Biz’den… KÜTÜPHANE HAYALİ VE TARLADA KÜTÜPHANENİN BEDELİ Maksudumuz Hak olsun ağyâra gerek yoktur Dünyadaki her çile her büyük azâb geçer… Ekrem KAFTAN Sene 1914, Ali Emîrî Efendi hayatı boyunca Osmanlı memâlikinde biriktirdiği, içinde Divan-ı Lugat-it-Türk isimli dev eser dâhil on altı bin kitabı için devletini seven devlet adamları seferber olup kütüphane mekânı için önerilerde bulunurlar ve Fatih’in merkezinde Feyzullah Efendi Dar’ül Hadis binasını tahsis ederler. O muhterem insan da hayatı boyunca maaşı ile biriktirdiği kitaplarını “Bu kitaplar milletime aittir” diyerek kütüphanenin adına Millet kütüphanesi der. Tıpkı bir asır sonra Türkiye Cumhurbaşkanının kurduğu ”Millet Kütüphanesi“ gibi. Benim ilk gençlik yıllarımda (1969’da) Milli Eğitim Bakanlığı, ülkemizin köylerinde dahi kütüphaneler kurulsun, bu kitaplar o kütüphanelerin temel kitabı olsun diye 1000 TEMEL ESER adıyla kitaplar yayınlamaya başladı. Bu serinin 66. kitabına önsöz yazan Milli Eğitim Bakanı Rıfkı Danışman, şu satırları yazmış: “1969’da yayımlanmasına başlanıp kısa zaman içerisinde 66’yı bulan 1000 Temel Eser serisine kaldığı yerden aynı hız ve inançla devam ediyoruz. Devlet eli ile tek milli kültür serisini teşkil eden 1000 Temel Eserin her köyde kurulacak bir kitaplığa temel olması esas alınmıştır…”. Önsöz çok anlamlı ve güzel cümlelerle devam eder ve son paragrafta bugün de anlamını devam ettiren şu cümleyi kurar: “… Milletimizin derin bir mazisi ve bu geçmişe dayanan köklü ve çok zengin bir kültürü vardır. Hedefimiz, bütün imkânlarımız ve gücümüzle bu kültür unsurlarını her yönden araştıran, inceleyen, işleyen eserleri aziz milletimizin istifadesine sunmaktır. Kültür birliği temeline dayanan milli birliğin en sağlam ve sarsılmaz birlik olduğuna inanıyoruz…” İşte bu cümlelerdeki heyecan ile yayımlanmaya devam eden 1000 Temel Eser kitapları gençliğimizin el kitapları olmaya başlamıştı. Siyasi idare değişince bu kitaplar yüz elliyi bulmadan yayımlanmasına son verildi. Burada anlatmak istediğim birçok mesele var aslında; Hani Zaptiye Ahmed’in “mesele geçmek” başlığı ile konuları ortaya dökmesi gibi bir mesele geçmek istedim! Yüz yıl önce kitaplarını milletine bağışlayan bir kitap aşığına devletinin sahip çıkması, mekân tahsis etmesi… Güzel Türkiye’min köylerinde küçük de olsa birer kütüphane kurulsun, gençler buradan kitaplar alıp okusunlar diye milli şuur taşıyan kitapları 1000 Temel Eser adı ile yayınlayan bir irade… Bizim nesil bu kitaplardan çok istifade etti. Devam etseydi, köylere kütüphaneler kurulsaydı, yarım asır boyunca nesillerin tamamı okuyan, araştıran, öğrenen ve öğreten nesiller olacaktı. Bu kütüphanelerde ülkemin önemli münevverleri, yazarları, ilim adamları eserleri ve okuyucularıyla yaşayacaklardı. Uzak ülkelerden gelip bu fikir bahçesine eserleriyle katkıda bulunacak Müslüman ve yabancı misafirler olacaktı. İran’dan Hâfız, Nizamî, Hayyam, Sadi; Hindistan’dan Tagor, Beydeba; Roma’dan Galile, Burno, Jul Sezar; Eski Yunan’dan Sokrat, Homer, Demosten; Britanya’dan
Şekspir; Galya’dan Jan Dark, Volter, Napolyon ve tabii olarak Buhara’dan, Semerkant’tan, Bağdat’tan, Şam’dan, Kahire’den, Mekke’den, Medine’den, Konya’dan, İstanbul’dan bütün İslam âlimlerinin eserleri… Mesele geçiyoruz ya, çok sevdiğim kitap aşığı şair bir dostumun hayatının mütekâid dönemine ait hayallerini ve gerçekleşenlerini de bu meseleye, mesele olarak eklemem gerekir. Arkadaşım der ki: “Yazma ve okuma sevgimin fıtrî olduğunu anladıktan sonra gazetecilik mesleğini seçtim. Gazetecilikte de okumaya ve kendini sürekli yenilemeye müsait olan kültür sanat muhabirliğini tercih ettim. Böylece her gün yeni insanlar, bilgiler, fikirler kazanırken, aynı zamanda kendimi geliştirme imkânı buldum. Otuz sene devam eden meslek hayatım boyunca yaklaşık on bin kitaplık bir kütüphane sahibi oldum. Bu gayretimin temelinde, okul yıllarında aradığım kitapları bulamamaktan ötürü yaşadığım bilgi açlığı vardı. İstanbul’da yaşamak ve çalışmak ayrı bir mutluluk kaynağı idi. Hedefim, ilk gençlik yıllarımda kitap hususunda yaşadığım sıkıntıyı benim köyümde büyüyen insanların yaşamaması için köyüme bir kütüphane kurmaktı. 2019 yılının 28 Şubat günü emekli oldum ve hemen kütüphane için çalışmalara başladım. 2011 yılında kütüphane kurmak maksadıyla satın aldığım, köyümün okulunun karşısındaki tarla, yola bitişik olmadığı için yola bitişik tarlanın sahibinden geçit hakkı aldım. Bu arada, bir tarlada bina yapmak için belediyenin ruhsat vermediğini öğrendim. Bahse konu olan tarla, ‘köy yerleşim alanında’ idi. Aslında tarlaya bina yapmakta kanunen bir sakınca yoktu. Belediyenin “köy yerleşim alanında” bulunan, yani imara açık bir tarlaya bina yapılabilmesi için yol yapması gerekiyordu. Bütçesinin müsait olmadığı gerekçesiyle imara açık bir tarlaya yol yapmamakta direniyordu. Yol meselesini çeşitli zorlukla çözdüm, kütüphane binamı kendi paramla yaptım. Köyüme, okuduğum ilkokulumun karşısına 10 bin kitabı getirdim, kütüphaneyi kuruyordum, ancaak, Tavas Belediyesi 26 Şubat 2020’de inşaatı mühürleyerek 3 Mart 2020’de 42 bin TL idari para cezası verdi ve ruhsatsız kütüphane yaptığım için savcılığa suç duyurusunda bulundu. Şu anda hem yargı süreci devam ediyor hem belediye ödeme emri göndererek haciz getirmekle tehdit ediyor. İsteğim, Belediyenin, kütüphanenin kamu yararına hizmet olduğunu idrak ederek para cezasını kaldırması, ruhsat için engel bulunmayan kütüphaneyi süratle ruhsatlandırmasıdır”. Evet, arkadaşım Ekrem Kaftan, bunları anlattı. Üzüldüm. Ne denir bilmem ki? Bir asır sonra zihniyetler böyle değişir mi? Yüksek İradenin bilgisine arz etmek isterim… 75 sayı oldu, huzurunuza saygı ile geldik, kravatımız bağlı, saçımız taralı. Hz. Mevlâna der ki; “İyiyim desem yalan olur, kötüyüm desem inancıma dokunur. En iyisi şükre vurayım dilimi, belki o zaman kalbim kurtulur.” Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza…
Mehmet Kamil BERSE Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 10
19. YÜZYIL SONU 20. YÜZYIL BAŞLARINDA
AZERBAYCAN BASININDA
TÜRKiYE
Abdulhamit AVŞAR
21
DARMSTADT’DAN SESLENEN,
EMiR SULTAN
Prof.Dr. Nazif GÜRDOĞAN
MiSYA’DAN BALIKESİR’E
Mehmet Kâmil BERSE
14 PÛŞÎDELERi
26
YiTiK COĞRAFYANIN ŞEHiRLERi
KERKÜK VE ERBiL Hüseyin YÜRÜK
HZ. MEVLÂNA’NIN TÜRBESİ VE Kâmil UĞURLU
18
KAMPALA
Dr. Serhat ONUR
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mahmut Şener Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Dr.Öğr.Üyesi Ali Mazak
30 34
BiR ZAMANLAR NiĞDE BAĞLARI Sabahat Varol İNSEL
BiR iŞ ADAMI “ŞEHiRLi VE KÜLTÜRLÜ VAKIF iNSAN” OLABiLiR Mi? Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
Sanat, Kültür: Zeynep Betül Kavak, Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Prof. Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,
8 İDEAL ŞEHİR (BİR ŞEHİR TAHAYYÜLÜ) Mehmet KURTOĞLU 22 PRİŞTİNA / Fahri TUNA
38
25 KENTSEL RİTİM BOZUKLUKLARI / Bilal CAN
LANETLi AVLU Necla DURSUN
37 BUGÜNE GAZEL -şiir- / Kâmil UĞURLU 40 BİR DAMLA SU KERBELA/ Mustafa UÇURUM 42 KARA BENEKLİ LEBLEBİ, ÇORUM HATIRALARI / Öznur SONDÜL 44 ŞAİRLERİN İSTANBUL TUTKU VE SEVGİSİ / Dr. Şakir DİCLEHAN
46
GÖÇMENLiĞi BiLMEDEN… Erbay KÜCET
48 DEDE YURDUNU ZİYARETİM / Muhsin DURAN 50 EYLÜL BİR ŞİİRDİR VE HER DİZESİNDE RÜZGÂR VARDIR / Şenay ŞEKER 54 KUTADGU BİLİG VE TÜRK KÜLTÜR HAYATINA KATKILARI -I- / Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN 58 BU, BİR AŞK EMANETİDİR / Muhsin İlyas SUBAŞI
52
ESKi iSTANBUL’DA
SU TiRYAKiLERi Mehmet MAZAK
60 ZAPTİYE AHMET CUMHURİYET DEVRİNDE BİR OSMANLI AKINCISI / Muhsin KARABAY 66 ANKARA SOMUT OLMAYAN KÜLTÜREL MİRAS MÜZESİ / Salih DOĞAN 70 MAZİDEN BİR YAPRAK: ŞAİR, YAZAR A. VAHAP AKBAŞ’LA TÜRKÜLER ÜZERİNE… / İsmail BİNGÖL
64
TÜRKiYE KIR
MİMARLIĞI -IIDr. Şimşek DENİZ
72 KUR’AN BÜLBÜLÜMÜZ DR. MEHMET ALİ SARI İLE MÜLÂKAT -III- / Hüseyin MOVİT 74 KUBAD-ABAD SARAYI ÇİNİLERİ-II- / Bilal ARIOĞLU 76 “SAVAŞ İMPARATORLUĞU” VE KÜSKÜN BİR YAZAR / Serdar YAKAR 78 KARAGÖZÜ YAŞATAN SANATKÂR ÜNVER ORAL / Mehmet Nuri YARDIM
Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.Adem Efe, Dr.Mimar Kamil Uğurlu, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş, Prof. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Prof.Dr.Ali Satan, Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 25 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 35 TL. Abone Yıllık: İstanbul 250 TL. İstanbul Dışı 270 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479
Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 e-posta : kamilberse@gmail.com
Youtube/Dersaadet Kültür TV www.sehirvekultur.com.tr
Baskı: Aktif Matbaa ve Reklam Hiz.San.Tic.Ltd.Şti. Adres: Söğütlüçeşme Mah.Halkalı Cad.Nu: 245/1 SEFAKÖY/ Küçükçekmece/İstanbul Tel: 0212 698 93 54 Kapak Fotoğrafı: Çifte Minare Medresesi, Erzurum, 13. yüzyıl: https://gramho.com/media/1936450838512078212
19. YÜZYIL SONU 20. YÜZYIL BAŞLARINDA
AZERBAYCAN BASININDA
TÜRKİYE
Ermenilerle Azerbaycanlı Türkler arasındaki ilk önemli çatışma, 6 Şubat 1905’te Bakü’de patlak vermiş ve kısa sürede tüm Güney Kafkasya’ya yayılmıştı. Abdulhamit AVŞAR
sayı//75// ekim 4
zerbaycan topraklarının yüzde 20’ini işgal eden Ermenistan, son zamanlarda özellikle stratejik Tovuz bölgesine çeşitli saldırılarda bulundu. Her defasında gerekli dersi almasına rağmen saldırganlığından vazgeçmedi. Elbette buna cesaret edebilmesinin arkasında, Türklere tarih boyu hasım olan başta Rusya olmak üzere çeşitli Batılı devletler var. Beklendiği gibi, İran da Ermenistan’ın ardında duruyor. Ama Türkiye, Cumhurbaşkanı’ndan vatandaşlarına, yazılı-görsel basınına kadar daha ilk andan itibaren yekvücut olarak Azerbaycan’ın yanında yer aldı, bunu tüm dünyaya ilan etti. “Bir millet iki devlet” söyleminin içi boş bir kavram olmadığını dosta düşmana gösterdi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler (SBF) alanında “Uluslararası İlişkilerde Kamuoyu Oluşturma” başlığıyla yaptığım doktora çalışması sırasında bu söylemin tarihi dinamikleri ve gelişme sürecini analiz etme ve anlamaya çalışmıştım. Bu çalışmadan istifade ederek, özetle, 19.yy sonu ve 20.yy başlarında Azerbaycan basınının Türkiye’ye bakışını ve kamuoyu oluşturmadaki rolüne değinmek istiyorum. Yusuf Akçura, Azerbaycan basınının kurucusu kabul edilen Hasan Bey Zerdabi’nin “Ekinci” gazetesini Rus Çarlığı sınırları içinde yayınlanan ilk Türkçe gazete olarak tanımlar. Yayın hayatına 1875’te başlayan Ekinci, Azerbaycan’da Türkiye kamuoyunun oluşturulmasında ilk önemli adımı temsil ediyordu. O dönemde Rusya’nın hâkimiyetinde olan ülkede, siyasi içerikli haberlerin yanı sıra dış haberler üzerinde de katı bir sansür uygulanıyordu. Buna rağmen gazetenin hemen her sayısında Osmanlı Devleti’ne ilişkin gelişmelere yer verildiği dikkat çekmektedir. Haberlerin en önemli özelliği ise, Osmanlı yanlısı bir tavra sahip olmasıydı. Örneğin ilk sayıda Mısır Hidivliği’yle yaşanan ihtilafta Osmanlı Devleti haklı gösterilirken, ikinci sayısında Osmanlı Devleti’nin ekonomik durumuyla ilgili geniş bir değerlendirmeye yer veriliyordu. Gazetenin sahibi ve başyazarı Hasan Bey Zerdabi de, o yıllarda meydana gelen Sırp ayaklanması dolayısıyla Azerbaycan Türklerini Osmanlı’dan yana tutum takınmaya çağırıyordu. Gerekçe olarak da, Rusların Sırbistan’la Slav dayanışması içine girmesini gösteriyordu. Öyleyse Azerbaycanlılar da kendi kardeşliklerinin gereğini yapmalıydılar. Altını yeniden çizmek isterim ki, bu sözler Rus Çarlığı sınırları içinde olan bir ülkede sarf
ediliyor, halk, Türkiye’ye destek için Ruslara karşı çıkmaya çağırılıyordu. Nitekim izlediği yayın politikasından dolayı 1877–78 OsmanlıRus Savaşı (93 Harbi)’nin başlamasıyla gazete üzerindeki sansür iyice ağırlaştırıldı. Rusya’ya ilişkin her haberde bir art niyet aranmaya başlandı. Moskova gazetelerinden alıntılanan kışın çok sert geçtiği yolundaki haberler bile, “Siz bunu yazmakla, Müslüman halka, Allah'ın bu soğuğu Ruslara bela olarak gönderdiğini mi söylemek istiyorsunuz?” denilerek sansürleniyordu. Baskılara rağmen, haberlerde Türkiye’ye olan sempati gizlenmiyordu. Mesela, Osmanlı-Rus savaşının en şiddetli günlerinde yapılan bir haberde, “...Osmanlı Devleti’nin “mağlup” olmadığı, “harbi davam ettirmeye” hazır olduğu ifade ediliyordu. Ekinci gazetesi, Azerbaycan kamuoyunda Türkiye’ye yönelik, “biz aynıyız” algısının güçlenmesine ve olumlu bir kanaatin doğmasına çaba gösterirken, Rusya’yı bir anlamda ötekileştiren bir yayın politikası izliyordu. Bu sebeple gazeteyi Azerbaycan’da Türkiye yanlısı ilk kamuoyu oluşturucu odak olarak niteleyebiliriz. Nitekim kapatılma sebeplerinden biri de 93 Harbi’nde Osmanlı yanlısı yayın yaptığı iddiasıdır. Azerbaycan basınında dış politikaya ait haberlerin, bu bağlamda Türkiye’deki gelişmelere verilen yerin artması ve kamuoyu oluşumu asıl olarak 1905 Rus İhtilali’nden sonra güçlenecektir. Rusya’nın Japonya’ya yenilmesinden sonra başlayan ayaklanma ve çatışmalar sonucunda Çar II. Nikola, 17 (30) Ekim 1905’te bir manifesto yayınlayarak Rusya’da yaşayan herkes için söz, ifade, dernek kurma ve toplantı özgürlüğü tanımak zorunda kalmıştı. Bu, tam bir serbestlik olmamasına karşın Rusya’nın diğer bölgelerindeki Türkler arasında olduğu gibi, Azerbaycan’da da milli hayatın canlanmasında önemli bir merhale olmuş, bu tarihten sonra Azerbaycan Türkleri arasında milliyetçilik duyguları hızla yükselmeye başlamıştı. Gazeteler, önceleri okuyucularına, çoğunlukla, “Müslümanlar” olarak hitap ederlerken, bu dönemden sonra “Kafkas Türkleri” ya da “Türk” biçimindeki ifadeler daha yaygın bir hâl almıştır. Hatta gazete ve dergiler kendilerini “Türk” biçiminde tanımlamak konusunda yarışa girdiler. Buna paralel olarak, “Türk” etnik vurgusu her geçen gün daha da güçleniyor, yayılıyor ve benimseniyordu. Sempatiyi arttıracak haber ve yorumların hızla artması, halkın dikkatini Türkiye’ye
yöneltmiş, kültür, din ve dil yakınlığını yeniden keşfetmesinde temel etken olmuştur. Bu iki ülke ilişkilerinde kamuoyu oluşum süreci bakımından oldukça önemli bir olgudur. Çünkü bilindiği gibi, kültür, din ve dil birlikteliği duygusu birey kanaatlerinin biçimlenmesinde rol oynayan en önemli kültürel etkenlerdendir. 1905 sonrası dönemde, Azerbaycan’da kamuoyu oluşumuna etki eden bir başka gelişme de, şiddetlenen Ermeni-Azerbaycan Türkleri çatışmasıdır. Ermenilerle Azerbaycanlı Türkler arasındaki ilk önemli çatışma, 6 Şubat 1905’te Bakü’de patlak vermiş ve kısa sürede tüm Güney Kafkasya’ya yayılmıştı. Bir yıl kadar devam eden olaylar sırasında, değişik kaynaklara göre 3100 ile 10.000 arasında insan hayatını kaybetmiştir ve eldeki tüm veriler, olayları başlatanların Ermeni tarafı olduğu, Türklerin Ermenilerden daha çok kayıp verdiklerini göstermektedir. Azerbaycanlılar, bunun “üç-beş Ermeni’nin başıboş hareketi değil, arkasında güçlü Batılı destekçileri bulunan” ve belirli bir stratejiyle hareket eden Taşnak Partisi’nin “planlı işi” olduğuna inanıyorlardı. Ve bu durumda kendilerine yardım edebilecek tek devlet Osmanlı’ydı. Sonuç olarak Azerbaycan basını, sıklıkla Türkiye’ye ilişkin haber ve yorumları sayfalarına taşıyor ve kamuoyunda Osmanlı Devleti’ni güçlü ve muktedir bir devlet olarak takdim ediyorlardı. “Türk” karakteri güçlü, dik ve yiğit şeklinde tasvir ediliyordu. Basına göre, Osmanlı Devleti, karşılaşılan kimi sorunlar karşısında zor duruma düşse de, bu geçiciydi. Her an ayağa kalkma ve bunların üstesinden gelme gücüne sahipti. Mesela, dönemin en etkili dergisi olan Alibey Hüseyinzade’nin Füyüzat’ında yayınlanan Hicaz Demiryolu ile ilgili bir yazıda, Osmanlı’nın böylesine büyük projeler gerçekleştirebilecek güce sahip kudretli bir devlet olduğu ifade edilirken, Celil Memmedguluzade tarafından yayınlanan ve yine etkili bir mizah dergisi olan “Molla Nasreddin”de de dikkat çekici bir karikatüre yer veriliyordu. İki sahneden oluşan karikatürün birincisinde, çalılığın arkasında uyuyan bir Osmanlı figürü yer almakta, ön planda resmedilen Yunanlı ise elinde kılıç, “Girit sözünden bahsedeni parça parça edeceğim!” diye bağırmaktadır. Karikatürün ikinci sahnesinde, uyanan Osmanlı’nın dev gibi bir cüsseye sahip olduğu görülmektedir. Türk, karşısında ufacık kalmış Yunan’a, “A, çocuğum! Ne diye bağırıp çağırıyorsun?” diye çıkışır. 5
Korkudan yüz üstü yere kapanan Yunanlı yalvarmaya başlar ve “Hayır, hayır, yanlış davranmışım!” der. Oysa söz konusu dönemde Osmanlı Devleti yansıtıldığı kadar güçlü değildir. Nitekim Hicaz Demiryolu yapımı için ülke içi ve dışında yaşayan Müslümanlardan bağış toplanmasına karar verilmiş, demiryolu bu bağışlarla finanse edilmişti. Molla Nasreddin’deki karikatürün yayınlandığı 1909 yılında da Osmanlı Devleti’nin siyasi durumu Girit’i geri alabilecek kadar güçlü değildi. Buna karşın dergi kamuoyuna, Osmanlı silkindiği takdirde Girit’i bile geri alabilir izlenimi vermekteydi. Basında Osmanlı Devleti’ni güçlü gösteren haber ve yorumların sonucu olarak Azerbaycan Türkleri, Osmanlı Devleti’ni güçlü bir “kardeş devlet” olarak görmeye başlamıştır. Nitekim yedek subay olarak Kafkas Cephesi’ndeki savaşlara katılan Şevket Süreyya Aydemir, “Türkiye, onlar için her şeydi. Onlara göre orada her şey kudretli, hareketli ve büyüktür. Türkiye hiç yenilmezdi. Yenilse bile, sonunda silkinirdi, kalkardı. Düşmanlarını yere sererdi. Onlara göre her Türk bir kahramandı” demektedir. Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinde, daha doğrusu Azerbaycan’da Türkiye kamuoyunun oluşumunda önemli rol oynayan bir başka basın organı da “Hayat” gazetesidir. Gazetede yer alan haber ve yorumlarda, yoğun şekilde, Azerbaycanlıların Osmanlı Türkleriyle aynı etnik kökene sahip oldukları, iki halk arasında dil, tarih ve kültür birliğinin bulunduğuna yer veriliyordu. Gazete, Rusya içinde yaşayan Müslümanların hepsinin “Türk”, dillerinin de “Türkçe” olduğunu dile getiriyordu. Dönem gazetelerinin dil konusu üzerinde yoğunlaşmaları ise tesadüf değildi. Çünkü bir toplumda milli bilinci uyandırmak isteyen aydınların başvuracakları en önemli yol, kitleleri tarihlerini öğrenmeye davet etmeleridir. Burada da anadil ön plana çıkar. Halkın etnik kökenine sahip çıkabilmesi için, Benedict Anderson’ın altını çizdiği gibi, “davetiyenin, onların anlayacağı bir dille yazılmış olması gerekir”. Dönemin Azerbaycan aydınları, bu sebeple halka, her şeyden önce Türk olduklarını ve Türkçe konuşmaları gerektiğini anlatıyorlardı. Yine Anderson’ın kaydettiği gibi, milletin oluşumunda önemli bir yeri olan milliyetçilik düşüncesi “akrabalık, din gibi olgularla bir sayı//75// ekim 6
arada düşünülürse, her şey daha kolay olabilir”. Aynı şekilde Etienne Balibar da etnik kökenin kurgusal olarak değil, en doğal biçimiyle oluşması için başlıca iki olgunun yol gösterici olduğunu söyler: Dil ve ırk. Ona göre, bu iki olgu her zaman birlikte düşünülür. “Sadece bu ikisinin bir araya gelmesi ‘halk’ı mutlak bir biçimde özerk bir birlik olarak sunmaya imkân verir.” Azerbaycan basınının Türkiye Türkleri ile kültürel benzerlikleri ön plana çıkarmaları ve ortak bir dilin savunulması oluşan kamuoyunun niteliğine ışık tutması açısından da önemlidir. Bütün Türkler arasında ortak hale gelmesi istenilen dil ise Osmanlı Türkçesinden başkası değildir. “Umumî dil”in Osmanlı Türkçesi olmasını savunanlardan Hüseyinzade’ye göre, “… Türk şivelerinden biri olan Osmanlı lisanı o derece... tekâmül eyle[miş]di ki, en âli, en derin fikirleri, en nazik, en rakik hisleri ifadeye bugünkü Arap ve Fars dillerinden bile müstefit ve muktedir”dir ve tüm Avrupa dilleriyle rekabet edebilme gücüne sahiptir. Böyle bir dilin, “şiveyi edebiye” olarak kabul edilmesi “pek güzel, pek iyi” olurdu. Çünkü “Tatar ve Azerbaycan ağızları”, “imlâ ve inşaca galat” olmalarının yanında çoğu kelimeleri yavan, çiğ ve ortak dile uygun değildi. Hayat gazetesi Osmanlı’daki Türkçülük akımını da yakından izliyor, hatta gelişmelere doğrudan taraf oluyordu. Mesela, Kahire’de yayınlanan “Türk” gazetesinde yer alan Tatarların ayrı bir ırk olarak gösterildiği yazıya en sert tepki Hayat’tan gelmiş ve buna cevap olarak, 10 Haziran 1905’ten itibaren “Türkler Kimdir ve Kimlerden İbaretdir?” başlıklı bir makale dizisi yayınlamaya başlamıştır. Hüseynzade Ali imzalı makalelerde, öncelikle Türklerin kim oldukları ve “kaç şubeye ayrıldıkları”, bugün nerede sakin bulundukları, hangi adlar altında yaşadıkları gösteriliyordu. Hüseyinzade’ye göre, hâlen Türkiye’de Özbeklerin, Kırgızların, Başkurtların -ki hepsi Türklükleriyle iftihar ettikleri haldeTürk olduklarını bilmeyen, Türk’ün kim ve kimlerden ibaret olduğundan habersiz olan pek çok yazar bulunmaktaydı ve yanlışlık da buradan kaynaklanıyordu. Bu sebeple aydınların, öncelikle bu konudaki eksikliklerini gidermeleri gerekiyordu. Hayat’ta yayınlanan düşünce ve görüşler yalnızca Türkiye lehindeki kamuoyunu güçlendirmekle kalmıyor, Osmanlı
aydınları üzerinde etkide bulunarak Türkiye kamuoyunda “genel Türklük” bilincinin gelişmesine de katkı sağlıyordu. Osmanlı’daki Türkçülük düşüncesinin ana sloganı olan “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” düsturu da ilk kez Hüseyinzade Ali Bey tarafından ortaya konulmuştur. Hayat gazetesinde yayınlanan “Gazetemizin Mesleği” başlıklı makalede, Müslüman Türklerin kalkınması ve modernleşebilmesinin ancak bu üç düstura göre hareket edebilmelerine bağlı olduğu ileri sürülüyordu. Bu görüş kısa zamanda Türk dünyasının her tarafına yayıldı. Özellikle Meşrutiyet’ten sonra Türkiye’de ateşli taraftarlar buldu, Ziya Gökalp’in ünlü tezine ilham kaynağı oldu. Hayat gazetesinin kamuoyu oluşturmadaki rolünün benzerini, dönemin hemen her gazete ve dergisi az ya da çok oynamıştır. Bunda en büyük pay, basına yön veren aydınlarındı. Türkiye lehine bir kanaat oluşumu aydınlar tarafından özellikle arzu ediliyor olmasının bir sebebi de Türkiye’ye yakınlaşmanın, Azerbaycan halkının güçlü dini hislerle bağlı olduğu İran’dan uzaklaşmasını sağlayacağı, böylece millet olma şuurunu güçlendireceği düşüncesiydi. Mesela Mehmet Emin Resulzade, milliyet duygusunun oluşmasında dil ve kültür birliğinin önemini dile getiriyor, bunun için öncelikle milletin adının doğru biçimde konulması gerektiğini söylüyordu. Bir milletin hür yaşayıp gelişebilmesi içinse, Hüseyinzade’nin görüşlerine benzer bir biçimde, üç esasa dayanması gerekiyordu. Bunların da “dil, din ve zaman” olduğunu ifade ederek, “Dilce biz Türk’üz, Türklük milliyetimizdir… Parlak bir Türk medeniyeti ise en mukaddes gayeyi emelimiz, ışıklı yıldızımızdır” diyor ve ilâve ediyordu: “… sağlam, metin ve uyanık mefkûreli bir milliyet vücuduna çalışmak istersek ki, -zaman bunu iktiza ediyor- mutlaka üç esasa dayanmalıyız: Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak!” Resulzade’nin düşünceleri, Azerbaycan kamuoyunun oluşumu bakımından son derece önemlidir. Çünkü o, Hüseyinzade Ali ve Ağaoğlu Ahmet’in aksine, mücadelesini ülkesinde sürdürmüş ve Azerbaycan tarihinin en etkili kamuoyu önderlerinden biri olmuştur. Bu anlamda, modern Azerbaycan’ın “kurucu ata” olduğu söylenebilir. Resulzade’nin Azerbaycan’daki Türkiye kamuoyunun biçimlenmesine bir başka önemli katkısı da,
halkın adının “Türk” olduğunun kabul edilmesi için verdiği mücadeledir. O zamanlarda Azerbaycanlılar, Ruslar tarafından “Tatar” olarak adlandırılıyorlardı. Resulzade “Türk” adının kullanılması için mücadeleye başladı. “Halka, ‘Sen Türk’sün!’, Rus hükûmetine ‘Biz Türk’üz!’ diye hitap etti”, gazetesini de “Gündelik Türk Gazetesi” olarak ilan etti. Bunda da başarılı oldu. (İşin garibi, 1991’de gelen bağımsızlıktan sonra “Azeri” kavramını Türkiye Türkleri yaygınlaştıracaktır.) Resulzade’nin kamuoyu oluşturmadaki başarısında basının önemini çok iyi kavramasının da büyük rolü olmuştur. Kendisi de “Azerbaycan Cumhuriyeti” adlı eserinde bunu açık olarak dile getirmekte ve “Matbuatın tesisi ile Kafkasya’da siyasi, içtimai ve milli bir fikir teşekkül ediyordu. Efkârı umumiye vücut buluyordu… Gazetelerin bu günkü milliyetler teşekkülünde oynadıkları rol malumdur” demektedir. Görüldüğü gibi, adları Türkiye’de de bilinen ve Türk düşünce hayatına büyük etkilerde bulunan Azerbaycanlı aydınlar ve dönemin önde gelen gazeteleri her önemli uluslararası gelişmede, Rus Çarlığı altında yaşamalarına rağmen, onun düşmanı olan Osmanlı’nın yanında yer almışlar, kamuoyunu bu yönde oluşturmuşlardır. Nüvesi bu yolla teşekkül eden kamuoyu, sonraki dönemlerde yaşanan gelişmelerle daha da güçlenmiş, “bir millet iki devlet” anlayışı pekişerek, yetmiş yıllık Sovyet döneminde de varlığını sürdürmüştür. Aynı süreç Türkiye kamuoyu için de geçerlidir. Dolayısıyla bugün Azerbaycan’a verilen destek, bunun tezahürüdür. Lakin siyasi iradenin inisiyatifiyle en üst seviyede ortaya konulan ve zirveye taşınan bir destek olma özelliği taşımaktadır aynı zamanda… İLGİLİSİNE NOT:
Dağlık Karabağ meselesinin nasıl ortaya çıktığı konusu, “Karabağ’ın Çığlığı” başlığıyla Şehir ve Kültür dergisinin şubat 2017 tarihli 31.sayısında yayınlanan yazımızda ele alınmıştır.
7
İDEAL ŞEHİR
(BİR ŞEHİR TAHAYYÜLÜ)
Bu ideal Şehir’de siyaset, propaganda ve paraya, zengin ve feodal ağalara, belli bir sınıfın başka bir sınıfı yönetmesine imkân vermeyecektir. Toplumda kabiliyetlere ve liyakatlere göre görev dağılımı yapılacak, gelir düzeyi işin zorluğuna göre düzenlenecektir.
Mehmet KURTOĞLU ir şehir düşlüyorum, eğer düşlediğim bu şehri yaratabilirsem haritada bir yeri, bir adı olacak. Belki ki de dünya atlasında yer alan şehirler, düşlediğim bu ideal şehri örnek alacaklardır. Bu öyle bir şehir olacak ki, Âdem’in evrensel dilini, İdris’in şehir kurucu mimarlık ve mühendisliğini, Nuh’un insanlığı kurtuluşa götüren gemisindeki çeşitlilik ve çoğulculuğunu, İbrahim’in insanlığı tek çatı altında toplayan millet olgusunu, Musa’nın Firavun’un köleleştirici tiranlığını ortadan kaldırıp özgür iradesini hâkim kıldığı Yahudiliğin değil, insanlığın “Arz-ı Mevud”unu, İsa’nın sevgi ve erdemini, Muhammed’in Medine’de kurduğu merhamet ve medeniyet ruhunu yeniden inşa edecektir. Campanelle’nın yalnızca bir kitap sahifeleri arasında kalan Güneş Ülkesi değil, Hz. Muhammed’in Medine’de kurduğu Münevver yani aydınlık şehir olacaktır. Öyle ki, Campanelle’nın Güneş Ülkesi, Medine’den ilhamla doğan bu ideal şehrin aydınlığı karşısında sönük kalacaktır. Savaş, işgal, açlık, sefalet, kötü şehirleşme, cinayet, tecavüz ve ölüm gibi vs. suçların, bütün olumsuzlukların arttığı, işlerin sara sarpa sardığı dünyamızda “ideal bir şehir nasıl olur?” sorusuna cevap olacak bir prototip, İdeal şehir! Tasavvur ettiğim ideal şehir, öncelikle doğayla barışık olacak. İnsanlar kadar hayvanlar, hayvanlar kadar bitkiler bu ülkede yok edilmeyecek, tabiatlarına uygun varlıklarını sürdüreceklerdir. Şehirler ve medeniyetler başta insanlık olmak üzere bütün canlıların mutluğu için inşa edilmemiş midir? İdeal bir şehir kurabilmek için insan mutluluğunu esas alan kanun yönetmenlik çıkarılmalıdır. Bir şehir için önce yönetim ve hukuktan işe başlanmalıdır. Bu ideal şehirde bireyin özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, kadın ve erkeğin eşitliği, düşünce ve inanç serbestliği olmazsa olmaz olacaktır. Yazılı bir anayasası olmayacak ama her bireyin zihninde ve vicdanında adalet duygusu olacaktır. Çünkü bu şehrin eğitimi vicdan ve hukuk üzerine inşa edilecek, bu ülkede yaşayanlar en az bir üniversite mezunu olmak zorunda olacaklardır. Görmüş oldukları eğitim özgür düşünceyi, toplumsal barış ve eşitliği, ilmin aydınlığında yürümeyi öğrenecektir. Okullar ve üniversiteler insanları eşekleştirmek, devletin kölesi yapmak için değil, birey ve millet olduklarının farkına varmalarını sağlayacak evrensel normlarla eğitim verecektir. Öğrencileri bilgi yanında o bilgiyi nasıl tahlil ve tanımlama yapabileceği diyalektik akıl öğretilecektir. Öğrencilerin önün soru cevap şıklarıyla değil, beyinlerini kullanacakları ucu açık sorular sorulacaktır. Sınavlar öğrenciler yarış atına dönüştürülmeyecek, dersler seminer şeklinde yapılacaktır. Okullar kabiliyete göre öğrenci alacaktır… Hukuk sistemi toplumsal statüye bakmadan efendi ile köleyi aynı
sayı//75// ekim 8
şekilde yargılayacaktır. Bu ülkede hapishane olmayacak. Suç işleyenler aldıkları eğitim gereği kendi vicdanlarıyla kendilerini sorgulayacak, kendi kendilerinin zindanına hapsolunacaktır. Kişinin iç zindanı dış zindandan daha elimdir. Suçlar kısasa kısas uygulanacak, bundan dolayı da caydırıcı olacaktır. Kısasa kısas ceza sistemi en caydırıcı metottur. Suçların azalmasında en iyi yoldur. Bu ideal Şehir’de siyaset, propaganda ve paraya, zengin ve feodal ağalara, belli bir sınıfın başka bir sınıfı yönetmesine imkân vermeyecektir. Toplumda kabiliyetlere ve liyakatlere göre görev dağılımı yapılacak, gelir düzeyi işin zorluğuna göre düzenlenecektir. Memurlar arasındaki gelir farkı yüzde on, on beşi geçmeyecektir. Bu ülkenin çöpçüsü de üniversite mezunu olacak genel müdürü de. Ama herkes işinde en iyi olacak. İnsanlar iş alanlarını ekonomik geliri göz önünde bulundurarak tercih etmeyecek, sevdiği ve kabiliyeti olduğu için yapacaktır. Kuru insan yığınları yerine eğitimli, ülkeye katkı sunan insanların yaşadığı bir şehir olacak. Bu şehre girebilmek için nitelikli olmak gerekecek. Yönetimi halkın seçimiyle değil, yalnızca aydın ve entelelktüellerin seçim ve iradesiyle belirlenecektir. Bu siyaset biçimi demokrasiden dahi daha ileri ve daha ideal bir yönetimdir. Görebildiğim kadarıyla para ve propagandayı elinde tutan iktidarı kazanırken, bu ideal şehirde para ve propagandanın yerini bilgi dolduracaktır. Bilginin yol göstericiliğinde yönetilen şehirlerde ne din istismarı, ne insanları aldatma, ne de bir başka şey “Demokles Kılıcı” olarak halkın üzerinde sallanmayacaktır. Herkesin her şeyi çok iyi bilmediği düşünüldüğünde aydın ve entelektüellerin seçtiği hükûmetlerde iktidara getirilen yöneticiler de bilgili, birikimli, donanımlı ve halkın ufkunu açacak, bilgece yol gösterecektir. Çözüm üretmeyen sorunun bir parçası olarak kabul edilecek, çözüm üretecek insanlara fırsat verilecektir. Büyük filozof Muhammed İkbal, demokrasi için “iki yüz eşek aklından bir insan aklı etmez” derken işte bu işaret ettiğimiz hakikati dile getirmiştir. Çünkü demokratik bir seçimle milyonların içinden bir Albert Aistein çıkaramazsınız ama üç beş bilgili adam bir Aistein’i bulup halkın önüne getirebilir. Bu yüzden düşlediğim şehir düşünür, aydınlar ve sanatçıların iktidarı olacaktır. Düşünür ve aydınların iktidarında halk, bugünkünden daha iyi yönetilecek, örneğin devletin iç ve dış politikadaki yeri daha ağırlık kazanacak, iyi ve faydalı olan tercih edilecektir. Demokrasi’nin
erdem ile ilişkisini kuran filozoflar vardır. Ünlü Türk düşünürü Farabi, erdemli şehrin erdemli insanlar tarafından yönetilmesinden bahseder. Erdemli Müslüman ile erdemli şehrin arasında bir fark görmez. Bundan dolayı iyi insanların, iyi Müslümanların yaşadığı ve iyi idarecilerin yönettiği şehirler erdemlidir. İdeal Şehir ne Tohomas More’ın Ütopyası’na ne Campanelle’nın Güneş Ülkesi’ne benzer. Kapitalist, Sosyalist, Komünist, Makyavelist, Faşist şehirlerle bir benzerliği yoktur. Erdemli şehir doğadan fiziğini, insan ruhundan metafiziğini alır. Şehir insana hizmet eder, insan da şehre. Şehir bir insan bedeni gibi tasarlanır, aklı ve yüreğiyle idare edilir. Böylece insan şehre, şehir insana dönüşür. Bu tasavvur ettiğimiz ideal şehrin Batı şehir anlayışında karşılığı yoktur. Ama Mekke, Medine, Kudüs gibi kadim şehirlerden izler vardır. Bütün “şehirlerin anası” olan Mekke’nin, “aydınlık şehir” Medine’nin tecrübesinden ilhamını almıştır. Bu ideal şehir Thomas More’ın Ütopya’sındaki ütopya adasına benzemez. Onun ütopik adasındaki elli dört şehrin planları aynıdır, ama ideal şehirlerin planları birbirine benzemez. Çünkü her bir şehir kendi iklim ve coğrafyasına göre planlanıp şekillenir. Sıcak iklimlerin şehir planları farklı, soğuk iklimlerin planı farklıdır. İçinden ırmak geçen şehirler farklı, çöl ve kıraç şehirler farklı farklıdır. Denize açılan şehirler ile kapalı şehirler aynı değildir. Bu yüzden her ideal şehir kendi dinamiklerinden doğar. Bütün şehirlerin evleri birbirine benzemez. İnsanın sıhhatini, mutluğunu önceleyen kendi yapı taşlarından, toprağından meydana gelir. Bu yüzden kimi şehirlerde mimari ahşap, kimilerinde taş, kimilerinde yığma veya kerpiçtir. Coğrafya ile şehir, şehir ile insan, insan ile tabiat iç içedir. Düşlediğim bu erdemli şehirde üç kattan fazla binalar olmayacaktır. Yeryüzünü işgal eden insanın gökyüzünü işgal etmesine, gökteki ay, yıldız ve güneşin insanla bağını kesmesine izin verilmez. Çok katlı evler kıyamet alametidir diyen Peygamberin izinden gidilir. Bütün evlerin bahçeleri olacak, insanlar doğayla iç içe yaşayacaklardır. More’ın ütopyasında suç işleyen, evlilik kuralları dışına çıkan insanlar çalıştırılarak köleleştirilir ama benim düşlediğim ideal şehirde insan yeryüzünün halifesi kabul edildiğinden eşitlik ve özgürlük olmazsa olmazdır. Suç konusunda kısasa kısas varken, suç yüzünden insanların köleleştirilmesine izin verilmez. Thomas
More’un Ütopyası, bir sosyalizm hayalidir. Gerçeklikle ilişkisi yoktur. Benim ideal şehrim Campanelle’nın Güneş Ülkesi’ne de benzemez. Onun Güneş Ülkesi’nde bütün kötülük ve haksızlıkların insandan kaynaklandığına inanılır. Senin benim malım diye mal mülk kavgasının olduğu belirtilir. Bu ülkede kadın da Platon’un devletinde olduğu gibi toplumun ortak malı sayılır. Böylece İnsanlar mal-mülk paylaşımından kurtulacağına, kin ve hasedin biteceğine, mutluluğun geleceğine inanılır. Güneş Ülkesi’nde insanların hangi gün ne yiyip içeceği, kimin kiminle baba oğul olacağı belirtildiği gibi, fakirliğin alçaklık, zenginliğin küstahlık olduğu belirtilerek özel mülkiyete karşı çıkılır. Bütün bunların devlet eliyle yapılmasını şart koşar. Güneş Ülkesi bir nevi sosyalizmdir. Tıpkı More’un Ütopyası gibi gerçeklikten uzaktır. Kadın ve çocuğun orta malı olduğu bir ülkede mutluluk olmaz. Mülkiyesizlikle eşitlik sağlanamaz. Benim ideal şehrimde; insanın çalıştığı kadar mal mülk edineceği, malının paylaştıkça çoğalacağı, komşusu aç iken tok yatmanın erdemli bir tutum olmayacağına inanılır. Bu ideal şehirde kadın ve aile kutsanmıştır. Kadın bireydir, mal değildir, bundan dolayı da toplumun ortak malı asla olamaz. İdeal Şehir’de devlet kutsanmaz, kutsal olan yalnızca tanrıdır. Din dahi kutsal değildir, din, insanı Allah’a ulaştırmada bir vasıtadır. insanı iki cihanda mutluluğa götüren bir araçtır, amaç değildir. İdeal Şehir’de erdemli olmak, adil olmak, eşit olmak en büyük düsturdur. Modern şehir anlayışında bir şehrin gelişmişliği suçların büyüklüğüne ve çokluğuna oranla ölçülür. Eğer bir şehirde suçlar çoğalmış, büyük hırsızlıklar, seri cinayetler, toplumsal travmalar yaşanıyorsa o şehir gelişmiş sayılır. İdeal Şehir ’de ise gelişmişlik milli gelirin eşit paylaşılması, suçların azalması, toplumsal huzurun yaygınlaşmasıyla ölçülür. Bir yerin gelişmişliği suçsuzluk oranıyla ölçülür. Sonuç olarak ideal şehir Âdem’in yeryüzüne indiği tarihten buyana cennet tecrübesiyle inşa etmek istediği bir şehir tahayyülüdür. İbrahim’in bir kutsal etrafında inşa ettiği Kâbe’den ilham alan bir inanç şehridir. Muhammed’in bir “Vesika” ile inşa ettiği çoğulcu, hukuk üzerine inşa ettiği “münevver” bir Medine’den doğmuştur. İdeal şehir insanlığın varmak istediği ufuktur. Ne Thomas More’un kitabında kalmış bir ütopya, ne Campanelle’nın Güneş Ülkesi’nde unutulmuş bir şehircilik anlayışıdır. Çünkü bir tecrübeden doğmuştur… 9
MİSYA’DAN
BALIKESİR’E Hasanbaba çarşısı, tam otelin karşısı .. Pazar kurulurmuş sabahtan, Uykudan uyandık daha uyumadan… (Öğrencilik yılları hatıralarından) Mehmet Kâmil BERSE
dı Balıkesir… Biraz Arapça bilen hemen cevabı yapıştırıverir; demek balı çokmuş bu şehrin. İsmini hemen Bal’a bağlamayalım bu güzel şehrin… O kadar çok ürünü ve güzelliği var ki, bal bunların yanında zayıf kalır. Öncelikle bulunduğu bölge dolayısıyla tarihî bir misyona ve zenginliğe sahip, doğanın hemen her nimetini topraklarında bulabileceğiniz bir şehir…Tabiat o kadar cömert davranmış ki bu şehre, diğer şehirlerin kıskanmaması mümkün değil! Denizler, göller, çaylar, ırmaklar, dağlar, ormanlar şehri sarıp sarmalamış. Su bolsa bir memlekette; oranın bereketi boldur denir. Balıkesir bu nedenle mümbit topraklara sahip bir şehir. Yirmi ilçesinin hepsi birbirinden farklı güzelliklere sahip bir şehir. Balıkesir’de yaşadıklarım ve hikayelerim çok, bu şehrin sakini olan çok kişi ile tanıştım dost oldum, arkadaş oldum. Bu nedenle İstanbul Şehrengizi çalışmalarımdan sonra geleceğe bir hatıra bırakmak üzere ”Balıkesir Şehrengizi” çalışmalarıma da başladım…
sayı//75// ekim 10
Balıkesir’i farklı yönleri ile anlatmak istiyorum. Tarihî geçmişiyle, coğrafyasının özellikleriyle ve tabi ki yemekleriyle ve insanlarıyla… Bu fakir, üniversite sınavlarında Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, İşletme bölümünü kazanınca, Altıparmak’ta akademi kaydımı yaptırdım. Okullar açılınca, okuyacağımız bölüm Balıkesir’de İzmir yolu tarafında bir binada eğitim öğretime başladı, dört yıl boyunca Balıkesir’e gidip geldim. Anarşinin kol gezdiği, okullarımızın maalesef terör yuvası olduğu günlerdi. Sıkıntılı günler yaşadık; ölümlerden döndüğüm günler oldu. Lakin sağlam dostlukları da o günlerde kurdum. Başıma gelenler ayrı bir bahistir. Bunları Balıkesir Şehrengizi’nde anlatacağım inşallah. Balıkesir’in kuzularını o günlerde tanıdım tadına vardım. O günlerde şubat ve mayıs kuzularını daha küçücükken kesip satarlardı. Höşmerim tatlısını ilk burada yedim. Kaymaklı ve ballı kahvaltılarımız unutulmazdı. Sucuk ve köfteleri harikaydı. İstanbul’a her dönüşümde zeytinyağı ve zeytin ile mağlıç peyniri ve bal siparişlerini taşırdım. Milli Kuvvetler Caddesi’nde bir köftecimiz vardı; çok lezzetli köfte yapardı. Belediye binasının önünde, saat kulesinin hemen yanında, çay bahçesi vardı. Bazen ders çalışırdık bazen sohbet ederdik. Tren İstasyonunun yanındaki çay bahçesine de sıkça giderdik. Çay ve nargile mekanımızdı burası. Biraz da okul arkadaşlarımdan bahsedeyim: İstanbul’dan beraber gittiğimiz arkadaşım Abdullah, maalesef vefat etti, Allah rahmet eylesin. Balıkesirli Kemal Ahçı, çok sık beraber olduğumuz can arkadaşım. Bazen Kemallerin Ege Mahallesi’ndeki evine giderdik sabahlara kadar ders çalışırdık. Rahmet olsun annesine ve babasına bizim az çilemizi çekmedi, dualarımdan eksik etmem. Karacabey’den Sedat Karakaş, bir han odasında kalırdı, bazen onun odasında ders çalışırdık ve küçük odada dört kişi yatardık. Karacabey’den bir diğer arkadaş Fethi Tiryaki, Tarsus’tan Hazret, Kütahya Emet’ten Sami ve daha bir çok arkadaşım Balıkesir’in silinmeyen izlerinden… Değirmen Boğazı’na pikniğe giderdik; Ayvalık, Akçay gibi deniz kıyısı bölgeler... Bandırma ise İstanbul’dan Balıkesir’e geçiş yollarımızdandı. Karaköy rıhtımından gece 22.30’da Etrüsk Vapuruna biner sabaha karşı Bandırma iskelesine inerdik, İzmir’e giden buharlı posta treni 05.30’da kalkar, Balıkesir’e dört saatte giderdi. Her seferinde değişik bir macera yaşardık rahmetli
arkadaşımla… Karacabey Boğaz’da Fethi Tiryakilerin deniz kıyısında motelleri vardı. Karacabey’in en güzel yeridir Boğaz, eyifli bir gün geçirmiştik. VE GÖNEN
Velhasıl Balıkesir hatıraları çokça, biraz daha geriye gideceğim; Balıkesir Gönen ilçesi ile bağlarımı anlatacağım… 1856 da Rahmetli anneciğimin ailesi Kırım’dan İstanbul’a göç etmişler, Fatih Draman semtine yerleşmişler. Yıllar geçmiş, savaşları görmüşler yaşamışlar, gazileri ve şehitleri olmuş ailemizin. Ne zaman ki 1918’de İstanbul işgal edilmiş; belli ki bir kurtuluş mücadelesi başlayacak. İstanbul’da düşman işgali altında kadınların ve kızların bulunmasını sakıncalı gören ailem, daha önce yakınlarının göç ettiği Balıkesir Gönen’e öncelikle kadınları hicret ettirmişler. Gerçi Gönen de bir süre sonra Yunan işgalinden etkilenmiş ve kasabada ayrı bir mücadele verilmiş. Yine İstanbul da ayrı bir mücadele vermiş vatanın kurtuluşu için… Vatan’ı işgalden kurtarmanın ne demek olduğunu Kırımlılar çok iyi bilir ki Kırım’da yıllar sürmüş kurtuluş mücadelesi. Nihayetinde Anavatan’a, ak topraklara, hicret etmek zorunda kalmışlar. Ailem zamanla Gönen’e yerleşmiş ve hicretlerinin ikinci yılında sevgili Annem dünyaya gelmiş. Daha sonra, gelinlik çağında İstanbul’a gelmişler. “Ben Gönen’de doğdum!” derdi anneciğim, tıpkı Ömer Seyfeddin gibi… Yeşil, yemyeşil Gönen’de. Gönen’in benim hayatımda böyle güzel bir yeri var, Gönen toprağı, suyu annem kokar bana, havası bir başka güzel, suyu bir başka… Ömer Seyfeddin, Gönenli Mehmet Efendi, Prof. Dr. Ayhan Songar, Mahmud Bayram Hoca, Enver Baytan Hoca gibi ülkemin kıymetli insanları bu topraklardan yetişmiş. Gönen Balıkesir ilinin kuzeyinde, kaplıcaları ile meşhur bir ilçedir. İlçenin tarihi ise M. Ö. 14. Yüzyıla kadar gidiyor. O tarihlerde bir köy olarak kurulan Gönen, zaman içinde farklı devletlerin himayesi altında büyüyor. 1980’lerden sonra tarım ve hayvancılığa dayalı sanayileşme hareketi ile oldukça hızlı gelişirken, ününü yüzyıllardır bünyesinde barındırdığı kaplıcalara borçlu. Bu ünü, çevrede yapılan kazılarda ortaya çıkan mozaiklerde de görüldüğü üzere, yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip. GÖNEN MUTFAĞI
Balıkesir mutfağının lezzetlerinden payını alan Gönen’de ilk önerilerimizden biri, her ne kadar Gönen ilçesine has olmasa da Bigadiç
güveci oluyor. Söz konusu yemeğin ana özelliği oğlak etinden yapılıyor olması. Aynı zamanda biber, domates ve kaynamış kemik suyu da malzemeler arasında. Ardından ekmek, tavuk suyu, haşlanmış tavuk, maydanoz ve tereyağı ile hazırlanan tiriti geliyor. Sonrasında yine kuzu ya da oğlak eti ile hazırlanan ve pek çok malzeme ile yapılan sura adlı yemeği de hatırlatalım. Tavuklu mantı olarak da bilinen Balıkesir mantısı, saçaklı mantı, börülce gibi lezzetleri de tatmak isteyebilirsiniz. Tatlılardan bahsedecek olursak, hazırlaması oldukça zahmetli olan ama lezzeti ile bu zahmete değen Balıkesir kaymaklısını ilk olarak önerelim. Fiyonk şeklinde hazırlanıp yağda kızartılan ve sonrasında üzerine şerbet dökülen mafiş tatlısını ve Balıkesir’in en ünlüsünü, höşmerimi de unutmayalım, mutlaka tadalım... BALIKESİRİN TARİHİ Balıkesir, Susurluk ırmağının orta mecrasında oluşmuş bir alüvyonlu ovanın batısında yer alır. Denizden yüksekliği 130 metreyi bulan şehir, zengin bir ziraî alanın ticaret merkezi olduğu gibi ulaşım bakımından da önemli bir kavşak noktasıdır. Geniş Balıkesir ovasını çeviren dağlar kara ve demiryollarına rahatça yol verir. Kütahya’dan gelen demiryolu İzmir-Bandırma demiryoluna burada eklenir. Bölgede az sayıda arkeolojik araştırma da yapılmış olup bölgenin tarih öncesi devirlerden beri meskûn olduğu anlaşılmıştır. Buradan hareketle Balıkesir ilinin bulunduğu bölgenin adı eski çağlarda Misya’dır. Bu kelimenin Lidya dilindeki anlamı Kayın Ağacı imiş. Bölgenin sınırları zamanla çeşitli değişikliklere uğramış olup kuzeyde Marmara Denizi, batıda Çanakkale Boğazı ve Ege Denizi, doğuda Atranos Çayı ve güneyde Lidya ile çevrilmiştir. Keşiş Dağından itibaren Marmara Denizi sahilini takiben Çanakkale Boğazı’na kadar olan kısma Küçük Misya, geri kalan kısma ise Büyük Misya denilmiştir. Balıkesir’in kuruluş tarihi ise kesin olarak bilinmiyor. Ancak ilk iskân yerinin şehrin 26 km. doğusunda Kepsut civarındaki Akhyraous (Hadrianoutherai) olduğu tahmin edilmektedir. Bu şehir İstanbul-Miletopolis güzergâhında önemli bir ticarî merkez olmuş. Strabon’a göre bölgenin en eski sakinleri Bitinler, Mizler ve Frigler’dir. Strabon bunların Traklar olabileceğini de ifade eder. Bugünkü şehrin bulunduğu yerde iskânın çok sonra başladığı sanılmaktadır. Nitekim burada sadece PaleoKastro adında bir kale bulunuyordu. “Balıkesir” adının bu kale adından değişerek intikal 11
ettiği de ileri sürülmektedir. Bitinya, M.Ö. VI-IV. yüzyıllarda Persler’in egemenliğinde idi. Balıkesir bundan sonra sırasıyla İskender İmparatorluğu, Seleukoslar ve daha sonra Bergama Krallığı’nın eline geçti. Bergama Krallığı’nın ortadan kalkması üzerine Balıkesir Roma İmparatorluğu’na bağlanıp yeni oluşturulan Asya eyaletine dahil edildi. İmparatorluğun ikiye ayrılmasından sonra ise Doğu Roma İmparatorluğu toprakları içinde kaldı. VII. yüzyıldan itibaren İstanbul kuşatması için gelen İslâm ordularının da burada konakladıkları bilinir. Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın emrindeki Türk akıncıları Malazgirt Zaferi’nden sonra sahillere kadar Anadolu’yu yer yer fethettikleri sırada Balıkesir de Türklerin eline geçti. Ancak I. Haçlı Seferi’nden (10961099) sonra tekrar Bizans tarafından alındı. Bu arada bölgeye Türk akınları devam ediyordu. Şehir ve civarı tahminen 1300 tarihine yakın bir dönemde kesin olarak Türk hâkimiyetine girdi. Diğer taraftan XI. yüzyılda kurulmuş bulunan Anadolu Selçuklu Devleti çökmeye yüz tuttuğu sıralarda bu devletin hizmetinde olan Dânişmend ailesinden Kalem Bey ile oğlu Karesi Bey Bizans sınırında uç beyi idiler. Bunlar diğer uç beyleri gibi Batı Anadolu’yu fethe başlamışlardı. Kalem Bey ile oğlu Karesi Bey Mysia kıtasında Balıkesir’i kendilerine merkez yaptılar. İbn Battûta’ya göre şehir Karesi Bey tarafından kurulmuştur. Daha sonra onun oğlu Demir Han buraya büyük miktarda Türkmen grupları yerleştirdi. 1304’te Erdek’te sahile çıkan Bizans kuvvetleri Karesi Beyliği kuvvetleriyle çarpıştılar. Karesi Bey, Moğollardan kaçarak Anadolu’ya gelen Türklerle Sarı Saltuk’un halifesi Ece Halil Bey kumandasında Dobruca’dan gelen Türkleri Balıkesir ve çevresine yerleştirdi. Böylece şehrin nüfusu hızla arttı. Balıkesir bu tarihlerden itibaren göçmenlerin çeşit ve çokluğu ile ün salmış bir ilimiz olmuştur. 1333’te şehre uğrayan İbn Battûta Demir Han’dan “Balıkesir Sultanı” diye bahsetmektedir. Ancak bir müddet sonra Demir Han itibardan düştü ve halkı tarafından sevilmez oldu. Bu sebeple Balıkesir halkı Orhan Bey’e haber göndererek Osmanlı sarayında bulunan Demir Han’ın kardeşi Dursun Bey’i istedi. Orhan Bey de Dursun Bey’i Karesi Beyliği’ne geçirmek üzere Balıkesir’e gönderdi. Ancak Demir Han erken davranıp Dursun Bey’i öldürttü. Bunun üzerine başta Balıkesir olmak üzere beyliğin topraklarının önemli bir kısmı Osmanlı Beyliği’ne dahil edildi. sayı//75// ekim 12
Balıkesir ve dolaylarının Orhan Bey zamanında tamamlanan fethini Murad Hüdâvendigâr 1359’da Çanakkale Boğazı’na kadar uzatmıştır. Balıkesir’in Rumeli’nin Türkleşmesinde de önemli rolü olmuştur. Orhan Bey zamanında Rumeli’de fetihler başlar başlamaz buralara Anadolu’dan özellikle Balıkesir ve yöresinden Türkmenler getirilip yerleştirilmiştir. Böylece başta Balıkesir ve civarından devamlı şekilde önemli miktarda nüfus Rumeli’ye geçirilirken fethedilen yerlerden de bir miktar Hristiyan ahali emniyet düşüncesiyle bu bölgeye getirilmiştir. Böylece Balıkesir demografik açıdan kozmopolit bir vilayetimiz olmuştur. Balıkesir, bir ara I. Murad’ın oğlu Yâkub Bey’in buraya vali tayin edilmesi üzerine kısa bir müddet “şehzade sancağı” olmuştur. Osmanlı idarî teşkilâtında Anadolu eyaletine bağlı olan bu sancak varlığını yüzyıllarca sürdürmüştür. Karesi sancağının sınırları hemen hemen bugünkü Balıkesir vilâyeti sınırlarına tekabül etmekteydi. 1590’lardan sonra sancak Balıkesir, Bigadiç, Sındırgı, Baş Gelenbe, Kemer-Edremit (Burhaniye), Ayazment (Altınova), Edremit, Kozak, İvrindi, Manyas, Fırt (Susurluk) kazalarını içine alıyordu. Dünya Savaşı’ndan sonra Yunanlar, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgal etmişlerdir. Ertesi gün İzmir’in işgali haberi telgraf ile Balıkesir’e de ulaşmış, 17 Mayıs günü Balıkesir şehrindeki Alaca Mescit’te toplantı yapılmasına karar verilmiş ve ertesi gün burada Vehbi (Bolak) Bey önderliğinde 41 kişiden oluşan Balıkesir Redd-i İlhak Cemiyeti kurulmuştur. Yunan orduları, 29 Mayıs 1919 tarihinde Ayvalık taraflarına küçük bir çıkarma yapmışlardır. 26-31 Temmuz 1919 ve 16-22 Eylül tarihlerinde I. ve II. Balıkesir Kongreleri düzenlenmiş ve bölgede Kuva-yı Milliye birlikleri kurulmuştur. 22 Haziran 1920 tarihinde Yunan orduları Soma-Akhisar cephesine karşı taarruza geçmiştir. Bu cephenin dağılmasının ardından Yunan orduları, 30 Haziran 1920 tarihinde hem Balıkesir şehrini hem de Bigadiç’i ele geçirmişlerdir. Nihayet 6 Eylül 1922 tarihinde Balıkesir işgalden kurtulmuştur. 1923 yılında bütün sancakların il olmasıyla Karesi ili kurulmuştur. 1926 yılında ilin adı Balıkesir olmuştur. EĞİTİM
Balıkesir aynı zamanda medreselerinin çokluğu ile tarihte önemli yere sahiptir. Bunların belli başlıları şunlardır: Ali Şuûrî Medresesi, Orta Medrese, Keşkek Medresesi, Eskicami Medresesi, İç İlli Medresesi, Alaybey Medresesi,
Hacı Ali Medresesi, Mevlevîhâne Medresesi, Alankuyu Medresesi, Hacı Yahyâ Medresesi, Hacı Kaya Medresesi, Bostan Çavuş Medresesi, Sâkîzâde Medresesi, Hoca Kuyu Medresesi, İncioğlu Medresesi, İğneci Medresesi ve Dârülhadis Medresesi. Balıkesir’deki eğitim kurumlarında, 1844-1845 yıllarından sonra bilhassa nitelik bakımından büyük bir gelişme görülmüştür. Bunda şehrin müftüsü Ali Şuûrî Efendi’nin büyük gayreti görülmüş, bir müddet sonra Balıkesir medreselerinde fen ilimleri de öğretilmeye başlanmıştır. 1864’te rüşdiye, 1886’da idâdî, daha sonra da sultânî, 1922’de ise bir dârülmuallim açılmıştır. Cumhuriyet’ten sonra da eğitim müesseselerinde büyük bir artış görülmüş, lise ve dengi okulların sayısı çoğalmıştır. Son yıllarda ise BALIKESİR ÜNİVERSİTESİ ve BANDIRMA ONYEDİ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ eğitim faaliyetini sürdürmektedir. MADENLER
XVII. ve XVIII. yüzyıllara ait belgelere göre Balıkesir civarında bulunan madenlerin işletildiği anlaşılmaktadır. Balıkesir maden yoğun bir şehirdir. Balya’da bulunan simli kurşun madeninin gümüşü ayrılarak Darphâne-i Âmire’ye gönderiliyor, kurşun kısmından da top yuvarlağı dökülüyordu. Madenin kömür ihtiyacı ise Gönen’den temin ediliyordu. Yine belgelerden tespit edildiğine göre Bigadiç’te de simli kurşun madeni bulunuyor ve işletiliyordu. Diğer taraftan Susurluk’ta çıkan borasit madeni de önemlidir. Marmara adasında bulunan mermer yataklarından ise bol miktarda faydalanılıyor ve gemilerle İstanbul’a sevk ediliyordu. Yöre bakır, kömür, krom, manganez gibi madenler bakımından da zengindir. TARİHÎ YAPILAR
Balıkesir il ve ilçe merkezlerinde 243, kasaba ve köylerinde 1.178 olmak üzere toplam 1.421 cami bulunuyor. İl merkezindeki cami sayısı ise 76’dır. (DİB 1995) GÜNCELLE Balıkesir’de bilinen en eski tarihî yapı, Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan fakat halk arasında Eskicami diye anılan Yıldırım Camii’dir. Dinkçiler mahallesindeki Tahtalı Camii de şehirdeki en eski yapılardan olup 1452 yılında inşa edilmiştir. Şehrin en büyük camii ise inşası 1460’ta biten Zağanos Mehmed Paşa Camii’dir. Zağanos paşa camii sıkça ibadetimizi yaptığımız şehrin merkezinde yer alan bir camimiz olup içinde ve avlusunda çok huzur bulurdum. Gençliğimin güzel
günlerinde hayallerini kurduğum geleceğim, caminin içinde ve avludaki banklarda şekillenmiştir. Genellikle kaldığımız evler ve oteller Zağanos Paşa Camiinin yakın çevresindedir. Yazımın başında yer alan, öğrencilik yıllarında yazdığım şiirin bir mısraı da burada kaldığım bir otel odasında yazılmıştır. Diğer taraftan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı sırasında meşhur hutbe iradını bu camide yapmıştır. Yine Mehmed Akif Ersoy’un Kurtuluş Savaşı sırasında bu camide vaaz verdiğini biliyoruz. Balıkesir’in önemli diğer camileri; Alaca Camii, Kasaplar Camii, Martlı Camii, Hacı Ali Camii, Yeşilli Camii, Emin Ağa Camii, Karaoğlan Camii, Yoğurtçu Camii, Kırımlılar Camii, Alaca Mescid, Şeyh Lütfullah Camii, Hoca Sinan Camiidir. Şehrin önemli tarihi eserlerinden Karesi Bey Türbesi, Karesi Beyliği’nin kurucusu Karesi Bey ile oğullarına aittir. Şehirde tarihî hamamlar, şadırvanlar ve çeşmelerin bir kısmı ile şehrin her tarafından görülebilen Saat Kulesi hâlâ ayaktadır. Ticarî hayatın gelişmiş olmasından dolayı şehirde birçok han da bulunurdu. Bunların en meşhurları İlyas Paşa ve Hasan Paşa hanlarıydı. İlyas Paşa Hanı fevkanî olup yetmiş iki odalı idi. Kısaca Balıkesir’in ekmeğini yedik, suyunu içtik; her şeyi ile ikinci memleketimiz oldu. Tam bir asırlık hukukumuz var Balıkesir ile. Mehmed Akif Dedem, Zağanos Paşa camii vaazının son cümlesini şöyle kurmuştu: “Rumeli’yi baştan başa fethedenler hep bu topraklarda yetişen yiğitlerdi. Bugün sizler o kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispatlamaktasınız. Anadolu’yu savunmak için, diğer vilâyetlere öncülük etme şerefini de siz almıştınız.” 13
ûşîde örtü demektir. Daha çok sandukaların üstüne örtülen, eskidikçe yenilenen ve “ol sanduka sahibinin konuklarını ilk karşılayan” örtüdür, emanettir, bergüzârdır. Her zaman üzeri işlidir. Bazan bu “tezyinat” ileri sanat çizgilerine ulaşır.
HZ. MEVLÂNA’NIN TÜRBESİ VE
PÛŞÎDELERİ “Aşksız geçen ömrü hiç hesaba katma, yaşadım sanma. Aşk âb-ı hayattır, onu canla gönülle kabul et..” (Hz. Mevlâna) Kâmil UĞURLU
Bu bergüzâr, Hz. Mevlana gibi bir din ulusuna, saltanat-ı seniyyenin “hususi hürmetleri ve dikkatleriyle yapılmış” ve sunulmuş ise o zaman mesele ciddi boyutlar kazanmış demektir. Ecdat, imânını muhteşem yaşamıştır. Hz. Kâbe’nin örtüsü, din kültürümüzde bir şube teşkil edecek kadar önemsenmiştir. Sürre-i hümâyunların en değerli yükü, giderken ve dönerken hep bu örtüler olmuştur. Onun yerine ikâmesi, eski örtünün oradan alınıp “Dersaâdete” taşınması, belirli kurallara bağlı önemli bir iş, bir rükûn idi bir zamanlar. Hz. Mevlâna’nın pûşîdeleri, Selçuklu’dan başlayan ve Abdülhamid Han’a kadar uzanan zaman içinde, benzer bir dikkat ve saygıyla işlendi, yerine kondu, konuk ağırladı, eskidi ve yenisiyle değiştirilip, sinesinde muhafaza ettiği hâtıralarıyla ve tarihle birlikte katlandı, muhafaza altın alındı. Birkaç sene öncesine kadar Konya’da kültür faaliyetlerini devlet adına yöneten bir kültür adamı vardı, kültür müdürüydü. Dr. Mustafa Çıpan daha önce, Selçuk Üniversitesi’nde Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü başkanıydı. Mevlevî kültürüne hem gönül, hem akademik seviyede âşinâydı. Afyon Mevlevihânesi Şeyhi Divâne Mehmed Çelebi’yi, Muğla’lı Şâhîdî İbrahim dede’yi bilimsel derinlikleriyle bilen bir mesaî arkadaşımızdı. Onu, isâbetli bir tensiple Konya’da kültür hareketlerinin başına devlet görevlisi olarak getirdiler, kültür müdürü mührünü verdiler ve daha önemlisi “Dergâha hâdim” kıldılar. Hz. Pîr’in bu tensip için devletlilere dua ettiğine inanırız. İşte bu Mustafa Bey, “Hz. Mevlâna’nın Türbesi ve Pûşîdeleri” adıyla bir araştırma kitabı yayınladı. Kitabı belediye destekledi. Son zamanlarda karşılaştığımız en muhtevalı çalışmalardan biridir. Aslında kitap, bir kitap olmaktan ziyâde, seviyesi yüksek bir dâvetnâmedir. İnsanları huzur-u Mevlâna’ya dâvet etmektedir. Ve huzurda atılan her adımda insanı çepeçevre saran mânâyı anlayarak,
sayı//75// ekim 14
anlatarak, makam-ı Hüdâvendigârı yaşayarak bir gönül cevelânına çağırmaktadır. Oradaki hikmeti, esrarı ve huzurun esbabını mükemmel anlatmaktadır. Bilen bir kişinin meseleye yaklaşımı ve sunumu farklı oluyor. Eğer kollarını göğsünde dervişâne kavuşturan bu rehberin ardına düşerseniz, “…sizi, aynalığında Sultan Veled’in -Ey tâlib, nasihâtımı canla başla kabul et, doğruların eşiğine baş koy- mânâsına gelen Farsça beytinin yazılı olduğu, Dergâhın künhdekâri tekniğiyle yapılmış şerefli “Bâb-ı şerîf”ten huzura dâvet edecektir. Bu kapının üst kısmında Molla Câmi’nin, Hz. Mevlâna’nın türbesini ziyaret esnasında söylediği “Burası âşıklar kâbesidir, buraya noksan gelen tamamlandı” yazısı vardır. Dünyanın en âsûde mekânlarından biri olan türbeye girdiğinizde sizi karşılayan sütunların en üst kısmında Cenab-ı Hakk’ın “Ya Hânnân” (merhamet, lütûf, kerem sahibi) ve “Yâ Mennân” (ikram ve nimet sahibi) ism-i şeriflerinin yazılı olduğunu görerek merhâmet, lütûf ve nimetle kuşandığınızı hissedeceksiniz. Dahası, Cenab-ı Hakk’ın “size selâm olsun, tertemiz oldunuz, haydi ebedî kalmak üzere buraya girin” meâlindeki “Selâmûn âleykûm tıptum fedhuluhâ hâlidin” hitâbını okuyarak, Allah’ın velî kulları gibi Hz. Mevlâna’nın da nasıl karşılandığını anlayacak, kendiniz de bu hitâba mazhar olmak ümidini yaşayacaksınız. Zira bu müjdeler, hemen altta yazılı olan “Mâlik’ül mülk zü’l celâli vel ikrâm”’ın nihâyetsiz keremindendir. Bu kereme cemile olmak üzere de huzurda, önünde niyâz vaziyetinde durduğunuz sütunların üst kısmındaki Hûd Suresi’nin 88. âyet-i kerimesinin sonunda yer alan; “Ve mâ tevfiki illâ billâh (muvaffakiyetim ancak Allah’ın yardımı iledir) hitabını okuyarak acz ve teslimiyetinizi idrâk edeceksiniz.” Artık Yeşil Kubbe’nin altında ve Hz. Mevlâna’nın huzurundasınız. Rehberinize uyarsanız, saadetiniz devam edecektir: “Sekiz kollu kubbenin en üstünden itibaren yazılmaya başlanan ve rahmet yere inercesine türbenin yan duvarlarında devam eden esmâi Hüsnâlar, ziyâretçiyi hârika bir durağa, bir menzile götürür: Derviş tabiatlı Sultan III. Selim Han ile Hz. Pîr’e derin bir hürmet besleyen Gazi Adülhamid Han tarafından yaptırılan ve mübarek sandukanın üstüne örtülen pûşîdelere. Bu pûşîdelerin üzerine işlenen, Hz. Peygamber’in yirmialtı ism-i şerifinin sizi
istikbal ettiğini müşahede edeceksiniz. Böylece gönüllerde yaşanan hakiki şehrâyine şahitlik ve iştirak etmenin bahtiyarlığını yaşayacaksınız. Sultan II. Bâyezid ile oğlu Sultan Selim Han’ın pûşîdelerinden sonra Sultan Süleyman’ın yaptırdığı pûşîde de tahrip olunca, Slutan III. Selim Han, 1790 yılında bir örtü yaptırdı ve Dergâha yolladı. Bu örtü sandukanın üstünde 105 yıl boyunca örtülü kaldı. Bu da yıprandı. Sultan Abdülmecid Han yeni bir örtü için talimat verdi. Fakat takdir-i ilâhi, onun talimatını gerçekleştirmek oğlu Abdülhamid Han’a nasib oldu. 1895 senesinden beri sandukanın üstünde örtülü olan ve ziyâretçilerin hayranlıkla temâşa ettikleri bu pûşîdede önemli özellikler mevcuttur. Sandukanın ayakucuna denk gelen yerine büyük sultan, büyük bir tevâzuyla kendisinin değil, ceddi Sultan III. Selim’in tuğrasını işletmiştir. Altına da kendi ketebe kaydını koydurmuştur. Hayran olunacak bir inceliktir. Bu tevâzuyu gösteren kişi bir Cihan Devleti hükümdarıdır bu hükümdarın bir gönül sultanına ayak ucunda niyâza durması, yukarıdaki inceliği görünce, anlaşılabilir. Mustafa Beyin tesbitleri devam eder: “Sultan Gâzi Abdülhamid Han’ın bizzat hazırlattığı pûşîdede, Sultan III. Selim Han’ın örtüsüne nisbetle bazı ilaveler ve değişiklikler vardır. Meselâ orta alanda efendimizin isimlerinin bulunması ve kelime-i tevhid ile salavat-ı şerifenin ilâve edilmiş olması. İkinci farklılık ise, III. Selim Hanın pûşîdesinde dört kenarı çevreleyen yazı kuşağında yeralan Fetih Suresi’nin ilk yedi âyeti yerine, dini hassasiyeti ve saygısı sebebiyle, ayak ucundaki kuşağa âyet-i kerime yazdırmamıştır. Örtünün yüzeyini Âyet-el Kürsî başta olmak üzere diğer sureler şereflendirir. Bunlara ve meselenin esasına vâkıf olanlar, Şeyh Galib merhumun, bu büyük mevlevînin: “Efendimsin, cihanda itibârım varsa sendendir, Miyânı âşıkânda iştiharım varsa sendendir.” beytini nasıl bir aşk ve heyecanla söylediğini anlayabilir, takdir edebilirler. Bu muhtevâlı dâvetiyenin dâvet faslı şöyle çerçevelenmiş: “Yeşilin murâd olduğunu bilerek dünyanın dört bir tarafından murâd ve huzur aramaya çıkanları, hangi din ve mezhebe sahip olurlarsa olsunlar, huzurda ayak mühürleyerek baş kesen (başını öne eğip niyâza duran) 15
Bir dervişin gözünden süzülen bir damla yaş, Türbenin duvarında sırlara vâkıf bir parça taş, Âteşbaz-ı Velî’nin kazanında pişen bir lokma aş olmak murâdında olanları “Aşk Şehri” Konya’ya ve âşıklar Kâbesi Mevlâna dergahına… Dâvet ediyor ve bekliyor.. Uzun zamandır dergâh ile ilgili çalışmalar yapılıyor. İçlerinde vâsıflı olanlar da var. Meselâ Mimar Şehabettin Uzluk ehliyetle anlattı dergâhı. Kendiside bir Mevlevî muhibbi olduğu için güzel bir eser yayınladı. Dergâha kendi penceresinden baktı ve tatminkâr yazılar yazdı. Onu takiben rahmetli Mehmet Önder onlarca yazı ve kitapla bu efsunlu mekânı anlattı. Rahmetli Halûk Karamağralı, Yılmaz Önge, Fevzi Günüç, Hasan Özönder, Selâhaddin Hidâyetoğlu, Erdoğan Erol ve Naci Bakırcı, Hz. Pîr’in dinlendiği mekânla ilgili yayınlar yaptılar. Hepsi farklı pencerelerden baktılar ve bu mübarek mekânda hârikalar gördüler. Onları yazdılar, anlattılar. Hazretin bereketi hepsini kuşattı ve kutsadı. Şimdi Mustafa Çıpan’ın bu farklı çalışması milletin huzurunda ve sanki daha önceki çalışmaların “berceste”si makamında yerini aldı. Kitabın yazarı kadîm dostumuzdur. Samimi bir Mevlevî muhibbidir. Hz. Mevlâna’ya ve dergâha olan nisbetini şöyle anlatır: “Çocukluğumdan beri büyük bir hürmet ve muhabbetle bağlı olduğum Hz. Hüdâvendigâr’a ve etrafında büyüdüğüm, bahçesinde oynadığım dergâhına, Konya Kültür ve Turizm Müdürü sıfatıyla, âdeta üç defa çile çıkararak, üç ay eksiğiyle dokuz yıl hizmet ettim. Ömrümün en bahtiyar zaman dilimi olan bu müddet zarfında, Hz. Pîr’in türbesinin temizliğinden, dedegân hücrelerinin restorasyonuna, daha önce kaldırılan kitâbe ve tuğraların yerine konulmasından Hâmuşgâhtaki kabirlerin düzenlenmesine kadar pek çok hizmette, büyük bir mesuliyet hissi ile katkı sağladım. Bu zaman zarfında nice mahfuz fevkâladeliklere şâhit oldum. Yerli-yabancı, uzak-yakın, Müslim-gayrimüslim, dergâha gelen ziyâretçilerin, özellikle Hz. Pîr’in huzurunda nasıl etkilendiklerini yakînen gördüm. Saatlerce hûşû içinde dua edenleri, ağlayanları, bir kutlu vazifeyi ifâ ederek buradan sanki ruhları yıkanmış, gönülleri arınmışçasına ayrılanları, mescid kapısından, ziyâret öncesinden çok farklı ruh halleriyle çıkanları sayı//75// ekim 16
müşâhede ettim. Bir kısmıyla görüştüm. Bunlar Molla Hünkâr’ın buyurduğu gibi “anlatılamayan, ancak yaşanan hisler ve haller” idi. Mustafa Çıpan görevi sırasında ilginç ve önemli bir keşifte bulundu. Hem Sultan III. Selim Han’ın, hem Abdülhâmid Han’ın pûşîdelerinin üzerinde okumaları yaparken, her iki pûşîdenin de plânlarının ve orta alan yazılarının aynı olduğunu gördü. Ancak Selim Han’ın yolladığı örtünün kenar yazı kuşaklarında, önce besmelenin, sonra da Fetih sûresinin ilk yedi âyetinin yazılı olması gerekirken, başucu yazı kuşağında da besmelenin ve Fetih sûresinin âyet eksiklerini tesbit etti. Bu mümkün olmayan bir durumdu. Envanter defteri dahil, tutulan diğer kayıtlarda da bu eksiklik ile ilgili bilgi yoktu. Örtü bu haliyle “tam” olarak kabul edilmiş ve kayıtlara böylece geçmişti. Meselenin arkasına düştü. Uzmanlarla görüştü. Danışılacak mercilerle konuştu ve konuyla ilgili farklı bir bilgiye ulaşamadı. Pûşîdeyi önüne aldı ve her santimetresini okşayarak yokladı. Osmanlı Cihân Devletinin semâlarında besteleri yankılanan, zarif duygulu, çelebi bir sultanın, gözünden ziyâde değer verdiği bir gönül sultanına “”eksikli” bir örtü yollaması elbette düşünülebilecek bir hâdise değildi. Elle ve gözle, hattâ gönülle yapılan sıkı yoklama sırasında, eksik âyetlerin bulunduğu yerde kumaşın kesilmiş ve tekrar belli olmayacak şeklide dikilmiş olduğunu fark etti. Âyetlerin bulunduğu kısmı makasla çıkarılmış ve kumaş tekrar dikilmişti. Kaybolmuş olabileceğini, çalışmış veya herhangi bir şekilde suistimale malzeme olmuş olabileceğini hiç düşünmedi. Ve bu parçaları önce envanter kayıtlarında aramaya başladı. Samanlıkta iğne arıyordu. O iğneyi buldu. Eksik olan iki kenar yazı kuşağı, ortalarından kesilmiş, alt alta getirilerek yeniden dikilmiş ve ayrı ve yeni bir parçaymış gibi envantere başka bir isimle kaydedilmişti. Bu keşif neticesinde pûşîde tamamlandı ve yerlerine konuldu.
Mustafa Çıpan görevi esnasında önce Konya, sonra dünya kültür platformlarına kazandırdığı önemli kültür hareketleri mevcuttur: - Dünya Mistik Müzik Festivali 2004 yılından beri Konya’da yapılır. Dünyanın en önemli müzik organizasyonlarından biridir. İlk beşin arasındadır. - Dünya İnançları Fotoğraf Yarışması. 2007’den beri Konya’da yapılır ve dünyanın kalburüstü fotoğrafçıları bu vesileyle Konya’ya gelirler. Madalya ile değerlendiriliş bir düzenlemedir. Her yıl farklı bir altbaşlık kullanılır: Bir yıl pencereler sahneye alınırsa, ertesi yıl mezartaşları, kapılar, köprüler, v.b. ele alınır ve o konu fotoğraflanır, yarıştırılır. - Altın Kalb Münâcat ve Nâ’t Yarışmaları (Görevden ayrılması sonucu bitirildi) Ve Âteşbâz-ı Velî Mutfak Kültürü Ödülleri. Bu önemli ve seviyeli toplantılar da daha sonra iptal edildi. El hâsıl-ı ve’l kelâm: “Bir şevketli padişâh ki, ferman-ı âlişanında – “Hz. Mevlâna’nın tahrip olan mübârek türbelerinin ve Kubbe-i Hâdrâ’nın (Yeşil Türbe) tamir ve ihyâsını, çinilerinin Konya’dan, mahallinden getirilecek numuneleri esas alınarak eski nakışlarına ve uygun şekilde İznik çinihanelerinde imal edilmesini, bu işleri yapmak üzere binanın hâlini ve tezyinatın hakiki şekillerini çok iyi bilen ârif mühendisler tâyin edilmesini, emr-i şerifimin mahalli âmirlere ulaştırılmasını, bu hususta ziyâdesiyle dikkat ve ihtimam gösterilmesini” ferman buyurdu. Talimat yerine getirildi.
Bir başka derviş gönüllü sultan ki, emir buyurdu: “Âriflerin kutbu Hz. Mevlâna’nın toprağı güzel kokulu, şerefli merkadlerinin üzerine örtülecek pûşîdenin, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Ravza-i Mutahhara’sının mübârek örtüsünün yeniden yapılmasına memur edilen Şehremini Efendi tarafından yaptırılmasını, Peygamber Efendimize duyduğu derin muhabbet ile Hz. Mevlâna’ya bağlılığının nişânesi olmak üzere” ferman eyledi. Emir hemen yerine getirildi. Bu kitap, dergâhın bugüne gelişini, içindeki sır dolu bezemeyi ve bergüzârı, her kademenin içindeki esrar ile sandukaların örtüsünü, her biri heyecanla tasarlanmış, hazırlanmış, yerine konmuş ve takip edilmiş pûşîdelerin doğru/ düzgün hikâyelerini birinci elde anlatıyor. Önemli bir kaynak, muhibleri için bir buşucu kitabıdır. Hz. Mevlâna’nın Türbesi ve Pûşîdeleri (Sanduka Örtüleri) Dr. Mustafa Çıpan/ Konya B. Belediyesi Kültür A.Ş. Yay./ (Kitap satışta değildir. Belediyeden sağlanabilir) 17
KAMPALA
Kenya’nın liman şehri Mombasa’dan başlayıp, Kampala’dan da geçen tren yolu şehir ve ülke ekonomisi için çok büyük önem arz etmektedir. Ayrıca Kampala, her Ekim ayında Doğu Afrika’daki en büyük sokak festivaline de ev sahipliği yapar (#kampalacityfestival). Dr. Serhat ONUR
oğu Afrika’da yer alan Uganda’nın başkenti ve en büyük şehri olan Kampala, ayrıca ülkenin eğitim, kültür, ticaret ve sanayi merkezidir. Kampala, Kenya ve Tanzanya’ya da kıyısı olan dünyanın ikinci en büyük tatlı su gölü (Birincisi Kanada-ABD sınırındaki Superior Gölü) ve Nil Nehri’nin doğduğu yer olan Victoria Gölü’nün kuzeyinde, 1190 m. rakımda, İstanbul’umuz gibi yedi tepe üzerinde kurulmuştur. Şehrin adı ise mahalli Kiganda dilindeki “Kasozi K’empala” (İmpalaların tepesi) tabirinden gelmektedir ki, bu tepe şehrin kurulmuş olduğu yedi tepeden birisidir. Kampala, bölgedeki sulak arazi ve ormanların yoğunluğu ve civarda bulunan av hayvanlarının, bilhassa da impalaların bolluğu nedeniyle Buganda kralları (kabakalar) tarafından avlanma bölgesi olarak kullanılmıştır. 2020 nüfusunun 1.680.000 olduğu tahmin edilmekte olan Kampala’da, Ekvator çizgisine çok yakın olduğundan tropikal bir iklim hakimdir. Yılın neredeyse her dönemi yağış almakta olup, sıcaklıklar da yıl boyunca hemen hemen aynı seyretmektedir. Senenin en sıcak ayı olan Mart ortalaması 22.2 °C iken, en soğuk ayı olan Temmuz ortalaması ise 20.1 °C’dir. TARİH
Kaddafi Camisi
Şehir merkezinin bulunduğu alanın tarihi çok eskilere dayanmayıp, Ganda Kabilesi’nin kurduğu Buganda Krallığı’nın başkenti Mengo’nun hemen kuzeyinde yer alan bir bölgeydi. İngiliz sömürge döneminde, “Britanya Doğu Afrika Şirketi”nce Viktoria Gölü’nde inşa edilen liman “Port Bell” sayesinde 1890 yılından itibaren bu bölgeye binalar kurulmuş ve zamanla gelişerek şehir hüviyetini kazanmıştır. 1905 yılına kadar Uganda Koloni Yönetimi’ne merkezlik yapmıştır. 1905-1962 yılları arasında ise yönetim merkezi günümüzde havaalanının bulunduğu Entebbe şehri olmuştur. Uganda’nın 1962 yılında bağımsızlığını (sözde) kazanması üzerine de Kampala, Uganda'nın başkenti olarak belirlenmiştir. GÜNÜMÜZ
İlk önce bir, sonra yedi tepeye kurulan şehir, günümüzde yirmiden fazla tepeye yayılmış ve yayılmaya da devam etmektedir. Kampala Afrika başkentleri içinde en hızlı büyüyenlerdendir. Şehirde idare binalarıyla, merkezden dışarıya doğru açılan geniş caddeler, İngiliz mimarisi tarzındadır. Sanayi tesisleri ayrı bir semtte toplanarak meskûn mahallerden ayrılmıştır. Özellikle yerli nüfusun ve Hintli sayı//75// ekim 18
Kasubi Kral Mezarı
işçilerin oturduğu kesimlerde kamış ve sazlardan yapılmış kulübelere sıkça rastlanır. Uzaktan bakıldığında yemyeşil bitki örtüsü, tozlu kırmızı yolları, kümelenmiş çatıları, kilise kuleleri, cami minareleri, gökdelenleri ve ışıl ışıl gece manzarası ile eskiyi ve yeniyi harmanlamıştır Kampala.
ZİYARET MEKANLARI
Kenya’nın liman şehri Mombasa’dan başlayıp, Kampala’dan da geçen tren yolu şehir ve ülke ekonomisi için çok büyük önem arz etmektedir. Ayrıca Kampala, her Ekim ayında Doğu Afrika’daki en büyük sokak festivaline de ev sahipliği yapar (#kampalacityfestival).
Anglikan Namirembe Katedrali; Namirembe Tepesi’nde tuğla kırmızısı rengi ile dikkat çeker. St Mary Katolik Katedrali; Lubaga Tepesi’nde yer alır. Rubaga Katedrali olarak da bilinen bu yapı, iki çan kulesi ile şehrin bir çok noktasından görülür.
Şehir içi ulaşımda “Boda Boda” denilen mototaksiler çok revaçtadır. İstenilen yere en kısa sürede ve en ucuza götürürler. Hatta okul servisi olarak bile işlev görürler. Boda bodalar isimlerini, bazı kalabalık sınır geçiş noktalarında faaliyet gösteren bisiklet taksilerden almıştır. Geçmiş yıllarda otobüsler, sınır kapılarına gelince yolcularını indiriyor ve yolcular, diğer sınıra kadar olan ara bölgeyi yürüyerek geçmek zorunda kalıyormuş. Bu mesafe uzun, yolcular da yorgun olunca devreye bisiklet taksiler giriyor ve resmi dili İngilizce olan ülkede, sınır anlamına gelen border kelimesinin yerelleştirilmiş telaffuzu ile "boda boda" ("sınır sınır") diyerek bağırıyorlarmış. Bu tabir zamanla, bu işi yapan motosikletler için de kullanılır hale gelmiş. Günümüzde, bisiklet taksiler ise küçük Uganda kasabalarında hala mevcudiyetlerini korumaktadır.
Ulusal Cami; Kampala Tepesi’nde kurulmuş, Kampala’daki önemli yapılardan olup, ülkedeki en büyük camidir. 2006 yılında, eski Libya lideri Kaddafi desteği ile tamamlanıp ibadete açılan camiye “Kaddafi Camisi” de denmektedir.
Shri Sanatan Dharma Mandal Hindu Tapınağı; Bin Amir Caddesi, Nakasero Market bölgesindedir. İngilizlerin sömürge döneminde Asya’dan zorla getirip çalıştırdığı Hinduların en önemli mabedidir. Bahai Tapınağı; Kikaya Tepesi’nde bulunan bu mabed, Afrika’da tektir. Tüm dünyada ise sadece dokuz Bahai Tapınağı mevcuttur. Bahailik, İran’da Mirza Hüseyin Ali (ö. 1309/1892) tarafından kurulan ve görüşleri itibariyle İslâm kültürüne dayanmakla beraber, İslâm dairesinden çıkmış bulunan bir mezheptir. Owino Pazarı; Doğu Afrika’daki en büyük ne ararsan bulabileceğin pazardır. Nakasero Pazarı; Uganda’ya özgü meyve, sebze ve yiyeceklerle dolu pazarlardan en bilineni. 19
Boda boda sürücüleri
El Sanatları Pazarı; Buganda Yolu’ndaki veya Ulusal Tiyatro’nun hemen arkasındaki el sanatları pazarında, Uganda ve Doğu Afrika kültürüne ait rengarenk ve çok farklı objeleri görüp satın alabilirsiniz. Bağımsızlık Anıtı; Speke yolu üzerinde olup çocuğunu havaya doğru kaldıran bir anneyi tasvir etmekte olan bu heykel 1962 yılında ülkenin ilk başkanı Milton Obote tarafından açılmıştır. Ulusal Müze; 1908 yılında kurulan müzede, Uganda’nın tarihsel, doğal ve etnografik bir yolculuğuna çıkıyorsunuz. Müzenin bahçesinde, Uganda'daki farklı mimari ve geleneksel yaşam tarzlarını tasvir eden “Kültür Köyü” bulunmaktadır. Kasubi Mezarları; Buganda kralları “Kabakalar”ın bir nevi türbeleri olan bu mezarlar, Dünya Mirası Listesi’ndedir. Yöresel sazlardan yapılan mezarlar, 2010 yılında çıkan yangında büyük tahribat görseler de, yeniden tamir edilmişlerdir. Kampala-Hoima Yolu boyunca, Kampala şehir merkezine beş kilometre uzaklıktaki Kasubi Tepesi'nde yer almaktadırlar. Toplamda dört mezar bulunmaktadır. Buganda Krallığı ile ilgili ilk bilgiler MS 13. yy’a kadar uzansa da, bu mezarlardaki en eski gömü 35.Kabaka olan 1. Muteesa’ya (1835-1884) aittir. İslamiyet, Müslümanlığı seçen 1. Muteesa sayesinde Uganda topraklarında yayılmıştır. Sonraki krallar ise, sömürge ve misyoner faaliyetler sonucunda Hristiyanlığa tâbi olmuşlardır. Son gömü ise Fredrick Walugembe Muteesa sayı//75// ekim 20
II (1924-1969)’ya aittir. Dört Kabaka'nın soyundan gelen her prens ve prenses de, Kasubi mezarlarına gömülmektedir. TÜRKİYE VE KAMPALA
Türkiye’nin Uganda Büyükelçiliği Kampala’dadır. TİKA Koordinasyon Ofisi Kampala’da olup, aktif bir şekilde çalışmaktadır. THY haftanın beş günü Kampala Entebbe Havaalanına uçuş yapmaktadır. Ülkemizden bir çok STK (Sivil Toplum Kuruluşu), Kampala merkezli olmak üzere Uganda genelinde su kuyusu, kurban, ramazan ve sağlık yardımı çalışmalarını sürdürmektedir. KAYNAKLAR
1.https://islamansiklopedisi.org.tr/kampala 2. http://kampala.be.mfa.gov.tr/ Türkiye Kampala Büyükelçiliği 3. https://www.britannica.com/place/Kampala 4. https://www.ubos.org/explore-statistics/20/Uganda Ulusal İstatistik Bürosu 5. https://visitkampala.net/ 6. https://www.kcca.go.ug/ Kampala Belediye Başkanlığı 7. https://wikitravel.org/en/Kampala 8. https://en.wikivoyage.org/wiki/Kampala 9. http://www.kasubitombs.org/en/about/history.php
Ömer Lütfi Barkan yaptığı araştırmalarda, dünyayı gizemli bir atölye gibi gören Türk dervişlerinin, Anadolu ile birlikte, Balkanları nasıl Müslümanlaştırdıklarını ayrıntılı olarak ortaya koymuştur. Onlar gittikleri coğrafyaları, omuzlarda taşınan silahlarla değil, ellerde taşınan güllerle dönüştürmüşlerdir.
DARMSTADT’DAN SESLENEN,
EMİR SULTAN
Üreten el olmasını bilen girişimci dervişler, bütün toplumu dergah kültürünün olgunlaştırıcı potasında yoğurarak, inşa ettikleri camilerle ve çarşılarla, orduların başarması mümkün olmayan büyük fetihler gerçekleştirmişlerdir. Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞAN*
Almanya’daki Anadolu, yaşadığı bütün şehirlerde, caminin, işyerinin ve okulun el ele vererek, birbirleriyle dayanıştığı, kültür merkezleri inşa etmektedir. Kültür merkezleri geniş arsalar üzerinde, değişik kullanım alanları olan cami, çarşı, okul üçlüsünün birbirini tamamladığı, Türklere özgü bir bütünlük oluşturma ustalığıdır. Bütün değerleriyle Bursa’yı Darmstadt’a taşıyan Emir Sultan, çok işlevli kültür merkezlerinin önde gelenlerindendir. Yapımına 1996 yılında başlanılan Emir Sultan Kültür Merkezi, Türklerin tarihinin gövdesini oluşturan, Osmanlı Devletinin kuruluşunun, yedi yüzüncü yılında tamamlanmıştır.
T.C. Maltepe Üniversitesi
Güzellik sevdalısı derviş girişimciler Anadolu gibi, Balkanları camilerle, kervansaraylarla, medreselerle, çarşılarla, imarethanelerle ve bimarhanelerle donatmışlardır. Onlar gelen günleri, geçen günlerden daha yaşanır kılarak, üreten ellerin tüketen ellerden, daha güçlü olduklarını göstermişlerdir. Buhara’da Bahaddin Nakşibend, Konya’da Mevlana, Ankara’da Hacı Bayram, Mostar’da Sarı Saltuk ve Budapeşte’de Gül Baba, hem gönüllerin, hem şehirlerin mimarları olmuşlardır. Emir Sultan Buhara’dan kalkıp Anadolu’ya gelen, gönül mimarlarının başlarında yer alır. Buhara Anadolu’nun Müslümanlaşmasında, büyük görev yüklenen Horasan erenlerinin yurdudur. Horasan erenleri silahsız ellere, gönül kazanan güllere, gülen yüzlere, tatlı dillere önem vermişledir. Onlar en varlıklılar gibi üretmişler, en yoksullar gibi tüketmişler, ellerinin emeklerinin, alınlarının terlerinin, gözlerinin nurlarının karşılığından, daha fazlasını tüketmeye, hiçbir zaman özenmemişlerdir. Emir Sultan Buhara’dan Bursa’ya gelir ve Yıldırım Bayazıt’ın kızı Hundi Sultan’la evlenir. Yıldırım Niğbolu savaşından sonra, Ulu camiyi yaptırır. Türk tarihinde büyük kırılmalara yol açan, Ankara Savaşı’nın önüne geçilemez, ancak sarsıntıları çabuk atlatılır. O yıllarda Anadolu silahsız cihat beldesi sayılmıştır. Müslüman dünyasının gönül zirveleri, Anadolu’ya insanların gönüllerini kazanmak için koşmuşlardır. Yirmi birinci yüzyılda, bütün dünya gönülleri kazanacak, yeni Horasan erenlerini beklemektedir. Üreten el olmasını bilen girişimci dervişler, bütün toplumu dergah kültürünün olgunlaştırıcı potasında yoğurarak, inşa ettikleri camilerle ve çarşılarla, orduların başarması mümkün olmayan büyük fetihler gerçekleştirmişlerdir. Geçmişte Anadolu’da ve İspanya’da olduğu gibi, Müslümanlar ve Hristiyanlar, Avrupa’nın bütün ülkelerinde, barış içinde birlikte yaşayacaklardır. Gelecek yüzyıllarda kimsenin, Fransa yalnızca Fransızlarındır, Almanya yalnızca Almanlarındır, Türkiye yalnızca Türklerindir, demesi kolay değildir. Alın terleriyle, göz nurlarıyla, el emekleriyle, hayatı kolaylaştıranlara, ülkelerin kapıları sonuna kadar açılır. Üretmesini ve paylaşmasını bilenlere, dünyanın hiçbir ülkesinde, doğdukları şehirler sorulmaz. Dünyaya barışı ürünleriyle, hizmetleriyle, bilgileriyle pazarlarda yarışanlar getirir. 21
rumeli âşığı olduğum herkesçe malumdur. Urumeli meftunu olduğum kadar o coğrafyaya hâkim olduğum da. On sekiz yılda altmış bir kez sefer eylemiş bu fakir Urumeli’ne zira. Şöyle bir soru sorsanız bana: Senin için Rumeli kimdir? Hiç düşünmem, Sultan Murat Han derim hemencecik.
PRİŞTİNA “Sultan Murad Koynunda Olduğu Sürece, Türk ve İslâm Kalacaksın Sen”
Bizden (Türklerden) geriye ne kalmış Pirştina’da derseniz, söyleyeyim: Üç beş parça eser. Sosyalist ve Komünist yönetimlerin, bütün özgürlükçü söylemlerinin aksine Rumeli’deki Osmanlı eserlerinin yüzde 90’ını tahrip ettiğinin, bu vandalizmden Priştina’nın da nasibini aldığını belirmeliyiz. Fahri TUNA
En sevdiğin şehir hangisidir? deseniz. Üsküp’ü, gömülmeyi vasiyet edecek kadar sevdiğim doğrudur. Prizren’de huzur ve sükûn cennetinde kaybolduğum da. Silistre’de Tuna Nehri üzerinde dolaşan dev gemilere baka baka fetih rüyaları gördüğüm, güzeller güzeli İşkodra’nın Mehmet (Muhammed) ve Ebubekir camilerinden - yeniden - ayağa kalkacağına inandığım, Selanik rıhtımında eski ihtişamların coşkusuyla yürüdüğüm de doğrudur. Gostivar’da kendimi şehrimde hissettiğim, Kırcaali’de plakaları 82 okuduğum, Sarajevo’da ‘işte şehrim / stan poli’ dediğim de doğrudur. Sözü uzattım, biliyorum. Ama Rumeli’de daha nice sevdalısı olduğum şehirler olduğundan, kolay cevap veremediğimi bilin istedim. Soruyu yinelemeliyim: Urumeli’nde en sevdiğiniz şehir? Cevap veriyorum artık, şaşırın: Priştina. Ne bulunuyorsun sen bu kaotik Priştina’da ey seyyah dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız. Ozan’ca konuşayım: Güzelliğin on par’etmez Bu bendeki aşk olmasa. Kosova Ovası’nın ortasında Balkan Fatihi, şehidimiz Murat Hüdavendigâr uyuduğu sürece, ben şehre bakmam, bakamam dostlar. (İtiraf ediyorum, türbeye on yedi kez gittim, sadece dördünde Priştina içine girdim. Diğerlerinde Priştina’ya el sallayıp kıyısından geçip döndüm.) Kalbimi iyice anlayabilmeniz için bir anekdot size: Malum yaşadığımız şehirler ve babaevimiz dışında seferiyizdir. Bilindiği gibi seferi hâlde de farz namazlar dört rekattan ikiye düşer. İsteseniz de öğlenin, ikindinin, yatsının farzını dört kılamazsınız! Bunun tek istisnası şehriniz veya baba ocağınızdır. Yine bir gün Sultan Murat Türbesi’ndeydim.
sayı//75// ekim 22
Abdestim de var. Öğleni kılmamışım. İkindiye yarım saat var yok. Sultan Murad Han’ın mezarının bir metre kadar kenarında niyetlenip namaza durdum. Kaç rekât kılacağım peki farzı? Dört mü? Hayır, iki. Seferiyim ya. Kalbime danışayım dedim: Dört dedi. Neden iki değil de dört dedim. Baba ocağındasın ey seyyah, unutma! Osmanlı sultanının dizinin dibi baba ocağı değil midir? Hak verdim kalbime, dört rekâtla eda ettim namazı. Hadise budur. Sultan Murat Han’ımız, Priştina’nın beş altı kilometre batısında 1389’dan beri, Kosova Meydan Muharebesi zaferi sonrası savaş meydanında dolaşan hain bir Sırp hançeri şehit etmesi sonrası, orada mukim ve meskûndur. Murat Hüdavendigâr Türbesi Priştina’nın tapu senedidir. Sadece Priştina’nın mı? Bütün Rumeli’nin. Önemli bir ayrıntı daha; Priştina’dan türbeye doğru yol alırken sağa doğru bir bakın. Dev bir abide/heykel göreceksiniz: Obiliç Heykeli. Osmanlı’nın Kosova Meydan Muhaberesi zaferinin 600’üncü yılında, 1989’da, bu heykelin açılışında iki milyon Sırp’ın ovada toplanıp, Türkleri asıl şimdi yendik şeklinde zafer naraları attığını da buraya not düşmeliyim. Ve içimde bir yara daha. Priştina’dan Türbeye gitmek için yola çıktığınızda, şehrin son evleri bittikten üç yüz beş yüz metre sonra, ben kasaba diyeyim siz ilçe deyin, orta ölçekli bir yerleşim var. Sıkı durun, adı: Obiliç. Ekmeğini suyunu Türkiye olarak bizim verdiğimiz, bağımsızlığını ilk bizim tanıdığımız, halkının yüzde 80’inin Müslüman Arnavutlar’dan oluşan Kosova’nın, Murat Hüdavendigâr’a sinsice hançer fırlatıp şehit eden bu hain Sırp’ın ismini tez zamanda iptal etmesi gerekiyor, zannımca. Bu isim yok edilmeden bize huzur, onlara güven yok, diyeyim size. Eee Fahri Tuna, Priştina dedik, hep Sultan Murat Han ve türbesini anlattın. Priştina içerisinde anlatacağın bir şey yok mu bize? Olmaz mı! Var elbette. Priştina, bizim Eskişehir, Adapazarı büyüklüğünde bir şehir. Aşağı yukarı beş-altı yüz bin nüfuslu. Köy ve kasabalarıyla beraber elbet bu sayı. Merkezi iki yüz bin civarında. Osmanlı’da Kosova Sancağının merkezi. Bugün de Kosova Sancağının pardon devletinin
(Not: Osmanlı’daki sancak-eyaletler bugünün küçücük devletleri zira) başkenti. Ülke nüfusu bir milyon sekiz yüz altmış bin. Üçte bir kadarı buraya, başkent ve civarına kümelenmiş durumda. (Bu oran Ankara için on altıda bir, İstanbul için beşte birdir.) Derme çatma, plansız projesiz, kapanın elinde kaldığı, yapanın kafasına göre binalaştığı bir şehir görünümü vardır her zaman Pirştina’da. Hele de kenar yerleşimler. Bir gecekondu şehir düşünün. Ama binaları yeni ve iki üç hatta bazıları dört katlı olsun. Önden hiza filan olmasın. Hani bizim Karadenizlinin, arsa benim değil mi. Neresine kaç katlı bina yapacağıma belediye ne karışır. Dilediğim binayı yaparım misali bir şehir Yeni Priştina. Eski Priştina (Osmanlı zamanından kalan) nispeten daha düzenli tabii. Unutmadan, 1946’dan itibaren Sosyalist sistemle yönetilen Priştina’ya son on beş yılda Kapitalizm hâkim durumda. Doğal olarak da çok katlı binalar, alış veriş merkezleri, gösterişli ama insana soğuk yapılar hızla çoğalıyor. Özellikle de şehrin giriş çıkış bölgelerinde. Avrupa’nın en büyük Katolik Kilisesi’nin inşaatı da Priştina’da yükseliyor bu arada. Artık şehirde kaç yüz Hristiyan varsa. Bizden (Türklerden) geriye ne kalmış Pirştina’da derseniz, söyleyeyim: Üç beş parça eser. Sosyalist ve Komünist yönetimlerin, bütün özgürlükçü söylemlerinin aksine Rumeli’deki Osmanlı eserlerinin yüzde 90’ını tahrip 23
Mramor köyündendir. İkincisi, yaygın kanaatin aksine Süleyman Demirel, Priştina Arnavut’udur. Arnavutları yakından tanırım. Tanır ve severim. Zira yirmi bir senedir ilkin Arnavutların yerleştiği Adapazarı Beşköprü’de oturuyorum. Mizacen sert insanlardır Arnavutlar. Sert ve mert. Dağlı kavgacı inatçı uzlaşmasız bir yapıları vardır. Ama anlaştığınız zaman güvenilir ve merttirler. Besa dedi mi bir Arnavut, bir daha da sözünden dönmez. En büyük yemin ve senettir o.
ettiğinin, bu vandalizmden Priştina’nın da nasibini aldığını belirmeliyiz. Bizden kalanların en önemlisi Priştina Fatih Camii. Trabzon’un fethiyle yaşıt bu camimiz. 1461’de Fatih Sultan Mehmet Han yaptırtmış. Halen ayakta. Nasip oldu, Cuma kılmışlığımız da var bu güzel ve şık camide. Ekrem Hakkı Ayverdi’nin tabiriyle pek güzel camide. 1932’ye kadar yüzde 70’inin Türk olduğu şehrin bu en eski camisinde çoktandır hutbeler Arnavutça okunuyor elbette. Zaten şimdilerde şehirdeki Türk nüfusu da - ülke genelinde olduğu gibi - yüzde bir civarında. Klasik Osmanlı mimarisinin çok zarif ve hoş bir temsilcisiyle karşılaşınca içiniz serinleyecek, diyeyim size. Priştina sokaklarında gezmişliğim dolaşmışlığım var bir miktar. Stadyumunu görmüşlüğüm de. Savaş sonrası yıkık dökük, metruktu. Zaten Kosova milli maçlarını bir süredir bu statta değil, komşu ülke Arnavutluk’un İşkodra’sında oynuyor, biliyorum. Kosova-Türkiye milli maçı da İşkodra’da oynanmıştı. (Hani şu maç dönüşü uçakta Arda’nın gazeteciye saldırdığı olaylı karşılaşma.) Dönerini sevdim Priştina’nın. Çüftesini de. (Onlar köfteye çüfte, kebaba çebap diyorlar.) TYB ile gittiğimiz 2011’de, şehrin kıyısında, göl-gölet karışımı nezih bir ortamda bize balık ikram etmişlerdi. Aman Allah’ım, ne çok lezzetliydi o balık. Tadı hâlâ damağımda. Ortamın güzelliğinden mi bize öyle geldi, şiirlerin havada uçuşmasından mı, gerçek lezzetinden mi, karar veremedim. Belki de hepsi birdendi. Şaşıracağınız iki bilgi daha size: İki ünlü cumhurbaşkanımız da Kosova kökenli ve Arnavut’tur. İlki Kenan Evren, Priştina’nın sayı//75// ekim 24
Dönelim Kosova Savaşı’na yine. 1389. Aylardan Haziran. Bayram üstelik. Ortalık toz dumandır. Göz gözü görmemektedir. Sultan Murat Han açar ellerini Allah’a, şu meşhur duası dökülür dilinden: “Ya Rabbî! Bu fırtına, şu aciz Murad kulunun günahları yüzünden çıktıysa, masum askerlerimi cezalandırma! Allah’ım! Onlar ki buraya kadar sadece Sen’in adını yüceltmek ve İslam’ı tebliğ etmek için geldiler! İlahî! Bunca kerre beni zaferden mahrum etmedin. Daima duamı kabul buyurdun. Yine sana iltica ediyorum, duamı kabul eyle! Bir yağmur nasip eyle! Bu toz bulutu kalksın? Kâfirin askerini aşikâr görüp, yüz yüze cenk edelim! Ya İlahî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben aciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrarımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızanı isterim. Ya ilahî! Bu mümin askerleri küffâr elinde mağlup edip helak eyleme! Onlara öyle bir zafer lütfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününde şu Murad kulun yolunda kurban olsun! Ya İlahi! Bunca Müslüman askerin helakine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahş eyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim, yeter ki tek Sen beni şehitler zümresine kabul eyle! Asakir-i İslam için teslîm-i ruha razıyım. Tek ki, bu Müminlerin uğruna benim ruhum feda olsun. Beni gazi kıldın. Sonunda da lütfen ve keremen şehit eyle!” Öyle de olur. Bir yağmur yağar, düşman ayan beyan olur. Sekiz saat cenk edilir. İslâm/ Osmanlı Ordusu galip gelir. Dua kabul olur, o bayram gününde Sultan Murat Han, şehitler kervanına katılır. Meşhed-i Hüdavendigâr (Sultan Murat Türbesi) o günden kalmadır bize. Sultan Murat Han, bütün bir Rumeli’dir. Ve hep kalacaktır, dünya durduğu sürece. Kalbimizde.
KENTSEL RİTİM BOZUKLUKLARI Kentler, bir tür gövde gösterisi yeridir. Her şeyin abartıldığı ve bu abartının mazur görüldüğü işlek caddeler ve sokaklarla doludur; vitrinler, aydınlatılmış devasa kompleksler... Gösterinin abartıldığı, görselliğin zirveye ulaştığı yerler… Bilal CAN BİR: Her geçen gün insan hayatında merkezilik
diktasını biraz daha güçlendiren “kent” olgusu insanilikten gayri insaniliğe doğru dönüşmeye, dönüştükçe de bağımlılığı artan bir insan türünün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bağımlı insan, her şeyin makinalardan alındığını düşünen bir neslin ilk varyasyonu. Ütopik ya da bilimkurgu filmlerinden esinle… İnsanlığın geleceğinin kentlerde büyük risk altında olduğu gerçeği bu gün kabul gören bir görüş olarak durmakta, bu da “kent” olgusu üzerine yerleşme ve mekânsallık olgularının sorgulanmasını ve derinlemesine analiz etmeyi gerekli kılmaktadır. Çünkü vahşi kapitalizm ile dönüşüm geçirmiş tüketim endüstrisi, insanlığın bu bağımlılığını kendi çıkarları doğrultusunda rahat bir biçimde kullanmaktadır. Bu bağımlılıkların tüketim endüstrisi tarafından keşfi bilimle paralel gitmiştir. Genellikle temel ihtiyaçlar üzerinden şekillenen bu bağımlılıklar Maslow’un temel ihtiyaçlar hiyerarşisini kendine dayanak noktası seçmiş “fizyolojik ihtiyaçları” çoğaltarak devasa bir sektör oluşturmuştur. “Güvenlik ihtiyacının” karşılanması için de kurgusal mekânlardan faydalanmıştır. “Kendini gerçekleştirmek” durumu ise üretim sürecinin bir parçası olmakla eşdeğer tutulmuştur.
İKİ: Neolitik Çağ’da ilk örnekleri gözlemlenen
“kent” olgusu “artı ürün” kavramsallaştırmasıyla literatüre girmiştir. Kentlerin oluşumunu, tarımın keşfedilmesi ve yerleşik hayata geçişe bağlayan Gordon Childe, dünya kent tarihçiliği açısından önemli bir isim. Childe’a göre kentlerin belli başlı bazı kriterleri mevcuttur. Bu kriterler bir yerleşim yerinin kent olup olmadığını belirler. Bu kriterler özetle; büyüklük, uzman iş gücü, anıtsal mimari eserler, sermaye birikimi ve merkezilik, sınıflı toplum, okuyan kamu/yazım/kayıt durumu, matematik, geomoteri bilgisi, sanat/gösteriş, ticaret, dayanışmacılık
ÜÇ: Büyüklük, Childe’a göre zahir olanın, gözükenin boyut olarak büyüklüğü. Yani bir yeri yürürken, arabayla geçerken yahut kat ederken hissedilen o geniş alana yayılma durumu.
Bir yerin kent olabilmesinin niceliksel durumunu belirleyen ilk kriter “büyüklüktür”. Büyüklükten sonra bu büyüklüğü sağlayan “yayılmacı ruh”, burada yaşayan insanların durumlarının yerleşim yerini belirlemede temel etken olarak görür. Diğer bir unsur olan “uzman iş gücünün çokluğu”dur. Çünkü kentler, temel felsefe olarak “artı ürün”ü kuruluş misyonu haline getirmiş, yerleşim yerleridir. Bu bakımdan imal etme, üretme, artı ürün çıkartmak kentlerin temel borcudur. Bu borcu ödemek içinse alanlarında uzman kişilere ihtiyaç duyulmaktadır. Kentler, bir tür gövde gösterisi yeridir. Her şeyin abartıldığı ve bu abartının mazur görüldüğü işlek caddeler ve sokaklarla doludur; vitrinler, aydınlatılmış devasa kompleksler... Gösterinin abartıldığı, görselliğin zirveye ulaştığı yerler… Kentler; insanın doğaya karşı zaferini ilan ettiği yerler olduğu için bunu yansıtma ihtiyacı duyan kent kurucuları, buralara anıtsal mimari unsurlar ekleyerek zaferlerini sürekli hatırlatmaya çalışır. Bu sayede insanoğlunun gücünün sürekli doruklarda gezinmesi sağlanır. Bir tür ilahlık taslama biçimi olarak “kurgusal mekân yaratımı” yerleridir kentler; gökdelenler, avmler, geniş caddeler, heykeller vs. ile bu zafer hali pekiştirilir. Kentin dayatmacı yapısı insanları sürekli bir biçimde çalışmaya yönlendirir, çalışmaya bir kutsiyet arzeden Protestan ahlak, tüm kentliler üzerine çökmüş kara bir bulut gibidir. Kentlilerin üretimden başka bir bir şey düşünmesine imkân vermeden güçlerinin tamamına taliptir. Childe, kentin saç ayaklarının kök salması için insanların sürekli çalışmasına, kentin anaarterlerine bir ivme kazandırmasının gerekliliğini ortaya koyar. Bu durum; insanı, insanî olmaktan çıkartıp bir makineye dönüştürmektedir. DÖRT: Jenifer M. Groh Mekân Yaratmak adlı eserinde
“Nerede” bilgisi, farklı zaman ve mekân hesaplarının yanı sıra hem dışarıda ne olduğu hem de o ortamda nerede olduğumuz algısını içerdiğini” ifade eder. “Nerede?” sorusu bizim “nerde”liğimiz üzerinden belirli bir konumlandırmaya neden olur. Neredeyiz biz? Aslımız, vatanımız, mekânımız, ülkemiz, şehrimiz, gezegenimiz neresidir? Nerden geldik nereye gidiyoruz? Tüm bu sorular, bir mekân düşüncesinin oluşumuna, insanı mekân içerisinde tanımlamaya yöneliktir. Çünkü insanoğlu, mekândan münezzeh değildir ve kendiliğini tanımlayabilmesi için belirli bir mekâna ihtiyaç duymaktadır. Bu da bir şeylerin zorunluluğunu doğurur, mekân olmadan insan olamaz fakat insan olmadan mekân vardır. İnsanoğlu, içerisine doğduğu dünyanın bir bireyi olarak kendisini tanımlamak, tanımlayınca da konumlandırmak zorundalığı hissiyle hareket eder. Bu da onun dünya macerasının bir gerekliliği olarak ifade edilir. Beş.Bireysel ve toplumsal hafızamızda önemli bir yeri olan mekân unsuru, gelip durduğumuz, durup belirli bir süre gölgesinde dinlendiğimiz, dinlenirken farkı farketmemiz gerekli 25
KERKÜK
Kerkük Ülkenin başkenti Bağdat'ın 236 km kuzeyinde, Erbil'in 83 km güneyinde, Musul'un 149 km güneydoğusunda, Süleymaniye'nin 97 km batısında, Tikrit'in 116 km kuzeydoğusunda yer almaktadır. Günümüzde şehrin büyük çoğunluğu Kürtler, Araplar ve Türkmenler'den oluşmaktadır.
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
KERKÜK VE ERBİL Kerkük başlangıçta geniş bir tepe üzerinde ve sur dahilinde kurulduğu halde 'son asırlarda genişleyerek evler ve bilhassa çarşılar ovaya inmiştir.
Hüseyin YÜRÜK
Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Kerkük, tıpkı Musul vilayetimiz gibi 1926 yılında yapılan Ankara Antlaşması ile birlikte toprak bütünlüğü sağlanması şartıyla terk edilmişti. ŞAHİTLİKLER
Ebubekir Hazım Tepeyran,1901 yılındaki Musul Valiliği sırasında gördüğü ve gözlemlediği Kerkük şehrini de çeşitli yönleriyle Hatıralarında anlatıyor: Kerkük ve Süleymaniye Livalarını, bütün bağlı olan yerleriyle devir ve teftiş etmek niyetiyle 1316 Eylül'ünün ikinci günü Musul'dan hareket ettim. Zaptiye Kumandanı Hüsnü Paşa, İdare Meclisi Başkâtibi Ali Bey de birlikte idiler. Uğradığımız köylerde ziyadece durulduğu için Musul'a mesafesi 14-15 saat olan Erbil'e üç günde vardık. Hükümet dairesine indik. Ahalisi kâmilen Türk olan Erbil Kasabası büyük ve oldukça yüksek bir tepededir. Erbil'de İki gün kaldık. Kapı veya kepenkli bir mağazası, dükkân bulunmayan çarşıyı; birer, ikişer direk ve bazan tahta ile ayrılmış olan çarşı iskeletini, harap rüştiye mektebiyle kasabanın etrafını gezdim. Çarşı iskeletine hayat ve intizam vermek imkânı olmadığından bunların çarşıya benzetilmesi yolunda lazım gelenlere beyhude tavsiyelerle hayli nefes tükettikten sonra, harap mektebin işe yarar kısmını iptidai mektebi yaptırmak üzere tamirine başlattım.(Tepeyran,1998:505) Kerkük başlangıçta geniş bir tepe üzerinde ve sur dahilinde kurulduğu halde 'son asırlarda genişleyerek evler ve bilhassa çarşılar ovaya inmiştir. Bütün resmi binalar aşağıda yapıldığı için hâsıl olan emniyet ahalinin rağbetini celbederek bahçeler dahilinde de Kerkük'e göre pek âlâ sayfiyeler ve daimî ikametgâhlar vücuda gelmiştir.Özellikle esnafın çoğunu Müslüman ve Türkler ‘in teşkil ediyordu. Tepeyran, Musul’daki eğitimin halini şu çarpıcı ifadelerle anlatıyor: Kerkük'te orta halde bir iptidaî kadar da öğretim kuvvetinden mahrum olan rüştiye mektebini ziyaretten pek müteessir olmuştum .Hemen her yerde gördüğüm ve hatta okuduğum. Isparta, Antalya ve Niğde
sayı//75// ekim 26
rüştiyelerinde olduğu gibi bu rüştiyenin birinci hocası; mektep açıldığı zaman genç gönderilip mektep binası ile beraber harap ve ihtiyar olan hocalardan biri idi. Yirmi kadar vilayet merkeziyle bunlara bağlı yerlerde, evlenerek oraları vatan ittihaz eden ihtiyar olmamış bir rüştiye başmuallimine tesadüf ettiğimi hatırlamıyorum. (Tepeyran,1998:525) Kerkük, Erbil Kazalarının merkezleri ve onlara bağlı köylerden birçoğu gibi Tel-Afer Nahiyesi nüfusunun ekseriyetini de Sultan Dördüncü Murad zamanında oraya yerleştirilmiş olan Türkler teşkil ediyorlardı. Kerkük, Erbil Türkleri gibi Tel-Afer Türkleri de ana dilimizi konuşmakla beraber hemen hepsi Arapça ve Kürtçe de bilirlerdi. İmparatorluk topraklarında başka gelişmeler de oluyor, galip medeniyetin devletleri daha iyi bir gelecek kurmak için yeni hamleler yapıyorlardı. Büyükelçi Oğuz Gökmen bu anlamda manidar bir gelişmeyi şöyle nakleder: 1912 yılında Balkan Savaşları sırasında Hollandalılar, Osmanlı sarayından elde ettikleri imtiyazla Musul ve Kerkük dolayında petrol arama ve çıkarma ruhsatı almışlardı.(Gökmen,1999:446) Kerkük de Musul gibi, Misakı Milli sınırları içersinde olduğu için ilk başlarda yeni cumhuriyetin bütün ileri gelenleri tarafından savunuluyor, bizim topraklarımızda kalacağı söyleniyordu.Mustafa Kemal Paşa bunların başında geliyordu.M.Kemal kendisine Berlin’den mektup yazan Talat Paşa’ya “Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün vilâyetlerimiz bizim olacaktır.”der. Bu tarifçe, ilk kurtarılacak yerler
arasına, bugünkü vatan sınırlarından öte MusulKerkük, Batı Trakya, 12 Ada, hattâ (o tarihte, Türklerin % 70 çoğunlukta olduğu) Yunan Makedonyası da giriyordu. (Kabaklı,1989:33) Atatürk’ün kurmay kadrosundan Binbaşı Hüsrev Gerede, Lozan’da bu anlamda yaşananları ‘bir feda edilme’ olarak niteledikten sonra sebebini şöyle izah eder:24 Temmuz 1923: Lozan Antlaşması imzalandı. Anadolu'nun uzantıları sayılabilecek Süleymaniye ve Kerkük petrol yüzünden, Hatay, İskenderun limanı yüzünden feda edilmekle birlikte, Ulusal egemenlikle, hukuki ve ekonomik bağımsızlığımız kurtarılmış oldu. (Gerede- Önal,2003:225) Misakı Milli Sınırlarımız içinde olmasına rağmen 1.Dünya Savaşı sonrası masa başında yapılan paylaşımla İngilizlere terkedilen bu iki vilayetimiz o gün bugündür bu oldu bittinin ve ayrılığın yasını tutuyorlar. ERBİL
Coğrafya ve Tarihçe / Zağros dağlarının batı eteklerinde Büyük ve Küçük Zap nehirlerinin arasında, Musul-Bağdat yolu ile Anadolu ve İran’dan gelen başlıca kervan yollarının birleştiği askerî ve ticarî açıdan önemli bir noktada yer alır. İskender’in Pers İmparatoru III. Darius’u son defa mağlûp ettiği büyük meydan savaşının bu şehrin kuzeyindeki Gavgamela mevkiinde cereyan etmesi sebebiyle de adı tarihe geçmiştir. Erbil’in, Hz. Ömer’in bölgeye tayin ettiği ilk vali İyâz b. Ganm veya onun vefatından sonra 20 27
(641) yılında Musul valiliğine getirilen Utbe b. Ferkad es-Sülemî tarafından 18 (639) veya 20 (641) yılında fethedildiği tahmin edilmektedir. İslâmî kaynaklarda Erbil adına ilk defa, Emevî hâkimiyetini sona erdiren ve Abbâsî dönemini başlatan Büyük Zap Suyu Savaşı (16 Ocak 750) münasebetiyle rastlanmaktadır. Bu savaşın Musul ile Erbil arasındaki Yukarı Zap bölgesinde ve nehrin kenarında cereyan ettiğini bildiren kaynaklar daha sonra Erbil adını yine uzun bir süre zikretmemekte ve şehir hakkında ancak IX ve X. yüzyıllarda bilgi vermeye başlamaktadırlar. İbn Hurdâzbih (ö. 300/913) ve Kudâme b. Ca‘fer’in (ö. 337/948 [?]) Irak’taki idarî taksimattan bahsederken Erbil’i Hulvân eyaletinin beş bölgesinden biri olarak göstermeleri bu tarihlerde şehrin önemli bir merkez haline geldiğini ortaya koymaktadır. Bundan sonra Erbil el-Cezîre’nin (Kuzey Irak), özellikle de Musul bölgesinin başlıca yerleşim merkezlerinden biri haline geldi. 1236 yılında Erbil’e saldıran Moğollar aşağı şehri işgal ederek binaları yıkıp kaleyi kuşattılarsa da sonuçta geri çekilmek zorunda kaldılar; ancak Bağdat’ın 1258’de Hülâgû’nun eline geçmesinden sonra burası da zaptedildi. Bu tarihten itibaren Erbil, Irak’ın düştüğü karışıklık içinde birbiriyle çekişen emirliklerin, zaman zaman da şehirdeki hıristiyanların idaresinde kaldı ve bu durum bölgenin Osmanlı idaresine girmesine kadar devam etti. Muzafferüddin Kökböri, son Abbâsî halifesi Müsta‘sım-Billâh, Moğol hükümdarlarından Hülâgû, Argun, Geyhatu, Gazân Han ve Ebû Said Bahadır Han Erbil’de para bastırmışlardır. Erbil, Kanûnî Sultan Süleyman’ın Irakeyn Seferi sırasında (1535) Bağdat’la birlikte Osmanlı topraklarına katıldı. Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin Luristan beylerbeyiliğine bağlı bir sancak olarak zikrettiği Erbil XVI. yüzyılın ikinci yarısında Bağdat eyaletine, XVII. yüzyılda ise Şehrizor eyaletine bağlanmıştı ve IV. Murad’ın Bağdat seferinde tutulan menzilnâmede zikredildiğine göre de Şemanik adlı menzilin yakınlarında önemli bir kale idi. Şehir, I. Dünya Savaşı’ndan sonra ise İngilizler tarafından işgal edilerek yeni kurulan Irak Hâşimî Krallığı’na verildi. Cuinet’ye göre 1892’de 330 köyü bulunan ve köyleriyle birlikte nüfusu 12.000 olan Erbil’in sayı//75// ekim 28
1898de kaza merkezinde 1600 hâne vardı ve nüfusu 6000 idi (Sakkar,1995:272-273). Erbil’in Nişanesi:Esad Erbili Hazretleri Erbil denilince akla gelen ilk şahıslardan biri 1847-1931 yılları arasında yaşamış meşhur Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Esad Erbîlî Hazretleridir.Erbil’de doğan Esad Erbili Hazretlerinin dedesi, Hâlidiyye’nin kurucusu Hâlid el-Bağdâdî’nin Erbil’de inşa ettirdiği tekkeye şeyh olarak tayin ettiği halifesi Hidâyetullah Efendi, babası daha sonra aynı tekkede şeyhlik görevinde bulunan Muhammed Said Efendi’dir. Medrese tahsilini doğduğu bölgede tamamlayan Esad Efendi yirmi üç yaşında Hâlidî şeyhi Tâhâ el-Harîrî’ye intisap etti. Beş yıl sonra sülûkünü tamamlayarak hilâfet aldı (1875). Aynı yıl hac farîzasını yerine getirdi. Dönüşünde şeyhinin vefat ettiğini öğrenince İstanbul’a gitmeye karar verdi. Fâtih Camii’nde Hâfız divanını okuttu. Bu sırada Beyazıt Camii imaretinin meydanı gören bir odasına taşındı. II. Abdülhamid’in damadı Hâlid Paşa kendisini saraya davet ederek sohbetlerinden istifade etti. Bu arada Meclis-i Meşâyih üyeliğine tayin edildi. İlim ve irşad faaliyetlerini sürdürdüğü Şehremini’nin Odabaşı semtindeki Kelâmî Dergâhı’nın şeyhliğine tayin oldu. Bu dergâhta Kadirî ve Hâlidî âdâb ve erkânı üzere irşad faaliyetinde bulundu. Bir süre Fatih Halıcılar’daki Feyzullah Efendi Dergâhı’na da devam etti. Sultan Mehmed Reşad tarafından surre emini olarak hacca gönderildi. Ertesi yıl Meclis-i Meşâyih’teki görevinden istifa etti. Üsküdar Çiçekçi’deki Selimiye Dergâhı’nın meşihatını da üzerine alarak oğlu Mehmed Ali Efendi’yi vekâleten bu dergâhın şeyhliğine tayin ettirdi. Esad Efendi, Kelâmî Dergâhı’ndaki görevinin yanı sıra zaman zaman Selimiye Dergâhı’na da giderek irşad faaliyetini tekkelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar sürdürdü. Tekkeler kapatıldıktan sonra inzivaya çekildiği Erenköy Kazasker’deki evinde sürekli polis gözetimi altında tutuldu (9 Şubat 1931 tarihli polis raporunun metni için bk. Kısakürek, s. 161). Menemen olayı ile (Aralık 1930) ilgisi olduğu iddia edilerek oğlu Mehmed Ali Efendi ile birlikte Menemen’e götürülüp idam talebiyle yargılandı. Hakkında verilen idam cezası yaşlılığı sebebiyle müebbet hapse çevrildi. Oğlu Mehmed Ali Efendi ise idam edildi. Esad
Efendi Menemen’de askerî hastahanede tedavi görürken 3-4 Mart 1931 gecesi vefat etti. Onun zehirletilerek öldürüldüğü şeklinde bir kanaat de vardır. Cenazesi ailesine verilmeyerek resmî makamlar tarafından Menemen’de defnedildi. Mezarının bulunduğu arsa üzerinde 1962-1963 yıllarında bir cami yaptırıldı. Mahkeme zabıtları açıklanmadığından Esad Efendi ile oğlu hakkında verilen idam cezasının hangi delillere dayandırıldığı bilinmemektedir (Yılmaz,1995:348-349) Bir grup gazeteci arkadaşıyla birlikte Erbil, Kerkük, Selahaddin illerini içine alan Kuzey Irak'a bir gezi yapan Yazar Akif Emre, Erbil’i şöyle anlatıyor:Kürt yönetiminin önde gelen isimleri, Türkmen cephesinin liderlerini de kapsayan görüşmeler yaptık. Kürtler yeni oluşumu nasıl yorumluyor, Türkiye’ye bakışları nasıl ve beklentileri neler? Türkmenler denklemin neresinde duruyor? Sonucu belirleyecek bir siyasi güç ve vizyonları var mı? Kürtler gerçekten ayrı bir devlet mi istiyor soruları ister istemez gündeme geldi görüşmelerimizde. Erbil'in güvenli ortamına karşın Kerkük'te kurşun gibi ağır havayı gördük. Tüm bunlardan Kürtler geleceğe dair neler düşünüyor, gelecek beklentileri ve Türkiye’nin oradan görünüşüne dair izlenimleri anlatmaya bugün başlıyoruz. Amerikan işgaliyle parçalanan Irak'a Türkiye’den bakmak pek çok gerçekliği paranteze almak anlamına geliyor. Bu bakışın somut yansımaları hemen hiç değişmedi. Aslında küçük ayrıntıların tüm coğrafyayı rehin aldığı bir bakış açısından söz ediyoruz. Türkiye'de özellikle dış politika yapımcılarının medya kanalıyla topluma empoze ettikleri çevre algısı sadece Irak'ta olup bitenleri doğru algılamamızı engellemiyor, bizzat toplumun kendine olan güveni ve doğallığını zorlayan bir sürece dönüşüyor.Kuzey Irak, Kürtler ve Tiftmenler üzerinden yürütülen dış politikanın savaş sonrası oluşan dengeleri kavramaktan uzaklaştırdığı gibi Türkiye’nin imkanlarını da tüketen bir sürece dönüşebileceğini fark etmiş bile değiliz ( Emre,2019:223 ). Emre, Erbil’de yaşadıklarını anlatmaya şöyle devam ediyor:Türkiye'nin sınır ötesine operasyon yapmasından hemen önce Erbil Havaalanı'na indiğimizde şehirdeki atmosfer bu zamana kadar oluşan "işgal altındaki Irak"
imajından hayli farklı görünümüyle buraya ilk kez gelenleri şaşırttı. Havaalanından şehre varan ana yol boyunca, Erbil şehir merkezinde savaştan yeni çıkmış ya da işgal altındaki bir ülkeyi hatırlatacak çok az ayrıntı yakalayabiliyoruz. Bazen rastlanan kontrol noktaları, önemli resmi binaların etrafına yığılmış kum torbaları ve silahlı muhafızların dışında olağanüstülük yok gibi. Her şeye rağmen daha önce yaşananlardan kalma bir tedirginlik herkese yansımış.Erbil, geleneksel dokunun bozulmadığı bir şehir. Şehrin orta yerinde yüksekçe bir tepede Erbil Kalesi eski çağlardan beri ayakta duruyor. Mezopotamya'da gelip geçen medeniyetlerin tümü bu kalede özetlenmiş gibi. Şehir iç içe halkalar halinde birbirine paralel ve onları kesen dikey caddelerden oluşuyor.Kürt yöneticiler nedense Irak bayrağından hiç hoşlanmıyor. Mesela Erbil'de hiçbir resmi ve sivil binada Irak bayrağına rastlamadık. Resmi binalarda Talabani ve Barzani'nin yan yana resimleri görülüyor. Bir zamanlar bölgede hâkimiyet için birbirleriyle kanlı savaş veren Kürt siyasetinin bu iki lideri savaştan en çok yararlanan isim olarak önemli siyasi aktör haline geldiler ( Emre,2019:224 Erbil'in havasına sinen sarı rengin hakim olduğu tek katlı şehir doku unun ortasında yükselen büyük alışveriş merkezleri, inşaatlar sembolik düzeyde kaba bir modernizmin temsilcisi... Bu durum önümüzdeki dönemde, savaş mağduru halkı hamaset dalgasıyla arkasına alan bir söylemle toplum arasında kaçınılmaz çatışmanın da habercisi olabilir ( Emre,2019:226 ). KAYNAKLAR
• Emre Akif,(2019), Çizgisiz Defter, İstanbul: Büyüyenay Yayınları • Gerede Hüsrev-Önal Sami,(2003),Hüsrev Gerede’nin Anıları,İstanbul:Literatür Yayınları • Gökmen Oğuz,(1999), Bir Zamanlar Hariciye, İstanbul:? • Kabaklı Ahmet,(1989),Temellerin Duruşması, İstanbul: Türk Edebiyat Vakfı Yayınları • Sakkar,es Sami(1995),Erbil, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, Cilt: 11, Sahife: 272-273 • Tepeyran Ebubekir Hazim,(1998),Hatıralar, İstanbul:Pera Yayınları • Yılmaz Hasan Kamil (1995),Esad Erbili, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, Cilt: 11, Sahife: 348-349 29
edense kaybettiğimiz güzelliklerin çok zaman sonra farkına varıyoruz. Bu sebepten olsa gerek, gönlümüzde uyanan kırgınlık ve teessüf hisleriyle, "bir zamanlar" diye söze başlıyoruz.
BİR ZAMANLAR NİĞDE BAĞLARI Bir de odalarında hayat varsa, renk renk basma perdeli pencerelerinden güneş giriyorsa, kapısının tokmağı sık sık çalınıyorsa işte o ev yaşardı. İşte bizim bağ evlerimiz de yaşayan evlerdendi. Yaz başında kocaman anahtarlı tahta kapıları açıldığında pek sevinçli olurlardı. Sabahat Varol İNSEL
Eskimeyen bir bağ evimiz,herkese selam veriyor..
Bir zamanlar, okullar kapanıp da Haziran 15 dedi mi, evde bir telaş başlar, yükler toplanır, at arabası peylenirdi. Kararlaştırılan gün geldiğinde Niğde şehir merkezine 2.5 km uzaklıkta şehrimizin batı yamacındaki Kayardı Bağları’na göçülürdü. O zamanlar şimdilerde olduğu gibi evler eşya ile doldurularak israf edilmez, kullanılan tüm eşyalar kap kacak, yorgan döşek, halı kilim yazlık bağ evine, Ekim ayı sonunda da yine kışın yaşanan şehir evine götürülürdü. Asıl yerleşim iki dağın arasında uzunluğu yaklaşık 5-6 km. ye yakın yemyeşil bir vadinin ortasında, yaz kış durmadan dinlenmeden akan bir derenin iki yanına dizilmiş evler ve bu evlerin sırtlarını yasladıkları bağlar. O bağlar ki, 114 çeşit meyvenin yetiştiği sınırsız bir bereket sofrası. Bağ evlerine gitmek için ana yoldan dar sokaklarla aşağı inilir, belirli aralıklarla yapılmış, tek oda şeklinde mescidler ve her mescidin yanında herkesin ortak malı olan “soku” denilen büyük taş dibekler göze çarpardı. Mahalle halkı bulgur, aşlık, dut döğmesini bu soku içinde döğerdi. Ah, o zamanlar tüm mekânlarda olduğu gibi evler de sakinleriyle birlikte yaşarlar, hane halkıyla birlikte yaşlanır, eksilen aile fertleriyle de “kimsesiz” kalırlardı. Terkedilince üzülürler, gönülleri kırıldığı için sıvaları dökülürdü. Bir de odalarında hayat varsa, renk renk basma perdeli pencerelerinden güneş giriyorsa, kapısının tokmağı sık sık çalınıyorsa işte o ev yaşardı. İşte bizim bağ evlerimiz de yaşayan evlerdendi. Yaz başında kocaman anahtarlı tahta kapıları açıldığında pek sevinçli olurlardı. O kapılar ki, evinin rızkını temin etmek için sabah işe giden babaların yolcu edildiği saatlerde gıcırdayarak açılır, gelen geçenle selamlaşmak, hatta içeri buyur etmek için, gün ininceye, sular kararıncaya kadar hiç kapanmazdı. O evler ve sokaklar bekçiye ihtiyacı olmayacak kadar güvenli idi. Öyle kasıntı, modern, kendini beğenmiş değildi bu evler. Pek çoğu yığma
sayı//75// ekim 30
Evlerimizin önünden akan Uzandı deresi
Kadarak suyumuz...
taştan yapılmıştı. Her birinde taşa, toprağa, tahtaya can veren ustaların ruhlarının gezindiği kalın duvarlarıyla yazın serin, kışın sıcacık olan evlerdi. Bu “ata yadigârı” eski evlerin kararık yüzlerindeki “eski zaman görgüleri” asla silinmemiş olurdu.
bağ tarafına bakar, yan komşuların evlerine bakan duvarlara- komşuların mahremiyetine saygısızlık etmemek için- pencere açılmamasına dikkat edilirdi. Bu mahremiyet sınırlamasına rağmen, komşu bahçeler arasında sokağı dolanmadan geçişi kolaylaştırmak için, duvar aralarında “gedik” denilen komşu kapıları olurdu. Bu durum, komşular arasında sosyal dayanışma ve iletişimi destekleyen yakınlıklardı. Zaten bağları birbirinden ayıran duvarlar sadece sınırları belirlemek için yapılmış “şakacıktan” duvarlardı.
Yüklü bir eşeğin ancak geçebileceği genişlikte uzayıp giden sokaklar olurdu. Bu sokakların etrafına dizilen evlerin örtük perdelerinin arkasında kim bilir kaç hikaye saklanıyordu. Hem de “kol kırılır, yen içinde kalır” diyerek. Bazen bu uzayıp giden, daracık garip sokaklarda sahiplerinin gelmediği boynu bükük evlerin camları kırılmış pencerelerinden dalları dışarı sarkan, terk edilmişliğe ve zamana direnen kayısı ya da ceviz ağacının meyveye durduğunu görürdük. Bazen de ev ya da bahçe duvarını tutan taş yarılır, arasından minicik bir çiçek “dünya” diye seslenirdi. Evlerin giriş kapıları iki kanatlı olur, arkasında çoğu zaman ucu çengel biçiminde uzun demir bir çubuk karşı duvardaki demir halkaya geçirilerek, bazen de kalın ağaçtan yapılmış “dayak” denilen bir sürgü ile evin güvenliği sağlanırdı. Kalın ağaç sürgüye “semerkandil” denir, demir çengel veya semerkandil ile yapılan korunma işi de “kapıyı bastırmak” diye tabir edilirdi. Sokak kapısından girişte “hayat” dediğimiz bir avlu sizi karşılar, ailenin hayatı orada başlardı. Hayadın bir ucu bağ veya bağçe ile bağlantılı olurdu. Evlerin yönü genelde
Bağa veya bahçeye bakan yönde, duvar dibinde hem serinlik, hem gölgelik için büyütülmüş bir asma sırıklara sardırılarak doğal bir çardak yapılırdı. Bu gölgeliğin altına, duvarın köşelendiği yere - L- şeklinde tahta sedirler yerleştirilir, üstüne de basma örtüler serilerek, iki sedirin birleştiği yere köşe minderi ve her iki yanına da daha ufak minderler sıralanırdı. Sedirde oturanların yaslanması için içlerine sıkıca saman doldurularak dikdörtgen prizma şeklinde dikilmiş, sıra sıra berdi yastıklar (sırt yastıkları ) dizilirdi. Bu yastıkların ön yüzü çoğunlukla el dokuması halı olurdu. Hane sahibi, mevsim çiçeklerini bahçenin veya bağın, uygun olan her köşesinde, kendi zevkine göre yetiştirirdi. Teneke saksılardaki çiçekler de pencere önlerini süslerdi. Akşam olunca “gelinlik kız misali” boyunlarını yere doğru büken kırmızı, pembe, beyaz, sarı ve türlü renkteki çiçeklerin çok anlamlı isimleri vardı. Ateş Çiçeği, Gece Sefası, Kadife Çiçeği (cıngıl kadife) , Hüsn-ü Yusuf, Yıldız Çiçeği, Hanım 31
Kimsesiz bağ evini içerden ağaçlar işgal etmiş.
Ekti - Bey Baktı, Horoz İbiği, Hanım Şükriye, Cam Güzeli, Akşam Sefası, Civan Perçemi, Unutma Beni, Kalp Kalbe Karşı, Sardunya, Küpe Çiçeği, Nergis, Gül çeşitleri, Yâsemin gibi isimleri olan çiçeklerdi. Komşular beğendikleri çiçek tohumlarını birbirlerine vererek çoğaltırlardı. Bağ evlerinin bazılarının mutfak kısmında, bazılarının da bahçe çıkışlarında su kuyuları olurdu. Bu kuyulardan kulplarına uzun ip bağlanmış kovalarla su çekilirdi. Kuyuların ağzı geniş olur ve kuyunun çapı genişliğinde tek parça granit taştan elle şekillendirilmiş yuvarlak kuyu ağzı taşları olurdu. Zamanla bu kuyuların yerini önce emme- basma tulumbalar, sonra da şehir şebeke suları aldı, kuyular da pınarlar da hayatımızdan sessizce çıkıp gittiler. Hayatların uygun yerlerine çamaşır ipleri gerilir, elde yıkanan çamaşırlar düzgün bir şekilde açık havada, güneşte kurutulurdu. Evler çoğunlukla iki katlı olup, giriş katında oturma odası ve yemeğin pişirildiği büyükçe ocaklı bir mutfak, bununla bağlantılı ekmek evi olur, üst katta da merdivenle çıkılan üç tarafı kapalı, önü açık ve kapısı olmayan “muhaccer” denilen bir mabeyin ve yatak odaları bulunurdu. (Muhaccer : "Taşlık" denen girişten merdivenle yukarı kata çıkıldığında, üç tarafı kapalı, ön kısmı açık merdivene bakan tırabzanlı, yatak odalarına geçilen mabeyin ) Yatak odalarının hemen hepsinde, dolap görünümünde ahşap kapıları olan ve gusülhane veya hamamevi denilen küçük banyolar mevcuttu. Ayrıca her odada yüklük dediğimiz içine yatak yorgan ve yastıkların sayı//75// ekim 32
yerleştirildiği dolaplar vardı. Yorgan ve döşekler akşam olunca yüklüklerden indirilir, yere serilir, sabahleyin de düzgünce katlanarak bu yüklüklere yerleştirilirdi. Ayrıca odaların veya mutfakların duvarlarında, taka dediğimiz “niş” ler vardı. Takalar kalın yapılmış duvarlarda eşya koymaya yarayan kemerli oyuklar olarak bir çeşit kapaksız dolaplardı. Odalardaki takalara, yerine göre Mushaf-ı Şerif, bohça, gaz lâmbası konurdu. Bağ evlerinin yemek odalarının bir bölümü, kemerli bir mimari tarzı uygulanarak, mutfak bağlantılı yapılırdı. Yani günümüzde “Amerikan mutfak” diye adlandırılan tarz, 80- 100 sene öncesinde küçük bir taşra kentinde mevcuttu. Bu şekilde yapılan mutfak bölümü garsıngol diye adlandırılırdı. Zemin, toprakla veya betonla düzeltilir, duvarın içine yerleştirilmiş şömine ocakta, odun ateşinde yemekler pişirilirdi. Mutfaklardaki takalara da tuz- biber çanakları yerleştirilirdi. Karşı duvarda önüne çıta çakılmış kap- kacakların dizildiği tahta raflar asılırdı. Ocağın dumanının çıktığı bacanın adı buhayrı (buhar yeri) idi. Mutfakta kullanılan suyun gider borusuna da câ deliği denilirdi. Tel dolaplar mutfaklarımızın vazgeçilmeziydi. Evlerin bu bölümlerinden başka, evin ürün ihtiyacını gideren hayvanların barındığı ahır, samanlık ve kümes de bulunurdu. Henüz elektrik bağlantısının olmadığı, gaz lambasıyla aydınlatma zamanlarıydı. Herkes evine çekilip kapılar kapandığında sokaklar ıssızlaşır, hem de gariplenirdi. Karanlık yürekleri hoplatırdı. Anamızın yere serdiği döşeklerimize sokulduğumuzda evin önünde
Niğde Bağ evlerinden ayakta kalan..
yaz – kış durmadan akan Uzandı Deresi’nin hoş melodisi hüzzamdan arta kalan nağmeler gibi gelirdi kulaklarımıza. O dere ki, hülyalı akışıyla geceden sabaha kadar temiz bir Türkçe ile masallar, efsaneler, hikayeler anlatır durur, türküler dillendirirdi. Yıllardır büyük bir sadakatle, Anadolu kadınlarının tabiatıyle akar, durur. Bazen güçlü ve sevdalı, bazen bastırılmış öfkeli, kimi zaman yorgun, mahzun, çoğunlukla da “anne sözü dinler gibi” itaatkâr olarak yolunu hiç değiştirmeden akmaya devam ederdi. Geceleri dünyayı kucaklayan lacivert gökyüzünde sayısız yıldız ışıldayarak göz kırpar, bazen de acelesi armışçasına kayıp giderdi. Gündüzleri mahallemizin tüm çocukları bir araya gelir türlü oyunlar oynardık. Kimi zaman çatal dutun gövdesine sarılıp saklambaç, kimi zaman yediverenin dibinde yamalı minderlerin üstünde evcilik oynar, çamurdan evler yapar, yemyeşil çayırlarda neşeyle yuvarlanırdık. Bazen de derenin içine koyduğumuz küçük bir leğenin içinde, komşu evin kapısına kadar sevinçle yol alır, kendimizi koca bir denizin içinde yüzen sandalda hayallerdik. Bizim çocukluğumuzda sokaklar oyunsuz, oyunlar çocuksuz değildi. Bağları bahçeleri sulamak için belirli aralıklarla barajdan gelen Kadarak Suyu, küçük bir şelale gibi yüksek kayaların arasından çağıldayarak coşkun akarken, segâh perdesinde karar eden mâhur bir beste gibi gönlümüzü alıp götürürdü. Toprağa hayat, insanlara umut, çocuklara neş’e vererek… Gün ışırken odaları, hayatları taşlıkları dolduran anamızın sesiyle uyandığımızda, çay hazır, yumuşacık yufka ekmeğe dürüm
Bereketli Bağ bahçelerimizde, doğa her mevsim meyve sunar bizlere
yapılmış küp peynirini yerken, sabah rüzgarı ile beyazımsı kavak yapraklarının salınışını da seyrederdik. Taş duvarların deliklerine aceleyle kaçışan minik kertenkele yavrularına oyuncak gibi bakardık. Bazen de mor kubbeyi andıran dumanlı gökyüzünün altındaki kayalıklardan gamlı guguk sesleri yankılanırdı. Sabahlar sehere çağırırken evlerin odalarında ihtiyar nenelerimiz, koyun postundan yapılmış seccadelerinde namaza durmuş, dualarıyla bereket yağdırırlardı. O güzelim zamanlarda "Anadolu irfanı"nı içine sindiren analarımız kışlık erzakını, yufka ekmek, erişte, bulgur, tarhana, türlü reçeller ve pekmezini de kendi elleriyle hazırlar, hoşaflık meyvelerini kuruturdu. Böylece hanelerimizin bereketi de artar dururdu. "Şimdilerde" diyecek olursak; biraz hüzün, biraz gülümseme ile anlattıklarımız - ne yazık ki - hatıralarda kaldı. Bağlarımız el değiştirse de, bağ evlerimiz tabiat güzelliğinin önüne geçecek kadar güzelleşse de, ne o eski komşuluklar kaldı, ne de o fedakâr, cefakâr analarımız. Her birine rahmet dualarımızla... 33
BİR İŞ ADAMI “ŞEHİRLİ VE KÜLTÜRLÜ VAKIF İNSAN” OLABİLİR Mİ? Üstad “Lütfen.. ben Müslümanların ne kadar ciddi olduğunu öğrenmek için böyle bir teklif verdim.” dedi. Sezai Karakoç gazetede Sütun yazılarına böylece başlamış oldu. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
Bazen içinden gelmez, mahalle baskısı dolayısıyla eli cebine en azı olmak üzere gidebilir. Hele yanına yaklaştığınızda o patron size sürekli borçlarından , hayat pahalılığından bahsediyorsa sizin bir yardım talebi için geldiğinizi fark ettiği içindir. O’na hiç konuyu bile açmayacaksınız. Ama istisna olmak üzere çok güzel örnekler de yok değil. Benim gençliğimde ve üniversite talebeliğim sırasında bu misalleri hala unutmamışımdır. BİR ANIT MÜTEŞEBBİS İNSAN
İstanbul Fatih’te oturuyordum. Yıl 1967. Yeni bir gazete çıkarmıştık. Adı İttihat’ı. Memleketin, milletin, ülkemizin özgürlüğü, bütünlüğü ve kalkınması önceliğimizdi. Yavuz Sultan Selim’in “Milletimde ihtilaf u tefrika endişesi/ Kuşe-i kabrimde bi karar eyler beni/ Müttehitken savlet-i a’dayı def’e çaremiz/ İttihat etmezse millet dağıdar eyler beni” duyarlılığından yola çıkmıştık. Karagümrük’te Marangoz Şevket 20 adet gazete aldı. Satabildiğini dükkanında satar, satamadığının da parasını cebinden ödeyerek borcunu ödedi! Sırf gazete yayınını sürdürsün diye. Patronlar ise ilan vermeye çekiniyordu! İttihat o günlerde bugün örneği görülmeyecek şekilde 50 bin satıyordu. Bazı sayılarımız iki baskı yapmıştı. Şoför Hamdi adreslere göndermek üzere götürdüğü gazeteler için sadece benzin parası alıyordu. Dr. Rahmi Eray Ağabey ise yemeğine “bir konuk gelsin” diye bekler, yemezdi. Güzel örnekler o kadar çok ki, bunları hatırlatayım da cimri, kendini beğenmiş, yüzü maskeli, içi dışı bir olmayan, sürekli biriktirmek mesleğini edinenler bir düşünsün istedim.
yle kişiler vardır ki, herkesin hayatında önemli bir etkisi ve yeri vardır. Bu sanatçı olabilir, kültür adamı, yazar, akademisyen, küçük esnaf, maruf biri veya kanaat önderi yahut her hangi birisi olabilir. Ama kesinlikle “bir müteşebbis, bir iş adamı olur” diyemiyorum. Çünkü günümüzde iş adamlarının önemli bir bölümü istenince veya hatırlatınca, çok düşünerek, kılı kırk yararak size bir katkı verebilir.
sayı//75// ekim 34
Güzel örneklerden biri de İşadamı Sabri Özpala idi. İstanbul’da 86 yaşında 04 Eylül 2020 Cuma günü vefat etti. Medya ya göremedi ya da gerektiği kadar bahsetmedi bu gelişmeden Mekanı cennet olsun. Zengin ve varlıklı bir işadamı idi ama aynı zamanda fikren donanımlı, inanç sahibi, birikimli, fedakar, çoğu kişide olmayan aşırı mütevazi şehirli bir aydındı. Bir şehrin yapılanmasını ve toplumunu sürekli konu ederdi. Fatih’te oturuyor, yazları da İstanbul’un gökdelenlerle dolmadığı bir zaman dilimindeki Bahçelievlerdeki mütevazi evinde ikamet ediyordu. Son yıllarda karısı ağır hastaydı. Bir hekim gibi hakka yürüyene kadar senelerce şefkatle ve sevgiyle eşine baktı. Sabri Özpala vefat eden kadar ilme ve ilim yapanlara hizmet etti.
ÖNCELİK İLİM VE BİLİM ADAMININDI
Kendisini gazeteciliğe başladığım günden itibaren tanırdım. İstanbul Kapalı Çarşı’da Hayırlı Kuyumcu idi. Ankara’da şubeleri vardı. Milli Görüş hareketinin başladığı günlerdi. Milli Gazete’nin kuruluşunda görev aldı, fiili sahibi gibiydi. Çünkü eli cebine giden, hep veren bir milli bir insandı. Gazetenin bütün masraflarını kimseye belli etmeden karşılıyordu. Adalet Partisi adaylıklarını kabul etmeyince başta İstanbul olmak üzere “bağımsızlar harekatı” başlamıştı. Ancak sadece Konya’dan Necmettin Erbakan parlamentoya girebilmişti. Bu girişimin de öncülerinden oldu. Her yerde başarılı olunmamıştı ama bir tecrübe kazanılmıştı. Milli Nizam Partisi kuruldu. Ben de basın danışmanı idim. Yine bir lokomotif gibi en öndeydi; kaynak ve imkan aktarıyordu. Milli Nizam’ın kapatması için açılan her davada da öyleydi. Maddi ve manevi katkısını artırarak sürdürdü. “ Milli Selamet Hareketi “geldi peşinden. İstanbul Cağaloğlu Nuruosmaniye Caddesi üzerindeki il merkezinin Milli Gazete’deki gibi sessiz sedasız bütün masraflarını karşılıyor ve heyecanını, aşkını, şevkini içinde saklıyordu hizmetleri için. Milletvekili adaylığına gelince bazıları gibi olmadı, genel merkezin gösterdiği sırasına rıza oldu. “Benim emeğim daha fazla” demedi. Oyun içinde oyuna tenezzül etmedi. Bu yanlış tasarruf sonradan fark edilmiş, iş işten geçmişti. Kadere teslim olduğundan lidere biat değil de davasına ve inancına olan sadakatı kendini belli etmişti. İlime, ilim adamına ve yeni nesil araştırmacılarına kucak açtı, politikaya gerektiği kadar mesafe koydu. Dünyanın yeniden nasıl döndüğünü tefekküre yöneldi, tercihini bu yolda kullandı. Öncelik ilim ve ilim adamınındı. Ufku açık, kendini yenileyen aksakal gençlerindi. GENÇLİK VE MEDYA BİZİM İSTİKBALİMİZ
Batının kurduğu tuzaklarla Türkiye’de sağ -ol kavgasının başladığı yıllardı. Kardeş kardeşi vuruyordu. Ankara “Sokaklar yürümekle aşınmaz” diye değerlendirirken, kanlı mitingler, kavgalı protestolar, sopalı yürüyüşler, yumrukların havaya kalktığı toplantılar arttıkça artıyordu. Her gün bir gencimizin vurulduğu, yaralandığı, kaçırıldığı haberlerinin geldiği günlerdi. Kavgamız adlı kitabımda bu günleri anlattım. Dehşet listelerini sergiledim kamuoyuna. Son yayınlanan iki romanım Tut Elimi Killize ve Öp Beni Asitane’de de arka planı yansıttım. Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki bir olayda hepsi öğrenci olan Bursalı Salih Doğan Pala, Giresunlu Tuncer Arabul, İstanbullu
Gündoğan Üçer, Sivaslı Hurşit Korkmaz, Kahramanmaraşlı Hacı Akıncı, Silifkeli Arif Önemli ve Malatyalı Süleyman Özerol’un tutuklanması üzerine kendi çocukları gibi bu talebelerle ilgilendi. Avukatlar tuttu ve bu üniversite talebesi gençlerin aklanmasına, sağlıklarına yeniden kavuşmasına vesile oldu. Kendisini, yani Sabri Özpala’yı gençlerimiz hala minnet ve şükranla anıyorlar. Bacanağı Hilmi Kurtulmuş ise Cağaloğlu’nda Fatih Yayınevi ve matbaasının sahibi idi. O yıllarda Tercüman’da çalışıyordum. Fatih Yayınevi bitişik komşumuzdu. Sabri Özpala her akşamüzeri buraya gelir, iş bitimi birlikte sohbet ederdik. Gündemi çok iyi takip ederdi. Kainatın teşekkülünün, yeni dünyanın ve konjnoktürün arka planını gördü ve yakaladı. Buna karşılık ne yapılması gerektiği konusunda sürekli kafa yorar, görüşlerimizi alırdı. Her hayırlı girişimin içinde vardı. ÜSTAD SEZAİ KARAKOÇ’U SABAH’A KAZANDIRIYOR
Babıali’de Sabah’ta çalıştığım yıllardı. İstanbullu muhafazakar-milliyetçi patronlar bu gazeteyi çıkarmaya karar verdiklerinde en büyük maddi desteği vermişti. Ama hiç kimse bunu bilmezdi, bilmesini istemezdi. Yazar aranıyordu. Bugün için 86 yaşına basan Üstad Sezai Karakoç’u teklif etti. Tek itiraz “Sezai Bey peki kabul eder mi?” şeklinde oldu. Cevabı ise “Siz bana bırakın, ben hallederim.” biçimindeydi. Sultanahmet’teki bekar evinde kalan Sezai Karakoç’a gitti, teklifini verdi, tek şartı vardı yeni yazarın “6 aylık maaşının yani 12 bin TL kadar telifinin peşin olarak ödenmesi” idi. Sabri Özpala Kapalıçarşı’ya giderek kendi kazasından çıkardığı banknotları, koşarak Üstad Sezai Karakoç’a götürdü. Yoksa bu parayı gazetenin ortağı diğer zenginlerden toplamaya kalksa aylar, belki de yıllar sürerdi. Sezai Karakoç’un evine gitti. Üstad “Lütfen.. ben Müslümanların ne kadar ciddi olduğunu öğrenmek için böyle bir teklif verdim.” dedi. Sezai Karakoç gazetede Sütun yazılarına böylece başlamış oldu. Sonra da bu yazıları iki cilt halinde Fatih Yayınevi kitap haline getirdi. 1971 askeri muhtırası verilmişti. Haftalık bir gazete için çalışmalara başlamıştım. Sabri Özpala lokomotifi oldu bu yeni haftalık gazetenin. Kime telefon etse “Elbette, ne kadar isterseniz ben yardımcı olayım, hisseme düşeni vereyim.” diyordu. Bu konuda Elazığlı iki işadamı kardeş Mehmet ve Ömer Fıratları 35
saygıyla hatırlarım. Ama hayata geçiremedik, bu projeden muhtıranın yan etkilerinden ve vesayet rejiminin baskısından dolayı vaz geçtik. O günlerde Üstad Sezai Karakoç hakkında Ötüken Yayınlarının neşrettiği küçük cep kitabı boyundaki iki kitabı İslam’ın Dirilişi ve İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü hakkında dava açılmış, eserler toplatılmıştı. Askerlerin verdiği muhtıra yargıyı da etkilemişti. Üstadın böyle bir davayı önemsemeyeceğini biliyordum. Gazete haberini okur okumaz Sabri Özpala’yı aradım. Gayet soğukkanlı “Atla gel hemen Ankara’ya gidiyoruz” dedi. Sabri Özpala’nın kırmızı Renault arabasına atlayarak Başkente gittik. Sezai Karakoç işsiz kalınca yeniden Maliye Bakanlığına geçmiş, Ulus’taki tarihi binada çalışıyordu. İşsiz kalan bir fikir emekçisinin durumunu ben de yaşadığım için çok iyi biliyordum. Ayrıca açılan davalarla alakalı olan TCK’nın 163 ve 6187. Maddelerinden benim de mahkemelerim vardı. Dersime iyi çalışmıştım. Üstad Karakoç’a konuyu açtık, kendisinden yetki alarak avukat tutulması hakkında hemen girişim başlattık. Sezai Karakoç Üstad mahkum oldu, ama af ile dava düştü. DÜNYAYA AÇILAN KAPI; İSAV KURULUYOR
Yüzaltmışüç adında kitabım yayınlanmıştı. Rahmetli Avukatlar Suudi Reşat Saruhan ve Kenan Sah ve Allah sağlık versin Seyfettin Demir ile birlikte Veznecilerin hemen girişindeki üç katlı binanın çatı katını kiralayarak mağdur ve mazlum insanların davasını fahri olarak savunmak üzere bir hukuk bürosu kurulmuştu. Her gün iş sonu hukuk bürosuna uğruyor, sohbet ediyordum. Halil Küçük ve Sabri Özpala’nın da katkısı vardı bu hayırlı girişimde. Bir gün beni hemen bitişiğimizde Millet Caddesi üzerindeki binanın giriş katına götürdü. İçeriye, girişteki Hacıbozanoğlu Kebapçısının kokularının geldiği daire boştu, bir masa birkaç sandalye vardı. Bir ay sonra yeniden uğradığımızda içerisinde harıl harıl bir çalışma vardı, odalara raflar gelmiş, kitaplar orada yerini almıştı. Prof. Dr. Ali Özek ile tanıştırdı beni. Burası kısa adı İSAV olan İslami İlimler Araştırmalar Vakfı genel merkezi’ydi. Kurucularından biri de Sabri Özpala idi tahmin edileceği gibi. Ama en büyük katkıyı kendisinin verdiğini ben biliyorum. İSAV o günden bugüne yüzlerce uluslararası tartışmalı toplantılar gerçekleştirdi ve yayınladı. Yeni genel merkeze taşınıldı. Fatih Kıztaşı Kamil Paşa Sokak girişinde bulunan apartmanın sayı//75// ekim 36
her katında, kütüphanesi başta olmak üzere, ilmi ve sosyal çalışmaların programı ve projesi hazırlanıyordu. Buradan üniversitelerle ortak, İslam coğrafyasının bireysel, toplumsal ve yönetimsel bütün sorunlarını ve çözüm yollarını, yaşayan misallerini ve nasıl olması icap ettiğini bol referans ve örnekleriyle yazıya döküp kitaplaştırdılar. Hele İslami Tebliğ ve Temsil ile İslam Düşüncesinde Eleştiri Kültürü ve Tahammül Ahlakı konulu milletlerarası tartışmalı ilmi toplantıya bayıldım. Bu ve benzeri, taşra ve İstanbul’daki toplantıların önemli bölümüne katılmıştım. Çok istifade ettim. Birkaç fakülte bitirmiş kadar bu yeni bilgilerle kendimi mutlu ve donanımlı hissettim. 30’ü üzerinde uluslararası sempozyum gerçekleştirdi İSAV, 100’ün üzerinde ilmi kitap yayınladı. Hala da programlarını uygulamayı sürdürüyor. HER SOKAKTAKİ HOLDİNGLERDEN ACABA KAÇ SABRİ ÖZPALA ÇIKAR?
Sabri Özpala bütün mesaisini yıllardır buraya vermeyi sürdürdü. Vakfın bir kurucusu, bir katkı vereni, bir önde gideni gibi değil de bir personeli gibiydi. Sessiz sedasız dinler, konuklarla alakadar olur, gelişmelerle ilgili soruşturmaları değerlendirir, görüşünü az da olsa yansıtırdı. Uluslararası sempozyumlarda girişteki danışma standında görev yapar, konukları karşılar, bilgilendirirdi. Sabri Özpala’yı tanımanın ve birlikte olmanın ayrıcalığını yaşadığımdan hatıralarını yazmasını veya yazdırmasını önerdim. O gün orada bulunan arkadaşlar ağız birliği etmişçesine bana destek verdiler. Rıza göstermiş, mutlu olmuştu. Sezai Karakoç Üstad ile birkaç hatırasını anlattı. Çoğunu ilk kez duymuştuk. Sevindim. Anılarını yansıtmaya sıcak baktığını fark ettim. Ancak araya bu covit 19 salgını girdi. Evinde tek başına yaşıyordu. O günden sonra bir daha görüşemedik. İSAV Müdürü Ahmet Yıldız Bey aradı ve Sabri Özpala’nın sol tarafına felç geçirdiğini, Kadıköy tarafındaki bir hastane kızının ilgilendiğini ve tedaviye başlandığını belirtti. Daha iyi bir hastane aranıyordu ki bir hafta sonra hakka yürüdü. Fatih Camii’deki cenaze namazının ardından Eyüp Sultan’daki aile mezarlığına defnedildi. Nurlar içinde uyusun, İslam Peygamberine komşu olsun. Son 20 yılda İstanbul’da neredeyse her sokakta artık birer holding var. Acaba aralarından kaç tane Sabri Özpala çıkar? Bir veya birkaç tane bile çıksa Türkiye’yi kimse tutamaz. Coğrafyamız da derin uykusundan silkinip kendine gelir.
Bugüne Gazel Âlem bir garip yolcu ve yolundan bîhaber Nereden gelir bu canlar ve nereye gider
Kiminin gönlü bulanık, gözleri buna tanık Her yanını sel almış, o damlayı dert eder Birinin elinde fener, adam ararmış gûyâ O benden de şaşkın, benden de beter Birisi de oturmuş hesap sorar zâtına Abestir yaptığı yâhû, elâlem ne der Kıran girmiş memlekete kimse ağzını örtmez Bir böyle zulmü ancak Firavn Musa’ya eder Sen kendine bakasın Kâmil, bu devrân ki değişmez Dua et de Mevlâmız vermesin başka keder. Kâmil UĞURLU
37
LANETLİ AVLU Yer yer İstanbul’un efsanevi güzelliğine harika benzetmelerle yer verilen kitaptaki şehre ait iki anlatı şöyledir: “Aysız yıldızsız bir geceydi. Ve önünde o yabancı, karanlık ufuk boyunca uçuşu bitmiş bir havai fişeğe benzeyen İstanbul akşamı doğuyordu.
Necla DURSUN
Bosna’nın bir kasabası olan Vişegrad’a taşınırlar. Yazarın çocukluğu ve ilk gençlik yılları Drina Irmağı kıyısındaki bu kasabada geçer. Hırvat kökenli olmasına karşın bir Sırp olarak yaşamayı seçen Andriç eğitiminin ilk etabını Vişegrad’da, liseyi Saraybosna’da, üniversiteyi ise Viyana ve Krakov’da tamamlar.” (Can, 2017) Andriç’in Bosna tarihinde tanık olduğu olaylar ve yaşanmışlıklarına 1924 ve 1941 yılları arasında Yugoslavya elçisi olarak görev yaptığı Roma, Madrid, Cenevre gibi yerler eklenmesiyle dünyaya ait bilgi ve görgüsünü arttırma fırsatı bulmuştur. Bu fırsatı özümseyerek kâğıt üstüne aktırdığı eserlerinden biri “Lanetli Avlu” dur. Andriç 1914’de henüz 22 yaşındayken rejimi protesto ettiği için hapse atılmış ve hayatının üç yılını hapiste geçirmiştir. Hapishane deneyimi üzerine yazdığı Lanetli Avlu ’da; bir cezaevi avlusunu merkeze alarak tarihi kitap içinde yoğurarak çeşitli insan profilleri ile bezemiştir. AVLU’DAKİ İSTANBUL
ugoslavya’nın Tolstoy’u” olarak anılan İvo Andriç Balkan coğrafyasının önde gelen isimlerinden biridir. Bu betimlemeyi ve Nobel Edebiyat Ödülünü O’na kazandıran “Drina Köprüsü” isimli eseri olmuştur. Bir gömleği iki yakasını birleştiren düğme gibi kara parçalarını birleştiren köprüler yazılı ve görsel her tür sanat dalında ikonik bir özellik taşır. Andriç’in Belgrad’da kaleme aldığı “Drina Köprüsü” nde başkarakter bir köprüdür ve akmakta olan tarih bir mücevhere benzeyen tarihi köprünü dilinden okuyucuya anlatılmaktadır. “Vişegrad kasabasında nehri geçmek için yapılan ve bir inci kolye gibi gözüken Drina Köprüsü’nün etrafında gelişen olayların anlatıldığı eserdir.” (Can, 2017) Eseri yazdığı dönemde Tito rejiminin hüküm sürdüğü Yugoslavya’da edebiyatçılara ayrıcalık tanındığı literatürde yer almış bir husustur. “Tito’nun Yugoslavya’sı Sovyetler ’den farklı olarak edebiyatçılara “göreli bir özerklik” tanımış; “sosyalist gerçekçiliğini” doğrularını yazma baskısıyla karşılaşmayan Andriç’in “Drina Köprüsü” gibi yapıtları Tito tarafından övgüyle karşılanmıştır.” (Andriç, 2019, s. 6) YAZARA DAİR KISA KISA…
Birinci ve ikinci dünya savaşı yılları Andriç Bosna’nın Tarvnik kasabasında doğmuştur. Çocukluğu ise yine Bosna’da Vişegrad kasabasında geçen yazarın hayatına dair kısa bir anlatıyı Bilal Can bir yazısında şöyle kalem almıştır; “İvo Andriç, 1892’de Travnik kasabasında dünyaya gelir. Babasının ölümü üzerine Annesi ile
sayı//75// ekim 38
Kitaba mekân olan ve uzun zaman önce inşa edilen cezaevi, kimisi iki katlı olan on beş binadan oluşmaktadır. Avlunun etrafına sırlanmış olan binaların aralarındaki mesafe yüksek duvarlarla kapatılarak binaları birbirine bağlamaktadır. On beş, yirmi veya otuzlu gruplar halinde koğuşlarda kalan mahkûmların bulunduğu tutukevinde Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar bir aradadır. Ne kadarı gerçek ne kadarı değil bilmenin imkânsız olduğu kişisel hikâyelerin anlatıldığı bu avlu İstanbul’dadır. Yer yer İstanbul’un efsanevi güzelliğine harika benzetmelerle yer verilen kitaptaki şehre ait iki anlatı şöyledir: “Aysız yıldızsız bir geceydi. Ve önünde o yabancı, karanlık ufuk boyunca uçuşu bitmiş bir havai fişeğe benzeyen İstanbul akşamı doğuyordu. Ramazan’dı, tüm camilerin minarelerinde kandiller yanıyordu, şehrin sayısız ışığının üzerinde muntazaman bir takımyıldız gibi titreşiyorlardı.” (Andriç, 2019, s. 106) “İstanbul’da gün doğumu! Anlatılmaz bir hadise. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim ve göremem de. (Tanrı gerçekten de her güzel şeyi düşmanına mı verir?) Gökyüzü pembe bir kor gibi parlar ve aşağı yeryüzüne iner; herkese yeter bu; zengine ve yoksula, Sultan’a, köleye ve mahkûma.” (Andriç, 2019, s. 102) AVLU’NUN KARAKTERLERİ
Mahkûmları birbirine bağlayan tutkalın suçluluk duygusu olduğu söylenen kitabın önsözünde “Cezaevindeki zorluklara
öyküleriyle direnen, irade gücüyle sebat eden mahkûmlar bir zaman sonra avlunun lanetini dağıtırlar” (Andriç, 2019, s. 7) denilmekteyse de kitabın sayfalarını çevirdikçe dağılan/anlatılan bir lanet görmedim. Sadece tüm mahkûmlar ölümü bekler gibiydiler ve çokça hikâye anlatmaktaydılar. Küçük bir kasabaymışçasına tasvir edilen tutukevi avlusunda serbest kalacağına inancı olup umutla bekleyen birileri yoktu. Belki kitabın adına “lanet” kelimesi bu sebeple uygun görüldü. “Avlu, çeşit çeşit insandan oluşan sakinlerini sürekli elekten geçirir, içerisi durmadan dolup boşalmasına rağmen her zaman dolu olurdu.” diyen Andriç aynı sayfada bu çeşitliliği üstün gözlem yeteneği ile sırlamıştır: “Soyguncular, yan kesiciler,, profesyonel kumarbazlar, büyük üçkağıtçılar ve şantajcılar, hayatta kalmak için sahtekârlık ve hırsızlık yapan yoksullar, içtiklerinin parasını ödemeyi unutan şen sarhoşlar yada meyhane kabadayıları ve belalı tipler, hayattan alamadıklarını uyuşturucuda arayan benzi solmuşlar, kaypak zavallılar, esrarkeşler, afyon içen yada yiyenler ve hayatlarını idame ettiren zehre ulaşmak için hiçbir engel tanımayanlar, baştan çıkmış ihtiyarlar, her türden sapkın dürtüye ve alışkanlığa sahip, bunları saklamaya yada süslemeyen aksine tüm dünyanın görmesi için ortaya koyanlar.” (Andriç, 2019, s. 16) Anlattığı hikayelerle avluda ün salmış Fra Petar isimli karakterin vefat ettiği gün odasındaki kişisel eşyalarının envanter kaydının alınmasıyla başlamaktadır. Fra Petar yazılı Türkçe’ye son derece hakim biri olarak anlatılmakta kitapta, on bir defa evlendiğini söyleyen mahkûmlardan Zaim Ağa’nın hikâyesini anlattığı 19. sayfadaki şu cümle beni şaşırttı. İvo Andriç’in kaleminden doğduğum şehrin adını okumak keyif verdi (nedense) bana: ”Adapazarı’nda zengin olup evlendim. İyi, akıllı bir karım vardı. İnsanlar bana saygı duyuyorlardı ve boyacı dükkânım şehrin en iyi dükkânaydı.” Avlu’yu kendi yöntemleriyle yöneten “Karagöz” takma adıyla kitapta sözü edilen Latif Ağa, hapishanenin müdürüdür. Karagöz, canavarca ve korkutucu derecede varlığıyla korku salsa da (yine de) mahkûmlar tarafından olabileceklerin en iyisi olarak değerlendirilirdi CEM SULTAN VE AVLU
Roma rakamlarıyla sekiz bölüme ayrılmış 108 sayfalık kitap olsa da bir okuyucu olarak bana göre kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci
bölüm; 17. yy daki gündelik olayların eşliğinde ve mahkûmların anlatılarıyla, ikinci bölüm ise; mahkûmlardan biri olan ve kendisini Cem Sultan sanan Cemil’in hikâyesiyle süslenmiş. Cem Sultan’ın hikâyesi ile kesişen sayfalarda; doğu batı, Müslüman-Hristiyan, büyük-küçük, muhalefet-iktidar gibi konular felsefi bir biçimde ele alınmış. Avlu ve Kadınlar Kitapta kadınlara ayrı bir mesai harcamış yazar. Belli ki gerçek hayatında hapishanede geçirdiği üç yıl içinde bu konuda konuşulduğuna çokça şahit olmuş. Kadınlardan bahsedilen ve deyim yerindeyse kategorize edilerek tasvir edildiği birkaç cümleye yer vermek istiyorum: “Güzel kadınlar şehri olan Smyrna* daha önce böyle bir endam, duruş ve öyle mavi gözler görmemişti.” (Andriç, 2019, s. 51) “Kafkasyalı kadınlar… Onlar kadın değildir kardeşim. Onlar bir yaz günüdür. Yaz günüdür ve toprak mı yoksa üstündeki gökyüzü mü daha güzeldir bilemezsin.” (Andriç, 2019, s. 66) “Yunan kızından bahsediyordu… Hiç bu kadar iri, bu kadar sıkı bir kadın görmemiştim. Adeta bir kalyon.” (Andriç, 2019, s. 96) “Gürcü kadınlarının muhteşem gözleriyle meşhur olduklarını herkes bilir.” (Andriç, 2019, s. 97) Kadınlara ait bu ve benzeri anlatımların olduğu kitabın konu aldığı tarihlerde, hapishane içindeki konuşulan konuların öncelikli olanlarının bu gün de aynı olduğu aşikârdır. Sonuç: “Yakınlık kurduğumuz kişilerle ilk temasımıza ilişkin ayrıntıları genellikle unuturuz.” (Andriç, 2019, s. 40) “”Ben!” tesirli bir kelimedir, bunu söylediğimiz kişilerin gözündeki konumumuzu kaçınılmaz ve keskin bir biçimde belirler.” (Andriç, 2019, s. 82) “Her zaman çok konuşan kişileri çok yargılama eğilimi gösteririz, özellikle de onların üzerinde doğrudan bir etkisi olmayan bir şeyden söz ediyorlarsa.” (Andriç, 2019, s. 48) Kitapta öykülere sarılmış insanların mahkûmiyetle baş etme tekniğinin “yarı hayal yarı gerçek olan hikâyelerini uzun uzun anlatmaları” dır denilebilir. Ve avlu kendisi için vardı, yüzlerce değişiklik yaşansa da hep aynı kalıyordu.” (Andriç, 2019, s. 95) * Smyrna: İzmir Kaynakça
• Andriç, İ. (2019). Lanetli Avlu (1.baskı b.). (M. Günay, Çev.) İstanbul, Şişli: İletişim Yayınları. • Can, B. (35.sayı). Vişegrad'ın Gerdanlığı: Drina Köprüsü. Şehir ve Kültür, 90-93. 39
BİR DAMLA SU
KERBELA
Dünya kurulduğundan bu yana fitne dünyadan hiç eksik olmamıştır. Hz. Adem’den bu yana şeytanın insanlara saldığı hileler hiç eksik olmamış, kalplerdeki kara bir leke olarak durmuştur fitne ateşi. Mustafa UÇURUM
ir örtü, dünyanın en güzel örtüsü. Efendiler Efendisi’nin örtüsü. Örtünün sahibi kadar örtünün altındakiler de dünyanın gözbebeği. Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin. Peygamberdeki çocuk sevgisinin zirvesindeki iki isim Hasan ve Hüseyin. Adlarını dedelerinin verdiği, bir gölge gibi dedelerinin izinde büyüyen iki torun. Peygamber terbiyesi ile büyüyen iki dünya güzeli. Gölgesine basılmaya kıyılamayan Efendimizin en güzide iki emanetidir Hasan ve Hüseyin. Bu alemden ebedi aleme göçtüğünde Efendimiz, anne ve babasının aynı titizlikle büyüttüğü iki evlat, babaları gibi cesaret timsali, gözünü budaktan sakınmayan bir yüreğe sahip olan iki kardeş. Dünya kurulduğundan bu yana fitne dünyadan hiç eksik olmamıştır. Hz. Adem’den bu yana şeytanın insanlara saldığı hileler hiç eksik olmamış, kalplerdeki kara bir leke olarak durmuştur fitne ateşi. Kalptir bu, her taarruza açık. Bir anlık gaflet anında ne yana kayacağı belli olmaz kalbin.
sayı//75// ekim 40
Hırslar insanı esir alan bir cendere. Makamlar gelip geçici olsa da bir fani için bazen her şeyin önüne geçebilen ruha hoş gelen anlık bahar esintisi gibi. Kendini bunlardan sakınanlar ve asıl olana inanarak yaşayanlar ne büyük bahtiyarlık kazanırlar iki cihanda da. Peygamber Efendimiz’den sonra Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerini yaşayan coğrafya, yakılan fitne ateşlerini büyümeden savuşturmuştu. Çünkü dünya hep iyiler ve kötüler üzerine kurulu bir çark etrafında dönüp duruyor var olduğundan beri. Habil varsa Kabil de olacak. Her dönemde köşe başında bekleyenler var. Bazen sesleri gür çıkmasa da bir yerlerde bekler durur dünyanın dengesini bozmak isteyenler. Hz. Osman döneminde başlıyor kırılma noktaları. Küçük çatlaklardan sızıyor fitne ateşi. Hz. Ali’nin çevresinde rahatsızlıklar olsa da Peygamber terbiyesi ile yetişen Hz. Ali, cenk meydanlarında gösterdiği yürekliliği yine yapıyor ve büyümesine izin vermiyor fitnenin. Ve peygamberin yeğeni, damadı, peygamberi ve dini için gözünü kırpmadan ölüme meydan okuyan Hz. Ali halife olur. Yine bitmez fitne. Ateş yakılmıştır bir kez. Peygamberin yanında olanlar, onunla birlikte mücadele edenler bu kez tam tersine döndürürler çarkı. Dünya sahte peygamberlerle de tanışır, makam için gözünü kan bürüyenler peyda olur. Sınır tanımazlar hırsına yenilenler. Hz. Ali’yi şehit ederler gözünü kan bürüyenler. Peygamber Efendimizin, Hz. Ali’nin ve Hz. Fatıma’nın iki gözbebeğine düşer görev. Hz. Ali’nin şehit edilmesi daha sonra olacak felaketlerin de bir habercisidir. Hz. Hasan’ın ömrü de mücadele ile geçer. Cenk meydanlarında, siyaset meydanlarında durup dinlenmeden süren bir mücadeledir bu. Evinin içine düşen ateş yakar kül eder onu. İtaat etmesi gerekenler baş kaldırır ve itaat beklerler Hz. Hasan’dan. Ömrü bir gül gibi solup gider onun da. Bir zehir alır götürür onu fani dünyadan. Artık bir yanda peygamber torunu, ahlak timsali, gönüller kırmak için değil gönüller yapmak için her şeyi göze alabilecek olan Hz. Hüseyin vardır; diğer yanda babasından aldığı kin, nefret, iktidar hırsı ile büyüyen Yezid. Gücü kendinde sanan, itaati kendine bekleyen, bunun için gözünü kırpmadan peygamberin emanetlerine saldırmakta bir an için tereddüt etmeyenYezid. Bir coğrafya ki sadece çöl sıcağıyla yanıp tutuşmuyor. Fitne ateşi her yeri sarmış. Yalanlarla, gücü kendinde toplamak isteyenlerin hileleriyle kurulmak istenen bir düzen var çölün ortasında.
Bunun karşısında Hz. Hüseyin. Gönlü güzel, yüzü güzel, huyu güzel Hz. Hüseyin. Artık kan dursun diyen, dünya nizama kavuşsun diyen ve herkesi kendi gibi bilen kalbi güzel Hz. Hüseyin. Yezid ve adamları gittikleri her yere zulüm götürerek, başkaldırmayı bir büyüklük sanarak gücü ellerinde tutmaya çalışırlar. Kuran’ın ve peygamberin yolundan uzaklaşarak hırslarının kurbanı olan bir topluluk vardır artık dünyanın ortasında. Umut yine peygamber neslinde. O kurtarırsa kurtarır zulüm altında inleyenleri. Çünkü Hz. Hüseyin; peygamber ahlakını, adaletini bilen göz nurudur. Kûfe halkı sayısız mektup gönderir, haberci gönderir Hz. Hüseyin’e. “Yezid’in zulmünden bizi kurtar.” derler. “Kuran, din, sünnet elden gidiyor, yetiş ya Hüseyin!” nidaları yankılanır çölün ortasında. Gönlü güzel, kalbi temiz Hz. Hüseyin bu feryatlara kayıtsız kalabilir mi? Elbette kalamaz. Mesele din meselesi, Kuran meselesi. Kulak verir gelen haberlere. Her mektup ile biraz daha incinir yüreği. Çöl sıcağında içinden alev alev acılar yükselir. “Oraya gitmeli ve onları kurtarmalı.” der yanındakilere. “Din elden giderse, Kuran incitilirse ümmetin hali ne olur?” Kuran’ın gölgesinde büyüyen böyle düşünür. Peygamberin yanı başında terbiye alan ancak bu dert ile dertlenir. “Gitmek gerek.” der sürekli. “Kûfe halkı bizi bekler.” Çevresindeki herkes bu yolculuğa karşıdır. Onlar da ister elbet yollara düşüp oradaki kardeşlerine yardımcı olmayı ama meselenin özü şudur; Kûfe halkı birçok kez aldatmıştır ehl-i beyti. “Babana da abine de ihanet etti Kûfeliler. Onları aldattılar. Yarı yolda bıraktılar. Canlarına kast ettiler. Gel bu seferden vaz geç.” derler. “Bu kez mesele başka. Bu kadar mektup geldi, haber geldi. Hepsi de yalan olamaz. “ der Hz. Hüseyin. Onu yolundan alıkoymak isteyenlerin hepsine “Allah’ın dediği olur.” der ve düşer yola. Çünkü mektuplarda; “Bizim imam ve önderimiz yok. Bizim yanımıza gel. Şayet Allah bizleri senin elinle hak üzere bir araya getirir.” der Kûfeliler. Bu çağrıya sessiz kalamaz Hz. Hüseyin. Yola düşer. Hem de ehl-i beyitin kadınıyla, çocuğuyla. “Bana mektup yazan, benden yardım isteyen beni yalnız bırakmaz.” der. Yolda karşılaştıkları şair Ferezdak da Hz. Hüseyin’e gördüğü manzarayı anlatır: “Halkın kalbi seninle, kılıçları ise Beni Ümeyye (Emeviler) iledir; kaza ise gökten iner ve Allah dilediğini işler.” der. Buna rağmen yolundan dönmez Hz. Hüseyin. “Ne güzel söyledin. Elbette Allah’ın dediği olur.” der
ve çölün kavurucu sıcağı altında yol almaya devam eder Kâinatın Efendisi’nin emanetleri. Kerbela’ya gelince durdurulur kervan. Artık buradan öteye geçilemez derler. Gidilecekse Yezid’e biat etmeleri gerektiğini söylerler. Kabul etmez Hz. Hüseyin. “Kûfe halkı benden yardım istedi. Bakın bunlar da mektupları.” deyip heybeler dolusu mektubu gösterir. Kervanı durduran askerler içinde mektup yazanlar da vardır ama hiçbiri kabul etmez yazdığı mektubu. Bir yanda Fırat. Uzak olsa da Fırat’ın varlığı bile serinlik demektir çölün yolcularına. Bir yanda çöl. Yakıp kavuran sıcak. Susuzluk ile yola getirilmeye çalışılır bu kutlu yolcular. Hiçbiri de pes etmez. Kûfe halkının ikiyüzlülüğü bir kez daha tekerrür etmeye başlamıştır. Yalnız olduklarını anlar Hz. Hüseyin. Para için makam için verdikleri sözden dönmüştür Kûfeliler. Susuzluktan nefesi kesilen çocuklar, susuzluktan dermansız kalan kadınlar. Yazdıkları mektupları, istedikleri yardımı inkâr eden Kûfeliler. Hz. Ali’nin, Hz. Hasan’ın yaşadıklarıyla bu kez Hz. Hüseyin yüz yüze gelir. Bir avuç ehl-i beyt. Çoğu kadın ve çocuk. Yetmiş iki cennet kokulu; Kerbela’nın ortasında susuzlukla yola getirilmeye çalışılır. İçindeki kin, nefret, hırs artık durduramaz bazılarını. Savunmasız bir avuç insana oklarla, kılıçlarla saldırmaya başlarlar. Ne dünya ne Kerbela bugüne kadar böyle bir ihanete tanık olmamıştır. Çocukları, kadınları gözlerini kırpmadan şehit ederler. Peygamberin torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın nur yüzlü evlatları, cennet ehlinin gençlerinden Hz. Hüseyin’i de yüreklerin dayanamayacağı işkenceler yaparak acımasızca şehit ederler. Akıllar baştan gitmiştir bir kere. Hz. Hüseyin’in kız kardeşi Zeyneb’in feryatları ile inler Kerbela. O ağlayıp inledikçe çöl daha bir ısınır, o ağladıkça dağ, taş ağlar. Onun sesiyle kuşlar yolunu değiştirir, Fırat daha bir hazin akar. Tarihler Muharrem 10 Cuma’yı gösterirken üç, dört saatlik bir mücadelenin sonunda Nerdeyse ehl-i beytin hepsi şehit edilir. Kûfe halkı Hz. Hüseyin’in kesilmiş mübarek başını görünce ah u figan eder; “Biz işin buralara varacağını bilemedik.” derler ama iş işten geçmiştir bir kere. Birilerinin hırsı yüzünden peygamber efendimizin “Ben onları çok seviyorum. Sen de sev Rabbim” diyerek dua ettiği güllerinden Hz. Hüseyin gözleri dönmüş hainlerce şehit edilmiştir bir kere. Artık Muharrem ayının 10’u acının günüdür. Yüreklerin dağlandığı bir vakittir artık bu tarih. Allah şehitlere rahmet, kalbi kararmışlara da hidayet nasip etsin. 41
asa da oturmuş seni, beni, bizi düşünüyordum. Senden, benden, damdaki kediden, ocaktaki yemekten, sokaktaki eskicinin sesinden, tavan arasındaki fare tıkırtısından, kavanoz kavanoz yaptığım senin yemeye doyamadığın çilek reçelinden, penceremin önündeki çiçekten, çiçeğime konan kelebekten, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’ndan, gülbeşekerden, İnce Memed’den, şeker portakalından…
KARA BENEKLİ LEBLEBİ,
ÇORUM HATIRALARI
Mevzumuz Çorum’dur. Ne kadar eskiye dayandığını siz anlayın diye bunlardan bahsediyorum. Öznur SONDÜL
Tam böyle hayallere dalmış, Leyla Leyla gülümsüyordum ki…Kıskanmış olsa gerek ‘hayallerine beni de kat’ der gibi yuvarlandı yuvarlandı tam masadan düşecekti ki yakaladım yaramazı. Aldım iki parmağımın arasına, tek gözümü kapadım, şöyle bir inceledim. Bana bir şey mi ima etmek istiyorsun diye uzun uzun baktım. “Ya” dedim, “Şimdi sen nohutsun, öyle mi?” cevap vermedi tabi tabii. “Nasıl oluyor da bu hale geliyorsun?” Yine cevap yok doğal olarak. Küçücük leblebi deyip geçmeyin, beni yerimden zıplattı. Masadan düşecek diye ödüm koptu. Yarım hayallerime salça, çayımın yanına çerez, sevenlerine azık... Leblebi deyip geçmeyin; emek var, alın teri var, bir şehir ile özdeşim var. Hemen hayallerimi ve seni Gülbeşeker’e emanet edip geçtim internetin başına. Bir Çorumlu olarak leblebinin evveliyatını bilmeliydim. Kınarlar adamı valla. Ama evvela kendi memleketimi tanımalıydım. İnsan kendi tarihini, soyunu, nereden geldiğini, kim olduğunu iyi bilmeli. Babaannem hep “Sakın kim olduğunu ve nereden geldiğini unutma evlat” der. Unutmamak için önce öğrenmek gerek. Hemen beynimde Hititler, Hattuşaş, Şapinuva, en sıcağından çifte kavrulmuş leblebi kelimeleri dolaşmaya başladı. Biz de bir şeyler biliyoruz canım çok şükür. Leblebisi ile tanınan memleketim kadim Hititlerin başkentliğine ev sahipliği yapmış aynı zaman da UNESCO Dünya mirasları listesine dahil edilen Hattuşaş’ı da bünyesinde taşımaktadır. Tarihi devirlere bakıldığında Alacahöyük, Hattuşaş, İskilip ( şimdi bir İskilip dolması olsa yerdik ), Kuşsaray, Pazarlı, Eskiyapar, Büyükgülücek ve Balimsultan köyü çevresinde yapılan kazılarda ve toprak üstü buluntularından anlaşılmakta imiş ki Bakır Çağı ile Tunç Çağı’na ait tarihlenen araç, gereç ve silahlar bulunmuş. Şimdi sizlere Bakır ve Tunç Çağı’nı anlatacak değilim korkmayın. Mevzumuz Çorum’dur. Ne kadar eskiye dayandığını siz anlayın diye
sayı//75// ekim 42
bunlardan bahsediyorum. Yoksa gelin de görün derim; top oynadığım sokakları, ellerimi bırakıp yokuş aşağı saldığım bisikletle nasıl takla attığımı,‘Geleceğe Nefes’ seferberliğine katılıp nasıl nefes nefese kaldığımızı, Guinness Rekorlar Kitabı’na adımızı nasıl yazdırdığımızı, çın çın diye sokaklarımızı inleten saat kulesinin sesine kulak vererek nasıl şarkılar söylediğimizi, ( Çorum’un merkezinde yer alan ve şehrin en önemli sembollerinden olan tarihi saat kulesi Sultan II.Abdulhamit’in muhafız birliği komutanı 7-8 Hasan Paşa’nın Çorumlu hemşerilerine bir hediyesidir.) düğünlerimizi, elleri kınalı gelinlerimizi, fiskos yapan birbirinden maharetli teyzelerimi, özellikle Cuma günleri dolup taşan Muradi Rabi Ulu Cami’yi, dünyanın en dar sokağı ve eskiciler arastası olarak da bilinen ‘Dikiciler Sokağı’nı, (bu sokak 37 dükkana ev sahipliği yapmış zamanında, şu an sadece altısı açık olsa da halen çekiç örs sesleri kulağımıza çalınmakta), sokaktan geçmeden anlamazsınız oranın havasını. Gelin de görün insanlarımızın leblebiyi kavurmak için canhıraş nasıl uğraştıklarını. Sokaktan geçerken kavrulan leblebinin kokusu ile insanların nasıl mest olduklarını ben size yazarak nasıl anlatayım. Keşke kokunun da fotoğrafı olsaydı. Bir leblebi nerelere getirdi bizi, o zaman ondan da bahsedelim ki hatırı kalmasın. Bizim minik leblebi meğerse ne kadar yaşlıymış. 1370-1390 yılları arasında Şeyh Murat Gazi tarafından bulunmuş. Ben size dedim ama leblebi deyip geçmeyin diye. Tarihi büyük büyük dedelerimize kadar gidiyormuş meğer. Onlar da sohbetlerine katıyormuş demek ki bizler gibi. Bizim gibi birbirlerinin içeceklerinin içine atıyorlar mıydı acaba ya da avuçlarının içlerine alıp tek mi çift mi oynuyorlar mıydı ki? Onlarında burunlarına kaçıp hapşırdılar mı ki. O tekerlemeyi bilmeyenimiz yoktur sanırım “Kalemim yok, silgim yok. Sınıfta kaldım haberim yok. Leblebi aldım burnuma kaçtı, hapşu hapşu hapşu.” Aslında biz insanlar çoğu şeyi önemsemiyoruz, zaten var işte deyip geçiyoruz. Bizim için yaratılmış nasılsa diyoruz. Ama onun hakkını vermeden, şükrünü yapmadan sömürmeye devam ediyoruz. Bakmayın öyle. Konuyu leblebiden nerelere getirdi demeyin. Sayısız nimetin şükrünü yapalım birlikte. Neyse bu iki kelamı kulağımıza küpe yapalım. Dönelim bizim kara benekli leblebiye. Leblebi nohudun işlenmesiyle elde edilen bir çeşit kuruyemiştir.
Bu kadarını biliyoruzdur zaten. (Gerçi bir arkadaşım leblebinin nohuttan yapıldığını duyduğunda çok şaşırmıştı) Nohudun günlerce uğraşı sonucu terbiyesi ile özel fırınlarda kavrulması sonucunda oluşuyormuş, bizim kara benekli. Görüyorsunuz ya o minik-ufacık nohut tanesi terbiye ile tadına doyamadığımız, kaç çeşit olduğunu sayamadığımız leblebi oluveriyormuş. Bir de biz insanoğlu kendimizi terbiye etsek varın siz düşünün dünyanın ne kadar güzel bir yer olacağını. Özel fırınlarda kavrulan nohut sonunda leblebi olur. Ama bu işler o kadar kolay değil tabi ki. Alnın terlemeden, elinin tersi ile o teri silmeden, bir oh çekip işin sonuna kavuştuğunun sevincine varmadan, o iş olmaz, tadına varılmaz. Nohut üç ayrı günde üç kez tavlama yani ısıtılma işlemine tabi tutulur. Üçüncü tavlamadan sonra bir alana serilerek on beş günlük bir dinlenmeye bırakılır. E o kadar yandı, kavruldu, dinlenmeyi hak etti ne de olsa. Biz insanoğlu da keşke nohudu pişirebildiğimiz gibi kendimizi de pişirebilsek. Nefsimizi yenerek yükselsek, pişsek, yansak, olgunlaşsak. İnsan doğduk, insan kalabilsek. Velhasıl leblebiye dönecek olursak, leblebi dinlenmeden sonra yapılacağı günün akşamı ıslatılarak kabarması sağlanıyormuş. Sonra da yapılacağı tavada ısıtılıp mafrak denilen aletle bastırılarak kabuklarından ayrılıyormuş. Bir kez daha kavrulma işlemine tabi tutulmaları sonrasında pijamalarını giyiyorlarmış. Şaka şaka yani sarı üzerine siyah benekli görünümlerini kazanıyorlarmış. İşte buna ‘çifte kavrulmuş leblebi’ denir. Raf ömrü uzun olsa da bizim kara benekli taze tüketilmeyi sever. Hem zaten bekletilmeyi kim sever ki? Leblebinin taze olduğunu ise iki parmak arasında sıkıldığında un gibi ufalanmasından anlarsınız. Ben de iki parmağımın arasına aldığım beni derin düşüncelere daldıran leblebimi sıktım ama ufalanmadı. Demek ki taze değilmiş. Hey gidi kara benekli. 43
Kurulduğu günden günümüze dek birçok uygarlığın bir başkenti, hatta Batıya karşı Doğunun bir sözcüsü, yuvarlak masası ve kürsüsü olmuştur. Dünya tarihini yeniden ele almak gerekirse, İstanbul her halde bu yazılım ve ele alışta önsözde ve ilk sayfada yer alacak ve kayalıklı deniz kıyısındaki serpilişiyle hakkı teslim edilecektir herhalde…
ŞAİRLERİN İSTANBUL
TUTKU VE SEVGİSİ
Şehirler, içinde yaşadıkları ve yaşamlarını sürdürdükleri insanlarla güzeldir. Bir okula, bir eğitim kurumuna devam etmeseniz dahi, içinde sanki gizli bir el saklıdır ve bu el ve bu sır, gizemlilikten, farkında olmasanız da size bir duygu, bir kültür, bir irfan pompalamaktadır. Dr. Şakir DİCLEHAN
Divan dediğimiz Klasik Şiir ve Edebiyat şairlerinin gönlünde İstanbul’un tek bir taşının dahi değeri vardır ve bu tek taş, Urban’a, Turan’a ve İran’a bedeldir. Dünya, başka bir dünya ve büyük de olsa, insan, başka bir insan da olsa, İstanbul geçmişiyle hem rüyaları süsleyen ve hem de gönüllerde derin sevgisi olan bir kent oluşundan zerre miktar değerini yitirtmemiştir ve geçmişte de İmparatorluklara, hem de büyük imparatorluklara başkentlik etmiş, sinesinde barındırdığı değerlerle, türedi uygarlıklarla boy ölçüşecek, Newyork, Paris, Londra, Moskova, Berlin, Pekin ve benzeri başkentler, onun bir banliyosu olmaya namzet şehirlerdir adeta… Divan Edebiyatı’nın Lale Devri şairi Nedim: “Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl ü behadır Bir Sengine yek-pare Acem mülkü fedadır”
arih boyunca birçok devlet başkanı, kral, imparator, kumandan ve idarecinin gözünde tüten İstanbul, paylaşılmayan ve uğrunda çetin savaşlar yapılan nâzenin bir sevgilidir, başkentler başkentidir şairlerin gözünde… Boğaz denilen incinin her iki yanına dizilen ve yükselen yalılar, fiziki olarak Boğaz’ı kucaklayan köşkler, yedi tepe üzerinde zaman zamanı bir gergef gibi işleyen binalar, uzaktan bakınca işvebâz ve güzel bir sevgili görünümündeki bu kent, taşıdığı anlam ve oluşturduğu güzellik, şairlerin hayalini süslemiştir hep.
sayı//75// ekim 44
Deyişindeki sevgi ve hayranlık, Klasik şiirde vücut bulmuş, ona ahenk vermiş, güzellik katmış, hayal meyal dizilen kelimeler arkasında saklanarak, insana zevk veren bir edaya bürünmüştür. Camileriyle, çeşme ve sebilleriyle, Boğazdaki yalılarıyla, ağaçlık ve ormanlık alanlarıyla, dere ve akan sularıyla, göklere bir şahadet parmağı gibi yükselen minareleriyle insana manevi bir zevk ve duygu veriyor İstanbul. “Her büyük şehir, bir insan şeklinde düşünülürse, her halde en aydınlık yüzlüsü, en sevimlisi, en beğenileni, en derin anlamlısı ve en cazibi İstanbul olurdu” diye övgülere boğulan kenti, yani İstanbul’u ne yazık ki biz İstanbul olmaktan çoktan çıkardık. İstanbul, taşıdığı mesaja ve güzelliğe rağmen, onu mesajsızlaştırdık ve çirkinleştirdik. Yani İstanbul’u İstanbulsuzlaştırdık. Şehirler, içinde yaşadıkları ve yaşamlarını sürdürdükleri insanlarla güzeldir. Bir okula, bir eğitim kurumuna devam etmeseniz dahi, içinde sanki gizli bir el saklıdır ve bu el ve bu sır, gizemlilikten, farkında olmasanız da size bir duygu, bir kültür, bir irfan pompalamaktadır. Onun yaşam biçiminden ve gizeminden farkında olmaksızın bir şeyler gelir kucağınıza
düşer, onlarla ruhunuz manevi bir huzura kavuşur. Klasik edebiyatın büyük şairi Nabi, İstanbul’un lehçesindeki kelime telaffuzuna, tatlılığına ve güzelliğine tutkundur. Bu durum, Başkent’ten uzak kaldığı zamanlarda büyük bir özleme dönüşür ve içinde biriken özlemler, bir türkü gibi dile getirilen ve terennüm edilen kelime kalıplarının içine dökülür. İstanbulluların “a canım!, a efendim” hitaplarındaki halâveti, tatlılığı, şirinliği, hoşa giden ateşin kelimelere uzaktan kulak kabarır. “Yeter şu Kahire’nin kahrı” derken biraz da İstanbul hasretinin dile getirilmesinden kaynaklanan bir duygunun dışa vurumundan başka bir şey değildir bu. “Bilen hâk-i Sitanbul’dur rüsûm-ı şîve-i nâzı” Kenârın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz. (İnsana nazı, niyazı ve işveyle kendini sevdirmeyi öğreten İstanbul toprağından başka bir toprak değildir. Taşranın dilberi güzel de olsa, nazenin olmaz) diyor şair Nabi. Profesörlerin bir kısmının, ayrı bir dünyaları ve ayrı anlayışları vardır daima. Kendi iç âlemlerinde yaşarken toplumla bağları, biraz zayıftır. Necip Fazıl Kısakürek, Erzurum’a gidip orada kısa bir müddet yaşadıktan sonra İstanbul’a döner. Yeni Türk Edebiyatı uzmanı Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar, Erzurum’a gideceği zaman, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e: “Sen Erzurum’a gidip geldin, orada yaşadın. Acaba bana biraz Erzurum hakkında bilgi verir misiniz? Der ve mesela sokaklarında Piyano sesi duyulan evleri var mıdır? Sorusunu sorar. İstanbul şehri, tarih boyunca dikkatleri çekecek tarzda büyük bilgin, şair, sanatkâr ve düşünürün yetişmesinde rol oynamış, İslam uygarlığının çiçeklenmesinde bir merkez görevini üstlenmiştir. Yorgun bir tarihi koynunda barındıran bu şehir, belki de Diriliş tohumlarının ana rahmine düşmesine ve yeni bir ilham ışığının ışımasına, serpilip boy atmasına ve ortaya çıkmasına, bunun bir hakikat sistemi olarak göğermesine tanıklık edecektir. Nasıl ki bir taşın kovuğunda binlerce yıl bekleyip çürümemiş bir tohum, uygun ortam ve şartlar bulur bulmaz yeşerir ve yeryüzüne mutluluk dalgalarını yayarsa, bu şehrin bağrında çekirdek halindeki düşünce ve ideal bir gün belki uygun ortam bulur bulmaz kendini gösteriverecektir. Osmanlılık, bir milletin tarihini ve halkların mukadderatını bir ideolojinin büyüklük ve erdeminden ayrılmaz bütün haline getirmişti. Güçlü bir hukuk
sistemi ve hoşgörü duygusu, birbirine yabancı unsurları bir arada yaşatmaya güç yetirebilmişti. Kentlerde zamanla oluşan kültür ve yaşam biçimi, kolay kolay meydana gelmiyor. Zamana karşı direnerek insanlıkla ilgili gelenek ve görenekleri sürdürmekteki kararlılığı göstermek için hayli mücadele gerekiyor, çünkü kentlerin işi ebelikle uğraşmak ve bu yönde bir metafizik atmosfer oluşturmaktır. Ya da oluşmuş ve oluşmakta olan ebelik metafiziğini yansıtmaktır. Bir ebedi metafiziği türetmek ve insana onu bir soluk alınır iklim ve mevsim yapmak. Bunun da ötesinde uygarlığın bu açıdan prizması olmak, iç göz bebeği, gönül göz bebeği olmaktır. Osmanlılar dönemi boyunca İstanbul, bir kültür ve düşünce şehri olarak geçmişin kirlerinden ve paslarından arındırılmış, ayıklanmış ve pırıl pırıl bir başkent haline gelmiştir. İstanbul, tarih boyunca her şeyden önce uygarlıklar tarihi olan bir şehir olmuştur. Politik, askeri, kültürel ve düşünceye ait hareketlerin odak noktası, diskoteğin en üst köşesinde durduğu halde, bilinmeyen, göğsünde katı bakışları yumuşatacak ve insanlığa bir müzik gibi keşfedicisini bekleyen hüzün ve sevda plağı şeklinde karşımıza çıkıvermiştir. İbn-i Haldun, Mukaddime isimli eserinde bir devletin kuruluş ve yayılışındaki sırlara değinirken şöyle bir yargıya varır: "Devlet, ancak güç ve başarı kazanmak suretiyle kurulur. Galip gelmek ise, ancak bir düşünce etrafında toplanarak onu gerçekleştirmeye azmetmek ve gönülleri birbirine kaynaştırmakla olur. Kalpleri fethetme ise ancak insanların Tanrı'nın dinini yayma ve egemen kılma hususunda birbirlerine yardımlaşmaları ile oluşturulabilir." Kültür ve bilgi dostu insanlar, kendi nöbetlerini tamamlayarak arkalarında kalıcı eserler bırakmışlardır her zaman. Arap edebiyatının en dikkat çekici ve orijinal isimlerinden biri kabul edilen Ebu'l-Ala el-Maarri, zaman zaman düşüncelerini alaycı bir üslup içinde ifade etmeyi başarmış bir şairdir. Bereketli topraklar ve milletlerin başından geçen ilginç olaylara değinirken, çok güzel ifadelere yer verir: “Bana toprağın yaşını soruyorsunuz Bana değil, onu yıldızlara sorun Bir sorun yıldızlara ki kaç millet Kaç devlet gelip geçti Üzerinden bu kara toprakların İnsanın kaderi bu, ıstırap ve gözyaşı Gözyaşı, ıstırap ve ümit…”. 45
GÖÇMENLİĞİ
BİLMEDEN… Benim de arkamda Renkli taşlar olsaydı, Çocukluğuma giden yolu Bulmam kolay olurdu. Behçet NECATİGİL Erbay KÜCET
ristof Kolomb’un, Latin Amerika yerlilerinin ‘Guanahani’ dediği ‘Bahia’ adasına ayağını basıp ‘San Salvador’ adını vermesinden 463 yıl, Amerika Birleşik Devletleri Beyaz Saray binasının temelin atılmasından 163 yıl, Amerikalı eczacı Pemberton’un ‘Coca Cola’ formülünü bulmasından 69 yıl, Ankara’nın Başkent olmasından 32 yıl, Turgut Özal’ın doğumundan 28 yıl, Atatürk’ün Mason Localarını kapatmasından 20 yıl sonra İtalyan kemancı Giovanni Battista Viotti adına düzenlenen ‘Viotti Keman Yarışması’nda keman virtüözü Suna Kan’ın birincilik aldığı 13 Ekim 1955 Perşembe günü Ankara’da dünyaya ‘hoş bulmuş’um. Selanik/Kayalar-Haydarlı bölgesinde yaşarken 30 Ocak 1923’de Yunanistan’la imzaladığımız Mübadele Anlaşması gereğince 1924 senesinde ‘takas’ anlamına gelen mübadele ile Türkiye’deki Rumların Yunanistan’a; Yunanistan’daki Türklerin de Türkiye’ye göçünde Molla İsmail, beş yaşındaki oğlu Emin Ali ile hanımı Ayşe’yi alıp apar topar ‘mübadil’ olmak için memleketlerinden çok uzaktaki Selanik’e meşakkatli bir yolculukla ulaşmışlardı. Selanik limanında demirleyen Gülcemal vapurunun güvertesinde kendilerini uğurlamak için el sallayan yoktu. Kaptanın her limandan ayrılırken çaldığı düdüğün sesi ağıtlarına karışmış, doğup büyüdükleri, ekip biçtikleri topraklara yaşlı gözlerle veda etmek zorunda kalmışlardı. Onları sevindiren ise gidecekleri yerde kardeşleri bildikleri insanlarla buluşacak olmalarıydı. Yol azıkları börek, çörek ve içeceklerini dalgaları sağa sola serpiştirerek yol alan vapurda paylaşırken babaannem Ayşe hanım yol arkadaşı kadınların yardımıyla ikinci çocuğu ‘Muhsin’i güvertede kucağına almıştı. “TATLARLIYIM, AVUKATGİLİN HASAN’IN TORUNUYUM”
Bilirsiniz ilk tanışıldığında nerelisin? Ardından kimlerdensin? suali gelir. Çocukken mahalle ve okul arkadaşlarımın bu soruya babalarının doğup büyüdüğü köy, kasaba ve şehri söylediklerinde annemin köyünü söylemişimdir. O günlerde mübadil yani muhacir olduğumuzu bilmediğimden babamın Selanik’ten göçü sonrası yerleştirildikleri Giresun-Şebinkarahisar Güvercinlik köyünü görmemiştim. Yakın akrabalarla, Ankara’ya tedavi için geldiklerinde Aktaş’taki gecekondumuzda tanışırdık. Akrabalarımızın sayı//75// ekim 46
bir kısmının Niğde’nin Uluağaç köyünde, bir kısmının Manisa’nın Akhisar kazasının Medar köyünde yaşadıklarını öğrenmem sonraki yıllarda olmuştu. İlk gençlik yıllarıma kadar atalarımın Selanik’ten göçtüğünü kimseyle paylaşamadığımdan anne tarafından dedemin lakabı ve dayılarımdan bahsederek geçiştirdiğim çok olmuştur. O yıllarda göçmen veya muhacirlere yerleşik halkın ve bazı basın organlarının Selanik’ten Türkiye’ye göç etmiş ailelere ‘Sebatayist, dönme, Yahudi’ gibi sıfatlarla hitap etmelerinden rahatsız olduğumdan okul, mahalle ve komşular arasında bu konuya girmezdim. Ailede kimse “Selanikli olduğunuzu sakın söylemeyin” diye tembih etmemiş olsa da doğru olacağını düşünerek kimliğimi saklamak için “köyümüz Tatlar, lakabımız Avukatgil” derdim. Çocukluğumuzda en çok sıkıntı çektiğimiz diğer konu soyadımla ilgili sorulara inandırıcı ve tatmin edici cevaplar verememekti. Bu konuda babamın bizlere gazetelerin bulmaca sayfalarındaki ‘cet’ ten yola çıkarak “Kücet, künyeli soy” diyerek kısa yoldan ürettiği cevapları hayatımızın her aşamasında kullanmamıza itiraz eden olmamıştır. ‘Kücet’ her ortamda dikkati çekerdi. ‘Aslanlar, doğanlar, şahinler, kartallar, çiğdemler, laleler, güller, sümbüller, efe ve yiğitlerin’ bolluğu dururken kimsede olmayan ilginç, ilginç olduğu kadar anlamını dahi bilemediğimiz soyadımızın telaffuzundan dolayı Köçek, Küçük, Köçet, Göcet vs. denilerek gülünmesi karşısında geçerli veya yeterli izahımızın bulunmadığını itiraf ediyorum. İlerleyen günlerde ülkemizde sözlük yazarlığı konusunda otorite sayılan ağabeyimizin de soyadımızın anlamına katkı ve çözüm bulamadığını görünce bırakmıştım ki, kültürel bir etkinlik için Sivas’a yaptığım seyahatte yol arkadaşım TÜRKSAV Genel Sekreteri Yavuz Gürler’in zahmet edip gönderdiği notu paylaşıyorum: “Küçet: ‘Mazlum’ demek. Kıpçak Türkçesine ait bir sözcük. Kökeni küçemek 'zorlamak, baskı yapmak' fiilinden. XV. ve XVI. yüzyıldaki Şahseven Türkmenlerinin beylerinden birinin adı da Küçet/Küçek Han'dır.” Teşekkür edilir, öyle de yaptık. Ankara Altındağ’ın karakteristik özelliklerini üzerinde taşıyan birisi olduğumuzdan olaylar karşısında çabuk alevleniriz. Haksızlığa tahammüllümüz olmaz, karşımızdaki kim olursa olsun fark etmez Altındağlı Hakan Taşıyan’ın şarkısında olduğu gibi kaybeden olacağımızı bilerek ‘itirazım var!’
deriz. Mahalle kavramını, mahalleli ruhunu iliklerimize kadar yaşarken fedakârlık, insanî değerler ve komşuluk kavramı öne çıkmıştır. Olmayana verilir, alamayana alınır, gösterişsiz ama düzgün giyinilirdi. Kavgalar, delikanlılık raconu gereği Hatip Çayı kenarında yapılırken siyaset dışı kalınmasını bugün anlamakta güçlük çekenler olabilir. Toplumsal hafızamızda, siyasette, uluslararası ilişkilerde ciddi kırılmalar meydana getiren Balkan Savaşlarının 100. yılı vesilesiyle Türkiye Yazarlar Birliği, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Dairesi Başkanlığı, Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (IUS), Yunus Emre Enstitüsü, Saraybosna Türk Kültür Merkezi ve TİKA Saraybosna Koordinatörlüğünün ortaklığıyla Saraybosna Belediyesi Büyük Salonunda 14 Aralık 2012’de yapılan sempozyumda ilim adamlarımızın sunumları sonrası vecde gelmiş olmalıyım ki; söz isteyerek, “Türkiye’de yaşayan ve kimliklerini gizlemeyenlere teşekkür ediyor, ‘Selanikli’ olduğumu söylemek istiyorum” dediğimde, salondakiler kısa konuşmama pür dikkat kesilmişlerdi. Sözlerim bittiğinde alkışlayanların çoğunun şaşkınlıkları yüzlerinden okunuyordu. O dakikaya kadar ‘Ankara’nın yöresel oyunlarını, seğmen tavrı ve davranışlarıyla çok iyi sergileyen arkadaşlarının Balkan göçmeni bir aileden geldiğini öğrendiklerinde büyük bir yükün üzerimden kalktığını hissetmiş, rahatlamıştım. O gün Bosna-Hersek’in efsane ismi Aliya Izzetbegoviç’in kabrini ziyaret ettiğimde Balkan Savaşları’nın kronolojik seyrine değil savaş sonrası toplumsal ve siyasal yapıda ortaya çıkan etkilere odaklanıp, konuşmacıları can kulağı ile dinlemiştim. Türk Parlamenterler Birliği üyeleriyle altı gün Balkan ülkeleri turumuzda rehberimizin gezi otobüsünü Kayalar-Haydarlı civarından dolaştırması ile hanımımla dedelerime Fatiha okumayı ihmal etmedik. Ankara’ya yakınlığının verdiği avantajla dikkat çekmiş Altındağ’ın Tatlar Köyü’nden Cumhuriyet Halk Fıkrası IV. Dönem Ankara Milletvekili (04.05.1931- 23.12.1934) seçilmiş Muslihittin Tunca; Anavatan Partisi kurucusu, XVII - XVIII ve XIX. Dönem Ankara milletvekili, 46. ve 47. Hükümetler Sağlık Bakanı Halil Şıvgın ve teyzezadem Zekai Tunca’nın yetiştiği köy ile irtibatımı bugüne kadar kesmeden babamın akrabalarından bulabildiklerimle yetindim. 47
DEDE YURDUNU ZİYARETİM Dedemizin gayrı meskûn evinin yerini gösterirken, ben gayrı ihtiyâri zaman ötesine giderek Eset dedemizin, çehresini, ninemi, çevresini, günlük yaşayışını, bizimle karşılaşmış olsaydı duygu ve düşüncelerini merak ediyorum. Muhsin DURAN
slında yıllardır; doksan yaşını yarılamış Ziya Amca’yı, oğullarını, dolayısıyla dedelerimizin yaşadığı köyü ziyaret ederek kökenlerimiz hakkındaki yazıya geçirmek, gelecek nesillerimize bir not bırakmak fikrinde idim. Çoktandır içimde taşıdığım bu niyetimi gerçekleştirmek için bir fırsat doğmuştu. Bu yaz yine köyümüz Dihoy’a ve eşimin köyü, Hasanşeyh Kasabası’na bir yolculuğumuz oldu. Altımızda arabamız da vardı. Bunu fırsat bilerek; eşim Şevkiye Hanım, kızım Kübra Nur’la birlikte bu düşüncemizi gerçekleştirmeye karar verdik. Karadeniz sahiline Reşadiye’nin köyleri, yaylaları üzerinden yeni, kestirme yol açılmıştı. Biz de Hasanşeyh Kasabası’ndan yola çıktık. Yüksek yaylaların kıvrılan derelerine inen, tekrar tırmanan, bazen çam ormanlarından, bazen gürgen ormanlarından geçen, bazen de, bizim yaylacıların kör duman dedikleri sisin içinde kaybolan, sonra çıkan yollarını takip ederek, Perşembe Yaylası, Aybastı, Fatsa, üzerinden Ordu’ya oradan da Giresun, sonra Espiye’ye geçtik. Bizi Amcaoğlu Ali karşıladı. Kardeşi Enver’le aynı apartmanda karşılıklı oturuyorlarmış. Ziya Amcanın oğlu Ali ve Enver’in misafirleri olduk. Sağ olsunlar bize izzet ve ikramda kusur etmediler. İkisi de aileleriyle candan, akrabamız olduklarını hissettirdiler.
Ertesi günü dönmeyi düşünüyorduk. Ali’nin: “Amca biz fındık topluyorduk, bir günlük işimiz kaldı ama sizin için gün ayırdık. Sizi yarın dedelerimizin köyüne ve yaylasına götüreceğim,” dedi. Bu ilgi üzerine; ben de zaten oraları görmek istiyordum, tamam kalalım dedik. GELEVERA DERESİ
19 Ağustos’un 2020 havalar oldukça sıcak. Tilkicek Köyü ve yaylasına gitmek üzere Ali Bey’in jipiyle Espiye’den Gelevera Deresi’nin yeşillik denizine daldık. Yukarıdaki köylerden yaylalardan bazen sızıntı olarak, bazen bir taşın altından kaynayarak çıkan soğuk suların taşları döverek aktığı dere, arabamızla birlikte kıvrım kıvrım, yolla sarmaş dolaş ilerliyor. Billur gibi gümüş dereyi bazen görerek, bezen kaybederek, uçurum diyebileceğimiz dik yamaçların diplerinden geçiyoruz. Derenin sağ ve sol yamaçları ladin, köknar, kestane, meşe ağaçlarıyla, en fazla da fındık bahçeleriyle kuşatılmış. Ali Bey bir ara Kurt Kayası mevkiinde arabayı durdurdu. Piramit görünümlü çam ormanının bir kesimi yalçın kayalık. Kayalıklara çizilmiş kurt resminin olduğunu söylüyor. Biz de başımızı kaldırarak kayaların altını üstünü getirerek bütün alanını gözümüzle tarıyor, yalçın kayaların üzerinde doğal olarak çizilmiş kurt sülietini arıyoruz. Herkes hemencecik buluyor. Ben; kulaklarını bir sese dikmiş, kuyruğunu dikleştirmiş, bir ayağını kaldırmış çizimi, biraz zor buluyorum. Biz oradayken bir araba daha durdu. Merhabalaştık. Bir genç, arkadaşıyla Fransa’dan geliyormuş. Konuşmak istediği belli “Abi böyle yerler Avrupa’da olsa dünyaya tanıtırlar, şu ihtişama bak, Alp Dağları’ndan muhteşem,” diyerek, bizim duygularımıza da tercüman oldu. O soğuk sulardan biz de tattık. Yol kenarları o kadar sarp yamaçlar ki bazen göz hizamızda üç tane çam ağacını üst üste görmek mümkün olduğu gibi bazı yerlerde de tamamen kayalıklar çam ağaçlarına saksılık yapmış. Yolda arabamızın sol arka lastiğine sivri taş batmıştı. Lastiği değiştirdik. Nihayet; yüz otuz yıldan bu yana soyundan, sülbünden yüzlerce insan yetişmiş, bir kısmı hayatta olmayan ama bir o kadarı da yurdumuzun muhtelif coğrafyalarına dağılmış olarak yaşayan koca bir kabilenin, dedelerinden birisi olan Eset Dede’nin yıllar önce yaşadığı Tilkicek Köyü’ne ulaşıyoruz. TİLKİCEK KÖYÜ
epelerin dundasında, iki derenin kesiştiği yerde bir köy. Havasından, suyundan mezra, otlak, sayı//75// ekim 48
yayla bir mekân olduğu anlaşılıyor. Büyük dedemizin köyünü antik bir çağdan kalmış bir mekân gibi dikkat ve merakla geziyoruz. Ayakta elli atmış hane ya var ya da yok. Evlerin çoğunda kışın oturan yokmuş. Yıllardır uzak kentlerden torunların yazın gelip gittiği, ormanın deriliklerinde, yazlık ve yalnız bir köy olmuş. Daha yüksekte Kazıkbeli Yaylası’nın inişe geçilen yamaçlarından sızıntılarla başlayan, çizik çizik suların aktığı Gelevera Deresi’yle, aşağıda suyu ilk birleşen derenin ağzında.. Her tarafta gür pınarlar akıyor. Büyük dere; başka derelerin sularını da alarak döne döne, taşları döve döve Espiye’den Karadeniz’e dökülüyor.. Ali Bey, enkazı hâlâ arsasının üzerinde olan bir harabeyi, taş duvarları ayakta, kapı, pencere pervazları iyice siyahlaşmış, nispeten çürümüş bir yıkıntıyı gösteriyor: “Burası .... oğulları’nın yeri; zamanının zenginiymiş. Ama biraz diktatör birisiymiş. Adamları varmış. Malı melâli çokmuş, dediği dedik adammış... Bu derenin suyunun çıktığı bizim yayladan künklerle, pöreklerle yağ akıtırmış bu eve, konağına,” diye anlatıyor. Evinin enkazı bir hüznü ve hâlâ ağanın korkusunu yansıtıyor olmalı ki bunca yıldır kimse kaldırmaya cesaret edememiş.. Küçük köy değirmeninin bendinde hâlâ bir değirmenlik su var. Sanki ustası ve müşterisi olsa hemen haldır aldır buğday öğütmeye devam edecekmiş gibi duruyor. Yenilenmiş olan köy camisini ziyaret ettik. Birçok ev yıkılmış arsaları boş. Buna dedemiz Eset Efendi’nin evi de dâhil. Köy halkı geçimini hayvancılıkla sağlarmış, önemli bir kısmı da kömürcülük yapıyormuş. Bu köyü; Osmanlı Rus Savaşı sonrası köyde geçimleri zorlaşan bir kısım komşularla birlikte dedelerimiz 1880 lerde terk etmiş. Osmanlı Devleti’nin Tokat Kalhanesi (bakır filizlerini bakır levhalara dönüştüren atölye, imalathane, o zamana göre fabrika da diyebilirsiniz.) ne kömür satarız, geçiniriz diye... Büyük dedemizin köyünü Ali Bey tanıtıyor.. “Şurası dedemizin evinin arsası, şurası kardeşinin evinin yeri, diye. Dedemizin gayrı meskûn evinin yerini gösterirken, ben gayrı ihtiyâri zaman ötesine giderek Eset dedemizin, çehresini, ninemi, çevresini, günlük yaşayışını, bizimle karşılaşmış olsaydı duygu ve düşüncelerini merak ediyorum. Meğer bir insanın yaşayabilmesinde emeği geçen, kendisinin dokunamadığı ama hayatının zincir halkasını teşkil eden ne kadar insan varmış? Bir rüya gibi gelmiş geçmiş sayısız insanlara minnet duyuyor, hemcinsimle iftihar ediyorum.
İnsan derinliği olan bir varlıkmış. Eski evler ahşap ve kerpiçten yapılmış, tamir olan, yeni yapılanlar ise betonarme. Bahar mevsiminde buraların güzelliğine doyulmazmış. Hatta dağlarında mor renkli ters lâleler de varmış. Bahar mevsiminde kırı bayırı bin-bir çiçekle donanırmış. Arı kovanları da onu gösteriyor. Bulgur dövmek için taştan oyulmuş dibek, sokutaşı yıllar önce işini bitirmiş bir ağaç dibine yaslanmış. Gözümüze yansıyan gümüş dereyi görünce dere boyuna yöneliyoruz. Dere boyuna bahçe yapmışlar, yaz sebzeleri ekili. Fasulyeler çangalları doldurmuş. İşte orada yerini sevmiş, iyice yayılmış bir çördük ağacı. Bizim köyün tabiriyle “yıkılıyor.” Baharla birlikte üzerinde açan bütün çiçeklerinin tamamı meyve tutmuş dallarında. KAZIKBELİ VE TİLKİCEK YAYLASI
Yaylaya gitmek üzere köyün içerisinden geçen yola devam ediyoruz. Arabamız daha yükseklere doğru yol alıyor. Ali Bey: “Önce Kazıkbeli Yaylasına gidelim, bugün pazarı,” diyor. Espiye’den 118 km. Rakımı 2500 m. Kazıkbeli Yaylası; bölgede konaklayacakları da düşünmüşler. Gezginlere yönelik sosyal alanları olan bir yayla. Hafta da bir çevre köy, kasaba ve yaylaların alış veriş yaptıkları pazar kuruluyormuş. Marketi, kasabı, lokantası, oteli var. Bu rakımda iki minareli bir de camisi var. Buralarda da yol boyunca önünde küçük mermer yalağı olan birçok “Kır Pınarı” görüyoruz. Karşı çimenlik yamaçlarda çizik çizik dereciklerin Ağustos güneşinde ışıldayarak büyük dereye süzüldüklerini, çevresinde koyun sürülerini seyrederek biraz aşağı iniyor, daha sonra da başka bir istikamete yukarı davranıyoruz. Ali Bey konteynırdan gayet lüks bir ev yaptırmış getirmiş yaylaya kondurmuş. Etrafını yeşillendirmiş. Yol üzerindeki evlerin önlerinden tepelere gerilmiş çelik halatları soruyorum. Tepelerdeki fındık bahçelerinde toplanan fındıkların, çelik halat üzerindeki bir düzenekle evlere nakledildiğini öğreniyorum. Bir nevi yöresel teleferik. Ali Bey’in ifadesiyle: Bu ayda bu bölgenin havası değişik olur. ‘Ağustos ayı Giresun ve civarında ölü adamı dirilten aydır,’diyor. Açıklamasını da yapıyor; bu ayda hastaya bile iş gördürürler. Bir yabancı olarak bu ayda buralara uğramayacaksın, diye de mesajını (!) vermiş oluyor. Ama biz bilmiyorduk bu ayda bu kadar meşgul olduklarını. Ve de buraların efsâne güzelliğini... DİPNOT 1-Çangal: Fasulye sırığı. 49
EYLÜL BİR ŞİİRDİR VE HER DİZESİNDE
RÜZGÂR VARDIR
Yeter ki yüreğimizin sesini dinleyelim. Şenay ŞEKER
ylardan eylül ve ben ömrümün sonbaharındayım. Sonbahar rüzgârları serin serin esiyor ve bizi bambaşka âlemlere götürüyor. Eylül bir yanıyla sonbahar serinliğini taşısa da bir yanıyla yazdan kalma güzelliklere sahip. İnsan ömrü ne kadar da mevsimlere benziyor. İlkbahar; hoş kokulu çiçekleriyletazeliği ve toyluğu, sonbahar ise; olgunluğu vetecrübeyi temsil ediyor. Hayatın eksi ve artılarının birbirini tamamladığı gibi, mevsimlerde aralarındaahenkli birşekilde dönüp duruyor. Aynı sonbaharyapraklarının döne döne dallardan düşmesi gibi. Ağaçlardan ayrılan yapraklar, annelerinden ayrılan evlatlar gibi bir bilinmezliğe savruluyor. Sonbaharın şavkı vurmuş dünyaya. Her yer kızıl, her yer kızılca kıyamet. Endişeli ve sarıya çalan bir renk hakim yüzlerde. Ahir zaman ümmetiyiz ve nasibimize düşen,dünyanın güz günleri.Savaşlar, zulümler ve haksızlıklarla dolu, rahatı kaçan bir dünyada yaşıyor olsak da bu dünyaya imtihan için geldik ve vazifemiz gönülleri, yaşadığımız dünyayı ve en önemlisi de ahiretimizi gülistana çevirmek. Her daim yüzümüzde tebessümle ve kalbimizdeki baharla karşılayalım tüm mevsimleri. İçimizde yaşattığımız bahar, ılık bir rüzgar gibi sirayet etsin de dört mevsim bahar olsun tüm alem. “Kitabın arasından çıkarıp bana verdiğinkurumuş çınaryapraklarını hala saklıyorum. Onlar sadecebir yaprak değil, özlemlerinin ve hüzünlerinin resmi. Ne zaman incinsem; o yapraklarıkitabın arasından çıkarır ve içli bir sesle: “Sizin de dallarınızkırıldı mı hiç? “ diyerek mırıldanırım”.Hâlbuki çınar yaprağı kırılarak ayrılmamıştı dalından. Kendi dilememişti ayrılığı. Vakit gelmiş ve sert bir rüzgâr gözyaşlarını saklayarak ayırmıştı dalından. Rüzgârsert essede incitmemişti yaprağı. Nereye gitse eşlik etmiş ve gönlünü razı etmişti. Yaprak, İlkbahar da yeşil ve tatlı bir renkte tomurcuklanmış, ağaçları donatmış, meyvelere kucak açmış ve vazifesini tamamlamıştı. Giderken son bir güzellik yapıyor, sarının tüm tonlarıyla tabiatı şenlendiriyordu. İyi yaşayanlar, iyi veda etmeliydi. Huzurlu mevsimdir sonbahar.Sakin verengârenk. Bu sükûneti, ırmağın berrak sularına karışan sonbahar yapraklarının o muazzam manzarasını seyre daldığınızda daha iyi hissedersiniz. Irmağın kıyısında esen rüzgâra
sayı//75// ekim 50
kendinizi bıraktığınızda hem dinlenir hem de iç muhasebenizi yaparsınız. Zaten insanın kalbine yöneldiği ve ruhunun sesini dinlediği yegâne mevsimdir sonbahar. Muhakkak ki ilkbaharda, yeni tomurcuklanan yapraklar ve çiçeklerin açışı, uzun ve soğuk kış günlerinden sonra havaların ısınıp toprağın hareketlenmesi, insana umut ve neşe verir.Peki, böylesine güzel bir mevsimden ziyade niçin şairler ve sanatkârlar hazan mevsiminden ilham almışlardır? Sanırım bunun sebebi, sılasından ayrılan insanın ağlayarak dünyaya gelmesiyle başlıyor. Dünya, ruhlar için bir sürgündür ve ruh hakiki yurdunun hasretiyle yanar durur. İnsanın çamuru karılırken yağan kırk günlük yağmurun otuz dokuzu gam, biri neşedir. Bundan dolayı hep hüzün tarafı ağır basar insanın. O sararan ve yeryüzüne dağılan yapraklar baharda sevindiğimiz yeşil yaprakların ta kendisidir aslında. Dallarda verdiği güzelliği şimdide bambaşka renklerde yeryüzüne bir kelebek gibi uçuşarak vermekte ve doğum kadar ölümün, vuslat kadar hasretlerinde mübarek olduğunu bize hatırlatır. Her bitişten sonra yeni başlangıçlar, her kapanan kapının ardından açılacak yeni kapılar insana Yaratanın bir vaadidir. Bu deveran bize Allah’tan başka hiçbir şeyin baki olmadığını öğretir. Yeşeren her yaprak ebediyyen o dalda kalamayacağını bilir. Açan her bir çiçek bir nimetin müjdecisi olduğunun farkındadır ve kerameti kendinde görmez.Ama ne yazık ki insan fani olduğunu unutur da sararıpdalından düşen yapraktan ibretalmaz. Rüzgârın anayurdudur Sonbahar. Ruha şifa veren bir esişle güz yağmurlarını davet ediyor ve bir mektup gibi haber veriyor kışın gelişini: “Hazırlığınızı yapın, soğuktan ellerin ayakların uyuşacağı, ümmet coğrafyalarında gözü yaşlı anaların, mahzun bakışlı çocukların büyük imtihanı olan karakış geliyor. Sıcacık evlerinde çaylarını yudumlayanlar kadar şanslı değil herkes. Yine mülteci kamplarında bileklerine kadar çamura bakan çorapsız çocuklar, bir tas sıcak çorbayı büyük nimet bilen analar olacak ve yine biz vicdanımızın üzerini yün battaniyelerimizle örteceğiz, sesini duymamak için. Geldik ve gidiyoruz. Yapraklar gibi insanlarda bir bir toprak olacak. Fakat İslam ağacının kökü sağlam ve gövdesi kuvvetlidir. Kıyamete kadar yeni nesiller vermeye
devam edecek ve bu kervan yoluna devam edecektir. Yol boyunca elbette mevsimler misali; güneşli günler de göreceğiz, karlı dağlar gibi zor geçitlerden de geçeceğiz. Sararan ve dalından ayrılan yapraklar gibi hasretler çekip hüzünlenirken, rengarenkçiçeklerde ve dupduru akan sularda ferahlık bulacağız. Bedenine güvenerek yola çıkanın yolda kalması muhakkaktır. Fakat teslim olmuş bir yürekle yola çıkarsak ne yorulur ne de kayboluruz. Yüreğimiz bize pusula olur derman olur. Her şeyin Allah’tan cc geldiğini bilir ve gönül rızasıyla bunu kabullenirsek daha az acı duyar ve hayat yolculuğunun her anından lezzetalır, hikmetler çıkarırız. Yeter ki yüreğimizin sesini dinleyelim. Şair, sonbaharın insana verdiği duyguları ve rüzgâra kendimizi bırakmanın kalbimizi dinlemek olduğunu dizelerinde ne güzel anlatmış. Durgun havuzları işlesin bırak Yaprakların güneş ve ölüm rengi, Sen kalbini dinle, ufkuna bak. Düşünme mevsimi inleten rengi Elemdir mest etsin ruhunu Eser rüzgârların durgun ahengi. Yan yana sessizce mevsimle keder Hicrana aldanmış kalbimde gezin Esen rüzgârlara sen kendini ver.
Ahmet Hamdi Tanpınar 51
ayatın kaynağı su… Varlığın dört unsurumdan biri, ancak olmazsa olmazı su… Her başlangıcın çıkış noktası, İstanbul’un ise sebeb-i varlığı su… O İstanbul ki; dünyanın hiçbir yerinde sularının kaynaklarından böylesi cömertçe yer altından dışa sunulmadığı, o İstanbul ki; dünyanın hiçbir yerinde sularının, mesire yerlerini sarıp okşayıp dolaşmadığı, ve de yine o İstanbul ki; dünyanın hiçbir yerinde sularının, burası misali ‘’Boğaz’ına kadar böylesi sevdaya, böylesi güzele batmadığı…
ESKİ İSTANBUL’DA
SU TİRYAKİLERİ Osmanlı’da su kültürünün ayrı bir önemi vardı. Halk damak tadı güzel suları sucu dükkânlarında bardakla alıp içerlerdi. İstanbul’da köşe başlarında sucu dükkânları olurdu. Mehmet MAZAK*
Ve her bir yanının denizlerle, kaynak sularla çevrili olmasına ‘’hamd’’edip, tarihinin hiçbir döneminde ona doyamadığı, kana kana kanamadığı, bir ‘’su gibi aziz’’ İstanbul… İstanbul’un memba sularının tatlı olmasının sebebi, neojen çakıl ve kumlarında toplanan ve süzülen suların, geçirimsiz temel olan yerlerde kaynak oluşturmasıdır. Yamaç kaynağı diye nitelenen ve belirli hat üzerinde bulunan bu özellik sayesinde İstanbul’un içme suyu içene çok hafif içme imkanı sağlamıştır. İstabul’un memba sularını halk bu yüzden keyifle içmekteydi. Osmanlı’da su kültürünün ayrı bir önemi vardı. Halk damak tadı güzel suları sucu dükkânlarında bardakla alıp içerlerdi. İstanbul’da köşe başlarında sucu dükkânları olurdu. Atlı sakalar aracılığıyla membalardan taşınan tatlı sular su tiryakisi müşterilere sunulurdu. Ayrıca uzak şehir ve memleketlerden kervanlarla, gemilerle, içimlik-tadımlık memba suları getirilerek su tiryakilerinin zevkine sunulurdu. Su tiryakilerinin oluşması doğal olarak su gurmelerini meydana getirmişti ki, bu durum her halde hiç milletin kültüründe yoktur. Sucu dükkânlarında çeşit çeşit sular bulunur, müşteri hangi memleketin veya kaynağın suyunu içmek istiyorsa onu içerdi.
*T.C. Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü
sayı//75// ekim 52
İstanbul’da yaşayanlar arasında tat duyuları gelişmiş ‘’Su Gurmeleri’’ oluşmuştu. Bu gurmeler aynı zamanda iyi bir su tiryakisi olmuşlardı. Gurmeler su satıcılarından bir bardak su alıp tattıklarında hangi kaynağa, hangi memlekete ait olduklarını hemen anlarlardı. Tat farklılıklarından dolayı kaynak sularının bardak fiyatı da değişmekteydi.
Sözgelimi 20.yüzyılın başında Kırkçeşme, Halkalı, Taksim sularının bardağı 5, Kayışdağı, Çamlıca, Taşdelen, Karakulak sularınınki 10 paraydı. İstanbul’un işlek caddelerindeki sucu dükkânlarında şifalı sular da satılmaktaydı. İstanbul’un şifalı bilinen içimlik sularının tamamı yerleşim yerinin çok uzaklarındaydı. Halk arasında değişik efsanelere konu olan bu suların kaynak yerleri aynı zamanda birer mesire yerleri olarak ilgi görmekteydi. Muhtelif gün ve zamanlarda İstanbul ahalisi adeta bir törene gider gibi hazırlanarak bu mesire yerlerine gezmeye giderlerdi. İstanbul suları sadece İstanbul ahalisini cezb etmez İstanbul’a gelen seyyahların da hayranlığını kazanırdı. III.Selim’in mimarı ve kız kardeşi Hatice Sultan’ın ressamı Melling, resimlerinde İstanbul sularına ve çeşmelerine yer vermiştir. Tophane Çeşmesi, Sarıyer Çeşmesi, Belgrat Su Bentleri, İmparator Justinien Suyolu, su kemerleri ve bentlerini resimlerinde kullanmıştır. Ünlü Fransız yazar ve şairi Gerard De NERVAL (1808-1855), 1843 yılında Mısır, Lübnan, Suriye ve İstanbul’a uzun bir seyahatinden sonra yazdığı eserinde etkilenip hayran kaldığı İstanbul suları ve su tiryakilarini şöyle anlatmaktadır. ‘’Bu memleket de alkollü içkiler açıkça satılmadığı için tuhaf bir endüstri kurulmuş: Ölçü ile bardak su satanların endüstrisi!. Bu tuhaf su evlerinde uzun uzun tezgahlar var ve bu tezgahların üzeri de çeşit çeşit şişelerle dolu. Her şişede az çok aranan bir su var. İstanbul’a içme suyu Valens Boruları (Bozdoğan
Kemerinden geçen su yolu) ile gelir. Tatlı suyun nadir ve kıymetli oluşu yüzünden İstanbul’da bir ‘’Su İçiciler Ekolü’’ meydana gelmiştir. Bunlar seçip içtikleri suyun tiryakisi olmuşlardır. Su içim evlerinde muhtelif memleketlerden gelmiş ve muhtelif yıllara ait sular bulunur. Sucu dükkânlarındaki en makbulü Nil suyudur, Fırat suyu biraz yeşil ve sarımtıraktır, zayıf ve gevşek tabiatlılar için tavsiye edilir. Tuna suyunu ise daha çok enerjik kimseler tercih ediyor. Suları yıllara göre de ayırıyorlar.’’ Su üzerine yazılmış şiirler türküler vardır medeniyetimizde işte bunların en önemlililerinden biride Fuzuli’nin Su Kasidesidir; Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su Hz. Mevlana, “Tatlı suyun başı, kalabalık olur” der. Eski İstanbul’da tatlı su kaynaklarının başı mesire alanları olarak ta değerlendirilmiştir. 53
utadgu Bilig, on birinci asırda adının Yusuf olduğu bilinen biri tarafından yazılarak Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Karahan’a sunulmuş olan çok değerli bir kitaptır. Kitap, okunduğu takdirde insanı mutluluğa ulaştıracağını vadetmektedir.
KUTADGU BİLİG VE
TÜRK KÜLTÜR HAYATINA KATKILARI -IYusuf Has Ulu Hacib, yazmış olduğu bu eseriyle İslamiyet’i kabul eden Türkler arasında yaygınlaşan Arapça yazma alışkanlığına karşı, Türkçe ile de böyle önemli eserler yazılabileceğini göstermiştir. Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN*
Bilindiği gibi ‘kut’, mutluluk, nimet, ikbal, devlet, esenlik, ihsan, gönenç gibi anlamlara gelir; ‘bilig’ ise bilgi demektir. Kut kelimesine isimden fiil yapma eki olan -ad ve sıfat fiil eki olan -gu birleştirildiği zaman, gelecekte mutluluk, ikbal, nimet, esenlik, devlet verecek olan bilgi anlamını taşıyan bir kavram grubu ortaya çıkmaktadır. Kut kelimesi, Arapçadan dilimize giren ‘tebrik’ anlamını da taşıdığı için milli ve manevi bayramlarda ‘mübarek olsun yerine ‘kutlu olsun’ ya da ‘tebrik ediyorum’ yerine ‘kutluyorum’ gibi ifadeler kullanırız. ‘Kutsal’ kelimesinin de ‘kut’a dayandığı malumdur. Gerek Orhun Kitâbelerinde, gerek İslamiyet sonrasında eserlerini Arapça olarak veren Fârâbî’de ve gerekse Türkçe olarak yazılmış olan Kutadgu Bilig’de ‘kut’, Tanrı’nın verdiği kağanlık, yani devlet başkanlığı anlamını da taşımaktadır. Bu anlamı da bizzat Kutadgu Bilgi’den çıkarıyoruz. “Tanrı kime inayet ve yardım ederse, dünya onun olur ve o, Kut’a kavuşur.” (Kutadgu Bilig, 6192. beyit.) O halde Kutadgu Bilig, hem yazarına hem de okuyanlarına ikbal ve istikbal kapılarını açacak olan kutlu bir kitap anlamını da taşımaktadır. Her şeyden önce kitabın yazarı Yusuf, bu kitap sayesinde Karahanlı Devleti’nde bir makam sahibi olmuştur. Muhtemelen 52 yaşında yazmaya başlayıp 54 yaşındayken tamamladığı bu eser sayesinde Yusuf, Karahanlı hükümdarı tarafından ödüllendirilip, bugünkü anlamda Özel Kalem Müdürü olarak anlaşılabilecek olan Has Haciblik makamına getirilmiştir. Böylece eserden umulan ilk fayda, bizzat yazarına dokunmuştur. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’i yaşadığı dönemdeki Türk devleti ve onun hakanı olan Tabgaç Buğra Karahan’a sunarak onun faydalanmasını sağlamak gayesiyle yazmıştır. Bununla birlikte bu eser, dünya var olduğu müddetçe okuyan her devlet başkanına, her millete, hatta vasıflı vasıfsız herkese gerekli olan ve her dönemde istifade edilebilecek şekilde kaleme alınmış bir şaheserdir.
*TC Atatürk Ünv.
sayı//75// ekim 54
Kutadgu Bilig incelendiğinde Yusuf Has Hacib’in iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır.
Kitap, bir vasiyetname ve siyasetname niteliği taşıdığı için felsefe ve onun bir dalı olan ahlak anlayışıyla ilgili filozofların görüşlerinden çok yararlandığı görülmektedir. Bu anlamda yine kitaba ön söz yazan meçhul kişi, Yusuf Has Hacib’in Çinli ve diğer milletlerin bilgelerinin eserlerinden yararlandığını belirtmektedir. (KB. ‘Birinci Ön Söz’, s. 1-2) Kitaba yine ismi bilinmeyen biri tarafından ikinci bir ön söz daha yazılmış olup burada da Kutadgu Bilig’in değeri ve önemi şu ifadelerle övülmüştür: “Bu kitap çok aziz bir kitaptır; bilen için bir bilgi denizidir. Değerli bilgiler ile süslenmiştir. Bunların her birine birçok hakîmlerin sözlerini inciler dizer gibi sıralamıştır. Dünyanın ileri gelen hükümdarlarının hepsi bu kitabı benimsemişler ve hazinelerine koyup saklamışlardır. Bu, faydalı bir kitaptır ve hiçbir zararı yoktur. Bu kitabın sözleri insana yardım eder ve yol gösterir; her iki dünyadaki işleri düzenler. Türk, Çin ve bütün Maşrık illerinde, dünyada bunun gibi başka bir kitap yoktur.” (KB. ‘İkinci Ön Söz’, s. 3-4) İkinci ön sözü yazanın söylediklerine bakıldığında Kutadgu Bilig’in asıl faydasının, bunu okuyacak olanlarda görüldüğü ve gelecekte görüleceği anlaşılmaktadır. Nitekim kültürümüzün abidevî eserlerinden biri olan Kutadgu Bilig, ele alınan konuların kapsamlılığıyla, sadece yazıldığı zamana değil, günümüze ve geleceğe de ışık tutan bir muhtevaya sahiptir. Söz bu noktaya geldiğinde Kutadgu Bilig’in çok uzun asırlar boyunca gizli kaldığını belirtmekte fayda vardır. Bilindiği üzere bu önemli eser, yazıldıktan sonraki yıllarda istinsah edilmiş, ama kaç kez istinsah edildiği bilinmeksizin adeta tarihin derinliklerinde ve toz tutmuş raflarda unutulmuştur. Bugüne kadar kitabın üç nüshası bulunmuştur. Bunlardan ilki 1439 yılında tespit edilen ve önce Tokat’a, oradan İstanbul’a ve nihayet Hammer tarafından satın alınarak Viyana Milli Kütüphanesi’ne götürülen, bu yüzden de Viyana Nüshası olarak bilinendir. Bu nüsha orijinal nüsha olup, Uygur alfabesiyle yazılmıştır. İkincisi 1896 yılında Kahire’deki Kahire Hidivlik Kütüphanesi’nde bulunmuştur. Nüsha Arap harfleriyle yazılmıştır. Üçüncüsü ise yine Arap harfleriyle Türkçe olarak yazılmış olan ve Zeki Velidî Togan tarafından Fergana’da bulunan Fergana nüshasıdır. Bu üç nüshayı bir arada değerlendiren Reşit Rahmeti Arat, kitabı Türkiye Türkçesine tercüme etmiştir. Kutadgu
Bilig, 20. yüzyılda ortaya çıktığına göre Türk kültür ve medeniyetine katkıları bundan sonra olacaktır. O halde bu katkılar neler olabilir? Yazımızın esas konusunu teşkil eden husus, bu soru etrafında şekillenecektir. Yusuf Has Ulu Hacib, yazmış olduğu bu eseriyle İslamiyet’i kabul eden Türkler arasında yaygınlaşan Arapça yazma alışkanlığına karşı, Türkçe ile de böyle önemli eserler yazılabileceğini göstermiştir. Daha önce Hun Türkçesiyle yazılan mektup ve bazı tablet yazılarından sonra Göktürk alfabesiyle yazılmış olan Yenisey tabletleri ve Orhun Kitabeleri de Türkçenin gelişmiş bir dil olduğunu göstermiş olmaları bakımından önemlidir. Bunlar, İslamiyet’in kabulü öncesinde yazılmış oldukları için, o dönemin Çincesine karşı önem arz ederken, Kutadgu Bilig ve aynı dönemde yazılmış olan Divanü Lügati’t-Türk, bir asır kadar önce toplu olarak kabul edilen İslamiyet’in Türkler arasında Arapça yazma ve konuşma hevesinin yaygınlaşmasına karşı adeta Türkçeyi savunma eserleri olmuştur. Bu iki eser, daha önce Türkler tarafından yazılan Arapça eserlere karşı, Türkçenin de var olduğunu ve Türkçe ile de eser yazılabileceğini göstermiştir. Nitekim bu eserlerden sonra Ahmet Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’iyle devam eden Türkçe eser yazma geleneği başlamıştır. Edip Ahmet Yüknekî’nin Atabetü’l-Hakayık’ı (Aybetü’lHakayık), Yunus Emre’nin şiirleri, Âşık Paşa Tarihi, Oruç Beğ Tarihi, Menakıbnameler vs. Türkçe ile şiir, tarih, edebiyat, felsefe… yazılabileceği, hep bu geleneğin bir devamı niteliğinde gelişmiştir. 55
Kutadgu Bilig, geçmişi geleceğe bağlayan bir köprüdür. On birinci asırda yaşayan Türk toplumunun oluşturduğu değerleri, yirmi birinci asır ve sonrasındaki asırlarda dünyanın değişik coğrafyalarında yaşayan ve yaşayacak olan Türk toplumuna bu değerler vasıtasıyla bağlayacaktır. Çünkü toplumları yaşatan ve geleceğe taşıyacak olan, milli ve manevi değerlerdir. İdeal toplum modelleri olarak ilk çağlardan itibaren ortaya çıkan ütopyalar, toplumların siyasi çalkantılar içinde oldukları zamanların ürünleridir. Ütopya yazmak demek, alternatif yönetim anlayışları teklif etmek demektir. Platon, siyasi sıkıntılar içindeki Yunan toplumuna ideal bir devlet önermiştir. Fârâbî, daha reel bir siyasi yönetim biçimini İslam toplumunda oluşturmak istemiş ve Peygamberî bir yönetim biçimini idealize ederek sunmuştur. Yusuf Has Ulu Hacib de yaşadığı dönemdeki yönetim sıkıntılarına çözüm önerileri oluşturarak bunu Türk-İslam toplumuna anlatmak ve hatta hükümdara sunup uygulamasını sağlamak istemiştir. İdealist bir anlayışla realist yaklaşımın ortaklaşa ele alındığı bu eserin sunduğu siyaset felsefesi, o gün ve gelecekte uygulanabilecek bir çözüm yaklaşımıdır. Kutadgu Bilig, Türkçenin on birinci asırdaki kullanımını göstermesi bakımından önemlidir. O asırdaki Türkçe ile günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde konuşulan Türkçenin gelişmesini takip etmemiz, o zamanlar kullanıldığı halde zamanımızda kullanılmayan, unutulmuş olan ya da geçmişten bugüne hangi kelimelerin nasıl bir tekâmül geçirerek ulaştığını görmemiz bakımından katkı sağlayacağını söyleyebiliriz. Bu anlamda Kutadgu Bilig’in dil bilgisi (gramer), söz dizimi (sentaks), anlam (semantik) ve kelime biçimi (morfoloji) çalışmalarına yardımcı olacağı açıktır. Bilindiği gibi Türkçede pek çok kelime unutulmuş, birçoğu da değişikliğe uğramıştır. Bundan dolayı Kutadgu Bilig, Türkçenin geçirdiği evrimin bilinmesi bakımından çok önemlidir. Türkçemize pek çok yabancı kelime girmiş olduğu gibi, yabancı dillere de Türkçeden birçok kelime girmiştir. Ancak bizde başkalarının etkisinde kalma iyi bilindiği halde, başkalarına bizim yaptığımız etkiler fazla bilinmez, hatta görmezlikten gelinir ve hatta önemsenmez. Etkilenme de, etkileme sayı//75// ekim 56
de doğaldır, ama hep etkilenen olma ruh hali insanı ve kültürleri olumsuz etkilemektedir. Kutadgu Bilig iyi bilindiği takdirde kelimelerin köklerine inilmiş olacağı için hangi kelimelerin Türkçe olduğu, hangi kelimelerin Türkçeden başka dillere geçtiğini anlamak kolaylaşacaktır. Türkçenin yeni kelimeler türetmeye her dem ihtiyacı vardır. Bir zamanlar bu ihtiyaçtan dolayı kelime uyduruluyor ve Türkçemiz bundan olumsuz olarak etkileniyordu. Kutadgu Bilig’e müracaat edilerek orada kullanılan kelimeler sayesinde yeni kelimeler türetmek hem daha bilimsel hem de daha kolay olacaktır. Eserde dil ile bilgi ve anlayış arasında bağ olması gerektiği vurgulanmaktadır. “İnsanı aydınlatan fasih dilin kıymetini bil. İnsanı kıymetlendiren, dildir; kıymetten düşüren de dildir. Söz, bilerek söylenirse bilgi sayılır; bilgisizin sözü, kendi başını yer.” (KB. 162-163.b) Kutadgu Bilig, bilgiye çok değer veren bir yapıya sahiptir; bilgi, denize benzetilmektedir. “Anlayış nerede olursa orası ululuk kazanır; bilgi kimde olursa o büyüklük bulur.” (KB. 154. b) “Bilginin manasını bil, bak bilgi nerede; bilgiyi bilen insandan hastalık uzaklaşır.” (KB. 156.b) “Bilginin kıymetini bilgili bilir, akla hürmet bilgiden gelir.” (KB. 472.b) “Bilgili kimsenin yeri, gökten daha yüksektir.” (KB. 2452.b) Bu beyitler, Yusuf Has Hacib’in bilgiye yüklediği değerin anlaşılması bakımından oldukça önemlidir. Bilgi, felsefenin temelini oluşturduğu gibi İslam inancının da temelinde yer alır. Kur’an-ı Kerim, başlı başına bir bilgidir; vahiy, insana bilginin ulaştırılmasıdır. Yusuf Has Hacib, felsefe ve dindeki bilginin önemini dikkate alarak insanın değerinin de ancak bilgiyle artacağını görmüş ve bunu kitabına yansıtmış, yöneticilerden ve tüm insanlardan da bilgiyi önemsemelerini istemiştir. Kutadgu Bilig, Türk tarihini ve tarihî şahsiyetlerimizi tanımamız açısından tarih bilimine katkılar sunabilecek mahiyettedir. Eserde, Türk beylerinin iyi yöneticiler olduğuna vurgu yapılır. “Eğer dikkat edersen görürsün ki dünya beyleri arasında en iyileri Türk beyleridir.” (KB. 276.b) Yine bu beyler içinde geçmişteki en namlı kahramanlardan birinin de Alp-Er Tunga isimli kahramanımızın olduğu görülmektedir. “Bu Türk beyleri arasında adı meşhur ve ikbali ayan-beyan olanı, Tunga Alp-Er idi. O, yüksek bilgiye ve çok faziletlere sahip idi; bilgili, anlayışlı ve halkın seçkini idi. Ne seçkin, ne yüksek, ne yiğit adam idi; zaten
âlemde ferasetli insan bu dünyaya hâkim olur. İranlılar ona Efrasiyab derler; bu Efrasiyab, akınlar salıp, ülkeler zaptetmiştir. Dünyaya hâkim olmak ve onu idare etmek için pek çok fazilet, akıl ve bilgi lazımdır. İranlılar bunu kitaba geçirmişlerdir; kitapta olmasa idi onu kim tanırdı.” (KB. 277-282. b.ler) Bilindiği gibi milletimiz İslam inancını seçmeden önce Gök Tanrı Dinine mensuptu. Bundan başka çok az da olsa Budizm, Maniheizm, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi dinlere inanan boylar da bulunmaktaydı. Yusuf Has Ulu Hacib, Kutadgu Bilig’i yazdığında Türkler toplu olarak İslamiyet’i kabul edeli bir asırdan fazla zaman geçmişti. Bireysel kabullerle birlikte Türklerin İslamiyet’le tanışması neredeyse üç asrı bulmuştu. Bu sürede Arapça dinî terim ve kavramlar Türkler arasında yaygınlaşmıştı. Hatta bu anlamda Yusuf’la akran olan Kaşgarlı Mahmut, Arapça dini terimlerin Türk toplumunda hemen hemen hâkim dil olmasından ve Türkçenin unutulma endişesinden dolayı Türkçenin önemini göstermek maksadıyla Divanü Lugati’t-Türk isimli eserini yazıp Abbasi halifesi Muktedî Bi-Emrillah’a sunmuştu. Yusuf Has Hacib de benzer bir durumu Kutadgu Bilig’de ortaya koymaya çalışmış, İslami terimlerin Türkçe karşılıkları varsa onları kullanmaya azami gayret göstermiştir. Sözgelimi İslam inancında en çok kullanılan terim Allah’tır. Oysaki Yusuf Has Hacib, eserinde Tanrı sözcüğünü kullanmayı tercih etmiştir; çünkü Türkçe tam karşılığı bulunmaktadır. Türkçe tam karşılığı olmayan terimlerde ise Arapçalarını kullanmıştır. Sözgelimi Besmele’yi, azze ve celle’yi olduğu gibi almıştır. “Ey erklig uğan mengü mungsuz bayat/Yaramaz seningdin adınka bu ad.” (Ey kuvvetli, kadir, ebedî ve müstağni olan Tanrı, senden başkasına bu ad yakışmaz) (KB. 6.b) Bu beyitte Tanrı’nın sıfatları olarak erklik, uğan, mengü gibi terimleri kullanmayı tercih ettiği gibi, Peygamber sözcüğü yerine de ilk halife olan Hz. Ebubekir’i anlattığı “Yuluğ kıldı malı teni canını/Yalavaç sevinci tiledik öni” (Malını, tenini, canını feda etti/dileği ancak Peygamber’in rızası idi) (KB. 52.b) beyitinde görüldüğü gibi yalavaç terimini kullanmıştır. Nadiren de resul terimini kullanmıştır. Yusuf Has Hacib’in kullandığı uğan (kudret), bayat (kadîm), mengü (ebedî), mengsüz (özüyle var olan) gibi dini terimler, Geleneksel Türk dininin, yani Gök Tanrı dininin tanınmasına
vesile olmakta, bu meyanda Dinler Tarihi çalışmalarına kılavuzluk edebilecek nitelikte olduğu görülmektedir. Eserde ahlaki ilkelere, felsefi düşüncelere, siyasi terimlere, hukuka oldukça geniş yer verilmiştir. Kitabın, özellikle ahlaki erdemler üzerine yazılmış olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Eserde konuşturulan dört şahsiyet de bu erdemlere göre seçilmiştir. Küntoğdı, töreyi, hukuku ve adaleti temsil eder ki adalet bütün erdemlerin en başıdır. Aytoldı, kut’u, mutluluğu, devleti temsil eder ki adalet devlet sayesinde sağlanır. Ögdülmüş, aklı temsil eder ki adaleti, erdemi anlamlandıracak olan akıldır. Odgırmış ise hayatın sonunu temsil eden münzevi yaşamı temsil eder ki devlet adamlarının böyle bir hayata özenmesi bile önerilmez; çünkü devlete tabi bütün insanlar, yöneticilerin uyanık, akıllı ve cesur olmasıyla güçlenirler. Bu bakımdan Kutadgu Bilig’in, çağdaş felsefe, ahlak ve siyaset çalışmalarına yeni bakış açıları sağlayabilecek bir nitelikte olduğunu söylemek mümkündür. Her toplumun gelenek, görenek, örf ve adetleri olduğu gibi Türk milletinin de çok eski bir kültürü bulunmaktadır. Bu geleneksel kültürde inanca dayalı uygulamalar olduğu gibi, tecrübeye ve bilgiye dayalı uygulamalar da vardır. Kutadgu Bilig’de de geleneklere, örf ve adetlere önemli yer verilmiştir. Bu bakımdan Kutadgu Bilig, Türk kültürü ve toplum yapısıyla ilgili araştırmalara yön tayin edecek bir yapıya sahiptir. Bunları da bir sonraki yazımızda ele almayı düşünüyoruz. 57
BU, BİR AŞK
EMANETİDİR
Ayasofya'yı Türklerden başka kim koruyabilirdi? Türkler nerede olursa olsun, hep daha iyilerdi. Bizim için utanç verici ama bu gerçek." ifadelerini kullandı. Muhsin İlyas SUBAŞI
sayı//75// ekim 58
ubbeler, sipahilerin miğferi gibiydi. Minareler ise mızraklarıydı sanki. Kubbenin üzerine oturduğu, besleyici kubbelerde ve duvarlarında yer alan onlarca penceresinden içeriye sızan güneş, dışındaki karanlığı içindeki renk cümbüşüyle öylesine derin bir uhreviyete çeviriyordu ki, bunun atmosferinde hırsın erimemesi mümkün değildi. Burada dillenen sükût bir hayal saltanatıydı sanki. İçerisinde sizi kuşatan maneviyatın huzuru ile kirli de girseniz, arınmış olarak çıktığınızı hissedersiniz. Ayasofya, güzellik makyajını dışında değil içinde kullanmıştı. Hikmetini, inşa edenlerin koruyanların, kullananların ve daha da önemlisi gerçek kimliğine kavuşturanların niyetinden alan bu abide, mahzun duruşunu devam ettirebilir miydi? Elbette ki değil; onun her çağda bir görünen sahibi vardıysa, bir de görünmeyen ezeli sahibi vardı. Çünkü bu bir aşk emanetiydi. Selçuk Beyle Şakir Hoca, Ayasofya’nın ilk cumasında burada buluştular. Namaz sonrasında bir kitabevine oturdular ve bu günün tahlilini yaptılar. Şakir Hoca, gelen çayları içerken, buradaki havayı sordu: “Nasıl buldun ortamı?” “Heyecandan ortama bakamadım ki. Namaza girmeden önce hep şunları düşündüm: Fatih adına asılan kitabesine dokunan eller, çoktan yok olup gittiler. Ancak onun kapısı hep ayakta durdu. Kullanım alanını değiştirseler de mahiyetine güçleri yetmedi. Bir eser, keyfiyetiyle kimliğini dillendirir. Oraya girenler, turistik merakla bakarken, burasını yapan insanların duygularını hiçbir zaman unutmadılar. Burası, Peygamberimiz Efendimizin geldiği 7. Asra kadar Hak üzere olduklarını sanan insanların çabasıyla geldi. Onlar da yanıltılmış, yanlışa sürüklenmiş kitaplarına bağlı kalsalar da, inanmış olma arzusundaydılar. Onlara telkin edilen inanç tarzının yanlışlığını bilseler kendilerine rehberlik eden rahiplerinin peşine düşerler miydi? Nihayet onlar da ‘Ehli Kitaptan’ insanlardı. Bu eseri, böyle bir iman anlayışıyla inşa ve ihya ettiler. Sosyal realitedir, bir gömleğin düğmelerini ters iliklerseniz elbiseyi düzgün giyemezsiniz. Hıristiyan dünyası böyle bir tersliğin mahkûmiyeti içindeydi. Bunun içindir ki, Yüce Yaratıcı’nın ruhsatı olmasaydı, burası Mümin ve Müslüman bir toplumun eline geçemezdi. Burası bu yönüyle, kolay kolay Müslümanlaşamazdı!” “Buraya 86 yıl boyunca girip çıkanların içerisinde, yürek sızısıyla eserin kaderine yanan
yakılan binlerce insan vardı. Bunların duaları günü gelecek icabet bulacaktı, değil mi?” “Evet, nihayet o gün de gelmişti. 24 Ağustos 2020 bir kutlu dua ve bir muhteşem törenle kapısını 1453’ün idealine açtı. Bakın Şakir Beyciğim, Bütün peygamberlerin görevlerini ifa ettikleri dönemde, karşılarında duran, muhalefet eden insanlar vardı. Hiçbir Peygamber, törenlerle karşılanmadı. Hepsi bir kenara, bu cami için müjdeleyici işaretinin izleri bulunan Son Peygamber, taşlanmadı mı, evinde öldürülme teşebbüsüyle yüz yüze gelmedi mi, yurdundan yuvasından sürülmedi mi? Camiyi açan iradeye karşı olanların, tavrının böyle bir benzerlik talihsizliğine sürüklenmesine en güzel cevabı öyle sanıyorum ki, iki Yunanlı Rahip verdi. Selçuk yanındaki gazeteyi açtı ve Yunanistan’dan iki papazın, kendi milletinin suratına çarptığı gerçeğin metnini okumaya başladı: ‘Yunanistan'da, Rahip Evangelos Papanikolaou çıktı ve namuslu din adamı örneğini sergileyerek kendi insanlarına harika bir Türk tokatı patlattı: Ayasofya’yı koruyan Türkler olmasaydı Ayasofya düşerdi. Böyle büyük bir yapıyı kim koruyacaktı? Türkler korudu. Türklerin hüküm sürdüğü dönemde insanların dinlerini özgürce yaşayabiliyordu. Girit'te Türkler bir tane bile manastır kapatmadı. Fakat Yunanistan'da Othonas'ın emriyle çok sayıda manastır ve kilisenin kapatıldığını biliyoruz. Bu yüzden insanlar 'Latin serpuşu yerine Türk sarığı görmeyi tercih ederim', diyordu. Ben de olsam Türk'ü seçerim. Ayasofya'yı Türklerden başka kim koruyabilirdi? Türkler nerede olursa olsun, hep daha iyilerdi. Bizim için utanç verici ama bu gerçek." ifadelerini kullandı. Ve devam etti: Şimdi söyleyeyim, 24 saat boyunca Ayasofya’ya ne kadar turist giriyordu? Hepsi çıplak ve vücutları gözüken elbiselerle buraya giriyorlardı. Çünkü burası müzeydi, o turistler umursamaz ve saygısızca burasını kirletiyordu. Şimdi buraya uzun elbiseleriyle ve ayakkabılarını çıkararak girecekler. Bu, saygı göstergesi değil mi? Bugün bunu bir lanet olarak değil, bir düzeltme olarak algılamalıyız.'' Şimdi bir başka Atina Üniversitesi Teoloji Fakültesi Öğretim Görevlisi, eski Yunanistan Yüksek Mahkemesi Avukatı Başpapaz Lambros Fotopulos bir yazı yayınlayarak Yunanistan hükümetine ağır eleştiriler yönelten ifadelerine bakalım: Papaz yazısında şu ifadeleri kullandı: “Bugün Ayasofya'da bir Ortodoks ayini yapılsaydı, bugüne kadar bu kutsal yerden geçmiş ve Allah'ın insanla olan nadir
buluşmasını yaşamış olan binlerce Ortodoks'un kemikleri sızlayacaktı. Çünkü ön sırada imansız insanların, kâfir siyasetçilerin, aforoz edilmiş devlet yöneticilerinin, Papa'nın temsilcilerinin, kardinallerin dikildiğini, kameralarda onların yüzlerinin yansıdığını göreceklerdi. Metropolitler ve papazlar gösterişli ayin kıyafetleriyle kendilerinden hoşnut bir vaziyette poz vereceklerdi. Bayan bakanlar ve milletvekilleri dar pantolonlarıyla ya da havadar giysileriyle bedenlerini teşhir edeceklerdi. Fanatik milliyetçiler putperestlerle birlikte bayraklarını tehditkâr bir şekilde sallayacaklardı. Ateist büyükelçiler, yabancı devletlerin temsilcileri, hep birlikte aynı şovda her zaman olduğu gibi bu duruma devam edeceklerdi.’ Yunan papaz yazısını; ’Ayasofya cami olduktan sonra yapılan ilk dua eşsiz bir nezakete sahipti. Erkekler ve kadınlar ayrı yerlerde, her biri saygıyla, gayretle dua ediyordu’, ifadeleriyle bitirdi. Aklın ve sağduyunun tepkisi işte bu! Hatta bakın, bugün dünyada Ortodoks mezhebine bağlı en büyük kitleyi oluşturan Rusya, burasının ibadete açılmasına karşı, ‘Bu karar Türkiye’nin iç meselesidir’, diyerek olumsuz bir tepki vermedi.” “Bizde müze olarak kalmasını isteyen talihsiz bir sürü aydın kılıklı insanların da tepkileri vardı. Onlara göre, Fatih’in emanetinin hukuki ve ahlaki hiçbir önemi yoktu. Acınacak hal, bizimkiler bu Rum papazları kadar doğru duruşu gösteremediler.” Şakir Hoca da, internetten indirdiği bazı mesajları paylaşmak istediğini söyledi: “Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, bizde seküler kesimin hemen tamamına yakını burasının cami olmasına karşı. Bazı sanatçılar, edebiyatçılar da böyle bir görüş sergiliyorlar. Seküler kesimin zaten başından beri karşı olduğu bir projedir Ayasofya’nın ibadete açılması. Bu işi iktidar-muhalefet meselesi olarak gören siyasi kesimin de özellikle muhalefet kısmı rahatsızlığını açık açık belli ediyor. “Sadece Ayasofya mı, Sultanahmet Camii de müzeye dönüştürülmelidir”, diyen milletvekiline partisinin küçük bir uyarısı olmadı.” “Dahası var bu camiyi kendi şehrinde bulunduran İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı, Yunan medyasına, ‘Ayasofya’nın ibadete açılması gibi bir ihtiyacın bulunduğuna inanmıyorum’ demiş ve açılıştaki cuma namazına da gitmeyeceğini söylemiş.” “Maalesef, biz, bunlarla boğuşarak yaşamaya mecburuz.” “Şükür hak geldi, batıl zail oldu!” Yazar’ın Mihrabat Yayınlarında çıkan AYASOFYA TEBESSÜMÜ isimli eserinden. 59
ZAPTİYE AHMET
CUMHURİYET DEVRİNDE
BİR OSMANLI AKINCISI Beyazıt Camisi’nde kılınan cenaze namazını çok sevdiği Abdurrahman Gürses Hoca kıldırmıştır. Nevzat Kö-soğlu, Dündar Taşer, Ömer Nasuhi Bilmen, Eşref Edip Fergan da cenazede bulunanlar arasındadır. Muhsin KARABAY
ursun Gürlek’in yeni kitabı, Bilge Kültür Sanat Yayınları’ndan Zaptiye Ahmet üst başlığı ve Cumhuriyet Devrinde Bir Osmanlı Akıncısı alt başlığı ile neşredildi. Kitabın hazırlanışı değilse bile yayınlanışı Zaptiye’ye de yakıştı doğrusu. Böyle bir kitabın ortaya çıkmış olması hem Zaptiye Ahmet ismi ile maruf Ahmet Ersin Yücel’in unutulmaktan kurtarılması hem de onun gibi cesur, dinine, memleketine, milletine, kültürüne, millî ve manevî değerlerine bağlı olan bir vatan evladının yeni yetişen nesillere tanıtılmasına da vesile olacağı için çok memnun oldum. Yıllarca rahmetli romancımız Mehmet Niyazi Özdemir’den Filozof Cemal’i olduğu kadar Zaptiye Ahmet’i de çok dinlemiştim. Rahmetli Niyazi Hocamız özellikle dost meclislerinde, Beyazıt’taki İLESAM’ın eskiden İs-tanbul Şubesinin de bulunduğu Sinanpaşa Medresesi’nde ve Sultanahmet’teki Türkiye Yazarlar Birliği’nin İstanbul şubesi olarak hizmet veren bir Mimar Sinan eseri olan Kızlarağası Medresesi’nde düzenlenen çe-şitli anma toplantıları münasebetiyle geçmişten, tanıdıklarından, Türk büyüklerinden, meşhur yazar ve hocalarımızdan hâtıralar, anekdotlar anlatır; bir çocuk neşesiyle, büyük bir heyecanla ve hatta coşkuyla sesini de yükselterek anlattıklarıyla hem kendi güler hem de bizleri, kalabalıkları güldürürdü.
sayı//75// ekim 60
Mehmet Niyazi Özdemir Ağabeyimiz, çok erken yaşlardan itibaren edebiyat ve kültür camiasına girmiş ol-ması ve ayrıca Ötüken Yayınları’nın da üniversite talebeliğinden başlamak üzere kurucuları arasında bu-lunmasından dolayı da adeta neredeyse yüzyıla yakın bir tarihin canlı şahidi durumundaydı. Onun anlattıklarını anlatabilecek insanların sayısı da çok azdı doğrusu. İşte Niyazi Hocamızın bir efsane gibi anlattığı Zap-tiye Ahmet’i ben şahsen ancak onun anlattığı kadarıyla tanıyabilmiştim. Şimdi bu kitaptan okuyabildiğimiz yazılardan da haberdar değildim. Şimdi düşünüyorum da benim hatırladığım kadarıyla ne Zaptiye Ahmet için ne de Filozof Cemal için bir anma toplantısı düzenlenmişti. Oysa onun sağlığında bunlar pekâlâ yapıla-bilirdi ve biz onu yıllar önce daha çok tanıyabilirdik. Ama bu mümkün olmamıştı maalesef... İşte Dursun Gürlek dostumuz bu eksikliği, yapmış olduğu bu güzel çalışma ile gidermiş oldu. Zaptiye Ahmet mide kanaması geçirip hastaneye kaldırıldıktan ve kendisine altmış şişe kan verilmiş olmasına rağmen maa-lesef kurtarılamayarak 16 Temmuz 1969 Çarşamba günü Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Beyazıt Cami-si’nde kılınan cenaze namazını çok sevdiği Abdurrahman Gürses Hoca kıldırmıştır. Nevzat Kösoğlu, Dündar Taşer, Ömer Nasuhi Bilmen, Eşref Edip Fergan da cenazede bulunanlar arasındadır. Dursun Gürlek arkada-şım bir gün Zaptiye Ahmet’in mezarına gideceğimizi söyledi. Doğrusu daha önce mezarını da bilmiyordum. Özellikle meşhur adamların mezarları üzerinde çalıştığım hâlde o güne kadar Zaptiye Ahmet’in mezarı hak-kında bana herhangi bir bilgi veren de olmamıştı… Zaptiye Ahmet’in mezarının yerini tam olarak bilmiyor-duk ama İstanbul’da Edirnekapı’da, Sakızağacı Mezarlığında, rahmetli Celâleddin Ökten Hocanın yakınında olarak öğrenmiştik. Mezar taşında şunlar yazılıydı: “Merhum ve mağfur Ahmed Yücel ruhu için rızaenlillah Fatiha 1389”. Kabri başında Fatiha’larımızı okuduk ve bu kitapta kullanılmak üzere mezarının fotoğraflarını da çektik. Bu satırları yazmakta olduğum sırada onun kabrinin yeri hususundaki bilgim maalesef kesinleşmemişti. Bu kitaptan öğreniyoruz ki aslında Zaptiye Ahmet’in mezarı yol geçeceği için bulunduğu yerden kaldırılarak şimdiki bulunduğu yere nakledilmiş. Ancak bilgiler birbirini tutmuyor. Kitaptaki yazıları büyük bir dikkatle okumama rağmen hiç birinde de onun defninde bulunmuş bir dostunun kabriyle ilgili satırlarına
rastlaya-madım maalesef... Yani Zaptiye’nin kabri oraya nakil mi geldi yoksa ilk defin yeri şu andaki yeri miydi, bunu kesin olarak öğrenemedim. Bu değerli kitap Dursun Gürlek arkadaşımızın bir mukaddimesi ile başlıyor. Dursun Hocamız, Zaptiye Ahmet ile ilgili bu çalışması hakkında detaylı bilgiler veriyor. Mutlaka dikkatli bir şekilde okunması icabeden bu sayfalardan sonra Zaptiye Ahmet’in kız kardeşi Nuriye Uğur Akın’ın duygu ve bilgi dolu yazısını okuyoruz. Nuriye Hanım, ağabeyinin dinî ve millî konulardaki hassasiyetlerini, Allah ve Peygamber sevgisini, çalışma azmini, okuma aşkını ve birlikte geçirdikleri güzel yılları anlatıyor. Zaptiye Ahmet yani Nuriye Hanım’ın ağabeyi kendisinin yetişmesi için de çok gayret sarf etmiştir. Onu çeşitli ders-lere ve toplantılara götürmüş, birçok kıymetli şahsiyetle tanıştırmış, böylece daha genç yaşta ona hem ağabeylik hem de rehberlik, liderlik yapmıştır. İnsan bu kitabı okurken kendini adeta bir zaman tünelinde imiş gibi hissediyor. Burada ismi geçen ve birçoğu rahmet-i Rahman’a kavuşan çok kıymetli isimler bile bu kitabın değerini katbekat arttırmaktadır. Mahir iz, Salih Tuğ, eşi Binnaz Hanım, Mahmut Celâleddin Ho-ca’nın kızı Hümeyra Ökten Hanım, Kadir Mısıroğlu ve İsa Yusuf Alptekin de bu önemli isimler arasındadır. Nuriye Hanım’ın yazısından sonra onu en iyi anlatabilecek kalemlerden biri olan Mehmet Niyazi Özde-mir’in yazısını okumaya başlıyoruz. Liseyi aynı yıllarda ve Haydarpaşa Lisesi’nde okumuş olmalarından dola-yı onunla olan dostlukları çok derindir ve adeta ayrı geçen günleri olmamıştır. Niyazi Hocamız onun yurtta-ki arkadaşlarını nasıl namaza kaldırdığını, yurtta ezan okuyarak onları cemaatle namaz kılmaya nasıl teşvik ettiğini ve onun Kadir Mısıroğlu, Ali İhsan Yurt, Mehmet Şevket Eygi gibi önemli şahsiyetler ile nasıl birlik-te azimle, gayretle, aşk ve şevkle çalıştığını anlatmaktadır. O yılların fakirliği, yoksulluğu içinde yaşanan küçük bir dayanışma örneği de bize büyük bir ders verecek niteliktedir. Allah sağlıklı ömür versin, benim de ancak geçen yıl kendisini bir toplantı vesilesiyle tanıma imkânı buldu-ğum Özer Ravanoğlu da onun arkadaşları arasındadır. Özer Bey, Sıtkı Evren Bey, Mehmet Ertuğrul Düzdağ, Niyazi Hocamızla birlikte kış günü, Zaptiye’nin çalışmakta olduğu, Mehmet Şevket Eygi tarafından kurulan dergideki çalışmalarına yardımcı olmak üzere gittiklerinde, ailesi İstanbul’da olanlar evlerinden odun götürürlermiş, yani bugünün şartları ile elli yılın,
elli yıl öncesinin şartlarını mukayese etmek bile mümkün değildir. Eskiden bir fakirlik vardı. Elli yıl önceyi bırakın yirmi, otuz sene önce de Türkiye’de gerçekten bir fakirlik ve yokluk devrini yaşadık bizler... Ben onlardan sonraki nesilden açlık sınırında geçinmeye çalışmış bir öğretmen olarak fakirliğin, yokluğun azla yetinmenin, eldeki ile mutlu olmanın ne demek olduğunu da bilenlerdenim. Dolayısıyla onların evlerinden odun götürerek ısınmalarını çok iyi anlayabiliyorum. Kültür tarihimize de ışık tutan bu güzel kitapta yer alan bazı anekdotlar sizi zaman zaman duygulandıracak, zaman zaman da güldürecek. Niyazi Özdemir Hocamız ona, “Zaptiye” lâkabının Özer Ravanoğlu tarafından, toplum içindeki hassasiyetlerinden dolayı kendisini rahatsız eden birçok şeye müdahil olması dolayısıyla verildiğini anlatır ve artık Özer Bey’in, “Zaptiye” lâkabından sonra artık o herkesin Zaptiye Ahmet’i olmuştur. Niyazi Hocamız, Zaptiye Ahmet’in halka nasıl “mesele geçtiğini” de gayet güzel anlatmaktadır. Aslında Zaptiye Ahmet’i daha da meşhur eden; onun Sovyetler Birliği Başbakanı Kosigin’in İstanbul’da Ayasofya’yı ziyareti esnasında kendisine “Yuh!!!..” çekmesi üzerine gözaltına alınmasıyla birlikte gazetelerde haber olmasıdır. Zaptiye Ahmet’in en büyük özelliklerinden biri de mesele geçmektir yani o meselesi olan bir insandır ve her mekânda ve her fırsatta bu meseleleri etrafındakilere de anlatarak onları da meselelerden haberdar etmek, belki de meseleleri onlarla paylaşmak, onları da dertlerine, meselelerine orta etmek istemiştir. Aslında memleketimizde mesele geçebileceğimiz yerler maalesef sadece kahvehaneler olmuştur. Oysa 1980’lerin sonunda ilk defa yurtdışına, İngiltere’ye gittiğimde orada Hyde Park’taki Speakers’ Corner’da (Hatipler Köşesi) yüzlerce insanın mesele geçmekte olduğunu görünce gerçekten İngiltere’nin söylendiği gibi demokrasinin beşiği olduğunu anlamış ve döndüğümde de Türk Edebiyatı dergisinde İngiltere seyaha-timle ilgili iki sayıda yayınlanan yazılarımda, Türkiye’de de Hyde Park’taki gibi bir hatipler köşesinin en azından İstanbul’da, özellikle Gülhane Parkı’nda da oluşturulmasını temenni etmiştim. İşte belki de bizler “mesele geçecek” yerler bulamadığımız için, birbirimizle her gün, sonları maalesef bazen kanla biten tar-tışmalarda, kavgalarda ve dövüşlerdeyiz... Birbirimizi anlayamadığımız ve daha da önemlisi anlaşılmadığımız için de huzursuz ve mutsuzuz... Zaptiye Ahmet 61
gibi söyleyecekleri olan, dertleri, meseleleri olan insanla-rımız o kadar çok ki... Ama maalesef bu insanlara konuşma fırsatı; duygularını, düşüncelerini anlatma, onları milleti ile paylaşma, “mesele geçme” fırsatı verilmediğinden, karşılıklı birbirini dinlemeyen, anlamayan, anlıyorsa da yanlış anlayan bir millet olup çıktık maalesef... Hele hele İstanbul gibi, son 15-20 yılda azman-laşan, adeta “şehir” olmaktan çıkarak, bazı semtleriyle birer “Küçük Teksas” olan, kimliksiz ve şahsiyetsiz şehirlerde bedenî varlığımızı olduğu kadar ruh sağlığımızı muhafaza ederek yaşayabilmek de hayli zorlaş-tı!... Sultan Abdülaziz Han’ın Turşucu-başısının torununun dükkânından turşu yedikten sonra biraz ileride Sultan Abdülhamit Han’ın Şerbetçiba-şısının dükkânından da şerbet içen birçok dostunun anlattığı; kimi zaman duygulandıran, kimi zaman hü-zünlendiren, kimi zaman da güldüren hâtıraları, anekdotları okumak için mutlaka, aziz dostum Dursun Gürlek’in Zaptiye Ahmet kitabını alıp okumalısınız. Hayır, hayır!.. Sadece okumanız yetmez, eşinize dostunuza, çocuklarınıza da okutmalısınız... Hepimizin bu kitaptan öğreneceği o kadar çok şey var ki!.. Hele çocukları-mız ve gençlerimiz bu kitabı okurlarsa, bu memlekete, bu millete, bu necip milletin dininden diline ve mimarisinden kültürüne de o derece sahip çıkacaklardır Yani demem o ki, Zaptiye Ahmet, sadece devrinin değil, devrimizin olduğu kadar gelecek devirlerin de zaptiyelik görevini bu kitaplar neşredildiği ve okun-duğu müddetçe yapacaktır. Kitapta başta Zaptiye Ahmet’in kız kardeşi Nuriye Uğur Akın Hanımefendi ol-mak üzere hocaları, yakın dostları, neredeyse çocukluk ve okul arkadaşları olan Mehmet Niyazi Özdemir, Özer Ravanoğlu, Ahmet Nuri Yüksel, Mahir iz, Nevzat Kösoğlu, Galip Erdem, Dr. Âsaf Ataseven, Hekimoğlu İsmail, Ergun Göze, Münevver Ayaşlı, Ahmet Güner Elgin, Kadir Mısıroğlu, İsmail Oğuz, Mehmet Şevket Eygi, Raif Karadağ, Ahmet Rıfat, Abdullah Dervişoğlu, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Hasan Arvasi, İmam Mustafa, Erdem Öztekin, Rahime Kadirioğlu, Müslüm Turan, Peyami Turan, Dinçer Baykan, Dursun Ali Çemberci, Üstün İnanç ve Hüdavendigâr Onur gibi bazılarını bizim de tanıma mutluluğuna erdiğimiz kültür, sanat ve edebiyat erbabının yazılarını okuyabilirsiniz. Ahmet Ersin Yücel’in, bu kitabın sonuna eklenen yazıları da mutlaka dikkatle okunması gereken türdendir. Zaptiye Ahmet’in yazıları bence onun şahsiyetini kültürünü bilgisini birikimini ve her şeyden de önemlisi sayı//75// ekim 62
eğer ömrü vefâ edip de şöyle en azından ellisine, altmışına kadar yaşayabilmiş olsaydı ne çapta bir âlim, mütefekkir ve yazar olabileceğinin de vesikasıdır, ispatıdır, göstergesidir... Onun özellikle, “Mimaride Ruh” başlıklı yazısı başta mimar ve mühendisler olmak üzere bütün ilgili münevver ve memurlarımıza okutturu-lup ezberlettirilmelidir!.. Ayrıca Zaptiye Ahmet’in, kitabın sonuna eklenen vasiyetnamesi de beni oldukça etkiledi. Hatta zaman za-man ben de vasiyetnamemi yazmaya niyetleniyorum, fakat hâlâ bir türlü başlayamadım ama Zaptiye Ahmet bunu bir yatsı namazından sonra yapmış ve her satırı okuyunca insan kendi vasiyetnamesini okuyormuşça-sına duygulanıyor ve hatta gözlerinden yaşlar damlıyor... Bu kitap vesilesiyle çok önemli gördüğüm bir hususa da temas etmeden geçemeyeceğim. Hepimizin evle-rinde en azından üç beş fotoğraf albümü vardır. Fakat albümlerdeki fotoğrafların ne yazık ki arkalarında fotoğraf ve fotoğraftakilerle ilgili bilgi ve açıklamalar hemen hemen yok gibidir. Bunu akrabalarımın, arka-daşlarımın ve yakın çevremdeki birçok kıymetli şahsiyetin albümünde de gördüm. Maalesef hepimiz hep hayatta olacakmışız ve o fotoğraflardaki kişilerin kimler olduklarını soranlara her an cevap verebilecekmişiz gibi düşünüyoruz. Oysa maalesef hepimiz ölümlüyüz ve o fotoğrafların bir kıymet ifade edebilmesi için onlardaki kişilerin kimler olduklarını bizden sonrakilerin de bilmesi açısından mutlaka fotoğrafların arkala-rına açıklamalar yazılmalıdır. O fotoğraflarda bulunan kişilerin isimleri, fotoğrafın nerede, ne zaman ve kim tarafından çekildiği gibi bilgilerin mutlaka yer alması gerekir. Şahsen ben elimden geldiğince bunları yap-maya çalışıyorum. Bu işi önce mürekkepli kalemlerle yaptığımda gördüm ki, mürekkep diğer fotoğrafları da lekeliyor ve her tarafı kirletiyor. Şimdi çeşitli denemelerden sonra sonunda hazır, kendinden yapışkanlı etiketlere bilgisayardaki programını da kullanarak bilgileri yazıp onları fotoğrafların arkasına yapıştırıyo-rum. İnşallah bu yazıyı okuyan dostlarımız da ellerindeki fotoğrafların arkalarına gerekli açıklamaları yazar-lar. Hele hele büyük gazetelerin, dergilerin, yayınevlerinin, vs. arşivlerindeki fotoğraflar için bunların ya-pılması elzemdir. Zira o yayınevlerinin arşivlerindeki fotoğrafların içindekileri belki bugün için bilenler olabilir ama yakın bir gelecekte eğer arkalarına gerekli bilgiler yazılmamışsa onların kimler
olduklarını söy-leyebilecek belki tek bir kişi bile bulamayabiliriz. Zira sahafların önlerindeki kutularda, çantalarda ve ba-vullarda binlerce fotoğraf maalesef kimlikleri olmayan insanlar gibidirler!.. Bu kitaptan da bir örnek vererek söylemek istediklerimi daha müşahhas hâle getirmek istiyorum. Meselâ sayfa 234’te bir fotoğraf var. Bu fotoğrafta bulunan üç kişinin isimleri maalesef yazılamamış. Oysa Teşkilat Refik, bu kişilerin kimler ol-duklarını söyleyebilirdi ama maalesef öğrendiğim kadarıyla o da vefat etmiş. Oysa bu, daha önceki yıllarda yapılmış olsaydı bu isimleri de öğrenebilecektik. Yazdıklarım ne yazık ki, kitapta bulunan diğer bazı fotoğ-raflar için de geçerlidir. Dursun Gürlek dostumuzun söz konusu kitaba almış olduğu 18 Temmuz 1970 tarihli Raif Karadağ’ın yazısı Bizim Anadolu gazetesinde yayınlanmış. Bu yazıyı özellikle bir konuyu burada belirtmek üzere seçtim. Raif Bey bu yazısını, rahmetli Ahmet Ersin Yücel’in vefatının 1. yıldönümünde milliyetçi gazetelerin hiçbirinde onunla ilgili bir satırcık olsun yazı göremediği için üzüntüsünden ağlayarak kendisine telefon açan sevgili anneciği ile görüştükten sonra yazmış. Ben bu yazıyı 2020’nin Eylül ayının başlarında kaleme almaya çalışıyorum yani aradan tam elli yıl geçmiş. Maalesef bu elli yıl içinde Zaptiye Ahmet’le ilgili sadece rahmetli Mehmet Niyazi Özdemir vasıtasıyla biraz bilgi sahibi olmuştum, ondan ötesi yok. Demek ki bu yıllar içinde hiç kimse bir teşebbüste bulunarak en azından yılda bir kere olsun bir toplantı düzenlenmesi veya mezarına ziyarete gidilmesi girişimlerinde bu-lunmamış. En azından benim hiç haberim olmadı. Mezarlıklarda en çok gezenlerden biri olduğun için bura-ların artık bayramdan bayrama bile ziyaretçilerinin ne kadar azaldığını gördüğümden bu satırların okuyucu-larını da kendileri öldükten sonra da kısa zamanda unutulacaklarından hiç şüphelerinin olmaması konusun-da uyarmak istiyorum. Çünkü artık hiç kimsenin bir başkasını hatırlamaya, onu anmaya, onun hâtırasını yâd etmeye, hele hele mezarını arayıp bulmaya veya biliyorsa mezarının başına üç beş arkadaşı ile gidip birer Fatiha okumaya vakti yok!.. Benim abarttığımı zannedenler olabilir, fakat eğer merakınız varsa gelin, size bunların canlı örneklerini gösterebilirim. Benim burada söylemek istediğim şu; eğer aileden birileri varsa; bu eş olabilir, hayırlı evlâtlar olabilir, akrabalar olabilir, eğer sevdiklerinin unutulmasını istemiyorlarsa
biraz da onların gayretleri gerekiyor. Bu işte kimler görevli? Herkes başkasından bir şeyler yapmasını bekliyor... Şunu unutmayalım ki, mezarlık-lar şöhretli adamlarla dolu. Evet, onlar da zamanında hayattayken meşhurdular. Bir kısmı hâlâ eserleri ile, geride bıraktıkları ile unutulmadılar ama bu herkes için söz konusu değil. Meselâ kırk yıldır İstanbul’dayım ama rahmetli Ahmet Ersin Yücel’in ailesinden hiç kimseyi tanımadım. Keşke aileden birileri onun dostla-rından hiç olmazsa rahmetli Mehmet Niyazi Özdemir ile irtibata geçip böyle bir kitabın yıllar evvel yayın-lanmasını; en azından yeni yetişen nesillerin onu tanıyabilmeleri için bazı anma toplantılarının yapılmasını veya mezarı başında ziyaretler tertip edilmesini temin edebilmiş olsalardı. Dursun Gürlek arkadaşımızın Zaptiye Ahmet’i tanımış ve şu anda hayatta bulunan son bir kaç kişiden rica ile aldığı yazılar haricinde maalesef Zaptiye’nin vefat ettiği yıllara ait olanlar dışında onun vefatından son-raki yıllara ait bir yazı göremeyeceksiniz. Yazılar rahmetli Ahmet Ersin Yücel vefat ettiği zaman yazılmış ve birkaç yıl içinde de unutulup gitmiş. Onu yaşatan sadece sohbetlerdeki anlatımlarıyla Mehmet Niyazi Öz-demir olmuştur. Zaten o eski yazıları kaleme alanların da bir çoğu artık hayatta değil. Demek ki, onu tanı-yanlar da vefat ettikten ve özellikle de en azından her vefat yıldönümünde milliyetçi, muhafazakâr gazete ve dergilerde olsun acaba bir yazı çıktı mı diye derin acısı ve merakıyla onları karıştırdıktan sonra eğer herhangi bir yazı çıkmamışsa beklentisi ve ümidi olan bir gazeteye, bir dergiye veya bir yazara telefon aça-cak, yüreği evlât acısıyla yanık sevgili anneciği de bu fâni dünyaya vedâ eyleyince maalesef Zaptiye Ahmet de nisyana terk edilmiştir. Kırk, elli yıl içinde böyle çok ama çok isim gördüm. Vefat ettikleri ilk birkaç yıl içinde toplantılarla anıldıkları hâlde daha sonra ne isimlerini anan oldu ne de eserlerini basan!.. Bakın eserlerini diyorum... Bu insanlar ki, geride eserler bırakmışlardı... Onlar bile unutulup gittiler... Kitapları-nın yeni baskıları yapılmayan nice kıymetli yazar ve şâirimizin unutulduğunu ben size isim isim sayabilirim ama siz okuyuculardan değil de onların ruhaniyetlerinden ve aziz hâtıralarından utandığım için yazamıyo-rum. Bugün onları hatırlayıp anan ve onların mezarlarının yerlerini bilenler bile neredeyse kalmadı. Ben de bazılarının mezarlarını büyük araştırmalarım neticesinde zorluklarla bulabiliyorum, tabii mezarlarını bulamadıklarımız da ayrı hikâye.. 63
nadolu kırsal mimarlığının çerçevesini çizmek için mimariyi etkileyen parametreler, mimari tasarımdaki temel ilkeler mimari çeşitliliğin bölgelere göre dağılımı ve plan şeması tiplerini ortaya koymak gerekir. İklim, topoğrafya, doğal doku, çevrede bulunan malzemeler çevresel etkenlerdir. Din, dil, dünya görüşü, kültürel değerler, aile, akraba ve toplum ilişkileri ve gelenekler kültürel etkenlerdir.
TÜRKİYE KIR
MİMARLIĞI -IIAnadolu Kırsal Mimarlığı’na asırlardır yazılı olmayan görgü, ahlak ve inanç kuralları çerçevesinde oluşmuş değerler sistemi, birlikte yaşama kültürü hakim olmuştur. Komşu yapılara saygı gösterilir. Hiçbir ev bir başka evin ışığını, havasını ve manzarasını etkilemez. Dr. Şimşek DENİZ
Toplum davranışları bölgedeki ailelerin sosyoekonomik durumları ve yaşam biçimlerini sosyal etkenler olarak sıralayabiliriz. İnsanınmekan ve ev algısı, kültürü, ev deneyimleri ise insani etkenleri oluşturmaktadır. Anadolu’da kırsal dokuyu oluşturan parsellerde ana yapıya ek olarak zirai ve hayvancılık amaçlı ahır, samanlık, izbe, tandır gibi müştemilat yapıları yer almıştır. Sanayi devrimi öncesi Anadolu Kırsal Mimarlığı’nda tabiata ve iklime uygunluk, içten dışa çözüm, yapı malzemesinin en yakından seçilmesi, bina ve mobilya ölçülerinin insan bedeni temel alınarak oluşturulması ve az maliyetle gerçekleştirilmesi temel ilkeler olarak sayılabilir. İç Anadolu’da oldukça yaygın olan ahşap çatkı – kerpiç dolgu tekniği Orta Asya’daki Harzem bölgesinde 8. Yüzyıldan itibaren kullanılmaktaydı. Anadolu Kır Mimarlığı sade, insani boyutta ve fonksiyoneldir. Genellikle sivil mimari 1-2 katlıdır. Kagir olarak inşa edilen zemin katlarda sağır duvarlarla ve bahçe duvarlarıyla mahremiyet korunmuştur. Zemin katlar tarım ve hayvancılık amaçlı kullanılmış, çoğunlukla mutfak ve fırın zeminde inşa edilmiştir. Üst katlar yaşam alanı olarak tasarlanmış, çıkmalar ve cumbalarla sokağa açılmıştır. Plan tipolojisinde kare ya da dikdörtgen odalarda işlevsellik ve uyum gözetilmiştir. Sedir, ocak, yüklük, dolap, gusülhane mimari ile birlikte tasarlanmış ve bütünün bir parçası olmuştur. Sofalar Anadolu’da farklı yörelerde hayat, sayvan, divanhane, çağnışır, tahtabaş gibi farklı isimlerle anılır. Ortak yaşam mekanı olan sofa bazı bölgelerde eyvanlarla genişletilmiştir.
sayı//75// ekim 64
Türk sivil mimarisindeki plan şemaları sofalar esas alınarak 4 ana gruba ayrılmıştır.
kırlangıç tavan Erzurum ve Kuzeydoğu Anadolu Mimarisi’nde sık kullanılmıştır.
• Sofasız plan tipi • Dış sofalı plan tipi • İç sofalı plan tipi • Orta sofalı plan tipi
Karadeniz Mimarisi’nde ahşap iskelet ve cephe düzeninde dolma göz çıtalamalar Ege ve Akdeniz bölgesinde ise düz damlı kübik taş mimarisi egemendir.
Anadolu kır yapılarının çoğu doğal arazi yapısına göre açılmış yolların sınırladığı parseller üzerine inşa edilmiştir. Kır sivil mimarisi tek düzelikten uzak olarak farklı arazi büyüklüğünde birbirlerinden farklı plan ve cephe düzenlerine sahiptir. Yerleşim biçiminde arazi yapısı, hakim rüzgar yönü, panaroma ve gün ışığı etkili olmuştur. Zemin katlarda bölgedeki üretime yönelik hayvancılık ve tarımsal amaçlı servis hacimleri yer alırken yaşam alanlarının bulunduğu üst katlarda belirgin bir geometric disiplin mevcuttur.
Orta Anadolu’nun tüm köy ve kasabalarında topraktan yapılan ahşap çatkılı kerpiç evler mevcuttur.
Altı kagir üstü ahşap çatkılı, geniş saçaklı ve alaturka kiremit örtülü Türk evi kırsal mimarinin çok sık rastlanan karakteristik özelliğidir. Anadolu Kır Mimarisi’nde çeşitlilik ve bölgesel çözümlere karşılık adeta aynı ustanın elinden çıkmış gibi bir bütünlük görülür. Bu olguda kuşaktan kuşağa aktarılan yapı inşa tekniği ve ilkeleriyle usta ve çırak ilişkisinin şekillendirdiği bir ahlaki temel rol oynamıştır. Anadolu Sivil Mimarisi’ni bugün Türkiye’de mevcut olan yedi bölgeye göre de sınıflandırmak mümkündür. Taşkonut mimarisini ve gölgeli avluları sıcak ve kuru iklime sahip güneydoğu anadolu’da görüyoruz. Ahşap hatıllı taş mimarisi ve
İÇ EGE, TOROSLAR VE İÇ ANADOLU’YA ISE HIMIŞ YAPI TEKNIĞI HAKIMDIR.
Anadolu Kırsal Mimarlığı’na asırlardır yazılı olmayan görgü, ahlak ve inanç kuralları çerçevesinde oluşmuş değerler sistemi, birlikte yaşama kültürü hakim olmuştur. Komşu yapılara saygı gösterilir. Hiçbir ev bir başka evin ışığını, havasını ve manzarasını etkilemez. Komşunun bahçesine bakan pencere açılmaz. Yan bahçeye çatıdan gelen yağmur suyu boşaltılmaz. Kabul edilmelidir ki Anadolu Kırsal Mimarlığı’nda mekan ve eve dair bu yaklaşım İslam inanç ve ahlakından beslenmiş ve somut olarak mekanda tecessüs etmiştir.
KAYNAKÇA
• Cengiz Bektaş, Halk Yapı Sanatı, İstanbul 2001 • Sedat Hakkı Erdem, Türk Evi Plan Tipleri, İstanbul 1995 • Doğan Kuban, Türk Evi Geleneği Üzerine Gözlemler, Türk ve İslam Sanatı Üzerine Denemeler, İstanbul 1995 • Metin Sözen ve Cengiz Eruzun, Anadolu’da Ev ve İnsan, İstanbul 1992 • Anadolu’da Kırsal Mimarlık, Çekül Vakfı Yayınları 65
ANKARA SOMUT OLMAYAN
KÜLTÜREL MİRAS MÜZESİ
Somut olmayan kültürel mirasımız adına ülkemizde bir ilk olan bu müzenin ortaya çıkmasında önderlik eden Proje Koordinatörü kıymetli hocamız Prof. Dr. Öcal Oğuz ve değerli hocalarımız Doç. Dr. Evrim Ölçer Özünel ve Doç. Dr. Dilek Türkyılmaz olmak üzere Gazi Üniversitesi, Altındağ Belediyesi, Ankara Kalkınma Ajansı ve Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesine, sevgili müzeci arkadaşlarım Zeynep ve Burakhan'a teşekkür ediyorum… Salih DOĞAN
nkara SOKUM Müzesinin çalışmalarını aşağı yukarı kurulduğu günden beri İstanbul'dan takip etmeye gayret ediyorum. Lakin bir türlü müzeyi gezme fırsatım olmamıştı. Geçtiğimiz günlerde Hamamönü semtinde bulunan müzeyi gezmeye karar verdim. Müze çalışmaları çok kıymetli hocam Prof. Dr. Öcal Oğuz’un önderliğinde Gazi Üniversitesi Türk Halkbilimi Araştırma ve Uygulama Merkezinde 2005 yılında halk bilimine gönül vermiş değerli bir ekibin uzun yıllar yapmış olduğu çalışmalarla ortaya çıktı. Doç. Dr. Evrim Ölçer Özünel, Doç. Dr. Dilek Türk Yılmaz Öğretim Görevlisi Selcan Gürçayır ve Tuna Yıldız bunların başında geliyor. Sonrasında dönemin Belediye Başkanı Veysel Tiryaki’nin Hamamönü’nde restore edilen Ankara konaklarından birini tahsis etmesiyle 2011 yılında başlayan çalışmalar Kalkınma Ajansının desteği ile 15 Haziran 2013 yılında konağın müzeye dönüştürülmesi neticesinde Ankara Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesi kendi alanında Türkiye'nin ilk uygulama müzesi olarak çıkartmıştır. Müzenin kurucusu UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Öcal Oğuz ve ekibi; özelde Ankara'nın genelde Anadolu'nun tarihi ve kültürel değerlerini, müzecilik ve Türk halkbilimi konularındaki deneyimini aktarmak, yaşatmak ve teşvik etmek amacıyla işe koyulmuştur. Telefonla görüştüğümüz müze sorumlusu arkadaşım Zeynep Hanım bana refakat için Burakhan Beyi görevlendirmişti. Anlaştığımız saatte kapıda hazır olup birlikte müzeyi gezmeye başlıyoruz.. Müzede Türk Halk Bilimi öğretim üyeleri ve öğrencileri gönüllülük esasına göre çalışıyorlar, Burakhan Bey de onlardan biri; heyecanlı genç ve yaptığı işten gurur duyan mütevazı bir arkadaş.. Size biraz müzemizin kuruluş amacından bahsedeyim diyerek söze başlıyor; “Müzemizin kuruluş amacı başkentimizi kültür turizmi merkezlerinden biri haline getirmeye katkıda bulunmaktır. Ankara’nın kültür turizmi potansiyelini hareketlendirmek, tarihî ve kültürel değerlerini ortaya çıkarmak için alan çalışmaları yapmak ve bu alan çalışmasından elde edilen verileri müzede uygulama modellerine dönüştürmek müzemizin hedefleri arasında yer almaktadır. Bütün bu çalışmaları özetleyen Ankara’nın Somut Olmayan Kültürel Mirası kitabını size takdim edeceğim. Orada Projemiz hakkında daha detaylı bilgilere
sayı//75// ekim 66
ulaşabilir, müzemiz açılmadan önce Ankara’nın tüm ilçelerindeki tarihi kültürel değerlerin derlenmesi, bu bağlamda Ankara’nın ilçe ve köylerine tek tek giderek yapılan alan araştırmaları ve toplanan verilerle büyük bir bilgi havuzu oluşturuldu. Somut olmayan kültürel miras toplulukların, grupların ve kimi durumlarda bireylerin, kültürel miraslarının bir parçası olarak tanımladıkları uygulamalar, temsiller, anlatımlar, bilgiler, beceriler, bunlara ilişkin araç gereçler ve kültürel mekânlar...” Kanatlı dış kapıdan genişçe bir avluya giriyoruz, sol tarafta etkinliklerin yapıldığı bir çadır, sağ tarafta ahşaptan heykeller mevcut. Müzede iki katlı konağı gezdiren ziyaretçilere rehberlik yapan kız ve erkek öğrenciler yöresel dönem kostümleriyle ziyaretçileri karşılayıp gruplara sunum yapıyorlar. Kısaca canlı ve dinamik bir müze ortamı siz bekliyor. GÖLGE OYUNU VE MEDDAHLIK
Müze iki katlı olup ilk kat sol taraftaki salonda geleneksek gösteri sanatlarımızdan KaragözHacivat gölge oyunlarının yapıldığı bir sahne oluşturulmuş; okul grupları veya ziyaretçilere belli aralıklarla bir “hayali” tarafından gösteriler yapılıyor. Bu alanda yapılan sergilemelerde geleneksel gölge oyunu meddahlık mirasına kuklalardan, oyun karakterlerine kadar her şey mevcut. Burakhan Bey, bütün bir gösterinin tanıtımının yapıldığı bu sanatımızın müzeleştirilme süreçlerini bana tüm detaylarıyla anlatıyor. Giriş kısımda bulunan kitaplar, dergiler, müze tanıtım materyalleri, geleneksel
ahşap oyuncaklar, renkli topaçlar, mangala, beş taş ve bunları deneyimlemenin çocuklara ne kadar heyecan verdiğini görmelisiniz… EBRU SANATI VE IHLAMUR BASKI
Müze; giriş katın sağ tarafındaki küçük salonda iki önemli mirasımızın deneyimlendiği bir alan olarak düzenlenmiş: ebru sanatı ve ıhlamur baskı yapımı. Bir İngiliz turist ile birlikte oturup baskı yapıyoruz. Çocukluktan beri hafızamızda yer etmiş özellikle Tokat işi baskılı sofra bezleri vardır. Beni bu uygulama doğrudan geçmişe götürdü ve bir anlamda bellek mekân olan müze işlevi aslında bunu veriyor ziyaretçiye. Bilinçaltındaki geçmişinizle yüzleştiriyor sizleri. Beni bir anda çocukluğumdaki o sofraya götürdü; sofra başında bugün var olmayan insanlarla buluşturdu, onların hatıraları zihnimde canlandı, mutlu oldum ve hüzünlendim. Eminim bütün ziyaretçiler aynı duyguları yaşıyorlar. Çocukluk anılarınızı tekrar hatırlarken yaşadığınız mutluluk ve anılarda saklı kalmış olay kahramanlarının yokluğunun yarattığı hüzün, "herşey zıddı ile kaimdir" sözünü kulaklarınızda yankılıyor. Üst kata hafif adımlarla merdivenlerden yukarı doğru çıkarken sağ tarafta muhtemelen konağın sahipleri olduğunu düşündüğüm bir çiftin fotoğraflarının sessizce beni izlediğini fark ediyorum. Hemen merdivenleri çıkınca karşıda kiler odası bizi karşılıyor. Kiler Odası: Geleneksel yöntemlerle yapılan kışlıklar, turşular, tarhanalar, kurutmalıklar, 67
kavanozlarda yapılan reçeller pekmezler, siniler, teştler, güğümler, tel dolap içinde saklanan yiyecekler, hububat çuvalları… Kiler ile oturma odası duvarına monte edilmiş ahşap dönerli servis dolabı kültürümüzün taşıyıcı unsurlarından birisi olarak kullanım biçimi gösterilerek sergileniyor. Türk toplumunda yaygın kullanılan bir deyim; ”ne dolaplar çeviriyorsun” deyimi buradan gelmektedir. Mesela bir kız, beğendiği erkeğe duygularını belli etmek için bu dolaba mendil koyarak karşı tarafa işaret gönderebilirmiş. Karşı taraf da hislerini mendili farklı şekillerde katlayarak gösterirmiş ki bu da “dolap çevirme “deyiminin çıkış noktalarından. Dolap çevirme deyimi somut olmayan kültürel mirasın somut objeler üzerinden müze vasıtasıyla kültürel aktarımının yapılmasını sağlamıştır. Öbür köşede yufka ekmekler var ekmeğin nimet olarak kültürümüzdeki baştacı yeri anlatılıyor, yapım ve paylaşım kültürüne dair görseller muhteşem hazırlanmış.
günlerinin hikâyeleriyle bütünleşen bir sıcaklık. Burakhan Beyin mangalın kullanım kültürüne dair anlattıkları hayli ilginç geldi: Mangalın kapağının başında bulunan kuş motifi, eğer kapıya dönük konmuş ise “mazeretimiz var, eğer mümkün ise ziyaretinizi kısa tutabilir misiniz” anlamına geliyormuş. Eğer kuş içeriye dönük ise “istediğiniz kadar oturabilirsiniz hiçbir mazeretimiz yok” demekmiş. Eski köy evlerinin duvarında bulunan geyikli halı kilimler halı yastıkları tavana yakın bir örtülü raf üzerinde ahşap radyo, saz, gaz lambası gibi eşyalar mevcut. Karşı duvarda eski bir ahşap dolap içinde kahve kültürümüze dair malzemeler, kullanılan materyaller ve “bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır" deyimi ile kahvenin kültürümüzdeki yeri anlatılıyor. Müze ziyaretçilerine kulaktan kulağa anlatıla gelen geleneklerimizin, oyunlarımızın canlandırıldığı, masalların, hikâyelerin anlatıldığı köy odalarını deneyimleyeceğiniz alanlardan birisi bu şark odası.
Burası harika bir bellek mekân, sizi modern zamanlardan beton binalardan alıp geleneksel yaşamın derinliklerine götürüyor. Burakhan Bey, yaşlı ebelerimizin ipleri nasıl eğirdiğini kökboyaların hangi bitkilerden yapıldığını her gün çöpe attığımız soğan kabuklarının ve diğer boya yapılan birçok bitkinin ne kadar kıymetli olduğunu anlatıyor örneklerini bir bir gösteriyor. Yan tarafa köy odasına geçiyoruz
Ara bölmelerde geleneksel dokuma tezgâhı ve kullanılan objeleri görünce rahmetli anamın kilim dokumada kullandığı demirden bir “kirkit”i vardı onu hatırladım. Kazıklar çakar upuzun gererdi iplerini kurardı dokuma tezgâhını evin önüne üç ağacın ucundan bir birine çatılıp üzerine bir çul atılarak çadır gibi gölgelik yaptığını ve ilerledikçe onu biraz daha ileri alarak kilim, palaz, tay, kıl harar dokuduğunu net hatırlıyorum. Sevginin, acıların, kederlerin, sevinçlerin motiflere aktarıldığı kilimlerimiz... Kandiller, idare,
Şark Odası: Sedirli oturma düzeni, bizim eskiler makat da derlerdi, ortada bir mangal kış sayı//75// ekim 68
lambaları, çıralar, lüksler, gemici fenerleri vitrin içinde sergilenmiş ne güzel! Gelin Odası: Gelin odasında, beyaz gelinlikler, büyükçe bir ahşap gelin çeyiz sandığı içerisi el emeği göz nuru işlenmiş çeyiz ürünleri ile dolu. Kapak üzerinde sergilenmiş geleneksel işlemeli eski bir cepken, sandıkta yemeniler, nakışlı ip çoraplar, kanaviçeler, işlemeli mendiller, danteller neler de neler… Ahşap bir eski beşik içinde geleneksel yöntemlerle kundaklanmış temsili bir bebek sarıp sarmalanmış. Bebeklerin altına "öllük" yani beyaz toprak koyarlardı bizim oralarda, pişik olmasın diye! Baby Johnson geldiğinde onlar çoktan kaybolmuştu zaten. Vitrin içinde düğün, sünnet kültüründe davet ve davete icabet geleneklerimizin sembolleri sergilenmiş. Bizim köyde de "okuntu" getirene yumurta, mendil, çorap verilirdi. Gelin yatağı aynı zamanda süslenmiş sünnet çocuk yatağı olmuştur. Sünnet kültürümüze dair asker kına kültürü ve sünnet çocuğu büyüdüğünde onun için hazırlanmış asker bavulu. Gelin odasının içinde duvara gömülmüş ahşap kapaklarla kapatılmış eskiden yıkanmak için kullanılan minik bir banyo mevcut. Eski konaklarda genellikle uygulanan bir örnek bu ve halen Anadolu’da da eski konaklarda bu kültürün mekânı olarak korunmaktadır. Karşı tarafta bulunan son odamıza geçerken duvarda somut olmayan kültürel mirasımız olarak UNESCO miras listesine girmiş bütün miraslarımızın görsellerini inceliyoruz. Son odamıza geliyoruz geleneksel tarzda sedir divan tarzında oturumu kurgulanmış köy odası tarzında orta yerde kilim üzerinde bir mangal, duvarda İstanbul Boğaz Köprüsü motifli bir halı ve geleneksel oyunlarımıza dair görseller mevcut ve burada da çeşitli gruplara oyunlar sergileniyor temsiller veriliyor diye anlatıyor Burakhan Bey. Ankara Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesi, müze objesini; objenin kendisiyle birlikte kullanım şekli varsa törensel ritüeli, kültürel kodlardaki karşılıkları ve çağrışımlarıyla birlikte toplumsal bilinçaltına varan şekliyle bütüncül bir bakış açısıyla ele almaktadır. Böylelikle geçmişten geleceğe önemli bir köprü olmayı başarıyor. Sahip olduğumuz zengin ve köklü medeniyetin mirasçısı bir millet olarak Anadolu’nun bir özeti sayılan Ankara şehrimizin tarihi ve kültürel değerlerini ortaya koyup kendi özgün formlarında uygulamak, sergilemek ve gelecek nesillere aktarma misyonu ile hizmet vermektedir. Bu bağlamda müze
ortaya çıkardığı bilgi ve geleneğin örnekleri olarak; orta oyunları, meddahlık, gölge oyunları, masallar, hikâyeler, ninniler, maniler, türküler, geleneksel sohbet toplantıları, temsili kına gecesi, diş hediği, asker kınası, sünnet töreni, beşik toyu gibi birçok kültürel miras değerleri burada canlandırılmaktadır. Müze ziyaretçilerine geleneği kendi atmosferinde deneyimleme fırsatları sunmaktadır. Somut olmayan kültürel mirasımız adına ülkemizde bir ilk olan bu müzenin ortaya çıkmasında önderlik eden Proje Koordinatörü kıymetli hocamız Prof. Dr. Öcal Oğuz ve değerli hocalarımız Doç. Dr. Evrim Ölçer Özünel ve Doç. Dr. Dilek Türkyılmaz olmak üzere Gazi Üniversitesi, Altındağ Belediyesi, Ankara Kalkınma Ajansı ve Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesine, sevgili müzeci arkadaşlarım Zeynep ve Burakhan'a teşekkür ediyorum. Ankara'ya yolu düşenler tarihi ve kültürel kent belleği açısından çok önemli bir bölge olan Hamamönü semtindeki bu müzeyi mutlaka görmelidir diye düşünüyorum. Müze şimdi Etnografya Müzesi bünyesinde olup eğitim-öğretim sezonunda 09.00-17.00 saatlerinde Pazartesi günleri hariç açık ve ücretsizdir. SOMUT OLMAYAN KÜLTÜREL MİRAS
Somut Olmayan Kültürel Miras (SOKÜM) UNESCO tarafından; toplulukların, grupların ve kimi durumlarda bireylerin, kültürel miraslarının bir parçası olarak tanımladıkları uygulamalar, temsiller, anlatımlar, bilgiler, beceriler ve bunlara ilişkin araçlar, gereçler ve kültürel mekânlar biçiminde tanımlanmaktadır. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu miras, toplulukların ve grupların çevreleriyle, doğayla ve tarihleriyle etkileşimlerine bağlı olarak, sürekli biçimde yeniden yaratılır ve bu onlara kimlik ve devamlılık duygusu verir; böylece kültürel çeşitliliğe ve insan yaratıcılığına duyulan saygıya katkıda bulunur… Fotograflar: SOKUM Müze Arşivi- Salih Doğan 69
MAZİDEN BİR YAPRAK:
ŞAİR, YAZAR A. VAHAP AKBAŞ’LA
TÜRKÜLER ÜZERİNE… “Diyelim: deli yürek sakarya / derviş dicle ve fırat / dertli tuna/ amuderya aras ince arda../ onlar ki birer türküdür/ ağlar her biri bir yerde şimdi" İsmail BİNGÖL
ir terazi gibidir türküler… Söyleyen; bir kefesine hüznünü, kederini, sıkıntısını, acısını, ayrılığını; diğerine sevincini, mutluluğunu, vuslatını koyar. Ve öyledir ki; bazen biri, bazen öbürü ağır basar. Onun için de, bazen gidipte dönmeyenlerin, gelipte görmeyenlerin, sevipte alamayanların acısıyla içimiz yanıp, yüreklerimiz dağlanır. Yana yana dinler, döne döne ağlarız türküde anlatılanların haline… Ve belki de kendimize, kendi yaşadıklarımıza... Çilemize, cefamıza, ateşlerde yanan hayatımıza ve başka hayatların bu minval üzre sönüp gitmesine… Ardından ne bir ses, ne bir soluk kalmamasına… İnce bir sızıyla kavrulup geçip giderek toprağa karışmasına… Bazen de seviniriz; kavuşanların, mutluluğu ucundan kıyısından olsun yakalayanların sebebine… Coşarız; içimiz içimize sığmaz olur, kuşlar gibi uçarız adeta… El ele verip bar tutar, halay çekeriz. Dağlar gibi yücedir şimdi başımız… Ovalar, sahralar bizimdir… Türküleri anlatmaya, güzelliklerinden, birlik ve bütünlüğümüzün perçinleri olduklarından bugüne kadar birçokları sözetmiş, bundan sonra da sözedilmeye devam edilecek. Bu vatan, bu yurt, bu coğrafya bizim oldukça ve bu canlar tende yaşadıkça, türküler susmayacak, bizim hikâyemizi anlatmaya devam edecek… İşte şimdi o canlardan biriyle, şair ve yazar Vahap Akbaş’la kısaca türküler üzerine söyleşeceğiz. Ama ondan önce şairin dünyasındaki türkülerin varlığı konusunda birkaç kelam edelim. "Gülsüz, bülbülsüz manimiz, türkümüz, şarkımız yok gibi." diyen şair için atalarımızın “geçmişte yıkandığı nehirlerin artık birbirinden kopuk ve ağlar durumda” olması derin bin acıyı içerir ve bir “türkü” gibi gördüğü bu nehirlere şöyle seslenir:"diyelim: deli yürek sakarya / derviş dicle ve fırat / dertli tuna/ amuderya aras ince arda../ onlar ki birer türküdür/ ağlar her biri bir yerde şimdi"
sayı//75// ekim 70
Trakya'da öğretmenlik yapan Akbaş, yöreye ait "Aliş'imin kaşları kare" türküsünün hikâyesinden yola çıkarak yine büyük bir acıyı dile getirir. Rusçuk'un Maratin köyünde Mahmut Ağa adlı bir adam, kızı Gülsüm'ü kendisi gibi zengin birisiyle evlendirmek düşüncesindedir. Gülsüm, Aliş adlı bir faytoncuyu sevmektedir. Aliş, askerlik hizmeti dönüşü Gülsüm'ü kaçırır. Araya fayton sahibi Ömer Ağa girer, iki taraf anlaşır. Düğün hazırlıkları başlar. Bir gün Aliş arabasıyla Lom çayının üstünden geçerken köprü yıkılır, Tuna'ya düşer, kaybolur. Haberi duyan Gülsüm teessüre kapılıp kendini Tuna nehrine atar. "ağlar her biri bir yerde şimdi/ kara kaşlı aliş üzerine/ ve yâreli içler üzerine" Akbaş, özellikle de Divan şairlerinden yaptığı alıntılarla birlikte, anonim halk edebiyatı ürünlerinden olan türkülere yaptığı göndermelerle bu geleneği besleyen, onun arka planında yer alan İslam kültür ve medeniyetine olan bağlılığını ifade eder. İç dünyasındaki karmaşıklığın sebepsiz söylediği türkünün sözlerinde gizlendiğini fark eden şair; bu düşüncesini bir türkü sözü gibi şu şekilde özetler: Güzeller adama çok iş ederler/ Severler, akıbet derviş ederler." Yine çok bilinen, tanınmış kişilerce defalarca seslendirilen “Gurbet Şiiri”nde, “Türküler bastıramıyor yalnızlığımı / Mızrap amansız değiyor yüreğimin tellerine / Bir koca kentin kalabalık caddelerinde / Kazan kaldırıyor çocukluğum” diyerek, hasretliğinin acısına türküleri eş ederek anasına seslenen ve gönül dünyasında türkülere kendince yer veren Akbaş’la şahsen tanışmadan önce, onu kitaplarından ve aynı edebiyat dergilerinde yazdığımız yazılardan tanıyordum. Mısralarındaki naiflik, kelimeleri kullanımındaki titizlik, yaptığı işi ciddiye alışı, duygusallık boyutunun yüksek oluşu ve türkülere olan ilgisi, kendi penceremden bakarak onun hakkında az da olsa fikir edinmemi sağlamıştı. Sonrasında şiir gecelerinde ve başka birtakım vesilelerle görüştüğümüzde, onunla alakalı hissiyat olarak edindiğim kanaatin doğru olduğunu ve gerçekten oturduğunu gördüm. Kibarlığı, nezaketi, nezaheti ve duruşuyla inceltilmiş bir ruha sahip olduğunu anladım. Sonra bir gün, yaptığım programda türküler üzerine kısaca değerlendirmesini aldığım sanatçı, yazar, şair arasına onu da aldım. Telefon vasıtasıyla yaptığım bu röportaj gibi başkaları da bugüne kadar arşivimde durdu. Yazdıklarıyla
edebiyatımıza ve medeniyetimize katkı sağlayan bu güzel insanı bir kere daha anmak ve bu dünyadan bir A.Vahap Akbaş’ın geçmiş olduğunu tekrar hatırlatmak adına çözerek yayınlamak istedim. Şiir, roman, deneme, araştırma, inceleme türünde birçok esere imza atan Akbaş (D.2 Mayıs 1954, Batman-V.15 Kasım 2014, Çorlu)’la bilindiği üzere sağlığında edebiyat, sanat üzerine birçok sohbet yapılmış. Şairin bu sohbetlerde söylediklerinin yanında, kültürümüzün önemli ögelerinden olan türkülerimiz üzerine dile getirdikleri de hayli güzel ve dikkat çekici tespitler… Bakınız bu kısa sohbette türkülerle ilgili sorularımıza hangi cevapları verdi sayın Akbaş: İ.BİNGÖL: Üstadım, yıllardır şiirle, yazıyla iç içesiniz. Yeni eserler, yeni yazılar kaleme almak, yeni eserler üretmek için kelimelerle daha çok haşır neşirsiniz. Yazdıklarınızı okuyunca gözümüze çarpan bir tema da türküler… Nesirlerinizde, şiirlerinizde ara ara türkülere vurgu yapıyor, yer veriyorsunuz. Buradan da anlaşılıyor ki, halk kültürümüzün bu önemli ögesi sizin için de önem arz ediyor, etkiliyor. Hemen sormak istiyorum, türküler niçin önemlidir? V.AKBAŞ : Aslında genel anlamda müzik, musiki önemlidir. Çünkü bir milletin, bir toplumun bütün kültür değerleri o müziğin içinde yer alır. Bizim müziğimizin temel taşı, hemen orta direği de türkülerimizdir. Dolayısıyla türkülerimizde bizim bütün hayatımız var. Bizi anlamanın yolunun bu türkülerden geçtiğini söylüyor Yahya Kemal. Çünkü hayat tüm boyutlarıyla yoğunlaşarak en iyi türkülere aks ediyor. Yani biz türkülere baktığımızda onda adeta bütün hayatımızın aktığını görüyoruz. Bir Fethi Gemuhluoğlu abimiz vardı. Allah rahmet eylesin. O türküler için çok güzel şeyler söylerdi, ondan öğrenmiştim. O, ’İnce tarafıyla, yüce tarafıyla, temiz tarafıyla insanlarımız var türkülerde’ diyordu. Ve yine aynı şekilde ‘hafif tarafıyla, çılgın tarafıyla, şehvetli, avare taraflarıyla yine insanlarımız türkülerdedir.” diyordu. İşte kırılan insanlar, küsen insanlar, kaçan insanlar, kendi dışına kaçmak isterken içine büzülen insanlar, ilgi bekleyen insanlar, kıskanç olanlar, duyarlılar, meraklılar, acılar, acıklı olaylar, dostluklar, aşklar her şey türkülerdedir, türkülerimizdedir. Bu gözle baktığınız zaman gerçekten bütün hayatımızın türkülerde aktığını görürüz. İ.BİNGÖL : Sayın Akbaş peki sizin için, bir yazar ve şair olarak türkülerin hayatınızdaki
yerini sorsak ne söylersiniz? Yani sanatınıza, yazdıklarınıza nasıl tesir eder? Üretirken ya da okurken türkülerle nasıl bir bağ kurarsınız? Bunun belli bir şekli, zamanı ya da zemini var mıdır? V.AKBAŞ : Türkü bizim eski kültürümüzün temel taşı, manevi değerlerimizin, moral değerlerimizin içinde yer aldığı halk verimleri. Ve böyle olunca tabi biz insan olarak da her şeyden önce daha sonra bir yazar, bir şair olarak türkülere yabancı kalmak, uzağında kalmak mümkün değildir. Onu sadece dinleyip böyle bir ruh arınmasına girmek, ne bileyip dinlenmek, huzur içinde yaşamak, çağın, günün sıkıntılarından kurtulmak, acılarından uzaklaşmak gibi bir işlevle yaklaştığımız gibi, bir kültür unsuru olarak da yaklaşıyoruz türkülere… Çünkü sadece müzikle uğraşanların değil, edebiyatçıların, sanatçıların da türkülere bir sanat eseri olarak yaklaşmaları gerektiğini düşünüyorum. Tanpınar, bir gün Anadolu’nun romanını yazacak insanların türkülerimizden işe başlamaları gerektiğini söyler. Bütün sosyal yapımız adeta o türkülerin içindedir. Dolayısıyla benim için de böyle bir derinliği, bir anlamı olan şeydir türküler... Aynı zamanda bir kaynak bizim için. Baştan sona bir hikâye türkülerimiz, destan türkülerimiz. Acılar var, ağıtlar var, tarihi olaylar var, yani onların da böyle tahlil edilmesi gerektiğini düşünüyorum tıpkı şiirler gibi. İ.BİNGÖL : Türkülerimizin birliğimize, bütünlüğümüze ve millet olma şuuruna katkıları muhakkak ki çok fazla. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz Sayın Akbaş? V.AKBAŞ : Şimdi aklıma Konfüçyüs’ün bir sözü geldi. Yani o genel olarak müzik için söylüyor. Diyor ki; ‘Bir milleti tutsak etmek isterseniz müziğini çürütün’. Bunu tersinden alırsak bir milleti birlikte tutmak, sağlam tutmak, diri tutmak, birlik ve beraberlik içinde tutmak için de türkülerin akışına, devamına, sağlamlığına önem vermek gerekir. Gerçekten türküler bir milletin ortak değerlerini içinde tuttuğu, yaşattığı için ve bir ortak zevk oluşturduğu için şüphesiz ki bir birlik ve beraberlik harfidir. Aynı zamanda bir tutkal vazifesi görüyor. Biraz bu açıdan bakınca türkülerin gerçekten büyük bir işlevi var. İ.BİNGÖL: Üstadım çok teşekkür ederiz. V.AKBAŞ : Türkülerimize yer verdiğiniz, türkülerimizi yaydığınız için, türkü kültürü oluşturduğunuz için ben teşekkür ediyorum. (TRT Erzurum Radyosu Bizim Eller Programı.15.03.2011) 71
KUR’AN BÜLBÜLÜMÜZ DR. MEHMET ALİ SARI İLE MÜLÂKAT -IIIHocamın ehliyeti vardı. Önce bir otomobil alarak onu taksi olarak çalıştırmayı denedi. Yanında görev yaptığı müezzinlerinden Nizameddin Efendi ile birlikte taksicilik yapmaya başladı. Hüseyin MOVİT
ocamın, halen Dilovası’nın Tavşancıl mahallesinde yaşamakta olan bir de kayın biraderi vardır. 1922 doğumlu olan Mehmet Otuz isimli bu ağabeyle seyrek de olsa görüşüyoruz. Ben İstanbul’a geldiğimde hocam âilesiyle, Karaköy’de Çeşme Meydanı denilen semtte ahşap, eski bir evde oturuyordu. Çok sık olmasa da evlerine getir götür işleri için beni gönderir, götürdüklerimi kapıdan verir dönerdim. Oradaki ahşap salaş evlerin hepsi sonradan yıkılarak yerlerine caddeler açıldı, yeni iş hanları ve binalar yapıldı. Hocam da Şişli Sormagir Sokak’ta, meşhur şarkıcı Hamiyet Yüceses’in apartmanının bitişiğinde, camimiz cemaatinden Muhallebici Ali Rıza Bilal’in apartmanının giriş dairesini kiralayarak oraya taşındı. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün E cetvelinden aldığı maaşının büyük bir kısmını, oturduğu bu daireye kira bedeli olarak veriyor olmalıydı. Kendisini seven ve durumları iyi olan esnaftan dostları, onun maddi sıkıntı çektiğini bildiklerinden, ek gelir için ona ilave iş yapmasını öneriyorlar, kendisine kredi açacaklarını vaad ediyorlardı. Hocamın ehliyeti vardı. Önce bir otomobil alarak onu taksi olarak çalıştırmayı denedi. Yanında görev yaptığı müezzinlerinden Nizameddin Efendi ile birlikte taksicilik yapmaya başladı. Bir seferinde Vilâyet Konağı’ndan Cağaloğlu’na doğru çıkan yokuşta
sayı//75// ekim 72
mecburî duruş yaptıktan sonra kalkışta arabasını biraz geriye kaçırınca, arkasındaki taksi şoförü, kafasını arabasının camından çıkarıp, üzerine kayan arabanın direksiyonunda sakallı birinin olduğunu görünce, “Ulen hoca, ananı avradını…” diye saydırmaya başlayınca Hoca Efendi, yanında oturan arkadaşına, “Bu iş bize göre değil” diyerek taksiyi doğruca garaja çekip taksicilik yapmaktan vaz geçmiştir. Başka ne gibi ilâve işler yapabilir diye düşünülüyor, kendisi için halı ticareti uygun ve yakışır görülüyor. Tarlabaşı’nda camiye yakın bir dükkân kiralayarak halı satma işine başlıyor. O işte de dolandırıldığından kredi ile açılan halı dükkânı da büyük bir zararla kapatılıyor. Şartları mevcut olduğunda, her Müslüman’ın yerine getirmesinin dinen zorunlu olduğu Hac yapma görevi, tek parti idaresinde yasaktı. 1950’den itibaren Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, isteyen Müslümanlara Hacca gitme müsâdesi verilince, Hoca Efendi, özel bir şirket tarafından görevli olarak vapurla Hacca gönderildi. Hacdan döndükten sonra, Resimli ve İzahlı Hac Kitabı adıyla bir kitap yazdı ve bastırdı. O konuda henüz yazılı bir kitap olmadığından kitap tuttu ve iyi sattı. Bu husus, kendisi için başka konularda da kitap yazmayı teşvik edici oldu. Küçük hacimli kitaplar yazıp, bastırdı. Bu kitaplar, özellikle cuma günleri Ağa Camii’nin giriş kapısı önünde satılıyordu. O günlerden başlayarak 1970’lere kadar küçük cep kitapları yazdı. Bu kitaplar hakkında kendi ifadesi şöyledir : “Çeşitli isimler altında dinî, ahlâkî, içtimaî ve bir de tasavvufî olarak 18 kitap yazmaya muvaffak oldum” (Bu Günün Meşhur Huffaz-ı Kiram ve Mevlithanları, İstanbul, Hamle Matbaası, 1965, s. 5). Küçük hacimli bu kitaplar arasında yer alan, “Bu Günün Meşhur Huffâz-ı Kiram ve Mevlithanları” adındaki biyografik kitap, türünün ilki olarak epeyce sattı. 128 sayfa olan bu kitabında hocamız, meslek camiasından meşhur olan olmayan, kolay ulaşabildiği 64 kişinin biyografisine yer vermiştir. O günlerde, okulda veya diğer derslerle meşgul olduğumdan gündüzleri camide fazla bulunamıyordum. Bu sebeple bana karşı tavrı genelde iyi değildi, bazen aramızda soğuk rüzgârların estiği de oluyordu. Buna rağmen adı geçen bu kitabının 90. sayfasında bana da yer vererek şu iltifatlarda bulunmuştur: “Hafız Mehmet Ali Efendi genç, güzel, yakışıklı ve gayet şık, tertemiz giyimli münevver bir efendidir. Fevkalâde Kur’ân okumakla mûsıki bilgisine de vâkıf olduğu cihetle bu günün meşhur Kur’ân-ı Kerîm
ve Mevlid-i şerif okuyanları arasında mevki sahibidir. Dinî musikiyi muhterem üstad H. Kemal Batanay, Sadettin Heper, Halil Can ve Ali Rıza Sağman Beylerden meşk etmiştir. Lâ dinî musikiyi ise isimlerini hatırlayamadığım birkaç zatı kiramdan meşk etmiştir. Notayı da gayet iyi bildiğinden güzel tambur çalmaktadır. Bu sebeple şayanı takdir ve tebriktir. Hafız Mehmet Ali Efendi, kuvvetli bir hitabete malik iyi bir vaizdir. Okuduğu hutbelerinde, yaptığı vaazlarda daima muvaffak olan ve cemaat üzerinde ezici bir tesir yaratan, ahlâklı, faziletli, dürüst, terbiyeli, azimkâr, mesleğinin şeref ve haysiyetini daima koruyan, temiz kalpli ve konuşmasıyla da halkın en aşağı tabakasından en yüksek tabakası ve sosyetesine kadar hulul etmesini bilen bir efendi olması itibariyle iftihar ederiz. Merhum hocamın, hakkımda kitabına dercettiği ifadelerini buraya memnuniyetle aldım. On altı yaşımdan itibaren on dört sene, geceli gündüzlü her hâlimle gözünün önünde bulunduğum hocam, vaki kusurlarımı görmezden gelerek böylesi görüş ve iltifatlarda bulunmuştur. İSTANBUL YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜSÜ’NDE HOCALIĞI
Sadettin Heper diye mevlevî, mûsikişinas bir zat vardı. Tamburî Kemal Batanay, Mesut Cemil Bey üçü birlikte İstanbul Radyosu’nda Program ve Tasnif Heyeti’nde çalışırlardı. Rahmi Efendi Hocamın ahbabı olan Sadettin Heper, Harbiye’deki İstanbul Radyo Evi’ne gidip dönerken Ağa Camii’ne uğrar, namazını kılar, kahvesini içerken, Hocam ile de sohbet ederlerdi. Aynı zamanda Hafız olan Sadettin Heper, Hafız Ali Efendi ile yaşıt ve dost idiler. Hafız Ali Efendi, Sadettin Heper’e saygı duyar, vehimli olması sebebiyle başkalarından esirgediği duygularını, düşüncelerini ona çekinmeden açar, sözünü de dinlerdi.İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün o zamanki müdürü Kemal Edip Kürkçüoğlu, Hafız Ali Efendiyi sever, hürmet eder, onu her zaman takdirkâr davranışlarla karşılardı. Hafız Ali Efendi, Fındıklı’daki Yüksek İslâm Enstitüsü’nde okuttuğu Kur’ân-ı Kerîm derslerine, Kadıköy Tüccarbaşı’ndaki evinden geldiği için zaman zaman geç kaldığı olurdu. Müdür Kürkçüoğlu, kendisine yardımcı bir hoca bulmasını ve yorulmamasını söyler. Ali Efendi ise buna pek yanaşmaz. Kendisi ile çalışacak aynı seviyede kimi bulsun, üstad, kimseyi beğenmez ki. Günler geçer, Kemal Edip Bey hatırlatır, ısrar da edince Ali Efendi, durumu dostu Sadettin
Heper’e açar ve “Kimi alayım, yok ki” diye de sızlanır. Heper de, Rahmi Efendiyi al işte, der. Ali Efendi açıkça “Olmaz, yapamaz” diye kestirip atar. Aradan geçen bir iki hafta sonra Sâdettin Heper, Hafız Ali Efendi’ye, “Bak arkadaş, eğer Rahmi Efendiyi almaya razı olmazsan, Hendekli Hafız Abdurrahman Efendi’yi getirecekler” deyince bu, sıtmaya razı oluşun sonunda hocam, 16 Ocak 1960’da Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Kur’ân-ı Kerîm dersleri hocası oluyor. 17 Mart 1971 tarihinde ilk neslin vazifeyi devir alışına kadar uzunca bir süre, Hafız Ali Efendi ile birlikte Enstitüde Kur’ân-ı Kerîm Dersi hocalığı görevinde bulunuyor. Öğrencileri, hocalığından gereği gibi yararlanamadıklarını söylerler. Gerçi Hafız Ali Efendi, Halil Can, hatta olanca ilmî kapasitesine rağmen Ömer Nasuhî Bilmen gibi hocalar da çok faydalı olamamışlardır. Küçük halkalara hatta ferden ders vererek hocalık yaptıklarından olmalı, sınıf öğretmenliğinde beklenen başarıyı gösterememişler, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde meslekî dersler, başlangıçta bu minval üzere düşük irtifada işlenerek devam etmiş, alanın genç ve idealist sahipleri gelinceye kadar durum idare edilmiştir. GEÇİRDİĞİ TRAFİK KAZASI VE HOCAMIN VEFATI
Uzun ve sıcak yaz günlerinin yaşandığı bir mevsimde, 3 Temmuz 1956 tarihinde ikindi namazından sonra, cemaatinden Yasin Uygunca’nın arabası ile yakın arkadaşlarıyla birlikte âdetleri olduğu üzere Emirgan’a çay içmeye ve deniz havası almaya giderlerken Ayazağa yolunda trafik kazası geçiriyorlar. Kazada arabada olanlardan sadece Hocamın ayağı kalçasına yakın bir yerden kırılıyor. Bu hadiseden sonra aylarca görev yapamadan evinde yatalak olarak yaşadı. Uzunca bir zaman görevine devam edemediğinden kazayı yapan Yasin Uygunca’nın maddi katkısı ile evinde raporlu olarak günlerini geçirdi. Zaten çok sigara içiyor, had safhada şekeri de olduğundan sağlığı tamamen bozuluyor. Kaza sonrası kısalan ayağı ile aksayarak bastonla bir müddet camiye devam etmeye çalıştı ise de sıkılıyor, günlerinin zor geçtiği her hâlinden belli oluyordu. 1972’de 1 Şubat Salı günü İstanbul’da 63 yaşında vefat etti. Cenaze namazı Çarşamba günü yıllarca imamlığını yaptığı Ağa Camii’nde kılınarak Eyüp Sultan Mezarlığı’nda caddeye yakın sol alt kısımdaki 9031 numara ile belirlenen yere defnedildi. Allah, taksiratını affeylesin, mekânı cennet olsun. 73
KUBAD-ABAD SARAYI ÇİNİLERİ-II-
“ÇİFT BAŞLI KARTAL, ŞAHİN VE LALE FİGÜRLERİ”
Kubad-Abad Saray kazılarında çıkan sekiz köşeli yıldız çinilerindeki çift başlı kartal ve şahin motiflerini öylesine ustalıkla kullanmıştır ki, sanat tarihçilerimizin ne kadar dikkatini çekmiştir bilinmez ama bu çinilerin tersten görünüşleri lale motifi olarak algılamak mümkündür. Bilal ARIOĞLU
rta Asya’dan getirdikleri bilgi birikimini bu coğrafyanın sunduğu imkânlarla mezceden, yeni teknikler geliştiren çini ustaları, övünçle imzaladıkları birer yüksek sanat eserleri sunuyorlardı. Selçuklular, Anadolu’ya bu yeni sanat ürünleri ile damgasını vururken diğer taraftan da üzerinde oluşturdukları eserlerle adeta bu sanat ürünlerinin sergilendiği bir müze haline getirmişti. Yazık ki bu birikimin büyük bir kısmı günümüze ulaşamadı. Kubad-Abad Sarayı bize Selçuklunun dini yapılar dışındaki kültür ve sanat birikimini yansıtması açısından önemlidir. Hasanali Yıldırım “Herkes Acı Çeker, Sanatkâr Istırap” makalesinde “Istırabın hakikatini muhatabına sirayet ettirebilecek kudrette ifade edebilene sanatkâr, ifade yerine yaratıcı bir tarzda işaret edene ve şifası kendinden menkul yara açabilene ise büyük sanatkâr demekteyiz” diyerek, sanattaki son dönem halimizi de şöyle özetliyor “Hâlbuki bir sanatkâr, kanına karıştıramadığını ifade edebilme imkânından mahrum kalır. O zaman da müracaat edeceği yegâne alan tasannu. (yapmacık hareket) Son yüzyıl edebiyatımızın ve sanatımızın asliyet röntgeni: yapay çiçekten rayiha ummak”(6) Anadolu çiniciliğinde lale motifinin kullanılması Selçuklu dönemi ile başlamaktadır. Selçuklu sanatkârı çini motiflerinde laleyi sade olarak kullandığı gibi, Kubad-Abad Saray kazılarında çıkan sekiz köşeli yıldız çinilerindeki çift başlı kartal ve şahin motiflerini öylesine ustalıkla kullanmıştır ki, sanat tarihçilerimizin ne kadar dikkatini çekmiştir bilinmez ama bu çinilerin tersten görünüşleri lale motifi olarak algılamak mümkündür. Sanatkâr kuşkanatlarını öylesine stilize ederek çizmiştir ki adeta eserin bu yönde yorumlanmasını da istemiş olmalıdır. Zira dikkatlice bakınca bu eserlerin bazılarında stilize edilmiş iç içe laleleri de görmek mümkündür. Çift başlı kartalın ayakları da öyle bir ustalıkla yerleştirilmiştir ki, hem dıştaki lale figürünün yaprağını tamamlıyor hem de içteki tomurcuk halindeki laleyi işaret ediyor. Şahin çizili çinide de farklı bir kanat stilizasyonu ile ayaklar yine benzer işlevi görmektedirler. Her iki desende de kuşların kuyruk çizimleri bize stilize edilmiş ayrı bir çiçek sunmaktadır. Hatta böyle bir okumada kuş kafalarını lale soğanı olarak ta algılamak mümkündür. Yukarıda Hasanali Yıldırım beyin sanatkâr tarifinde bahsettiği yaratıcı bir üslupla işaret etmeyi ve boyut katmayı becerebilmişlerdir. Belki bunun içindir eserin gövdesine “El-Muazzam” yazısını
sayı//75// ekim 74
kondurması. Çünkü sanatçı burada görebilen göz için olağanın sınırlarını zorlamaktadır. Normal bakıldığında Selçuklunun sembolü olan çift başlı kartalı, ters çevirdiğimizde ise İslam medeniyetinin sembol çiçeği lale motifini görebilmekteyiz. İslam sanatkârı açısından sekiz yüzyıl evvelinden bu denli özümsenen lale bunun için de hemen her edebi sanat dalımızda zirve çiçek olmayı başarabilmiştir. Selçuklu dönemine ait Berlin İslam Sanatı Müzesi'nde bulunan sekiz köşeli yıldız çini örneğinde (13.50 x 11 cm) ortada başat halde lale figürünü gördüğümüzde yukarıdaki çinileri bu şekilde yorumlamamızı güçlendirmektedir. Selçuklunun çinideki lale yorumu İstanbul’un fethinden sonra hızla gelişmiştir. Lale o kadar bu medeniyetin çiçeği olmuştur ki fetihten bir asır sonra sadece çini sanatında stilize edilerek kullanılan lale çeşidi bini bulmuştur. Prof. Dr. Süheyl Ünver lale medeniyetini konu alan makalesinde “16. asırda bütün şaşasıyla tamamen stilize edilerek bine yakın çeşit ve renklerde duvar çinilerimizde en hâkim çiçek laledir.”(7) demektedir. Selçuklu döneminde çiçekleri tanıma ve onlarla iç içe bir yaşam olduğunu görüyoruz. Çünkü dönemin çağdaş tarihçisi İbn Bibi’nin aşağıdaki şiirsel ifadesinde dile getirdiği gibi Selçuklu sanatkarı çiçeklerle oldukça aşina idi. Daha öncesinde belirtiğimiz gibi Türk kültürü aslında 9. Yüzyılda bahçe ve çiçek kültürüne, peyzaj düzenlemesine hakimdi; Cennet gibi güzel bir dağ eteği yoksa gök buranın toprağına amber mi saçmış Yeni yeşillikten firuze rengini almış laleden, üzeri sanki kan lekelerine dönmüş Nesrinden, yasemenden ve nesterenden meydana gelen güzel bir çemen değil sanki gökyüzü (8) Prof. Dr. Rüçhan Arık İş Bankası yayınlarından çıkan Selçuklunun büyük sultanı Alaaddin Keykubad’a atfettiği kitabında; “Selçuklu çinilerindeki motif zenginliğinde, bir hayal coşkunluğu yansımaktadır. Bu zengin biçim repertuvarının kökeni arandığında, bunların, Türklerin ana yurdu sayılan bölgelerde tuğla, terro-cotta ve stuco üzerine uyguladıkları desenlerden de beslendiği görülmektedir. Özellikle figürlü örneklerde, kökü Uygurlarınkine dayanan bir resim sanatı geleneğinin gücü yansımaktadır. Bu figürlerin birçoğu, tarihin derinliklerindeki karmaşık geleneklerden kaynaklanan bir semboller dünyasının motifleridir. Anadolu'da
bu zemin üzerinde yeşeren şaşılacak güçteki yaratıcılık, kendine özgü bir desen dünyası oluşturmuştur.”(9) Kubad-Abad sarayı çinilerini incelediğimizde sanılanın aksine, yüksek düzeyde kültür ve sanat birikimi bulunan Selçuklular hakkında, başta resim sanatı olmak üzere, umulandan fazla fikir ve bilgi vermektedir. Burada Türklerin anayurdundan getirdiği desenlerden beslendiği açıkça görülmektedir. Yaşadıkları bölge üzerinde karşılaştıklarını, getirdikleri ile mezcedilmişlerdir. Saray çinilerinde avcı kuşlardan başka avcı ve av olan diğer hayvan toplulukları da resmedilmiştir. Özellikle bu çiniler üzerindeki hareket halinde hayan tasvirleri (geyik, dağ keçisi gibi) Resim sanatına dinamizm ve hareket katan bir usluplaştırmayı da görmek mümkündür. Selçuklu sanat anlayışını yansıtan en zengin miras, figüratif desenlerle donatılan Kubad-Abad saray çinileridir. KAYNAKÇA
1) İbni Bibi El-Evamirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye (Selçukname) Hazırlayan; Mürsel Öztürk T:C. Kültür Bakanlığı 1000 Temel Eser, Milli Kütüphane Başkanlığı Basımevi Ankara 1996 s:363 2) a.g.e s:362-363 3) Türk Çiçek Kültürü Üzerine Cevat Rüştü’den Bir Güldeste H:Nazım H. Polat Ötüken sh:195 4) Rüçhan Arık - Oluş Arık “Anadolu Toprağının Hazinesi; Çini Selçuklu ve Beylikler Çağı Çinileri” Kale Grubu Kültür Yayınları, Mas Matbaacılık A.Ş İstanbul 2007 5) A.g.e sunuş 6) Hasan Aliyıldırım “Herkes Acı Çeker, Sanatkar Istırap” BİRNOKTA Edebiyat dergisi Temmuz 2020 sayı:222 7) TR Kültür Dergisi Yunus Emre Enstitüsü Sayı:13 8) İbni Bibi El-Evamirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye (Selçukname) Hazırlayan; Mürsel Öztürk T:C. Kültür Bakanlığı 1000 Temel Eser, Milli Kütüphane Başkanlığı Basımevi Ankara 1996 s:362 9) Rüçhan Arık “Kubad Abad Selçuklu Saray ve Çinileri” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları İstanbul 2000 S: 116 75
nsan olmanın, dost kalmanın, kardeş kalabilmenin yüklediği sorumluluklar vardır, dostlarımızın, kardeşlerimizin acılarını ve mutluluklarını paylaşmak gibi... Acılar paylaştıkça azalır, mutluluklar ise paylaştıkça çoğalır. Bir dostun acılarını paylaşmak, başsağlığı dileğinde bulunmak üzere gittiğimiz taziye evinde tanış(tırıl)mıştık Kadir Tanır ile yıllar önce, yeniden Şehr-i Maraş’a geldiğimiz yıllarda.
“SAVAŞ İMPARATORLUĞU”
VE KÜSKÜN BİR YAZAR Sanat takdir edilmediği yerden gider. Sanatçı da gitmese bile küser, kabuğuna çekilir. Serdar YAKAR
Kadir Tanır ismi hiç de yabancı gelmemişti bana. Dergi kolleksiyonlarım içerisinde özel bir yeri olan Mavera’ların ilk sayılarında okumuştum hikayelerini... Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt’la aynı dergide hikayeleri yayınlanan Kadir Tanır’ın Akabe Yayınları’nın ilk kitap yayınları arasında yer alan bir de hikaye kitabı vardı “Alagün” diye... Sonra aradan yıllar geçmiş ve Kadir Tanır ismine yayın dünyasının içerisinde olmama rağmen hiç bir yerde rastlamamıştım. Oysa Mavera uzun yıllar yayınını sürdürdüğü gibi orada yazan diğer isimler de birçok dergi ve gazetede yazı hayatını devam ettirmişti. Kadir Tanır ismi, belleğimde hep bir müstear isim gibi algılanmıştı doğrusu o güne dek. Taziye evinde tanış(tırıl)dığım Kadir Tanır, benim hikayelerini okuduğum Kadir Tanır olabilir miydi. Sormak en doğalı idi ve öyle de yaptım. Evet. O Kadir Tanır bu Kadir Tanır idi. Karşılıklı ziyaretleşmeler ile gördüm ki küskünlerimizden biri idi Kadir Tanır. Mimardı. Köy Hizmetleri İl Müdürlüğünden yeni emekli olmuştu. Üstelik bir zamanlar benim şu an çalışmakta olduğum kurumda, belediyede de çalışmıştı. Mütevazi bir büroda inşaat işleri ile uğraşıyordu ve onun hikaye yazdığını, üstelik yayınlanmış bir kitabı olduğunu yıllardır aynı odada çalıştığı iş arkadaşları dahi bilmiyordu. Aslına bakılırsa belki kendisi dahi unutmuştu.
sayı//75// ekim 76
Küsmüştü çünkü... Kime, kimlere... Sanat takdir edilmediği yerden gider. Sanatçı da gitmese bile küser, kabuğuna çekilir. Toplum için üretebileceği eserler kendisi ile birlikte yok olur gider. Atalar boşa dememiş “marifet iltifata tabiidir” diye... İltifat sanatkârın ekmeğidir, aşıdır. Toplum önderi olmaya, yönetici olmaya soyunanlar gönüllerinden sevgiyi, dillerinden iltifatı düşürmemelidir. Konuşmalarımız sanattan ve edebiyattandı. İnşaat bürosunun havası değişmiş, yeni bir heyecan, yeni bir kıvılcım parlayıvermişti. Kadir Tanır’ın ikinci kitabı “Güz Yağmurları” Ukde yayınlarının on yedinci kitabı olarak yayınlanmıştı. Kadir Tanır yeniden yazmaya, yazılarını dergilere göndermeğe başlamış ve hatta yarım kalan romanını tamamlamaya karar vermişti. Şu an elimde Kadir Tanır’ın üçüncü hikaye kitabı var. Adı “Savaş İmparatorluğu.” Yedi İklim dergisinde okumuş olduğum hikayeleri bir kez daha okutuyor bana... “Kan üzerine, öldürme üzerine politika olmaz” diye bağıran öğrencinin isyanına kendimi kaptırıveriyorum, Savaş İmparatorluğu’nun daha ilk hikayesinde. Öteden başka bir öğrenci; “İnsan hayatı kutsaldır. Ve öldürme telafisi olmayan bir yanılgı, bir suç, bir günahtır. Ve her fert bir dünyadır. Emir verdiğiniz güçler an an binlerce dünyayı birden söndürürken siz günah işlemedim diyemezsiniz! Onların elleri
kana bulanıp bulanıp çıkarken, siz ellerim temiz diyemezsiniz!” “Nefret etmek de nefret edilmek de istemiyorum” diyor kız öğrenci... Bu alıntılar Savaş İmparatorluğu’nun ilk hikayesinden. 96 sahifelik kitapta toplam sekiz hikaye var. Okumaya Savaş İmparatorluğu’ndan başladığımızda inanıyorum ki diğerlerini de okuma imkanı bulacak, bir sanatçının küskünlüğünün bizlere neler kaybettirdiğini siz de göreceksiniz. Kadir Tanır’ın 13 yaşında menenjit hastalığı ile başlayan hastane hayatı, guatr ameliyatı, mide ülseri, bronşit, kulak ameliyatı ve bir dizi ameliyatın ardından gelen ilik nakli ameliyatından sonra 14 Aralık 2011’de son buldu. Ankara’da rahmeti rahmana kavuştu. Cenazesi memleketi Kahramanmaraş Ulu Camiden kaldırılarak Şeyhadil Mezarlığına defnedildi. Eserleri; Alagün (1982), Güz Yağmurları (1998), Savaş İmparatorluğu (2004), Şeytan Sarmalı (2006), Küskün (2008), Sonsuz Uzun Ölüm (2008), Suikast Selâmlığı (2009)’dır. Başkalarını boş verelim ama sakın ola ki bizler küstürenlerden olmayalım... Küsenlerden ise hiç olmayalım... 77
KARAGÖZÜ YAŞATAN SANATKÂR
ÜNVER ORAL “Eskiden Ramazan aylarında iki şey hatırlanırdı. Biri pide, diğeri de Karagöz’dü.” Sormuştum: “Peki bugün?” Güler yüzle “Şimdi sadece pide hatırlanıyor. Biz unutulduk.” …
Mehmet Nuri YARDIM
emaşa” diye de isimlendirilen millî ve gelenekli sahne sanatlarımızdan Meddah, Ortaoyunu, Kukla, Tuluat ve bilhassa Karagöz’ün yaşayan büyük üstadı Ünver Oral, yıllardan beri yeni nesillere dünkü hazinelerimizi aktarıyor. Bu konuda yılmadan çalışırken ilgisizliğe rağmen çalışmalarına aralıksız devam ediyor. Davet edildiği mekânlarda sanatımızı icra eden, anlatan, çocuklara ve gençlere sevdirmeye çalışan sanatkârımız, muhtelif yerlerde “Karagöz ve Kuklada Yapım, Yazım ve Oynatım” başlıklı sohbetlerde bulundu. Temaşa sanatlarımızı yaşatan sanatkârımızın, bu sahada yayımlanmış pek çok eseri bulunuyor. Birkaç duyarlı televizyonun dışında “Karagöz ve Hacivat”ı tanıtan yayın kuruluşu ne yazık ki yok. Hâlbuki asırlardan süzülüp günümüze gelen bu sanatları yeni nesillere sevdirmeliyiz. Aksi takdirde Karagöz’e Yunanlılar sahip çıkınca üzülür, kederleniriz. Karagöz’den sonra Keloğlan’ı Nasreddin Hoca’yı yitiririz. Sonra da “Niçin değerlerimizi kaybediyoruz?” diye dövünür dururuz. NÜKTEDAN SANATKÂR
Ünver Oral ile dostluğumuz eskilere dayanır. 1980’lerin ortalarında çalıştığım Türkiye gazetesine gelirdi. Uzun uzun konuşur, sohbet ederdik. Ünver Bey, derdi olan bir sanatkâr. Kubbealtı Vakfı’nda çalıştığım senelerde de zaman zaman uğrardı. Bir ziyaretinde vedalaşırken, “Tanıştığımıza memnun oldum.” deyince yanımdakiler “Yeni mi tanıştınız?” diye sordular. Ünver Bey’le biz tebessüm ettik. Arada tekrarladığı şakalarından biriydi. Başka bir gün Karagöz’den bahsediyoruz. Şöyle dert yandı: “Eskiden Ramazan aylarında iki şey hatırlanırdı. Biri pide, diğeri de Karagöz’dü.” Sormuştum: “Peki bugün?” Güler yüzle “Şimdi sadece pide hatırlanıyor. Biz unutulduk.” demişti. Hakikaten belediyeler son yıllarda Karagöz sanatını ihmal ettiler. Diğer ses sanatçılarını her akşam iftardan sonra salonlarına, açık hava alanlarına, çadırlarına çağırdılar. Hâlbuki o sanatçılar zaten yılın 11 ayında iş bulup çalışabiliyorlar. Karagözcüler öyle mi? Onlar Ramazan’dan Ramazan’a hatırlanıyor ve hazırlanıyorlar. Bu konuda Karagöz ustalarının göz ardı edildiğini düşünüyorum. Ünver Bey hakikaten nüktedan! Yıllar önce bir yakınımda ziyaretine gitmiştik. İkram geldi, sofraya oturduk. Yemeğe başlarken “Çok fazla yemeyin, daha sonra biz de hanımla yiyeceğiz!” deyince yanımdaki şaşırmış ve elini derhâl sofradan çekmişti. Tabii bunun sayı//75// ekim 78
bir şaka olduğu anlaşılınca yemeğe yeniden dönülmüştü. BEYKOZ’DA BİR HEZARFEN
Geçenlerde arkadaşım Muhsin Karabay ile birlikte Ünver Beyi Beykoz’daki evinde ziyaret ettik. Her zamanki gibi eşiyle birlikte bizi güler yüzle karşıladı; oturup sohbet ettik, sanatlarımızı konuştuk. Cevabını merak ettiğim hususu sordum. Acaba Beykoz’da yetkililer Karagöz’le ilgileniyorlar mıydı? “Yeni Belediye Başkanınız Murat Aydın Bey sanatkârlara değer veren bir idareci. Hatta kendisi fotoğraf sanatçısı. Zeytinburnu’nda birçok değerli hizmette bulundu. Sizden haberi oldu mu? İlgilendi mi?” Sorum üzerine “Evet Belediye’nin Kültür Müdürlüğü’nden geldiler. Çalışmalarımı görüp fotoğraflar çektiler. Sanırım Belediye bünyesinde bazı faaliyetlerimiz olacak.” dedi. Bu cevaba, “Çok sevindim, hakikaten sizden istifade etmeliler. Zira bu sanatları bilen ve yaşatan müstesna sanatkârlarımızdansınız. Keşke eğitim de verseniz. Yeni Karagözcü gençler yetiştirseniz.” dedim. “İnşallah Belediye bünyesinde böyle bir kursumuz olacak.” deyince bu müjdeye de doğrusu pek sevindim. KARAGÖZ’ÜN ÖZÜ KORUNMALI
Karagöz’ün özünün korunması gerektiğinin altını çizen Oral, “Maalesef son yıllarda bu sanatı bozma yolunda çaba var. İşten anlamayan ama meraklı bazı gençler Karagöz’ü kendi anlayışlarına göre kullanır oldu. Bayağı esprilerle Karagöz’ün ruhuna uymayan davranışlarda bulunuyorlar. Hâlbuki bütün
sanatlarda olduğu gibi bu sanatta da usta-çırak, hoca-talebe münasebeti şart. Yani Karagöz oynatacaklar, mutlaka bunu bilen bir ustadan önce öğrenmeliler, inceliklerini kavramalılar, yetki aldıktan sonra sanatı icra etmeliler.” diyor. Ona göre tamamen ticari amaçla yapılan icralar, sanata iyilik değil kötülük oluyor ve insanların Karagöz’den soğumasına ve uzaklaşmasına sebep oluyor. Meddah, Ortaoyunu, Kukla ve Tuluat Tiyatrosu gibi gelenekli sanatlarımıza saygı duyulması gerektiğini ifade eden sanatkârımıza göre, “Ramazanlarda bazı çadırlarda bu muhteşem sanatlarımız çok basit şekilde icra ediliyor. Bu hâl, çok üzücü. Ehil olanlar ve sanatı bilenler, bu konuda söz ve yetki sahibi olmalı, sanatı uygulamalılar.” Gelenekli tiyatronun ‘ödenekli tiyatro’ denilen Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları tarafından himaye edilmesi gerektiğini vurgulayan Oral, “Bu sanatı bilen birkaç sanatkâr kaldık. Bizden sonra da kimse bu sanatları, sanatseverlere gösteremeyecek. Onun için hem devletimizin hem de milletimizin temaşa sanatlarımıza sahip çıkması lâzım.” diyor. Sanatçımıza göre “Bu sanatlarda açık mesaj verilmez, ince düşünce, mizah kanalıyla sunulabilir.” Türkçe konusunda büyük hassasiyet taşıyan Ünver Oral, “Uydurukça” denilen garip dile karşıdır. Bunun için herkesin diline pelesenk olan “geleneksel” kelimesine karşıdır. “Gelenek tiyatrosu” veya “gelenekli tiyatro” denilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Ünver Bey, başta Karagöz olmak üzere millî sanatlarımızı icra edeceklerin, Türkçeyi mükemmel şekilde 79
Kukla sanatları ile film senaryoları, şiirleri ve tiyatro metinleri ile ESKADER ve diğer kuruluşlardan ödüller aldı. Muhtelif yerlerden şu eserleri çıktı:
konuşması gerektiğini savunuyor. Aksi takdirde bu çalışmalar amacına ulaşmayacaktır. PEK ÇOK ESERE İMZA ATTI
Ünver Oral sanatı yalnızca icra etmedi, geniş kesimlere aktarmayı hedefledi. Kitaplar yazdı. Bu sanatları yurtiçi ve yurtdışında birçok panel, sempozyum ve konferansta anlattı, tanıttı, atölyelerde uyguladı. Sanatkârımız, 1937 yılında Tokat’ın Erbaa ilçesinde doğdu. Sanat ve edebiyatın çeşitli dallarıyla ilgilendi. Bazı şiirleri bestelendi, bir radyo oyunu TRT tarafından filme alındı. Türk Gelenek (Halk) tiyatrosu çalışmalarına 1961 yılında başladı. UNIMA (Dünya Kukla ve Gölge Oyunu Birliği) temsilciliği (1975) yaptı. Türkiye Millî Merkezi’nin kurucularındandır. Özellikle Karagöz ve kukla konularında atölye, araştırma, yazı, kurs, sohbet, sergi, radyo-TV ve gösteri programlarına devam etti. Karagöz, Ortaoyunu, sayı//75// ekim 80
Cinikizler, Küçük Kuklacılar, Küçük Mehmetçikler, Prenses ile Çoban, Karagöz Perde Gazelleri, Çocuklara Karagöz ve Kukla Şiirleri, Ah Şu İnsanlar, Börekçi Güzeli, Çocuklara Karagöz-Hacivat Söyleşmeleri, Karagöz, Kuklacı Kardeşler, Çocuklara Karagöz Hikâyeleri, Karagöz Belediye Memuru, Barış Korkusu, Kiracı, Yüz Çocuklu Anne, Karagöz Park Bekçisi, Kavuklu İş Buldu, Kediler Okulu, Karanlığın Kolları, Baba Ocağı-Ana Kucağı, Karagöz ve Plastik Tekniği, Karagöz Hayâl Perdesi, Karagöz Okula Başladı, İbişli Kukla Oyunlarımız, Karagöz Oyunları, Meddah Kitabı, Günümüzden Karagöz-Hacivat Söyleşmeleri, Kukla ve Kuklacılık, Kukla Kitabı, Karagöz Oyunları, Perde Gazelleri, Karagöznâme, Madalyalı Kuklacımız Talât Dumanlı, LorelHardi İstanbul’da, İlçemiz Beykoz, Yazı ve Resimlerde Beykoz, Karagöz Belediye Başkanı, Şiirlerde ve Şarkılarda Beykoz, Öp Hacivat’ın Elini, Karayazılılar, Tabut, Çocuklara Karagöz ve İbiş, Karagöz Amca, Karagöz Boyama, Öğrencilere Karagöz, Karagözden Hikâyeler, Çocuklara Karagöz ile Hacivat, Türk Mânilerinden Seçmeler, Türk Ninnilerinden Seçmeler, Türk Bilmecelerinden Seçmeler, Tekerlemeler, Türkülerden Seçmeler, Karagöz Geldi Hoş Geldi, Ülkücü Ali. Beykoz’u sanatın merkezi hâline getireceğine inandığım Murat Aydın Bey’in, ilçeye dair eserleri de bulunan Oral’a sahip çıkacağına yürekten inanıyorum. İnşallah yeni Karagöz ustaları Beykoz’umuzdan yetişecektir. Ünver Oral Beyefendiye sağlıklı, bereketli, huzurlu ve hayırlı bir ömür diliyorum.