğini göstermeye) kâfidir. Dâhil-i şehirde (şehir dâhilinde) ve karşı yakada, bunlardan başka, ikinci derecede addolunan askerî ve mülkî rüşdiyeleri (askerîsivil ortaokulları), mekteb-i sanayi (sanat okulu) ile milel-i saireye (diğer milletlere) ait mekâtib (okullar) dahi, şayanı takdir ve istihsân (takdir
ve alkışa değer) birer tarz-ı inşaya maliktir (mimariye sahiptir). Bağdad'ta mütedâvil (geçerli) olan lisan Arabî (Arapça) olup, maahaza, vilayet ve Altıncı Ordu-yı hümayun merkezi bulunmak mülâbesesiyle (bulunması dolayısıyla), büyük-küçük me'mûrîn ve zabitan (memur ve subaylar) pek çok olduğundan, bu sayede ahalinin kısm-ı a'zamı (büyük bir kısmı) ve belki umumu (tamamı) Türkçe'ye aşina oldukları gibi, memâlik-i İraniye'ye (İran topraklarına) olan kurbiyetten (yakınlıktan) ve bilhassa Kerbelâ'ya, Necef'e o cihetten ziyaret ve mücâveret (kutsal görülen mekânlarda bir süre kalmak) maksadıyla her sene gelen ve miktarı yüzbinlere varan züvvâr (ziyaretçiler) ile ihtilâttan (oturup kalkmaktan) ve münasebât-ı ticariye (ticari ilişkiler) ve saireden dolayı, lisan-ı Fârisî dahi (Farsça da) beyne'lahali ta'ammüm etmiştir (halk arasında yayılmıştır). (Özalp,2018:118-119) Uzak vilayetlere varış biraz daha uzun sürebilmektedir ve Abdülvahhab Paşa'nın Bağdat'a tayininin çıkmasından tam altmış beş gün sonra oraya ulaşması bu kabil istisnalardandırVali vekilliği bazen çok uzun sürebilmektedir. VI. Ordu-yı Hümayun Komutam Ahmet Feyzi Paşa Bağdat'ta yirmi altı ay valiye vekâlet etmiştir. Arif Paşa'nın on iki yıl süren Edirne vali vekilliğinin ise ayrı bir hikâyesi vardır. Arif Paşa önce 28 Ekim 1895'te Edirne vali vekili olarak tayin edilmiş, 22 Mart 1896'da asaleten ataması yapılmış, fakat 1 Temmuz 1896'da atandığı II. Ordu-yı Hümayun müşirliğini de aynı anda yürütebilmesi için tekrar valilik vekâletine iade edilmiş, asaleti iptal edilmiştir. Yazışmalarda kendisine "Edirne Vali Vekili ve II. Ordu-yı Hümayun Müşiri Arif Paşa hazretleri” şeklinde hitap edilmektedir. (Kırmızı,2016:123-125) Bağdat Lozan Antlaşması’na kadar hukuken Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldı. Irak’ın 23 Ağustos 1921’de bir krallık haline gelmesi üzerine ise bu devletin merkezi yapıldı. Bağdat, 1920’lere kadar aynı zamanda geleneksel görünümünü de muhafaza etmiştir.1950’lerden sonra ise artan petrol gelirleri sayesinde âdeta yeniden inşa edilme sürecine girmiş ve kısa zamanda şehre birçok yatırım yapılıp resmî binaların yanı sıra çeşitli sanayi tesisleri kurulmuştur. Bu dönemde alt yapı ihtiyacı da ilk defa sistemli bir şekilde ele alınmıştır. Bir sonraki sayıda Bağdat’ı anlatmaya devam edeceğiz inşaallah…
KAYNAKLAR
• Ahmet Muhtar Paşa, (1996), Anılar 1, İstanbul:Tarih Vakfı Yayınları • Apak Rahmi, (1998), Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Ankara:Tãrih Kurumu Yay/ Ed-Dûrî, Abdülazîz,(1991),Bağdat,DİA, cild:4,s:425-433 /Findley Carter V,(2015),Modern Türkiye Tarihi,İslam Milliyetçilik ve Modernlik,1789-2007 İstanbul:Timaş Yayınları /Halaçoğlu Yusuf ,(1991),Bağdat, Osmanlı Dönemi cild:4,s:434-437 • Gökyay Orhan Şaik, (1982),Katip Çelebi, Yaşamı, Kişiliği, Eserlerinden Seçmeler,İstanbul: İş Bankası Kırmızı Abdülhamit,(2016), Abdülhamid’in Valileri/ Osmanlı Vilayet İdaresi (1895-1908), İstanbul: Klasik Yayınları /Özaydın Abdülkerim,(1991),Bağdat, Kültür ve Medeniyet cild:4,s:437-441 • Özalp,Ömer Hakan, (2018) İstanbul’dan Bağdat’a Mektuplarla Bir Anadolu ve Ortadoğu Seyahati 1892,İstanbul: İşaret Yay, /Unat Faik Reşit,(1987), Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, Ankara: Tarih Kurumu Yay, /Yorga Nicolea, 1948, Osmanlı Tarihi,(Son Cilt),Ankara Üniversitesi Yay, Ankara, 29
EĞİTİM/ÖĞRETİM FAALİYETLERİNDE
EĞİTİM SOSYOLOJİSİNİN AÇMAZI *Zihinlerdeki ve sinelerdeki prangaları kırmak için toplum bilimin, sosyolojinin Batı menşeli kaynak kodlarını kendi medeniyet ve kadim değerlerimiz üzerinden yeniden yazmalıyız. Cem ERİŞ*
an sıkıcı bir yazı…Bu yazı keyif vermeyecek. Bu adam mimar; bize şehrin mimarisinden, tarihi eserlerden, evlerden, Boğaziçi'nden, yalılardan, çeşmelerden falan bahsetmeli deyip başka bir sayfaya geçmeyeceğinizi umuyorum. Lakin farkında olup görmezden geldiğimiz sosyal hadiseler karşısında suskunluğu tercih etmenin konforuna daha fazla sığınamayız; öncelikle bir baba olarak ben bunu yapamam kusura bakmayın. "AĞAÇ YAŞKEN EĞİLİR!"
Atalarımız ne kadar güzel bir şekilde ifade etmişler: "Ağaç yaşken eğilir". Hedefi, anlamı, mesajı gayet açık bir ifade olarak medeniyetimizi ve onu kalıba sokan inanç değerlerimizi ayakta tutacak ve sürdürecek nesiller için temel kriterlerini bir çırpıda özetleyen bir atasözü. Nesillerini, istikbalini düşünen, onlar için endişelenen doğru veya yanlış her sistem, her medeniyet, her inanç için geçerli rehber niteliğinde bir ifade bu. Bu yüzden bütün cayırtı ağacı yaşken eğmek ve onu eğecek sistemi ve eli kontrol altında tutmak üzerinden kopuyor. Yaş ağaç kim? Senin, benim, bizim çocuklarımız, medeniyet ve inanç değerlerimize sahip çıkarak sürdürecek olan gözlerimizin nuru yavrularımız: istikbalimiz! İşte bunun için "15 Temmuz" bugünümüze değil asıl istikbalimize çekilen bir operasyon! Peki bitti mi? Eğer zamanında yapmamız gerekenleri yapmaz isek bitmeyecek; tıpkı şeytan sürekli nefsimizi kandırmaktan bir an bile nasıl vazgeçmiyorsa medeniyetimizin düşmanları da vazgeçmeyecekler. Peki bu kadar lafı niye ettik? Uzatmadan sözü eğitim/öğretim sistemimize/sistemsizliğimize getirmek istiyorum. EĞİTİM VE ÖĞRETİM
*Y. Mimar-Restorasyon Uzmanı Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı / Restorasyon Daire Başkanı
sayı//73// ağustos 30
Daha önce dergimizin 60. sayısındaki yazımda belirtmiştim: İstanbul Üniversitesi-Auzef/ Sosyoloji 3. sınıf öğrenciyim. Bir restorasyon uzmanı mimar, bir memur ve bürokrat, bir vatandaş, bir baba ve bir kul olarak mevcut eğitim/öğretim sistemini analiz ve sorgulama yükümlülüğümüz ve hakkımız var elbette. Yazımıza akademik bir destek de alırsak "EĞİTİM bireyin kişiliğini geliştirmesine ve toplumsal hayatta yer edinebilmesi için ihtiyaç duyduğu bilgi ve beceriyi kazanmasına yardım eden kurumdur. AİLEDE BAŞLAR ve içinde yaşadığı toplumun örgütlenme
- Adil bir seçim için herkes aynı sınava girmeli: lütfen bu ağaca tırmanın.(www.hurriyet.com.tr)
yapısına göre eğitim kurumlarında devam eder. Eğitim, kişinin kendisini geliştirmesini desteklediği gibi toplumsal bir rol ve meslek öğretimini de kapsar. Bu geniş kapsam kişinin ihtiyaç duyduğu bilgi türleri için de geçerlidir. Hayatını sürdürmek için çeşitli bilgi türlerine ihtiyaç duyan bireyin davranışlarını inşaa eden sürece EĞİTİM, kişinin bir uzmanlık kazanmasını sağlayan bilgiyi edinme sürecine ÖĞRETİM denmektedir". Muhteşem bir tanım! Ama bir dakika bir terslik var burada. Yani çocuklarımız 12 yıllık zorunlu temel eğitimin son 4 yılında yani 9,10,11,12. sınıflarda detaylı türev, integral, polinom, , hücrenin yapısı ,organik kimya gibi dersleri, sosyal , kültürel ve ekonomik olarak hayatının geri kalanını derinden etkileyecek mesleki hedefini henüz belirleyememiş, bu analizi profesyonelce yapmaktan aciz bir eğitim-öğretim kadrosu elindeki bir öğrenci olarak, çocukluğunun ve gençliğinin en değerli çağlarında kafa patlata patlata sınıf geçmek zorunda olduğu bir vasatta güya "hayatını sürdürmek için çeşitli bilgi türlerine ihtiyaç duyan birey" olarak ezberledi mi demek istiyorsunuz?! Yoksa bunlar sadece Üniversite sınavı için mi gerekiyor? İnsanın hayatından 12 yıl. Dile kolay geliyor. Peki "kişinin bir uzmanlık kazanmasını sağlayan bilgiyi edinme süreci olan öğretim" nerede veriliyor? Üniversitede mi? Yani şunu mu demek istiyorsunuz: 6 yaşında okula başla; 12 sene oku; 18 yaşında, yani evlilik çağının başında, eğitimli bir vatandaş olarak hayata katıl! Lise diploması bunu sağlıyor mu? Hayır!
Peki lise diploması çocuğun iyi bir insan ve vatandaş olduğunun belgesi mi? Hayır! Üniversite, meslek edindirmeye yönelik bir öğretim faaliyeti ise neden milyonlarca gencimiz üniversite bitirdiği halde meslekli işsizler sınıfında? Burada yanlış giden ne? Ben bir eğitimci değilim. Ancak bu sistemin bir çıkmaz sokak olduğunu ve istikbalimizi tehdit ettiğini göremeyecek kadar da kör değilim. Sürekli değişen bakanlar ve müdahale gören eğitim sistemi bunun bir ispatı değil mi? Çalışma hayatında en basit görülen işler için bile lise diploması değil de üniversite diploması sorulabiliyorsa yazık değil mi bu çocuklara? İnsanlık, merhamet, sevgi, yardımlaşma, iyilik, sadakat, ahlak, edeb, haya...... Farkında mısınız: çocuklarımız pek çoğunu ailelerinden edindikleri bu hasletleri okulda kaybediyorlar! Böylece eğitimli cehalet denilen kavram hortlayabiliyor kolayca. Platon'a göre (M.Ö.427-347) "En adil düzen insanın yaratılışına uygun işi yaptığı düzendir. Platon'un ideal devletinde her insanın doğasına uygun işe yerleştirilmesi eğitimle sağlanır. Eğitim insanın doğasında mevcut olan eğilimi ortaya çıkarmak, keşfetmek ve onu kendisine uygun toplumsal role yönlendirmek için önem kazanır".Platon insanın eğitimle değişebileceğini vurgular: "Bu noktada devlet, eğitim süreçlerinde tam egemen güç olmalıdır ve ihtiyaç duyduğu türden(!?) vatandaşları hazırlamak için onlara eğitim vermelidir. Devlet organizasyonu için öncelikli olan elit kadronun eğitimi, hazırlandıkları işe uygun bir şekilde 31
- Okulda çok iyisin. Fakat hangi gerçek dünya becerilerini sahipsin? - Testler. Test çözebilirim. (www.hurriyet.com.tr)
daha fazla önemsenirken işçiler ve köleler sadece temel eğitim alacaklardır!" Buna karşılık Aristoteles (M.Ö. 384-322), içinde yaşadığımız fizik dünyayla ilgiliydi. O'na göre fizik dünyadaki her şeyin gerçekleştirmeye çalıştığı potansiyeli vardır. Eğitimin amacı ise çocuğun potansiyelinin en uygun yere ulaşması için geliştirmeye yardım etmektir." Peki tüm bu tespitler bana mı ait? Tabii ki hayır. Tüm bunları İ.Ü/AUZEF SOSYOLOJİ 3. sınıf Eğitim Sosyolojisi dersindeki ders içeriklerinden öğreniyoruz. İçeriğin kaynağı da kitabın sonunda olması gerektiği gibi belirtiliyor zaten. Peki "Ben" ne söylüyorum? Ya "Biz" ne söylüyoruz? İleride buna geleceğim. Fakat Platon ve Aristoteles'e atıfta bulununca yazımızın akademik/bilimsel değeri artmış oldu sanırım. Zaten önemli olan da bu değil mi?! Devam edelim "hem antik (yani pagan) Yunan düşünürlerinden Platon ve Aristoteles'in fikirlerine hem de İslam DÜŞÜNCESİNE vakıf olan GAZALİ (1058-1111) eğitimle ilgili görüşleriyle düşünce tarihi ile ilgili görüşleriyle de düşünce tarihinde öne çıkan bir isimdir." Yani M.Ö. 4.yy. dan zıplayıp M.S. 12. yy'a ışınlanınca karşımıza Gazali çıkıverdi. Arada geçen 1500 yılda ne olduğu çok önemli değil. Peygamberler tarihi, son din ve onun peygamberi ve hayatı , Kur'an-ı Kerim, İslam alimleri ve onların diğer eserleri yok. Bir de İbni Sina var arada(980-1037). İşte hepsi bu. "Eğitim düşüncesinin 17. yy. civarında modern eğitime özgü özellikler taşımaya başladığı görülmektedir. Aydınlanma düşüncesinin sayı//73// ağustos 32
temsilcileri insanın kendisiyle, geleneksel bilgiyle, tabiatla ilişkisini YENİDEN(?!) yorumlarken eğitim alanında da modern toplumun temellerini atan fikirler ortaya koymuşlardır" Yani aklı kutsayıp vahyi inkar etmişlerdir. John Locke, Rousseau, Herbart, Froebel, Dewey, Kant , vb. burada saymakla bitiremeyeceğim yüzlerce isim bu işe kafa yormuş. Batılı düşünürlerin düşünceleri ve sapkınlıkları eğitim sistemimizin pozitivist, materyalist batı merkezli alt yapısı olarak her yerde karşımıza çıkartılıyorsa "Biz" kimiz o zaman? Yanlış anlaşılmasın amacım İ.Ü' nin sosyoloji açık öğretiminin ilgili ders içerikleri ile bunları hazırlayan "akademisyen" hocalarımızı eleştirmek değil. Zira onlara da 100 yıldır bu öğretiliyor. Düşünce arka planı ise belki 250 yıl geriden geliyor. Lakin bu alt yapı ve yönelim bu millete ve onun değerlerine hitap etmiyor. Bu millet, gökten zembille indirilmedi bu medeniyet coğrafyasına. Mesele bu. O halde tüm yerli ve cari sistemin sorunları üzerine kafa yorması gereken eğitim sosyolojisinin temel referansları, bu milletin varlık sebebi medeniyet değerlerinden beslenmedikçe istikbale ait endişelerimiz azalacak mı? Hayır. Kilisenin tahakkümünden kurtulmak isterken inancını, imanını tamamen yitiren, hak ve hakikate kör Batının reçeteleri benim kendi sorunlarıma hitap etmiyor. Hastaya yanlış reçete yazarsanız ölümüne sebebiyet verebilirsiniz. Dergimizin 60. sayısında bu konuya dikkat çekerek şunları yazmıştık: "Bizim sorunlarımız , olaylarımız bize has örneklerdir. Başlangıçta Batının seküler sanayi toplumunu inşaa etme ve gütme hedefine boyun eğen ve bunu kendi toplumlarına öneren veya dayatan Türkiye ve benzeri müslüman ya da İslam dışı toplumlarda 19. yy'dan itibaren sanayileşme adımları atılıyor olsa da temelde bu seküler sosyolojik bakış açısı batı dışı toplumları anlamaz, anlayamaz. Esasen batılı sosyologların özellikle başta müslüman toplumlar olmak üzere diğer medeniyetleri inceleme çabaları istisnalar hariç yüzeyseldir. Zira Batı aklının bizim için projesi, bu toplumu yine bu toplum içinden bulduğu veya yetiştirdiği, yatırım yaptığı proje ortaklarıyla sekülerleştirip kadim değerlerinden uzaklaştırırken pozitivist prangaları devrede tutmak; diğer yandan da bağımsız, yerli, milli sosyal, kültürel, teknolojik ve sanayileşme hamlelerine engel olup ekonomik olarak kendisi için rakip olamayacak
şekilde açık bir pazar haline getirmektir. Tüm bu sebeplerle, zihinlerdeki ve sinelerdeki prangaları kırmak için toplum bilimin, sosyolojinin Batı menşeli kaynak kodlarını kendi medeniyet ve kadim değerlerimiz üzerinden yeniden yazmalıyız. Bunun için de hedeflerimizi kendi zeminimize basarak belirlemekten başka bir çaremiz yoktur." Yukarıda ders içeriklerinden alıntılar yaptığım metinleri benim gibi mimarlık alanında lisans ve yüksek lisansını tamamlamış, kamuda 20 yıllık memuriyeti ve meşguliyeti bulunan sosyoloji öğrencileri okumuyor sadece. Özellikle sınavdan sınava gördüğüm, 18-25 yaş gurubunda binlerce öğrenci de bu ders içeriklerini okuyor, ezberliyor, sindirmeye çalışıyor ve böylece sosyolog olmanın veya bir meslek sahibi olarak toplumda bir yer edinmenin hayalini kuruyorlar. Lakin bunu yaparken kendi elimizle kendi yavrularımızı zehirlediğimizi farkında mıyız? Dönüp dolaşıp her şeyi batının üstünlüğüne, kadim değerlerine, modernizme ve onun kurumlarına, kültürüne bağlayan bir eğitim/öğretim sistemi bize has, kendi değerlerimizden beslenen bir kimlik oluşturmamızın önünde en büyük engel olarak duruyor. Yazık bu millete! Yazık bu çocuklara, gençlere! MESELENİN DİĞER BİR BOYUTU Az önce yukarıda sorduğumuz soruyu hatırlayalım: "Lise diploması çocuğun iyi bir insan ve vatandaş olduğunun belgesi mi? Bu diploma sadece üniversiteye girebilmek için mi gerekli? Yani ilkokul mezunu birisi üniversiteye giremez bu ülkede. İlla lise diploması olacak. Bunun için dışarıdan ortaokul ve liseyi bitirecek . O zaman üniversite kapısı önünde durmaya hak kazanacak. Hani fırsat eşitliği? O zaman sistemin amacı ne? Hala neden meslek liselerinin önemini ve kalitesini tartışmıyoruz. Neden hep gündemde Üniversite var? Çoğumuz bu deli gömleği sistemin niçin kurgulandığını farkında, lakin değilmiş gibi yapıyor. Yaş ağaç olma sürecini geçmiş, artık 18 yaşında yetişkin ve ergin bir birey olarak, ancak bir sürü ihtiyacı olmayan bilgi yığını altında ezilmiş, hiç bir mesleki vasfı olmayan, maişetini temin ederek kurmayı hayal ettiği yuvasının geçimini temin etmekten aciz, aile ekonomisine katkı vermek şöyle dursun tam tersine ciddi bir harcama kalemi olarak hayata atılmasını beklediğimiz yavrularımız, gençlerimizin durumu bu. Bu vasatta istikbale dair ne bekleyebilirsiniz? Ve bu gençler iyi, salih/saliha,
hayırsever, vatanperver, merhametli, şefkatli, ahlaklı, edebli birer vatandaş olarak ülkenin sosyal hayatına katılacaklar! Bütün bu vasıfları aileden başka hangi kurum temin edebilir? Bir de bunun üzerine İstanbul Sözleşmesi denilen 81 maddeden oluşan, devletimizin 80. maddeyi uygulamasını beklediğimiz , herkesin üzerinden ahkam kestiği ancak açıp bir kere dahi okuma zahmetine katlanmadığı anlaşılan, aileyi cinsiyet ayrımı yapmadan birlikte yaşayan bireyler olarak tanımlayan , partnerlik, cinsel yönelim gibi sapkınlık ifadelerini nereden aldıklarını anlayamadığım bir cesaretle meşru sosyal hayatın bir parçası olarak gösterip toplumu zehirleyen, " herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar,faaliyetler ve özellikler" olarak tanımlanan "toplumsal cinsiyet" tanımı ile muğlak ve zehirli bir ifadeyi mevzuat ve hayatımıza sokan, bu milletin son kalesi aile kurumunu temelinden sarsan bir düzenleme de tüm sorunlarımızın üzerine amiyane tabirle tüy dikiyor.
(www.hurriyet.com.tr)
SON SÖZ
Muhterem hocam Prof. Sadettin Ökten diyor ki: "Bu medeniyetin temel değerleri,batı medeniyetinin temel değerlerinden farklıdır. Dolayısıyla bu değerlerin ürettiği insan tipi de farklıdır.” O halde büyüklerimize ve münevverlerimize bunun gereğini yapmak ve mücadelesini vermek düşüyor. Son 70 yıldır bu milletin bunun mücadelesini verdiğine inanıyorum. 33
omünist Yaşar” lakabıyla tanınan gazeteci Ahmet Yaşar Başer’le bir Cahit Zarifoğlu anma programı sonrasında hem yazışmış hem de tanışıp dost olmuştuk. Merhum Cahit Zarifoğlu’nun vefatının 8. yıldönümünde Kahramanmaraş Belediyesinin düzenlediği bir anma programı gerçekleştirilmişti 1995 yılı Haziran ayında.
“GOMONOS”
YAŞAR DA ÖLDÜ “Cahit için hazırlanan geceye Ilıca’da olduğum için katılamadım. Üzgünüm. Katılsa idim bilmiyorum üç beş cümle ile ben de bir şeyler söyleyebilir mi idim o toplulukta.” Serdar YAKAR
Dönemin Belediye Başkanı Ali Sezal tarafından gerçekleştirilen ve Atatürk Parkı güreş meydanında, açık havada icra edilen geceye, merhum Zarifoğlu’nun ailesi ve çoğunluğu şehir dışından olmak üzere yüzlerce seveni katılmıştı. Cahit Zarifoğlu adına ilk kez bu kapsamda bir anma programı düzenleniyordu. Programın öncesi ve sonrasında yerel ve ulusal basında geceyle ilgili olarak değerlendirmeler yer almış, özellikle Yeni Şafak, Türkiye, Zaman, Akit ve Milli Gazete program için kültür sanat sayfası sorumlularını göndererek gecenin ortamını Türkiye geneline duyurmuşlardı. Yerel basınımız da üzerine düşeni yapmış ve programı sahifelerine taşımıştı. Yerel gazetelerimizden olan Kahramanmaraş’ın Sesi gazetesi, Cahit Zarifoğlu’nun gençlik yıllarında ilk yazılarının yayınladığı bir gazete idi. Gazetenin sahibi olan Ahmet Yaşar Başer, program sonrası 21.06.1995 tarihinde bir yazı kaleme almış, yazısına da “Benim Solcu Cahit’im!...” başlığını atmıştı. Ahmet Yaşar Başer’in yazısı doğrusu üzmüştü bizi. Cahit Zarifoğlu ile dolaylı olarak akraba da olduğunu belirten Başer, yazısında şöyle diyordu:“Gençliğimde benimle arkadaşlık yapan matbaama sık sık gelen, solcu Mustafa Öz’le birlikte 27 Mayıs ihtilalinden sonra adına (İnkılap) diye bir gazete çıkarttığım bir Cahit Zarifoğlu vardı. Ve de benim dolaylı akrabamdı.” “İlk şiirlerini benim gazetemde yayınlamıştı. Ben kendilerine giderdim kendisi bize gelirdi. Matbaamdan sigarasını Ramazan günü savura savura çıkmaktan çekinmeyen elindeki sigarayı bitinceye kadar sokakta içmekten büyük haz duyan bir Cahit’ti o. Bir gün (yapma Cahit) dedim. (Halkın hissiyatına saygı duymalıyız). (Halkta) dedi (benim özgürlüğüme saygı duymalı) dedi.”
sayı//73// ağustos 34
“Cahit’le arkadaşlığım tahminen 2-3 sene kadar sürmüştü. Sonra imtihan kazandı üniversiteye başladı. Benden üniversiteye kefil olmamı istedi. Ben de amcalarımın 500 liraya kefil olmaları nedeni ile evlerinin satıldığını bildiğim için kefil olmak istemedim. Bana küstü. Gidiş o gidiş oldu. Bir daha görüşemedik. O lise hayatının tam tersine, iyi bir İslamcı şair olmuş, ben ise hala solculukta kala kalmıştım Maraş’ta…” “Cahit için hazırlanan geceye Ilıca’da olduğum için katılamadım. Üzgünüm. Katılsa idim bilmiyorum üç beş cümle ile ben de bir şeyler söyleyebilir mi idim o toplulukta.” Böyle diyor Ahmet Yaşar Başer. O tarihlerde Kahramanmaraş Belediyesi bünyesinde bir kültür müdürlüğü bulunmadığı için Yazı İşleri Müdürü olarak bu yazıya cevap yazma görevi bana düşmüş, Belediye başkanımız Ali Sezal beyin de olurunu olarak gazeteye kendi adımla bir açıklama göndermiştim. Fikir ve düşünceye saygıyı meslek hayatında ilke edinen Ahmet Yaşar Başer, bu cevabi yazıyı hiçbir değişiklik yapmadan “Benim Solcu Cahit’im yazımıza belediye cevabı” başlığı altında 29.6.1995 tarihinde birinci sahifeden vermişti. “Sayın Ahmet Yaşar Başer Beyefendi” diye başlayan cevabi yazı şöyle devam ediyordu: “Sahibi bulunduğunuz Kahramanmaraş’ın Sesi gazetesinin 21 Haziran 1995 tarih ve 6798
sayılı nüshasını biraz keder biraz da sevinç duygusuyla okudum. Kederlendim çünkü ismi memleketimiz Kahramanmaraş’ı aşıp bir millete mal olmuş bir şairimizin gençlik yıllarındaki uygunsuz davranışlarını ulu orta dile getiriyordunuz.. Sonra sevindim... Dost canlısı, yaşamının her bir ânını İslam’ın mihengine vurarak hareket eden bizim tanıdığımız Cahit Zarifoğlu’nun nereden nereye geldiğinin mukayesesi ortaya çıkıyordu.” “İşte bu gerçeklerin bilincinde olarak sevgili ağabeyimiz Cahit Zarifoğlu’nun hangi aşamalardan geçerek hidayete erdiğini görmek bizi sevindirirken sizi de onun yanında görememekten üzüntü duydum.” “Benim Solcu Cahit’im” başlığını taşıyan talihsiz yazınız sanıyorum ki benimle birlikte binlerce insan için de keder ve sevinç vesilesi olmuştur.” “Her şeye rağmen o gecede sizi de orada görmek, dostluğun ne idüğünü anlamanız için o konuşmaları dinleme bahtiyarlığına ermenizi isterdim.” Bu cevabi yazıya Ahmet Yaşar Başer’in cevabı not şeklinde şu kısa cümlelerden ibaret olmuştu: “Bizlerde ölülerimizi hayırla yâd ederiz ama gerçekleri de değiştirmeyiz. O gerçeklerde o yılların gerçeği idi. Yoksa olgunluk yıllarının değil. Sonra bizim görüşümüze göre Cahit’in solcu olması da utanılacak bir durum olmadığı gibi şeref vericidir. Toplantıda olamayışıma gelince o sırada 35
gazetenin sayfalarını onlara açar. Şeref Turhan, Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören, Erdem Bayazıt gazetenin yazarları arasında yer alır. İstanbul’dan arkadaşı olan Mustafa Öz’ün 1960’da Maraş’a gelmesi ile onun adına İnkılap gazetesini çıkartmaya başlar. Gazetenin Yazı İşleri müdürlüğünü ve başyazarlığını Cahit Zarifoğlu üstlenir. Bir süre sonra Mustafa Öz İstanbul’a dönüp mesleğini yapmaya başlayınca gazete tamamen Cahit Zarifoğlu’nun sırtına yüklenir. Akşam ve Vatan gazetelerinin Maraş muhabirliğini de üstlenen Yaşar Başer sürekli basın kartı sahibidir. Bir şiirinde; ne yazık ki il dışında bulunmakta idim. Yoksa çok sevdiğim Cahit’imin anıldığı konferansa memnuniyetle katılırdım.” Bu yazışmanın ardından Ahmet Yaşar Başer beyle kurulan dostluk “Kahramanmaraş’ın Sesi” gazetesinde köşe yazarlığı yapmaya kadar gitti. Ahmet Yaşar Başer Maraş millî mücadele kahramanlarından Kadir Çavuş’un oğlu olarak 1932 yılında doğar. İlkokul sonrası eğitimini devam ettiremez. Maraş Postası gazetesinde çırak olarak iş hayatına atılır. Maraş Postası, Maraş’ta yayınlanan ilk özel gazetedir. Haftada üç gün yayınlanan Maraş Postası Gazetesinin kapanmasının ardından yayın hayatına giren Engizek Gazetesinde çalışmaya başlayan Ahmet Yaşar Başer önce kalfa sonra usta olur. Hayallerini gerçekleştirmek için 1951 yılında İstanbul’a gider. Siret İstemi beyin desteği ile Maarif matbaasında çalışmaya başlar. Aslen Ereğlili olan ve terzilik yapan Mustafa Öz ile Demokrat İşçi Partisine katılır. Parti mitinglerinde şiirler okur. Okuduğu şiirlerden dolayı soruşturmalar geçirir ve tutuklanır. Tutuklu olduğu günlerde aynı cezaevinde bulunan Eşref Edip ile tanışır. Eşref Edip; “Maraş’tan komünist çıkmaz oğlum” diyerek onu namaza çağırır. Cezaevi çıkışı Büyük Doğu dergisine giderek Necip Fazıl Kısakürek ile görüşür. Necip Fazıl’ın himayesinde Büyük Doğu dergisinin yayınlandığı matbaada çalışmaya başlar. 1954’de tekrar Maraş’a döner. Engizek gazetesinde Yazı İşleri Müdürü olarak çalışmaya başlar. 1956 yılı Nisan ayı içerisinde kendi gazetesi olan Maraş’ın Sesi’ni yayınlamaya başlar. İlk sayı 20 Nisan..1956’da okurla buluşur. Gençleri yazmaya teşvik etmek için sayı//73// ağustos 36
“Haram lokma yemedinse Zengin etek öpmedinse Velinimet demedinse Olursun bil ki gomonos! Düşünmeye başladınsa Kötülüğü taşladınsa Ve hakkı alkışladınsa Gomonos’sun gomonos!” Diyerek nasıl gomonos olduğunu dile getirir. Bu uzun şiirini şu mısralarla sona erdirir: “Yaşar der elleri kara Bitti şükür çala çala Sen kendini sende ara Diyenlerin hepsi de yos! Ne masonoz, ne gomonos!” Kahramanmaraş’ın bu renkli simasının şehre dair anlatacağı ciltler dolusu bilginin kayda geçirilememiş olması bakımından en çok da kendimi suçluyorum. Gerçi defalarca aramış, davet etmiş, anlatacaklarını kayda almayı teklif etmiştim. Her defasında biraz daha süre istemişti. En son görüşmemiz birkaç ay önce olmuştu. Ankara’ya gideceğini söylemiş, dönüşte bir araya gelmeye söz vermişti. Ankara’dan dönüş haberi ile birlikte almıştık virüse yakalandığı haberini. Necip Fazıl Kısakürek Şehir Hastanesinde bir süre tedavi görmüş ve 24 Temmuz 2020 Cuma günü vefat etmişti. Cenazesi aynı gün ikindi namazı sonrası Şeyh Ali Sezai Efendi mezarlığına defnedildi. Kovid-19 tedbirleri kapsamında cenazesine sadece birinci derece yakınları katıldı. Bu dünyadan bir “Gomonos Yaşar” göç etti. Rahmetle anıyoruz.
GESİ BAĞLARINDA
DOLANIYORUM
Yeşilin bütün tonlarını bulursun. Her mevsimi ayrı bir güzeldir. Sonbaharda kaç çeşit sarı vardır şaşar kalırsınız. Canan COŞAR
ayseri; tarihi, coğrafi konumu, ülkenin kalkınmasında çok büyük rol oynayan sanayisi, bağı bahçesi, türküleri ayrıca dünyaya adını duyurmuş ilim ve bilim insanları, iş adamları bu topraklarda yetişmiştir.Sakıp Sabancı, Mevlana Celâlettin-i Rumi’nin hocası Seyyid Burhaneddin Hazretleri, ÂşıkSeyrani, Âşık Hasan, Mimar Sinan, Dadaloğlu, Osman Kavuncu, Mehmet Melik Gazi, Muhsin İlyas Subaşı… Kayseri ülkenin doğu ve batısında bir köprü gibidir adeta. Doğusunda Sivas ve Malatya, batısında ise Niğde ve Ankara yol ayrımı başlar. Uzantısı Sivas’a doğru devam eden adını kendisinden alan ayrıca iki şehir arasında sıcak ilişkilere sebep olan Sivas Caddesi şehrin ilk kurulan caddelerindendir. Şehrin kuzeyinde ise o muhteşem göz alıcı heybeti ile turizm de büyük rol oynayan Erciyes Dağı bulunmaktadır. Kol kanat germiştir sanki şehre. Öfkelidir ama yansıtmaz kendi içindedir.
Şehrin insanı sabah uyanır uyanmaz önce bir seyre dalar Erciyes’i. Havasını çeker içine sonra işine koyulur. Şehrin tam merkezinde Kayseri Kalesi bir komutan edasında tıpkı önündeki Atatürk heykeli gibi onu temsil eder. Roma imparatorluğundan başlayan serüven yapılan yenileme çalışmaları ile bugün hala ayaktadır. Hemen yanındaki saat kulesi ise vaktin önemini belirtir. Zamanı israf etmeden değerli hale getirerek çalışmayı üretmeyi hatırlatır. Damak tadı kuvvetlidir Kayserilinin. Sucuk, pastırma ve mantının anavatanısofraların baştacıdır. Hediyelerin en güzeli ikramların en kıymetlisidir. Hele bir de yaprak sarması vardır ki incecik kalem gibi sarılır. İncitmeden dalını kırmadan altından gelecek üzüme zarar vermeden dillere dolanmış adına türküler söylemiş Gesi Bağlarındaki asmalardan özenle toplanır. Bir hasret türküsüdür Gesi Bağları, babasını kaybeden genç kız annesi ve ağabeyleri ile birlikte yaşar. Gelin olup evden ayrıldıktan sonra annesinden uzun bir süre haber alamaz. Kendisinin bir kızı olur fakat bu hasretini dindirmez. Eşinden ve kaynanasından güler yüz görmeyen gelin hep mutsuz ve ailesine karşı özlem içindedir. Bir süre sonra annesinin ölüm haberini alır. Bunun üzerine bu türküyü söyleye söyleye Gesi Bağları arasında dolaşmaya başlar. Gesi bağlarında dolanıyorum Yitirdim yârimi amman aranıyorum Bir çift selamına güveniyorum Gel otur yanıma hallarımı söyleyim Halımdan bilmiyor ben o yâri neyleyim Gesi bağlarında üç top gülüm var Hey Allahtan korkmaz sana da bana da ölüm var Atma garip anam beni dağlar ardına Kimseler yanmasın anam yansın derdime Sivas yolu üzerinde Gesi bağları yol ayrımına girip bir süre yol aldıktan sonra ceviz ağaçları karşılar bizi. Üzümü yaprağı kadar cevizi de kıymetlidir. Yol boyu devam eder. Yollar geniş ve rahattır güvenle geçer gidersin. Bağlara inmeden önce, içinde nice acıların kederlerin mutlulukların heyecanların sevinçlerin hayatların yaşandığı viran olmuş evler çıkar karşımıza. Evlerin kapısı birbirine çapraz bakar. Mahremiyete önem verilmiş özen gösterilmiştir. Saygı sevgi ile yaşarlar çeşme başında toplanıp dert yanarlar. Kimisi kocasından kimisi kaynanasından kimisi anasından anlatır sular testilere dolana kadar. Basamak gibi yukarıdan aşağıya doğru sıralanır evler dağların eteklerinde. Düzlükte yer alan bağlar şehre nefes aldırır. Yeşilin bütün tonlarını bulursun. Her mevsimi ayrı bir güzeldir. Sonbaharda kaç çeşit sarı vardır şaşar kalırsınız. Şehrin nefes alan en yeşil yüzü, türkülerin en içli nağmesi, bereketin tükenmeyen kapısıdır Gesi Bağları. 37
ünyada egemenliklerini sürdüren imparatorluklar içinde çok uzun bir ömür süren Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul, Klasik Türk Edebiyatı’nın hemen hemen birçok şairi tarafından övülmüş, şiirde dile getirilerek kelime kalıplarına dökülmüştür. Güzel ve benzersiz bir şehir olan İstanbul, değişik yönleriyle çeşitli eserlere konu olmuş ve büyük şairlerin şiirlerindeki seçkin yerini almıştır daima.
BİR EDEBİYAT TÜRÜ OLARAK
ŞEHR-ENGİZLER VE
İSTANBUL Haklarında şehr-engiz yazılan veya oluşturulan şehirler, daha çok eski uygarlık merkezleri olan İstanbul, Edirne ve Bursa gibi yerleşim yerleridir. Dr. Şakir DİCLEHAN
Fotoğraflar: http://www.eskiistanbul.net
Şair ve yazarlar, yaşadıkları sosyal çevreyi bazen düzyazı ve bazen de şiirin verdiği imkân ve ölçüler çerçevesinde, eserlerine serpiştirmeyi tercih ettikleri görülmektedir. Altı yüz yıl süren bir devletin edebiyat ve şiir alanında irili ufaklı altı bin civarında sanatkârın yetişmesi ve çeşitli alanlarda at koşturması, oldukça önemli olay ve dikkat çekici bir durumdur. Divan edebiyatında bir şehir ile o şehrin güzelleri hakkında yazılan manzum eserlere, “ Şehr-engiz” adı verilmiştir. Kelime olarak “şehir karıştıran” anlamında kullanılan bu kelime, bir edebiyat türüne ad olmuş ve bu türde, birçok şair tarafından eserler ortaya konulmuştur Klasik şiirde işlenen “şehr-engizler”e, başka milletlerin edebiyatlarında pek rastlanmaz. Divan edebiyatının kendine özgü karakterlerini taşıyan şehr-engizler, daha çok klasik mesnevi biçimine uygun tarzda kaleme alınmışlardır. Edebiyatta yarı ciddi, yarı şaka karakteriyle oldukça rağbet gören şehr-engizlerde, dini ve tasavvufi özelliklere pek rastlanmaz ve yer verilmez. Şehr-engizlerin baş taraflarında Divan Şiiri geleneğine uyularak Tevhid, Münacat ve Na’t gibi kısımlara yer verilmiştir. Konu bölümünde ise, önce hakkında şehr-engiz yazılan şehir hakkında bir beyit (uyak) ile bilgi verilip övgülere geçilir. Yerine göre bahar ve tabiat (doğa) tasvirleri yapılır ve şehrin güzelleri hakkındaki tanımlamalara geçilerek bu kişilerin belirgin yönleri ile ünlendikleri alanlar anlatılır şehr-engizlerde... Fatih dönemi şairlerinden ve ilk tezkire yazarları içinde önemli bir yeri bulunan Latifi'nin İstanbul'un tasvirine yer verdiği bağımsız eseri “Risale-i Evsâf-i İstanbul”u, bu konuda ilk olması ve çığır açması bakımından oldukça önemlidir.
sayı//73// ağustos 38
On altıncı asrın meşhur tezkirecisi Latifi, bu eserinde İstanbul'un birçok yönünü, özellikleriyle anlatmağa çalışır. İstanbul'un büyüklüğünden ve güzelliğinden başlayarak surlarını, camilerini, çarşılarını, saraylarını, köşklerini, evlerini, bahçelerini ve medreselerini uzun tasvirlerle anlatır. Ayrıca, İstanbul’daki yaşamı da canlandırmağa çalışarak, sarayların süslü hayatından, Kâğıthane mesirelerinin zevk ve sefasına, Galata'nın eğlence âlemlerine, çarşısındaki alış verişe, dar ve karanlık sokaklarının derinliğine sıkışan halk hayatının içyüzüne kadar her noktasına neşter vurarak aydınlatır. Bunlardan başka yazar, İstanbul'un kuruluşuna ve yapılarına dair rivayetleri toplamayı da ihmal etmemiş, bilhassa Ayasofya ve Fatih camileri hakkında geniş bilgi vermiştir. Latifi bunları anlatırken kendi kişisel görüşlerini, tenkitlerini ve kanaatlerini de açıklamaktan çekinmemiş, hatta yer yer acı şikâyetlerde bulunmuştur. Haklarında şehr-engiz yazılan veya oluşturulan şehirler, daha çok eski uygarlık merkezleri olan İstanbul, Edirne ve Bursa gibi yerleşim yerleridir. Bir sanatçı olarak şair ve yazarların, yaşadıkları sosyal çevreyi konu edindikleri bu tür eserlerde, Osmanlı yönetim merkezlerinin ilk sırada yer aldıkları görülür. Osmanlı kültürünün adeta mayalanıp yoğrulduğu, merkezden uzak kentler ise, halen zihinlerde geçmişten bir hatıra olarak kalan ve anılan Osmanlı yerleşim birimleridir. Klasik Türk edebiyatında Saraybosna, Selanik, Mastar, Üsküp; Şam, Halep, İskenderiye, Mekke, Medine; Tebriz, Musul, Kerbela, Necef ve nihayet Bağdat, Osmanlının tali yönetim ve kültür merkezlerindendir. Osmanlı toprak dağılımı ve şehircilik sisteminde rastladığımız bu yerleşimler, aynı zamanda Osmanlı psikososyal yapısında özel bir önem kazanmış ve edebi metinlerde ifadesini bulmuşlardır. Bir şehrin tarihi yapılarını, eğlence yerlerini, kişilerin mesleklerini ve o meslek erbabını konu edinen şehr-engizler, o şehrin tasvirine yer veren gazel veya kasideler şeklinde de kaleme alınmıştır zaman zaman… Yaşanan sosyal çevrenin yer ve şehir adlarını konu edinen en dikkat çekici örnekleri ise, “ Bilâdiye” veya “ Beldenâme” adını
alan eserlerdir. Hayatı hakkında pek fazla bilgi bulunmayan Derviş Ömer Efendi'nin “Biladiye”si ile Ferdi'nin “Esma-yi Büldân” adlı eseri, türün elde bulunan önemli örneklerindendir. Her iki eserde, toplam 210 Osmanlı yerleşim adına yer verilmiştir. Zamanımızda da bu tür, bir şekilde devam ettirilmek istenmekte ve bu konuda Mehmet Kamil Berse Bey’in kaleme aldığı ve şehr-engiz, adını verdiği eser, oldukça dikkat çekici bir nitelik taşımaktadır. Edebiyatımızda yârı ciddi, yarı şaka karakteriyle oldukça rağbet gören şehr-engizlerde, dönenlerinin orta halli edebi zevk çevrelerince birer neşe ve eğlence kaynağı olarak çeşitli toplantılarda okunmuş ve zevk alınmıştır bu tür eserlerden… Divan edebiyatının kendine özgü karakterlerini taşıyan ve şehirlerin sosyal ve kültürel olaylara bakış açılarını sergiledikleri şehr-engizler, dönemin estetik, düşünce ve zevk anlayışı yönünden oldukça önemli sayılmışlardır. Sanat kaygısından çok şairin duygularını olduğu gibi gösteren bu türdeki eserlerde, çoğu zaman samimi itiraflar da yer almıştır. Ayrıca şehrengizlerin önemli bir yanı, toplumsal yaşantının bir aynası niteliğini taşımış olmalarıdır. 16. yüzyıldan itibaren estetik zevkin adeta odak noktalarından birini oluşturan bu tür eserler, mizah edebiyatında da önemli bir yere sahip olmuşlardır. Şairlerin zaman zaman birbirlerine nazire yollu yazdıkları (benzer tarzda şiir söylemek) şehr-engizler yanında hezeliyat türünden kaleme alınan eserler de yazılmıştır. Burada önemle üzerinde duracağımız ve değineceğimiz başka bir nokta da, şairlerin divanları içinde görülen küçük manzumelerden, bağımsız büyük eserlere varıncaya dek, değişik boyutlarda şehrin güzellikleriyle ilgili- özellikle İstanbul için- şiirlerin kaleme alınmış olmasıdır. Tarih boyunca, taşrada yaşayan ya da yaşamak zorunda kalan şairlerin hedefi, Payitaht’a (Başkent’e) yaklaşmak olmuştur hep. Payitaht’ta şairin sanatına daha fazla iltifat edilerek hem şaire değer verilecek hem de şair, taşrada erişemediği maddi menfaatlerle burada daha rahat bir hayat sürecektir. Bu durumda olan, divan şiirimizdeki en belirgin örneklerinden biri, belki de ilki, Fuzûlî’dir (ölümü: 1556). 39
Bağdat gibi bir merkezde yaşayan Fuzûlî, sürekli Osmanlı başkentinde olmak arzusunu dile getirir. Şikâyetnâme’sinde, Bağdat Seferi’nde kendisine bağlanan dokuz akçe maaşı alamadığını ve geçim sıkıntısı çektiğini dile getiren şair, Şehzade Bayezid’e yazdığı mektupta da tek isteğinin Şehzade’nin yanına varmak olduğunu söyleyerek ondan yardım ister. Şair, mektubunda yol parası bulamadığı için bu isteğini yerine getiremediğini, Bağdat ve Kerbelâ gibi yerlerde değerinin bilinmediğini dile getirerek sürekli olarak dert yanar... Durumundan şikâyetçi olan şairin aşağıdaki beyti yaşadığı Bağdat’tan çıkmak ve Anadolu toprağına gelmek isteğini göstermektedir: “Fuzûlî ister isen izdiyâd-ı rütbe-i fazl Diyâr-ı Rûm’ı gözet terk-i hâk-i Bağdâd et” Divan şairleri için payitaht İstanbul, hem şiirlerinin yankı bulduğu ve hem de kendilerine değer verilen bir yer olarak görülür. Bu şekilde payitaht dışındaki bir şair için taşra, şairin payitahta, kenardan baktığı yer olarak karşımıza çıkar. Şairlerin ve hüner sahiplerinin çoğu için İstanbul birçok yönden olgunluğun yeri, yani zirveye ulaşılan ifade edilmiştir. Nitekim Divan Şiiri’nde hikemî geleneğin en önemli temsilcisi sayılan Nabi’nin (ölümü: 1712) Hayriyye’sindeki “Der-Beyân-ı Şeref-i İstanbul” başlıklı bölüm, klasik dönemin şairi ve edipleri tarafından payitahta yüklenen anlamın güzel bir özetidir. “İtsün İstanbul’u Allah ma’mûr Andadur cümle meâlî-yi umûr Ne kadar var ise ashâb-i kemâl Hep Stanbul’da bulur istikbâl Her kemâl anda bulur mi’yârın Her hüner anda görür mikdârın Andadur mertebe-yi izz ü şeref Gayri yerlerde bulur ömr telef” Şaire göre payitaht İstanbul, bütün kemâl sahiplerinin üstün mertebelerini buldukları yerdir. Her türlü olgunluk kıymetini orada bulur. Her türlü hünerin kadri orada bilinir. Bu nedenle izzet ve şerefin mertebesi İstanbul’dadır. Payitahtın dışında, taşrada geçirilen ömür telef olup boş yere geçmiş demektir. Zira Nabi için taşra, cehalet demektir. İstanbul’da nice sanat ve hüner erbabı vardır ki taşrada adı dahi bilinmez. sayı//73// ağustos 40
Taşralı, sanata ve hünere kıymet vermez. Şaire göre, taşralının en büyük marifet ve hüneri, para kazanmaktır. Nabi’nin İstanbul kadını hakkında: “İden hak-i Stanbul’dur şive ü nazı Kenârın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz” tarzındaki duyguları, 20. yüz yılda Necip Fazıl’da yankısını bulur. “Kadını keskin bıçak Taze kan gibi sıcak İstanbul İstanbul” Nabi’de payitahta (başkente) olan aşırı sevgi, belki de şairin taşrayı haddinden fazla değersizleştirmesinden çok, Payitaht’a olan sevgisinden ötürüdür. Nitekim birçok şairde bu duygu öyle bir hal almıştır ki, şair için İstanbul, Cennet’in dünyadaki örneğidir. İnsan orada öğrenir, hakikat bilgisine ancak orada ulaşır, sanatını ancak orada icra eder. Oraya giden yeni bir dünyaya gider. Bunu dile getiren şairlerden biri de Sururi (ölümü: 1814)’dir. Bir beytinde taşradan İstanbul’a gelenin durumu, şöyle tasvir eder Sururi: “Stanbula düşen âdem çıkıp olduğu kişverden Yeni dünyaya gelmiş tıfla benzer rahm-i maderden” Şair, bu tasvirinde, ülkesinden çıkıp İstanbul’a gelen adamın halini, anne rahminden dünyaya yeni gelmiş bebeğe benzetir. Sururi, bebek nasıl bir hayret ve heyecanla etrafındaki aydınlık dünyaya bakarsa, taşradan İstanbul’a gelenin de yeni bir dünyaya kapı açarak heyecanla etrafına bakacağını söyler. Hemen belirtilmeliyiz ki, modern Türk şiirinin önemli ve kalıcı temlerinden biri olarak karşımıza çıkan ve Edip Cansever'den İsmet Özel'e, Necip Fazıl'dan Turgut Uyar'a, Atila İlhan'dan Cahit Zarifoğlu'na kadar birçok şairimizde yansımasını bulan modern kente, kentleşmeye, modern kentlerin insanı yutan bunalımlı ortamına tepki gösterme ve metropollerin beton bloklar ormanı halinde tabiatı ve insan tabiatını bozucu istilasına aksülamel duyma tavrı, Sezai Karakoç'un şiirlerinde de kendisini birçok örnekle ortaya koyar. Bu duygu ve düşünüş, modern Türk şiirini besleyen ortak temlerden birisini teşkil etmektedir. Kentleşme ve modern kentleşmelerin getirdiği kozmopolit, insan psikolojisini bozucu ve boğucu hayat biçimi...
sabır
Gözünden ameliyat olmuş dediler, / iyiymiş, / iğneleri iplikleri takarmış Daha ne istesin Allah’tan, Raziye Hanım, Evleri de parka bakarmış. Bir araba almışlar, müstâmel, Kullanılmış ama, varsın olsun, Ayakları yerden kesilmiş ya, Daha ne olsun.. Komşuları gelirmiş bazan / ta Haymana’dan, fizandan Torbada tarhana, ağızda birsürü lâf, Teslime’nin oğlunu çürüğe çıkarmışlar Yani, askerlikten muaf.. Dereli Kâzım kızını everdiydi ya, Kocası hayırsız çıkmış / hani şu Karahüyüklü Kapısını çekmiş gelmiş kanayaklı gelin, Karnı burnunda, yüklü.. Hırsız giresiymiş Muhsin’in dükkânına Nesi varsa almış götürmüş Bir çalacak kapısı yok garibin Anlayacağın, şapa oturmuş Bir salgın geldi, aman Allah, / kırdı geçirdi milleti Evimizde hapis yattık çarnaçar Nicesini gördük biz bu hallerin Sabret be Müslüman, / bunlar da geçer. Ne edersen iyisini edersin, Ey âlemleri yaradan hazreti Yezdân, Elmaları yel alsa, erikleri sel alsa, Sen rızkımı tamamlarsın kirazdan.. Kâmil UĞURLU 41
SARAYBOSNA
KOLAJ KİTAPLARI -II-
Hikâyeleri okurken aniden gelen duygusallığın, (engel olunamayan) birkaç damla gözyaşının, derin bir iç çekiş ve kalbi sızlatan hayal dünyasının yanı başınızda beliriverme ihtimali yüksektir. Necla DURSUN irbiri ardınca üç kitap okudum bu konuda. İkisi hikâyeşiir-anı içerikli öykülerden oluşmakta. Biri ise roman. Elbette üçünde de Saraybosna Savaşı orijin noktası. İşte o kitaplardan kısa kısa. HANGİSİ BEN? :SARA VE SERAFİNA – CEVAD KARAHASAN
Kuşatma altındaki gündelik hayatı, sıradan insanların sıra dışı hayatta kalma mücadelelerini konu alan bir roman: “Sara ve Serafina”. Kitabın ana karakteri Sara, Saraybosna’da kızıyla birlikte yaşayan, emekliliği gelmiş bir öğretmendir. Öğretmenliğin verdiği yol gösterici olma özelliğiyle, her tür sıkıntının had safhada yaşandığı Bosna’da kalmayı, yararlı olabilmeyi tercih eden Sara’nın benliğinin diğer adı Serafina’dır. Ve aslında kitap Sara’nın Serafina’dan kaçışının hikâyesidir. (Karahasan 2018:180) Sara, savaş sırasında öğrenciler olmasa da, ders işlenmese de her gün düzenli olarak okula gitmektedir. Velilerle görüşmekte, okulu ve eşyaları kendince korumakta, mevcut problemlere çözüm bulmaya gayret etmektedir. İçecek su sıkıntısı o günlerin en büyük problemlerindendir. Şehrin bir yanından getirilen suyun okulda depolanarak ihtiyaç sahiplerine adilane dağıtımı Sara sayesinde olur. Daha güvenli olacağını öngörerek okulun kiler olarak kullanılması ve yemek pişirme organizasyonlarının Sara tarafından koordine edilmesi de. Hissettiği bu yararlılık duygusu Sara’ya yalnızlığını unutturmaktadır. Gün gelir Sara (aynı zamanda kitabın anlatıcısı) profesör aracılığıyla şehirden ayrılma fırsatı bulur. Kuşatma altındaki şehir her an ölüm saçmaktadır ve buradan ayrılma seçeneği çoğu kişinin sahip olmak isteyeceği büyük bir fırsattır.
sayı//73// ağustos 42
Bu fırsatın değerlendirilmesi için iki önemli vesika lazımdır: biri vaftiz belgesi, diğeri ise akılda soru işareti bırakmayacak bir “isim” dir. Balkanlarda isimler çok şey anlatır. Sahip olunan alt kimlik isimden tahmin edilebilir. Hatta din, milliyet hatta mezhep tahmini dahi mümkündür. (İsim konusunda kısa bir bilgi durumu daha iyi açıklayacaktır: “Serafina” Hırvatların kullandığı bir isimdir. “Sara” ise Yahudiler tarafından sıklıkla tercih edilse de Müslümanların da çocuklarına verdiği bir isimdir.) Kitabın ana karakteri “Serafina” değil “Sara” olmayı tercih etmektedir. Kitapta Sara karakterinin kusursuz psikolojik betimlemesi ve sıklıkla geçmişi konu edilmektedir. Kendisiyle savaş halinde olan, içi labirentlerle dolu Sara çocukluğundan itibaren kendisini “Serafina” değil “Sara” olarak kabul etmiştir. Çıkarcı olarak tanımladığı “Serafina “yı hep reddetmiştir. O “Sara” dır; dürüst, yardımsever, zorluklarla mücadele eden, asla kaçmayan... Bosna Hersek’in yaşayan en önemli yazarlarından Cevad Karahasan’ın “Sara ve Serafina” sında anlatıcı karakter yani profesör adeta kitabın yazarı gibidir. Yaşanılan politik atmosferle halkın gündelik yaşantısını, bizzat orada yaşayan biri gibi anlatmaktadır. Ve bu durum okuyucunun, anlatılanların en küçük detaylarını dahi anlamasını, tasavvur etmesini sağlamaktadır. Kitabı bitirdiğimde aklımda yer eden şu cümle oldu: “Savaş denen bu şey çok mide bulandırıcı. Eğer olmasaydı şu an sen kesin dışarıda yürüyor olurdun, karın temiz olduğu bu kısa zaman diliminin tadını çıkarır, günün ve gün ışığının ne muhteşem olduğunu kendi gözlerinle görürdün.” (Karahasan 2018:34) BİR NEFESTE BOSNA: SARAYBOSNA MARLBOROSU – MİLENKO YERGOVİÇ
Kuşatmanın en şiddetli günlerinde bile Saraybosna’da kalmayı tercih etmiş Bosnalı Hırvat yazar Milenko Yergoviç’in kitabının adı ve kapak tasarımı oldukça ilginçtir. Marlboro sigarası şeklinde dizayn edilen kitabı elimde görenlerin: “Oooo sigaraya mı başladın?” sorularına maruz bıraksa da bir solukta okuduğum ve bitmesini istemediğim kitaplardan biri oldu. Aslında bu kitabı okumaya başlamadan önce eleştirilerin iki uçta olduğunu biliyordum. Ya çok iyi deniliyordu ya çok kötü. En önemli eleştiri ise Amerikan markası olan Marlboro’nun kitaba isim ve kapak olmasının Bosna-Amerika ilişkilerine atıfta bulunulduğu hususundaydı. Bu söylevlere
kulak kapayıp kendi fikrimi oluşturmak için ilk sayfadan itibaren dikkatle okudum. Ve gördüm ki savaşı konu alan kitapların birçoğunda (dozu farklı olsa da) yer alan duygu sömürüsü bu kitapta yok. Çünkü kitapta savaş tehditi yaşamakta olsalar bile nispeten neşeli insanların karakter kapıları aralanmıştı. Savaş var evet ama savaş hakkında değil savaştaki insanların gündelik hayatlarıyla duygularının anlatım tarzı okuyucuda bir gülümsemeye sebep olmakta. Fonda savaş olan bir eserde bunu bir denge içinde yapabilmek kolay olmasa gerek. Aynı zamanda bir şair olan yazarın şairane yanı metinlerde kolaylıkla görülebilmektedir. Eserleri yirmiden fazla dile çevrilmiş olan yazarın bu kitabı 29 adet öyküden oluşmaktadır. Müslüman Boşnakların, Katolik Hırvatların ve Ortodoks Sırpların ahenk içindeki hayatlarının sürmesinin artık çok gerilerde kaldığı Bosna’da günde 329 füze ateşlenmektedir ve bu güzel şehrin durumu kitapta “tıpkı bir savaş filminin arka planı ve kulisi gibidir.“ şeklinde betimlenmiştir. (Yergoviç 2019:11) Önsöz’de, gerçek ve kurgusallığı harmanladığında okurun gerçek mi kurgu mu olduğuna emin olamayarak eserlerini okumasından haz aldığını belirten yazar, savaşın durumları tersine çevirdiğini söylemektedir. Yasaklı olan şeyler normal, normal olan ise zorlaşmıştır O’na göre. Yemek , içmek, okumak, uyumak, sohbet etmek, yürümek gibi…. Sevgilisinin yokluğunu yaşatmaya çalıştığı bitkiyle özdeşleştiren aşığı “Kaktüs”, aşkın tanımının sorgulandığı anları “Boşnak Güveci”, iki arkadaşın birbirine nasıl düşman olduğunu “Sakal”, düşman olanların yakınlaşmasını “Soygun”, bir meczupun kahramana, saksafoncunun ise askere dönüşmesini “Slobodan” ve “Saksafoncu” isimli hikâyelerde okuyoruz. Adetlerde, gelenek ve göreneklerdeki geçirgenlik hikâyelerdeki isimlere de zuhur etmiştir. Müslüman, Hırvat ve Sırp isimleri taşıyan karakterler sıradan insanlardır ve dudaklara müstehzi bir gülümsemeyi konduran türdendirler. Hikâyeleri okurken aniden gelen duygusallığın, (engel olunamayan) birkaç damla gözyaşının, derin bir iç çekiş ve kalbi sızlatan hayal dünyasının yanı başınızda beliriverme ihtimali yüksektir. Kitaba dair o kadar çok cümle var ki alıntı yapılabilecek. Bir sürü satırın altını çizip bir sürü post-it yapıştırmışım… Seçmek hayli zor olsa da alıntı seçimim şu cümleden yana oldu: “Savaş, bana asabiyeti ve yapay bir dinginlik duygusunu miras bıraktı. Ne
zaman biri beni sarsacak bir şeyden bahsetse, içimde bir yerde tıpkı gürültüyü kesen teyp kayıtları gibi kırmızı bir ışık yanar ve ben hiçbir şey hissetmemeye başlarım.” (Yergoviç 2019:35) NOTALARDAKİ HÜZÜN: SARAYBOSNA BLUES – SEMEZDİN MEHMEDİNOVİÇ
Yine kuşatma boyunca şehrinde kalmayı seçmiş bir yazar var karşımızda: Semezdin Mehmedinoviç. Kentteki önemli dergilerden birinde editör olarak çalışmış ve direniş hareketinde aktif olarak yer almış bir yazardır. Tarihe yaptığı bu tanıklık ile yetenekli kalemini birleştiren yazar; kısa ama unutulmaz hikâyeler, şiirler, anı niteliğindeki satırlarla oluşturmuş kitabını. Aynı zamanda senarist ve film yönetmeni olan yazarın savaş sırasında çekilen ilk Bosna yapımı olma özelliği taşıyan “Mizaldo” isimli filmi dünya çapında ses getirmiş ve ödüller almıştır. Kitapta beni en çok etkileyen bölüm “Kafaya Çorap” isimli bölüm oldu. Çünkü bu bölümde Sırp milliyetçilerinin lideri Karadziç’ten bahsedilmekteydi. “Bosna Kasabı” olarak da bilinen acımasız Radovan Karadziç hakkında yürütülen temyiz davasında müebbet hapse mahkûmiyet kararı alındığında yıl 2019’du. Ancak kitapta bahsi olunan Kardziç’in kuşatma öncesindeki hayatına ait kesitler ve yaşadığı büyük değişim. Aktarılan paradoks hayrete düşürücüydü. Bosna Kasabı Karadziç’in çocuklar için yazdığı bir şiir kitabı varmış. Ayrıca bir psikiyatrmış. Konuşmaları sakinmiş ve dinleyene güven verirmiş. Yani okuyup yazan, barış yanlısı ve iyi huylu biriymiş. Sosyalizmin çöküşünden sonra ilk çok partili seçimlerde Yeşiller Partisi’ni kurmasıysa politik bir sorumluluktan uzak sanatsal bir performans olarak değerlendirilmiş. Çünkü bu parti mensupları seçim kampanyası olarak şehrin ana caddelerindeki ağaçların dallarını renk renk plastik torbalar asmışlar. (Ki daha sonra bu torbalar savaşın en belirgin sembollerinden olmuştur. Çünkü kendi ülkesinde mülteci konumuna gelen halk, evlerinden silah zoruyla çıkartılırken yanlarına sadece bir plastik poşete sığabilecek kadar eşya almasına izin verilmiştir. Bosna’ya ait görsel verilere bakıldığında insanların elindeki bu poşetler dikkat çeker. Trajedinim metaforu olmuştur adeta.) Tüm bunlar olurken yakınında, O’nunla temas eden biri olarak nasıl böylesine bir değişim yaşadığının şok durumunu aktarılıyor yazar “Kafaya Çorap” 43
isimli bölümde. Ve TV’de O’nu gördüğü anı şöyle aktarıyor: “Bariz bir şekilde yalan söylüyordu… Yeni rolü gereği, meraklı izleyiciler ceketinin altındaki tabancasını görebilsinler diye geride tutuyordu. Tamamen değişmişti. Bu değişimin daha görünür olması için Radovan’ın kafasına çorap geçirmesine gerek yoktu; yüz ifadesi vahşileşmişti, bir zamanlar tanıdığım insan artık yoktu. Alçakgönüllü görünüşü uçup gitmişti, tıpkı ruhun ölü bir bedenden ayrılması gibi.”(Mehmedoviç 2019:21-22) Farklı dinlerin küçük bir coğrafyada yaşaması, tüm yaşanmışlıklarla oluşan ortak kültürün savaş gibi travmatolojik şekilde ayrıştırılmaya çalışılması Balkanları yeryüzünün en girift beşeri alanı haline getiriyor. Bu etnik karışım öylesine derin ki, ayrıştırmak için kan ve vahşete başvurulmasına liderlik eden Kardziç ve halkı “kültürel sınır” oluşturduğunu söylemekteyse de aynı yıla ait şehir telefon rehberine bakıldığında Karadziç soyadını taşıyan 21 kişi olduğu aktarılmaktadır kitapta. Bu kişilerin onu Müslüman, dokuzu Sırp, biri ise Hırvattır. Bosna’nın bu tür bir etnik envanteri çıkartılsa ırkçı bir ayrımın nasıl da anlamsız olduğu rahatça görülür ki tüm dünya bu duruma gözlerini kapatmış ve insanların gelecek beklentilerinden hayallerini silip atmıştır. İşte bu kitap tam da bu durumu şiirleştirmiş, öyküleştirmiştir. Yaşanan gerçekler şimdi acı birer anıdır. Hatta kâbusa dönüşmüş türden. Kurşunlar havada uçuştuğu günlerde hayat devam etmek zorundadır. Halk pazarı kurulur. O pazarda patlayan bomba ile hayatını kaybedenlerin isimlerinin yazılı olduğu anıt duvarı bu gün şehri ziyaret ettiğinizde görebilirsiniz. Kitapta anlatılana göre, kuşatma devam ederken kurulmaya devam eden pazardaki bir tezgâha monte edilmiş güncel gazetenin yanında “Bir okuma iki sigara” ilanı vardır. O yoksulluk günlerinde bile umut dolu bir haber almak için zorlukla bulup buluşturulan bedeli ödeyerek “okuma satın almak” isteyenler tezgâha usul usul yaklaşmaktadır. Bu okuma dakikaları barış adına bir haber alma umuduyla dolup taşmaktaysa da beklenen barış ve ateşkes haberi bir türlü gelmez. Sanki tüm dünya kör ve sağır olmuştur. Kitaptan alıntılayacağım cümle çok kısa olmasına rağmen uzun sorgulamalara gebedir: “Parmaklarımı on yaşındaki oğlumun sayı//73// ağustos 44
saçları arasında gezdirirken birkaç beyaz tel gözüme ilişiyor.”.”(Mehmedoviç 2019:36) Sonuç : Beden ruhun taşıyıcısıdır. Taşıyıcı evrimleştiğinde bilinir ki artık onun bir tarihi vardır. Fakat ruh evrimleşir mi? Bu sorunun yanıtı ancak eskide yazılmış olanların bu gün hissettirdikleri ile tespit edilebilir. Yazılı, sözlü ve sesli kaynakların günümüze bilgi ve kültür taşıyıcısı olduğu düşünülürse tarihin acı dolu sayfalarındaki ruh halleri edebiyatın ve sanatın çeşitli kolları ile bu güne taşınır. Tıpkı Bosna'da yaşanan acıların bu kanallarla günümüze taşınması gibi. Bosna hakkında söylenecekler de yazılacaklar da bitmez, bitmeyecek. Dökülen gözyaşlarının bitmeyeceği gibi... Lahey Adalet Divanı olanları “soykırım” olarak kabul etse de, savaş suçlularının yargı önündeki davaları yıllar sürerek yürek soğutan sonuçlara ulaşmasa da… Müslüman kadınlar kamplarda kendilerine tecavüz edenlerle şehrin sokaklarında karşılaşmaya hala devam etse de… Binaların yüzeylerinde binlerce kurşun izi gözlerimizin önüne serilse de… Çocuklarını parklara götürmekten imtina eden ailelerin çekimserliği sürse de… Katliamda hayatını kaybeden dört yaşında bir çocuğun şu cümlesi kulaklarımızda daima çınlayacak; “Çocukları küçük kurşunla öldürürler dimi anne?”
KAYNAKÇA:
• Haliloviç Tekin, Cemile - Bosna-Hersek Devleti 19912011 - Çizgi Yayınları 2012 - s:128 • Karahasan, Cevad - Sara ve Serafina - (çev: R. Dilek) Ketebe Yayınları 2018 - s:189 • Mehmedinoviç, Semezdin - Saraybosna Blues - (çev: G. Yiğit) - Ketebe Yayınları 2019 - s:103 • Yergoviç, Milenko - Saraybosna Marlborosu - (çev: Ö. Deniz) - Kutu Yayınları 2019 - s:192
NOT:
Bosna-Hersek tarihi hakkındaki bilgiler kaleme alınırken, Cemile Haliloviç Tekin'in "BosnaHersek Kaynaklarına Göre Yugoslavya'nın Dağılmasından Sonra Bosna-Hersek Federasyonunun Kurulması" adıyla Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Doktora Tezi olarak onaylanmış metnin kitaplaştırılmış halinden yararlanılmıştır
BOSNA HERSEK’TE TÜRKÇE’NİN DURUMU
“Türkiye'de Bosna edebiyatından en çok "Drina Köprüsü" kitabının yazarı İvo Andriç ile "Derviş ve Ölüm" kitabının yazarı Mehmet Selimoviç'in tanınmaktadır.Bir de Bosna'nın milli şairi olarak Cemalettin Latiç'i tanıyoruz ama bunlar yeterli değil. İbrahim AKÇAY ürkiye ile Bosna Hersek ilişkilerinin tarihi, çok eskilere dayanmaktadır. Genel olarak değinmek gerekirse Boşnaklar 10. asırda Bogomil mezhebine bağlıydılar. Teslisi ve Hazret-i İsa´nın tanrının oğlu olduğunu kabul etmeyen inançları yüzünden uzun süre çevredeki diğer Hıristiyanların baskısı altında kaldılar. Bu böyle olunca da bölge Osmanlılar tarafından fethedilince, kolayca İslamiyet’i seçerek Müslüman oldular. Anadolu´dan gelen dervişler yoluyla İslamiyet bölgede hızla yayıldı. Esasen bölgeye ilk Türk akınları 1386 yılında başlamış ve o bölgede yaşayanlar Türklerle ve dolayısıyla Türkçe ile bu dönemde karşılaşmışlardı. 1463 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı Devleti’ne bağlı hale geldi. Osmanlı döneminde önce sancak, sonra eyalet olan Bosna yüzyıllar boyunca Osmanlı idaresinde kalmış, 19.yüzyıldaki gelişmelerden dolayı da 1878’den itibaren Avusturya-Macaristan, bu bölgeyi işgal etmiş ve 1908 yılında da kendi topraklarına ilhak etmiştir. Bosna-Hersek 26 Ekim 1918´de Sırp, Hırvat ve Sloven krallığının bir parçası olarak Sırbistanla birleştirildi. İkinci Dünya Savaşına kadar bu krallığın parçası olan Bosna-Hersek, 1946´da Yugoslavya´yı meydana getiren altı halk cumhuriyetinden biri oldu. Bosna-Hersek´te 1990 senesi sonlarında yapılan seçimleri kazanarak devlet başkanlığına gelen Aliya İzzet Begoviç, Mart 1992´de bir referandumla bağımsızlığını ilan etti. Bunun üzerine Bosna-Hersek Sırp askerlerinin yoğun saldırısına maruz kaldı ve binlerce masum insan o yıllarda soykırıma uğradı. GÖNÜL COĞRAFYAMIZIN VAZGEÇİLMEZİ: BOSNA
Günümüzde farklı kantonlardan oluşan Bosna Hersek’te Boşnak, Hırvat ve Sırplar üç etnik grup olarak göze çarpmaktadır. Resmi dil olarak ise Bosnakça, Hırvatça ve Sırpça mevcuttur. Uluslararası yaygınlığından dolayı bu dilleri İngilizce izlemektedir. Ve gönül coğrafyamız içerisinde yer almıştır. Ancak özellikle 1990’lı yıllardan önce habersizlik ve kopukluk olduğu doğrudur.
Tam bu noktada geçmiş dönem Milli Eğitim Bakanlarımızdan Nabi AVCI’nın 2015 yılında söyledikleri bizlere durumu anlatmaktadır: “Türkiye'de Bosna edebiyatından en çok "Drina Köprüsü" kitabının yazarı İvo Andriç ile "Derviş ve Ölüm" kitabının yazarı Mehmet Selimoviç'in tanınmaktadır.Bir de Bosna'nın milli şairi olarak Cemalettin Latiç'i tanıyoruz ama bunlar yeterli değil. İvo Andriç, evet, sadece Bosna'nın değil, aynı zamanda bizim de büyük bir değerimiz sayılabilir. Hatta bir düşünürümüz, 'bir Osmanlı romancısı' olarak tanımlanmıştı Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandığı zaman. Selimoviç de aynı şekilde. Bizim dünyamıza çok yakın dünyaları anlatan yazarlardır ama çağdaş Bosna edebiyatını da daha yakından tanımaya, onların da çağdaş Türk edebiyatını daha yakından tanımaya ihtiyaçları var. Bu büyük bir zenginliktir. Duyarlılıklarımızın birbirine ne kadar yakın olduğunu görmek bizi daha da birbirimize yaklaştıracaktır” “TERCİHİM TÜRKÇE” DİYEN BOŞNAK ÖĞRENCİLERİN SAYISI ARTTI
İki ülke arasında 2000’li yıllarla birlikte kültürel ve dilsel etkileşim, diğer tüm alanlarda olduğu gibi gelişme göstermiştir. 2015 yılından itibaren ise Milli Eğitim Bakanlığı ile Bosna Eğitim ve Kültür Bakanlığı arasında imzalanan protokol ve Yunus Emre Enstitüsü ile İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğünün çabaları sonucunda sahada ciddi bir şekilde uygulanan “Tercihim Türkçe” projesi hızla büyümüş ve İstanbul’daki okullar ile Bosna Hersek’teki okullar arasında kardeşlik köprüsü kurulmuş yaklaşık 210 okul kardeş yapılmıştır. Bu kardeşlikle birlikte karşılıklı öğretmen ve öğrenci ziyaretleri olmuştur. Ayrıca Bosna Hersek’te 8500 öğrenci seçmeli dersi Türkçe olarak görmektedir. Bu, oldukça önemli bir gelişmedir. Bu sayede Bosna Hersekli öğrenciler Türkçe’yi seçmeli ders olarak seçerek Türkçe’yi ve Türk kültürünü daha yakından tanıma imkânına kavuşmuş ve ayrıca İstanbul’u da ziyaret etmekle Türkiye’yi daha iyi tanıma, Türkçesini geliştirme imkânı bulmaktadır. İstanbul Milli Eğitim Müdürü Levent YAZICI’nın bir toplantıda söylediği : “Bu proje hayati önem taşımakta ve her geçen gün seçmeli ders olarak Türkçe’yi seçen öğrencilerin sayısı artmaktadır. Bu manzara, zaten gönül coğrafyamızda ve ilgi alanımızda olan Bosna Hersek’le bağlarımızı daha da güçlendirecek ve gelecek nesiller için umut verici olacaktır” ifadeleri önümüzdeki dönemde de Bosna Hersek’teki Türkçe varlığının her geçen gün artacağının ipuçları olması yönünden önemlidir.Sonuç olarak son yirmi yılda ve özellikle son beş yılda karşılıklı iletişim, istişare ve yoğun çalışmalar sonucunda Türkiye ile Bosna Hersek arasında her alanda olduğu gibi eğitim-kültür alanında da önemli ve göz dolduran çalışmalar olmakta ve Bosna Hersek’te Türkçe’nin varlığı her geçen gün daha da fazla hissedilmektedir. KAYNAKÇA:
• https://www.trthaber.com/haber/egitim/turkce-bosnada-ikinci-yapanci-dil-oldu-219577.html • https://www.tarihsayfası.com/
45
SAİT PAŞA İMAMI HASAN RIZA
Üsküdar’da hayatını geçiren, bu beldeyi çok seven ve burada medfun olan Hasan Rıza Efendi (1810?-1890) aslen Manisalı olup, Rufaiye’nin Ma’rufi kolu şeyhlerinden Antakyalı Vehbi Efendi’den aldığı Ma’rufiye hilâfeti sonrası İstanbul’a gönderilmiştir.
ÜSKÜDAR’IN MECZUBLARI -III-
Hasan Rıza Efendi, 1836 yılında 2. Mahmut’un kızı Mihrimah Sultan ile evlenerek saraya dâmat olan Mehmet Said Paşa’nın imamlığını yaptığı için “Sait Paşa İmamı” olarak nam salmıştır. Dr. Serhat ONUR
sayı//73// ağustos 46
Tahmini 1840 öncesi geldiği İstanbul’da Üsküdar’a yerleşir ve 12 Haziran 1890’da Üsküdar Toygar Tepesi Dürbali Mahallesi Orta Sokağı 36 numaralı evinde vefat edesiye kadar Üsküdar’da yaşar. Hasan Rıza Efendi, 1836 yılında 2. Mahmut’un kızı Mihrimah Sultan ile evlenerek saraya dâmat olan Mehmet Said Paşa’nın imamlığını yaptığı için “Sait Paşa İmamı” olarak nam salmıştır. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, hazreti konu alan “Sait Paşa İmamı” şiirini kaleme almıştır. SAİD PAŞA İMAMI
Coşar avizeler artık, köpürür kandiller; Bu ışık çağlayanından bütün âfâk inler! Yalının cebhesi, Ülker gibi, baştan başa nûr; Nîm açık pencereler, reng ü ziyâdan mahmûr. Al, yeşil, mâvi fenerlerle donanmış kıyılar; Serv-i sîmînler atılmış suya, titrer par par. Dalgalardan seken üç çifte kayıklar sökerek, Süzülür sâhile, şâhin gibi, yüzlerce kürek. Bir taraftan bu akın yükseledursun karaya; Bir taraftan dökülür öndeki saflar saraya. Rıhtımın taşları, zümrüt gibi, Îran halısı: Suda bitmiş çemen, üstünde de Sultan Yalısı! Renk renk açmış o başlar, biriken mahşere bak: Fes, arâkiyye, sarık, yazma, bürümcek, yaşmak, Taylasan, takke, nazarlıklı hotoz, âbânî, Mâvi boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemeni... Ama birçokları da’vetli değilmiş, kime ne? Bu açılmaz kapılar, şimdi, açık her gelene. Avlu, dış bahçe, harem bahçesi, taşlık, yer yer, Medd ü cezrin ebedî sâhası: Boy boy siniler, Ki donandıkça o başlarla, hemen, çepçevre, Tablalar, ay dede çıkmış gibi, başlar devre! Yayılır baygın, ılık bir buğu, bir tatlı duman; Çözülür büsbütün âvâre sinirler o zaman. Kafalar tütsüyü aldıkça döner, mest-i hayât; İki el bir baş için, kim kime artık? Heyhât! Orta katlar, sofalar, belli ki da’vetlilere: Sofralar tahtanın üstünde değil bir kerre; Bir de, oldukça merâsimle mükellef huzzâr; Sonra, kalkıp oturanlar bütün ashâb-ı vakar. Yatsı bir hayli geçer, çifte ezanlar verilir; Yazma seccâdeler artık yere, boy boy, serilir. Doğrulur Kıble’ye herkes, kılınır şimdi namaz;
Derken “âmin!” çekilip arz edilir Hakk’a niyaz. Başlayın Mevlid’e! – Lâkin, hani? Mevlid-han yok! – Sordurun! – Hiç de gören bir kişi, bir tek can yok! – Üsküdar’dan gelecek sözde, olur şey mi ki bu? Bâri söz verme... – Adam sen de, bırak meczubu! – Bence aynıyla kerâmet delinin gelmediği: Şu ilâhîcilerin hepsi okur ondan iyi. Bilemem. – Dinlediniz şimdi... – Evet, çok yüksek... – Ama hazretle kıyâs etmeye gelmez. – Ne demek? – O anaç bülbüle eş beslemez artık yuvalar. – Pek uçurdun, a beyim! – Yok, ben uçurmam, o uçar. Sâde bir gelse... Fakat gelmedi, bilmem ki neden? – Beklemek nâfile, hâlâ ne gelen var, ne giden! – Harem ağasında haber... – Anlayabilsek, ne diyor? – Okuyun, beklemeyin emrini tebliğ ediyor. – Gâlibâ Vâlide Sultan gazab etmiş hocaya... – Gazab ettiyse, çanak tuttu herif, doğrusu ya. – Bir saray halkını -sultanla berâber- hiçe say; – Bunca da’vetliyi, da’vetsizi beklet bir alay; “Oyun ettim size; hey sersem adamlar!” diye, gül! Çekilir nağme değil... Neymiş, anaçmış bülbül! –Kim bilir, özrü mü var? – Dinleyemem varsa bile! Başlanır Mevlid’e mu’tâd olan âdâbıyle; Önce tevhîd okunur, gaşy ile dinler herkes. O, güzel, sonra, müessir, sekiz on parlak ses, Kimi yerlerde ilâhî, kimi yerlerde durak; Kimi yerlerde cemâ’atle berâber coşarak, Kalan üç bahri terennümle, çekerken “âmîn!” Ta uzaklarda çakar zulmet içinden bir enîn. Gecenin kalbi durur; ürperir inler, cinler; Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dinler. O enîn karşıki sâhilden açılmaz mı biraz, Sûr-i Mahşer gibi sesler çıkarır, şimdi, Boğaz! Tutuşur, cebhe-i Sînâ’ya döner, sîne-i cev: Sanki yüzlerce yanık ney savurur, yer yer, alev! Kayalardan, kıyılardan bir ateştir çağlar: Lâhn-i Dâvûd ile inler yine gûyâ dağlar! Âh o kudsî nefes eşbâha ederken sereyan, – Karalar vecd ile pür-cûş, sular pür-galeyan– Dem çekip, dem tutarak etmeye başlar feryâd, Boğaz’ın her tarafından bir İlâhî inşâd: “Sultân-ı Rusül, Şâh-ı Mümecced’sin, efendim! Bîçârelere devlet-i sermedsin, efendim! Menşûr-i “Le amrük” le müeyyedsin efendim! Dîvân-ı İlâhî’de ser-âmedsin, efendim! Sen Ahmed ü Mahmûd u
Muhammed’sin,efendim! Hak’tan bize Sultân-ı Müeyyed’sin, efendim!” Kesilir, gitgide, tedrîc ile sesler artık, Aktarır sâhile mevlidciyi bir köhne kayık. Koşarak, doğruca mâbeyne alır karşı çıkan; “Nerde kaldın, hoca? der, Vâlide Sultan o zaman, Sen de kalleşlik edersen, bize eyvahlar ola!” – Henüz akşamdı ki, gelsem diye, düştüm de yola, Yürüdüm haylice... Derken -hele sen kısmete bak!– Öteden karşıma bir yaşlıca hâtun çıkarak, “Azıcık dursana, oğlum!” dedi. Durdum, nâçar. – Göğsün îmanlıya benzer, sana bir hizmet var, Ama reddetme ki, zâten beni mahvetmiş ölüm: Bir perîşan anayım, dağ gibi evlâd gömdüm! Kızımın cânı için, bâri bu kırkıncı gece, Şöyle bir Mevlid okutsam, diyorum, kendimce. Nasıl etsem? Okuyan çok ya, benim yufka elim... Hocasın, elbet okursun; hadi oğlum, gidelim. Ne olur bir yorulursan, hadi, bekletme, günah! Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen li’llâh, İki dünyâda azîz eylesin Allah da seni. Hâtunun sözleri dîvâneye döndürdü beni; Ne saray kaldı hayâlimde, ne sultan, ne filân; “Çile dolsun, yürü öyleyse, dedim, oldu olan!” Size yüzlerce adam Mevlid okur benden iyi, Ama bîçâre kızın, bağrı yanık, anneciği, Yoklasın merdini, nâ-merdini, insan diyerek, Eli yüzlerce heyûlâya deyip boş dönecek! Fukarânın seneler, belki, siler göz yaşını; Hangi taş pekse, hemen vurmaya baksın başını, Elin evlâdına yanmaz parasız bir kimse! Çâresizdim sizi bekletmede, beklettimse. – Hoca! der Vâlide Sultan, beni ağlatma, yeter! Yeniden Mevlid okursun bize, da’vâ da biter. Hilvan, 15 Haziran 1347 (1931) Mevlidhan, hattat ve şair olan Said Paşa İmamı’nın en büyük özelliklerinden birisi 47
Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi’nin mezar taşı Meczub-ı İlâhî Bende-i İmam Rifâî Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi Rûhuna el Fâtiha 9 Şevval sene 1307 Üsküdar Sandıkçı Edhem Efendi Dergâhı
de meczub kişiliği ile müsemmâ olarak, içinden geldiği zaman ve içinden geldiği gibi okumasıdır. Hele dayatmalara hiç gelemeyen Hasan Rıza Efendi ile ilgili şöyle bir hatırayı nakledelim; “Sultan Abdülaziz’in Cuma selâmlığı için geldiği Dolmabahçe Câmii’nde, Hasan Rıza Efendi’den hutbe irad etmesi ve bunun da hicaz makâmında olması istenir. Buna çok sinirlenen Hasan Rıza Efendi; – İrâde ile hutbe okunmaz, zuhuratla okunur, diyerek cüppesini çıkarıp mekânı terk eder. Çevredekiler pâdişâha Hasan Rıza’nın meczûbin-i îlâhiden bir zat olduğunu söylemeleri üzerine Sultan da onu mâzur görür.” Çok güzel takke ve çorap ören Hasan Rıza elinde örgü torbasıyla dolaşır, durduğu herhangi bir yerde torbasını açar başlarmış örgü örmeye. Zamanının büyük çoğunluğunu geçirdiği Sandıkçı Edhem Efendi Rifâî Tekkesi’nde gözden uzak bir yere, genelde kahve ocağına oturur, burada örgü örer hatta yünleri bitince altındaki pöstekinin yünlerini çekip, birbirine iliştirip ip haline getirir ve örgüsüne devam edermiş. Yine dergâhta örgü ördüğü bir esnâda yanına gelen Hacı Dede isminde bir zat; – Hoca Efendi bütün vaktinizi örgü örmekle geçiriyorsunuz, gözlerinize yazık değil mi? diye sorunca; – Evlad, gözümü mâsivâdan koruyorum”, diyerek cevap vermiş. 1882 Eylülü bir sabah namazı çıkışı Abdünnebî Efendi’nin Üsküdar Toygar’daki evinin kapısı çalınır. “Hayırdır bu saatte kim ola ki” diye kapıyı açınca karşısında kapı komşusu Said Paşa sayı//73// ağustos 48
İmamı Hasan Rıza Efendi’yi görür. Daha bir şey diyemeden Hasan Rıza; “Efendi, bir oğlun olacak, adını Necmeddin koy.” der ve arkasını dönüp evine gider. 5 ay sonra doğan erkek çocuğa, babası Abdünnebi Efendi komşusu Hasan Rıza’nın dediği gibi Necmeddin ismini koyar. Bu doğumu müjdelenen zat ise meşhur Hezarfen Necmeddin Okyay (1883-1976)’dan başkası değildir. Hasan Rıza Efendi meczub kişiliğine uygun olarak 7 kez evlenmiş, 2 eşi kendinden önce vefat etmiş, 4 eşinden boşanmış olup, 7. ve son zevcesi Şerife Binnaz Hanım ile evli iken 1890 yılında vefat etmiş ve Üsküdar Sandıkçılar Dergâhı’na sırlanmıştır. Hasan Rıza Efendi’nin vefâtından sonra, evlâtlarının velâyeti, babasından aldığı meczubluk bayrağını Üsküdar’da dalgalandıran, meşhur Takunyacı Kemal’in annesi Zenci Hasibe Hanım’a verilmiştir. Miras olarak geriye pek bir şey bırakmayan Hasan Efendi’nin, köhnemiş ev eşyâlarından oluşan terekesinin hesaplanması sonrası, toplam mal varlığının 1292 kuruş olduğu tespit edilmiştir ki, bir kullanılmış bıçağın 35 kuruş olduğu o yıllar için bu çok cüzi bir meblağdır. Said Paşa İmamı’nın terekesi, dünya malına tamah etmeyen o meczubun ilâhî şahsiyetine ne de güzel uymuştur. Arşiv kayıtlarında Üsküdar Toygar Tepesi’nde oturduğu evin bile, Vakıflardan kirâlık olduğu geçmektedir.
HARFLER UÇUYOR “Etkinlik” derken nasıl da kayıp gitti ellerimden “K”. Belki bir kuş oldu. Öznur SONDÜL
Tuttu “k” nin kanatlarından kitabımın arasına koydu. “k” zaten kitaba da yakışır. Kitaplar arasında kurutulan çiçekler gibi. Kitapların da “k” gibi kanatları vardır. Bizi alıp uzak diyarlara uçurduğu. Uçur bizi Ey “K”. Kanatlarının arasında bilinmez diyarlara uçur. İnsanların insan olduğu diyarlar olsun, birbirlerinin değerini her an bilen insanların olduğu, çocukların öldürülmediği, silahların olmadığı uçurtmalara eşlik ettiğimiz diyarlar... İslamiyet’in hakkıyla yaşandığı topraklar olsun. “Elhamdülillah Müslümanım” derken bunu yüreği titreyerek, Müslümanlığın ne olduğunu bilerek söyleyen insanların olduğu bir köy de olur. Sen zaten bu şirinliğinle köyün o samimiyetine de yakışırsın.
Ömrümüz boyunca hayatımıza birileri girer, çıkar. İnsanoğlu hep birilerine ihtiyaç duyar. Ama kendisi bu muhtaçlığın ne kadar farkındadır? Hayat denen bu cenderede birbirimize ne kadar değer verip, vakit ayırıyoruz? Ayırıyor muyuz? Birbirimizin kıymetini biliyor muyuz? Hatem’ül Esam diyor ki, “Gençliğin kıymetini ihtiyarlar, huzurun kıymetini huzursuzlar, sağlığın kıymetini hastalar, hayatın kıymetini ölüler bilir.” Bir şeylerin kıymetini vakit geçmeden anlamak lazım. Ah Âdemoğlu! Yarın ölmeyecek gibi dünya için çalışırsın, sanki dünyada ebedi kalacak gibi istif yaparsın. Unutma ki bu dünya Sultan Süleyman’a dahi kalmadı. Bu hayat çocukların oyuncak kavgaları kadar gerçek ancak Hüseyin Akın’ın dediği gibi; “İmamesi kopmuş gibi dört bir yana savrulacağımız büyük dağılma günü” yakındır. Annenin evladından kaçacağı gün gelmeden birbirimizin kıymetini anlamalıyız. Ve ben onu ilk defa “etkinlik” yazarken fark ettim. Bir baktım “etkinli” yazmışım. “K” uçmuş gitmiş. O gidince anladım ne kadar değerli olduğunu. Zaten hep böyle olmaz mı? Birileri gidince hayatımızdan değerini, kıymetini o zaman anlarız. Değeri o anda artar gözümüzde. Yüreğimizin tam anlamıyla ‘cız’ ettiği andır. Böyle zamanlar çoğu zaman işin işten geçtiği, dönüşü olmayan vakitlerdir. Noktası konulmuş cümle gibi. “Etkinlik” derken nasıl da kayıp gitti ellerimden “K”. Belki bir kuş oldu. “K” en çok bir kuşa yakışır zaten. “K” nın da kanatları vardır. Kuş misali uçup gitmişti kalemimin ucundan. Sonra bir baktım ki ismini Kaju koyduğum kediciğimin kuyruğuna takılmış “k”. Onunla yumak oynamaya dalmış. Babaannemin o özene bezene yuvarladığı ip yumağını bir güzel dağıtmışlar. Tabi babaannem bunu görür de durur mu?
Akıp giderken zaman kendimizi öylesine kaptırıyoruz ki dur durak bilmiyoruz. Yaşıyoruz bu hayatı gelişigüzel. Güzel olduğu falan da yok. Herkes çıkar peşinde, herkes kendi telaşında. Kimsenin kimseyle ilgilendiği yok. Haliyle verilen bir değer de yok. Mustafa Uçurum’un şiirine kulak verelim; “Allah biliyor ya en çok kendimizi seviyoruz hepimiz/ Dünyayı seviyoruz, mazlumu seviyoruz derken/ Kanadı kırık kuşu okşarken, bir çocuğa öğretirken sevmeyi/ En çok kendimizi seviyoruz yeniden.” Bencildir insan. Dünya kendi etrafında dönüyor sanır. Ama bilmez ki dünya yedi buçuk milyar insanla dolu. Ve bu insanlar ‘yiyip bitiriyor şekerden gezegeni.’ Ve biz de her şey olabiliriz; güzel ya da çirkin, endamlı bir asilzade, saçları jöleli bir genç. Anne olabiliriz mesela ya da baba. Huzurlu ve huzursuz. Evli veya bekâr. Güleç ya da somurtkan. Hatta konulduğu kabın şeklini alan bir sıvı gibi her şekle girmeye de müsait olabiliriz. Bütün sahip olduğumuz özellikler sayesinde çevremizde büyük bir imaja sahip de olabiliriz. Büyüklerin dediği gibi adam bile olabiliriz. Ama bütün mesele insan olabilmek ve insan kalabilmektir. Eğer insanları cinsiyetlerine, ırklarına, dinlerine, meslek ya da statülerine göre ayırmıyorsan, büyüğünü büyük bilip, küçüğünü de sevebiliyorsan kısacası insana insan olduğu için değer ve anlam yükleyebiliyorsan, özün ile sözün birbirini tamamlıyorsa, dürüst ve alçakgönüllüysen ve yüreğinle hareket edebiliyorsan her durumda, insan olmaya başladın demektir. Evet, tüm mesele insan olabilmekte. İnsan kalabilirsek kıymet nedir, değer nedir biliriz. İnsan kalabilirsek annemizin yaptığı o tarhananın kıymetini annemiz yanımızdayken biliriz. Bir harf bile incinebiliyorsa eğer, varın insanı siz düşünün. YüreK lazım insana. Hem de üzerine basa basa söyleyeceği bir yüreK! Ah ‘k’ nerelere uçurdun beni. 49
TARİHİN AYAK İZİ ROMA... Çeşme, dünyaca ünlü sanatçı Anita Ekberg'in "La Dolce Vita" filminde havuzuna girip yıkandığı zaman ünü daha da arttı. Şifanur Özçelik ŞİRİN
talya'nın başkenti Roma, bana göre dünyanın en tarih kokan, en hayaller kurmamıza yardımcı olan ve en ilham verici şehirlerinden birisidir. Roma, efsaneye göre , savaş tanrısı Mars'ın ikiz oğullarından Romulus'un Kardeşi Remus'u öldürdükten sonra onun adıyla anılan Roma'nın ilk kralı olduğu ve kurulduğu rivayet edilir. Antik Roma, M.Ö. sekizinci yüzyıldan itibaren, İtalya'nın Tiber Nehri kıyısındaki küçük bir kasabadan, kıta Avrupası, İngiltere, Batı Asya, Kuzey Afrika ve Akdeniz adalarının çoğunu kapsadığı zirvede bir imparatorluğa dönüştü. Roma sokaklarında dolaşırken, ilk imparator Augustus'un uzun ve muzaffer saltanatında, huzur ve en refah çağını yaşadığı ve imparatorluğa dönüştüğü yerlere tarih sahnesinden uzun uzun baktım... Ve sonrasında tarihinin en dramatik etkilerinden biri olan Julius Caesar'ın yükselişinin ardından imparatorluğun beşinci yüzyılda düşüşe geçmesi gezide düşündürücü anlardı... ROMA'DA İLK DURAĞIM, KOLEZYUM OLDU...
Roma'nın ve dünyanın en etkileyici, en ünlü yerlerinden biri olan, İmparator Vespasian'ın oğlu Titus tarafından 80 ayda tamamlanan Kolezyum. Açılışı, yüz gün sürdü ve etkinlik boyunca yaklaşık dokuzbin hayvanın ve ikibin gladyatörün öldürüldüğü rivayet ediliyor. Seksenyedi bin seyirci kapasitesine sahip bir yer olarak tarihten günümüze kalmış dev yapılardan biridir. Zamanında dünyanın en büyük arenası olan Kolezyum, gladyatörlerin birbirlerine ve vahşi hayvanlara karşı savaştığı bir yer olarak kullanılıyormuş. Günümüzde ise burası gladyatör kostümü giymiş İtalyanlar tarafından mesken tutuluyor. Onlarla küçük bir bahşiş karşılığında fotoğraf çektirebiliyorsunuz. İKİNCİ DURAĞIM , TREVİ ÇEŞMESİ (AŞK ÇEŞMESİ)
Roma merkezindeki Piazza di Trevi'de yer alan, şehrin en büyük Barok yapılı çeşmesi aynı zamanda dünyanın en ünlü çeşmelerinden birisidir. Üzerinde birçok heykel bulunan çeşme, etkileyici bir yapıdır. Çeşme, Papa XII. Clement tarafından Heykeltıraş Nicola Salvi'ye yaptırılmıştır. Çeşme, dünyaca ünlü sanatçı Anita Ekberg'in "La Dolce Vita" filminde havuzuna girip yıkandığı zaman ünü daha da arttı. Bugün çeşmede yıkanmak yasaktır. 26 metre yüksekliğinde ve 20 metre genişliğindeki çeşme, , aynı zamanda bir dilek dileme noktası konumunda. Buraya her gün binlerce bozuk sayı//73// ağustos 50
para atılıyor! Romalılar; omzunuzun üzerinden bir madeni parayı çeşmeye atmanız gerektiğini ve bunun da mutluluk getireceğini söylüyorlar... ÜÇÜNCÜ DURAĞIM, PANTHEON
Günümüzde resmen "Basilica di Santa Maria ad Martyres" olarak bilinir. İkibin yıllık çarpıcı bir tapınak olarak kullanılan yapı, şimdi kilise olarak kullanılmaktadır. Pantheon Roma'nın antik anıtları ve Batı dünyasının en etkili binalarından biri olarak günümüze kadar gelen bu yapı, dışarıdan çok fazla göze çarpmasa da Bazilikanın içi kesinlikle nefes kesici. Yapı hakkında o kadar fazla detay var ki içeri girmeden önce kesinlikle bir rehber kitapçık edin. Ressam Raphael burada gömülü olduğu Pantheon , Rönesans'tan beri, aynı zamanda bir mezar kilisesi olarak kullanılmıştır. DÖRDÜNCÜ DURAĞIMIZ, PİAZZA NOVANA MEYDANI
Birçok açık hava kafesi ve restorana ev sahipliği yapan, renkli sokak sanatçıları, satıcıları ve turistleri ile Piazza Navona, Roma'nın en canlı meydanıdır. Kimilerine göre, bu sadece Roma'nın değil, dünyanın en güzel meydanı olarak tasvir edilir. Lorenzo Berninis'in Fontana dei Quattro Fiumi gibi birçok heykellere ve çeşmelere de ev sahipliği yapıyor bu meydan. BEŞİNCİ DURAĞIMIZ, VATİKAN
Dünyanın en küçük devleti olan Vatikan, Roma'da bulunuyor. Tüm dünyadaki Katolik inancını benimseyen Hıristiyanlar için kutsal bir yer olan Vatikan, Roma‘nın merkezinde 1000’e yakın nüfuslu bir devlet aynı zamanda. Papa tarafından yönetilen bu dünyanın en küçük ülkesi yüzölçümüyle kıyaslanamayacak sayıda ve değerde tarihi esere de ev sahipliği yapması sebebiyle dünyanın her yerinden ve her dinden milyonlarca turistin uğrak noktası. Burası Papa'nın evi, ama aynı zamanda binlerce diğer sakinleriyle birlikte. Günlük yaşamlarını kendi posta sistemi, dükkanları ve gazeteleriyle yönetiyorlar. İsviçre muhafızlarının kendine özgü kıyafetleriyle geçitlerini izledikten sonra, 11 farklı Vatikan müzesini, Michelangelo'nun Sistine Şapeli'ni, Aziz Petrus Bazilikası'nı ve Vatikan Bahçelerini ziyaret edebilirsiniz. ALTINCI DURAĞIMIZ, ROMA MÜZESİ
1870 yılına kadar Roma'nın tarihini anlatan yaklaşık 40.000 heykel, resim ve mozaik barındırmaktadır. Müze, 18. yüzyılda inşa
edilen Palazzo Braschi'de yer almaktadır. Mutlaka Ziyaret edilmesi gereken yerlerden biri olarak giderseniz tavsiye ediyorum. YEDİNCİ DURAĞIMIZ, FORUM ROMANUM
Adeta masaldan çıkmış gibi görünen Forum Romanum, tapınak kalıntıları mozaiği, aşınmış mermer sokakları ve bazilikalarıyla, Dünyanın en önemli yerlerinden biridir. Palatine Tepesi ve Capitoline Tepesi arasındaki vadide yer almaktadır. Eski Roma'nın ticari, politik ve dini merkezi idi. Tapınaklar, senato evi ve hukuk mahkemelerini kapsayacak şekilde genişletildi. Roma İmparatorluğu düştüğünde, Forum unutuldu, gömüldü ve Orta Çağ boyunca hayvan ağılları olarak kullanıldı. Roma’nın en hareketli bölgesine gitmek isterseniz, adını yakınlarda bulunan İspanyol Elçiliği’nden alan İspanyol Merdivenlerine rotanızı çevirmeniz yeterli olacak. Bu merdivenler hem gündüz hem de gece yüzlerce insanın uğrak bir yeri konumunda. Birçok Meydandan oluşan Roma şehri, her tarafında bulunan eski tarihi sanat eserleriyle tam bir Rönesans kenti. ROMA'YA GİTMEK İÇİN EN UYGUN ZAMAN
Paskalya Bayramında ve Vatikan hacılarının ziyareti zamanlarında otel fiyatları biraz yüksek olduğu için gideceklerin bu konuya dikkat etmelerini tavsiye ediyorum. En uygun mevsim bahar aylarıdır.... Baharlardan ise ilkbahardır bana göre. İdeal bir gezi seyri için Mayıs ayını tercih etmenizi öneririm. Bu ebedi aşıklar şehrini, buram buram tarih kokan şehri görmediyseniz mutlaka gidip görmenizi tavsiye ederim... Seyyahın ayak izini takip etmeye devam edin... İyi seyirler diliyorum... 51
ROMA’DAN İTALYA’NIN
KUZEYİNE DOĞRU BİR
CEVELÂN
Lugano Gölü de Como Gölü gibi güzel bir coğrafi yer. İsviçre AB üyesi değil. Lakin refah seviyesi yüksek Lugano kentinden belli oluyor Prof. Dr. Âdem EFE*
*T.C. SDÜ
sayı//73// ağustos 52
ört-altı eylül iki bin on sekiz tarihleri arasında Roma Sapienza Üniversitesi’nde düzenlenen bir kongreye katılmak için iki eylül akşamı Isparta’dan İstanbul otobüsüne bindim. Sabah erkenden yol arkadaşım olacak bir arkadaşımla İstanbul Atatürk Havalimanı’nda buluştuk; işlemleri yaptırıp uçağın kalkış saatini beklemeye başladık. Sayılı dakikaların, saatlerin dolmasıyla birlikte, on onbeşte İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan havalanan uçağımız, gökyüzünde bir saat bile kalmadan, Atina Eleftherios Venizelos Havaalanı’na iniş yaptı. On dörtte Roma’ya kalkacak uçağımızı beklerken kafelerden birine girip bir kahve içelim istedik. Atina’da Yunan Kahvesi diye içtiğimiz kahve, bildiğimiz Türk Kahvesi idi fincanda ve bol köpüklü. Hora geçmişti. Ardından vakit saat geldi uçağa bindik ve on yedi gibi Roma Fiumicino Havaalanı’na indik. Az bir bekleyişten sonra otobüsle şehir merkezinde bulunan terminiye vasıl olduk. Otobüsten iner inmez, her ne kadar daha önceden kalacak yerleri ayarlamış olsak da, birkaç yer bakalım diye yol arkadaşımla birlikte termini civarında birkaç hostele baktık, çoğu bakımsız idi bu yüzden beğenmedik, çıktık. Sonunda yine daha önceden ayırtmış olduğumuz hostele gelip burada kalmaya karar kılıp yerleştik. Yurtdışında birçok ülkeye gitmeme karşın hiç hostelde kalmamıştım. Her şeyin bir ilki olduğu gibi bunun da ilki oldu. Hostel dediğiniz yerler bir odada iki, üç veya dört yatağın bulunduğu, tuvalet, banyo ve mutfağın ortak kullanıldığı nispeten ucuz mekânlar. Kalacak yerimizi ayarladıktan sonra mutfak alışverişi için yakın civardaki bir alışveriş merkezine giderek ekmek, domates, salatalık, peynir ve meyve türü bir şeyler alarak dolabın bir köşesine yerleştirdik. Akşam yemeğimizi bunlardan yiyerek iktifa ettik. Sabah kahvaltısı için de malzememiz vardı. Sabah kalktık duştan sonra mutfağa geçip kahvaltı masasına oturduk. Akşamdan aldığımız kahvaltılıkları çıkarıp masaya koyduk. Hostelin bize verdiği kahvaltı topu topu bir kruvasan ile bir bardak kahveden ibaretti. Ben çay tiryakisi olduğumdan rica minnet veya yalvar yakar bir bardak sıcak su daha alıp içine poşet çay atıp ancak bir bardak çay içebildim. Kahveyi pek sevmem ve aramam. Allah yokluğunu göstermesin ya da beni sınamasın ama şu yaşıma kadar çay içmeden dışarı çıkmışlığım yoktur desem mübalağa yapmış sayılmam. Sabah erkenden veyahut gecenin bir vaktinde bile bir yere gidecek olsam
illa çay demle(ti)r, en az üç bardak içer öyle yola çıkarım. Şükürler olsun ki gurbette bir bardak bile olsa çay içebilmiştim. Bu öğleye kadarı bırak kuşluk vaktine kadar ancak idare ederdi ama ne yapacaksın? Zaten yurt dışında en zorluk çektiğim şeylerden biri damağıma uygun çay bulamamaktı(r). Doğal olarak yurtdışında damak zevkine uygun çay bulmak ve içmek çoğu yerde çok lüks bir şey. Çünkü Avrupa’da, Arap ülkelerinde bizdeki usulde çay demleme bilinmiyor, oralarda daha ziyade kahve içiliyor. Çay faslını geçelim. Çay deyince benim için akan sular durur, bu mecradaki söz uzar gider, asıl mevzuya gelemem. Hostelden kongrenin yapılacağı yer yakın sayılırdı. Birkaç otobüs değiştirerek üniversiteye ulaştık. Vardığımızda Türkiye’nin farklı üniversitelerinden gelmiş bir çok arkadaşa rastladık, selam-kelamdan sonra tanışmalar filan feşmekan derken kayıt, açılış konuşmaları derken oturumlara geçildi. Biz Isparta’dan gittiğimiz arkadaşla birlikte bildirimizi ilk oturumda sunarak, kenti, Roma’yı fethe çıkmayı planlamıştık. On ikiye doğru sunumlar bitti. Öğle yemeği olarak bir poşet içinde bir adet soğuk tost, bir şişe su ve bir de küçük meyve suyu verdiler. Bu menü dişimizin kovuğuna yetmezdi. Hey gidi benim cömert memleketim dedim. Neyse bir köşede yine ayaküzeri atıştırıp yola revan olduk. Roma büyük bir kentti. O gün akşama kadar bazen yaya olarak bazen de otobüs, metro ne bulduysak binip Kolezyum’dan başlayarak, Trevi Çeşmesi, İspanyol Merdivenleri vb. gibi görülecek önemli yerlerin büyük bir kısmını gördük. Çarşıda dolaşırken İ.K. diye bir yere rastladık. İçeriye şöyle bir göz attığımda çaydanlık-demlik ikilisini görünce, burada güzel bir çay içebiliriz ümidiyle içeriye daldık. Ama içeride hiç kimse gözükmüyor. Seslice selam verdik. Alan çıkmayınca biraz ilerleyip mutfağa kadar geldik. Bir delikanlı içeride kendince bir şeylerle meşgul, bizi duyacak, görecek halde değil. Nihayet bizi görünce işini bıraktı, yanımıza geldi. Ben yorgunluktan kendimi ilk bulduğum sandalyeye atarken bir yandan da delikanlıya “Geçerken içerideki çay takımlarını görünce burada çay içebileceğimiz ümidiyle geldiğimizi” söyledim. “Yok abi çayı kendimiz için demliyoruz. Şu anda da yok” demesin mi? Benim bütün hayalim, ümidim, ışığım söndü. Sadece yutkunmakla yetindim. Ayrılırken, “Peki buralarda yemek yemek için tavsiye edebileceğin güvenli bir yer var mı?” diye sorduğumuzda ise verdiği cevap
düşündürücü idi. “Yiyin hocam yahu lezzetli olur” dedi. Bunun üzerine ben “Delikanlı sen nerelisin?”, “İsmin ne?” gibi hızlıca bir iki soru daha sordum. “Abi ben …lıyım; ismim de Müslim” dedi. (…) Oradan çıktık ve Roma’nın sokaklarında dolaşmaya başladık. Arapların işlettiği veya çalıştığı bir pizzacıda yemek işini aradan çıkardık. Yemek işini hallettik ama sırt çantamız gittikçe ağırlaşıyordu. Akşam kalacağımız yere gelmeden önce yine markete gidip akşam yemeği için alışveriş yaptık. Yorulmuşuz. Ben de yorulunca aksine kolay uyuyamıyorum. Bir o yana döne bir bu yana kıvrıla uyumuşum. Sabah yine aynı minval kahvaltıyı yaptıktan sonra bu defa sırt çantalarımızı yüklenip hostelden ayrıldık. İkindi sularına kadar sıcak, kalabalık demeden Roma’nın altını üstüne getirdik. Dondurma yedik. Roma’nın merkezinde bulunan Vatikan din devletinin sınırları içinde cevelân ettik. Katoliklik mezhebinin yönetim merkezi, bir başka deyişle “Tanrı-Kenti” olarak isimlendirilen bir devletçik. Birçok turist gibi bizler de St. Peters Meydanı’nda bol bol fotoğraf çekildik. Burada fotoğraf ‘çekildik’ diye yazdım ama ‘çekindik’ mi olacaktı? Hala bir karar verebilmiş değilim. Bu ara cümleden sonra ana bir akse girelim. Burada bir parantez açalım. Az sayıda Türk bulunduğundan dolayı başkent Roma’da, Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait bir Din Hizmetleri Müşavirliği bulunmuyor(muş). Milano’da bulunan Din Hizmetleri Ataşeliği bütün İtalya’daki Türkleri temsil görevini ifa ediyor(muş). Başkentte bir adet cami var(mış). İtalya ve Avrupa’nın en büyük camii olan Roma Camii (Moschea di Roma). Şehrin kuzeyinde, Monti Parioli eteklerinde, Acqua Acetosa mahallesinde yer alan cami aynı zamanda İtalyan İslam Kültür Merkezi olarak 1995 yılından bu yana hizmet vermekteymiş. Ama biz bu ulu camiyi göremedik. (…) Roma’da iki gece üç gün kaldıktan sonra Floransa’ya (Firenzi) gitmek için saat beş suları otobüse bindik. İtalya’da bizdeki gibi otogar ve otobüslerde muavin geleneği yok. Şoför cep telefonundan bilet kontrolünü yaparak sizi içeriye alıyor. İçeride bizde olduğu gibi herhangi bir ikram da olmadığından tek başına yetiyor. Roma ile Floransa arası yaklaşık 283 km ve otobüsle üç saatten fazla tutan bir sürede ulaştık. Otobüste fazla yolcu yoktu. Önlerde ve tek başımıza oturarak yol boyu gözlem yapma imkânı buldum. Biz Roma’dan kuzeye doğru refah seviyesinin 53
güneye göre daha yüksek olduğu bölgelere gidiyorduk. Bağlar, bahçeler, mısır ve ekin tarlaları yolun iki yanında yer alırken otobüs güzel asfalt yollardan, şirin köylerin, bakımlı kasabaların içinden süzülerek ilerliyordu. En ücra köylerdeki büyük kiliseler dikkat çekiciydi. İhtişamlı görünüyorlardı. Buraya varmadan yüz dört km önce 1088 yılında Avrupa’nın ilk üniversitesinin kurulduğu Bologna’ya uğradık. Roma’da bildiğimiz anlamda otogar yokken burada bizdekiler kadar olmasa da derli toplu bir otogara rastladık. Birkaç yolcu indi bir o kadar da bindikten sonra tekrar yola revan olduk. Bir kusur saat yolculuktan sonra Floransa’ya vasıl olduk. Floransa, Rönesans’ın başladığı yer olan şehir, Arno nehri çevresinde kurulmuş. Bir tepeye çıkarak buradan nehrin iki yakasında yer alan kenti şöyle bir temaşa etik. Birbirinden güzel meydanları, tarihi binaları, sanat galerileri ve müzeleriyle tam anlamıyla bir kültür ve sanat şehri. Leonardo da Vinci, Michalengelo, Giotto, Botticelli ve Raffaello gibi dünyaca ünlü sanatçıların eserleri sergileniyor. Kültürü, mimarisi ve adeta açık hava müzesi görünümüyle ülkenin en önemli turistik kentlerinden birisi. Michalengelo’nun meşhur Davud heykeli burada. Birbirine benzeyen muntazam sokaklarında hayli dolaştık. El-hasılı Floransa güzel bir kentti. Floransa'dan sonra karayoluyla Venedik’e (Venezia) geldik. Gece vakti ulaştığımız San Marco’da zor da olsa bir otel bulup geceledik. Sabah yine bir marketten alışveriş yaparak kahvaltımız yaptıktan sonra, sıcak bir günde sırtımızda çantalarımızla hayli terlemiş vaziyette kenti köprüden köprüye atlayarak kanal kanal dolaştık deyim yerindeyse. Venedik, yüz on yedi adası, irili ufaklı dört yüz kadar köprüsüyle “Kanallar Şehri ”, “Sular Şehri”, “Gondoller Şehri” ve “Maskeler Şehri” olarak biliniyor. Zira hatıralık eşya satılan dükkânların vitrinlerinde en çok renk renk, türlü türlü maskeler görülüyordu. Altı eylül perşembe günü on altı otuz otobüsüyle Como kentine doğru yola çıktık. Birçok küçük köylerin içinden, uzağından yakınından geçerek akşam saat on gibi bu şirin kente ulaştık. Como, İtalya’da ipekçiliğin en yaygın olduğu bir yermiş ve bundan dolayı “Citta di Seta” (İpek Şehri) diye adlandırılıyormuş. Bu bilgiden sonra burasıyla ilgili bir ilginç bilgi daha verelim: İtalya’da otuz bin civarında Türk bulunuyormuş. Türklerin büyük bir çoğunluğu da Como kentinde mukimler. Burada bulunanların tamamına yakını da Sivaslılardan müteşekkilmiş. sayı//73// ağustos 54
Como’da DİB’ına ait Türk Kültür Merkezi Derneği var. Buradaki görevli Hüseyin Ergen, eşiyle birlikte, SDÜ Isparta İlahiyat Fakültesi’nden öğrencimizdi. Isparta’da evden otogara giderken aramış İtalya'ya geleceğimi söylemiştim. Venedik'ten ayrılıp Como’ya geçerken kendisiyle telefonla birkaç defa daha görüşmüştük. Devresi gün cuma olduğundan görevi vardı. Cumadan önce Como Gölü’nün kenarında birkaç resim çekilip kısa bir şehir turu yaptıktan sonra. Merkeze girmeden önce Hüseyin hoca kulağıma eğilerek “Hocam buradaki cemaate birkaç şey söylemek ister misiniz?” dedi. Ben de “olabilir” dedim. İçeride otuz kırk kişi kadar cemaat vardı. İçlerinde babalar ve oğullar; dedeler ve torunlar bulunuyordu. Birkaç da renklerinden yabancı olduğu anlaşılan kişiler bulunmaktaydı. Ergen’den kitabımızı istedim ve Mü’minûn suresinin ilk ayetlerinde geçen kurtuluşa eren müminlerin özelliklerini kendime konu edindim. Konuşma esnasında karşı sağ tarafımda oturmakta olan bir kişiye söz bir yerlerden açılıp tam yerine geldiğinden “Hacı abi yanındaki oğlun mu torunun mu?” diye bir soru yönelttim. O kişi de “Torunum Veysel, hocam” dedi. Namaz bittikten sonra “Hocamlarla bir tanışalım” dediler. Tanışma anında Sivaslı bir diğer kişi “Hocam Veysel abiye ‘Hacı abi dedin ya tam isabet oldu. Veysel abi daha geçtiğimiz pazar kutsal topraklardan döndü, daha taze hacı’ dedi. Hacı Veysel abi de “Hocam bizim eve gidelim size güzel bir çay demler, yanında hurma yer zemzem içeriz” dedi. Çay deyince benim gözüm gönlüm açıldı. Zira bir hafta boyunca çay içememiş sadece kahve ile yetinmek zorunda kalmıştım. Hüseyin hoca “Hocamlar Milano'yu görmek istiyorlar. Vaktimiz az. Akşama inşaallah geliriz” mealinde bir şeyler söyledi. Ardından vedalaşarak Milano’ya doğru yola çıktık. Como Milano arası yakın kırk, kırk beş dakika demeden oraya vardık. İlkin kentin kalesini gezdik. Müteakiben, modanın kalbinin attığı yer olan Galleria’ya intikal ettik. Galleria bizim Kapalı Çarşı’yı andıran yapısıyla tüm dünya markalarının bulunduğu bir mekân. Yani modanın kalbinin attığı yer. Galleria’nın çıkışında bulunan Duomo’nun yanında yöresinde birkaç poz fotoğraf çekildik. Duomo, dinin doğuş yeri anlamına gelen bir kutsal yer. Hemen her şehirde böyle bir yapı bulunuyor. Milano’yu gezdikten sonra akşama doğru İsviçre’nin Como’ya yakın bir kenti olan
Lugano’ya intikal ettik. Lugano Gölü de Como Gölü gibi güzel bir coğrafi yer. İsviçre AB üyesi değil. Lakin refah seviyesi yüksek Lugano kentinden belli oluyor. Gölün kenarında akşamüzerine denk gelen saatlerde, yani grup vakti birkaç poz fotoğraf çekildikten sonra tekrar Como’ya geldik. Hüseyin Ergen hoca “Hacı Veysel abiyi arayarak yemekten sonra gelmek istiyoruz” diye telefon etti. Sivaslılara ait bir pizzacıda akşam yemeğini yedikten sonra Hacı Veysel abinin evine gittik. Oraya vardığımızda hurmalar ve zemzem suları hazırlanmış çay demlenmiş vaziyetteydi. Çayın yanında baklava ve yaprak sarması yenmeğe amade bekliyordu. Çayın yanında hac muhabbeti, gurbetlik, memleket meseleleri konulu muhabbet uzadı gitti. Kaç bardak çay içtim saymadım ama çok içmiştim. Çay da çaydı hani bu yüzden çok hora geçti. Gece yeni bir güne devrilirken buradan ayrıldık. Zira yarın ülkemize yolculuk vardı muhabbet güzel olsa da daha da geç kalmamamız gerekiyordu. İki gün kalınca Como’daki Sivaslılarla muhabbeti ilerlettik. Sıcak insanlar. Onlara komşuluk ve birbirleri arasında misafirliğe gelip gitme ilişkilerini ve sıklığını sordum. “Hocam bizler sabahtan gece yarılarına kadar pizza işinde çalışıyoruz. Bir kısmımız inşaat işlerinde çalışıyor. Eşlerimiz de kravat vb. birtakım el işleri yapıyorlar. Akşamları çay içmeye gelip gitme bu esnada çekirdek çitleme gibi lükslerimiz! Yok” diye cevap verdiler. Ama ben biliyordum ki Türk insanı her ne kadar Avrupa’da yaşasa da kültürel ve manevi değerlerinden kolay vazgeçemez(di). İtalya’yı Roma'dan başlayarak kuzeyine doğru beş altı gün boyunca dolaştık. Çizmenin alt kısmını görmedik. Bu cümleden olarak Sicilya, Napoli, Pompei vb. gibi yerlerini görüp gezemedik. Bir başka sefere… Her kentin kendine özgü dokusu var. Roma başka, Floransa daha farklı, Venedik ise bambaşka, Milano güzel. Como ve göl harika. Roma'da balkon görülmezken Como ve Milano’da Fransız balkonu türünden yapılar mevcuttu. Katolik olan İtalya’nın hemen her şehrinde çok sayıda kilisenin mevcut olduğunu gözlemledim. Sanki her yer kilise. Sekülerleşmeden olsa gerek kiliseler artık eskisi gibi genç üye bulamıyorlarmış. Bundan dolayı kiliselerin bazıları müze olarak kullanılmaya başlanmış ve masraflarının bir kısmını ziyaretçilerin giriş ücretlerinden karşılıyorlarmış.
TÜRKİYE İLE İTALYA ARASINDA BİR SAATLİK BİR FARK VAR.
Marketlerin, dükkânların hatta otellerin girişleri çok farklı. Güvenlikten dolayı olmalı herhalde bu tür işyerlerine direkt girilmiyor, dolambaçlı yollardan ulaşılıyor. Roma’da bir litre su bir euro; bir fincan kahve bir buçuk; ortalama bir gömlek yirmi dokuz; bir litre benzin ise bir atmış bir euro (1.61) idi. Orada yaşayanlar içim fiyatlar normaldi ama biz Türkiye’de patates-soğan krizinin yükseldiği bu yüzden dolar/euronun devamlı yükseldiği zamanlarda orada idik. Böyle olunca bir kahve fincan on lirayı aşıyordu. Haliyle birçok şey pahalı gibi gözük(m)üyordu. İtalyanlar rahat, neşeli ve bol kahkahalı insanlar. Barlar, kafeler, tabakhiler neşeden, gürültüden yıkılıyor. İspanya, Yunanistan gibi İtalya’da da fiesta geleneği varmış. Biraz gürültücüler. Konuşurlarken sanki son heceleri uzatıyor gibiler. Roma bana çok temiz gelmedi. Sokaklar insan kaynıyor bunların çoğu da Çinli. Hostellerde çalışanların büyük bir çoğunluğu Bangladeşli. Pizza dükkânlarında çalışanların kısmı azamı ise Arap kökenli. Türklerden de pizza işini yapanlar var. İtalyancada Pà·sta makarna demekmiş, orada öğrendim. Akdeniz kültür havzasında yer almalarına rağmen bizdeki gibi zeytinli, peynirli, domatesli, salçalı, sucuklu yumurtalı, salamlı, çaylı, çorbalı bir kahvaltı yapma adetleri yok(muş). Sabahları çoğu zaman bir kruvasan ve bir bardak kahve ile yetiniyorlarmış. Öğlen biraz pizza ile karınlarını doyuruyorlar(mış) ama akşam yemekleri pizza, diğer yemekler ve içki eşliğinde abartısız beş, altı saat kadar devam edebiliyormuş. Sekiz Eylül Cumartesi günü Bergamo Havalimanı’ndan havalanarak İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’na ikindi vakti beş sularında indik. Oradan Kadıköy’e intikal ettik ve buradan itibaren refikimle olan yol arkadaşlığımız sona erdi. O, İstanbul’da birkaç gün daha kalma görüşünde niyetindeyken ben bir an önce dönme düşüncesindeydim. Üsküdar meydanında güzel bir Türk çayı içip kendime geldikten sonra Kız Kulesi'ni yakinen görmek için Harem Otogarı’na sırtımda ağır bir çanta olmasına rağmen yaya olarak geldim. Kız Kulesi’nin karşı kıyıları, minderlerde çay içme ve çekirdek çitleme yerleri olarak düzenlenmiş. Akşam, hava güzel olduğundan buraları ve tüm kıyı çok kalabalıktı. Buna karşın benim burada çay içecek zamanım yoktu. Zira gece boyu sürecek uzun bir yolculuk beni bekliyordu. 55
“...Taşlarını tek tek alır eline, usulca okşar ve yine o matemli kemanına sarılırdı. Her akşam aynı saatlerde gelirdi kemancı sahildeki parka... Ve her akşam bir önceki güne inat çok daha kasvetli olurdu gözlerindeki keder. Kemancı her akşam yorgun sırtında o taşları taşır. Kemancı her akşam sessizce anılara gülümser... Ve kimse bilmez kemancının kederini. Kimse görmemiştir, duymamıştır bugüne dek tek kelime söylediğini... Bir gün küçük kız çocuğunun ' Sen bu taşları neden böyle çok seviyo'sun?' sorusuna şöyle cevap vermişti kemancı amca:
TAŞLARIN ÇAĞRISINI DUYAN RESSAM:
FEHİM İBRAHİM HAKKIOĞLU -II-
Taş deyip geçeriz; lâkin düşünen insan için öyle midir? Taş tan nerelere varır ve ne düşünceler üretir bu kişiler. İsmail BİNGÖL
“'Ben küçükken, senin yaşlarındayken okula taşlı bir patikadan geçerek giderdim. Her sabah o yoldan geçer ve okul çıkışlarında o yola dökerdim çocukluğumun gözyaşlarını. Benim ağlayışlarımı kimseler bilmezdi o patikadan başka. Pek fazla arkadaşım olmadığı için taşlarla oynardım. Hüzünlerimi, sevinçlerimi taşlara anlatırdım. Taşlar sözümü hiç bölmeden dinlerdi beni, taşlar sırrımı saklardı. İşte o günlerde başladı taşlara ilgim. Yoldan geçerken farklı renklerde ve şekillerde taşlara rastladım. Kim bilir daha kaç kişinin öyküsünü dinlediler benim oyun arkadaşlarım... Nice insan geldi geçti o patikadan... Taşlar hep oradaydılar ve hep sessizce tarihe tanıklık ettiler. Bilir misin, hiçbir taş bir diğerine benzemez küçüğüm. Her taşın kendi yüzü, kendi görünümü vardır. Her taş aslında kendi başına sır dolu bir yalnızlıktır. Ben farklı taşlar buldukça onlardan bu sırları dinlerim. Toprağın üstünde durup da gökyüzünü seyre dalarken işittiklerini anlatırlar bana... Ve ben taşları işte bu yüzden severim.' -'Fakat, dedi küçük kız, taşlar nasıl oluyor da konuşuyorlar seninle. Ben taşların konuştuğunu hiç duymadım.' -'Dinlemesini bilirsen, küçüğüm, tabiattaki her şey sana bir şeyler anlatır. Dinlemesini bilirsen ancak... Nerede bir taş görsem taşın öyküsünü öğrendim, yüzünün ayrıntılarını ezberledim ve taşları da eski bir dost bildim. Taşlar benim için cinayetlerin gizli ipuçları, mutlulukların gizli yansımalarıdır. Hayatın kimselerce bilinmez sırları, tarihin tanıklarıdır. Sıradanlığın içindeki başkalıktır. Taşlar benim için başka çocuklara verilecek en güzel armağandır. Ya sizin için? Sahi siz hiçbir taşı dinlediniz mi? Taş gibi siz de dostlarınızın sırlarını sonsuza dek saklamayı başarabildiniz mi? Siz taşları sevdiniz mi?” (Ebru ERDİNÇ, (12 Mart 2002–Dergibi.com) Ya Fehim İbrahimhakkıoğlu… Peki o nasıl buluşmuştu taşlarla ve ilk bakışta alelade görünen taşları sanatının malzemesi yaparak, yeni bir teknik kullanmak suretiyle resimde
sayı//73// ağustos 56
taşlardan bir yeni bir tarz oluşturmuş, adeta yeni bir yöntem geliştirmişti? Kısaca özetlemek gerekirse şöyle diyordu kendisi bu konuda: “Sanatta yeni arayışları kültür geleneğinin bir devamı olarak görüyorum. Sıcağı soğuğu, derinliği, perspektifi bilen biri olarak yağlı boya tablo benim için çok kolaydı. Ben de herkesten ayrı bir çizgide olmak, yeni bir ekol oluşturmak istiyordum. Tabiatta gördüğümü, ondan bana yansıyanı gerçeğe çok daha yakın olarak nasıl resmedebilirim diye resimde boyanın dışında malzeme arayışı araştırmalarım beni çakıl taşlarına yöneltti. Hocam Burhan Alkar’ın tam da istediği olmuştu. Resmi alışılmış bütün üslup, teknik ve tarzların dışında çalışmış, bu akımın ilk temsilcisi olmuştum. Doğanın en sert parçasında, sanatı en estetik haliyle yakalayan bir bakış açısı sunmuştum. Renk ve şekil bakımından ilk bakışta sınırlı gibi gözüken bir malzemeyle, sanatın sınırsızlığını ve güzelliğini göstermiştim.” Ve bugün Türkiye’de ve Dünya’da birçok özel koleksiyonda, sanat galerisinde taşları kullanarak yaptığı resimler yer almakta ve bu resimler meraklıları tarafından büyük bir hayranlıkla seyredilmektedir. Bu yüzden dünyanın dört bir yanından davetler almış ve devlet başkanları tarafından ağırlanmış, sayısını hatırlamadığı kadar sergiye katılmıştır. Sanatını güzelleştirmenin yanında, sanatın iç alemine kattıklarıyla yüreğini de güzelleştiren Fehim Abi, bütün bunların arkasında seksen yılı geçen ömrünün büyük bölümünü, alın terini, sanat aşkını, gecesini, gündüzünü ve en önemlisi ailesinden esirgediği zamanı bırakmıştır. Taşların çağrısına kulak vererek tamamen kendine has bir tekniği tuvale yansıtan ve bunun sonucunda ortaya koyduğu eserler sebebiyle resim sanatında farklı bir yere oturtulması gereken Fehim İbrahimhakkıoğlu, sanatına ve kendine gösterilen ilgi bakımından hiç olmazsa bugün ömründen devşirdiği yaşlılık günlerinde hak ettiği yerde midir? sorusu akla gelebilir. Bu soruya verecek cevap bellidir ve şudur: Sanatın ve insanlığın hakkını vermeye çalışan kaç sanatçı, yazar, şair, kültür adamı, yaşadıkları çağda tam anlamıyla buna nail olabilmişler ki, Fehim Ağabey de bunu sağken görsün. Bu konuda biraz ilerleme kaydettiğimiz iddia edilse de bu sayının fazla olmadığı da bilinmektedir. Üstelik tevazuu kendine şiar edinen ve kendini gözlerden nihan etmeye çalışan birini kim, nasıl bilecektir ki? Her daim
okuduğumuz İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmet Akif Ersoy bile bu halden mustarip ve yüreğinin sesini mısralarla anlatırken, bu konudaki düşüncemize tercüman oluyor: “Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince, Günler şu heyûlâyı da er geç silecektir. Rahmetle anılmak… Ebediyet budur, amma, Sessiz yaşadım, kim, beni nerden bilecektir?” Ne var ki onun istemediklerini, toplum kıymet bilme açısından görüp, kendisine verme ve bu yolla olsun sanatın incelttiği, çabuk kırılmaya müsait gönlünü alması gerekmez mi? Sanata uzanan yolu Erzurum’da başlayıp, daha sonra İstanbul’a uzanan, bugün bazı sağlık sorunlarına rağmen hâlâ “Taşların Çağrısına” cevap vererek resim yapmaya, kendinden sonraya daha çok eser bırakarak mirasını çoğaltmaya devam etmektedir Fehim Ağabey. Bir yandan da belediyelerin verdikleri destek doğrultusunda talep edenlere sanatını öğretmeye çalışıyor. Bildiklerini hiçbir şekilde kendine saklamayı düşünmeyen ve her türlü fırsatı değerlendirerek öğrencilerine aktarmaya çalışan Fehim İbrahimhakkıoğlu ile yıllar önce kardeşi Feyyaz Ağabey’in rahatsızlığı sebebiyle Erzurum’a geldiğinde tanışma fırsatı yakalamıştım. Rahmetli Feyyaz Ağabey, daha çok sanatından bahisle arada bir ondan söz eder ve yaptıklarının resim sanatında çok değişik bir yer tuttuğunu anlatırdı. Ardından yüz yüze görüşüp, sanatından haberdar olduktan sonra, söylediklerinde ne kadar haklı olduğunu gözlerimizle de görmüş olduk. Atalarından geldiğini düşündüğümüz sanat damarının ortaya çıktığı kişilerden rahmetli babaları şair ve hattat Hakkı İbrahimhakkıoğlu ve amcaları eğitimci yazar Mesih İbrahimhakkıoğlu’nu da 1989 yılının Haziran ayında yaptığım röportaj vesilesiyle tanımak şerefine erişmiştim. Yıllar içinde verilen hayat ve fikir mücadelesinin, hastalıkların, bir de yaşlılığın yorduğu vücutlarına rağmen bizim talebimize cevap vermiş olmaları, gerçekten büyük kadirşinaslıktı. Hem öyle ki; sözün bitiminde Hakkı İbrahimhakkıoğlu üstadımızın söylediği “Bir hiçinen bu kadar alakadar olduğunuz için zahmetinize acıdım.” sözünü hâlen unutamadığımı ve yüreğime oturduğunu söyleyebilirim. Bugün etrafımızda olupta, onların yanından geçemeyecek olanların şişinmeleri, kibirleri gözümün önüne geldi de, mütevazılığın bu kadarı bedenimi yeniden 57
ateşe kesti. Sanatın, kültürün, bilgi ve görgünün adeta birer timsali olan iki Erzurumluyu, iki İbrahimhakkızâdeyi yakından tanımak, onlarla sohbet etmiş olmak doğrusu çok değişik, bir o kadar da istisnaî durumdu. Kendilerini bu vesileyle bir kere daha rahmet ve hürmetle yâdediyorum. Yıllar içerisinde tanıdığım İbrahimhakkıoğlu ailesinin fertlerinden Feyyaz Ağabey hakkında yazı yazmış, Belkıs ve Fehim İbrahimhakkıoğlu ile birkaç defa röportaj yapmış biri olarak, ailedeki her kişi de değişik bir yönün öne çıktığını ama en önemli özelliklerinin tevazu ve rindmeşrep olmaları, yani “görünüşe ve dünya işlerine kıymet vermeyen, kurallardan uzak, bütün varlığı kendi iç dünyasına göre değerlendiren, gönül gözüyle gören, hoş görülü, kalender, ârif, hakîm, gönül ehli kimseler olduğudur”. Tokadîzâde Şekip diyor ya bir beytinde: “Rind-i kalenderim yoktur bunda şek / Nâzını çekemem anlasın felek!” Leonardo da Vinci, insanlık tarihinin en önemli kişilerinden biri. Yalnızca resim sanatında verdiği eşsiz eserlerle değil, bilim, mühendislik ve düşünce alanına yaptığı katkılardan dolayı da, önemini hiç yitirmeyen ve hatta her geçen gün hakkında yeni çalışmalar yapılan, hayatındaki gizli kalmış bazı kesitlerin gizemini zihinlere hissettirmek adına filmler çekilen, romanlar yazılan bir dâhi olarak, sanat alanında farklı bir yere oturtuluyor. Felsefe ve resim arasındaki ilişkiyi ayrıntılı bir biçimde inceleyen Leonardo da Vinci’ye göre, resim dünyanın güzelliğini şöyle yakalıyor: “Resim, yaratılan herhangi bir şeyin yüzeylerini, renklerini ve şekillerini kapsar; felsefe de aynı cisimlerin içine nüfuz eder, o cisimlerin kendine has güzelliklerini gözden geçirir, ama ressamın yansıttığı hakikat daha farklıdır: Ressamın hakikati, bu cisimlerin ana hakikatini kavrar, çünkü göz daha az aldanır. Ressamın cisimlerin yüzeyini çizerek doğayı taklit etmekle kalmadığı, aynı zamanda cisimlerin bütün yapısını araştırarak doğayı tanıdığını, bu araştırmanın cisimlerin görünmez ruhunu derinlemesine kavrayıncaya kadar devam ettiğini belirten Leonardo da Vinci, ressamın doğa ile sanat arasında bir yorumcu olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “O halde resim felsefedir.” (Leonardo ile Sanat ve Düşünce, Mustafa Tolay, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2019-Atlas Tarih Dergisi, Sayı:63-MartNisan 2020, Kitabın tanıtım yazısından) Daha ileri gidilerek resmin büyüsüne ve ondaki derinliğe, anlam, çizgi ve estetik bütünlüğe kendini kaptırıp, sayı//73// ağustos 58
orijinal eserler üreten ressam için şöyle bir niteleme yapılıyor: “Resmin filozofu”… Gerçekten çok güzel ve anlatılmaya çalışılan kişi için harika bir niteleme… Eserleriyle, gözlere ve gönüllere akseden farklı duruşuyla, hayatı anlama, kavrama ve bütün bunlara dönük bakış açısıyla Fehim İbrahimhakkıoğlu bize göre bu nitelemeyi fazlasıyla hak ediyor. Bir resmi yapmadan önce gösterdiği davranışları kendisinden dinlediğinizde, öncelikle her neyin resmini yapıyorsa, öncelikle onunla ilgili ne var ne yok hepsini okumaya, seyretmeye ve bir düşünce derinliği geliştirip, ruhuna aşina olmadan tuvale ilk taşı koymadığını anlatması, resmin de filozofu olabileceğini bizlere açık ve net olarak anlatıyor. Ne var ki onun resimlerine sığ bir bakış açısıyla yaklaşınca, şöyle düşünüyor insan… Gerekli malzemeyi(taş) bir araya getirdikten sonra hemen tuvalin karşısına geçip, başlıyor resmi oluşturmaya… Hâlbuki gerçek bir sanatçı için bu mümkün değil. Diyelim ki yaptığınız iş, birinin portresi. Sanatçı portreyi yaparken portresi yapılan kişinin görünümüyle beraber karakteristik özelliklerini, mimiklerini ve ruh halini de eserine yansıtmayı amaçlamaktadır. Bunu becerebilmek için öncelikle portre sahibiyle ilgili bilgi edinmesi, edindiği bu bilgileri düşüncenin ışığında harmanlayarak, eserinin yüzüne, bakışlarına, yüzündeki çizgilere, kısacası onu resmedecek noktaları yakalamaya hasretmelidir ki, sıradan bir portreden ayrılan, tarzını ve tavrını yansıttığı, kendine has bir eser meydana getirmiş olsun. Hipokrat tarafından söylendiği iddia edilen Latince özdeyişte der ki: “Ars longa, vita brevis” “Sanat uzun, ömür kısa” Yani ne kadar uzun yaşarsanız yaşayınız ömrünüz yine de sanatın yanında çok kısa sayılır. Çünkü sanat sonsuzluğu vurguluyor aynı zamanda… Öyleyse fırsat elde iken, ömrümüz el verdiğince bir eser bırakmalıyız kendimizden geriye… Fehim İbrahimhakkıoğlu ağabeyimizin de bu yaşta hâlâ yapmakta olduğu budur ve gayesi, kendinden sonra da adını yaşatacak, hatırlanmasını sağlayacak tablolar bırakmaktır. Sanatı insan olmanın ve insana yakıştığı gibi yaşamanın bir aracısı olarak gören ve bir ömür boyu güzelin, güzelliğin peşinden koşan ağabeyimize bu satırlar aracılığıyla bir kere daha hürmetlerimizi sunar, sağlıkla yaşayıp yeni eserler vermesini dileriz.
BAVULDAKİ ‘HAYAT’ “Güler yüzlü insanlar arasında yaşayanların hayatı daha tatlı geçer.” Şevket Rado Erbay KÜCET
ocukluk günlerimde annemin haberi olmaksızın ahşap sandalyeye korkusuzca çıkıp tavandaki bir insanın zor geçebileceği tablayı minik ellerimle yukarı itekleyip tavanın iç kısmına çektikten sonra güçlü bir hamle daha yapıp soluğu çatı arasında aldığım günleri hatırlatmıştı Nobel Edebiyat Ödülü'nü alırken ‘Babamın Bavulu’ konuşmasıyla Orhan Pamuk. Rahmetli babam bavul hediye etmemişti ama bavul dolusu eski tarihli dergi ve gazeteleri hıfzetmişti çatı arasındaki eski bavulumuzda. Kar ve yağmurdan korunmak yağ tenekelerinin açılmasından yapılan çatıdaki paslı tenekeler ile toprak tavan arasına saklanan bavulun kapağını kaldırdığımda yuttuğum tozlar aşağıya indiğimde burnumdan simsiyah soba kurumu gibi çıkardı. O günlerde 250 binler sattığını sonradan öğrendiğim ‘Hayat’ dergisinin (21 Eylül 1961, Sayı 39) Adnan Menderes’in asılmaya gitmeden önce doktor muayenesi, arkadan bağlı elleriyle beyaz gömlek giydirilerek idam sehpasına yürütülmesinin fotoğraf ve alt yazılarını saatlerce incelerdim. Benim için önemli arşiv niteliği olduğuna inandığım dergi ve gazeteleri uzunca bir süre tavandan indirmediğimizi, göz attığım günlerde zevk aldığımı ilk gençlik yıllarımdan hatırlıyorum. Hatırladığım elbette sadece bavul değil. Tavanda ne kadar zaman geçirdiğimi babamın ajanslarda kulağını vererek dinlediği ‘Tesla’ lambalı radyo üzerinde sabitlenmişçesine duran Alman yapımı, kurmalı, tamburlu çalar saatimizden öğrenirdim.
İçerisinde eski tarihli dergi ve gazete dolu bavulun çatıda neden saklanmış olabileceği konusunda yorumu zihinlerinize bırakarak o günlerde tirajı çok fazla olan Hayat dergisi çerçevesinde Şevket Rado’dan söz etmek istiyorum. 1913 Üsküp doğumlu. Vefa Lisesi mezunu Hukuk eğitimi alan Rado, Son Posta gazetesinden sonra Akşam gazetesinde muhabirlik, fıkra yazarlığı, yayın müdürlüğü yapmıştır. Gazeteciliğin yanı sıra sosyoloji ve edebiyat öğretmeni olarak da çalışırken İstanbul Radyosunda her hafta aile sohbetleri programı yapmıştır. Onun tanınmasını sağlayan ise, 1956 yılında ilk sayısından başlayarak Türkiye'nin ilk magazin dergisinin son sayısına kadar yazması ve yönetmesidir. Varlık dergisinde Şevket Hıfzı adıyla şiirler yayımlayan Şevket Rado, Eşref Saati, Ümit Dünyası, Hayat Böyledir, Aile Sohbetleri, Saadet Yolu ve İnsan Severse Yaşar isimleri ile yayınladığı sohbetlerinde gençlere doğru yolu göstermeyi gözetmiştir. Ses, Resimli Roman, Hayat Spor, Ayna ve Hayat Tarih dergisi ile adından söz ettirmiştir. Haftalık fasiküller halinde verdiği Hayat Ansiklopedisi (1960) de toplumda yankısını bulmuş yayınlar arasındadır. Nezihe Araz, Hikmet Feridun Es, Semiha Es, Yılmaz Öztuna, Naşit Hakkı Uluğ, Rakım Çalapala, Nihat Menteşe, Şevket Kutkan, Yahya Benekay, Muharrem Ergin ve Vedat Nedim Tör gibi isimleri kadrosunda barındıran Hayat’ta Refik Halit Karay'ın ‘Karlı Dağdaki Ateş’, Halide Edip’in ‘Akile Hanım Sokağı’ ve ‘Kızıl Hançerler’, Kerime Nadir'in ‘Sisli Hatıralar’ gibi romanları tefrika edilmiştir. Yapı Kredi Bankasının sahibi olduğu dergi yetmişli yıllarda işlevini kaybetti ve bir grev sonucu 6 Temmuz 1979’da kapandı. Muhteva ve basım tekniği açısından ülkemiz basın dünyasında bir dönüm noktası olan Hayat dergisinde Türk sanatı, Osmanlı tarihi, aktüalite ve edebiyatın muhtelif dallarına ait enteresan konular cazip bir şekilde işlenirdi. Duvardaki saatleri yaylar işletiyorsa ev hayatındaki eşref saatlerini de tatlı dil işletir diyen Şevket Rado, 9 Nisan 1988 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Bu vesile ile onu yazısından bir alıntı ile anmış olalım: “Birkaç günlük ömrümüzü saadet içinde geçirmek hepimi¬zin tek arzusudur. Yaşamdan zevk almayı bilmek, mesut olmanın olmazsa olmaz koşuludur. Bu dünya, gelinebilecek dünyaların elbette ki en iyisidir. Etrafındaki konularla ilgilenmesini bilenler, asla sıkılmazlar. Tatlı dilin açamayacağı kapı yoktur.” 59
KAHRAMAN ŞEHİR KAHRAMANMARAŞ -III-
“Maraş'ta Milli Mücadele’ye katılmayan tek fert bile yoktur.” 5 Nisan 1925 yılında toplanan TBMM. Maraş’taki her ferde birer İstiklal Madalyası verilmesi yerine bu madalyanın Maraş şehrine verilmesini kararlaştırmıştır. Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN* akşam geç saatlere kadar muhabbet ettikten sonra ertesi sabah, yine Üniversite’nin otobüsüyle şehir gezisine çıktık. İlk durağımız Kahramanmaraş Kalesi oldu. Kale’de dalgalanan bayrağımızın hemen alt kısmındaki levhada “28 Teşrini Sani 335 (28 Kasım 1919) Cuma günü, Türk-Maraş; silah gücü ile inen bayrağını, iman gücü ile yeniden dalgalandırdı.” İbaresi vardı. İşte o andan itibaren Maraş’ın Ermenilerce nasıl zulümlere uğradığını öğrenmeye başladık. Kalede panoramik bir müze kurulmuş; o yılların Maraş’ının tasvir edildiği bu müzede görevli bir memur, bizlere o günlerde yaşananları, üç boyutlu minyatür bir şehir manzarasında tek tek göstererek anlattı. Burada onun söylediği olayları anlatmak, sayfalar süreceği için çok kısa olarak şöyle özetleyebilirim. Şehirde Türklerle birlikte yaşayan Ermeniler, Mondros Mütarekesi sonrasında İngilizlerden kendilerini korumalarını istemiş, İngilizler de şehri işgal etmiş. Ama İngiliz komutan bir araştırma yaptırınca Ermenilerin yalan söylediklerini anlamış ve şehri boşaltmış. Bu kez Fransızlar gelmiş ve Ermenilerin istekleri doğrultusunda hareket etmişler. Birkaç Ermeni ve Fransız’ın saldırısına uğrayan kadınları kurtarmak için ilk kurşunu Sütçü İmam sıkıp Ermeni ve Fransız askerlerini öldürmüş ve kurtuluş hareketini başlatmış. Daha sonra Fransızlar, kaledeki Türk bayrağını indirip Fransız bayrağı çekmiş, Maraş halkı sabah namazında bunu görünce, şair ve yazar Necip Fazıl Kısakürek’in amcası Mehmet Ali Bey bir beyanname hazırlayıp oğluna bunu camilere asmasını istemiş. Halk bunu görünce iyice hayıflanmışlar. Ertesi günü Cuma namazına gelen Maraşlılara, Şeyh Halil Sezai Efendi, “Biz şu anda hür değiliz, bayrağımızın yerinde Fransız bayrağı var, bu nedenle bize Cuma namazı farz değil!” diyerek silahını alıp kaleye doğru yürümüş.
*T.C. Atatürk Üniversitesi
sayı//73// ağustos 60
Maraşlılar da arkasından gidip gönderdeki Fransız bayrağı yerine Türk bayrağını yeniden çekmişler. Böylece başlayan kurtuluş hareketi, başarıyla sonuçlanmış ve Maraş halkı, kendi kurtuluşunu kendisi gerçekleştirip tarihe altın harflerle yazılmayı hak etmişlerdir. Bunun mükâfatı olarak da bu güzel şehre 7 Şubat 1973 yılında TBMM’de çıkarılan kanunla Kahraman unvanı verilmiştir. Bu unvanın veriliş hikâyesi de oldukça ilginç. Maraş’ın düşman işgalinden kurtuluşu, şehir halkının topyekûn direnmesi ile gerçekleşmiş, Maraşlılar 12 Şubat 1920’de kendi vilayetlerini kurtardıktan sonra çevre vilayetlerin de yardımına koşmuş ve onların da kurtuluşlarına destek vermişlerdir. Kurtuluş Savaşı sonrasında Maraş vilayetine bir yazı gönderilerek, Milli Mücadele’ye katılanların listesi istenmiştir. Şehrin ileri gelenleri toplanıp, aldıkları kararı Ankara’ya şöyle bildirmişlerdir: ”Maraş'ta Milli Mücadele’ye katılmayan tek fert bile yoktur.” 5 Nisan 1925 yılında toplanan TBMM. Maraş’taki her ferde birer İstiklal Madalyası verilmesi yerine bu madalyanın Maraş şehrine verilmesini kararlaştırmıştır. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Maraş, TBMM. tarafından 7 Şubat 1973 yılında çıkarılan kanunla şehrin adına Kahramanlık unvanı verilerek ikinci defa ödüllendirilmiştir. Maraş kalesinde o günlerde kullanılan bir top da vardı. Bu topla ramazan aylarında iftar ve sahur topu atıldığını öğrendik. Eskiden Erzurum’da da benzer bir topla aynı işlem yapılırdı. Önce topun atılması kaldırıldı. Top ne oldu bilmem ama şimdilerde yeniden eskiye dönme arzusuyla topsuz olarak ses bombasına benzer bir şey atılıyor. Şimdi burada tekrar Erzurum’a dönmek istiyor ve Erzurum’da da Ermenilerin yaptıkları zulümleri anlatan bir müze kurulamaz mı? diye düşünüyorum. Çünkü Erzurum, bölgemizde Ermeni zulmüne en fazla maruz kalan şehirlerden biridir ve on binlerce Erzurumlu, Ermeniler tarafından hunharca katledilmiştir. Her bir katliam, ayrı ayrı filmlere, romanlara konu olabilecek kadar vahimdir. Ermeni iddialarıyla 1919’da Erzurum’a gelen Amerikan heyetine Erzurum Belediye Başkanı Zakir Bey’in “İşte şehrin dört bir yanında gördüğünüz bu mezarlar, sizin de anladığınız gibi Türk mezarlarıdır; şu ilerde gördüğünüz küçük mezarlık ise Ermenilere aittir. Bu keratalar ölülerini yemediler ya!” diye verdiği cevap, minyatürler halinde anlatılamaz mı?
Giderek şehrimizin ve Erzurumlunun hafızası kayboluyor. Hafızamızı yeniden canlandırmak için bir şeyler yapmamız gerekmez mi? diye düşünüyor ve kendi kendime hayıflanıyordum. Bu anlamda Kahramanmaraşlıları ve yöneticilerini tebrik etmek istiyorum. Buradan ayrılıp Sütçü İmam’ın ilk kurşunu sıktığı yeri ve kabrini, aynı yerin yakınında Ermeni komşusu tarafından evinin duvarı delinerek şehit edilen Hafız Veliyyüddin Efendi’nin kabrini de ziyaret ettik. Sonra yine şehir içerisinde otobüsle gezerek şehrin ne kadar planlı bir şekilde geliştiğini müşahede etme fırsatı bulduk. Eski Maraş ile yeni Maraş, birbiriyle barışık bir haldeydi. Eski evler korunmuş, terk edilip viraneye, metrukeye döndürülmemiş, onarılıp yaşatılmış. Şehir içerisindeki tarihi mekânları aracımızdan görme fırsatı bulduk ve Sultan Abdülhamit Han Camii’ne gittik. Bir tepe üzerinde inşa edildiği için şehrin her yerinden görülebilen bu cami, oldukça büyük ve yakın dönemde yaptırılan bu camide eski mimari üslup yansıtılmış. Oldukça etkilendiğimi belirtmeliyim. Oradan da ayrılıp şehrin her tarafının panoramik olarak seyredilebildiği bir tepe üzerine, bir terasa çıktık ve şehrin tüm güzelliğini oradan çaylarımızı yudumlayarak seyrettik. Kahramanmaraş beni şaşırtmaya devam ediyordu. Ancak o sırada şehrin üzeri yavaş yavaş bir toz bulutu ile kaplanmaya ve gökyüzü, güneşin yansımasıyla turuncu bir renk almaya başladı. Daha sonra belediyenin bir başka tepede yer alan tesislerinde öğlen yemeğimizi yedik. Dönüşte TRT’de yayınlanan ‘Yedi Güzel Adam’ dizisinin çekildiği Maraş Lisesi’ne uğrayıp dizinin çekiliş anlarından birine de tanıklık ettikten sonra, şehir merkezinde otobüsten ve toplantıya katılan arkadaşlarımızdan vedalaşarak ayrılıp, başka bir şaşkınlığa doğru ilerledik. Şehrin merkezindeki Kapalı Çarşı, eski Maraş’ın 2014’teki yansımasını gösteriyordu. Bu çarşı, beni hayretler içinde bıraktı. Aradığınız her şeyi bulabileceğiniz bu çarşıdan hiç ayrılmak istemedim. Ne yoktu ki? Kurutulmuş sebze ve meyvelerden tazelerine, peynirden yoğurda, pastırmadan sucuğa, yemeniden cepkene, ceviz ağacından oyma sandıklardan hediyelik eşyaya, dondurmadan oyuncağa, kısacası iğneden ipliğe ne ararsanız bulabileceğiniz bir kapalı çarşı. Maraş Ulu Camii’nin hemen yanı başında, bedesten ile bakırcılar çarşısı arasında toplam 116 dükkândan oluşan ve on altıncı
yüzyıla ait olduğu bilinen bu Osmanlı dönemi çarşısı, günümüzde albenisi ve ziyaretçisi çok yüksek olan AVM’lerin bir prototipi olarak kabul edilebilir. Çarşı, orta yerinde bulunan dua kubbesiyle dikkat çekiyor. Çarşıdan kurutulmuş dolmalık biber ve patlıcan, Maraş acı biberi gibi gıdaların yanında, çocukluğumuzda sıkça oynadığımız sapan ve topaç aldım. Böylece çocukluk günlerime, geriye doğru bir yolculuğa çıkmayı istiyordum. Nitekim öyle de yaptım. O zamandan bu zamana bahar aylarında fırsat buldukça topaç çevirmeye çalışıyor ve çocukluğuma dönüyorum. Zaman zaman eski günlere dönmenin keyfini yaşamayı herkese tavsiye ediyorum. Bu devasa çarşıdan bir de minik Maraş sandığı almayı ihmal etmedim. Maraş sandığı, cevizden oymalı bir tarzda yapılan ve Erzurum’da çok makbul olan bir sandık türü. Gelinlik kızların çehiz sandığı mutlaka olur. Ancak makbul olanı Maraş sandığıdır. Bizim evimizde de bu sandıktan mevcut. Rahmetli annemin çehiz sandığı. Maraş’tan satın aldığım, bu kocaman sandıkların küçültülmüş olanıydı. Kapalı çarşıyı gezerken yine aklıma Erzurum’daki eski çarşıların yerinde yeller estiğini, Hacılar Hanı gibi birçok önemli ve eski çarşımızın maalesef değerlendirilemediğini gözümün önüne getirip üzüldüğümü hatırlıyorum. Erzurum’da nice hanlar olmasına rağmen bazı tarihi şehirlerimizdeki gibi değerlendirilememiş ve atıl vaziyette kalmış olmalarına halen yanıp yakılmaktayım. Gönlüm istiyor ki bunlar bir an önce tanzim edilerek turizme ve ekonomiye kazandırılsın. İstemeyerek de olsa çarşıdan ayrılıp bir önceki akşam dondurma yediğimiz pastaneden Erzurum’a getireceğimiz dondurmalarımızı da alıp aracımızla yola revan olurken, Kahramanmaraş’ın beni ne kadar şaşırtmış olduğunu, küçük ölçekli bir büyükşehre gittiğimizi düşünerek çıktığımız yoldan geri dönerken, asıl küçük ölçekli büyükşehirde yaşayanların bizler olduğunu düşünmeden edememiştim. Hiç kuşkum yok ki Kahramanmaraş, bir günde gezilecek kadar küçük bir şehir değil. Kısmet olur da bir kez daha gitmek nasip olursa, bu kez bu kahraman şehrimizi ve ilçelerini daha ayrıntılı bir şekilde dolaşmayı düşünüyorum. Bu ne zaman gerçekleşir, şimdiden tahmin etmek zor. ya nasip deyip geçelim. 61
ŞEHİRLERİN GİZLİ ATEŞİ AŞK HİKÂYELERİNDEDİR “Sultanım, memleketimize hoş geldiniz. Bize şeref verdiniz. Bahçemizin gülleri bugün sizin şerefinize çok daha başka ve güzel kokular vermeye başladı ve daha da güzelleştiler. Muhsin İlyas SUBAŞI
usul ve Kerkük, Selçuklu akınlarıyla Türkleşmeye başladı. Babası 1. Giyaseddin Keyhüsrev’in ölümü üzerine büyük oğlu Malatya Emiri İzzeddin Keykavus’un 1211 yılında tahta çıkışı için düzenlenen cülus töreni büyük gösterilerle Kayseri’de yapıldı, Selçuklunun Sultanı olarak bir süre burada ağırlandı, daha sonra Konya’ya giderek devletin başına geçti. İzzettin’in ilk işlerinden birisi, bu bölgeye bir ziyaret gezisine çıkmak oldu. Tahta oturduğunda kendisini tebrike gelen ve hediyeler getiren bölgenin Meliklerine teşekkür gezisiyle, buraları kendi hükümdarlık alanına alması için uğraşmaya değer mi, değemez mi, buna bakacaktı. İlk defa Musul’a gitti. Musul’da coşkulu törenlerle karşılandı büyük itibar gördü. Musul Melik’i Hüsameddin Salar, şehrin altın anahtarını bir altın tepside getirip önüne koydu: “Bu topraklar senindir, bu şehir senindir. Burada istediğin tasarrufta bulunabilirsin.” İzzeddin teşekkür etti. Birkaç gün dinlendikten sonra Melik’in has bahçesinde gezinmeye çıkmıştı. Birden karşısına boyu, posu endamı yerinde, yetişmiş, buğday tenli, gamze yanaklı, çakır gözlü, uzun kestane rengi saçlarıyla bakınca insanın yüreğini hoplatan bir güzel kız çıktı. Utangaç bir edayla, yanına yaklaştı, hafifçe tebessüm etti, eğilerek selam verdi: “Sultanım, memleketimize hoş geldiniz. Bize şeref verdiniz. Bahçemizin gülleri bugün sizin şerefinize çok daha başka ve güzel kokular vermeye başladı ve daha da güzelleştiler.” İzzeddin, gördüğü güzellik karşısında adeta çarpılmıştı. Siyah sakalı, beyaz yüz tenini etkili bir güzelliğe büründürmüştü, omuzlarına sarkan gür saçları onu daha çekici bir hale getirmişti. başında börkü, ayaklarında diz altına kadar uzanan parlak mor sahtiyandan çizmeleri, iri yapısı ve uzun boyuyla alımlı bir delikanlı görünümü bir erkek güzeli gibiydi. Evli de değildi. İzzettin’i sarayın penceresinden izleyen Melikin kızı dayanamamış ve bahçeye inmişti. İzzettin de şaşkındı; bu kız nereden çıkmıştı karşısına? Mecnunun aradığı Leyla bu muydu? Keremin peşinde ovaları aştığı Aslı mıydı yoksa? Ya da Ferhat’ın dağları delmeye kalkıştığı Şirin miydi bu kız? Sultan olmasaydı, bu kızı atının terkisine attığı gibi düşerdi memleketinin yollarına. Bir daha yüzüne baktı, onun utangaç tebessümü karşısında irkildi. Söyleyecek söz bulamadı:
sayı//73// ağustos 62
“Bu bahçenin güzelliği sizinle bize tebessüm ediyor. Güllerin ne hükmü var sizin yanınızda, Sultanım Efendim.” Kızın babası yanlarındaydı. İzzeddin, bu kısa diyalogdan biraz da utanır oldu. Sonra kendi kendine; ‘acaba bir tertiple mi karşı karşıyayım? Beni bahçeye niye indirdiler, bu kızı niye karşıma çıkardılar, beni bununla evlendirmek mi istiyorlardı?’ gibi düşünceler geçti aklından. Daha fazla dursa, bir daha yüzüne baksa aklı başından gidecekti. Yüzünü döndü, kendi içinden “Aşka vaktim yoktur!” diyerek yürüdü. Melikin sarayına döndükten sonra, burada fazla kalmamaya karar verdi, bu kızı bir daha görürse, dünya mülkünden vazgeçip aşk ateşinde eriyebilirdi .İyi bir ağırlanmanın keyfiyle Yurduna döndü. Çok geçmeden Selçuklu sarayına bir haberci geldi Musul’dan. Sultanla görüşeceğini söyledi. Adam kimdi, neyin nesiydi, pek bilmiyorlardı. Sebebini sordular, ‘size söyleyemem, özeldir, sırdır, bir gönül işidir’, dedi. Adama ısrar ettiler, ama nafile; ‘Sultana bir emanetim var onu bırakıp çıkacağım’ diye direndi. Kötü niyetli birisi olabilir miydi? Adamın üzerini aradılar, koynundaki rulo halinde bir mektuptan başka bir şeyi yoktu. Kılıcını, hançerini alıp kenara koydular. Sultan’a haber verdiler: “Sultanım, Musul’dan Musul Melikinin temsilcisi olduğunu söyleyen bir misafir var, Saraydan geldiğini söyler, ama niçin geldiğini ne getirdiğini söylemez. Israrla sizinle görüşeceğini, size özel bir emanet verip döneceğini ifade etmektedir. Ne dersiniz, ne yapalım bu haberciyi?” Sultan meseleyi tahmin edebilmişti. Tebessüm etti: “Bırakın gelsin içeri, üzerinde hançeri varsa alın, yanında kimse olmasın!” Adamı içeri aldılar. Geldi, saltanat koltuğunun minderini öptü. Koynunda büyük bir itinayla çıkardığı kırmızı bir sahtiyana sarılmış, rulo halindeki emaneti uzattı: “Sultanım, bizim sultanımızın kerimesi, size sevgilerini, saygılarını, bağlılıklarını iletir ve bunu kabul buyurmanızı diler.” Sultan yerinden doğruldu. Gelen emaneti aldı, açtı, önce bir baktı, bir kenara koydu. Adamla yer gösterdi. Oturttuktan sonra hal ve hatırını sordu:
“Sırf bunun için mi bunca yolu tepeledin?” “Efendim, gönül muhabbeti insana dağlar deldirmez mi, çöllerde kum taneleri gibi rüzgârda savrulmaz mı, dağları dolaştırıp bulutların gözyaşlarını akıtmaz mı?” “Doğrudur, aşk önce kendi gönlüne kıyıcıdır. Aşk gönlü duygunun mahkûmiyetine sürükler, köleleştirir. Düştüğü yüreği kavurur, o gözleri de kör eder ve ne yaptığını bildirmez insana. Aşk bir gönül ateşi ise, hangi yürekte tutuşmuşsa, onun ocağı orasıdır. ” “Sultanımın kızı, siz ayrıldıktan sonra yemeden içmeden kesildi. Doktorlara götürüldü çaresi bulunamadı. Ben nedimesinin eşiyim. Beni bu emaneti size ulaştırmam için memur ettiler. Koşup geldim, cevabını alıp dönmek isterim.” “Teşekkür ederim, siz birkaç gün istirahat ediniz. Gideceğiniz zaman ne gerekiyorsa inşallah onu yaparız.” Adam selam verip dışarı çıktı. Vakit akşamüzeriydi. Saraydaki görevliler birer birer evlerine çekildiler. Sultan yalnız kaldı, gelen emaneti açtı ve okumaya başladı: Şifa verici zülfün düşmeyince yüzüme, Gamlı gönlümden bugün senin için ah çıktı. Seni görmek uğruna bu yollara düşerken, Ulaşmayınca sana yürekten eyvah çıktı. Sen gönül pazarına girince durdu işler, Sevdana tutulanlar yandı, bitti, kül oldu. Kapandı tüm kapılar, güzellerin yüzüne, Gam yüklü gönüllere hasret ateşi doldu. Zaman bahçesindeki bütün güzel ağaçlar, Saf durdular karşında, önünde eğildiler. Güller seni görünce kızardı utancından, Güller güzelliğinle yarışa özür diler Ayın aydınlığına öyle perde oldun ki, Göstermiyor yüzünü sen gidince buradan. Senden uzak kalmanın gamıyla dertteyim ben, Bir küçük selam olsun gönderiver oradan. Bana âşık olmayı düşünmedin bilirim, Bilirim, geri gelip bakmayacaksın bana. Aşka bedel isteme, ben onun tutsağıyım, Bana ölüm yar olur, külüm gelecek sana. Satırlar uzadıkça, İzzeddin’in dudakları titremeye başladı. Satırların yakıcılığı onu hüzün denizine sürüklemişti. Neredeyse o okyanusta tek başınaydı ve kurtarıcı olarak bu güzel kızın ellerini bekliyordu. Bir aşk böyle mi yakarmış 63
bir genç kızı? “Keşke onunla birkaç kelam edebilseydim”, diye düşündü.
getirip önüme bıraktı. Sıkıntı olsaydı, bir güven kapısıdır diye bakabilirdim.”
Şiiri bir daha okudu, döndü bir daha okudu. Sabaha kadar odasının ışığı sönmemişti. Bunu fark edenler merak içinde dışarıda beklediler. Ezan okunurken kalktı, dışarı çıktı, abdestini aldı, namaza durdu. Namaz bittikten sonra güneş doğasıya kadar seccadenin başından kalkmadı…
“Yarın olmayacağı ne belli? Sonra bu kıza da yazık, iyice âşık, sırılsıklam üstelik!”
Güneş doğmuştu, kahvaltı sofrası hazırdı. Annesiyle oturdu kahvaltısını yaparken mektubu koynundan çıkardı: Dinle anne, sana bir şiir okuyacağım. Başladığı şiirin kalan bölümünden bir kısmını okumaya: Dinle gönül ve de sus: Sultanlar âşık olmaz. O ülkenin ağzını tatlandıran şekerdir. Bize zehir verse de sevdasıyla yan artık Sen hasret zindanına bir şey beklemeden gir. Yüzüme bakma n’olur, rahmetinden kapı aç, Şu yorgun gönülcüğüm oracıkta dinlensin. Ezeli kader bugün benim gibi güçsüzü, Kapına çağırıyor, izin ver de dilensin. Annesi bu satırları duyunca gözlerindeki yaşa hâkim olamadı: “Aman Sultan Oğlum, devam etme, bu satırlar beni bitirecek. Kimden bu satırlar, kim bu yüreği yangın yerine dünmüş kız? Sana nasıl ulaştırdı bunu?” “Anacığım Musul’a gittiğim de gül bahçesinde, çiçeklerin arasında bir rüya gibi çıktı karşıma. O an atımın terkisine atıp buralara kadar kaçırmak isterdim. Ne var ki, kendin için yaşamıyorsun ki, kendin için kaçırasın. Bunu yapamadım, onun mahzun ve bitkin bakışlarının arasında gökyüzünde kanatlarını kaybetmiş bir yaralı kuş gibi oradan uzaklaştım. Arkamdan bu uzunca mersiyeyi yazıp göndermiş.” “Bu bir nevi teklif, evlilik teklifidir. Peki, düşünür müsün bununla evliliği?” “Ana, sarayı bir başkasına bıraksam, mesela oğlun Alaeddin’e bıraksam olur, niye olmasın? Bu görevde olunca, bizim evliliğimiz de ince hesaplar üzerinedir. Benim o bölgede şimdilik görünen bir problemim yok. Bu kız görünürde Türkmenlerden değil. Halkı ve emiri bizi sevgiyle kucakladı. Şehrin altın anahtarını sayı//73// ağustos 64
“Acaba babasının yönlendirmesi olabilir mi diye de düşündüm. Çünkü ben babasıyla gezinirken bu kız bahçeye nasıl iner ve nasıl karşıma çıkar bir düşünsene?” “Hangi baba senin gibi bir genç Sultana kızını vermek istemez ki oğlum?” “Onda da sen haklısın.” “Peki, birkaç satır daha oku bakalım, bana gençliğimi, babanın peşinde koştuğum günleri hatırlattı.” “Okuyayım anacağım, kadınlar hep başkalarının aşklarında kendi kaybettikleri aşkların izini ararlarmış, öyle mi?” “Biraz da öyledir, merak beni gıdıkladığına göre, doğru bir söz herhalde?” Dünyanın ne neşesi, ne de sevinci vardır, Gam kervanı gibidir, peşine takar bizi. Tacının da gün gelir saltanatı son bulur Çekilir ayağının altındaki denizi. Mecnun Leyla’ya koşmuş, bende aşk terse döndü: Sen Leyla’sın Sultanım, bense Mecnun peşinde, Denizi çöl eyledim, dağları gül eyledim, Musul aşkla yıkanır senin her gelişinde. Güneş aydınlığını bugün senden borç almış, Dağlardaki yeşillik seni alkışa tutar. Bırak işkenceyi de ne olursun dön bana, Beni aşk belasından gel de bugün sen kurtar! Annesinin tekrar gözleri buğulandı: “Vah yavrum, vah bahtsız kızım benim. Bilmez mi ki, sultanların âşık olma şansları yoktur!” “Anacığım dikkat etmedin mi, o da aynı şeyi söylüyor, hatta ben de aynı sözleri tekrarlarım.” “Demek ki, bu umutsuzluğu bildiği için böyle yaralı bir bülbüle dönmüş.” “Evet, galiba öyle…” İzzeddin, pencereden dışarıya baktı, sonra ayağa kalktı elindeki kâğıtları katlayıp annesine uzatırken “Bu işin olmayacağını bilse, gönlünü yollarıma serpilen aşk çiçeği yapar mıydı ana? Keyfi mi demişler; aşk gözü kör eder”, diyerek gözlerinden süzülen damlaları annesine göstermemek için başını çaresizce öne ağıp dışarıya doğru yürüdü…
MALMATI
İLİM SANMAK
Bir insanın yaptığının ilim olması, o insanın aalim-bilgin olmasının şartları var tüm dünyada kabul edilen. Recep ARSLAN
Hakikaten aalim olanlar son derece engin gönüllü, mütavazı, haddini bilir insanlardır. Bilgili, malumat sahibi insanlar ise alabildiğine nobran, hürmetsiz, haddini bilmez ve her fırsatta ukaladırlar. Kendilerinde çok özel değerler olduğuna kaniidirler. Bu yüzden haddi hududu tanımaz, bilhassa toplumda saygı kazanmış isimlere eleştiriler yaparak güya onlardan kendilerinin daha önemli olduğunu iddia ederler. Bilgili, malumatlı olmak insanı ukala eder, bilgiye beraber usul de insan aalim eder. Kendini tarihçi zannedenler, tarihi bir ilim dalı olarak kabul edip bu alanda çalışanlar, mektepliler, alaylılar, tarih denilen alanın müşkillerini de bilmeliler, bilirler. Tarih serapa bir ilim değildir. İlim olan yanı var, olmayan yanı var. Özellikle alaylı tarihçilerin yaptıkları ilim değil, nakildir. Kitaplardan okuduklarını ve başkalarından dinlediklerini, hatırlarında kaldığı kadarı ve şekliyle anlatırlar ve bununla tarihçilik yaptıklarına inanırlar. Tarihin ilim olan yanı belgeye dayanan kısmıdır. Bir savaş yapılmış, o savaşın tarihi, yeri, katılanların rütbesi, durumu, giysileri, yaşama eşyası, sonunda yapılan anlaşma metni ilimdir. Yüzyıllar ötesine kalmış bina, yol, köprü gibi maddi unsurlar, kitabeler, abideler, süs ve kullanım eşyası, para maddeleri incelenebilir.İlmin konusu olurlar.
ir adam var tanıdığım. Gür sesli, yüksek perdeden konuşur daima. Kendini tarihçi zanneder. Konuşmalarında ‘Ben ilmimin zekeatını veriyorum’ der. İlmi olduğunu kesin kabul eder. İlmini yazar, söyler. Ekrana çıkmayı da sever. Çok bilinen ekranlar değilse de, kendisini üstad belleyenler ona itibar ederler. Kabul edelim ki, o adam çok malumat sahibidir. Güçlü bir hafızası ve kuvvetli bir natıkası vardır. Ama haddi yoktur. Her zaman haddi aşar. Haddi aşmak onun en belirgin vasfıdır. Vasfı deyince bir fazilet gibi kabul edilmesin, özellik, kendine aitlik diyelim. O adam çok malumat sahibidir ama zannettiğ gibi aalim değildir. Malumat sahibi olmak ilea alim olmak aynı şey değil. Bir insanın yaptığının ilim olması, o insanın aalimbilgin olmasının şartları var tüm dünyada kabul edilen. En temel mesele usul’dür. Batılılar buna Methodology diyorlar. Müstemleke Türkçesine de metedoloji diye girmiş. Usul yoksa toplanan bilgiler tasnifsiz, denetimsiz, sağlamasız, ölçütsüz biçimde üst üste konulmuş malumat yığınıdır. Bilgili insan, malumatlı insan başka, aalim insan başkadır.
Kişiler hakkında hüküm vermek tarihçilik olmadığı gibi insaf ve namus sahiplerine de uymaz. Bugünün toplumunda bir algı var. Diyelim ki Mehmet Akif ya da Mustafa Kemal, ya da Said Nursi, Ya da 2. Abdülhamid, ya da Vahdeddin. Bu insanlar hakkında bir hüküm veriliyor. O adamların hangi hallerinin esas alındığına bir bakmak gerek. O insanların çocuklukları, gençlikleri, orta yaşları, olgunlukları, yaşlılıkları var. Siz o insan hakkında bir hüküm verirken hangi hallerini esas alıyorsunuz? Hiç düşündünüz mü? Senin kabul ettiğin o kişi kaç yaşında, hata saydığın, sandığın o sözleri söylediğinde kaç yaşındaydı? Muhatabı neredeydi, o neredeydi? Bütün bunlar dikkate alınmadan kişiler hakkında hüküm verildiğinde sadece zalim olunur. Tarihe mal olmuş kişileri, onlar ölüp Allah’ın huzuruna gitmişken,onların dedikodusunu yaparak tarihçilik yaptığını sanmak ne kadar büyük bir eblehliktir düşünmek gerek. Anlayacağınız üstad denilen o adam ne üstad, ne aalim, ne de tarihçidir. Nefsine güveni, kibir ve enaniyeti zirve yapmış bir insan. Elbette o da öyle imtihan oluyor. Ama onu akıl hocası olarak görenlerin Lozan mevzuunda nasıl da zor durumda kaldığını hatırlamak gerek. 65
OKULSUZ KÖYE OKUL YAPTIRAN SANATÇI DOSTUM;
KÂMRAN YÜCE
Muhsin Ertuğrul'un 1951'de İstanbul'da kurduğu Küçük Sahne Tiyatrosu'nun çekirdek oyuncu kadrosunda o da yer alıyordu. Daha sonra Karaca Tiyatrosu'nda ve Kent Tiyatrosu’nda da çalıştı. Hüseyin MOVİT
enç yaşta başladığı tiyatro serüveninde hep yaşlı rollerine çıktı. Dublaj çalışmalarında da sesi perdedeki yaşlı kişilerin sesi oldu. Sanat uğruna yaşanmış bir ömür sürdü. Sahnede ve perdede değişik kişilikleri canlandırmak konusunda çok başarılıydı. Sahneye tam otuz yılını verdi. Üstlendiği her rolü başarıyla tamamladı. Sanat hayatına şiirle başladı. Yüce'yi en iyi tanıtan şiiri, "Ben aktörüm"den sonra "Gölge" (1955), "Soyunuk" (1962), "Güneş Yorgunu Atlar (1971) sanat çevrelerinde beğenildi. Tiyatro ve şiiri aynı anda yaşadı. Sanatına âşık bir kişiliği vardı. sürekli çalışır, yararlı işler yapmaya çalışırdı. Askerlik görevini Yedek Subay Öğretmen olarak, Kahramanmaraş'ın Uncular köyünde yaptı. Köyde bir okul binasının olmaması üzerine bir kampanya başlatarak köye bir okul binası kazandırdı. Bazı kendini beğenmişler gibi başka bir yere ya da il merkezine tayinini hiç aklına getirmedi. "Kâmran Yüce: 1926 yılında Elazığ'da dünyaya geldi, Haydarpaşa Lisesi'ni bitirdikten sonra girdiği İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni yarım bırakarak profesyonel olarak tiyatro oyunculuğuna başladı, çok sayıda oyunda rol aldı. Muhsin Ertuğrul'un 1951'de İstanbul'da kurduğu Küçük Sahne Tiyatrosu'nun çekirdek oyuncu kadrosunda o da yer alıyordu. Daha sonra Karaca Tiyatrosu'nda ve Kent Tiyatrosu’nda da çalıştı. Bu arada şiir de yazan Yüce'nin şiirleri "Küçük Dergi", "Yenilik", "Yeditepe", "Varlık", "Yücel" ve daha birçok sanat dergisinde yayımlandı. yine 1951 yılında sinemaya da ilk adımını attı. İlk renkli Türk filmi olan Halıcı Kız'dan, Yalnızlar Rıhtımı'na, Talihli Amele'den Ses'e kadar onlarca filmde unutulmaz karakterleri canlandırdı. "Gölge" (1955), "Soyunuk" (1961) ve "Güney Yorgunu Atlar" (1971) adında üç şiir kitabı da yayımlamış olan Yüce, iki filmin de yapımcılığını üstlendi. Birçok filmde de seslendirme sanatçısı olarak çalışan sanatçı kısa adı "Film Ses" olan "Film Seslendirme Sanatçıları Derneği"nin kurucu üyelerinden biriydi. Kâmran Yüce yayıncılıkla da ilgilenmiş, 1960'lı yıllarda Kent Yayınları'nı yönetmişti[1]. Kâmran Yüce 13 Ekim 1986'da bir turne için gittiği Tekirdağ Çorlu'da geçirdiği trafik kazası sonucunda hayatını kaybetti.
sayı//73// ağustos 66
TİYATRO OYUNLARI
• Hamlet (Şekspir), Küçük Sahne Tiyatrosu, Guildenstern rolü, 1954. •Montserrat (diğer adı: "Bir Ümit İçin") (Emmanuel Roblès), Küçük Sahne Tiyatrosu, 1955 •Burada Gömülü (John Osborne), Karaca Tiyatrosu, sahneye koyan: Yıldız Kenter, 1959. •Evdeki Yabancı (Claude Magnier), sahneye koyan: Kâmran Yüce, 1960. •Antigone (Jean Anouilh), Site Tiyatrosu, sahneye koyan: Yıldız Kenter, 1960 •Yarın Cumartesi (Güner Sümer), Site Tiyatrosu, sahneye koyan: Lütfi Akad, 1961. •Raşomon, Karaca Tiyatrosu'nda Kent Oyuncuları, sahneye koyan: Yıldız Kenter 1961. •Aptal Kız (Marcel Achard), Karaca Tiyatrosu'nda Kent Oyuncuları, sahneye koyan: Kâmran Yüce, Çeviri: Çetin Altan 1961. • Büyük Sebastiyanlar (Hovard Lindsay-Russel Clouse), Karaca Tiyatrosu'nda Kent Oyuncuları, 1962 •Nalınlar (Necati Cumalı), Kent Oyuncuları, 1962 •Sandalyeler (Eugène Ionesco), Kent Oyuncuları, 1962. •Ders (Eugène Ionesco), Kent Oyuncuları, 1962. •Altın Yumruk (Clifford Odets), Dormen Tiyatrosu, (Bonaparte Baba), 1963. • Martı (Anton Çehov) Kent Oyuncuları, 1963. •Deli İbrahim (Turan Oflazoğlu), Kent Oyuncuları, 1967. • Sevmek İsterdim Babamı (Robert Anderson), Kent Oyuncuları, 1971. •İnsan Denen Garip Hayvan (Gabriel Arout, Çehov'un hikayelerinden), Kent Oyuncuları, 1972. •Harold ve Maude (Colin Higgins) çeviri: Gencay Gürün, Kent Oyuncuları, 1980Ölümü Yaşamak, Kent Oyuncuları, 1982.
• Babalar ve Oğulları, Kent Oyuncuları, 1982. Toplam 20 filmde oyuncu olarak rol aldı.. Bazıları: •1951 - Evli mi Bekâr mı 1972 • Ölüm Nöbet Bekliyor /1987 • Kaçış TV filmi (Wikipedia) 55. Dönem Yedek Subay Öğretmen devre arkadaşımdı. Lokantamızın müdavim müşterileri arasında gayet mütevazı bir kişiliğe sahipti. Kimseyi incitmeyen nazik bir insandı. Sessizce masasına oturur, garsonlardan günün yemeklerini öğrenirdi. Ben hemen yanında biter, onunla yapacağım sanat konulu konuşmaya başlardım. Sinema ve tiyatro konusunda engin bir bilgiye sahipti. Tiyatro ve radyo haber dili arasındaki farkları öğrenmeye çalışır, dakikada konuşulacak kelime sayısı hakkında bilgiler öğrenirdim. Vurgular konusunda çok hassastı, bana örnekler verir, not tutmamı öğütlerdi. Yemekler konusunda pek seçim yapmazdı. Patlıcanlı yemeklere karşı bir tercihi olduğunu sonraları öğrendim. Tatlı yerine meyveleri tercih ederdi. Özel gösterimler için davetiye dağıttığına çok şahit oldum. Adı hiçbir dedikoduya karışmayan nadir sanatçılardan biriydi. Mekânı cennet olsun... 67
MUŞTU Asım’ın haberi gönlümüze ağır geldi. Hani denilir ya, isyan değildir bu, lakin insanoğlu yakıştırmaz erken gitti, vakitsiz gitti, yapacak daha çok işleri vardı Recep GARİP anıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş romantik ve anarşist olan insanlardır. Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar… Elisabeth Kubler Ross….. Hayat bir şekilde devam ediyor. Hemen hemen her gün sağımızdan, solumuzdan, yakınlarımızdan, uzak diyarlardan, yakın-uzak komşularımızdan, tanışlarımızdan, dostlarımızdan, üzerimizde hakkı olanlardan, edebi ve kültürel gayret sahiplerinden elhasıl birileri bir şekilde ebedi yurda yola çıkıyor. Bazlarına çok içleniyoruz. Üzülüyoruz. Kimilerinin hasretine, vefasına, sevdasına, inancına, hayatıyla bizlere bıraktıklarına, emanetlere tutunarak devam ediyor hayat. Kargaşalarla, savaşlarla, darbelerle, terörlerle, kalkışmalarla, korona virüsü musibetiyle üzülüyorduk.. Ayasofya’nın 86 yıl sonra tekraren Cami olarak açılmasıyla birlik ruhumuz canlandı..Yazıda amacım bunları yazmak değildi. Hala da yazma niyetinde değilim. Lakin yazı kendisinin hükmünü icra etmeyi sürdürüyor ve yazar buna müdahil olamıyor bazen. Sadede gelecek olursam, bu ay içerisinde üç vedadan kısaca bahsetmeliyim. Kuşkusuz üçü de üzerinde uzun yazabileceğim, konuşabileceğim şahsiyetler olsalar da uzatmak niyetinde değilim. Feyzi Bayhan Ağabeyi Adana’da ebed yurduna uğurladık. Bahsedeceğimin ilki budur. 1969 yılıydı Seyhan Tepebağ Mahallesinden Adana Sinanpaşa ’ya taşınmamız. O vakitlerde at arabaları, paytonlar, bisikletler ve motosikletlerin hâkimiyeti söz konusuydu. Sokaklarımız, evlerimiz, caddelerimiz üçüncü dünya ülkesi görünümündeydi.
sayı//73// ağustos 68
Sıklıkla elektrik, su kesintileri yaşanırdı. Saatlerce, bazen günlerce gelmediği olurdu. Cömert bir şehirdir Adana. Böylesi bir dönemde tanımıştım Bayhan ve Atıcı ailelerini. İyi, temiz, dürüst Müslüman ailelerdi. Cami imamı Ahmet Garip Hoca Efendi’ye Ulu Cami İmam Hatipliği teklif edilmiş Hoca Efendi cemaati, genci, insanı kalabalık bir semti tercih ettiğini belirterek becayişle gelmişti. Artık Yüreğir İlçesinin merkez camii olan Zincirli ’de göreve başladığı andan itibaren cemaatine dini bilgiler, Kuran okuma, Arapça, Hadis, Tefsir ve Siyer-i Nebi dersleri gibi özel ve genele yönelik nasihatlerini veriyordu. Her geçen gün yeni bir hocanın gelmesiyle cemaatin coşkusu, gençlerin ilgisi artmış geceli gündüzlü dersler başlamıştı. İşte ilk öğrencilerinden biridir Feyzi, Hürrem, Feyzullah, Mehmet Bayhan’lar. Babaları Tahir Efendiyle komşuları Mehmet Atıcı uzak sayılacak bir semtte oturmasına rağmen oğullarıyla Zincirli cemaatinden olmuşlardı. Kısa zamanda özel talebeleri haline geldi Mehmet Bayhan ve Feyzi Bayhan (Amca çocuklarıdır). Cemaatin her birisini özellikle Babam Ahmet Garip Hocanın talebeleri haline gelenleri yakinen tanıma fırsatım oldu. İşte onlardan biridir Feyzi Bayhan Ağabey. Dürüst, çalışkan, fabrika işçisi, inançlı, imanlı, sürekli okumayı seven, bildiklerini asla saklamayan bir yapısı vardı. İslami hareketi takip eder, düşünce eksenini sürekli taze tutardı. Babamın talebesi olduğu vakitlerden itibaren ben ortaokulu, liseyi Adana’da bitirip Üniversite için İstanbul’a geçiş yaptığımda yaz tatillerinde Adana’ya gidebilirsem ki gençlik olayları nedeniyle iki buçuk yıl hiç gelememişimdir Adana’ya. Lisede okuduğum dönemlerde evlendi Feyzi Bayhan ve Fatih Bayhan aileye katılan ilk çocuğuydu. Sonraki zamanlarda aileler çoğaldıkça, cemiyette siyasal, sosyal, ekonomik hareketlilikler nedeniyle dağılmalar yaşanıyordu. Hürrem Bayhan İstanbul’a, Fatih Bayhan Kıbrıs’a, Osman Atıcı Malatya’ya, Recep Garip İstanbul’a savrulmuştuk bile. İşte böylesi değişim, gelişim ve dönüşümler bizleri de bir şekilde tezgâhında dokuyarak yeniden şehrimiz Adana’ya dönmüş olduk. Böylelikle başlayan bir değişim sürecinde artık aileler kurmuş, devlet memurluklarına başlamış, bir yandan da STK’larda görevler üstlenmiştik. Feyzi Bayhan Ağabey bilgi ve kültürel birikim bakımından diğerlerinden birkaç gömlek daha iyiydi ve aktarmanın mutlaka bir yolunu bulurdu. Fabrikada işçi, Camiye geldiğinde müezzin, evde baba,
kalabalıkta konuşan bir muallimdi. İşte bu vakitlerde “Yeni Sıla” kültür, sanat, edebiyat dergisini yayınlamaya başlamış, Mayıs 1990 yılında ilk sayımızla okuyucuya ulaşmıştık. Haziran 1991 yılına girdiğimizde dergimizin sahibini Feyzi Bayhan Ağabeyi yapmıştık. Hiç itiraz etmeden Recebim sen nasıl istiyorsan öyle yaparız demişti. Böylesi bir dostluk, ağabeylik, güven duygusu kuşkusuz insan yaşadıkça arayıp bulması gereken bir durum ve bir mecburiyettir. Hoş sohbet, güvenilir bir mümin ve dava adamıydı Feyzi Bayhan. Ruhun şad, makamın ali ve mekânın cennet, komşun Rasûlullah Efendimiz (as) olsun Feyzi Bayhan ağabey. Nurlar içinde gönen. Ben şahidim Allah ve Resulünü çok seven mümin bir kuldun. ADALET AĞAOĞLU: 14 Temmuz 2020 Salı günü 20. Yüzyıl Türk edebiyatının önemli kalemlerinden Adalet Ağaoğlu, 91 yaşında aramızdan ayrıldı. Eserleriyle Türk sineması ve tiyatrosuna, kültürel mirasımıza önemli katkılarda bulundu. Boğaziçi Üniversitesi’nden yapılan açıklamada, “Edebiyatımızın büyük ismi, Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktora sahibi değerli yazar Adalet Ağaoğlu’nu kaybettik. Eserleriyle her zaman yaşayacak” denildi. 1974 - TDK Tiyatro Ödülü, 1975 Sait Faik Hikâye Armağanı, “Yüksek Gerilim” eseriyle, 1979 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü, 1980 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı ve yine aynı yıl yani 1980 Madaralı Roman Ödülünü de “Bir Düğün Gecesi” eseriyle almıştır. 1991 Türkiye İş Bankası Büyük Ödülünü “Çok Uzak Fazla Yakın” eseriyle kazandı. 1992 Lebon Kültür Merkezi (Lebon Cinema Clup) Edebiyat Ödülünü “Ruh Üşümesi”, 1997 Aydın Doğan Roman Ödülünü “Romantik Bir Viyana Yazı” eseriyle imza altına aldırmış oldu. 2018 yılındaysa Erdal Öz Edebiyat Ödülünü kazandı. Kuşkusuz edebiyatçılar, şairler, sanatkârlar eserleriyle yaşar.
Ağaoğlu’da eserleriyle yaşamayı sürdürecektir. Adalet Ağaoğlu'nun Ankara Radyosu'nda başlayan yolculuğu İstanbul'da yalnızca yazarak geçirdiği günlerle devam etti. Ölmeye Yatmak, Yüksek gerilim, Bir Düğün Gecesi, Üç Oyun, Çok Uzak Fazla Yakın ve daha nice eserleri bulunuyor. Dokuz roman, dört öykü, beş deneme, bir mektup, iki anı, bir seçki ve on iki tiyatro oyunu eserlerin de sahibidir. "Bu kadar uzun yaşamayı hiç istemezdim" demişti. 15 Temmuz günü Cebeci Asri mezarlığına defnedildi. Ruhu şad olsun.
ASIM GÜLTEKİN: Bu gün 22 Temmuz 2020 günü aldığım acı bir haberle Asım Gültekin’de bizleri bırakarak ebed yurdunun kapılarını araladı, üzüntüm büyüktür.. Asım’ın haberi gönlümüze ağır geldi. Hani denilir ya, isyan değildir bu, lakin insanoğlu yakıştırmaz erken gitti, vakitsiz gitti, yapacak daha çok işleri vardı vs. Asımın vefat haberi yüreğimi, içimi, ruhumu acıttı. İlk tanıdığımda Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi Öğrencilerindendi. Şiiri, sanatı, okumayı, yaşıtlarını yönlendirmeyi seviyordu. Her geldiğinde yanında birkaç dergi gösterir, Ağabey bunları hazırladık. Daha güzellerini nasıl yapabiliriz? Neler yapmalıyız gibi aklına takılan-gelen sorular sorar, daha farklı çalışmalar için yollar arardı. Bir defasında Biat ve Seher dergisiyle yanıma gelmişti. Cahit Zarifoğlu’nu farklı seviyordu. Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu üzerine konuştuğumuz uzun sohbetlerimiz şimdi gerilerde kaldı. Zaman zaman dil üzerinde çalışmalarından bilgiler aktarır, etimoloji üzerinde fazla çalışmaların bulunmadığını bu alana yoğunlaşmaya karar verdiğini ifade ederdi.
Dil Evi Etimoloji Topluluğu Başkanlığını da yürüttü. İstanbul Yazarlar Birliğinde Ahmet Kot ve Ali Ural’la çalıştılar. Mahmut Bıyıklı’nın Kuruculuğunu yaptığı TÜRDEB (Türkiye Dergiler Birliği)’in ilk dönem başkanı ve ilk üç fuarı yaptıktan sonra Asım Gültekin’e Başkanlığı devrettiğini ifade etmekte yarar görmekteyim. Asım Gültekin, çalışkan, gayretli, milli düşünen, iman ve itikat sahibi bir kardeşimizdi. Dünya Müslümanlarının derdiyle ilgilenir, toplantılar, oturumlar ihdas ederdi. Son yıllarda Rasim Özdenören ağabeyle birlikte planlamaları vardı. Planladıkları konuyu tarafıma bilgi kabilinden de aktarmıştı. Kitap Postası dergisini, Dünya Bizim web sitesini ve Cafcaf mizah dergisinin yönetmenliğini yaptı. Yörünge, Yedi İklim, Yeni Şafak, Sağduyu, Milli Gazete, Vakit, Şehrengiz, Düş Çınarı, Kırklar, Gerçek Hayat, Genç gibi dergi ve gazetelerde de kültür yazıları yayımlandı. Mavi Marmara’da, Kudüs’te, Gazze’de, Eritre’de yeryüzündeki mazlumların yanında olmayı, birlikte olduğu gençlikle Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Yedi Güzel Adam oturumları-okumaları yaparak farklı duruşlar ortaya koydu. Mümin bir kardeşimizdi. Rabbim gani gani rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Sıra dışı olmaya çalışmak değil, sıradan olmamak için gayret göstermeye bunun içinde meseleleri ciddiye almaya, hayatı önemsemeye, ilim, irfan, sanat, estetik ve teknikle donanımlı olmaya mecburuz vesselam. 69
albim bir ıhlamur ağacına takılı kaldı. Kalbimde henüz söylenmemiş sözler, tercüme edilmemiş cümleler saklı. Hayata şiir olarak bakıyorum ve her bir sözüm ruhuma dokunan mısralarla açığa çıkıyor. Gönül diliyle anlaştığımız sevdiklerimiz ise ayrı bir anlam katıyor hayatımıza. Aynı ıhlamur ağacı gibi.
IHLAMUR AĞACIM Üstadın “ Yaslanacak bir ağacın varsa, düşünme yaslan”deyişiyle ben de bir ıhlamur ağacına yaslamıştım sırtımı. Şenay ŞEKER
Kainatta her bir varlığın insan ruhunda ayrı bir anlamı vardır. Mesela ağaçlar sağlam bir dost gibidir; dayandığımız, güvendiğimiz ve gölgesinde serinleyip dinlendiğimiz. Çoğu insan anılarını anlatırken muhakkak eskiye dair hayatlarına şahitlik etmiş bir ağacı unutamazlar. İnsanın hayatında iz bırakan bu ağaç, bazen bir erik veya elma bazen de bir kiraz ağacıdır. Ben de unutmazdım sevdiklerimi, hatta ezberlerdim unutmamak için. Üstadın “ Yaslanacak bir ağacın varsa, düşünme yaslan”deyişiyle ben de bir ıhlamur ağacına yaslamıştım sırtımı. Tüm sevinçlerimi tüm sızılarımı hatta sırlarımı bir bir anlatıyordum ıhlamur ağacıma. Bir zamanlar şifa niyetine içtiğim bir çaydan ibaret olan ıhlamurlaaramızda kurulan bu bağ sanırım sıradan bir olay olamazdı. Her şey bir şiirle başlamıştı sanki. Şiirlerin büyüleyici yanı duygularıma yön veriyordu adeta. Bahattin Karakoç’un“Bağlayıcı bir takvim sorma bana, geleceğim diyorum ıhlamurlar çiçek açtığı zaman” dizeleri dilimde dolanırken “ Ne zaman geleceksin “ diye soramamış, “ Ihlamurlar ne zaman çiçek açıyor? diyebilmiştim sadece. “Bilmiyorum “demişti. Sonrasında ne zaman bir dostun cemalini arasa gözlerim, henüz ne zaman çiçek açtığını bilmediğim ıhlamur ağacının hayalini kurardım. Ömrüm boyunca kim bilir farkına varmadan kaç kez bir ıhlamur ağacının yanından geçmiştim bilmiyorum. Ta ki yeni taşındığımız evin penceresine uzanan bir ağacın, ıhlamur ağacı olduğunu öğrenene kadar. Artık şunu çok iyi biliyordum ki ruhen aşina olduklarımız, nasibimize düşenler, hayatımıza hiç olmadık anda giriyor ve hayatımızın bir parçası oluyordu. Aynı ıhlamur ağacı gibi. Aslında ne çok şeyin farkında olmadan yaşıyoruz şu dünyada. Bazen yudumladığımız bir çayın, kıyısında dolandığımız bir ırmağın, üzerinden geçtiğimiz köprünün, yazdığımız kalemin, ıslandığımız yağmurun ve karşımızdan bize selam eden dağların… Ya içimizdekiler?
sayı//73// ağustos 70
Karakaplı bir kitap gibi gönlümüzün içinde kapalı kalan güzelliklerin ne zaman farkına varacağız. İnsan ancak kendisinin farkına vardığında etrafına ve en önemlisi de Yaratıcısına yaklaşmaya başlıyor ve gönül sarayının kapıları açılıyor tek tek. Şiir ve dostluk, ıhlamur ağacının çiçeklerinde bir araya gelmişti benim için. Karlı kış günlerinde ıhlamurun şifalı yapraklarından hazırladığım sıcacık çayı balkonda yudumlarken kupkuru dalların yeşereceği günü merakla bekliyordum. Baharın gelişiyle ilk müjdeyi veren yaprakları nihayet tomurcuklanmış ve yakında çiçek açmaya hazırlanıyordu. Kupkuru bir ağacın vakti gelince tomurcuklanması, hasretlerin bir gün mutlaka vuslata dönüşeceğine dair insana umut veriyordu. Özlemek de güzeldi, beklemek de. Sanırım vazgeçmemek de sevdaya dahildi. Belki de gelemeyeceğini bile bile. Ihlamurun mayıs sonlarına doğru açışına ilk defa şahitlik ediyordum. Mucizevi şekilde kendine has uzun yapraklara ilişmiş, zarif çiçekleri gördüğümdeki mutluluğumu anlatamam. Ne çok beklemiştim, ıhlamurun etrafına mis gibi koku yayan o güzelim sarı çiçeklerinin açışını. Gelişini… Geleceğine inandığım sadık bir dostun verdiği huzur gibi, sokağımıza huzur veriyordu ıhlamur ağacı. Hani varlığı yetiyor denilir ya. Karşılık beklemeden ve karşılıklı muhabbetle, hiçbir iyiliği esirgemeden ve tüm kötülüklere karşı esirgeyerek. Sahip olma arzusu değildi bu, “var olmak ve varı olmaktı.” Yaz ayının ortası olmasına rağmen günlerce yağmur yağıyor, yağdıkça ıhlamur çiçeklerinin
kokusu ruhuma doluyordu. İçim ırmaklarla yıkanmış gibi arınıyor ve çiğ damlaları gibi dilime, kalemime dökülüyordu tüm birikmiş kelimelerim. Rüzgâr, ıhlamur kokan kelimelerimi taşıyordu dostun yüreğine. Gidilecek yer dostun yüreği idi. Ve gidip gelmeler mevsimlere has bir şey değildi. Anlamıştım ki dostun yüreğinde bir yerin varsa kalbin her gün çiçek açardı. Ah! Gönül hazinemiz, bize değer katan çiçeklerimiz. İşte onların sevgisiydi bizi canlı tutan. Tüm kâinata ibret nazarıyla bakıp Rabbimizin eserlerinde sevgiliyi bulmak ve Yaratana doğru yol almak. İşte bir ağaca, bir çiçeğe anlam yükleten duygular, sevginin ve muhabbetin eseriydi. Yoksa sevgiden, merhametten mahrum kalan kalplerin taşa dönüşmesi, ağaçların bir odun parçasından farkının olmaması, ağzımızdan çıkan sözlerin yüreklere ulaşmadan sadece bir ses olarak yankılanması kaçınılmaz olurdu. Cahit Zarifoğlu ne de güzel dile getirmiş dizelerinde: “İnsan sevmeli, bazen bir insanı yahut bir ağacı, ya da kanadı kırık bir kuşu. Zaten sevmezse insan insan mı olur?” Ihlamurlar çiçek açtı ve ben bir ıhlamur ağacına sırtımı yaslayarak alemi okuyorum. Hesapsız sevgiler, esirgenmeden söylenen güzel sözler topluyorum yüzümde tebessümle. Her ağacın çiçeği meyveye dönüşürken ıhlamurun çiçeği meyvesiydi ve benim kalbim ıhlamur ağacına takılı kaldı. 71
DEFTER-İ MEŞAHİR, ASAF HALET Henüz yirmilerinin başında olan genç şair haki renkli ceketini sırtını atacak, boğazını sıkan halis şaldan kravatını biraz gevşeterek düşünce ve edebiyat dünyasının birbirinden değerli simalarıyla karşılaşmak için soluğu burada alıyordu işte çoğu zaman. İmdat AKKOYUN
ir söz söyle ırmağım olsun.. Beylerbeyi’nin dik yokuşundan koşar adım gelen genç delikanlı son vapura yetişme derdindeydi. Birazdan vapura binecek etrafta uçuşan martılara simit atan İstanbul Hanımefendileri, beyefendileri, Sirkeci’den kalkan kara trenin dumanları çarpacaktı gözüne. Karaköy’den, Haydarpaşa’ya giden bir başka vapurun düdükleri arasında son bir mısra iliştirmenin aşkı kasıp kavuracaktı kavruk ruhunu kara kaplı defterine. Muhibbi kütüpler için bulunmaz bir nimet sofrası. Birazdan orada olacaktı. Orada aynı anda Osman Şevki, Necip Fazıl, Ahmet Haşim, Nureddin Topçu, Cevat Rıfat ve daha birçok kalem ve düşünce erbabı da olacaktı.
sayı//73// ağustos 72
Öyleye iş çıkışında Kapalıçarşı’daki Çukur muhallebicisinden ceplerine doldurduğu biraz kuru üzüm, biraz leblebi ile Cağaloğlu yokuşundan Beyazıt’ta alacaktı soluğu. Orta boyu, şişmanlığı, çay kutuları Çinli resimlerini andıran düşün pos bıyıklarından dolayı görenlerin çoğu onu Hindistanlı baharat tüccarlarına benzetse de o bütün bunlara gülüp geçecekti. Sahaflar çarşısı onun yorgunluğunu hafifletecekti. Akşam iş çıkışı yeniden Beyazıt. Bu sefer daha uzun soluklu. Küllük kıraathanesi onun gibi yolu kalemden geçen, düşünce dünyasının dehlizlerinde yüzmekten korkmayanların uğrak yeri. Bazen çok uzun soluklu olmasa da bir bardak çay, bir iki dostla muhabbetin beli kırılacak, günün yorgunluğu atılacak ve eve oradan gidilecek. Henüz yirmilerinin başında olan genç şair haki renkli ceketini sırtını atacak, boğazını sıkan halis şaldan kravatını biraz gevşeterek düşünce ve edebiyat dünyasının birbirinden değerli simalarıyla karşılaşmak için soluğu burada alıyordu işte çoğu zaman. Sivri topuklu ayakkabılarını döşeme taşlı kaldırımlarda tıkırdata tıkırda geldiği bu mekanda alnındaki terleri silerken gözleri dalgın bir cam kenarına kurulacaktı. Birazdan içeriye girecek kendine yakın hissettiği edip, nasir, hattat, neyzen, musikişinas, udi ya da şairlerden birinin karşısına alçaktı soluğu Birçoğu için dudak bükülecek, istihzaya varacak nemelazım bir konu olsa da onun için bu paha biçilmez bir şeydi Genç şair kendinden önce bu yolda yürümüş, isim yapmış, sanatın çeşitli dallarında neşvü nema bulmuş isimlerinden koltuğunun altındaki deftere bir mısra, bir iki satır da olsa bir şeyler karalamalarını arzu ediyordu. Bu isteği çoğu zaman da karşılık buluyordu. Bizzat kendi el yazmalarıyla doldurduğu bu defteri aynı günün akşamı koltuğunun altına sıkıştırdığı gibi Beylerbeyi’ne giden son vapura yetişmek mutlu bir çocuk edasıyla ayaklarına kalçalarına değercesine koşar adım gidiyordu. Geçmişle bağını koparmışlara inat ısrarla Doğunun kadim izleklerini şiirine eklemleyerek kadim bir medeniyetin izlerini sürer gibiydi. Bulduğu her şeyi yazan Süheyl Ünver gibi o da günlerde koltuğunun altında defteri eksik etmezdi. Bulduğu her şeyi yazmak için değildi onunkisi. Yürüdüğü yolda, geçmişin izleğini bırakmadığı gibi önden gidenlerin olurlarını da almayı görev addediyordu. Sanat bir bütündü. Bunun için
sadece şiirle sınırla kalmıyordu. Musiki başta olmak üzere, hattat, muallim, neyzen, sandıkçı, nasir, sefir kime denk gelirse ondan hatıra bir iki satır rica ediyordu. Allah var ya çoğu da kırmıyordu. Bunlardan en ilginci Abdülbaki Gölpınarlı. Vefat haberini bile defninden sonra ilan edilmesini isteyecek kadar görünürlükten beri olan Gölpınarlı bu genç şairi kıramaz. Düşülen tarihlere bakılırsa henüz yirmi bir, yirmi iki yaşlarında. Yolun başında ve belli başlı yerlerde henüz çıkmış şiiri. Genç ve heyecanlı. Zamanın şiir anlayışı kendi halkasında ona yer vermekten imtina ediyor. Garip akımı altın devrini yaşıyor. O ise bütün bunlara aldırış etmeden Mevlevi dergâhında aldığı terbiye ile dün ile bugünü bütünleştirerek kendi yolunu kuruyor. Geliştirdiği yeni üslubuyla revan oluyor yoluna. “İbrahim!” diyor mesela. Zamanın büyük put kırıcısı, imanın babası İbrahim Peygamberden mülhem içimizdeki putları kırmaya çağırıyor insanlığı. Babil asma bahçelerini ve Buhtunnasır’ı da ilikliyor yanına. Geçmiş bir ırmak olup akıp giderken sizi de bindiriyor kayığına. Ötelerden büyük mutasavvıf Cüneyd-i Bağdadi’de geliyor sonra. “Sidharta”, “Mâra”, “Mariyya”’da. Ne diyor bu diye şaşkınlıkla seyrediyor kayıktakiler. Anlayanlar bir düş bahçesinde yürür gibi yol alıyor aheste aheste. Sesler, imgeler, renkler, çağrışımlar, çağrılar… İçimize. Hep içimize doğru akan bir ırmakta ilerliyoruz yol boyu… İslam’ın, İbrahim’in, Mevleviliğin, Budizmin, Cüneyd’in, Mevlana’nın, Tevrat’ın, İncil’in, Nûrusiyah’ın kadim yürüyüşü bu. Asaf Halet yolculuğunun başında gençliğin verdiği heyecanla aferin bekleyen bir çocuk gibi bu yolun eüstdlarından birer hatıra topluyor. Bugünlerdeki imza günlerine benzetsek de tam olarak bu değil aslında. Bir başka söylem önden gidenlerin hayır duasıyla yola çıkmak da diyebiliriz buna. Kimler yok ki defterde. Devrin sultanı-ı şuarası Abdülhak Hamit’ten tutun Hattat Hamit Aytaç’a kadar birçok isim. Asaf’ın yirmili yaşlarının başında oluşu hassaten ıskalanmamalıdır buraada. 1928 ile 1931 yani 21 ile 24 yaşlarında oluşturulan defter-i meşayih elli beş kişilik listesi ile onun ruhunun aynası hüviyetindedir. Öyle ya marifet iltifata tabidir kavlinden mülhem hangi birimiz yapmaz ki bunu. Yapıp eylediğimiz işlerin hassaten bu işin erbapları tarafından görülmesi, sadra şifa bulunması bizi onurlandırdığı gibi o işte şevk ve heyecanımızı da artırır.
İnsan rüzgârını yediği dağın havasını solur. Sonra “kişi sevdiği ile beraberdir” buyurur Peygamber-i zişan. Bu yüzden imzasını aldığı isimlere baktığımızda onun kimlerle ve nerelerde iştigal ettiğini de gayet iyi gözlemleyebilmekteyiz. Hattat, musikişinas, bestekar, neyzen, kitabiyat, edip etrafında dolanıp durulan bir ömür törpüsü bir genç yetenek. Onun Mevlevi meşrebinden olduğunu handiyse bilmeyen gibidir. Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmet Remzi Dede, Ahmet Celalettin Dede gibi isimler hassaten öne çıkmaktadır. Hatta hassaten onlara defterinin başında yer verebilmek için ayrıca iltizam göstermiştir. O bir şairdir. Sıkı bir şairdir. Bu yüzden Mevlevi dergâhının havasını teneffüs ederken şairler ve ediplerle de yakın ilişki içinde. Abdül Hak Hamit Tarhan, Hüseyin Rahmi Gürpınar, tezkire geleneğinin büyük üstadı İbnülemin Mahmut Kemal İnal, beş ciltlik Sefine-i Evliya” kitabının müellii Hüseyin Vassaf Efendi, Musıki bestekâr, neyzen Rauf Yekta Bey, kitabistan mülkünün sultanı İsmail Saib Efendi, Samipaşazade Sezai, Keşiş Dağı2nın ismini Uludağ’a kalbettiren Bursa’nın ulularından Hattat Osman Şevki Uludağ, Hattat Necmettin Okyay, Hattat Hulusi Efendi ve dahası. Batının bohem yazarlarında görmeye alışkın olmadığımız bir şey daha vardır bu defterde. Hatta sık sık şahit olduğumuz baba-oğul çatışmalarının aksi bir şeydir bu. Doğu insanı vefa örnekliği ile yaşar. Bunu yaratıcından tutun ilk çevresinden dış halkaya doğru uzatır. Bu anlamdan babası Mehmet Said Çelebi’yi de pas geçmez defterde şair. Yine aynı meşrepten olan Arapça, Farsça ve Fransızcadaki vukufiyeti ile onun ilk mürebbiyesi oluyor babası. Bir nevi dergâhın pirleri kadar, babasının da duası ile yürümek istiyor kelimeler dünyasındaki yolculuğunu Asaf Halet. Hasılı kelimelerle ülfetin başında olan ve istikbal vaad eden bir delikanlıya birkaç satır karalamaktan imtina etmiyor bu zerafet ve muhabbet ehli. Bir devre damga vurmuş, rahmani bir soluk üflenmiş bu birbirinden değerli idraklere dokunuyorsunuz satırları okurken. Asaf Halet-i okurken yazılanlarda aslında biraz da onların peşine düşüyorsunuz. Defter-i Meşahir muhtevası kadar oraya imza koyanların tarihçeleri ilgiyle okunmayı hak ediyor. 73
ŞEHİR SOHBETLERİ 32
CORONA SONRASI ŞEHİRLER,
ŞEHİRLERİN YENİ HALİ -IIIÜreten şehirlere dönmeden başka çare yok. Şehirlerin çeperlerinde, çevrelerinde doğal alanlara, tarım alanlarına ne kadar çok ihtiyacımız varmış, anladık. Ahmet NARİNOĞLU
Fotoğraf: https://m.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/704414.aspx
u dönemde kurumlarda merkez olmaktan çıkıyor, insan merkeze alınıyor. İnsanlar kurumlara gelerek hizmet kuyruğuna girmek yerine, kurumlar insanın ayağına gidiyor. Kurumlarda örgütlenme ve görev anlayışı değişiyor. Hizmet sektöründe bilişim/ bilgi işlem/ bilgiye dayalı sistemler alabildiğince devreye girer. Bir hasta takibi bile bilişim programlarıyla yapılıyor. Bilgisayarlar, cep telefonları eskiden kolumuza taktığımız saatler, parmağımızda yüzüklerden daha vazgeçilmez oluyor. Nerdeyse onsuz günlük yaşam geçmiyor. Hizmet açısından iyi ve gerekli görünse de insanı bağlıyor, bağımlı hale getiriyor. ‘’Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal’’ misali. Ama kontrol insanda, insanın iradesinde oldukça Hz. Alinin ifadesiyle ‘’asrın silahı’’ndan yararlanmalıyız. Yararlanmasak da kaçış yok. Bazı mesleklerin önemli, bazılarının önemsiz olduğu, kurumlarda öyle. Düzene sil baştan yeniden bakılmasını da, ne gerekli, ne gereksiz, ne yararlı, ne yararsız, ne gitmeli, ne kalmalı hepsinin üstüne iyice kafa yormanın vakti geldi bile. Kentlerin imarından memnun olan var mı? Cetvelle, kalemle çizili, içinde insanın her ihtiyacının karşılandığı imar planları. Bu ifadeler imar planı ana raporlarında yazar. İmara açılan yerlerin toprağı, coğrafyası, canlıları, habitatı… Hepsi için yaşam alanları planlanır. Tabiat korunmaya çalışılır. En azından raporlar böyle yazılır. Gerçekte öyle mi? Nere imara açılırsa orda tabiat bitiyor. Canlı yaşam alanları kalmıyor. Gerekçede talep, nüfus artışı, şehirlerde aşırı yoğunluk. Gelsin çok katlı yapılar. Güneşin uğramadığı mekânlar. Eski yerlerde de mesafeli yapılar, bahçe alanları yıkılarak bitişik beton yapılar geldi. Eskiden köye ulaşan kıvrımlı/ dolambaçlı yollara tavuk yolu derlerdi. Şehirlerde de kimin arsası varsa arsaya göre cadde ve sokaklar çizildi. Hatta çoğu şehirler müteahhitlerin yönlendirmesiyle yapılaştılar. Yani rant, yani insanı merkeze almayan imar düzeni. Şehirlerde imar ve mülkiyet çözülmedikçe düzen gelmeyecek. Batı ülkelerinde imarda kamu payı %50’lerde. Yüzde elli ve üzeri kamu payı olunca insani şehirlerin kurulacağını belediye başkanları söylüyor. Yanında kamulaştırma kolaylığı sağlandığında yeni şehircilik yapılacak,
sayı//73// ağustos 74
yeni şehirler doğacaktır. Mahalleye geri döndük. Bir mahallede yaşadığımızı, bir mahalleli olduğumuzu anladık. Aaa mahalle ne güzelmiş. Cadde, sokak tanıdık insanlar bildik, bakkallar, işyerleri uğraklık oldu. Zaten şehirler mahalle üzerine kurulu. Mahalle olmadan şehirler olmuyor. Semtler, siteler, bloklar, gökdelenler gibi modern şehir adımları şehrin eksenini kaydırıyor. Evler yatma yerine dönüyor. Siteler mahallenin yerini alabilir mi? İşi uzmanları tartışmalı, mahalle kültürünü site kültürüne dönüştürerek çare bulabiliriz. Mesela komşuluk, yardımlaşma, paylaşma, sohbet, kaynaşma…. Sayabiliriz. Atasözlerimiz mahalle kültürü üzerine söylenegelmiş. Bunları sitede uyguladığımızda al sana mahalle kültürü. Mesela ‘’komşuda pişer, bize de düşer’’ atasözü. Gülümsediğinizi görüyorum. Siteler ortak yaşam alanlarına dönüyor. En azından parkı, oto parkı var. Az da olsa yeşil alanı var, oturma alanları var. Buralarda ortak yaşam sürüyor. Ne var ki, çağdaş kent/ çağdaş yaşam dediğimiz şey insanı insandan koparıyor. Oysa musibet bize kaynaşmayı, paylaşmayı halleşmeyi öğretiyor. Betonları hiç sevmem. Biz; taş, kerpiç, tuğla, gördük, bildik. Beton şehirliydi. Oraya da batıdan ithal. Bizim medeniyetimiz batıdan her gelene kuşku ile bakarken betonu çok sevdi. Ülke baştan sona betonlaştı. Toprak kayboldu, doğa kayboldu. Betonlaşma medeniyet ve modernleşme adıyla sunuldu. Madem modernleşecektik betonlaşmalıydık. Öyle de oldu. Şimdi beton dökülen yerler asırlarda geçse de kaybedilmiş topraklar. Beton ülkesi genişlerken doğa ülkesi daralıyor ve kayboluyor. Doğayla betonun savaşında betonun yanında yer aldık. Aldıkta kazanıyor gibi görünürken kaybeden olduk. Musibet gösterdi ki, öksüz doğaya yeniden ana babalık/ atalık yapmalıyız. Eğitim için dört duvar yetermiş. Hatta ona da gerek yokmuş. Her yerde eğitim olur, her yerde eğitim verilirmiş. Bunu başa gelen musibetle öğrendik. Cumhuriyet kurulduktan onlarca yıllar içinde Anadolu’ya okulun dolayısıyla eğitim, dolayısıyla aydınlanmanın gitmeyişinde de bu okul binası yapma yanlışı yatıyor. Önce bina yapalım, sonra öğretmen, sonra eğitim. Bu yanlış yolla nesiller cahil kaldı, heba oldu. Sosyal çalkantılar, teröründe temelinde bilinçli cahil bırakılmışlık yatıyor maalesef. Şehirlerde musibet meselesiyle buradan ders çıkarmadı. Şimdi eğitim evlerde veriliyor. Her ev okul oldu. Her evde bilginin/ bilimin ışığı yanıyor.
Fotoğraf: https://www.sabah.com.tr/ gundem/2020/03/11/son-dakika-coronavirus-haberi-istanbulda-coronavirus-tedbiri-istanbulda-toplu-tasima-araclari-dezenfekte-ediliyor
Her ev okul oldu. Her yer eğitim sahası. Annebabalarda çocuklarıyla öğrenci oldular. Aynı yaşa geldiler. Keşke aile hep böyle zaman ayırsa da yuvaya bereket gelse. Gelen bereket devam etse. Şehir baştan sona eğitim kurumu oldu, evler sınıfa döndü desek yalan olmaz. Artık bilgiyi vereninde önemi kalmadı. Bilgi merkeze alındı. Bilgiye ulaşmak için akla gelmedik yollar bulundu. Eğitim araçlarıyla, muhtevasıyla ne denli zengin olursa olsun, yüz yüze, insandan insana eğitimin yerini tutmaz elbet. Eğitim eskisi gibi olmayacak. Yeni eğitim sorgulamayı, bilgiye ulaşmayı, incelemeyi, araştırmayı öğretti. Artık öğreteni de, öğrenileni de sorgulama zamanı. Kendimize bakmazmışız. Sağlığı ihmal edermişiz. Hele temizliğe hiç önem vermezmişiz. İnsan temiz olunca daha sağlıklı olacağını şimdi gördük. Bir Anadolu meseli anlatırlar. Bu şehirde bir kasapla, bir hamamcı oğullarını yarıştırmış. Kasap oğlunun bol et, gıda yediğine güvenerek övünmüş. Yarışı hamamcının oğlu kazanmış. Mesel derki temiz olursan bünyen o kadar güçlü olur. Yani bugünkü bağışıklığı anlatıyor bize. Musibet vesilesiyle şehirlerimiz daha temiz. Havası, çevresi, suyu, doğası, iklimi, yapıları, umuma açık alanları, cadde- sokakları, parkları, kaldırımları… Hem yerel idareler temizliyor, hem de kirletenler şehirden/ ortalıktan çekildiler. Ya insan olan bizler! Ne kadar sağlık kusurumuz varmış. Doğru bildiğimiz/ yanlışlar varmış. Dersimizi iyi alıyoruz. Artık iyice sağlığımıza, beden temizliğine, yeme- içmemize, çevremize olabildiğince temiz tutuyoruz. Kolonyayı unutan toplum yeniden tanışıyor. Su temizlik nimetiymiş. İyice anlıyoruz. Suyun asaleti temizlenen insana geçermiş. Sağlığı doğrudan/ direkt uzmanlarından dinliyor, anlıyor, tatbik ediyoruz. El, yüz, beden temizliği hayatımızın normali oluyor. Nice tiklerimizi terk ediyoruz. Neticede temiz şehir, temiz insan birbirini tamamlıyor. Eskiden öyle değil miydi? Şehirli denince temiz insan akla gelirdi. Şehirli aslına rücu ediyor. Devam edecek…. 75
ŞEHRE VURGU VE HİPPODAMOS’UN
KENT KURGUSU Geçmişten günümüze şehir üzerine söylenilen tüm şeyler insanın şehri etkilediği, şehrin de insanı etkilediği yöndedir. Bilal CAN
ir. Şehir denilince aklımıza dört başı mamur, düzenli fakat karmaşık yerleşim yerler gelmektedir. Şehri zaten bir arada tutan bu düzenlilik onun karmaşık nizamından kaynaklanmaktadır. Karmaşıklığın düzenli hali gibi gözüken bu durum nizamsızlıktaki nizam/makro evrenin mikro mekânda neşet etmiş hali gibidir. Geçmişten günümüze kadar kurulan şehirlerin yapısına baktığımız zaman karşımıza çok farklı şehir oluşumları gözlemlenmektedir. Şehri ortaya çıkaran bu nedenler o şehrin işleyişi hakkında da birçok ipucu sunmaktadır. Bu şehirlerin kimi ticari, kimi dini, kimi ise askeri bir oluşum sergilemektedir. İki. Şehirler, insan hayatını düzenlemek amacıyla kurduğu en önemli unsurlardan biridir. Bu bakımdan şehir, insanı bütün yönleriyle belirli bir çerçeve içerisine alarak kendini inşa ettirir. Bu bir tür sınır çizme, insan olabilme ve insan kalabilme sınırının belirlenmesi anlamına da gelir. Bu bakımdan şehir hem kurgulanan hem de kurgulayan bir olgudur. Geçmişten günümüze şehir üzerine söylenilen tüm şeyler insanın şehri etkilediği, şehrin de insanı etkilediği yöndedir. Şehir, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, dünyaya bakış açısını şekillendiren, yaşam tarzını belirleyen mekânlardır. Sosyolojinin kurucu isimlerinden olan İbni Haldun’un toplum tanımı dolaylı yoldan şehir, şehirli, şehirleşme konularını kapsamaktadır. Bedevi, hadari toplum kır – şehir ayrımını ayrıntılı bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu bakımdan sosyolojinin bir şekilde mekânla/kent ve şehirle sıkı sıkıya bağlı ilişkiler bütünlüğü olduğu sonucunu ortaya çıkmaktadır. Yine modern sosyolojinin kurucu isimlerinden Max Weber’in Şehir adlı eseri de sosyolojinin neliği üzerine önemli çıkarımlarda bulunur. Üç. Modern toplumun anlaşılması, toplumsal ilişkilerinin ve yönelimlerinin belirlenmesi mekânın insan üzerindeki etkisinin boyutunu göstermektedir. Bir makro mekân örneği olan şehir daha çok gelenek ile örüntülü bir boyutta iken kentler ise kapitalizmin sağladığı imkanlar dâhilinde oluşturulan yerleşkeler olarak anlaşılmaktadır. Dört. Şehri şehir yapan nedir? Şehirlerin oluşumu konusunda birçok görüş mevcuttur. Bu görüşler temel olarak “kurgusallık taşıyan” ve “doğal şekilde oluşan” şehirler
sayı//73// ağustos 76
olarak kategorilendirilebilir. Kurgusallık taşıyan yerleşkeler M.Ö. 5. Yüzyılda Miletli Hippodamos tarafından başlatılmıştır. Hakkında bilgileri Aristo’nun Politika kitabından az da olsa elde etmek mümkündür. Hippodamos, kenti kurgularken mekânı bir pergel ve cetvel ile çizerek dama tahtasına benzer bir planla modern kenti kurgulamıştır. Birbirini dik açılarla kesen sokaklar ve caddeler Hippodamos şemasına göre düzenlenmiştir. Bu uygulama daha sonra kent planlayıcılarına ilham olmuş, geometrik düzende birçok mekân ortaya çıkmıştır. Kent plancılarının bu yolda başlattıkları kent çalışmaları modern kentlerin temelini teşkil etmekte, birbirini dik ve keskin açılarla kesen caddeler, sokaklar modernizmin kentler üzerinde temayüz ettiğinin nişanesi olarak okunmaktadır. Çünkü modern kent insanı, bu keskin bir biçimde ayrılmış cadde, sokak ve bulvarda gündelik ilişkilerini düzenleyecek, sıra sıra dizilen dükkanlardan alışverişler yapacak, moda akımına dahil olup o mekânda yaşayanlar ile aynileşme sürecine girecek, vitrinlerde kendisine sunulan hayat biçimini sorgusuz kabul edip hayatına entegre edecektir. Hippodamik kent düşüncesi bir mekânı sıfırdan ele alarak yeni baştan bir kurgu ile kendini var eder. Yani bu planı uygulamak için öncelikle o mekânın yapılardan arındırılması, ya da birçok yapının yıkılarak belirlenmiş plana uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Beş. Kurgusal kentler, bir amaç uğruna hazırlanan yerleşkelerdir. Belirli bir plan dahilinde oluşturulan bu yerleşkeler, insanlığın zihin dünyasının mekânsal analizi bakımından ele alınıp değerlendirilebilir. Anlam dünyasının, odak noktasının değişmesi, yerleşkelerde de bir biçimde ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın tarihsel serüveni ayrıca mekânların da serüvenidir. Mekânlar üzerinden bir tarih okuması yapmak bu bakımdan insanlığın anlam dünyasına katkılar sunacaktır. Her mekân bir anlamın, bir görüşün bir felsefenin ürünüdür. Yaşantılar amacıyla kurulan mekânlar, farklı işlevsel özellikleri ile de insanlığa hizmet etmektedir. Altı.Mekân içre mekân olan insanı, mekân dışında düşünmek olası değildir. Çünkü zamandan ve mekândan münezzeh olan ancak yaratıcıdır. İnsanlığın ana rahminde
başladığı süreç doğulan yer, yetiştiği yer ve ölüp gömüldüğü yer olarak hep bir mekân içerisinde tahayyülünü zorunlu kılar. Ahiret inancı da keza mekânlar içerisindedir. Arasat Meydanı, Sırat Köprüsü, Cennet ve Cehennem… ve yine Kuran-ı Kerim’deki cennet ve cehennem tasvirleri mekân tasvirleri olarak insanlığın mekân düşüncesine etkilemektedir. Yedi. Geleneksel şehir yapılanmalarına bakıldığında yerleşim yerleri bir yeri merkez olarak alır ve bu merkezler nezdinde o şehir din, askeri, ticari şehirler olarak sınıflandırılırdı. En genel şehir düzeni ve özellikle coğrafyamızda gözlemlenen durum bir mabet etrafına yerleşip oluşmuş şehirlerdir. Anadolu şehirlerinin temel yerleşim düzeni mabedi merkeze alan yapılanmadır. Kapitalist mantaliteye göre düzenlenmiş kentlerde ise odak noktası kaymış, Hippodamos şemasının/sarmalının belirlediği keskin bir biçimde birbirinden ayrılan sokak, caddelerle meydanlara, iş merkezlerine, alışveriş merkezlerine doğru kaymıştır. Bu da zihin dünyasında yaşanan değişim ve dönüşümün göstergesi olarak okunabilmektedir. Sekiz. Zihin dünyasındaki değişim odak noktasının dinsel olandan dünyevi olana yönelmesi mekânlar/yerleşkeler üzerinde zuhur etmiştir. Mabedi/camiyi kendine odak noktası olarak alan Müslüman şehir insanı, gününü beş vakit namaza göre ayarlarken iş merkezleri, alışveriş merkezlerini kendine odak olarak seçen kent insanı ise mesai saatlerine göre kendini ayarlar. Zihin dünyasındaki bu değişim insanlarda bir şekilde kırılmalara neden olmuş, kent insanı ve şehir insanı arasında bir ayrımın yapılması gerekliliğine yönlendirmiştir. Kent insanı ile şehir insanı arasındaki zihinsel fark, salt mekânsal unsur üzerinden değil algılama ve yaşam biçimleri, kültürlenme ve sosyal ilişki boyutunda da kendini göstermektedir. 77
GÜL DEVŞİREN YAZAR
RASİM ÖZDENÖREN
1969 yılında Nuri Pakdil, Akif İnan ve Erdem Bayazıt’la birlikte Edebiyat dergisinin, 1976’da Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Erdem Bayazıt, Alaaeddin Özdenören ve Ersin Gürdoğan grubu ile de Mavera dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Mehmet Nuri YARDIM
ağdaş Türk hikâyeciliğinde yeni ve orijinal bir çehre olan, yerli bir bakış ve millî bir boyut getiren Rasim Özdenören, yaklaşık 60 yıldır düşünen ve yazan bir kalem erbabıdır. Uzun senelerden beri fikirleriyle, eserleriyle, konuşmalarıyla kültür hayatımızın gündeminde kalan, yerli ve yabancıların yazılarına konu olan bir usta! Beyni, kalbi ve ruhuyla bizden. Yerli, millî ve evrensel! İnsanımızın ruh dünyasını zenginleştirmek için harç karan bir mimar. Popülerlikten uzak, sıkıcı gündemden ırak bir iradenin sahibi. Geçmişle gelecek arasında köprü olmak isteyen bir beynin, dervişmeşrep bir mizacın sahibi. Edebiyatın egemen güçlerinin onu fark etmeyişi, ona ‘sansür’ uygulayışı umurunda olmamıştır. Okuyucularının da… Sezai Karakoç’u, Nuri Pakdil’i, Rasim Özdenören’i görememek sağlıksızlıktır. O edebiyatın bütün dallarına ses, klasikleşen nefes verdi. Hikâye, deneme, oyun, fıkra gezi yazıları ve romanıyla bir düşünce zemininin oluşmasına gayret gösterdi. Gül Yetiştiren Adam, eserinin adıydı ama ismiyle özdeşti. 1940 Kahramanmaraş doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Kahramanmaraş, Malatya ve Tunceli’de tamamladı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü (1964) ve İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesi (1967) mezunu. 1967’de uzman yardımcısı olarak girdiği DPT’nda görevini sürdürürken “Kalkınma Ekonomisi” konulu master programını tamamlamak için Amerika’ya gitti. ABD’nin çeşitli eyaletlerinde iki yıl kadar ekonomik konularda araştırmalar yaptı. Yurda dönüşünde girdiği Kültür Bakanlığı’nda müşavir ve müfettiş olarak çalıştı. Daha sonra görevinden ayrılarak Yeni Devir gazetesinde A. Gaffar Taşkın müstear adıyla 1978 ve 1980 yılları arasında kültür, eğitim ağırlıklı yazılar yazdı. DPT’de uzman, Yayın Temsil Dairesi Başkanı Genel Sekreter Yardımcısı, Genel Sekreter ve Müşavir olarak görev yaptı. Rasim Özdenören’in ilk hikâyesi, Varlık dergisinin Ocak 1957 sayısında yer aldı. Hikâye ve yazılarını Varlık, Türk Sanatı, Arayış, Hamle, Dost, Diriliş, Edebiyat, Yeni İstiklâl, Mavera, Yeni Devir Düşünce, Sanat Olayı, Yeni Zemin, Yedi İklim, Tercüman, Hergün, Milli Gazete, Yeni Şafak gazete ve dergilerinde neşredildi. 1969 yılında Nuri Pakdil, Akif İnan ve Erdem Bayazıt’la birlikte Edebiyat dergisinin, 1976’da
sayı//73// ağustos 78
Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Erdem Bayazıt, Alaaeddin Özdenören ve Ersin Gürdoğan grubu ile de Mavera dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Eserleri, muhtelif kurumlar tarafından ödüllendirildi. Hikâyesinden sinemaya aktarılan “Çok Sesli Bir Ölüm” Prag’da 1978’de yapılan Uluslararası TV Filmleri Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. FARKLI BİR HİKÂYECİ
Kendine özgü bir edebî duruş, sanatkâr tavrı ve hikâye anlayışı geliştiren Rasim Özdenören’in Hastalar ve Işıklar, Çözülme, Çok Sesli Bir Ölüm, Çarpılmışlar ve Denize Açılan Kapı isimli hikâye kitapları bulunuyor. Hikâyelerinde toplumdaki değişme ve dağılmanın sebeplerini ve neticelerini ortaya koyar. Kültür yabancılaşmasını, ailedeki çözülmeyi ve çağın bunalımlarını anlatır. İnsanoğlu, bu eserlerin temelini, omurgasını oluşturur. Toplumdaki çöküşü ve ahlaki kokuşmuşluğu dile getiren bu hikâyelerde inançları yok edilmiş, gelenekleri reddedilmiş insanların arayışı ve dramı sergilenir. Geçmişle arasındaki köprüleri atan ve çarpık bir yaşama biçimini benimseyenlere sürekli göndermede bulunan yazarımız, Batılılaşmanın açtığı derin yaralara da dikkat çeker. Tasvire ağırlık verilen bu hikâyelerde durmuş oturmuş bir dil zevki, şiirli bir üslûp bulunur. Özdenören’e göre, “Sanatın en uç amacı gerçeği araştırmaktır, en geniş anlamda evrenin sırlarını sezdirmektir. Sanatın görevi insanın hakikatini araştırmaktır.” Esasen ona göre “hikâye” “Nüansları yakalama sanatıdır.” FİKİR VE DENEME
İki Dünya, Müslümanca Yaşamak, Kent İlişkileri, Yeniden İnanmak, Red Yazıları, Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti, Yaşadığımız Günler, Kafa Karıştıran Kelimeler, Acemi Yolcu, Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı?, Ruhun Malzemeleri, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, Ben ve Hayat ve Ölüm... Bunlar Özdenören’in fikir ve deneme kitapları. Kökleri derinde ve sağlam bir dünya görüşüne sahip olan yazar, defalarca basılan bu eserlerinde, Türkiye’de yaşayan inanmış bir aydın gözüyle ülke gerçeklerinin peşine düşerken, dünyadaki gelişmeleri de adım adım izliyor. Meselelere derinlemesine yaklaşıyor, problemlerin kaynağında insanımızın kendisine ve değerlerine yabancılaşmasını buluyor. Batılılaşma, küreselleşme, modernleşme, demokrasi, liberalizm, insan hakları, lâiklik, yeni dünya düzeni gibi kavramlara tahlilci
ve sorgulayıcı bakış açısı getiriyor. Zihniyet çözümlemelerine girişen yazar, satıhtaki meseleleri değil, kökleri daha derinde olan temel noktaları dert edinir. Günübirlik çözümlerin ardında değil kalıcı çareler peşindedir. Ona göre ancak büyük rüyalar ve geniş hayaller insanı ve devletleri yüceltir. İÇ DÜNYA YOLCULUĞU
“Çok Sesli Bir Ölüm”ün yazarı, dış dünyada dolaşırken, iç âlemi de ihmal etmez. İnsan ben’inin korkularını, zaaflarını, kibrini, aşkını, kısacası muhtelif hâllerini ve çeşitli görüntülerini alır. Denemelerinde bedii bir zevk, estetik bir tat kadar fikrî bir ziyafet çeker okuyucuya. Çağın getirdiği manevi hastalıklarla ruhu paramparça olan insanımızın gönlüne bir ışık gibi akar. O, edebiyatımızda, özellikle hikâyeciliğimizdeki önemli yeriyle değil sadece, insanımız, ülkemiz ve dünya meseleleri üzerine kafa yoruşuyla, problemler karşısında gösterdiği çözüm yollarıyla da haysiyetli bir fikir adamı ve namuslu bir Türk aydınıdır. Rasim Özdenören, Yunus’un “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” hikmetine uygun olarak var olan nesnelere ‘hikmet’ gözüyle bakan bir mütefekkirdir. Bu şefkatli bakıştan ‘toz’ taneleri bile nasibini alır, eserlerinde vücut bulur. Meselâ edebiyatseverlerin gönlünde sağlam bir yer edinen yazarımızın bir eseri olan Toz’da 17 hikâye bulunuyor. Özdenören, bütün hayatı, en sıradan, en basit gibi görünen bir hadise, an 79
ya da şey etrafında anlatabilme kudretinde olan bir yazar. O’nun hikâyeleri, başka yazarların erişemediği, ulaşamadığı aşkın labirentlerinde dolaşır, mevcudatı bize hatırlatır. Duyan, düşünen ve hayatın içinde kendiliğinden eriyen felsefeyi, düşünceyi okuyucusuyla paylaşan bir hikmet adamıdır o. Her hikâyede, insanı sorgulayan, duygularını hizaya çeken, hafakanlarını karıştıran bir aydın modelidir oluşturuyor. Kolayın değil zorun, basitin değil ulvinin, rahatın değil çilenin yolcusudur. “Ben isterim ki; öykülerim okunduğunda insan ruhen yüceldiğini hissetsin!” diyen Özdenören Toz’da insanoğlunun asırlara dayanan serüvenini günümüze taşıyor, hislerin ve hayallerin zirvesinde gezdiriyor. DOST İNSAN
Rasim Özdenören mükemmel bir yazar şüphesiz. Bunda kuşku yok. Ama o aynı zamanda kalbi olan, dostluğa değer veren bir gönül insanıdır. Yıllar önce Tünel’de TZT Kültür Merkezi’nde merhum Fethi Gemuhluoğlu hakkında bir anma toplantısı düzenlenmişti. Rasim Bey, toplantıda ‘dost’luğa dair o kadar güzel şeyler anlatmıştı ki… Osman Akkuşak, Emin Sezer, Sait Başer, Mehdi Ergüzel, Erkan Çav’la birlikte etrafını çevirmiş, istifade ile dinlemiştik. Coşkuyla anlattığı Fethi Gemuhluoğlu hatıralarına, büyük bir heyecanla kulak vermiştik. İnsanları kırmayan bir yapısı var. Uzun süre önce merhum arkadaşımız Asım Gültekin’in Sirkeci Garı’nda düzenlediği dergi fuarına gelmiş, şölene renk ve bereket katmıştı.. Yeni Şafak’taki yazılarını düzenli takip ettiğim Rasim Özdenören, köşesinde zaman zaman gündeme dair fikirlerini serdetse de ekseriya edebiyatın ve düşünce hayatının temel meselelerini inceliyor. Arada şahsi hatıralarıyla takipçilerini sevindiriyor. Yıllar önce “Benim sayı//73// ağustos 80
Kedilerim” başlıklı bir yazısını büyük zevkle okumuştum. Her şark insanı gibi onun da kedisever olduğunu görmüştüm. “Dost insan” dedim. Hakikaten ‘dostluğu’ sadece yazan ve anlatan değil yaşayan bir büyüğümüzdür o. İstanbul’da her yaştan birçok dostu vardır. Aralarında seçkin bir yere sahip olan ise rahmetli Asım Gültekin’di. Asım’la vefatından bir hafta önce telefonla konuşmuş ve Rasim ağabeyi yâd etmiştik. Kardeşimizin genç yaşta ve ani vefatı, edebiyat ve fikir dünyamızı sarsmıştı. Ama kanaatimce en çok üzülen yine Rasim Özdenören olmuştu. Yazısı bir mersiye ve ağıt havasında, bir iç yangını görüntüsündeydi. “Evladı” kadar sevdiği Asım’ı kanaatimce en iyi anlatan yazı oydu. 35 SENE ÖNCEKİ KONUŞMAMIZ
Rasim ağabeyle tam 35 sene önce yaptığım bir röportaj, Doğuş gazetesinde 15 Nisan 1985 tarihinde yayımlanmıştı. Orada bir yazarın gazeteye ‘fıkra’ yazmasının edebiyat çalışmalarını nasıl etkileyeceği şeklindeki soruma şu cevabı vermişti: “Günlük yazılar da bir birikimden sonra ortaya çıkıyor. Ben yazarken günlerce düşünürüm. Gerçi yazım yarım saatte yazılıyor ama o yazı için günlerce birikim gerekiyor. İsmini hatırlayamadığım bir ressam bir lokantada yemek yer, kalkacağı sırada yemek parasının olmadığını görür. Masa peçetesine bir resim yaparak bunu lokanta sahibine gönderir. Yemeğin karşılığı olarak. Lokanta sahibi kabullenmez. “Bu bir dakikalık emek mahsulü. Yemeği karşılamaz.” der. “Hayır” der ressam. “Altmış yıl artı bir dakika.” Aziz büyüğümüze sağlıklı, hayırlı, bereketli ve huzurlu ömür diliyorum. Köşe yazılarını ve İz Yayıncılık’tan kültürümüze kazandırılan kıymetli eserlerini okumaya inşallah devam edeceğiz.