ŞEHİR ve KÜLTÜR - 76. Sayı

Page 1



Biz’den…

BİZ DEVLETİZ ANACIĞIM!.. …… Bir gariplik sinmiş içlerine Altın kafesteki bülbül misali Yurt hasreti işlemiş iliklerine Gözleri hiçbir şey görmez olmuş Tarlayı toprağı satıp savmışlar. Balkan dağlarında şafak sökerken Bir sabah usul usul yola çıkmışlar, Anayurda doğdu göçmen kafileleri. Yeni bir hayat bekliyormuş onları Tunca’nın Arda’nın Meriç’in gerisinde Taksim edilmiş kızanları, Bölük bölük memleketin dört bucağına…. Atilla İlhan ABiz Türkler, asırlardır yaşadığımız bu topraklarda her zaman devlet olmayı başarmış bir milletiz. En zor zamanlarda bile devleti ayakta tutarak topraklarımızda yaşayan tüm milletlere sahip çıkmanın da ötesinde dünyanın neresinde olursa olsun mazlumlara yardım elimizi uzatmışız. Bu bizim geleneksel tavrımız, inancımız, töremiz… Hamdolsun millet olarak sağlam bir devlet bilincine sahibiz. Dünyanın en hareketli coğrafyası olan Anadolu’ya otağımızı kurmuşuz ve burayı merkez bilip pergelimizle, kendimize daireler çizmişiz, gücümüz yettiğince… Kültürümüzü de bu minval üzere zenginleştirmişiz. Dünyaca ünlü stratejistlerin bir kuramı var: Orta Avrupa’dan başlayıp Kafkas dağlarını aşan bir iç bükey yay çizin. Bir de Batı Akdeniz’den başlayıp Basra körfezine varan bir yay çizin. Bugün de geçerli olan bu kurama göre söz konusu yayların orta noktasındaki hattı kontrol altında bulunduran, dünyaya egemen olur. Eğer biz, bu coğrafyada siyasi ve askeri gücümüzü sosyo-kültürel güçle birleştirebilirsek dünyada sözü geçen bir devlet oluruz. Son derece büyük bir önemi haiz bu stratejik alanda, avantajlarla birlikte dezavantajları da dikkate alarak hareket eden bir devlet anlayışımız var çok şükür… Enerji konusunda dört bir yanımızdaki kaynakların varlığı dikkati çekmektedir. Sahip olduğu ulaşım imkânları sayesinde Türkiye’nin lojistik performansı giderek daha da önem kazanmaktadır. Bütün bunların neticesi olarak muhteşem bir geleceğin bizi beklediğini söyleyebiliriz. Öte yandan sellerin, depremlerin ve orman yangınlarının meydana getirdiği olumsuzluklarla daha etkin mücadele etmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Böyle durumlarda devlet-millet el ele olmalıyız; oluyoruz da… Ancak, son Sisam depreminde; İzmir Seferihisar’da, Balçova’da yaşanan yıkımların insan ihmalinden kaynaklandığı görülmektedir. Yüzden fazla insanımızın hayatını kaybetmesi, maalesef deprem konusundaki acılarımızı tazeledi. Görüldü

ki; deprem sonrası arama-kurtarma çalışmaları için biraz ders almışız, lakin deprem öncesinde yapılması gerekenler hususunda hem vatandaş olarak hem de idareciler olarak nâkıs durumdayız. Deprem sonrası, kurtarma ve yardım faaliyetlerinde dünyada parmakla gösterilen bir ülke konumuna gelmemiz, yukarıda ifade ettiğimiz devlet geleneğimizden, mazluma el uzatıp onu bağrına basma düsturundan kaynaklıdır. Televizyonlarda verilen bir diyalog bu duruma çok güzel bir örnek oluşturmaktadır: Yıkılan binaların enkazında arama faaliyetlerine katılan bir AFAD görevlisi, molozların altında, karanlık içinde bir kadını fark eder ve “sesime kulak verin adınız nedir?” diye bağırır. Halinden, yaşlı olduğu anlaşılan kadın, “ben filan, siz kimsiniz?” diye karşılık verir. AFAD görevlisi, “Biz devletiz anacığım!” der. Ve kadından beklenen cevap gelir: “Ahh, Canımsınız…”. Binaları yapan müteahhitler, zamanında AFAD görevlilerinin şuuruyla çalışıp, yaptıkları işi hakkıyla yapsalardı, bunca can kaybetmezdik. Bugünden tezi yok, şehirlerimizi sağlam binalarla donatmaya başlamalıyız. İstanbul’u bekleyen deprem konusunda yazılıp çizilenler hepimizi korkutuyor… Tarihte yaşanan İstanbul depremlerini araştırdığımızda yıkımları ve can kayıplarını hep okuyoruz; yaşayacağımızı da biliyoruz. Bugün, sebepler dairesinde suçlu aramayı bırakıp devlet-vatandaş bir olup yapılması gerekenleri acilen yapmalıyız. Kâğıt üzerinde yapılanlardan ziyade eylem gerekiyor. Metrekare hesabı yapan hane sahiplerine ve daire pazarlığı yapan belediyelere gereken sorumluluk verilmelidir. Rant peşinde koşanların bir gün mezarlıkta buluşacakları unutulmamalıdır!. Ey İstanbul ahalisi, taşı toprağı altın diye İstanbul’a göç edip bu şehrin ekmeğini yiyenler, suyunu içenler, üç kuruşluk dünya menfaatinden vazgeçin... Anlaşarak geleceğinizi kurtarın… Burası bizim vatanımız... Dünyanın farklı coğrafyalarından insanlar, bu şehre göç ediyor. Mesela Atilla İlhan, Balkan göçmenlerini anlattığı şiirlerinde, yaşamak için buraya ne şartlar altında geldiklerinden bahsediyor. Güzel İstanbul’umuzu tüm güzellikleriyle koruyalım. Yeni bir sayı ile daha selamlıyoruz sizi. En temiz kıyafetlerimizi giydik, en güzel yazılarımızı yazdık. Salgın hastalıklardan, kötü mimariden, depremlerden ve sellerden Rabbim hepimizi muhafaza etsin. Hz. Mevlânâ der ki; “Aklın başına geldiğinde pişman olacağın bir işi sakın yapma.” Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza…

Mehmet Kamil BERSE Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8 12 20

TiMURLULARIN, ORTA ASYA’NIN

KÜLTÜREL iNŞASINA ETKiLERi Abdulhamit AVŞAR

24

BALIKESiR “ON NUMARA YiRMi YILDIZ ŞEHRiMiZ BiZiM”

Fahri TUNA

KARABAĞ’IN TÜRK MiMARLIĞI Dr. Kâmil UĞURLU

SEVDA TEPESiNDEN BEYKOZ’A YOL GiDER Mehmet Kâmil BERSE

YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ:

MUSUL -IHüseyin YÜRÜK

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mahmut Şener Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Dr.Öğr.Üyesi Ali Mazak

26 30

“KIRIM- BAHÇESARAY’IN TARiHÎ KALESi”

ÇUFUT KALE -I-

Doç.Dr. Svetlana KERİMOVA

PROF. DR. NEVZAT

TARHAN HOCA iLE SÖYLEŞİ -I-

Zeynep Betül KAVAK

39 RIHLE

Sıddıka Zeynep BOZKUŞ

Sanat, Kültür: Zeynep Betül Kavak, Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Prof. Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,


16 ŞEHİRLERİ OKUMAK / Mehmet KURTOĞLU 19 ÜRETİMLERİ ARTIRARAK, DOLARIN BURNUNA HALKA TAKILMAZ İSE; AMERİKA ÜLKELERİN BURNUNA HALKA TAKAR / Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞAN

52

23 AKRÂN-I YETÎM -şiir- / Kâmil UĞURLU AĞIZ ARMONiKASI ViRTiÖZÜ

AHMET FAiK ŞENER Hüseyin MOVİT

28 TARİHİ ESER BİR EV SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE TAVSİYELER VE YAŞANMIŞ BİR ÖRNEK VAKA (4) / Cem ERİŞ 35 HALKALI ZİRAAT MEKTEBİ VE MEHMET AKİF / Erbay KÜCET 36 BEŞ ŞEHİR Mİ, KAÇ ŞEHİR Mİ? / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 40 KUTADGU BİLİG’İN TÜRK KÜLTÜRÜNE KATKILARI - II- / Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN

54 BAMAKO AFRiKA’NIN ŞEHiRLERi -2-

43 KUŞLAR VE BİZ / Durdu ŞAHİN

Dr. Serhat ONUR

44 BİLAL-İ HABEŞİ VE EZAN-I MUHAMMEDİ AHMET CEVDET PAŞA’YA GÖRE İLK EZAN / Dursun GÜRLEK 48 GÜNEYDE BİR ADAM VE KÖROĞLU HİKÂYESİ / Serdar YAKAR 50 KENT VE KENTLEŞME / Necla DURSUN

62

58 PİSA ŞEHRİNE KULEDEN BAKIŞ... / Şifanur Özçelik ŞİRİN HÜZNÜN BiR BAŞKA ADRESi,

DOĞU TÜRKiSTAN -II-

Muhsin DURAN

60 BÜYÜKSİNAN UZAK DEĞİL / Ahmet KÖSEOĞLU 64 ŞEHİR SOHBETLERİ 33 | HAYDİ MAHALLEMİZE -I- / Ahmet NARİNOĞLU 66 BU ŞEHİRDE ”MAHMUT BALCI” İZ BIRAKTI.. -I- / İsmail BİNGÖL 68 YAŞAYAN TARİHİ ALANLAR İÇİN BİR ÖNERİ: ŞEHİRLERE ÖZGÜ KANUN / Cüneyd ALTIPARMAK - B.Cenap ALTIPARMAK 71 OSMANLIYI İHTİŞAMA TAŞIYAN SIR NEYDİ? / Muhsin İlyas SUBAŞI

72 ViZE

TARiHi VE ŞiRiN BiR iLÇE

Dr. Şakir DİCLEHAN

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.Adem Efe, Dr.Mimar Kamil Uğurlu, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş, Prof. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Prof.Dr.Ali Satan, Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 25 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 35 TL. Abone Yıllık: İstanbul 250 TL. İstanbul Dışı 270 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479

74 BU DÜNYA’DAN PROF. DR. ADEM EFE GEÇTİ / M.Nihat MALKOÇ 76 BAYASOFYA’YI HATLARI İLE MÜHÜRLEYEN MÜNEVVER KAZASKER MUSTAFA İZZET EFENDİ -I- / Sabri GÜLTEKİN 78 MUSİKİ VE EDEBİYAT KANATLI SANATKÂR FIRAT KIZILTUĞ / Mehmet Nuri YARDIM Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 e-posta : kamilberse@gmail.com

Youtube/Dersaadet Kültür TV www.sehirvekultur.com.tr

Baskı: Aktif Matbaa ve Reklam Hiz.San.Tic.Ltd.Şti. Adres: Söğütlüçeşme Mah.Halkalı Cad.Nu: 245/1 SEFAKÖY/ Küçükçekmece/İstanbul Tel: 0212 698 93 54

Kapak Fotoğrafı: Beykoz / Anadolu Hisarı /İstanbul


TİMURLULARIN, ORTA ASYA’NIN

KÜLTÜREL İNŞASINA ETKİLERİ

Timur, Seyhun ve Ceyhun ırmakları arasında uzanan Maveraünnehr bölgesinde varlığını sürdüren Türk Barlas aşiretine mensuptu. Onun, iktidara gelmesi kültürel alanda da çok önemli gelişmeler ortaya çıkardı. En önemlisi de, Karahanlılar döneminde şekillenen Türk-İslam kimliğini güçlendirmesidir Abdulhamit AVŞAR

mir Timur’un kurduğu büyük ve görkemli devlet, Türkiye tarihçiliğinde genellikle, Osmanlı ile yapılan savaş dolayısıyla bilinir; imajı da tartışmalıdır. Oysa Timur dönemi, Orta Asya da denilen Türkistan tarihi için bir yeniden doğuş ve inşa; Moğol döneminde sarsılan Türkistan İslam medeniyetinin yeniden ihya dönemidir. Selçuklulardan yaklaşık dört asır sonra Timurlular eliyle, Doğusuyla, Batısıyla tüm Türkistan, İran’dan Afganistan’a, Hindistan’dan Orta Doğu’ya kadar tüm Müslümanlar tek bayrak altında toplanmışlardır. Semerkant, Buhara yeniden ayağa kalkmış, tüm Türkistan, bugün dahi hayranlıkla temaşa edilen muhteşem eserlerle bezenmiştir. Bu yazıda ana hatlarıyla, Timurluların Türkistan coğrafyasında din ve dil konusundaki etkilerinin altı çizilecektir. Ancak durumun daha iyi anlaşılabilmesi için, Moğollar döneminde Türkistan’ın genel vaziyeti hakkında birkaç söz söylemek yararlı olacaktır sanırım. 13.yüzyılda Cengiz Han liderliğindeki Moğol devletinin ortaya çıkışı, Orta Asya’nın sosyal, kültürel ve siyasi hayatında büyük değişiklikler meydana getiren, bölgenin etnik kompozisyonunda ciddi alt üst oluşlara yol açan bir gelişme oldu. Özellikle Cengiz Han’ın imparatorluk içinde uyguladığı ve “harmanlama siyaseti” olarak tanımlanan Türkistan (Orta Asya) Türklerinin yerlerini değiştirme politikası sonucu, o zamana kadar farklı boy isimleriyle varlıklarını sürdüren çeşitli Türk kabileleri arasında belli bir kaynaşma gerçekleşti. Karahanlılar dönemine kadar var olan Türk kabilelerinin önemli bir kısmı ortadan kayboldu; yeni ve daha geniş kabileler tarih sahnesine çıktı. Bu da kabileler konfederasyonu görünümündeki geleneksel devlet yapılarından, güçlü merkezi yapılara dönüşüme kapı açtı. Türkler, Moğol İmparatorluğu içinde elde ettikleri siyasi ve sosyal nüfuz yoluyla seçkin sınıflarını yeniden inşa ettiler; Cengiz Han’ın varisleri konumuna gelmeleri ile birlikte de, Moğolistan sınırlarından Karadeniz’in kuzeyine, Hindistan’dan Orta Doğu’ya kadar uzanan büyük bir coğrafyada yeniden geniş bir Türk nüfuz alanı ortaya çıktı. Cengiz Han’ın, henüz hayattayken kendine halef seçtiği oğlu Ögeday’ın Müslümanlara gösterdiği hoşgörü ve himaye ile de Türkistan’da

sayı//76// kasım 4


yeni bir dönem başladı. Çağatay Hanlığı zamanında hız kazanan bu süreçle birlikte 14.yüzyılın sonuna gelindiğinde, Moğolların Maveraünnehr’i elinde bulunduran Çağatay Ulusu, dini yönden tamamen Müslümanlaştı, dil yönünden ise Türkleşti. Moğollardaki bu dönüşümün bir sonucu olarak da, Cengiz Han ve halefleri, bölgedeki bütün Türk boyları tarafından içselleştirildi; bu dönemin ardından Orta Asya’da devlet kuran tüm hanedanlar, Türk olmalarına rağmen, meşruiyetlerini Cengiz Han’a dayandırma politikası izlemeye başladılar. Kuşkusuz bu politikanın temelinde, Türklerin, Moğol devletinin ilk kuruluş yıllarından itibaren bu devlet içerisinde, gerek askeri ve siyasi, gerekse de bürokratik yapı üzerinde sahip oldukları müesseriyetin de önemli rolü bulunuyordu. Moğol sonrası Türkistan tarihinin dönüm noktası ise Timurlular Devleti’nin kurulması oldu. Öncelikle bu devlet, Moğol döneminde meydana gelen büyük alt üst oluş ve yeni toplumsal oluşumlardan sonra, Türklerin kurdukları ilk büyük siyasi yapıdır. Timur ile birlikte Türk halklarının büyük çoğunluğu aynı siyasi çatı altında toplandı. Timur, Seyhun ve Ceyhun ırmakları arasında uzanan Maveraünnehr bölgesinde varlığını sürdüren Türk Barlas aşiretine mensuptu. Onun, iktidara gelmesi kültürel alanda da çok önemli gelişmeler ortaya çıkardı. En önemlisi de, Karahanlılar döneminde şekillenen Türkİslam kimliğini güçlendirmesidir. Nitekim, merhum Kemal Karpat, “(Timur döneminde), açık bir Türk-İslam kimliğinin ortaya çıkması, yalnızca Türklerin Moğollardan formal anlamla ayrılmasını gerçekleştirmekle kalmamış –ki, o zamana kadar bu coğrafya bile Moğolistan olarak adlandırılıyordu-, aynı zamanda, dil ve kültür bağlamında bir Türk sahası yaratmıştır” sözleriyle bu hususun altını çizmektedir. Gerek hiç yenilgi görmeyerek, devletini kısa zamanda Avrasya’nın önemli bir bölümüne hakim kılan Timur, gerekse de onun siyasetini takip eden ardıllarının dönemlerinde en dikkat çekici gelişmelerden biri dil sahasında gerçekleşti. Türkçe, Farsça karşısında önemli bir sıçrayış gerçekleştirdi. Burada büyük rolü Timurlular dönemi seçkinleri üstlendiler. Devletin kültür politikalarının bir sonucu olarak, gelişmiş şehir merkezlerinde yaşayan, İran kültür ve edebiyatını yakından tanıyan aristokrat zümre ana dillerine önem vermeye

başladı. Buna paralel olarak da, Türk dilinde eserlerin sayısı arttı, sosyal ve kültürel hayatta artık Çağatay Türkçesi diyeceğimiz lehçenin kullanımı yaygınlaştı. Çağatay Türkçesi, bir anlamda sonradan “inşa edilmiş” bir dildi; Moğol istilasının Türkistan’da meydana getirdiği büyük karışıklık döneminde, o zamana kadar Orta Asya topluluklarının ortak dili olan Hakaniye (Karahanlı) lehçesinin etkisini kaybetmesi ile ortaya çıkmış ve onun yerini almıştı. Bu bağlamda Çağatay hanları, henüz 14.yüzyıl başlarında Türkçe konuşmaya başlamışlar, “Çağatayca”, devletin resmî dili olmuştu. Ancak, Çağatay Türkçesi’nin günümüze kadar varlığını sürdürecek asıl klasik formu, Timurlular döneminde ortaya çıkacaktır. Şüphesiz, bu konuda en önemli rollerden birini Ali Şir Nevai (1441-1501) üstlenmiştir. Farsçayı, Türkçe kadar iyi bilmesi ve bazı eserlerini Farsça kaleme almasına karşın Nevai, hayatı boyunca Çağatay Türkçesini Farsça’dan geri kalmayacak bir seviyeye getirme mücadelesi verdi. Özellikle “Muhakemet-ül Lügateyn” adlı klasik eserinde, Türk ve İran dil ve kültürlerini karşılaştırarak, gerek kelime zenginliği gerekse anlatım gücü açısından Türkçe’nin Farsçadan hiç de geri kalmadığı tezini ilk kez açıkça söylemek cesaretini gösterdi; eserlerinde de sürekli Türkçe yazılması konusunda teşvikte bulundu. Bu gerçekten önemli bir gelişmeydi. Çünkü Farsçanın resmî dil olarak bile uzun bir geçmişe sahip olduğu, Fars edebiyatının Câmî ile doruk noktasına ulaştığı ve aydınların büyük kısmının 5


Farsça okuyup yazdığı bir dönemde, Nevai’nin, Türkçe ile de yüksek bir edebiyat meydana getirilebileceğini savunması kolay değildi. Ama o bunu başardı. Nevai, soyca Uygur Türklerindendir. Babası Kiçkine Bahadır, Timur’un torunlarının hizmetinde bulunmuş, son olarak da Babür Şah’ın sarayında önemli görevler üstlenen bir şahsiyetti. Annesinin dedesi de beylerbeyliği görevinde bulunmuştu. Hüseyin Baykara’nın en yakın dostlarından biri olan Ali Şir Nevai de, onun döneminde devlette üst düzey göreve getirilmişti. Dolayısıyla böyle bir şahsiyetin milli kimliğin en önemli göstergesi olan dile yakınlık göstermesi ve onu savunmayı gaye edinmesi, Orta Asya’da dil dinamiğinin Türkçeye dönüşümünde kilometre taşlarından biri oldu. Nevai’nin açtığı yol, aydınlar ve kentliler arasında Türkçe ile de eser verilebileceği düşüncesinin kabulü ve yaygınlaşmasını sağladı. Böylece Türkçe, önemli bir gelişme dinamizmi elde etti, Maveraünnehr bölgesindeki gücünü pekiştirdi. (Ancak Farsça da, ciddi şekilde mevzi kaybetmesine rağmen, bölgenin kültür dili olma özelliğini uzun bir müddet daha sürdürmeye devam edecek; asıl düşüşünü 20.yüzyılda yaşayacaktır. Bir paradoks olarak, Sovyetlerin Türkistan’ı ele geçirmelerinden sonra uygulamaya koyduğu dil eksenli milli kimlik inşa politikası, Farsçanın uzun yüzyıllar boyu sürdürdüğü “lingua france” niteliğini ortadan kaldırdı ve çok keskin şekilde gerileyip, tamamen ortadan kalkmasına yol açtı.) Seçkin bir aileye mensup biri, devlet nezdinde itibarlı bir şahsiyet olan Nevai’nin Türkçeyi savunması, yine kendisi de Karahanlı hanedanına mensup bir prens olan Kaşgarlı Mahmut’u hatırlatmaktadır. Bilindiği gibi, yaşadığı dönemde Arapçanın etkisinin artması karşısında Kaşgarlı Mahmut, Türk dilinin Arap dili karşısında büyüklüğünü göstermek ve Araplara Türkçe öğretmek için “Divan-ı Lügati-t Türk”ü kaleme almıştı. Ali Şir Nevai de ondan dört asır sonra aynı tavrı ortaya koyacak ve bu kez de Farsçanın egemenliğine karşı “Muhakemet-ül Lügateyn”i vücuda getirecektir. Buradan da şu sonuca ulaşılması mümkündür: Türkistan’da ne zaman ki, harici bir dil başat duruma gelmeye başlamışsa, dilin savunulması ve varlığının korunması için devletin içinden insanlar harekete geçmişler ve Türkçeyi yaşatmak için mücadele etmişlerdir. Halk ise anadilini hiç unutmamış ve terk etmemiştir. sayı//76// kasım 6

Diğer yandan, Moğollardan sonra yeniden oluşan Türk boylarının dillerini tanımlamada görüldüğü gibi, Çağatay adı, Timurlular döneminde de varlığını sürdürdü ve hatta daha da yaygınlaştı. Yukarıda da kısaca değinildiği gibi bu durum, Türkistan bölgesinde, Moğol istilası sonrası ortaya çıkan yönetimlerin meşruiyetlerini Cengiz soyuna dayandırma politikalarından kaynaklanıyordu. Ne var ki bu terim, başlangıçta, Cengiz’in oğlu Çağatay ve onun “ulusu”nun kurduğu devleti ifade etmek için kullanılırken, zamanla, bu coğrafyada yaşayan Türk ve Türkleşmiş unsurları da kapsayan bir niteliğe büründü ve “Türkleşti”. Timurlular döneminde ortaya çıkan ve onların himayeleri altında gelişerek Orta Asya’nın sosyal hayatının şekillenmesinde rol oynayan önemli olgulardan diğeri de tasavvufi hareketlerdir. Türkistan’da hareketlerin başlangıcı, erken dönemlere kadar uzanır. Daha 8.yüzyılda çeşitli tasavvufi hareketler kendini göstermeye başladı; çok geçmeden de Merv, Buhara gibi önemli kentler, mistisizm merkezleri haline geldi. Yine 9.yüzyılda, Kuzey Hindistan ve Horasan’da etkili olan Keramiye hareketi, camilere kadar girdi, kendi medreselerini kurup, öğretisini yaymaya girişti. Ancak bu mistik hareketlerin resmi Sünnî anlayışla uyuşamamak gibi temel bir açmazları vardı. Bu sebeple, çoğu kez şüpheyle karşılanıyorlar ve kimi baskılara da maruz kalıyorlardı. Dolayısıyla bu hareketler, öncelikle, meşruiyetlerini “ehl-i sünnet” siyasal otoriteye kabul ettirmek durumundaydılar. Bilindiği gibi, tasavvufî hareketlerin Sünnî doktrinle uzlaşmasının yolunu açan Gazali’nin çabaları oldu. Bu konuda bir sentez geliştiren ve tasavvufun İslâm’a uygun olabileceğini savunan Gazali, bu yolla, tasavvufi hareketlere ehl-i sünnet yönetimler nezdinde meşruiyet sağladı; hatta resmiyet kazandırdı. Bu anlamda, Timurlular döneminde Orta Asya’da, aslında aynı kaynaktan çıkan iki önemli tasavvufi hareketin başarılı olduğu ve gücünü pekiştirdiği söylenebilir: Yesevilik ve Nakşibendilik. Her iki hareketin kökeni de Yusuf Hamadanî (ölümü 1140) tarafından başlatılan Sünnî tasavvuf ekolüne dayanır. Ancak, bilindiği üzere, 12.yüzyılın ikinci yarısından itibaren, izlenecek yöntem konusundaki görüş ayrılıkları sebebiyle Hamedanî’nin tarikatı iki kola ayrıldı.


Başlangıçta “zikr-i hafi”, “zikr-i cehri” şeklinde başlayan bu ayrılık, zamanla, kolların geliştiği bölgelerin örf ve inançlarının da etkisiyle, birbirinden farklılaştı. Bunlardan Yesevilik adını alacak olan kol; sade, basit telkinlerle İslâmlaşmayı savunuyordu. Bu yöntemle, ilk zamanlarda tüm Orta Asya, Horasan, Anadolu ve Orta Volga bölgesinde hızla yaygınlaştı. Ancak, 15 ve 16.yüzyıllardan itibaren durakladı ve pek çok yerde gerilemeye başladı. Sonunda, etrafına daha çok yarı göçebeleri toplayarak, Seyhun’un kuzeyinde Kırgız-Kazak bozkırlarında yaşayanlar arasında varlığını sürdürür hale dönüştü. Yeseviliğin etrafında daha saf ve sade yaşantı süren Türkler toplanmıştı. (Yeri gelmişken, tarikatın kurucusu Ahmet Yesevi’nin bugünkü ihtişamlı türbesinin Timur tarafından inşa edildiğini hatırlatalım.) Karpat’ın deyimiyle, Yeseviliğin “şehirli versiyonu” diyebileceğimiz Buhara’da dünyaya gelen Bahaeddin Nakşibend (1318-1389) tarafından tesis edilen Nakşibendilik ise, Yeseviliğin aksine zikr-i hafiyi yani gizli zikri savunuyordu. Bu da ona, çoşkusunu gizlemek, sükûnetini muhafaza etmek imkânı verdi. Dikkatlerin üzerinde toplanmasını engelledi ve harekete mutedil bir tarikat görünümü kazandırdı. Böylece, bulunduğu ortamın sosyal ve siyasi şartlarına daha iyi uyum sağlamasını temin etti. Bu bağlamda, bağlılarının tekkede oturmaları tasvip edilmiyor, toplumsal faaliyetlere katılmaya teşvik ediliyorlardı. Yine, müritler için belli bir giyim tarzını dayatmaktan kaçınılıyor, tarikat zikirlerinin, müritlerin en meşgul zamanlarında bile yerine getirilebilmesi için yollar açık tutuluyordu.Nakşibendilik, bölgede kendisinden çok önce ortaya çıkan diğer tarikatların şeriat hükümlerini yumuşatma çabalarına karşın, “şer’i bir tasavvuf” görünümüne sahipti. Aynı zamanda, Orta Asya’da Moğol istilasının bıraktığı Şamanist etkiyi ortadan kaldırabilmek için yeniden bir İslamlaşma süreci başlatmıştı. Bu gibi özellikleri Nakşibendiliği, Timurlular nezdinde meşrulaştırdı, himaye edilmesini –ve hatta desteklenmesini- sağladı. Böylece, Nakşibendilik bir yandan özellikle Aşağı Orta Asya ve Doğu Türkistan bölgesinde yaygınlaşarak bölgedeki en yaygın Sünnî tarikat haline gelirken, bir yandan da Orta Asya’nın sosyal ve kültürel hayatında önemli yer edindi. Takip ettiği yol ve Timurluların yaklaşımı, Nakşibendiliğin Türkistan’da, kendisinden çok önce ortaya çıkan pek çok tasavvufi hareketi geri plana

itmesini ve bölge üzerinde yaygınlaşmasını sağladı. Bu vesileyle Nakşibendilik ve Yesevilik arasındaki ilişkilerle ilgili önemli bir hususun altını çizmek faydalı olacaktır. Her iki tarikat mensupları arasında yakın ilişkiler mevcuttu. Hatta tarihi kaynaklar, Bahaeddin Nakşibend’in, Yeseviye şeyhleri ile irtibat halinde olduğunu ortaya koymaktadır. Denilebilir ki her iki tasavvufi hareket, Timurlu hanedanların himayesi altında ve Türk kültür ortamında güçlendi ve kendilerinden önceki tasavvufi hareketleri ortadan kaldırarak, Türkistan’ın manevi iklimine hâkim konum elde ettiler. Böylece her ikisi de Sünnî ve kurucuları Türkistan menşeli olan bu iki tasavvufî anlayış, bu coğrafyadaki dinî anlayışlar üzerinde derin etki meydana getirdi ve günlük hayatları da etkileyecek şekilde kökleşip, yaygınlaştı. Doğal olarak bu etkileme, her birinin yayılma alanına göre farklı mahiyette tezahür ediyordu. Şeriatın daha esnek yorumlanmasını ve sade bir Türkçe ile anlatıma dayanan Yesevilik, zamanla daha çok kırsal alanda varlığını sürdürecek, siyasal otoriteye yakın bir hareket şeklini alan Nakşibendilik ise şehirlerde etkin olacaktır. Bunun da günümüz Kazakistan ve Özbekistan’daki dinî hareketlerinin nitelik farklarını açıklama bakımından önemli olduğu söylenebilir. Elbette, Timurluların Türkistan’ın (Orta Asya) sosyal ve kültürel kimliğinin oluşmasındaki rolleri üzerinde söylenecek daha çok şey var. Elbette bu konunun daha çok gündeme gelmesi, Türk Cumhuriyetlerini daha iyi anlamamız ve kardeşlik ilişkilerimizin sağlıklı bir zeminde yürütülebilmesine büyük katkı sağlayacaktır. Ağacın sağlamlığının, köklerinin güçlü oluşuyla yakından irtibatlı olduğu malumdur. 7


KARABAĞ’IN

TÜRK MİMARLIĞI

1064’te Gürcistan seferinden dönen Sultan Alparslan, kışlak olarak Karabağ’ı seçti ve orayı vatan eyledi. Onun oğlu Sultan Melikşah Sultan 1076’da burasını baştan başa Türklerle iskân etti.

Dr.Kâmil UĞURLU*

erbalayi Sefihan Karabaği tarafından Berde şehrinde yapılmış çifte minareli “İmamzâde” camii külliyesi (1868), “Behmen Mirza” türbesi, Şuşa kentinde sekiz köşeli türbe, Penah Han Kalesi, Netevan’ın evi, Mamayı Camii, Meşadi Şükür Mirsiyaboğlu’nun Camii’li konağı, Culfalar Camii, Hacı Yusifli Camii, Saatli Camii, Yukarı Gevher Ağa Camii, Aşağı Gevher Ağa Camii (XIX. Yüzyıl), Han evi, gimnazyum (okul) binası, Lâçin bölgesinde Karasakkal türbesi, Sultan Baba türbesi, Şeyh Ahmet Türbesi, Sarı Aşık’ın türbesi (XV. Yüzyıl), Cicimli köyündeki türbeler, Kuşçu köyünde “Çocuk Kalesi”, “Büyük çeşme” âbidesi (XV. Yüzyıl), Hamza Sultan Sarayı (1761), değerli maddi kültür örneklerindendir. Karabağ Hanlığı döneminde çeşitli kaleler (Bayat, Şahbulak, Penahabad’da (Şuşa) yapılmış, şehir ve kasaba tipi yerleşim birimleri. Karabağ Hanlığı’nın merkezi Şuşa’da yerleşim evlerinin, sosyal yapıların tasarımlarının, duvar desenlerinin güzel ve tipik örnekleri mevcuttur. Azerbaycan da dahil olmakla, Karabağ’da son ortaçağda da kültür, bilim ve edebiyat yüksek gelişme dönemi geçirmiştir. Sonraki dönemlerde de Karabağ kültürel merkez rolünü kaybetmemiştir. Yapılan bu araştırmalar Karabağ’ın maddi kültür mirasının Azerbaycan’ın maddi ve manevi kültürünün ayrılmaz bir bölümü olduğunu açıkça göstermektedir ve bu konudaki diğer görüşlerin asılsız olduğunu ispat etmek için yeterlidir. Karabağ anıtlarının bugünkü durumuysa içler acısıdır, korkunçtur.

*Mimar, Sanat Tarihçisi

sayı//76// kasım 8

Savaş sırasında anıtları kurtarmak için imkân bulunamadı. Müzedeki değerli eşyalar ve kütüphaneleri taşımak mümkün olmadı. Azerbaycan’ın asırlarca koruyup bugünlere kadar getirdiği tarihin görgü tanığı anıtların çoğu imha edildi. Yirminci yüzyılın en büyük faciasını, Hocalı soykırımını gerçekleştirdiler Ermeni ve Rus askeri birlikleri. Hocalı nüfusu soykırıma uğradı. Azerbaycan tarihî hafızasının simgesi olan ünlü Alman tarihçi ve siyaset bilimcisi Adolf Marschall Von Bieberstein, Türkleri anlamayı başarmış nâdir insanlardan biridir. Onun değerlendirmesine göre, “Türklerin kusuru, tahammülsüz olmaları değil, gereğinden çok sabredip, bütün hesabı birden sormalarıdır..”Galiba şu anda olan budur. İslâm hakimiyeti öncesinde Aran adıyla anılan


Karabağ, Müslüman Türklerin bölgeye hakim olmasından sonra bugünkü adıyla anılır oldu. Türkler bölgeye Arap hâkimiyetinden daha önce kuzeyden gelerek yerleşmişlerdi. Hâl böyleyken bu topraklar üzerinde bir başka kavim nasıl hak iddia edebilir? 1064’te Gürcistan seferinden dönen Sultan Alparslan, kışlak olarak Karabağ’ı seçti ve orayı vatan eyledi. Onun oğlu Melikşah Sultan 1076’da burasını baştan başa Türklerle iskân etti. Melikşah Sultan’dan sonra, Sultan Berkyaruk’tan ikta olarak Gence’yi alan kardeşi Muhammed, kısa zamanda tüm Karabağ bölgesini ele geçirdi ve imâr etti. Ebül Gazi Bahadır Han’a göre, Oğuz Han’ın üçüncü oğlu Yıldız Han’ın büyük oğlu, Afşar’ın çocuklarından Cevanşir’e burası, atasından kalma bir mülktü. Hülâgu Han ile beraber Türkistan’dan Anadolu’ya göç eden Türk aileler, ayrıca daha sonra Timur Han tarafından Karabağ’a getirilen Türkler buraya iskân edildiler. Bunlar Afşarlardı. Afşarlar daha sonra Akkoyunlular döneminde Güney Azerbaycan’ın

merkezi ve batı bölgelerine toplu olarak yerleştirildiler.(1) Tarih böyleyken bu topraklar üzerinde bir başka kavim nasıl hak iddia edebilir? İlhanlılar Devleti’nin (1256-1336) yazlık yönetim merkezi Karabağ’dı. Bu dönemde Moğollarla birlikte gelen Şaman inanışındaki Türkler de yine topluca buraya yerleştiler. Timur Han döneminde de burası tamamen Türklerle meskûndu 1400-1402’de Anadolu seferinden dönüşte Suriye ve Türkiye’den getirdiği 50 bin Türk ailesini, Karabağ merkezine ve civarına yerleştirdi.(2) Karabağ’daki Türk nüfusu, Safevîler döneminde de devamlı arttı. III. Murad döneminde Karabağ resmen Osmanlı hâkimiyetine geçti. Herkes bunu bilirken bu topraklar üzerinde başka bir kavim nasıl hak iddia edebilir? I. Petro döneminde Kafkasya’yı işgale girişen Ruslara karşı Osmanlı orduları hareketlendi. 9


1724’te Ruslarla yapılan anlaşmayla Azerbaycan’ın diğer bölgeleriyle birlikte Karabağ da Osmanlı Devleti’ne bırakıldı Nüfusunun küçük bir bölümü Ermeni olan Karabağ’da 1905 ihtilâli sırasında Azerbaycan ile Ermeniler çatıştılar. Kanlı savaşlar oldu. 1917 komünist devriminden sonra, burada hak iddia eden Ermenilerin bozduğu asayiş 1918’de Osmanlı ordusu tarafından düzeltildi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra bölgeye hakim olan İngilizler, nüfusunun çoğunluğu Azerbaycan Türkü olan Karabağ’ı Azerbaycan toprağı olarak tescil etti. Böyle bir toprak üzerinde bir başka kavim nasıl hak iddia edebilir? 1920’deki Rus saldırısına karşı direnen Azerbaycan kuvvetleri Karabağ yaylasını aşarak Türkiye’ye çekildiler. Bunu fırsat bilen Ruslar, Karabağ’ı Ermenilere hediye ettiler. Ancak 1921’de Türk Devleti ile Rusya arasında yapılan bir anlaşmayla, Karabağ ve Nahçıvan, Azerbaycan’a iade edildi.(3) Ermenistan 1986’dan itibaren Karabağ’ın kendisine bağlanması için bir dizi teşebbüs başlattı. Gerilim ciddi boyuta ulaştı. Sıcak çatışmalar oldu. Kızıl Ordu 1990’da Bakü’ye saldırdı. Katliam yaptı ve yüzlerce Azerbaycan’lıyı şehit etti. Sovyetlerin dağılmasından sonra Kafkaslardaki devletler bağımsızlıklarını ilân etmeye başladılar. 1991’den itibaren Ermeniler Karabağ’daki Azerbaycan topraklarına saldırdılar ve bölgenin tamamında fiili bir durum meydana getirdiler. Bu saldırılardan sonra başlayan savaş devam ederken Azerbaycan Parlamentosu 1992’de bir karar aldı ve daha önce buraya tanınan muhtariyeti kaldırdı ve Karabağ’ı ülkesinin bir vilâyeti olarak kaydına aldı. Ancak Ermenilerin Rusya destekli saldırıları durmadı, devam etti. Şu anki savaşın sebebi, bu son derece haklı dâvânın, son derece saçma ve dayanaksız iddiası üzerinde yapılmaktadır. Ve Azerbaycan, işgal altındaki topraklarını kurtarma cehdi ve gayreti içindedir. Karabağ’ın geçmişi, çok kısa olarak böyledir. Şimdi bu topraklar üzerinde başka bir kavim nasıl hak iddia edebilmektedir? Bir memleket üzerinde hak iddia edenlerin, bu iddialarını destekleyecek, küçük bile olsa, birkaç delilinin olması gerekir. Karabağ’ın bağrındaki eserlere, göz ucuyla bile bakılsa, buranın Azerbaycan Türk’üne ait bir vatan sayı//76// kasım 10

olduğu anlaşılacaktır. Karabağ geniş bir bölge değildir. Buna rağmen burada, her biri sağlam tapu niteliğinde 2000’den fazla Türk eseri bulunmaktadır. Mimarî değeri olan ve Türk usulü inşa edilen cami, medrese, türbe, konut, kışla, köşk, vb. şeklinde, Ermeni militanların bütün tahribatına rağmen ayakta kalan bu eserler, Karabağ’ın kimliğini hiçbir kuşkuya mahal bırakmadan ortaya koymaktadır. Ermenilerin arkasına sığındıkları kilise ve manastır yapılarının önemli olanları yine Hıristiyan Türk mimar ve ustaları tarafından yapılmıştır.(4) Bu cümlenin açılımı şöyledir: Aras Nehri ile Büyük Kafkas Dağları arasında yaşayan ve Kafkas dil grubuna dahil bir dil konuşan, Türk kökenli gruplar IV. yy’da Albanya’ya yerleştiler ve bir süre sonra burada Hıristiyanlığı benimsediler. IV. yy’dan VII. yy’a kadar bu bölgede, özellikle Hıristiyan dinî yapıları konusunda, ekol sayılabilecek bir tarz geliştirdiler. Zaman içinde bölge halkı Müslümanlığa intisap etti. Fakat ilginçtir, bu zamanda dahi, Hıristiyan dönemlerinden kalan alışkanlıklarını (buna mimari de dahil) devam ettirdiler. Yerli Albanların bu tavrını göz önüne alan Ermeniler, bölgeye Ermeni aileler sevkederek yerli halkı baskı altına aldılar, Grigoryenleştirmeye çalıştılar. Onlara yeni bir ad buldular ve “Hayk’lar” dediler. Bölgeyi de “Haykların Memleketi” ilân ettiler. Yapay ve zoraki bir durum oluşturmaya çalıştılar. Gerçek durum şudur: Karabağ’ın maddi ve mânevî kültürü, eksiksiz olarak Azerbaycan kültürüdür. (5)

Kafkasya’lı tarihçi A. Çavçavadze, bölgeyle ilgili önemli bir eser yazdı. Adı “Ermeniler ve Kan Ağlayan Taşlar” olan bu eserinde tarihçi yazar, özetle ve önemle şu hususları vurgulamaktadır: “Ermeniler, yerli halk olan Albanları yapay bir şekilde Gregoryenleştirerek, bir zamanlar sığındıkları Azerbaycan topraklarını “Hayk’lar Ülkesi” veya “Doğu Ermenistan” olarak isimlendiriyorlar. Fakat araştırmaların sonucu açıkça gösteriyor ki, buradaki Hıristiyanlık dönemindeki eserler bile Ermeni kültürüne ve kökenine uygun değildir. Azerbaycan topraklarında bulunan gerek dinî, gerekse din harici eserlerin tümü Türk mimarlık geleneğini sürdüren yapılardır.” Çavçavadze’yi doğrulayan (teyid eden) birçok farklılığın, en basit iki örneği şöyledir: Hıristiyan Albanların haçı,


Gregoryenlerden farklıdır. Albanlar, haçın yatay ve düşey kollarını eşit tutarken Ermeniler, düşey kolu asimetrik ve uzun tutmuşlardır. Önemli bir ayrıntıdır. Türk Hıristiyan kiliselerinde uygulanmıştır. Ayrıca Gregoryen dinî yapılarının kapıları herhangi yönlere açılırken Albanya’daki Türk yapısı kiliselerin tümü doğuya açılır. Doğuya açılan kapı bir çadır geleneğidir ve Türk âdetidir. Her dönemde, her coğrafyada ısrarla devam ettirilmiştir. Başka mimarlıklarda böyle bir duruma rastlanmaz. Bu sebeple Kafkas Albanya’sındaki mimarlık eserlerinin tümü Türk karakterindedir. Meselâ Lâçin’deki Ağoğlan Manastırı, Kelbecer’deki Hüdâvenk Manastırı, Hocavent’deki Amaras Manastırı, Ağdere’deki Kutlu Elysee tapınak ünitesi ve Genceser’deki Manastırlar bu konuyu açıklayan örneklerdir. Hıristiyan mimar ve ustalar Türk kimliklerini öne çıkararak mensup oldukları dinin gereklerini yerine getirmişlerdir. Hıristiyanlık dönemine ait bu eserlere Ermenilerin sahip çıkmaları şundan dolayıdır: 1836’da Ruslar bu bölgede Ermenilere yardım ettiler ve Alban Apostol kilisesini kaldırıp, onu Ermeni Gregoryen kilisesiyle birleştirdiler. Rus Çarlarının Kafkasya politikaları gereği Ermenilere arka çıktılar. Bütün Alban Kiliselerini bu Ermeni kilisesine bağladılar. Böylece yönetimi ve kontrolü kolaylaştırdılar.(6) Ayrıca bu tip kiliseler sâdece Karabağ’da değil, aynı karakterde ve özellikte Azerbaycan’ın başka bölgelerinde de bulunmaktadır. Mesela Gebele’de, Nahcıvan’da, Mingeçevir’de, Kazak’da, Tovuz’da, Şamahı’daki kiliselerin mimarî üslupları tamamen aynıdır. Karabağ bölgesinde bu kiliseler dışında çoğu Müslümanlık döneminde yapılmış 2000’den fazla mimari eser bulunmaktadır. Mimarî değeri bulunan birçok eser, kamu yapıları, konutlar, dinî yapılar (camiler, türbeler vb.), bu toprakların gerçek tapuları olarak güneşin altındadır. Bütün bunlardan sonra buralar üzerinde hak iddiasında bulunmak ancak “Hamakat”lıkla açıklanabilir. Azerbaycan’ın, özellikle Karabağ ve yakın çevresinde bulunan ve Türk eseri olan yapılardan küçük bir bölümünü hatırlatalım: Fuzuli bölgesinde Şeyh Yakup’un (XII yüzyıl) türbesi, Koç Ahmetli Cuma Camii, Hacı Alesker Camii, Aşağı Veyselli köyündeki Mir Ali (XIV. yüzyıl) ve Ahmedallar köyündeki türbeler

(XIV. yüzyıl), Şeyh İbrahim türbesi (XVII. Yüzyıl), Ahmet Sultan türbesi, Celâl türbesi (hicri 1307), Horadiz köyündeki Cuma Camii, Yukarı Karabağ topraklarında Askeran Kalesi, Cebrail bölgesindeki “Kız Kulesi”, Cebrail’ın Şıhlar köyünde türbe (1308) ve diğer türbeler, Ağdam bölgesinde Haçın Derbent köyü yakınlarında 12 köşeli türbe, Ağdam Cuma Camii (1870), türbeler, Ağdamın Abdal-Gülablı köyünde hamam binası (XX yüzyılın başları), Ağdam’da Şahbulak camii, Bedre kentindeki Terter nehri üzerinde 12 köşeli köprü (XIV. yüzyıl), “Bedre”, “Aksa baba” türbeleri (XIV. yüzyıl), Hocalı mezarlığını zırhlı askeri araçlarla yerlebir ettiler. Hocalı’da ve Şuşa’da bu barbarlık en had safhaya ulaştı. Ünlü HocalıGedebey kültürünün asıl beşiği sayılan Hocalı höyükleri ortadan kaldırıldı. Şuşa’da anıtlara taramalı silahlarla ateş ettiler. Şuşa müzelerini yağmaladılar. İnsanlığın atalarının yaşadığı ilk mekanlardan olan Azıh mağarası Ermeniler’in askeri mühimmat deposuna dönüştü. İslâm anıtları tahrip edilerek yok edildi. Ablan Hıristiyan anıtlarıysa şu an Ereni sahtekarlığıyla karşı karşıya. Azerbaycan tarihinin önemli bir sayfası olan Elysee Tapınağı’nda, Hasanriz Tapınağı’nda ve diğer anıtlarda bulunan Ablan yazıları silindi. Bu anıtlardaki Albanlar’a ait eşyaların kaderi bilinmiyor. Elysee Tapınağı’nda bulunan Ablan hükümdarı III. Vaçakan’ın mezarı ve duvarındaki yazı tamamen imha edildi.(7) Hâsıl-ı vel kelâm: Bir toprağı vatan kılan elbette uğruna dökülen kandır, verilen candır. Fakat bunlar kadar önemli olan diğer husus da, o memleketin mensubiyetini teyid eden tapu senetleridir, yani üzerindeki eserlerdir. Karabağ’ın bağrında yalın kılınç yiğitler gibi duran bu eserlere rağmen hangi şaşkın bu topraklar üzerinde hak iddia edebilir? İlâhi adâlet teşekkül etmek üzeredir. Bunu göreceğiz inşallah.. KAYNAKÇA

1-Nihat Kaşıkçı ve Hasan Yılmaz, Aras’tan Volga’ya Kafkaslar. T.C. Kültür Bak. ve Türk Metal Sendikası Araştırma Bürosu Yay., 1999-2000, İst. 2- A.g.e. 3- A.g.e. 4- Kasım Hacıyev, Tarih Doktoru, Araştırma Notları. 5- Kasım Hacıyev, a.g.e. 6- Kasım Hacıyev, a.g.e. 7- Kasım Hacıyev, a.g.e.

11


SEVDA TEPESİNDEN BEYKOZ’A YOL GİDER Suud Kralı Abdullah bu yeri çok beğenmiş ve satın almış, bir köşk yaptıracakmış olmamış, otel yaptıracakmış olmamış, izinler çıkmamış.. Köşk yaptıramamış dahası burada yaşamaya ömrü yetmemiş… Sevda Tepesi, seyre doyumsuz güzelliği ile sevenleri buluşturmaya devam edecek Güzel İstanbul’umuzda… Mehmet Kâmil BERSE

kşam olunca Dersaadet'te çalışanlar ile, Boğaziçi kenarındaki işyerlerinde çalışanları iskele iskele dolaşıp toparlayan yılların yorgun Boğaziçi vapurlarından “Dilenci vapuru” ... İstanbul'u tatmanın da en güzel vasıtası idi. Şaka değil, dilenci vapuruyla İstanbul'un kadim ve hesaplı lezzetlerini de ucundan köşesinden tadabilirdiniz.Eminönü’nde Boğaz iskelesinden sabah servisine binip bu maceralı tarihî boğaz yolculuğunu yaptığım çok oldu..Bu yolculuğun bir tanesi ile birlikte yola koyulalım istedim, anlatılacak çok hikâye var ama.. Bu İstanbul Şehrengizi yazılarımda farklı bir bölüm oluşturacak, belkide dosya ayırıp “Beykoz Şehrengizi” yazabilirim uzunca bir süre… Dünyanın en güzel su yolunda sağlı sollu iskeleler, herbiri tarihi vesika gibi size kimlik gösterirler uğradığınızda… Her iskelenin ve yerleşim yerinin farklı demografik yapısı sosyal konumu mevcut eski dönemlerde…Üsküdar, elbette bütün yolların kavşağı, başlangıç noktasıdır..Kara yolu ile devam edilecek yerlere buradan aktarma yapılır.. Beylerbeyi semti daha farklı, bölgeye has anlatılan hikayelerden birinde şöyle denir; Rumeli Beylerbeyi (Vali) Mehmet Paşa’nın deniz kıyısına yaptırdığı yalı dolayısıyla Beylerbeyi olarak anılmaya başlamış. Osmanlı döneminde daha ziyade sayfiye yeri olan semttir…Vapur Beylerbeyi iskelesine yanaşırken görünen manzara şudur; Beylerbeyi Camii’nin önündeki teras kalabalık. Birkaç kişi sohbet hâlinde; bankta oturmuş gazetesini okuyanlar ve az ilerideki kahvede çaylarını yudumlayanlar bu manzaranın tadını çıkarıyor.. Etrafta yeşile karışmış bir deniz kokusu. Bir de hikâyeler var tabii; her semtin kendine has sözlü tarihi. Beylerbeyi'nin kibarlığından, bahsediyor Eski Beylerbeyli Cemil efendi anlatır; Gençliğinde, burada 500-600 kişi yaşarmış; herkes tanırmış birbirini. Vapur, sabah iskeleye yanaştığında binmek için sıraya giren semt sakinleri yer verirmiş büyüklerine, yaşlılarına. “Aman efendim, siz önden buyurun; olmaz efendim önce siz geçin...” nidaları yankılanırmış iskelede. Vapur bu yüzden hep geç kalkarmış Beylerbeyi’nden. Sonra bu teşrifatın çok uzun sürmesi vapur kaptanları arasında söylenir olmuş. "Neden Eminönü’ne geç geliyorsunuz?" diye sorduklarında da cevapları “Çengelköy’ün zerzevatı, Beylerbeyi’nin teşrifatı, Üsküdar'ın hırdavatı ,Kuzguncuk’un haşaratı bitmiyor ki binsinler.” olurmuş. Ünlü tiyatro ve öykü

sayı//76// kasım 12


yazarı Haldun Taner de semti "Teşrifat meraklısı, beyzade takımının oturduğu bir kibar semt." sözleriyle tanımlar… Aradaki İskelelere sonra uğrayacağım, bu yazımda Sevda Tepesinden ve Beykozdan, Beykoz’un Efendi Babasından,Sırmakeş suyundan, Muallim Naci’den, İstanbul’un en eski ahşap evinden, İstanbul’un en güzel çeşmelerinden ,İshakağa çeşmesinden sözedeceğim, tabiiki hatıralarımla beraber… SEVDA TEPESİ

Sahil boyunca gelirken eski Kuleli askeri lisesinin ve Kandillinin üst taraflarında bir güzel tepeye uğramamız, selam vermemiz lazımdır… Sevda Tepesi isminin ilginc ve acıklı, ancak benim için çok farklı bir hikâyesi vardır.. Hikâyeyi anlatan, hikâyenin kahramanının dedesinin arkadaşı olduğunu ifade ederek bugünlere nakleder..” 1920 li yıllarda, bugünkü "sevda tepesi" olarak bilinen tepenin az aşağısındaki Kuleli Askeri Lisesi'nde öğrenci olan Vahit,(aynı zamanda dedemin sınıf arkadaşı) dönemin ünlü jönü Valentino'ya benzerliği sebebi ile nam-ı diğer Valentino Vahit, boğazın karşı kıyısındaki Amerikan Kız Koleji öğrencisi güzeller güzeli Belkıs'a aşık olur,fakat Belkıs'ın varlıklı ailesi, kızlarının mustakbel bir subayla evlenmesine olur vermez; zira o günlerde askerlik; bugünkünün aksine, pek gözde olmayan, maaşı ve sosyal imkanlari yetersiz bir meslektir. asklarının kabul görmemesi üzerine bunalıma giren cift, göksuanadoluhisari sırtlarındaki tepede, her ikisinin okullarını ve muhtesem manzarayı gören bir noktada birlikte intihar ederler; Rivayet oldur ki, bu güzel tepede son kez buluşurlar, birbirlerine yazdıkları mektupları ve şiirlerini yazdıkları kağıtlarını küçük küçük parçalara ayırırlar ve bir tepe yaparlar, birleşme umutlarını yitirdiklerine inanarak oracıkta intihar ederler, akabinde de oraya defnedilirler; Hatıraları da sonsuza kadar onların aşklarından ismini alan tepede yasamaya devam eder… Bu fakirin de bu muhteşem manzaralı tepede anlamlı hatıraları vardır, zira başka türlü bu satırlar yazılmazdı.. Yetmişli yılların sonlarına doğru sevdiğim kızla nişanlanmıştık, kendisine İstanbul’u en güzel temaşa edeceğimiz... yerlere götüreceğime söz vermiştim, Rumeli yakasında Yahya efendi dergahı, Sarıyerde Telli Baba, Rumelihisar üstü, Emirgan,Eyüp Sulltan tepesi(Piyer Loti tepesi)..Anadolu yakasında; Çamlıca tepesi ve Sevda Tepesi,

En çok beğendiğimiz yer Sevda tepesiydi.. İstanbul’un doyumsuz güzelliğini burası kadar temaşa edebileceğimiz bir yer yok gibiydi.. Defalarca gittik, orada topladığımız yaprakları kurutup sakladık, üstüne sevda tepesi ve anısına günün tarihini yazdık yarım asra yakın bu yaprakları hala saklarız, geleceğimizi planlamıştık bu güzel tepede.. Evlendik, harika çocuklarımız oldu, belki Vahit ile Belkıs’ın hayallerini biz gerçekleştirdik... Çocuklarımız da İstanbul sevdalısı oldular… Torunlarımızdan birine “İstanbul” adını verdik.. Yıllar sonra yukarıdaki anıyı okudum bir yerde, hikâyenin bir menkıbe midir yoksa gerçekmi ? olduğunu bilmiyorum, hüzünlendim rahmet diliyorum Vahit’e ve Belkıs’a… Sevda Tepesi ,belki bizim gibi sevda hikayeleri ile yaşadı ve yaşamaya devam edecek… Suud Kralı Abdullah bu yeri çok beğenmiş ve satın almış, bir köşk yaptıracakmış olmamış, otel yaptıracakmış olmamış, izinler çıkmamış.. Köşk yaptıramamış dahası burada yaşamaya ömrü yetmemiş… Sevda Tepesi, seyre doyumsuz güzelliği ile sevenleri buluşturmaya devam edecek Güzel İstanbul’umuzda… Sevda tepesinden sahil yoluna inip, Beykoz’a doğru gidelim ve Beykoz’un tarihçesine kısa bir göz atalım; BEYKOZ’UN TARİHÇESİ

Beykoz'daki yaşama dair bilinen en eski tarih M.Ö. 700'lerdir. Bu dönemde deniz yoluyla gelip Beykoz'u kendilerine yurt edinen Traklar, Beykoz'da yerleştiği bilinen ilk halk olarak karşımıza çıkar. Her ne kadar sanat tarihçileri ve arkeologlar çok daha önceki dönemlerde Karadeniz'den Boğaz'a doğru seyreden tepelerde Apollon tapınağı benzeri yapıların olduğunu öne sürmekte ve dolayısıyla da Beykoz'un bir kent olarak tarihini çok daha önceki tarihlere götürmek gerektiğini iddia etseler de, örgütlü bir toplumsal hayatın Beykoz'da söz konusu tarihle birlikte başladığını söyleyebiliriz. Traklar, Trakya'ya adını veren ve tarihte savaşçı özellikleriyle bilinen bir topluluktur… İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed tarafından fethinden 51 yıl önce, Beykoz (Amikos) Yıldırım Bayezid tarafından Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları içerisine dahil edilir(1402). Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına dahil edilen kentin adı bundan böyle Amikos değil, Beykoz'dur. Beykoz isminin nereden geldiğine ilişkin olarak da çeşitli rivayetler söz konusudur, en bilineni; Beykoz isminin Kocaeli beylerbeylerinin 13


Beykoz'da oturmasına nispetle üretilenidir. Rivayete göre Farsçada köy anlamına gelen kos sözcüğünün Türkçe bey sözcüğüne eklenmesi sonucunda ortaya çıkan Beykos (Beyköyü) sözcüğü kentin adı olarak kalmıştır. Beykos zamanla Beykoz'a dönüşmüştür. EVLİYA ÇELEBİ’DE BEYKOZ

Osmanlı tarihinin en önemli seyyahlarından olan Evliya Çelebi, Beykoz'u şu satırlarla anlatır: "...lebi deryadan bağlar kenarından gitmek üzere Servi Burnu’nun üç bin adım güney tarafında, bir liman-ı âzimin kenarındadır. Sekiz yüz haneli, bağ ve bahçeli, mamur bir kasabadır. Camii, mescidi, hamamı, sibyan mektebi, küçük sokakları, ağaçlarla müzeyyen çarşı ve pazarı vardır. Çarşı ve pazarı çok bakımlıdır. Halkı bahçıvan, oduncu ve balıkçıdır. Ab-ı havası nefistir. İskelesinde bir kılıç balığı dalyanı vardır. Beş altı gemi direğini birbirine bağlayıp denize dikmişlerdir. Karadeniz tarafından kılıçbalıkları geldiğinde direğin tepesindeki âdemler ellerindeki taşları kılıç balıklarının arkasına doğru atınca balıklar emin yerdir diye liman ağzına doğru girer. Burada ağlara takıldıklarında balıkçılar kayıklarla kılıçbalıklarına yanaşıp kargı ve tokmaklarla bunları avlarlar. Buradan içeride Akbaba, Sultan, Ali Bahadır, Dereseki, Alemdağ, Koyun Korusu, Yuşa Nebi mesireleri vardır." Bugün Beykoz, yukarı boğazın yüzyıllardan beri en şöhretli mesiresi olan, geniş bir vadiyi dolduran ve ulu çınarların süslediği Beykoz çayırına sahiptir. Çayır, Hünkar iskelesinden darala darala Tokat mevkiine kadar uzanmaktadır. Çayırın içerisinde yer alan türlü türlü mekanlar, ağaçlarla çevrili yollarla birbirine bağlanır. Bu, başka bir mesirede rastlayamacağımız nadide bir güzellik sunar bizlere. Ağaçların boylarına bakılarak bu yolların en az yüz elli iki yüz sene öncesinde yapılmış olduğu sonucuna rahatlıkla varılabilir. İstanbul’un fethini gören ve fetihte önemli bit fonksiyonu yerine getiren Beykoz’la ilgili birçok çalışma gerçekleşmiştir. Bu çalışmalardan bir kısmı arşiv kaynaklarına bir kısmı ise ikinci el kaynaklara dayanmaktadır. Beykoz’un sahip olduğu idari, siyasi ve askeri özellikleri ile tarihi ve kutsal mekanları; camileri, mescitleri, türbeleri ile lezzetli ve doğal kaynak sularının aktığı çeşmeleri, boğazı süsleyen yalıları, sahil sarayları, kasırları; sosyal ve iktisadi hayatın olmazsa olmazları vakıfları ile insanların ruh ve bedenlerini dinlendirdikleri saklı sayı//76// kasım 14

cennet bahçeleri ve mesire alanları ile nihayet doyumsuz boğaz manzarasıyla her devirde bir cazibe merkezi konumunda olduğu muhakkaktır. Beykoz, günümüze ulaşan en önemli tarihi mekanlara sahip olmasıyla da meşhur olan bir ilçemizdir. Bu mekanlardan bazılarının banileri ve yaptıkları eserler; Yıldırım Bayezıd tarafından yaptırılan Anadoluhisarı, Kanije Beylerbeyi Ahmet Paşa tarafından yaptırılan Kaymakdonduran Çeşmesi, Mimar Sinan tarafından yaptırılan İshak Ağa çeşmesi (On Çeşmeler) ve İskender Paşa Camii, Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa tarafından yaptırılan Hidiv Kasrı ve Sultan I.Mahmut’a hediye edilmek üzere yaptırılan Küçüksu Kasrı vs akla gelebilen en belli başlılarıdır. Yuşa Peygamber’in yine Beykoz’da Yuşa tepesinde medfun olması burada bir camii, türbe ve imaretin yapılması inanç turizmi açısından bölgeyi değerli kılan diğer bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Beykoz’un özellikle sanayi devriminden sonra İstanbul’un sanayi ve imalat merkezi haline getirildiğine yine belgelerde şahit olmaktayız. Büyükbaş hayvancılığın bu bölgede gelişmiş olması ayrıca Asya’dan Avrupa’ya geçiş noktasında bulunması burada bir deri ve kundura fabrikasının kurulmasına vesile olduğunu söyleyebiliriz. Bu fabrikadan üretilen ürünleri büyük bir bölümü askeri ihtiyaçların karşılanmasına matuftur. Bunun dışında su ve orman kaynaklarının oldukça münbit olması sebebiyle bir kağıt fabrikası inşa edilmiştir. Bunun dışında cam, seramik, un, fes, demir fabrikaları da yine bu bölgede inşa edilmiş ve ülke ekonomisine büyük katkılar sağlamışlardır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yabancı şirketler tarafından da şirketler kurulmuştur. Hatta bu bölgede yabancıların arazi satın aldıkları ve çiftlikler kurduklarını yine belgelerden öğrenmekteyiz. AHMET MİTHAT EFENDİ

Son asırda, Beykoz’un en renkli kişisi şüphesiz Beykoz’un Efendi Babası lakaplı münevveri Ahmet Mithat Efendi dir.. Ahmet Mithat Efendi için anlatılacak çok şeyimiz var mutlaka, benim ise örnek aldığım kişilerden biridir, İsmail Bey Gaspıralı’nın da hayatında önemli bir yeri vardır, onun da örnek aldığı kişilerden biridir..Gerek hayat hikayesi, insani yaklaşımları, girişimciliği, yazarlığı, gazeteciliği, ticaret hayatı, ticarî ufku gerçekten çok titizce incelenip ders alınacak bir kişiliktir.. Ahmet


Mithat Efendi ile ilgili bu yazının devamında gelecek ay bir özetleme yapacağım mutlaka… Beykozda yaşadığı evi ,aile hayatını anlatacağım, damadı olan Muallim Naci ile yollarımız burda da kesişiyor, 8 yaşına kadar yaşadığı Fatih Yeşiltekke sokakta Ömerin çocukluğunda tanıdım kendisini, Ömrü Beykoz'da kayınpederi Ahmet Mithat Efendinin konağında hitam bulacaktır…Ahmet Mithat Efendi Muallim Naci’nin vefatına çok üzülmüştür… Ahmet Mithat Efendi’nin Mısır Çarşısı’nda başlayan çok renkli bir hayatı var. Buradan sonra kendi kitaplarını basmak işin kendi matbaasını kuruyor ve hayatı muazzam bir mücadeleyle geçiyor, Mithat Paşa’nın tavsiyesiyle Fransızcayı bile çok iyi öğrenerek dünyayı takip ediyor…İsmail Bey Gaspıralı Kırım’dan geldiğinde Ahmet Mithat efendinin yanında çok şey öğreniyor, Kırım’a dönüşte Tercüman gazetesini burada aldığı ilhamla çıkarıyor... Ahmet Mithat Efendi İstanbul’da yaşamının erdemini bilen bir insan… Daha sonra yaşamak için Beykoz’u seçiyor. Akbaba Köyü’nde bir çiftlik arazi satın alıyor ve ziraatle ilgilenmeye başlıyor. İlk defa kuluçka makinasını kullanan adam olduğu gibi ziraatta da modern teknikleri araştırıp ilk defa uygulayan adam. Aynı zamanda Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’ni çıkararak yıllarca aksatmadan yayınlamıştır.. Yüzlerce sayfa tutan birçok eserini Beykoz-Sirkeci arasında Şirket-i Hayriye vapurlarındaki özel kamarasında kaleme almış. Akbaba’da arazisinde çok kaliteli bir su bularak Dersaadete pazarlama sistemi kuruyor ve bu suyun adını Sırmakeş koyuyor. İstimbotla Beykoz’dan Sirkeci’ye su taşıyor. İnsanlara iş kapısı oluyor bu girişim. Beykoz’un tüm ahalisinin dertleriyle ilgileniyor, bütün insanlarına yetişiyor. Yalıköy’de bulunan Yalıyı yaptırıp oraya taşınıyor. Bugünlerde Burak Kut’un oturduğu yalıyı Ahmet Mithat Efendi adeta bir mektebe çeviriyor. Yalıya tiyatro sahnesi yaptırıyor… Ahmet Mithat Efendiye devam edeceğim gelecek ay.. Ancak,Beykoz’un bugün yaşayan en önemli yapısını ve hakkında yazılan şiiri paylaşacağım… İSHAK AĞA ÇEŞMESİ

İstanbul çeşmelerinde Mahmud I çeşmesi olarak tanıtılan çeşme ile İshak Ağa çeşmesinin aynı yapı olduğunda şüphe yoktur. İstanbul'un kaynak su havzasının yer aldığı Beykoz'un en önemli çeşmesi olan İshak Ağa Çeşmesi, Türk çeşme mimarisinin de şaheserlerinden

biri olarak kabul ediliyor. 500 yıllık tarihi Mimar Sinan'a dayandırılan çeşme günümüz mimarisine Gümrük Emini İshak Ağa tarafından H. 1159 (M. 1746) yılında yapılan restorasyon çalışmasıyla ulaşmıştır. Yüzyıllar içinde birkaç defa büyük restorasyon geçirmiştir. İshak Ağa Çeşmesi, 3 sıra halinde 8 mermer sütunla, sivri kemerlerin taşıdığı geniş saçaklı bir çatı altında, 6 metre eninde, 8 metre boyunda ve 4 metre yüksekliğinde inşa edilmiştir. Çeşmenin ön kısmı yol seviyesinden aşağıda olduğundan mermer zemine yine mermer basamaklarla iniliyor. Onçeşmelerin tunçtan yapılmış on lülesinden 500 yıldan beri gece-gündüz kesintisiz su akmaktadır. Bu lülelerden ortadaki ikisi büyük, iki yandaki dörder lüleler ise küçüktür. Ünlü Türk Sanat Tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice, İshak Ağa Çeşmesi'ni "Dünyanın sayılı mimari eserlerinden biri" olarak tanımlıyor. Onçeşmeler ile ilgili Türk edebiyatında şiirler yazılmış ve çeşme meşhur ressamlarımız tarafından resmedilmiştir. Ünlü ressamlarımızdan İbrahim Çallı'nın "İshak Ağa Çeşmesi" tablosu önemli eserlerinden biridir. Faruk Nafiz Çamlıbel; Onçeşmeler'i (İshak Ağa Çeşmesi) şöyle anlatır; Nasıl her gün yayarsa davarını bir çoban, Sürükler düşüncemi sükundan tevekküle Sekiz mermer direğe dayanmış bir şadırvan, Bilek kalınlığında su akıtan on lüle... Uzanır ezan vakti musluğa doğru yüzler, İçinde bir mum yanan kağıt fenerden sarı; Ve her gelen sükuta ayrı bir sükut ekler, Ve çağlar her tarafta Akif'in mısraları... Bu yerde meyvalaşır uzletin baygın tadı, Ve çağlar her tarafta Akif'in mısraları... Bu yerde meyvalaşır uzletin baygın tadı, Ve bir tas şarap olur bir yudum su bu yerde. Kurnada ak köpükler bir güvercin kanadı, Kumrunun dem çekişi, dönen sesler kemerde, Gönlüm yaşar içinde sonu yok bir masalın, Derim, mutlak bir pınar perisidir gördüğüm, Çıplak ayaklarında tahtadan birer nalın, Kollarında boyundan daha yüksek bir güğüm… On lüleden fışkırıp mermeri oyan sular, Asırlarca Kerem'in Aslı'yle dertleşmesi. Mermer bir kalp önünde su kesilmis duygular. Bir gönül destanıdır İshak Ağa Çesmesi!... 15


ŞEHİRLERİ

OKUMAK

Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin Kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin … Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin Pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin İsmet ÖZEL Mehmet KURTOĞLU

ehirlere şekil ve ruh yönüyle bakılır, öyle değerlendirilir. Demografik yapısı, mimarisiyle kültürel ve sosyal hayatıyla şehirler hakkında belli bir kanaate varmak mümkündür. Şehri fiziği ve metafiziğiyle en güzel okuyanlardan biri Tanpınar’dır. 1946’de yayınlamış olduğu “Beş Şehir” ile bu alanda çığır açmıştır. Beş Şehir kitabıyla ‘bir şehir nasıl okunur?’ bize göstermiştir. Ancak bugün şehirleri Tanpınar gibi okumak mümkün değildir. Çünkü ne Tanpınar’ın devrindeki klasik ortaçağı anımsatan kadim şehirler kalmıştır ne de öyle ilham verecek estetik ve güzel işaretler. En güzel yapılarımızın üzerine çirkin yapıların gölgesi düşmüştür. Ne Bursa eskisi gibi güzel fotoğraf vermektedir, ne İstanbul! Güzel ve estetik yapıların yarattığı büyüyü çirkin yapılar bozmaktadır… Bugün şehirlerimiz çok katmanlıdır; yalnızca fiziki ve ruhi olarak tanımlamak mümkün değildir. Şehirler artık tek boyuttan birçok boyuta geçmiştir. Şehirleri Tanpınar gibi tanımlamak bizi gerçeklikten koparıyor artık. Çünkü onun anlattığı İstanbul ne eski İstanbul’dur, ne Ankara Ankara’dır, ne Konya Konya’dır. Bir defa İstanbul başkentliği kaybetmiştir, dolayısıyla iktidarın nimetinden mahrumdur. Hatta Ankara’da tarafından sağılan/sömürülen bir şehirdir. Bilindiği gibi başkentler diğer şehirlerden çaldıklarıyla büyüyüp gelişirler. Ankara, İstanbul kadar üretmediği halde İstanbul’dan daha çok güzelleşmekte, daha çok gelişmektedir. Bugün İstanbul’da “Dersaadet” yurdu olarak değil, bir ticaret şehri olarak bakılmaktadır. Onu biricik yapan özelliklerinden soyutlayıp dünya şehri yaparak, Avrupa şehirlerinin bir parçası haline getirmişlerdir. Bundan dolayı da İstanbul kendisi olmaktan daha çok New York, Paris, Londra olmak için can çabalamaktadır. İstanbul’un şair yaptığı Yahya Kemaller yoktur artık! İstanbul’a şiir yazan şairler var! İstanbul, İstanbul olduğu zamanlar Fuzuli’yi, Bâki’yi, Nâbi’yi, Nef’i’yi, Neşati’yi, Nedim’i Şeyh Galip’i çıkarmıştır. Şehirlerin gelişmişlikleri ticari büyüklükleri ile ölçülüyor artık. Kapitalizm şehirleri kuşatmış. Müslüman şehirler modern ve kapitalist dünyada kaybetmeye mahkûm olmuştur. Varlıklarını gösterebilmek için kapitalistleşmeleri gerekiyor. Bu yüzden şehirler reklamlarını yapacak değerler arıyorlar. Değeri, değer olduğu için değil, ticari bir metaa

sayı//76// kasım 16


dönüşeceği için arıyorlar. Kapitalizmin hâkim olduğu dünyada şehirleri ekonomik olarak değerlenmek, Marks’ın insanı tanımladığı “ekonomik hayvan” sıfatını şehre yakıştırmaktır. Şehirleri artık Tanpınar gibi sanat, estetik, metafizik yönüyle değil, ekonomik yönüyle tanımlamak zorundayız. Çünkü şehre ekonomik/kapitalist açıdan yaklaştığınızda onu katmanlara ayırıp, Marksizm’de olduğu gibi altyapı-üstyapı diye ikiye ayırmamız gerekiyor. Ancak o zaman şehirleri gerçek anlamda değerlendirebiliriz. Şehirleri tarihi birikimi, geçmiş demografik yapısıyla okumak mümkün değildir. Bugün şehirler yeni bir şekil almış, demografisi değişmiş, kırsaldan aldığı göçlerle yüzde yetmiş nüfusuyla köylüleşmiştir. Artık karşımızda fiziki ve demografik yapısıyla şehir yok, şehirde yaşayan köylüler var. Artık yeni bir İstanbul, yeni bir Ankara, yeni bir Konya, yeni bir Kayseri, yeni bir Diyarbakır, yeni bir Urfa var. Bu şehirleri geçmişiyle anlatmak bir nostaljidir. Mazide kalmış bir hikâye veya efsaneden bahsetmektir. Bu şehirleri geçmişleriyle değil, bugünüyle anlatmak gerekiyor. Bugünü anlamak için çok geriye gitmek gerekmiyor. Bilakis mevcut durumuyla değerlendirmek, tanımlamak gerekiyor. Zira şehirler öylesine hızlı bir değişime giriyor ki geçmişten ilham alarak değil, dışarıdan ithal edilen bir anlayışla şekilleniyor. Dün surlarını aşamayan şehirler, bugün bulunduğu coğrafyaya sığmıyor. Dün araba girmediği şehirlere bugün uçaklar iniyor. Şehirler komşularıyla değil, NewYork, Paris, Londra ile yarışıyor. Gökdelenler, çok katlı binalar, rezidanslar, büyük sanayi alanları… Şehirlerin mabedi artık AVM’ler, ticaret merkezleri ve bankalardır. Bunlar modern kapitalist şehirlerin görünür/somut tanrıları! Şehirleri çok katmanlardan meydana gelmiştir. Sosyologlar için şehir yaşayanların davranışlarından çıkarsama yapacakları yer, sanatçılar için devasa tiyatro ve sinema salonları, film platoları, kendilerini ifade edeceği kafeler, İktisatçılar için şehir ekonomi, siyasetçiler şehir yönetim yeri, müteahhitler, mimarlar, mühendisler ve şehir plancıları için şehir yeniden inşa alanıdır. Kadim şehirlerin yıkılışından modern kapitalist yeni kentler doğmuştur. Kapitalizm ve modernizm kadim şehirleri mağlup etmiştir. Bu mağlubiyet yeni kentlerin zaferi olarak görülse de gerçekte insani olan şehirlerin tükenişidir,

ölümüdür. Kadim şehirlerin ölümü modern şehirleri kısa vadede zafer kazanmış gibi gösterse de, gerçekte insani olanı kaybettiklerinden er geç bunun acısını yaşayacaklardır. II. Dünya Savaşı’nın yıkımı Avrupa’da intiharların ve akıl hastalıklarının çoğalmasına neden olduğu gibi, kadim şehirlerin yıkımı da aynı şekilde akıl hastalıklarının, intiharların, cinayet ve tecavüzlerin çoğalmasına neden olacaktır. Çünkü modern kentler fetihle değil savaşla şehirleri dönüştürmüş, gerçek mantalitelerinden uzaklaştırmışlardır. Şehirlerin demografik ve şekil olarak değişimi bir yandan milliyetçiliklerin yükselmesine neden olurken diğer yandan “yeni Yerlilik” kavramının doğmasına neden olmuştur. Dünyada büyük bir göç dalgası yaşanmakta, şehirlerimiz de bundan payını almaktadır. Bu göçlerin getirdiği milliyetçilik, ötekileştirme yeni sorunların doğmasına ve aynı zamanda yerlilik kavramının sorgulanmasına neden olmaktadır. Avrupa’da yaygın olarak dile getirilen ve “Yeni Yerlilik” le şehirlere yönetim önceliği verilmesi planlanmıştır. 21. Yüzyılda çizilecek haritalarla “Yeni Yerlilik” adı altında tıpkı Ortaçağ’da olduğu gibi “Şehir Krallıkları” benzeri şehirler inşa etmeyi düşünmektedirler. Bugün Avrupa ticaret şehirleriyle müstakil şehir krallığının ilk adımını atmıştır. Küresel dünya bir yandan sınırları kaldırmakta, diğer yandan şehir krallıkları benzeri “Yeni Yerlilik” adı altında ticaret şehirleri oluşturmaktadır. Bu ticaret şehirlerini ise şirketler yönetecektir. Yine bir taraftan dindarlaşan şehirlerden bahsederken diğer yandan deizm ve ateizmin 17


benzemek için çabalarken siyasete şark kurnazlığı göstermektedir.

yükselişinden duyduğumuz endişeyi dile getirmekteyiz. Oysa her şey zıddıyla kaimdir, ne dindarlar eskisi gibi dindar kalabilmekte, ne de ateistler eskisi gibi ateist ve deistlerdir. Sancısı çekilmemiş bir ateizm ve deizmden, bedeli ödenmemiş bir dindarlıktan bahsediyoruz artık. Henüz on beş, on altı yaşındaki ateist bir genç, Nietzsche gibi fikir buhranından sonra ateist olmadığı gibi dindarlaşanlar da Bilal-i Habeşi gibi taşların altında ezilerek bu inanca ulaşmamışlardır. Ne ateistlerimizde Nietzsche’nin karşılığı, ne dindarlarımızda Bilal ve Ömer’in karşılığı vardır. Modern hayat insanların ruhuna öylesine sirayet etmiştir ki, Hıristiyanların azizleri gibi, ne Müslümanların da sahabe gibi yaşaması artık imkânsızdır. Şehirleri ticaret ve kâr için değil, insan için yeniden inşa etmeliyiz. Şehrin hakkını şehre, insanın hakkını insana vermeliyiz. Şehrin de bir hakkı vardır üstümüzde insanın da… Modern kapitalist dünya ne şehirlerin hakkını, ne de yarattığı yeni kentli insanın hakkını vermektedir. “Kent Hakkı” kavramı siyaset ve adalet üzerinden yükselir. Zira Henry Lefebvre’nin ileri sürdü “Kent Hakkı” kavramından şehirlerimiz yoksundur. Örneğin ne adalet ve eşitlik söz konusudur ne de siyasi temsil bağlamında halkın iradesi. Belediyle başkanları, milletvekilleri yerinden değil, başkent Ankara’dan aday gösterilerek şehirlere dayatılmaktadır. Ankara’nın işaret ettiği adaya oy vermekten başka şansı yoktur şehirlerin. Bu yüzden şehre rağmen şehir adına yönetilmekteyiz. Örneğin Ankara, İstanbul, Konya, Kayseri, Antep gibi büyük şehirlerde hiçbir zaman “Kent Hakkı” olmamış, zengin “işadamı hakkı”, Urfa gibi taşra bir şehirde ise siyasette “Feodal veya Ağa hakkı” olagelmiştir. Modern Türkiye şekil olarak Avrupa’ya sayı//76// kasım 18

Ayrıca modern dünya, şehirleri rekabetçiliğe sürükleyerek yarıştırmaktadır. Modern dünya insanın “mutluluğu” nu hedef alan şehirler inşa etmek yerine ekonomik ve ticari hayatta yarışacak şehirler inşa etmektedirler. Modern şehirlerde insanlar yaşamak için değil, yarışmak ve kazanmak için vardırlar. Bu yüzden modern şehirlerde insanlar mutlu olmadığı gibi, sorunludur. Çünkü modern şehirler ahlaki ve ruhî problemler üretmektedir. Ticaret şehirleri, akıllı şehirler, marka şehirler modern dünyanın ve kapitalist düşüncenin ütopyasıdır. Hakikatten kopukturlar. Batılı aklın icat ettiği bu yeni şehir kavramları, teknolojiyi önceleyerek ekonomiyi sürüklemeyi amaçlamaktadır. Tek kaygı kazanmaktır. Bu anlayış insanı değil, kazanmayı önceleyen ve önemseyen bir anlayıştır. Bu şehirler kazanma üzerine inşa edildiğinden hem kendi içinde hem de insanlar arasında katmanlar oluşturur. Ben ve öteki’yi yaratır. Milliyetçilikleri, sınıf farkını insanın gözüne sokar. Oysa kadim şehirler çoğulcu ve çeşitlidir. İnsanı ötekileştiren bir mekân şehir olamaz. Şehir ötekiyle birlikte yaşama mekânıdır. Köyler ve kasabalar ancak öteki yaratır. Milliyetçiliklerin, faşizmin köylüler arasında tutması, şehir kültüründen uzak olmalarından dolayıdır. Eğer şehirler bir arada yaşamaya tahammül edemiyor, öteki üretiyorsa orası şehir olamaz. Çünkü kültür farklılıklardan doğar. Göç almayan, içe kapanık şehirler tarih sahnesinde hiç zaman var olmamış, adlarından bahsettirmemişlerdir. Tarihe mal olmuş şöhretli şehirler göç alan, kültür ve medeniyet üreten şehirlerdir. Tarihte ekol olmuşlardır. İstanbul, Atina, Roma, İskenderiye, Konya, Bursa, Urfa vs. Sonuç olarak şehir üzerine yalnızca nostalji olarak değil, fikir ve teori bağlamında da bakmak gerekir. Şehirlerimizi Tanpınar’ın gibi okumak edebiyat ve sanatın alanına girer. Sancılı ve sorunlu şehirlerimizin gerçek anlamda kültür ve medeniyetimizle uyumlu bir hale getirmek istiyorsak, kendi teorilerimizi yaratmalıyız. Şehir tahayyülümüz, şehir sosyolojimiz, şehir felsefemiz olmalıdır. Ancak o zaman gerçek anlamda şehirlerimiz hak ettiği yerlere gelebilir. Avrupa’da şehir üzerine ileri sürülen düşünce ve teorileri görmeden, şehir teorileri üzerine düşünmeden, şehir üzerine söyleyeceğimiz her söz havada kalacaktır.


ÜRETİMLERİ ARTIRARAK, DOLARIN BURNUNA HALKA TAKILMAZ İSE;

AMERİKA ÜLKELERİN

BURNUNA HALKA TAKAR

Şehirlerde temel ürün ve zorunlu hizmet üretimini bir kenara iterek, paradan para kazanmayı kutsallaştıranlar, bütün şehirleri büyük bir kumarhaneye dönüştürmüşlerdir. Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞAN*

ew York’ta Birleşmiş Milletler binasında olduğu gibi, dünyanın bütün dilleri konuşulur. Dünyanın her yerinden gelmiş, her milletten ve her dinden insanlar yaşar. Wall Street’iyle, küresel bankalarıyla, uluslararası kuruluşlarıyla, New York dünyanın para merkezidir. Washington Amerika’nın, New York paranın başşehiridir. New York’un finans kuruluşları öksürürlerse, bütün ülkelerin ekonomileri hasta olurlar ve yatağa düşerler.

T.C. Maltepe Üniversitesi

Wall Street küresel şirketlerin hisse senetlerinin, alınıp satıldığı borsaların olduğu kadar, dünyada paradan para kazanmanın büyülü merkezidir. New York’ta açgözlüğü baştacı edinen, doymak nedir bilmeyen insanlar, döviz kurları ve borsa endeksleriyle beslenirler. Bütün New York’luların ekonomik, siyasal ve kültürel hayatları, doların rengine boyanmıştır. Dünyanın merkezinde, her şey dolarla ölçülür ve dolarla değerlendirilir. New York’ta Wall Street paranın yeni yüzyıldaki yeni tapınağıdır.New York’un Wall Street’i dünyada borsa endekslerinden ve döviz kurlarından kazanç sağlamanın en önemli ve en başarılı örneğini oluşturmaktadır. Londra borsasından Tokyo borsasına kadar, bütün ülkelerin borsaları, Wall Street’i örnek almaktadırlar. New York küresel finans kuruluşlarıyla, bütün ülkelerdeki, paradan para kazanma işlemlerini birbirine bağlamaktadır. Bu yüzden Wall Street’te yaşanan bir finansal kriz, dalga dalga bütün dünya borsalarına yayılmaktadır. Dünyada insanlar paranın kazandığı sarsılmaz iktidara başkaldırıyorlar. Bütün ülkelerde insanlar, paranın kutsallaştırılmasına karşı çıkıyorlar. Dünyayı yaşanır kılacak, her şeyin parayla ölçülmesine, bütün ülkelerdeki erdemli insanlar isyan etmektedirler. Artık dünyanın para merkezi Wall Street, bütün toplumların karşı karşıya oldukları, küresel sorunları çözmekte yetersiz kalmaktadır. Kolayca kazanılan paralar, kolayca yitirilmektedir. Şehirlerde temel ürün ve zorunlu hizmet üretimini bir kenara iterek, paradan para kazanmayı kutsallaştıranlar, bütün şehirleri büyük bir kumarhaneye dönüştürmüşlerdir. Bunun için faiz odaklı, parasal ekonominin kaynaklarını kurutmadan, dünyanın finansal krizlerin üstesinden gelmek mümkün değildir. Şehirlerde parayı yöneten, küçük bir azınlığın çoğunluk karşısında seslerinin çok çıkması, hiçbir zaman güçlerinin, büyük olduğu anlamına gelmemektedir. Dünyanın bütün şehirlerindeki, para çekim merkezlerinin iktidarları sarsılıyor. Dünyada büyük bir çoğunluk, haksız parasal kazançlara, yönetimlerdeki yoksulluklara karşı, seslerini duyurma yolunda önemli adımlar atmaktadır. Ülkelerinin borsalarında ve finans merkezlerinde, paralarının değerini koruyamayan yönetimler, büyük bir sarsıntı geçirmektedirler. Dünyanın her yanında, haksız kazançlar ve sonu gelmeyen yolsuzluklar, bütün kötülüklerin anasıdır. 19


YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

MUSUL -IOsmanlılarca geri alınan Musul, 1850 yılında mutasarrıflık haline getirilerek Bağdad'a bağlanmışsa da 1877'de tekrar vilayet olmuştur. Zengin petrol yatakları bulunan şehir, I. Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından işgal edilmiştir. 1857 yılında Musul'da 38 mahalle, 27 cami ve mescid, 18 de medrese bulunuyordu. Hüseyin YÜRÜK

avlan ya da Mavsil de denilen Musul, El Cezire bölgesinde, Dicle Nehri kıyısında, eski Ninova şehrinin batısında kurulmuştur. Savunmaya uygun coğrafî konumuyla, verimli topraklara sahip olan şehir, antik çağdan sonra Hristiyanlığın önemli bir merkezi haline gelmiştir. Halife Ömer zamanında İslâm idaresine giren Musul, Emeviler ve Abbasiler döneminde de önemini korumuştur.1092 yılında Büyük Selçuklu, daha sonra Atabeklerin yurdu olan Musul, I. İmadeddin Zengi (1127¬-1146) zamanında mamur bir belde olmuştur. Şehrin eski surları tamir edilerek muhteşem binalar ve bahçelerle süslenmiştir. Bu bölgede yaşadığı söylenen Yunus, Daniel, Circis gibi peygamberler adına türbe ve makamlar inşaa edilerek ziyaretgâh haline getirilmiştir. Çarşı meydanında İmadeddin Zengî'nin tamir ettirdiği Emeviye Camii, Nureddin Zengî'nin yaptırdığı Ulu Camii, Mücahideddin Kaymaz'ın Dicle kenarındaki Mücahidî Külliyesi önemli yapılar arasında yer almıştır. Bedreddin Lülü zamanında (1233-1251) Musul en parlak dönemini yaşamıştır. Tepede iç kale, düzgün caddeler, çoğunun üzeri kubbe ve tonozlarla örtülü kâgir evler, cami, türbe, saray ve hanlarıyla Musul, seyyahların anlatmakla bitiremediği bir şehir olmuştur. 646 (1288) yılı havadisinde İbn-i Fevtî, Musul'un mamur olduğunu, Bağdad sel taşkınına maruz kaldığından, Musul'un Hatuniye mahallesindeki Türkmen çarşısının dolup taştığını, Bağdadlıların alışverişlerini buradan yaptıklarını kaydeder. Nitekim A. Süheyl Ünver, kaleme aldığı bir makalesinde 1154-1232 yılları arasında yaşayan Ebu Said Gökbörü'nün Musul'da Erbil şehrinde yaptırdığı hayır kurumlarından ve o dönem Türk beylerinin topluma yönelik davranışlarını anlatmaktadır (Mesera, Kazancıgil ve Sayar, 2017:466). Moğol istilâsında, Bedreddin Lülü'nün sağlığında yağmalanmaktan kurtulan şehir, 1261 yılında saldırıya uğrayıp yok olmuştur. 1871'de Musul'da 18 cami, 300 mescid, 14 medrese, 10 hânkâh, 2 köprü 1 de sur duvarı bulunduğu tespit edilmiştir. Bu eserler, Atabekler döneminden kalan birkaç yapı dışında, Osmanlı döneminde inşaa edilmiştir. Timur işgali sırasında şehirdeki bayındırlık

sayı//76// kasım 20


faaliyeti arttırılarak Nebi Yunus ve Nebi Circis külliyeleri tamir edilmiştir. Akkoyunlular devrinde meydana gelen çekişmelerden zarar gören Musul, Safeviler zamanında da aynı ilgisizlikle başbaşa kalmıştır. Bekir Subaşı hadisesi ile İranlıların eline geçen Musul, 1667 depreminde büyük hasar görmüş, veba salgını başlayınca, halk kit¬leler halinde göç etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bundan: sonra sık sık çevre eşkiyası ve Sincar bölgesi Yezîdîleri tarafından soyulan şehir, Nadir Şah'ın işgali ile iyice perişan olmuştur. Osmanlılarca geri alınan Musul, 1850 yılında mutasarrıflık haline getirilerek Bağdad'a bağlanmışsa da 1877'de tekrar vilayet olmuştur. Zengin petrol yatakları bulunan şehir, I. Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından işgal edilmiştir. 1857 yılında Musul'da 38 mahalle, 27 cami ve mescid, 18 de medrese bulunuyordu. MUSUL’UN YİTİK HALE GELMESİNİN HİKAYESİ

bitmiştir.” Demişti. Ali Şükrü Bey, Lozan’a gidecek yeni bir heyetin neler yapması lâzım geldiğine dair kendi şahsî mütalaalarını uzun uzun anlatmıştı. Sonra on iki ada, Yunanistan’ın elinde bulunan adalar ve Musul meselesi üzerinde durmuştur. (Cebesoy,2007:432) Ali Şükrü Bey, Musul meselesinin ertelenmesini de şöyle eleştiriyordu: "Efendiler, soruyorum, düşmanların altı ay sonra iade etmiş olduğu bir toprak var mıdır? Yoktur efendiler. Hangi toprak bir daha iade edilmiştir? Musul 'u bir sene sonraya bırakmak... Neticede kaybetmek demektir.” ( Doğan M.2014:225 ). Dr. Rıza Nur, 1922 yılındaki Lozan Görüşmeleri sırasında Musul ile ilgili yaşanan gelişmeleri şöyle anlatıyor: Fakat İsmet Lozan'da Musul için daima bana: «Canım gel şunu bırakalım da sulh yaparım» der beni zorlardı. Ben «Olmaz, bütün mukavemetleri yapalım» derdim. «Canım sonra boca ederiz. Sulhu kaçırırız.Verelim derdi (Nur,1991:19).

30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul ve çevresi hâlâ Türklerin elinde ve Ali İhsan Paşa komutasındaki birliklerin idaresindeydi. Ateşkes ile savaşın bitmesi ve bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği yönündeki mütareke hükmü İngilizleri durdurmaya yetmedi. İlerlemeye devam ettiler ve Türk birliklerinin Musul'u terk etmesini istediler. Türk kuvvetlerinin komutanı Ali İhsan Paşa, bu isteği reddetti ancak İstanbul Hükümeti’nin talimatı üzerine Musul'u bırakıp Nusaybin'e kadar çekildi (Öndeş,2012: 389).

(….) Bu komisyonda bir mühim mesele vardı. O da El cezire hududu, yani Musul meselesi idi. İngilizler kanaatim gibi sade Boğaz meselesine ehemmiyet verdiler. O olunca, ekonomik işlere pek de kulak asmadılar. Sade Musul'a ehemmiyet verdiler (Nur,1991:34-35).

1.Meclisteki Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey Misakı Milli sınırlarımız içinde olduğu için Musul’un başka devletlere verilmesine karşı çıkanlardan biriydi. Bir kumandan ve bir askerî mütehassıs olan İsmet Paşa’nın Boğazlar ve askerî tahdidat meselesini hallettiğini, fakat bir diplomat olmadığı için diğer meselelerde muvaffak olamadığını ileri süren Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zaferin Lozan’da heba edildiğini söylemişti.

Bu müzakereler bir müddet şifahen devam etti. Sonradan nota halinde tahriri hal de yaptık. İsmet mütemadiyen bana: -Gel, şu Musul'u verelim de kurtulalım diyor. Ben de -Olamaz, Musul bizim en mühim yerimizdir. Orası böğrümüzdür. Böğrümüze hücum oradan olur. Hem de başımıza bir Kürdistan fikri çıkar. Çalışalım. Kurtulmak ihtimali vardır, diyorum. O da: -Etme, sonra boca olur. Muahede, sulh kalır. diyor. Ben de bir düziye mâni oluyorum. İngilizler -Musul’u size vermek demek, sizin Bağdat'a inmeniz demektir diyorlar. Anlaşılıyor ki, bundan korkuyorlar. İsmet benden aciz kalıp Ankara'ya yazdı. Hükümet Erkân-ı Harbiye'ye sormuş. Fevzi Paşa

Dönemin Meclis Başkanı Ali Fuat Cebesoy, Ali Şükrü Bey’den şöyle bahseder: Ali Şükrü Bey, Lord Curzon’un oyunlarına ve desiselerine kurban gittiğimizi iddia etmiş ve “Bu murahhas heyetinin sulh meseleleri üzerinde sözleri olamaz efendiler. Artık bunların vazifeleri

(…..) Irak hududu Musul işiydi. Bunu ilk günlerden beri hususi surette halle çalıştık. Curzon ile İsmet görüştüğü için birkaç defa da ben baş başa Curzon'un odasında kendisiyle görüştüm.

21


nehrinin sağ cihetinde mebnî (kurulmuş) olup, takrîben sekizbin haneyi, üçbin dükkân ve saire ile kırk-elli kadar cami ve mescid ve medreseyi ve kırkbine karîb nüfusu şâmildir (içermektedir). Maamafih, bu miktar nüfus yerli olduğundan, hariçten âmed-şüd (gelip gidenler) ile ale'ddevam (her daim) mevcut nüfusun miktarı altmışbini mütecaviz (aşkın) tahmin olunmaktadır.

-Musul’u almalı demiş. Bu bana kuvvet oldu. İngilizler ile hususi görüşmelerde epey terakki oldu. Bir gün İngilizler bize geldiler. Yeni teklifte bulundular. Ellerinde haritaları da vardı. Hududu çizmişlerdi. İşte dediler. Musul'un hemencik şimalinden hududundan geçiyor ve Süleymaniye sancağını tamimiyle bize bırakıyorlardı. Bu büyük bir şeydi. Demek Musul'u almak için ümit artıyordu. Bizim askeri müşavir Tevfik (Bıyıklıoğlu) “Süleymaniye'den ne çıkar? Buraları dağlıktır. Musul olmayınca oralara gidilemez bile. Başa belâ olur.” dedi Ben oraları bilmem, asker de değilim. Görüyorum İsmet de bunları ondan soruyor.Bana öyle geliyor ki, İsmet Tevfik'in tesiri altında.Hakikaten bu adamın İsmet üzerinde, orduda ve Lozan'da ve sonraları çok menhus tesiri olmuştur. Araplar zamanında Tevfik, İsmet'in yanındaydı. Onun hassas damarlarını biliyor. Derhal damarına giriyordu. “Tevfik Süleymaniye'den ne çıkar” sözüyle beni kandırdı. Böyle olsaydı da bari Süleymaniye'yi alsaydık. İki yıl sonra. Bunu da alamayarak İsmet bütün Musul'u terk etti. Bu işe Fethi'yi memur ettiler, İngilizler de Vilkons'ı. Mesele Cemiyet-i Akvamla düştü (Nur,1991:68-69). ŞAHİTLİKLER

Kâtip Çelebi, babası ve amcası ile birlikte Sultan 4.Murat ile birlikte Bağdat Seferine katılmıştı. 1626 yılında sefer dönüşü Musul'a geldikleri zaman önce babası, onun arkasından, Cerablus menzilinde amcası vefat etmişti. Bunun üzerine Kâtip Çelebi, Diyarbakır'a gelmişti. (Kâtip Çelebi’den aktaran Gökyay,1982:1-2-3-4-5-6) 1892 yılında Musul’e giden bir devlet görevlisinin şehre ait gözlemleri ise şu satırlardan oluşuyor: Musul şehri, Dicle sayı//76// kasım 22

Şehrin ahalisi umumiyetle lisan-ı Arabî ile mütekellim (Arapça konuşmakta) iseler de, içlerinde Türkî, Farisî, Kürdî lisanlarına aşinaları (Türkçe, Farsça ve Kürtçe lisanlarını bilenler) de pek çoktur. Nehir üzerinde güzel ve metîn (sağlam) bir köprü mevcut olup, karşı cihetle şehrin mevâridâtını teshîl etmiştir (ulaşımını kolaylaştırmıştır). Kasabanın etrafında, tahmînen, (çevresi) onbin metre devresinde (uzunluğunda), cesîm bir sur vardır ki, duvarlarının irtifâ'ı (yüksekliği) on, sihanı (kalınlığı) bir-buçuk metreden ziyadedir. Mezkûr surda onsekiz adet de cesîm kuleler bulunup, herbirinin irtifa'ı onbeş ve muhîti (çevresi) on metreye karîbdir. Bu kulelerden bazısı harâba yüz tutmuş ise de, ekserisi hal-i aslîsi üzere (olduğu gibi) kalmıştır. Surun, haric-i şehre (şehrin dışına) açılır oniki kapısı vardır. İşbu sur, hey'et-i mecmuasıyla (bütünüyle) âsâr-ı nâdire ve atîkadan maduttur (nadir ve eski eserlerdendir). Şehrin ebniyesi (binaları), umumiyetle taş tuğla ile yapılmış kargirdir. Burada, inşaat için kullanılan ve cas tabir olunan bir nevi kireç, adeta çimento gibi kuvvetli olduğundan, binalar sürat ve metânetle (sağlamca) vücuda geliyor. Ebniye-i mezkûre (sözkonusu binalar), gayet latif ve dil-nişîn (güzel) bir tarzda olup, hususiyle (özellikle) nehir üzerine yapılan sahilhanelerin (yalıların) manzarası pek dilrübâdır (hoştur). Sahil-i nehirde mebnî cesîm (nehir kıyısında kurulu büyük) bir hükümet konağı ve on tabur isti'âb edecek vüs'atta (alacak genişlikte) bulunan askerî kışlası, şehrin mebânî-i âliyesindendir (yüksek-büyük binalarındandır). Nehir üzerine havaleli bir surette ahşaptan inşa edilmiş olan kahvehaneler, akşam-sabah, birçok erbab-ı zevk ü safâya (zevk ve keyif düşkününe) nüzhet-gâh (gezinti yeri) olmaktadır. Şehrin etrafında dahi birçok bağlar, bahçeler, hurma ağaçları, mevkiin letâfetini tezyîd eylemektedir (güzelliğini artırmaktadır). Devam edecek...


Akrân-I Yetîm Başım üzre hârelendi bulutlar, yüreği mühürledim, Uçavardım, en sapa dağın tenhâsına tünedim Gelip orada buldular, ayağa köstek vurdular Bir zaman debelendim, sonra kaderdir dedim Bir vakitler ağzımdan alevler uçar idi, şiir söylerdim, Yanan bendim, yakan bendim, ben kendim. Gün oldu, elime vurup ekmeğimi aldılar Ne şekvâcı oldum, âh ettim, ne bedduâ söyledim Kör bıçağı taşa vurdum, ele muhtaç olmadım El şükr-ü lillâh, kendi göbeğini kendi kesendim, Kimesne kalmadı sencileyin Ârifâ, yârân çekildi bir bir Sen garibsin şimden gerû, sen bir öksüz, sen bir akrân-ı yetîm Kâmil UĞURLU

23


BALIKESİR

“ON NUMARA YİRMİ YILDIZ ŞEHRİMİZ BİZİM” Yörük ve Manav memleketidir Balıkesir. Birazcık da Muhacir. Bu özellik türkülere deyimlere atasözlerine de yansımıştır.. Fahri TUNA

n numara şehir. On numaralı şehir. On numara yirmi yıldız hatta. Adına bakın şehrin arkadaş; Balıkesir. İkiye bölün: Bal ve kesir. Bir kovan balınız var şimdi. En halisinden hem de. Alın onu, yirmiye bölün, yirmi ilçesine dağıtın. Alın size, yirmi ilçesi de ayrı ayrı ballı, ayrı ayrı güzel, ayrı ayrı şirin bir vilayet: Bal’ı’kesir. Mustafa Kemal, - başka şehirlerin camilerinde minbere çıkıp hutbe okumuş mudur, ben duymadım, - Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde 7 Şubat 1923 Cuma günü bizzat hutbe okumuştur. Ve orada hepimizin altına tereddütsüz imza atacağımız şu hutbeyi irat etmiştir (içinden geldiği gibi söylemiştir:) “Efendiler! Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, söylenenleri dinleme ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılması lâzım geldiğini düşünmek, yani birbirimizin görüş ve düşüncelerini almak için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihninin başlı başına faaliyette bulunması lâzımdır. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz için, her şeyden önce hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.” Kaf Dağı neredir, bilemem. Bu dünyada mı, öte dünyada mı, belli değil. Bir efsane o. Gelin, ben size başka bir efsaneden bahsedeyim: Gidip mutlaka görün, dünya gözüyle, bana çok hak vereceksiniz, yeminle bak. Kaz Dağları. İklimi ayrı efsane, ruha huzur vermesi ayrı efsane, sağlığa şifa olması başka efsane. Ton ton yeşil, ton ton güzellik, ton ton doğa; bırakın kendinizi, kaybolun, korkmayın. Kaz Dağlarında kaybolununan yollar, size, kendinize, kalbinize çıkacaktır. Efsanelerin gerçekliği bu dünyada, bir tek Kaz Dağlarında mevcuttur, diyeyim size.

sayı//76// kasım 24

Ayvalık tost, Bandırma vapur, Burhaniye festival, İvrindi kolonya, Gönen hikâye (Ömer Seyfettin) ve kaplıca, Manyas kuş cenneti, Havran hâlis zeytin yağı, Savaştepe köy enstitüsü/öğretmen, Erdek tatil, Susurluk ayran demektir Balıkesir’de. İvrindi Çoban Festivali yapmak en büyük hayalim diyen İvrindi Belediye Başkanı Yusuf Cengiz kardeşime üstün başarılar diliyorum. İvrindi girişinde de koyun heykeli görmüştüm zaten. Yapılacak o festivalde zamanla, Kemalettin Kamu’nun Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum diye başlayan ve Gönlümü yayla yaptım Bingöl Çobanlarına dizesiyle biten o meşhur şiirinden, hiç de geri değil, çok daha ileri şiirler hikâyeler hatıralar masallar ninniler ortaya çıkacağına, adım gibi inananlardanım ben. Haydi Yusuf Başkan. Arkandayız. Çek besmeleyi artık. 2 ve 22 rakamları çok önemlidir Balıkesir’de. 10 kadar. İki denize (Marmara ve Ege) komşu olan, yirmi iki adası bulunan kaç il var Türkiye’de başka. Bilen beriye gelsin. Şimdi iki kavramı, iki kelimeyi, iki ismi söyleyince çok mutlu olacak ve gurur duyacaksınız: Havranlı Koca Seyit. Bildiniz. Çanakkale Savaşında 276 kiloluk top mermimizi kaldırıp ateşleyen ve dönemin kibirli, yenilmez denilen, dört yana ölüm kusan İngiliz Ocean Zırhlısını boğazın serin sularına gömen büyük büyük büyük kahramanımız. Yörük Seyit’in adı, Edremit Havaalanında yaşıyor şimdi. Bu ismi verenlerin alınlarından öpüyorum, gerçekten. Kırkpınar, cihan, dünya şampiyonumuz yiğitler yiğidi, aslanlar aslanı, pehlivanlar pehlivanı Kurtdereli Mehmet’imize de bir parantez açalım. Bileğini dünyada kimsenin bükemediği Mehmet Pehlivan’ın, güreşi bırakırken kıspetini Kâbe’ye armağan ettiğini de belitmeliyiz. Yörük ve Manav memleketidir Balıkesir. Birazcık da Muhacir. Bu özellik türkülere deyimlere atasözlerine de yansımıştır; örnek olsun diye birkaçını alayım buraya: Borcun iyisi vermek, derdin iyisi ölmek. / Çocuklar oynamaktan, gençler işlemekten, ihtiyarlar söylemekten yorulmaz. / Herkesin aklı bir olsa, koyuna çoban bulunmaz. / Mal mala girer, dal dala. İki keklik bir kayada ötüyor / Ötme de keklik derdim bana yetiyor /Annesine kara da haber gidiyor. (Nakarat:) Yazması oyalı kundurası boyalı / Yar benim aman aman, yar benim / Uzun da geceler yar boynuma / Sar benim aman aman, sar benim. Bu türküyü duyalı ve seveli yirmi yıl olmuş benim için. Orhan Hakalmaz’ın o Balıkesir gibi duru, sade,


düz, gösterişsiz, edepli, saygılı, güvenli sesinden dinleye dinleye. Sonra öğrendim ki bu güzel türkümüzü Muzaffer Sarısözen büyüğümüz Balıkesir’den derlemiş. Ne de yakışıyor Balıkesir’le bu türkü birbirlerine. Her insan bir şehirde doğar. Kader işte. Eyvallah. Ya sonra? Sonra, hayatına giren üç beş şehir daha vardır. Benim doğduğum vilayet Sakarya, mâlumunuz. Ya sonraki şehirlerim? Sıkı durun: Yetmiş gün resmen, otuz üç gün fiilen kaldığım, ikinci şehrim Balıkesirdir benim. Hem de on sekiz yaşımdayken. Sonra Denizli, sonra Mardin, sonra Edirne ve hep İstanbul. Balıkesir’de geçen otuz üç mübarek günümü anlatayım kısaca size: Bir çocuk düşünün. Çiftçi bir babanın iki erkek çocuğunun büyüğü bir çocuk. Türkiye’deki dokuz yüz altmış yedi ilçeden birinde, dokuz yüz doksan nüfuslu bir ilçede, ortaokul sona gitsin. Bin dokuz yüz yetmiş dört yılı ilkbaharı. Öğretmenleri orta sondaki her çocukla beraber onu da parasız yatılılık sınavına il merkezine götürsünler. Yaz tatilinde sonuçlar açıklansın. İlçeden iki çocuk kazansın bu sınavı. Birisi bizimkisi. İl merkezinde dört yıl İmam Hatip Lisesi’nde okusun, parasız yatılı olarak. Hikâyeler, şiirler filan yazsın bizim delikanlı. Edebiyat kolu başkanı olsun son sınıfta, Sesimiz diye okul tarihinin ilk duvar gazetesini çıkartsın, kol arkadaşlarıyla beraber. Yetmiş sekiz yazında okulu bitsin. Yatılı okudu ya, yasa gereği mecburi hizmetle, bir yerde dört sene imamlık yapmak zorundadır. Delikanlımız başkentte kura çekecektir şimdi: Bir çeker ki Balıkesir ili Savaştepe ilçesi Çukurcuma Köyü. Aman Allah’ım. Balıkesir nire? Üç dört vilayet ötesi. Delikanlımız on sekizinin içinde daha. İlinden bir kez çıkmış dışarı, o da başkente kura çekmeye. Okul arkadaşlarıyla beraber gitmiş Allah’tan, yoksa yolunu kaybedecekmiş. (Kim bilebilir bu bıyıkları yeni terlemiş delikanlının ileride şehir portreleri de yazan bir seyyah olacağını. Ben bilemedim mesela.) Sekiz saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra, yetmiş seksen bin nüfuslu bir Anadolu kasabası görünümündeki Balıkesir’in otogarına inebilmiş bizim çocuk, yarı ağlaya yarı oflaya puflaya. Anasından babasından şehrinden ilk ayrılışıymış. Yuvadan ilk uçuşuymuş bizim kekliğin. Savaştepe’yi de Çukurcuma’yı da güç bela bulmuş. Kur’an’ı yüzünden zor okuyan, üniversiteye basamak yapmak için imam-hatip’e giden bizim delikanlıya otuz üç gün sonra bir telgraf gelmiş: Mühendislik Fakültesini kazandınız! Âlâ. Aliyyü’lâlâ hem de. Derdi bu

değil miydi zaten. İstifayı bastığı gibi gitmiş şehrine, fakültesine hemen bizimkisi. Aradan tam otuz üç yıl geçmiş. Bizimkisi üst düzey memur emeklisiymiş artık. Eşiyle Didim’e tatile giderken Gel şu bizim Çukurcuma’ya bir uğrayalım. Kalmış mı bizi hatırlayan bakalım demiş. Yine güç bela bulmuşlar köyü. İlkin tanıyamamış köylüler bizimkini. Artık yetmiş beşlerindeki boncuk gözlü Ayşe Teyze, eski muhtara seslenmiş: Gel hele adam. Bak bizim ağlayan hoca gelmiş! Hani bizim yandaki evimizde yatıp kalkmıştı ya. Meğer otuz üç sene önce, bizim toy hoca, köyün Savaştepe’yi gören kayasına gider, annemi babamı çok özledim diye iç çekip çeker, türküdeki iki keklik misali, bizim hoca da kayada ötüşür, ağlaşır dururmuş bir zamanlar. Bu otuz üç günlük, ağlayan hoca da kim miymiş? Bu satırların yazarı Fahri Tuna elbette. Balıkesir denilince aklınıza hemen o muhteşem peynir tatlısı höşmerim/ höşmelim geliyor değil mi? Cık. Feci yanıldınız. Höşmerim Balıkesir tatlısı değil çünkü. Şaka şaka. Elbette Balıkesir’in tatlısı. Ama aynı oranda Adapazarı’nın tatlısıdır höşmerim. Vallahi billahi, bakın. Hangi üç beş asırlık Adapazarı ailesinin kapısını çalsanız, evin yetmiş beş yaşlarındaki annesi, höşmerimin (bizimkiler höşmelim veya höşmel derler) tarifini verecektir size. İstisnasız. Biz çocukluğumuzda çok yemişizdir. Hâlâ da yapılar seyrek de olsa. Sadece Adapazarı’nda mı? İzmit’te, Yalova’da, Bilecik’te, Bursa’da, Eskişehir’de, Kütahya’da da. Nedeni şu: Höşmerim bizim Orta Asya’dan getirdiğimiz bir peynir tatlımızdır. Ufak tefek farklılıklarıyla Doğu Marmara ve Yukarı Ege’nin bütün Yörük/Manav Türkmenlerince iyi bilinir. Balıkesir bunu ticari ve sınai bir ürün hâline getirmiştir. Ne güzel. Ne büyük başarı. Balıkesir ileri gelenlerini kutluyorum. Zinhar kıskanmadan hem de. Otuz üç yıldır Balıkesir damadı olan ve her sene yaz tatilinin yarısını Balıkesir’de geçiren, mühendislikten sınıf arkadaşım yakın dostum Gürsel Kaya’ya Balıkesir denilince ilk aklına gelen üç şey? diye sordum, bakın cevabı ne oldu: İstanbul’da gez, İzmir’de eğlen, Balıkesir’de evlen. Ben bu söze uydum, memnunum. İkincisi Cumartesi pazarı. Üç, taze börülce salatası, nefistir gerçekten. Balıkesir, can dostum profesör Cevdet Avcıkurt’un şehri, can yeğenim akademisyenim nur yüzlüm Nur Yıldız'ın’şehri. Ballı şehir; bal Türkçeli, bal türkülü, bal Türklerin şehri. Türk şehri, türkü şehri, Türk’ün şehri Balıkesir. Balıkesir; on numara yirmi yıldız bir şehrimiz. 25


ufut Kale Kırımın Bahçesaray civarında uçurumun kenarında bulunan çok popüler bir kaledir. Bu doğal kaya kaleyi doğanın kendisi yaratmıştır ve insanlar onu kesinlikle erişilemez kılmak için sadece biraz çaba sarf etmek gerekiyordu. Yapılan ilaveler ile kale tam bir kartal yuvası gibi erişilmez ve zaptedilmesi kolay olamayan bir kale haline getirildi.

“KIRIM- BAHÇESARAY’IN TARİHÎ KALESİ”

ÇUFUT KALE -I-

Kırkyer kalesi, bağımsız Kırım Hanlığı'nın ilk başkenti oldu. Hacı Giray ikametgahını oraya nakletti. Kırkyer Hanlığı'nın efendisi Eminek Bey'i yenmeyi başardı ve Kırım hükümdarlarından oluşan bir hanedan kurdu. Doç.Dr. Svetlana KERİMOVA*

Araştırmacıların sonuçlarına göre, kalenin temeliyle ilgili bir tarih bulunmuyor: bazıları, tahkimatın 6. yüzyılda ortaya çıktığını iddia ediyor, diğerleri güvenle 11. yüzyıla işaret ediyor. Ancak insanoğlunun 7 bin yıl önce kale civarında yaşadığı kanıtlanmıştır. İlkel insanlar için, üç vadinin üzerinde yükselen bu dağ mahzeni, bir düşman saldırısı durumunda her zaman güvenilir bir sığınak görevi görmüştür. Çağımızın ilk yüzyıllarından kalma modern Çufut-Kale bölgesinde, geleneksel olarak İskitlerin en yakın akrabaları olarak nitelendirilen, oldukça temsili bir İran dili konuşan Sarmatian-Alans (Ases) kabilesi yaşıyordu. Alanlar Hristiyanlara sempati duydular, bu yüzden gönüllü olarak kuzeydoğudan gelen davetsiz misafirlerden Tauride Chersonesos'un savunucuları rolünü üstlendiler. Tarih, ilk göksel kalenin adını korumadı, ancak sayısız tarihe bakılırsa, daha sonra Tam olarak adlandırıldı. Kırım'daki Hazar yönetimi sırasında (VIII-IX yüzyıllar), Alans şehri "kırk kale" anlamına gelen Türkçe Kırkyer adını aldı.

*Kırım ( KİPU) Üniversitesi

sayı//76// kasım 26

XIII.Yüzyılın sonunda, Emir Nogay önderliğindeki Altın Orda Tatarları Kırkyer'e yaklaştılar, ancak yüksek dağ kalesini şiddetli taarruzlar ile ele geçiremediler. Bir hile yapmaları gerekiyordu. Söylenilen bir efsaneye göre ' Emir'in halkına çevredeki yerleşim yerlerinden tüm müzik aletlerini ve bakır kapları toplamalarını emrettiğini söylenir. Bu ellerindeki aletleri, üç gün üç gece Tatarlar ellerindeki her şeyi dövdüler ve yaklaşan saldırının ses etkisini yarattılar. Uyanık Alanyan savunucuları, hileyi göründüğü gibi ele alarak, tüm bu süre boyunca kalenin duvarlarında düşmanı hazır bir şekilde beklemeye başladılar. Ancak dördüncü sabah, kaleyi savunanlar buna dayanamadılar ve ellerinde silahlarla uyuyakaldılar, ancak o kadar derinden


uyuyorlardı ki, Tatarların şehre sessizce girdiklerini duymadılar. Kırkyer kalesi, bağımsız Kırım Hanlığı'nın ilk başkenti oldu. Hacı Giray ikametgahını oraya nakletti. Kırkyer Hanlığı'nın efendisi Eminek Bey'i yenmeyi başardı ve Kırım hükümdarlarından oluşan bir hanedan kurdu. Onun hükümdarlığı sırasında buraya bir han sarayı inşa edildi, Canibek tarafından inşa edilen cami genişletildi ve bir medrese kuruldu. Kalede bir de darphane inşa edildi. Giray hanedanına ait darphanenin kalıntıları korunmuştur - burada "Kırk Yer" yazılı gümüş sikkeler basılmıştır. Çufut-Kale Dağı'nda soylular uzun yıllar hapiste tutuldu ve bunlar için büyük fidye talep edildi. Mahkumlar arasında Rus büyükelçileri Vasily Aitemirov ve Prens Romodanovsky vardı; Bu arada yapılan bir savaş neticesinde Polonyalı Komutan (Hetman) Pototsky esir alındı ve Kırım Hanının uzun süredir en büyük düşmanları olan Zaporozhye Kazakları'na karşı savaştı, ancak aynı zamanda esir tutuldu. Kim olduğun, düşmanın ya da müttefik önemli değildi, onlar için önemli olan ödenecek fidye miktarıydı. Bu esirlerin arasında en fazla eziyet çeken Rus vali V.B. Sheremetev oldu. Sheremetev, savaş alanında ölmedi, ancak 1660'ta yakalandı ve yirmi yıldan fazla bir süre mağara kenti Çufut-Kale'nin serf hapishanesinde geçirdi. Fidye için kaçırıldıktan sonra doğal olarak şu sorular ortaya çıkıyor: “Neden Çufut-Kale'ye fidye verilmedi? Akrabalar nasıl bu kadar uzun yıllar bekleyebilir ve soylu ve kesinlikle fakir olmayan bir voyvodanın serbest bırakılması için para toplamaz? Neden sonunda kralın kendisi bu konuda yardım etmedi? " Her şey basit. Fidye olarak, Kırım hanları ne az ne de çok iki şehir - Kazan ve Astrakhan'ı talep etti. Sheremetev'in kendisi, böyle bir fiyata özgürlük istemediğini ve Çufut-Kale tutsağı olarak kalmayı tercih ettiğini yazdı. Ancak talebin uygulanamaz olduğunu anlayan han, vali için 60 bin altın ruble aldı ve asil tutsağı serbest bıraktı. Tutuklu kaldığı süre zarfında hastalanan Sheremetev, hasta bir vaziyette evine döndü. Vasily Borisovich evine döndükten sonra sadece altı ay yaşadı ve öldü. Daha sonra Tatarlar Çufut-Kale şehrini terk

ederek burayı Karaitlere terkettiler. Bu Kırım'da yaşayan Karait halkının geleneksel mesleği deri giydirme, boyama ve işlemedir. Karait zanaatkârları fes, deri ve tüylü deri işleri ile uğraştılar; eyerler, dizginler, deriden ayakkabılar yaptılar. Karay eyerleri, rahatlıkları, güzellikleri, hafiflikleri nedeniyle değerliydi; Çerkesler bile satın aldı ve ata binme hakkında her şeyi biliyorlardı! Karaitler gündüzleri Bahçesaray 'da serbestçe ticaret yaptılar ve geceleri Han'ın kararnamesi gereğince kaledeki evlerine gidip Çufut-Kale yaylasındaki köylerini korumak zorunda kaldılar. Doğuya yeni bir savunma duvarı eklendi ve Çufut-Kale şehrinin alanı, esas olarak Karaitlerin yerleştiği ticaret ve zanaat yerleşimi nedeniyle yaklaşık iki kat arttı. Kireç harcı üzerine büyük dikdörtgen bloklardan inşa edilen antik savunma duvarı şimdi ortadaydı. Kaleyi, her biri savunmayı bağımsız olarak tutabilecek batı ve doğu kısım olarak ikiye ayırdı. Mağara şehrinin yeni adı bu şekilde ortaya çıktı - Juft-Kale (Çifte Kale). Duvarda Çufut-Kale'nin geniş kapıları vardı ve kuzey ve güney kanatlara savaş kuleleri inşa edildi. Duvarın önünde, yaya köprülerine sahip, aletlere karşı dayanılmaz geniş bir hendek kazıldı. Türklerin egemenliği altındaki mağara kenti Çufut-Kale, onlara olası düşmanları gözetlemek için hizmet etti, ama en önemlisi Bahçesaray'yi gözlemlemek için. Türk askerleri, hanlık başkentinin sakinlerine astları gibi - cesurca ve isteyerek davrandılar. Aslında Bahçesaray değil, Kafa, Kırımlılar için o zor zamanlarda başkentti. Devam edecek.. 27


" demiş ve aşağıdaki bölümler halinde yazımızı devam ettirmiştik.

TARİHİ ESER BİR EV SAHİBİ OLMAK

İSTEYENLERE TAVSİYELER VE YAŞANMIŞ BİR ÖRNEK VAKA (4)

Eski eser bir yapı sahibi iseniz veya kiraya vermiş iseniz, kiracınızın eylemlerinin faturasının size kesilmesi gibi kanuna aykırı idari yorum ve yaptırımlarla karşı karşıya kalabilirsiniz. Cem ERİŞ*

ergimizin 44.sayısında başlayan, 45 ve 46. sayılarda da devam eden "Tarihi Eser Bir Ev Sahibi Olmak İsteyenlere Tavsiyeler" başlıklı 3 bölümlük bir yazıyı sizlerin dikkatinize sunmuştum. Bu 4. yazımda da "yaşanmış bir örnek vaka" yı sizlerle paylaşarak seriyi sürdürmek istiyorum. 44.sayıdaki yazımızın girizgahında "Görev yaptığım yıllar boyunca, gerek İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü'nde ve Boğaziçi İmar Müdürlüğü'nde, gerekse Kültür Ve Turizm Bakanlığı İstanbul Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurullarında gördüklerimiz, yaşadıklarımız, eski eser sahibi vatandaşlarımızı adeta kurumlardan ve ellerindeki bu yapılardan nefret edecek seviyeye getiren hadiseler ve süreçler karşısında, zaman zaman dergimizde ve benzeri platformlardaki yayınlarda, panellerde, toplantılarda paylaşıp duyurmaya çalıştığım çözüm önerileri, bu önerileri dikkate almasını en azından değerlendirmesini umduğumuz kurumlarımızın kendi işletim sistemlerinde yer buluncaya kadar geçen süreçte pek çok eski eserimizin ve bunların sahiplerinin ilgisinin kaybedilmesine engel olunamadı maalesef. Bu durumda insanımıza, kadim şehirlerimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün tarafı olan herkese günlük hayatında her zaman karşılaşamayacağı bu sorunların çözümünde rehber niteliğinde olabilecek bir çalışmayı yavaş yavaş da olsa hayata geçirmek zarureti ve sorumluluğu hasıl oldu. * (Y. Mimar-Restorasyon Uzmanı) Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı Restorasyon Dairesi Başkanı

sayı//76// kasım 28

1.BÖLÜM /BAŞLARKEN

1.1.Neden tarihi bir ev? 1.2.Asgari seviyede bilmemiz gereken mevzuat, terimler, tanımlar 2.BÖLÜM

Tarihi Eser Bir Evde Yaşamak İsteyenler İçin Ev Seçimi 2.1.Aile bireylerinin iradesi ve rızası 2.2.Bütçe 2.3.Muhit- mahalle seçimi 2.4.Ev seçimi 2.4.1.Mevcut oturulan ve yaşayan evler 2.4.1.1. Fiziki olarak iyi durumda olup oturulan ve yaşayan evler 2.4.1.2. Basit bakım onarım gerektiren evler 2.4.1.3. Esaslı onarım gerektiren evler 2.4.2.Mevcut haliyle oturulamayacak seviyede harap olmuş ölü evler 2.4.3.Yıkılmış, sadece arsası kalan evler. 2.4.3.1.Yıkılmadan önce asgari rölövesi, tercihen restorasyon projesi koruma kurulunca onaylanmış evler 2.4.3.2.Yıkılmış, rölövesi/restorasyon projesi olmayan ancak arşivlerde eski fotoğrafları,vb. belgeleri bulunan 2.4.3.3.Yıkılmış, arşivlerde fotoğraf, rölöve gibi hiç bir belgesi olmayan evler. 2.4.4. Ayakta olsun ya da olmasın sahipleri koruma kanununa muhalefetten yasal işlem görmüş evler 3.BÖLÜM

Rölöve,Restitüsyon ve Restorasyon Projeleri Hazırlık ve Onay Süreci 3.1.Proje müellifi mimarın seçimi 3.2.Projelerin hazırlık sürecinde yapılması gereken işlemler 3.3.Projelerin koruma kuruluna teslimi ve onay sürecinin takibi 3.4.Onay sonrası yapılacak işlemler 4.BÖLÜM

Restorasyon Uygulama Süreci ve İskan Alınması: Mutlu Son 5.BÖLÜM

İskan Sonrası İkamet Sürecinde Yapılacaklar ve Yapılmayacaklar 6.BÖLÜM

Bitirirken" başlıkları altında teşkil etmiştik. Bu 4. yazımızda da 4. Bölüm: "Restorasyon Uygulama Süreci ve İskan Alınması : Mutlu Son" ve 5. Bölüm: "İskan Sonrası İkamet Sürecinde Yapılacaklar ve Yapılmayacaklar"


kısımlarını ilgilendiren ve yaşanılan bir vaka üzerinden tecrübeyi aktarmak istiyorum. Ama öncelikle şu tespitimi de sizlerle paylaşmak istiyorum. 6.Bölüm: "Bitirirken" kısmında ".... Tüm bu sebeplerle kendi babaları, dedeleri gibi tarihi bir evde yaşayarak kimliğine ve tarihine sahip çıkmak veya eldekinin bilinçli bir şekilde korunması için neler yapılması gerektiğine dair fikir sahibi olmak isteyenlere tavsiyelerimi dergimizdeki son üç yazımda siz şehir ve kültür dostlarıyla paylaştım. Umarım bir nebze de olsa faydalı olabilmişimdir. Varsa soru veya görüşlerinizi (mimarcem34@gmail. com) adresine gönderebilirsiniz." diyerek yazımı tamamlamıştım. Lakin bu yazılarımla ilgili okuyucularımızdan her herhangi bir geri dönüş alamadım. Bundan şunu anlıyorum ki: -ya yazı "okunmadı"; -ya "okundu ama zaten herkes bu konuda bilgi ve tecrübe sahibi idi"; -ya da "okuyucu profilimizde eski eser bir yapı sahibi olan veya böyle bir yapıda ikamet eden/etmek isteyen hiç kimse bulunmuyor, dolayısıyla bu konu ilgi çekmiyor." Bu ihtimallerden beni en çok ilgilendiren, son sırada yer alan ihtimal. Bu benim için "medeniyetimize, kültürümüze, mirasımıza, geleneğimize, hatıralarımıza ve tabii ki üzerine titizlendiğimiz başta İstanbul olmak üzere kadim şehirlerimize olan ilgimizin samimiyetine dair bir ikaz" niteliğinde. "Marifet iltifata tabidir" Kadim değerlerimize ve bunun son hatıralarını barındıran, bunlarla ancak müzeyyen olan kadim şehre karşı sorumluluğumuz varsa, aileyi ve mahalleyi korumaya, ayakta tutmaya ve yüzlerce yıllık medeniyet tecrübemizi yaşatmaya ihtiyacımız varsa, kültürel mirasın korunması çabalarına destek olacak her türlü maddimanavi çaba değerlidir şüphesiz. Yoksa zayiat ve zeval kaçınılmaz olacaktır. YAŞANMIŞ BİR ÖRNEK VAKA Vereceğim örnek bizzat başımıza gelen bir hadise ve süreç devam ediyor hala. Yıllardır gerek şahsi ve gerekse dostlarımızı ikna etme çabamızın bir neticesi ile birkaç arkadaşımızla beraber küçük tasarruflarımızı bir araya getirerek satın aldığımız tescilli bir eski eser ev arsası sahibi olabilmiştik güç bela. Koruma kurulunca projeleri onaylanmış ve ihya edilmeyi bekleyen , bahçesi dahi olmayan bu küçücük yapıyı kullanabilmemiz için öncelikle rekonstrüksiyonunun yapılarak ihya edilmesi gerekiyordu. Bunun için inşaat ruhsatı alınması, inşaatın yapılarak yapının ayağa kaldırılarak tamamlanması, tamamlanan

yapının projesine uygun olarak tamamlandığını belgeleyen ve kullanım iznini düzenleyen yapı kullanma izin belgesinin belediyesinden alınması gibi süreçleri aşarak "mutlu son"a ulaşmış olduk. Ancak yapı o kadar küçüktü kibirden fazla ortağın aynı anda kullanımı mümkün gözükmediğinden kiraya vermiştik. Kiracımızla yaptığımız kontrattaki en önemli madde "yapının tescilli kültür varlığı olduğu ve her türlü inşaai fiziki müdahale için koruma bölge kurulundan izin alınması gerektiği" idi. Ancak daha sonra kiracı maalesef bu hususa muhalefet ederek çatının mimarisini bozmuş, komşu bahçeye bir kapı açmış böylece izinsiz bir fiziki müdahalede bulunmuştu. Mevzuata aykırı bu durum gereği ilgili koruma kurulu suç duyurusunda bulunmuş ve ilgili belediyesi de bu durumu bir yapı tatil tutanağı ile tespit ederek para cezası kesmişti. İşlemler mevzuat gereği sürdürülmekteyse de yanlış olan şey yapı tatil tutanağı ve ilişkili para cezasının kiracıya değil mülk sahiplerine kesilmiş olması idi. Mülk sahibi olarak kiracıya noter ihtarlı olarak kurul kararını bildirip, kontrata aykırı davranarak yaptığı izinsiz müdahaleleri düzeltmesini ihtar etmemize rağmen ve bu durumu ilgili belediyeye bir dilekçe ve ekindeki belgelerle sunmamıza rağmen belediyenin işlemlerini 3194 sayılı İmar Kanununun ilgili hükümlerine göre yaptığında ısrarla diretmesi sonucu maalesef konunun tarafımızdan idari mahkemeye taşınması ile mesele başka bir safhaya evrildi. Oysa belediyeye emsal mahkeme kararları ve içtihatlarını da sunmamız ve suçun şahsiliği prensibinin dikkate alınmasını talep etmemize rağmen konu buraya kadar geldi. Benzer durumlarda farklı belediyelerin alınan emsal encümen karaları ile kiracının mesuliyetinin vurgulanmasına rağmen bu örnekte olduğu gibi, içinde kiracının ikamet ettiği ve izinsiz fiziki müdahale ile mevzuata aykırı davrandığı belgelenmiş olmasına rağmen, mülk sahibinin cezalandırılması şeklinde hukuka ve hakkaniyete aykırı bir yola girilmiş oldu. Sonuç olarak: Eski eser bir yapı sahibi iseniz veya böyle bir mülkünüz var da kiraya vermiş iseniz, kiracınızın eylemlerinin faturasının size kesilmesi gibi kanuna aykırı idari yorum ve yaptırımlarla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu durumda eseri ihya ederken işinizi emanet etmeniz gereken iyi bir mimar ve müteahhit tavsiyeme bir de güvendiğiniz ama iyi bir avukata da vekalet vererek mevzuyu takip ettirmeniz en önemli tavsiyem olacaktır. 29


ehir ve Kültür Söyleşilerimizin ikincisinde, ülkemizin mümtaz şahsiyetlerinden ilim adamı ,Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü / Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan hoca ile beraberiz.. İstifade edeceğimiz keyifli ve uzunca bir sohbet oldu, hemen sorulara başlıyorum;

“KÜLTÜRLÜ İNSANLAR ÇOĞUNLUKTAYSA

ORADA MUTLULUK, HUZUR VE DÜZEN OLUR.”

PROF. DR. NEVZAT TARHAN HOCA İLE SÖYLEŞİ -IÜsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü, Psikiyatrist

Şehirde bir ahengin olması için muhakkak o şehirde adaletin yüksek değer olarak kabul edilmesi gerekiyor. SÖYLEŞİ: Zeynep Betül KAVAK

Sizin için şehirde yaşamak neyi ifade ediyor? Bir şeyi anlarken onu karşıtıyla birlikte düşünmemiz gerekiyor köy - şehir ilişkisini bilmek gerekiyor. Köydeki yaşantı neydi; köyde özellikle 50/60 yıl önce komşusunun kızı ile evlenen, babasının işini yapan, temel ihtiyaçları rahat karşılayabilen, doğanın içinde yaşayan bir toplum vardı ve bu asırlardır süren bir toplumdu. Ciddi sanayileşme ve şehirleşme ile ilgili en büyük değişim 1950’den sonra oldu. Buda tabii ciddi bir kalkınma hareketi ile ilgili. Daha önce köy ağırlıklı bir toplumken daha sonra kent ağırlıklı bir topluma dönüştük. Şimdi % 90 civarında şehir yaşamında herkes. Zaten küreselleşmenin getirdiği etki ile de köyler ve şehirler neredeyse eşit hale geldi. Kırsal hayattaki kültür ile şehir hayatındaki kültür farklıdır. Kırsal hayatta daha doğaya yakın, temel ihtiyaçlara odaklı bir yaşam varken kente geldiği zaman insan, bir nevi işçi olma, burjuva olma, feodal yapıdan uzaklaşma gibi sanayileşmenin getirdiği bir değişiklikle karşılaştı. Buna uyum sağlama süreci için ise şu söylenebilir; böyle durumlarda uyum sağlama ile ilgili sosyolojik değişimler 10-20 senede olmaz birkaç yüz senede olur. Tepeden tırnağa sosyolojik değişimler insanlık tarihinde hiç olmamıştır. Yani otoriter yönetimler totaliter yönetimler hep bunu yapmaya çalışmışlar, kısa vadede yaptı gözükmüşlerdir fakat sonra sosyolojik kökler tekrar canlanmıştır. Şehirleşme de ciddi bir kültür değişikliği ortaya getirdi. Kırsal alan yaşam kültüründen şehir yaşamı kültürünü ortaya getirdi. Burada tabii yönetici kişilerin, lider kişilerin davranışları ve basının, görsel yayınların etkisi bir şehirleşmeyi ortaya çıkardı. Fakat öyle bir şey ki biz şehirleşmeye çok hızlı girdiğimiz için biraz da toplum köklerinden uzaklaştırılarak şehirleşmek zorunda kaldık. Geçmişi tamamen unut, tamamen yok say denildi. Böyle bir şehirleşme olunca arabesk çözümünü üretti bu şehirleşme Türkiye’de. Kendine özel çözüm üretti insanlar, köyden geldiler ama şehirde kendi derneklerini kurdular. Köydeki hayatı şehrin sosyal baskısına

sayı//76// kasım 30


karşı bir sığınak olarak kullandılar. Bölgecilik ve hemşehricilik oldu. İstanbul’un her semti sanki bir şehrin temsilcileriyle dolu gibi bir durum ortaya çıktı. Bunun için insanları suçlamamak gerekiyor. Kentte başka ne oldu; Paşabahçe’de şişe- cam fabrikası kuruldu, Beykoz’da ayakkabı fabrikası kuruldu. Buralara fabrika kurulunca insanlar çalışmaya geldi. O insanlara ev verilmedi, altyapı verilmedi. Öyle olunca onlar da ormanlarda gecekondular yaparak kendilerine mekân tuttular. Fabrika kuruluyorsa onunla ilgili altyapının da yapılması gerekiyordu oysa. Bu durum şehirdeki çarpık kentleşmenin en büyük sebeplerinden birisi. Mesela Haliç’te de benzer şeyler yaşandı, burada hep devlet halktan sonra davranabildi. Dolayısıyla şehirleşme ve şehir mimarisi konusunda devletin rehberliği yeterli oldu diyemeyiz. Çünkü mimari dolaylı olarak kültürü de etkiliyor. İyi bir mimari yapabilirseniz insanlar o mimariye uymak için çaba gösteriyor ve saygı duyuyor, insanları kendi halinde bırakıp da kendi sosyal yaşantısını kurduğu zaman ise insan izole olmaya daha yatkın hale geliyor. Onun için kentleşme, zorunluluk haline geldi burada. Kentler hızla büyüdü ve göç bir şekilde arttı. Böyle durumlarda sosyal dayanışmaya, yakın ilişkilere yatkın bir toplum olduğumuz için kentleşmede sosyal bağları koruyarak devam etmeye çalıştık. Mesela Anadolu’nun bir kasabasından insanlar İstanbul’a gelip bir apartman yaptılar. O apartmanın her dairesinde amca, teyze ve çocuklar kaldı. Modern çekirdek aile yerine geleneksel çekirdek aile oluştu. Yani kendi modernizmimizi kendimiz oluşturduk. Aslında iyi bir şey bu; sosyal dayanışmanın devam ettiği bir aile ilişkisini ortaya çıkarttık. Hatta bununla ilgili bir sosyolog Türkiye’deki aile yapısını incelediğinde şöyle söylüyor: “Siz geniş aile değilsiniz, çekirdek aile de değilsiniz ama çekirdek aileler konfederasyonu olmuşsunuz.” İstanbul’da birçok semtte bu tarz bir sosyalleşme oluştu. İyi ki de oluştu. Bu, suçu azaltan bir şeydir. Bu insan ilişkilerinde, çocukların eğitiminde olumsuz etkilenmeyi azaltan bir özelliktir. Aile bağlarının zayıf olduğu toplumlarda suç ve şiddet artıyor. Ailenin sosyal konfor sistemi ki buna ‘mahalle baskısı’ diye olumsuz bir anlam yükleniyor. Hâlbuki bu mahalle baskısı keşke doğru şekilde yürüse… Küçük yerin kanunu büyüktür, büyük yerin de kanunu küçüktür. Bunun olmadığı yerde ne oluyor; insanlar rahatlıkla suç işliyor, yalan

söylüyor, hile yapıyor, aldatıyor ve bunu yapan kimseye, toplum niye yaptın demiyor, bir ayıplama yok. Sosyal normlar bozuldu. Sosyal normların bozulduğu bir kentleşme ise kaos demektir. Onun için sosyal normları devam ettirerek bir kentleşmeyi başarmamız gerekir. Şehirleşme dediğimiz zaman şehir ve kültür dediğimiz zaman anlayacağımız en önemli şey: insanların çoğunluğu hangi kültürdeyse şehrin kültürü odur. Kültürsüz insanlar eğer çoğunluktaysa o şehirde kaos olur. Kültürlü insanlar (etik kuralları olan insanlar) çoğunluktaysa orada mutluluk, huzur ve düzen olur. Şehir ve kültür ahenginin insana ve topluma olan etkileri hakkında neler söylemek istersiniz? Kastettiğimiz şu olmalı; şehirde kırmızı Şehir ve kültür ahenginden ışıkta durmak gibi bir kural var, buna birkaç kişi uymazsa cezalandırılır ama yüzlerce kişi uymazsa hiç kimse bir şey yapamaz. Onun için burada medenileşmenin en önemli ölçüsü kurallara uymaktır. Ama kuralların da insan için hakkaniyetli olması gerekiyor. Mesela a kişisine kural yok b kişisine kural varsa burada adalet olmaz. Adaletin hakkaniyetli olmadığı yerde de barış olmaz. Biz bir kentte barış istiyorsak o kentin önce adaletli bir şekilde yönetilmesi gerekiyor. Adaletli bir şekilde yönetilmediği zaman, mesela gelir adaletsizliği olduğu zaman bir tarafta aç insanlar, sokaklarda yatan insanlar varsa burada bir kent kültüründen bahsedebilir miyiz? Burada ciddi bir şekilde feodal yapının yeni versiyonu ortaya çıktı. Kapitalizm çıkarcılıkla, bencillikle, yalancılıkla kirlendi. Bunun sonucunda gelir adaletsizliği ortaya çıktı ve bu sebeple insanlar şu an bir sosyal patlamanın eşiğinde yaşıyorlar. Buradan şehir kültürüne gelirsek; şehirde bir ahengin olması için muhakkak o şehirde adaletin yüksek değer olarak kabul edilmesi gerekiyor. Mesela bir evde adalet varsa o evde huzur vardır. Mesela bir çocuğun her istediğini yapıp diğer çocuğun isteklerini engellerseniz orada kıskançlık, düşmanlık ve barışçıl olmayan bir rekabet çıkar. Barışçıl rekabet faydalıdır ama barışçıl olmayan bir rekabet zararlıdır. Bu durum şehirde de geçerli. Şehri yönetenler sadece kendisine yakın olanlara avantaj sağlarlarsa diğer şehirlerde kin, öfke, nefret ve düşmanlık ortaya çıkar. Önce bir soğukluk, sevgisizlik ortaya çıkıyor devam ettiği zaman 31


nefret ortaya çıkıyor bu da devam ettiği zaman düşmanlaşma ortaya çıkıyor. Biraz daha devam ettiği zaman ise şeytanlaşma ortaya çıkıyor. Böyle olunca da zarar vermek zevk haline geliyor. Onun için devletin şehirlerin yönetilmesinde adil paylaşımda bulunması oldukça önemli, bunun sağlanabilmesi gerekiyor. Bu, şehirdeki ahenk açısından önemlidir. Adalet anlayışı varsa orada refah seviyesi yükselir. Biliyorsunuzdur Fatih Sultan Mehmet’in meşhur bir örneği vardır. İstanbul’un fethinden önce Fatih Sultan Mehmet Edirne’de bir sabah, tebdili kıyafet ile bir esnafa gidiyor bir şey alıyor ikinci bir şey almak istediğinde ben siftah yaptım komşum da yapsın diyor esnaf. Diğerine gidiyor o da bir diğerine yönlendiriyor derken bunun üzerine birkaç kez aynı hadise tekrar ediyor. Bunun üzerine Fatih: “Ben değil İstanbul’u bütün dünyayı fethedebilirim bu milletle.” diyor. Niye çünkü adalet, birlik ve huzur var. Bu, kentleşmenin en güzel ölçütlerinden birisidir. İnsanlık bu seviyeyi yakalayamadı daha. Toplumdaki kutuplaşmalar nedeni ile şehirler huzurlu olmaktan uzaklaştı. Şehirdeki ahengin olması için ilk önce şehirde adil bir yönetim sistemi olması lazım. Şehirdeki ahenge geçmişimizden örnek verecek olursak; bu nasıl sağlanmış? Osmanlı zamanında Ahi Teşkilatı var. Mesela Ahiler on bir ay kasaplık yapıyorlarsa bir ay bahçıvanlık yapıyorlarmış ki merhamet duyguları körelmesin. Mesela pabucu dama atıldı lafı Ahi Teşkilatı geleneklerinden geliyor; bir esnaf hile yaptığı zaman onun pabucunu dama atarlarmış ve ondan kimse alışveriş yapmazmış. Burada oturmuş sistemi görüyoruz. Bununla bir kent kültürü oluşturabilmiş Osmanlı, bir huzur sağlanmış ve asırlarca böyle devam etmiş. Aksi halde 600 yıl devam etmez ki bir devlet. Ve bunu bütün azınlıklarla birlikte, farklılıklara rağmen başarmış. Bu şekilde kent barış içerisinde yönetilebiliyor. Ahenk dediğiniz zaman bu geliyor aklımıza; birinci adalet, ikincisi de insanlar arasında saygının olduğu bir kültürün olması. Toplumlarda birlikte yaşama bilincinin olması gerekiyor. Birlikte yaşama bilinci varsa orada şehir kültürü ortaya çıkar. Bu da insanların kendini olduğu gibi kabul etmesiyle ilgili değiştirmeye çalışmasıyla ilgili değil. Bunu insanlık demokrasi ile yapmaya çalışıyor fakat biz bunu asırlardır yapmayı başarmışız zaten; Osmanlı Ahi Teşkilatı ile bir sosyal kontrol sistemi kurulmuş. Bu bir anda kalkınca ne olmuş sosyal kontrol sistemi sayı//76// kasım 32

bozulmuş ve arabesk kültür çıkmış ortaya. Doğu kültür ile batı kültürü arasında ara bir yöntem öğrenmişiz. Mesela Osmanlı’da senelerce 1950’ye kadar Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği yasak. Böyle olunca insanlar gitmiş Arap radyolarını açmışlar Osmanlı da etkilenmediği kadar Arap müziğinden etkilenmiş ve ne olmuş; Anadolu’da Arap müziğinin Türk müziği ile karışımı olan arabesk müziği halkın müziği olmuş. Sosyolojik değişimler yasaklarla kanunlarla olmuyor, arabesk müziğin Anadolu’da yaygın olmasının sebebi tamamen bir grubun yasaklanması ile ilgili. İnsanlar kendi müziğini dinlemeyince başka çareler arıyorlar. Demek ki sosyolojide baskılar geri tepiyor! Bunu bilmek gerekiyor. Dolayısıyla ahenk için kendi kültürel değerlerimizi tepeden aşağıya değiştirmeye çalışmak yerine herkesin barış ve huzur içerisinde yaşayacağı, çalışacağı bir sistem kurabilmek gerekiyor. Bu varsa ahenk oluşuyor. Onun için serbest piyasa ekonomisinde ne var; mallar pazara gelir eşit rekabet vardır fırsat eşitliği vardır zaman içerisinde kaliteli mallar kabul görür, tutar diğerleri silinir. Aynı şekilde kaliteli kültürler de böyle. Bizim geleneksel kültürümüzü yukarıdan aşağıya değiştirmeye çalışmak bizim şehir kültürümüze olumsuz yansır. İnsan psikolojisi ve sahip olduğu kültürel değerler çevreye nasıl yansır? İnsanın bir kimliği var, aynı zamanda şehirlerin de bir kimliği var. Kimlik nedir? Ben kimim sorusu sorulduğunda verilen cevaptır. Ergenliğe gelmiş bir genç; ben kimim, nereye yönelmeliyim, niçin gibi sorular sorar. Bu soruları sorarken de kendi kimliğini oluşturur. Bu etnik kimlik, kültürel kimlik, cinsel kimlik, biyolojik yapımız, kişiliğimiz doğuştan geliyor bunun oranı %30 %40’tır. Ama %60 %70’i sosyal öğrenme ile oluşuyor bu da kimlik duygusudur. Kişinin, şehrin özgünlüğünü gösteren duygudur. Bu kimlik duygusu şehirde de mevcuttur. Her şehrin bir kimliği vardır ve dolayısıyla her şehrin bir ruhu vardır. Onu kaybettiği zaman dağılır orası. Onun için şehrin kimliğini devam ettirmek önem taşır. Batıdaki şehirlere gittiğimiz zaman belediyecilikte yol, taş yapımının değil sosyal belediyeciliğin ön plana çıktığını görüyoruz. Sosyal belediyecilikte şehrin kimliğini oluşturan işlere, kültürel faaliyetlere daha çok önem verilir. Bir de şu var bizde şehir kültürü denildiği zaman


opera, orkestra anlaşılıyor. Bu milli değil ki. Yapılabilir ama milli olması lazım. Milli değerlerimiz milli kültürümüzü oluşturur, çünkü kimliktir o. Aliya İzzetbegoviç’in çok güzel bir sözü var: “Savaş ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir.” Diyor. Bizim, şehirlerimizi muhakkak kendi kimliğimize uygun yapmamız lazım. Mesela Selçukluların, Osmanlıların kimliğini gösteren bir mimarisi vardı. Ama biz, şehirleşmeyi betonlaşma olarak algıladık, boğazın her tarafını beton yaptık. Şehirleşmek betonlaşmak demek değil ki. Yerel olmadan evrensel olamayız. Yerel değerlerimizi koruyarak evrende var olmamız gerekiyor. Batı enstrümanını ustaca çaldığın zaman batılılar sana bize öykünen birisi diye küçümseyerek bakarlar. Hâlbuki kendi enstrümanımızı en güzel şekilde çalabilmemiz gerekiyor. Yerel değerlerle evrensel değerleri birleştirirsek daha fazla saygı duyuluruz. Şehrin bir milli bir kültürünün olması için ise önce kültürel standartların belirlenmesi gerekiyor. Bu kültürel standartlar şehirdeki insanların birlikte oluşturacağı, birlikte yaşayarak oluşturacağı şeylerdir. Devlet yaşam tarzı dayatmaz, dayatmamalı. Yaşam tarzı dayattığı zaman yaşam tarzı ırkçılığı ortaya çıkar çünkü. ABD’de Nebraska Üniversitesi’nin yaptığı ‘Mutlu Aile’ çalışması var, mutlu ailelerdeki ortak özelliklerle ilgili bir çalışma. Üç tane ortak özellik çıkmış. Birincisi birlikte zaman geçiren, ikincisi takdir, onay, övgü sözlerinin çok kullanıldığı, üçüncüsü ise birlikte kiliseye giden / birlikte ibadet eden aileler olduğu. Yani; birlikte ortak kültürel değerler varsa ailede de mutluluk daha kolay oluyor. Yani demek ki kültürel paylaşım, kültürel iş birliği ne kadar çoksa, ne kadar aynı yemekten lezzet alıyorlarsa, ne kadar aynı tip eğlenceden zevk alıyorlarsa, ne kadar aynı tip seyahatlerden zevk alıyorlarsa, ne kadar ortak sanat, ortak müzik varsa o kadar ortak değerler oluştuğu için frekanslar senkron çalışabiliyor. Kültürel kimlik bu anlamda çok önemli. Her şehrin kendi kültürel kimliğinin kodlarını oluşturabilmesi için ortam hazırlamalı belediyeler. Belediye meclislerinin en büyük görevi de budur zaten. 4. Ünlü Psikolog Albert Bandura “Çevrenin sergilediği davranışlar, kişinin davranışlarını etkiler.” der. Bu minvalde doğanın bir psikolojisi olduğundan söz edebilir miyiz? Bireyin içinde bulunduğu çevrenin, insan psikolojisine olan etkileri nelerdir? Çevre ile insan davranışı arasında nedensellik

bağı var bu doğru. Mesela Karadeniz insanı hareketli bir yapıya sahip. Sebebi ise toplu bir binada yaşamıyorlar, herkes birbirlerinden uzak; dağlarda, geniş bahçelerin içerisinde yaşıyor. Yaşadıkları yerler yalçın yerler bu sebeple de devamlı hareketli olmaları gerekiyor. Bu da hiperaktif, heyecanlı bir insan tipini ortaya çıkarıyor. Coğrafya mı bunu yaptı, bu tip insanlar mı oraya uyum sağladı onu bilemiyoruz ama sonuçta bu ikisi arasında bir ilişki var. Mesela Van’a giden Karadenizli bir aile var. Van’daki tüm köylere baktığımız zaman Karadenizli ailenin yaşadığı köyün yemyeşil olduğunu diğerlerinin o kadar yeşil olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla insan yaşamı kültürü, kültürün de insan yaşamını etkilediğinden söz edebiliriz. Her görüntü insanda bir iz ya da yara bırakıyor. Şehir yaşamında da gördüklerimiz, görmek zorunda olduklarımız ve maruz kaldıklarımız var… Gördüğümüz kötülükler/ olumsuzluklara karşı ise bir süre sonra normalleşiyoruz. Bu normal midir, bu konuda okuyucularımıza neler tavsiye edersiniz? İnsan ve çevre arasında tavuk yumurta ilişkisi gibi bir ilişki var. İnsan çevreyi, çevre de insanı etkiliyor. Şu anda bizim şehir yaşamındaki en önemli zayıf tarafımız; komşuluk sisteminin çökmesi. Bunun olmadığı yerde komşu açlıktan ölüyor, kokusu gelince ancak insanlar anlıyor. Maalesef bugün böyle bir durum var. Önceden komşu çanağı vardı, evde boş olarak durur evde pişen komşuya da düşer deyip çanağa ikram koyup herkes birbirine götürürdü. Bu alışkanlık kalktı “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Hz. Peygamberimizin bu kıymetli ifadesi vardı oysa… Paylaşma kültürü ortadan 33


Diğerleri de avantajlı durumda olanlar. Şimdi, toplumdaki ilişkileri biyolojik doğadan alarak rekabetçi ilişki haline getirirsen güçlü olan zayıfı ezer böyle bir sistem oluşuyor. Böyle olunca insanlar arasındaki sosyal bağlar zayıfladı. Sosyal bağların zayıflaması demek komşuluk sisteminin zayıflaması demek. Modernizmin yaptığı en büyük kötülük komşuluk, dayanışma, paylaşım kültürüne bütün dünyada zarar vermesidir. Hatta Rahibe Terasa’ya soruyorlar: “Dünya daha yaşanılır nasıl olur?” diye “Birebir iyilik yapmakla.” diyor. Şimdi iyilik yapmayı gereksiz gören çıkarcılıkla, bencillikle kirlenmiş bir kapitalist sistem var.

kalktı maalesef. Doğu kültürünü batılılar, sadaka kültürü diye küçümsediler. Hatta Nietzsche’nin meşhur ifadesidir: “Yardımlaşma işletme maliyetini arttırır.” Bunun sonrasında ise hayvanları gözlemlediler. Hep çekirdek aile modeli vardı. Hayvanlarda böyle bizde de böyle olmalı diyerek geniş aileyi dağıttılar. Büyük balık küçük balığı yutar tarzını sosyal hayata uyguladılar ve bunun sonucunda batı hızla çekirdek aileye dönüştü ve ne oldu; benmerkezcilik ön plana çıktı. Aile böyle durumlarda ciddi şekilde zarar görmeye başladı. Bireyselleşme modernizmin en önemli tezi oldu. Bireyselleşmeyi bencillik olarak algıladık. Ve bu durum şehri ve şehir hayatını etkilediği gibi komşuluğu da etkiledi. Bireyselciliğin ve benmerkezciliğin olduğu bir yerde; başkası, komşusunun aç olması ile birisinin bir yere düşmesi ile hiç ilgilenmiyor. Böyle olunca da sosyal bağlar zayıfladı. Batının şu andaki en büyük sorunu yalnızlık. Kalabalık şehirlerde yalnız insanlar ortaya çıktı. Yalnızlık şu anda şehir hayatının en büyük psikososyal sorunu. Hatta onun için zamanında doğu kültürünü küçümseyenler şu anda sosyal sorumluluk projeleri yapmaya başladılar. Çünkü toplumun %50’sini dezavantajlı insanlar oluşturuyor; hastalar, yaşlılar, engelliler, yoksullar… sayı//76// kasım 34

Böyle bir sistemde en çok zarar gören kurum da aile oldu, en çok zarar gören ikinci kurum ise komşuluk sistemi oldu. Komşuluk sisteminin olmadığı durumda mutsuz insanlar arttı. Refah seviyesi yükseldi ama buna paralel mutluluk seviyesi yükselmedi. Komşuluk bağları atlandığı zaman devlet her şeye yetişemez ki. Yetişemediği zaman da intiharlar, ölümler artıyor. Bu yalnızlık, modernizmin kâbusu durumunda. Neden insan, neden hayvanlarda değil? Mesela bin maymunu alıp bin sene bir arada tut bekle bir toplum olamazlar, bir devlet kuramazlar. Yemek içmek üremeye göre yaşarlar. Çünkü onların genetik kodları öyle. Ama insan ilişkisel bir varlık. Tek başına yaşamaya genetik olarak kodlanmamış bir varlık. Bakın, medeni toplumlar ile medeni olamayan toplumları birbirinden ayıran en büyük özellik hukukun üstünlüğünü kabul edip etmemektir. Hukukun üstünlüğünü kabul etmeyen baskıcı otoriter sitemlerde insanlar içine kapanıyor, mutsuz oluyorlar. Aşırı özgürlükçü sistemlerde ise güçlü zayıfı rahatlıkla yiyebiliyor. Onun için burada insan unsuru çok önemli. Kişi bazında insan kimliği neyse, şehir bazında da şehir kimliği odur. İnsan kimlik sahibiyse eğer, nerede duracağını biliyorsa, başkasının hakkına, hukukuna saygılıysa, sözünde duruyor yalan söylemiyorsa bu gibi insanların çoğalması şehrin kültürünü oluşturur. Texas’ta şu anda gece bir kadın sokağa çıkarsa “Sizi koruyamayacağımızı bilmenizi isteriz.” şeklinde bir açıklama yaptı belediye. Amerika ki güya oldukça gelişmiş bir ülke, bunu koruyamayacak ve sağlayamayacak hale geliyor. Neden; çünkü bir çocuk yaramazlık yaptığı zaman ayıp yapma oğlum/ kızım diyen komşu yok çünkü. Sosyal kontrol zayıflamış durumda.


HALKALI ZİRAAT MEKTEBİ VE

MEHMET AKİF Mehmet Akif, ilk sivil veteriner okulunun ilk mezunlarındandır. Bu ilk mezuniyet daha sonra onun meslek hayatında başka ilklere de imza atmasının başlangıcı olmuştur. 1908 de kurulan ilk veteriner derneği “Osmanlı Cemiyet-i İlmiye-i Baytariyesi” nin kurucusu, Erbay KÜCET

inlerce yazar, sanatçı ve düşünce insanının hayatı ve sanatı hakkında bilgiler edebiyat tarihimizde mevcuttur. Bunlar arasında lider konumunda bulunan şahsiyetlerin bile sözleri ve davranışları arasında tezatlar olduğu halde çok az sanatkâr ve fikir adamının düşüncesi ile kişiliğinin örtüştüğü gözlenmektedir. Özü sözü bir, hayatında tezat bulunmayan, söyledikleri ile yaptığı bir olan, şahsiyeti, eserleri ve düşünceleri üzerine çok şeyler yazılan Mehmet Akif’in Halkalı Baytar Mektebi’nde okuduğu ve öğretmenlik yaptığı okulla ilgili hatıralarının azlığından olsa gerek, o yıllara ait bilgilerimiz azdır. Yirmi yıla yakın veteriner hekim olarak hizmet eden Akif, tamamen mesleki endişeden istifa yoluyla görevinden ayrıldığında Veteriner İşleri Genel Müdür Yardımcısıydı. Mehmet Akif, ilk sivil veteriner okulunun ilk mezunlarındandır. Bu ilk mezuniyet daha sonra onun meslek hayatında başka ilklere de imza atmasının başlangıcı olmuştur. 1908 de kurulan ilk veteriner derneği “Osmanlı Cemiyet-i İlmiye-i Baytariyesi” nin kurucusu, yine ilk veteriner dergilerinden biri olan “Mecmua-i Fünun-u Baytariye”nin yayın kurulu üyeliği görevinde bulunmuştur. Bu tarihi okulun kapılarını biraz aralasak nasıl olur; 1847 de İstanbul’da açılan öğretim kurumu, Osmanlıların ilk mesleki ve teknik öğretim kurumu Ziraat Talimhanesinin devamı olarak, tarım alanında idadi sonrası öğretim vermek üzere kurulmuştur.

Tanzimat sonrasında, Basmahane-i Hümayun adıyla Yedikule’de kurulacak dokuma fabrikasına nitelikli eleman sağlamak ve pamuk üretimini geliştirmek amacıyla Ziraat Talimhanesi adıyla uygulamalı bir tarım okulu açıldı. Meclis-i Vâlâ’nın 25 Ocak 1847de Takvim-i Vekayi’de yayımlanan kararına göre Uzunköprü Çayırı ile Demirkapı arazisi de uygulama çiftliği olacaktı. 1850 de Nafıa Nezaretine bağlanan okulun öğrenci kadrosu, başlangıçta 10 Müslüman ve 10 Hıristiyan olmak üzere Mekteb-i Tıbbiye den nakledilen 20 öğrenci ile dışarıdan alınan 27 öğrenciden oluşuyordu. Okulda aritmetik, coğrafya, geometri, fizik gibi kuramsal derslerin yanı sıra yol ve köprü yapımı, bahçıvanlık, şekercilik, ipekböcekçiliği, merinos koyunculuğu gibi uygulamalı dersler de veriliyordu. Ama kuramsal derslerin yetersizliği ve disiplinsizlik gibi gerekçelerle talimhane çok kısa süre sonra kapatıldı. Okulu yeniden öğretime açma girişimleri 1870 lerin sonunda Ahmet Cevdet Paşanın Ziraat Nazırlığı döneminde başladı. Ama okul ancak 1884 te Suphi Paşanın Nazırlığı sırasında yeniden açılabildi. Halkalıdaki Hurşid Paşa Çiftliği satın alındıktan sonra okul yapıları 1889 da tamamlandı. 1891de Mülkiye Baytar İdadisi mezunlarından 19 öğrenci yatılı olarak okula alındı. Okul, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi adıyla 1892 de öğretime başladı. Baytar Mektebi 1895 te buradan ayrılarak kadırgaya taşındı. 1914 e değin her yıl 2030 dolayında mezun veren dört yıllık Halkalı Ziraat Mektebinde ayrıca ormancılık da okutuluyordu. II. Meşrutiyetin ilanından sonra, okulu başarıyla bitirenler arasından seçilenler uzmanlık öğrenimi için Avrupa ülkelerine gönderildi. Okul I. Dünya Savaşı sırasında uzun süre öğretimini durdurdu. Ama kıtlık ve tarımsal ürün yetersizliği büyük boyutlara ulaşınca savaşın sonuna doğru yeniden açıldı. 1919 da bir kez daha kapanan okul bundan sonra düzenli öğretime ancak 1930 da başlayabildi. 1933 de Ankara’da Ziraat Fakültesinin açılması üzerine Ziraat Meslek Lisesine dönüştürüldü. Halkalı Tarım Meslek Lisesi ve üzerindeki arazi zaman zaman İstanbul’daki arsa sıkıntılarından dolayı başta belediyeler olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarının iştahını kabartan mekânda Sabahattin Zaim Üniversitesi kurulmuştur. Mehmet Akif’in 63 yıllık hayatında gençlik ve olgunluk dönemlerinde ülkemizde tarım ve hayvancılık meseleleri ön plandaydı. O da tarımda, sadece maddi değil manevi gelişmenin de gerekli olduğunun altını çizmiştir. Mehmet Akif’i çok iyi tahlil eden birçok kalem erbabı olmuştur. Bunlardan biri de “İslamcı Bir Şairin Romanı” isimli eserinde Emin Erişirgil şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır:“Doğrusu Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi’nin memlekete hiçbir yararı olmasaydı da, sadece Mehmet Akif oradan çıkmış bulunsaydı, yine bu müessesenin iftihara hakkı olurdu.” 35


ster istemez hemen aklımıza akademisyen, politikacı, edebiyat tarihçisi, roman, hikaye, deneme, şiir ve makale yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) geliyor Beş Şehir; İstanbul, Ankara, Bursa, Konya ve Erzurum hatırlanınca. Vatanın manevi çehresi de diyebileceğimiz eski şehirlerimizi üzüntü ile hatırlıyor, sonrasında yenilerine duyulan iştiyak, duygu ve sevgi beş şehirde hemen öne çıkıyor.

BEŞ ŞEHİR Mİ,

KAÇ ŞEHİR Mİ?

Bugün yıkılması tartışmaları yapılan geniş bir yeşil alan içindeki Ankara Saraçoğlu Mahallesini ise yine Alman Mimar Paul Bonatz kurdu(1946). Demokrat Parti zamanında ise İsrailli mimarlara ve yine İsrailli bir şirket olan Solel Boneh tarafından Emek girişindeki İsrail evleri yaptırıldı. Peki Türk mimarlar boş mu oturuyorlardı? Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

Hep konuşuyoruz ya şeftali, naranciye, üzüm, zeytin, muz bahçeleri yani ziraat alanları hep yüksek katlı apartmanlarla doldu diye. Tarım alanlarının bu biçimde yanlış tasarrufuna karşı çıkarken, öte yandan da toplum gökdelenlerde, sitelerde yeni bir hayat tarzı yahut köylülük veya taşralılık algısının ötesinde yeni ve modern bir hayata doğru koşuluyor. YAKIN TARİH ŞEHİRCİLİĞİNE BİR BAKIŞ

Artık Beş Şehir diye değil, “kaç şehir” diye sorgulayacağız yahut değerlendireceğiz; Kaç şehir? Çünkü nereden bakarsanız bakınız bu şekildeki yerleşim planları ve şehircilik anlayışı İstanbul ile Adıyaman, İzmir ile Erzurum, Samsun ile Mersin arasında hiçbir farklılık gözetmiyor. Yakın tarih şehirciliğimize bir bakın, cumhuriyetimizin ilk yıllarında şehir planlamacılarını ve mimarları hep yurtdışından getiriyorduk. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında Başkent Ankara için uluslararası şehir planlaması konusunda bir yarışma açıldı. Berlin şehir planlamasını yapan Prof. Dr. Hermen Jansen, yine Alman Prof. M. Brix ve Fransız şehir planlamacısı Prof. Jousseley finale kaldı ve Ankara’nın şehir planlamasını Alman Prof. Dr. Hermen Jansen’in yapmasına karar verildi. Ankara nüfusunun 2000 yılında 300 bin olacağı var sayılarak (ki 3.5 milyon oldu Başkent’in nüfusu, bu büyük bir yanıldığıydı tabii) havaalanının Tandoğan Meydanı’na yapılması planlandı! Bu bir hesap hatası idi; ama, medeni çevre ve unsurlardan yoksun olan, ormansız, bataklık ve toz fırtınasının hiç eksik olmadığı Ankara’da , Ulus Meydanı ve yollar düzenlendi, bakanlık binaları vs inşa edildi. Bugün yıkılması tartışmaları yapılan geniş bir yeşil alan içindeki Ankara Saraçoğlu Mahallesini ise yine Alman Mimar Paul Bonatz kurdu(1946). Demokrat Parti zamanında ise İsrailli mimarlara ve yine İsrailli bir şirket olan

sayı//76// kasım 36


Solel Boneh tarafından Emek girişindeki İsrail evleri yaptırıldı. Peki Türk mimarlar boş mu oturuyorlardı? Ankara’da milletvekillerinin sosyal tesisi olarak gerçekleştirilen Ankara Palas Devlet Konukevi’ni (1928) Mimar Kemalettin yaparken, çok daha öncesinde Ankara Valisi Abidin Paşa ticaretin omurgası konumundaki Taşhan’ı inşa (1888) ettiriyor. Küçük Tiyatro falan var ayrıca. Bunlar Vakıf Statüsünde. YAPI KOOPERATİFLERİ

Esasında konumuz bu değil, şehirlerimizin değişim ve dönüşümü bir anda olmuyor. Tamamen siyasi iradenin arzu ve planlaması dahilinde gelişiyor. Yine Demokrat Parti zamanında İstanbul’un imarı ve yolları birçok tarihi binanın yok olmasına rağmen (Vatan Caddesi ve Karaköy Meydanı hemen akla gelebilir) acımasız bir tasarrufla karşı karşıya kalmıştır. Darbeler döneminde ise bir yavaşlama, bir durgunluk, bir vurdum duymazlık olsa da Merhum Turgut Özal zamanında hızlı bir inşaat dönemi yaşandı. Bir yandan yurtdışında ihaleler alan Türk müteahhitler, bir yandan da içerde yapı kooperatifleşmelerin artması, öte yandan da köyden şehre göçün getirdiği emlak sıkıntısı inşaat sektörünü canlandırdı. Mantar gibi biten denetimsiz kooperatif evleri ve yazlıklar müteahhitleri rakipsiz ederken, kıyılarımız yazlık ev çöplüğü halinde geldi. Öyle bir furya başladı ki 20, belki 30 senede tamamlanamayan yazlık kooperatif evleri harabeye döndü. Bu evlerin önemli bir bölümü, hala restore edile edile normal evler haline hala getirilmeye çalışılıyor. Bankaların açtıkları krediler ve hükümetin teşvikleriyle taşrada da yeni bir restorasyon dönemi gündeme geldi. Ama o günden bugüne örnek bir mimarı yapı olduğu, mimarlık tarihimize girecek bir eser bulunduğu iddia edilemez ve söylenemez. Sadece holdinglerin genel merkezleri bunun dışında kaldı. Birkaç tane de çok katlı bina yükseldi İstanbul Etiler’de. ÖNGÖREMEDİĞİMİZ HUSUS; İNSAN ODAKLI BİR DÜNYA

Yavaş yavaş günümüze doğru gelirsek, inşaat için yeşil alanların hovardaca kullanıldığını belirtebiliriz. Gökdelenlerin, dev sitelerin, zengin sınıfın oturacağı müstakil blokların ve alışveriş merkezlerinin girmediği kent kalmadı. Hiçbirimiz bunun bir sosyal ve kültürel değişime de sebep olacağını düşünüp öngöremedik.

Ancak koronavirüs salgını gelince bunları düşünmek için epeyi zamanımız oldu. Çünkü çoğumuz evimizden dışarı çıkamadık. Evimizdeki hayat alanımız nasıl olmalıydı ki çoğu ihtiyacımızı giderebilmeli ve sağlığımızı koruyabilmeliydik? Burada Nobel Ekonomi Ödüllü Bengaldeşli Akademisyen Prof. Dr. Muhammet Yunus’un tespitini hatırladım; “Koronovirüsten evlerimizde saklanabiliriz. Ancak kötüleşen küresel sorunlara çözüm üretemezsek, öfkeli doğadan ve kitlelerden saklanacak hiçbir yerimiz olmaz.” Covit 19 salgınından belki geniş bahçesi olan ev ve siteler salgında rahat etti. Otoparkı olan apartmanlar ceviz büyüklüğündeki doludan kurtuldu ama, garajını merdiven altı üretime kiraya vererek maddi gelişmeye öncelik verenlerin araçları bu felaketten kurtulamadı. Özellikle Karadeniz’de yerel yönetimden ruhsat alarak (bu müsaade nasıl veriliyorsa) dere kenarına denetimden uzak inşa edilen konutlardakiler de birçok can ve mal kaybı karşısında bütün Türkiye’yi üzdü. Covit 19 denilen virüs belası Türkiye’de çok can aldı. Bütün dünyayı etkiledi. Çoğu yerde sokağa çıkma yasağı ilan edildi., cezalar yazıldı. Hastanelerde boş yer kalmadı. Buna karşılık aşı da henüz bulunamadı, sadece deneme süreci başlayabildi, hala da devam ediyor. YENİ BİR SEKTÖRÜN AYAK SESLERİ

Ancak yeni bir sektör gelişti şehirlerimizde ve kent kültürümüzde. Çoğu kamu ve özel sektör görevlileri dahil evden çalışma, yani batılıların tabiriyle homeofis sayısı arttı. Yine maddi durumu iyi olanlar evden çalışmak için daha fazla oda sayısına sahip yeni ev aramaya başladı ve bir bölümünü çalışma odası yaptılar. Çünkü bilgisayar ve internet gibi iletişim araçları böyle bir imkanı sağlayabiliyordu. Bununla kalınsa iyi; internet aracılığıyla imkanı olanlar ve teknolojiyi bilenler borçlarını internet bankacılığı ile ödemeyi öğrendi. Ayrıca acenta, market ve lokanta gibi yerlere sipariş vererek, istediklerini evlerinde teslim almak gibi yeni bir uygulama geldi. Şehirlerimizdeki motosiklet sayısı bu yüzden daha da katlanarak arttı. İnternet ile ticaret daha hızla gelişti. Eğitimde ve ticarette internet dolayısıyla televizyon, tablet, bilgisayar ve akıllı telefon satışları da hız kazandı. Kitle iletişim araçlarına sınır getirilince özel araç sayısında patlama yaşandı. Artık galeriler otomobil almak isteyenlere altı aya kadar beklemesi gerektiğini hatırlatıyorlar. Otomobil 37


piyasası ederlerini katladı. Enflasyon arttı. Fiyatlar yükseldi. Bizim gibi turizmde iddialı ve kıyı şeridi zengin olan ülkeler virüs salgınında ciddi biçimde etkilendi, en azından masraflarını çıkarmak için kampanyalar başlattı. Döviz girdisi için beklentiye başlandı. Dur bakalım ne olacak? Buna rağmen yine de salgın dur durak bilmedi. İnsanlar otellere gitmeye çekindi ve mesafe koydu, tatilini erteledi. Zaten bir bayram bunu denemeye kalktı, testi pozitif çıkanlar ve koronavirüse yakalananların sayısı artarak ikince dalga başladı. Üstelik bütün dünyada. Tabii ki her gelişme bir başka değişme öncü oldu. ÜLKEMİZDE TAZE BİR TURİZM MODELİ

Tatil yaparak hastalığa yakalanmak istemeyenler için karavan siparişleri arttı. Karavan olunca bunu çekecek güçlü araçların ithali de büyüdü. Her gelişme hayatımızda, şehrimizde ve kültürümüzde, insani ve medeni ilişkilerimizde yenilikler ortaya koyuyor. Geçenlerde Z neslin temsilcilerinden biri beni Pendik ve Çekmeköy’deki karavan otoparkına götürdü. Dağın eteğinde orman içindeki fiziki mekanda renk renk, boy boy, marka marka karavan ve arabalar sıralanmıştı. Maile altı kişilik kiraladığımız ve çoluk çocuk seyahate çıktığımız karavan ile Almanya, Lüksemburg ve Fransa tecrübemiz olduğundan konunun yabancısı değildim. Karavan seyahati ile en önemli husus otoparktır. Bunun, can ve mal güvenliği için önemi büyüktür. Ayrıca su ve tuvalet depolarının her otoparkta değişmesi ve yenilenmesi gerekir. Otoparktaki karavanlarda yaz-kış böyle bir temiz havada kalanları görünce sordum ve öğrendim; araçlar ebadına göre soğutmalı veya ısıtmalı. Tuvalet, banyo, yatak, masa, televizyon vesaire her şeye sahip. Ayrıca aracınızı karavandan ayırıp istediğiniz yeri gezip sayı//76// kasım 38

dolaşmaya gidebiliyorsun. Güvenli ve manzaralı bir yerde istirahat edip, piknik yapabiliyorsun. İstanbul’da caravan parkının yıllık kirası yaklaşık 12 bin TL. Burada spor tesisleri, havuz, yürüyüş parkuru, lokanta market bulunuyor. Çekmeköy karavan parkında mescit de vardı. Merakımı gidermek için sordum ve cevap aldım “Karavanların tümü ithal. Eğer araca bağlı bir karavan almak istemez, müstakil arzu ederseniz ithali hem zor ve vergisi çok fazla. Dolayısıyla en fazla araca bağlı karavanlar tercih ediliyor. Bunun için imtihana girerek ehliyetinizi yenilenmeniz gerek. Karavanlar Almanya, Fransa ve Slovenya’dan ithal ediliyor. Bu üç ülke bu konuda iddialı. Fabrikalar karavan yetiştiremiyor. Türkiye’de yavaş yavaş üretilmeye başlanacak gibi görünüyor.” TÜRKİYE’DE KAÇ KARAVAN OTOPARKI BULUNUYOR?

Bir başka hususu sorarak cevap alıyorum “Türkiye’de henüz çok yeni sayılır karavan turizmi. Bunun için yerleşim birimlerinde karavan otoparkları henüz yeterli değil. İstanbul, Adapazarı, Bursa, İzmir ve Antalya ve dolaylarında 20 kadar karavan otoparkı var. Yerli veya yabancı bir konuk Marmara bölgesinden Ege ve Akdeniz’e kadar rahatlıkla karavanıyla gidebilir. Buralarda elektrik, su ve internet gibi ihtiyaçlarınızı karşılamak mümkün. İsterseniz büyükşehirlerin gayguyundan kurtulmak için hafta sonları bile gelip karavan otoparkından istifade edenler mevcut. Bazıları sırf çocuklarının yabancı dil pratiğini artırmak için bile buraya gelerek yeni komşular ediniyorlar. Çünkü 72 milleti burada birada görmek mümkün.” ZUHURAT TOPLUMU YENİDEN İNŞAYA GÖTÜRÜYOR

Galiba bu koronavirüs denilen salgın sadece Z neslini değil herkesi şehir, kent hayatı ve kültürü konusunda yeniden düşünmeye ve üretmeye başlayacak. Mutluluk, hoşgörü ve merhametten oluşan; gösterişin, kibrin kol gezdiği bir çağda hayatın sadeliğini öne çıkaran ve henüz ülkemizde tanınmayan Hepitalizm mi geliyor yoksa? Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda nüfusumuz yaklaşık 13 milyon kadardı. 1960 yılında ise 27 milyon nüfusa sahiptik. Bugün ise Türkiye’nin nüfusu 84 milyon oldu. Şehirlerimiz ve toplumumuz istesek de istemesek de her hususta yeniden ihya ve inşaya doğru yürüyor.


RIHLE Dolayısıyla yeni sisteme, yeni sınıf yönetimi kurallarına ihtiyacı olan öğretmenin işi her zamankinden zor görünüyor. Bu sistemde bilgiye ulaşmak isteyen öğrencinin önünde yazılı, sözlü, görsel kaynaklar bulunmakta ve öğrenci tekrar tekrar ders dinleyip not alma şansını yakalamaktadır. Sıddıka Zeynep BOZKUŞ

ugün hava bulutluydu dostlarım! Önce perdeyi araladım ve sonra okumalara daldım. Günün sonunda şöyle bir not düştüm: Gerçekten karanlığın rahatsızlığını duymadan ışığı bulamıyor insan!” Eskiden rıhle vardı. “İlim Çin’de de olsa, gidiniz.” Hadisi düsturunca yola revan oluyordu talebe. Talebe: Talep eden – bilgiye erişmeyi- arzu eden kimse. Kâinatta neyi gerçekten istedik ve tüm benliğimizle o yolda gayret sarf ettik de bütün mahlukat Rabbinin “ol!” emrini doğrular gibi ayağımıza serilmedi? Elbette burada saf bir niyet ve hırslardan arınmış bir arzuyu kast etmekteyiz. Kişisel gelişim eğitimlerinde, tasavvufta, felsefede, psikolojide ve daha birçok ilimde, nereye giderseniz gidin kararlı ve ne istediğini bilen insan için kapıların açılacağı, açıldığı ifade edilmektedir. Rıhle kelimesinde; Yola koyulmak, bir şeyin sırtına binmek, şeklinde bir sözlük anlamı bulunmakta. Burada hadisle ilgili bilgiye ulaşma amaçlanırken onu asıl kaynağından, yerinden almak için ciddi bir çaba göstermek söz konusu. Günümüzde internetten her türlü bilgiye kolaylıkla ulaşmak mümkün. Bunun yanı sıra tam bir bilgi kirliliğinin mevcut olduğu da aşikar.

Çaba ve kararlılık tüm zamanlarda elzem. Tutun ki bir adamın önünde evrenin tüm sırları, hazineleri, külliyatları v.b. yığılmış, yine de aydınlığa ancak samimi ve doğru bir seçimle ulaşabilecektir. Bunun için önceki yaşanmışlıkların – bilerek, isteyerek yahut bilmeden, istemeden görüp geçirilenlerin- seçimlerimizi oluşturduğuna kaniyim. Zira evrende tesadüf yoktur ve tevafukla gelen işaretleri anlamlandırmak ancak idrak ile mümkün olmakta. İdrak ise birinci, ikinci, üçüncü ve bilmem kaçıncı benzer hadiseden sonra olgunlaşıp dalından düşen, anlayıp özümseyebilmemize olanak veren kavrama yeteneği. Sözlükte idrak için de şöyle bir açıklama var: Erişme, kavuşma, ulaşma. Demek ki idrak asıl varılacak nokta ve tüm yürüyüşlerimizin anlamı – bilerek yahut bilmeyerek- ona ulaşmak. Bugün hava bulutluydu dostlarım! Önce perdeyi araladım ve sonra okumalara daldım. Bir yanda hadis metinleri, diğer yanda okul öncesi temel değerler eğitimiörnek- setleri, öte yandan incelemeye almak üzere tekrar ve detaylıca okuduğumuz “Simyacı”, masamızda ev hali gereçler, arka odalarda uzaktan eğitim gören evlatlarımızın online öğrenme telaşı, haberlerde dünya ateşi... Havanın insanı uykuya davet eden kesif ağırlığından eser kalmamıştı. Hakikaten vakit geç olup da gün ağarmaya yüz tutunca şöyle bir not düştüm: “Gerçekten karanlığın rahatsızlığını duymadan ışığı bulamıyor insan!” Her şey bir ağrı yahut bir sancıyla başlıyor. Yeni bir hayata derin sancılar sonucunda kavuşmak mümkün. Ölüm, doğum ve yaşamın menzilleri sancılar... On yıllarca aradığımız hazinenin peşinde dolanır dururken, daha da ötesi nerede, nasıl, kimlerle ve neden iletişim kurduğumuzu bilmeden akışta debelenirken törpülenir ömrümüz. Söz arasında arka odalarda uzaktan eğitimle online ders görme telaşında olan evlatlarından, evlatlarımızdan bahsetmiştim. Bu yeni ve zaruri değişim elbette kaygıları ve güçlükleriyle hepimizi dolaylı yahut doğrudan etkiliyor. Öğretmenlerimiz nasıl olacak, ne olacak diyerek her zamanki iş bitiren sınıfa hakim rollerinden kaydığı dakika öğrenciler ipin ucunu kaçırmaya müsait olacaklar. Dolayısıyla yeni sisteme, yeni sınıf yönetimi kurallarına ihtiyacı olan öğretmenin işi her zamankinden zor görünüyor. Bu sistemde bilgiye ulaşmak isteyen öğrencinin önünde yazılı, sözlü, görsel kaynaklar bulunmakta ve öğrenci tekrar tekrar ders dinleyip not alma şansını yakalamaktadır. Bunlar avantaj olmakla beraber kimi talebe örgün öğretimin kıymetini kavramakta, kimi online dersi açıp saz çalmaktadır. Ve sonra Rıhle dedim kendi kendime. Ve sonra Ey idrak! dedim. Değişen hiçbir şey yoktur menzilden başka! Sanal bir yürüyüş videosu açıp sahilde dingin bir yolculuğa koyuldum. Ayak bileklerime kadar dalgayı hissederek yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm... 39


Yani ahlak ile hukuk ve devlet birbirini destekleyen bir sacayağına benzetilmektedir. Küntoğdı da üzerinde oturduğu tahtı üçayaklı şekilde tasvir ederek buna işaret etmektedir. (KB. 800-822.b)

KUTADGU BİLİG’İN

TÜRK KÜLTÜRÜNE KATKILARI - II“Ahlak, insanların eylemlerini toplumun ya da dinin koyduğu kurallara uyarak yapmaları ve bunun karşılığında mutlu olmayı ummalarıdır. Ahlaki eylemler, yapılan davranışın sonucuna göre iyi ya da kötü olarak değerlendirilir.” Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN

ir önceki yazımızda Kutadgu Bilig’in Türk kültürüne katkıları hakkında bilgiler vermeye başlamış, bu sayıda da devam edeceğimizi belirterek yazımızı sonlandırmıştık. Şimdi kaldığımız yerden devam etmeye çalışacağız. Kutadgu Bilig’de üzerinde titizlikle ve önemle durulan adalet kavramı, aynı zamanda ahlak, hukuk ve devletin en önemli dayanaklarından biridir. Kutadgu Bilig’de adalete verilen önem, “Adalete istinat eden kanun, bu göğün direğidir; kanun bozulursa, gök yerinde duramaz” (KB. 3463. b) ifadesiyle anlatılmaktadır. Bu ifade, töre, yani hukukun temelinin adalet olduğunu, adaletten şaşılmasının hukuku ortadan kaldıracağını göstermektedir. Kutadgu Bilig’in baş taraflarında doğrulukla hukuk düzeni arasındaki bağ, adalet yoluyla kurulmakta ve devletin temeli de buna dayandırılmaktadır.

sayı//76// kasım 40

Küntoğdı’nın anlattıklarına bakıldığında tahtın üçayağından her biri, devletin üç temel ilkesine işaret etmektedir. Bunu da hükümdarı güneşe ve onun ışıklarına benzeterek açıklamaktadır. Ona göre devlet, öncelikle doğruluk ve dürüstlük üzerine kurulmalıdır. Güneşin parlaklığı nasıl her tarafa eksilmeden yansıyor ve tüm varlıklar güneşe minnettar kalıyorsa, yöneticinin de doğruluk ve dürüstlükten ayrılmaması gerekir ki yönettiklerinin ona yönelmesi ve ilgisi azalmasın. İkinci olarak, güneşin aydınlığını ve ısısını esirgemeksizin herkesin üzerine göndermesi gibi yöneticinin de hiçbir ayırım yapmadan bütün halkına aynı mesafede olması, adaletle davranması gerekmektedir. Bir başka ifadeyle devlet, adalet ilkesi üzerine kurulmuşsa hem bireyler hem de toplum mutludur. Adaletin dağıtılmasında doğruluk, dürüstlük ve tarafsızlık ilkeleri esastır. Bunu sağlayacak olan da devlettir. Üçüncü olarak da yöneticinin halkın yararına işleyen bir hukuk düzeni, yani kanun hâkimiyeti kurması gerekmektedir. Yani Yusuf Has Hâcib’e göre adalet ilkesinin gerçekleşmesi, kanun ve düzenin oluşturulmasına bağlıdır. Kanunlar, halkın yararı gözetilerek yapılacak olursa, düzen sağlanır. Adalet, aynı zamanda devletin, hukukun üstünlüğü ilkesine göre yönetilmesi demektir ki bu da devletin devamlılığının güvencesi anlamına gelmektedir. Günümüzdeki hukuk çalışmalarında Batı hukuk anlayışlarına müracaat edildiği gibi Kutadgu Bilig de referans alınarak bu alana yeni bakış açıları kazandırılabilir. Kutadgu Bilig’in Türk kültüründe etkili olduğu alanlardan biri de ahlaktır. İslamiyet’in kabul edilmesinden sonra, İslam öncesi ahlaki yapının en iyi yansıdığı eski metinlerden birisi, bu eserdir. Çünkü Kutadgu Bilig’in yazıldığı vakitlerde İslamiyet kabul edileli yaklaşık yüz yıl olmuştur ve Türk toplumunda hem geleneksel Türk dininin hem de Uygurların İslamiyet’i kabul etmeden önce inandıkları Budizm’in izleri devam etmektedir; üstelik Türkler, İslam’ın kabulüyle birlikte yeni bir kimlik arayışına


geçmişlerdir. Bu bakımdan öncelikle ahlak hakkında kısa bir bilgi vermemiz gerekmektedir ki o gün kazanılan yeni milli kimliğin bugüne nasıl yansıdığı ve bundan sonraya nasıl yansıyabileceği üzerinde konuşulabilsin. Ahlak, insanların eylemlerini toplumun ya da dinin koyduğu kurallara uyarak yapmaları ve bunun karşılığında mutlu olmayı ummalarıdır. Ahlaki eylemler, yapılan davranışın sonucuna göre iyi ya da kötü olarak değerlendirilir. Başkalarına rahatsızlık ve huzursuzluk vermeyen faydalı eylemlerde bulunanlar toplum tarafından takdir edilip yaptıkları eylemler övülürken, başkalarına zarar verici ve rahatsız edici davranışlarda bulunanların eylemleri de toplum tarafından kabul edilmeyip eleştirilir. Davranışların ahlaki sayılabilmesi için eylemlerin bireylerin hür iradesiyle yapılmış olması gerekmektedir. Hür iradeyle yapılan her eylemin bir sorumluluğu ve bir müeyyidesi vardır. Sorumluluk, öncelikle vicdani, sonra da toplumsaldır. Yapılan eylem iyi ise kişi mutlu olur ve bundan dolayı vicdani huzur hisseder; kötü ise ve o kişide vicdan varsa vicdanı rahatsız olur ve bu da mutsuzluk getirir; aynı zamanda yaptığı kötü eylemin karşılığında kişiye toplumsal müeyyide uygulanır. Toplumsal müeyyidenin en keskin olanı da o kişinin toplum vicdanında yalnızlaştırılmasıdır. Ahlaki eylemlerin bir diğer müeyyidesi de hukukla ilgilidir. Ahlaki eylemlerin hukuki sonuçları, bu dünyada gerçekleşir. Kötü olarak nitelenen ahlaki eylemi yapan kişi, hukuk önünde yargılanır ve yapılan davranışa göre ceza tahakkuk ettirilir; ancak hukuk, iyi olarak nitelenen eylemler için herhangi bir mükâfat vermez. İşte hukukta karşılığı olmayan iyi eylemlerin mükâfatı, dinde mevcuttur. Din, bu dünyada yapılan iyiliklere karşılık öbür dünyada cenneti ve ebedi mutluluğu müjdelerken, kötülüklere karşılık olarak da ebedi mutsuzluk ve cehennemi gösterir. Yusuf Has Hâcib de Kutadgu Bilig’inde insanı hem bu dünyada ve hem de öbür dünyada mutluluğa ve sonsuz nimetlere ulaştıracak olan eylem ve davranışlara atıfta bulunarak insanları iyiliğe yönlendirmekte, her iki dünyada mutsuz edecek ve karşılığı azap ve ceza olacak davranışlardan da uzak durmalarını istemektedir. Kutadgu Bilig’de ahlaki eylemler ve bunların sonuçlarıyla ilgili olan beyitler, kendi çağında etkili olmuştur. Ancak 20. asrın başlarına kadar bu eserin bulunamayışı, etkisini konuşmamıza engel teşkil etmektedir. Onun

etkileri, bundan sonraki zamanlarda ve nesiller üzerinde olacaktır. Bu bakımdan Kutadgu Bilig’in, olabildiğince tanıtılıp anlatılması gerekmektedir. Şimdi Kutadgu Bilig’de bulunan ahlaki beyitlerden söz etmeye geçebiliriz. İyi, ahlakın temel kavramıdır ve Kutadgu Bilig’de çok sık geçen terimlerden biridir. “İyinin vasfı, faydalı olmaktır; onun halka faydaları çoktur.” (KB. 856.b) İyilik yapmada asıl olan, kendi yararını değil, başkasının faydasını düşünmektir. Bunu Yusuf Has Hâcib “İyilik yapan insan, hem sürekli iyilik yapar, hem de bunu kimsenin başına kakmaz. Kendi menfaatini düşünmeyip başkasına faydalı olmayı düşünür, buna mukabil yaptığı iyilikten bir karşılık beklemez” (KB. 857-858.b) sözleriyle ifade ederek, bin yıl öncesinden bugüne önemli ahlak mesajları vermektedir. Yusuf Has Ulu Hâcib, insanların ahlaki anlamda genel olarak ikiye ayrıldığını, “İnsanların dillerinden düşmeyen iki türlü adı vardır: biri iyi, biri kötü; kötü sövgü, iyi övgü alır… Hangisini istersen birini seç, kötü mü sana uygun, iyi mi; sövgü mü istersin, övgü mü? İnsan, iyi adı ile dua alır, adı kötüye çıkmışsa beddua alır” (KB. 238-246.b) sözleriyle anlatmaktadır. Böylece iyinin de kötünün de belli olduğunu, insanın bunlardan birini iradesiyle seçip sonucuna katlanacağını ve neticede mutlu ya da mutsuz olacağını belirtmektedir. Ahlakın önemli kavramlarından biri de doğruluktur. Yusuf Has Hacib, “Doğruluk bir sermayedir ve bütün iyilikler bu sermayenin kârıdır. Bu kâr ile insan ebedi tadı bulmuştur. İnsan doğru olursa, günü iyi olur; günü iyi olursa, ebedi mutluluğa kavuşur.” (KB. 27562757.b) ifadeleriyle doğrulukla iyilik arasında doğrudan bir bağ kurmakta ve bu iki ahlaki erdemin bir araya gelmesiyle de insanın mutlu olacağını belirtmektedir. Doğruluk, sadece sözde değil, eylemde de olmalıdır; yani verilen sözün yerine getirilmesi gerekmektedir. Doğru sözlü olmak insana huzur verirken yalan söylemek insanı rahatsız eder. Çünkü yalan söylemek, insanı vefasızlığa götürür. Vefasızlık ise insani vasıflara aykırıdır. Yapılan iyilikler karşılıklı yapılmaz, ancak kendisine iyilik yapılanın da iyilik yapana vefasızlık yapmaması gerekir. Bir öğretmen veya bir akademisyen, öğrencilerini yetiştirirken hiçbir karşılık beklemeden bildiklerini öğretir. Öğretmenin 41


tek beklentisi, öğrencisinin topluma faydalı bir fert olması, kendisine ve çevresine saygı göstermesi, ilerde herhangi bir çıkar söz konusu olduğunda, sözgelimi başkaları mı menfaatim mi diye bir tercih yapması gerektiğinde toplumun menfaatini seçerek, kendi çıkarını terk etmesidir. İşte vefalı olmak, budur; bir başka ifadeyle öğrencinin,hocasıyla işi bittikten sonra sadece kendi çıkarları peşinde koşmaması, topluma ve öğretmenlerine sırtını dönmemesidir. Ahlaki eylemler içten gelerek ve severek yapılırsa anlamlı olur. Gerek İbni Sina, gerekse Gazali ve sonraki ahlak bilimcileri ahlakı, nefiste yerleşmiş bir meleke olarak nitelemişlerdir. Nefiste yer etmiş olan bu meleke sayesinde kişi, herhangi bir fikrî zorlama olmaksızın eylemlerini kolaylıkla yapar. Böylece eski ahlak filozofları, ahlaki eylemlerin zorla yapılmasının ahlak olarak nitelenemeyeceğine vurgu yapmaktadırlar. Mesela karşıdan karşıya geçen bir âmâyı gördüğünde hiç düşünmeden ona yardım etmeye koşan biri, ahlaki bir eylemde bulunmuş demektir; yoksa ‘onu karşıdan karşıya geçir’ diye bir başkasının sevk etmesiyle veya bu işi para karşılığında yapacak olursa, buna ahlaki eylem denilemez. Bir eylemi isteyerek yapmanın bir başka ifadesi de sevgiyle yapılmasıdır. O halde ahlakta sevginin önemli bir yeri vardır. Sevginin eyleme yansımasının en önemli göstergesi de şefkat ve merhamettir; Yusuf Has Hacib de buna “İnsanlığın başı, merhamettir; merhametli kimse, insan için azizdir. Merhametli birini bulursan bağrına bas!” (KB. 1945-1947. b) beyitleriyle dikkat çekmektedir. Yusuf Has Hacib’e göre ahlaki erdemler arasında cömertlik, yiğitlik, sabırlı olmak, tevazu sahibi olmak da bulunmaktadır. Her birine Kutadgu Bilig’den birer örnek verilebilir. “İnsanların saygı göreni, cömert olanıdır” (KB. 1028. b); “Yiğit insan, haysiyet sahibi olur” (KB. 2293.b); “İşe aceleyle girişme, sabır ve yavaşlıkla hareket et. Aceleyle yapılmış işler yarın pişmanlık getirir” (KB. 587. b); “Kut gelip kiminle bağdaşırsa, o kimse büyüklenmemeli, alçakgönüllü davranmalıdır.” (KB. 1702.b) Kutadgu Bilig’de bir Bey ve bir Hükümdarın nasıl olması (KB. 1921-2180.b), vezir olacak kimsede hangi niteliklerin bulunması gerektiği (KB. 2181-2268.b), Has Hacib olacak kişideki niteliklerin neler olacağı (KB. 2435-2527.b), sayı//76// kasım 42

elçilerin nasıl gönderileceği ve gelen elçilerin nasıl kabul edileceği (KB. 2596-2668), hazinedar yani maliyeden sorumlu kişide hangi vasıfların bulunması icap ettiği (KB. 2743-2822.b) gibi hususlar da anlatılmaktadır. Bunların yanında kapıcı başının görevlerinin neler olduğu, aşçıbaşının nelere dikkat edeceği, konuklara hizmet edecek olan hizmetkârların nelere dikkat etmeleri, ikramları nasıl yapmaları gerektiği (KB. 2528-2591, 2828-2879, 28832949, 2957-3186.b) gibi konular bile ayrıntılı olarak anlatılmakta ve böylece sadece siyasi bakımdan değil, saray yönetimi bakımından da gereken bilgilere yer verilmektedir. Bunlardan başka Kutadgu Bilig’de örf adet, baba ile evlat arasındaki konuşma ve davranışlar, bilim adamlarıyla devlet erkânı arasındaki ilişkiler ve hükümdarla halk arasındaki görüşmelerin nasıl olacağı gibi hususlara da yer verilmiştir. Kitaptaki önemli konular arasında devlet yöneticileriyle hekimler (tabip), efsuncular, müneccimler, rüya tabircileri, avam, şairler, sanatkârlar, zenaatçılar, çiftçiler, hayvan yetiştiricileri, yoksullar arasındaki iletişimin nasıl kurulacağına dair de önemli bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca evlilik müessesinin nasıl kurulacağı, çocukların terbiye edilmesi gibi aile içi yönetimiyle ilgili de bilgiler bulunmaktadır. Bir ziyafete davetin nasıl yapılacağı, ziyafetin nasıl verileceği, hangi kurallara dikkat edileceği gibi çok ince teferruatlar bile kitapta yer bulmaktadır. Bütün bunlardan sonra Yusuf Has Hacib’in yaşadığı zamandaki ahlak bozukluğundan ve dostlarının vefasızlığından şikâyet ettiği konuları ile Yusuf Has Hacib’in kendi kendisine verdiği öğütlerle kitap son bulmaktadır. Bütün bunlar dikkate alındığında Kutadgu Bilig’de geçmişle bugün arasında önemli benzerlikler kurulabileceği görülmekte ve bu değerli eserin günümüz Türk dünyasına ve devlet hayatından aile hayatına, bireysel yaşantıdan toplumsal hayata kadar her alanda bizlere vereceği pek çok öğüt ve katkılar bulunduğu anlaşılmaktadır. Takdir edilecektir ki bu hususların her birine tek tek yer vermek, bu yazının sınırlarını zorlayacaktır. Bu bakımdan her evde bulunması gereken bu değerli eserin küçüğünden büyüğüne toplumumuzun bütün kesimleri tarafından okunmasını salık vererek yazımızı tamamlayalım.


Kuş cenneti demişiz güzel yerlere. Kuşsuz, çiçeksiz mekânları noksan bulmuşuz güzellik ve özellik bakımından.

KUŞLAR VE BİZ Kanaryayı kafeste, serçeyi dal uçlarında, kekliği bağlarda düşünmüşüz çoğunlukla. Kuş besleyene kuşçu sıfatını armağan eylemişiz. Durdu ŞAHİN

Kuşadası denmiş, denizin sahille kucaklaştığı yere. Kuşkonmaz denmiş ören ve izbe yerlere. Telgrafın tellerine kondurmuşuz, gagasında gümüş var demişiz. Bülbülü güle yakıştırmışız. Kartalları dağların doruklarında görmeyi sevmişiz. Kanaryayı kafeste, serçeyi dal uçlarında, kekliği bağlarda düşünmüşüz çoğunlukla. Kuş besleyene kuşçu sıfatını armağan eylemişiz. Sığırcıkların çekirgeleri; leyleklerin, kerkenezlerin, atmacaların, kara çaylakların fare ve yılanları tükettiklerini hep aklımızda tutmuşuz. Bazı kuşların çok sayıda yabani böceği ve zararlı ot tohumunu bitirdiğini hiç unutmamışız.“Kuşlarla ilgili onlarca atasözü oluşmuş asırların kucağında.” " Gülün kadrini bülbül bilir, kuşkanadına kira istenmez, kartala bir ok değmiş, yine kendi teleğinden, kuşa kafes lazım, yuvayı dişi kuş yapar, her kuşun eti yenmez, serçeden korkan darı ekmesin, bülbülü altın kafese koymuşlar:"ille de vatanım", demiş, baykuşun kısmeti ayağına gelir, bülbülün çektiği dili belasıdır, kuzguna yavrusu şahin görünür, leyleğin ömrü laklakla geçer” gibi nice atasözleri tarih boyu söylenegelmiş. Deyimler oluşmuş kuşlarla ilgili. “Kuş kadar canı olmak, kuş uçmaz, kervan geçmez, kuş uçurmamak”vs.

uşlar tabiatın süsüdür. Kuşlar doğanın neşesidir. Kimisi heybetli, kimisi narin yapılıdır kuşların. Onların etinden, tüyünden, yumurtasından faydalanmışız. Kuşlar, avcılıkta yardımcımız olmuş çoğu zaman. Her kuşun farklı bir sesi, farklı bir görüntüsü vardır. Kuşlara benzetmişiz bazı insanları. Şahin gibi demişiz, kartal gibi demişiz. Çok süslenenlere “tavus kuşu gibi” demeyi uygun bulmuşuz. Keklik, bıldırcın deyince yüzümüze güzellik konmuş. Serce, güvercin denince gülümsemişiz… Hacı leylek sözünü işitince ferahlamışız.

Tarihimizde kuşlara ilgi sevindirici hakiki manasıyla. Kuş evleri, kuş sarayları yapılmış, 16. yüzyıldan itibaren zaman zaman… Mimarinin de konusu olmuş kuş, zarafet timsali sayılıp… Kuşlarla ilgili çeşitli inanışlar da gelişmiş zamanla. Evin çatısına baykuş konması uğursuzluk sayılırken, ev üzerinde ala karganın ötmesi misafir geleceği anlamında yorumlanmış. Kırlangıçların yuva yaptığı evleri felaketten koruduğuna inanılmış. Kuş yuvalarını dağıtmanın kötülük sebebi olacağı vurgulanmış… Şiirlerin, şarkıların konusu olmuş kuşlar… “Allı turnam”, “iki keklik”,“yeşil ördek” denilmiş samimiyetle… Dilimizdeki, yüreğimizdeki güzellikler bir kuş gibi kanatlanmış yarınlara… Asırlar boyu sazların telinde, ozanların dilinde yaşamış kuşlar… Evet, kuş deyip de geçmemek lazım. Kuşları korumak lazım. Onlar bize emanet… 43


BİLAL-İ HABEŞİ VE EZAN-I MUHAMMEDİ AHMET CEVDET PAŞA’YA GÖRE İLK EZAN

Ünlü tarihçimiz merhum Ahmed Cevdet Paşa, muhalled eseri “Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa” isimli kitabında verdiği bilgiye göre, Bilal-i Habeşi hazretleri İslam’la ilk önce şereflenen bahtiyar sahabilerin arasında bulunuyor. Köleyken Müslümanlığı kabul ettiğini ilan yoluyla bildirdi. Dursun GÜRLEK üzel sesleriyle okudukları Ezan-ı Muhammedilerle Müslümanları günde beş defa camiye davet eden müezzinler, hiç şüphe yok ki, dini açıdan en şerefli, en mukaddes bir görevi yerine getiriyorlar. Ezan deyince – bilindiği gibi – aklımıza ilk önce Bilal-i Habeşi hazretlerinin mübarek ismi geliyor. Bu “siyah nur” bütün müezzinlerin piri kabul ediliyor. Camilerdeki müezzin mahfilleri “Ya Hazreti Bilal-i Habeşi” levhalarıyla şeref kazanıyor. Haklarını yemeyelim; Efendimizin, Bilal-i Habeşi hazretlerinden başka müezzinleri de vardı. Mesela Hatice Validemizin dayısının oğlu Ümm-ü Mektum hazretleri bunlardan biriydi. Kaynakların verdiği bilgiye göre Bilal-i Habeşi, Müslümanları teheccüd namazına uyandırmak için fecirden önce ezan okuyordu, İbn-i Ümm-ü Mektum ise, sabah namazının tam kılınma vaktine girince aynı dini görevi yerine getiriyordu. Resul-ü Ekrem Efendimiz bir tarafa çıktığı zaman, Bilal-i Habeşi de birlikte gittiği için Ümm-ü Mektum Peygamber Mescidi’nde kalıyordu. Peygamber Efendimiz İbn-i Ümm-ü Mektum’u defalarca Medine-i Münevvere’de kaymakam bırakmıştı. Ünlü tarihçimiz merhum Ahmed Cevdet Paşa, muhalled eseri “Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa” isimli kitabında verdiği bilgiye göre, Bilal-i Habeşi hazretleri İslam’la ilk önce şereflenen bahtiyar sahabilerin arasında bulunuyor. Köleyken Müslümanlığı kabul ettiğini ilan yoluyla bildirdi. Müşriklerin uyguladığı ağır ezayı ve cefayı büyük bir sabırla ve tahammülle karşıladı. Derecesi günden güne daha artan bu işkence devam ettiği sırada Hazreti Ebu Bekir, kendisini satın alıp hürriyetine kavuşturdu. İslam tarihinde ilk ezanı okuma ve kâmet getirme şerefini kazandı. Hicret’ten sonra sahabe efendilerimizin büyük bir bölümü işleriyle güçleriyle uğraştıkları, ticaretle ve çiftçilikle meşgul oldukları için ancak fırsat buldukça Fahr-i Âlem Efendimizin huzuruna gelebiliyorlardı. Halbuki müezzinlerin piri, Efendimizin hizmetinden bir an bile ayrı kalmıyordu. Yukarıda da belirtildiği gibi, Efendimiz sefere çıktığı zaman Bilal’i de birlikte götürüyordu. Cevdet Paşa, ona olan hayranlığını – bakınız – nasıl ifade ediyor: “Bir müezzin düşününüz ki, ilk ezanı o okusun. İmamı da Fahr-i Âlem olsun ve hiçbir zaman yanından ayrılmasın. Onun diğer faziletlerinden başka meziyetlerinden söz etmeye gerek var mı?”

sayı//76// kasım 44

KARAKÖY’DEKİ KARA MUSTAFA PAŞA CAMİİ

Kendisi de meşhur bir hafız ve musıkişinas olan merhum Ali Rıza Sağman, 1950 yılında yayımladığı “Din Adamları Nasıl Yetiştirilmeli” isimli kitabında bu önemli konuya yer verip bazı nakillerde bulunuyor. Sağman’a göre, müezzin toplumda çok yüksek bir mevkiye sahiptir. Cenab-ı Risalet Efendimiz’in müezzini Bilal-i Habeşi’nin nasıl mukaddes bir görev yaptığını hatırlamak, bu mesleğin yani müezzinlik vazifesinin kudsiyetini ve önemini anlamak, kavramak için yeterlidir. Dikkat sahibi kimseler, müezzinlerin dine ve topluma çok büyük bir hizmette bulunduklarını derhal fark ederler. Ali Rıza Sağman, müezzinliğin en şerefli mesleklerden biri olduğunu anlatırken önemli bir tesbitte bulunuyor ve şöyle diyor: Bilindiği gibi müezzin vakti gelinec Ezan-ı Muhammediyi okur, Müslümanları namaza ve camiye davet eder. Tabii ki müezzinin asıl görevi budur, ama unutmamak gerekir ki, Ezan-ı Muhammedi aynı zamanda bir sanattır. Ezan sırf vaktin geldiğini haber vermekten ibaret olsaydı bu iş bir boruyla, bir davul ile veya başka bir aletle de yapılabilirdi. Ancak onlarla yapılan bu iş, ezanla yapılanın yanında çok sönük kalırdı. Ezan, vaktin girdiğini belirten bir boru değil, bir terennümdür. Ezan, bir şiirdir. Ezan, bir irşad inşadıdır. Müezzin, vaktin geldiğini haber verirken, yediği tokmak dolayısıyla bağıran bir nakus (çan) değildir. Müezzin o anda güzel sanatlardan birinin mütehassısıdır. Müezzin, ruhun ufuklarına nida eden bir kimsedir. Müezzin, güzel sesiyle, ilahi güfteleriyle, ezeli nağmeleriyle, insanın iç dünyasına seslenirken, tıpkı körpe yavrusuu sevmek, okşamak için ninni söyleyen bir anne gibidir. Çanın bağırarak çağırmasıyla, ezanın okşayarak daveti arasındaki nisbetsiz farkı, Müslüman da, Müslüman olmayan da takdir eder diyen merhum Ali Rıza Sağman, bir dip notu düşerek şunları söylüyor: “Meşhur Hâfız Sami, Meşrutiyet’i takip eden yıllarda Karaköy’deki Kara Mustafa Paşa Camii’nde hatiplik yapıyor, Hafız Ali de minarede öğle ezanı okuyordu. Bilindiği gibi, orası İstanbul’un en kalabalık caddelerinden biridir. İşte bütün o kalabalığın kümeler halinde o ezanı dinlediğini görmüş bulunuyorum. Kümelenen kalabalığın onda dokuzu şapkalıydı. O yıllarda şapkanın gayr-i müslimlere mahsus olduğunu unutmamak lazımdır. EZANI HUŞÛ İLE DİNLEYEN HIRİSTİYAN KADIN

Yine Hâfız Sami ile bir Ramazan gecesi Beyoğlu’nda bir gezintiye çıkmıştık. Şimdiki


Cumhuriyet Bahçesi’nin bulunduğı tepeden Haliç’i ve İstanbul’un kandillerle donatılmış minarelerini seyrediyorduk. Birden İngiliz Konsolosluğu’nun arkasındaki Kamer Hatun Camii’nin minaresinden Ezan-ı Muhammedi yükselmez mi? Bu ezanı da adı geçen Hafız Ali okuyordu. O ‘Allah’ o ‘Muhammed’ sesleri esrarengiz bir esintiyle İngiliz Konsolosluğu’nun duvarlarını ve etrafı bir güzel okşuyor, sonra Kasımpaşa koylarına doğru dağılıyordu. Fesli, şapkalı, çoluk çocuk, bu ilahi terennümü huşu içinde dinliyorlardı.” Ne garip değil mi? O yıllarda Müslüman olmayanlar bile Ezan-ı Muhammedi’yi huşu içinde dinledikleri halde bugün namaz kılanlar bile aynı hassasiyeti, aynı dikkati ve rikkati göstermiyorlar. Şeâir-i İslamiyeden olan ezan oknurken kendilerine çeki düzen vermiyorlar, laubali hareketlerine devam ettikleri gibi, dünya kelamı konuşmayı, çene çalmayı sürdürüyorlar. Bu konudaki gafletin, vurdumduymazlığın boyutu o kadar büyük ki, bir çok din görevlisi bile, ezan okunurken susmanın dini bir görev olduğunu unutuyor, etrafındakileri ikaz etmesi gerekirken – heyhat- kendisi de laklakıyatına devam ediyor. Ali Rıza Sağman Hoca’nın bahsettiği gayr-i müslimlerle ilgili örneklere bugünde rastlanıyor. Onların ezanı huşu ile dinlediklerine zaman zaman bendeniz de şahit olmuşumdur. Sultanahmet çevresinde dolaşan bazı yabancı turistler, o muhteşem mabedden Ezan-ı Muhammedi sadaları yükselmeye başlayınca durup dinliyorlar, hatta bir yandan da ses kaydı yapıyorlar. Onlar kayıt yaparken bizimkiler – ne yazık ki – kayıtsız kalıyorlar, diğer bir ifadeyle lakayıtlık örnekleri sergiliyorlar. Söz Sultanahmed Camii’nden açılmışken bu konuya çarpıcı bir örnek daha vermek istiyorum: Şarih-i Mesnevi, Tahirü’l - Mevlevi merhum “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” isimli son derece kıymetli eserinde ezan konusunu anlatırken bize konuyla ilgili bir ibret tablosu sunup şunları söylüyor: “ Bir gün Sultanahmed Camii’nin karşısında bulunan Tapu Dairesi’nin üst katından iniyordum. Davudi bir sesle okunan Ezan-ı Muhammedi daireyi çınlatıyordu. Birinci kata indiğim sırada, oda kapılarından birinin önünde çimento üstüne ve Batıya doğru diz çökmüş, ellerini saygıyla bağlamış, başını eğmiş bir Hıristiyan kadının, büyük bir huşu ile okunan ezanı dinlediğini gördüm. Onun bir Hıristiyan olmasına, böyle son derece saygı göstererek ezanı dinlemesine karşılık, benim gibilerin bu dini davete önem vermiyormuş gibi

inip çıkması, gezip dolaşması beni utandırdı. Dinimin yabancısı olan bu kadını bana mücessem bir ikaz edici gibi gösterdi. Derhal, vicdanımın beni kınayan sesine kulak verdim. Aman yâ Rabbi! Affet, diyebildim.” HAZRETİ ÖMER’İN İMRENDİĞİ DİNİ GÖREV

Sağman Hoca’ya göre Ezan-ı Muhammedi 15 cümleden meydana gelmiş olup, bunlardan ikisi namaza çağırıyor, diğer ikisi de kurtuluşa davet ediyor. Kalanları da Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğünü, Resul-ü Ekrem’in Allah’ın resulü olduğunu, Allah’tan başka hiçbir ilah bulunmadığını tekrar ilan ediyor. Buna göre müezzin Allahın davetçisi, Peygamber’in ise bülbülüdür. Müezzin Tevhid gibi ezeli bir hakikatı her gün beş kere bütün hayatın ruhuna çivileyen kimsedir. Yine Sağman Hoca’ya göre müezzin İslam’ın göz bebeği olduğu için kendisine hem çok değer veriliyor hem de büyük bir saygı gösteriliyordu. Ne yazık ki, yakın zamanlarda müezzin de diğer meslektaşları gibi yumruklara maruz kaldı, yerlere yatırıldı. Artık müezzinlik gibi mukaddes bir görevin elemanını düşürüldüğü yerden kaldırmak, layık olduğu yüksek makama tekrar çıkarmak gerekiyor. Yukarıda temas ettiğimiz çelişkiye Ali Rıza Sağman merhum da işaret edip, müezzinin yaptığı görev dolayısıyla değerini hassas ve insaf sahibi gayr-i müslimler bile takdir edip gerekli hürmeti gösterirken Müslümanların ilgisiz ve duygusuz kalması, ne yaman bir çelişkidir, diyor. Bu konuyla ilgili olup da şahsen beni de çok rahatsız eden hususlardan biri de özellikle mahalle aralarındaki camilerde bir takım ehliyetsiz kimselerin müezzinlik yapmasıdır. Bunlar, kulak tırmalayıcı sesleriyle, telaffuz yanlışlıklarıyla cemaati rahatsız ediyorlar, hatta camiden bile soğutuyorlar. Unutmayalım ki müezzin mahfili, Bilal-ı Habeşi hazretlerinin şereflendirdiği şanı yüce bir makamdır, dolayısıyla layık olmayan kimselerin, ehliyetsiz şahısların orayı işgal etmemesi gerekir. Müezzinliğin ne kadar ulvi bir meslek, ne imrenilecek bir görev olduğunu Hazreti Ömer Efendimizin “Mü’minlerin emiri (devlet başkanı) olmasaydım, müezzinlik yapardım!” sözü bakınız ne güzel dile getiriyor. MÜKRİMİN HALİL HOCA’NIN İLGİ ÇEKİCİ TESBİTLERİ

Bilal-ı Habeşi ve Ezan-ı Muhammedi hakkında Ord. Prof. Dr. Mükrimin Halil Yınanç Hoca’nın ilgi çekici tesbitlerinden nakilde bulunmadan önce, yine Ord. Prof. Dr. Ahmed Süheyl 45


Ünver’in “Kırkambar” isimli kitabında yer alıp da konumuzla ilgili olan bir iki cümleyi de buraya kaydediyorum. Süheyl Hoca diyor ki: Bilindiği gibi müezzinler ezan okurken – çoğu zaman – ellerini şakaklarına dayıyorlar. Biz, dışarıdan bakınca müezzinlerin bu hareketi, sesi dağıtmayarak toplamak için yaptıklarını zannediyoruz. Halbuki İslam’ın ilk yıllarında Bilal-i Habeşi Kâbe’nin damına çıkıp ezan okuduğu sırada elleriyle kulaklarını ve gözlerini örtmeye çalışıyordu. Sebebi ise şuydu: Müşrikler, hakaret kastıyla Bilal tam ezan okurken yerden taş, toprak ne bulurlarsa alıp atıyorlardı. O da gözüne, kulağına dokunmasın diye avuçlarıyla kendini korumaya çalışıyordu. İslam tarihi uzmanı Mükrimin Halil Yınanç Hoca’nın makalelerinden oluşan ve Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilen hacimli eserin sayfalarını – bir akşam- çevirirken “Bilal-i Habeşi” başlıklı bir yazıyla karşılaştım. İlk defa 10 Eylül 1331 tarihli İslam mecmuasının 36. sayısında yayımlanan bu makaleyi büyük bir zevkle okudum. Duyduğum manevi hazzı siz değerli okuyucularımla da paylaşmak ve bu Peygamber müezzinini daha yakından tanımak düşüncesiyle – kısmen tasarrufta bulunarakaşağıya naklediyorum. “ALLAH BİRDİR, ALLAH BİRDİR”

Müverrihin-i kiramdan merhum Mükrimin Halil Hoca diyor ki: Bilal-ı Habeşi hazretleri, ilk Müslümanlardan olup sahabilerin büyüklerindendir. Künyesi Ebu Ömer’dir. Pederi Rebah, validesi Hamâme olup Habeşlidirler. Kureyş eşrafından Abdullah bin Cüd’a’nın esirleriyken merhum bunları birbirleriyle evlendirdi ve bundan Bilal dünyaya geldi. Bilal, Efendimizin peygamberliğinin ilk günlerinde, efendisi Abdullah bin Cüd’a ile beraber Mekkede bulunuyor, onun koyunlarını güdüyordu. Bu sırada İslamiyeti kabul eden sahabilerle, özellikle Hazreti Ebu Bekir’le görüşmüş ve Müslümanlığın zayıflara, esirlere karşı ne kadar himaye edici olduğunu görmüş ve bu dine girmek için düşünüp taşınmaya başlanmıştı. Nihayet bir gün Fahr-i Âlem Efendimiz’in yanına gelerek İslamiyeti kabul etmiştir. Fakat Kureyş’in diğer Müslüman esirlere yaptığı zulüm ve işkenceyi görünce Müslümanlığını gizlemeyi uygun görmüştür. Ancak bu durum çok sürmedi. Bir gün Kâbe’yi tavaf ederken, etrafında kimsenin bulunmadığını zannederek avludaki putlara hakaret etti. Abdullah bin Cüd’a, ilahların böyle zenci bir köle tarafından hakarete sayı//76// kasım 46

uğradığını görünce şanı ve şerefi kırılan putların kudsiyetini iade etmek için kesilmek üzere bir çok deve bağışladı. Bilal’i de cezalandırmak üzere Peygamber Aleyhisselam’ın düşmanlarından Ümeyye bin Halef’e, validesi ve kız kardeşiyle birlikte sattı. İslam’ın gittikçe yayıldığını; zayıfları, fakirleri etkilediğini, onların hidayetine vesile olduğunu gören Kureyşliler yeni Müslümanları dinlerinden çevirmek için her türlü ezayı ve cefayı uygulamaya başladılar. Ümeyye bin Halef satın aldıktan sonra Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in Rabbini inkâr edinceye kadar azaba tabi tutulmasını emretti. İlk önce boynuna bir sicim taktırıp ucunu çocukların eline verdi. Onlar da biçareyi sokak sokak dolaştırdılar. Bilal ise hiç yılmadan “Ehad ehad – Allah birdir, Allah birdir” diyerek Müslümanlığını ilan ediyordu. Bu cezanın yetmediğini gören Ümeyye, ertesi gün Bilal’i sahraya götürerek yere yatırdı. Üzerine taşlar koydurarak güneşin sıcağıyla işkence etmeye başladı. Fakat Bilal’in bitmez tükenmez sabrı karşısında bunun da bir tesiri olmadı. Mekkelilerin küfür tekliflerine karşılık o “Allah birdir, Allah birdir” demeyi sürdürdü. CENNETTE İŞİTİLEN AYAK SESLERİ

Bu ağır işkence uzayıp gidiyordu. Peygamberimiz onu bu halde görünce sabır ve sebat etmesini emir buyuruyordu. Bir gün, öğle vakti Arabistan’ın sıcak kumları üstünde işkence edilen Bilal’in halini gören Resul-ü Ekrem Efendimiz “Yakında kurtulacaksın!” diye müjde verdi. Derhal Hazreti Ebu Bekir’e gelerek “Malımız olsa da, Bilal’i satın alsak” dedi. Ebu Bekir de Ümeyye’nin yanına giderek, Bilal’i annesiyle beraber satın alıp âzad etti. Bilal, hürriyetine kavuştuktan sonra Peygamberimizin hizmetine girdi. Birkaç sene sonra diğer sahabilerle beraber Medine’ye hicret etti. Peygamberimizin, Medine’de Ensar ile Muhacirden bazılarını kardeş ilan ettiği sırada, o da Ebu Ruveyha (r.a.) ile manevi birader oldu. Bedir muharebesinde ve diğer savaşların hepsinde hazır bulundu ve Efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Ezanın meşruiyetinde Fahr-i Âlem Efendimiz, Bilal’i müezzin olarak görevlendirmişti. Müslümanları camiye davet etmek için güzel sesli bir müezzine ihtiyaç vardı. Bilal bu ihtiyacı karşıladı ve Mescid-i Şerif’in damına çıkarak ezan okumaya başladı. Bilal’in ilahi vahdaniyeti ilan eden o latif ve muhrik sesi göklere doğru yükseldiği zaman bütün ashab büyük bir huşu ile dinliyorlar, kendilerindeki iman nurunun verdiği manevi


zevk ile kudsi bir vecd duyuyorlardı. Bu ses, yalnız vahdaniyeti ilan etmekle kalmıyor, aynı zamanda insanları ve mü’minleri kurtuluşa davet ediyordu. Tam anlamıyla katliâm diyarına dönen Arabistan toprağının, kısa süre sonra, bir medeniyet sahası, bir feyiz ülkesi, bir adalet memleketi olacağını kendine has lisan ile anlatan gökyüzü, Bilal’in mukaddes sesinin derinliklerinde akıp gittiğini görünce son derece seviniyordu. Bilal’in ulviyet terennüm eden sesi, Arabistan’ın zulüm ve vahşete boğulmuş kızgın çöllerini ümitsizliğinverdiği sessizlikten kurtararak canlandırıyor, binlerce puta tapmayı alışkanlık haline getiren eski inançları çiğniyor, köhne fikirleri ortadan kaldırıyor, yerleşmiş eski zihniyetleri kökünden koparıyordu. Peygamber müezzininin o etkileyici sesi, herkesi meftun ediyordu. Aleyhissalatü Vesselam “Ey Bilal! Beni cennette nasıl geçtin ki, cennete girdiğim zaman ayak seslerini işittim” buyurdu. MEDİNEYİ AYAĞA KALDIRAN EZAN SESİ

Fahr-i Âlem Efendimiz Rabbine kavuşunca Bilal de diğer sahabiler gibi büyük bir üzüntü duydu. Hazreti Ebu Bekir rica üstüne ricada bulunduğu halde ezan okumadı. Medine’de kaldığı sürece gözyaşlarının dinmeyeceğini bildiği için Peygamber şehrinden uzaklaşmaya karar verdi. Ebu Bekir’e müracaat ederek izin istediyse de olumlu cevap alamadı. Bunun üzerine Bilal’in, “Yâ Ebâ Bekir! Eğer beni kendin için âzad ettinse burada bırak, Allah için âzad ettinse gideyim” demesine karşı dayanamayarak arzusunu yerine getirdi. Bilal, bir süre dışarıda kaldıktan sonra tekrar Medine’ye, Hazreti Sıddık’ın yanına gelerek yine ezan okumaya başladı. Rum seferi sırasında İslam’ın büyük halifesinden – cihad arzusunu dile getirerek – izin istediyse de, Hazreti Ebu Bekir, “Artık ihtiyarladım, ecelim yaklaştı, yanımda kal” diyerek muvafakat etmedi. Hazreti Ebu Bekir vefat edince Bilal, velinimetinin bu ebedi kaybından dolayı çok ağladı. İkinci Halife Hazreti Ömer’e, “Efendimizin hayattayken müezzinliğini yaptım. Resulullah vefat etti. Efendim Ebu Bekir zamanında ezan okudum, o da öldü. Peygamberimizin ‘Amellerin en iyisi cihaddır’ buyurduğunu duydum. İzninizle Şam’a gideyim” dedi. Müsaade alır almaz Medine’den ayrıldı, başkomutan Ebu Ubeyde Amir bin el – Cerrah (r.a.)’ın ordusuna katıldı, bir çok savaşlarda hazır bulundu. Mü’minlerin emiri Kudüs’ü fethedip Şam’ı teşrif edince karşılayarak ‘Cabiye’de bulundu, Hazreti Ömer’in okuduğu hutbeyi dinledi. Daha sonra orada, umumi

bir rica üzerine, son derece etkileyici bir ezan okuyarak bütün cemaati ağlattı. Cenab-ı Ömer, Bilali Medine’ye götürmek istediyse de başarılı olamadı. Arzu ettiği yerde oturmasına izin verdi. Bilal, Ebu Ruveyha ile birlikte Şam’da Darya’ya gelerek evlendi ve büyük bir saygı gördü. Orada bir süre ikamet ederek ibadetle meşgul oldu. Bir gün rüyasında Resul-ü Ekrem Efendimizi görme bahtiyarlığına erdi ve “Ey Bilal! Galiba bizi unuttun?” sitemli sözüyle uyandı. Hemen o gün devesine binerek, Ravzay-ı Mutahhara’yı, Resulullah’ın mübarek kabr-i şerifini ziyaret için hareket etti. Medine’ye girince Efendimizin iki gözünün nuru Hasan ve Hüseyin’e (Allah onlardan razı olsun) rastlayarak evlerine misafir oldu. Ertesi gün seher vakti, Hasan ve Hüseyin efendilerimizin isteğiyle ezan okumak için Mescid-i Nebevi’nin damına çıktı. “Allahü Ekber” lahuti sadası, ezelden ebede giden bir çağlayan âhengiyle, hazin ve sakin duran gökyüzünde dalgalandı. Melekler bu ulvi sesin, titretici terennümüyle mest oldular. Tatlı şafak uykusunda bulunan ashab-ı kiram ve çocuklar birden bire uyandılar. Dikkat ederek bu sesin sahibini tanıdılar. Kalblerinde ani hüzünler meydana geldi. Evlerin üstünde erkekler ve kadınlar ağlaşmaya başladılar. Çocuklar, “Resulullah dirilmiş” diyerek sokaklara düştü. Medineliler Efendimiz’i ve yaşadığı zamanı hatırlayarak hem sevindiler, hem üzüldüler. Bilal, birkaç hafta kaldıktan sonra, müminlerin manevi alkışları arasında Medine’den ayrıldı ve Şam’a geldi. Hicret’in 18. yılında, 60 yaşlarında vefat etti. Babu’s – Sagir’de medfundur. Siyah benizli, nahif vücutlu, uzun boylu, kısa sakallı bir zat idi. Ashabın, kendisine pek ziyade hürmeti vardı. Hazreti Ömer onun hakkında “Seyyidimiz Ebu Bekir, seyyidimiz Bilal’i azad etti” buyurdu. Keza, Abdullah bin Ömer, “Bilallerin hayırlısı, Resulullah’ın Bilalidir!” dedi. Bilal-i Habeşi, bir çok hadis nakletti. Kendisinden Ebu Bekir, Ömer, Ali, Abdullah bin Mesud, Abdullah bin Ömer, Kâ’b bin Ucre, Üsame bin Zeyd, Cabir bin Abdillah, Ebu Said el- Hazeri, Bera bin Azib ve tâbiinden bir çok kimse kendisinden rivayette bulundu. Allah, ondan razı olsun. Camilerimizdeki müezzin mahfillerini zinetlendiren “Ya Hazreti Bilal-i Habeşi” levhası gözlerimizi nurlandırdığı gibi, bu mübarek zatın kemal-i aşkla okuduğu Ezan-ı Muhammedileri sanki bugün de duyuyormuş gibi, kulaklarımız da bayram ediyor. Ezan-ı Muhammedilerin ebediyete kadar minarelerimizde okunması, semalarımızda dalgalanması dileğiyle… 47


nadolu’nun dört bir köşesinde binlerce tepe üzerinde binlerce yatır yatar. Her bir yatır için de binlerce destan anlatılır. Yolunuz güneye düşer de Kahramanmaraş’tan geçecek olursanız dilden dile aktarılan yatırsız bir Köroğlu hikâyesi karşılar sizi. Bu Köroğlu’nun Maraş ağzı anlatımıdır ve bambaşka bir öyküdür.

GÜNEYDE BİR ADAM VE

KÖROĞLU HİKÂYESİ

Maraş ağzı Köroğlu anlatımı yıllar yılı kahvelerde orta oyunu şeklinde anlatılır durur. Dinleyicisi çoktur. Hele de anlatıcının konuyu uzattıkça uzatıp sonuca varmaması gerer sinirleri. Serdar YAKAR

Maraş ağzı Köroğlu anlatımı yıllar yılı kahvelerde orta oyunu şeklinde anlatılır durur. Dinleyicisi çoktur. Hele de anlatıcının konuyu uzattıkça uzatıp sonuca varmaması gerer sinirleri. Ama bir dinleyici vardır ki elinde defteri hiçbir kelimeyi kaçırmadan kayda geçer her bir anlatılanı. Çocuk yaşta denecek kadar erken başlayan bu derleme çalışması yıllar yılı sürer gider. Ve bir gün o eser vücuda gelir. Mahalli gazetelerin en çok okunan tefrikası olur “Maraş Ağzı Köroğlu.” Gazetenin birinde bitmeden bir diğer gazete sıraya girer Köroğlu destanını yayınlamak için. “Olsa da Köroğlu aslen doğulu Düşmüş buralara nasılsa yolu Allamış pullamış hikâyesini Maraşlı eylemiş, Maraşlı onu.” Böyle diyor Yaşar Alparslan hoca. Eserin ortaya çıkış hikayesi çok ilginç. Elindeki deftere duyduklarını kaydeden ve henüz ortaokul öğrencisi olan Hacı Ali Uyduran (sonradan ailenin soyismi Özturan oldu) ilk notlarını babasının hızarında kalfa olarak çalışan Hamza Küçükkürtül’den derler. Küçük Hacı Ali daha o yıllarda kararını verir. Büyüyecek, yazar olacak ve Köroğlu’nu yazacaktır. Hamza kalfa Köroğlu adına anlattıklarını meddah Ökkeş Bilal’den öğrenir. O da Hancı Ökkeş’ten öğrenmiştir. Ökkeş Bilal asıl namı ile Fırıldak Ökkeş özellikle ramazan akşamlarında kahvelerde anlatır Köroğlu hikayesini. Anlatının en heyecanlı yerinde şapkasını çıkartır ve dinleyicilerin önünde dolaştırarak 25 kuruşlukları toplar. Ökkeş Bilal anlatımını o denli heyecanlı anlatır ki zamanın nasıl geçtiği anlaşılmaz ve yine en heyecanlı bir yerde “Kıssa-i mâcerâmız burada karar kılmakta…” diyerek bitirir o günkü bölümü. Elbistan’ın ağalarından biri kendisini hikayeye o kadar kaptırmıştır ki hikayenin sonunu bulmak, Köroğlu’nun zindandan nasıl çıkacağını

sayı//76// kasım 48


dinlemek için günlerdir beklemektedir. Oysa eşi ve çocukları artık eve dönmeyi arzulamakta, ağaya baskı yapmaktadır.

çıkışından başlar hikâye ve Ayvaz hikâyesi ile devam eder. Onikinci bölüm Köroğlu’nun sonudur.

Sonunda ağanın sabrı taşar, erkenden kahveye varıp en öne oturur. Fırıldak Ökkeş gelip de masanın üzerine atılan sandalyesine kurulunca ağa da bir taraftan cebinden çıkarttığı 50 lirayı Fırıldak Ökkeş’e verirken diğer taraftan belindeki silahı çıkartıp masanın üzerine koyar. Sonra da tehdit dolu cümlelerle;

Ramazan ayı boyunca kendisini dinleyenlere son kez seslenen meddah şu nasihatı yapmadan da masadan inmez.

-Ökkeş Ökkeş! Al şu parayı, ama bugün Köroğlu’nu zindandan çıkar. Çıkarmazsan… diyerek basar küfürü. Maraş’ta meşhur Köroğlu Hikayesi ve de Hazreti Ali Cengi uzun kış gecelerinin eğlencesidir aslında. Anlatıma geleneğe uyularak başlanılır. Meddah hikâyeye başlamadan önce kahvenin orta yerindeki bir masanın üzerine bir sandalye atar ve çıkıp oturur. Omzunda bir avlusu vardır. Eline de kalın bir sopa alır. Bu sopa anlatıcı meddahın elinde bazan saz olur, bazan kılıç, bazan da gürz. Hikâyeye “Hak Haaak!” çekilerek şiirle başlanılır. Dörtlükler şeklinde söylenilen şiirlerin ardından “Gûş-ı makam, el kıssa-i mâcerâ-i destan; belî ağalar, meşhur Köroğlu Hikâyesi şöyle başlar” denilir ve ardından başlanılır anlatıma… Aslında hikâyenin her bir bölümü ayrı bir destandır. Köroğlu’nun ortaya

“-Arkadaşlar Köroğlu’dan ders alın. Köroğlu hayatın özüdür. Hisse alınacak çook yeri vardır. Bizim görevimiz anlatmak; gerisi size kalmış… Hakkınızı helal edin” der ve iner masadan. Bu destanı bize kazandıran güneyin beyefendisi Hacı Ali Özturan Maraş’ta 1947’de doğar. İstanbul’da Kimya Fakültesini bitirir ve hayata yüksek mühendis olarak atılır. Yazar olmak içinde bir özlemdir. Şiirleri, öyküleri, araştırmaları çeşitli dergi ve gazetelerde neşredilir. Sonra Ukde Kitaplığı bünyesinde kitaplaşır. Kahramanmaraş’ta Ukde Kitaplığı içerisinde 2009’da yayınlanan “Maraş Ağzı Köroğlu”nun kadersizliği olur taşrada kalmış olmak. Oysa eser büyükşehirlerde bilinen bir yayınevi bünyesinde yayınlanmış olsa idi en çok satan eserler arasında yer alacaktı şüphesiz. Güneyin o beyefendisi Corona 19 pandemi sürecinde yakalandığı rahatsızlık için hastanede devam eden tedavi süreci bir ayı doldurduğunda 12 Ekim 2020 pazartesi günü vefat etti. Cenazesi Şeyh Adil mezarlığına defnedildi. Ruhu şâd olsun. 49


ehir, vilayet veya il gibi eş anlamlı sözcüklerle telaffuz edilen “kent” kavramının standart bir tanımı yoktur. Çok yönlü bir kavram olması vesilesiyle pek çok bilim dalının çalışma alanında yer almış, araştırmalara konu edilmiş olsa da, araştıranın uzmanlık alana göre bazen “kent” bazen de “şehir” olarak kullanımının tercih edildiği görülür. Okumakta olduğunuz metinde “kent” ve “şehir” kavramları aynı anlamda kullanılacaktır.

KENT VE

KENTLEŞME Turgut Cansever’e göre; “Kent; insanın hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını yönelten, çevreleyen yapıdır."

Necla DURSUN

Kent nedir? Sokakta birkaç kişiye sorsak türlü çeşit yanıt alınabilir. Herkes kendince bir tanım yapacaktır. Bendeniz sokaktan geçenlerden biri olsam ve bu soru bana yöneltilse yanıtım şöyle olurdu: “Kültür-sanata elimi uzatsam dokunacak kadar yakın hissediyorsam orası benim için şehirdir.” Doğaldır ki; birçoğuna göre birçok eksiği olabilir şehir tanımımın. Elbette kişiden kişiye değişiklik arz edecektir. Peki bu tanımın literatürde nasıl yer edinmiştir? Kısaca bakmak gerekirse birkaç örnekle fikir edinmeye çalışalım: Turgut Cansever’e göre; “Kent; insanın hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını yönelten, çevreleyen yapıdır." (CANSEVER, 2014, s. 103) Bu tanımla örtüşen bir diğer tanım ise Hüseyin Koçak’a aittir; “Kent, insanın yaşamını düzenlemek için oluşturduğu ve yaşamını çerçeveleyen en önemli ve en büyük fiziki yapıdır. Kent, insanlar arasındaki ilişkilere ve toplumsal yaşama biçim verir.” (KOÇAK, 2011, s. 259) “Kent sabaha kadar ışıkları yanan ve sabaha kadar yiyecek bulunabilen bir yer” (HELİMOĞLU, 1996, s. 121) olmanın ötesinde insanlar arasındaki ilişkilere ve toplumsal yaşama şekil verdiği gibi salt bu açılardan değil çok yönlü olarak ele alınması gerektiği şu tespitte mevcuttur; “Kent; toplumsal, siyasal, yönetsel ve ekonomik alanların bütün vatandaşlar için var olduğu yaşam alanıdır. Kent kavramı, insanı çevreleyen ve ondan etkilenen tüm boyutları içermektedir. Buna ilave olarak geniş kapsamda tanımlanması gereken bir nitelik taşır.” (HAYTA, 2016, s. 166) Kentte yaşayan nüfus, sürdürdüğü günlük yaşam, yönetimsel ve ekonomik yapısı, tarih içinde sergilediği gelişim, sahip olduğu kültür, dini değerler, gelenek görenek ve ananeler gibi karmaşık bir dokuya sahip olan kenti Lefebvre; “Şehirlerde oluşturulan alanı değil, şehrin kır üzerindeki hâkimiyet

sayı//76// kasım 50


göstergelerinin bütününü ifade etmektedir.” (LEFEBVRE, 2015, s. 9) şeklinde tanımlamıştır. Birkaç tanımdan sonra denilebilir ki; her şehrin kendine has özellikleri çevresine yansır. Şehirler, geçmişin izleri ve değerlerini günün şartlarına yenilmeden geleceğe taşıyan oluşumlardır. Sahip olduğu teknolojiyi eskimekten kurtarmak adına, geçmişte ürettiğinin üzerine eklemeler yaparak geleceğin ihtiyaçlarına cevap veren yapıda bir oluşumdur sözü edilen. Barındırdığı sosyal değerlerle sosyal katılımın sağlandığı, paydaşlarıyla beraber alınan kararlar geleceğini şekillendirir. Dinamik bir yapıya sahip olan şehirler sürekli değişim halindedir. “Bir yerleşimin şehir olarak tanımlanabilmesi için ekonomisinin ticarete ve üretime dayanması, tarım ekonomisi olmaması ve bir pazara sahip olması şarttır.” (WEBER, 2010, s. 65-74) Weber bu anlatımında ekonomik açıdan kentin tanımını yapıyor olmakla birlikte kentleşmeye doğru kat edilen yolu da anlatmaktadır. Kentin çevresindeki kırsal bölgelerle sıkı ve karşılıklı bir hizmet ilişkisi bulunmaktadır. Kent yaşamının ticaret ve sanayiden bağımsız olarak devam etmesi mümkün değidlir. Çünkü şehir modern toplumun tabanına konumlanmış durumdadır. Dar bir tanımlamayla kentleşme; kentte yaşayanların sayısının artmasıdır. Daha çok demografik özellikli bakılsa da toplumsal ve ekonomik yapıdaki değişimleri de içine almaktadır. Tanım genişletilecek olursa; “Sanayileşme ve ekonomik gelişmeye koşut olarak kent sayısının artması ve bugünkü kentlerin büyümesi sonucunu doğuran, toplum yapısında artan oranda örgütleşme, iş bölümü ve uzmanlaşma yaratan, insan davranış ve ilişkilerinde kentlere özgü değişikliklere yol açan bir nüfus birikim sürecidir. (KELEŞ, 2010, s. 27-28) Kentte yaşayanlar hayati ihtiyaçlarını karşılarken, birbirleri ile dayanışma ve iş birliği ile toplu yaşamanın gereklerini kentler içinde yaşarken tecrübe etmiş ve geliştirmiş oldukları söylenebilir. “Toplumların yapısal değişimlerinin en göze çarpan yönü, her şeyden önce nüfusun büyük oranının tarımda ve topraktan kopup tarım dışı alanlarda, sanayide, karmaşık örgütlerde ve dolayısı ile köyden başka yerlerde, kentlerde hayatlarını kazanmaya ve yaşamaya başlamaları demektir.” (KIRAY, 2007, s. 141) Kıray bu anlatımında, kırsaldan başka yerlerde yani şehirlerde yaşanmaya başlanmasını kentleşmenin başlangıç noktası olarak kabul etmektedir.

Kentleşmeye bir bütün olarak bakıldığında başlıca niteliklerinin; nüfusun artışıyla kentin büyümesi, bir anlamda köyden kente dönüşüm, iş gücünün tarımdan hizmet ve sanayi alanına doğru yer değiştirmesi olduğu görülür. Böylece kentte var olan ve kente özgü iş gücü ile gelen uzmanlığın ekonominin içinde önemli bir paya sahip olması, çevre koşullarının ve yaşam standardının yükselmesi, sosyal anlamda beklentilerin artması ile yerel örgütlenmelerin oluştuğu, kurumlaşma ve idari örgütlenme kentleşmeyi açıklar. Sonuç olarak; kent ve kentleşme kavramları öylesine birbiri içindedir ki kenti tanımlamak için kentleşmeyi, kentleşmeyi anlatmak için kenti tanımlamak elzem olur. KAYNAKÇA

• CANSEVER, T. (2014). İslam'da Şehir ve Mimari. İstanbul: Timaş Yayınları. • HAYTA, Y. (2016). Kent Kültür ve Değişen Kent Kavramı. Bitlis Eren Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi sayı-2. • HELİOĞLU, M. (1996). Sanatçı Tanıklığı Kent Yaşam Kültür, Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı Habitat II Kent Zirvesi İstanbul 3-14 Haziran 1996. Ankara: Edebiyatçılar Derneği Yayınları. • KELEŞ, R. (2010). Türkiye'de Kentleşme Kime Ne Kazandırıyor? Kent Araştırmaları Dergisi. • KIRAY, M. (2007). Kenetleşme Yazıları. İstanbul: Bağlam Yayınları. • KOÇAK, H. (2011). "Kent-Kültür İlişkisi Bağlamında Türkiye'de Değişen ve Dönüşen Kentler". Sosyal Bilimler Araştırme Dergisi, Sayı-2. • LEFEBVRE, H. (2015). Kentsel Devrim. İstanbul: Sel Yayınları. • WEBER, M. (2010). Şehir Modern Kentin Oluşumu. İstanbul: Yarın Yayınları.

51


AĞIZ ARMONİKASI VİRTİÖZÜ

AHMET FAİK ŞENER

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, 2018 yılında 25. yılını kutlayan İstanbul Caz Festivali tarafından Balarısı Ahmet Faik Şener'e Yaşam Boyu Başarı Ödülü takdim edilmiştir. Hüseyin MOVİT

alarısı Ahmet lakabıyla tanınan sanatçı; ağız armonikasının Türkiye'deki virtüözü olarak bilinir. Ağız armonikasıyla klasik müzikten halk müziğine hemen her tür eseri yorumlamıştır. İlk armonikasına ilkokul yıllarında sahip oldu. Hukuk öğrenimi gördüğü üniversite yıllarında ilk müzik topluluğunu kurdu, piyanoda Şerif Yüzbaşıoğlu, flütte Şefik Uyguner ile beraber kurduğu Balarıları adını verdiği topluluğuyla bir yandan şarkı söylerken diğer yandan akordeon ve ritim aletleri çaldı. Balarıları, dönemin ünlü topluluklarından biri oldu. İlk defa üniversitede iken gazinoda sahneye çıkmaya başladı. Uzun yıllar radyoda santur eşliğinde Türk müziği saz eserlerini yorumladı. Müzik yaşamına topluluk üyelerinden Engin Bozok'la devam ederek "Müzikal Fantezi" türünde çalışmalar yaptı. 1956-1966 arasında çalışmalarına Ahmet Özdemir ile devam etti. Yıllarca yanında taşıdığı armonikasıyla radyo stüdyoları, konser salonları, gazino sahneleri ve hatta televizvon ekranlarına kadar her yerde klasik müzikten halk müziğine hemen her tür eseri yorumladı. Ağız armonikası için yazılmış Malcolm Arnold ve Marcello'nun obua konçertoları gibi pek çok besteyi seslendirdi. Müzikli gündelik esprilere dâhil ederek ürettiği esprili şarkılar ile tanındı.Sahne çalışmalarına 1970'te son verdi ve besteci Raşit Abed'den solfej ve armoni dersleri aldı. Çok sesli müziğe yönelerek önemli bestecilerin eserlerini düzenleyip seslendirmeye başladı. Ağız armonikasıyla solist olarak katıldığı ilk konserini 17 Nisan 1974'te İstanbul Radyosu stüdyolarında, Radyo Senfoni Orkestrası eşliğinde verdi.1975'te TRT televizyonunda yayımlanan bir konserde televizyon senfoni orkestrası eşliğinde Malcolm Arnold'un "Ağız Armonikası Konçertosu"nu seslendirdi. Sanatçı, ABD'de Twin Records Production tarafından basılan bir plakta Chopin'in "Re Bemol Majör Dakika Valsi'ni ve elektro piyano, bateri ve gitar eşliğinde "Sultanîyegâh Sirto"yu seslendirdi. Besteci Harusyan Hanetyan'ın Balarısı Ahmet adına yazdığı bir konser fantezisi ise İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde Balarısı Ahmet solistliğinde kaydedilmiş ve Avusturya'da plak olarak yayımlanmıştır. Balarısı Ahmet, 1980'li yıllardat Türkiye'nin belli başlı orkestralarıyla konserler verdi. 15 Temmuz 1984'te, piyanist Arın Karamürsel'le, 12. İstanbul Festivali bünyesinde verdiği

sayı//76// kasım 52


resitalde Bach, Vivaldi, Massenet ve SaintSeans'ın eserlerinin yanı sıra, Albéniz'in "Astruias"ı ve George Enescu'nun "Romen Rapsodisi"ni kendi düzenlemesiyle yorumladı. Aynı dönemde klasik Türk müziğini çoksesli bir şekilde yorumlamak üzere Erol Sayan'la da çalışmalar yaptı.İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, 2018 yılında 25. yılını kutlayan İstanbul Caz Festivali tarafından Balarısı Ahmet Faik Şener'e Yaşam Boyu Başarı Ödülü takdim edilmiştir. (tr.wikipedia.org) Kendisini 1958 yılında tanıdım. Lokantamız (Bolu Lezzet lokantası) o senelerde pazar günleri kapalıydı. Temizlik için çalıştığımız pazar günleri bile işyerimize gelir, başka yerlerde yemek yiyemediğini yana yakıla anlatarak, buz dolabında bulunan zeytinyağlı yemeklerle iktifa ederdi. O gün ekmek de alınmadığı için bayat ekmek dilimlerine itiraz etmezdi. 1959 yılında açtığımız Hacı Salih Lokantası'nın baş müşterilerinden biri olmuştu. Masasını paylaştığı kişilerle sohbet eder, onların sorularını memnuniyetle cevaplandırırdı. Çok mütevazı bir kişiliği vardı. Yemek seçiminde pek titiz davranmaz, acılı ve ekşili yiyeceklerden kaçınırdı. Tercih ettiği yiyeceklerin başında haşlama yemekler, makarna fırın ve karışık komposto vardı. Giyim konusunda onun kadar titiz birine zor rastlanırdı. Her zaman ütülü giysilerle yemeğe gelir, çift perdah olmuş sakal tıraşıyla hemen

farkedilirdi. ayakkabılarına gösterdiği özen yadsınamaz. Ayakkabılarının bir özelliği de satın alınır alınmaz topuklarına eklenen pençelerdi. Gençliğimde kelimeleri ve cümleleri tersten okuma (palindrom*) konusunda alışkanlığım vardı. Askere gidinceye kadar, kendisiyle kelimelerin tersten okunuşu ile ilgili yarışmaya girer ve her zaman ben kaybederdim. İlk kaybettiğim kelime "rusabılnak" idi. O zamanlar pazar günleri İstanbul Radyosu'nda düzenlenen eğlence programlarına bizi davet eder, garsonlarla, aşçılarla hoşça vakit geçirmemizi sağlardı. O zamanki rakibi Celal Şahin aleyhine bir kelimesine şahit olmadım. Şimdiki "sanatçı"larımızın davranışlarını gördükçe kendisini yad ediyorum. 95 yaşındaki sanatçımıza sağlıklı ömürler diliyorum.

Ahmet Faik ŞENER’ i dinlemek için Kare kodu telefonunuz ile tarayın.

53


AFRİKA’NIN ŞEHİRLERİ -2-

BAMAKO

Batı Afrika’da gerçekleşen Fransız istilasından Bamako da nasibini alır ve 1883 yılında Fransız işgalci güçlerince ele geçirilir. Şehre hemen bir kale inşa edilir ve akabinde Bamako giderek büyür, 1908 yılında da Fransız Sudan’ı denen Batı Afrika İşgal Fransası’nın başkenti olur. Bu vaziyet 1960 tarihine kadar devam eder. Emperyalist Fransızlar’ın 1960 yılında göstermelik olarak özgürlüklerini bahşettikleri bu kadim coğrafyada Mali Cumhuriyeti kurulur ve başkenti de Bamako olur. Dr. Serhat ONUR

oğu Afrika’nın Sahra altı bölgesinde yer alan Mali’nin başkentidir Bamako, ülkenin güney batı köşesinde Nil Nehri ve Kongo Nehri’nden sonra 4180 km uzunluğu ile Afrika’nın en uzun 3. nehri olan Nijer Nehri’nin kıyısında kurulmuştur. Nehir Limanı sayesinde canlı bir ticari hayatı vardır. Şehrin adı ülkedeki hakim yerel dil olan Bambara lisanında “Timsah Nehri” anlamına gelmektedir. Mali’nin en büyük şehri olan Bamako’nun 2019 nüfusu 2.529.000 olup, Afrika’nın da 28. büyük şehridir. Tropikal savan ikliminin etkin olduğu şehirde ŞubatMayıs arası en sıcak dönem olup, ortalama sıcaklık 39 C° civarıdır. Haziran-Ekim ayları arası ise “Yağmur Mevsimi” dir. TARİH

Mali İmparatorluğu'nda bir şehir merkezi olarak görülse de, Bamako’nun kesin kuruluş tarihi bilinmemektedir. 11. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar Mali İmparatorluğu içinde önemli bir şehir olan Bamako, özellikle İslamiyet’in bu bölgelerde yayılışında rol almış, hatta kuzeyde yer alan ve Afrika Kıtası’ndaki en önemli İslami ilim merkezlerinden olan Timbuktu kadar ünlenmiştir. Fakat Mali İmparatorluğu’nun çökmesi ile önemi azalmış ve 1883 yılına gelindiğinde sadece 800 nüfusu olan küçük bir kasaba haline gelmiştir. Bu dönemde Batı Afrika’da gerçekleşen Fransız istilasından Bamako da nasibini alır ve 1883 yılında Fransız işgalci güçlerince ele geçirilir. Şehre hemen bir kale inşa edilir ve akabinde Bamako giderek büyür, 1908 yılında da Fransız Sudan’ı denen Batı Afrika İşgal Fransası’nın başkenti olur. Bu vaziyet 1960 tarihine kadar devam eder. Emperyalist Fransızlar’ın 1960 yılında göstermelik olarak özgürlüklerini bahşettikleri bu kadim coğrafyada Mali Cumhuriyeti kurulur ve başkenti de Bamako olur. GÜNÜMÜZ

Şehir “Komün” denilen 6 bölgeye ayrılmıştır. Her komünün başında seçilmiş bir belediye başkanı olup, komünler de kendi içinde mahallelere ayrılmıştır. Türkiye’deki büyükşehir ve ilçe belediyeleri sistemine benzemektedir. Mali’ye 2010 yılında yaptığımız gönüllü sağlık çalışmasında 4. komündeki merkez referans hastanesinde faaliyet göstermiştik. Bu komün Bamako’nun oldukça fakir bir bölgesindeydi ve ihtiyaç sahibi çok fazla insan vardı. Hastanesi de oldukça yetersiz olup, sınırlı sayıda ve basit ameliyatlar yapılabiliyordu. Haftada bir, sayı//76// kasım 54


bazen de iki ameliyatın yapıldığı hastanede çalıştığımız 10 gün zarfında, sabah 08.00, akşam 21.00 arası çok yoğun bir tempoyla, 300 civarında ameliyat yapmış, hastane çalışanları ve hastaların fazlaca teveccühüne mazhar olmuştuk. Ameliyatlara başladığımız ilk gün bize kan kusturan, ameliyat yapmamamız için her türlü zorluğu çıkaran yerel anestezist hekimin ilerleyen günlerde, bizim sadece yardım amacıyla geldiğimizi anlayınca “Ben sizi onlardan zannettim ve o yüzden sizlere kötü davrandım. Ama siz onlardan değilmişsiniz, özür dilerim” demesi, bize Afrika ve Batı gerçeğini özetlemiş ve bu mazlum kıtaya daha çok gelmemiz için büyük bir şevk ve sorumluluk vermişti. Malili hekim arkadaşın “Onlar” dediği, Afrikalı insanı “Kobay” gibi gören, sözde “Medeni” Batılı ülkelerin emperyalist zihniyetinin uzantısı olan ve ameliyat yapmayı, zerrece önemsemedikleri Afrikalılar üzerinde öğrenen acemi hekimlerden başkası değildi. Ameliyatlardan, Nijer Nehri etrafına kurulan Bamako’da, şehir içi ulaşımda can damarı olan köprülere geçelim. Bamako’da Nijer Nehri üzerinde üç köprü bulunmaktadır. İlki “Eski Köprü” olarak da bilinen “Şehitler Köprüsü” dür. 1957 yılında, kolonyal dönemde açılır, bağımsızlık mücadelesi esnasında bu köprüde verilen şehitler anısına ismi 1961 yılında değiştirilir ve “Şehitler Köprüsü” olur. Bu hadise ve köprü, bize yakın tarihimizi hatırlatır. 15 Temmuz işgal girişiminde, İstanbul “Boğaziçi Köprüsü”nde şehit olan vatandaşlarımızın anısına hürmeten, köprünün isminin

“15 Temmuz Şehitler Köprüsü” olarak değiştirilmiştir. Bazı köprüler vardır ki, onlar sadece araçların değil özgürlük mücadelelerin de geçtiği sembollerdir milletler için. İkinci Köprü olarak bilinen Suudilerin yaptığı “Kral Fahd Köprüsü” 1992 yılında, Üçüncü Köprü olarak bilinen yeni köprü ise Çinlilerin Batı Afrika’daki yaptığı en büyük hibe projesi olarak gerçekleşmiş ve 2011 yılında açılmıştır. Yeri gelmişken Mali ve özellikle Bamako’da çok fazla Çinli yaşadığından bahsetmek isteriz. Bamako’ya sağlık yardımı amacıyla gittiğimiz 2010 yılında, şehirde 10.000 üzerinde Mali vatandaşlığına geçmiş Çinlinin yaşadığını duyunca çok şaşırmıştık. Hatta ülkede Çinlilerin kurduğu bir siyasi partinin olduğunu ve aktif siyasette yer alıp seçimlere katıldığını öğrenince şaşkınlığımız daha da artmıştı. Daha ötesi Çinlilerin, Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu Bamako’da, gayri ahlaki fitilin ateşlenmesine sebep olan altı bar, üstü umumhane tarzı işletmeleri şehrin bazı bölgelerinde açtıklarını da üzülerek öğrenmiştik. Çin’in uzun yıllardır yoğun temasta olduğu Mali’de, Türkiye Bamako Büyükelçiliğimizin açılış tarihinin 2010 yılı olması, Mali özelinde Afrika Kıtası’nı ne kadar unuttuğumuzun üzüntü veren bir örneğidir. Bize unutturulan bu mazlum coğrafyada ecdadımızdan aldığımız bayrağı dalgalandıramadığımız, açmamız gereken fakat açamadığımız ilim, irfan ve ahlak müesseselerinin yerine, başka milletlerin gayriahlaki mekanlar açtığını üzülerek görüyor, kahroluyor, mazlum coğrafyaların 55


ümidi olan bizlerin kabahatidir bu diyerek hayıflanıyorduk. Fakat son yıllarda, bizlerin de içinde olduğu, Afrika Kıtasında gerçekleştirilen devlet ve sivil toplum kuruluşlarının gayretli çalışmaları sayesinde, asırların ihmalini bir nebze olsun gidermeye çalışan Türkiyemiz var şükürler olsun. Bamako’ya ilk gittiğimiz zaman, oldukça eski ve bakımsız görülen şehirde, 2.köprüye yakın nehir kenarında modern binalar görmüş ve merakla bunların ne olduğunu sorunca “Bakanlık Binaları” olduğu cevabını almıştık. Bu bilgi o kadar ilginç olmasa da, bizi şaşırtan bu binaları Libya lideri Kaddafi’nin yaptırdığı öğrenmek olmuştu. Mali’de çok sevilen Kaddafi, ülkede büyük bir kahraman olarak görülmekteydi. Bir çok kez Mali’yi ziyaret eden Kaddafi’nin her gelişinde ülkede resmi tatil ilan edilip, büyük törenler yapıldığını da beraber çalıştığımız yerel hekim arkadaşlar anlatmıştı. Ülkenin tek uluslar arası uçuşlara açık “Modibo Keita Uluslararası Havaalanı” Bamako’dadır. Mali’ye giriş kapısı olan bu havaalanı ilk gittiğimiz sene olan 2010 yılında oldukça iptidai idi. Afrika tecrübesi olmayan bazı arkadaşlarımızın, burası uluslararası bir havaalanı mı, yoksa Türkiye’deki küçük bir kasabanın otobüs garı mı şeklindeki şaşkın bakışları hala hafızamdadır. Son yıllarda Afrika’nın bir çok hava alanında ki yenileme çalışmalarından Bamako Havaalanı da nasibini almış ve modern bir çehreye kavuşmuştur. Bamako sanatsal yönden çok renklidir. Kıtanın en önemli fotoğraf etkinliklerinden birisi olan sayı//76// kasım 56

“Afrika Fotoğraf Buluşmaları” 1994 yılından beri Bamako’da yapılmaktadır. İç savaşlar, darbeler gibi Afrika kıtasının maalesef her daim iç içe olduğu durumlar nedeniyle bir çok kez yapılamayan etkinliğin 11.si 2018 yılında gerçekleşmiştir. Mali, Afrika yerel müziğini, dünyaya duyuran ülkelerin başında gelirken, Bamako’da bunun merkezi konumundadır. Şehirde dolaşırken her köşe başından içinizi kıpır kıpır yapan yerel melodileri duyabilirsiniz. Mali müziği hakkında malumatı olmayan bendenizin, Bamako’da kaldığımız süre zarfında sürekli dinleyip, çok beğendiği bir çok yerel şarkıyı ihtiva eden albümleri, Türkiye’ye dönüşte haftalarca evde, arabada sürekli dinlemem, bir süre sonra aile içinde ufak çaplı bir musiki krizine sebep olmuştu. En meşhur şarkıcıları “Salif Keita” yı ve onun muhteşem şarkısı “Folon”u mutlaka dinlemenizi ve bu “Albino Afrikalı” şarkıcının hayatını da okumanızı şiddetle tavsiye ederiz efendim. Hepimizin bir şekilde duyduğu, dünyanın en zorlu araba yarışlarından olan “Paris-Dakar Rallisi”ne alternatif olarak 2005 yılından beri düzenlenen ve ülkemizde pek bilinmeyen yaklaşık 8.000 kilometre mesafeli ve “Dünyanın En Büyük Amatör Rallisi” olarak adlandırılan “Budapeşte-Bamako Rallisi”nin de son durağı Bamako’dur. Her yıl Ocak ayının son Pazar günü şehre yüzlerce ralli arabası ve motosiklet gelmekte, Bamako bir karnaval şehrine dönmektedir. 80 farklı ülkeden 730 katılımcının yarıştığı 2020 Şubat ayında yapılan son ralli ise, Mali’deki karışıklıklardan dolayı maalesef Sierra Leone’nin başkenti Freetown’da


nihayetlenmiştir. Bu etkinlik sadece bir yarış olmayıp, yarış organizasyonu esnasında geçilen güzergahlara yapılan yardım kampanyaları ile de dikkat çekmektedir. Her yarış dönemi Batı Afrika’ya ortalama 800.000 Euro civarında yardım ulaştırılmaktadır. ZİYARET MEKANLARI

Ulusal Müze; 1956 yılında açılan ve o tarihten beri açık olan müzede etnografik eserler yer almaktadır. Müze bir çok sergilere ve sanatsal faaliyetlere de ev sahipliği yapmaktadır. Muso Kunda Müzesi; Malili kadınların toplum içinde karşılaştığı zorluklara dikkat çekmek için kurulmuş, gündelik yaşantılarından da kesitler sunan, tahminimce tüm kıtada tek olma özelliğine sahip müzedir. Büyük Cami; Mali’nin en büyük camisi olup, 1970’lerin sonuna doğru, kolonyal dönem öncesi yapılıp sonrasında harap olan kerpiç caminin yerine yapılmıştır. G Noktası Tepesi; Ulusal Müzenin de bulunduğu ve Bamako’yu kuş bakışı gören bu tepe şehrin hareketli noktalarından. Geceleri oldukça iyi aydınlatılan bölgede, sokak lambaları altında ders çalışan bir çok öğrenci görmüş, niye burada ders çalıştıklarını sorunca da, “Evimizde elektrik yok” cevabını almıştık. İsmi de, Fransız işgal döneminde burada bulunan Fransız askeri kontrol noktasının adı olan “G kontrol Noktası”ndan gelmektedir. Yerel Pazar; Coura bölgesinde gümüş takılar, deriden mamüller, müzik aletleri ve ahşap oymalar gibi bir çok yerel objenin satıldığı pazardır. Özellikle animist dönemde, kötü ruhları kovmak için tasarlanmış ahşap maskeler tam bir sanat eseridir.

TÜRKİYE VE BAMAKO Türkiye Mali Büyükelçiliği Bamako’dadır. THY (Türk Hava Yolları), haftanın yedi günü direkt olarak İstanbul-Bamako uçuşlarını gerçekleştirmektedir. KAYNAKLAR

1. https://islamansiklopedisi.org.tr/bamako 2. https://www.blackpast.org/global-african-history/bamako-mali-11th-century/ 3. https://populationstat.com/mali/bamako 4. http://www.budapestbamako.org/

57


PİSA ŞEHRİNE KULEDEN BAKIŞ...

Pisa şehri, 241 km uzunluğunda olan Arno Nehri kıyısında kurulmuştur. Nehrin, şehre ayrı bir güzellik ve manzara kattığını görüpde yürüyüş yapmadan şehirden ayrılmanızı istemem. Şifanur Özçelik ŞİRİN

akitlerden İtalya’ydı, Pisa şehrini ziyaret etmek için düştük yollara... Şehri mayıs ayında ziyaret etmek nasip oldu. Çok güzel bir vakitte gittiğimi bizzat yaşayarak anlamış oldum. Bu dönemde hava ılıman ve bölge çok daha sakindi. Ekimden sonra yoğun yağmurların görüldüğü bölgede, kış mevsimi de oldukça nemli geçtiği için, nisan, mayıs, haziran, eylül ve ekim ayları en uygun aylardır. Rahat bir gezi programı düşünüyorsanız mutlaka mevsime dikkat etmelisiniz. İtalya’nın batı kıyısında bulunan Pisa, bana göre ülkenin en hoş şehirlerinden birisiydi. Ligurya Denizi’ne sadece 20 dakika uzaklıkta olup ülkeyi ziyaret eden turistler genellikle Floransa şehrine giderken Pisa’ya uğrarlar. Pisa bulunduğu konum itibariyle mükemmel ulaşım bağlantılarına sahip bir şehirdir. 11. yüzyıldan başlayarak tarihi sahnede kendine iyi bir isim yapmayı başaran Pisa şehri, denizcilikte ismini en üst sıralara çıkardı. Denizcilikle birlikte şehirde nüfus artışı, altyapının ve şehrin gelişmesine sebep olmuştur. Bugün hala 12. yüzyıldan ayakta kalan ünlü anıtlar şehri süslemeye devam etmektedir. Pisa şehri, 241 km uzunluğunda olan Arno Nehri kıyısında kurulmuştur. Nehrin, şehre ayrı bir güzellik ve manzara kattığını görüpde yürüyüş yapmadan şehirden ayrılmanızı istemem. İtalya'nın en sıradışı meydanı olarak bilinen, Mucizeler Alanındayız. İsmini İtalyan yazar Gabriele d’Annunzio’nun 1910 yılında yazmış olduğu şiirinden almış. Tarihi İtalyan Rönesansı’na kadar uzanan Ünlü eğik kuleyi yani Pisa Kulesini ve hemen yanında Romanesk Katedralini (Santa Maria Katedralini) görüyoruz. Ayrıca Toskana bölgesinde mimari hayranları için, Pisanın en iyi gotik tarz heykel eserlerinden biri olana Vaftizhane ziyaret etmelerini tavsiye ederim.. SANTA MARIA ASSUNTA KATEDRALI

11. yüzyıldan yapımı tamamlanan bu muhteşem katedralin dış cephesinden bakıldığında, taş, mermer kemer ve üç zengin bronz kapı ile gerçekten süslü bir yapı olarak göz doldurmaktadır. Katedralin içi, dışından daha muhteşemdi. Bu yapı gerçekten dini yapılar arasında en dikkat çekicisiydi. Altın süslemeli tavana sahipti ve Hz. Meryem’in Göğe Kabulü’nü gösteren çarpıcı bir fresk (kireç suyunda eritilmiş madeni boyalarla, yeni sıvanmış olan ıslak bir duvar yüzeyine resim yapma tekniği.bu yolla yapılmış duvar resmi.) içermektedir. sayı//76// kasım 58


PISA KULESI

Pisa Kulesi, Santa Maria Assunta Katedrali’nin ardından, 12. yüzyılda inşa edilmiştir. Kısa sürede temellerin dengesiz olduğu ve binanın eğilmeye başladığı anlaşılmış. Pisa kulesi, 56 metre yüksekliğinde, 6 sütün üst üste oturtularak inşa edilmiş, yapımında sadece mermer kullanılmış, 8. Katında çan bulunan 294 basamağı çıkarak kulenin en üstüne çıkılabilir. Kule hala eğilmeye devam ediyor ve çökmemesi için önlemler alınmış durumda. Kule ile ilginç fotoğraflar çekmek mümkün. Mimari açıdan çok güzel bir yapı olarak görmeye değer bir eser. VAFTIZHANE

Pisa Kulesi ile aynı zamanda inşa edilmiş olup, 54 m yükseklikte ve birçok farklı heykel, kemer ve dekorasyona sahip muhteşem bir dış tasarıma sahip muazzam yapıdır. Vaftizhanenin kubbeli çatısının yarısı turuncu çinilerle kaplanırken, diğer yarısı çıplak kalmış ve hiç bitirilmemiş durumdadır. Vaftizhane içinde de zengin dekorasyon devam ediyor ve her ikisi de çok süslü olan bir minber ve bir vaftiz kurnasını içeride görebilirsiniz. CAMPO SANTO

Katedralin yanında bulunan Anıtsal Mezarlık, Mucizeler Meydanı’ndaki önemli yapılardan biridir. Mutlaka görülmesi gereken bir mekan. PALAZZO DEI CAVALIERI

Pisa’daki önde gelen saraylardan biri olarak, Palazzo dei Cavalieri ve Şövalyeler Meydanı mutlaka görülmeli. 16. yüzyılda inşa edilmiş

olan bu saray ve aslen St. Stephen Şövalyelerinin genel merkezi olarak kullanılmaktaymış. Bu sarayın ön cephesi gerçekten çok güzel ve taş eser görkemli bir dekorasyona sahip. Toskana Dükleri’ni temsil eden bir dizi taş heykel bulunmaktadır. BORGO STRETTO

Fantastik mimari ile üst düzey toptan alışverişin bir tümünü birden arıyorsanız Borgo Stretto sizin için ziyaret edilmesi gereken enfes bir yer. Bu keyifli cadde, şehrin kalbinde yer almakta ve Ponte di Mezzo’nun yanındaki Piazza Garibaldi’de başlıyor. Bu sokakta çeşitli tasarım mağazaları, butik mağazalar ve şirin kafeler bulabilirsiniz. İtalya’nın Pisa şehrinde yer alan Pisa Kulesi ve etrafındaki katedral, anıt mezarlığı ile vaftizhane UNESCO Listesi’nde yer alıyor. Tüm gezi severlere tavsiye ediyorum.. İyi Seyahatler diliyorum... 59


BÜYÜKSİNAN

UZAK DEĞİL Ne görsem, ötesinde hasret çektiğim diyar; Kavuşmak nasıl olmaz, mademki ayrılık var. Necip Fazıl KISAKÜREK Ahmet KÖSEOĞLU ir Afrika atasözünde, "Uzak, değer verdiğin bir şeyin olmadığı yerdir" denir. Hayatımın ilk yirmi beş yılını mütevazı bir şekilde geçirdiğim Büyüksinan / Araplar Mahallesi bana hiç uzak olmadı, hep ısıttı beni. İlkokul yılları mahalleyi tanımaya, gözlemlemeye başladığımız; puştalarına saklanıp mezarlığından sarı güller topladığımız, Kavakaltındaki Cıngırıklı Kuyu'dan atını sulayan at arabacının arabasının arka alt selesine sinerek bindiğimiz, binemeyenin de hasedinden, "Amca, arkaya kamçı!" diyerek bizi müzevirlediği ve kafamıza gelen kamçı ile doğruca üzüm bağlarına ya da Ali Ağanın bahçesine kaçtığımız günler neden "uzak" olsun ki... Belleğimde yer eden taptaze, sımsıcak, capcanlı o yılları şöyle bir hatırladığımda ruhumun ve bedenimin ağustos sıcağında soğuk suya girmiş gibi serinlediğini; ama üşümediğini hissediyorum. Bu tarz "nostaljik" yazılarda yaşadığımızı değil de hatırladıklarımızı yazıp hoş sâdâya bir kâse güzel anı taşımaktan daha ötesi beklenmemeli diyorum. Hayatının ilk yirmi yılını romanlaştıran ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez, Anlatmak İçin Yaşamak adlı eserinde, "İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır" diyerek yaşadığını değil de hatırladıklarını anlatmıyor muydu... TRİPORTÖR VE AT ARABASI

Bugün on dört kişiden fazla yolcu almayan -trafik mecburiyetiyledolmuş minibüslerin genç şoförlerinin, yirmi yıl önceleri yine on dört kişiye kadar yolcunun bindiği -ayaktakilerle- Arçelik marka, üç tekerlekli -triportör- dolmuşların geçmişinden haberdar olduklarını sanmıyorum. Tosba Taksi'nin -Wolkswagen- biraz büyüğü gibi olan, üstten uğur böceğini de andıran motosiklet direksiyonlu, simit değil, esasında yazın yakıp kışın donduran; ama yazın kapı pencere açıp doğal yolla serinletilen, kışın da yolcuların nefesiyle ısınan -şoför piknik tüple ısınır- bu küçük, şirin dolmuştan mahallemiz müdavimleri pek de memnundular. Fenni Fırın / Araplar hattı dolmuşunu bekleyip işe gideceklerinde yahut eve dönüşlerde pek kasıntılı olurlardı. Aheste yürüyüşleriyle de dolmuştan indikleri her hâllerinden belli olurdu.

sayı//76// kasım 60

At arabası ile yapılan dolmuşçuluğun tarihe karışacağını, mahalle toplu taşımacılığında -özel- triportörlerin milât olacağını at arabası sürücüleri pek akıl edemiyordu. Çünkü benzin, yedek parça vesaire... O masraflı bir makine idi. At arabası ile dolmuşçuluğu hayal meyal hatırlıyorum. At arabaları dolmuşçuluktan yük taşıyıcılığına geçti. Bir müddet sonra o da zorunlu olarak bitti. Şehir içi trafiğine girmelerinin yasaklanması onların hazin sonlarının başlangıcıydı. Şimdilerde ise triportörlerin daha küçük kasalı ve iptidaisi yük taşımacılığı yapmaya çalışıyor. Nedense onların da şehir içi trafiğiyle sorunları var. At arabalarının dramatik sonuyla triportörlerinki örtüşüyor. Ee, ne demişler, çalma kapıyı çalarlar kapını... O günlerin trafiği araç gürültüleri, egzoz gazları, korna seslerinden ziyade, bisiklet zili, at nalının ritmik şakırtısı ve arabanın tempolu takırtısıydı...Akşam eve dönüşte atın boş olan arabasını öyle bir çekişi vardı ki toynağının ahengini, nal sesinin ritmini, hülasa atın hâlini görmeye değerdi. Arabacı atını Cıngırıklı Kuyu'dan ıslık çalarak sulayıp, yemciden atın arpasını da alarak yola revan oldu mu, at kuyruğunu hafifçe kaldırır, ben geliyorum dercesine tempolu koşar, arabacı ya bir türkü tutturur ya da bir keyif sigarası tüttürürdü. Keyfi beyde görülmeyen arabacı mahalleliyi kamçılı eliyle selâmlayarak günlük rızkını çıkarmanın mutluluğuyla huzur yuvası na kavuşurdu. DELİ BEKÇİ VE KUŞÇU ALİ

Köprübaşı Karakolu bekçisi Alaaddin, nâm-ı diğer Deli Bekçi, iş çıkışında mahalledeki Hacı Bakkal'ın önüne gelip de düdüğünü uzun uzun iki kere öttürdü mü bütün çocuklar asfalt yolun kenarındaki kaldırım taşına tek sıra dizilip oturur ve beklemeye başlarlardı. Biraz irice iki oğlan çocuğu Deli Bekçi'nin yanında durur, biri biraz ürkek bir sesle, "Bağırttırayım mı?" diye sorar. Ceberut görünüşlü, katı duruşunun ardında ince bir ruhu olan Deli Bekçi, kafasını tamam anlamında sallayarak başlama iznini verir. İki çocuk ağız birliği yapmışçasına, "Deli bekçi! Pis bekçi! Mundar bekçi!" diye bağırarak oturan çocuklara ayak -yol- verirler ve onlar da yüksek sesle üç defa bağırırlar. Görevli iki çocuk arkaya döner, ikinci slogan için hazır olduklarını gösterirler, yine kafa işaretiyle izni alıp bir ağızdan, "Allah, Deli Bekçi'ye akıl versin!" diye bağırıp çocukların da üç defa tekrarlamasını sağlarlar. Bu usulle


üçüncü sloganı da, "Allah'ım, Deli Bekçi'yi affet!" diyerek tamamlayan çocuklarının duaları semaya yükselir. Deli Bekçi bakkala seslenir, "Hacı! Tart getir oradan bütün şeftalileri!" İki görevli çocuk, şeftali kasalarını getirirken olgun / iri şeftalilerden paylarına düşeni gözüyle kestirip dağıtımda elleriyle gölgelerler ve bütün çocuklara birer birer şeftalileri dağıtırlar. Bu rituel yıllarca, bahar ve yaz günleri ikindi namazını takiben hep devam edegeldi. Bakkalda çocukların severek yiyebileceği ne varsa alınıp dağıtıldı... Mahallenin tek, heybetli, haşmetli bekçisi Alaaddin Beyi, komşuları ve ailesinin anlayamamasına anlam veremiyordum; ama çocukların bekçiyi, bekçinin de çocukları anladığını anlamıştım o zaman. Allah rahmet eylesin rindî bekçi... Veren el olmanın, nefsi ayaklar altına almanın, abd-i acizliğin mahalledeki sembolüydü Deli Bekçi. Konya'mızda her mahallenin delisi, velisi, topçusu, kuşçusu vardır. Ama Araplar Mahallesi'nin kuşçusuyla topçusu (futbolcu) meşhur olurdu. Birçok kaliteli topçu mahalle aralarında gençliğini tüketirken şansı yaver giden çok azı da İdmanyurdu, Gençlerbirliği ve Konyaspor'da top koşturma mutluluğuna erişmişti. Kuşçuluğun takımı ve ligi yoktu. Zaten olsa da Kuşçu Ali ligler üstü idi. Konya'da tektendi. İki yüzün üzerinde oyunlu, taklambaç kuşu olan Ali, ay geçmezdi ki kolunu, ayağını kırmasın. Yolda yürürken, damlarda kuş uçururken sürekli havaya bakan Kuşçu Ali'nin kırılan kolu, çıkan ayağının ilâcı Kırıkçı Hasan Ağa idi. Kuşçu Ali'nin pazar günleri gösteri uçuşu yaptırıp, bir yandan kuşları gözüyle takip ederken öte yandan Elifli, Mardinli, Limonlu, Zitkara, ak, önden perçinli, arkadan perçinli gibi, adlarıyla tanıtıp tüm özelliklerini, marifetlerini ve yalnızca kendinde bulunduğunu ballandıra ballandıra, övünerek, şişinerek anlatışından onlarca gencin kuşçuluğa merak sardığını biliyorum. EV VE HAYAT

Büyüksinan Mahallesi şehir merkezinden biraz dışarıda -şimdilerde tam ortada- olması köy ile şehir hayatı arasında bir yerde durmasını da kaçınılmaz kılıyordu. Mahalle sakinlerinin büyük bir kısmının yakın civar köylerle bağlantısı vardı. Zaten köyden şehre gelenler, şehrin köylerine giden yolun başlangıcı civarına yerleşiyorlardı. Mahallelerde kendi köylerini yeniden oluşturuyorlardı da diyebiliriz. Birkaç tane iki katlı evin bulunduğu mahallemizde

tek katlı bahçeli evler çoğunlukta olup örtmesi, ahırı, yakacaklığı, tandırı hayatın -bahçeninolmazsa olmaz küçük yapılarıydı. Ata erkil ailenin ihtiyacını karşılaması amacıyla her ahırda bir iki inek, sekiz on tavuk bulunur, bazen mevsimlik olarak etlik ya da kurbanlık koyun da beslenirdi. Mahalleli sabahları, sığır sürüsünün İsmet Paşa İlkokulu civarından başlayıp toplanarak geldiğini, çobanın kendine has üslûbuyla bağırıp çağırışından anlar, kapılar gıcırdayarak birer birer açılır ve inekler sürüye dahil olur. Aslım mevkiine (şimdi sanayi siteleri ve toplu konutlar mevcut) doğru gider, yayılır ve akşam ezanı öncesinde aynı güzergâhtan geri döner. Merada yayılıp dönen sürünün her bir uysal ineği evine yaklaştığında sürüden ayrılır, kapıya geldiğinde bir defa böğürür ve kapının açılmasını bekler. Baharın sürüye katılan inekler güzün sonuna kadar devamlı bu şekilde meraya gider gelir. Evin kadını işliğini giyer, ineğiyle hasbıhâl eder, onu sevip sırtını sıvazlar ve besmeleyi çekip sütünü sağmaya başlar. Her evde bulunan kollu süt makinesiyle süt çekilip kaymağı ayrılır. Artık yapılsın yoğurtlar, yağlar, peynirler, sütlüler... Yoğurdun çalacağı, peynirin mayası, sütlünün pirinci evde kalmamışsa komşudan istenir, gelen tabak boş gönderilmez, ertesi gün sabah namazını müteakiben yapılan tandır ekmeği, yanında peynirli tandır böreği, sütlü yahut peynir gönderilir. Kaldı ki boş tabağı doldurmanın yanında tandırdan çıkan sıcak ekmekten, "Kokar, günah olur, canı çeker" denerek sokaktaki tüm komşulara ekmek dağıtıldığını çok iyi hatırlıyorum. İyiliğin, yardımlaşmanın, hesapsızca sevginin zirvede olduğu abartısız, reklâmsız, israfsız o güzelim tarz-ı hayatın o güzel günleri, teknoloji ve modernitenin çağdaş köleleri olan bizlerin, bu güzellikleri hasretle andığımızı, bunun eksikliğini her gün, her an hissettiğimizi söylememize gerek var mı? Apartmanımızın, mahallemizin bize uzak kalmasının nedenleri günümüzdeki sentetik ilişkiler, menfaatçilik, hızlı ve israflı yaşam değil midir? Yapay sitelerde geçirdiğimiz yılları şöyle bir göz önüne getirelim. Değer verdiklerimizden ne kaldı geriye? Değerlerimizin azalmaması, mahallemizin bize uzak olmaması için vakit geçirmeden çağdaş mekân ve modern enstrümanlarla değerlerimize koşalım, değerlerimize değer katalım, hayatı anlamlı kılalım. 61


HÜZNÜN BİR BAŞKA ADRESİ,

DOĞU TÜRKİSTAN -IIZor ve zulüm gafleti dağıtır, insanı kısa zamanda eğitir. Kadim kültürümüzde bir atasözü vardır, “Harb-i umumiyi gören (çocuk da olsa) ihtiyarlar” diye. Her ne kadar sıkıntılar insanı biyolojik olarak etkilese de aslolan çilenin onun ruhuna attığı tohumlardır. (Yazını ilk bölümü Şehir ve Kültür Dergisi, 65. Sayıda)

Muhsin DURAN

apa II. Urban, Kudüs’ü Müslümanların idaresinden almak için Hristiyanları harekete geçirmiş, Kutsal şehir Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarmak için savaşa katılacak olanların günahlarından arınacağı vaadiyle bütün Hıristiyanları savaşa çağırmış. Haçlı ordusu diye isimlendirilen bu ordu İslâm idaresinden sonra Fatimilerin elinden burayı almış, Müslümanlarla birlikte, Müslümanları şehre davet ettikleri için bütün Yahudileri de katletmişler. Öldürülen bu insanların 70 bin civarında olduğu ifade ediliyor. Usâme İbni Munkız’ın ifadesiyle “Kudüs’te zulüm ile öldürülenlerin hikâyeleri, yeni doğmuş bebeğe anlatılsa, saçlarını ağartır” der. Selahattin Eyyûbî 88 yıl Haçlıların elinde kalan Kudüs’ü fethettiğinde kıyım ve katliâm olmamış. Dileyen şehirde kalmış, dileyen şehri terk etmiş. Bu dönemde Selahattin’in merhamet ve adaletli uygulamalarını yabancı tarihçiler de ifade etmişler. Sonra Abbasiler, Selçuklular, Memlûklular ve nihayet 400 yıldan fazla bir süre Osmanlılar olmak üzere Kudüs, tarihi boyunca İslâm idaresinde kalmış. Osmanlı idaresinde de imar ve inşada kusur edilmemiş, inançlar arasında asla farklı, adaletsiz uygulamaya meydan verilmemiş olduğunu öğrendim. Türkistan’da birçok konuda, özellikle eğitim ve öğretim konularında hürriyetimiz yoktur. Ben babamın ölümü ve Selahattin’in doğumu sonrası biraz bilgilendikten sonra çocuklarımı kurtarmaya onların eğitimlerini tamamlatmaya karar verdim. Başka ülkeye beş bin dolardan fazla para çıkarmak cezayı gerektirmesine rağmen maddi durumum iyi olduğu için bir fırsatını bulup ailemi bir İslâm ülkesi olduğu için Mısır’a götürdüm. Türkistan’da Selahattin’i beş yaşında iken gizli olarak Kur’an eğitimine göndermiştim. Hâfızası iyi, hocası memnundu. Mısır’da eşim ve çocuklarımın komşuları olan bir âmâ Hâfız, oğlum Selahattin’i okutmayı üstlenmiş. Hâfızlığını iyi götürüyormuş. Ne var ki Mısır’da siyasi durum değişmiş. Normal seçimlerle iktidar olan Muhammet Mursi’yi askeri darbeyle devirmişler onun yerine Mısır Silahlı Kuvvetlerinin Genel Kurmay Başkanı Sisi gelmiş. Mısır’da Doğu Türkistanlı çok sayıda öğrenci varmış. Çin Hükümeti bu öğrencilerin Çin’e iadesini istemiş. Sisi beş yüz kadar öğrenciyi iade etmiş. Maalesef bu öğrencilerin hepsini Çin Hükümetinin idam ettiğini öğrendik. Benim çocuğum resmi bir kurumda kayıtlı olmadığı için kurtulmuş. Dış ülkelerle internet bağlantısı olmadığı için onlarla

sayı//76// kasım 62


haberleşemiyordum. Eşimle ikinci bir planımız da vardı. Mısırda aksi bir durum olursa Türkiye’ye gitmeleri gerektiğini konuşmuştuk. Sonrasını bilmiyorum, haberleşemiyoruz. Okulların yaz tatiline girdiği ayların son haftasında spor, oyun, eğlence ağırlıklı yaz okulunda dini eğitim de veriyoruz. Bir sabah yanımdaki sınıftan yüksek sesler gelmeye başladı. Hemen masadan kalktım zaten sıcak nedeniyle kapısı açık olarak ders yapılan komşu sınıfa baktım. Hanım öğretmen birkaç çocuğu ayırmaya çalışıyordu. Ben de yardımcı oldum. Olayı anlamaya çalıştım. On üç on dört yaşlarında esmer yuvarlak yüzlü, çekik gözlü bir öğrenci karşısında iki çocuk birden saldırma veya korunma hamleleri yapıyordu. Hemen müdahale ederek onları ayırdım. “Derdiniz nedir” diye sordum. “Bana o şöyle yaptı, bu böyle yaptı” dediler. Onları sıralarına oturttum. Önümde bulunan esmer, yüzü kan ter içinde, gözü yaşlı burnu akan öğrenciyi aldım lavaboya götürdüm. Yüzünü, gözünü, burnunu temizledim. Bu yabancı öğrenciyi benim sınıfıma götürdüm. Bundan sonra benim sınıfımda olacağını söyledim. Daha sonraki günlerde onunla, yeni öğrenmeye çalıştığı Türkçesiyle konuşmaya başladım; Doğu Türkistanlı olduklarını söyleyen Selahattin, bir sene önce Mısır’dan annesi, ablası ve kardeşiyle geldiklerini, yakın mahallede oturduklarını söyledi. Türkistan’da Kur’an eğitimine başladığını Mısır’da bir Âmâ Hâfız hocasının olduğunu öğrendim. Ona Kur’an-ı Kerim okumasını söyledim. Aman Allah’ım! Maharec-i huruf, tecvid uygulaması harika… Hele hüzünlü bir makamla okuması var ki hayran olmamak mümkün değil. Selahattin adeta; ailesinin, Türkistan’ın hatta İslâm âleminin şu zaman dilimindeki hüznünü ifade eden bir makam bulmuş kendisine. Selahattin her gün ödev olarak verdiğim iki sahifelik Kur’an-ı Kerim ezber dersini, ertesi sabah yapmış olarak geliyordu sınıfa. Kur’an-ı Kerim okumaya daha dört yaşında başlamış, hafızlığı epeyce ilerletmiş. Çocuklar bir oyun ve eğlence havası içerisinde derslerini bazen aksattıkları halde Selahattin o sıcak havalarda iki sahifelik hıfzını asla aksatmıyordu. Eğlenceli, sporlu, dersli yaz okulu Ağustos ayı başlarında bitiyordu. Okulun son günlerinde Selahattin’i ve ailesini daha yakından tanımak ve bir ihtiyaçları var mı, diye sormak için iki hanım öğretmenle birlikte evlerini ziyaret ettik. Temiz, sağlıklı bir dairede oturduklarına sevindik. Anne kırklarında bir hanımefendi, birisi

kucakta iki kardeşi vardı. Bu dört kişilik aileyle tanıştık. Anne başlarından geçenleri anlattı; Mısır’da, Çin’e iade edildikten sonra idam edilen 500 öğrenciden bahsetti. Kendilerinin de Mısır’da resmi kayıtlarının olmadığı için tanınmadıklarını, onun için iade edilmekten kurtulduklarını anlattı. Sonra da Türkiye’ye göçtüklerini, şimdilik rahatlarının yerinde olduğunu ancak Çin’e iade edilme korkusunu her an yaşadıklarını, eşiyle birkaç yıldan bu yana haberleşemediklerini söyledi. Çocuklarının “Anne, ya babamız idam edildiyse” diye sorduklarını anlatırken bir taraftan da gözyaşları döküyordu. Selahattin önceki sene Kur’an-ı Kerim okuma yarışmasına girmiş, bisiklet hediye etmişler, okula onunla geliyordu. Yaz okulu biterken de yarışma düzenledik. İlçe Müftülüğünün jürisi yine birincilik verdi. Jüride bulunan Hafız Ahmet Hoca, Selahattin’i kursuna yatılı olarak alabileceğini söyledi. Kayıt döneminde irtibata geçtiğimizde annesi evde yalnız olduklarını, okula evden devam etmesini tercih ettiklerini söyledi. Aslında Selahattin hayallerini gerçekleşmek için ilk adımlarını Türkiye’ye gelmiş olarak çoktan atmıştı. Selahattin bunun farkında mıydı acaba? Olmalıydı, herhalde... Zor ve zulüm gafleti dağıtır, insanı kısa zamanda eğitir. Kadim kültürümüzde bir atasözü vardır, “Harb-i umumiyi gören (çocuk da olsa) ihtiyarlar” diye. Her ne kadar sıkıntılar insanı biyolojik olarak etkilese de aslolan çilenin onun ruhuna attığı tohumlardır. Tarih, ruhuna atılan intikam tohumları nedeniyle yeryüzünü kan gölüne çeviren zalimlere tanıklık ettiği gibi bu tohumları yeşerterek ibretlik dersler çıkaran, istikbâle ışık tutan güzellikleri sahneleyen, zulüm kılıçlarını kıran gerçek yiğitlerin, kahramanların altın sahifelerine de şahitlik etmiştir. Dünyamız çoğunlukla dertli ve çileli olan insanların meskeni olmuş. Hala da öyle… Ama çile pınarlarının suyu mazlumlar için hep Kevser yerine geçmiştir. Bu coğrafyalar zor ve zulüm zamanında anaların doğurup büyüttüğü nice yiğitleri er meydanlarına sürmüş. Kaderin kahırla, çileyle yoğurduğu, öğrettiği, eğittiği “O erler” içinden Alparslanları, Nurettinleri, Selahattinleri, Süleymanları, Ertuğrulları, Fatihleri, Yavuzları göndermek hep O’nun lâtif cilvelerinden olmuştur. O’na bu hiçbir zaman zor olmamıştır. Belki de Selahattin’in dedesinin sözü gelecekte şöyle tecelli edecektir “Selahattin Türkistan’ı kurtar… Selahattin Türkistan’ı kurtar..” emrini alan bir yiğit meydana sürülecektir kim bilir. 63


ŞEHİR SOHBETLERİ 33

HAYDİ MAHALLEMİZE -I-

Osmanlı döneminde şehirleri mahalleler kurularak meydana gelir. Önce cami, sonra etrafında yapılan evler derken halka halka yerleşimler. Mahalle hayatın her alanını kucaklar. Ahmet NARİNOĞLU

ehir sohbetlerinde daldan dala atlıyorduk iş gelip meselelerimizin köküne inince yerleşime takılıp kaldık. Yerleşimler bu coğrafyada temel taşlarımız. Onlarla oynamak çok tehlikeli ama herkes buradan vuruyor. Bizi var eden temel taşlarımızdan biri mahalleye yolculuk yapalım dedik. Bu sohbette mahalleyi konuşacağız. Mahalle ‘’mahal’’ den geliyor. En küçük yer manasına gelir. Anadolu şehir, kasaba ve köylerinde sıkça kullanılır. Hemen sözlüğe bakalım. Büyük sözlük (TDK) mahalleye ‘’bir şehrin bir kasabanın, büyükçe bir köyün bölündüğü parçalardan her biri’’ diyor. Bir de resmi mahalle tarifi var. ‘’Belediye sınırları içinde, ihtiyaç ve öncelikleri benzer özellikler gösteren ve sakinleri arasında komşuluk ilişkisi bulunan idari birimdir’’ (Belediye Kanunu, md. 3) diyor. Mahalleyi bize tanıtanların başka başka mahalle tanımları var. Mahalle birbirini tanıyan, bir ölçüde birbirinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yer. Mahalle en alt kademede örgütlenmiş yönetsel birim ve toplumsal yapı en küçük yerleşim alanı. Mahalle aynı inanış ve geleneklere sahip insanların bir araya gelerek oluşturduğu mekanlar. Çoğu Belediyeler maalesef atadan beri gelen adı ve kimliği olan mahalleyi küçük diye birleştiriyorlar. Bazı ilçelerde onun üzerinde mahalleyi bire, ikiye indiriyorlar. Halbuki mahalle büyüklüğü ne olursa olsun mahalle kimliktir. Her birimiz bir mahallede doğduk, bir mahallede yaşıyoruz. Bizde önce mahalle kurulmuş. Yerköy İlçesi buna güzel bir misal. Çiçekdağı varken Yerköy yokmuş. Çiçekdağlılar tren yolu istemeyince demir yolu ovadan geçmiş. Birde istasyon kurulmuş. Etrafına cami, dükkan, pazar, han, hamam derken mahalle kurulmuş. Bugünkü Yerköy olmuş. Çiçekdağlılarda hayıflanıp durmuşlar. Mahalle en küçük yerleşim birimi olduğuna göre mahalleyi bize en iyi toplum anlatır. Geleneksel toplumdan geliyoruz. Atalarımız bu topraklara yerleşmek için geldiler. Kurdukları en küçük yerleşimler de mahalleler oldu. Tarih kaynakları bize, yeniden hiç yoktan mahalle kurduğumuz gibi, kurulu mahalleler

sayı//76// kasım 64


üzerine yerleştiklerimizi de söylüyor. Şehir ve kasabalarda eski mahallelerin üzerine yerleşimleri biliriz. Bu topraklara yerleştikçe yerelleştik. Yani oralı olduk. Kültürümüzde iki yabancı karşılaştığı zaman hemen nerelisin deriz. Şehirden olduğunu söylerse bu sefer içinden mi deriz. Buradan anlıyoruz ki, kişinin orada yaşaması mahallesi veya köyü ile ispat ediliyor. Zaten biz yerleştikçe zamana da direnmişiz. İnsan ve toplum olarak varlık mücadelesi vermişiz. Buna zamana meydan okuma diyebiliriz. Bir insanın bir yere bir topluma ait olması insani yan olmakla beraber Anadolu coğrafyasında çok çok daha kıymeti harbiyesi var. Nerdeyse yerlilik ile akrabalığı eş tutarız. Yani gurbette aynı mahalleli akraba, komşu gibidir. Aynı duyguları yaşar. Mahalleyi anlamaya çalışırken önce sosyolojiden bakalım. Kasabalar, şehirler mahallelerden kurulur. Bazı bölgelerimizde dağınık köyler mahallelerden meydana gelir. Mahalle ise fiziki, coğrafi, sosyal bir bütündür. O mahallede yaşayan toplumlara göre mahalle adları verildiği görülüyor. Müslüman mahallesi, azınlık mahallesi gibi. Mahalleler tarihte ihtiyaçtan kurulmuş. Şimdi de öyle. İhtiyaçlar yani güvenlik, birlikte yaşama, ortak kimlik, ortak değerler bize mahalle kuruluşunun ipuçlarını veriyor. Mahalleye biraz da tarihten bakalım. Mahalle, tarihte mali ve idari yönden kendi içinde kapalı en alt yönetim birimi olmuştur. Mahalle, her sınıf ve bölgeden insanların, belli kurallar ve etikler çerçevesinde birlikte yaşadığı yerleşim birimleri olagelmiştir. Farklı etnik, din ve mesleklere mensup insanların surlarla çevrilmiş mahallelerde yaşadıkları tarihi haber veriyor. Şerif Mardin, ‘’ Osmanlı İmparatorluğu’nda topluluğun en küçük faal birimi’’ der.

kucaklar. Güvenlikten tutun iktisadi, içtimai, harsi ve diğerleri. Onun için mahalle şehrin olduğu kadar medeniyetinde merkezidir. Mahallede ahlak, örf hukuk var. Merkezde camisi, mektebi, kahvesi, bakkalı ve diğer birimleriyle sosyal bir yapı içinde birlik, beraberlik ve dayanışma sergileyen yaşam var. Kendi kendine yönetim var. 1864 ve 1871 Vilayet Nizamnameleri ile düzenleme gelir. Burada şehir ve kasabalarda elli hanelik yerleşim yerlerinin mahalle sayılacağı ve her mahallenin köy hükmünde olacağı belirtilir.1933 yılında Belediye Kanunu ile mahalle muhtarlığı ve ihtiyar heyeti kaldırılır, 1944 yılında mahalle muhtarlıkları yeniden kurulur.

Osmanlı şehirleri de mahalle, birbirini tanıyan, dayanışma içinde olan topluluğun yaşadığı yerdir. Mahalle cami merkezli kurulur. Aynı camide ibadet edenler cemaat olma yanında mahalleli olurlar. Etnik guruplarda bir arada mahallede yaşarlar. Meslek gurupları da mahallede topluca otururlar.

Mahallenin yönetim yapısı ve işleyişi iç ve dış koşullara bağlı olarak değişir. Mahallenin yönetiminde sorumluluk imamdan muhtarlara geçer. Mahalle yöneticisi atama ile değil seçimle belirlenmektedir. Mahalle yönetiminde kadınlar da yönetici olma hakkı kazanmıştır. Mahallenin her türlü hizmetleri merkezi yönetime bırakılmıştır. Mahalledeki geleneksel dayanışma aygıtları yerini STK’lara bırakmıştır. İmamların mahalledeki merkezi rolü ikincil hale dönüşür.

Osmanlı döneminde şehirleri mahalleler kurularak meydana gelir. Önce cami, sonra etrafında yapılan evler derken halka halka yerleşimler. Mahalle hayatın her alanını

Mahalle muhtarlığı da bir yerel yönetim organı olarak sayılmamaktadır. Tüzel kişiliğin bütçesi yoktur. Kendi kararını kendi anlamaz. Kamu hizmetlerini devlet ve belediyeler üstlenir. 65


BU ŞEHİRDE

”MAHMUT BALCI” İZ BIRAKTI.. -I-

“Bir semaverlik muhabbettir ömür dediğin Ve göz ufkunda bir kağnıdır göçer gider Palandöken yaylasında bir türküdür zaman, Ötesi karlı bir düş, uçar gider” ……Yahya Akengin “Mahmut Balcı,o gün dediki; Çok teşekkür ediyorum, vesile oldunuz, ben bundan sonraki vakitlerde, İstanbul’da yaşadığım için, Vefa semtinden geçerken diyeceğim ki, vefa İstanbul’da sadece bir semtin adı değilmiş. TRT Erzurum Radyosu aradı Mahmut Balcı’yı, eski günleri hatırlattı yani güzel bir şeye vesile oldunuz, çok teşekkür ediyorum, emeği geçen dostlara.” İsmail BİNGÖL

ahmut Balcı’yı, Ankara’daki görevim sırasında girdiğim TRT prodüktörlük imtihanını kazanıp, tayin yerim olan memleketimdeki TRT Erzurum Bölge Müdürlüğünde çalışmaya başladıktan sonra tanıdım. Seksen sekiz yılının bir Nisan’ında başladığım görevim sırasında işimle veya merakımla ilgili konularda değişik çevrelerle irtibatım devam ederken, her zaman olduğu gibi, en çok gittiğim yerlerden biri de kitabevleriydi. Erzurum’da açılan bütün kitabevlerini fırsat buldukça dolaşıyor, ilgimi çeken kitapları alarak kütüphanemi zenginleştiriyordum. Ancak bunların sahiplerinden samimi olduğum ve ara sıra sohbet ettiğim kişiler mahduttu. Mahmut Balcı’nın “Tek-Yay” kitabevi de bunlardan biriydi ve her uğradığımda hareketliliğine, kesinlikle birkaç işle birden uğraştığına ve o arada da kitap almaya gelenlerle, daha doğrusu kitap okumayı iş edinmiş olanlarla sohbet ettiğine yakından şahit oluyordum. O da o yıllarda bir yandan öğrencilikle meşgul olurken, bir yandan da kardeşi İbrahim’le birlikte, her tarafına kitabın kokusu ve güzelliği sinmiş bu mekânı işletiyordu. Zaman geçtikçe aramızdaki samimiyet gelişti ve daha sık uğrar oldum Tek-Yay’a… Ne var ki, artık burası yetmiyor hem okuyucuya hem de kitaplara dar geliyordu. İşte bundan olacak ki, nihayetinde o yılları hatırlayan herkesin de bildiği gibi, yeni yerine, Kızılay İş Merkezinin alt katındaki, ferah diyemesem de eskisine göre daha geniş olan bir mekâna taşındı TekYay Kitabevi… Bir farkla ki, adı değiştirilmiş ve bunun sonucunda da daha geniş bir camiayı kucaklamayı ufuk edinmiş olarak. Bu zamandan sonra “Üniversite Kitabevi” adıyla kitapseverlerin karşısına çıkan Mahmut Balcı, bulunduğu yerin verdiği imkândan da yararlanarak yeni etkinliklerini, yeni gayretlerini bir bir ortaya koymaya başladı. Konferanslar, dergi yayımlamak ve sohbetler bunlardan bazıları… Her an yeni bir fikirle sizi karşılayan yapısıyla adeta yerinde duramaz bir şekilde oradan oraya koşması bazen insanın başını döndürüyordu. Ama fıtratı böyleydi ve vefatına kadar da öyle kaldı. Burada, bir müddet kalmak üzere mecburi olarak Erzurum’a gelen ve onun bu yönüne dikkat çeken birinin cümlelerine yer verelim: “Daima bir projesi, hayırlı işler için gayreti olan Mahmut Balcı’nın Tek-Yay’la başlayan meskûn

sayı//76// kasım 66


kitapçılık serüveni, 1995’ten itibaren Üniversite Kitapeviyle 2011’e dek sürdü. Mahmut Balcı hiçbir zaman sadece bir kitapçı olmadı. Balcı’nın Erzurum’a kattıklarının, kazandırdıklarının son iki yılına şahit oldum. Onlarca akademisyenden, yazardan, şairden dinlediğim sitayişkar sözler de onun hizmetlerinin büyüklüğüne, kıymetine işaret etmektedir. Yıllardır büyük bir özveriyle, fedakârlıkla, çalışkanlıkla, samimiyetle onlarca önemli ismi Erzurumlularla buluşturdu. Balcı’nın Kitapevi sıcak bir buluşma, tanışma, tartışma, görüş alışverişinde bulunma yeri oldu. Geniş kitap yelpazesiyle kitapseverlerin gönlünde taht kurdu.” (Mustafa Nezihi, “O, Artık Erzurum'dan Ayrılıyor”, dünyabizim.com, 16 Nisan 2011 Cumartesi,) Yine yazarın deyimiyle, “Gülümsemeyi ve gülümsetmeyi bilen, 50 yıllık ömrünün yarısından fazlasını ideal bir kitapçı ve yayıncı olma gayretiyle geçiren” Mahmut Balcı, kitabevi Erzurum’da devam ederken, İstanbul’da kurduğu ve çok önemli kitaplara imza attığı Birey Yayınlarıyla bu sektörde de boy gösterirken, birden tekrar Erzurum’a döndü ve işine kaldığı yerden devam etti. Fakat bu da uzun sürmedi ve birtakım gerekçelerle, yalnız bu sefer temelli olarak buradan ayrıldı, kültürün başkenti İstanbul’a yerleşti. Bütün bu olanların tanığı olduğumu onunla yaptığım sohbetlerden yakinen biliyorum. Bu dönüş biraz farklıydı ve kitap dünyasıyla eskisi kadar ilgili olmadığını gösteriyordu onu tanıyanlara… Daha çok sosyal faaliyetlerle ve gençliği merkeze alan işlerle uğraşmaya başlamıştı. Bunu sosyal medyada yaptığı paylaşımlardan da görmek mümkündü. Hayat çizgisi bu şekilde devam eden Balcı’nın vefat haberinin sevdikleri, tanıdıkları, arkadaşları ve dostlarıyla buluşması da yaşadığı gibi hızlı ve ani oldu. Aynı zamanda TYB üyesi olan Balcı’nın vefatı ile ilgili Türkiye Yazarlar Birliği Erzurum Şube Başkanı Muhammed Hanefi İspirli’nin yayınladığı mesajın, bizimle birlikte birçok kişinin hislerine tercüman olduğu ve onu özetlediği bir gerçektir: “Kültür-sanat faaliyeti yapan; adeta tek kişilik ordu gibi hizmet yürüttüğü alanlarda mücadele eden Balcı’nın erken vefatı hepimizi derinden üzmüştür. Erzurum’da birçok yazarın, şairin ilk kitaplarını yayınlayan, aynı zamanda TYB’nin kültürel faaliyetlerine fikri desteklerde bulunan değerli üyemize Allah’tan rahmet, ailesine başsağlığı diliyoruz”.

Mahmut Balcı’yı 28.03.2017 tarihinde, TRT Erzurum Radyosunda “Doğunun Sesi” kuşak programı içerisinde yer alan “Kimler Geldi Kimler Geçti” bölümüne konuk etmek için telefonla aradığımda, Erzurumlular olarak onu unuttuğumuza dair şakayla karışık bir sitemle başladı söze. Tabii bunun böyle olmadığını biliyordu. Evet belki geç ve seyrek aranıyordu, ama bu hiçbir zaman O’nun unutulduğunun delili olamazdı. Zira burada onu unutmayan, unutmayacak olan birçok dostu ve arkadaşı vardı. En azından kitap, yayın ve kitabevi konuşulurken adına önemle vurgu yapılıyor ve kültürel faaliyet olarak Erzurum’a yaptıkları şüphesiz dile getiriliyordu. Bunu ifade ettiğimde güldü ve yolu Erzurum’dan geçenlerin ya da bu şehrin yerlisi olupta şimdi uzaklarda bir yerlerde yaşayanların, geçmişin penceresinden bakarak o günlere dair kesitler aktarmalarını istediğimiz böyle bir program için arandığına çok ama çok sevindi. İşte aşağıda okuyacağınız röportaj, böyle bir vaktin hatırasıdır. Hatta bunu youtube kanalından sesli olarak da dinleyebilirsiniz. Bu vesileyle hayat hikâyesi 1963’te o yıllarda ilçe olan Kilis’te başlayan, 11 Ocak 2019 tarihinde İstanbul’da sona eren Mahmut Balcı’ya rahmet diliyorum: İsmail Bingöl: Sevgili dinleyiciler Doğunun Sesi programı ‘Kimler Geldi Kimler Geçti’ köşemizle devam ediyor ve Eğitimci Yazar sayın Mahmut Balcı, telefonun diğer ucunda. Sayın Balcı merhaba. Mahmut Balcı: Merhabalar. İ.B: Hoş geldiniz yayınımıza ve Erzurum’a. M.B: Teşekkürler sağ olun, İstanbul’dan sevgiler, saygılar. İ.B: Çok teşekkür ederiz, bugün sizlerle hayatınızı, Erzurum’da geçirmiş olduğunuz günleri konuşacağız, anılarınızı hatırlayacağız birlikte. Öncelikle sizi tanıyalım mı? M.B: Çok teşekkür ederim böyle bir vefa örneği gösterdiğiniz için. Programa emeği geçen tüm arkadaşlara, dostlara teşekkür ediyorum. Aynı zamanda vatandaşlarımızın, kültür dostlarımızın, tüm radyo sevenlerin üç ayların başlangıcı olan Regaip Kandili’ni tebrik ediyorum. Devam edecek.... 67


uerard’ın sorduğu “imkan sınırları nerededir?” sorusunun ve çizdiği “mevcut şartlara göre bu sınırlar o kadar dardır ki, en mütevazı plan bile bir ütopya olmaktadır” sınırını aşmak için seslenip aradığı “Evvel amme menfaatlerine mevcut kanunlardan daha münasip…

YAŞAYAN TARİHİ ALANLAR İÇİN BİR ÖNERİ:

ŞEHİRLERE ÖZGÜ KANUN “Bir ev sahibine aittir, fakat cephesi herkesi ilgilendirir” Victor Hugo Cüneyd ALTIPARMAK* B.Cenap ALTIPARMAK**

sayı//76// kasım 68

Ve daha esaslı olarak –Fas’ta halen yapıldığı gibi- mal sahiplerini belirli bazı hallerde menfaatlerini birleştirmeye icbar eden bir kanun lazımdır”… şeklindeki ifadesinden hareketle bu yazıyı kalem alıyoruz. Önerdiklerimiz “bir model” arayışına ışık tutmak, şehirlerde bu konularla ilgilenen kimselerin dikkatine sunmaktadır. Bilindiği üzere, “uyumayan şehir” diye bir kavram var. Bu şehirlerde ışıklar sönmez. Yirmi dört saat canlıdır. “Fast” olarak nitelenen bu durumun karşısında, “citta slow” yani “sakin şehir” kavramı türemiştir. Uyumayan şehirlere inat edercesine buralarda da her şey yavaş akar… Bir de “müze şehirler” tabiri vardır. Bu şehirler, tarihin ve milletlerin geçmişlerinin sergilendiği, geçmişten bugüne kadar değişimi gözler önüne seren müzeler en önemli sanat merkezleridir ve hemen her yerinde butik müzeler bulunan ve tüm bunların dışında “devasa” sayı ve nitelikte eserlere malik müzelere ev sahipliği yapan şehirler vardır: Paris, New York, Floransa, Sao Paulo, Londra… gibi. Şehir türleri saymakla bitmez: Gastronomi şehri, müzik şehri, gökdelenler şehri diye uzayıp gider bu. Ama bunlar içinde bizce en mühimi bir miras üzerine inşa edilmiş olanları, yani kültür şehirleridir… Kültürel mirasın toplumsal bilinç oluşumuna etkisi büyüktür . Kültür, “üretmek” ile başlar ve fakat bu yetmez. Çünkü kültür “korumak” ile gelişir. “Kültürel miras” şeklinde ifade edilmesi de bundan olsa gerektir. Tarih ve kültür şehirlerinin merkezinde bulunan ve halen “yaşayan” alan, birçok benzerinden farklı olarak kafeler, butik oteller ve turistik satış ve benzeri biçimde “canlı” değildir. Bu alanlar, halen o şehirde yaşayanların, alış-veriş yapmak için indiği “çarşı”, arkadaşları ile buluştuğu “kıraathane”, ticaretin yapıldığı “han”, giysilerin satıldığı “bedesten”, eski eşyaların alıcı bulduğu “mezat” vb. biçimde canlıdır. Moda tabirle “organik” bir canlılık vardır buralarda. Yani bu alanlar, turistlere terk edilmiş, “biblo” mahiyetli değildir. Zaten buranın benzeri şehirlerden ayrılan en önemli iki temel özelliği de budur: •“kentsel sit alanında yaşamın halen devam ediyor olması” ve


• “taşınmaz kültür varlıkları sayısın fazla oluşu”. Şehir hafızadır. Şehir toplumun belleğidir. Bu bellek, şehrin simge isimleri ve mekânlarında tecessüm ederler. Mekânların yitirilmesi, şehrin hafızasından bir öğenin ayrılması demektir. Nasıl ki insanlar beyinleri ile düşünüyor ve ağzı ile konuşuyorsa, şehirler de sahip olduğu mekânlar ile düşünür, burada yaşananlar ile konuşurlar… Mekânların en önemlisi ve kıymetlisi ise kültür varlıklarıdır. Kültür varlıklarını korumak bir dizi mimari proje ve uygulamalar gerektirir. Tekil yapılar, evler, hanlar, hamamlar vb., çok ciddi ve hassas nitelik taşır ve olmazsa olmazdır. Sokakların korunması, sit alanlarının muhafazası vb. konular ise merkezden idare edilmek ile yetinilmeyecek niteliktedir, çok ama çok mühimdir. Bu manada korumanın iki ayağı vardır: “yapıları onarmak” ve “alanları doğru yönetmek”… Koruma meselesi ülkelerin, şehirlerinin değerlerini ortaya çıkararak yarıştığı ve ekonomik girdiler elde ettiği bu çağda, iktisadi alan başta olmak üzere, çevre, tarih, kültürel miras konularını kapsamına almaktadır. Bireylerin bilinçleri okudukları, duydukları ve öğrendikleri kadar, yaşadıkları mekânlar, gördükleri eserler ve hayatlarını sürdürdükleri ortamlarda gelişir ve şekil kazanır . Hukuki anlamda koruma konusunda temel yetki 2863 sayılı yasayla Kültür ve Turizm (KTB) Bakanlığına verilmiştir. Ancak bu sürece bir çok kamu kurumu (Vakıflar Genel Müdürlüğü, TİKA vb), valilikler ve belediyeler de yetkilidir. Korumaya yapı bazlı baktığımızda restorasyon ve türevleri; alan bazlı bakarsak da sit alanları, ören yerleri, çevre düzenleme projeleri, koruma amaçlı imar planları ve nihayet alan yönetimi kurumları çıkar. Türkiye’de oturmuş bir restorasyon prosedürü ve uygulaması vardır. Kim ne derse desin, imkânları nispetinde yukarda saydığımız kamu kurumlarının koruduğu ve kurtardığı yapı çoktur. Peki, bu tahribat neden meydana gelmektedir? Bu kıymetli bir sorudur. Bunun bir çok cevabı olabilir. Ancak biz burada biraz da “yönetim/planlama” boyutu üzerinden meseleye bakacağız. Türkiye’de, tarihi alanların “kazı yönetimi” “sit alanlarının korunması” konusunda çok ciddi tedbirler alıp uyguladığı bir vakadır. Ancak, “yaşayan alanların” (hassaten kentsel sitlerin) yönetilmesi konusunda son zamanlarda doğru adımlar atılmaya başlandığını ve fakat yetmediğini gözlemliyoruz.

Özellikle, şehir merkezlerinde halen yaşayan yerlerin idaresinde, yetki karmaşasının getirdiği sorunları görmekteyiz. Mevzuatımıza koruma süreçleri açısından bakınca, “tespit”, “onarım”, “planlama” ve nihayet “yönetim” evreleri karşımıza çıkar. Yönetim konusunun mevzuattaki karşılığı “alan yönetimi” olarak ifade edilmektedir - . “Alan yönetimi”; tarihi alanların tümünün bir plan dahilinde idare edilmesidir. Burada temel nokta, tespitli alanların korunmasını sürdürülebilir kılmaktır. Birimleri; danışma kurulu, alan başkanı, eşgüdüm ve denetleme kurulu, denetim birimi ve anıt eser kuruludur, buna ilişkin esaslar yönetmeliktedir. (Bkz. Alan Yön . m.4) Alan yönetimi, fiziki olarak sınırlıdır ve fakat bu alana dair tüm idari/yönetim yetkilerini içermez. Buna göre, “alan yönetimine has yetkiler” kullanılabilecektir. Bu “özgülenmiş” yetkiler, sit alanları ve ören yerleriyle bağlantı noktalarının ve etkileşim alanlarının bir bütün olarak korunması, geliştirilmesi, yönetim planının hazırlanması, onaylanması, planın uygulanması ve denetlenmesi gibi hususlardır. Ülkemizde, Bursa, İstanbul gibi yerlerde alan yönetimi vardır. Hatta İstanbul için özel düzenlemeler söz konusudur. Korunması gereken alanların hassaten kentsel sitler açısından sağlam bir idari teşkilat öngörmek, güncel siyasetin ve değişimlerin etkisinden uzak biçimde tasarımlamak ve bunu tekrar dizayn edilip, ülke sathına yayılması şarttır. Doğru finansman modeli ve iyi bir yönetim, hak ve hürriyete saygı ile ülkemize çok fayda getirecek “detaylı” ve “özgülenmiş” düzenlemeler şarttır. Diğer ülkelerdeki düzenlemelere yer veren yazısında Dülger ; Alman eyaletlerinin bazılarının anayasalarında kültürün ve tarihi yapıların korunması hususun yer aldığını, Alman yasaları taşınır ve taşınmaz kültür varlıklarını koruma altına aldığını belirmektedir. Avusturya’da ise kültür varlıkları konusunda tek bir yasa olmadığını ve birçok yasada farklı hükümler bulunduğunu belirtmektedir. ABD’de kültürel miras için genel ve özel çok sayıda yasa bulunduğunu, bunun İngiltere ve Galler’de kültürel miras ve sanat eserlerin korunması konusunda da aynı olduğunun belirtildiğini söyleyebiliriz. İtalya’nın ise kültür varlıklarını koruyan yasalar bakımından en eski ve kapsamlı yasalara sahip olan ülke olduğunu, Anayasası ve medeni kanununda ile İtalyan Kültür Mirası ve Tabiat Yasasının bu konuda önemli olduğunu belirtmek isteriz. İspanya’da 69


ise Milli Miras Yasası bu işlevi görmektedir. Alan yönetiminde daha özel düzenlemler de vardır. Örneğin Stonehenge Yönetmeliği , Washington DC Tarihi alanına ilişkin yasa vb. gibi… Ülkemizde, Boğaziçi, Çanakkale ve Kapadokya alanları genel mevzuat disiplininden ayrılmış ve özel olarak düzenlenmiş alanlardır. Nitekim Boğaziçi Kanununun (2960 s.) İstanbul “Boğaziçi Alanının” korunması amacıyla çıkarıldığı belirtilmektedir. Benzer durum Çanakkale için de geçerlidir. 6546 s. Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı Kurulması Hakkında Kanun’la Çanakkale deniz ve kara savaşlarının meydana geldiği Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alanını için de öngörülmüştür. Kapadokya Alanı Hakkında Kanunu da (7174 s.) bu minvalde önemli bir adımdır. Gerekçesinde alanın kültürel, doğal yapısı nedeniyle kanunla korunması gerektiği belirtilmektedir . İstanbul’a ve Bursa, Kayseri gibi şehirleri içinde özel düzenlemeler olduğu vakidir. 2082 sayılı İstanbul, Kayseri, Bursa Kapalı Çarşılarının Onarımı ve İmarı Hakkında Kanun çıkarılmıştır. Belirttiğimiz “özel düzenleme” yaklaşım sadece tarihi alanlar ile ilgili değildir. “Protokol yolu” olarak da bilinen “5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu” adıyla çıkan yasa, Ankara’nın girişi için bir imar planı ekiyle çıkan belki de tek yasadır. Girişte de belirttiğimiz üzere “imkânları zorlayarak” şehirlere özgü kanunlar çıkmalı düşüncesindeyiz. Ülkemiz böylesine zengin bir kültür varlığı habitatına ve kentsel sit alanlarında sahip. Bunları adeta “konfeksiyon” üretimi elbiselere sığdırmaya çalışmak beraberinde maraz doğurmaktadır.Bunun için kentsel sit alanı yoğun olan yerler için gerekli inceleme, fizibilite yapılmalı ve sonuç olarak o alanlara özgü düzenlemelere gidilmelidir. Bunun bir kanun olması çok iyi olacaktır. Fakat ilk adım olarak bir yönetmelik ile de süreç başlatılabilir. Yani genel bir alan yönetmeliği yerine, şehre özgü ve onun ismi ile bütçesi, kolluk meselesi ve diğer sorunları düzenlenmiş, sorunları çözen mevzuat düzenlemelerine ihtiyaç vardır. Detaylarını daha geniş biçimde izah edebileceğimiz bu modelin aşağıdaki üç hususu temel alması gerekir: i) günlük kaygılardan ve gündemden uzak ve alan ile ilgili bilgisi olanlardan müteşekkili bir danışma organı, ii) yerel ve merkezi idarenin temsilcilerinin bulunduğu bir icra organı ve nihayet iii) alanı yönetmek konusunda yetkili bir başkan… sayı//76// kasım 70

Teşekkül edecek yapının, “devlet resmiyeti” içinde olmaması daha da yerinde olacaktır. Bu tip yapıların teşekkülünde, “Vakıf-Şirket Modeli”, “Dernek-İşletme Modeli”, “KooperatifSTK Platform Modelleri” ve “Birlik Modeli” olarak nitelediğimiz modellerin denenmesi de mümkündür. Bu bir “prestij” görevi olduğu için ehil ve toplumca kabul gören kimselerce icra edilmelidir. Kültür mirası, en fazla sahip çıkılması gereken ve teminatımız olan varlıkların bütünüdür. Buna sahip çıkmak, görevden öte, zorunluluktur. KAYNAKÇA

1- GUERARD, Albert, “Paris İmar Planı Hakkında Notlar”, Türkiye Mühendislik Haberleri, 1958 (Çeviren: Şevket Tokuş), http://www.imo.org.tr/resimler/ekutuphane/pdf/1665.pdf 2- Bu konuda şu yazılara bakabilirsiniz: ALTIPARMAK, Cüneyd, Koruma, Uygulama ve Denetim Büroları (KUDEB), İstanbul Barosu Dergisi, Cilt: 93, Sayı: 3, Yıl: 2019 s.228 vd, ALTIPARMAK, Cüneyd., Taşınmaz Kültür Varlıkları Hukuku Yönünden Koruma Amaçlı İmar Planları, Terazi Hukuk Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 143, Temmuz 2018, Sayfa: 63-80 3- Ülkemizde “koruma” konusunun mevzuat bağlamında gelişimi hakkında detaylı bilgi için bkz: KEJANLI, D.Türkan / AKIN, Can Tuncay / YILMAZ, Aysel Türkiye’de Koruma Yasalarının Tarihsel Gelişimi Üzerine Bir İnceleme, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi www.e-sosder.com ISSN:1304-0278 Kış -2007 C.6 S.19 (179-196) Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi www.e-sosder. com ISSN:1304-0278 Kış -2007 C.6 S.19 (179-196) (İnternet: http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/ acarindex-1423879320.pdf , ET:13.04.2018) 4- Bu konuda detaylı olarak düşüncelerimizi paylaştığımız yazı için bakınız: ALTIPARMAK, Cüneyd, “Türkiye’de Alan Yönetimi Açmazları ve Öneriler” Aktüel Arkeoloji Dergisi, Mart-Nisan,2020, s.26-33. 5- Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması Hakkında Kanun m.3/a-10 6- Alan Yönetimi ile Anıt Eser Kurulunun Kuruluş ve Görevleri ile Yönetim Alanlarının Belirlenmesine İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik (Alan Yön.) 7- Detaylı bilgi için bkz. DÜLGER, Murat Volkan, “Kültür Varlıklarının ve Sanat Eserlerinin Hukuki Açıdan Korunması”, İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (1), 2014; 107-161 8- The Stonehenge Regulations 1997, http://www.legislation.gov.uk/uksi/1997/2038/made , Stonehenge Management Plan 2009, http://www.stonehengeandaveburywhs.org/assets/Stonehenge-WHS-ManPlan-2009-low-res.pdf 9- Historic Landmark and Historic District Protection Act of 1978, https://planning.dc.gov/sites/default/files/ dc/sites/op/publication/attachments/DC%20Preservation%20Law%20UPDATED%20Mar%202020.pdf 10- Burada özce verdiğimiz Kapadokya Alan Yönetimi için Bkz. 7174 s. Kanun, 38 s.CBK, Alan Başkanlığı ve Personel Yönetmeliklerine.


OSMANLIYI İHTİŞAMA

TAŞIYAN SIR NEYDİ? Voltaire şöyle der:“Birtakım cahil ve aptalların sözlerine kanarak Türklerin sırtına yüklediğimiz iftiralarla koskoca bir kitap olur. Onlar dünyanın en güzel, en büyük kesimine hâkimdirler. Bütün tarihçilerimiz, Türk imparatorluğunu istibdada dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır! Türklerin sanatı kahramanlıktır!” Muhsin İlyas SUBAŞI

evletler kendiliğinden ihtişamın şansına sahip olamazlar. Onları oraya taşıyan bir lider ve o lidere destek veren bir halk kitlesi olması gerekir. Halkına inanan liderle, liderine bağlanan halkın ortak duyarlılığı ülkeyi arzu edilen başarıya götürür. Bunun tarihimizdeki en etkin örneği kuşkusuz ‘Muhteşem’ tabiriyle yâd ettiğimiz Sultan Süleyman’ın devridir. 73 Yaşına gelmiş olmasına rağmen, yorgun bedenini bir yaylı arabaya alarak Savaşa giden bu yüce kumandan, nihayet fethetmeyi düşündüğü kalenin önünde; Zigetvar’da ruhunu teslim eder. Kalbi oraya, bedeni ise çok sevdiği İstanbul’una getirilip defnedilir. Onun döneminde, üstelik ülkesiyle anlaşmazlıkları bulunan Avusturya Büyükelçisi Busbecg, 16 Yüzyılın ortalarında kişisel hislerini bir kenara bırakarak, ülkesinin çıkarları uğruna değil, yakından tanıdığı Osmanlı’nın güçlü Padişah’ını şu cümlelerle anlatır: “Sultan Süleyman’ın bende bıraktığı intibaı şöyle anlatayım: Sultan, artık yaşlandığını hesaba katacak durumdadır. Fakat yine de görünüşü, hâl ve hareketlerindeki onurluluk, gerçekten bu muazzam imparatorluğun hükümdarı olan bir adama yakışmaktadır. O, aşırılığı sevmeyen, kendini birçok zevkten mahrum etmesini bilen, irade sahibi bir kimsedir. Gençliğinde bile ağırbaşlılıkla hareket ederdi, şarap içmezdi. Dindardır, ibadetini hiç ihmal etmez. Bir emeli devletin hudutlarını genişletmek ise, diğeri de aynı derecede dinini yükseltmek, yaymaktır.” Osmanlı’yı ihtişama taşıyan sır bu adamın anlattığı Padişah portresindedir. Devletin bekası için evladına; Şehzade Mustafa’ya kıyan bir babadır bu! Bunu tahlil etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ülkesiyle Osmanlı arasındaki problemlere rağmen, duygusal olarak mesele bakıp hesabi bir anlayışla Sultan hakkında yorum yapmıyor. Çünkü Sultan’ı dikkate alırken, kendi ülkesindeki ve diğer Batı ülkelerindeki liderlerin durumunu da hesaba katıyordu. Onlarla yapılan

mukayese, onu böyle bir hakkaniyet duygusuna götürmektedir. Osmanlı’yı adaletiyle ‘Cihan Devleti’ haline getiren ilk Padişah oluşunun onurunu, milletine bahşedip onu da asırlarca kullanarak bugünlere gelen Osmanlı Devleti, sonunda içindeki soysuzların ihanetine uğramak suretiyle bu şansını maalesef kaybetti. Busbecg 1562’de Osmanlı hakkında bunları yazarken, ondan bir asır sonra yaşamış olan ünlü düşünür Voltaire ise şöyle der: “Birtakım cahil ve aptalların sözlerine kanarak Türklerin sırtına yüklediğimiz iftiralarla koskoca bir kitap olur. Onlar dünyanın en güzel, en büyük kesimine hâkimdirler. Bütün tarihçilerimiz, Türk imparatorluğunu istibdada dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır! Türklerin sanatı kahramanlıktır!” Jean-Henry Abdolonyme Ubicini ise 1846’da geldiği İstanbul’da gördüklerini dile getirerek, üç asır boyunca Osmanlı’daki liyakat kurallarının değişmediğini gösterir: “Avrupa’da hüküm süren zannın aksine, Türkiye’de hiçbir zaman ne asilzadeler sınıfı mevcut olmuştur ne de imtiyazlı tabakalar... Bir taraftan, bizim Orta Çağ’ımızda oldukça nüfuzlu bir yer işgal etmiş olan din adamları, Türkiye’de dindar sınıfın yani Müslüman halkın dışında ondan apayrı bir yer almamıştır. Diğer yandan da değil yalnız toplumların, fertlerin bile hayatlarının en önemsiz hâl ve tavırlarının Allah’ın devamlı müdahalede bulunduğunun herkesçe kabul edilmiş bir akide olarak ortaya çıkmış olması, soydan gelen hak ve imtiyazlardan yararlanan bir aristokrasinin yerleşmesini imkânsızlaştırıyordu.” Ubicini, 19’uncu asrın ortalarında geldiği İstanbul’da kaldığı süre içerisinde gördüklerini tarafsız bir şekilde anlatmış ve bu konuda kimsenin etkisi altında da kalmamıştır. “Türkiye gibi hakkında pek çok peşin hükümlerin ve hatta diyebilirim ki, sayısız masalların ve iftiraların dolaştığı bir ülke söz konusu edilirken namuslu bir yazarın yapacağı iş doğru ve titiz davranmak olmalıdır. İşte, benim aradığım ve özlediğim de böyle olmaktır.” diyerek kendi samimiyetini göstermiştir. Öyle ki kendi ülkesi başta olmak üzere mirasını paylaşmak istedikleri Türkiye’nin var olduğunu ve var olmaya devam edeceğini de söylemekten çekinmemiştir: “İşte nihayet bu mektupların başında yönelttiğimiz şu soruya cevap verebilecek duruma gelmiş bulunuyoruz: Bir Türkiye Var mıdır? Evet, bir Türkiye vardır. Demek istiyorum ki inançlarının, ahlâkî anlayışlarının, kanuna karşı besledikleri hürmetlerinin kendilerini şaşılacak derecede ilerlemeye hazır tuttuğu cesur, zeki, bilhassa namuslu 11 milyon Osmanlı vardır Türkiye’de.” İşte Osmanlıyı ihtişama taşıyan sırrın bazı ipuçları bunlar. Biz galiba geçmişimizde kimliğimizin ihtişamını dışımızdaki insanlardan öğreneceğiz. O var olan Osmanlı’yı doğal olarak önce dış düşmanları, sonra haince bir saldırıyla içerdeki işbirlikçi iç düşmanları yıktılar. 71


TARİHİ VE ŞİRİN BİR İLÇE

VİZE 93 Harbi’nin (1877-1878) kaybedilmesini takiben Yeşilköy’e kadar ilerleyen Ruslar, Vize ve çevresini de işgal etmiş, Kırklareli Bulgar Prensliği’ne bırakılmış ve bu yerler, 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması ile geri alınmıştır. Dr. Şakir DİCLEHAN

ırklareli’nin çok şirin bir ilçesi olan Vize, bir yanı Midye (Kıyıköy)’de Karadeniz’e, bir eli yemyeşil Istranca Dağları’na uzanıyor. Trak Krallığı’ndan Osmanlı’ya bünyesinde birçok tarihi eser barındıran Vize, uluslararası “Sakin Şehir” ağına üye. Burası ıhlamur kokulu bir huzur sığınağıdır adeta. Yörede ilk yerleşmelerin MÖ 3000-2500 yılları arasında Traklar’ın buraya yerleşmeleriyle başladığı söylenir. Vize (Bizye), M.Ö. 72’de Doğu Trakya Krallığı’nın kurulmasıyla başkent özelliği kazanmış ve bu statüsünü M.S. 44 yılına kadar korumuştur. Bu dönemde Vize, Trakya Krallığı’na 116 yıl başkentlik yapmıştır. Nitekim Strabon, Vize’nin Trak kabilelerinden Astlar’ın başkenti olduğundan bahsetmiştir.

Sahili, ormanı, deresi, şelaleleri ve mağaralarıyla küçük ama dopdolu bir ilçe burası… Antik adı Bizye, Trak Kralı Byzas’tan geliyor. Yunan mitolojisinde ise ismi “Byzia”, yani “kaynakların perisi” olarak geçiyor. Su kaynakları bol Vize’ye bu isim yakışır zaten. Trak Krallığı’nın başkenti Vize’de çok sayıda antik kalıntı vardır. İlçenin güneyinde 40 Trak tümülüsü (mezarı) bulunmaktadır. Vize, Osmanlı Dönemi’nde de Trakya’daki en önemli 3 sancaktan biriydi, tam 111 köyü vardı. Roma, Bizans derken böylece Osmanlı Dönemini yaşamaya başlar. I. Murat döneminde Lala Şahin Paşa tarafından kuşatılan Vize Kalesi, bir ay kadar kısa bir sürede teslim alınır. 1368’de fethi takiben Vize, Rumeli Beylerbeyliği’ne bağlı bir sancak haline getirilir. Bu önemli Trakya kalesi, kesin olarak 1453’te Türk idaresine geçer. Kanuni Sultan Süleyman döneminin (1520-1566) başında Vize küçük bir kasaba durumundadır. Osmanlı döneminde şehrin yerleşim sahası, Roma ve Bizans dönemine oranla biraz daha genişlemiştir. 93 Harbi’nin (1877-1878) kaybedilmesini takiben Yeşilköy’e kadar ilerleyen Ruslar, Vize ve çevresini de işgal etmiş, Kırklareli Bulgar Prensliği’ne bırakılmış ve bu yerler, 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması ile geri alınmıştır. Balkan Savaşları sırasında (1912-1913) Vize Bulgar işgaline uğramıştır. Bu savaşın sonunda yapılan antlaşma ile yaklaşık yüz bin kadar Bulgar, Doğu Trakya’dan göç etmiş, böylelikle Vize ve çevresinde bulunan Bulgar nüfusun hemen tamamı ayrılmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında 27 Temmuz 1920’de Yunan işgaline uğrayan Vize, 2 Kasım 1922’de işgalden kurtarılır. Bu savaş döneminde Vize, iki yıldan biraz fazla Yunan işgalinde kalır. Vize’nin Önemli bir şairi olan Şeyh Alâeddîn Ali Efendi, 16.yüz yıl Tekke şairlerindendir. Şeyh Alâeddin Ali'nin manzumeleri, bünyesinde tasavvufi neşe taşımakta ve oldukça coşkuyla söylenen şiirlerden oluşmaktadır. Çoğu, hecenin 7’li ve 8’li kalıplarıyla yazılmıştır. Bir İlahi’sinde şöyle der Kaygusuz Alaeddin Ali: “Âriflerin irfanı var İki cihandan ileru Âşıkların meydanı var Kevn ü mekândan ileru” İlk Görev Yerim Yıl 1970, bugün adı İlahiyat Fakültesi olan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olmuş, aynı zamanda bu yüksekokul ile

sayı//76// kasım 72


birlikte okuduğum ve yürüttüğüm İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki eğitimimi tamamlamak için mecburi hizmetimi Diyanet İşleri Başkanlığı’na devrederek Kırklareli iline bağlı bu ilçeye vâiz olarak atanmıştım. Trakyalılar, vâize, “ Vâizci Hoca” derler. Vize, o zamanlar Trakya’nın uzak bir köşesinde kendi halinde yaşayan bir ilçeydi. Trakya, iç durumu bakımından içler acısı bir hale itilmiş ve inanç yönünden ihmalin zirvesine oturtulmuştu o dönemlerde. Büyük Doğu ailesinin önemli bireylerinden biri olan Suat Ak Bey’in tespitlerine göre: “Evlad-i Fatihan” lakabıyla anılan Rumeli insanı, çalışkan ve gayretli mizacı, insan ve doğayı aziz tutan meşrebi, helalden ayrılmamaya özen gösteren inancı, memleket sever ve doğduğu topraklara candan bağlı karakteri ile ayakta durmaya çalışan, fakat bir İmparatorluğun dağılma serüveni içinde en fazla yıpranmış bir nüfus kütlesiydi ülke genelinde… Sürgün yediği bu topraklarda belki de uzun zamandır şaraptan başka teselli bulamadığı için içkiye fazlaca düşkün, ancak kendisinden başkasına asla zarar vermeyen bir uysallığa sahipti" o zamanlar… Vizeli Abdullah Gürel, Ezan ve Ölüm Vize’de Abdullah Gürel adında, otobüsleri olan ve Trakya’nın peynir üretimini büyük çapta elinde tutan zengin, fakat inancı olmayan bir insan yaşardı Vize’de.... Minareden ezan okununca, hemen içeriye girer ve ezan sesinden rahatsızlık duyduğu için yazıhanesinin kapısını sıkı sıkı kapatırdı daima. Benim görev yaptığım o yıllarda hayli ileri bir yaştaydı Abdullah Gürel ve dazlak kafalı biriydi. Bir gün, o ilçenin zengin esnafından ve manifaturayla uğraşan Hacı Sadık Bey, Ramazan ayında, bizi iftara çağırmıştı. Hacı Sadık, Pomak asıllı bir göçmendi ve çok güzel konuşurdu bu mahalli dili. Ben ilk defa orada Pomakların Trakya'daki varlıklarına tanıklık etmiş ve orada onlarla haşir-neşir olmuştum. Hacı Sadık Bey’in Abdullah Gürel ile yakınlıkları vardı, neden onu da çağırmadınız? Dediğimde: -Ne oruç tutar ve ne de orucun gereğine ve farz oluşuna inanır, o nedenle çağırmadık demişti bana. Neticede Abdullah Gürel bir gün ölür. Suat Ak’ın ifadesiyle: "Hayat ve ölüm, bir gölge gibi büyük bir dikkatle izlerler birbirini… Ölüm, en mahrem köşesinde, can damarında soluklanır hayatın… Çünkü insanın bütün sözcüklerini kucağına alır ve onlara bir çeki düzen verir ve bunca mırıldanmanın, ileri geri konuşmanın, bağırmanın, çağırmanın

ve haykırmanın hangi anlama geldiğini bir çırpıda söyleyiverir… Bütün kopmuş bağları, çözülmüş duyguları, yıpranmış gerçekleri birleştirir, düğümler ve yeniler. Korkunç bir hafızası vardır, asla yanılmaz, gecikmez ve ihmal etmez… İhmalkâr olan, sonsuzca yaşayacağı vehmindeki insandır. Her şeye yetişmeye çalışan fakat ölüme hazırlanmayan ve onu unutan… Ölüm kadar eğer tetikte olabilseydi ve inansaydı eğer insan… Hazırlıklı olurdu ve hesap kitabını ona göre yapardı. Ayrıca onu bir son olarak değil, hayatı inşa edici olarak kavrasaydı, anlamsız kılmazdı yaşamayı ve yaşamak da bir hayal kırıklığı olmazdı, bütün istenmedik deneyimlere rağmen… Ölüme çarenin, “ölüme ve sonrasına hazırlamak” olduğunu unuttuğu zamandan beri, fonksiyonelleşmiş bu dünyada ölüm, artık kullanılamaz olanın yekûn hanesinden kaydının düşmesinden ibaret… İnsan hayatı bir nicelik yekûnu, üzeri çizilen bir rakam gibi… Nice olumsuz görünümleriyle, kalite ve niteliğin uzağında ve süratle aşağılara düştüğümüzü ihtar eden dünya, o kadar kendinden ibaret kaldı ki, galiba en son amacı ölüme çare otu arayan bilime, “İMAN”dan başka bir tesellisi kalmadı insanın…" Yıllar sonra Edebiyat Fakültesi’nde asistanlığa başladığımda, Çok sevdiğim Vize’li birkaç isimden biri olan merhum Hamdi Kırkkoyun’un oğlu Numan Bey, Abdullah Gürel’in ölümünü ve Vize mezarlığına gömülme olayının öyküsünü detaylı bir şekilde şöyle anlatmıştı bana. Abdullah ölünce, kendisinin mutlaka betondan yapılmış bir mezara gömülmesini vasiyet eder. Geride kalanlar, onun bu vasiyetini yerine getirirler ve mezarlığa defnederler. İki ay geçmeden kokuyu alan Vize’nin tüm köpekleri, bu mezarın etrafında tur atmaya başlarlar. Müthiş bir koku ve etraftan geçenlerin burunlarını tutmadan geçemeyecekleri bir alan ve yer haline gelmiştir mezarlık... Vize Belediyesi, çareyi mezarın üstüne iki kamyon toprak dökmekte bulur ve böylece Abdullah Gürelin ölü cismini, köpeklerin tasallutundan kurtarıverir. “Hiç şaşmayan bir saat Gibi işler tabiat Uyarak kalbimize….” Vesselam… 73


BU DÜNYA’DAN

PROF. DR. ADEM EFE GEÇTİ “Bu satırları yazan Nihat Malkoç’un yazısının yerine Prof. Dr.Adem Efe dostumun yazısı yer alacaktı..Büyük bir titizlikle hazırladığı yazısı… Kim bilir ne tasarlamıştı kafasında… Önemli bir arşiv belgesinden çıkarım yaptığı bir yazıda olabilirdi, Belki bu toprakların önemli yerlerini kişilerini paylaşacaktı bizimle..Olmadı, yetiştiremedin bu sefer Adem hocam, Rabbim seni çok sevdiği için yanına aldı.. Bu dünyada 53 yıl tertemiz bir insan olarak yaşadın ve öyle kaldın… Seni çok geç tanıdım, keşke daha önceleri tanısaydım, sık sık telefonla aradığında o naif sesini daha çokça duysaydım.. olmadı Adem hocam…Seni görmeden rabbime uğurladık… Cennet mekânındır inanıyorum kardeşim… “ MEHMET KÂMİL BERSE M.Nihat MALKOÇ

İNSANIN İÇİNİ ACITIYOR GİDENLERİN ARDINDAN YAZI YAZMAK...

Ölüm yine bir kuş olup konuyor gönül pervazlarımıza. Soğuk elleriyle okşuyor saçlarımızı. Uykularımız bölünüyor yine orta yerinden. Yarına dair hesaplarımızı siliyor ecel denen keçeli silgiyle. Heybemizde taşıdığımız ölüm, canımıza kastediyor. Hayatın yol ayrımında peşine sürükleyip götürüyor hayallerimizi. Gidenlerin ardından yazı yazmak insanın içini acıtıyor. Prof. Dr. Âdem Efe'nin hayat zincirini meydana getiren halkalardan birinin korona illeti sebebiyle kopması bizleri derinden üzmüştür. Bu üzüntünün yansıması olarak bu kırık dökük satırları yazma gereği duyduk. MERHUM ÂDEM EFE, YARIM ASRA BİR ASIRLIK İŞLER SIĞDIRABİLMİŞ BİR BİLİM İNSANIYDI.

Merhum Âdem Efe, koronavirüs(kovid-19) illeti nedeniyle 50 gün boyunca tedavi görse de uygulanan tedaviye maalesef cevap vermedi. Onu 20 Ekim 2020 tarihinde kaybettik. Onun Rabbine kavuşması ile kültür hayatımızdan parlak bir yıldız daha kaydı.

sayı//76// kasım 74

Âdem Efe, 1967 senesinde Manisa'nın Akhisar ilçesinde dünyaya gelmişti. 1985'te Akhisar İmam-Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü kazanmıştı. Bu bölümde bir yıl okuduktan sonra tekrar sınava girerek Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne kayıt yaptırmıştı.1991'de Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nden mezun olmuştu. 19911994 yılları arasında İzmir Vali Nevzat Ayaz Lisesi'nde öğretmen olarak görev yapmıştı. Âdem Efe, 1994 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'ne Din Sosyolojisi Araştırma Görevlisi olarak atanmıştı. Yüksek lisansını 1995 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi'nde Sosyal Bilimler Enstitüsü Din Sosyolojisi Anabilim Dalı'nda tamamlamıştı. “Nakşbendiliğin Halidiyye Kolu ve Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi Cemaati" adlı tezini 1994 yılında bitirmişti. 2002 yılında Bursa Uludağ Üniversitesi'nde "Meşrutiyetten Cumhuriyete İslamcılar ve Modernleşme (1908'den 1924'e)" adlı teziyle bilim doktoru olmuştu. 2010 yılında yardımcı doçent, 2011 yılında doçent, ardından da profesör olmuştu. Merhum Âdem Efe, Sosyal Hizmetler Bölümü Sosyal Hizmet Anabilim Dalı'nda profesör unvanıyla görev yapıyordu. Alanıyla ilgili Şam/ Suriye, Bakü/Azerbaycan, Üsküp/Makedonya, Kosova ve Kırım’da çeşitli ilmî toplantılara iştirak etmişti. Efe, evli ve iki çocuk sahibiydi. Fransızca ve Arapça bilen Âdem Efe, kariyer basamaklarını başarıyla çıkarak sahasında zirveye ulaşmıştı. Efe, alanıyla ilgili birçok projenin de yürütücülüğünü üstlenmişti. "Dinî Gruplaşma ve Cemaatleşme Olgusunun Sosyolojik Açıdan İncelenmesi", "Türkiye'de Akademik Din Sosyolojisi Araştırmaları", "Yusuf Akçura, Muasır Avrupa'da Siyasî ve İçtimaî Fikirler ve Fikrî Cereyanlar" adlarını taşıyan üç kitabının yanında çok sayıda makalesi ve bildirisi bulunuyordu. Âdem Efe'nin ilgi alanları "II. Meşrutiyet Dönemi Türk Siyasal ve Düşünsel Hayatı: İslâmcılık, Modernleşme, Küreselleşme, Halkla İlişkiler ve İletişim, Dezavantajlı Gruplar, Osmanlı-Türk Kültürel Hayatı, Tasavvuf, Çingeneler, Dinî Gruplar: Alevilik/Bektaşilik/Tahtacılar, Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı" şeklinde sıralanabilir. Süleyman Demirel Üniversitesi Aksu Mehmet Süreyya Demiraslan Meslek Yüksekokulu Müdürlüğü görevini yürüten Efe, SDÜ Engelliler Araştırma ve Uygulama Merkezi ve


SDÜ Alevi-Bektaşilik Araştırma ve Uygulama Merkezi Yönetim Kurulu üyesiydi. MERHUM PROF. DR. ÂDEM EFE, ZEYTİNYAĞIYLA BÜYÜYEN BİR EGE ÇOCUĞUYDU.

Merhum Prof. Dr. Âdem Efe, bir Ege çocuğuydu. Ruhunda zeybeklik vardı. Efelik karakterine işlemişti. Manisa'nın Akhisar ilçesinde doğan Âdem Efe, memleketiyle olan ilişkisini ve hatıralarını Göller Bölgesi Aylık Ekonomi ve Kültür dergisi Ayrıntı'da yayımlanan "Akhisar, Zeytin ve Hatıralar" adlı yazısında şöyle dile getirmişti: "Zeytinlerin tamamını toplama işi bitince at arabalarıyla fabrikaya götürür, yağın çıkması için sıra beklerdik. Sıranın geldiği gün fabrikaya gider, yağları alır gelirdik. Eve gelen yağdan birer tabak konuya komşuya, olana olmayana tadımlık olarak dağıtırdık. Merhum Âdem Efe, her Egeli gibi bir zeytinyağı tutkunuydu. O, yüzde yüz ev yapımı zeytinyağı kullanmaktan vazgeçmezdi. "Zeytinyağının içine çeşitli baharatlar koyarak kahvaltıda yemeyi çok severim. Küçükken siyah veya kırma yeşil zeytinin içine pırasa doğrayıp, limon sıkarak çok yemişliğimiz vardır. Bunun tadı hâlâ damağımdadır." O, SÜKUT SURETİNDE YAŞASA DA MİLLÎ VE MANEVÎ MESELELER SÖZ KONUSU OLUNCA AVAZI ÇIKTIĞI KADAR BAĞIRIRDI.

Genel itibariyle sükut suretinde yaşasa da millî ve manevî meseleler söz konusu olunca avazı çıktığı kadar bağıran Prof. Dr. Âdem Efe'yi yakından görmedim, kendisiyle tanışmadım. Fakat sanal dünya vasıtasıyla kendisiyle mülâki olduk. Avazı kulaklarıma ulaştı. "Dünya Bizim" de,kendisiyle aynı manevî havayı soluduk. Aynı iklimde bulunduk. Komşu köşelerde yazarlık yaptık. Efe'nin kaleme aldığı kıymetli yazıları okuyup istifade ettim. Hatta "Bu yazıların tiryakisi oldum" desem yeridir. Prof. Dr. Âdem Efe, kendini çok iyi yetiştirmiş münevver (aydın) bir insandı. Alanına son derece hakimdi. Hatta alanıyla yetinmeyen güçlü bir kalem erbabıydı. Başta "Şehir ve Kültür" dergisi olmak üzere birçok süreli yayında yazılar yazarak okurların istifadesine sunuyordu. Merhum Âdem Efe, mütedeyyin bir bilim insanıydı. Hakikat yoluna revan olan bir peygamber sevdalısıydı. İslâm'a ve onun akidelerine bakışı ayet ve hadis eksenindeydi. Dikkat çekmek için sözü eğip bükmeyen, birileri rahatsız olsa da dosdoğru söyleyen bir gönül ehliydi. Şahsına münhasır(özgün) görüşleri vardı. Onun

"İbadetlerin (Namazın) Derunî Anlamı" adlı yazısında yer alan namazla ilgili şu satırları buna örnektir: "Namaz, Allah’la kul arasında güçlü ve kopmaz bir bağ kurmaktır. Bu bağ, dinin direği ve temelidir. Beş vakit namazı şartlarına uygun olarak ve vaktinde kılanların büyük günahlardan el çekmeleri sebebiyle, diğer günahlarının affedilebileceği ayet ve hadislerde açıklanmaktadır. ÂDEM EFE, DEĞER(Lİ)LERİMİZİ YENİ NESİLLERE AKTARMAYI VAZİFE TELÂKKİ EDERDİ.

O, koronavirüs nedeniyle buruk geçen ramazanlarla ilgili olarak şunları yazmıştı: "Bu yıl Ramazan ayı, Koronavirüs/Kovid-19 salgınından dolayı oldukça mahzun geçti; camiler cemaatsiz ve sessiz idi. Bu cümleden olarak toplu yani cemaatle yapılan ibadetlerde, camilerin kapalı olması nedeniyle Cuma ve teravih ve bayram namazlarının kılınamaması, camilerde mukabelelerin okunamayıp karşılığında dinlenememesi vb. gibi mahrumiyetler yaşandı ama bireysel olarak yapılan ibadetlerde böyle bir durum söz konusu olmadı. Belki önceki yılların tersine bu yıl ramazan ayında insanlar, özlerine dönerek öz ülkelerinde gezinti yaptılar, kendilerini keşfettiler; derin bir muhâsebe, halisâne bir murâkebe yapma, taakkul, tedebbür, tefekkür, tezekkür etme imkân ve fırsatı buldular; yaptıkları ibadetlerin derûnî anlamları üzerinde yeni tecrübeler edindiler.” Âdem Efe, bir Mehmet Akif hayranıydı. Onu hakkıyla anlayan ve anlatan bir insandı. Hakk'a pervane olan ruhunu Akif'in Safahat'ıyla beslemişti. Akif'i ne kadar doğru anladığı onun şu satırlarından da anlaşılabilir: "Âkif içinde doğup yetiştiği aile ocağı sayesinde, sarsılmaz ve güçlü bir iman sahibi, son derece samimi ve dost canlısı, vefalı, diğerkâm, maddeci hayat anlayışından uzak ve oldukça cömert, asla yalan söylemeyen, her daim verdiği sözü tutan, şükreden ve her haliyle, söz ve davranışlarıyla “örnek” bir insan olmuştur." Ebedî olmak ve ebedî kalmak için bu fena köprüsünden geçmek gerekiyor. Fakat yine de ölenler üzüyor bizi. Prof. Dr. Âdem Efe, elli günlük çetin korona hastalığı sürecinden sonra hayata tutunamayarak güzeller güzeli olan Rabbinin "Dön" emrine uydu. Yarım asırlık kısa ömründe geride hoş bir seda ve güzel hatıralar bıraktı. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun. 75


AYASOFYA’YI HATLARI İLE MÜHÜRLEYEN MÜNEVVER

KAZASKER MUSTAFA İZZET EFENDİ -I-

Kuveyt Türk Katılım Bankası Kültür Yayınları ;Murat Özer’inin kaleme aldığı “Ayasofya’nın Nişânesi Kazasker Mustafa İzzet” isimli kitapta tüm çalışmaların yanında, Kazasker’in hayatı boyunca yazmış olduğu hat eserlerinde kullandığı imzaların izinde yürünerek, onun biyografisini ve ötesinde sanat ruhunu anlamada en heyecan verici detayların ortaya çıkmasına vesile olan kitabı yayınladı.. Sabri GÜLTEKİN

uveyt Türk Katılım Bankası Kültür Yayınları nâdide bir eserin daha ortaya çıkmasına katkı sağladı. “Ayasofya’nın Nişânesi Kazasker Mustafa İzzet” isimli eserin sayfaları yitik bir hazine bulunmuşçasına çevrilmeye başlandığında vefa kokan şu ifade okuruna ‘hoş geldin’ diyor: “Medeniyetimizin yeniden inşâsı derdine ömrünü adamış, kültür dünyamızın kıymetli ismi merhûm Ahmed Halûk Dursun’a ithafen” Bu da gösteriyor ki, medeniyetler kapitalle değil; ancak inançla, ilimle, mimariyle, kültür ve sanatla inşa edilebilir. AYASOFYA İLE BÜTÜNLEŞEN ŞAHESERLERE İMZA ATTI

Eserin önsözünde, “Osmanlı’nın İstanbul’a, İstanbul’un ise tüm İslâm milletine remiz olmuş Ayasofya-i Kebîr Cami-i Şerifi’ne girdiğimizde bizi eşsiz bir hat eseri takımı karşılar.

sayı//76// kasım 76

Çehâr Yâr-ı Güzîn Efendilerimizin isimlerine ek olarak âdet olduğu üzere İmâm-ı Hasan ve İmâm Hüseyin Efendilerimizin isimleri... Son levha olan İmâm-ı Hüseyin’in yazısının altında ise damla formunda bir imza var. Başlı başına bir sanat eseri olan bu muazzam imza aslında sadece yazıların hattatının değil, bu mâbedin İslâm fethine atılmış imzasının da bir hulâsasıdır. (Ketebehu’l-Hac Es-Seyyid Mustafa İzzet İmamu’s-sanili emiri’l-mü’minin Abdülmecid Han 1265. / Bu yazıyı Mü’minlerin emiri Abdülmecid Han’ın ikinci imamı Mustafa İzzet, 1849 senesinde yazdı.) Dışarıdan bakıldığında dört farklı tarzdaki minareleri ve devasa kubbesi bu eşsiz yapıyı bize ait kılan alem ve işaretler olduğu gibi, içeri girildiğinde karşımıza çıkan bu muazzam hat eseri takımı da adeta ulu mâbedle bütünleşmiş ve onun ayrılmaz bir parçası ve nişanı olmuştur. İşte o imzanın sahibi, yayınlanmasına vesile olmaktan dolayı mutluluk duyduğumuz bu kıymetli esere konu olan büyük hattat, mûsikîşinas, neyzen ve mutasavvıf Kazasker Mustafa İzzet Efendi’dir. Hat sanatına getirdiği özgün yorumla öncü bir isim haline gelen Kazasker Mustafa İzzet Efendi, aynı zamanda mûsikî alanında çok büyük eserlere imza atmış sanatkârdır. Bunun yanında önemli âlim ve birkaç Osmanlı sultanıyla yakından çalışmış saygıdeğer devlet adamıdır. Dünyanın en büyük ölçülerine sahip olan Ayasofya’daki el işçiliği yazıların hattatı Mustafa İzzet Efendi’nin hayatını detaylı şekilde anlatan bu eser, Osmanlı münevverlerini anlama adına da önemli bir vazifeyi üstlenecektir” ifadelerini kullanıyor Kuveyt Türk’ün Genel Müdürü Ufuk Uyan. “ON PARMAĞINDA ON MÂRİFET” OLAN OSMANLI MÜNEVVERİ

Kazasker Mustafa İzzet Efendi hakkında kelam edip, kalem oynatılacaksa eğer tam da burada işin ehli Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’a kulak kesilmek gerek. Osmanlı münevverliğinin bir özeti niteliğindeki Mustafa İzzet Efendi tam bir “hezârfen” veyahut “câmiu’l-fünûn” denilen; yani ‘On parmağında on mârifet’ diye tabir edilen çok yönlü bir Osmanlı münevveri, entelektüelidir. İlim tahsili için Kastamonu ilinin Tosya’sından İstanbul’a gelen Mustafa İzzet, Fatih Medreseleri’nde bir yandan Arapça, fıkıh gibi zâhirî din bilgisi öğrenimine devam ederken bir yandan da Kömürcüzâde Hâfız Efendi’den mûsikî meşk eder, hüsn-i hat ile ilgilenir. Ondaki isti’dadı gören Hâfız Efendi aynı zamanda Sultan 2.


Mahmud’un musâhiblerinden olduğundan, bir gün padişahın selâmlık merâsimi için geldiği Hidâyet Camii’ne talebesi Mustafa’yı da getirir ve ona meşk ettirdiği na’tı okutur. 13 yaşlarındaki bu talebenin sesini ve tarzını çok beğenen Sultan, eğitimiyle bizzat ilgilenmek ister. Her ne kadar parlak bir öğrenci olsa da yaşının küçük olmasından dolayı hemen Enderûn’a alınması mümkün olmaz. Ancak 19 yaşına geldiğinde Enderûn’a kabul edilir. Kendisi de mûsikîşinâs ve bestekâr olan Sultan 2. Mahmud’un huzurunda yapmış olduğu acemaşîrân ney taksimi ile herkesi büyüleyen Mustafa artık hem sesiyle hem de neyiyle huzur fasıllarının aranan kimsesi olur. Hem böylesi icraları hem de çeşitli mekânlar için yazmış olduğu hatları vesilesiyle her geçen gün şöhreti artar ve pek çok defa ihsân-ı şâhâneye nâil olur. Kimselere söyleyemese de Sultan’a ve devlet erbabına bu kadar yakın olmak ondaki derviş meşrebi rahatsız etmektedir. “Kurb-ı sultân âteş-i sûzân” misali oradaki havadan rahatsızdır. Zâhiren izzetli ve şerefli, makbul ve muteber bir hayat yaşarken bâtınen rûhaniyeti ve mâneviyâtı sıkıntıdadır. 1831 yılının Surre Alayı’yla beraber Hacca gitme izni alır. Şeyhi Kayserili Şeyh Ali Efendi ile beraber Mekke’ye vardıklarında şeyhinin de kendisinin de NakşibendiMüceddidi Şeyhi Abdullah-ı Dihlevî’nin halifelerinden Şeyh Muhammed Can Efendi’ye tecdid-i bey’at eder. O esnada 30 yaşlarında bulunan Mustafa İzzet Efendi bu şeyhin yanında seyr-ü sülûkunun kalan kısmını tamamlar. Medîne-i Münevvere’deki kutsal misafirlikten sonra vedâ ziyareti için son kez Ravza’ya gittiğinde şu dizeleri besteler: “Ey Habîb-i Kibriyâ v’ey matla’-ı nûr-i hüdâ, / Nûr-ı çeşm-i enbiyâ vü reh-nümâ-yı evliyâ. // Ümmetinden bir siyeh-rû âsiyem geldim sana, / El-amân ey melce-i ümmet Muhammed Mustafâ...” (Ey Allah’ın sevgilisi, güzelliklerin kaynağı, hidâyet nûru, / Cümle peygamberlerin gözünün nûru, Allah dostlarının mürşidi. // Ümmetinden bir günâhkârım, geldim sana, / Yardım eyle, ey Ümmetin sığınağı Muhammed Mustafâ...) Cezbenin merkezinden misaller âleminde dönen Mustafa İzzet Efendi’nin bir türlü payitahta dönmek istemez. Bir müddet Mısır’da kalır. İstanbul’a döndüğünde ise artık saraydan uzak, sûfiyâne bir hayat yaşamaya sürdürür. Fakat bir Ramazan günü, Beyazıt Camii’nde Özbek cübbesiyle kendini gizlemeye çalıştığı bir ikindi namazı vakti Sultan 2. Mahmud

ile karşılaşmaları neticesinde, Mustafa İzzet Efendi’nin hayatında âdeta ikinci bir dönem başlar. Derhal kûşe-i inzivâdan çıkar ve toplumsal vazifelerine geri döner. Fakat hiçbir zaman iç gömleği olan dervişlikten vazgeçmez. Padişahlara kabiliyetleri nisbetinde hocalık eder. Şehzâdelere dinî ilimler ve sanat muallimliği yapar. Ser-müezzinlik, ser-imamlık yapar. Dinî meselelerin en üst düzey mercii olan kazaskerlik makamında bulunur. Binâenaleyh Dîvân-ı Hümâyun üyesidir ve seyyid olduğu için bir dönem nakîbü’l-eşraflık makamında da bulunur. Parlamenter sistemdeki milletvekilliğine benzer Meclis-i Hass-ı Vükelâ üyesi olur. Bu resmî görevlerinin yanı sıra dönemin mühim şairlerinin iştirak ettiği Encümen-i Şuarâ’nın ve derviş meclislerinin müdavimidir. 75 yıllık hayatının son günlerinde tahta çıkan Sultan 2. Abdülhamid’e biat ettikten iki buçuk ay sonra, 15 Kasım 1876 tarihinde âlem-i cemâle göçer. Tophane’deki Kadirî Âsitânesi’nde dedesi Şeyh İsmail Rûmî Efendi’nin yanına defnedilir. Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin ruhuna öyle bir dokunuyor ki, hayran kalmamak mümkün değil. OSMANLI NEDEN ANADOLU ÇOCUKLARINA SAHİP ÇIKMADI?!..

Bu ifadelerin arkasından “giriş” yapan ve eserin bitimine kadar emeğini, ilgisini ve bilgisini hiç esirgemeyen yazar Murat Özer devreye giriyor. Yargının başı olarak ifade edilen kazasker (kâdîasker); seyyidlerin baş sorumlusu/ temsilcisi olarak tarif edilebilecek nakîbü’l-eşrâf; Osmanlı mûsikî tarihinin en önemli üç ney virtüözünden biri olan ve dönemin kutbu’nnâyîsi olarak taltif edilen bir neyzen; makam terkip edecek seviyede bir bestekâr ve hânende; Eyüp Sultan Camii kürsüsünde vaaz edecek bir vâiz ve padişaha özel imamlık yapacak seviyede bir İslâm âlimi; devlette sayısız görevlerinin yanında hat sanatı tarihinin kendi yüzyılındaki en önemli isimlerinden birisi olan ve yazıları Ayasofya’yı İslâm nişânıyla süsleyecek seviyede bir hattat. İşte Mustafa İzzet’in, Kastamonu’dan İstanbul’a, Mekke’den Mısır ve Suriye’ye uzanan hayatına sığdırabildiği başlıca vasıfları bunlar. Osmanlı Devleti Enderûn eğitim geleneğinin dürr-i yektâ bir ismi olarak özetlenebilecek Kazasker’in hayat hikâyesinin “Osmanlı neden hep devşirme kullandı da Anadolu çocuklarına sahip çıkmadı?..” gibi anlamsız pek çok eleştiriye de bir cevap niteliği taşıdığı muhakkaktır. ….(Devam edecek….) 77


MUSİKİ VE EDEBİYAT KANATLI SANATKÂR

FIRAT KIZILTUĞ

Edebiyat tarihçileri ve araştırmacıları bile ‘şikeste’leri unutmuşken bize bu şiir tarzını hatırlatan ve bu yolda güzel eserleri edebiyatımıza armağan eden Fırat Kızıltuğ’dur. Mehmet Nuri YARDIM

sayı//76// kasım 78

ziz sanatkâr Fırat Kızıltuğ’u tanır mısınız? Mükemmel bir müzik adamı olmanın yanı sıra kültür meselelerini kendisine dert edinmiş idealist, kalemi ve kelâmı olan bir münevverdir aynı zamanda. Şarkılarımızın, türkülerimizin, kısacası musikimizin ve müzik adamlarımızın hikâyelerini onun yazılarından okuyoruz. Bandodan Klasik Müziğe kitabında, sanatkârımızın hatıraları var. Çocukluğu, aile muhiti, müzikle başlayan ilgisi. Millî sanat için hayat boyu verdiği mücadeleyi tatlı üslûp ve akıcı bir dil ile yazılan eserden takip ediyoruz. ŞİKESTELERİ BİZE HATIRLATTI

Edebiyat tarihçileri ve araştırmacıları bile ‘şikeste’leri unutmuşken bize bu şiir tarzını hatırlatan ve bu yolda güzel eserleri edebiyatımıza armağan eden Fırat Kızıltuğ’dur. Şikesteler’de çok eser var. “Çanakkale Şikesteleri”nde şöyle der: “Başımı dayadım siper taşına,/ Düşmanı cepheden aldım karşıma,/ Allah Allah deyip bastım kurşuna;/ Vatan sevdasına çektim tetiği,/ Anafartalar’a yazdım kütüğü.” Kızıltuğ’un bereketli bir hayal dünyası var. Büyükler için eserler bestelediği gibi çocuklara da müzik yaptı. Ferdî hislerden vatan şiirlerine her vadide örnek kabul edilebilecek büyük eserlere imza attı. Şiirler kitabındaki “Vatan-Ben” şiirindeki duygulara bugün millet olarak çok ihtiyacımız var: “Altında şehidim, üstünde kanım,/ Yürekden toprağa bağlı insanım,/ İradem, düşüncem, nağmem, destanım;/ Vatan benim, ben vatanım vatanım!../ Gündoğuda, günbatıda esen yel,/ Kuzeylere, güneylere taşan sel,/ Gelmiş, geçmiş, konup, göçmüş her güzel;/ Vatan benim, ben vatanım vatanım!..” “Şehitler Bağına Süzülen Yiğit”te de şöyle seslenir: “Şehitler Bağı’na süzülen yiğit,/ Gözünü arala, uyuyor musun?/ Hasretle, hürmetle, yanına geldim;/ Gözünü arala, uyuyor musun?/ Gönlümden geçeni, duyuyor musun?..” Şairimiz bizi arada bir maziye götürür ve destanlaşan kahramanlarımızla buluşturur. “Bize Hayreddinli Derler” şiirinde Akdeniz’i bir “Türk ve Osmanlı Gölü” hâline getiren büyük denizcimizi anlatır: “Yüreğimiz dolu îman/ Düşmana vermeyiz aman,/ Can baş üzre, emr ü ferman;/ ‘Bize Hayreddinli derler.’/ Yavuklumuz, âşığımız,/ Emr ü haktan keşiğimiz,/ Denizledür beşiğimiz;/ ‘Bize Hayreddinli derler.’/ Kıyı, bahirde dururuz,/ Kal’a, hisarlar vururuz,/ Şan ü şevkimiz koruruz;/ ‘Bize Hayreddinli derler.’/ Tilemsen’den deniz uzak,/ Düşman


kurar binbir tuzak,/ Vatan, Devlet için gezek;/ ‘Bize Hayreddinli derler.’/ Venedikli, İspanya’lı,/ Mora, İtalyan, Yanlalı,/ Yunan kaçar yalı yalı;/ ‘Bize Hayreddinli derler.” Fırat Kızıltuğ iyi bir sanatkâr olduğu kadar vefa duygusu yüksek bir karakter numunesidir. Mehmed Çavuşoğlu’nun 1987’de genç yaşta vefatı, onu derinden sarsmıştı. Hocama yaktığı ağıta şöyle başlar: “Toprak tez çağırdı erken yaşında,/ Dost yürekler yanar, ağlar peşinde,/ Hangi mısrâ durur mezar taşında?/ Ömür destanını yazan Mehmed’im,/ Yârelerin sızlar, uzan Mehmed’im.” Bu yürek yakıcı ağıt, şu mısralarla son bulur: “Kızıltuğ unutmuş, kapıp koyvermiş,/ Pîrler bahçesinde, tâze boy vermiş,/ Sami’yi teselli diye soy vermiş./ Fâni bestesini sezen Mehmed’im,/ Kırklar Otağı’nda gezen Mehmed’im.” Bir ülkenin sevgili başvekili idam edilir de soylu bir şair buna bîgane kalabilir, sessiz durabilir mi? Fırat Bey de bu acıyı yüreğinde hisseder; “Sarı Zeybek” şiirinde Adnan Menderes’i rahmetle, hicranla, hüzünle anar: “Aydın Dağları’nda hazan sarısı,/ İçinde dolanır, bozkurt irisi,/ Peşinde sürünür, çakal kurusu;/ Sarı Zeybek, etrafına bak hele,/ Son sefer kâğıdı gelmiş, acele!../ Yassıl Yassıada, eriyip yassıl, / Kol, beden budayıp, kökünden asıl,/ En koyu denize bat, usul usul;/ Sarı Zeybek, güneş kara, gün kara,/ Vuslat kalmış, hangi sonsuz bahara?/ Aydın Dağları’nda çınar eğrildi,/ Köküne baltalar değdi, devrildi, / Secdeye kapandı, yere serildi;/ Sarı Zeybek, ak gömleği düğmele,/ Üç kulhüvallahü, dahi besmele.” SANATA ADANMIŞ ÖMÜR

Sanatkârımızın hayat hikâyesine kısaca bakalım: 13 Ocak 1935 tarihinde Bayburt’ta doğdu. 1957 yılında Trabzon Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra yurdun çeşitli yerlerinde ilkokul ve müzik öğretmenliği ile fotoğrafçılık yaptı. Müzik bilgilerini, İstanbul Belediye Konservatuvarı ve İleri Türk Müziği Konservatuvarı’nda ilerletti. Viyolonsel, solfej ve usûl dersleri aldı. 1956-1966 yılları arasında İleri Türk Müziği Konservatuvarı Derneği’nde viyolonsel çaldı, ders verdi ve genel sekreterlik yaptı. 1963-1976 arasında Münir Nurettin Selçuk yönetimindeki İstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’nde yer aldı. İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nda 19762000 arasında viyolonsel çaldı. 2000 yılında emekliye ayrıldı. Şiir ve yazıları 1983 yılından itibaren Türk Edebiyatı, Kubbealtı Akademi

Mecmuası dergilerinde yayımlandı. Diyalog Avrasya, Yeni Avrasya, Yesevî, Gobustan, Haber 69 ve Kardaşlık dergilerinde, Ayyıldız, Önce Vatan, Özbekistan gazetelerinde, Aygazete ve Sanatalemi.net sitelerinde yazı ve şiirleri yayınlandı. Şimdi Bizimsemaver. com sitesinde köşe yazarıdır. 2004 ve 2005’te Makedonya’daki Ohri kentinde, Kardaşlık Derneği ve Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen musiki çalışmalarını yönetti. Türk müziğine katkıları dolayısıyla ESKADER 2011 Yılı Müzik ödülü verilen Fırat Kızıltuğ’un 100’den fazla bestesi vardır. Uzun bir zamandan beri bütün eserleri Akıl Fikir Yayınları tarafından kültür hayatımıza kazandırılıyor. Oğuz Destanı, Mavi Karanlık, Bandodan Klâsik Müziğe, Satrançname, Müzik Sohbetleri, Şikesteler, Dilbeste, Dildeste, Şiirler, Açıklamalı Şarkılarımız, Kop Dağından Birinci Orduya, Tilmaç, Müzik Sohbetleri ve Çal Söyle Şarkımı eserlerinden sadece birkaçıdır. MUSİKİ İKİNCİ DİLİMİZ

Türk müziğinin ikinci dilimiz olduğunu belirten Kızıltuğ’a göre, “Musiki eğitim meselesidir. Musikinin zayıflaması Türkçenin de zayıflamasıdır. Türk musikisi Türkçenin ikizidir. Dokunma duygusu, görme duygusu, işitme duygusu bu kadar organı aktif olarak çalıştıran bir sanat var mıdır? Musiki zamana mukayyettir. Hiçbir disiplin musiki ritmini yakalayamaz.” Fırat Hocanın sohbetlerinde müzik ve edebiyat dünyamızın dev isimleri âdeta resmigeçit hâlindedir. Birçoğuyla yaşadığı 79


unutulmaz hatıraları vardır, bunları tatlı bir şekilde anlatır. Münir Nurettin Selçuk, Necdet Yaşar, Alaeddin Yavaşça, Ahmet Kabaklı, Kemal Eraslan, Cemil Meriç, Yücel Hacaloğlu ve daha birçok şahsiyeti anar, onlarla ilgili intibalarını nakleder. Hem dünküler vardır sohbetinde hem bugünküler. Onu dinlerken galeride gezer gibiyiz: Kaya Bilgegil, Hakkı Derman, Yorgo Bacanos, İhsan Özgen, Niyazi Sayın, Cüneyt Kosal, Osman Nuri Özpekel, Cengiz Dağcı, Mustafa Nafiz Irmak, Hüseyin Sadetin Arel, Rauf Yekta, Suphi Ezgi, Abdülkadir Meragi, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Bekir Sıtkı Sezgin, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan isimleri gelir geçer. NECDET YAŞAR’LA UNUTULMAZ GÜNLE

Fırat Kızıltuğ’un, sanat hayatına büyük tesiri olan Türkiye’nin en büyük tambur üstadı, merhum Necdet Yaşar ile yakın dostluğu vardı. Bir araya geldiklerinde maziden hatırladıkları nükteleri paylaşır, muhabbetle gülüşürlerdi. Kızıltuğ bir konuşmasında, İhsan Özgen’in başlı başına bir deha olduğunu ifade ederek, “Tamburi Cemil Bey’e en yakın kemençeci olup, çalmadığı çalgı aleti yoktur.” demişti. Necdet Yaşar yeni vefat etmişti. Ardından düzenlediğimiz anma toplantısında Fırat Hoca müteessirdi. Yakın dostunun kaybının kendisi için çok ağır bir darbe olduğunu ifade ederek Necdet Yaşar ve Niyazi Sayın’ı elli sene dinlediğini belirtirken, icralarının kendileri için ders olduğunu söylemişti. Fırat Hoca mecliste bir ara, “Şiirde ‘Hicvî’ mahlasını kullanıyordum. Necdet Yaşar’ın da aynı müstearı kullandığını öğrenince ben de ‘Çırak Hicvî’ ismini kullanmaya başladım. Yaptığım bu değişiklik, hoşuna gitmişti.” demişti. “VİYOLONSEL ÇOKTAN İHTİDA ETTİ”

İzmir’de bulunduğu zaman, Ali Rıza Avni’nin ricası ile Yesari Asım Arsoy’a yapılacak bir radyo bandı için viyolonsel provası yapılacaktır. Yesari Asım, viyolonsele Batı çalgı aleti diye sıcak bakmaz. Prova başlayıp, birinci eser bitince gelir ve Kızıltuğ’a, “Viyolonselci Bey, ben hayretler içinde kaldım. Ne kadar güzel refakat ettiniz. Ben şimdiye kadar birçok viyolonselci gördüm ama şimdi anlıyorum. Bizim hüseyni perdelerini, evç perdelerini, dik mamur, nim hicaz’ı onlar bilmiyorlar. Bilmeyince de hissedemiyorlar, basamıyorlar.” der. Kızıltuğ’un Yesari Asım’a cevabı, “Hocam bu saz çoktan ihtida etti, Müslüman oldu.” şeklinde olur. Bu açıklama Yesari Asım Arsoy’un çok hoşuna gider. sayı//76// kasım 80

“DEMİRPERDE’Yİ YIRTAN ADAM”

Çocuklarımıza ecdadımızı tanıtmamız, tarihimizi sevdirmemiz gerektiğini belirten Fırat Hoca, “Destanlar zamanında atalarımız kopuz çalmış, Manas Destanı’nı, Su Destanı’nı, Göktürk Destanı’nı okumuşlar. Destan söylemişler. Müziğimizi bilmeliyiz. Eskiden ailelerin ortak şarkıları vardı, birlikte söylerlerdi. Bugün yazık ki yok. Öz müziğimizle yeniden buluşmalıyız.” diyor. Bir Azerbaycan sevdalısı olan ve bu ülkeye çok sık giden Fırat Kızıltuğ merhum şair Bahtiyar Vahapzade ile de dostluk kurmuştu. Komünizm rejiminin devam ettiği yıllarda bile bu ziyaretlerini hiç aksatmayan Fırat Hoca için Vahapzade, “Bizim demir perdeyi yırtan Fırat Bey’dir.” diyerek anlamlı bir nükte yapmıştı. İKİ FIRAT İKİ KIZILTUĞ

Fırat Kızıltuğ sanat dünyamızda tevazuu ile zirveye çıkmış bir gönül insanıdır. Müzik Sohbetleri kitabında müzik dünyamıza kazandırdığı talebeleriyle yaptığı röportajlar var. Ne talihli öğrenciler değil mi? Böyle yüksek hamiyet sahibi hocalar nadirdir. Belki de bu kitap, kültür sanat dünyamızda bir ilktir. Bu üstün erdem ve şeref de Fırat Hocamıza ait. Menekşe Özkaya da hocamızla büyük bir nehir söyleşi yaptı ve ortaya mükemmel bir eser çıktı. Ahde vefanın güzel bir numunesidir İki Fırat İki Kızıltuğ armağan kitabı. Edebiyatımızdan ve musikimizden kesitler var. Fotoğraflarla bezenmiş büyük boy, 456 sayfalık şaheser. Uzun vakit emek verilen, pek çok bölümden meydana gelen eser, zengin muhtevasıyla gözümüzü de gönlümüzü de dolduruyor. Fırat Hocayı İstanbul’da yaşayan kültür sanat çevresi yakından tanıyor ve seviyor. O, yüksek ideallere sahip, kalender ve mütevazı bir sanatkârımızdır. Ses mimarlarımızı bugün en iyi bilen ve anlatan irfan adamıdır. Yıllardan beri birçok mahfilde müzisyenlerimizi, edebiyatçılarımızı, mütefekkirlerimizi ondan dinliyoruz. Uduyla müzikseverlerin kulak pasını silerken, hatıralarıyla da kültür dünyamızın bilinmeyenlerini anlatıyor. Ses, saz ve söz ihtişamı bütün zarifliğiyle onun sohbetlerinde görülür. Aziz sanatkârımız, kıymetli büyüğümüz Fırat Kızıltuğ Beyefendiye sağlıklı, hayırlı, bereketli ve huzurlu ömür diliyorum.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.