Biz’den… “KOMŞUNUZDUK AMA GÖRÜŞEMEDİK, HİÇ VAKİT YOKTU” Küçük ahşap bir dizi evlerdi On yıl önce o sokak. Sonra geniş caddelere çıktık Apartman- sizden uzak. Çocuklar orda büyüdü Orda okula gitti, Komşunuzduk ama görüşemedik Hiç vakit yoktu… Behçet Necatigil Yaşadığımız şehrin tüm güzellikleri ve çirkinlikleri, yıllar içinde sıradanlaşmış bir hal alır… Geleceğe kalan izler ise yaparak iyilikleri paylaştıklarımızla, yapamadıklarımız veya yapmadıklarımızdır.. Şairin yukarıda anlatmak istediği de tam burada; Yanyana içiçe küçük ahşap veya kagir evlerin aile ortamından kopup biraz varidatımız artınca sınıf atlayıp cadde kenarı apartmanlar veya bugünkü örnekle sitelere taşınmakla, o sıcacık mahalle ortamından kopmalar başladı, sonra hayıflanır olduk; “komşunuzduk ,görüşemedik” veya aynı blokta oturup, asansörde karşılaşınca verilen selama – nereden tanışıyoruz? Diye cevap vermek…Gelinen son nokta… Birlik ve beraberlik içinde yaşanılan , duyguların harmanlandığı, ekmeğin paylaşıldığı ,Öğrenilen öğretilen, dertlenilen dertleşilen ,üretim yapılan yerlerdir şehirler.. Sevgiler ve acılar birlikte yaşanırdı bizim şehirlerimizde… Yıllar geçti, gettolaştık … Önce hemşehrilik ön plana çıktı büyük şehirlerde.. Anadolu veya trakyanın herhangi bir şehrinden gelip bir mahalleye yerleşince aradan yıllar geçtikçe kendi şehirlisini aynı mahalleye taşıdı benim vatandaşım.. Büyük şehirlerde yeni ve geniş bir çevreye sahip olmanın , kültürünü geliştirmenin imkanı varken köyünü kasabasını büyük şehirlerin dar mahallelerine sıkıştırdı insanımız… Böylece asırlardır süren büyük şehir kültürü eridi, köyler ve kasabalar büyük şehirlerin mahallerinde gettolaştılar…Bu durum, zamanla siyasi açıdan da yaygınlaştı…Artık büyük şehirlerimizdeki mahalleler siyasi simgelerin temsilcileri olmaya, siyası partilerin arka bahçeleri olmaya başladı… Oysa şehirler, her düşünceden fikirden meşrepten insanın bir arada yaşadığı, kimsenin kimseyi ötekileştirmediği , insani duyguların öncelik taşıdığı, yardımlaşmanın saygınlık gördüğü yerlerdir… Prof. Dr. Recep Bozdoğan hoca, Küresel kentler kitabında; “Kent, binalar ve çeşitli kentsel donatılardan oluşan bir mekândan ziyade sosyoekonomik etkileşim ve faaliyetlerin coğrafî anlamda yoğunlaştığı mekândır.. Dolayısıyla kentler yüzyıllar boyunca dünyayı kapsayan süreçlerin kavşağında yer almıştır.. İnsanoğlunun toplu yaşadığı en büyük sosyo mekânsal birim olarak kentin tanımlanmasına yönelik birçok çalışma yapılmıştır.. Tıpkı küreselleşme kavramında olduğu gibi, bilim insanlarının mensubu olduğu bilimsel disiplin kent kavramının tanımlanmasında da etkili olmuştur.. Diğer bir ifade ile iktisatçılar kavramının iktisadî boyutuna, sosyologlar sosyolojik boyutuna, siyaset bilimciler siyaset boyutuna, kamu yönetimciler yönetim boyutuna, mimarlar ve
kent plancıları mekânsal boyutuna ağırlık vermiş, disiplinler arası çalışmalar yapanlar ise , ilgili disiplinleri ağırlıklı olarak dikkate alarak tanım yapma gayreti içine girmiştir..” ifadesini kullanır.. Şehir; İnsanlığın tarih boyunca meydana getirdiği en kapsamlı fiziksel ürün olarak tarif edilir…Bu kapsama tarih boyunca ihtiyaçlar ve teknoloji geliştikçe artan bir ivme kazanmıştır…Nihayetinde bugünkü akıllı şehirler ürünü meydana çıkmıştır, Akıllı fakat şu cümleyi tekrarlatan şehirler; “Komşunuzduk, ama görüşemedik, Hiç Vakit yoktu! Bir başka ifade ile şehirler; “Toplumsal bakımdan çeşitlilik arz eden insanların kişisel veya ortak ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir arada yaşadığı, büyük ve yoğun nüfuslu, ekonomisi ağırlıklı olarak tarım ve hayvancılık dışı faaliyetlere dayanan , ekonomik iş bölümünün ve uzmanlaşmanın görüldüğü, sosyo -ekonomik hayatın birçok mesleğe ve farklı toplumsal guruplara göre organize edildiği, fiziksel mekânda insan müdahalesinin baskın olduğu, halkın özgün tavır ve davranışlar sergilediği, belirli bir coğrafî alanın ekonomik, sosyal ve kültürel merkezi olan, kendine özgü bir yönetim sistemi bulunan daimi yerleşim birimi” olarak tanımlanabilir.. Şehirleri bulundukları konumlar ve güçlü-zayıf yönleri ile sınıflandırdığımızda önde gelen şehirlerin sıralamasında bir yıldız önümüze çıkar; Şehirlerin gücü sıralaması yaptığımızda İstanbul’umuz; rakip hiçbir kentle kıyaslanmayacak kadar tarihî derinliğe ,kültürel zenginliğe ,doğal güzelliğe ve jeostratejik üstünlüğe sahiptir.. Doğu ile batı arasında coğrafi ve kültürel anlamda kavşak olmanın yanı sıra ticaret ,enerji, taşımacılık ve turizm alanlarında önemli bir geçiş noktasıdır.. Merkezî zaman dilimine yakın coğrafî bir konuma sahiptir.(Greenwich meridyeni)… Dünyada yaşamaya en uygun iklim kuşağında yer alır dört mevsim yaşanır…Gelişmiş batı ülkeleri ile zengin körfez ülkelerine çok yakın pazara sahip konumdadır…Sadece Türkiye için değil, Türklük üzerinden Türk dünyası ile, İslamiyet üzerinden İslam dünyası ile ,Osmanlı Devletinin bıraktığı zengin tarihli miras üzerinden; Balkanlar, Kafkaslar, Kırım, Ortadoğudaki Müslüman ve Hristiyan milletler ile güçlü tarihî ,sosyal, kültürel ve ekonomik bağlara sahiptir… Bu nedenle İstanbul, gücü ve gizemi ile önde gelen bir küresel kent durumundadır.. Şehir ve Kültür dergimiz; yetmiş dört aydır devam eden, alanındaki öncülük serüvenini devam ettiriyor çok şükür.. Bu bilinçle her sayıda çok çalışıyoruz, her defasında öncekinden bir adım önde olmayı hedefliyoruz… Salgın ve tahaffuz günlerinin sıkıntılarına rağmen aksamadan yüksünmeden çalışıyoruz.. Sıkıntılı günlerin sonunda açığa çıkacak müthiş enerjimizle, şehir şehir dolaşarak kültür sevdamızı paylaşacağız…yeni sayımız için de kravatımızı unutmadık, aynaya baktık saçımızı taradık, huzurunuzdayız… Hz. Mevlâna der ki; “Görünüşte dal meyvenin temelidir; fakat iç yüzde, dal meyve için var olmuştur.” Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza…
Mehmet Kamil BERSE Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4
VAN GÖLÜ HAVZASINDA SELÇUKLU İZLERİ -8-
“SELÇUKLULARDAN KALAN MİRAS”
Abdulhamit AVŞAR
22ŞEHİR
KURAN VE
Mehmet KURTOĞLU
8 13 14
BEYRUT, MAKBER, TÜRKİYE MAKBER’İN YURDU LÜBNAN’DA GELECEK UMUDU: TÜRKİYE’NİN DOSTLUK ELİ
Kâmil UĞURLU
34
EDİRNE’DE
40
TÜRKİYE KIR
BİRKAÇ MEKÂN
Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN
BÜTÜN ŞEHİRLERDE
YUNUS'UN BAYRAĞINI DALGALANDIRMALIYIZ
Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN
İSTANBUL BOĞAZİÇİ ‘NDE
GARİP BİR KÖY Mehmet Kâmil BERSE
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mahmut Şener Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Dr.Öğr.Üyesi Ali Mazak
42
MİMARLIĞI -IDr. Şimşek DENİZ
MALAZGİRT ZAFERİ İsmail BİNGÖL
Sanat, Kültür: Zeynep Betül Kavak, Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Prof. Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,
18 PERTEV BEY’İN KIZKARDEŞİ/ Kâmil UĞURLU 21 İSTANBUL'DA SONBAHAR / Ezgi Elçin OYNAK
46
25 YUNUS’UN ŞEHRİ VANİLYA KOKULU KARAMAN / Canan COŞAR KUBAD-ABAD SARAYI ÇİNİLERİ-I-
“ÇİFT BAŞLI KARTAL, ŞAHİN VE LALE FİGÜRLERİ” Bilal ARIOĞLU
26 DÜZCE HER ŞEYİYLE YENİ BİR OSMANLI ŞEHRİ / Fahri TUNA 29 KUŞ -şiir-/ Kâmil UĞURLU 30 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ | BAĞDAT -II- / Hüseyin YÜRÜK 38 VENEDİK / Şifanur Özçelik ŞİRİN
52
ÖFKEYİ HİCVE DÖNÜŞTÜREN ŞAİR Erbay KÜCET
45 MANİSA BAĞLARI / Fevzi LÜTFİ | (Sadeleştirme) Prof.Dr.Adem EFE 48 KARTPOSTALLARIN ANLATTIKLARI / NİZAMİ İBRAHİMOV | EDEM UMEROV 49 HARFLER UÇUYOR / Öznur SONDÜL 51 ŞEHRE GİDEN YOLLAR / Şeyma YORULMAZ 54 NECİP FAZIL’IN GÖZÜNDE BELEDİYE REİSİ’NİN ÖZELLİKLERİ / DR. Şakir DİCLEHAN 59 YAZAR - KAHRAMAN VE YOLCULUK / Sıddıka Zeynep BOZKUŞ
56
KARACAAHMET'TE ZAMAN Mehmet POLATOĞLU
60 GÜL YETİŞTİREN ADAM; MUHAMMED KÂMİL AĞDAŞ / Serdar YAKAR 62 SAMİMİYETİN MAYALANDIĞI YÖRÜK ŞEHRİ SÖĞÜT / Mehmet MAZAK 64 KUR’AN BÜLBÜLÜMÜZ DR. MEHMET ALİ SARI İLE MÜLÂKAT -II- / Hüseyin MOVİT 68 ÜSKÜDAR’IN MECZUBLARI –IV- / Dr. Serhat ONUR 71 YANLIŞLAR HAYATA EGEMEN / Recep ARSLAN
66
72 KORONAVİRÜSLÜ GÜNLERDE SEYAHAT / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ BİZANS’IN DÜŞMANI KENDİ DİNİNDEN OLUNCA, BEDELİNİ
AYASOFYA KİLİSESİ ÖDEDİ Muhsin İlyas SUBAŞI
75 SAHİ NEYDİ SAMİMİYET? / Azize Çiğdem EROĞLU 76 ŞEHİR SOHBETLERİ 33 | CORONA SONRASI ŞEHİRLERİN YENİ HALİ -IV- / Ahmet NARİNOĞLU 78 MİLLİ TİYATROMUZ, KARAGÖZ-HACIVAT VE RAUF ALTINTAK / Mehmet Nuri YARDIM
Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.Adem Efe, Dr.Mimar Kamil Uğurlu, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş, Prof. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Prof.Dr.Ali Satan, Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 25 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 35 TL. Abone Yıllık: İstanbul 250 TL. İstanbul Dışı 270 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479
Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •
Baskı: Aktif Matbaa ve Reklam Hiz.San.Tic.Ltd.Şti. Adres: Söğütlüçeşme Mah.Halkalı Cad.Nu: 245/1 SEFAKÖY/ Küçükçekmece/İstanbul Tel: 0212 698 93 54 Kapak Fotoğrafı: https://islamansiklopedisi.org.tr/fossati-gasparetrajano
Önceki yazılarda, özet sayılabilecek bir şekilde bu çalışmalarımızda ortaya çıkarabildiğimiz, tespit edebildiklerimizi anlatmaya çalışmıştık. Bu sayıda da Selçuklu olgusuyla ilgili görüşmelerimizi ifade etmeye gayret edeceğiz.
VAN GÖLÜ HAVZASINDA SELÇUKLU İZLERİ -8-
“SELÇUKLULARDAN
KALAN MİRAS” Selçuklular ile İslam tarihinde yeni bir merhale, yeni bir dönem başladı. Bu bağlamda ilk olarak, İslam dünyasında huzur ve sükûnu tesis ederek barış ve birliği temin ettiler. Abdulhamit AVŞAR
ir süredir Şehir ve Kültür dergisinde Van Gölü Havzasında Selçuklu izlerini konu alan yazılar kaleme almaya çalıştık. Amacımız, 2010-2013 yılları arasında defalarca giderek, aynı adı taşıyan 10 bölümlük belgesel hazırlıklarımız sırasında gördüklerimizi, edindiğimiz intibaları paylaşmak, unutulmuş Selçuklu mirasını hatırlatmaktı. Çünkü bu bölge Anadolu’ya girişin kapısıydı ve ilk Türkleştirilen, Selçuklunun yaşadığımız coğrafyayı vatan kılma atılımını ilk başlattığı yerlerdi. Bunun için bölgenin en ücra köşelerine kadar eserler inşa etmişler, şehirler kurmuşlardı. Ama maalesef, sonraki zamanlarda bu miras unutulmaya terk edilmiş, gözden ırak bir hale gelmişti. Tüm gayretimiz bu konuya dikkat çekebilmekti ve bu azimle bölgeyi adım adım dolaştık.
sayı//74// eylül 4
Türklerin, Anadolu olarak adlandırdığımız coğrafyada tarih sahnesine çıkmalarının milattan önceki dönemlerden başlayarak kesintisiz olarak devam ettiği ve bu toprakların sosyal, siyasi ve kültürel olarak şekillenmesine çeşitli etkilerde bulunduğu son dönemlerde yapılan araştırmalarla artık iyice gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Nitekim Hakkari’de bulunan kaya resimlerinden Beşiktaş’taki metro istasyonu kazısında ortaya çıkarılan Altay kültür çevresinin izlerini taşıyan kurganlar bu etkinin nasıl bir uçtan diğer uca tüm Anadolu’yu kuşattığını gösteren arkeolojik delillerdir. Balkan coğrafyasında ise bölgenin adı dâhil yine çok kadim ve silinmez Türk izlerini görüyoruz. Ancak dünyanın en stratejik ve aynı zamanda göz alıcı topraklarının “ebedi vatan” haline getirilmesi Selçuklularla birlikte mümkün olmuştur. Diğer yandan Selçukluların tarih sahnesine çıkması etkileri bakımından tarihin en önemli olaylarından biridir. Adını Selçuk Bey’den alan bu Oğuz boyu, 10. yüzyıl sonlarında Aral Gölü’nün kuzeyinde, bugün Kazakistan sınırları içinde bulunan Cent şehrinde ortaya çıktı. Kısa bir zaman içinde de Türk ve dünya tarihini yeniden şekillendirecek bir devlet kurmayı başardı. Bu büyük imparatorluk, bizim Orta Asya’dan Anadolu’ya, Ortadoğu’ya, Afrika’ya ve Avrupa’ya açılan köprümüz oldu. Orta Asya’da şekillenen kültürü İslam ile şekillendirerek kendisinden sonraki dönemler için bir medeniyet inşa etti, bir nüve oluşturdu. Selçuklular ile İslam tarihinde yeni bir merhale, yeni bir dönem başladı. Bu bağlamda ilk olarak, İslam dünyasında huzur ve sükûnu tesis ederek barış ve birliği temin ettiler. Selçuklular çıkmadan önce parçalanmış bir İslam dünyası vardı. Her köşesinde çatışmalar, siyasi karmaşa hâkimdi. Müslüman devletler tüm enerjilerini birbirleri ile savaşmaya, iç kargaşalara harcıyorlardı. İslam coğrafyası da her gün daha da zayıflıyor, çöküşe doğru gidiyordu. İşte, Selçuklular tarih sahnesine çıkıp siyasi bir güç haline geldikten sonra öncelikle bu durumu düzeltmek için işe koyuldular ve Türkistan’dan Yemen’e kadar uzanan geniş bir coğrafyayı tek bir devlet altında toplayarak İslam dünyasının bütünlüğünü
sağlamayı başardılar. Bu tarihten sonra nizamı âlem idealinin taşıyıcısı Türkler oldu. İran, Irak, Suriye hatta Mısır’a kadar uzanan bölgeler Türkleşti. Ve Türk-İslam medeniyeti adını alacak bir medeniyet anlayışı şekillendi. Selçuklular, kendilerinden sonra kurulacak, âlemşümul birçok devletin de temelini attılar. Bu anlamda Timurlular, Memlükler, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler, Anadolu başta olmak üzere Suriye, Irak, İran, bugünkü Azerbaycan coğrafyasında ortaya çıkan beylikler ve de Osmanlı… hepsi de Selçukluların mirasçısı ve devamı olan devletlerdir. Bu, tarihte rastlanılan öylesine ender bir durumdur ki çok geniş bir coğrafyada yüzlerce yıl dimdik ayakta kalacak güçlü bir binanın temeli oluşturulmuş, güçlü bir yapı inşa edilmiştir. Daha da önemlisi, bu siyasi dönüşümü sağlarken o devrin bilginleri, düşünürleri, münevverleri de bu medeniyet ve hâkimiyet anlayışının teorisini yapmışlardır. Bu anlamda Selçuklu dönemi, düşünce hayatı -teorik düşünce- bakımından da oldukça zengin bir dönem olma özelliği taşımaktadır. Yeri gelmişken tarihçilik anlayışımızda eksik olan bir hususun da altının çizilmesinin uygun olacağı kanaatindeyim. Bilindiği gibi Selçukluların yeni yurt edindikleri Anadolu, İran, Azerbaycan ve tüm Ortadoğu’ya kadar yayılan geniş bir coğrafyada şemsiyeleri altında birçok beylikler kurulmasını sağladı. Bunların Irak koluna Irak Selçukluları, Suriye’dekine Suriye Selçukluları, İran’daki Kirman Selçukluları Anadolu’da kurulana ise Anadolu Selçukluları diyoruz. Ama bunlar apayrı devletler değildir ve hepsi birden Büyük Selçuklu İmparatorluğu oluştururlar. Ne var ki biz bu dönemi Büyük Selçuklular yıkıldı, yerine mesela Anadolu Selçukluları kuruldu, onlar yıkıldı küçük küçük beylikler kuruldu şeklinde okuyoruz. Bunun çok yanlış bir bakış açısı olduğunu ifade etmemiz gerekir. Çünkü çeşitli beylikler kuruluyordu ama bunlar Büyük Selçuklu Devleti ile aynı dönemde yaşıyorlar ve Büyük Selçuklunun şemsiyesi altında yer almaya devam ediyorlardı. Öte yandan biz bu kadar bütün bir siyasi organizasyonu, Selçuklu dönemini bile “yıkıldı, kuruldu” diye okurken, mesela tarihinde pek çok kırılmalar yaşayan, işgaller gören, çok ayrı yabancı yönetimler altında kalan Kore, kendini dört bin yıllık bir devlet olarak tanımlamakta, kutlamalarını bura göre yapmaktadır. Yine mesela Çin’den bahsederken şu kadar bin
yıllık devlet tanımlaması yapıyoruz. Oysa Çin tarihini kendi tarihimize baktığımız gibi ele alırsak onlarca, yüzlerce devletten -ki, bunların birçoğunu Türkler kurmuşlardır- söz etmemiz, en uzun yaşayan devlet için, azami 2-3 yüz yıllık bir ömür biçmemiz gerekir. Konumuza dönersek, Selçuklular, o günkü İslam dünyasını bütünleştirmek, barış ve huzuru tesis etmenin yanı sıra yeni bir sentezle Avrasya’nın kültürel haritasını da baştan çizmişlerdir. Bu anlamda kendilerinden sonraki bütün medeniyet devrelerinde çok güçlü etkiler bırakan yeni bir tarz inşa etmişlerdir. İslam’ı da en iyi şekilde anlamak için çaba sarf etmiş, bu amaçla medreseler kurmuş, düşündüklerini hayata geçirmeyi başarmış, gereğini yapmışlardır. Bunların hepsinde İslam anlayışının yanı sıra Orta Asya’dan kadim kültür ve medeniyet birikimi, birliği bulunmaktadır. Selçuklu, ilk Müslüman Türk devletleri olan Karahanlılar ve Gaznelilerden sonra bu kültürel birikim ve mirası Anadolu’nun ve Ortadoğu’nun en ücra köşelerine kadar taşımayı başarmışlardır. Bu anlamda Anadolu’yu da İslam medeniyetinin ayrılmaz bir parçası olarak yeniden inşa etmişler, ebedi bir Türk yurdu haline getirmişlerdir. Selçukluların en büyük hizmetlerinden biri de budur. Maalesef Selçuklu tarihine yaklaşımımızdaki önemli bir eksiklik de onu daha çok savaşlar ekseninde ele almamızdır. Oysa Selçuklu medeniyeti, bilim ve sanat üzerinde yükselmiş bir medeniyettir. Öyle ki, bilindiği üzere, İslam sanatının bütününde iki klasik dönemden söz edilir. Bunlardan biri Abbasi dönemi, diğeri de Büyük Selçuklu dönemi mimarisi ve sanatıdır. Yine bu mimari tarzın ayrılmaz birer unsuru olan yazıdan, süslemede kullanılan motif ve geometrik şekillere kadar pek çok soyut kavramın camilerden medreselere, kitap süslemelerinden halı desenlerine kadar Selçuklunun hakim olduğu hemen tüm kültür çevrelerinde kullanılmaya devam ettiğini görüyoruz. Selçukluları bilim ve sanatta böylesine ilerlemelerini sağlayan ise sahip oldukları eğitim sistemiydi. Selçuklu asrında, hayata geçirilen medrese sistemiyle devlet destekli bilim hayatı muazzam bir terakki göstermişti. Bugünkü anlamda eğitim yerleşkeleri –kampüsler- ilk defa Selçuklular tarafından icat edilmiş ve hayata geçirilmiştir. Bu sistem bir devlet politikası haline getirilerek önce Nizamiye medreseleri olarak, ardından tıp, astronomi medreseleri gibi değişik dallarda bütün İslam dünyasının belli 5
başlı şehirlerinde yaygınlaştırılmıştı. Öyle ki Selçuklu asrında 60’tan fazla dalda eğitim veren medreseler bulunuyordu ve tarihte bir ilki teşkil ediyordu. Böylesine zengin, çağına göre biricik olan sistemle İslam dünyası da fikri ve zihinsel olarak yeni bir merhaleye geçecektir. Selçukluların tesis ettiği medrese, bugünkü terminolojiyle ifade edersek üniversite sistemi Batı’ya da örnek olacaktır. “Üniversite” düşüncesi, yani farklı bilimlerin bir arada bulunan müesseselerde, -fakültelerde- tedris edilip öğretilmesi, geliştirilmesi düşüncesi Batı’ya, Selçuklularda görüldükten sonra taşınmıştır. Nizamiye medreselerinin programları ile 13.yüzyılda, yani Haçlı seferlerinden sonra Batı’da kurulan üniversitelerin programlarına bakıldığında aradaki benzerlik çok rahat fark edilecektir. Bu da tesadüf değildir elbette. Çünkü Selçuklu medeniyetinin başta gelen bir başka özelliği de “milli” olduğu kadar evrensel niteliklere de sahip olmasıydı. Buradaki temel payda ise insan olmaktı. Bu, İslam öncesi Türk kültüründe de olan bir değerdi ve Türklerin kabul etmesiyle birlikte daha da güçlenip kuşatıcı bir niteliğe bürünmüştür. “Selçuklu” demek değişik renklerin, değişik dinlerin, değişik dillerin bir arada kendi inançlarını, dillerini, düşüncelerini yaşama serbestisini kazanabilmeleri demekti. Ve Selçuklu, kısa sayılacak bir dönem içinde bunu başarabilmiştir. Bunu da Selçuklu kültür ve medeniyetinin ileri derecede evrensel normlara sahip, değerler sistemi niteliğine sahip olması sağlamıştır. Yani Selçuklu, sadece fetihlerde bulunan, topraklar ele geçirip orada hükümranlık süren bir devlet olmamıştır. Selçuklu demek, her şeyden daha önce bir medeniyet ve kültür demektir. Tabii ki, bu da birden, kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Selçuklunun bunları sentezleyebilecek temeli de vardı. Önünde kendisine örnek teşkil edebilecek olan kadim bir devlet geleneği, binlerce yıldan süzülüp gelen bir hâkimiyet anlayışı ile yakın dönem olarak da tevarüs edeceği Türkistan ve İran’da hüküm süren İslam anlayışına göre kurumsallaşmış bir Karahanlı, bir Gazneli mirası bulunuyordu. Selçukluların, yönetim anlayışlarındaki en önemli unsurlardan biri de hüküm sürdükleri toprakları vatan olarak görmeleridir. Bu anlayışın icabı olarak, eserlerini kalıcı şekilde inşa ettiklerini görüyoruz. Fethettikleri toprakları -vatanım diyerek- bir uçtan bir uca abidevi eserlerle, bugüne kadar dimdik ayakta kalan camiler, sayı//74// eylül 6
medreseler, kervansaraylarla süslemeleri bundandır. Öte yandan Selçuklu hiçbir zaman sömürgeci bir siyaset izlememiştir. Bir yeri ele geçirmede maksat, o yerde askeri hâkimiyet kurmak olursa, oranın önceki kültürünün varlığını devam ettirebilmesi, halkının kimliğini koruyabilmesi çok fazla mümkün olmaz. Yalnızca barış ve huzur getirme, kaos ve anarşiyi önleme amaçlı bir fetih anlayışına sahipseniz, öncelikle oradaki insanları rahat ettirmek için hareket edersiniz. Onlara baskı ve zulümle dayatmalarda bulunmaz, inanç ve değerlerini devam ettirebilecek şartlar sağlarsınız. Türklerin, İslam öncesinde de var olan cihan hâkimiyeti mefkûresi de tam olarak bunu öngörüyordu ve Türkler kendilerini tüm insanların huzur ve barış içinde yaşayabilmeleri için meşakkate talip olan insanlar olarak görüyorlardı. Asimile etme yerine bir arada yaşatma gayesi taşıyorlardı. Bu sebeple, Selçuklu hakimiyet sahasındaki çatışmalar daha çok hakim unsurun kendi içerisindeki iktidar mücadelelerinden kaynaklanır, etnik ya da dini bir nitelik taşımaz. Dolayısıyla Selçukluların fetih anlayışlarının temelinde toprak kazanmaktan, sınırları genişletmekten çok insan kazanma merkezli bir bakış açısı vardır. Selçuklu mimarisi de insanı merkez alan bir anlayışa sahipti. Bu sebeple, şehirler buna göre kurulmuş, sosyal kurumlar bu anlayışla teşekkül ettirilmiştir. Külliyeler inşa edilirken önce bir cami yapılıyor, insanların diğer bütün günlük ihtiyaçlarına yönelik sosyal ve kültürel mekanizmalar bu cami merkezli oluşturuluyordu. Ardından mahalleler yavaş yavaş külliyenin etrafında büyüyor, sanat, ticaret, ekonomi bu şekilde gelişiyordu. Bu Selçuklu İslam şehri modelinde, tekke ve zaviye geleneği oldukça önemli bir yere sahipti. Selçukludaki tekke ve zaviye anlayışının en temel özelliği yardımseverlik, misafirlere, kimsesizlere, ihtiyaç sahiplerine yardım etme kaygı ve düşüncesi idi. Yine Selçuklu devletinin ortaya koyup yaygınlaştırdığı imaret anlayışı, yani şehirlere yol boyunca kurulmuş, yolculara, kimsesizlere, öğrencilere hizmet amaçlı kurumlar da insan merkezli hâkimiyet anlayışının tezahüründen başka bir şey değildir. Türk tarihinin en uzun ömürlü, zirve siyasi organizasyonu Osmanlı Devleti de, her anlamda Selçuklu mirasını devralmış, onun temelleri üzerinde yükselmiştir. Selçuklular yeni bir siyasi ve ekonomik model geliştirmişlerdi. Bu siyasi model, büyük devlet olma ölçeklerine
uygun, askeri sistemle mali sistemi iç içe geçiren ama güçlü bir bürokrasiye dayanan bir siyasi yapıydı. İşte Osmanlı siyasi ve ekonomik sistemi de Selçuklunun ortaya koyduğu bu siyasi ve ekonomik model üzerinden devam ederek gelişmiştir. Yani Selçuklular Türk-İslam medeniyetinin Orta Asya’dan taşıyıcı unsuru olarak bunu Anadolu’ya nakletmeyi başarmışlar ve bu miras da Osmanlı’ya geçerek onun elinde mükemmelleşmiştir. Dolayısıyla Orta Asya’dan gelen söz konusu adet, gelenek ve göreneklerin Anadolu’ya yansıtılması, bunun Osmanlı’ya miras bırakılması Selçukluların eliyle gerçekleşmiştir. Selçuklu, Osmanlının teorisidir ve Selçukluyu anlamadan Osmanlıyı anlamak mümkün olmaz. Bunun içindir ki, konuyla ilgili tarihi, sosyal, kültürel, iktisadi… tüm araştırmalarda, çalışmalarda Selçuklu dönemini de layıkıyla araştırmak, incelemek gerekir. Diğer yandan Selçukluların inşa ettiği medeniyetin etkilerinin bugün de devam ettiği de bir vakıadır. Siyasi, sosyal ve kültürel hayatta var olan pek çok geleneğin temelinde bu anlayış yatmaktadır. Bunun içindir ki, Selçuklu mirası ölü bir miras, ölü bir kültür değil, hala canlı olan bir medeniyeti canlı bir miras ve kültürü temsil eder. Hasılı kelam, Selçuklu devletinin hakimiyet sahasında çok çeşitli renkler, çok çeşitli kültürler, çok çeşitli motifler vardı. Selçuklu bunları kardeşlik ortak paydasında bir potada eritmiş ve ortak bir medeniyet anlayışı altında bir araya getirmiştir. Yani Selçuklu medeniyetini sadece binalar, şehirler olarak okumak eksiktir, hatalıdır. Çünkü bunlar kadar, hatta daha çok olarak Selçuklu medeniyeti bir hayat felsefesidir, bir anlayıştır. Bir kardeşlik tesis etme telakkisidir. Selçuklu hâkimiyeti ve etkisinin sürdüğü her çağda bu kardeşliğin çok güçlü bir biçimde devam ettiği görülüyor. Bütün bu gerçeklerin ışığı altında, son yıllarda güçlenen ve görünürlüğü artan Selçuklu araştırmalarının, özellikle en üst seviyede bu mirasa sahip çıkma ve gündeme taşıma gayretlerinin tarihi bir önemi vardır. 2071 hedefi de çok isabetli seçilmiş bir hedeftir ve Selçukluyu anlamayı, araştırmayı kolaylaştıracaktır. Bu ise sadece tarihimizdeki kopuk bir halkayı gün ışığına çıkarmanın yanı sıra bugün şahit olduğumuz Selçuklunun ilk zamanlarına benzer bölgesel ve uluslararası şartları da daha iyi tahlil edebilmeye, daha kolay anlayıp çözüm yolları bulabilmeye büyük katkı sağlayacaktır. Diğer yandan son dönemdeki bu gelişmelerle birlikte Van Gölü
Havzasında Selçuklu İzleri adlı belgeselimizde dile getirdiğimiz kimi meselelerin çözüldüğü ya da çözümü için adım atıldığını görmek de çok mutluluk verici oldu. Mesela bizim çekimlerde bulunduğumuz sıralarda, elbette ki çok iyi niyetlerle yapılan ama bir ortaokul müsameresi görünümündeki Malazgirt Zaferi kutlamalarının Cumhurbaşkanlığı himayesinde ve Cumhurbaşkanımızın bizzat katılıyla düzenlenmeye başlanması fevkalade sevindirici bir gelişme. İnanıyorum ki böylece, Sultan Alpaslan’ın muazzep olan ruhu şad olmuştur. Yine dillere pelesenk olan, nasıl cereyan ettiği ile ilgili bir çok ayrıntı anlatılmasına rağmen savaşın nerede gerçekleştiği ile ilgili bir mutabakatın olmayışı da belgeselimizde üzerinde durduğumuz konulardan biriydi. Öyle ki bazı tarihçilerin adını verdikleri yerde savaşın olması mümkün değildi çünkü gerek konum gerekse Malazgirt Kalesi’ne olan mesafesi açısından mümkün değildi ya da orada bahsedilen savaş taktiklerinin gerçekleştirilme imkansızdı. Çünkü saha araştırması yapılmamıştı. Artık bu yıl çeşitli uzmanlardan oluşan bir komisyon kuruldu. Sahada araştırma ve keşifler yaparak savaşın cereyan ettiği yeri tam olarak ortaya çıkaracaklar nasipse.Ve Ahlat’a şanına layık değer verilmeye başlanması ise Selçuklu ruhunu diriltmek yolunda bir kilometre taşıdır. Çünkü Anadolu’nun Selçuklu ile birlikte yeni medeniyet anlayışıyla inşasının merkez üssü bu şehirdi. Kubbetül İslam şanı taşıyordu. Bir zamanlar üç yüz binlik nüfusuyla kültür ve sanat merkezi olan bu şehir, -büyük övgü ile bahsettiğimiz tarihi şahsiyetler tarafından- harap edildikten sonra bile günümüze kadar Selçuklu ruhunu bölgede yaşatan bir yer oldu. Selçuklu ruhunun yeniden dirilişi de ancak Ahlat’ın ayağa kalkmasıyla mümkündü ve bu anlamda son yıllarda yapılan çalışmalar tarihteki layık olduğu yeri alacaktır. Bu anlamda şehirde inşa edilen Cumhurbaşkanlığı Köşkü de son derece önemlidir, heyecan ve gurur vericidir. Belgeselimiz bağlamında bir önemli beklentimiz de Van’dan başlayıp Muş’a kadar uzanan ve “Selçuklu Kuşağı” olarak adlandırdığımız güzergâhın ihya edilerek kültür turizmine kazandırılmasıdır. Böylece hem Selçuklunun mirası gün yüzüne çıkmış olacak hem de bölge gerçeğini doğru kavramamıza katkıda bulunacak, zihinlerimizde oluşturulan algıların ne kadar eksik olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. 7
BEYRUT, MAKBER, TÜRKİYE
MAKBER’İN YURDU LÜBNAN’DA GELECEK UMUDU: TÜRKİYE’NİN DOSTLUK ELİ Beyrut mezarlığına defnedilen Fatma hanım için yazılan “Makber”, Şair-i Azam (Büyük Şair) adıyla anılan Tarhan’ın Beyrut’ta kaldığı kırk gün içinde kaleme aldığı 2357 dizelik muhteşem eseridir .
Prof.Dr. Süleyman KIZILTOPRAK
*T.C. MSGSÜ Öğretim Üyesi
sayı//74// eylül 8
u makalede Beyrut’un yaşadığı talihsizliklere rağmen, Büyük Şair Abbülhak Hamid Tarhan (18521937)’a Makber’i yazdıran mekan olmasından yola çıkarak gelecekte huzur ve barışa kavuşması için Türkiye’nin TİKA aracılığıyla yaptığı ortak kültürel mirası yaşatma projelerine de değinerek Lübnan halkının umudunu canlı tutması noktasındaki yaşam mücadelesine verilen mütevazi ama çok anlamlı destekleri kısaca belirteceğiz. Bu bağlamda makaleye de ilham kaynağı olan Makber’in şiirden öte taşıdığı ulvi mesajların Lübnan ve halkı ve insanlığa söyledikleri önemlidir. Makber’i yazdıran duygulara sahip milyonlarca Lübnanlı olduğunu varsaymak mümkündür. Bugün hayatta olsaydı Beyrut’un yıkıldığını görebilseydi kim bilir neler yazardı? Türk şiirinin dönüm noktalarından biridir “Makber”. Hatta Abbülhak Hamid’in ismiyle birlikte ilk hatıra gelen eseridir. Abdülhak Hâmid 1883 yılında başşehbender/başkonsolos olarak tayin edildiği Hindistan’ın Bombay şehrine giderken yanında çok sevdiği eşi Fatma Hanım da vardı. Bombay’ın havası vereme yakalanan Fatma Hanım’a orada kaldıkları 2 yıl sırasında iyi gelir ancak bir müddet sonra durumu ağırlaşınca İstanbul’a dönmeye karar verirler. Deniz yoluyla döndüklerinden şairin ağabeyi Beyrut valisi Abdülhak Nasûhî’ye de uğramışlar ancak burada Fatma Hanım 21 Nisan 1885’de hayatını kaybetmiştir. Beyrut mezarlığına defnedilen Fatma hanım için yazılan “Makber”, Şair-i Azam (Büyük Şair) adıyla anılan Tarhan’ın Beyrut’ta kaldığı kırk gün içinde kaleme aldığı 2357 dizelik muhteşem eseridir . Tarhan, aynı zamanda bir diplomattı ve hem Doğu, hem de Batı ülkelerinde bulunmuş, gözlemlerinde kıyaslama yapabilmişti. Bu bağlamda, çok sevdiği eşini Beyrut’ta bir kabirde bırakmak zorunda kalması için ifade ettiği dizeler, sanki bugünkü Beyrut’un acısını dile getiriyor. Şairin eyvah diye ahlar çekmesi sanki Osmanlı Devleti bu coğrafyadan ayrıldıktan sonra yaşanan bahtsızlıklar içindir. Şair kendi acısıyla sanki günümüz Lübnan’ının acısını birlikte haykırmıştır. Beyrut’un her çatışma haberinden sonra yakılıp yıkılması, 4 Ağustos 2020’de meydana gelen ve sebebi ihmal mi saldırı mı tam olarak bilinmeyen patlamada olduğu gibi masum insanların toprağa düşen
Abbülhak Hamid Tarhan
Ahmet Hamdi Paşa Türbesi
bedenlerine mezar olan hali ile bugün bir makbere dönüşen Beyrut’un hüznünü dile getirmiştir. Özellikle şu dizelerinde:
Hatırlayacak olursak, 1916 Sykes-Picot mutabakatıyla İngilizler, Suriye ve Lübnan’ı Fransa’nın nüfuz alanı olarak tanıdı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Fransa, Osmanlı Devleti’nin Suriye eyaletinin kuzeyini tümüyle işgal etti. Fransızlar 1920'de Lübnan bölgesini Şam’dan tamamen ayırdılar. 1943'te Suriye Lübnan’ın ayrı bir devlet olmasını tanımak zorunda kaldı.
Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı, Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı. Şimdi buradaydı, gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden. Ben gittim, o haksar kaldı, Bir köşede tarumar kaldı, Baki o enis-i dilden, eyvah, Beyrut’ta bir mezar kaldı. Bu şiirin arkasında bir aşk ve sonunda bir dram var. Tıpkı bugün gerek orada doğup büyüyenler gerekse gidip görenlerin ve güzelliklerini duyanların aşık olduğu Lübnan’da yaşanan dram gibi. Şair 40 gün Beyrut’taki Fatma hanımın mezarını ziyarete etti. Sevgili eşini kaybetmesi ile büyük bir hüzne bürünmüştü. Eşine beslediği aşk ve derin duygular yanında onu genç yaşta kaybetmesinin verdiği acı ile Makber’i yazdı. Makber’de şair ölümle birlikte ölümsüzlüğü de işlemiştir. Yaşama tutunmayı öğütlemiştir. Beyrutlular da cennet gibi vatanlarında cehennem günlerini yaşarken yine de gelecekten umutlarını kesmediklerini karşılaştıkları her acı olaydan sonra göstermişlerdir. Onların umudu Fransa’nın manda düzenine dayanan çarpık sisteminin yıkılmasına şahit olmaları sebebiyledir.
Osmanlı Devleti zamanında, Son Osmanlı gümrük kayıtlarına göre, İstanbul Limanından sonra en büyük ticari aktivitenin olduğu ve en fazla gümrük vergisinin alındığı Beyrut Limanı, bağımsız Lübnan devrinde önemini korumakla birlikte, Arap-İsrail savaşları, Lübnan’daki iç savaşlar ve bölgedeki kaos nedeniyle istikrarlı büyümeden hep uzak kaldı. Etnik, mezhepsel ve dinsel çatışmalarla iç içe geçmiş siyasi çatışmalar zaman zaman yakalanan istikrar ortamına hep darbe vurdu. Çünkü her olay 1916 Sykes-Picot ile planlanan ve ardından Fransa mandasına yol açan 100 yıllık düzenin adaletsizliğini, ülkenin çıkarlarına uygun olmadığını ve anadili Arapça olan bir halkın nasıl ortaçağ mantığıyla mikro din ve mezhep milliyetçiliğine kurban edildiğini gözler önüne seriyor. KAYIP MEZAR VE KİTABESİ
Beyrut’un şehir merkezine çok yakın olan Beyrut Mezarlığı’nda Fatma Hanım’ın kabri maalesef şu anda kayıp. Fatma Hanım’ın mezar taşına yazılan, "Ey ziyaretçi, işte şu gördüğün 9
Trablusşam Mevlevihanesi
yere Abdülhak Hamit'in nur-i dide zevcesi Fatma Hanım'ı defnettiler. Merhume Pîrizade hanedanından bir yetim idi. Bahar-ı ömründe veremden gurbet elde öldü. O vücud-ı hüznnümûn şimdi senden bir fatiha ister" yazısının olduğu mermer kitabeye de incelemelerim sırasında rastlayamadım. Türk edebiyatına damgasını vuran eserin Beyrut’taki izini Beyrut’taki TİKA ofisi yıllardır takip ediyor. Bulunduğu anda Lübnan’daki yetkililerle birlikte tarihi ve kültürel ortak mirasımızın önemli bir anıtı daha ayağa kaldırılacaktır. Bulunması zaman alacaksa en azında Beyrut Mezarlığı girişine bir tarihi kitabenin bir benzerinin yerleştirilmesi ortak kültürel mirasın korunması açısından önemlidir. TÜRKİYE’NİN LÜBNAN’DAKİ YARDIM FAALİYETLERİ
TİKA Beyrut Program Koordinasyon Ofisi 2014 yılında açılmış olmakla birlikte, ülkedeki TİKA projeleri 2006 yılına kadar uzanmaktadır. Ayrıca, 2019 yılında Trablusşam’da bir TİKA İrtibat Ofisi kurulmuştur. TİKA’nın Lübnan’daki faaliyetleri idari altyapıların güçlendirilmesi, sağlık, ortak tarihi ve kültürel mirasın korunması ve insani yardım alanlarında yoğunlaşmaktadır. sayı//74// eylül 10
Bugüne kadar TİKA aracılığıyla Lübnan’da 100’ü aşkın proje ve faaliyet gerçekleştirilmiş olup, toplamda 30 milyon doların üzerinde bütçe kullanılmıştır. Ülkemizin diğer kurumları da dâhil olmak üzere Lübnan’a yönelik olarak gerçekleştirilen resmi kalkınma yardımı tutarı ise 2004-2018 yılları arasında yaklaşık 148 milyon dolardır.Lübnan’da TİKA aracılığıyla günümüze değin gerçekleştirilen bazı önemli proje ve faaliyetler şunlardır: TRABLUSŞAM MEVLEVİHANESİ
Osmanlı Devleti’nin Şam’ı sınırlarına dahil etmesinden yüz yıl sonra, Padişah II. Osman döneminde kurulan ve Lübnan iç savaşı (1975-1990) esnasında neredeyse tamamen tahrip edilen Trablusşam Mevlevihanesi’nin yeniden ihya edilmesi amacıyla başlatılan TİKA restorasyon projesi 2016 yılı başında tamamlanmıştır. Sayda Travma ve Rehabilitasyon Hastanesi Beyrut Program Koordinasyon Ofisinin kurulmasından önce TİKA tarafından gerçekleştirilen en önemli proje olan, Sayda şehrinde hizmet vermek üzere TİKA tarafından inşaatı ve tefrişatı ve tıbbi donanımı sağlanan “Türk Travma ve Rehabilitasyon Hastanesi” 2010 Kasım ayında dönemin Başbakanı Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından açılmıştır.
14.000 m2 kapalı alana sahip 2 ana bloktan oluşan, 100 yatak kapasiteli hastane Lübnan’ın gerçeği olan birtakım sebeplerden ötürü 10 yıl boyunca kapalı iken son patlamada yıkılan hastanelerin ortaya çıkardığı ihtiyaç doğrultusunda hizmet vermeye başlaması beklenmektedir. Hasta kabulüne yakın zamanda başlaması Lübnanlıların arzusudur. KUZEY LÜBNAN SU TEMİNİ PROJESİ
Lübnan’ın kuzeyinde Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı Kawaşra, Al Birre ve Aydamon Beldelerine içilebilir su temin etmek amacıyla planlanan su projesi kapsamında 3 adet yüksek kaliteli su kuyusu, her beldeye birer adet 120 KW’lık jeneratör, Aydamon Beldesine 100 tonluk su deposu, her üç beldede su sisteminin izlendiği ve takibinin yapıldığı otomasyon sistemi, ana hatların da dahil olduğu toplam 46 km’lik su hattı borulama sistemi, 16 km’lik bozuk yolların tashihi ve asfaltlaması TİKA tarafından gerçekleştirilmiştir. Ayrıca proje kapsamında Kuzey Lübnan Su Otoritesi Başkanlığı uzmanlarına su ve sanitasyon alanında eğitimler verilmiştir. Proje yaklaşık 40.000 kişiye hizmet vermektedir. HALBA DEVLET HASTANESİ BÜNYESİNDE YOĞUN BAKIM ÜNİTESİ KURULMASI
Akkar Bölgesi Halba Devlet Hastanesinde yoğun bakım ünitesi kurulması için bina içi düzenlemeler yapılmış ve Türkiye’den temin edilen ekipman hastaneye hibe edilerek kurulan yoğun bakım ünitesi bölge halkının hizmetine sunulmuştur. BEYRUT SANAYEH PARKI OSMANLI ÇEŞMESİ RESTORASYONU
Hamidiye Sebili 1900 yılında II. Abdülhamid Han’ın tahta çıkışının 25. yılı anısına Lübnan’da yaptırılmıştır ve gösterişli bir anıt olma özelliği taşımaktadır. Beyrut'un merkezinde bulunan park içerisindeki Osmanlı dönemine ait çeşmenin restorasyon çalışmaları tamamlanmış, çeşmenin orijinal halinde mevcut olan, ancak günümüzde bulunmayan alemi de yeniden yaptırılarak yerine konmuştur. SULTAN II. ABDÜLHAMİD TARAFINDAN YAPTIRILAN TRABLUS SAAT KULESİ RESTORASYONU
Trablusşam Hamidiye Saat Kulesi, Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yılı anısına Lübnan'a hediye edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin Lübnan'daki en önemli eserlerinden biri olarak
Hamidiye Saat Kulesi
kabul edilen ve geçen zaman zarfında büyük ölçüde yıpranan Saat Kulesi’nin eski ihtişamına kavuşturulması ve tarihi ruhun bugün dahi yaşatıldığı Trablus şehrine kazandırılması amacıyla başlatılan restorasyon, bakım ve ışıklandırma çalışmaları tamamlanarak şehre canlılık vermesi sağlanmıştır. BURJ EL BARAJNE FİLİSTİN MÜLTECİ KAMPINDA İNŞA EDİLEN EL AKSA İSİMLİ KREŞİN BİNASININ TEFRİŞATI
Filistinli mültecilerin yaşadığı Beyrut’a 4 km mesafedeki Burj El Barajne Filistin Mülteci Kampı içerisinde yapımı tamamlanan 200 öğrenci kapasiteli “El Aksa” isimli anaokulu binasının tamamının tefrişatı gerçekleştirilmiştir. Osmanlı Askeri Rüştiye Mektebinin Restorasyonu (Devam Ediyor) Sultan II. Abdülhamid tarafından 1888 yılında Beyrut’ta inşa ettirildikten sonra Osmanlı döneminde Askeri Rüştiye Mektebi olarak kullanılan, eski adıyla Havz’e’l-Vilaye bugünkü adıyla Şehit Müftü Hasan Halid Lisesi olarak hizmet veren okulun restorasyonuna ilişkin proje çizim çalışmaları tamamlanmıştır. Osmanlı dönemine ait bu değerli eserin gelecek kuşaklara aktarılması ortak mirasımızın korunması açısından çok önemlidir. 11
Aydamon Halı Saha
Hamidiye Çeşmesi
Diğer yandan, TİKA Lübnan’ın içinde bulunduğu duruma da uygun olarak, üretime, meslek kazandırmaya ve istihdam sağlamaya yönelik projelere daha fazla ağırlık vermeye başladı. TİKA diğer ülkelerde olduğu gibi Lübnan’daki faaliyetlerini din, mezhep ayrımı yapmadan tüm Lübnan halkının tümüne yansıyacak hizmetler olması için özenle çalışmaktadırlar. Bu bağlamda, kilise restorasyon projeleri yanında Dürzi bölgelerdeki ihtiyaçlar doğrultusunda gerçekleştirilen projelerimiz de mevcuttur. Sonuç olarak, Türkiye’nin Lübnan halkı ile aynı coğrafyayı paylaşmaktan, ortak tarih ve kültürel mirasa sahip olmaktan kaynaklanan dostluk ve kardeşlik hukuku derin temellere sahiptir. Türkiye’nin TİKA, Yunus Emre, Maarif Vakfı, AFAD, Kızılay gibi kurumları ve STK’ları Türk Büyükelçiliği’nin öncülüğünde Lübnan’da çok kıymetli insani yardımdan başlayarak sosyal sayı//74// eylül 12
ve kültürel alanda çok sayıda işbirliği ve ortak çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar iki ülke arasındaki dostluk ve işbirliğini güçlendirmekle birlikte bölgenin istikrarı ve güvenliğine de pozitif katkılar sunmaktadır. Etnik olarak % 95’i Arap olan ve anadili Arapça olan Lübnan halkı yakın bir zamanda “Egemenlik Milletindir” ilkesi etrafında toplanma ferasetini gösterme kapasitesine sahiptir. Lübnan’ın gerçeklerini görüp kendilerine özgürce bir sistem inşa etme imkanları her zaman doğru seçenek olacaktır. Bu konuda ilerleme çok güç de olsa etnik, dinsel ve mezhepsel ayrımcılık yapmadan cemaatlere değil de fertlerin özgür iradesine dayanan gerçek bir ulus-devlet inşa edebilirler. Fenike medeniyetini Akdeniz’e hakim kılan bir geçmişe sahip olmak Lübnanlıların cesaretini ve direncini tekrar diriltebilir. Lübnan halkının genç nesilleri ön yargısız bir tarih okuması yaparlarsa, 1516-1918’e kadar süren görece barış dönemiyle, son yüzyılda yaşanan kaotik ortamı karşılaştırabilir ve doğru sonuçlar elde edebilirler. Temenni edilen barış ve huzur en kısa zamanda Lübnan’a tekrar gelsin. Lübnan halkının huzur ve esenliği için uluslararası toplum ve ilgili ülkeler herhangi bir çıkar yarışına girmeden yardım ve destek faaliyetlerini sürdürmenin ötesine geçmekten kaçınmalıdırlar. Türkiye’nin başta TİKA olmak üzere gerçekleştirdiği ortak sosyal ve kültürel faaliyetler bu bakımdan kayda değer örnek işbirliği çalışmalarıdır. DİPNOT
1 Abdülhak Hâmid Tarhan, Bütün Şiirleri 2: Makber, Ölü, Hacle, Bâlâdan Bir Ses, Vâlidem. (Haz. İnci Enginün) İstanbul, Dergâh Yayınları, 1997, ss. 39-131. Ayrıca bkz, Adem Çalışkan, “Abdülhak Iıamid T Arhan'ın Makber'inden Bazı Bendlerin Tahlili”, Ekev Akademi Dergisi, Yıl 9 Sayı 22 (Kış 2005), s.145.
BÜTÜN ŞEHİRLERDE
YUNUS'UN BAYRAĞINI
DALGALANDIRMALIYIZ Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
Anadolu insanı bin yıllık tarihinin Osmanlı döneminde, Viyana’ya Süleyman Çelebi’yi okuyarak gitmiştir, Cumhuriyet döneminde Brüksel’e Sezai Karakoç’u okuyarak gidecektir. Türkler tarihlerinin her döneminde, Yunus Emre gönüllü, Seyit Gazi görünümlü ve Nasrettin Hoca gülüşlü olmuşlardır. Bunun için Semerkant’tan, Saraybosna’ya kadar Eskişehir gibi, her şehirin, bir Yunus Emre’si, bir Seyit Gazi’si ve bir Nasrettin Hoca’sı vardır. Türkiye’nin Brüksel’de kendisine bir yer açmasıyla, Anadolu insanının Osmanlılar döneminde Viyana’da duran, Cumhuriyet döneminde insan kaynakları göçüyle, yeniden başlayan bin yıllık yürüyüşü, yapısal bir dönüşüm geçirerek devam edecektir. Brüksel’de yer alan Türkiye’ye, yalnızca Belçika’nın değil, bütün Avrupa ülkelerinin başşehirlerinin kapıları sonuna kadar açılacaktır. Avrupa’da yaşayan her yedi kişiden biri Müslümandır. Anadolu’nun her yedi kişisinden biri, Avrupa’da yaşamaktadır.
in yıllık tarih içinde, Türklerin rüzgarı Asya’dan Avrupa’ya doğru esmiştir. Eskişehir yöresinde kurulan, kısa zamanda Bursa’yı, kendisine başşehir yapan Osmanlıların tarihi, Türk yüzyıllarının en parlak dönemidir. O dönemde Anadolu insanı, Çanakkale ve İstanbul boğazlarından, Balkanlara açılmıştır. Türkler Avrupa topraklarında nereye gitmişlerse, gittikleri yere yerleşmişler ve kültürlerini taşımışlardır. Türklerin Anadolu’dan Balkanlara yürüyüşünde, Eskişehir’in kültür hazinelerinin vazgeçilmez bir yeri vardır. Eskişehir’in kültür hazinelerinin başında Yunus Emre, Seyit Gazi ve Nasrettin Hoca gelir. Onlar Anadolu insanının Avrupa’ya açılmasında, yanlarında taşıdıkları vatanları olmuştur. Türkler Asya’dan Avrupa’ya, Yunus’un şiirlerini okuyarak, Seyit Gazi’nin kahramanlıklarını dinleyerek, Nasrettin Hoca’nın fıkralarından ders alarak gitmişlerdir. *TC.Maltepe Üniversitesi
Brüksel ekonomik büyüklükte, dünyanın ilk yirmisinde yer alan Türkiye’ye, her alanda yeni atılımlar yapmak için, yeni fırsatlar sunmaktadır. Türkiye’deki bütün kurumlar ve kuruluşlar, Kopenhag ve Maastricht kriterleri ışığında, yeniden yapılanarak, ürettikleri ürünlerle ve hizmetlerle, Avrupa’nın pazarlarıyla birlikte, dünya pazarlarında kendilerine geniş yer açacaklardır. Brüksel’de yeri olmayan ülkelerin, uluslararası ilişkilerde söyleyecek sözleri olmaz. Brüksel’de ister yer alsın, isterse yer almasın ülkelerin güçleri, kuruluşlarının yerli bilgiler, yerli ürünler, yerli hizmetler üretmekten daha çok, dünya bilgileri, dünya ürünleri, dünya hizmetleri üretmelerinden kaynaklanır. İstanbul’dan başlayan, İtalya’nın Kuzeyinden Fransa’nın Güneyine kadar uzanan eksen, ürünleriyle, hizmetleriyle, bilgileriyle, küreselleşen kuruluşların coğrafyasıdır. Onların dünyası, kavga dünyası değil, sevgi dünyasıdır, kapılarını bütün insanlara açmışlardır. Dünyanın geleceğini, hem yerel hem küresel ürünler üreten, küresel kuruluşlar belirleyecektir. Küresel kuruluşlar, Mevlana’nın pergeline benzerler, bütün şehirlere ulaşmasını bilirler. Sürekli yenilenen küresel kuruluşlardan, herkes yararlanır, kimse usanmaz. 13
İSTANBUL BOĞAZİÇİ ‘NDE
GARİP BİR KÖY Yükselme devrinde Karadeniz, Osmanlı iç denizi olduğundan ,müdafaası için hiçbir tedbir almaya ihtiyaç duyulmayan Boğaziçi, XVII. yüzyıldan itibaren bazı saldırılara hedef olmaya başlamıştır. Mehmet Kâmil BERSE
stanbul Boğaziçi’nde, Dünyanın en güzel su yolunun iki kıta tarafında tarih boyunca çok farklı yerleşimler, tarihi yapılar, köyler , hisarlar ve kaleler görürsünüz, kiminde yemek yersiniz, kiminde balık, paça çorba içersiniz, şekerli yoğurt yersiniz, kiminde çay içersiniz …Bu güzellikler günlerce anlatılsa doyamayız… Covit 19 virüsün kol gezdiği dünyamızda, İstanbul’da yazın verdiği bunaltıcı havadan sıkılan halk, deniz kıyıları ve ormanlık alanları doldurunca, bu hafta sakin bir yer, nerede buluruz diye düşündüm, Boğaziçi’nin Rumeli tarafının karadenizle buluştuğu nokta, yani Rumeli feneri ve Garipçe köyü aklıma geldi…Yıllar önce keşfetmiştim bu köyü. Boğazın son noktası son köyü olan Garipçe şirin ve salaş bir balıkçı köyü, ilginç bir tarihi geçmişi var.. Son yıllarda meşhur olması, Yavuz Sultan Selim köprüsü nün Avrupa ayağının bulunduğu yer olması nedeniyledir.. Köprü inşaatı başlamadan önce orman içinden geçen, toprak yollarla ulaşılabiliyordu… Bugün Yolları asfalt ve rahat..Ancak köye girdiğiniz anda eski köy havasını ve yollarını muhafaza ettiğini görüyoruz, köye dar giriş yolları yokuşlarla giriyorsunuz, araç park etmek için zorlanırsınız…Köy sit alanı olduğu için, yeni bir bina yapılamıyor, eski yapılar tamir edilemiyor,,bazı ahşap binalar harap halleri ile kurtarıcı bekliyor…Boğaziçinin kuzeyinde küçük bir koy Garipçe , Bu koydan sonra Rumeli feneri var…Orası biraz daha büyükçe…Köyün burun sırtında Tarihi kalesi yer alıyor,birazdan anlatacağımız bu tarihi yapılardan önce,2000 yılında açılan sahildeki balıkçı lokantalarında her mevsim taze balık yiyebilirsiniz,bizde öyle yaptık.. Palamut yedik güzeldi, mevsim yeni başladığı için balık daha yağlanmamıştı..Dondurmalı irmik helvası güzel bir tatlıydı.. Torunlarım balığı seviyorlar, bu nedenle keyifli bir yemek oldu.. Yemekden ziyade bölgenin ve köyün tarihinden bahsetmeliyim.. BOĞAZİÇİ
Karadeniz’i Marmara denizine bağlayan Boğaziçi, eski Yunanlılar tarafından, Boğaz’ın sonundaki sahillerde rastlanan bazalt sütunlar ve mağaralar dolayısıyla, “birbiriyle vuruşan kayalar” mânasında Symplëgades şeklinde adlandırılmıştır. Tarih boyunca bünyesinde birçok mitolojik hâtırayı saklayan Boğaziçi’nin tarihçesi hakkında Eskiçağ’larda Herodot, Polybios, Strabon, Plinius, Arrian, Bizanslı Dionyzos gibi tarihçiler tarafından yazılmış sayı//74// eylül 14
eserlerden bilgi sahibi olabiliyoruz... Osmanlı Türkleri, İstanbul’un fethinden önce Boğaziçi ile yakından ilgilenmişler ve buranın askerî önemini kavrayarak Anadolu ve Rumeli hisarlarını inşa etmek suretiyle boğaz güvenliğinde kuzey tarafı sağlama almak için tahkimat yapmaya başlamışlardı. Fetih ten kısa süre sonra, Fâtih Sultan Mehmed zamanında Karadeniz’in bir iç deniz haline gelmesiyle birlikte Boğaz’ın savunmasına ihtiyaç duyulmamış, zaman zaman bu hususta bazı tedbirler alınmakla beraber son dönemlere kadar Boğaziçi Türk-İstanbul hayatında çeşitli imar faaliyetlerine sahne olarak daha ziyade bir eğlence yeri, şiir, mûsiki ve edebiyat konusu olmuştur. XV. yüzyıl ortalarından itibaren tabii güzellikleri, mimarisi, nakil vasıtaları ve hayat tarzı bakımından önemli değişiklikler geçiren Boğaziçi gittikçe güzelleşmiş, Bizans dönemindeki ıssızlık ve sessizliğin yerini giderek artan bir ihtişam ve azamet almıştır. Kısa zamanda her iki sahilde kurulan köyler, başta hânedan mensupları olmak üzere devlet büyükleri tarafından yaptırılan kasırlar, köşkler, yalılar, bahçeler, cami ve çeşmelerle Boğaziçi kalabalıklaşmış, şenlenmiş ve güzelleşmiştir. Boğaziçi’ndeki tarihî gelişmeyi daha iyi anlayabilmek için Rumeli kıyısının başladığı Tophane’den itibaren Karadeniz’e, Anadolu yakasının başladığı Üsküdar’dan Karadeniz’e kadar şehrin hikayelerini anlatacağım yazılarımda…Bu yazımda Rumeli yakasının Karadenizle buluştuğu noktadan sizlere el sallayacağım.. XIV. yüzyılda Boğaziçi’ne hâkim olan Cenevizliler, Anadolukavağı ve Rumelikavağı’nda bugün bile kalıntıları mevcut kaleler yaptırmışlardı. Yıldırım Bayezid Anadolukavağı’ndaki Yoros Kalesi’ni almış, daha sonra Fâtih buraya bir miktar kuvvet koymuştur. Yükselme devrinde Karadeniz, Osmanlı iç denizi olduğundan ,müdafaası için hiçbir tedbir almaya ihtiyaç duyulmayan Boğaziçi, XVII. yüzyıldan itibaren bazı saldırılara hedef olmaya başlamıştır. Meselâ 1624 yılında donanmanın meşgul olduğu bir sırada Karadeniz’i boş bulan Kazaklar(Rus Kazakları) Boğaz’a girerek Sarıyer, Büyükdere, Tarabya ve Yeniköy dolaylarını yağmalamışlardır. Bu olay üzerine Boğaz ağzı’nda kaleler inşa edilmiş ve içlerine muhafızlar ve topçular konulmuştur. XVIII. yüzyıldan itibaren Rusya’nın Osmanlı Devleti için bir tehlike teşkil etmesiyle daha
da önem kazanan Karadeniz Boğazı’nda yeni kaleler inşasıyla birlikte eskileri de tamir edilmiştir. Güzelcehisar ve Boğazkesen kalelerine, bu arada Kavak hisarlarına yeteri kadar müstahfız konmuştur. Bununla da yetinilmeyerek ayrıca Boğaz’ın dışında Rumeli tarafında Kilyos’ta, Anadolu tarafında ise Riva’da ve Boğaz ağzı’ndaki fenerlerde ikişer kale daha yaptırılmıştır. Daha sonra Rumeli kıyısında Garipçe, Büyükliman Tersanesi, Anadolu kıyısında ise Poyrazlimanı kalelerinin de inşasıyla yediye ulaşan kalelere topluca “kalâ‘-i seb‘a” denilmiş, bu kalelerde tüfek ve top tâlimleri de yapılmıştır. II.Abdülhamid zamanında, Ruslarla zaman zaman ilişkilerin gerilmesiyle bu kalelere takviye topçu bataryaları konulmuş ve tahkim edilmiştir.. Böylece Boğazda gözü olan Rusların buradan gemi sokmaları engellenmiş oldu… III. Selim Fransa ve İsveç’ten mühendisler getirterek Boğaz’ın müdafaa ve tahkimatına hız vermiş, kalâ‘-i seb‘aya “Boğaz nâzırı” adıyla bir ağa tayin etmiştir. Ayrıca bu dönemde kaptanpaşanın veya tersane emininin on beş günde bir gidip teftiş ve nezaret etmesi kararlaştırılmış ve bir ara geceleri gemilerin Boğaz’dan geçmesi yasaklanmıştır. Öte yandan “kalâ‘-i erba‘a” denilen ve Rumelikavağı, Anadolukavağı, Yûşa‘ tabyası ve Tellidalyan’dan oluşan kalelere bostancılar konmuş, kalâ‘-i seb‘ada olduğu gibi maaşlı kethüdâ, topçubaşı, cebecibaşı, bölükbaşı, suyolcusu ve neferler yerleştirilmiştir. Bu arada Anadolu ve Rumeli hisarları da tamir ve techiz edilmiştir. Karadeniz Boğazı’nı korumakla görevli en büyük askere Boğaz nâzırı, Boğaz hisarları nâzırı veya Boğaz seraskeri denirdi. Fakat Boğaziçi’nin dâhilî ve sivil âsayişinden bostancıbaşının sorumlu olduğu da unutulmamalıdır. Bir ara Boğaz’ın iki kıyısı ayrı muhafızların emrine verildiyse de sonra tekrar iki muhafızlık birleştirilmiştir. XIX. yüzyılda Boğaziçi kıyılarında daha birçok kale ve tabya yapılmıştır. Her tabya için civarda yalısı bulunan bir şahıs bina emini tayin edilmiştir. GARİPÇE KÖYÜ-SAKİN BİR BALIKÇI KÖYÜ
Garipçe Köyü’nde ;Bizans ve Osmanlı döneminden kalan tarihi yapıları görüyoruz.. Büyükliman Koyu’nda kale duvarı, hamam, kilise gibi kalıntılar var. Bunların dışında Garipçe’de yer alan bazı tarihi yapıları görmeliyiz.. 15
yapmaları nedeni ile Gyropolis yani "Akbabalar Şehri" adını aldığı tahmin edilmektedir. Garipçe’nin adını Karibceden aldığı da söylenmektedir. "Karib" kelimesi Osmanlıca da "yakın, yakında olan, yer ve zamana yakın, soyca yakın" anlamı taşımaktadır. Bütün bunlar yakıştırma veya söylentiden ibaret..Gerçeğini bir türlü öğrenemedim..
GARİPÇE KALESİ
İstanbul'da Garipçe sırtlarındaki Osmanlı döneminden kalma Ceneviz asıllı kaledir. . Antik Çağ'da Lykion Limen (Likyalıların Limanı) adı verilen koyda kayalıklar üzerine inşa edilen kale, Sonraları tadilatı ve restorasyonu Macar asıllı Fransız mimar Baron François de Tott’a Padişah III. Mustafa tarafından 1757-1774 yıllarında yaptırılmıştır. Mimari yapısı ile dikkat çeken ve muhteşem bir boğaz manzarasına sahip olan kale, 15. yüzyıla aittir. Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından bir süre kullanılmıştır. Kalenin dökülen bölümleri betonarme malzemeyle yenilenmiştir. Bugün, kalenin içine zaman zaman köylülere ait büyükbaş hayvanlar da otlatılıyor… Gözetleme Kulesi: Köyün en yüksek tepesinde bir kule burası. Ne zaman ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmiyor.. Kuleye çıkan araç yolu yok, fakat yürüyerek çıkılabilen bir yol bizi yukarıya götürüyor... Hacı Osman Suyu ve Soğuksu Çeşmesi: Deniz kenarındaki çeşme; Tersane: Osmanlı döneminde kullanılan, fakat hiçbir kalıntısı bulunmayan tersane 1199’da Hasan Paşa tarafından yaptırıldığı rivayet ediliyor.. Tersane ile ilgili herhangi bir kalıntı yok. Ancak, deniz kenarındaki çeşmenin kitabesinden anlaşılıyor ki, bu çeşme tersane için Hasan Paşa tarafından yaptırılmış. Garipçe Köyü’nün adını hep merak etmişimdir.. Mitolojide lanetlenmiş Kral Phineas'ın yaşadığı köy olduğu bilinmektedir. Garipçe’nin, antik çağda sahilinin taşlık ve kayalık olması, yüksek ve sarp kayalıklarında kartal ve akbabaların yuva sayı//74// eylül 16
Sol tarafta Garipçe Burnu, Bağlaraltı ve Papazburnu tamamen kayalık olan bölge. Büyükliman tarafına giderken "Gürleyen Kayalar", bir diğer adıyla "Ağlayan Kayalar", yine kayalıklar arasında çok küçük bir koy olan Hamsi Limanı ve Büyükliman burnu (Çalı burnu); Rumelifeneri'ne giderken Garipçe Burnu'ndan Papazburnu'na kadar uzanan yalçın kayalar Garipçe Köyün adının neden Garipçe olduğunu anlatır. Yeni Cami;Garipçe köyünde 1941 yılında inşa edilen Yeni Cami adında bir cami var. 1974 ve 2003 yıllarında büyük onarım gören camiin tarihi özelliği yok... İmar izni olmaması nedeniyle, köy devamlı göç veriyor.. Son nüfus sayımına göre nufusu 420 kişidir. Bu nüfusla da Sarıyer'in en küçük yerleşim bölgesidir. Limanın yanındaki Topçuoğlu Yalısı örnek bir tarihi binadır..Bu binalar gibi bir iki eski bina tarihi eser olduğu gibi, birkaç tane de taş ev bulunmaktadır. Köyde yaşayan halk, 93 harbi (1877 Rusya Harbi) nedeniyle meydana gelen büyük göçle köyün yerli halkının büyük çoğunluğunu Trabzonlular ile Rizelilerden meydana gelmektedir.. 1900’lü yıllarda Garipçe’de 17 ev varken bu sayı 1970’li yıllardan sonra 65’e yükselmiş. Günümüzde ise bu sayı 105 hanedir... Yavuz Sultan selim köprüsü; Avrupa yakasındaki Garipçe köyü ile Anadolu yakasında Poyrazköy'den boğazı birbirine bağlayan, ayaklar arası uzunluğu: 1.275 metre olan Ülkemizin bir çok konuda rekorları taşıyan köprümüzün temeli 29 mayıs 2013 yılında Avrupa ayağının temeli garipçe köyü güney kısmındaki kayalık Fil burnunda atılmıştı.. RUMELİ FENERİ KÖYÜ
Sarıyer ilçesinin Karadeniz’e açıldığı kuzey ucunda yer alan Rumeli Feneri Köyü, eski bir yerleşim bölgesi. Antik çağda ismi “Panium” veya “Panyum Burnu” olan köy, Bizans döneminde “Fanaraki” veya “Fanariyan Burnu” olarak anılırmış. Kayalıklar üzerine kurulmuş olan köyün sahilinde bulunan kayalıklar
efsanelere konu olmuş. Antik çağda “Kyanaeis” veya “Symplegades” kayalıkları ismiyle anılan Öreke Kayalıkları, zamanla birbirinden ayrılan beş büyük kayadan oluşuyor. Bizans döneminde kayaların en yüksek noktasına gemilere yol göstermek amacı ile dikilen Pompeus sütunu zaman içinde yıkılmış geriye sadece kaidesi kalmış. 17. yüzyılda Evliya Çelebi, burada bir deniz feneri bulunduğunu yazar. Osmanlı döneminde yerli halkı Rum olan köye Türkler iskan edilmeye başlamış, en büyük göç ise 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında gerçekleşmiş. Rumeli Feneri’nin tarihi yapıları arasında 1856’da yapılan Rumeli Feneri, fener içinde bulunan Sarı Saltuk Türbesi, 1769’da inşa edilen Rumeli Feneri Kalesi, 1777 tarihli Cezayirli Gazi Çeşmesi ve 1815’de inşa edilen Ramazan Ağa Camii öne çıkıyor. RUMELİ FENERİ VE SARI SALTUK TÜRBESİ:
Rumeli Feneri ya da resmi adıyla Türkeli Feneri, Kırım Savaşı sırasında Fransız ve İngiliz gemilerinin Boğaz’ın ve Karadeniz’in girişlerini görebilmeleri için yapılmasına karar verilen, 1856’da Fransızlar tarafından karşı sahildeki fenerle beraber kule kısmı yapılarak işletilmeye başlanmış bir fener. Bir söylenceye göre de inşaat sırasında Fener Kulesi’nin üst üste birkaç kez yıkılmasından dolayı köylüler burada Sarı Saltuk’un makamının bulunduğunu ama zamanla yıkıldığını, bu nedenle bu zatın kendi üzerinde bu kuleyi yükseltmediğini söylerler Fransızlar da köylülerin gönlünü almak için yatırın bulunduğu söylenen türbeyi inşa etmişler üzerini örttükten sonra da kuleyi yapmışlardır. RUMELİ FENERİ KALESİ
Topçu Kalesi 17-18. yüzyılda Rum’ların yaşadığı bölge olan İstanbul’un kuzey sınırında Rum bir mimar tarafından ustaca inşa edilmiştir. Yığma taş tekniği ile inşa edilmiş olan kale, kırım savaşında Fransız’ lara ve İngiliz’ lere ait gemilerin boğaza girişini gözetlemek amacı ile yapılmış .Rumeli Feneri Kalesi, İstanbul'da Rumelifeneri sırtlarındaki 17. yüzyıl döneminden kalma kale.İstanbul Boğazı'nın Karadeniz tarafından en uç noktada yer alan kalenin kemerli bir giriş kapısı bulunmaktadır. Cumhuriyet döneminde askeri karakol olarak kullanımıştır. İki büyük kulesi olan ve 17. yüzyılda IV. Murad zamanında yeniden inşa edilen kalede, o dönem 60 asker evi, 100 top, cephanelik, buğday ambarları, bir camii vardı ve 300 asker yaşıyordu..
FENERYOLU KUŞ GÖZLEM KULESİ
Orman ve Su İşleri Bakanlığı 1. Bölge Müdürlüğü tarafından yürütülen “İstanbul Tabiat Parkları ve Bu Alanlardaki Doğa Turizm Seçeneklerinin Haritalanması” isimli proje kapsamında yapılan Feneryolu Kuş Gözlem Kulesi 2015’de açılmış. Muhteşem manzaranın tadını çıkarmak isterseniz mutlaka buraya uğrayın. Proje kapsamında yapılmış olan 300 metrelik orman yürüyüşü parkurunun muhteşem bir spor alanı olduğunu gördüm.. Marmaracık Koyu Tabiat Parkı 2011 yılında tabiat parkı ilan edilen alan, ismini batısında bulunan koydan alıyor. Mavromoloz ormanları içinde yer alan Marmaracık Koyu Tabiat Parkı, 7,42 hektar alana yayılmış olup aynı zamanda Feneryolu Yaban Hayatı Geliştirme Sahası içerisinde bulunuyor. Tabiat Parkı içerisinde piknik alanı, kır evleri, kır lokantası, büfe, çocuk oyun alanı ve plaj bulunuyor. Alanın florası genel olarak meşe ağaçlarından ve yer yer maki örtüsünden oluşuyor. İstanbul’un saklı bir köşesinde saklı cennet görmek , bir günü sakin geçirmek için garip bir halde Garipçe’den gezmeye başlayın…Benden söylemesi; Günü, sevdiklerinizle beraber demli çayla bitirebilirsiniz.. 17
aha önce konuşmuştuk, ama tekrarında fayda var.
PERTEV BEY’İN
KIZKARDEŞİ
Şehir, medeniyetlerin “fuar vitrini”dir. Varlığını, övüncünü orada sergiler. Sahip olduğu meziyetleri, marifetleri, düzeni, siyaseti, saygıyı, sevgiyi orada vitrine çıkarır. Bunları yaparken de insanı başının üzerinde tutar. Kâmil UĞURLU
Bizim, köyden şehre geçişimiz çok sert oldu. Bunun, uzun süren ve sıkıntıları olan bir süreç olduğunu düşünmedik, emirlerle, otoriteyle ve yasaklarla geçiştirilebileceğini zannettik. Öyle ya, köyün, kırsalın onca sıkıntısı, zorluğu ve perişanlığından sonra şehre alışmanın hiç zor olmayacağını, belki birkaç yıl içinde çözüleceğini ümit ettik. Şehrin, sâkinlerine sunduğu konforu kimsenin, hele köy şartlarından çıkıp gelmiş kişinin reddetmesinin mümkün olmadığını, düz mantıkla değerlendirmeye, kabule çalıştık ve elbette yanıldık. Cumhuriyet dönemi ülkeye pek çok şeyler kazandırdı. Fakat bu arada, geçmiş zamanın yaşayageldiği şehir âhengini fena halde değiştirdi. Bazı kelimelerin sihrine fazlaca önem verdi, doğruydu: Eşitlik, anayasa, hürriyet, muasır medeniyet seviyesi.. Bunlar ışıltılı kelimelerdi. Bunların içinde yeralan “İmarlı kalkınma” diğer sözler kadar parlaktı ve ümit bağlanacak kadar cazipti. Ciddi harcamalar yapıldı bu uğurda, birebir uygulamalar yapıldı örnek olarak, olmadı. Şu anda şehirlerimizde yaşanan imar keşmekeşinin ve perişanlığının sebebi, yanlış anlaşılan ve uygulanan bu “imar anlayışı ve imar planlarıdır.” Şehir, medeniyetlerin “fuar vitrini”dir. Varlığını, övüncünü orada sergiler. Sahip olduğu meziyetleri, marifetleri, düzeni, siyaseti, saygıyı, sevgiyi orada vitrine çıkarır. Bunları yaparken de insanı başının üzerinde tutar. Bütün bu oluşumu onun için düzenlediğini anlatır. Bu uğurda neler harcadığını açıkça anlatmasa bile, imâ eder, başa kakmaz. Yüzlerce, belki binlerce senelik geçmişin oluşturduğu geleneklerin, güzelliklerin, kültürün hayat bulduğu, boyut bulduğu, geçmiş köklü hayatın düzenini, ahlâkını, zerafetini, sanatını, musikisini bünyesine sindirmiş bir mekânlar manzumesidir şehir.. Ve şehirli bu mekânı hissederek yaşayan, meselenin farkında olan kişidir. Bugün “en şehirli” olduğunu zannettiğimiz, meselâ Üsküdar’ın çoğu insanı, belki bir veya iki insan ömrü boyunca burada oturan, yaşayan insandır ve kendi ölçüsüne göre şehirli, hatta İstanbul’ludur. Oysa birkaç insan ömrü buna yetmez. Hemen şehirli olunabilmez.
sayı//74// eylül 18
Münevver Ayaşlı hanım, Osmanlı Devlet-i Âliyesinin bir güneş gibi batmaya yüz tuttuğu zamanlarının şehrini ve şehirlisini anlatır. Öyle müthiş anlatır ki, sanki bir masalın efsunlu sahneleri gibi insanı âlemden âlemlere sürükleyen lâflar eder. Anlattıkları mealen şunlar: ( ) Pertev Bey, emekli bir miralaydır. Eskiden kaymakamla mirlivâ arasındaki subaylara miralay denirdi. Bugünkü albaylık ile generallik arasında bir makamdır. Yani “paşa” değildi. Haremi, üç kızı ve kalabalık maiyetiyle, yani ev halkı ile Moda’da “İngiliz’in Evi”denilen, mülkiyeti zengin bir Ruma ait evde, kiracı olarak yaşamaktaydı. Ev, sağlam, geniş salonlu, döşemesi parke ve güzel şömineleri olan bir evdi. Ahşap oymalı küçük balkonları ile “Hamidiyen” (Sultan Hamid-i Sani zamanı mimarisinin adı böyleydi) denilen tarzdaydı. Pertev Bey’in kızkardeşi Nuhbe Hanımefendi, merhum İbrahim Paşa’nın haremiydi. Kışın Cihangir’deki konağında, yazın Büyükada’daki köşkünde otururdu. Genç yaşta dul kalmış ve bir daha evlenmemişti. Nuhbe Hanımefendi’nin Moda’ya, kardeşi Pertev Bey’in köşküne gelip gitmesi senenin en mühim hâdisesi olurdu.Bu yolculuk senede bir defa yapılırdı. Nuhbe Hanım son derece titizdi, nereye gitse arap halayığı Karanfili de beraberinde götürürdü. Elinde çanta, çantanın içinde
bohça, bohçanın içinde miskler gibi, kar gibi, beyaz sabun ve lavanta kokan tülbentler olurdu. Hanımefendinin her terleyişinde bu bohçalardan tülbentler çıkar, sırtına, arkasına, önüne konurdu. Osmanlı şehir kültürünü bilmeyenlere tuhaf gelebilir. Bu olağanüstü medeniyette tülbent bile ayrı bir kültür şubesiydi. Vazgeçilmez bir ihtiyaç, başlıbaşına bir kuvvetti. En iyisinin nerede satıldığını şehirli bilirdi. Muhittin Efendi ve Şişman, bu işin uzmanlarıydılar. Tam değirmi kesilmesi gerekirdi ve bunu herkes beceremezdi. Marifet gerektiren bir işti. Yıkamasını ütülemesini bilmek şarttı. Bunlar bir bohçada muhafaza edilirdi. Bu bohçanın içinde mutlaka lâvanta çiçeği dolu bir torba bulundurulmalıydı. Hülasa, tülbent, Sultan’dan ortalama bir şehir hanımefendisine kadar, kalfa hanımdan, yeni gelen acemi cariyeye (hizmetli) kadar herkese lazım olan bir nesneydi. Padişah ve vezir kavuklarına, Seyhülislâm sarığından köy imamının sarığına kadar her yerde lâzım olan bir kıymetli maldı. Çocuk büyürken tülbent, yaşlılıkta tülbent, ölümde tülbent.. Bunu ecnebilerin de hissetmiş olması gerek ki, 17. ve 18. yy’da İstanbul’dan Hollanda’ya götürülen lâlelere tam bir Türk ismi verebilmek için, tülbentten “muharref” Tülip ismini vermişlerdi. Türkleri en iyi anlatan bir nesneydi tülbent. Nuhbe Hanımefendi’nin çantasında elbette tülbentten başka şeyler de vardı. Meselâ kolonya. Tercihen Atkinson. Bayılmaya veya fenalaşmaya Atkinson iyi gelirdi. Çarpıntıya 19
Yemek sonrası Nuhbe Hanım’ın uzun süren el yıkama ve kolonyalanma faslı başlardı. Bu fasıl da bitip salona geçilince hanımefendi, yiğenlerinin büyüğüne, “hadi kızım bize biraz piyano çal” derdi. Selmin “Peki efendim, peki halacığım, çalayım efendim” der ve bir şeyler çalardı. Hala, yemeğin rehâvetinden, parça çalınırken uyuklamaya başlar, bunu fark etmesinler diye, müzik bitmeden elini çırpar ve seslenirdi: “Karanfil’ciğim, bana bir kahve yapıver..” Kalfa, beraberinde taşıdığı çantada bulunan kahveyi, cezveyi ve fincanı çıkarırdı ve Yemen kahvesini pişirirdi.
Münevver Ayaşlı
karşı kullanılan çiçek suyu da o çantadaydı. Mideye nane ruhu, karınağrısına lâvdana, omuz ve baş ağrısına Bombenge, kalp için Validol, çantadan eksik olmayan önemli ayrıntılardı. Ayrıca keten peçeteye sarılmış gümüş bir su kupası, tutacak yerleri sedef gümüş çatal-bıçağı ve içinde altınpara bulunan para kesesi. Bunları arap halayıka emanet eder, içi sarı atlas kapitone ile kaplanmış kupa arabasına binerdi. Sağ tarafa oturur, karşısına elinde çantasıyla karanfil kalfayı oturtur, arabacının yanında Kâhya Resul Efendi otururdu. Emir-komuta elbette kendisindeydi: “Ay, ay, ay, hızlı gitti, yavaş gitsin..” kalfa hanım kahyaya söyler, kahya da arabacıya bu talimatı iletirdi.. Konaktaki karşılama tam bir şölen olurdu. Hanımefendi gülerek ve temennâlar sunarak, sıraya dizilmiş aile fertlerine isimleriyle hitap eder, hatır sorardı. Halayıklara iltifatlar ederdi. Bu hürmetli ve muhabbetli karşılama, sofraya oturuncaya kadar devam ederdi. Kardeşinin evinde olmasına ve kendisine bu kertede hürmet gösterilmesine rağmen, hanımefendinin çatal-bıçak-kaşık takımı yine o çantadan çıkarılır ve onun önüne konulurdu. Aile, alıştıkları için bu durumu yadırgamaz ve alınmazlardı. Hanımefendinin kendi takımlarıyla yemesi ve kendi bardağıyla su içmesi sadece ona mahsus bir hal değildi. Osmanlı’nın saraydan ve konaklardan gelme alışkanlığı buydu. sayı//74// eylül 20
Münevver Ayaşlı hanım bu tesbitleri yaparken yaşadıklarını ve şahit olduklarını anlatmaktadır. Kurgu veya kulaktan dolma değildir söyledikleri. Rahmetli Sâmiha Ayverdi “İstanbul Geceleri”ni anlatırken şahit olduğu bir kahve seremonisini anlatır ki, akıllara sezâdır. Kahve çantasını, Nuhbe Hanımefendi gibi yanında taşıyan, fakat onun kadar saraylı olmayan ortakarar bir İstanbul hanımefendisinden bahseder. Kahve kültürü üzerine yapılan tesbitlerin en hârikasıdır. Sayfalar boyunca, önce kahve ve çeşitlerinden, cezvenin boyu dahil her şeyinden, geçmişinden.. kahvenin suyundan ateşin derecesinden, hangi elle ne yapılacağından, kahvenin tadına, lezzetine köpüğüne, telvesine kadar her şeyi harika anlatır. Yaşadığı ve gördüğü sahneler olduğu için son derece tabiî, abartısız ve zariftir. Batmakta olan Devlet-i Âliyenin zor dönemlerindeki ahvali böyleyse, onun normal haller içindeyken nasıl yaşadığını ve “şehirli olmanın kaçıncı kilometresinde” olduğunu düşünmek, insan aklını zorlar. Şimdiki şehirlinin huzurunu kaçıran ve kafasını karıştıran önemli unsurun, şehirlerin mimarisi olduğunu, yaşanan kaosun sebebi olduğunu kabul etmek gerekir. Bizim öz mimarlığımız, insanî tarafı olan bir müesseseydi. Biz bunu kaybedince olanlar oldu. Yani insanîliğin evrensellik olduğunu bilemedik. Onu “ileri teknoloji” ile karıştırdık ve ikisinin de aynı kavram olduğunu zannettik. En azından “apartman” garabetine mahkûmiyetimizin sebebi budur. DİPNOT
1-Münevver Ayaşlı, Pertev Bey’in Üç Kızı, Sebil Yay., 1992.
İSTANBUL'DA
SONBAHAR Bu mevsimde tarihi yarımadada sınırlarında yürümek, vapurla boğaz turu yapmak, İstanbul'un en sevdiğiniz sahillerinde seyre dalıp dalgaların sesini dinlemek; hem kendinizi hem de şehri keşfetmek için yapacağınız en verimli etkinliklerdir. Ezgi Elçin OYNAK
onbahar her yerde aynı zevkle yaşanır mı? İstanbul'dan başka bir yerde sonbaharı yaşamadığım için; bilemiyorum. Yılın her mevsiminden seçtiğim bir ay var. Sonbahardan da Eylül; herhalde doğduğum ay olduğu için... Yazdan kalma ama daha berrak; 'sarı' bir renktir sonbahar. Eski resimlerdeki gibi; İstanbul'un tarihine de hazin bir hava verir. Hüznün verdiği mutluluğu keşfettiğim için; hüznü severim. Bu bir toparlanma, düşünme mevsimidir. Doğrulmadır... Sonbahar insanı bir parça sarsar. İnsan kendine gelir. Önce şehre yansır bu 'kendine gelme'.
Refik Halid Karay'ın 'İstanbul'da Sonbaharlar' başlıklı yazısından kısa bir alıntı ile devam edelim, o da Eylül ayından bahsediyor: " Bugün -23 Eylül- sonbahar başlıyor, İstanbul ancak sonbaharda kendine gelir, kendi rengini, kendi sesini bulur, renkler ve sesler bakımından da duru ve ahenkli olur. Hele meltemlerin yeni kesildiği, lodosların henüz esmediği bir durgunluk faslı vardır ki şehirde ve kırda tam gezme, uzun gezintiler yapma devridir. " " Her yerde güz gurupları hoştur. Fakat İstanbul'daki hususiyetini ve misilsiz güzelliğini şehrin dört tarafını kaplayan denize borçluyuz." Refik Halid, çok güzel söylemiş. O bunları söylediğinde, takvim 1945 yılını gösteriyor. Bu yazının üzerinden 70'den fazla sene geçmesine rağmen, İstanbul'un sonbaharında değişen bir şeyler oldu mu? Tabii ilerleyen yılların getirdiği imkanlar, 'götürdüğü değerler' sebebiyle İstanbul'un çehresi değişmiş olabilir. Mesela, bir İstanbul sonbaharında Topkapı Sarayı'nın bahçesinde gezinti yaparken, şehrin; 'her şeye rağmen' değişmeyen büyüsünü hissedebilirsiniz... İyi ki İstanbul'da bu saray; insan övünüyor da... Bu mevsimde tarihi yarımadada sınırlarında yürümek, vapurla boğaz turu yapmak, İstanbul'un en sevdiğiniz sahillerinde seyre dalıp dalgaların sesini dinlemek; hem kendinizi hem de şehri keşfetmek için yapacağınız en verimli etkinliklerdir. Her defasında bilmediğiniz bir şeylerin tarihini size verebilen müzeler de; en güzel bu mevsimde gezilir. İnsan akınının kesilmeyeceği bir şehirdir İstanbul. Ona her mevsim yakışır fakat; sonbaharın dumansız havası, onu daha net görmemizi sağlar. Şehrin havası tansiyonu biraz düşürünce; koca bir geçmişe sahip olan bu şehir, sonbaharın gelişiyle yeniden dirilir; yeni başlangıçlara hazırlanır. Şehrin acıklı hatıraları da, en çok bu mevsimde hatıra gelir. Başlangıçta da dediğim gibi; hüznün verdiği mutluluğu keşfetmek lazım... Sonbaharın sarı çekiciliği; İstanbul'un dünyanın hiçbir yerinde rastlanamayacak tarihi dokusunu harikulade süsler. İşte bu yüzden, sonbahar bana hep tarihimizi hatırlatır. Bu mevsimi bir de Eylül'ünü sevenlenler; herhalde Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'Sonbahar' şiirini çok sevecek: Durgun havuzları işlesin bırak Yaprakların güneş ve ölüm rengi, Sen kalbini dinle, ufkuna bak. Düşünme mevsimi inleten rengi Elemdir mest etsin ruhunu Eser rüzgarların durgun ahengi. Yan yana sessizce mevsimle keder Hicrana aldanmış kalbimde gezin Esen rüzgarlara sen kendini ver. 21
KURAN VE ŞEHİR Bugün şehrin, zamanın ve yiyeceklerin bir felsefesi vardır. Kuran bunların felsefesini 1400 yıl önce ortaya koymuştur. Tin süresinde zikrettiği “Emin Belde” yi yalnızca Mekke ile sınırlamak ayetin anlamını daraltmaktır. Mehmet KURTOĞLU
sayı//74// eylül 22
uran'da “beled” yani “şehir” özel bir başlıkla zikredilmekle kalmamış, ayrıca bir çok süre ve ayette de şehre ciddi vurgular yapılmıştır. Örneğin Tin süresinde Allah şehre yemin içmiştir. Bilindiği gibi Allah özellikle altı çizilmesi, insanların üzerinde derin şekilde düşünmesi ve ondan irfan ve hikmetler çıkarmasını istediği şeyler üzerine yemin eder. Bu yeminin iki anlamı vardır. Birincisi kulunun dikkatini o şeye çekme, ikincisi o şeyin insan için faydalı, hikmetli yönlerini gösterme… Kuran’da Allah’ın yemin içtiği şeyler kutsal sayılmıştır. Zamana, kelama, şehre, zeytine, incire ve üzüme yemin içmiştir. Zaman ve mekan(şehir) insanlık tarihi boyunca filozof ve sanatçıların aklını kurcalamıştır. Allah’ın bunlara yemin içmesi gösteriyor ki şehir, zaman ve adı zikredilen meyveler sıradan şeyler değildir. Bugün şehrin, zamanın ve yiyeceklerin bir felsefesi vardır. Kuran bunların felsefesini 1400 yıl önce ortaya koymuştur. Tin süresinde zikrettiği “Emin Belde” yi yalnızca Mekke ile sınırlamak ayetin anlamını daraltmaktır. Yine Kuran’da adı geçen Medine ve Kudüs’ü aynı şekilde kutsanması kendisinden hikmet fışkıran Kuran’ın mantalitesine terstir. Kuran bu şehirler üzerinden diğer şehirlere mesaj vermiştir. “Emin Belde” Mekke gibi Müslümanların kuracağı bütün şehirler “emin” yani güvenilir olmalıdır. Kutsanmış Medine diğer kurulmuş olan ve kurulacak şehirlerimiz için adı gereği “medeniyet”te ölçü olarak gösterilmiştir. Kutsanmış Kudüs ilahi dinlerin buluştuğu mekan olarak diğer şehirlerimize hoşgörülü, bir arada yaşamada ölçüdür. Her ne kadar bugün Kudüs bu özelliğini Siyonizmle kaybetmiş olsa da biz Müslümanlar ona bu vasfını tekrar kazandırmakla mükellefiz… Örneğin bu üç önemli dinsel şehri yalnızca Mekke, Medine, Kudüs ile sınırlamak Kuran'ın şehir felsefesini sınırlamak demektir. “Emin Belde” yani “Güvenilir Şehir” Kuranî bir metafordur; bütün şehirleri sembolize eder. Zira “Emin Belde” diğer şehirlerin inşası için örnektir. Arapça “Beled” yani “şehir” Kuran’da bir sürenin adıdır. Allah nasıl ki, kadın için, peygamberler için, insan için müstakil birer süre nazil etmişse, şehir için de müstakil bir süre nazil etmiştir. Beled süresinde Allah "sarp yokuş" metaforunu kullanır. “Sarp Yokuş” tıpkı İncil’dekii “Dar Kapı” metaforu gibidir. Hıristiyanlıkta herkes “Dar Kapı”dan geçemez. İslam’da ise herkes “Sarp Yokuş”u çıkamaz. İlginçtir “Sarp yokuş” metaforunu
“şehir” süresinde zikreder, tanımlar. Ayette “bu yokuşun ne olduğunu bilyor musunuz?”diye de sorduktan sonra açıklar. İşte “sarp yokuş” netaforu bir nevi şehir sosyolojidir. Şehirde yaşayanların aşması gereken kurallardır. İşte o kuralları yerine getirenler güzellik yaratır ve öteki dünyada da güzel bir cennette/ şehirde yaşarlar. Çünkü cennet metaforu dahi harika ve büyülü şehrin metaforudur. Babil’in Asma Bahçeleri yeryüzünde bu metaforu gerçekleştirilme düşüncesinden doğmuştur. Bir nevi Allah ile şehir yani cennet yaratma, inşa etme yarışıdır. Beled/ Şehir süresinde Allah şehrin baba ve çocuklarından bahseder. Bu şehrin insanla vucüt bulduğunu ve onlarla nesiller boyu yaşadığını anlatmak içindir. Aynı zamanda bir şehirde nesillerin devamı o şehrin aristokrasisini, nesillerce devam eden serüvenini anlatır. Müfessirler “belde” veya “şehir”den maksat Mekke’nin olduğunu söylerler. Ayette geçen “Ana baba ve bunlardan meydana gelen çocuklar”ın kimler olduğu hakkında ise farklı görüşler ileri sürülmüşlerdir. Bunlar, Âdem ve zürriyeti, Nûh ve soyu, İbrâhim ve soyu, Hz. Muhammed ve soyu olarak özetlenmiştir. Sürenin ilk ayetlerinde insanı sıkıntılara göğüs gerecek şekilde yaratıldığı üzerinde durulur ve bundan dolayı da insanın kendisine kimszenin güç yetiremeyeceği sandığı anlatılır. Sonra yığınla mal harcadığını, bunu yaparken de kimsenin görmediğini zannettiğini söyler. Bunlardan sonra “fakat o sarp yokuşya atılmadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen ne bileceksin?” diye sorar ve başlar anlatmaya. Aslında şehirler kuran, mal yığan insan kendini kaybeder ve ilahlaşmaya doğru gider. Bazen bunun bilinçli bazen de bilinçsiz şekilde yapar. Oysa Allah beled yani şehir süresinde insanın bu şımarıklığının sarp bir yokuş olduğunu söyler. Hikaye şehir içinde geçer. Çünkü sarp yokuş her şeyin üstesinden gelen, nesiller boyu şehirde yaşayan, bütün zorlukları alt edeceğine inanan insanın çıktığı bir tepedir. Bir nevi Müslümanın sisyphos’udur. Buna çıkabilen, aşabilene ne mutlu! Allah bu sarp yokuşu çıkışın yolunu şöyle gösteriyor; birincisi tutsak bir birini yani köleyi azat etmek, ikincisi şiddetli kıtlık gününde bir yetimi veya yoksulu doyurmak, üçüncüsü sabrı ve merhameti tavsiye etmek… Bu dört şeyi yapan insan hem kendisi hem de yaşadığı şehre mutluluk getiren insandır. Dikkat edilirse ayette geçen “sarp yokuş” her insanın çıkamaycağı, aşamayacağı
dört zor vasıftan bahsediyor. Bu vasıflar hem insanı mutlu etmede hem de şehirdeki sosyal hayatı tanzimde önemli kıstastır. Birincisi “köle azat etmek, yani özgürlük. Bugün kölelik kalmadığı için bu köle azat etmeyi “insanın özgürlüğü” olarak değerlendirmek gerekir. Bu Latinler’in “şehir hayatı insanı özgür kılar” dediği hakikatin Kuran’daki yansımasıdır. Şehir insanın özgürlüğünü bahşeden bir mekan olmalıdır. İnsanı halife olarak yaratan Allah, onun özgür olması kadar yaşadığı şehrin de özgür olmasını da şart koşuyor. Demek ki Müslümanların kuracakları yahut yaşadıkları şehirlerde “özgürlük” birinci derece önemlidir. İkincisi kıtlık zamanında yetim ve yerde sürünen yoksul ve fakirleri doyurmak. Dikkat ederseniz normal zamanlardan bahsetmiyor, kıtlık döneminden bahsediyor. Bu ne demektir? İnsanlar açlıkla karşı karşıya kaldığı bir dönemlerde bencilleşir, paylaşma duygusunu kaybeder. Allah işte böyle bir zamanda insanın ekmeğini, malını paylaşmasını emrediyor. Böylece “paylaşma”nın altını çiziyor ve şehrin paylaşımcı yönüne dikkat çekiyor. Kuran’a göre kıtlık zamanları dışında olması geren bir şeydir paylaşmak. Önemli olan kıtlık zamanında paylaşımdır. Çünkü en zor paylaşım bu dönemde yapılan paylaşımdır. Üçüncüsü “merhamet” kavramı üzerinde durur. Merhamet insanları birbirine yaklaştıran en önemli insani duygudur. İnsan veya toplum bu duyguyu kaybettiğinde bir caniye bir hayvana dönüşür. İşte şehirde yaşamanın bir diğer önemli yönü merhametin inşa edilmesidir. Dördüncüsü ise “sabır”dır. Sabır hem zorluklara göğüs germe hem de mücadele etme anlamına gelir. Şehirde yaşamak hem zor hem de mücadele gerektirir. Bu yüzden Allah insana sabrı tavsiye ediyor. Bu dört şeyi başaran “sarp yokuşu” aşabilir ancak, diyor. Başaramayan ise çakılıp kalır. Kuran’da şehir süresinde bu dört şeyin sıralanması oldukça anlamlıdır. Bir de sürenin başında yığdığı malı harcayanlardan bahsediliyor. Bu da kazanan, mal biriktirenlerin İslam göre keyfine göre harmcama yapamayacaklarını gösterir. Çünkü mal yığmak İslamiyete göre yalnızca toplumun menfeatine olursa meşrudur. Yoksa Karun gibi böbürlenip, Allah’ı unutmak için değil! Allah bu sürede diyalektik bir dil kullanmıştır. İyi ve kötü, güzel ve çirkin! “Sarp Yokuş” insanın şehirdeki imtihanıdır. O yokuşu çıkabilirse iyiler, çıkamazsa kötüler safında yer alır. Bunu topluma da uyarlamak mümkündür. Bir şehrin ahalisi iyilikte yarışırsa o şehirde 23
mutluluk, kötülükte yarışırsa o şehirde kaos ve savaş çıkar. Örneğin Kuran’da “beled” süresinin dışında peygamber kıssaları anlatılırken bahsedilen şehirler vardır. Bu şehirler aynı zamanda sembolik şehirlerdir. Örneğin ölçü ve tartının doğru kullanılmadığı, alış verişlerin düzgün yapılmadığı “medyen” şehri. Sonra Allah’ın helal kıldığı kadınları bırakıp oğlanları tercih eden ve bu yüzden yeryüzünden silinen Lutun geldiği “Sodom ve Gomore” şehirleri…
DİPNOT
1-Kuran-ı kerim, Bakara Süresi, Ayet 58
sayı//74// eylül 24
Kuran yalnızca Beled süresinde şehirleri anlatmamıştır . Kuran’da şehirlerle ilgili birçok ayet vardır ve bu ayetlerde çoğunlukla şehirlerin özellikleri sıralanır. Örneğin “Şu şehre girin de onun nimetlerinden dilediğiniz gibi bol bol yiyin” diye geçer. Buradaki şehir Filistin/Kudüs’tür. Bereketli bir şehir olarak tasvir edilmiştir. Aynı sürenin yüz yirmi altıncı ayetinde ise İbrahim Peygamberin “Ey rabbim, burasını güvenlibir şehir kıl ve iman edenler için çeşitli meyvalarla rızıklandır” diye dua ettiği anlatılır. Buradaki güvenli şehir Mekke’dir. Burayı Allah hem güvenlikli hem de nimetleri bol bir yer olarak müjdeler. Gerçekten de çölün ortasında inşa edilen bu şehir, başta zemzem olmak olmak üzere, suyu ve meyveleriyle bereketli bir şehir olmuştur. Ayrıca Müslümanların Hacc merkezi olarak ahalisine ticari anlamda büyük katkılar sağlamıştır. Hatta siyah altın denilen petrolün buradan çıkması dahi ilahi bir nimettir. Güvenlik ve zenginlik bu şehirle özdeşleşmiştir. En’am Süresi 92 ayette ise Mekke “Ümmülkurra” yani “Şehirlerin Anası” diye tasvir edilir. Mekke’nin “Ümmülkurra” diye anılması, şehrin din ve ticaret merkezi ve bilhassa Müslümanların hacc yeri olmasından dolayıdır. Ayrıca Kabe Arabistan’ın en eski mabedidir. Böylece kuran şehirlere has vasıfların altını çizer. Araf süresi 57 ayette ise kurak şehirlere nasıl yağmur yağdırdığı ve insanları nasıl rızıklandırdığı anlatılır. Ardından “güzel şehirlerin bitkisi rabbinin izniyle güzel çıkar; kötü olanların ise faydasız üründen başka bir şey çıkmaz” der. Böylece güzel ve bayındır şehirler ile çorak ve verimsiz şehirlerin altı çizilir. Güzel şehirleri Allah’ın sevdiği ve rızıklandırdığı anlatılır. Yine Araf Süresi 163. Ayette ise “deniz kıyısındaki şehirler halkı” diyerek Yahudilerin cumartesi yasağına uymadıklarından bahsedilir. Deniz kıyısındaki şehir konusunda farklı yorumlar vardır. Kuran’da geçen deniz kıyısındaki şehrin; Akabe körfezi sahilindeki Eyle bugünkü Akabe şehri veya Teberiye Gölü civarındaki Teberiye,
Akabe Körfezi batı kıyısındaki Medyen şehirlerinden biri olduğu tahmin edilmektedir. Yusuf süresinde ise mısırlı kadınlardan “şehrin kadınları” diye bahsedilir. Züleyha’nın Yusuf’a olan aşkının kadınlar arasındaki dedikoduya vurgu yapılır. Mısırlı kadınların Züleyha için yaptığı dedikodu dikkat çeker. Nahl süresinde ise Allah’ın bir şehri misal olarak verdiğini belirttikten sonra “ bu şehir güvenlikli ve huzurluydu; her yerden oraya bol rızık geliyordu.Derken ahalisi Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük etti” der. Böylece zenginlikle birlikte şehirlerin şımarık azacağına vurgu yapılmıştır. Gerçekten de sosyolojik olarak zenginleşen şehirlerin azgınlaştığı bir gerçektir. Zenginleşmeyle paralel olarak günah ve suçların arttığı sosyolojik bir vakadır. Batıda bir şehrin gelişmişliği orada işlenen suçların çokluğu ve büyüklüğü ile ölçülür. Kuran’da buna dikkat çekerek insanları uyarmıştır. Neml 27 ayette ise “ben kutlu şehir Mekkenin rabbine ibadet etmekle emrolundum” der. Mekke böylece hem şehirlerin anası hem de kutlu şehir olarak tanımlanmıştır. Azhap süresi 33 ayette ise “Medine’de kışkırtıcılık yapan münafıklardan bahsedilir. Sebe süresi on sekizinci ayette ise Allah (cc) “biz onlara bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirdik. Ve oralarda geceleri gündezleri güven içinde seyahat edin, dedik” der. Şehirlerden, şehirlerarası seyahatlerden ve en önemlisi güvenlikten bahseder. Yasin süresi 36 ayette ise bir şehirden başka bir şehire insanları uyarmak için gelen inançlı ve vicdanlı bir adamdan bahsedilir. Ayette “şehrin ta öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve dedi ki: ‘ey kavmim, uyun bu gönderilen elçilere” diye anlatılır. Ayette geçen adamın Habibi Neccar, şehrin ise Antakya olduğu söylenir. Böylece şehirlerde halkını uyaran vicdanlı ve merhametli insanların olması gerektiği vurgulanır. Kuran’ı Kerim’de doğrudan şehiri anlatan ellinin üzerinde ayet vardır. Bir de isimleri zikredilmeden şehre vurgu yapan ayetler vardır. Sonuç olarak bu ayetler göstermektedir ki, İslam şehir dinidir ve ayetlerde görüldüğü gibi şehirler bazen övgüyle anlatılır bazen de yerilir. Şehir uyarılarla doludur. Çünkü şehirler hem övgüyü hak edecek özellikler taşır hem de yergiyi hak edecek kötülükler barındırır. İslam şehir dinidir. Kuran şehrin mantalitesini, hadisler ise hukukunu ortaya koyar. İslam tarihini bu çerçevede okuduğumuzda şehirlerimiz daha yaşanılır, daha güzel ve ddaha güvenilir olur...
YUNUS’UN ŞEHRİ VANİLYA KOKULU
KARAMAN
Türkçeyi sevdiren Allah aşkını dizelerinde anlatan dillere destan bir şair geçmiş bu topraklardan. Canan COŞAR
nca güzel insan geçmiştir bu topraklardan özü güzel sözü güzel kendi güzel. Şeyh Edebali, Kazım Karabekir, Mevlana, Kemal Reis. Allah aşkını vatan millet sevgisini anlatmışlar. Bir şehre değil ülkeye, dünyaya örnek olmuşlar. Yollarından iz sürdürmüşler. Karamanoğlu Mehmet Bey’in kazandırdığı Türk dili, her yıl düzenli olarak kutlanan Türk Dil Bayramı ile Türkçenin önemi anlatılır bu güzel şehirde. Şehrin insanı dilin güzelliği tasavvufun verdiği huzur ile samimi, cana yakın, yardım sever, misafirperver olmayı yaşam şekli haline getirmiştir. Kilometrelerce ötelerden duyulur vanilyanın kokusu Yunus’un,Mevlana’nın şehrinde. Bakkaldan bisküvi alan bir çocuğun coşkusu kaplar içini insanın. Doyurur halkını güven verir unuyla, buğdayıyla, bulguruyla, sütüyle, yoğurduyla, küflü peyniri, yayık tereyağıyla. Elma bahçeleriyle, dağlarda gezinen oradan oraya zıplayan keçinin,sonradan oyunu çıkan koyunun bereketiyle beslenir doyar şehir halkı. Vanilya kokulu fabrikaların önünden geçer girersin şehrin içine. Sağda tren istasyonu karşılar önüne konmuş gurbetçileri temsil eden heykel ile.
Oradan oraya rüzgârda savrulan yaprak misali bavulunu alıp yola çıkan işçileri temsil eder işçi heykeli. Şehir insanı misafir eder ağırlar yol gösterir. Ev, iş bulmasına yardımcı olur. Öyledir bu şehrin insanı. Akdeniz’in sıcaklığı ve samimiyeti İç Anadolu’nun misafirperverliği yansımıştır şehre. Şehrin küçüklüğü ulaşımı kolaylaştırır. Turizmi ve kültürel değerleriçin kalesi, camileri, tekkeleri, medreseleri, yer altı mağarası ile şehir büyük bir değer taşır. Karaman’ın koyunu sonradan çıkar oyunu deyişi ile Karaman Kalesi’nde yaşanan efsane dilden dile yayılarak ün kazanmıştır. Efsaneye göre Karamanoğlu Beyliği Moğollarla savaş halindedir. Moğollar beylik üzerine sefer düzenler geceyi beylik sınırda geçirirler. Bu sırada Karamanoğlu Beyliği askerleri koyun postu giyer bazıları boynuna çan takar. Bu şekilde düşman üzerine varırlar. Moğol askerleri eğlencede olduğu için gelenin koyun sürüsü olduğunu düşünerek önemsemez. Gelen Karamanoğlu Beyliği askerleri üzerindeki postları atarak Moğol askerlerini bozguna uğratırlar. Moğol askerlerinden canını kurtaranlar memleketine döndüğünde “ Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu” demiştir. Şehrin merkezinde bulunan Aktekke Camii büyük bir öneme sahiptir. Mevlana’nın annesi Mümine Hatun’un mezarının bulunduğu türbe şehirde tasavvufun önemini yansıtır. Mevlana’ya değil sadece, şehre de annelik yapar yattığı yerde. “Üzülme, kaybettiğin her şey başka bir surette bir gün mutlaka geri döner.” “Sevenler en sonunda bir yerlerde buluşmazlar onlar en başından birbirinin içindedir.” “Eriyen kar gibi ol, kendini kendinle yıka.” der Mümine Hatun’un güzel evladı Mevlana Celaleddin-i Rumi. Türkçeyi sevdiren Allah aşkını dizelerinde anlatan dillere destan bir şair geçmiş bu topraklardan. Şehrin merkezine yapılmış olan Yunus Emre Camii yanında türbesi halkın en çok ziyaret ettiği yerlerden biri olmuş. Der ki Yunus:Ben ağlarım yane yane Aşk boyadı beni kane Ne akilem ne divane Gel gör beni aşk neyledi Bu şehirde kısa süreli de olsa yaşamak benim için büyük bir kazanç. Sanata, spora, eğitime, insan ilişkilerine büyük önem verilen bu şehirde yeni taşınan komşusuna evinde ne varsa paylaşan iyi günde kötü günde yanında olan insanlara, öğrencisine büyük özen gösteren önem veren öğretmenlere, yetiştirdiği sporcuyu en iyi yere taşıyan cesaret vermek yüreklendirmek için alnından öpen antrenörlere, memleketinin daha iyi şartlara ulaşması için çalışan belediye çalışanlarına tanık oldum. Vanilyanın kokusu sarmıştı tasavvufa gönül veren şehri. 25
ünyadaki bütün şehirler ikiye ayrılır elbette, yeni olanlar, eski olanlar diye.
DÜZCE
HER ŞEYİYLE YENİ BİR
OSMANLI ŞEHRİ Düzce demek lezzet demek elbette; Bolu’nun komşusu ne de olsa. Bizzat gittim sordum: Düzce merkezde en çok Arnavut ciğeri ile Düzce köftesi meşhurmuş. Fahri TUNA
Eski, ta üç bin, beş bin, yedi bin senelik şehirler de var ülkemizde, Mardin (Meridin) gibi, Urfa (Edessa) gibi, Trabzon (Trabizos) gibi, İstanbul (Kostantinepol) gibi. Bir de yeni, yesyeni, yepisyeni şehirler vardır. Daha elli, yetmiş beş, en fazla yüz yıllık. Karabük mesela. Batman mesela. Kırıkkale mesela. Bunlar ya bir madenin büyüttüğü şehirlerdir (Karabük’ü demir, Batman’ı petrol) ya da bir fabrikanın (Kırıkkale’yi MKE Silah Fabrikası). Bu tür örnekleri ülkemizde de dünyaya da çoğaltmak mümkün. Peki ya Düzce? Düzce’yi ne şehr’etmiştir son yarım asırda? Diyeyim size: Ne maden ne fabrika ne şu ne bu; ne öyleyse? İhtiyaç ve doğa. Cedid şehir Düzce. Cedid yani yeni yani taze. Merkezdeki ulu camisinin adından da belli değil mi: Düzce Cedidiye Camii. Düzce yeni daha, yirmi bir yıllık bir vilayet. Dün gibi hatırlıyorum; 1999 yılında vilayet yapıldı. (Nereden mi hatırlıyorum; 17 Ağustos 1999 Depreminde Adapazarı, 12 Kasım 1999 Depremi’nde Düzce büyük yıkım yaşayınca, Hükümet iki şehri de fizikî olarak ayağa kaldırırken, benim de yönetici olarak çalıştığım ilkine büyükşehir, ikincisine vilayet statüsü vermişti de oradan.) 81 plaka Düzce’ye yakışıyor be! Bir araçta 81 plaka gördüğümde, sanki göz kırpıyor gibi geliyor bana. Tanış kırpışı… El-hak doğru muydu karar? Kesinlikle doğruydu! Zaten yüz otuz yıldır da Düzce, Bolu’ya bağlı değildi. İdareten bağlıydı ama fiilen, zihnen, ekonomik ve sosyolojik olarak Bolu’ya değil, Adapazarı’na bağlıydı. (Bilerek Sakarya’ya demedim.) Neredeyse bir asırdır her Düzceli, kırk beş kilometre mesafedeki Bolu’ya değil, Salı veya Cumartesi günleri doksan kilometre uzaklıktaki Adapazarı’na gelir, haftalık ihtiyaçlarını, hatta düğün alışverişini, yemeiçme, giyim kuşamını buradan tedarik ederdi. (Hâlâ bugün dahi bu böyledir.) Hangi Düzceliye sorduysam, aynı cevabı aldım: Biz Bolu’ya değil Adapazarı’na benzeriz. Düzce, küçük Adapazarı’dır. Bunun manası şuydu: Düzce’nin sokaklarında ve köylerinde, tıpkı Adapazarı gibi, on yedi dil konuşulur.
sayı//74// eylül 26
Bölgenin Türklerce fethinden 1862 arası Osmanlı’nın Orta Asya’dan getirip iskân ettiği Türk boyları (şimdi bölgede bu insanlar kendilerini Manav Türk’ü veya Yörük olarak adlandırıyorlar), 1863’den itibaren Gürcüler ve Lazlar (bunların Trabzon’la hiçbir ilgileri yok), 1864 ve sonrasında Çerkez ve Abhazlar, 1881 ve sonra Boşnaklar ve Muhacirler, 1923 sonrası ise Anadolu’nun değişik illerinden, Rize’den, Trabzon’dan, Giresun’dan, Ordu’dan yerleşen insanlarımızla oluşmuş bir vilayet Düzce. Türkçe kadar Lazca, Gürcüce, Çerkezce, Abhazca, Hemşince, Boşnakça, Arnavutça da konuşulan bir ildi Düzce. Rumeli ve Kırım Türkçesini de ekleyelim bunlara. Romancayı da. İstiklâl Harbi döneminde meşhur olmuş bir tekerlemeyi derlemiştim 1980’lerde bir mühendis ağabeyden: Kızılcahamam’ın kazı, Bolu’nun sazı, Düzce’nin Abaza’sı Laz’ı, Hendek’in namazı… () meşhurdur. Bu tür genellemeler elbette o şehri tümüyle kapsamaz ama bir fikir verebilir. Bu tekerlemeden de anladığımız gibi Düzce, çok etnik kökenli bir huzur şehridir. Düzce küçük Türkiye, küçük Osmanlı’dır, evet. Maç dedik de; seneler seneler önceydi, merhum Esat Karaberber kardeşim Düzce Doğsan’da oynuyordu. Doğsan o sene (1993-94 sezonu olabilir) çok başarılı bir sezon geçirmiş, bizim Esat da 24 golle Üçüncü Lig gol kralı olarak, Süper Lig’deki Sarıyer’e transfer olmuştu. Futbolcu fabrikatörü babası Ekrem Ağabey ile beraber bir maçına gitmiş, Düzce’de izlemiştik rahmetliyi. (Rabbim ikisinin de mekânını
cennet eylesin.) Ne güzel günlerdi.Yaklaşık 400 bin nüfusun yarısının il merkezinde yaşadığı Düzce’ye bağlı Akçakoca (40 bin), Gölyaka, Kaynaşlı, Çilimli (20’şer bin), Cumayeri, Yığılca, Gümüşova (17’şer bin) adlı ilçeleri bulunuyor. Düzce demek lezzet demek elbette; Bolu’nun komşusu ne de olsa. Bizzat gittim sordum: Düzce merkezde en çok Arnavut ciğeri ile Düzce köftesi meşhurmuş. İlçelere gelince; Akçakoca Karadeniz sahilinde malum. İlk sırada Palamut balığı, sonra Mancarlı pide, Kaşık mantısı, üzerine de Melengüççeği tatlısı. Gölyaka’nınsa Yayın balığı çok leziz ve meşhur. Cumayeri Pancar çorbası demekmiş. Yığılca’nın Palaz böreği kadar da balı. Cennet vatanım; her yören ayrı güzel, her yemeğin ayrı leziz, yeminle. Kadim dostum Tacettin Özkaraman (şair, 3 dönem Taraklı Belediye Başkanı) Bey ile ikimiz, geçenlerde nefis bir sürpriz ile karşılaştık Akçakoca’da. Akparti’den (201419) belediye başkanlığı yapan Eczacı Cüneyt Yemenici, kahvaltı soframıza kendisinden önce, CHP’den belediye başkanlığı yapan (2009-14) İnşaat mühendisi Fikret Albayrak’ı da davet etmişti. Halef seleftiler ve çok yakın dosttular. Görevdeyken de böyleymişler meğer. Fikret Başkan, 2014’te seçimi kaybettiği Cüneyt Yemenici’ye, seçimden bir hafta sonra hayırlı olsun ziyaretine gelmiş, beş senede şunları yaptım, seçilseydim önümüzdeki beş senede de şu projeleri gerçekleştirecektim, isterseniz faydalanabilirsiniz diyerek bir dosya sunmuş. Ve Cüneyt Başkan da görev süresince sık sık 27
çaylarını, çayların buluşmasını, Efteni Su Basar Gölü’nü… İnanın seyrine doyamayacaksınız, diyeyim size. Abartmıyorum, yaşadım ben bunu. Ha unutmadan, Toptepe seyir terasına çıktığınızda, otuz üç sene İstanbul’da banka müfettişliği yaptıktan sonra köyüne dönen Tahsin Altun’un, 630 çorba arasında Türkiye birinciliğini kazanan enfes Tarhana çorbasını içmeden dönmeyiniz. Tahsin Bey’in huzur, edep, ikram, güven ve kemâl kokan bakışları, biliniz ki Gölyaka’yı, Düzce’yi, Düzce insanını yansıtıyor hakikatte.
selefi Fikret Başkan’ı ziyaret ederek muhalif başkanın bazı projelerini hayata geçirmiş. Meğer Fikret Başkan’a, 2009’da seçimi kazandığında, bir önceki dönemin Akpartili Belediye Başkanı Nazmi Bey de (ki o seçimde de adaymış ve kaybetmiş olduğu halde) koltuğunun altında bir dosya ile gelmiş, Fikret kardeşim, tebrik ederim, beni yendin. Hayırlı olsun. Bunlar, kazansaydım hayata geçireceğim projelerimdi. Buyur, dilediğini uygulayabilirsin demiş. Evet; işte bu! Tam da bu, aradığımız. Karadeniz’den esen ılgıt ılgıt şifalı rüzgârdan daha çok, bu duyduklarımız, gördüklerimiz, yaşadıklarımız serinletti içimizi. Türkiye’ye örnek olacak demokratik olgunluk, hoşgörü, kazananı tebrik, şehir için güzel olanda eski-yeni başkanın birlikte yanyana olmaları. Ne kadar çok hasretiz bunlara. Tebrikler Nazmi, Fikret, Cüneyt Başkanlar. Türkiye sizi örnek almalı; 81 il, 937 ilçe…
sayı//74// eylül 28
Düzce insanı dedim de; Sakaryaspor’u herkes hatırlar. 2000-2020 arası üç başarılı dönemi vardır, üçünde de başkanı Selahattin Aydın’dır. Öğünmek gibi olsun, benim de çeyrek asırlık dostumdur. Birlikte çalışmışlığımız kadar, halı sahalarda yıllarca futbol oynamışlığımız (sahada top oynarken kafam delindiğinde gece yarısı beni hastaneye götürüp altı dikiş attırtmışlığı) da vardır. Dürüstlük, prensip, vefa ve cömertlik abidesi adamdır. Belediye olarak işçilerimize altı maaş ödeyemediğimiz zor günlerde de, Sakaryaspor’un transfer tahtasının kapalı olduğu trilyonlarca liralık borçlu günlerinde de, Nasılsın sorusuna cevabı hep aynı oldu: İyi olacak inşallah! Haklı da çıkmış, onun başında olduğu işlerin sonu hep iyi, güzel, mutlu bitmiştir. Bunu niye anlattım. Selahattin Aydın Düzce Çerkez Aynalı Köyü’ndendir. Taraftar gruplarının alışılagelmiş yem borularını tıkadığı için de yeşil siyahlı tribünlerin meşhur sloganı hep onunla ilgiliydi: Düzceli, Başkan, İstemiyoruz!.. Ama Sakaryaspor’un başı ne zaman zora düşse, başa zorla (yalvar yakar) getirilen ve takımı maddî manevî uçurumun dibinden felaha çıkaran kahramanımız da odur.
Gölyaka’dan söz etmeden geçemeyeceğim bu arada. Çok sıcak samimi çalışkan sosyal bir kaymakamları (Abdullah Kurt) ve benzer özellikte belediye başkanları (Yakup Demircan) var. Gerçek bir yeryüzü cenneti Gölyaka. İnanın bana. Gittim, dünya gözüyle gördüm. Kaplıcası (İçmeler), gölü (Efteni), şelalesi (Güzeldere), yaylaları (Pürenli, Kardüz vs.) var. 372 basamakla indiğimiz 120 metre boyuyla Türkiye’nin en yüksek akışlı şelalesi Güzeldere de onlarda, Kraliçe Eftalyanın sularında şifa bulduğu Efteni Gölü de. Ki, aynı zamanda kuş cenneti bu göl.
Bir de Nazmi Narin Ağabeyimdir benim için Düzce. Yatılı okulda bir üst sınıftan büyüğüm. Her zaman olumlu, her zaman enerjik, her zaman vefalı; durmadan dinlenmeden gençliğin, çevresindekilerin iyiliği için mücadele veren misafirperver Düzce Beyköylü Ağabeyim. Tipik, örnek, güzel bir Düzcelidir o da zira.
Toptepe’ye çıkmalı; doğuda Kaynaşlı’yı, orta bölümde Düzce ve Gümüşova’yı, batıda Gölyaka’yı, önde ovayı, Büyük ve Küçük Melen
Düzce, Türk şehir, Müslüman şehir.
Evet; Düzce, yeni, cedit bir şehir, Aynı zamanda çok farklı etnik kökenlerden ve coğrafyalardan gelenlerin oluşturduğu renkli ve zengin şehir. Doğa harikası, yeryüzü cenneti vilayet. Lezzetler cenneti.
Her şeyiyle yeni bir Osmanlı şehri.
Kuş Onu orada unutmuşlar Doğancılar’daki kuş Doğancılar çok yokuş Onu yoklukla tartmışlar Doğancılar’daki kuş Kanatları sarı sıcak Yekinse belki uçacak Uçmaları unutmuş Doğancılar çok yokuş Birkaç ağaç, insanlar ve güvercinler Yaşayanlar, yatanlar ve cinler Hepsi ölesiye yorulmuş Onu yoklukla tartmışlar Dörtbir yanı icâzetli harâmî Ne yapsın Hz. Veysel Karanî Bütün denizleri tutmuşlar Onu orda unutmuşlar Ayaklarında bir parça deniz Neler çektiğini bilseniz… Susmuşlar, kurtlar ve kuşlar.. Kâmil UĞURLU 29
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
BAĞDAT -IIBağdad'ın havası ciyâdetiyle (güzelliğiyle) meşhurdur. Egerçi (gerçi), mevsim-i sayfta (yaz mevsiminde) hararet 38-42 dereceye kadar tesâ'ud ediyorsa (yükseliyorsa) da, bu harareti tadil edecek vesâ'it (giderecek imkânlar) da mevcuttur
Hüseyin YÜRÜK
ağdat’ın son dönemlerde diğer vilayetlerimiz gibi ihmal edildiği ve şehrin geri kaldığı bütün kayıtlarda yer almaktadır. Son dönem kaymakamlarından Bereketzade İsmail Hakkı, Bağdat’la ilgili bu anlamdaki tesbitlerini şöyle aktarır: Son zamanlarda Irak havalisinden gelmiş olan bir zattan “Bağdat Vilâyeti’nde Mithat Paşa’nın ne eseri var?” diye sormuş bulundum. Çünkü 1869 yılında Mithat Paşa Bağdat Valisiydi. Muhatabım “Onun eserlerinden başka ne var!” cevabını verdi. “Abbasi halifeleri zamanında Bağdat’a bir kelek* yükü kar gelse, şairler övgüler yazdıkları halde Mithat Paşa’nın vaktiyle getirttiği buz makinesi sayesinde bugün Darü’sselâm (Bağdat) da zengin ve fakir herkes sabah akşam soğuk suyla yaz sıcaklığının şiddetini söndürüyor” cümlesini ilâve etti. (Bereketzâde,1997:201:202) Bağdat Vilayetinin geri kalmasının sebeplerinin başında bu vilayetin kötü yönetimi geliyordu. Dönem mutasarrıflarından Çapanoğlu Celaleddin Bey o günlerde gördüklerini şöyle anlatıyor: Cemal Paşa ol-vakit miralaydı, Bey'di. Onu istihlafen Müşir Zeki Paşa, ona halef olarak da Cavid Paşa. Her üçünün de müddet-i me'muriyeti pek kısa geçmişdir; Ma'alesef hiç birisi de Bağdad'da bir mevcudiyet gösterememişlerdi. Sebebi de şiddetle hüküm ferrna olan fırkacılık mes'elesi ve kabinenin sık sık fırkadan fırkaya geçmesi idi.Bu fırkacılık ve kabinelerdeki kararsızlık memlekete çok zararlar getirmişdir. Bu zararların derecesini taşralarda biz me'murlar daha iyi görmekde ve anlamakda idik. Fakat kime duyurabilirsin? Herkesin gözünü bir hırs-ı ikbal ve intikam bürümüşdü, netice de ma'lüm. (Çapanoğlu,2013:304) 1892 yılında Bağdat’a giden bir devlet görevlisinin şehre ait gözlemleri ise şu satırlardan oluşuyor: Musul'dan hareketimizin tamam (tam) onuncu günü Bağdad'a vâsıl olduk.Evvelki mektubumda beyan eylediğim vechile (belirttiğim gibi), Dicle nehrinin Musul'dan sonra vüs'at (genişlemesi) ve cereyanı(nın) sür'at kesb etmesi (akışının hızlanması) münasebetiyle, mevsim yaz, sular bi'n-nisbe (nisbeten) az olmakla beraber, bu mesafeyi on günde kat' edebildik. Sevâhil-i nehrin letâfet-i ruh-bahşâsı (nehir sahillerinin ruhu okşayan güzelliği), buralarda daha ziyade
sayı//74// eylül 30
idi. Maahaza, sevâhil-i mezkûre (sözkonusu kıyılar) hemen tamamıyla meskûndur (yerleşim alanıdır) denebilir.Sekenesinin kısm-ı a'zamı (halkının büyük çoğunluğu) hayme-nişîn aşâyirden (çadırda yaşayan aşiretlerden) ibaret olup eyyâm-ı sayfta (yaz günlerini) buralarda evkât-güzâr oldukları (geçirdikleri) halde, mevsim-i şitâda (kış mevsiminde) çöllere doğru çekilip sevâhil-i nehri tenha bırakmakta imişler. Bu aşâyirin (aşiretlerin) de kısm-ı küllîsini (ana kitlesini) Şemr aşireti teşkil ediyor ki, miktarı yüzbinlerce nüfusa varan bu kavm-i seyyar (gezici toplum), her gün bir mahalli kendilerine karargâh, daha doğrusu cevelan-gâh ittihaz ederek (gezinti alanı edinerek) hoşça bir zaman geçiriyorlar.(Özalp,2018:108-109) Devlet görevlisi, Bağdat’ın ziyaret yerlerini ise şöyle anlatıyor: Bağdad'ın cânib-i garbîsinde (batı tarafında) enbiyâ-i izâm-ı zi'l-ihtirâmdan (muhterem peygamberlerden) Yûşa' , Hızır İlyas [a.s] Hazerâtı'nın makamât-ı kudsiyeleri (kudsi makamları) bulunduğu gibi, (yine) cânib-i garbîsinde dahi, gavs-ı a'zam Abdülkâdir Geylânî —kuddise sırruhu'l-'âlî—Hazretleri'nin ve evladı hazerâtının (çocuklarının) merâkıd-i münevvereleri (nurlu kabirleri) mevcuttur.Sermezhebimiz (mezhebimizin kurucusu) İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe [rudıye] Hazretleri'nin türbe-i şerîfeleri, ziyretgâh-ı havâss u avâmdır (herkesin ziyaret ettiği bir mekândır). Bendeniz dahi, buraları ziyaretle şeref-yâb oldum (şereflendim). (Özalp,2018:121-122) Bağdad'a sekiz-on saat mesafede, Medâyin yahut Eski Bağdad denilen kadîm şehrin harabelerini uzaktan temaşa ettik. Harabelerinin delalet ettiği vechile (gibi), burası ezmine-i kadîmede (eski zamanlarda) cidden büyük ve mamur bir mahal imiş; muahharen (sonraları), şimdiki Bağdad şehri bina ve tesis edilip, Medâyin'e gıbta-bahş olacak (Medâyin'i kıskandıracak) derecede kesb-i umrân u cesâmet etmiş (mamuriyet ve büyüklük kazanmış) ve adeta orasının ismini unutturmuştur. Bağdad'a kelekle gelinirken, beş-altı saatlik mesafeden Kâzımiye kasabasında İmam Musa el-Kâzım [rudiye] Hazretleri'nin türbe-i şerifeleri(nin) kubbesiyle minarelerinin altın yaldızları(nın) parıltısı görünmekte ve hele, şehre takarrüb edildikçe (yaklaşıldıkça), gayet latif bir manzara nazarlara (gözlere) çarpmaktadır.(Özalp,2018:114) Bağdat halkının geçim kaynaklarından ise şöyle bahsediliyor: Sırası gelmiş iken şunu
da yazayım ki:Bağdad ve havalisinde hurma dallarından şayan-ı hayret (şaşırtıcı) bir surette istifade edilmektedir. Bu dallardan kayık ve sandal yapıldıktan başka, yatmak için karyola; oturmaya mahsus kanape, sandalye, iskemle; sebze ve sâire vaz'ına (konulmaya) mahsus sepet, zembil, dolap; toprak destiler için kafesli dolaplar; yelpaze, baston, yemek tepsisi, sofra, sahan vaz'ına mahsus gözlü kafes, dolap ve saire ve saire... İmal ediliyor.Hülasa, hurma ağacının yalnız dallarından böyle birçok levâzım-ı beytiye istihsal olunup (ev eşyası elde edilip), asıl ağacından da odun, kereste ve saire ve bu ağaçtan hâsıl olan liften dahi birçok şeyler istihsal ediliyor. Envâ'ı (çeşitleri) kırka, belki elliye varan meyvesi, dâhilen (iç piyasada) ve bir hayli miktar Urbân ve aşâyir(c)e (Bedevi ve aşiretlerce) sarf olunduktan (tüketildikten) sonra, küllî (bol) miktarda harice (dışarıya) sevk olunuyor ve fazla olarak, bu meyveden pekmez, rakı, hatta sirke bile yapılıyor. Bağdad şehrinin etrafı güzel bir sur ile muhâttır (çevrilidir). Surun gerek dâhili, gerek harici, lâ-yu'add ve lâ-yuhsâ (sayısız) hurmalıklarla memlûdur (doludur). Bu hurmalıklar arasında portakal, limon, turunç, nar ağaçlarıyla câ-be-câ (yer yer) üzüm asmaları ve sair eşcâr-l müsmire (meyve ağaçları) yetiştirilmekte ve dâhil-i vilayette (vilayet içerisinde) zehâ'ir ve hububat-ı mütenevvi'a (çeşitli zahire ve hububat) ile külliyetli (çok miktarda) pirinç hâsıl olmaktadır. Pirinç mahsulü, burada birkaç nevi olup, en makbulü anber-bû denilen pirinçtir ki, tohumu Hindistan'dan getirilip, mevkiin müsaadesi cihetiyle teksîr edilmiş (çoğaltılmış) ve kıyyesi (okkası) iki kuruşa kadar satılmakta bulunmuştur. Diğer nevi pirinçlerin kıyyesi 4060 paraya satılıyor.(Özalp,2018:119) Bağdad'da sanayi dahi haylice müterakkîdir (gelişmiştir). Bilhassa, mensucat-ı harîriyesi (ipek dokuması) pek nefis olup, burada imal olunan kadın çarşafları, hamam takımları, kefiye, kuşak gibi şeyler, metânet ve zarâfeti (sağlamlık ve zarifliği) cihetiyle maruf (meşhur) ve makbul bulunduğu misillü (gibi), yünden mamul abalar ve sair mensucat dahi haiz-i kıymet ve itibardır (değerli ve itibarlıdır)Burada kuyumculuk, bakırcılık gibi sanatlar dahi hal-i terakkidedir (ileri seviyededir). Bağdad'ın havası ciyâdetiyle (güzelliğiyle) meşhurdur. Eger-çi (gerçi), mevsim-i sayfta (yaz mevsiminde) hararet 38-42 dereceye kadar 31
tesâ'ud ediyorsa (yükseliyorsa) da, bu harareti tadil edecek vesâ'it (giderecek imkânlar) da mevcuttur. Ez-cümle (mesela), hemen her hanede mevcut olan sirdablar (sarnıçlar), yani zîr-i zeminde (yeraltında) inşa edilmiş odalar, yazın pek serin bulunmak mülâbesesiyle (dolayısıyla), ahali, gündüzleri oralarda imrâr-ı zaman ederler (zaman geçirirler) imiş. Nehir sahili dahi oldukça serin oluyor; hele birkaç sene evvel vücuda getirilmiş olan fabrikadan istihsal olunan buz, tecdîd-i hayat edercesine (taze can verircesine), harareti tadile medâr olmaktadır (gidermeyi sağlamaktadır). (Özalp,2018:120) Servetifünun edebiyatının ünlü yazarı Cenap Şahabettin, Hicaz'a doktorluk göreviyle giderken yol izlenimlerini, Cemal Paşa'nın davetlisi olarak gittiği Suriye ve Irak'ı ‘Afâk-ı Irak'la (1915) anlatmıştır. 1916 yılında Enver Paşa ile birlikte bölgeyi gezen Avusturya Macaristanlı General Josefh Pomiankowski şöyle anlatıyor: Bağdat şehri, 700-800m, genişliğindeki Dicle nehrinin karşı tarafında, istasyonu ise, nehrin sağ kenarında bulunuyordu. Nehrin her iki yakası tombaz bir köprü ile bağlanmıştı. Bu köprü o kadar ihmal edilmişti ki, yayaların bile buradan geçmesi tehlikeli olacaktı. Tamamen çölle çevrili ve bir palmiye ormanı içinde bulunan şehir, sadece Dicle kıyısında birkaç eve sahipti. Bunların dışındaki evler hem küçük ve hem de kulübe şeklindeydi. Burada eski yapı ve binalara rastlamak hemen hemen mümkün değildi. Bağdat, aynı enlemde bulunan Roma'dan mevsime göre ortalama 10 derece daha sıcaktı. 8 ay devam eden yaz sıcakları, oda duvarlarının sıvalarını kısa zamanda pul pul dökebilecek ve hatta en iyi şekilde yapılan evlerin bile tuğlalarını duvarlarından dışarıya çıkarabilecek güçteydi. Her evin gündüzleri oturulan cadde seviyesinden aşağıda bulunan, Serdab denilen bir yeri vardı. Kızgın güneş duvarları o kadar çok ısıtınca, odalar âdeta birer fırın haline yeldiği için yazın herkes damlarda gecelemek zorunda kalıyor. Yazın daha kötüsü, nehir kenarlarında bulunan binlerce böcek ve sineğin hane halkının gecesini zehretmesiydi. Dışarda bırakılacak bir masa örtüsü, çeşitli yaratıkların yüzlercesiyle bir anda kaplanıveriyordu. Bu böceklerden sayı//74// eylül 32
halkın rahat bir yemek yemesi bile mümkün değildi.Bir kısım memur, subay ve Avrupalı dışında, bütün Bağdat halkı hemen hemen yalınayak dolaşıyordu. Çoğu, Bağdat çıbanıyla çirkinleşmişti. Bu illet orada 6 hafta kalan insanın başına musallat oluyordu. Yüzdeki yaralar birkaç hafta içinde geçse de, izleri kalıyordu. Bu hastalığın çocukluk devresine rastlaması halinde, ayrıca sineklerin yaralardan aldığı mikropları göz kenarlarına taşımaları sonucunda göz hastalıklarına da sebep olunuyordu. Genellikle söylemek gerekirse, Irak'ta ve özellikle Bağdat'da kalacak yerler insan sağlığı açısından tehlikeliydi ve ayrıca kavurucu sıcaklar ile sinek ve böcekler de insan sağlığını ciddi şekilde tehdit ediyorlardı. Nisan ayında bütün tarlalar ve meralar tamamen kurumuş yeşillikten hiçbir eser kalmamıştı. Buna karşılık gökyüzü birkaç metre yüksekten çekirgeler tarafından kara bir bulut gibi örtülmüştü. Bu durumda insanın yürürken onlara çarpmaması mümkün değildi.Ben Bağdat'da AvusturyaMacaristan konsolosu Tahy'nin yanında misafir edildim. Yemeklerimizi, Bağdat'ın en büyük ve en gösterişli binası olan İngiliz konsolosluğunda yedik. Böcekler, bahçede rahatı kaçırdıkları için sıcağa rağmen yemek masası konsolosluğun büyük salonunda kurulmuştu. Havayı serinletmek için, salonun kapılarının arkasında duran iki crkck çocuğunun iplerle devamlı olarak ileri geri hareket ettirdikleri büyük bir yelpaze vardı. (Pomiankowski, 1997:187-188189-190-191-192) 1.Dünya Savaşı Sırasında Bağdat’ı işgal eden İngiliz Ordusu’nda yer alan alay rahibi Ewıng bu geri kalmışlıkla ilgili gözlemlerini şöyle aktarıyor:Gemimiz, nehir kıyısında yaşayan Arapların dikkatini çekti.Erkek,kadın ve çocuklar, balık, sebze,yumurta ve tavuk satmak için heyecanve aceleyle bize doğru koşuşturuyordu. Ne karışık bir kalabalıktı. Aralarında çıplak çocuklar, üstü başı dağınık kadın ve erkekler vardı.Üzerlerinde doğru düzgün bir giysinin olmaması çok şaşırtıcıydı. Medeniyet sınırlarının dışında kendi hallerinde yaşıyorlardı. Halbuki burası dünyanın en büyük yiyecek ve meyve kaynaklarından biri olabilirdi.Geniş ve zengin toprağından faydalanılabilinirdi. Ancak bir avuç fakir Arap bu topraklarda kıt kanaat geçiniyordu. (Ewıng,2012:207-209) 20 Mart 1952'de Bağdad'da İbni Sina
Kongresi'ne İstanbul Üniversitesi'ni temsil etmek üzere Kazım İsmail Gürkan ve Ahmed Ateş'le birlikte görevlendirilen Ünver, makalede yolculuğu, Irak'da müşterek geçmişimizden pek çok hatıra olduğunu ve bunun doğurduğu yakınlığa dikkat çekerek oradaki ilmî çalışmaları dile getirmektedir (Mesera,Kazancıgil ve Sayar,2017:244).
bunu hayal bile edemediklerini anladım. Bağdat'ın merkezindeki "yeşil bölge" güvenli diğer kısım ise "kırmızı bölge”, yani tehlikeli... Bağdat tarihinin en büyük travmasını sembolize ediyor "yeşil bölge"... Bölünmüşlüğünün ve kendisiyle, toplumuyla, kültürüyle; hâsılı kendi medeniyetiyle olan barışıklığını yitirişinin sembolü ( Emre,2019:216-217 ).
Yazar Akif Emre, Bağdat’ı şöyle anlatıyor: Sanırım ilk modern lider kültünün en kaba tezahürünü seksenli yılların ortalarında Irak'ta görmüştüm. Musul'dan Bağdat'a çölü aşarak giden dümdüz yolda belli aralıklarla arzı endam eden dev Saddam resimleri... Üniforması içinde dürbünle uzaklara bakan, namaz kılan, çocuk seven, siyah güneş gözlükleriyle tek elini omzunun hizasında kaldırmış halkı selamlayan pozlar... Beklentim üzere heykeli yoktu ama Saddam, her yerde, hayatın her alanına müdahil pozlarıyla karşımdaydı (Emre,2019:163-164).
Emre, Bağdat ziyaretinin içinde yoğunlaştırdığı duyguları şöyle dile getiriyor: Kalabalığı ve uğultusunu içerde bırakıp dışarı çıktığımda çöl serinliğinin keskinliğini hissettim. Onlarca konuğun gürültülü neşeleri Bağdat gerçeğiyle pek tezat duruyordu. Kimsenin bu gecenin keyfini kaçırmaya niyeti de yok gibiydi. Bu Lübnan lokantasının cadde girişi ne kadar tedirginlik vericiyse Dicle üstüne sarkan yalnızlık o denli sessiz, tenha ve terk edilmişliği yansıtıyordu. Bağdat bir kez daha Moğol yağması altında paramparça...Her gece Dicle'ye damlayan Ay; mesafeleri, imkânsızlıkları, ayrılıkları yok eden bir buluşma... Ay ve Dicle'nin buluşması. Dicle'deki her damla Ay bize bunu hatırlatıyor... Bağdat umudunu ( Emre,2019:220-221 ).
Yazar Akif Emre, Bağdat ile ilgili gözlemlerini anlatmaya şöyle devam ediyor: Bağdat hüzünlüydü, içe kapanmıştı, kendine yabancılaşmış, işgal ve duvarla çevrilmişti. Yeşil hattın içindeki güvenli bölgede bile tedirginlik hissediliyordu. Resmi davetli misafirler olarak uygulanan güvenlik önlemleri, belki de bizi daha fazla hedef haline getiriyordu. Her şeyin bu kadar alt-üst olduğu, kendine yabancılaşmanın soğukluğunu hissettirdiği ender zamanlardan birindeydi Bağdat. O gece Kazımiye'ye gitmek için fırsat doğmuş, birkaç arkadaşla İmam Musa Kazım'ın türbesine gitmek için izin ve imkân sağlanmıştı. Kazımiye etrafında dehşetli bir askeri güvenlik alınmıştı. Yüzlerce metre uzakta araçtan inip yürüyerek kontrol ve arama noktalarından geçtik. Kazımiye, Kerbela gibi aşırı süslü, parıltılı, bakımlı... Hindistan'dan gelen Şiilerin abartılı tazim hareketleri dikkat çekiyor. Türbenin dışından başlayan, eşik öpmeye vardırılan abartılı tazim hareketleri Sünni dünyanın alışık olmadığı haller. Ziyaretimizi yapıp Fatihalar okuyup çıkıyoruz. Çıkışta yol boyu sıralanmış, çoğu siyah giysili bir kalabalık Aşura anmaları için hazırlanıyor (Emre,2019:205-206 ). Bağdat'ın en merkezi bölgesi olan ve devlet kurumlarının, diplomatik temsilciliklerin, en önemlisi de Amerikan büyükelçiliğinin bulunduğu ve beton duvarlarla çevrili, olağanüstü güvenlik taramasından sonra girilen bu bölgede durumun ne zaman normalleşeceği sorusunu sorduğum yetkili ve sivil Iraklıların
1980-88'de yaşanan Irak-İran Savaşı, daha sonra da 1991'de 1.Körfez Savaşı ile Bağdat bu kez Amerikalılar tarafından tahrip edilip yağmalandı. Halifelerin başşehri olan, bin bir gece masallarının şehri, evliyalar diyarı, bir büyük medeniyet merkezinden şimdi geriye bir büyük harabe kaldı. Eskiler ‘Bade Harab’el Basra’ derlermiş. Şimdi Basra da Bağdat’ta artık çok harap…. KAYNAKLAR
• Bereketzade İsmail Hakkı,(1997),Yâdî Mâzî, İstanbul, Nehir Yay., • Çapanoğlu Mahmut Celaleddin Beyin Hatıraları,(2013), Ankara :Türk Tarih Kurumu • Emre Akif,(2019), Çizgisiz Defter, İstanbul: Büyüyenay YayınlarıEwing William, (2012), • Bir İngiliz Ordu Rahibinin Gözüyle Birinci Dünya Savaşı,İstanbul:İz • Mesera Gülbün,Kazancıgil Aykut,Sayar Ahmet Güner, (2017), A.Süheyl Ünver Bibliyografyası, İstanbul:İşaret Yay • Özalp,Ömer Hakan, (2018) İstanbul’dan Bağdat’a Mektuplarla Bir Anadolu ve Ortadoğu Seyahati 1892, İstanbul: İşaret Yay, • Pomiankowski Joseph,(1997),Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü, İstanbul: Kayıhan Yay 33
EDİRNE’DE
BİRKAÇ MEKÂN Balkan coğrafyasından bize kalan ve gözümüzü ötelerde bırakan nadide şehirlerimizden biri olan Edirne’ye bir yıl arayla iki kere gitmek nasip oldu. Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN*
*T.C. Atatürk Ünv.
sayı//74// eylül 34
irinci Viyana Kuşatması’nı adeta bir gövde gösterisi gibi yapan Muhteşem Süleyman, Avrupa’ya gücünü gösterdiğini düşünerek, kışın da yaklaşmasıyla kuşatmayı kaldırıp Avrupa devletlerinin rahat bir nefes almasını sağlamıştı. Bu kuşatmayla o, Avrupalılara “rahat durmazsanız istediğim zaman gelip hâkimiyetimi kurarım!” mesajını vermişti. Ancak Kanuni Sultan Süleyman’a “Muhteşem”lik unvanını verdiren siyasi ve askeri güç, yanlış politikalarla giderek zayıflamış ve bu gücü yeniden toparlamak istercesine Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından başlatılan İkinci Viyana Kuşatması, maalesef bozgunla sonuçlanmış ve Osmanlı’nın Avrupa’daki egemenliği kademeli olarak ortadan kalkmaya başlamıştı. Bu yanlış politikaların temelinde her şeyden önce medreseden pozitif bilimlerin ve felsefenin uzaklaştırılmasının bulunduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Bilimin olmadığı yerde teknoloji de olamaz. Oysaki Avrupa’ya Rönesans hareketi başlatan Türk-İslam bilimiydi. Rönesans’la birlikte ilerlemeye başlayan Avrupa, ikinci kırılma noktasını Fransız Devrimi’yle yaşamış, bilimdeki gelişmelere ilaveten hukuk ve siyaset alanında da gelişmeler olmuştur. Fakat Fransız Devrimi’nin asıl etkisi, devrimin hemen ardından alevlenen milliyetçilik akımıdır. Milliyetçilik akımı, Avrupa’nın sınırlarını değiştiren etken olmuş ve bunda en büyük yarayı Osmanlı Devleti almıştır. İkinci Viyana Kuşatması’yla başlayan Avrupa topraklarındaki kayıplar, son siyasi hareketlilikle birlikte Balkanlara dayanmış ve buradaki Osmanlı tebaası, birer birer Osmanlı Devleti’ne kafa tutup istiklallerini ilan etmeye başlamışlardır. Balkan Savaşı, bu işin tuzu biberi olmuş ve Balkanlardaki vatan topraklarımız da elimizden çıkmıştır. Bir ara elimizden kayıp giden şehirlerin arasına gözbebeğimiz Edirne de girmişse de neyse ki yapılan antlaşmalarla bu güzide şehrimiz tekrar kazanılmıştır. Balkan coğrafyasından bize kalan ve gözümüzü ötelerde bırakan nadide şehirlerimizden biri olan Edirne’ye bir yıl arayla iki kere gitmek nasip oldu. İlki 2018 yılının 30 Nisan-9 Mayıs tarihleri arasında Türkiye Yazarlar Birliği’nin 40. kuruluş yıldönümü münasebetiyle tertiplemiş olduğu “Edirne’den Mostar’a Kültür Kervanı” programı vesilesiyle olmuştu. Balkan coğrafyasına yapılan bu kültür seyahatine, Türkiye’nin çeşitli vilayetlerinden toplam 40 şair-yazar ve TYB Genel Merkezi’nin yöneticileri
katılmıştı. Yahya Kemal’le ilgili yaptığım çalışmalar dolayısıyla TYB Genel Merkezi tarafından Erzurum’u temsilen ben de davet edilmiştim. Diğeri de Trakya Üniversiteler Birliği’nin 3-5 Ekim 2019’da düzenlediği Balkanlar ve İslam Sempozyumu’na katılarak gerçekleşmişti. İlk Edirne seyahatimde, Edirne’yi gündüz gezme fırsatı bulamamıştım. Sebebi de Trakya Üniversitesi’ne TYB Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan, iki diğer yönetici ve TYB Erzurum Şube Başkanı M. Hanefi İspirli’yle birlikte yaptığımız ziyaret olmuştu. Ziyaret sonrasında, seyahatin ana gayesi olan akşamki kültür programını yapmak üzere programın yapılacağı mekâna doğru giderken, Balkanlardan gelen Tunca, Arda ve Meriç nehirlerinin üzerine yapılmış tarihi köprülerin üzerinden geçtik. Köprülerin üzerinden gün batımını seyretmenin güzelliğini bekleyen birçok kişi, manzarayı seyretmek için köprülerin üzerinde bulunuyordu. Vaktimiz olmadığı için gurup anını beklemeksizin kültür programımızın yapılacağı salona geçtik. Şairlerimizin şiirlerinden, hikâye yazarlarımızın da öykülerinden örnekler okumalarıyla gerçekleştirilen etkinlik sırasında, ışıklandırılmaları sayesinde bu tarihi köprülerin gece görünümlerini doyasıya seyretme fırsatı bulduk. Kim bilir bu köprülerden kaç defa kaç bin kişilik Türk orduları Balkanlar ve Avrupa’nın ortalarına kadar sefere çıkmışlar, Avrupa’nın yüreğini titretmişlerdi. Program sonrasında, gündüz gezemediğimiz Edirne’yi bu kez gece vaktinde ve ışıklar altındaki görüntüsüyle gezdik. Edirne seyahatimizin başlangıcından sonuna kadar bize eşlik eden Mustafa Hatipler Beyefendi, Edirne’nin geceleri gündüzden daha güzel göründüğünü söyleyerek Selimiye Camii’nin en güzel göründüğü bir mekâna götürdü. Selimiye Camii’nin gece görüntüsü hepimizi adeta büyüledi. Birkaç tarihi mekânı da gezdikten sonra Edirne’nin gece manzarasından ayrılıp otelimize gittik ve ertesi gün Balkanlara doğru yol almak üzere Edirne’den ayrıldık. İtiraf etmeliyim ki bu ilk Edirne seyahatinden fazla bir şey anlamadım ve bir kez daha gelmem gerektiğini fark ettim. Yaklaşık bir buçuk yıl sonraki Edirne seyahatim ise muhteşem oldu. Tamamını anlatmak mümkün olmadığı için bende iz bırakan hususlara temas etmeyi düşünüyorum. Yazımın başlığını da bu nedenle “Edirne’de Birkaç
Mekân” diye belirledim. Eşimle katıldığım sempozyumda “Yahya Kemal ve Balkanlar” başlıklı bildirimi sunup bilgi şöleni de tamamlandıktan sonra ertesi günü Erzurum’dan akademisyen dostum tarihçi Dr. Öğretim Üyesi Veysi Akın, bize güzel bir Edirne gezisi yaptırdı. Veysi Bey’le ilk olarak Edirne Müdâfii Şükrü Paşa’nın türbesine gittik. Erzurumlu olan ve Erzurum’da adına büyük bir semt ve bir de okul bulunan Şükrü Paşa, çok olumsuz şartlarda Edirne’nin müdafaasını yapmış ve tarihimize altın harflerle geçmiş bir komutanımızdır. Türbe, uzun zamandır restorasyonda olması dolayısıyla kapalıydı ve askeri bölgede bulunduğu için yakınına bile gidemedik. Uzaktan Fatihalarımızı okuyup oradan yine restorasyonda olan Hıdırlık Tabyası’na gittik. Burası, Edirne’de bulunan tabyaların, Edirne müdafaasına tanıklık ettiği, Şükrü Paşa’nın beş buçuk ay boyunca Edirne düşmesin diye savunma yaptığı en önemli tabya. İstanbul’daki iktidar kavgasının taraflarından birinin “bir ay savunman yeter!” diye vazifelendirdikleri vazifeşinas bir Erzurumlu olan Şükrü Paşa ve Edirne, değil bir ay, tam beş buçuk ay unutulmuştu. Kendisine bu emri verenler, Şükrü Paşa’nın asker olduğunu ve Türk askerinin verilen vazifeyi sonuna kadar hakkıyla ifa edeceğini de unutmuşlardı. Şükrü Paşa, beş buçuk ay boyunca silah, mühimmat ve gıda gönderilmeyen Hıdırlık Tabyası’nda canını dişine takarak askerleriyle birlikte Edirne’yi savunmuştur. Aç kalan Edirnelilere ve askerlerine süpürge otunu öğüttürüp ekmek yaptırarak doyuran Paşa, her türlü sıkıntıya rağmen Edirne’yi teslim etmemiş, fakat Selimiye Camii’ne top mermilerinin isabet etmesinden kaygılanıp tarihi eserler zarar görmesin diye düşmana bırakmış ve altı ay boyunca da esaret hayatı yaşamış büyük bir komutandır. Plevne Savunması’ndan sonraki en önemli savunma savaşını gerçekleştiren bu kahramana, Bulgaristan’daki esaret aylarında, gösterdiği üstün kahramanlıktan dolayı itibar ve iltifat edilmiş, ancak yurda dönüşünde aynı ilgiyi görmemiş ve vefatına kadar kendi dünyasına çekilmiştir. Önce İstanbul’a defnedilen bu kahraman, daha sonra Edirnelilerin vefakârlığına mazhar olmuş ve kendisi için yapılan anıt mezara nakledilmiştir. İşte bu kahramanlığın icra edildiği mekân olan Hıdırlık Tabyası, biz ziyaret ettiğimizde önemli bir restorasyondan geçiriliyordu. Veysi Bey 35
restorasyonun tarih danışmanlığını yaptığı için onun gözetiminde tabyayı gezdik. Oldukça geniş bir alanda konuşlandırılmış olan tabyanın, fiziksel anlamda restorasyonu neredeyse tamamlanmıştı. Çalışmalar sonuçlandırıldığında Balkanlar ve Türkiye’nin en büyük tarih müzesi olacak şekilde tanzim edilen tabya, Edirne müdafaasını anlatacak olan elektronik aygıtlarla donatılıyordu.
sayı//74// eylül 36
kadarı da kâfiydi. Onu uğurladıktan sonra biz, eşimle birlikte Şifâhane’yi gezmeye geçtik.
Veysi Bey’le daha birçok tarihi mekâna gittik; onlardan biri de şu anda Trakya Üniversitesi Karaağaç Yerleşkesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılan tarihi Edirne Garı’nın da bulunduğu bölgenin hemen yanı başındaki Milli Mücadele ve Lozan Müzesi’ydi. Burası, Trakya ve Edirne’nin işgalleriyle ilgili çeşitli belgeler, bazı savaş aletleri, fotoğraflar, madalyalar, eski haritalar, Edirne’nin Milli Mücadele’ye katkılarının anlatıldığı belgeler, kitaplar ve daha birçok konuyla ilgili eşyanın sergilendiği iki katlı mütevazı bir evdi. Bütün bu tarihi belgeleri toplayarak burayı müze haline getiren de, Veysi Akın arkadaşımızdı. Kendisine emeklerinden dolayı teşekkür edip oradan Yunanistan’a geçilen sınır kapısına kadar gittik. Pasaportlarımız yanımızda olmadığı için sınır ötesine geçip orada birkaç Türk yerleşim bölgesini ziyaret etmekten mahrum kaldık.
İkinci Beyazıt Şifâhanesi, 1464 yılında yanı başında bir cami, bir medrese ve bir imaretle birlikte Tunca Nehri’nin kenarında imar edilmiş. Bu şifâhanenin en önemli özelliği, ruh hastalıklarının musiki ile tedavi edilmesi. Zaten şifâhaneye girer girmez sizi rahatlatan bir müzik karşılıyor ve bu musiki eşliğinde şifâhaneyi geziyorsunuz. Yapıldığı dönemde tedaviler için kullanılan alet edevatın sergilendiği bir müze haline getirilmiş burası. 15. asırda Edirne Şifâhanesi’nde uygulanan tedavi yöntemleri, mekânın değişik odalarında temsili heykellerle canlandırılarak o dönemin tıp tekniği hakkında bilgiler verilmeye çalışılmış. Şifâhane’nin diğer bölümlerinde de Türk Tıp tarihiyle ilgili bilgiler ve belgelere yer verilmiş. 15. asır, bilindiği gibi Avrupa’da Rönesans’ın da başlangıç tarihi. 15. asra kadar Avrupa’ya bilim ihraç eden ve Rönesans yaptıran Türk bilimi, ne yazık ki 17. asırdan itibaren gerilemiş ve o zamana kadar biriktirdiğimiz bilimsel mirası, tıpkı mirasyediler gibi tüketip bu kez Avrupa’dan bilim öğrenmeye çabalamışız. Geçmiş asırlardaki muhteşem gelişmişliğimizi görmek için mutlaka bu müzenin gezilmesi gerektiğini tavsiye edelim.
Veysi Bey’in anne ve babasını ziyaret edeceğini bildiğimizden dolayı kendisine teşekkür edip, ondan Edirne Şifâhanesi’nin önünde ayrıldık. Belki zamanımız daha fazla olsaydı bizi daha ayrıntılı olarak gezdirebilirdi ama bizim için bu
Yaklaşık iki saat şifâhanede dolaşınca acıkan karnımızı doyurmak için buradan ayrıldık. Edirne, malum ciğeriyle meşhur bir ilimiz. Taksiciye temizlik kurallarına uyan bir ciğerciye gideceğimizi söylediğimizde bize,
Ali Paşa Kapalı Çarşısı’nın arka tarafındaki Balık Pazarı’nın orada bulunan Edirne’nin en eski ve tanınmış ciğercisini tavsiye etti. Taksici bizi bu çarşının önünde bıraktı ve biz çarşının bir ucundan öbür ucuna dükkânları inceleyerek yürüdük. Yeni zamanların AVM’lerinin ilk örnekleri, eski Osmanlı çarşıları. Kahramanmaraş’ta, Gaziantep’te, İstanbul’da, Bursa’da bu kapalı çarşıların en güzel örneklerini görmüştüm. Burası da öyleydi; iğneden ipliğe her şeyin bulunduğu bu çarşıdan eşimin dikkatini çeken ve hoşuna giden bir iki eşya aldıktan sonra, çarşının diğer kapısının dışında bulunan Balık Pazarı’na çıktık. Balık heykelinin oradan ilerleyince karşımıza Edirne’nin en güzel ve nezih ciğer lokantası çıktı. “Meşhur Edirne Ciğercisi.” Kapıda siyah ütülü pantolonu, siyah gömleği, siyah-beyaz kravatı ve üzerinde “Meşhur Edirne Ciğercisi Kâzım ve İlhan Usta” yazılarıyla bembeyaz ütülü tertemiz iş önlüğü ve bembeyaz kısa kesimli saçlarıyla lokantanın sahibi duruyordu. Bizi içeri buyur etti. Girişte sağda büyük bir kızartma tenceresi ve onun yanında da kızartılmak üzere bekletilen ciğerler. Tezgâh tertemiz, lokanta pırıl pırıldı. Hani derler ya, bal dök yala. Siparişlerimizi verdikten sonra bu temiz lokantada dikkatimizi çeken ikinci husus, duvarlardaki tablo ve fotoğraflar oldu. Bu fotoğraflardan birinde Ahî Evran’ın Kırşehir’deki heykelinin büyük bir fotoğrafı ile lokanta sahibinin “Yılın Ahîsi” seçildiğine dair bir fotoğraf görünce derhal harekete geçtim ve fotoğrafı inceleyip lokanta sahibiyle tanışmak için yanına gittim. Benim ahîlikle ilgili çalışmalarım bulunduğunu belirtince o da benimle ilgilendi. Ahîlikle ilgili birkaç broşür ve Edirne’yi anlatan bir iki kitap verdi. O sırada çıtır çıtır ciğerlerimiz geldi; yanında kurutulmuş acı biber kızartması, soğan, domates ve yoğurt vardı. Ciğerler, adeta kâğıt gibi ince ve yusyumuşaktı. Ağzınıza alır almaz erir gibi bir yiyimi vardı. Ciğerler önceden kızartılıp bekletilmiyor, siparişi verdiğiniz anda kızartılıp o sıcaklıkta masanıza geliyor. Ciğerlerimizi yerken Hıncal Uluç’un yazdığı bir yazının duvardaki çerçeveli halini gördüm. Yazıyı okudum ve şu ifade dikkatimi çekti: “Ben ciğer sevmem. Çok mecbur kalmazsam da yemem. Hatır için çiğ tavuk yenir ya… Ayıp olmasın diye tattım. Hayır… Kâzım Usta bir üçkâğıtçı. Bu ciğer falan değil, başka bir şey… Nasıl bir lezzet… İnanın sırf bu ciğer için Edirne’ye gelmeye değer…” Yazı bu minval
üzere devam ediyor. Benim söyleyeceklerimi Hıncal Uluç söylemiş zaten. Fazla söze ne hacet… Ben sadece ciğeri yerken parmaklarınızı da yiyecek gibi oluyorsunuz demekle yetineyim. Duvarlarda Kâzım Usta’nın yılın Ahîsi seçildiğinde kortejle geçişinin resmi, babası ve dedesiyle çekilmiş resimleri, çeşitli gazetelerde çıkan Kâzım Usta’nın lokantasını tanıtan haberlerin çerçeveletilmiş resimleri vardı. Ahî Evran’ın tablosunun önünde Kâzım Usta’yla birlikte fotoğraf çekildim. Karnımızı doyurduktan sonra badem ezmesi alacağımızı söyleyince Kâzım Usta, önlüğünü çıkardı ve “ben sizi bu işi en iyi yapan ustanın dükkânına götüreyim” diyerek aynı sokaktaki Aydın Sayınbaş’a ait bir üretim atölyesine götürdü. Buradan Edirne’ye özgü badem ezmesi ve kurabiye aldık. Kâzım Usta, “Hocam şimdi de sizi bir Dadaş matbaasına götüreceğim” dedi. Birlikte bir matbaanın önünde durduk. “Dadaş Matbaası” yazılıydı. İçeri girdik. Yıllar evvel Erzurum’dan gelip Edirne’ye yerleşen Murat Top isimli bir Erzurumluya ait olan bu matbaada da birkaç dakika oturduktan sonra vedalaşıp ayrıldık. Erzurum’a döndükten sonra Kâzım Usta’ya “Ahîlik ve Erzurum” isimli kitabımdan, tanıştığımız diğer iki esnafa da vermesi için üç tane satın alıp imzaladım ve gönderdim. Kâzım Usta’yla halen görüşmeye devam ediyoruz. Tam bir Edirne beyefendisi olduğunu söylemeden de geçemeyeceğim. Edirne’ye gittiğinizde mutlaka ama mutlaka Kâzım Gilan’ın ciğer lokantasına gitmenizi tavsiye ederek yazımızı tamamlayalım. 37
talya ziyaretimin en keyifli şehirlerinden birisi olan Venedik’teyim. Mevsimlerden bir bahar sabahı... Nüfusu yaklaşık 60 bin civarı olan bu güzel şehri, her yıl ortalama 3 milyon turist ziyaret etmektedir. Dünyanın en turistik şehirlerinden biri olarak listede kendisine yer bulur. Kent merkezi, yaklaşık 118 adet adadan oluşmaktadır.
VENEDİK Venedik diyince aklıma hemen Gondol Sefası yapmak geliyor. Birçok filme ev sahipliği yapmış bir şehir Venedik'te Gondol sahneleri de bu filmlerin olmazsa olmaz görsellerinden birisidir.
Şifanur Özçelik ŞİRİN
İtalyanca adı Venezia olan Venedik kentinin ismi, şehri kuran Venetii kabilesinden geliyor. Aslında bu kabile İtalya ana karasında yaşıyor ama Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını takiben bölgede çok fazla işgal ve yağma olunca kendilerini korumak için bu adalara taşınıyorlar. Zaten adaların çoğu ağaç kazıklar üzerine kurulmuş ve ne yazık ki kent nüfusu arttıkça ve ziyaretçiler çoğaldıkça yavaş yavaş çöküyor. Şehrin simgesi olan kanatlı aslan figürü de koruyucu aziz olan Marco’dan geliyor. Marco, gerek heykellerine gerekse çizimine her yerde rastlamak mümkün. Venedik diyince aklıma hemen Gondol Sefası yapmak geliyor. Birçok filme ev sahipliği yapmış bir şehir Venedik'te Gondol sahneleri de bu filmlerin olmazsa olmaz görsellerinden birisidir. Ancak çok pahalı. Yaklaşık 100 Euro’yu gözden çıkarmanız gerekiyor. Rialto Köprüsü üzerinden gondolları izleyebilirsiniz. Bu köprü kemerleri ve üzerindeki eklemelerle daha farklı bir görünümü ile sahip dikkat çekiyor. Venedik’te ki en geniş kanal olan ve adeta kenti ikiye ayıran Grand Canal’ın iki yakasını birbirine bağlıyor bu güzel köprü. Venedik’teki birçok yapıda olduğu gibi burada da Eyfel Kulesi gibi Rialto Köprüsü'de 1591 yılında, buradaki ahşap köprü yerine taş kullanılarak inşa edildiğinde eleştiri yağmuruna tutulmuş. Ama sonuç tarihe meydan okuyor günümüzde görkemli haliyle. Bu köprü ne kadar güzel olsa da geziniz sırasında uğramanız için tek neden bu değil, hemen yanında kurulan Rialto pazarı da Venedik’te alışveriş yapmak için bütçenize en uygun noktaların başında geliyor. Ünlü mimar Tintoretto tarafından inşa edilen San Rocco Lonca Binası, Venedik’te yer alan mimari şaheserlerden biridir. Beş asırdan beri ayakta olan bina hala aktif olarak kullanılıyor. Adeta yekpare taştan oyulmuş gibi görünen,
sayı//74// eylül 38
bir ön yüzü ve tepesinde ise heykel yer alıyor. İçeride de tavandaki detaylı işlemeler dikkat çekici, altın varakların parıltısı çok güzel. İçeride altmış civarında resim bulunması ziyarete değer kılıyor bu binayı. Vaktiniz varsa, cam sanatına meraklıysanız iyi bir aktivite için, cam üretimi ile meşhur olan Murano Adasını ziyaret edebilirsiniz. Venedik’e Murano Adası Cam Müzesi (Vetro) için gelen birçok gezginin uğradığı bir nokta. Özellikle adalar arasındaki yolculuk keyifli olabiliyor. Burano Adası, Murano gibi Venedik’e bağlı bir diğer ada. Çok daha sakin bir yer. Özel olarak görmenizi önereceğim bir yer bulunmasa da vaktiniz çoksa biraz kafa dinlemek ve rengarenk evlerin arasındaki dar sokaklarda yürümek başlı başına keyifli olacağını düşünüyorum. Fotoğraf çekmeyi sevenler için fevkalede güzel bir ada. Palazzo Ducale Müzesi, San Marco Meydanı’nda, hemen katedralin yanında yer alan bir müzedir. Eskiden Venedik’i yöneten dük tarafından saray olarak kullanılmış bir binadır. Saraydan çok kaleyi andıran bir mimarisi olan bu yapıda meşhur Kazanova da burada hapis tutulmuştur. Zaten Genellikle San Marko Katedrali’ne girmek için oluşan kuyruk bu binanın altına dek uzanıyor, eğer sırada bekleyecekseniz çok sayıdaki kemeri incelemek için bol bol vaktiniz olacaktır. Venedik’e vardığınızda, Santa Lucia tren istasyonunun karşısında San Simeone Piccolo
sizi karşılayacak. Kurşundan yapılmış, binanın kendisi kadar geniş ve oldukça yüksek bir kubbesi olan bu kilise 1738 yılında inşa edilmiş. Kentteki diğer kiliselere kıyasla oldukça farklı, Antik Yunan tipi sütunlu bir girişi var. Kubbenin yüksekliği dikkat çekici olduğu kadar bir de tepesinde heykel var. İtalya’nın hemen her noktası lezzetli yemekleri denemek için ideal. Ülkenin güneyi ve kuzeyi arasında farklar olsa da makarna, pizza, risotto, dondurma, tiramisu gibi ünü dünyaya yayılan lezzetlerle dolu bir ülke. Ancak Venedik ülkenin geri kalanından bambaşka bir mutfağa sahip. Şehrin mutfağı yüzyıllarca balık ve deniz ürünleri tarafından zenginleştirilmiştir. Dolayısıyla deniz ürünlerini ülkenin her yerinde bulmak mümkün olsa da sanırım Venedik bu açıdan en zengin şehir. Kısacası, benim gibi balık ve deniz ürünleri sevenler yaşadı. Öte yandan her türlü sebze, baklagil ve kırmızı et de şehirde yaygın bulunabilecek seçeneklerden. Şehrin kanallarını, gondolcularını anlatan filmlerin, dizilerin, kitapların da haddi hesabı yok zaten. Sizin de yolunuz Venedik’e düşerse yapacağınız ilk şey bir kanal gezintisi olacaktır muhtemelen. Tabii burada yapılacak tek şey bu değil, Venedik’te görülecek sayısız yer mevcut. 39
nadolu kır mimarlığını eski çağ, ortaçağ,yeniçağ ve günümüzdeki durumu şeklinde ortaya koymak derinlikli ve doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu coğrafyada insan hareketleriğnin ilk görülmesi Karain,Beldibi ve Belbaşı mağaralarıdaki bulgulara göre avsılık ve toplayıcıkla uğraşan insanlar ve Paleolitik çağa rastlar.
TÜRKİYE KIR MİMARLIĞI -IGenel olarak eski yerleşik Türk toplumlarının evlerinde Orta Asyanın geleneksel toprak mimarisi egemendir. Dr. Şimşek DENİZ
Yerleşik hayata geçişdönemi olan Neolitik çağda Anadolu daki ılk kırsal mimarlık örneklerini ve köylerini görebiliriz.İlk yapılar su kaynaklarına yakın ve alçak tepeler üzerinde kurulmuştur. Ergani Ovasında ve Dicle kenarında bulunan Çayönü Anadolu Halk Mimarisinin öncülerinden sayılır.Çayönü 1963 yılındaki kazılarda keşfedilmiş olup,M.Ö.10200 yıllarında oluşmuş ve M.Ö.4200 yılına kadar yerleşim devam etmiştir.Burada taş temelli kerpiç binaların ilk örnekleri mevcuttur. Dönemin en büyük yerleşimi olan Çatalhöyük te diktörtgen plan şemalı evler ve bitişik nizam yapılanması hakimdi.Bu evler kapısızdı ve girişleri damlardan sağlanıyordu.ışık ve hava amaçlı tepe pencereleri vardı malzeme olarak kerpiç ve balçık kullanılmıştı. Mersin Yümektepe de bulunan evler de yine Neolitik döneme aittir.Aynı şekilde taş temel üzerine kerpiçten yapılan evlerdeki plan şemasında ayrıca bir ahır ve ocak bulunur.
Çanakkale Troya Megaron
Madenin bulunmasıyla Kalkolatik çağa girildiğinde Anadolu daki bazı evlerin iki kat olarak inşa edildiğini görüyoruz.Anadulu daki sundurmalı giriş Kalkolatik çağa ait bir mimarlık ögesidir.İki ,üç odalı ocak ve tandırlı Alacahöyük evleri,Büyük Güllücek Evleri,Yozgat Alişar Evleri ve Burdur Hacılar mevki evleri sonraki yılların Anadolu kır mimarlığına örnek teşkil etmiştir. Çanakkale Troya ve Denizli Beyce Sultandaki megaron tarzı yapılar ve evler Kalkolatik çağa aittir.evler diktörtgen şemalı olup geniş bir iç avlu ve çıkış kapısı bulunur. Anadolu nun yazı ile tanıştığı Tunç Çağında Mezopotamya ile ticari ilişkiler gelişmiş,Doğu Anadolu da Bit-i Hilani denilen avlulu konutlar inşa edilmiştir.Bu dönemde Antalya Karataş ve Semayük te duvarları ahşap hatıllı tek katlı megaron tarzı kerpiç evler yapılmıştır.
sayı//74// eylül 40
Asur ticaret kolonileri çağına aiat olan Kayseri Kültepe deki evlerde ocak ve tahıl ambarları bulunan üst katı yaşam mekanları olan iki katlı kerpiç evler yapılmıştır. Hititler Anadolu nun ilk merkezi devletini kurmuştur.Diktörtgen planlı iki odalı ,balçık çatı ile sıvanmış çatılar,ambar ve ocaklar Hitit evinin temel özellikleridir.Çorum Boğazköy(Hattutaş) taki kazılarda bu tasarımları gözlemek mümkündür. Doğu Anadolu da yerleşen Urartular kerpiç evlerin temellerini kayalara oturtmuş ön avlulu ve iki odalı evlerde sütun ve hatıllar kullanılmıştır.
Çorum Boğazköy (Hattutaş)
Frigyalılar Batı Anadolu da hüküm sürmüş megaron tipi evler inşa etmiştir,sonrasında bölgeye gelen Lidya lılar taş duvarlı,ahşap damlı ve sazdan yapılan evleri tercih etmiştir. Orta Asya da göçebe hayatı süren Türkler yazın yaylaklardaki çadır ve otağlarında kışın ise yaptıkları ahşap ve kerpiç evlerde yaşamışlardır. Harezmi,Cürcan, Dehistan ve Çu Ovalarında yapılan arkeolojik kazılar eski Türklerde yerleşik yaşamın M.Ö.3.- 4.yüzyıllara dayandığını göstermiştir. Ortaya çıkarılan bulgularda özellikle Altay lı göçerlerin dülgerlik (Ahşap yapı yapma sanatı) mesleğinde usta olduklarını görüyoruz.Ayrıca bugünkü Panelvanlara benzer atlı araba üzerinde taşınan ahşap kulübeleri vardı. Hun ve Göktürk dönemlerinde ahşap ve kerpiç evlerin var olduğu görülmektedir. Uygur dönemine ait yazılı kaynak ve kazılarda, Uygurların gelişmiş bir konut mimarisine sahip olduklarından söz etmek mümkündür. Bu dönemde uygulanan Bindirme ahşap Tavan Tekniği ,Erzurum Evlerindeki Kırlangıç Çatı Örtüsüne örnek teşkil etmiştir. Genel olarak eski yerleşik Türk toplumlarının evlerinde Orta Asyanın geleneksel toprak mimarisi egemendir. Türkler Anadolu ya geldiklerinde çeşitli kültürlerin katmanlaştığı bir mekan düşüncesi ve mimariyi gördüler.Yerleşik topluluklar Konya,Kayseri,Sivas gibi şehir merkezlerinde kendi mimarini oluştururken ,Yörükler gibi göçebe toplumlar Akdeniz ve Toros Dağları boyunca Orta Asya dan getirdikleri çadır kurma geleneğini yaşattılar.
Türklerin Orta Asyadan getirdikleri hem yerleşik ve hem de perefabrik ve mobil karakterli mimari Anadolu Antik Dönem ve İslam öncesi medeniyetlerin mimarisiyle sentezlenerek Selçuklu uygarlığını oluşturdu. Osmanlı Devleti döneminde kırsal kesim geçimini tarım,hayvancılık ve el sanatlarına dayalı ve kendi kendine yeten bir üretimden sağlamaktaydı. Anadolu nun farklı coğrafyalarında iklim ve bölgede doğal olarak bulunan yapı malzemelerine göre şekillenen farklı mimari yaklaşım ve yapılar oluştu. Kerpiç,ahşap ve doğal taş temel malzemelerdi. Asırlar içinde doğruluğu ve çözümü kanıtlanmış, farklı inşa teknikleri nesilden nesile aktarıldı. 19.yüzyıdaki Sanayi Devrmi ile birlikte gelenekten kopuş ve değişim başladı.Kırsal nüfus azalırken şehir merkezleri kalabalıklaştı. Değişen yaşam sebebiyle kırsal mimarlık ve halk sanatları gerileme ve yok olma sürecine girdi. KAYNAKÇA; • Anadolu da Kırsal Mimarlık,Çekül Yayınları • Sedat Hakkı Eldem,Türk Evi Plan Tipleri • Cengiz Bektaş,Halk Yapı Sanatı • Ekrem AKURGAL, Anadolu Kültür Tarihi 41
MALAZGİRT ZAFERİ
Bu milletin evlatları, Ağustos ayının büyük zaferi Malazgirt’ten bu yana, Anadolu topraklarında yüzlerce yıldır dalgalandırdığı şanlı bayrağımızı, önüne çıkan her engeli yerle bir ederek bugüne kadar taşıdı ve bundan sonra da taşıyacağına olan inancımızda hiç bir eksilme yoktur. İsmail BİNGÖL
arihimizde Ağustos ayının önemi büyüktür. Çünkü Anadolu coğrafyasına silinmez mührünü vuran bir millet için AĞUSTOS, ZAFERLER AYI’dır. Zira ebedi yurdumuz Anadolu'nun kapıları, bu ayda kazanılan zaferle açılmıştır bizlere… Sayısız cana malolan bu güzel toprakları elimizden almak isteyenlere; en son ve en büyük tokadı da yine bu ayda atmışız. O sebepledir ki bu ay, tarihimizde “Zaferler Ayı” olarak bilinmekte ve bunun içindir ki; 26-30 Ağustos tarihleri arası “Zafer Haftası ve Malûl Gaziler Haftası” olarak kutlanmaktadır. Ağustos ayında, geceyi gündüze çıkaran ve Türk milletini yeni bir yurtla, yepyeni ve benzersiz bir coğrafyayla tanıştıran şanlı zaferlere imza atılmıştır. Büyük ve benzersiz bir ideali gerçekleştirmek, Anadolu’yu vatan yapmak üzere, büyük kahramanların peşinden yürüyen bu millet, tarihin sayfalarını altın harflerle kaydedilen muhteşem zaferlerle doldurmuştur. Selçuklu ordusu ilk büyük zaferini Tuğrul Bey'in üvey kardeşi İbrahim Yinal Bey'in yaptığı Anadolu seferi sonunda Bizans İmparatorluğu ile müttefiki Gürcü Krallığı ve diğer müttefik ordulara karşı Bizanslıların "Kapteron" veya "Kapterou" adını verdikleri Pasinler yakınlarındaki mevkide 18 Eylül 1048 tarihinde yapılan meydan muharebesinde kazanmıştır. Adına " Pasinler Savaşı" denen bu zaferle Anadolu’ya girmiş ve sonra 16 Ağustos 1064'de Kars'ı fethedip, 26 Ağustos 1071'de ise, Malazgirt zaferi ile Anadolu'nun kapılarını ardına kadar milletimize açmış ve batıya doğru yüzyıllarca sürecek olan büyük yürüyüşü başlatmıştı. Bu milletin evlatları, Ağustos ayının büyük zaferi Malazgirt’ten bu yana, Anadolu topraklarında yüzlerce yıldır dalgalandırdığı şanlı bayrağımızı, önüne çıkan her engeli yerle bir ederek bugüne kadar taşıdı ve bundan sonra da taşıyacağına olan inancımızda hiç bir eksilme yoktur. Günümüzde, Anadolu dışında asırlarca yurt tuttuğumuz yerlerin birçoğu şimdilerde elimizde değil. Ancak; sesimiz, soluğumuz o meydanlarda, o şehirlerde ve o dağlarda hâlâ yankılanmakta ve geride bıraktıklarımız; başları dara düştüğünde hâlâ adımızı haykırmaktadırlar. İsmimiz; adaletle ve şefkatle yan yana hatırlanmakta ve geçmişin koynundaki o güzel günler, akla geldikçe, birer hicran yarası gibi yürekleri dağlamaktadır. Atalarımızın gezdikleri, gördükleri bütün
sayı//74// eylül 42
coğrafyalarda, büyük bir medeniyet kurduklarını, bugüne intikal eden eserlerde rahatça görmekteyiz. Bunun için evvela kendi mirasımızı idrak etmemiz lazımdır. Onlar neyin nasıl yapılması gerektiğini çok iyi bildikleri için olağanüstü güzellikte şehirler kurmuşlardır. Yöremizde söylenen bir sözde dendiği gibi, "Eziziyem galasız / Şeher olmaz galasız" diye düşünerek, çok güzel kaleli şehirler inşa etmişlerdir. Böylece yaşadıkları yerlere has bir kimlik oluşturmuşlardır. Çünkü kimliksiz insan olamayacağı gibi, kimliksiz devlet de olamaz, millet de, şehir de... Asırlar var ki millet olarak; sayısız can, hesaba gelmez sıkıntı ve rahatsızlık karşılığında bu toprakları yurt tutmuş, vatan eylemişiz. Gün gelmiş dünyaya hükümdarlık etmişiz; gün gelmiş zorlukların hüküm sürdüğü bu coğrafyada, dört bir yandan düşmanla sarılmış, esaret altına alınmak istenmişiz. Kendi içimizde bölünüp parçalanmış, aramıza fitne ve nifak sokanların oyununa gelmişiz. İşte o zaman kara günler başlamış, vatanın dört bir yanından acılar, zulümler ses vermiş. Nice yüreklere ateş düşmüş, âhlar semâyı tutmuş ve bu durumu anlatıp hikâye eden nice türküler yakılıp, ağıtlar söylenmiş. Çünkü vatanın bağrına düşmanın dayadığı hançeri çekip çıkaracak güçten, kuvvetten uzak düşmüşüz. Ne zaman ki birlik olmuş, bütünlüğümüzü bozmamış, bozmaya çalışanlara topyekûn karşı koyma bilinç ve kararlılığını göstermişiz; aramızı açmak, bizi birbirimize düşürüp parçalamak isteyenlere fırsat vermemişiz, işte o zaman hiç kimse toprağımızın bir karışına bile göz dikmeye cesaret edememiş. Bu birlik ve beraberlikle, bu sırt sırta verişle, bu kenetlenmeyle, daha nice zorlukları aşmış, nice felaketlerin üstesinden gelip, acıları paylaşarak azaltmış, eskisinden daha güçlü bir şekilde yolumuza devam etmişiz. Şanlı bayrağımızın altında atlarımızı doludizgin koşturduğumuz, birliğin ve beraberliğin gölgesinde düşmana yenilgi acısını tattırdığımız Malazgirt, Çaldıran, Çanakkale, Sakarya, Dumlupınar meydanları bu yiğit sesin eseridir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın cümleleriyle “Malazgirt Zaferi’nin açtığı gedikten yeni vatana giren cedlerimiz, ilk fethettikleri bu büyük” coğrafyadan başlayarak gakkoş, dadaş, efe, zeybek; doğulusu, batılısı, kuzeylisi, güneylisi; Gazianteplisi, Kahramanmaraşlısı, Karslısı, Vanlısı, Diyarbakırlısı, Muşlusu; kısacası bütün bir millet, bu meydanlarda hep birlikte savaştılar, düşmana karşı koydular, güzel Anadolu’yu yurt yapıp, vatan eylediler
bizlere… Böylece ta Viyana kapılarına ulaştık… Ancak bu toprakları ele geçirmek isteyen düşmanlarımız, asırlardır haince planlarını uygulamak amacıyla bizi bölmeye uğraşıyorlar. İçerde ve dışarda nicelerini oyunlarına alet ederek onları kullanıyorlar. Bunların çoğu, vatan sevdalısı güvenlik güçlerimiz tarafından, kendi vatanına ihanet etmiş damgası yiyerek etkisiz hale getiriliyorlar… Dost, düşman şunu herkes yakından bilmeli ki; biz, Malazgirt zaferimizden bu yana etle tırnak gibi birbirimizle bütünleşmiş ve kenetlenmişizdir. Bizim kardeşliğimizi hiçbir kalleş oyun bozamaz, bizi birbirimize düşüremez. Çünkü Sultan Alpaslan, Malazgirt zaferi ile bu topraklarda yaşayan herkese “Size öyle bir yurt aldım ki; sonsuza dek sizin olacaktır." diyerek, bir vatan hediye etti. … Asırlardır nice acılar yaşayan, nice sıkıntılara göğüs geren bu millet, yıllardır yakasına yapışan terör belasını da atlatmaya muktedirdir. Bütün bunları atlatacak güce ve kuvvete sahiptir. Onun içindir ki; her acı bizi düşmanlarımıza karşı daha da birleştiriyor, kenetlenmemizi sağlıyor; doğudan batıya, kuzeyden güneye, bir ve bütün olduğumuzu bir kere daha gösteriyor bütün dünyaya… Bunun en büyük kanıtı, tarihte büyük zaferin gerçekleştiği Malazgirt'tir. Büyük zaferin yıldönümünde bir kere daha, bir ve beraber olduğumuzu, bu vatanda yaşayan herkesin, et ve tırnak gibi birbirine kenetlendiğini, istikbalde de bu halin mutlaka süreceğini, hatta toprağın altında yatanların bile bu birlikteliğe şahitlik edeceğini dosta, düşmana haykırıyoruz. ..Ne var ki; doğru olan sadece acıların birleştirmesi değil elbette… Bunun yanında sevinçlerin ve güzelliklerin de bizleri bir araya getirmesi gerekir. Geniş zamanda bu davranışı, birbirimize olan sevgimizi, saygımızı, hoşgörümüzü göstermeliyiz ki; dar zamanda da gücümüzü muhafaza edelim ve dost-düşman herkes bu görüntüden kendine düşen payı alsın. Dostlarımız sevinip gönensin, kötülük etmeye kalkışan, bizimle uğraşmak isteyen düşmanlarımızın ise cesareti kırılsın… Bundan dolayı düşmanın her daim zaaflarımızdan yararlanıp, bizi güçsüz düşüreceğini, boş durmadığını; her zaman bizler için yeni tuzaklar hazırladığını bilip, atalarımız gibi biz de her tedbiri zamanında almalıyız. Yoksa bu vatanın evlatları yeri gelince, canından aziz bildiği bu topraklar için hayatını ortaya koymasını, kanını akıtıp, canını feda etmesini, gözünü kırpmadan düşman üstüne 43
kurucularının ismiyle anılmıştır. Mengücek, Afşin, Saltuk, Kutalmış gibi beylerin isimleri bugün de Malazgirt’te mahalle isimleri olarak yaşamaktadır. Beyliklerin kuruldukları yerleşim yerlerindeki şehir belediyelerinin, Malazgirt ilçemizi gerek fiziki, gerekse sosyal ve kültürel anlamda desteklemelerini ve bu şehirlerin her mahalleye kardeş belediye olmasını buradan teklif ediyoruz. Bir başka teklifimiz de bu coğrafya da sadece yılda bir değil, sivil toplum kuruluşları ve üniversitelerle işbirliği içerisinde olunan etkinliklerin yıl içerisinde belli zamanlarda da düzenlenmesidir. Bu vesileyle gündeme getirdiğimiz konular, dileriz ki ilgililerin ve yetkililerin nezdinde karşılık bulur.
yürümesini, şehit ve gazi olmasını da her vakit bilmiştir. Nitekim milletimiz, şair Mithat Cemal KUNTAY’ın vurguladığı şu gerçeğin kesinlikle farkındadır: “BAYRAKLARI BAYRAK YAPAN ÜSTÜNDEKİ KANDIR../TOPRAK, EĞER UĞRUNDA ÖLEN VARSA VATANDIR.”
Bizi duyana, işitene ve sözümüze kulak verene Âşık Şenlik’in mısraıyla bir kere daha sesleniyoruz ki; “Can sağ iken yurt vermeyiz düşmana”… Bunu böyle bilsinler ve üstüyle, altıyla, şehit ve gazi olanıyla bizim olan bu topraklar; nice yiğitlerin, civanların, fidanların can feda kıldığı bu mukaddes vatan; geçmişte bizimdi, şimdi de bizimdir ve her daim bizim olmaya, bizim kalmaya devam edecektir. Ancak, sahip çıkarken, milli şairimiz Mehmet Akif’in, sahip olmanın yolunu gösterdiği mısralarda anlatılmak isteneni de zihinlere adeta kazımak gerekir: “SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR,/ SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR”
İlk Türk beylikleri Malazgirt Savaşının ardından Anadolu’nun fethiyle görevlendirilen komutanlar tarafından kurulmuştur. Anadolu’nun Türkleşmesinde, Türk İslam kültür ve medeniyetinin yaygınlaşmasında büyük payı olan bu beylikler, genellikle sayı//74// eylül 44
Geçen yıl Ağustos ayında değerli dostum Prof.Dr.Ömer Özden ve eğitimci Reşat Coşkun'la beraber, Türkiye Yazarlar Birliği'nin Malazgirt Belediyesi ve Kültür Bakanlığı'yla birlikte organize ettiği "4. Tarihi Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni" sebebiyle bu güzel coğrafyanın misafiri olduk. Karşılaştığınız tabiat manzaraları ve insan davranışlarından çok etkilendiğimizi belirtmeliyim. Sokakta gördüğümüz ve oranın yabancısı olduğumuzu anlayan birçok kişinin bizlere ikramda bulunmak için yarıştığını görmemiz bizleri hakikaten çok şaşırtmıştı. Vatanımızın güzide bir parçası olan bu topraklara niçin daha önce gelmediğimize esef etmiştik. Şölenin açılış programına katılarak hissiyatımıza tercüman olan ve şölenden ayrılmasından kısa bir zaman sonra da elim bir kaza sonucu hayata veda eden Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun'u da, bu vesileyle bir kere daha rahmetle anmadan geçmeyelim. Milletçe 26-30 Ağustos tarihleri arasında kutlamaya başladığımız “Zafer Haftası ve Malûl Gaziler Haftası”'sı dolayısıyla kaleme aldığım cümlelerimi, Malazgirt ovasında esir edilen Bizans’ın mağrur komutanı Diyojen’le, Anadolu’nun kapılarını açan Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan arasında geçen, ibret verici, kısa tarihi konuşmayı sunarak bitirmek istiyorum: "Sultan Alparslan sorar: “Hiç tarih okur musun?” Bizans İmparatoru Diyojen şaşkın bir halde karşılık verir: “Hayır okumam, neden sordun?” Alparslan’ın cevabı çok düşündürücüdür:“Çünkü tarih okumayan ve tarihini bilmeyen bir milletin sonu, senin sonun gibi olur."
MANİSA BAĞLARI Türkçeyi sevdiren Allah aşkını dizelerinde anlatan dillere destan bir şair geçmiş bu topraklardan. Fevzi LÜTFİ Prof.Dr.Adem EFE* Sadeleştirme** Menderes vadilerinde incir bahçeleri, Gediz kıyılarında üzüm bağları bu iki nehir kenarı sakinlerini şehir ile ova, kasaba ile köy arasında taşınıp duran mesut bir göçebe kafilesi haline koymuştur. Buralıların bir şehirde, bir de bağlarında ve bahçelerinde iki evi vardır. Bütün bir kış kuleleri/ bağ evleri ve bütün bir yaz da şehir evleri hüzünle, hasretle sahiplerini beklerler. Bağ evleri bir yaz daha sefalı ömürlere sığınak olabilmek için bir kış rüzgârlara, yağmurlara, karlara ve sellere dayanır. Gün dönümü kışın bu avâresi için bahtının parladığı ilk gündür. O günden sonra bütün gönüller ona çevrilir; şehir evlerinin eşyası ona yollanır ve artık ta ekime, ilk soğuklara kadar bütün bir yaz o bağ evinde o iki göz odalı sayfiyede eğlenceler yapılır. Tatlı günler geçer. Kahkahalar yükselir. Buna karşılık gün dönümü ve ilk yük arabalarının kır yollarında görünmesi kasaba için karanlık gecelerin, kimsesiz günlerin, tatsız saatlerin ilk anıdır. Artık şehirlerin kalabalığı azalır, sokak aralarındaki çocuk çığlıkları, kahvelerdeki tavla pullarının şakırtıları bağ evlerinden, bağ yollarından ve asma aralarından çıkmağa başlar. Evler boş, haneler sessiz, dükkânların çoğu kapalıdır. Bu âdet ve bu görgü yalnız yerli halkta değildir. Buralara gelip yerleşenlerle memurlar da bu haldedir. İlk senesi değilse bile ikinci sene onlar için de gün dönümünde bir bağa taşınmak ve kasım yaklaşırken şehre dönmek âdet olur. Onlar da tıpkı yerliler gibi bağ lafı etmekten, üzüm ve pekmez kokusu koklamaktan hazzeder. Yaz sonuyla, sonbaharda Manisa’ya uğrayan nice yolcular bilirim ki bir gün içinde belki on defa hayretle yüzüme bakarak “Bu şehrin halkı nerededir” diye sorarlar. Evet! Bu şehrin halkı nerede? Kasabaya bir hal mi oldu? *Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF. ÖÜ. ** Bu sadeleştirme, Fevzi Lütfi KARAOSMANOĞLU’nun, “Memleket Manzaraları: Manisa Bağları”, Dergâh, 1. Cilt, Numara 10, 5 Eylül 1337/12 Muharrem 1340/5 Eylül 1921, s. 154-155 arasında yayınlanan makalesinden yapılmıştır (AE).
Hayır! Bu halk şehrin sıcağından, tozundan ve üzüntüsünden kaçtı. Rızkını devşirmek için bağlara gitti. Asma aralarına sokuldu. Bağ evlerinin serin gölgesine sığındı. Bağ vaktinde bağ memleketlerinin sakinleri gözlerini güneşten çok evvel açar, onları için gün hemen fecirle başlar. Fecirle beraber şehirle bağlar arasında insandan, yürüyen bir zincir peyda olur. Bu zinciri yapanlar, kadın, erkek yanık yüzlü, acayip kıyafetli, başları sarıklı işçilerdir. Bunlar bağlara üzüm kesmeğe giderler. Üzüm kesmek tatlı ve güzel bir iştir. Bu işin güneşi az, çilesi az, yorgunluğu azdır. Asma yaprakları arasından dolgun salkımları aramadan kolayca ele geçirip kesivermek zor mudur? Hele işçi kadınlar çalışırken seyretmek, yapraklar arasından pembe yanaklarını görmek, mırıldanışlarını dinlemek, şarkılarına kulak kabartmak o kadar hoştur ki… Bağ bozumu mevsiminin en tatlı demi akşamlardır. Akşamı bağlarda geçirmek, meydanda ay ışığında üzümlerin serildiği yerde uzanmak ne iyidir… Etraf yemyeşil, gök parlak, havadan üzüm kokuları gelir. Yerde uzanıp kendinizi dinleyeceğiniz sırada tatlı bir kadın sesi yükselir: Bugün ayın on dördü Kız saçını kim ördü Ördüyse efem ördü Ay karanlık kim gördü Az öteden buna cevap… Başka bir name. Bu sesler kesilir. Birden derin bir sükût içinden ansızın bir çakal sesi duyulur. Bir köpek havlaması veya bir sarhoş narası duyulur. Bir dakika sonra bir silah sonra bir daha… Bunu müteakip daha edalı, daha nazlı yeni bir name… Ve saz sesleri… Nameler, sesler ve yüzler içinde bir âlem. Başınızı kaldırıp şehir tarafına bakarsanız kapkaranlıktır. Ovaya çevriliniz. Koca bir şehrin ışıkları yürümüş muntazam fasılalarla avcıya açılmış gibi ovaya dağılmıştır. Hele esnaflar ve memurlar için bu geceler o kadar tatlıdır ki… Onlar ki günlerini pirinç ve yağ kokan ölü benizli bakkal dükkânlarında veya rutubetli, ağır mürekkep kokulu kalem odalarında öldürmüşlerdir. Akşam ezanından bir saat evvel dükkânlarını kaparlar, cetvellerini, defterlerini doldururlar. Güzel semerli eşeklerine binerler. Şayet yüklü ise önlerine katıp bağ yolunu tutarlar. Çocukları onları karşılamak için yollara çıkarlar. Hediyelerini isterler. Şehir havadisleri sorarlar. Sonra da dayanıncaya kadar gülüşürler, oynarlar. Ertesi sabah da fecirle beraber uyanıp bağlarını ve sergilerini dolaşırlar. Kuşluk vakti şehre dönerler. Bu dönüş biraz üzücü ve zordur. Bu âlemler yazık ki şimdi olan şeyler değil, biten şeylerdir. Hepimiz şimdi onları son günleri, üç dört yıl evvele ait kıymetli ve hazin hatıralar gibi anıyoruz. Öyle söylüyorlar ki şimdi ne bağlar varmış ne de insanlar. Bağlar kimsesiz, insanlar bağsızmış. 45
üzel görüntü yerleri iç açıcı havuzları bulunan; kemerlerinin kavsi yüksek göğün çatısı ile yarışan; renkli ve kafesli duvarlarının güzelliği kıskançlıktan gök kuşağının rengini solduran, firuze ve lacivert renklerdeki döşemeleri...
KUBAD-ABAD SARAYI ÇİNİLERİ-I-
Öyle yüksek saraylar ki, parlak güneş orayı görünce göğün etrafında dönmeyi keserdi Her yerinde zülal bir çay akardı, orayı vasfetmekten aklın dili lâl olurdu Önünde cennet gibi bir bahçesi vardı ki, göz öyle bir yeri hiç görmemişti.”(1)
Alaaddin Keykubad, Beyşehir Gölü kıyısında Kubad-Abad Sarayı yapımına çok önem vermiş, zaman zaman buraya gelerek inşaatı kontrol etmiştir. Burada ne kadar zaman geçirdi bilemiyoruz. Bilal ARIOĞLU
Selçuklu tarihinin en önemli kaynaklarından olan Selçuknâme’de İbn Bibi Kubad-Abad sarayı hakkında yazarken bunları söylüyor. Bu sarayın duvarlarını süsleyen çeşitli hayvan ve geometrik figürlerle bezeli, göz kamaştırıcı turkuaz, lacivert çiniler onu bu denli şairane bir söyleme teşvik etmiş olsa gerek. Ayrıca Alaaddin Keykubad’ın Beyşehir Gölü’nü gördüğünde: “Cennet ya burasıdır ya da buranın altındadır” dediği de rivayet edilir.
“ÇİFT BAŞLI KARTAL, ŞAHİN VE LALE FİGÜRLERİ”
Dönemin çağdaşı tarihçi İbn Bibi’nin anlatısına göre, Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubad’ın Antalya-Alanya seferinde, o zamanki adıyla "Buhayre-i Gurgurum" (yani bugünkü Beyşehir Gölü) kıyısında konakladı. Burada, süt gibi tatlı suyu yeşil renkli bir göl vardı. Üzeri kadifenin kıvrımları gibi dalgalarla dolu göle hayran olan Sultan, mimar Sadeddin Köpek'e güzellikte cennete benzeyecek bir saray yapılmasını buyururken, parlak zekâsıyla sarayın planını çizerek onun üzerinde açıklamalar yaptı ve sarayı resmetti! Bunun üzerine Sadeddin Köpek güzel görüntü yerleri, iç açıcı havuzları bulunan; kemerinin kavsi yüksek göğün çatısıyla yarışan, çok süslü, geniş ve çok eşyaya sahip olan köşkleri, kısa bir zamanda Sultanın emrine uygun olarak yaptı.(2) Türk kültüründe saray bahçelerini süsleme geleneğini 9. Yüzyıla kadar götürmek mümkündür. Cevat Rüştü Tarih-i Mısır-ı İbn İlyas’tan alıntılar yaptığı Türklerin milli bahar çiçeklerinden sümbülü anlattığı makalesinde şöyle anlatıyor; “İlk Türk devletinde meydan süslemesini de 9.yüzyılda Abbas bin Tolun’un oğlu Humaraveyh yapmıştı. Kahire’deki Beni Tolun Camii yanında düzenlediği meydana Hind, Şam, Horasan, Mekke ve Yemenden ağaçlar nakil edip çiçekler diktirdi. Bu çiçekler sayı//74// eylül 46
içinde karanfil, zağferandan başka sümbül de vardı ki bunların hiç birisi o tarihe kadar dikilmemişti. Humaraveyh bahçesinde bu çiçeklerden “hasbüna”llahu ve ni’me’l –vekil” gibi cümleler, ikliller (çiçek taçları) bile teşkil ederdi. Bu çiçek cümlelerini muhafaza için ellerinde altın ve gümüş makaslar bulunan memurlar bulunurdu... Şu malumat da gösteriyor ki asırlarca evvel biz de çiçeklerden bahçelerden büyük bir zevki-i medeni duyardık (3) Bugün kullanılan çevre düzenleme, çiçeklerle desen çizme ve yazı yazma geleneğinin kültürümüzde binikiyüz yıllık bir geçmişi olduğunu da öğreniyoruz. Meydan düzenlemeleri ve çiçekçilikte adından bahsedilen birçok Avrupa ülkesinin henüz tarih sahnesinde olmadığı bir dönem. Alaaddin Keykubad, Beyşehir Gölü kıyısında Kubad-Abad Sarayı yapımına çok önem vermiş, zaman zaman buraya gelerek inşaatı kontrol etmiştir. Burada ne kadar zaman geçirdi bilemiyoruz. Onun ölümünden sonra, başarısız oğlu 2. Gıyaseddin Keyhüsrev tahta geçmiş, Alaaddin'in karizmatik otoritesi ve dahiyane politik becerisiyle, Anadolu'nun dışında tuttuğu Moğol felaketini adeta ülkeye davet etmiş, böylece Selçuklu birliğinin sonunu hazırlamış ve bu arada zamanının çoğunu da Kubad Abad ve Alanya saraylarında geçirmiştir.(4) Bu fetret döneminden sonra unutulmaya başlayan saray 1949 yılında Konya Müzesi müdürü M. Zeki Oral tarafından keşfedilir. Kubad-Abad'ın irili ufaklı çeşitli bina kalıntılarını içerdiğini fark eden Oral, en büyük ve özellikleri anlaşılacak kadar düzgün durumdaki iki tanesini "büyük saray" ve "küçük saray" olarak tanımlamış ve planlarını çizmiştir. 1965 yılında Alman arkeolog Katharina OttoDorn tarafından arkeolojik kazılara başlandı. Sanat tarihçileri bu kazının Türkiye'de, esas amacı Türk kültürüne yönelik arkeolojik çalışma olan ilk profesyonel örgütlü kazı olduğunu ve Anadolu’da Selçukludan kalma planı da ellimizde olan tek sarayın Kubad-Abad olduğunu belirmektedirler. 1965 yılında başlayan kazılarda kısa sürede Büyük Saray’daki çini buluntuları özgün durumda ele geçirilmiş. Böylece, heyecan yaratan o resimli çinilerin, yıldız biçimli levhalarla haç biçimli olanlarının nasıl bir
düzenle duvarları kapladığı da anlaşılmıştır. 1967'de Otto-Dorn'un Türkiye'den ayrılmasıyla kazılar 1980 yılına kadar durmuş. Sonra yeniden başlatılarak Küçük Saray kalıntıları üzerinde yoğunlaşılmıştır. Ankara Üniversitesi’nden bir ekip Rüçhan Arık yönetiminde kazılara devam ediyor. Alışılmışın dışında süslü ve figürlü çiniler ve seramiklerle bezenen Kubadabad Sarayı’nda bulunanlar Karatay Müzesi’nde sergilenmektedir. Prof. Dr. Rüçhan Arık ve Prof. Dr. Oluş Arık Çini sanatını Anadolu'ya Selçuklular getirdiğini, Onlardan önce burada, hatta orta ve yakın doğuda, Abbasilerin kısa ömürlü parlayışı dışında, bu sanat yoktu. Selçuklular, Anadolu'ya sırlı duvar seramiklerini kazandırdı! Bu, Bizans'ın ve daha öncekilerin yaptığından çok farklı bir iş olduğunu belirterek bunu şöyle açıklıyorlar; “Selçukluların geliştirdiği önemli bir teknolojik adım yeni bir hamur yapısı ortaya çıkarmıştır. Kuvarsın ana hammadde olarak kullanıldığı bu hamurun plastik özelliğini artırmak için, bir miktar beyaz kil ve sırça (frit) eklenmiş; böylece mükemmel sonuçlar elde edilmiştir.”(5) Anadolu Selçuklularından itibaren devamlı gelişme gösterecek olan çini sanatı, bu coğrafyayı turkuaz ışıltılar saçan çiniler yurdu haline getiren Selçukluların eserleri de sıradan duvar bezemeleri, şirin ama basit el işçiliği ürünleri değildi. Devam edecek… 47
KARTPOSTALLARIN ANLATTIKLARI İletişim araçlarının, İnternet ve telefonun kartpostalı turistler için hediyelik eşya ve bayram ve jübileler için para zarfı hale getirdiği son yirmi yılda durum değişmeye başladı. NİZAMİ İBRAHİMOV (Kolleksiyoner-Moskovada) EDEM UMEROV (Moskova Kırım Tatarları Derneği B.)
eşitli basılı ürünler arasında kartpostalın farklı bir yeri vardır. 19.yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan kartpostallar, 20.yüzyılın başında toplumun hayatında önemli bir yer almıştır. Kartpostallar en yaygın basılı ürün haline gelerek, onlarca ve milyonlarca adet basılmıştır. Günlük yaşamdan sanata, kitap kahramanlarından doğal afetlere, şehir ve kasabaların görüntülerinden müze koleksiyonlarına ve etnik tiplemelere kadar hayatın tüm yönlerini yansıtan bir nevi resimli ansiklopedi haline gelmiştir. Aslında kartpostallarda gösterilmeyen konu yoktu. Kartpostal, 20.yüzyılın hayatında o kadar sağlam bir yer aldı ki, solduğumuz hava misali gözle görünemez hale geldi; kitaplar hakkında kataloglar yapılırken, bir sürü kütüphaneler ve depolar kurulurken, kartpostallar çoğu zaman özel koleksiyoncuların ve bölge araştırmacıların kaderidir. Bununla birlikte, kartpostallar daha az sansüre uğradı, özel yayıncılar, oteller, kafeler, eğitim kurumları ve diğer kuruluşlar ve kişiler tarafından yayınlandığı için keşfedilmemiş çok şey mevcuttur… İletişim araçlarının, İnternet ve telefonun kartpostalı turistler için hediyelik eşya ve bayram ve jübileler için para zarfı hale getirdiği son yirmi yılda durum değişmeye başladı. Şüphesiz ki, şu anda Moskova’dan Sydney’i aramak ekmek almaya gitmekten daha kolaydır. Şu anda çeşitli ülkelerde makaleler, kataloglar daha sık yayınlanmaya başladı, özel koleksiyoncuların koleksiyonları incelenmekte, çeşitli kartpostal fuarları yapılmakta ve kartpostal, çeşitli bilimi insanların başvurduğu önemli araştırma kaynağı olmaktadır. Çeşitli koleksiyonlar sürekli yeni, çoğu zaman benzersiz eserler, zaman tanıkları bulunmaktadır… 30 yıl boyunca topladığım, yaklaşık 4 bin eser içeren bir koleksiyon hakkında bahsetmek istiyorum… Elbette Türkiye’de daha büyük ve daha çok ilgi çeken koleksiyonlar mevcut; ancak benim koleksiyonum, Türkiye’nin dışında toplanması nedeniyle dikkat çekmektedir… Neden bu ilginç? Genellikle insanlar, ikamet ettikleri şehirleri ve bölgeleri ile ilgili koleksiyon yaparlar; örneğin, Moskovalılar Moskova, Londralılar Londra, Kayserililer ise Kayseri ile ilgili koleksiyon toplamaktadırlar. Ancak mektupların bir şehir içinde gönderilmesi çok nadir; sokağın diğer ucunda
sayı//74// eylül 48
yaşayan bir komşunuza niye mektup yazasınız ki. Mektuplar genelde kuşlar misali dünyanın tüm ülkelerine ve köşelerine uçmaktadır. Benim koleksiyonum, Türkiye’nin misafirleri, turistleri, diplomatları, askerleri veya ticari temsilcileri tarafından getirilen veya Rusya’ya gönderilen kartpostallardan oluşmaktadır. İşte bu koleksiyonun özgünlüğü ondan kaynaklanır, Rus insanın ülkeye kartpostal üzerinden bakışı..... Elbette en çok kartpostal İstanbul, Boğaz ve birçok etnik tiplemeler ile ilgilidir. Bunun nedeni, Osmanlı Türkiye’nin başkenti Ruslar tarafından en sık ziyaret edilen şehir olmasıdır. Karadeniz’i bir torba olarak düşünürsek, İstanbul’un tüm ihtişamı ile bulunduğu Boğaz onun dar ağız kısmıdır... Burada, 1914 yılında meydana gelen 1.Dünya Savaşından önce Rus Gemicilik ve Ticaret Topluluğuna bağlı Rus postanesi bile vardı… İşte bu postane vasıtasıyla Haziran 1913 yılında İstanbul’dan Vilno’ya gönderilen bir mektup. Üzerinde pul olmamasına rağmen, “…nstanti…” diye yazı görülmektedir; bu yazı “Konstantinopol” kelimesinin bir parçası olup, zarfta Türk posta mühür yoktur… "Canım Kseniaciğim! Dün bütün günümü geçirdiğim Konstantinopol’dan yazıyorum. Herkes, Boğazın manzarasını seyretmek için sabah 5’te uyanmıştır. Gerçekten bir masal gibiydi. Sabah 8’de Konstantinopol’e geldik ve tekne ile şehre gittik. Şehrin Türk tarafındaki tüm ilginç yerleri gezdik. O kadar sıra dışı ki, sanki rüya görüyorsun. Aya Sofya gerçekten çok etkileyicidir. Bu kadar
nezaketle karşılanacağımızı hiç düşünmezdim. Aydın Türkler bize her türlü hizmet verdi ve gayet güzel Fransızca dilinde kendilerini ifade etti. Dün gördüklerim beni o kadar etkiledi ki, uyuyamadım ve hala kendimi bir masaldaymışım gibi hissediyorum. Şimdi bugün saat 5’te gideceğimiz Asya Smirna’dan yazacağım…” mektup Galata Kulesi manzarasını gösteren kartpostal üzerinde yazılmıştı. Bu ise, İstanbul’dan Moskova’ya yazılan başka bir mektup; üzerinde postane mühürleri olmadığı için muhtemelen zarf içinde gönderilmiştir. “Sevgili Vitya! Sizi uzak Konstantinopol’dan selamlıyorum. Yabancı dillere hakim olduğunuz için umarım sizin seyahatiniz daha şanslı olacaktır... Ne kadar çok ilginç şeyler var burada. Burada olan, muhtemelen Avrupa’nın hiçbir ülkesinde yoktur..."...ve kartpostalda “Semazenler” sahnesi gösterilmiştir… tabii ki Avrupa’da bunu göremezsiniz... Bu ise, Sovyet bilim adamı E.Y.Yunovich tarafından 1936 yılında Moskova’ya yazılan başka bir mektup: “Sevgili Elena. Gördüğün gibi, Nazilli çok yeşil ve kuru günlerde oldukça temiz bir şehirdir…” Bu mektup, Nazilli şehrin manzarası bulunan bir kartpostal üzerinde yazılmıştır. Ancak Türkiye manzaralarını içeren birçok kartpostal kullanılmamış, zira hediyelik eşya olarak alınıyordu. Burada belirtmek gerekir ki, kartpostal saklama kültürü hızlı bir şekilde yayılmıştır; kartpostallar albümlerde, kutularda aile fotoğrafları ile birlikte, nesilden nesle 49
aktararak saklanıyordu. Bu nedenle, özellikle Moskova ve Saint-Petersburg’ta iyi durumda bulunan kartpostalları görmek mümkündür… 1.Dünya Savaşın başlaması ile Rusya’daki Türkiye konusu aniden değişmiştir. Bu dönemde Türkiye karikatürleri ve Kafkas cephesindeki askeri harekatları gösteren birçok kartpostal basıldı... Ancak elimde bu tür kartpostal fazla yok, zira Sultan Abdülhamit ve Türk askerleri ile ilgili karikatürler ve top resimlerinden ziyade Türkiye’nin kültürü ve etnik özellikleri daha çok dikkatimi çekmektedir. Savaş zamanına ait kartpostallar arasında zaman zaman ilginç cami ve çeşitli şehir ve kasaba görüntüleri çıkmaktadır. Rusya ve Türkiye’de meydana gelen inkılaplar iki ülkenin belirli bir zaman içinde birbirine yaklaşmasını sağlamıştır. Bu dönemde genç Sovyetler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti, kültür ve askeri alanlarda sıkı temas içindeydiler. Muhtemelen o zamanlarda, inkılabı ve Türk İnkılap önderi Mustafa Kemal Atatürk’ü gösteren kartpostallar Moskova’da basılmıştır… Sovyetlerin dışa karşı kapalı tutumu ve sınırların kapalı olması 1914 yılına kadar yapılan Türkiye ziyaretlerine imkan vermemekle birlikte, ülkeler arasındaki ılık ilişkiler uzun sürmedi. Stalin’in iktidarı güçlendikten ve Boğazların ve Türkiye’nin işgali ile ilgili gizli planları ortaya çıktıktan sonra Sovyetler Birliği etrafında demir bir perde oluşturuldu… Buna rağmen, çok az miktarda da olsa kartpostallar ülkeye gelmeye devam ediyordu… sayı//74// eylül 50
Kartpostallar hakkında anlatırken iki konudan bahsetmedim: farklı Türki halkların temsilcileri tarafından Türkiye ziyaretleri ve gönderdikleri veya yanına götürdükleri kartpostallar. Ne de olsa Türkiye her zaman Türk halkların ilgisini çekiyor, gençler ise onu iyi bir eğitim alabilecekleri bir yer olarak tanıyordu. İkinci kapsamlı konu, çeşitli ülkelerin sınırlarında Osmanlı döneminden kalan eserler. Bu eserler sadece Bulgaristan’da, Yunanistan’da, Romanya’da ve Yugoslavya’da değil, aynı zamanda Rusya ve Ukrayna’da bulunmaktadır. Örneğin, Ukrayna’nın Nikolayev şehrinde mucizevi bir şekilde günümüze kadar gelen Sultan çeşmesi veya Rusya’da Azak Türk kalesindeki barut depoları; ayrıca modern Türkiye’nin dışında tek kalan, Mimar Sinan’ın projesine göre inşa edilen Gözlev (Evpatoriya)’daki Han Camisi.... Bazen Türkler de Rusya’ya geliyor ve orada çalışıyordu; buna ait görüntüleri de kartpostallarda bulabiliriz: Soçi’de Türk balıkçılar, Alupka’da meyve satıcısı Mustafa Çavuş.... Özel koleksiyonculara ve eserlere mutlaka destek vermek gerekir, kaldı ki onların çoğu yaptıkları işe sadık ve iletişime açıklar. Umarım, bir gün ben de Türkiye’de koleksiyonumu sergileyebileceğim. Eylül 2019 tarihinde Rusya Federasyonun Müftülüğü Kurul Toplantısı çerçevesinde Moskova’nın Ulu Camide, ziyaretçiler arasında yoğun ilgi gören Türkiye’nin de ayrı bir stantta sergilendiği “Kartpostalda İslam” adlı bir sergi gerçekleşti... Türkiye’ye karşı sevdamız topladığımız kartpostallardan belli oluyor...
ŞEHRE GİDEN YOLLAR “Mutluluk, varılacak bir yer değil, yolculuğun kendisidir.” Şeyma YORULMAZ
Tokat-Ankara arası yolculuk, gece karanlığında, gerdanlık gibi görünen, ara sıra sıklaşıp seyrelen ışık kümeleriyle başladı. Gün doğumuna seyahat halindeyken denk gelmek bu yolculuğun tatlı ikramıydı sanırım. Gün doğumu ve gün batımı, otobüs seyahatlerinin en güzel bölümü. Yolculuğunun seyrini daha da katmanlaştırır. Kulağına kulaklığı takıp bir de müzik açtın mı tadına doyum olmaz. Ankara’nın büyüleyici güzelliğinden sonra başka şehirler de eklendi birer birer, hafızamın tozlu raflarına. Adana’dan Trabzon’a, İstanbul’dan Ağrı’ya kadar pek çok şehrin iklimini soludum. Bu seyahatlerde en güzel yol arkadaşımdı otobüs. İnsan en çok şehirlerarası seyahatteyken düşünür. Kendi yaşadığı ev ile gördüğü farklı yapıdaki evleri kıyas yapar. “Aaa! Bu evin bahçesi ne kadar da güzelmiş. Ben de evimi bu renge mi boyasam? Bak bu evin sahibi bahçeye iyi bakmış aferin ona!” Ama ben en çok da “Mavi-Yeşil Aşkına” vurgundum. Yol boyu binlerce ağaç beni selama dururdu sanki. Göğün sakin kalmak isterken yaramaz bulutların hareketliliği beni hep mutlu ederdi. Bazen o kadar çok uzun süre kalmışlığım olurdu ki çene kaslarım ağrımaya başlardı tebessümden.
aat tik takları akıyor ve ben büyüyordum. Ömrümün en güzel yaşları gözlerimin önünde yitiyormuş meğer. Fark ettiğimde, çoktan büyümüştüm. Küçükken büyük biriydim: Olgun, aklıselim ve hala çocuksu. Yaşıtlarımdan hep farklı düşünürdüm, işin ilginç yanı bu farklılığımı bilirdim. Herkesle aynı fikirde olduğum tek bir sevgi vardı: uzaklar. Uzaklara gidebilmek küçük-büyük herkesin hayaliydi elbet. Şehrin ortasında cüsseli bir yapı! Kafayı kaldırıp baktığında önünden geçmekte olan bu iri şey, arada “tıs” sesleri çıkararak ilerlemekte. Belli ki tüm gözleri üzerine çekmek istemekte. Beni tuzağına düşürdü bile. Küçücük boyumla, ona bakarken adeta mest olurdum her seferinde. Yıllar geçti, ben büyürken hayalim de büyüdü. Sonunda ilk seferimi yapacaktım bu büyük yapıyla. İlk yolculuğum Ankara’ya idi. O büyük yapının içinde olmaktan dolayı nasıl bir his yaşayacağımı bilemeyerek binmiştim ama çok heyecanlıydım elbet. Cam kenarına denk düştüm. Bilseniz, ne de güzeldi. *Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF. ÖÜ.
Peki, siz hiç ayçiçeği tarlası gördünüz mü? Muhteşem bir derya saflığında sıralanır birbiri ardına. Mavi Yeşil sevdasına bir de ‘Sarı’ eşlik eder ki üçü bir arada lezzetini tatmak için gözlerinizi dört açmanız yeterli olacaktır. Hatta onunla yetinmeyip otobüsten atlayıp ay çiçeklerine koşasınız gelir. Hızını alamayıp tarlanın öteki ucuna kadar hem de. “Önemli olan varmak değil, yolda olmaktır.” sözünü bilirsiniz. İnsan bu sözün ehemmiyetini ancak yola çıktığında anlıyor. Sayısız tepeleri aşmak, uçsuz bucaksız dünyanın varlığına hayran kalmakla eş değer oluyor. Bazen bir coğrafyanın renk cümbüşüne şahitlik ederken, bazen de iklimler arası yoksunluğa tanıklık ederken bulursunuz kendinizi. Her bir anı, fotoğraflamak ve ömürlük saklamak istersiniz. Yolculuk neydi sizce? Sadece bir yer değiştirme eylemi miydi? Yoksa bu yolculuğa manevi değerler katma mıydı? Bence kimi zaman şaşkınlık kimi zaman ufak bir kalp çarpıntısı ama hepsinden öte heyecanı hep diri tutan bir keşifti yolculuk. Gözünüzü kapayıp açtığınızda bambaşka dünyaya aralanan bir kapı, yaşamın zenginliğine zenginlik katan bir mutluluk. Güzel bir söz ile bunu taçlandıralım mı? “Mutluluk, varılacak bir yer değil, yolculuğun kendisidir.” 51
ÖFKEYİ HİCVE
DÖNÜŞTÜREN ŞAİR Seyfi Baba şiirinde sokağı tasvir ederken bizi güldürürken aynı zamanda acı acı düşündürür de... Erbay KÜCET
debiyatımızda Şair Eşref ve Neyzen Tevfik’le birlikte birinci dereceden hicve yönelen şair azdır. Divan Edebiyatı’nda Şeyhi, Fuzuli, Nef’i ve Sürüri gibi isimler hicivle yazmışlardır. Fakat hiciv onların bu yönünü teşkil etmez. Bunlardan sadece Nef’i karakterinin de hicve müsait olması ve kasidelerinin konusunu hicivle beslemesi söylenebilir. Ancak onun kasideciliği yine ön plandadır. Şair Eşref ve Neyzen Tevfik’te ise hiciv birinci sırada ve amaçtır. Mehmet Akif’ten ise hiç bahsedilmemiştir. İçinden çıktığı toplumun dertlerini ve meselelerini bir fikir adamı gibi şiirlerinde ele alan, şiirle düşünen, aynı zamanda inandıklarını yaşayan ve sonuna kadar savunan örnek bir aydınımızdır. Bu açıdan Mehmet Akif gibi topluma mal olmuş büyük bir şahsiyeti bütün yönleriyle ele almak ve tanıtmak zorundayız.Türkçe’miz pek çok dil oyunlarına imkân veren zengin bir dil olduğundan edebiyatçılarımız edebi sanatlara sıklıkla yer vermişlerdir. İşte Safahat’ı incelediğimizde Akif’in hicviyeye geniş yer verdiğini görürüz.
sayı//74// eylül 52
Ancak Akif’te hiciv hiçbir zaman amaç değildir. O hicvi amaca ulaşmak için bir söyleyiş tarzı olarak benimsemiştir. Akif’in hicviyelerinde şahıslar yok, şahısların içine düştükleri durumlar ve açmazlıklar vardır. İnsanlar hicvedilirken onların şahsiyetleri ile birlikte toplum içinde düştükleri kötü durumlar hicvin konusu olmuştur. Yaşadığı toplumun sorunlarına kayıtsız kalmayan Akif geniş anlamda sohbet üslubunu tercih ile söz sanatlarını kullanarak şiirinin destansı ve hiciv havasına girmesini sağlar. Bu yönüyle okuyucuda acıma, öfke, dehşet ve şaşkınlık duygularını uyandırır. Sosyal bozuklukları teşhis ederken düzeltilmesi için herkesi göreve davet eder. Sanat anlayışını açıklıkla Safahat’ın başında açıklayan Akif’te hiciv kavramı içine giren birçok örnek vardır. Her kitabında, özellikle manzum hikâyelerde hicve geniş olarak yer verir. Sanatının ilk devresinin ürünü olan küçük günübirlik olayların ağırlık kazandığı manzum hikâyelerinde, dinî, insanî ve ailevî sorunlar üzerine eğilir. Köse İmam şiirinde evini idareden aciz İhsan Bey’in eşinin üzerine tekrar evlenmesi ve kadının razı olmamasından sonra erkeğin dörde kadar evlenmeye hakkı bulunmaktadır diyerek kadını dövmesi ve kadının komşuları olan Köse İmama şikâyete gelmesinden sonra olaylar gelişir ve İmamın haber göndermesi ardından İhsan Bey’in yaptığı hareketler hicvedilir: ........-Ne kibarlık bu beyim? Bir davet, Yetmiyor öyle mi? -Evet, Haber aldık... O, fakat sizce büyük bir şey mi? On kadın dövse yorulmaz, benim İhsan Beyimi Bilirim ben ne tosundur. (Safahat, s,127) İhsan Bey İmamın bu sözleri karşısında kızarak “Dövüyorsam kendi karımı dövüyorum” sana ne, derecesine ileri gider, İhsan Bey bu hareketlerinde yaşadığı 1908 meşrutiyetinden yararlanır ve sık sık dini konuları hürriyetle açıklamaya çabalar, Akif’in; “ iki karı alsam ne çıkar saye-i hürriyette ” dedirtmesi İhsan Bey’in cahilliğine dikkati çekmek içindir. Mehmet Akif, özellikle tasvirlerinde bu anlatıma başvurur, çizdiği manzaralar karşısında şairin duyduğu öfke ve tiksintiyi okuyucu hisseder ve ona katılır. Seyfi Baba şiirinde sokağı tasvir ederken bizi güldürürken aynı zamanda acı acı düşündürür de... Düşünme ise sosyal
bozuklukları hatırlattığı gibi, vazifesini yapmayanlara karşı da öfke uyandırır. Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde; Boşanan yağmur iliklerde, çamur ta belde. Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak, “Gel !” diyen taşları kurtarmasa, insan batacak. Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine, Boğuyordum müteveffayı bütün aferine, Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek, Düştü artık bize göllerde pekâlâ pekâlâ yüzmek! (Safahat, s,68) Burada tasviri yapılan harap bir sokaktır. Zemini taştan olan sokağın vaktiyle tamir edilmemesi yüzünden taşları sökülmüş, çökmüş kalabilenler ise yağmurdan sonra insanları ancak sektirmeye yaramaktadır. Şair burada tamamen hicivle iç içedir. İşte en önemli mısra; “Boğuyordum müteveffayı bütün aferine,, Bu mısra da hem sokağı yapanlara şükranı gizli, hem de aferin gerçek manasının dışında lanet yerine kullanılmıştır. Çünkü sokağı tamir etmeyenler bu hale getirmiştir. Akif’te küçük olaylar problemler halinde ele alınır. Özellikle ikinci meşrutiyetin ilanından sonra, kötülükler bütün toplumu sarar. Yapılan hareketler ”hürriyet” e dayandırıldığından kimsenin sesi çıkamaz. Önceki ve sonraki durumları gayet iyi bilen Akif, yer yer karşılaştırmalarla 1908 hareketini anlatır. Mehmet Akif devrin korkunç olaylarını ani idraki, keskin zekâsı ve sanatçı gücünün etkisiyle tenkit eder. Acı olayları gülünç yönleriyle ele alarak ortaya koymaktadır. Artık şiirlerinde filozof geçinenler, dalkavuklar, yazarlar nutuk atanlar, eli bayraklı koşuşturanlar, şairler ve ne yaptığını bilmezler vardır. Bunlarla birlikte Akif’in üslubu da değişir. Alayın yerini öfke alır. Şair sesini yükseltmiştir. Eli bayraklı alaylar yürüyor dört köşeli; En ağır başlısının bir zili eksik belli, Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük, Dinliyor etrafını kaplamış yüzlerce hödük, Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak... -Yaşasın. -Kim yaşasın? -Ömrü olan. -Şak şak şak Burada hicvedilenler, 1908 meşrutiyetinin getirdikleriyle kendilerini sokaklarda bulan insan yığınlarıdır. Böylesi bir boşluk içine
yuvarlanan halk yığınlarını ne söylediğini bilemeyen “Dilli düdük” denilen hatipler, çevrelerinde her şeyi alkışlayan “hödükler” meydana getirir. Toplumu sefalete sürükleyen devletin çöküşünü hızlandırmak için çalışan fırsatçılar ve memleketin çöküşünü sağlayanlara karşı Akif; “İt yetiştirmek için toprağı gayet mümbit Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it.” (Safahat, S, 177) diyerek şiddetle hicveder. Mehmet Akif’te çirkin, beğenmediği görünüşleri karikatürize etme yeteneği de vardır. Nitekim züppe, şık tiplerini Hüseyin Rahmi gibi çok canlı bir şekilde karikatürize eder. Akif’in hicvettikleri elbette salt bunlar değildir. Akif’in düşmanları arasında, küçük çıkarları için her şeyini feda eden hemen herkes vardır. Ferdi olayların yanı sıra sosyal aksaklıkları tüm çıplaklığıyla hicvederek vermesinin nedeni, Akif’in ideal insan oluşundandır. Onun ideali bir devleti, bir milleti de aşmış, islamiyetin mensuplarını içine almıştır. Amacına ulaşması için, önce mensubu olduğu devletin kurtulması gerekmektedir. Yaşadığı asırda peş peşe büyük felaketlerin kopmuş olması Akif’in idealist ve mücadele adamı olmasında, karakterinin yanında biraz da devrin sosyal, siyasal ve tarihi olaylarının tesiri olmuştur. Akif’in hicvettiği devri, bu olaylar ve felaketler hazırlamıştır. İşte Mehmet Akif böyle bir ortamda kaybolmak üzere olan bazı temel unsurların ayakta kalabilmesi için sanatını insanların emrine vermiştir. Amaç hiciv değil hiciv yoluyla giderilmesi gereken aksaklıklardır. Dinî, ahlâkî ve insanî davranışlar adına, dinin kötüye kullanılmasını, ahlaksızlığı ve insanlığa yakışmayacak davranışları hiciv yoluyla tenkit etmektir amacı. Görebildiğimiz kadarıyla, özellikle tasvirlerinde hiciv ağırlık kazanmaktadır. Tezatlar hâkimdir, eserlerinde. Akif “Kendi olmayan”lara kızardı. “Benzemek” sinirlendiği şeydi; Hayatının bir kısmı da bu öfkeden ibarettir. İkiyüzlülere garazdı. Ama yaşı ilerledikçe -İkiyüzlüleri artık sever oldum; çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım. Diyordu ve yaşlandıkça herkesten kaçıyordu. Daha yaşasaydı, yalnız kalacaktı; cemiyetle karşı karşıya tek adam. Akif inandı, doğru bildiklerini savundu, hakikatte sebat etti, taviz vermedi, onun bu yönü üzerinde günümüz aydınları dikkatle durmalıdır. 53
Politikanın halka açaık olmasınınyararları vardır elbet. Böylece yönetim denetlenmiş, her an ve eylemiyle izlenmiş olur.Bu kural, demokrasinin terazide ağır basan kefesi.. Ancak, öbür kefede bazı ağırlıkların olması da gerekir. Halkın herşeyi unuturcasına kendini politikaya kaptırması ve yanlış da yapılsa, onu doğru algılaması ve savunmaya kalkışması, terazinin olumlu kefesini havaya kaldıracak kadar ağırlıklı değil ve bir dezavantaj olarak görünmektedir.
NECİP FAZIL’IN GÖZÜNDE
BELEDİYE REİSİ’NİN ÖZELLİKLERİ "ŞEHİR PLANI YAPTIRMIŞIZ, NE ÇIKAR? BELEDİYE REİSİNİN ŞAHSİYET PLANINI YAPTIRALIM!" DR. Şakir DİCLEHAN
Şehir hayatında çok önemli bir yere sahip belediye başkanları, 1960 Askeri darbesine kadar hem vali idiler ve hem de belediye başkanı. Hatta Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay’la ilgili çok ilginç anekdotlar anlatılırdı İstanbul’da vali ve belediye başkanı olduğu dönemlerle ilgili olarak… Büyük düşünür ve şairlerin birçok konuda fikir beyan etmeleri, çözüm önermeleri oldukça önem arzetmektedir. Dünyada her uygarlık, beraberinde bir şehir getirmiştir daima. Uygarlıkların kendilerine özgü şehirleri vardır. Bu, yalnız mimari tarz bakımından değil, haya üslubu bakımından da göze çarpan farklılıklar ortaya koymuşlardır. Necip Fazıl, Birçok yazısında şehirden ve ideal bir şehrin nasıl olması gerektiğinden söz açarak İstanbul’a göndermelerde bulunur. O, 1939 yılında çerçevesini belirlediği “Belediye Reisinin özelliklerini ve yeni adayların dikkatlerine sunmak istiyorum” diyerek açıklamalarda bulunur. “Umulur ki, 1939’lardan bugüne ve gelecek 5 yıla ilham olabilsin” temennisinden önce şöyle bir başlık atar yazısına. "ŞEHİR PLANI YAPTIRMIŞIZ, NE ÇIKAR? BELEDİYE REİSİNİN ŞAHSİYET PLANINI YAPTIRALIM!" ve ekler "Bedii idrak sahibi Belediye Reisi..." Yani, “Estetik bilinç sahibib belediye başkanı”… Necip Fazıl’a göre, “ Belediye Reisi tipini tanımadıkça onu bütün şartları ile belirtmedikçe, temel davalarımızdan biri olan umran (bayındırılık) işini kökünden yakalayamayız. Sadece kıymetli bir idare adamı vasıflarına malik bir belediye reisinin, bir şehri güzelleştirebileceğini umar mısınız?
sayı//74// eylül 54
Belediye reisinde vücudu gereken ana vasıf, sanat ve estetik terbiyesidir. “İçinde bedii hükmü taşımayan belediye reisinden iş beklemek, çerçeveciye resim ısmarlamaktan farksız…” Belediye başkanında ekonomik, toplumsal, ahlakî, İdarî değerler, bir resim işinde muşamba, boya, fırça ve çerçeve gibi, malzeme sınuırını aşmayan şeylerdir Üstad’ın değerlendirmesine … Bütün bu malzeme, güzellik ve estetik bilincin emrinde toplanmalı… Şehirler, daima yaşamın odak noktası ve merkezi, hareketin mihengi ve dünya kalabalığının ev sahibidirler… Bir şehir, farklı iki medeniyetin arka arkaya gelişine tanıklık etmiş ve mal olmuşsa, bu iki medeniyeti ayıran zaman çizgisi, o şehrin tarihini de kılıç gibi ortasından ayırır. Şehir de insan gibidir… Kalabalıklarda kayboldukça kendi hikâyesinden uzaklaşıyor. Geride kalan izleri de dünyamızdan çekilip kitap ve müzelere sıkışıyor, yaşamın kendisi bütün hamlığıyla henüz betonu kurumamış gettolarda yığılıyor ve hayat gailesi başlıyor artık… Geçmişten günümüze dek şehir veya kent olarak adlandırılan sosyal yapı ya da yerleşim birimleri, insanların normal şekilde yaşamlarını sürdürdüğü, başkalarıyla iletişim halinde olduğu mekânlar olmanın çok ötesinde bir anlama sahiptir. Kişiyle ilintili olarak “medenî” kavramı da “şehre mensup olan, şehirli” anlamında kullanılmıştır daima. Batı dillerinde de “medeniyet” karşılığı olan “civilisation” kavramı Latincede “şehirli” anlamına gelen “civilis” kelimesinden türetilmiştir. Tüm bu bilgiler ışığı altında diyebiliriz ki, “şehir” ve “medeniyet” kavramları arasında kopmaz ve organik bir bağ oluşmuştur daima. Hatta şehir ve medeniyet kavramları birbirinin bütünleyici unsuru, temeli ve özdeşi olarak görülerek “şehir, medeniyettir” şeklinde özetlenebilecek bir ifadede anlamını bulmuştur. Kentler, sitelere, medineler, uygarlık özü olmaksızın ve bu özün toz ve toprağıyla haşir
neşir olma, karılma olmaksızın oluşamazlar.” İnsan ve doğayı, tarih ve zamanı bir hamur olarak kabul edecek olursak, uygarlık, ruhunu bu hamura maya gibi katar. Ve uygarlık mayasının insan-doğa hamurunu içten metamorfoza uğratması sonunda yavaş yavaş kent doğar. 1939’lu yıllarda ortaya atılan ve çok önemli bir öngörü ve düşünceyi bünyesinde barındıran bu yazıya Üstad şu şekilde nokta koymaktadır: “Bizde belediye reisi seçmekte miyar, bedii idrak kıymetinden başka her şey olmuştur. Onun içindir ki şehircilik davalarımızda bütçe, gelir, mizan, talimatname, kayıt kuyut gibi endişeler daima birinci plana geçirilmiş ve hepsi birden yerine getirildiği halde eser öksüz kalmıştır. “Bana gözü olmayan şoför mü, bedii idraki bulunmayan belediye reisi mi zararlı diye sorsalar, ikincisini gösteririm.” Hacı bayram Veli’nin: “Ben bir ulu şara vardım O şarı yapılır buldum” Diye kast ettiği şehir, ulu şehir, ruhların şehridir… Nasıl ki yeryüzünü süsleyen taş ve topraktan şehirler varsa, manevi âlemin de, toplumun ruhu da, taş ve tuğlaları insan ruhları olan bir şehir, bir ulu kent gibidir. Bir insan ruhu da bir şehirdir adeta. Üstad Necip Fazıl’ın “Söndürün lambaları uzaklara gideyim Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyredeyim” Derken insan ruhunun bu, şehri andıran cephesini belirtmiştir. Gerçekten de insan ruhu, bir şehirdir. Toplum ruhu ise, şehirlerin bir araya gelmesinden oluşan bir büyük şehir, bir ülke şehridir. 55
KARACAAHMET'TE ZAMAN Mezarlığa 1698 yılında Anadolu’nun Müslümanlaşmasında katkısı olan Karacaahmet’in ismi verilmiş. Evliya Çelebinin naklettiğine göre Karacahmet Sultan’ın Anadolu’nun farklı yerlerinde yer alan dokuz türbesinden biri de buradadır. Mehmet POLATOĞLU
urada herkes uyuyor! Kendimi harika hissediyorum.” Hafif bir rüzgâr tenime dokunuyor; serin. Aldıkları keyfin belirtisi olarak dallarını birbirine dokundurmak suretiyle oluşturdukları musikiyi duyduğumu ve beğendiğimi belirtmek için ağaçlara el sallıyorum. Ağacın her türlüsünü severim, buradakiler bir başka. Hayat dolular; şimdiye ve geleceğe dair endişeleri, korkuları yok. Asırlık çınarlar, selviler, toprağa yeni tutunmuş fidanlara büyüklük taslamıyor; birlikte güllerin her türlüsünü kokluyorlar. Ölülerin arasından geçen ben, ağaçlarla aynı şeyi hissetme arzusuna kapılarak onlarla bütünleşiyor ve aynı kokuyu alıyorum; hayat kokusu… Rüzgâr, umursamaz bir şekilde esmeye devam ediyor; güller dikenlerine aldırış etmeden güzel kokularıyla gülümsemelerini sürdürüyorlar. Yaşlı bir adam, her zamanki yerinde oturmuş, fark edilmeyi, belki de onsuz olamayışını hissettirmeyi bekliyor. Selamlaşmak istiyorum, ağzım daha bir sıkı oluyor ve hızlı adımlarla geçip gidiyorum. Rastladığım ilk çeşmenin başında duruyor, içine düştüğüm ruh halini temizlemek için yüzüme avuç avuç su çarpıyorum. Nefesim düzene girsin diye oturuyorum. Yönünü tayin edemediğim ses yine kulaklarımda; “hortlak, hortlaklar!” Bu kez korkmuyorum, başka bir tercihim oluyor; geçmişe, çocukluğuma gidiyorum. Harman yerine gelen buğdaylar, öküzlerin çektiği tapanların altında kemale ermiş -daneler, saplardan ayrılmış- balya ve torbalarla harmanın kenarında istirahate çekilmişlerdi. Ortada oluşan boşluğa kazan koyulmuş, su ısıtılıyor. Kadınların bir kısmı suyun altına odun atarken diğer bir kısmı kilimleri iplere dizerek istenmeyen gözlerden korunaklı alan oluşturuyorlar. Sonra şehirden bir araba geliyor; arabadan gözü yaşlı yolcularla beraber bir tabut da iniyor. Tabutun harmana getirildiğini, içi boşaltınca bir kenara konulduğunu görüyorum. Ben dokuz yaşında bir çocuğum ve arkadaşlarımla oynuyorum. Yakalanmamam gerekiyor. Yakalanmamak için köşe bucak koşuyorum. Arkadaşımın eli kontrolsüzce sırtıma değiyor, düşüyorum. Düştüğüm yer sert değil, bilakis yumuşak. İsmini hatırlamadığım bir kadın, beni kaldırıyor. Yerden kalkarken gözlerim büyüyor, kefene sarılmış nine tabutun içinde duruyor. Korkmak yok; oyuna devam. Gün bitiyor,
sayı//74// eylül 56
herkes ait olduğu yerde. Cenaze evindeyiz. Ağzının ayarı, beyninin aklı olmadığını düşündüğüm bir adam, evlendiği günün gecesinde yaşadıklarını anlatıyor; “hortlak…” diyor. İçime korku düşüyor; gözlerimi kapadığım anda tabutun içinde oluyorum, nineyle sarmaş dolaşız. Bir türlü uykuya dalamıyor, yatağımda yalnız kalamıyorum… İçinde bulunduğum bu yorgun ve mahzun mezarlıkta, ete kemiğe bürünmüş, mezar diye görünmüş hayaletler görüyorum. Heybetli, hisli ve sanatsal duruşuyla koca bir medeniyeti hikâye eden taşlar, bir kenara atılmış, temsil ettiği kişinin toprağı gasp edilmiş. Mirasyediler bununla da yetinmemiş, o güzel ruhu reddi miras ettiklerini ilan edercesine, taşların üzerine, edebi ve anlamlı olmaktan uzak ifadeler çiziktirmişler. Şekilsiz, estetik yoksunu beton yığınları arasında, “ben buradayım” diyen medeniyet hatıraları, sizde ben gibisiniz ya da ben de siz gibiyim. Yaşadığım bu şehirde, etrafımızı kuşatan, doğayla ve gökyüzüyle bağlantımızı kesen; hadsizliğini yüzüne vuracak kimseler olmadığından cesaret alarak, yaşanmış en görkemli medeniyetin izlerini tahrip etmekten, üstünü örtmekten, yerini gasp etmekten imtina etmeyen hortlakların, insanlar tarafından kıymet bulduğu bir iklimin içindeyim. Ahşap binalar yangınlarda, Arnavut kaldırımlar yerlerini terk etmiş, gülleriyle övünen bahçeler masallarda, çocuklarla şenlenmiş sokaklar hatıralarda… Her yer betonarme, yer gök çağın kirine teslim; günahları sebebiyle toprağın kabul etmediği hortlak temsili yapılar ve daldığı oyundan sebep, içine düştüğü tabutun farkında olmayan medeni(!), bir o kadar da özgür(!) ademler... İnsan mı; onlar burada; Karacaahmet’te. Diri bir medeniyetin üstüne dökülen ölülerin arasında, varlığını hissettirmeye, kimliğini keşfettirmeye çalışıyor. Şanlı paşalar, âlimler, şairler, göçmen kuşlara pabucuyla su taşıyan bahçıvanlar; yerlerinden sökülerek sıkıştırıldıkları o dar alanda, birbirlerine bir teselli, bir umut kıvılcımı vermeye çalışmakta. Torunlar ise yaşamın karşı kıyısında, mutluluk özlemiyle güneşin üzerinde kardan adam yapıyorlar... Bugünkü hayalin geleceğin olur; geçmişinin müsaade ettiği kadar... Bir baba, kucağında küçük bir tabut taşıyor, kolları sarmaş dolaş; bağrından kopanı geri
döndürme arzusu yüzünde, adımlarında, tüm varlığında. Üç beş arkadaşı onun perişan yürüyüşüne eşlik ediyor. İçim acıyor, küçük yolcuya dua okumak, heybesine az bir azık katmak niyetiyle ardı sıra yürüyorum… Çocuğu ait olduğu yere, cennete gönderiyorlar; bir can eksik geri dönüyoruz. Şair Nabi’nin yanından geçiyorum, az ilerideki kalabalık dikkatimi çekiyor. Merağımı gidermek istiyor, yönümü o istikamete çeviriyorum. Şakirin Camii ile gasil haneyi birbirine bağlayan yolun üzerinde ki kulübeye giriyorum. Selam faslının ardından “merak ettim” diyor, bilgi istiyorum. “Açık türbe, Silistreli Süleyman Efendi Hazretleri’ninmiş. Karacaahmet’te bu şekilde yedi tane açık türbe olduğu, bunlardan birinin de at mezarı olarak bilinen kubbeli mezarın, Nişancı Hamza Paşa’ya ait olduğunu belirttiler. Bu noktada, günün her saatinde ziyaretçi yoğunluğu olurmuş. Türbenin yanındaki işlemeli mermerlerle çevrili alan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın aile kabristanlığıymış. Aldığım bilgiler, merakımı gidermeye kâfi gelmediğini hissettiğimde; “Mezarlık hakkında daha çok sorum var, sizin vaktinizi de almak istemem” dedim. Görevli sözün nereye varacağını anlamış olmalı ki, eliyle işaret ederek; “Şurada Melek Baba’nın yakınında yaşlı bir adam var, gelirken görmüş olmalısın, ona sor. Burası hakkında her şeyi öğrenirsin.” dedi. Görevliye teşekkür ederek, kulübeden ayrıldım. Temiz havayı içime çeke çeke, zihnimdeki kederi sala sala işaret edilen yere vardım. İnce, zayıf, bir deri bir kemik kalmış, gözleri boşlukta duruyormuş gibi görünen, alnındaki tek çizginin derinliği santimetre cinsinden ifade edilebileceğini düşündüğüm, ayağındaki eski asker ayakkabılara özel bir anlam yüklemem gerektiğini hissettiğim yetmişlik adama, selam verdim. “Müsaade var mı, sizinle sohbet etmek isterim.” dedim. Eliyle böğrüne dokunarak dervişane merhaba dedi, gözleriyle işaret ettiği yere oturdum. “Bilgi” dedim; mezarlığı sevdiğimi, hoş bir havası olduğunu, “hislerime tercüman oluyor” düşüncesine kapıldığımı ve diğer şeyleri söyledim; içimdeki dünyayı dışa boşaltım. Gözlerinin içi güldü, kendi ruh ikizini bulmuş neşesiyle besmeleyle ağız kilidini çözdü. “Theophile Gautier’in doğunun en büyük 57
tarihlidir ve sahibi Şeyh Hamdullah Efendi’dir.” dedi.
mezarlığı dediği, Thomas Allom’un gravür olarak resmettiği; eğimli arazi içindeki geniş yolları olan büyük orman; Üsküdar Mekâbir-i Müslümîni olarak da bilinen Müslüman Mezarlığı burası.” dedi. “Mezarlık birinci Murad zamanında oluşmaya başlamış. Mezarlığa 1698 yılında Anadolu’nun Müslümanlaşmasında katkısı olan Karacaahmet’in ismi verilmiş. Evliya Çelebinin naklettiğine göre Karacahmet Sultan’ın Anadolu’nun farklı yerlerinde yer alan dokuz türbesinden biri de buradadır. Yaklaşık olarak 750.000 m2’lik bir alanı kapsayan mezarlığın içinde; üç camii, iki okul, bir hastane, yedi çeşme, bir kireç hane, içinde ve çevresinde altı tekke ve namazgâh vardır. İçindeki ağaçların ve kuş türlerinin çeşitliliğiyle, tarihi sebilleri ve su kuyularıyla, özellikle mimari şaheser olan aile sofalarıyla ve devlet adamları mezarlarıyla ihtişamlı görünmektedir. Mezarlıkta bazı özel bölümler var. Bazı kişiler makamlarına ve mesleklerine göre ayrılmış bölümlerde, bazen de aile efradıyla, müritleriyle, mülki amirleriyle birlikte yan yana gömülmüşlerdir. Dünyadaki hiyerarşinin, mezarlıkta devam ettirilmesi açısından da özel bir mezarlıktır, Karacaahmet. Taşların remizlerini bilirsen, orada yatan kişinin mesleğini bilirsin; kallavili mezar taşları paşalara aittir. Bu mezarlıktaki en eski mezar taşı, 1520 sayı//74// eylül 58
Sustuğunda, anlatacağı çok şey var, düşüncesiyle dinleme vaziyetimi bozmadım. Kısa bir süre sessiz kaldı. Etrafına bakındı, sonra kulağıma eğilerek, kısık sesle; “Evlat, burada hızlı bir mezar taşı katliamı var” dedi, sustu ve gözlerini uzaklara kaçırdı. Sesindeki acıyı derinden hissettim, tüylerim diken diken oldu. Parçalanmış, kafası koparılmış mezar taşlarını mahzun bir kalple gördüm. Tarihe baktığımda, gururlanmaktan sebep oluşan gözyaşları; Evliya Çelebi’nin hikâye ettiği, Erzurum’da, bir damdan diğer dama atlarken havada donan kedi misali, vefadan yana hayal kırıklığı olarak havada asılı kaldı. Yaşlı adam, benim hislerimi anlamış olmalı; eliyle çeşmeyi gösterdi; “Yüzünü yıka ferahlarsın. Bura huzur yeridir, gözyaşı yok.” dedi. Çeşmenin suyu iyi geldi. Kendi kendime, “Kaldığımız yerden devam edelim,” dedim ve çeşmeyi kapatıp yaşlı adama doğru döndüm; yerinde yoktu. “Nasip bu kadarmış,” diyerek zamanın içinden çıktım. Şimdi o anın hatırasıyla aynaya bakıyorum; sevgiyi ve merhameti dilinden düşürmeyen bizler ne çok kalp, ne çok medeniyet kırmışız… Her ne zaman Üsküdar’ı düşünsem, Kız Kulesi karşısında fotoğrafa anısını zapt etme telaşında olan insanlar görürüm. Hemen arkasından yaşadığı medeniyetini, taşlara, hayatın kalbine nakşettiği halde, anısı umursanmayan Karacaahmet, parmağını ağzına götürerek sus işareti yapar...
YAZAR - KAHRAMAN VE
YOLCULUK
Dünkü idealize kahramanlar bugün sanatçı kisvesinde gençliği sürüklüyor. Sonra onları izleyen suyunun suyu tadında meşhur olma derdinde hiçbir meziyetten nasiplenmemiş birileri yayılıyor meydanlara. Sıddıka Zeynep BOZKUŞ ynanın karşısında bıraktım Süha’yı, en son iç monolog yapıyordu. Daha sözlerini tamamlayamadan gizlice, usulca çekmiştim kapıyı. Yazmak tüm boşlukları dolduracak sanırdım. Sonsuzluğa haykırıştı çoğu zaman. Kâmil’e evi terk ettirirken, kardaki ayak izlerini örten bir tipi bırakmıştım gökyüzüne. Onu hangi şehre taşısam içindeki ateşten kurtarırdı kendini? O, sokağı terk ederken ben, gamsızca pencereden bakıp kahvemi yudumluyordum bilgisayar başında. Camdan süzülen kartopu erimeden sokağı dönüşünü ballandıra ballandıra acımasızca yazmış, defalarca zevkle okumuştum. Ardında bıraktığı izler ve her adımda önünde açılan çukurlar oluklanmadan dolsun istedim. Onu sokağın acımasız koynuna nasıl da salmıştım. Senem kadının evini taşımıştım bir başka hikâyede. Pencerelerde gazete kâğıtları ve satılık ilanıyla ben nereye götürürsem gider demiştim. Öyle olmamıştı. Kahramanlar da olayların akışına uygun yazardan bağımsız bir kaderi yaşıyorlardı bazen. Olmayan kahramanları var gibi kurgulamış, suçlamış,kızmış fakat sevmiş, içsel kavgalar etmiş ve onları yaşatmış, hasta etmiş, öldürmüş olmak..! Şimdi Sühanın sonunu ve yaşadıklarını merak ettiğim için öyküyü roman olarak ilerletmeli miydim? Dışarıda korkunç bir rüzgâr var. Pencerenin ıslıkları, esintisi tenimi ürpertecek kadar banayakın. Bu ses korkudan delirtebilir aklı başında bir insanı. Fakat bir yazarı ancak tetiklemeye yetiyor. Aklı olan yazar olur mu? Aklındaki kuyuya çıplak ayak inip suyun derinliğini, berraklığını görmemerakından başka nedir bir öyküye düşmek. Bekle beni Süha, Kâmil olduğun yerde don, fakat ölmeden bekle beni. Gelip kurtaracağım kalemimle fakat söz veremiyorum kalemi kılıç yapıp boynunu bununla vurmak fikri gelirse yapacaklarım o dakika elimde olmuyor.
Sonra bir şekilde toplumda yara olmuş bir tiplemeyi yansıtıyorsanız sizinle alay edeceğim hiç kuşkusuz. Sizinle, yani bizimle alay edeceğim böylece. Nedir yahu kendi milletini, ülkeni ötelemek? Amacım tatlı bir eleştiriyse dostun acı söylemesi hasebinde alabilirsiniz ironilerimi. Ama bir yazar olarak bizi yerden yere vurmuş ve bir diğer kıtanın, efendim vatanın seviciliğine iyiden iyiye soyunmuşsak bir daha düşünmelisiniz derim. Muhteşem bir kahraman yaratmış ve ona saygı duymanızı sağlamışsa senarist, dikkat etmeli! Filmin sonunda hiç inanmadığımız, tasvip etmediğimiz düşünceleri hap gibi yutturabilir bize pekâlâ. Belki de tüm kurgu bu hapı homojenize etmek üzere bina edilmiş bile olabilir. Dünkü idealize kahramanlar bugün sanatçı kisvesinde gençliği sürüklüyor. Sonra onları izleyen suyunun suyu tadında meşhur olma derdinde hiçbir meziyetten nasiplenmemiş birileri yayılıyor meydanlara. Neyse ki herkes en çok kendine hayran. Sosyal medya hesabında hepimiz ünlendik kendimizce. Artık önden gideni kimsenin gördüğü yok.“Burun” kelimesinin etimolojik kökeninde “ Önden giden” gibi bir anlam bulunuyor. Burun deyince edebiyatta Gogol ve toplumsal statüler, sınıflar da geliyor aklımıza. Şimdi herkeste bir burun ki en önde. Ardımızdan bize ne?! Yol bilmeyenin izleri takip etme gibi bir derdi kalmadı. Dertlerimizi aldırdık. Aklına esen, tarihini, edebiyatını bilmeden yazmaya soyunuyor. Tecavüzdü, pedofiliydi bar bar bağırıyoruz fakat birileri bunlara özendiren kâğıt tomarlarını eser deyip bir şekilde mevcut ediyor. Özgür bir ortam güzel. Bireyselleşmek güzel. Toplumun değer yargılarını hiçe sayan bireycilik ve özgürlükle dağılmak kaçınılmaz değil mi? Yollar asvaltlanmalı, yollar düzenlenmeli; altında yatan ecdadın kadrini ve ardına takılacak gençliğe aydınlık bir gelecek bırakmanın hesabını bilmeli yolcu. Kaybolduk. Bir başımıza kendi burnumuzun dikine gittikçe yüzlerimiz kesişmez oldu. Bağsız kaldık. Düğümsüz, ilmeksiz, uçsuz bucaksız bu özgürlük fezasında adımlarımız kayıp. Yazmak, tüm boşlukları doldurur sanırdım. Sonsuzlukta birer noktaydısesler. Sonsuzlukta bir noktaydı sesim. Herkes kendini dinliyordu. Kimse kimseyi işitmiyordu. Körlük, vurdumduymazlık çağın sinsice çoğalan virüsleriydi. Hiçkimse aşı aramak, bulmak derdinde değildi. Sonra bitmemeye başladı sözlerim. En çok da öykü kahramanlarım kayboldu: Aynanın karşısında bıraktım Süha’yı, en son iç monolog yapıyordu. Daha sözlerini tamamlayamadan gizlice, usulca çektim kapıyı. 59
GÜL YETİŞTİREN ADAM;
MUHAMMED KÂMİL AĞDAŞ İsmen tespit edilen yüzü aşkın öğrencisi arasından hafız olarak yetiştirdikleri arasında; Yaşar Alparslan, İsmet Karaokur, Kadir Kızdırıcı, Ahmet Pakdamar, Vehbi Şirikçi gibi isimler de vardır. Serdar YAKAR
asim Özdenören memleketi Maraş’ta yaşamış bir “meczub”un hayatından kesitler sunan romanı “Gül Yetiştiren Adam”da “tuhaf insanlar” olarak tanımlar onları. Onlar gül yetiştiren adamlardır. Yetişen o güllerin bir kısmı ebedi aleme intikal etmiş olsa da çoğu aramızda yaşamaktadır hâlâ... “Bu adamlar hakkında çeşit çeşit hikâyeler uydururlardı. Söz gelimi, birisi için: “karısı öldükten sonra bu hallere düştü zavallı” diyorlardı. Bir başkası için: “harpte kulağının dibinde bir bomba patladıktan sonra böyle olmuş” diyorlardı. Fakat uzun uzadıya durulmazdı bunların üstünde. Konuşulup geçilirdi.” “Genel olarak zararsız deliler gibi bakılıyordu bunlara. Böyle konuşanların çoğu da onlardan herhangi birinin yüzünü bir kerecik olsun görmüş değildi. Aslında kimsenin içtenlikle önemsediği de yoktu onları.” Öyle demiş olsa da önemsemişti öykü yazarı Rasim Özdenören onları... Ve onlardan birini tek romanı “Gül Yetiştiren Adam”a kahraman yapmıştı. Önemseyenlerden biri de emekli eğitimci, araştırmacı yazar Ömer Kaya oldu... Yıllar süren bir çalışmanın ardından onlarca kişi ile görüşüp “Bahçeci Hoca”yı çıkardı orta yere... Hem de şiirleri, dostları ve öğrencileri ile birlikte...
sayı//74// eylül 60
Ömer Kaya’nın “Bahçeci Hoca” dediği gül yetiştiren adamlardan biri olan Muhammed Kâmil Ağdaş 1325 (M. 1909)’da Maraş da, Topraklık mevkii diye bilinen Şıh Camii civarında dünyaya gelmiş. Babası aslen Elbistanlı olup bahçecilik yaptığı için “Bahçeci” lakabı ile tanınan Osman Ağdaş’tır. Annesi ise Hartlap, o zamanki adıyla Elmacık’tan Huriye hanımdır. Haşarı bir gençlik döneminden sonra yaş kemale ererken Hafız Ali Efendi, Güllü Hoca, Hacı Şakir Efendi ve Hakkı Hoca’dan ders almış, yazdığı şiirleri belediye bandocusu Nazlı Bekir tarafından bestelenmiş ve dost meclislerinde söylendiği gibi cami minarelerinden sâlâ şeklinde de okunmuştur. İsmen tespit edilen yüzü aşkın öğrencisi arasından hafız olarak yetiştirdikleri arasında; Yaşar Alparslan, İsmet Karaokur, Kadir Kızdırıcı, Ahmet Pakdamar, Vehbi Şirikçi gibi isimler de vardır. Ömer Kaya’nın “Bahçeci Hoca” adlı çalışması ile karşılaşmam şehrimizde hâlen yerel tv’lerin var olduğu 1990’lı yılların sonuna denk gelmekte idi. Yunus TV’de “Ukde” adı altında haftada bir sanat edebiyat programı yapmakta idim. Kent kültürüne katkıda bulunan kişilerle yapılan söyleşilerden oluşan programlardan birinde ise lise öğrencilik yıllarımdan ismen tanıdığım Ömer Kaya hocamı konuk etmiştim. O programda bahsettiği “Ulu Ağaçlar” çalışmasını çok merak etmiş ve evinde ziyarette bulunarak on cildi aşkın bu çalışmayı bizzat görmüştüm. Doğrusu Kahramanmaraş üzerine araştırma yapanlar için bir hazine idi “Ulu Ağaçlar”. Yayınlanmasında büyük fayda vardı. Bu dev eseri bir gurup arkadaşla birlikte kurmuş olduğumuz Ukde Yayınları bünyesinde yayınlamak imkansızdı. Bu hacimde bir çalışmayı yayınlamak Ukde’nin boyunu aşan bir iş olacaktı. (Onsekiz cildi bulan bu çalışmayı yayınlayacak boyda birisi hâlâ çıkmış değil.) Başka ne var diye Ömer hocamı sıkıştırırken tek ciltlik “Bahçeci Hoca” çalışmasını uzattı elime... “Zaman hoşuna gitmediği için” yarım asra yakın bir süre evinden çıkmayan bir âlimdi Bahçeci Hoca. Tıpkı Rasim Özdenören’in “Gül Yetiştiren Adam”ı gibi... Ukde yayınlarının 22. kitabı olarak “Bahçeci Hoca”yı 1999 yılı içerisinde neşrettik. Tarafımdan kısa bir not düşülmüştü esere: “Gül Yetiştiren Adam yıllardır beğeni ile okuduğumuz ve okuttuğumuz bir eserdi. Üstelik bizden birinin anlamlı tavrı vardı orada... O tavırdı bizler için örnek olan...
O tavrı ortaya koyabildiğimiz gün sosyal problemlerimizi de kavramış olacaktık... İşte o tavrın anlaşılmasına bir adım daha atmış olmak için “Gül Yetiştiren Adam” veya gül yetiştiren adamlardan biri olan Muhammed Kâmil Ağdaş’ı sizlere tanış kılalım istedik...” diye... Bir kaybımız daha can bulmuştu bu eserin yayınlanması ile... Yetiştirdiği öğrencileri dışında kimsenin haberdar olmadığı bir yitikti bulunan... Hüseyin Yorulmaz “Bahçeci Hoca Gül Yetiştiren Adam mı?” diye bir yazı kaleme aldı ulusal bir gazetede. Sonra Kahramanmaraş Sempozyumuna taşıdı konuyu. “Rasim Özdenören’in Yazılarında Maraş” konulu sunumunun bir yerinde şöyle diyordu: “Gül Yetiştiren Adam’ın mazmunları arasında Sütçü İmam ve Rıdvan Hoca’dan sonra Bahçeci Hoca’yı da sayabiliriz. Bahçeci Hoca birkaç yıl önce Maraş’ta yayımlanmış bir kitaptır. Bahçeci Hoca’nın hayatına baktığımız zaman Gül Yetiştiren Adam’la çok yakın benzerliklerin olduğunu görürüz. Biri gerçek hayattan kesitler taşımakta, diğeri ise adı üstünde yaşanmış yahut yaşanması mümkün olayları anlatan bir ‘roman’. Bahçeci Hoca’yı okuyup bitirdiğimizde, Gül Yetiştiren Adam’ın sadece hayâl mahsulü bir roman olmadığını anlıyoruz.” Muhammed Kâmil Ağdaş’ın söylediği ve öğrencilerinin defterlere kaydettiği yüzü aşkın şiirin yer aldığı “Bahçeci Hoca” kitabının girişinde ise söyleşiler yer almakta. Söyleşi yapılanlar arasında Ağdaş’ın dostları, akrabaları ve öğrencileri var. Dostlarından Halil Osman Bağsürücü’nün anlattığı bir anekdot var ki zikretmeden geçmek olmaz. “Bir gün akşamleyin evinde oturuyoruz, dedi ki, “Sen Allah’tan korkar mısın?” İkimiz baş başa kalmıştık, aman hocam bu nasıl söz, Allah’tan korkmayan kâfirdir, dedim. Allah’tan korkulmaz mı dedim. Bunu neden sorup söylediğini bilemiyorum, sonra soramadım da. “...Sus!” dedi. “Allah bizim hasmımız mı ki, ondan korkalım? Ben onun âşıkıyım. Cenabı Hak kendini sevenlere zulmetmekten zevk mi duyar? Asıl ben kendi günahlarımdan korkarım. Allah, haşa kimseye zulmetmez. İnsan ancak kendi kendine zulmeder. Allah, haşa insanlar gibi katı değildir” dedi.” Hüseyin Yorulmaz, 337 sayfalık eseri sempozyumdaki sunumunda şu cümlelerle özetlemektedir: “Ömrünün son yıllarında Hoca içeride adeta
kendi kozasını örmüştür. Basit bir hayat yaşamıştır. Cömerttir. Evine giren ve çıkanın haddi hesabı yoktur ve onlara elinden geldiği kadar ikram etmiştir. Geçimini kendi el emeği ve göz nuru ile kazanmıştır. Güçlü kuvvetli bir yapısı vardır. Usta bir radyo tamircisidir. Yıllar yılı fare fakı imal etmiştir. Orijinal kitap ciltleri yapmıştır. Kendi kurduğu tezgâhlarda aynı zamanda yorgan iğnesinin âlâsını yapmaya başlamıştır. Günde beş yüz iğne yaptığı rivayet edilir. Mamulleri Diyarbakır, İskenderun ve Mersin’e kadar ihraç edilmiş ve tutulmuştur. Öyle ki şehirdeki halk Avrupa iğnesini değil, Bahçeci’nin iğnesini aramaya başlamıştır. Mucit bir yanı vardır. Gençlik yıllarında bu yanını keşfeden bir Alman mühendis onu cazip bir para teklifiyle Almanya’ya götürmek istemiş, ancak bu teklifi hiç düşünmeden reddetmiştir. Onu yakından tanıyan öğrencileri; “eğer eline imkân verilmiş olsaydı, Bahçeci Hoca’yı o zamanlar dünya çapında buluşlara imza atmış bir kâşif olarak tanıyacaktık” ortak görüşünde birleşirler.” “Bâğ-ı İslâmı harab eyledi soysuz cühelâ Kurudu her tarafı kalmadı bir yerde nemâ Bir dahî gelmemek özre gidiyor mürg-i hümâ Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ Bugün İslâme düşen âh-ü figân etme günü Bak bu gün hâl-i perişânına hayırla dünü Mâtem icâb ediyorken yaparız biz düğünü Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ Edeb ahlâkı bıraktık neye doğru gideriz Râh-i Kur’ân’ı bırakmakla ne maksat güderiz Acebâ hangi zafer şânına bayram ederiz Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ Çocuğu yollamayız mektebe bilmem ki neden Bizleriz yavrıları göz görerek câhil eden Artıyor durmadan irfânın aleyhinde geden Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ Mâ’bedi süslüyoruz menberi mihrâb ap açık Ne imam var ne hatib var der isem ortaya çık Yok ise bizde telaş yok bu hususta azıcık Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ Sabredin gökten imam olmağa İsa gelecek O zaman bâtılı hakkı tanıyıp halk bilecek Kâmil’im halimiz el yevm değil ama gülecek Güleriz biz bize ağlar acıyıp ehl-i semâ” Şiirlerinde Arapça ve Farsça kelimelerin yanı sıra mahalli şiveyi de ustalıkla kullanan, Muhammed Kâmil Ağdaş 3 Aralık 1966’da Maraş’ta vefat eder. Onu bize tanış kılan Rasim Özdenören ve Ömer Kaya’ya şükranlarımızı sunarken kendisine Allah’tan rahmet niyaz eyleriz. 61
SAMİMİYETİN MAYALANDIĞI YÖRÜK ŞEHRİ
SÖĞÜT Söğüt, Ertuğrul Gazi mirasıdır. Bu miras o kadar değerlidir ki, 623 yıl Osmanlı’yı beslemiş bir Diriliş muştusudur.
Mehmet MAZAK
Ertuğrul Gazi Türbesi
sayı//74// eylül 62
esur, muharip, iyi yürüyen, eli ayağı sağlam” gibi manaları ifade eden “Yörük” kelimesi, samimiyetin mayalandığı topluluklardır. 623 yıl hüküm süren Osmanlı Devleti'nin temellerinin atıldığı Söğüt, bana göre samimiyetin mayalandığı yörük şehri olarak karşımıza çıkmaktadır. Yörükler, göçebe yaşam tarzını seçmiş topluluklardır. Anadolu'da yaylak-kışlak hayatı yaşayan Türkmen aşiretleri (obaları) için de kullanılan bir tabirdir. Yörükler Anadolu ve Rumeli’de göçebe olarak yaşayan, geçimlerini hayvancılıkla sağlayan ve mevsimlere göre ova veya yaylalarda kurdukları çadırlarda oturan Oğuz Türkleri, Türkmenlere verilen isimdir. Serde Toros Yörüklerinden olmamdan dolayı nedense daima Yörüklerin-Türkmenlerin yerleştiği, geliştirdiği şehirler ve yerleşim yerleri ilgimi çekmiştir. Söğüt banim nazarımda samimiyetin, ihlasın, yardımlaşmanın, ufkun, geleceğin inşasının merkezi olarak görülmektedir. Söğüt’e her gittiğimde Şeyh Edebali’nin kılavuzluğunu, Dursun Fakıh’ın ihlasını, Ertuğrul Gazi’nin Anadolu Selçuklu Devleti ile Osmanlı Devleti arasında kurduğu Dünya mimari şaheseri köprüyü, çelikten bir irade ile altı asırlık bir medeniyetin temellerini atan Osman Gazi’nin hatıralarını görüyorum. Bu küçük Söğüt şehri o kadar sessiz, sakin ve samimi ki… Kendi kimliğinizi ve tarihinizi tıpkı bir film izler gibi bulabileceğiniz bir yer seyretmesini bilene. Söğüt, Ertuğrul Gazi mirasıdır. Bu miras o kadar değerlidir ki, 623 yıl Osmanlı’yı beslemiş bir Diriliş muştusudur. Kayı’ların yerleşim yeri, Osmanlı medeniyet tohumlarının toprağa serpildiği ilk yerdir. Kayı’ların Söğüt’te ilk toprağa diktiği medeniyet tohumu Kuyulu Mescit, 1268’li yıllarında Ertuğrul Gazi tarafından yaptırılmıştır. Mescide sonradan eklenen giriş bölümü ise 1902 yıllarda Sultan II. Abdülhamid Han’ın armağanıdır. Günümüzde şehir merkezinin kenarında kalmış samimiyet kokan sıradan bir mahallede bulunan Kuyulu Mescit, Ertuğrul Gazi ve beraberindeki Müslümanların beldede alınlarının topluca ilk defa secdeye gittiği yerdir. Bu mescidin en büyük özelliği Osmanlı Devleti’ne giden köprünün ilk ayaklarının atıldığı bir eser, aynı mescidin son giriş bölümünün de Osmanlı’nın en son eseri olmasıdır. Kuyulu Mescid’in kitabesinde ” Feseyekfîke hümüllah ve hüve’ssemîu’l alîm.” (Her şeyi bilen Hazret-i Allah size kâfidir.) Anadolu Selçuklu topraklarının
uç noktasında cihat için bulunan Kayı Obası alperenlerinin ruh hallerinin bir yansımasıdır. Bu ruh diriliş ve cihat ruhudur. Söğüt denildiğinde ilk aklımıza gelen Ertuğrul Gazi ve buradaki türbesidir. Ertuğrul Gazi Türbesi, Söğüt'teki en eski Osmanlı hatırasıdır. Bu hatırayı yaşatmak, Yörük kültürünü ve Türkmenleri dinamik tutmak için asırlardır bu şehirde her yıl Eylül ayında “Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Yörük Şenlikleri” düzenlenir. 2020 yılı Eylül ayında bu sene 739. su düzenlenecek olan Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Yörük Şenliklerine ülkemizin birçok şehrinden Yörükler gelerek bu ruhu yaşatmaya devam etmektedir.
Söğüt Hamidiye Camii
Osmanlı’nın ilk dönemlerine beşiklik eden Söğüt, Ertuğrul Gazi’yi bağrında taşımaktadır. Burada bulunan Ertuğrul Gazi Türbesi bir sembol, bir duruş, Anadolu’da Türklerin sonsuza kadar var olma mücadelesinin tarihe kazınmış mührüdür. O mühür var olduğu sürece samimiyet ile mayalanmış Yörük şehri Söğüt, diriliş ateşini tutuşturmaya devam edecektir. Söğüt şehrinin merkezinde çınarların gölgesinde Çelebi Mehmed adıyla bilinen bir cami vardır. Bu caminin masraflarının Orhan Gazi vakfınca karşılanmasından dolayı esasında Orhan Gazi’ye ait olduğu ve fetret devrini sona erdiren Çelebi Mehmed tarafından yeniden inşa edilmesi sebebiyle onun adını taşıdığı ileri sürülmektedir.Bu cami Söğüt ölçeğine göre gayet büyük ve kullanışlı olup halk arasında Ulu Cami denmektedir. Osmanlın’ın kuruluş döneminden sonra imara ve kültürel faaliyetlere pek sahne olmayan ve uzun süre gözlerden uzak kalan Söğüt’te, XIX. yüzyıl sonlarında Sultan II. Abdülhamid iki önemli tarihî eser inşa ettirmiştir.. Bunlardan biri 1889’da yaptırılan Hamidiye Camii, diğeri 1901’de inşa edilen idâdîdir. İdâdînin yanında 1919 yılında yapılan bir de yetimhane mevcuttur. Günümüzde Ertuğrul Gazi türbesinden devam eden ana cadde üzerindeki bu tarihi yapılar caddenin sonundaki Çelebi Mehmet Camii ile birlikte nostaljik bir tarihi fotoğraf gibi karşılar ziyeretçilerini.
demektir. Söğüt demek yörüklerin ana vatanı demektir. Söğüt demek her yıl geleneksel olarak yiğitliğin maya çalındığı yörük şenliği demektir birazda… İşte bütün bu anlattıklarımı İlhan Şahin Hoca, Diyanet İslam Ansiklöpedisi Söğüt maddesinde şöyle dile getirmiştir; “Ertuğrul Gazi Türbesi’nin Söğüt’te olmasından dolayı Ertuğrul Gazi’ye mensup olduklarına inanılan Poyrazlı, Tolazlı, Özbekli, Sazlı, Akçini (Akçainli), Hacı Halil obası, Veliler, Karabağlı, Softalı ve Akçakoyunlu adlarıyla bilinen yörük gruplarının zamanla burasını bir ziyaret ve tören yeri haline getirdikleri, ancak 1863’te Ahmed Vefik Efendi’nin (Paşa) Anadolu’nun sağ kol müfettişliği döneminde bunlar iskân edildikten sonra yavaş yavaş bu geleneği unutmaya başladıkları, II. Abdülhamid döneminde ise zayıflayan aidiyet bağının tekrar kuvvetlendirilmesi düşüncesiyle bunun yeniden canlandırıldığı bilinmektedir. Bu geleneksel ziyaret ve törenler çerçevesinde yörük beyleri erkek evlâtları dünyaya geldiğinde, çocuklarını Ertuğrul Gazi Türbesi’ne götürüp kurban keserek isim verirler, yılda iki defa 300 atlı ile türbeyi ziyarete gelerek üç dört gün kalırlar, yine kurban keserler ve cirit oynarlardı. Ziyaret ve törenlerde geleneksel kıyafet olarak başlarına keçe külâh giyerler ve ihtiyarları külâhın etrafına ağabani denen sarık, gençleri ise kırmızı Trablus sarık sararlardı Bugün yörük bayramı kapsamında yapılan bu törenler dolayısıyla kendilerini Ertuğrul Gazi’ye nisbet eden Karakeçili aşireti mensupları her yıl eylül ayının ikinci haftasının cumartesi ve pazar günleri Söğüt’e gelmekte ve mahallî kıyafetleriyle törenlerini icra etmektedir. Bu gelenek her yıl düzenlenen resmî bir organizasyona dönüşmüş bulunmaktadır.”
Evliya Çelebi meşhur seyahatlerinden birinde Söğüt’e uğramış, “buranın Bursa sancağında Lefke (bugünkü Osmaneli) kazasına bağlı nahiyeler arasında yer aldığını, bağlı bağçeli, havası ve suyu latif, yedi yüz kiremitle mestûr Etrâk hâneli küçük bir kasaba olduğunu belirtir.” Söğüt demek kuruluş ve kurtuluş demektir… Söğüt demek Ertuğrul Gazi
739 yıldır hersene eylül ayının ikinci haftası gerçekleeştirilen “Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Yörük Şenlikleri” Söğüt’ün samimiyet ve cennet kokulu mayası ile ülkemizin dört bir yanından akın akın gelen Yörükleri mayalamaktadır. Anadolu’nun ilelebet Türk yurdu kalacağının diriliş ve varoluş ateşini yüreklerde yakmaya devam etmektedir. 63
HAFIZ RAHMİ HOCA EFENDİNİN ÖĞRENİMİ VE GÖREV HAYATI
KUR’AN BÜLBÜLÜMÜZ DR. MEHMET ALİ SARI İLE MÜLÂKAT-II72.sayıdan devamla; Akşamları camiye girilen ön ve arka kapıların kapatılması, akşam, yatsı ve sabah ezanlarının okunması, namazların kıldırılması ve caminin gece bekçiliği gibi işler bize kalırdı. Camide kalmamız karşılığında bu hizmetleri bizler, gönül huzuruyla seve seve yapardık… Hüseyin MOVİT
Hocam, 1906 yılında Gebze’de doğmuş, İlkokul’u ve Rüşdiye’yi (Ortaokulu) bitirirken hıfzını da tamamlamış. Sonra babası Hüseyin Efendinin isteği üzerine İstanbul’a medreseye gönderilmiş ise de Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler lağvedilince tahsili yarıda kalmış, tamamlanamamış. Benim ilk gördüğümde Hoca Efendi, kırklı yaşlarında görünüyordu. Kısa boylu, esmer tenli, hafif sakalıyla yakışıklı ve temiz giyimli biriydi. Gençliğinde değişik iş kollarında çalışmış, hatta Gebze’de küçük bir köfteci dükkânı bile işleterek ailesinin geçimine yardımcı olmaya çalışmış. Askerliğini yapıp evlendikten sonra İstanbul’a giderek Hafız Ömer Aköz Hocadan tâlim ve Mısır tariki ile kıraat ilmi okumuş. ..Resmi hizmet hayatı, 01.01.1940 tarihinde 35 yaşlarında başlıyor. Sırasıyla Yakacık’ta, Hereke’de, Tavşancıl’da, Karaköy’deki Arap Camii’nde imamlık görevlerinde bulunduktan sonra Beyoğlu Ağa Camii’ne tayin edilmiş. 1947 senesinin son baharında İstanbul’a, Beyoğlu Ağa Camii’ne geldiğimde caminin baş imam ve hatibi idi. Kendisine daima Hafız Rahmi Efendi deniliyordu. Ancak hıfzını muhafaza edebildiğinden emin değilim. Meslektaşlarımızca da malumdur ki hafızlığı muhafaza etmek, hafız olmaktan çok daha zordur. Bu itibarla hafız olan birçok kardeşimizi sonradan maalesef ha’sı gitmiş fız’ı kalmış olarak görmekteyiz. Benim kendisini tanıdığım zamanlarda gördüğüm kadarıyla mecbur olmadıkça okumaz, namazlardan sonra okuduğu mihrabiyeleri ve değişik meclislerde okuma durumunda kaldığı aşırları da uzatmaz, kısa keserdi. Fâtır sûresinin 27-30. âyetlerini, İnsan Sûresi’nin 26-31. âyetlerini çokça okurdu. Sigara içtiğinden nefes darlığı problemi vardı. Bununla beraber Kur’ân’ı, ifrat ve tefrit denilen olumsuzluklara düşürmeden İstanbul tavrı ile güzel okurdu. 1950’lerde okuduğu, radyo ile neşredilen bir aşrını dinledim. Âl-i İmran sûresinin 101 – 104. cü âyetlerini okumuş. Sesi oldukça tiz, Uşşak Makamı edasiyle okuyordu, bitirirken rast karar verdi. Çünkü Rast bir ilahi ile Vilâdet Bahri okunacaktı. Yani usül biliyor, usulü ile hareket ediyordu. Derinliğine Arapça biliyor sayılmazdı. Mûsıki bilmediğini kendisi söylerdi ama şimdilerde Enderun Usûlü Teravih diye
sayı//74// eylül 64
lanse edilen usûlü, kıldırdığı bütün Teravih namazlarında maharetle uygulardı. Hatta dörtlük ünitelerin son rekâtlarında, gelecek dört rek’atta icra edilecek makamı dahi vererek, müezzinleri yönlendirirdi. Enderun usûlu, teravihin her dört rek’atını ayrı ayrı, Isfahan/Rast, Saba, Hüseynî, Eviç, Acemaşîran makamlarını sıra ile icra ederek kıldırmadır. Teravih’in akabinde kılınan vitir namazında daima Segâh makamı uygulanır. Yeterli mesleki bilgisi ile cemaatinin çoğunluğu bakkal, kasap, kapıcı, bekçi, garson vb. esnaftan olan imamet görevini ve cemaat ilişkisini rahatlıkla yürütüyordu. Hitabeti de rahat ve güzeldi. KIRAAT İLMİ ( AŞERE ) OKUYORUM..
Rahmi Efendi Hocam, her gün sabahları saat on buçuk gibi camiye gelir, odadaki makamına oturur, sigarasını, çayını içtikten sonra talebelerinin derslerini dinlemeye başlardı. Talim ve Tashih-i hurûf derslerim uzun sürmedi. Hoca Efendi “Senin taalimin iyi, sana Aşere okutayım, bir kalem, bir çizgili defter, bir de silgi al” dedi. Aldığım defterin baş tarafına Osmanlı Türkçesi harfleri ile şunları yazdı: “Tarîkımız Mısır tarîkıdır. Mesleğimiz Şeyh Ataullah mesleğidir. Kıraati Aşere’de on imam vardır. Her imamın ikişer râvîsi vardır. Birinci imam Nâfi, işareti elif ( ) اbirinci râvii Kalûn, işareti be ()ب, ikinci râvii Verş, işareti cim ( ”) ج diye bu kadarcık bir ön bilgiyle Aşere okumaya başladım. Kafamda çengellenen sorular birbiriyle itiş kakış sıraya giriyorlardı. Tarîkımız ne demek, neden Mısır tarîkı, Aşerede meslek nedir, Şeyh Ataullah kimdir, neden imam sayısı on, râvi sayısı bir değil, üç veya daha fazla değil de iki? Bunları hocama sorabilmem mümkün değildi, kızıyordu. “Soru sorma, gösterdiğim gibi yaz ve oku, yeter” diyordu. Bütün bu
soruları kafamdaki buzdolabında dondurarak hocamla onun istediği gibi okumaya devam ettim. Hocamın isteği üzere Aşere okuyanların kullandığı Abdülfettah Paluvî’nin Zübdetü’lİrfan fî Vücûhi’l-Kur’ân adlı Arapça kitabı temin ettim. Kitaptaki açıklama sistemini hemen kavradım ve vücûhâtı yazmaya başladım. Önce her bir kıraat imamının kıraatini, iki ravii ile birlikte Bakara Sûresinin 37. ayetinin sonuna kadar secavendden secavende yazıyor, yazdıklarımı da her sabah hocamın önünde bakarak okuyordum. Kur’ân’ın tamamının vücûhatını yazarak ve yazdıklarıma, bakarak okumak suretiyle iki senede “Aşere” denen 10 kıraate göre Kur’an’ı okumayı tamamladım. Bitiriş cemiyetim, Yavuz Sultan Selim Camii Baş İmamı Reisü’l-Kurra Varnalızade Hafız Hamdi Efendinin riyasetinde Ağa Camii’nde 1949 yılı Eylül ayının yirmisinde icra edildi. Kıraat okuduğuma dair belgemi de aldım. Hafız Hamdi Efendi ve Reisülkurralık hakkında ileride bilgi vereceğim. Sosyal Hayatı ve Esnaflık Teşebbüsleri: Hocam, vakit namazlarına önceden gelen civardaki esnaf arkadaşları ile öğle namazına kadar odasında sohbet eder, o gün nöbetçi olan müezzinler de öğle ezanı vaktinden biraz önce gelirler, kenarından bucağından bu sohbete onlar da katılırlardı. Emsali imamlara nispetle daha üst bir hayat tarzını benimsemiş olan hocam, elbiselerini Beyoğlu’ndaki iyi terzilere diktirir, marka gömlekler giyerdi. O zamanlar Beyoğlu Balık Pazarı’na gelen ilk turfanda sebze ve meyvelerden, fiyatına bakmaksızın aldırırdı. Kemal ve Cemal adlarında iki oğlu ile Tâcıser adında bir kızı vardı. Kemal ve Cemal yaşıyorlar, Tâcıser hanımın vefat ettiğini duydum. Devam Edecek..... 65
atolik rahip ve devlet adamlarının başında bulunduğu 4. Haçlı ordusu, 1204 yılında Konstantinopolis’e geldi. Şehir kuşatıldı. Bizanslılar ilk defa ciddi bir direniş gösterdiler ve ilk öncü orduyu dağıttılar.
BİZANS’IN DÜŞMANI KENDİ
DİNİNDEN OLUNCA, BEDELİNİ
AYASOFYA KİLİSESİ ÖDEDİ Bazı Haçlı subayları kiliseyi yakmayı ya da yıkıp dağıtmayı teklif etti. Ancak buna vakitlerinin olmadığını söyleyen komutanlarının ikazıyla bundan vaz geçtiler. Muhsin İlyas SUBAŞI
Hıristiyanlığı kılıç zoruyla yaymaya kalkan bu vahşi topluluğun önünde, insanlığa huzuru, kardeşliği ve barışı tavsiye eden Hz. İsa adına bu defa kendi dinlerinden bir millet vardı: Bizanslılar. Bu saldırgan sürü acımasızca kılıç kullanıyordu. Bir asrı aşkın bir zamandır süregelen bu saldırılar, bugüne kadar hem Hıristiyanlardan. hem de Müslümanlardan milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine sebep oldu. Maksat neydi? Üç-beş rahibin ve dönemin krallarının ihtirasını tatmin etmek! Haçlıların daha güçlü orduyla yeniden hücumu sırasında, savunma hattının arkasından içlerindeki hainler tarafından çıkarılan yangın üzerine, Bizanslılar canlarının derdine düştüler ve böylece Haçlılar şehre girdi. Bu sırada, İmparator karsıyla birlikte kaçarak şehri terk etmişti. Başsız kalan Bizanslılar Ayasofya Kilisesinde toplandılar. Laskaris’i yeni İmparator olarak tanımak istediklerini söylediler. O, bunu kabul etmedi. Kürsüye çıktı hararetli bir konuşma yaptı: “Burada dindaşımız ama düşmanımız olan insanlarla savaşmak istiyorsak, Tanrı bizimledir. Çıkıp mücadeleye başlayalım. Onlara teslim olmakla hiçbir şey elde edemezsiniz. Çünkü onlar bizi ve sizleri kâfir, hatta dinsiz olarak görmektedir ve hepimizi kılıçtan geçireceklerdir.” Dinleyenler bağırmaya başladı: “Korkak imparator bunun için mi bizi yalnız bırakıp kaçtı? Biz kimin onurunu koruyacağız?” Laskaris, kiliseye toplanan insanlardaki moral çöküntüsünü görünce: ‘Artık tamamıyla serbestsiniz. Herkes kendi başının çaresine baksın’, diyerek Patriği, Bizans’ın üst düzey generallerini ve soyluları gemiye alarak Anadolu yakasına geçti. Böylece şehir bütünüyle Haçlı sürüsünün insafına bırakıldı. Haçlı komutanları üç gün boyunca şehrin yağma edileceğini söyledi. Haçlı askerleri bütün evlere girdiler kadın çocuk, genç ne buldularsa aldılar. Kadın ve çocukları zincirleyip esir pazarlarına götürdüler. Eşyaları gemilerine taşıdılar. Sıra Ayasofya’ya gelmişti. Buraya giren askerler, antik eşyaların tamamını yağmaladılar. Götüremeyecekleri her şeyi kırıp
sayı//74// eylül 66
döktüler. Kaçamayan rahibelere tecavüz ettiler. Kilise içerisinde şarap alıp vaaz kürsüsünde fahişe kadınlara dans yaptırarak şarkı söylettiler. Bazı Haçlı subayları kiliseyi yakmayı ya da yıkıp dağıtmayı teklif etti. Ancak buna vakitlerinin olmadığını söyleyen komutanlarının ikazıyla bundan vaz geçtiler. Mağrur Ayasofya mahzun Ayasofya’ya dönüşmüştü. Anadolu içlerine çekilerek tehlikeden biraz daha uzaklaşmak isteyen Laskaris ve yanındakiler, konakladıkları bir yerde, Laskaris Patriğe Katoliklerin bu düşmanca tavrının sebeplerini sordu: “Aslında iki kesiminde imanını tehlikeye düşürecek ciddi bir ayırım yoktur. Bazı teferruatı, onların abarttıklarını düşünüyorum. Bakın mesela farklılıkları şöylece sıralayabiliriz: Katolikler kutsal ruhun hem babadan hem de İsa’dan çıktığına inanırlar. Ortodokslar ise kutsal ruhun Tanrıya ait olduğunu İsa vasıtasıyla çıktığına inanırlar Katolikler Papanın dünya üzerinde Tanrıyı temsil ettiğine inanırlar bunun için de yanılmazlığını kabul ederler Onlara göre O günah işlemez, kusurdan uzaktır. Ortodokslar ise bu fikre karşı çıkarlar, Rahiplerin de günah işleyebileceğini savunurlar. Peygamberlerin bile yanılmazlığı söz konusu iken Papa nasıl kusursuz kabul edilebilir diye inanırlar. Katolikler, Roma’nın hukuk sistemine dayanarak Tanrı’nın affetme ve ceza verme yetkisini kabul eder. Ortodokslar Tanrı’nın hâkim rolü oynamasına karşı çıkarlar. Hz. İsa’nın affedici rolü öne çıkarılır, Tanrı ise Affedici olarak kabul edilir Katoliklerde Papalık özel bir sınıftır, yukarıdan aşağıya doğru seçilir. Ortodokslarda ise, halktan da hak edenler Patrik ve Piskopos olabilir Katoliklerde rahipler evlenemez. Ortodokslarda ise rahipler evlenebilirler. Katoliklerde vaftiz sadece su serpmekle yapılır. Ortodokslarda ise suya iyice batırılarak yapılır. Katoliklerde Hz. İsa’nın doğumu 25 Ocakta kutlanır. Ortodokslar ise 6 Ocakta kutlarlar.” “Bunlar bu iki topluluğun birbirini kâfir ve dinsiz olarak suçlamasını gerektiren şeyler midir sizce?”
“Değil, elbette, ama siyasilerin midesi rahiplerin midesinden daha büyük olduğu için bunu kullanıyorlar. Şu savaşı düşünün; Bir Hıristiyan topluluk, onların inandığı Tanrı’ya inanan, onların kabul ettiği Peygamberi kabul eden, onların okuduğu kitapları okuyan insanlara karşı böylesine acımasızca saldırabilir mi? Hem de inançsız, hatta kafir, hatta dinsiz diyerek?” Laskaris, durdu derin bir iç çekti ve karşılık verdi: “Şeytan içimizde, onu dışarda aramaya gerek yok. Bu küçük ayrıntılar için insanların birbirinin kanını dökmesi dinin işi değil, cahilin işidir. Nefislerinin tutsağı olan bir insan talep ediyor, öbürü de fetva veriyor, cahil yığınlar ise savaş ganimeti için yollara düşüyor. Bir asrı aşkın bir süredir, Yürütülen Haçlı seferlerinin kirli yüzü bu değil midir?” “Maalesef öyle, üstelik bunu in adına, hatta Tanrı adına yapıyor olmalarıdır.” “Tanrı, kendisinin böyle kirli emellere alet edilmesine hiçbir dönemde izin vermemiştir. Bunlara da vermeyecektir. Burada başarılı görünseler de arkasından mutlaka büyük felaketleri yaşayacaklardır. Bakın Kudüs’ü bir dönem işgal edip aldılar, alırken Tanrı yanlarındaydı çünkü öyle diyorlardı, kaybederken Tanrı neredeydi, onu hiç söylemediler, ama sonunda feci bir yenilgiyle tekrar ellerinden çıkarmak zorunda kaldılar.” “İhtirasına teslim olan insanların idrak gözü kördür efendim!” “Maalesef öyle, ama bedelini toplum çok ağır bir şekilde ödüyor. Bakınız biz şu Anadolu bozkırında bu ihtirasın kurbanı değil miyiz?” “Maalesef öyle. Ben bir şekilde bu yaraları çile çekerek sararız da Ayasofya’nın atmosferi nasıl olmuştur, ben hep onu merak ediyorum?” 67
TAKUNYACI KEMAL
ÜSKÜDAR’IN
MECZUBLARI –IV-
Üsküdar İskele Câmii imamı Nafiz Hoca’dan nakille Niyazi Sayın Hocamız şöyle anlatır;“Edirne’de bir yangın çıkmış ve bunun haberi Üsküdar’a kadar ulaşmış. Üsküdar sâkinlerinden birisinin de Edirne’de bir evi varmış ve yangın haberini alınca oldukça telaşlanmış. Dr. Serhat ONUR
Üsküdar Hüsrev Ağa Camii ve Şifa Hamamı
sayı//74// eylül 68
Sait Paşa İmamı Hasan Rıza’nın üçüncü hanımı Abdullah kızı Zenci Hasibe Hanım’dan doğma oğlu olup, Üsküdar Uncular’da, şu anda elektrik malzemeleri satan dükkânda takunyacılık yaparmış. Oldukça esmer olan Takunyacı Kemal’in çok sevdiği “Sakız cinsi” koyunları varmış. Niyazi Sayın Hoca, Takunyacı’nın Sakız koyunlarının iplerini tutarak, Üsküdar çarşısında dolaştırdığına çok defalar şâhit olmuş. Önde Takunyacı Kemal, arkada koyunları. Yolda yürürken âniden etrâfında 360 derece döner sonra yine yoluna devam edermiş. SÜKÛTİ DEDE
Mevlevî olan Sükûti Dede, Üsküdar sokaklarında başında Mevlevî sikkesi, altında uzun entârisiyle dolaşan meczûbinden gözükse de, meczuban olmayan, kendi âlemini yaşayan sırlı bir zat imiş. Üsküdar’daki attar dükkânının da müdâvimlerinden olan Sükûti Dede’nin uzunca entârisinin iki cebi varmış. Bu ceplerden birisinde kibrit çöpleri, diğerinde de çürük domatesler bulunurmuş. Bunun hikmetini kimse bilmezmiş. Entârisi kirlenince –ki ceplerindeki muhtevâdan, ne sıklıkta kirlendiği kolaylıkla tahmin edilebilir– yolu Toygar’daki Necmeddin Okyay Hoca’nın devlethânesine düşer ve orada hocanın karısı Seniye Hanım, Dede’nin kirlenen entârisini alır ve ona yıkanmışını verirmiş. Dedenin bu saltanatı iki gün sürer ve üçüncü gün dede, domates lekeleri dolu entârisiyle yeniden Seniye Hanım’ın kapısını çalarmış. Sükûti Dede’nin Üsküdar Sandıkçı Dergâhı’nın son şeyhi Haydar Efendi ile hukuku çok fazla olup, ara sıra bu dergahtaki zikirlere katılırmış. Rifâî tekkesi olan dergâhta, bâzı zamanlar diğer tekke şeyhlerinin de katıldığı çok kalabalık ve feyzi bol meydanlar uyandırılırmış. Yine böyle bir zikir gecesinde, Haydar Efendi ve misâfir iki Rifâî şeyhi, onların dervişleri, Üsküdar’ın kalburüstü şahsiyetleri ve Sandıkçı Dergâhı’nın müdâvimleri olan Üsküdar’ın meczubları, hep berâber lokmayı yapmış ve sıra meydanın uyandırılmasına gelmiştir. Postta Haydar Efendi ve her iki yanında diğer misâfir şeyh efendiler. Sükûti Dede’yi de çağırdıkları bu gecede, onu meczubların arasına oturtmuşlar. Haydar Efendi zikri başlatmak için Eûzübesmele çekip; – Fa’lem ennahû lâ ….. diyor fakat lâ’dan sonrasını tamamlayamadan kalıyor. Tekrar, – Fa’lem ennahû lâ ….. diyor yine kalıyor. Tekrar, – Fa’lem ennahû lâ ….. diyor ve yine devamı
Şehir Hatları Vapuru seferde
gelmeyince, önce sağındaki şeyh efendiye: – “Siz buyrun efendim” der fakat hazret de “Lâ” dan ötesine geçemez. Aynı şekilde solundaki şeyh efendi de meydanı uyandıramayınca, çok zeki bir şahıs olan Haydar Efendi’nin gözleri Sükûti dedeyi arar ve onun meczubların arasında kaşları çatılmış, sinirli bir şekilde önüne baktığını görünce, hemen postundan kalkar ve dedenin yanına gidip ellerine ayaklarına yapışıp; – “Dede biz ettik sen etme…”, demesi üzerine Sükûti Dede; – Bana bak, bana değil ama başımdaki Fahr-i Mevlânâya hürmetin olsun, bir defa daha görmeyeceğim böyle bir şey, hadi açıyorum, güzel bir zikir olsun, der. Haydar Efendi posta geçer ve: – “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm Bismillâhirrahmânirrahim fa’lem ennahû lâ ilâhe illâllah” der, meydan uyanır ve o gece muazzam bir zikir olur. Üsküdar’ın meşhur hocalarından olan Arap Hoca nâmıyla mâruf Süleyman Efendi, Sükûti Dede’nin iyi arkadaşıymış. Hoca, Üsküdar Mevlevihânesi’nden Üsküdar’a doğru inen yolun sonunda, Uncular Sokağı ile birleşen mevkide, sol tarafta Üsküdar Şifâ Hamamı ve Hüsrev Ağa Câmii’ ne yakın bir evde otururmuş. Arap Hoca’nın ödemesi gereken bir borcu varmış ve evde oturup kara kara düşünürken kapı çalınmış ve kapıyı açınca karşısında Sükûti Dede’yi görmüş. Dede selâm sabah demeden; – Tavan arasında iki tane baston var git getir onları, demiş. Arap Hoca şaşırmış, fakat hiçbir şey demeden hızlıca tavan arasına çıkar. Tavan arasında baston olduğu konusunda hiçbir mâlûmâtı olmayan hoca, oradaki bir sürü ıvır zıvır atık eşyânın içinde tozlanmış iki bastonu
bulur ve hemen aşağıya inip bastonları dedeye verir. Dede bastonları alıp, kötüsünü kendisine ayırır, iyisini Arap Hocaya verip; – Bunu al, gazete kâğıdına sarıp Mahmutpaşa’ya götür, orada satar borcunu ödersin, der ve sırtını dönüp gider. Arap Hoca daha da şaşırır, çünkü borcu olduğunu kimse bilmezmiş. Tabii olarak Arap Hoca’nın nutku haklaması gerekir. Bu, Sükûti Dede şakaya gelmez. Hoca, dedenin dediği gibi bastonu gazete kâğıdına sarıp tutmuş Mahmutpaşa’nın yolunu. Üsküdar İskelesi’nden vapura binip, Eminönü, oradan da yaya olarak Mahmutpaşa yokuşuna ulaşmış. Tam yokuşun başında, tanımadığı bir çocuk yanına gelerek; – Amca ustam seni çağırıyor, der. – Senin ustan kim? Tanımam, dese de, düşer çocuğun peşine. Yokuşun ortalarında, sağda bir dükkâna gelirler. Ustası kapıda karşılar ve büyük bir hürmetle hocayı içeri dâvet eder. Selâm faslından sonra usta; – Hocam bastonu satarmısın? der ve “Evet” cevâbını aldıktan sonra, hiçbir şey konuşmadan , Arap Hoca’nın borcuna kuruşu kuruşuna denk gelen meblağı , gider kasadan alır ve hocaya takdim eder. Hoca da Sükûti Dede’ye duâ ede ede Üsküdar’a geri döner ve borcunu ödeyerek bu yükten kurtulur. Adam ol Mehmed / İsmi Mehmed olup, sürekli kendi kendine “Adam ol Mehmed, Adam ol Mehmed” diyerek sokaklarda dolaştığı için bu lakap takılmış. Adam ol Mehmed ile ilgili iki hâdiseyi, Üsküdar İskele Câmii imamı Nafiz Hoca’dan nakille Niyazi Sayın Hocamız şöyle anlatır; “Edirne’de bir yangın çıkmış ve bunun haberi Üsküdar’a kadar ulaşmış. Üsküdar 69
o günlerden birisinde Beykoz’dan yolcularını bir türlü alamayan kaptan, üçüncü defa iskeleye yanaşıp yolcuları aldıktan ve Boğaz’a dümen kırdıktan sonra Mehmed Efendi koşarak gelmiş ve “al beni de” diyerek kaptana işâret etse de, iskeleye yanaşıp ayrılmaktan bunalan kaptan hiç oralı olmamış ve Üsküdar’a doğru seferine devam etmiş. Vapur bir süre sonra Üsküdar’a yanaşmış ve çımacıya halatı atmışlar. Bir de ne görsünler; adam ol Mehmed Efendi, Üsküdar İskelesi’nde mütebessim bir çehre ile kaptana el sallıyor ve “Hoşgeldiniz” diyerek vapurdakileri selâmlıyormuş. BEYLERBEYLİ ATÂ EFENDİ Üsküdar Beylerbeyi Camii
sâkinlerinden birisinin de Edirne’de bir evi varmış ve yangın haberini alınca oldukça telaşlanmış. Acaba evim ne oldu, acaba mahallem ne oldu, diyerek Üsküdar’da çâresiz bir şekilde dolaşırken, karşısına birden “Adam ol Mehmed, Adam ol Mehmed” diyerek geçmekte olan Mehmed Efendi çıkmış. Adamın heyecan vetelaşını görünce; – Nedir bu hâlin? diye sormuş. Adamcağız da; – Edirne’deki evimizin olduğu mahallede yangın çıkmış, merak içindeyim, evimiz yandı mı yanmadı mı, acaba ne oldu? diye cevap vermiş. Yaz kış eski püskü bir gömlekle dolaşan Mehmed Efendi, –Merak etme evinde bir şey yok, diyerek açmış gömleğini ve adama Edirne’deki evinin yanmadığını, televizyondan seyreder gibi gösterdikten sonra, “Adam ol Mehmed, Adam ol Mehmed” diyerek uzaklaşıp, Üsküdar’ın sokaklarında kaybolmuş. İkinci hâdise ise, “Vapur Hâdisesi”; İstanbul’un ve keza Üsküdar’ın sâkin ve nüfusunun az olduğu yıllarda, vapurların iskeleden ayrılmaları oldukça zor oluyormuş. Niye derseniz? Bir âile gibi olan Boğaz semtlerinde, Şirket-i Hayriye vapurları ve mürettebatları da bu âilenin parçasıymış. Bütün yolcular bindikten sonra vapur düdük çala çala iskeleden ayrılır, fakat koşa koşa vapura yetişmeye çalışan mahalle sâkinlerini gören kaptan, tekrar iskeleye yanaşır, onları da alır ve iskeleden ayrılırmış… Ama ayrılamazmış. Çünkü, yine telaş içinde koşarak vapura yetişmeye çalışan mahalleliler ve yüreği dayanamayıp tekrar tekrar iskeleye dönen kaptanlar. Vapurların 2-3 defa iskeleye dönüp geç kalmış yolcuları almaları Boğaz hattındaki; Salacak, Üsküdar, Beylerbeyi, Çengelköyü, Kandilli, Anadoluhisarı, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz iskelelerinde her gün tekrarlanırmış. İşte
sayı//74// eylül 70
Sultan II. Abdülhamid Han devrinde Beylerbeyi’nde yaşamış olan Atâ Efendi, heybetli yapısının yanı sıra, yüzünü kaplayan sakalı ve alnına dökülen kâkülleriyle, harabâtî bir şahsiyettir. Atâ Efendi, dört mevsim başında bir keçe külah, sırtında bir abayla dolaşır. Cezbenin harâretinden olsa gerek kışın dondurucu soğuğunda bile denize girer. İstavroz’da, bir kulübede yaşayan Atâ Efendi’nin, büyük kerâmet sâhibi olduğuna inanılır. İstavroz Dergâhı Kabristanı’nda medfundur. Rivâyete göre, muhitte kaymakam rütbesinde bir askerî doktor vardır. Ancak bu zat, bir türlü terfi edememektedir. Bir gün doktorun kapısı çalınır ve Atâ Efendi’nin hastalandığı ve mümkünse âcilen muâyene etmesi rica edilir. Doktor giderken içinden, - Mübârek adam, hastalanacak zamanı bulmuşsun ya! diye düşünür. Doktor kulübeye vardığında Atâ Efendi doğrulur, - Allah râzı olsun gelmişsin, bir de için temiz gelseydin paşa olurdun! De …Ertesi sabah doktor miralaylığa terfi eder. Mevlevîyeden İrfan / Bu yazımızda bahsedeceğimiz son meczubumuz Mevleviye’den İrfan. Kendisiyle ilgili tek ulaşabildiğimiz malumat, aşağıdaki tek ve uzun cümle. Ama öyle bir cümle ki, özetidir irfanın. İrfan, Üsküdar’ın mahallelerini Mevlevî sikkesi ve tennûresiyle dolaşır, sokağın ortasında durup: “Sakal dediğin bir tüydür insana lâzım olan huydur” diyerek semâ etmeye başlarmış. Yazımızı, Mevlevi Mustafa Safvet (İstanbulin)’in bir beyiti ile bitirelim. Selam ve muhabbetle efendim. “Görme ahkar kimseyi câna kader meçhuldür Hakkın ednâ bir kulu âlâ olur âlem bu ya”
YANLIŞLAR HAYATA EGEMEN İyilik ve kötülük felsefenin ve ahlak felsefesinin temel sorunu. İyi ve kötü varsa buna mümasil olarak sevgi ve nefret de vardır. Dostluk ve düşmanlık da. Recep ARSLAN
Başarmak bir gerçeklik, bu gerçekliği bile sahtesiyle değiştiriyor insanların kimileri. Yarışmaları izlerseniz, arkasından aşırı gıda, enerji yükleme haberleriyle karşılaşırsınız. Bazı yarışmacıların aldıkları ödül, ya da elde ettikleri derecelerin iptal edildiğini bile sık sık duyarız. Bir de duymadıklarımız var ve tüm dünyada egemen. Her konuda mış gibi yaşayanlar, allayıp-pullayanlar, yüzlerine tebessüm maskesi takanlar, kılık-kıyafetini yaz-kış resmi tutanlar ve başkaları beğensin diye istemedikleri hallere katlananlar içinde yaşadıkları çevrenin insanlarını aldatmaktadırlar. Din, ahlak yasaklaya dursun, insanlar yasak delmekten son derece mutlu görünüyor. Yasaların yasaklarını da takmıyor kimse. Acizler, fakirler, garipler, güçsüzler dışındakiler din, ahlak, yasa dinlemiyor. Onlar ne kadar çok mış gibi yaşarlarsa o kadar çok başarıyor, kazanıyor ve tüketiyorlar.
İnsan tek başına yaşayabilseydi, şimdikinden daha az hata yapacaktı. Tartışılmaz, daha az gelişme gösterecekti. Yanlış, bireysel kaldığınca sınırlıdır, kazanımlar toplumla paylaşıldıkça değerlidir. Ama insan, hem yalnız bir dünyada hem de birlikte bir dünyayı iç içe sararak yaşar. Tek başına kalmaktan şikeayet eder insan. Yalnızlığım ve ben gibi başlıklarla yazılar yazarız. Aslında yalnızlığın acı veren tarafından çok, keyif veren özellikleri de var. ‘Ağrısız başım, azıcık aşım’ ata sözüyle anlatılmış her şey. Kimsenin etlisinesütlüsüne karışmadığınızda, fincancı katırlarını ürkütmediğinizde, suya-sabuna dokunmadığınızda, tavşan pisliği olup kokmaz bulaşmaz olduğunuzda bir başına olmanız kimseyi ilgilendirmez. Varlığınızyokluğunuz yalnızca sizin bildiğiniz bir hakikat olur. İşte o şartlarda hata yaparsanız bile, bunu sadece siz bilirsiniz ve arkanızda şahit bırakmamış olursunuz. Var edene karşı işlenen o yanlışlardan dolayı tövbe edersiniz. O zaten tövbe edeni seviyor ve çoğu hallerde de affettiğini beyan ediyor. Ama bu şartlarda yaşadığınızda başarıp başarmadığınızı bilemezsiniz. Başarı başkaları tarafından görülüp, aferinle ödüllendirilmedikçe başarı olamaz. Toplum halinde yaşamanın milyonlarca sebebi var ama, belki biri de insanların başarıp başarmadığı anlaşılsın diye olabilir.
İnsanları aldatmak, tüm hayata egemen olmuş neredeyse. Bunun dindeki adı riyakearlık. Herkes riyakear. Hayır, herkes değil, sayıları az ama bu aldatma denizine girmeyenler var. Yaz sıcağında kıravat takan insanlardan nefret ediyorum. Memur olmadığı halde takım elbise ile gündelik yaşayanlardan da öyle. Asalet sahibi olmadığı halde, kibar olmadığı halde asil ve kibarmış gibi davrananlardan da. Olduğu gibi olmadığı halde, Mevlana’nın'ya göründüğün gibi ol-ya olduğun gibi görün’ sözünü tekrarlayanlardan da. Gönül alıcı sözler söylemek için sıkça yalana başvurandan da. Hakikati gizlemenin iyi huy sayılmasından da. İnsanların, bildiğimiz, tanıdığımız, nefret etmediğimiz, sevdiğimiz insanların yanlışlarını söylemeyerek, bir ömür boyu o insanları o yanlışla yaşamaya zorlamaktan da. Soru sorulmasını istemeyen yöneticilerden de. Bakınız nefret edecek haller de var hayatta. İyilik ve kötülük felsefenin ve ahlak felsefesinin temel sorunu. İyi ve kötü varsa buna mümasil olarak sevgi ve nefret de vardır. Dostluk ve düşmanlık da. Allah için seviniz, Allah için buğz (düşmanlık) ediniz tavsiyesi unutulmamalıdır. Hayat yaşadığımız, yaşadığımızı sandığımız, kurguladığımız, farzettiğimiz, varsaydığımız hayat iki kutupludur. İyi ve kötü gibi, gece-gündüz, yaz-kış, karanlık-aydınlık, sevgi- nefret, mutluluk-hüzün ve daha yüzlerce kavram, ya da mefhum. 71
KORONAVİRÜSLÜ
GÜNLERDE SEYAHAT Koronavirüs her sektörde değişim patlattığı gibi turizmde de bunu yaptı. Artık insanlar çok katlı lüks otellerde falan değil, daha mütevazi, yeşil alan içinde, ancak her türlü ihtiyaçlarının karşılandığı, hijyenik ve fazla kalabalık olmayan mekanlarda tercih ediyor. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
amı tamına 6 aydır covit 19 salğını nedeniyle evden çıkmıyordum 65 yaş üzeri alınan tedbirler çerçevesinde. Hiç bir dönemde bu kadar çok kitap okuduğum, yazı yazdığım, eş dost ile telefonla görüntülü ve görüntüsüz konuşma yaptığımı hatırlamıyorum. Bir incir çekirdeğinden kocaman bir ağaç yaradan Yüce Rabbim, mikroskopla bile görünmeyecek kadar küçük ve hala keşfedilemeyen bir virüs ile milyarları meşgul etti. Maalesef dünyamız da iyi yönetilemiyor. Hala savaşlar, terör, yoksulluk, eğitimsizlik, hukuksuzluk, insan haklarının çiğnenmesi, ırkçılık, siyasi ve çirkin teknik rekabet baş döndürücü biçimde artıyor. İşte böyle bir ortamda hafta sonu izni için yetkililere yaptığım başvuru olumlu karşılanınca oğlum, kızım, torunlarım ve eşimle birlikte Trakya Istıranca Ormanlarına uzandık. İyi ki yandeks var da kaptanımıza müsait ve yoğunluğu olmayan yolları gösteriyor. Otobandan falan değil köy içlerinden kıvrıla kıvrıla yola koyulduk. Ay çiçekleri hasadı tamamlanmış gibi. Birkaç yerde günebakan çiçekleri sarı sarı size gülse de çoğunda biçer döverler tarlaya girmiş bile. Trakya köylerinin tarlaları ekili, ürünlerinin çoğunda hasat yapılmış, evler muntazam. Bir çok yerde okul mevcut. Zafer Haftası içinde olduğumuzdan çoğu yer Türk Bayraklarıyla süslenmiş. İĞNEADA’YA DOĞRU
Öğleden sonra yola çıktık, yandeks yolculuğumuzun 4 saat olacağını da belirtiyor. Hedef Kırklareli’nin Karadeniz’deki sahil kasabası İğneada. Köy yolları ıssız. Sadece gidişgeliş olarak hesaplanmış. O da yetiyor şimdilik. Sadece kasabanın araçları gelip-gidiyor, bir de bu yolu bilenler. Yanından geçerken rüzgârının bile sizi itelediği öyle dev kamyonlar ve TIR’lar, pahalı otomobillerle makas atarak çaka satan maganlar de yok. Sağımız solumuz yol boyunca orman. İlk okullarda öğretilen “Baltalar elimizde, yoğun ip belimizde, biz gideriz ormana” şarkısını üzülerek hatırlıyorum. Orman bir hayatmış da çok geç öğreniyor insan. Bölge ormanlarında yetişen ağaçlardan yapılan fıçılar bütün dünyada tercih ediliyormuş. Başka örneği çok az bulunuyormuş. Otomobilimizi kullanan oğlum Burkan’ı, yandeks yalancı çıkarmadı ve zamanında İğneada’ya girdik. Çam kokularından sonra iyot kokusu aldı burnumuz. İçimize çektik. Çiğerlerimize kadar teneffüs ettik. sayı//74// eylül 72
İğneada’ya yürüyüş mesafesindeki orman alanında kurulmuş Longosphere tesislerine girdik. Kapıda güvenlik ateşimizi ölçtü. Kayıtlarımız yapıldı. Maske ve sosyal mesafeye aşırı dikkat ediyoruz. Sonra otoparkti otomobilimizdeki eşyalarımız elektrikli minik araçlara yüklendi. Biz de bindik. Orman yollarına akar yakıtlı araç sokmak yasaklanmış. İyi de olmuş. Nihayet odalarımıza geçtik. Dikdörtgen ve balkonlu inşa edilmiş kurbağa adlı konutlar ve sincap adı verilen çadır biçimindeki yerleerde hiç çimento kullanılmamış. Tümü keresteden imal edilmiş. Yeşili sürekli olan Istıranca Ormanlarının içindeki bu mimari tarzını sevdim. Alt yapısı dahil kesinlikle ormana zarar verilmeden tamamlanmış. Temizlik ve ışıklandırma hep önde tutulmuş. Orman çiçekleri ve böcekleri sizi bittabi ihmal etmiyorlar. Hele geceleri sabaha kadar öten cırcır böceklerini unutmuştum, hatırladım böylece. Bir musiki gibi tatil boyu dinledim. Tabiatı yaşadım burada. Gelen konuklar genelde genç ve yeni evliler, tümüne yakını da küçük çocuklarıyla gelmiş. Akşam yemeği için geçtiğimiz lokantasında da mönüdekiler tümüne yakın yerel lezzetler. Bu bir nevi yöre haklının ürünlerinin değerlendirilmesi demekti. Zaten Kasaba Sokağı denilen çarşıda yerel ürünler satılıyor. Etkinlikleri de bir hayli fazla. Bu sokakta küçük çocuklar için boyama çalışması yapılıyor. Çocuklar sadece kağıtlara resim yapmıyor; yüzleri, gözleri ve üstlerini de boyuyorlar. Ormanın içindeki spor tesisleri bir macera gibi. Aynısını Johny Weissmuller’in Tarzan filmlerinde görmüştüm. Ağaçlar arasındaki iplere tutunarak bir ötekine geçmek, tırmanmak, sallanmak vs. Ancak 12 yaş üzerindekilere müsaade ediliyor. Geceleri ise tesislerde çok güzel dizayn edilmiş mini bir anfi tiyatroda görevliler ateş yakıyor. Etrafına oturan herkes alevlerin sıcaklığını yüzlerinde hissediyor. Pembeleşiyor bütün suratlar. Z NESLİ Mİ DEDİNİZ?
Önce Longosphere’nin ön büro müdürü İlkay Beyle tanışıyorum. Sonra genç patronu Yiğit bey ile. Ben soruyorum kendisi anlatıyor sade kahvemizi içerken; -Bu tür çimentonun hiç girmediği orman içindeki tesisleri Avrupa görmüştüm. Bizim
kuşağa Z Nesli diyorlar. Bu nedenle bir yenilik getirmek istedim, böyle bir teşebbüste bulunduk. Alışılmışın dışında bir uygulamaya giriştik. -Siz sektörden misiniz? -Hayır değiliz. Ailem Demirköylü ve petrolcüdür. Ama gezmeyi ve öğrenmeyi çok seviyoruz. Burası da bütün ailenin katkısı ile gerçekleşti. Orman ihalesini kazandık. Projesi Ankaralı bir mimara yaptırdık. Longosphere Türkiye’de bir ilk oldu. Zaten resmen açılmadık. Bir aydır hizmet vermeye başladık. Bitişiğimizdeki orman alanı da bize aittir. 25+20 yıllık projemiz içinde “karavan turizmi” de mevcut. Kırklareli Üniversitesi ile işbirliği yapmayı, gençleri değerlendirmeyi düşünüyoruz. Bunun için de birkaç yere servis koyduk. YENİ BİR SEKTÖR
Karavan turizmi deyince bir zamanlar biz de maile çoluk çocuk Selters’te bir karavan kiralayarak Fransa, Lüksemburg, Almanya’ya adım adım dolaşmıştık. Çok da rahat ettik. Maliyetini ucuzlattık böyle bir seyahatin. Her gittiğimiz yerden karavanların su takviyesi yapılıyor, tuvaletleri boşalıyor ve temizleniyor, güvenliği sağlanıyordu. Hatta yeni arkadaşlar bile ediniyorsunuz. Koronavirüs salgını Türkiye’de karavan imalatını da hızlandırdı. İstanbul, Ankara, Bursa ve İzmir’de karavan almak için sıraya giriliyor artık ve altı ay kadar bekleniyor. Fiyatlar da 40 bin TL’den başlıyor. Ancak maliye motokaravanların vergisini çok yüksek tuttuğundan imalatı ve ithalatı az. Ancak römorklu karavanların imalatı hızlandı. Günümüzde karavan turizminden en fazla kazanan batılı ülkelerin başında İspanya geliyor; 2 milyar dolar kadar. Koronavirüs her sektörde değişim patlattığı gibi turizmde de bunu yaptı. Artık insanlar çok katlı lüks otellerde falan değil, daha mütevazi, yeşil alan içinde, ancak her türlü ihtiyaçlarının karşılandığı, hijyenik ve fazla kalabalık olmayan mekanlarda tercih ediyor. TRAKYA’DA NE VAR NE YOK? İğneada’ya gittik ikinci gün. Kalabalıktı. Hafta sonu olduğu için nüfusu ikiye katlanmıştı. Her taraf doluydu. 1970’li yılların turistik Ege sahil kasabalarını hatırlattı. Karadeniz’in hırçın dalgaları her taraftan duyuluyordu. Ama denize giren de vardı buna rağmen vardı. 73
Yola 26 km kadar. Osmanlılar zamanında Demirköy Dökümhanesi kurulmuş, hem bölgeden ve hem de etraftaki demir madeni bu dökümhanede işlenerek özellikle silah araç gereci olarak imal ediliyormuş. Kültür Bakanlığı ve İstanbul Güzel Sanatlar Fakültesi burasıyla ilgileniyor. Kalıntıları öne çıkarmış ve korumaya almışlar. Bir de yeni restore edilen ancak henüz kullanılmayan camii mecvut. Fatih Sultan Mehmet’in toplarını burada döktürdüğü ve “şah” isimli topun örnek olarak gösterildiği bildiriliyor. Yolda bir çiftlikte mola veriyor organik tarım ürünleri alıyoruz. Sahibi tesisine birkaç tane bungalov ev yaparak turizme gireceğini anlattı. DUPNİSA MAĞARASI
Beğendik Köyüne gittik. Sınıra çok yakın. Zaten biraz sonra yasak bölge başlıyor. TürkiyeBulgaristan Hudut Kapısında iki ülkenin bayrakları görünüyordu. Sınırda bizimkilere çok benzeyen bir de Bulgar köyü vardı. Camisi görünüyordu. Belki de karşılıklı kız alıp vermişliğimiz, ortak inancımız vardı. Kumu çok güzel olan denize girdik. Sosyal tesis falan yok. Birkaç gecekondudan evrilme, pejmürde püskü eşyaları olan lokanta ve tuvaletler var. Her türden insan örneği burada görmek mümkün. Çeşitliliğimiz burada da sürüyor. İkinci gün Kırıkkale Longaz Ormanlarına doğa yürüyüşüne gittik. Burası milli park. Ama öyle bakımlı olduğunu söyleyemem. Yol stabilize olduğundan araçların tozları bütün ormana yayılıyor. Mert Gölü kuş İzleme veya gözlem Kulesi sanki sırf yapılmak için oraya dikilmiş. İşlevsel hale getirilememiş. Ama orman muhteşem, ağaçlar görkemli, kuş çeşitliliği bir hayli fazla. Sislioba Köyü istikametinde rotası belirli bisiklet turları yapılıyor. Erikli Gölü’ne gittik. Kano turları düzenleniyor. Randevulu olarak kişi başına 50 TL kanolar. 40 kanodan ancak dördüne müsaade ediliyor. Denetimin olması iyi. Biraz ilkel gibi geldi bana. Göl kenarında bisiklet turları ise sürekli. FATİH’İN TOP İMALATHANESİ
Son günümüzde kahvaltıdan sonra yola çıktık. İlk hedefimiz Demirköy Dökümhanesi oldu. sayı//74// eylül 74
Artık hedefimiz Sarp Deresi Köyü yakınındaki Dupnisa Mağarası.. Yol boyunca bizimle paralel uzanan Rezve veya Velika Deresi’nde adım atacak yer yok. Derenin içinde kurulan masalarda insanlar çıplak ayakla, serin suların içinde piknik ve mangal yapıyor. Yola paralel derelerin tümü. Aracımızla yola dahil oluyoruz ama, galiba yol genişletme çalışmaları yapılıyor bu sezonda, sizi girdiğinize pişman ediyor. Toz toprak içinde kalıyorsunuz. Planlamasını kim yapıyorsa kesinlikle bu işi bilmiyordur. Çünkü Dupnisa Mağarasına varınca orada bir miting alanının dolu olduğunu, araç ve insandan geçilmediğini, geç saatlere kadar bu akışın devam ettiğini görüyorsunuz. Dupnisa Mağarası 3150 metre ile Türkiye’ni hatta Avrupa’nın en büyük mağaralarından biri. Çok güzel dizayn edilmiş, vahşi görüntü, sarkıt ve dikitler ışıklandırılmış, içerisi buz gibi, şıp şıp suların aktığı bir mekan. İçeride soğuktan dişlerinin birbirine vurduğu insanları görüyorsunuz.. tir tir titriyorlar. Sırtına hırka geçirenler belli ki tedbirli ve tecrübeli. Dupnisa Mağarasının bir çarşısı var. Yerel ürünler satılıyor. Müşteriler sırada. En değişik ise Rumeli Hardaliyesi adıyla satılan 40 çeşit faydalı olduğu ileri sürülen bir içecek. Tabiattan, Türkiye’nin bilinmeyen güzelliklerinden, yeni keşfedilen veya ortaya çıkarılan taptaze özeliklerinden ayrılıp İstanbul’a yani çimento yapılara dönmek vakti geliyor da geçiyor bile. Daha en az 4 saatlik yolumuz var. Karanlık kavuşunca onca yoğunluğa rağmen otobanı tercih ediyoruz. Ver elini Dersaadet!
SAHİ NEYDİ SAMİMİYET?
Her gün biraz daha yıkılmaya doğru giden dünya denilen geçici hanemizde hiçbir şeyin bizi, samimiyetten uzaklaştırmaması gerekir. Azize Çiğdem EROĞLU
Hastalığın ızdırabı ile inlerken, bize şifa verecek olan gerçek gücün karşısında ettiği dualar, gerçek samimiyetin ulaştığı en yüksek noktadır…Bizim şahsımıza bakan, bizde İslam’ı görmelidir. Bir Müslümandan beklenen budur. Rabbimize olan kulluğumuz, kesinlikle riyayı, gösterişi kabul etmez. Kulluk, namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerle sınırlı değildir, elbette. Bir Müslüman, yaşamı boyunca öncelikle insanlığının sonra da Müslümanlığının gereği olarak samimi davranışlar içinde bulunmakla mükelleftir. Eşlerin evlilik akdi ile bir araya gelerek kurdukları yuvanın temeli dünyada atılırken; devamı ötelere uzanır. Sonsuzluk aleminde başka bir anlam kazanır.
amimiyet, herkes için önemli bir duygudur. Davranışlarımızın içtenliği, insanlığımızın kalitesi ile doğru orantılıdır. İnsanın öncelikle Rabbiyle olan ilişkisi ile başlar; kendisi, ailesi, akrabası, komşusu ve sosyal hayat içinde muhatap olduğu tüm şahısları içine alan çok geniş bir kitleyi kapsar. Yaşamın içinde sağlıklı ilişkiler kurmak, devam ettirmek adına duygularımızın samimi olması çok önemlidir. İnsanın öncelikli görevi, bizleri yokluk karanlıklarından varlık nuruna kavuşturan Rabbimize karşı samimi davranışlar içinde olmamızdır. Kainat denilen alemi tüm ihtişamıyla yaratıp, bizlerin emrine veren sonsuz kudret, ilim, irade sahibi olan Rabbimize olan samimiyetimiz, aslında insani ilişkilerimizin kalitesini de belirleyecek olan çok önemli kıstastır. Peygamberimiz ( s.a.v ), ‘’ameller niyetlere göredir’’ buyururken, samimiyetin şaşmaz ölçüsünü de bizlere göstermektedir. Riya, gösteriş için yapılan ibadetlerin, davranışların, Allah( c.c ) katında hiçbir önemi yoktur. Aksine bunun ayrıca bir hesabı vardır. Aman ha unutmayalım! Rabbimizin, bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur; asıl ihtiyaç sahibi bizleriz. Küçücük bir mikrobun vücuduna girdiğini; ancak hastalandığı zaman anlayan aciz insan, Rabbinin karşısında kulluğunun kalitesi nispetinde değere sahiptir.
Evlilikte samimiyet demek, huzur, mutluluk, güven gibi bir çok olumlu duyguların yoğun bir şekilde yaşanması anlamına gelir. Samimiyetin en güzel hali sevgi olarak karşımıza çıkar. Eşlerin birbirlerine olan samimi sevgileri, ailenin diğer bireyleri olan çocuklara da yansır. Böyle bir ortamda yetişen çocuklar demek, geleceğin yetişkin birey adayı olarak, toplumun gerçek sevgi saygı toplumu haline gelmesinde önemli bir role sahip olması demektir. Samimiyetin kıymetini bilen bilinçli birey, aile dışındaki ilişkilerde ( komşuluk, akrabalık, kardeşlik, dostluk gibi ) bunu hissettirmek konusunda çok daha başarılı olacaktır. Hiçbirimizin eline nasibinden öte bir şey geçmeyecektir. Bizden daha üstün durumda olan birinin elindekilerini kıskanmak yerine; tüm samimiyetimizle Allah ( c.c ) daha çok versin, hayrını gör diye bir temenni de bulunmak, inanın hepimize çok iyi gelecektir. İçtenlikle ettiğimiz bu duaya meleklerde bizimle beraber amin derken, aynı zamanda daha fazlasının bizlere de nasip olması için dua ettiklerini unutmayalım! Gönülden gelen bir samimiyetle birine nasılsın diye sormak, gülümsemek, ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmak gibi davranışlar, günlük hayatımızı daha da anlamlı hale getirecektir. Samimi duyarlılık, ebedi alemlerdeki sonsuz mutluluğu, huzuru dünya hayatında da bizlerin yaşamasına vesile olacaktır. Rabbimizin rızasını kazandıracak samimiyetin, dünyada ve ahirette kazandırdıklarının, kazandıracaklarının tahmini imkansız. Samimiyetten uzak bir davranışın, her iki dünyada da geçer bir akçesi yok. Fakat tüm içtenliğimizle yaptığımız iyiliğin, kulluğun, insanlığın sonsuzluk aleminde değerinin sınırı yok. Rabbim, bizleri samimiyetle yoldaş eylesin. Amin… Farklılığımız, samimiyetimiz olsun. 75
ŞEHİR SOHBETLERİ 33
CORONA SONRASI
ŞEHİRLERİN YENİ HALİ -IVŞehirlerin üretemediklerini gördük. Bizde şehirler, başta İstanbul’a Anadolu göçü çalışma sebebiyle başladı. Göç alan şehirler üretiyordu. Gün geldi tüketim şehirlerine dönüştüler. Ahmet NARİNOĞLU
usibet başa geldikten sonra sağlıklı beslenme, sağlıklı tüketim dillerden düşmüyor. Çok üretim adına her bitkinin genlerinin bozulduğu, GDO’lu ürünlerin yayıldığı, aşırı ilaç/ gübre kullanımıyla ürünlerin bollaştığı bir devirde yaşıyoruz. Adına da bilim adamları gıda terörü diyor. Artık üretmeden tüketilen şehirlerde yaşıyoruz. Ne sunulsa tüketmeye mecburuz. Musibet gösterdi ki, çok tüketim, çeşitli, zengin tüketim sağlık alameti değil. Anadolu mutfağı, Anadolu tarzı tüketim genlerimize daha uygun. Yani en sağlıklı beslenme ve tüketim atalarımızın yolu. Şimdi aslımıza dönme zamanı. Artık Horasan Dervişleri gibi olmayacağız, ne bulsak tüketmeyeceğiz. Üretim olmadan tüketim olmaz biliyorduk. Üretemeyince de dışardan alarak tüketimi öğrendik. Dış dünyada hep bunu salık verdi. Önce ucuz yolla alıştırdı, sonra bağımlı yaptı, sonra da pahalı pazarladı. Teknoloji en güzel misal. Artık ülke üretmese de olur nasıl olsa dışarda var derken musibet peydahlanınca ülkeler kapandılar. Her ülke kendine yetmek zorunda kaldı. Yani her ülke kendi ürettiğini kendi tüketecek gerçeğini yaşadık. Hani, dünyada kendine yeten yedi ülkeden biriydik sözü yeniden hatırlanıyor. Şehirlerin üretemediklerini gördük. Bizde şehirler, başta İstanbul’a Anadolu göçü çalışma sebebiyle başladı. Göç alan şehirler üretiyordu. Gün geldi tüketim şehirlerine dönüştüler. Şehir ekonomisi de dışa bağımlı oldu. Daha da ilginci her şey parayla alınan satılan hale geldi. Bereket versin Anadolu var da şehirleri besliyor. Üreten şehirlere dönmeden başka çare yok. Şehirlerin çeperlerinde, çevrelerinde doğal alanlara, tarım alanlarına ne kadar çok ihtiyacımız varmış, anladık. Meraları, toprakları acımasızca korumalıyız. Kendine yetmek toprağı işlemek, ürün elde etmekten geçtiğini acı gerçek olarak görüyoruz. Üretim bir zincir, bir yerde üretilir, öbür yerde tüketilir. Serbest piyasa anlayışı şehir ekonomilerini nasıl da sarsıyor. Tarla ile tüketen arasında fiyat uçurumu, üreteni de, tüketeni de yoksullaştırıyor. Artık belediyeler kooperatif, birlik düzenlerine geçiyorlar. Üretenden aracısız tüketene yollar aranıyor. Böylesi bir zincir düzeni kurulmalı. Devlet, yerel yönetimler ekonomiye, şehir ekonomisine geri dönmeli. Şimdi iyice anlıyoruz. Bir ara moda olmuştu. Algı modası diyelim. Bir zamanlar Sümerbank için devlet pijama diker mi diye bu kurum kayboldu gitti.
Şehirlerde de devletin ne işi var, şehirleri belediyeler yönetsin denildi. Başta belediyeler karşı geldiler. Kriz, olağanüstü hallerde, normal dışı yönetim şartlarında devletsiz yönetim olmaz dediler. Şimdiye haklı çıktılar. Esasen idare tektir. Sadece idareler arasında görev ve sorumluluk paylaşımı vardır. Bunu da hukuk sağlar. Musibet döneminde hukukun ışığında devlette millette el ele yürüyeceğini gözümüzle gördük. İdarelerin vazifesi zor zamanlarda vatandaşın elinden tutmak, dertlerine çare aramak. Bunun içinde hızlı, pratik, netice alıcı kararlar almak. Bir vazifesi de yaptıklarını kamuoyuyla paylaşmak, şeffaf idare olmak. Diğeri de katı örgütlenmeyi bırakıp işbirliğine dayalı çalışma sistemi kurmak. Artık katı kurumsal yapıdan esnek, çözümcü, iletişimci, sonuç alıcı yapılara dönüşme zamanı. Esas olanı da hak ve hukuku adilane çalıştırmak. Bizim insanımız yoksulluğa dayanırken hukuksuzluğa dayanmıyor. Adalet zor zamanlarda daha çok lazım geliyor. Kent yoksulluğu yeni gerçeğimiz. Göçle gelenler memleketlerine geri dönmeyeceklerine göre kentlerde kalıcı yoksulluk var. Yoksulluğun maliyeti de çok yüksek. Corana musibeti kent yoksulluğunu iyice su yüzüne çıkardı. Kent yoksulluğu öylesine ağır yüklü ne devlet, ne millet tek başına kaldıramaz. Sistem kurulmalı, yoksulluk yönetimine geçilmeli. Yoksula sadece vermek yoksulluğu daha da artıyor. Vermek yerine çözüm bulunmalı. Yoksulluk sadece ekonomik bir hadise değil. Sosyal, kültürel, toplumsal boyutu var. Bugün şehirlerde yoksulluk çıkmaza dönüşmede. Her şeyin parayla döndüğü şehirlerde yoksullar kentin nimetlerinden yararlanamıyorlar. Alicenap milletimiz yoksullara, işsizlere el uzatıyor. Devlet, yerel yönetimler, STK’ lar çaba gösteriyor. Ne yazık ki, yoksulluğu geçim yolu tutanlar çoğalıyor. Mesleksizlik, işsizlik ve yoksulluk birleşince kent yoksulluğu kâbus gibi şehrin üzerine çöküyor. Yediden yetmişe her şehirlinin derdi haline geliyor. Yoksulluk sosyal sınıfa dönüşüyor. Yoksulluk kalıcı hale geliyor. Görmeliyiz. Şehirler hem zengin, hem yoksul artık.Mesela şehirlerde dilenenler kısıtlı zamanlarda ortalıkta yoktular. Demek ki dilenmeden de yaşanabiliyormuş. Dilenmenin temel nedeni açlık değilmiş. Dilenenlere para verenlerde hiç rahatsız olmadıkları görüldü. Dilencilik sosyal bir vaka olduğu anlaşıldı. ÖZ ELEŞTİRİ: Şehri çok özledik. Hayatı
birbirimize zorlaştırdık. Şehrin eksenine
sayı//74// eylül 76
çıkarlarımızı koyduk. Hak/ hukuk tanımadık, değerleri çıkarlarımıza göre hoyratça kullandık. İnsana insan yerine yüklediklerimiz ile baktık. İnsanları ötekileştirdik. Haksızlık karşısında sustuk. Güce eğildik. Bildiklerimizi doğru kabul ettik. Bize dikte edilene itaat ettik. Doğru ve yalanı ayırmadık. Hayatı zevk almaktan ibaret bildik. Şehri fırsat mekânı gördük, kaptı kaçtıcı lık yaptık. Önce ben dedik. Helal haram ayırmadık. Uzun emeller/ gayeler bekledik. Amaçlara ulaşmak için öne geleni tepeledik. YENİ ŞEHİR DÜZENİ: Artık şehiri sorgulamanın,
yeni düzenin ışıklarını yakmanın tam zamanı. • Yeni şehir düzeninde benim yaşama hakkım, onun yaşama hakkı birleşecek bizim yaşama hakkımız olacak. • Şehir sözleşmeleri yapmalıyız. Şehirde yaşayanlar bu kurallara uyacaklarını taahhüt etmeliler. Öncelik kentin canlı ve diri olması. Kenti yaşatmalıyız ki kentli yaşasın. • Şehir hayatı tabiattan kopamaz. Tabiat bir çevreye sahiptir. Şehirli olarak doğa/insan/ çevre sözleşmesi yapmalı, çevre sözleşmesine uymalıyım. • Yürümeliyiz. Yakın mesafe yaya yürüyerek iş yapmalıyız. Dünya örneklerinde yürüme mesafesi 5 km. bunu uygulayan şehirler var. •Şehirde hayatı hem kendimize, hem birbirimize kolaylaştırmalıyız. • Şehre karşı önce ödev ve sorumluluklarımız var. Önce bunları yerine getirmeliyiz. Sonra şehrin nimetlerinden hak talep etmeliyiz. • Şehirde ne üretiyorsak paylaşmalıyız. Zira bu şehir bize kazanç sağlıyor. Şehir velinimetimizdir. Yani soframız. Anadolu’da sofraya bıçak sokulmaz denir. • Şehir çok türde canlıların yaşadığı, hayat sahası bulduğu mekânlardır. Nerdeyse insanlar ve arabalar kaldı. Şehir cansızlaştıkça tükeniyor. İnsanı dizginleyen şehir bütün canlılara yaşam hakkı tanımalıdır. Unutmayalım karıncayı ezmeyen bir medeniyetten geliyoruz. • Şehrimiz bir aile. Biz büyük şehir ailesinin birer üyesiyiz. Şehrin namusu bizim, bizim ki şehrin namusudur. Şehirle aile bağlarımızı koparmamalıyız. Yoksa şehir öksüzü oluruz. •Büyükşehir ailesinde bizler birer çekirdek aileyiz. Çekirdek aileler arasında şehir aile kardeşliği kurmalıyız. • Şehirde aile kardeşliği yetmez aileye şehir evlatlığı edinmeliyiz. Şehrin elinden tutulası çocuklarından evlatlarından ailemize yeni üye kabul etmeliyiz. • Şehir denize benzer. Tutunamayanları atar. Şehre yabancı kalanlar, kaynaşmayanlar
tutunamazlar. Şehri özümsemeli, yerim, yurdum, vatanım, bellemek gerek. • Şehrin eli yüzü temiz olsun mu istiyoruz? Bu en doğal hakkımız. Şehrin temiz olması bizim tertemiz olmamıza, tertemiz yaşamamıza, şehri tertemiz kılmamıza bağlıdır muhakkak. • Şehirde yaşayan her medeni rüşte ermiş kişi bir kişiyle şehir kardeşi olmalı. Kardeş ruhu, duygusu ve samimiyetiyle birbirine sarılmalı. • Şehir gönüllüsü veya şehir elçisi olmadığından şehirlerimiz öksüz kaldılar. Başta kendim her kent sakini şehir gönüllüsü olmalıyız. Şehirde iyilikleri çoğaltmalı, kötülükleri/ yanlışları azaltmalıyız. Şehir elçisi adeta 24 saat uyumamalı. • Şehirlerimizde sadaka kutuları vardı. Sağ elin verdiğini sol elin görmediği misali şehirde sadaka kutuları yeniden olmalı. • Varlığımı, servetimi bu şehirde kazandım, bu şehirde zenginleştim. Madem bu şehir beni var etti kendimde kendimden aşağı insanlarla varlığımı paylaşarak beraber tok uyumalıyız • Şehirde yaşayan her fert şahsen şehre karşı sorumludur. Sorumlulukları ve ödevleri vardır. Şehrin sahibidir. Şehrin bir parçasıdır. Şehri var etmek, yaşatmak adına kendi varlığını ortaya koyar. Şehir bilinci taşıyorum öyleyse bu şehre aitim der. • Şehir öğreniyor. Şehirde yaşayan bizlerde öğreniyoruz. Musibet olmasaydı biz de şehri bu kadar öğrenebilir miydik? Öğrendikçe şehre değer katmalıyız. Şehre değer kattıkça şehre yeniden sarılmalıyız. Şehre değer katmayanları da sorgulamalıyız. Bilelim ki şehri öğrenmeyenler, değer katmayanlar burada beyhude yaşarlar. • Şehirde kendim değer elçisiyim. Elçiye zeval olmaz kabilinden değerlerimi aktarmalıyım, yaymalıyım lisan-ı hal ile, lisan-ı kal ile. • Şehirde çaresizlere çare, dertlilere deva olmalıyım. Şehir kuran atalarımız şehirleri sivil kurdular. Sivil yönettiler. Bunun adı vakıf idi. Bugünde vakıflara gün gibi ihtiyaç var. Çare olmak için, deva olmak için. Modern şehirler bizi yordu. Şimdi hepimiz birer şehir yorgunuyuz. Şehirde tutunmak için nice ömürler feda edildi, nesiller kaybedildi. Evet, şehir yükü omuzlarımızın, beynimizin kaldıramayacağı kadar ağır. Kabul edelim şehrin yükünü birlikte omuzladık. Paylaşmadık. Her insan tek başına kaldı, yükü kaldıramadı, savruldu. Hâlbuki ‘’bir olalım, birlikte olalım, iri olalım, diri olalım, kolay kılalım’’ medeniyetinden geliyorduk, şehirlerde aynı ruhla yaşamalıydık. Yaşayamadık. 77
MİLLİ TİYATROMUZ,
KARAGÖZ-HACIVAT VE
RAUF ALTINTAK * Biz Türklerin 5 bin yıllık bir tiyatro geçmişimiz var. Türkler 5 bin yıl önce bile drama ve epik tiyatro eserleri ortaya koymuşlardır Mehmet Nuri YARDIM
elenekli tiyatro alanında fazla sanatkârımız olduğu söylenemez. Zira usta-çırak usulüyle yetişen bu sanatkârlar umumiyetle alaylıdır. Kütüphanelere gidip araştırmalar yapmış ve tiyatromuzun kökleri hakkında ciddi çalışmalara imza atmışlardır. Bu birikim ve tecrübeleri sayesinde sahnede çok rahatlar, davet edildikleri mekânlarda çok güzel konuşurlar. Bir bakıma hitabet sanatının en iyi numunelerini ortaya koyarlar. Tuluatı, Karagöz’ü ve Meddah’ı en iyi bilen, nadir sanatkârlarımızdan Rauf Altıntak’ı meraklı okuyucularımıza tanıtmak bir görev. Genç sanatçıların, bu üstatlardan haberdar olması ve istifade etmesi gerekiyor. Yoksa “Niçin sadece modern tiyatro var Sahnelerde, ananevî tiyatromuz nerede?” der dururuz. Rauf Beyefendi ile en az 15-20 yıldan beri tanışırım. Onun sanat heyecanını gördükçe kendisine hayranlığım artar. O. ecdadımızın sanata verdiği değeri, bugün bize en iyi anlatanların başında gelir. KARAGÖZ’ÜMÜZ NE OLACAK?
Bilindiği gibi bazı gelenekli sanatlarımız sadece Ramazan ayında hatırlanır, ‘Karagöz’ gibi… Ya Rauf Hocadan veya Ünver Oral’dan şu nükteli sözü duymuştum: “Herkes bizi Ramazan’da pide ile birlikte hatırlıyor!” Peki diğer 11 ay Karagözcüler, Karagöz oynatanlar ne yapacak, nasıl geçinecek, sanatlarını ne şekilde ve nerede icra edecekler? Artık Ramazan aylarında bile Karagözcülerin pabucu dama atıldı, artık sadece müzik sanatçıları davet ediliyor. Bilhassa belediyeler, toplumun daha çok ilgisini çekiyor diye bu tercihte bulunuyorlar. Hâlbuki eskiden Ramazanlarda Karagöz, Meddah, Ortaoyunu, Tuluat gibi sanatlarımız hatırlanıyor ve bu hünerler, ehli tarafından icra ediliyordu. Bazıları bu konuda gelenekli sanatları icra edenleri suçluyor ve “Kendilerini yenileyemediler, bugünkü nesiller de eski sanatları kavrayamıyor, dolayısıyla seyretmiyorlar.” iddiasında bulunuyor. Acaba hakikat böyle mi? Bence değil. Aksine başta Karagözcüler olmak üzere geleneği yaşatmaya çalışan bütün sanatkârlarımız, çocukların da hoşuna gidecek yeni tabirleri kullanıyor, zevklerine hitap ediyor ve son derece sade bir dille mizah yapıp çocukların dikkatini çekmeye çalışıyorlar. Peki o zaman problem nerede? Bence toplum olarak hepimizin bu sanatlara ve sanatkârlarına
sayı//74// eylül 78
candan sahip çıkması gerekiyor. Gazete ve dergilerimiz, televizyon ve radyolarımız onlarla daha çok ilgilenmeli, haber ve röportajlarına yer vermelidir. Belediye Başkanları, Valiler, Kaymakamlar ve Milli Eğitim Müdürleri, sayıları azalan bu ‘insan hazineleri’ni arayıp bulmalı, davet etmeli, çocuklarımız ve gençlerimizle buluşturmalıdır. Hatta bu konuda çeşitli kurslar düzenlenmelidir. Sanatkârlarımız bilgilerini aktarmada asla cimri değil, aksine cömerttir. Bilgi ve birikimlerini paylaşırlar. “BEŞ BİN YILLIK TİYATROMUZ VAR”
Yıllar önce Zeytinburnu Belediyesi için “Zeytinburnu’nun Ebedî Sakinleri” başlıklı seri anma toplantıları düzenliyordum. Bu ilçemizde yatan sanatkârları anıyorduk. Merkezefendi’de metfun sanatkârlardan biri de “Komik-i Şehir” olarak bilinen Naşit Özcan’ı da yâd edecektik. Onu en iyi anlatabilecek kişiyi aradığımda ilk hatırladığım kişi Rauf Altıntak’tı. Kırmadı, geldi ve unutulmayan bir konuşma yaptı. Şubat 2012’de yönettiğim o toplantıda sanatkârımız, “Beş bin yıllık tiyatromuz var” diyerek hepimizi şaşırtmıştı. Konuşmasının başında Türk tiyatrosunun tarihini aktaran Altıntak, temaşa sanatının son büyük ustası Naşit Özcan’ın bizim millî tiyatromuzu yaşatan bir sanatkâr olduğunu belirterek, “O, bir Türk tiyatrosu meydana getirdi, kurdu, yaşattı, vefatıyla da bu çizgi sona erdi.” demişti. ‘Tiyatro’ kelimesinin bize ait olmadığını, Batıdan bize geldiğini vurgulayan Rauf Hoca, konuşmasına şöyle devam etmişti: “Biz Türklerin 5 bin yıllık bir tiyatro geçmişimiz var. Türkler 5 bin yıl önce bile drama ve epik tiyatro eserleri ortaya koymuşlardır. Selçuklu döneminde bu tiyatroya ‘görmük’ veya ‘körmük’ denilmiştir. Bizim bu sanatımız Çin’e, hatta Japonya’ya bile tesir etmiştir.” SELÇUKLU’DAN OSMANLI’YA
Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Alaeddin Keykubat’tan Osman Gazi’ye intikal eden eşyalar arasında bir davul ve alem bulunduğunu hatırlatan Rauf Altıntak, konuşmasının ilerleyen bölümünde Türk tiyatrosunun tarihî seyrini şu sözlerle dile getirmişti: “Selçuklu’da bir Görmük Okulu kurulmuştur. Bu sanat okulunda ‘Musiki’ ve ‘Tiyatro’ bölümü açılmıştır. Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi, getirilen davulu ayakta dinliyor ve çadırdaki herkese de ayakta dinletiyor. Sonra Bursa’da Orhan Gazi dönemi başlıyor. Şeyh Küşterî adında bir kişi, Karagöz, Hacivat hayal oyununu oynatıyor. Yarenlik, Köy Seyirlik
Oyunları, Meddah gelişiyor. Meddah bize Dede Korkut’tan gelen başlı başına bir oyundur. Meddah, medh eden demek. Kimi medhediyor: Allah’ı medhediyor, peygamberi methediyor, dinimizin büyük zatlarını methediyor, vatanını, memleketini methediyor. Ortaoyunu, bir hayal oyunudur. Selçuklulardan geliyor. Bütün bunlara birden Selçuk Görmüğü diyebiliriz.” FETİH’TEN SONRA YAYILDI
1453’te İstanbul Fethi’nden sonra temaşa sanatımızın daha da yaygınlaştığını ve tanındığını belirterek bir Temaşa Grubu’nun kurulduğunu hatırlatan Rauf Altıntak, “Tuluat, bize Tanzimat’tan sonra gelmiştir.” demiş ve şu hususlara temas etmişti: “Türk’e ait bir üslûp var. Bu, Karagöz’le devam etmiştir. Ahmet Vefik Paşa, Türk tiyatrosuna sahip çıkmıştı. Batı’dan tercüme ve adaptasyonlar yapmıştır ama Türk tiyatrosunun yaşaması için de gayret göstermişti. Eyüplü Hamdi (Eyübî Hamdi) büyük bir sanatkârdır. Küçük İsmail Efendi ile birlikte Beylerbeyi’nde bir oyun sergilediler. Yabancılar bu oyuna hayran kaldı. Hamdi Efendi ve oyuncular Koloyunu oynuyorlar. Hamdi Efendi’den sonra Abdi dediğimiz Abdürrezzak adında bir sanatkâr çıkıyor. O da bu sahada çalışıyor.” TANZİMATÇILAR MİLLÎ TİYATROYU DIŞLADI
Tanzimat dönemi yazar ve aydınlarının millî tiyatromuzu dışladıklarını belirten Rauf Altıntak’ın o günkü sohbeti, bizim için bir sanat ve bilgi şölenine dönmüştü. Can kulağıyla şu konuşmayı dinliyorduk: “Güllü Agop -sonradan Yakup Efendi adını aldı- büyük oyunlar sahneledi. Ahmet Vefik Paşa ona 79
NAŞİT ÖZCAN’DAN EMANET TAKKE
‘Türk üslûbunu öldürme, yaşat’ tavsiyesinde bulundu. Daha sonra Naşit Özcan’ın hayatını anlatan Rauf Altıntak, Naşit Özcan’ın, Hamdi Efendi’yle çalıştığını ifade ederek, “Naşit Özcan ‘sandık boşaltan’ diye anılırdı. Yani bütün taklitleri başarıyla yapardı. Sandıktan kıyafeti alır, giyer ve oynardı. Arnavut, Çerkez, Türk, Kürt ve diğer bütün taklitleri yapardı.” Naşit Özcan’ın hocası Abdi (Abdürrezzak) Efendi’den istifade ettiğini ifade eden Altıntak, Osmanlı’nın son zamanlarında ‘Tuluat-ı Şahane’nin kurulduğunu ve sarayda bu gösterilerin yapıldığını hatırlatmıştı. Sanatkârımızın o günkü konuşmasından kaydedebildiklerim: “ŞEHZADEBAŞI TİYATROMUZUN KALESİYDİ” “Şehzadebaşı, Türk tiyatrosunun kalesiydi. Bugün Şehir Tiyatroları’nın başlangıcı olan Darülbedayi orada kurulmuştur. Onun hemen altında Dar’ül Elhan var, yani Musiki Okulu. Naşit Özcan, babasının ‘baytar olma’ isteğini kabul etmemiş ve tahsil için Mızıka-i Hümayun’a gitmiştir. Mızıka-i Hümayun’da tiyatro ve musiki kısımları var. Naşit Özcan, bir oyunda Sultan Abdülhamid’i güldürmüştür. Bu bakımdan adı, “Sultan Abdülhamid’i Güldüren Adam” olarak tarihe geçmiştir.”
Naşit Özcan’ın, Neyzen Tevfik’le yakın dostluğu olduğunu ve beraber çalıştıklarını da söyleyen Rauf Hoca, bir gün Neyzen’in ona, “Gel beraber çalışalım. Ben ney üfleyeyim, sen de oynarsın.” dediğini nakletmiş ve bizi güldürmüştü. Daha sonra da şöyle devam etmişti: “Naşit, Beyazıt Kulesi’nde Ramazan’da iftardan sonra meddahlık, sahurda pandomim yapardı. Batı tiyatrosu ile birlikte bizim tiyatroyu iyi bilirdi. İkisini sentezleyip bir ekol meydana getirmiştir. Naşit, Temaşa Loncası’na üye olmuştur. Abdi Efendi’den icazet almıştır. Kavuk derler, yanlıştır. Hocasından takke almıştır.” sayı//74// eylül 80
Rauf Altıntak, o gün Abdi Efendi’den hocası Naşit Özcan’a, ondan da kendisine intikal eden tarihî takkeyi mahfazasından çıkararak dinleyicilere göstermişti. Konuşmasının sonunda da Naşit Özcan’ın bir akşam vakti namazını kıldıktan sonra vefat ettiğini söylemişti. Hüzünlü bir ses tonuyla, “Arkasından Dümbüllü götürmeye çalıştı bu sanatı ama olmadı. Mazlum Şakrak vardı. O da iyi sanatkârdı. Hayalî vardı, öldü, hepsi vefat ettiler. Hem de fakr-u zaruret içinde.” demişti. “Ustasız sanatkâr olmaz” diyen Rauf Altıntak, hocası Naşit Özcan’ı rahmet ve saygıyla andığını belirttikten sonra ona adadığı “Yetim Büyüyen Temaşa” isimli şiirini okumuş ve sözlerini tamamlamıştı. Hatıralarını anlatırken zaman zaman gözleri yaşaran Rauf Hoca, biz dinleyicilerine de duygulu anlar yaşatmıştı. “TEMAŞASIZ TİYATRO OLMAZ”
Ülkemizde bir ara tiyatro tartışması yaşanmıştı. ESKADER ve Kültür Konseyi olarak birlikte konuyu ele almış ve Sepetçiler Kasrı’nda düzenlediğimiz panelde birçok sanatçıyı konuşturmuştuk. Aralarında Rauf Altıntak da vardı. Kürsüye gelerek sözlerine “Türk güzel sanatlarının yetim büyüyen çocuğuydu tiyatro.” diyerek başlayan Altıntak, bu durumun değişmesi için hocası Muhsin Ertuğrul’un üstün gayretlerine tanık olduğunu belirtmişti. Türk tiyatrosunun Karagöz, Orta Oyunu ve Tuluat olmaktan ziyade “drama” olduğunu dile getirerek beş bin yıl evvel yazılmış tiyatro metinleri bulunduğunu ifade etmişti. O gün bilhassa şu sözleri dikkat çekmişti: “Türk tiyatrosu ile dünya tiyatrosu başladı. İstanbul’da 1453’ten 1918’e kadar Temaşa Tiyatrosu hüküm sürdü. Meddahlar, orta oyunları sergilendi. Tiyatromuz Temaşa’dan gelir.” Şehir Tiyatroları’nın geleneksel tiyatroya daima uzak durduğunu vurgulayan sanatçı, ömrünü bu sanatı yaşatmaya adadığını belirterek kürsüden inmişti. ESKADER’in 2010’daki “Temaşa Ödülü”nü, aziz sanatkârımıza vermiştik. Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde düzenlenen törende kendisine plâketi, Şehir Tiyatroları’mızın eski Müdürü Abdullah Kaplan vermişti. Gelenekli sanatlarımızın hakikaten yaşamasını istiyorsak, bu sahadaki büyük üstatlara gerçek değeri vermeli, onları genç nesillerle buluşturmalıyız. Bu vesile ile kıymetli sanatkârımız Rauf Altıntak’a sağlıklı ve bereketli ömür diliyorum.