ŞEHİR ve KÜLTÜR - 71. Sayı

Page 1



Biz’den…

“DERGİLER, KÜLTÜR TAŞIYAN ARAÇLARDIR”

Şirin’den evvel Ferhat gelir Dinden evvel itimat gelir Sorudan evvel cevap gelir Kitaptan evvel hitap gelir İlimden evvel sıhhat gelir İstanbul gelir hayat gelir.. Selahaddin Çekmegil

Öğrenmektir her ferdin asıl amacı, doğduğundan itibaren… Heyecan duyar öğrenmeden önce ben bilmeliyim diye ,ve öğrendikten sonrada heyecanı artar ben ne kadar çok biliyorum diye.. İnsan’ın fıtratında var bu enaniyet, kibir…bunu yok etmek yani nefsi terbiye etmek yola getirmek kişinin kendini bilmesi ile olur.. Yaşadığımız dünyanın her devresinde insanlar; yaşamanın erdemine varmak için çok çalışmak ve öğrenmek zorundadırlar.. Çok çalışmakla bu dünyanın şartlarını gerçekleştirirler, öğrenerek faydalı insan olmanın bilincine varırlar.. Bilgi öğrenilerek elde edilir, zenginlik ise sadece çalışarak elde edilen bir şey değildir.. Ancak Allahın lütfetmesiyle zengin olabiliriz. İlim sahibi olmak için çalışmak, çok çalışmak gerekir, İnancımız böyledir.. Çalışarak elde ettiğimiz ilim sayesinde kendimize ve insanlığa faydalı olmak zorundayız. İlim ile beraber nefsi terbiye eden irfan’a da sahip olmamız gerekir. Ayrıca öğrendiklerimizi yeni nesillere öğretmek ve aktarmak vazifemizdir. Bu ,ilim sahibi olmak veya meslek sahibi olmakla değişmez kuraldır. Bildiğinizin zekatını vermek zorundasınız. Herhangi bir mesleğin ustası iseniz, çıraklar yetişmeli tezgahınızda.. Doktorsanız, genç doktorlar asistanlar yetiştirmelisiniz.. Dünyanın devinimini sağlamak bizim elimizdedir…Yazmayı ve konuşmayı sanat edinmişseniz, yazdıklarınız ve konuştuklarınız yol göstermeli yeni nesillere hem de sadece yaşarken değil, siz öldükten sonrada o kelimeler yeni nesillere sonsuza kadar yol göstericidir… Sanat eserleri ortaya çıktıktan sonra birer örnek objedir, anlayana yol göstersin diye… Öğretmek için elimizde sihirli bir değnek yoktur, şüphesiz bir öğretmek sanatı yoktur.. Öğretmenin işi pek güçtür; Uzun bir tecrübe gerektirir. Her birimiz ,kendi çocuklarımıza öğretmenlik etmeye kalkıştığımız an, bunun farkına varırız. Baba veya öğretmenin iyi bir öğretmen olması her zaman tam olmayabilir.. Bazen herşeyi bildiğinizi sanırsınız ama gerçekte bilginiz yüzeydedir, bazen geçekten iyi bilir ama, iyi anlatamaz, bazen ders vermekten sıkılır ve bu sebeple sabırsızlaşır ve sertleşir. Çocuğunuz veya öğrencinizi fazla sevmekten çok hoşgörülü davranır, eğitimin asıl amacına ulaşmasını engellersiniz. Öğretme konusunu meslek olarak profesyonelce yapanlardan öğrenmeli ve örnek almalıyız.. a-Disiplinsiz eğitim olmaz. b- Öğretmek, eğlendirmek değildir.. c- öğrencileri sık sık sınamak gerekir.. d-En önemli öğretim,ilk öğretimdir.

e- Bir çok konuyu, iyi,kötü öğretmektense ,birkaç konuyu adamakıllı öğretmek daha iyidir.. f-Öğretim, zamanı çok geriden izlemelidir.. Öğrenmek ve öğretmekle beraber okumakta çok önemlidir. Bu nedenle ne okuyacağımızı , neler okuyacağımızı ve fayda sağlıyacağımız okumaları yapmamız değerlidir.. Okuduklarımızı yorumlamak , iyi okuma yaptığımıza delildir.. Zevk için okuma etken bir okumadır. Romanları, güzel ifadeleri, duygu ve düşüncelerin heyecana gelmesini sağlıyan okumalar zevk için okumadır ve sağlığa uygundur. İş için okumalarda; belirli bilgileri tasarladığı halde zihninde bir yapıyı tamamlıyabilmek için hammaddeleri bulabilmek için yapılan okumalar, zihindeki eksik boşlukları doldurmak için okunur, bu okumalarda elde kalem ve not kağıtları olmalıdır. Okumanın da her çalışma gibi kuralları vardır; Birkaç yazarı ve birkaç konuyu eksiksiz bilmek, bir çok yazarı üstünkörü bilmekten daha iyidir.. Kitap okumaları mutlaka iyidir, fakat dergi okumaları belleği sağlam tutmak için daha öncelikli bir yoldur.. Ülkemizde dergiciliğin 1860 da başladığını ve her dönemde heyecanla çıkartılan dergilerin bugün bile adından bahsedilir olması, sağlam kaynaklar olmasındandır.. Derginin, kitapla gazeteden farklı bir işlevi bulunmaktadır. Kitap, uzun süreli bir okumayı gerektirmekte, gazete ise konuyu ana hatları ile vermekte ve kısa sürede bitmektedir. Oysa dergi, konuları ayrıntılı olarak okurlarına sunmaktadır. 1860’lı senelerde gazete ve dergilerin haber vermekten çok bir eğitim aracı olduğu düşüncesi hem gazetecilerde, hem de devlet yöneticilerinde hâkimdi. Dergiler, halka okuma zevkini aşılamıştır, bir dergide bir çok yazarı ve bir çok konuyu okuyarak farklı bir kültür yürüyüşü yaparsınız.. Çünkü dergi çıkarmak için büyük emekler harcanır, bu emekler okuyanlar için verilir… "Dergiler, kültür taşıyan araçlardır" Ülkemizde Kültür’de eksikliğimizden söz ediliyorsa en yüksek irade tarafından; Kültürün yıkılmaz kaleleri Dergilerimize, Devletimiz ve yüksek irademiz sahip çıkmalıdır sorunları dinlenmelidir… Altı yıldır her ay büyük bir özveri ile dergimizi çıkarıyoruz. 71.sayıda gravatımızı taktık saçımızı taradık ve tekrar huzurunuza geldik.. Hz.Mevlâna der ki; “İnsan, gözden ibarettir. Göz ise dostu gören gözdür..”

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 10 14 18

VAN GÖLÜ HAVZASINDA

SELÇUKLU İZLERİ -5VADiDEKi iNCi:BiTLiS

Abdulhamit AVŞAR

KULE BAHÇESi MESCiDi

KAYMAK MUSTAFA PAŞA CAMii

Dr. M. Sinan GENİM

22

5000 YILLIK TARiH, BiR AÇIK

HAVA MÜZESi “SiLLE” Salih DOĞAN

26AYAŞ

BİR TÜRKMEN OYMAĞI

Mehmet MAZAK

GEZGiNLER, ŞEHiRLER VE

BAŞŞEHiRLER Mehmet Kâmil BERSE

ÂHiR ZAMANDA BiR

NAKKAŞ – II Kâmil UĞURLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mahmut Şener Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Dr.Öğr.Üyesi Ali Mazak

30 34

“ŞEHiRLERDE YÜKSELEN BiNALAR ARASINDA KAYBOLAN iNSANLAR”

PROF. DR. NAZiF GÜRDOĞAN iLE SÖYLEŞi

Zeynep Betül KAVAK

BAŞKENTLER ÜZERiNE Mehmet KURTOĞLU

Sanat, Kültür: Zeynep Betül Kavak, Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Prof. Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,


9 KAPIYA GELENDE -şiir- / Kâmil UĞURLU 21 TARİHİN ŞEHİRLERİ Mİ, ŞEHİRLERİN TARİHİ Mİ? / Muhsin İlyas SUBAŞI

44

25 AYBASTI / İbrahim AKÇAY ŞEHiR VE KENT AYRIMINDA

MUSTAFA KUTLU’NUN ESERLERiNDEKi MEKÂN MESELESi

29 RUHUM BİR SEYYAHTIR / Sıddıka Zeynep BOZKUŞ

Necla DURSUN

38 YAZANLAR VE YAZMAYANLAR / Serdar YAKAR 41 BİR ANKARA SABAHINDAN, BİR ANKARA BAHARINDAN / Aksanur EYLENCE

48

ÜSKÜDAR’IN MECZUBLAR -IDr. Serhat ONUR

42 AŞKIN ŞEHRİ: PARİS / Şifanur Özçelik ŞİRİN 51 GAZ LAMBASI / Sevim KARANARLIK 52 BAR (KARADAĞ); BURAM BURAM TARİH, BURAM BURAM HUZUR / Fahri TUNA 54 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ | HALEP -I- / Hüseyin YÜRÜK

58

60 FIRTINA SONRASI / İbrahim BAŞER

NE DURUYORSUN “HELVA” YAZSANA! Erbay KÜCET

62 ENDONEZYA’DA BİR YAZAR VE JAKARTA’NIN HATIRLATTIKLARI / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 66 CORONA SONRASI ŞEHİRLER, ŞEHİRLERİN YENİ HALİ -I- / Ahmet NARİNOĞLU 68 KALSEDON TAŞI VE ÇEŞİTLERİ / Nuri DURUCU 70 KAHRAMAN ŞEHİR KAHRAMANMARAŞ -I- / Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN

76

BU DA GEÇER YÂ HÛ Sabri GÜLTEKİN

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.Adem Efe, Dr.Mimar Kamil Uğurlu, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş, Prof. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Prof.Dr.Ali Satan, Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 25 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 35 TL. Abone Yıllık: İstanbul 250 TL. İstanbul Dışı 270 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479

72 ARABA MUHABBETLERİ / Prof. Dr. Âdem EFE 75 ERCİYES BİR SEVDADIR / Canan COŞAR 78 BİR KALEM VE KELÂM EFENDİSİ: OSMAN AKKUŞAK / Mehmet Nuri YARDIM Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •

Baskı: Aktif Matbaa ve Reklam Hiz.San.Tic.Ltd.Şti. Adres: Söğütlüçeşme Mah.Halkalı Cad.Nu: 245/1 SEFAKÖY/ Küçükçekmece/İstanbul Tel: 0212 698 93 54 Kapak Fotoğrafı: Kule Bahçesi Mescidi - Sinan Genim


VAN GÖLÜ HAVZASINDA SELÇUKLU İZLERİ -5-

VADİDEKİ İNCİ:

BİTLİS Aslında, bugünkü coğrafi sınırlar itibariyle Bitlis, Van Gölü Havzası’ndaki en önemli Selçuklu yerleşim alanıdır denilebilir. Abdulhamit AVŞAR*

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//71// haziran 4

ehir ve Kültür’de bir süredir Van Gölü Havzasındaki Selçuklu izlerini takip ediyoruz. Maksat, unutulan bir tarihi mirasa elden geldiğince ışık tutabilmek. Bu yazımızda da, bu izleri takip etmeyi sürdüreceğiz. Bu defa Bitlis ve havalisinde yolculuğa çıkıp, intibalarımızı, aldığımız notları paylaşacağız. Daha önceki yazılara numara vermemiştik ama bu yazı dizisinin beşincisi oluyor. Nasip olursa, bundan sonra “Van Gölü Havzasında Selçuklu İzleri” üst başlığının yanına bu dizinin kaçıncı yazısı olduğu notunu düşeceğiz. Aslında, bugünkü coğrafi sınırlar itibariyle Bitlis, Van Gölü Havzası’ndaki en önemli Selçuklu yerleşim alanıdır denilebilir. İl sınırları içinde bulunan Adilcevaz ve Ahlat’tan daha önce söz etmiştik. Bu ilçelerde olduğu gibi Bitlis merkez ve diğer seyahat ettiğimiz ilçelerde de Selçukludan kalan, devam ettiren birçok önemli esere, sosyal-kültürel mirasın varlığına şahit olduk. Hemen söyleyelim ki, görüp-duyduklarımız bu coğrafyanın demografik yapısına “oluşturulmuş” algıyla bakmanın ne kadar yanlış ve yanıltıcı olduğunu gözler önüne seriyor. Tabii ki, diğer yerlerde olduğu gibi, bu yazıda da anlatacaklarımız daha çok mezarlıklar üzerinden olacaktır. Çünkü mezarlıklar bir coğrafyanın tapuları olma özelliğini haizdir ve Türkler, vatan yaptıkları coğrafyalarda mezarlarını yüzyıllar boyu ayakta kalacak muhkem şekilde inşa etmişler, mezar taşları, sandukalarını kendi kültürel motifleriyle bezeyerek yok olmaz tapular haline getirmişlerdir. İpek Yolu üzerinde stratejik bir boğaz üzerine kurulmuş olan Bitlis, şehir olarak, küçük ve dar bir vadi içine kurulmuştur. Oldukça zor bir coğrafyası vardır. Buna rağmen tarih boyu hep önemli yere sahip olmuştur. Bu önem, Van Havzası yoluyla İran’dan gelen yolu Suriye’ye bağlayan güzergâhta kurulmuş olmasından kaynaklanıyor öncelikle. Çünkü Doğu ve Güneydoğu Anadolu arasında uzanan geçit vermez sıradağların arasında tabiî bir yol olma özelliğine sahiptir. Dolayısıyla kuzeygüney yönündeki ticari kervanlar, askeri harekâtlar için hep vazgeçilemez bir önem taşımıştır. Bu anlamda Selçuklular da bölgeyi ellerinde tutabilmek, Suriye yönünde hâkimiyet sağlayabilmek için Bitlis’e özel önem vermiş, kısa zaman içinde tam bir Türk kenti yapmıştır. Bitlis’teki gezimize, Zeydan Mahallesi’ndeki


tarihî Mircatlı Mezarlığı’nı ziyaretle başlıyoruz. Zeydan Mahallesi, şehrin en eski yerleşim yerlerinden biridir. Vadinin yamaçlarına kurulan dar sokaklı evler, kıvrımlı yollardan şehrin tarihini teneffüs ederek mezarlığın bulunduğu alana çıkıyoruz. Burası aynı zamanda Bitlis’in o muhteşem manzarasını kuşbakışı seyredilebilecek en iyi mevkilerden birisi. Geçmişi çok eskilere dayanan ve geniş bir alana yayılmış olan mezarlıkta, önce Hz. Zülküf (Zülkifl) (a.s)’a ait olduğuna inanılan kabri ziyaret ettik, manevi huzurunda Fatiha okuduk. Taberi, Hz. Zülküf’ün Şam’da vefat ettiğini kaydetse de, Türkiye’de de birkaç yerde ona izafe edilen mezarlar bulunuyor… Bitlis’teki mezar da, bu makam mezarlardan biri olmalı. Kabir, 2000’li yılların başında bulunmuş. Yerel bir araştırmacı tarafından bulunan 13.yüzyılda yaptırılmış bir mezar taşındaki ifadeden buranın Zülküf (a.s)’a ait olduğu kanaatine varılmış. Bulunan mezar taşının tarihi, kabrin Selçuklu döneminde inşa edildiğini gösteriyor. Anlaşılan, İslam medeniyetinde, özgün bir mezar yapım geleneği başlatan, mezarlıkları sadece ölenlerin defnedildiği yerler değil, ebedi âleme açılan bir kapı, geçici dünyada kalanlara ibret mekânları olarak inşa eden Selçuklular, peygambere ait olduğuna inanılan bu mezarı da ihya etmiş, şehrin manevi kimliğinin bir parçası haline getirmişler. Mezarın sandukası, biz ziyaret ettiğimizde parçalanmış durumdaydı. Çoğunlukla define arama amacıyla, görkemli mezarlara zarar verilmesi, tahrip edilmesi, maalesef bölgede sıklıkla karşımıza çıkan bir manzaraydı. Hz. Zülküf’e atfedilen kabrin etrafında ise çok sayıda Selçuklu geleneği ile yapılmış şahide ve sanduka bulunuyordu. Selçuklular, kadim bir Türk geleneği olarak önemli bir şahsiyetin mezarının etrafına gömülmeye özel önem veriyorlardı. Bu anlayış burada da dikkat çekiyor. Bitlis’te Türk yerleşimi ile birlikte Zülküf Peygamber’e atfedilen yerin etrafı da mezarlarla çevrelenmiş. Bugünkü Bitlis havalisi, Anadolu’da ilk Türk yerleşim yerlerinden biridir. Bölgede iskân, Malazgirt’ten çok önce başlamıştır. Nitekim Ahlat’ta yapılan araştırmalarda 1039 tarihli bir mezar taşı tespit edilmiştir. Bu da Türklerin, daha 1000’li yılların başında Bitlis havalisine gelerek yerleştiklerini gösteriyor. Bitlis’in merkezi, Büyük Selçuklu topraklarına Malazgirt Savaşı’ndan sonra katılmıştır. Melikşah zamanında Bitlis ve yöresi fethedildikten sonra Dilmaçoğullarına ıkta olarak verilmiş,

beyliğin ilk merkezi olmuştur. Bilindiği gibi Dilmaçoğlu Beyliği, Anadolu’da kurulan ilk Türk beyliklerinden biridir. Genel kabul, Dilmaçoğlu Beyliği’nin kurucusunun Alp Tegin Mehmed olduğu yönündedir. Ancak, Selçuklu tarihçisi Adnan Çevik, Faruk Sümer’in yaklaşımına dayanarak beyliğin asıl kurucusunun Mehmed Et-Türki’nin oğlu ya da kardeşi Hüsemüddevle Alp Tegin olduğunu ifade etmektedir. Osman Turan ise her iki ismin aynı şahsiyete ait olduğu görüşündedir. Sultan Alparslan’ın kumandanlarından Dilmaçoğlu Mehmed Et-Türki, Anadolu ve Suriye’nin fethi için yapılan birçok savaşta yer almış önemli bir asker ve devlet adamıdır. Dilmaçoğlu’nu gâh Sultan Alpaslan’ın komutası altında Malazgirt’te, gâh Melikşah’ın buyruğuyla Diyarbakır ve çevresinin Selçuklulara katılmasında gâh Tutuş’un saflarında Suriye ve Filistin Selçuklularına yardıma koşarken görüyoruz. Mehmed Et-Türki ve Dilmaçoğlu Beyliği’nin Büyük Selçuklu tarihinin yanı sıra Anadolu Selçukluları, Suriye Selçukluları tarihinde de önemli bir yeri vardır. Ve Dilmaçoğulları, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya da mühür vuran Türk beyliklerinden biridir. Ne var ki, nadir bazı çalışmalar dışında, bu beyliğin tarihi hakkında yapılan ciddi araştırmalar yoktur. Gerçekler ortaya çıkarılmadığında da, oluşan boşluk farazi tarih yaklaşımlarıyla doldurulmakta ve başka yönlere çekilir hale gelmektedir. Oysa Dilmaçoğulları ve beylerinin Türk tarihinde özel bir yeri vardır. Bu anlamda devletin birliği ve düzeni, fethedilen yeni toprakların vatan olabilmesi için kendine ihtiyaç olan her yere tereddütsüz koşmuş Türk beyi Dilmaçoğlu Mehmed Et-Türki’nin hatırlanması, bilinmesi bir vicdani borçtur. O, adını, Anadolu ve Suriye Türk tarihine şerefle yazdıran büyük bir komutandır. Lâkin mezarı bile meçhuldür, tam vefat tarihi de bilinmemektedir. Dilmaçoğlu Türk Beyliği yüzyıl kadar gücünü korumuştur. Daha sonra bölgeyi denetimine alan başka Türk devletlerinin vasiliğine girse de, varlığını Akkoyunlular dönemine kadar devam ettirmeyi başarmış, ardından tarihteki yerini almıştır. Malazgirt Savaşından sonra Anadolu’da ortaya çıkan beylikler bağımsız birer devletten çok, Büyük Selçuklu’ya bağlı siyasi yapılardı. Dolayısıyla merkezi devletin sınırları içinde kabul edilmeleri gerekir. Yani, beyliklerden söz ederken, müstakil devletlerden değil Büyük Selçuklu’nun ıkta verdiği beyler anlaşılmalıdır. Bitlis, Selçuklularla birlikte kesintisiz Türklerin 5


hâkimiyetinde kalmış ve önemini hep korumuştur. Kent, tarihindeki en büyük yıkımı ise Birinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen Rus işgali sırasında görmüştür. Derin bir vadi içinde kurulmuş şehir, Ruslar tarafından tarumar edilmiş, yakılıp yıkılmıştır. Yüzyıllar boyunca vadinin iki yakasına dantel gibi işlenen o güzelim asma bahçeli evler, camiler, medreseler, imaretler harap edilmiştir. Günde beş vakit, vadiyi, her köşeden yükselen ezan sesleriyle dolduran çok sayıdaki minareden de yalnızca beşi ayakta kalabilmiştir. Bunlardan biri Ulu Camii’nin minaresidir. Rus işgali sırasında isabet eden mermi izlerini halen muhafaza etmektedir. İlk minarenin yerine yapıldığı tahmin edilen bu yapı 15.asra aittir. Ancak ait olduğu cami, kentte ayakta kalan en önemli Selçuklu mimari eser olma özelliği taşımaktadır. Bitlis Ulu Camii, Diyarbakır ve Siirt Ulu Camileri ile birlikte Anadolu’da Büyük Selçuklu döneminde inşa edilen üç önemli eserden biridir. Bu da, Selçukluların kente verdiği önemi göstermektedir. Caminin ilk olarak ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Mimarı da belli değildir. İlk kitabesi günümüze gelememiştir. Ancak daha sonra konulan ve çok özgün bir kufi yazıyla yazılmış yeni kitabede, 1150 yılında Ebu’l Muzaffer Muhammed tarafından yenilendiği yazılmaktadır. Buradan yola çıkarak ileri sürülen kimi görüşlere göre buradaki ilk cami, şehrin Müslümanlarca fethinden sonra 7.yüzyıl sonu 8.yüzyıl başlarında inşa edilmiştir. Şehir, 10.yüzyıl başlarında yeniden Bizans Devleti’nin eline geçinde yıkılmış Türklerin sayı//71// haziran 6

hâkimiyeti altına girdikten sonra, 1150’de, adı geçen kişi tarafından yenilenmiştir. Diğer bir görüşe göreyse, Ulu Camii, Selçukluların ilk hakimiyetleri döneminde yapılmış, 1150 yılında ise restore edilmiştir. İkinci görüş, tarihî gerçeklere ve akla daha yatkın görülmektedir. Çünkü Selçuklular ilk İslâm döneminden kalan bir yapıyı tamir edecek olsalar bunu daha hâkimiyet yıllarının başında gerçekleştirir ve fethin sembolü yaparlardı. Oysa aradan neredeyse 70-80 yıl geçtikten sonra yenilenmiştir. Diğer taraftan caminin mimari özelliklerinin Harput, Urfa, Mardin, Cizre, Kızıltepe ve Silvan ulu camileri ile benzerliği de Selçuklular tarafından inşa edildiğini desteklemektedir. Diğer bir tartışma konusu da caminin kitabesinde adı “tecdid eden” olarak geçen Ebu’l Muzaffer Muhammed’in kim olduğudur. Yine kimi araştırmacılar, adı geçen şahsın Mervanoğullarından olduğunu ileri sürmektedirler. Son zamanlarda yaygınlaşan her şeyi Mervanoğulları, Şerefhanlara atfetme alışkanlığı burada da dikkat çekmektedir. Oysa o dönem Mervanoğulları artık siyasi gücünü tamamen kaybetmiş, Büyük Selçuklulara tabi memurlar haline gelmişlerdi, Şerefhanlar da Osmanlı’ya tabi bir yerel yönetimdi. Kimi kaynaklar da Ebu’l Muzaffer’i Karahanlılar Devleti’nin son temsilcisi olarak zikrederler. Karahanlı ülkesinden Anadolu’ya gelerek, burada hasenat için Ulu Camii yenilemiştir. Sanırım bu konuda en doğru yaklaşım ise Cevat Akkanat’ın “Bitlis’te Bir Ulu Camii” başlıklı yazısında zikrettiği Oktay Aslanapa’nın “… tamir kitabesinde adı geçen Ebul Muzaffer


Mehmed bin el Muzaffer bin Reşid’in kim olduğu bilinmiyor. Bu tarihlerde Bitlis’te Dilmaçoğulları hâkimdi ve 1143’te ölen Şemseddin Yakut Arslan’ın yerine, Atabek Zengi’nin yanında bulunan kardeşi Fahreddin Devlet Şah getirilerek Emir ilan edilmişti. Sülalenin kurucusu Emir Dilmaçoğlu Mehmed’in soyundan biri olabilir” görüşüdür. Bu bağlamda, tamir kitabesinde yer alan “Beğ (Bey)” ibaresi de Türk yöneticilerinden birine olduğu görüşünü destekler mahiyettedir: “Bu mübarek Câmi’nin binasını, Allah’ın Fakir (Kulu), Ebu’n-Nazîr Muhammed Beğ El – Muzaffer bin Rüstem tecdîd etmiştir” Rus işgal dönemindeki tahribattan sonra, uzun bir süre harabe olarak kalan Bitlis Ulu Camii, restore edilerek 2012 yılında yeniden ibadete açılmıştır. Cami, ilk bakışta klasik Selçuklu mimari özellikleri ile dikkat çekmektedir. Mihrap önü kubbesinin yükseltildiği, dışının bir külahla kaplanarak belirginleştirildiği mimari tarz Selçuklu’nun bölgeye getirdiği uygulamalardandır. Ne var ki son onarım sırasında dış avlu bölümünün tarihî özelliğini kaybettiği görülmektedir. Bitlis’in en meşhur yapılarından biri de Şerefiye Külliyesidir. Şeref Han tarafından 1529 yılında yaptırılan külliye cami, medrese, türbe, imaret ve hamamdan oluşmaktadır. Aslında, Bitlis ve havalisinde -merkezde, Ahlat’ta, Güroymak’ta, Tatvan’da, hatta Hizan ve Mutki’de- bizzat Selçuklu döneminde yapılmış olma anlamında değil ama Selçuklu medeniyetinin etkileri ve tarzı bağlamında bakıldığında kim tarafından yapılmış olursa olsun, tamamında Selçuklu etkisi hakimdir denilebilir. Bitlis’teki tüm yapılar, Oluş Arık’ın tabiriyle, “Selçuklu Rönesansı”nın etkisiyle inşa edilmişlerdir. Selçuklular, organizasyon yeteneği güçlü bir devlet kurmuşlardı. Fethettikleri coğrafyalarda, öncelikle halkın maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayan yapı ve kurumlar oluşturuyor, ardından bunları kendi sosyal ve kültürel anlayışlarına göre şekillendiriyorlardı. Bu sosyal devlet anlayışının en önemli kurumlarından biri de medreselerdi. Medreseler, o dönemin üniversiteleriydi aslında. Selçukluların, Anadolu şehirlerinin hemen hepsinde medreseler inşa etmiş olmaları, eğitimin ne derece gelişmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Selçuklular, medrese sisteminin, yani bugünkü anlamda farklı bilim dallarının aynı yerleşke içinde öğretildiği

sistemi ilk kez uygulayan devlettir. Ancak sadece bu sistemi kurmakla kalmamışlar yaygınlaştırılmasını devlet politikası haline getirerek İslam medeniyet tarihinde yeni bir merhale başlatmışlardır. Selçuklular, çok kısa sayılabilecek bir zaman içinde İslam dünyasının belli başlı şehirlerinde önce nizamiye, ardından tıp, astronomi gibi değişik dallarda medreseler kurarak yaygınlaştırmışlardır. Karahanlı tecrübesinden de yararlanarak hayata geçirdikleri bu politika, kısa zamanda çok çeşitli milletlerin, dinlerin, anlayışların hakim olduğu -Hindistan’dan İran’a, Türkistan’dan Ortadoğu’ya- büyük bir coğrafyada “Selçuklu Barışı”nın ihdasında büyük rol oynamıştır. Diğer yandan Selçuklu medrese sistemi, Haçlı Seferleri sırasında Avrupa’ya da taşınmış ve “üniversite” anlayışının temelinin atılmasını sağlamıştır. Bitlis’te günümüze gelebilmiş medreselerin en önemlisi “Gökmeydanı Medresesi’dir. Selçuklunun ortaya koyduğu medrese anlayışına uygun olarak inşa edilen medresenin, kadim Türk inanışında önemli bir yeri olan “gök” adıyla anılması dikkat çekicidir. Medrese de Osmanlı döneminde Emir Şeref han tarafından inşa edilmiştir. Ancak, her haliyle Selçuklu yapısı özelliği taşımaktadır. İhlâsiye Medresesi olarak da bilinen medresenin mimari tarzı, Selçukluların geliştirdiği ve tüm Anadolu’ya yaygınlaştırdığı bir tarzdır. Eğitim ve bilim hayatını medrese merkezli düzenleyen Selçuklular, ticari hayatı da han ve kervansaray sistemi etrafında geliştirmişlerdir. Anadolu’da Selçuklu döneminin başlaması ile birlikte ticaret doğudan batıya, kuzeyden güneye hızla gelişmiştir. Bunda Selçukluların han ve kervansaraylar yoluyla Anadolu’yu ticaret yolları ağıyla örmesinin büyük rolü vardır. Bitlis’te ayakta kalabilen az sayıdaki kervansaraydan biri de Tatvan yolu üzerinde bulunan El Aman kervansarayıdır. 16.yüzyılda Selçuklu anlayışının devamı olarak Köse Hüsrev Paşa tarafından yaptırılmıştır. “Rahva” olarak da bilinen kervansarayın bir başka özelliği de, kapladığı alan bakımından Anadolu’daki en büyük kervansaraylardan biri olmasıdır. Her ne kadar, bugün pek çoğu yıkılmış, ortadan kalkmış ise de Selçuklu ve onun mirasçısı Osmanlı dönemlerinde Bitlis-Tatvan, Bitlis-Baykan güzergâhında çok sayıda han ve kervansaray inşa edildiği tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır. Çünkü Selçuklu ekonomi sisteminde ticaretin önemli bir yeri vardı. Ticaretin güvenliği ve gelişiminde ise en 7


önemli rol han ve kervansaraylara verilmişti. Kervansaraylar birer mimari abide olmanın yanında çok gelişmiş sosyal kurumlar olarak da karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle bu yapılar dönemin en modern konaklama mekânlarıydı. Vakıf müessesesi tarafından vakıf anlayışıyla idare ediliyorlardı. Müslüman ya da gayri Müslim hiçbir ayrım gözetilmeksizin tüm ticaret erbabına açıktı. Her 50 kilometrede bir yapılan han ve kervansaraylarda konaklayanlar üç gün boyunca ücretsiz misafir ediliyor, tüm ihtiyaçları karşılanıyordu. Özellikle ticaret sigortası diye ifade edebilecek bir usulle mal güvenliği de sağlanmış, ticari malların büyük bir emniyet içerisinde dört bir tarafa nakli mümkün hale getirilmişti. Selçuklu sultanları da, teşvik politikalarıyla ekonomik ve ticari hayatın canlılığını devam etmesine gayret gösteriyorlardı. Böylece siyasi olarak inşa edilen “Selçuklu Barışı” ortamının yanı sıra han ve kervansaraylar yoluyla ekonomik huzur da sağlanmıştı. Bizans döneminde, işlemez hale gelen ticaret yolları ihya edilmiş, yeni ticaret yolları geliştirilmişti. Anadolu üzerinden uluslararası ticaret de kayda değer bir ilerleme kaydetmişti. Bunun sonucu olarak Anadolu’da büyük bir zenginleşme ve sermaye birikimi oluşmuş bu da halen Anadolu’nun dört bir yanında yüzlerce yıldır dimdik ayakta duran eserlerin inşasının yolunu açmıştır. Bitlis, bugün de Selçuklu ticari ruhunu devam ettiren bir şehir görünümündedir. Kent merkezinde yapılacak kısa bir gezinti, modern zamanla geçmişin nasıl içi içe olduğunu anlamaya yetiyor. Kaybolmakta olan birçok geleneksel zanaat, sokakların kenarına sıralanmış atölyelerde devam ettiriliyor. Kimi, körükle sayı//71// haziran 8

harlanan ocakta yumuşatılan demire kol gücüyle şekil vermeye çalışırken kimi de artık kaybolmakta olan başka bir zanaatı yıllara inat sürdürmeye çalışıyor. İlk olarak Ahlat’ta ortaya çıkan ahilik teşkilatının temelini esnaflık oluşturuyordu. Ticari hayatla sosyal hayat arasında denge için geliştirilen bu teşkilat, Selçuklu dönemi Anadolu iktisadî hayatının temel felsefesini belirleyen kurumlardan biri oldu. Ahilik teşkilatı çalışma hayatını ve meslek dağılımını düzenlerken aynı zamanda bireylerin İslâm ahlâk ve ideallerine göre yetişmesini hedefliyordu. Bunu da öz denetim yoluyla yapıyor, devletin herhangi bir yaptırımına ihtiyaç bırakmıyorlardı. Bu anlamda ahilik, sadece bir esnaf örgütlenmesi değil, aynı zamanda bir dünya görüşüne dönüşmüştü. Selçuklu ile şekillenen bu ticari-ahlâki anlayışın izini Van Gölü Havzasının her yerinde bugün de görmek mümkün. Ahilik ruhu hâlâ, ticari ve sosyal hayatı düzenleyen önemli bir olgu olmaya devam ediyor. Bu yazımızda güzel şehir Bitlis’in merkezinde Selçuklu izi arayarak dolaşmaya çalıştık. Geçit vermez bir mevkide kurulmuş göz alıcı kalesinden, Osmanlı dönemi eserlerinden, dillere destan, başka hiçbir yerde aynı tadı bulamayacağımız büryan kebabından, yalnızca sabah namazı vakti içilebilen afşor çorbasından, yerlilerinin geniş gönüllülüğü ve dostluğundan ve dahi birçok başka özelliğinden hiç söz etmedik. İstedik ki, bunu isteyenler gidip yerinde görsün. Bizzat teneffüs etsin. Kısmet olursa Bitlis’te Selçuklu izlerini arayacağımız seyahatimizi bir sonraki yazıda Tatvan, Hizan, Mutki ve saklı Selçuklu hazinesi Güroymak’ta sürdüreceğiz… Ya nasip!..


K a pıya Gelende Fakirlik kapıya gelende Şükürdür benim hediyem.. Ona başka ne diyem, Başka kâr bulunmaz bende.

Şükürdür benim hediyem, Mâsivâyı katlasalar, Katlayıp önüme atsalar, Bu yürümez atlarla nereye gidem? Mâsivâyı katlasalar, Durun hele ben yürüyem. Geçmişi dipten kürüyem, Meğer ki beni asalar.. Desem durun hele, ben yürüyem, Kılamadım burda karar; Ayaklarım dağlar kadar, Onları nasıl sürüyem?.. Kâmil UĞURLU

9


KULE BAHÇESİ MESCİDİ KAYMAK MUSTAFA PAŞA CAMİİ Kaymak Mustafa Paşa Camii şu sıralarda onarım görüyor, bir şantiye havasında olduğu için yapının içine girmek mümkün değil, neler oluyor, neler yapılıyor bilmiyorum. Ancak, geçen hafta önünden geçerken yeni onarılan minare külahı gözüme çarptı. Nerede caminin, eski ince kalem gibi denilen külahı, nerede yeni yapılan güdük külah.. Dr. M. Sinan GENİM

H. 991/1583-1584 ile H. 1146/1733-1734 tarihli on beşi aşkın Mevacib Defteri’ni inceleyen Muzaffer Erdoğan, Bağçe-i Kule, nadiren de olsa Bağçe-i Kulle adıyla kayıtlara geçen Kuleli Bahçesi’nin Kanûnî Sultan Süleyman hatta Yavuz Sultan Selim döneminde tesis edildiğini söylemektedir. Çengelköy ile Vaniköy arasında daha sonra Kuleli adıyla anılacak olan mahalde, günümüz Kuleli Kışlası’nın bulunduğu büyük alanın üst kotlarında bir dönem büyük bir yazlık saray bulunmaktadır. 1573 tarihinde bu bahçeyi gezen Philippe du Fresne-Canaye gezme imkânı bulduğu bahçe ve içindeki yapıyı şu sözlerle anlatır; “Bize rehberlik eden Senyör Stanga, bizi öncekinden (Sultaniye Bahçesi) hiç de daha az güzel olmayan, çok uzun hıyabanları (iki tarafına ağaç dikilmiş yol), servileri, çiçekleri, serin sulu çeşmeleri, mağaraları ve çok hoş gölgelikleri bulunan başka bir cennete götürdü: Chulabachia. Bahçe çok sarp olmayan, tersine düz bir tepenin üstünde. Ayrıca, kıyıya doğru, üst üste binmiş beş oda yüksekliğinde, kare biçimli bir kule var; kule, büyük taşlarla ve kalın duvarlarla, suyun tepeye kadar çıkmasını sağlayan bir ustalıkla yapılmış: Öyle ki, kulenin her odasında bir çeşme var; odalarının dört yanı, günün her saatinde serinleme olanağı verecek, altın yaldızla boyanmış teraslarla çevrili. Bütün kapılar ve pencereler tunçtan. Kulenin eteğinde, büyük bahçeden ayrı, çok güzel bir küçük bahçe ve seçkin balıklarla dolu bir havuz bulunuyor. Bu kulenin mimarisini irdeleyen biri, saraylar yapmak için para harcamayı göze aldıklarında, Türklerin sanat açısından Hıristiyanlardan hiç de geri kalmadıklarını kolayca anlar. Bu kule Türkiye’de gördüğüm en yüksek yapı ve bu uygarlıktan yoksun ülkede büyük hayranlık duygusu yaratmayı hak ediyor; çünkü Türkler toprağa yakın oturma alışkanlığındalar ve merdivenlerle göğe tırmanmak istemediklerini söylüyorlar; evleri o kadar kullanışlı ve o kadar güzel ki, onu terk zorunda kaldıklarında çok üzülüyorlar.” Lale Devri’nin ünlü Sadrazamı Damat İbrahim Paşa, uzun bir süredir kullanılmayan bu nedenle bakımsız kalarak harap olan Kule-i Bağçe içindeki yapıları yıktırarak, taşlarını Kağıthane’deki binaların yapımında kullandırır. Hovhannesyan bu yıkımın tarihini 22 Şaban 1134 / 7 Haziran 1722 olarak vermekte ve Narlı Bahçe’de denilen Kule Bahçesi’nin, güzel ve ağaçlıklı bir vadi olduğunu, sahilde padişaha ait

sayı//71// haziran 10


av köpeklerinin bulunduğu bir bina ile ayıların bağlandığı bir alan olduğunu belirtir. Muhtemelen buradaki yapıların sökümüne nezaret eden, Nevşehirli İbrahim Paşa’nın damadı Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa Paşa, bölgenin ihtiyacını gidermek amacıyla tek katlı, ahşap bir mescit yaptırır. H. 1253 / Ekim 1730 tarihinde vuku bulan Patrona Halil Ayaklanması sırasında şehit edilen Kaymak Mustafa Paşa, meşhur Sadrazam Merzifonlu Mustafa Paşa’nın torunudur. Kaymak Mustafa Paşa’nın Kule Bahçesi Mescidi’nin hemen yanında yaptırdığı ancak günümüze ulaşmayan çeşmesinin üzerindeki H. 1137 / 1724-1725 tarihinin yapının ilk yapılış tarihi olduğu kabul edilmektedir. Daha sonra Voyvoda Ahmed Ağazade Hasan Efendi H. 1163 / 1749-1750 tarihinde yapıya bir minber ekleyerek camiye dönüştürmüştür. Kaymak Mustafa Paşa’nın yaptırdığı mescidin mimarisi konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Yeniçeriliğin kaldırılmasını takiben Sultan II. Mahmud (1808-1839) Kuleli Bahçesi’nde, Birinci Süvari Alayı için tek katlı, ahşap bir kışla yaptırır. Kışlanın 1837-1842 yılları arasında kısa bir dönem karantina binası olarak kullanıldığı bilinmektedir. Kışlanın karantina binasına dönüştürülmesi sırasında Sultan II. Mahmud, Kule Bahçesi Camii’ni de yeniden yaptırır. Caminin cümle kapısı üzerindeki Pertev Paşa tarafından yazılmış kitabede, yapının ikinci yapılış tarihi olan H. 1253 / 1837-1838 okunmaktadır.

Sultan II. Mahmud tarafından yeniden yaptırılan cami fevkani olup, kâgir olan alt katı bodrum olarak kullanılmaktadır. Cümle kapısı deniz tarafında olan caminin iki katlı son cemaat yerine, çift taraflı merdivenlerle ulaşılmakta olup, buradan ana mekâna geçilmektedir. Kare planlı ana mekân ahşaptır. Yapının bir sultan camisi olduğunu belirtmek amacıyla çatı örtüsü kurşun kaplanmıştır. Cami ana mekânının orta bölümünde büyük bir kubbe, köşelerinde ise daha küçük dört adet sahte kubbe bulunmaktadır. İç mekân yuvarlak kemerli pencerelerle aydınlatılmakta olup, yapının içi çok aydınlıktır. Mihrap oldukça sade olup, dikdörtgen bir çerçeve içine yerleştirilmiş küçük bir nişten oluşmaktadır. Son cemaat bölümünün üst katı kadınlar mahfili olarak 11


kullanılmaktadır. Yapı giriş kapısı üzerindeki kitabeden de anlaşılacağı gibi, bu ikinci yapılış sırasında caminin güneybatı yönüne, iki katlı bir hünkâr kasrı eklenmiştir. Hünkâr kasrına denize dik tek kollu bir merdivenle girilmektedir. Caminin minaresinin kaidesi taştuğla almaşık dokulu bir halde inşa edilmesine karşın gövde ve üst bölümü taştır. Yüksekçe olan minarenin, sade bir şerefesi olup, minare külahı kurşun kaplıdır. Robert Walsh’ın metinlerini yazdığı, Thomas Allom’un bazı gravürlerini yaptığı “İstanbul Manzaraları” isimli kitap 1838 Londra’da basılır. Bu kitapta, Kuleli Kışlası gravürünün sağ yanında Kuleli Bahçesi Camii görülmektedir. İnce, narin, tek şerefeli bir minare ve onun önünde cami. Caminin çatısında şems adıyla bilinen güneş motifi şeklindeki âlem. Kaymak Mustafa Paşa Camii şu sıralarda onarım görüyor, bir şantiye havasında olduğu için yapının içine girmek mümkün değil, neler oluyor, neler yapılıyor bilmiyorum. Ancak, geçen hafta önünden geçerken yeni onarılan minare külahı gözüme çarptı. Nerede caminin, eski ince kalem gibi denilen külahı, nerede yeni yapılan güdük külah. İlk bakışta dikkat çeken, görülmemesi mümkün olmayan minarenin narin ölçülerinin değişmesine sebep olan bu hatanın, bende yapının başka yerlerinde de yapıldığı ve yapılabileceği kuşkusu uyandırdı. Mevzuat gereği caminin onarımı için hazırlanan rölöve, restitüsyon, restorasyon projeleri önce Vakıflar İdaresi’nin ilgili birimleri tarafından sayı//71// haziran 12


incelenip uygun bulunarak Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulları’na sevk edilmekte, kurul raportörleri sunulan proje ve raporları inceleyip oluşturdukları raporları kurul üyelerinin görüş ve onayına sunmaktalar. Nasıl olurda, onarıma başlamadan önce yerli yerinde duran minare ve kurşun külahın ölçüleri görmezden gelinerek, sunulmuş olması gereken rölöveye aykırı bir restorasyon paftası onaylanabilir? Eğer onaylanan restorasyon projesi rölöveye uygundur denilirse, ekteki fotoğraflarda görüldüğü gibi bu kez rölövenin hatalıdır. Kaymak Mustafa Paşa Camii gibi üç yüz yıllık geçmişi olan anıtsal nitelikli bir yapıda yapılan bu gibi hatalar beni ve konuya vakıf insanları üzüyor, hangi haddini bilmez bu işleri yapmayı hüner sayıyor diye düşünüyoruz. Mahalle arasında XX. yüzyılın ilk çeyreğinde yapılmış kalfa işi ahşap evleri “korunması gerekli kültür varlığı” olarak tescil edip, üzerindeki uyduruk ahşap kaplamaların sayısını hesaplayan bir idarenin, gerçekte bu gibi ayrıntıların farkına varması, eğer yanlış bir öneri varsa, bilgileri ile düzeltilmesini sağlamaları gerekir. Koruma Kurulları evet veya hayır anlamında onay makamları, jandarmacılık oynayan kurumlar değil, bilgi ve deneyimleri ile bu gibi konularda yol gösterici, çözüm üretici kurumlar olmalı. Benim yetiştiğim bir dönem öyle idi, 1983 öncesinin hepsi saygın ve konularında uzman isimleri hatırladıkça “Geçmiş zaman olur, hayali cihan değer” diye düşünüyorum.

KAYNAKÇA

1 -Erdoğan 1958, 176-177. 2 - Fresne-Canaye 2009, 64. 3 - Hovhannesyan 1996, 62. 4 - Süreyya 1996, 1200. 5 - Ayvansarâyî 2001, 577-578; Baraz-Demircan 2004, 280; Konyalı 1976, 192. 6 - Kurtcephe-Yıldız 1985, 7. • Allom-Walsh 2013: Thomas Allom-Robert Walsh, İstanbul Manzaraları, Çev. Şeniz Türkömer, İstanbul, 2013. • Ayvansarâyî 2001: Ayvansarâyî Hüseyîn Efendi, Hadîkatü’l-Cevâmi/İstanbul Camileri, Haz. Ahmed Nezih Galitekin, İstanbul, 2001. • Baraz-Demircan 2004: Mehmet Rebiî Hâtemi Baraz-Zeynep Demircan, Çengelköy’de Tarih, İstanbul, 2004. • Erdoğan 1958: Muzaffer Erdoğan, “Osmanlı Devrinde İstanbul Bahçeleri”, Vakıflar Dergisi, IV, Ankara, 1958, s. 149-182. • Fresne-Canaye 2009: Philippe du Fresne-Canaye, Fresne-Canaye Seyahatnamesi, İstanbul, 2004. • Hovhannesyan 1996: Sarkiz Sarraf Hovhannesyan, Payitaht İstanbul’un Tarihçesi, Çev. Elmon Hançer, İstanbul, 1996. • Konyalı 1976: İbrahim Hakkı Konyalı, Üsküdar Tarihi, İstanbul, 1976-1977. • Kurtcephe-Yıldız 1985: İsrafil Kurtcephe-Feridun Yıldız, Kuleli Askeri Lisesi Tarihi, İstanbul, 1985. • Süreyya 1996: Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, İstanbul, 1996. 13


GEZGİNLER, ŞEHİRLER VE

BAŞŞEHİRLER Yakınınızdaki deri kerevete yayılmış şişko Rum bile gözlerini, bebekliğinden beri aşina olduğu bu manzaradan ayıramıyor.. Mehmet Kâmil BERSE

ktisadi bir tabirle şehir, sakinlerinin hayatlarını tarımdan ve hayvancılıktan değil esas olarak ticaret ve alışverişle kazandıkları bir yerleşim yeridir..Ticaret ve Alışverişin hakim olduğu tüm mahalleri “Şehir” saymak da tümüyle uygun olmaz.. Bu durumda, Asya ve Rusyadaki “ticaret köyleri” gibi aile üyeleri ile hemen hemen babadan oğula geçen bir tek ticari yapıdan oluşan kolonileri de”şehir “kavramına dahil etmek olur. Şehrin özellikleri arasına , pratikteki ticaretin yanı sıra kesin bir çok yönlülük boyutu da eklemek gerekir..Ancak bunun da kendi başına şehrin ayırt edici özelliği olmaya uygun olmadığı görülüyor.. Ekonomik çok yönlülük, en azından iki şekilde kazanılır; Feodal bir toplumsal yapı ve pazarın varlığı ilki dir.Ekonomik çok yönlülüğü kurmanın diğer yöntemi ,şehir için daha genel manada önemlidir..bu da yerleşim yerlerinde geçici değil düzenli bir mal mübadelesinin varlığıdır.. Çarşı, sakinlerin hayatlarını kazanmalarında elzem bir unsur haline gelir.. Muhakkak ki her çarşı, içinde bulunduğu mahalli, bir şehre dönüştürmemiştir.. Periyodik panayırlar ve gezgin tüccarların belli zamanlarda malların birbirlerine ve müşterilere toptan veya perakende olarak satmak için buluştukları yıllık dış ticaret pazarları, çoğu kere , bizim “köy” diyebileceğimiz yerlerde gerçekleşiyordu.. Sonuçta; Şehirden bahsederken, yalnızca , yerli nüfusun günlük ihtiyaçlarının ekonomik olarak önemlice bir kısmını yerel pazardan ve önemli ölçüde de yerli nüfusun veya hinterlandın çok yakın kısımlarındaki ahalinin pazarda satmak üzere ürettikleri ya da başka yollarla elde ettikleri mallardan temin ettikleri durumlardan söz ediyoruz…Bütün bunlardan çıkardığımız sonuç şudur ki; Şehir, bir Pazar yeridir.. Şehirlerin bu ticaret döngüsündeki çeşitleri ise; Üreten ve tüketen şehirlerdir… Bir şehrin ticaretinin ülkenin toplam ekonomik ,stratejik ve siyası merkezinde olması, ulaşımının merkez konumunda olması ,arihî ve içtimaî, ilmî , kültürel birlikteliğin yoğunluğu o şehrin başşehir olması için olası sebeplerdir.. Tarih boyunca bulundukları ülkeye, başşehirlik yapan şehirler bu vasıflarıyla sıfatlarını devam etmişlerdir..Devam etmeyen başşehirlerin arka planında çok büyük savaşlar, istilalar vardır.. Türkiye’nin 6 asır payitahtı olan İstanbul yerine, büyük bir savaş ve istila hareketinin ardından gerçekleşen kurtuluş savaşı ardından,

sayı//71// haziran 14


konumu korunaklı ve merkezi bir yerde olması nedeniyle Ankara tercih edilmiştir.. Yılların payitahtı İstanbul ise siyasi payitahtlık dışında bütün özelliklerini korumaya devam etmiştir. Ekonomik, tarihi, ulaşım yönleri ile dünyanın en gözde şehri olmaya devam edegelmiştir, gizli bir başşehir hüviyeti gibidir.. Bu nedenle İstanbul her devirde seyyahların ziyaret ettiği öncelikli bir şehirdir.. Adeta bir sihir taşıyan şehirdir gezginler için… Tarih boyunca ülkeleri, şehirleri dolaşanlar, ziyaret edenler; Ya okuduklarını merak edenler, ya heyecan seven seyyahlar, ticarete dönük araştırma yapanlar, ya da misyonerlik faaliyeti yapanlardır.. Seyyahların dolaştıkları ülkeler ve şehirler, genelde gizemli ülkelerdir, ve zenginliğin veya zenginlerin çok olduğu bölgelerdir.. Her milletten seyyahlar bu işe başladıklarında bırakmak istemezler.. Aynı şehirlere defalarca gittikleri olur, yeni çevreler yeni arkadaşlar yeni tüccarlar yeni antik şehirler onların ilgi alanlarıdır.. Osmanlı devletinde en önemli seyyah; Benim pîrim Evliya Çelebi, Dünyada bu konuda gezdiklerini yazarken gösterdiği profesyonellikle öncü bir seyyahtır.. Seyyahlığa başladığından ölümüne kadar ömrü yollarda , şehirlerde araştırma yapmakla geçmiştir.. Ordu ile beraber savaş meydanlarına da gitmiş, ordu müezzinliği de yapmıştır.. Gittiği her yerde bir istatistikçi gibi çalışmıştır, hane hane evleri saymış, bölge bölge tabiat şartlarının raporunu çıkarmıştır.. Bölgede yetişen her türlü mahsülü tek tek çeşitlerini isimleri ve sayıları ile geleceğe bildirmiştir.., Yazdıklarıyla asırların bilgilerini bizlere aktarmıştır…Doğunun diğer seyyahları da kalemi bırakmamışlar, ancak hiçbiri Evliya çelebinin çırağı bile olamamışlardır.. Batının seyyahları uzun yıllar doğunun gizeminin peşine düşmüşler, hem ilim adamlarıyla irtibata geçmek hem de batıda olmayanları gözlemlemek istemişlerdir.. İSTANBUL’DA BATILI GEZGİNLER

İstanbul’un misafiri olan batılı seyyahlar, Toplumun içtimai yapısını, şehrin ticaretini, doğasını, evleri, sokakları, camileri, sarayları, çarşıları yazarak bizi bize tanıtmak gibi bir görev yapmışlar.. Bu seyyahların meşhur olanları var, hatta bizim insanımız gibi kendilerine paye vermişiz..Pier Loti gibi.. Edmondo Amicis gibi İstanbulu

anlatırken hor gören bir seyyah, Hans Christian Andersen, Blasco İbanez, Ernest Hamingway ve diğer önemli isim yapmış entellektüeller bu şehrin zaman zaman misafirleri oldular.. Osmanlı Devleti ve İstanbul halkı gelen herkese gönlünü açmış ve tanrı misafiri muamelesi yapmıştır.. Bunların dışında bir isim daha varki, farklı bir hatırası vardır bu şehirde..Crawford 1854 te doğmuş, 54 yaşında ölmüş Edebiyatçı entelektüel bir kişiliği var. Varlıklı ABD li ailenin İtalyada doğmuş bir çocuğudur.. Doğu akdeniz kültürüne hakim bir kişidir.. Ceawford’un arkadaşı Weeks ‘te aynı yıllarda ABD de doğmuş, ressam olmak için Parise gelmiş bir oryantalist ressam-yazar.. Resmi gözlemleyerek çizmeyi sevdiğinden ömrü seyahatle geçmiş.. Uzun zaman Fasta bulunmuş, Hindistan’a defalarca gitmiş, doğunun sihirli renkler ülkesini tuvallerine aktarmış.. Crawford ile Weeks Hindistan’da çeşitli vesilelerle buluşmalarından sonra..1890 da İki seyyahın yolları İstanbu’da kesişir.. Biri gördüklerini kaleme alır, ayrıntıları yazar, diğeri bu ayrıntıları resimlerde betimler.. Crawford İstanbul’u anlattığı yazılarında bazen dönemin genel eğiliminin aksine, Türkler hakkındaki kilişelerle alttan alta dalga geçer.. İstanbul sokaklarındaki hayatı ilginç bir tespitle anlatmaya girer: “Türkiye’den-Hasta Adam-diye söz etmek diye söz etmek ve dünyada hayatın en doludizgin sürdüğü kentlerden biri olan bu şehri yıkım ve çürüme ile bağdaştırmak adet olmuştur. Ancak haliç’in herhangi bir tarafında yirmi dört saat geçiren biri ne İstanbul sokaklarında, ne galata köprüsünde, ne hareketli Galata semtinde ne de pera tepelerinde ataletle uzaktan yakından ilgili hiçbir şey düşünemez.. Avrupa’dan İtalya veya Avusturya’dan gelen biri , başkentin cihanşümul hayatı, canlılığı ve faaliyeti karşısında gerçekten şaşırır..” Anlattıklarından ,Crawford’un İstanbul’dan gelip geçerken izlenimlerini aktaran sıradan bir gezgin olmadığı sonucuna varmak zor değildir..İstanbulla ilişkisi gelip geçici değildir.. ABD li general Hiram Berdan’ın kızı Elizabeth Christophers Berdan ile 1884 te Beyoğlu Fransız Katolik kilisesinde evlenmiş.. Müteaddit defalar geldiği İstanbul’da bazen bir yıl süren ikametleri var.. Crawford’un İstanbul’a geldiği yılları yazdığı kitabın mütercimi Şeniz Türkömer, 15


Ülkemize gelen seyyah kitaplarına çok kısa ama çok önemli bir eser kazandırmıştır.. İstanbul’u gözlemlerken ve bunları yazarken çok farklı bir gözle bakıp yorumlamıştır..

baskı yaratır.. Siz’de ibadet ettiği yere saygılı olunmasını şart koşan Müslüman’a gayrı ihtiyari saygı duyarsınız..

“Dünyada bu kadar farklı insanın bir araya toplandığı, birbirleriyle ve yabancılarla omuz omuza yaşadığı başka hiçbir şehir yoktur.. Avrupa ile Asya’nın her milleti burada temsil edilmektedir..

Ve hemen burada belirtmek isterim; Doguya yaptığım pek çok ziyarette ve hatta ikametlerimden sonra gerçek Türk’e (Bulunabildiği zaman) güven duyan bir eğilimdeyim.. Rumlar, ermeniler, araplar, acemler, afrikalılar bazen onun ülkesini kötü yöneterek adına gölge düşürmüşlerdir..

Bu şehirde olan insanların hangi tabakadan olursa olsun köprü başında geçiş ücreti toplayan beyazlar giymiş biletçiye aynı kuruşu verip geçerler.. Dünyanın kozmopolit başkentlerinde görmeye alışık olunan hakim bir tip veya renk ayrımı yoktur.. Türkleri bir millet olarak mı, yoksa İslam’ın müşterek bağıyla bir araya gelmiş bir farklı ırklar topluluğu olarak mı tanımlamak daha doğrudur bilemiyorum…Gelişi güzel gireceğiniz herhangi bir camide herhangi bir Norveçli kadar soluk benizli, lepiska saçlı Türk’ü, siyah Afrika’nın en siyahilerinden birinin yanında secde etmiş dua ederken görebilirsiniz.. Bu kutsal mekana girerken, ayakkabılarınızı çıkarıp çıkarmadığımızdan ya da genelde kapıda verilen tozlu pabuçları ayağınıza geçirip geçirmediğinizden emin olmak için her ikisinin de insiyakı olarak aynı anda ayaklarınıza baktığınızı fark edersiniz.. İslamiyette aynen Katoliklerde olduğu gibi ortak adetlerin evrenselliği kendiliğinden bir sayı//71// haziran 16

Türk; Aslında güzel nitelikleri olan biridir ve dünyanın üstün ,egemen ırklarından birine dahildir..” Crawford; İstanbul’a diğer gezginlerden farklı bir yorumla baktığını görünce, onun bir misyoner olamayacağını düşündüm..Zira batılı gezginlerin nerdeyse tamamı özel görevli misyonerlerdir veya istihbaratçı ajanlardır.Bunu yazdıklarından anlıyabiliyorsunuz..Crawfordun yazdıklarını okuyunca, bende yazsam bu bölümü böyle yazardım dedğim cinsten yazılar.. Bir cümlesi var ki, bu şehrin halkının cesareti ve birlikteliğini vurguluyor; “Kostantiniyye’nin en çarpıcı özelliği pek çok ölüme meydan okumasını sağlıyan o bitmez tükenmez canlılığıdır..” Tarih boyunca Dünyada ve Türkiye’de salgınlar ve tedbirler konusunda yaptığım araştırmalarda İstanbul gibi kozmopolit bir


şehrin bu salgınların üzerine nasıl cesaretle mukavemet ettiğini gördüm..Aynı durum bu dönemde yaşanan Covit19 virüsü ile ilgili salgın’ın mücadelesinde tıp insanlarının fedakar çalışmalarına destek olan şehir halkının tamamının aynı fedakarlığı yapmak için gayret ettiğini görmek, batılı şehirlerin aksine daha bilinçli hareket edilmesi; Halkın içtimai bilincinin üst seviyede olduğunu görmek mümkün (Bazı istisnalar olabilir) Crawford bu seyahat eserinin bir bölümünde , oturduğu bir kahvehanenin camından şehrin ve insanların farklı portrelerini yorumlar ve size anlatırken bundan çok etkilendiğini görürsünüz, bu anlatımdan onun kadar sizde etkilenirsiniz.. “Ama kahvehanenin açık penceresi önünde oturduğunuzda,aceleyle koşuşturan kalabalığın yüzlerini veya kıyafetlerini incelemeye pek vakit yok.Gördüğünüz harikulade,iç içe geçmiş,hareket halinde bir ışık ,güneş,gölge ve renk cümbüşü; Doğu ve batı hayat tarzlarının çılgın ve nerdeyse gerçekdışı karmaşası; ihtişamla sefalet arasında insanı şaşırtan dehşetengiz bir tezat.. Sırmalı kıyafeti ile arap atının üstünde debdebeli bir subay ve avucunu açmış dermansız sesiyle biteviye”on para” diye dilenen tasavvur edilemeyecek kadar sefil,ve üstelik kör ve sakat bir dilenci…Peygamber soyunun yeşil sarıklı, vakur,heybetli ve sakin temsilcileri..Ölü gibi soluk benizli,baştan aşağı siyah beyaz giyimlisıradan bir Türk Kadını ve hanımefendisinin arkasında yürüyen daha az kapalı,ışıl ışıl gözlü Afrikalı kız..Açık kahve ,açık yeşil,gri cübbeli,silindir gibi uzun keçe külahlı,başı öne eğik,gözleri yerde, sofuluk belirtisi gösteren bir derviş…On iki yaşından daha fazla göstermeyen ,şık üniforması ve yepyeni fesiyle caka satarak yürüyen küçük bir askeri öğrenci ile onu yakından izleyen Afrikalı hizmetkâr..Apansız ,iki yana açılan kalabalığın arasından seyisleri ve uşaklarıyla hızla geçen muhteşem bir konak arabasının gümbürtü ve tangırtısı…Her şey mavi denizin ,açık gökyüzünün ve ancak silüetleri seçilen tepelerin oluşturduğu bir fon önünde ve kocaman beyaz güneşin altında ışıldayarak ,parlayarak,yanıp sönerek ileri geri dalgalanıyor.. Cazibesi ile insanı büyüleyen bu görüntü duyular üstünde adeta hipnoz etkisi yapıyor… Yakınınızdaki deri kerevete yayılmış şişko Rum bile gözlerini, bebekliğinden beri aşina olduğu bu manzaradan ayıramıyor..Kendisi aşçı, aşçı

olduğunu hemen anlıyorsunuz,çünkü nargile içiyor. Kostantiniyye deki kahvehanelere sık gidenlerin bildiği gibi, nargile özellikle bu meslek erbabının tercih ettiği bir keyif.Fakat ne nargilenin fokurtusu, ne de ateşini canlı tutma çabası komşunuzun sağlıksız gözlerini öğle üzeri Galata Köprüsündeki bu büyüleyici manzaradan uzaklaştıramıyor…” Crawford, İstanbul’u böyle muhteşem bir tablo ile anlatırken ,insanları ayrıntılarıyla yorumlarken muhteşem bir cümle daha kuruyor hoşumuza giden: “Bu köprünün (Galata köprüsü) San Fransisko’dan Pekin’e bütün dünyada bir benzeri yok.. Öylesine göz kamaştırıcı, hayat dolu, üzerindeki kalabalığın her bir parçası diğerinden öylesine farklı, öylesine sıra dışı ve büyüleyici ki! Dar bir geçitle birbirine bağlanıp tutturulmuş iki büyük arı kovanı arasında sürekli ileri geri akan arı kümelerine benzeyen ve her saniye gözünüzün önünden geçen bu sayısız insandan yarım düzinesinin kendine özgü yanlarını saptamak,hayatları üzerinde tahmin yürütmek; şiirlerini öykülerini yada romanlarını hayalinizde canlandırmak için en ufak bir girişim bile hayal gücünüzü zorluyor..” Her gezgin , Crawford gibi edebiyatçı olmayabilir, önce bahsettiğim gibi. Aynı zamanda peşin hükümlü olabilir, gördüğü her tabloyu yazıya dökerken olumsuzlukla ele alır, cennet bahçesini cehennem çukuru olarak tasvir edebilir… Seyyahın, Yorumları ve tasvirlerini ; Bir batılı gezginin samimi itirafları olarak aldım ve kabul ettim…Bir asır sonra tarafsız yorum ve tasvirler için teşekkür ederim Crawford… İyi ki İstanbul’a gelmişsin ve bu tasvirleri yazmışsın… 17


ihtilâlinde geçici bir süre okulları tatil ettiler. Ucu açık bir tatil olduğu, yani ne zaman sona ereceği belli olmadığı için talebeler memleketlerine gitmediler, okudukları şehirlerde kaldılar.

ÂHİR ZAMANDA BİR

NAKKAŞ – II -

Mimar, nakkaş, kalemkâr, müzehhip Semih İrteş dostumuz, kadîm sanatımızın bu mübârek şubesini Nakkaşhanede devam ettirmekle önemli bir vazifeyi ifâ etmektedir. Çağın sağladığı teknolojik imkânları sanatının emrine sunmaktadır, böylece eserlerini daha uzun ömürlü kılmaktadır. Tezyinat tasarımına boyut kazandırmaktadır ve sanatı geliştirmektedir. Yani yaptığı iş aziz bir iştir. Kâmil UĞURLU

O yıl üniversiteye başlayan taşralı üç delikanlı, bu zamanı Trakya’yı gezerek değerlendirmek istediler. Farklı okullarda okuyan üç hemşehriydiler. Biri DGSA’de (Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık öğreniyordu, diğerleri hukuk ve iktisat mekteplerindeydiler. Seyahati oto-stopla yapmayı kararlaştırdılar. Bununla, meselenin içine macera karışsın istediler. Program yaptılar, görmek istedikleri yerleri işaretlediler. Bu seyahate otuz lira ayırdılar. Ve yola çıktılar. Biraz da o günün özel şartları gereği, düşünülemeyecek ve planlanamayacak kadar renkli bir seyahat oldu. İhtilâlciler, üniversite talebelerini ihtilâlin havârileri olarak görmekteydiler. Seyahatin önemli duraklarından biri Edirne ve Selimiye’ydi. Yol ve yolculuk birçok güzellikle sürüp gitti ve yolculuğun sonuna doğru Edirne’ye vardılar. İhtilâl, mevcut yönetimleri, muhtarlara varıncaya kadar değiştirmiş mülki idareci olarak askerleri göreve getirmişti. Edirne valisi bir albaydı ve gençleri Pınarhisar’dan Edirne’ye getiren binbaşı Refik Bey, aziz misafirler olarak onları albay valiye devretti. Gençler, valiye “Selimiye’yi ayrıntılı gezmek istediklerini” bildirdiler. Rehber olarak, şimdiki kültür müdürlerinin yerinde olan bir uzman görevlendirildi. Selimiye’nin avlu revâklarının kubbe içlerinde ve caminin hariminde, müezzin mahfilinde, mahfilin altında yoğun bir tezyinat onarımı vardı. Revnak kubbelerinin her birinde birkaç işçi, ellerindeki ıspatulalarla mütemadiyen sıva kazımaktaydılar. Birinin başında beklediler. Kazınan ince sıvanın altından oranın asıl bezemesi çıkıyordu ve harükulâdeydi. Rehbere bu işin esrarını sordular. O anlattı. “Birkaç kubbenin içindeki bezemeler, su almaları sebebiyle bozulmuşlar, şekillerini kaybetmişler veya soluklaşmışlar. Devlet bunu onarmak

sayı//71// haziran 18


için yurt dışından nakkaşlar dâvet etmiş. İşi onlara havale etmişler. Yabancı uzmanlar eskiyi onarmanın pahalı ve zor bir iş olduğunu ilgililere bildirmişler ve öneride bulunmuşlar: “Biz bunların üzerini düzgünce sıvayalım ve yeni sıvanın üzerine yeni tezyinat yapalım. Daha ucuza maledersiniz. İlgililerin işine gelmiş olmalı ki, kubbelerin içi sıvanmış ve üzerlerine, güllü, çiçekli, bizim Hatâyî motiflerine benzetilen, fakat Hatâyî olmayan, bir zamanlar Avrupa’da moda olan, basit, naif güllü desenler çizmişler, boyamışlar. Kubbelerin içi parlak renkli, çiçekli bezemelerle doldurulmuş. Seneler sonra meseleden anlayan bir kişi bu hatâyı tesbit etmiş ve ikaz etmiş ki, o tarihte sıvaları kazımaya karar vermişler. Sıvanın altından pırıl pırıl asıl desenin çıktığını bu gençler gördüler. Sonra caminin içine girdiler. Müezzin mahfelinin etrafı ahşap bir perde ile kapatılmıştı ve içerde mahfelin tavanı çalışılıyordu. Ağızlarını-burunlarını kapatmış ustalar bir takım kimyasallarla yanlış boyaları sökmeye çalışıyorlardı. Gençleri tahta perdenin içine aldılar ve onlarla samimi bir sohbet kurdular. Şikâyetleri, meraklı halktan, turistlerdendi. Herkes müezzin mahfelinin mermer sütunlarının birinde bulunan ters lâle motifini görmek istiyordu. Bu basit motif o kadar ünlenmişti ki, koca Selimiye’yle, tanınırlıkta, şöhrette yarışır duruma gelmişti. Çalışanlar bundan bîzardılar. Herkes onu soruyor, ona dokunmak istiyordu ve bu halkı anlamak mümkün değildi. Orijinal desenleri onarmak, ihya etmek yerine, üstünü kapatıp yeniden boyamak meselesi sadece Selimiye’de uygulanan bir yanlış değildi.

Şu anda Semih İrteş ustanın onarmakta olduğu Konya’da Yeşil Kubbe’nin (Kubbe-i Hadrâ) altındaki Osmanlı dönemi bezemelerinin de başına gelmişti. Hatta, Medine’deki Mescid-i Nebevî’nin kıble duvarı boyunca dolanan yazı ve motif kuşaklarında bile bu hata tekrarlanmıştı. İrteş usta bu yanlışları kılı kırk yararcasına tamir etmişti, etmeye çalışıyordu. Müezzin mahfeli altındaki onarım, ahşap üstü kalem işiydi. Bu çalışma sıva üzeri kalem işinden daha farklıydı. Dış tesirlere maruz kalmadığı için, rutubet görmediği için dört-beş asır bozulmadan kalabiliyordu, restorasyona ihtiyaç göstermiyordu. Kalıcı olmasının bir başka sebebi de, nakışların üzerine sonradan çekilen sır tabakasıydı. İç mekânlarda, yani daha yakından görülen desenler oldukları için buradaki işlemelere bir tezhip dikkati, itinası göstermek gerekir. Çok zor ve ustalık isteyen bir çalışmadır. Herkes bu sabrı gösteremez. “Ser mimaran-ı hass” Sinan Usta, selâtin camilerde bezemelerle ilgili, bâninin, yani Sultanın talimatını elbette alıyordu. Sultanlar alelâde insanlar değillerdi. Düzgün eğitim aldıkları için, güzel sanatların hemen her dalında fikir sahibiydiler. Sinan Usta’nın, “falan cephe veya kıble duvarının sağ ve sol duvarları üzerinde nasıl bir bezeme irâde buyrulur?” sorusuna bir irâde-i şahane ile cevap verilirdi ve bezemenin programı kesinleşmiş olurdu: “Pencerelere kadar kâşi olsun. Üstü kâşi ile fatihây-ı şerifi münâsip gördüğün üzre yazdırasın.” (Tarih 2 Rebiülâhir 980 – 12 Ağustos 1572) (Kâşî, İran’ın Kaş şehrinde yapılan çinilere benzetilen bir çini çeşididir. Burada çini yerine kullanılmıştır.) Ayrıca mimar, bezemeleri ve hattı istif ettirmeyi 19


kör oldu. Çalışma hayatı bitti. Ömrünün geri kalan kısmını padişahtan aldığı yardımlarla Eyüp’te geçirdi. Öte âleme göçende ustası Karahisarî’ye komşu edilip, sırlandı..”

düşündüğü sanatkârı da Sultan’ın onayına sunuyordu. Meselâ Selimiye’nin yazılarını, hattat Karahisarî’nin evlâtlığı ve yetiştirmesi Molla Hasan’a yazdırılmasını teklif etti. Uygun bulundu. Molla Hasan, mimarın önerdiği, Sultanın onayladığı âyet ve kelâm-ı kibarların kalıplarını iki yıl süreyle hazırladı. Bu kalıpların bir örneği İznik’e, bir örneği de Kütahya’ya yollandı. Tekniği belirlendi, “sıraltı usulünce” yapılması münâsip bulundu ve iş başladı. Kalıplar iki şehre birden yollanıyordu. İstanbul ve Rumeli’nde yapılan binalara gereken çini bezemeler İznik’te pişiriliyordu. Fakat malzeme Kütahya’dan getiriliyordu. Kütahya’nın toprağı çini için daha uygundu. Fakat İstanbul’a uzaktı. Orada imâl edilse nakliyesi risk taşırdı. Bu sebeple İznik fırınları daha uygun görülürdü. Molla Hasan işine heyecanla sarıldı. Kurulan iskelenin tepesine yardımcılarıyla birlikte çıktı ve çalışmaya başladı. Nakkaşlar ve kalemkârlar için kubbe içinde çalışmak ömür törpüsüdür, zordur. Evliya Çelebi, Hasan Çelebi’nin bu çalışmasını şöyle anlatır: “Hatta Hasan Çelebi, bu camiy-i kebirin ana kubbesinin tam merkezine âyet-i kerimeyi yazarken gözüne kireç tozu düşünce can havliyle yanında bulunan bakraç içindeki, kalemleri temizlediği kireçli su ile gözlerini yıkadı. Öbür gözü de pişip sayı//71// haziran 20

Bizim kültür geçmişimizde mimarlık sanatının yanında onunla bile yürüyen “Nakkaşlık”, kendi içinde bir ordu teşkil etmişti, bir gelenek oluşturmuştu. Babadan oğla intikal eden, boyutları tesbit edilmiş, sistemi kurulmuş, kurallar kazanmış bir müesseseydi. Geçen asırlardan gelen ve her yeni ustanın elinde daha da mükemmelleşen motifler, gelen her nesille farklı kompozisyonlar, renkler kazanırdı. Usta, kuracağı “gülistanı” önce kafasında tasarım olarak teşekkül ettirir, etrafını buna hazırlar, müzakere eder ve yeni renkler keşfetmeye çıkardı. Kalfaların, çırakların günler boyu havanlarda kök boyalar dövdüğü olurdu. Sığır ödünü mezbahalar dikkatle çıkarır, onların emrine sunardı. Sözgelimi Selimiye’nin yapımı sırasında nerdeyse bütün Edirne, boyacı olup çıkmıştı. (Aslında Balkanların boyacılık konusunda bir geçmişleri vardı ve bu işi biliyorlardı) Motifin hangi bölümü, hangi nadir renkle boyanmalıydı ki, benzeri bulunmasın. Başka ustanın yaptığının tekrarı olmasın. Altın varakla en iyi geçinen renk domates kırmızısı ise bunu hangi malzemeleri hangisiyle hâl edip sağlamalı? Böylesine detaylı, sistemli ve kendine has disiplinlere sahip bir konuydu. Kanaatimizce Nakkaşhane’nin ve Semih Bey’in ve Mâmûre Hanım’ın önemleri ve değerleri işte burada kendini göstermektedir. Kolaycılığın ve yüzeyselliğin, sanatın her sahasını, özellikle gelenekli sanatları sarıp sarmaladığı bir ortamda meseleyi ciddiye alıp, geliştirmek, geliştirerek sürdürmek, birtakım fedakârlıklar ve ferâgat gerektiren iştir ki, talibi az olmak gerekir, hâttâ olmamak gerekir. Mimar, nakkaş, kalemkâr, müzehhip Semih İrteş dostumuz, kadîm sanatımızın bu mübârek şubesini Nakkaşhanede devam ettirmekle önemli bir vazifeyi ifâ etmektedir. Çağın sağladığı teknolojik imkânları sanatının emrine sunmaktadır, böylece eserlerini daha uzun ömürlü kılmaktadır. Tezyinat tasarımına boyut kazandırmaktadır ve sanatı geliştirmektedir. Yani yaptığı iş aziz bir iştir. Para, ikbâl ve şöhret getirmeyen faaliyetlerin itibar görmediği günümüzde böyle bir çabanın içinde olmak ancak “rızâ-i bârî”’ye olan taleple izah edilebilir, vesselâm…


TARİHİN ŞEHİRLERİ Mİ, ŞEHİRLERİN TARİHİ Mİ? Tarih, şehir ve insan ilişkisinin sebep ve sonuçlarını pek irdelememektedir. Bu bakımdan, bu tür şehirlerin mahiyetini keşfetme arzusuna sadece arkeologlar cevap verebilmektedirler. Muhsin İlyas SUBAŞI ehirlerin mazisi tarihin sayfalarında gizlidir. Bugün hangi şehri düşünürseniz düşününüz, geçmişine doğru yapacağınız yolculukta onun, kader örgüsünün kalın izlerini bulursunuz? Harabeleri zamanın sis perdesinin altında kalan eski şehirlere bakınız; onların hemen hepsi kurulurken büyük umutların ve heyecanların meyvesi olarak ortaya çıkmıştı. İnsanoğlunun bir yüzü güzel ideallerle donatılmış olarak bu şehirlere yönelirken öbür yüzündeki vahşet ve acımasızlık, bu şehirlerin harabe olmasına sebep olmuştur. Gezdiğim bir eski şehir harabesinde, nasıl olmuşsa zamanın erozyonuna dayanarak günümüze kadar gelebilmiş bir tablo içimi sızlattı: Taştan yapılmış bir fırın üzerinde, topraktan yapılmış bir kap ve içerisinde pişmesi tamamlanarak sofraya getirilememiş yemek malzemeleri. Hangi kırılası el burasını böyle bir yağma taarruzuna uğratmış ki, insanlar canlarını kurtarabilmek için bir daha dönemeyecekleri evlerinden dağlara kaçmışlar? Farabi, ‘el Medine’tül- Fazıla’ isimli kitabında, şehirlerin kaderini yöneticileriyle bağlantılı görür. Şehirlerin varlık ve siyaset felsefesi açısından 10. Asırda dikkate alınmasını isteyen bu Büyük Düşünürün, insan ve şehir ilişkisi üzerinde ısrarla duruşu, şehirlerin var oluş sebepleri açısından önemli bir çıkış noktası olarak görülmelidir. Bu kitabın yazıldığı asırda, Hattuşaş, Göbeklitepe, Zaugma, Kaniş-Karum, Çatalhöyük, Alacahöyük faal miydi bilemiyoruz? Bildiğimiz tek şey; insanlar tarafından kurulan bu şehirler, yine insanlar tarafından ortadan kaldırılmasıdır.. Tarih, şehir ve insan ilişkisinin sebep ve sonuçlarını pek irdelememektedir. Bu bakımdan, bu tür şehirlerin mahiyetini keşfetme arzusuna sadece arkeologlar cevap verebilmektedirler.

Bu yönüyle tarih bize sadece bunların varlığını aktarır. Bu aktarım için ana malzemeyi ise şehirlerin yaşadıkları bir anlamda da ortak kaderleri olan maceraları vermektedir. Meseleye bu açıdan bakınca, tarihin şehirleri sembol isimlerle sınırlıdır. Onların kader seyri içerisinde ayrıntısına pek girmemektedir. ‘Şu asırda kuruldu, şu asırda yok oldu’ demekle şehir kültürü yarına taşınamaz. Ancak, her şehir gelişim, yıkım ve günümüzdeki özelliğini kendisi nakletmelidir. Günümüz şehirlerine gelince; Bugün İstanbul, Ankara, İzmir gibi hinterlandı geniş şehirlerin ne sosyal, ne de kültürel tarihi vardır. Üstelik bu şehirler ve bütünüyle Türkiye’deki şehirlerin hemen tamamına yakını, daha önce var olan harabe şehirlerin üzerine inşa edilmişlerdir. Konstantinopolis’i bilmek, ayrı şey İstanbul’un bugüne geliş seyrini anlamak ayrı şeydir. Ankara’nın sembolü haline getirdikleri Hitit Güneşi neyi ifade eder? Bu, Ankara’nın varoluş sebebi midir? İzmir için Athena tapınağı, İskender’in şehre hâkimiyeti, Kıbrıs Kıralı Kmayras’ kızı Smyma’yı tanımanın bize kazandıracağı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Önemli olan bugünkü İzmir’i bizim insanımız nasıl var edebilmiştir? Sebaste’ kalıcı olsaydı bugün Sivas olmazdı. Kayzer’in Kayseri’ye kazandırdığı iç kale dışında pek fazla bir şey yoktur. Ki, bu kaleyi de Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad onararak günümüze gelmesini sağlamıştır. İkonyum’un Konya’ya bıraktığı ciddi bir mirasın olduğunu sanmıyorum. Ülkemizdeki hemen bütün şehirlerin böyle varlığını kaybetmiş bir geçmiş tarafı vardır. Bunları söylerken, şehirleri fosilleşmiş bir geçmişe bağlamamız gerektiğini söylemek istemiyorum. Ancak var olan bir altyapının da farkında olmalıyız. Bugün hiçbir şehir geçmişinin bu unutulmuş tarafına bağlanmak istemez. Zaten zamanın kalın ortasında bu isimlerin gücü olsaydı ortaya çıkar ve devam edebilirlerdi. Bu şehirler, Selçuklu döneminden itibaren Türkleşip Müslümanlaşmıştır Bizim milletimiz, kendi sosyal dokusuna göre şekillendirdiği bu şehirlere yeni bir isimle birlikte; yeni bir ruh, yeni bir kimlik ve yeni bir işlev kazandır. Burada şu noktaya da dikkat çekmek isterim: Fantastik duygularla yazılan ‘Şehrengiz’ler yoluyla şehirlerin geçmişini ve geleceğini aydınlatamayız. Övgü ayrı şey, tarih ayrı şeydir. Övgü geleceğe bırakılacak söz mesajı niteliğini taşır, tarihi ise şehirlerin varoluş macerasına, dolayısıyla derinliğine götürür bizi. Sonuç itibariyle, tarihin şehirleri genelde harabelerdir. Şehirlerin tarihi ise kendisini geleceğe taşıyan dinamiklerine dayanmaktadır. Ayrıca; günümüzün şehir inşacıları da bu zaman seyir içerisinde şehre kazandırdıklarının ayrıntılarını da şehrin kimliğine işlemelidirler. Metrosuyla, hızlı treniyle, hava alanlarıyla, köprüleriyle, bulvarlarıyla, dönüşüm projeleriyle şehirleri bütünleşmiş bir kimliğe taşımak günümüzü yarına taşımak bakımından önem arz etmektedir. 21


5000 YILLIK TARİH, BİR AÇIK HAVA MÜZESİ

“SİLLE” 2017 yılında Selçuklu Belediyesi tarafından hizmete işletmeye açılan müze Sille’nin ağırlıklı olarak 19.ve 20. yüzyıl dönemlerine ait eserleri envanterinde bulundurup sergiliyor.

Salih DOĞAN*

elçuklu başkenti kadim şehrimiz Konya’da Selçuk Üniversitesi Türk Dünyası Kültür Sanat Sempozyumu vesilesiyle geldiğimiz Konya’da sevgili dostum Abdullah Şanlı Bey; bu defa seni farklı bir yere götüreceğim. Konya Mevlana’dan ibaret zannediyorsun diyerek beni aracıyla merkezden alıp 8 km uzaklıkta bulunan Selçuklu ilçesine bağlı sille köyüne götürdü. Abdullah Bey Konya’da son yıllardaki yapılan dönüşüm ve koruma uygulamaları alışmalarından en çok pay alan yerlerin başında Sille var diyor, Sille’nin “Sylla” yani su perisi anlamına geldiğini Osmanlı döneminde Sille’ye dönüştürüldüğünü söylemeyi de ihmal etmiyor. Bu restorasyon çalışmaların tamamlanmasıyla birlikte artık vadi Sille Kültür Vadisi olarak anılmaya başlanmış. Köyün girişinde sağdan yukarı eski camiye kadar araçla çıkıp caminin etrafından bakıldığında bir vadiye konuşlanmış Sille köyü manzarası muhteşem adeta bir açık hava müzesi. Tarihte Frigya, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerine ev sahipliği etmiş bu şehir, halen o görkemli dönemlerin izlerini taşımaya devam ediyor. 5 bin yıllık bir tarihi yerleşim merkezi Sille köyü şanlı tarihimizin görkemli dönemlerinden kalan Camileri, Erken Hristiyanlık dönemlerine ait kaya şapelleri, kiliseleri yapıları özellikle Aya Elena Kilisesi, hamamları, köprüleri ve kendine özgü sille evleri ile binlerce yıl geçmişin taşa sinen izleri farklı kültürlerin aynası durumunda. Aracımızı park edip yaya olarak tarihin sokaklarından aşağıya Hükümet caddesine indiğimizde ilk dikkatimi çeken Sille Müzesi oluyor. 1930 yılında inşa edilmiş iki katlı tarihi bir bina; kırma çatısı, cumbaları ve fer pencereleriyle tipik geleneksel bir Türk Konağı müzeye dönüştürülmüş. SİLLE MÜZESİ

*Müzeci

sayı//71// haziran 22

2017 yılında Selçuklu Belediyesi tarafından hizmete işletmeye açılan müze Sille’nin ağırlıklı olarak 19.ve 20. yüzyıl dönemlerine ait eserleri envanterinde bulundurup sergiliyor. Sille'nin kültürel mirası bağlamında ziyaretçilerini geçmiş kültürle yüzleştiren müze, Sille'nin el sanatlarını yapılış şekillerini, folklorik yapısını ve birçok hikayesini özenli tasarım ve sergileme modülleriyle günümüze taşıyor. İki kattan oluşan müzede birinci katın ortasında bir sofa etrafında odalardan oluşan bir plan üzere oluşturulmuş. Bu katta Kisve-i Şerif olarak adlandırılan Kâbe; iç örtüsü ve Sille medresesine


ait paha biçilmez yazma eserler sergileniyor. Müzenin üst katında ise yine geniş bir sofa ve etrafında odalar bulunmakta. Sille'nin yüzlerce yıllık yaşam bilgisini ve kültürünü temsil eden çömlekler, binlerce yıllık Türk motifleri, tamgalarının ilmek ilmek işlendiği halıları, geçmiş kültürün dönem kostümleri sergileniyor. Öte yanda sillenin geçmişi roma dönemine kadar uzanan lakin Selçuklu ve Osmanlı’da İslamiyet’in temizlik anlayışı ile birlikte revaç bulan hamam kültürüne ait objeler sergileniyor. Bir diğer bölümde geçmiş tarihe ait Sille Mutfak kültürü eserleri ve kullanım biçimlerine dair sergilemeler ve bilgilendirmeler mevcut. İkinci katta ise girişte oldukça geniş bir mekân ve etrafında odalar yer almaktadır. Güneyinde küçük bir avlu yer alan yapının kuzey, batı ve güney olmak üzere üç girişi bulunmaktadır. Bir dönem Sille Kültür Evi olarak kullanılıp çeşitli etkinliklere de ev sahipliği yapan konak yerli, yabancı birçok ziyaretçiye kapılarını açıp içeri davet eden, geçmişin sade görkemi ve huzur veren atmosferiyle bizleri adım adım merdivenlerinden uğurluyor. Şirin bir Anadolu kasabası Sille ortasından akan çayın iki kıyısında restore edilmiş yapılar çarşı diye tabir ettiğimiz küçük hediyelik eşya dükkanları bazı kafe tarzında dinlenme mekanlarına dönüştürülmüş Rum evleri oldukça sıcak ve sakin bir yer.

ışıklı bir kubbe var. Sıcaklık bölümlerinin ise üç tarafı eyvanlarla genişletilerek güzel bir hamam mimari yapısı ortaya konmuş zaman zaman etkinlikler yapılmakta olup bir kültür merkezi fonksiyonu icra ettiğini görevli personel bize aktardı.,

AK HAMAM

M.S. 327 yılında Bizans İmparatoru Constantin'in annesi Helena tarafından yaptırılan, ilk Hristiyanlık dönemine ait oyma mabetleri andıran mimarisiyle şehir silüetinde önemli bir yere sahip bu kiliseyi göreceğiz. Duvar ve pencerelerinde Roma dönemine ait

1309 yılında yapıldığı bilinen Sille Ak Hamam; Ağa Zadeler Hamam’ı olarak da tanınan bu yapı Sille çayı kıyısına çifte hamam şeklinde simetrik plan uygulanarak yapılmıştır. Kare planlı yapının soğukluk bölümünde üzeri bol

SİLLE ÇAY CAMİSİ

Çarşı camii olarak da bilinen 19. Yüzyılda moloz taştan inşa edilen ahşap mimarinin güzel örneklerinin sergilendiği muhteşem bir cami. Camide mihrap, minber ve kürsüsü de zengin ahşap işçiliğinin en nadide örnekleri ortaya konulmuş. "Tarihe Vefa Projesi” kapsamında restorasyonu tamamlanmış olan bu camii 19. yüzyılda inşa edilmiş olup yapım yılı tam olarak bilinmemektedir. Bu camii ile birlikte yine Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait birçok yapı ve camiler bulunmaktadır. Bunların başında Karhane, Subaşı ve Karataş camilerini sayabiliriz. Hepsi bu kültür vadisi projesi kapsamında restore edilip ibadete açılmış özellikle ahşap işçiliği bakımından muhteşem bir zenginliğe sahip olan bu camileri görmeden gitmek olmazdı hepsini tek gezip görmek onların duvarlarına sinmiş yüzlerce yıllık huzuru soluklamak insana ayrı bir haz veriyor, adeta ruhunuzun yükseldiğini hissediyorsunuz. AYA ELENA KİLİSESİ

23


AK MANASTIR (EFLATUN MANASTIRI)

malzemelerin kullanıldığı Aya Elena Kilisesi, rehberimizin anlatımına göre; Helena, hac için Kudüs’e geçerken Konya’ya uğramış ve burada ilk Hristiyan dönemlerine ait oyulmuş mabetleri görünce burada kendisi de bir mabed yaptırmak istemiş ve Aya Elena Kilisesi’ni yaptırmıştır. Özgün mimarisiyle kesme sille taşından Yunan hacına sadık kalınarak inşa edilen bu güzel yapının avlu kısmındaki odalar kayalara oyulmuş durumdadır. Kilise kubbesinin merkezinde Pantokrator İsa’nın tasvir edildiği Musa, Süleyman, Davut ve Danyal peygamberlerin tasvirlerinin her birinin zerafetle yapıldığını görüyoruz. Kilisenin günümüze ulaşan bir kitabesi de mevcut, kitabe 1833 yılına ait olup, Sultan Mecit döneminde dört defa onarım yapıldığı yazılmaktadır. sayı//71// haziran 24

Sille yapıları içinde arkeolojik kültürel miras olarak da kabul edilen kayalara oyulan kiliseler önemli bir yere sahiptir. Daha önce benzerlerini Kapadokya bölgemizde gezip gördüğüm kaya kiliseleri, şapellerden burada da mevcut olduğunu duyunca görmek için sabırsızlanıyorum. Bunlardan Ak Manastır veya Eflatun Manastırı olarak da bilinen Hagios Khariton Manastırı en önemlisidir. Hıristiyanlarca kutsal olan bu manastır; bir dönem Hz.Mevlana Celaleddin Rumi’nin de bu manastırda 7 gün 7 gece inzivaya çekilmiş olduğu rivayet edildiğinden Müslümanlar tarafından da özellikle ziyaret ediliyor olduğunu öğreniyoruz. Sille’de günün ikindi vaktine kadar ilk etapta gezilecek yerleri gezdik lakin Sille çömlekçilik sanatı, halı ve kilimciliği, mumculuğu ile halk zanaatları bakımından gerçekten münbit birikime sahip bir Anadolu kasabası daha görülmesi gereken birçok yeri mevcut bizim fırsatımız olmamakla birlikte görülmesi gereken yerler arasında Şeytan Köprüsü, Tepe Şapeli(Süt Kilisesi), Gevale Kalesi var ve bunları bir dahaki gezimize saklayıp Anadolu’nun şirin kasabası medeniyetler beşiği Sille’ye veda edip Konya’ya dönüyoruz. Güzel sille gezisi için dostum Abdullah Bey’e misafirperverliği için çok teşekkür ediyor, en kısa zamanda tekrar Sille’ye gelmek istiyorum. Konya’ya yolu düşen herkes yaklaşık 8 km’lik kısa bir mesafede bulunan bu medeniyetler şehrini mutlaka görmeli diye düşünüyorum…


AYBASTI

Kaderi böyle yazılmıştır Aybastı’nın. Bir tarafı gurbet bir tarafı sıla… Merttir insanı, dik durur hep başı, gökteki dumandır yoldaşı. İbrahim AKÇAY

aradeniz’e yaklaşık elli kilometre uzakta, Canik Dağlarının tam merkezinde bulunan Aybastı, oldukça güzel ve önemli bir şehirdir. Ordu’nun iç kesimlerindeki en merkezî, büyük ve gelişmiş ilçesidir. Nitekim Ordu vilayetinde Altınordu, Ünye ve Fatsa’dan sonra, önde gelen ilçelerin başında Aybastı gelmektedir. Aybastı; yeşilin bin bir tonunu yansıtması, yağmurlu ve sisli havası ile tipik bir Karadeniz şehridir. Aybastı’dan güneye doğru gidildiğinde ise Karadeniz’in o belirgin özellikleri yavaş yavaş kaybolmaya başlar ve bir müddet sonra Niksar ovası karşılar sizi tüm düzlüğü ile… Yaklaşık otuz bin nüfusa sahip olan Aybastı, dışarıya çok göç vermiştir. Öyle ki; İstanbul başta olmak üzere yurt içi ve yurt dışındaki Aybastılıların sayısı yüz bini geçmektedir. Karadeniz’in en meşhur ve güzel yaylalarından biri olan Perşembe Yaylası’nın da Aybastı topraklarında olması Aybastı’ya ayrı bir değer ve önem katmaktadır. Son yıllarda adından çok söz ettiren ve hatta Karadeniz turu yapan firmaların artık vazgeçilmezi olan Perşembe Yaylası, yıl içerisinde çok sayıda yerli ve yabancı turisti ağırlamaktadır. Aybastı Perşembe Yaylası, kıvrım kıvrım menderesleri, göleti, şelalesi, doğal seyir tepeleri, obaları, sisi, dumanı, lezzetleriyle Ordu’nun ve Karadeniz’in en önemli yaylalarındandır. Hatta Evliya Çelebi, bir eserinde bu yaylada yapılan meşhur panayırlardan bahsetmiştir.

Tarih olarak ise Türklerin Anadolu’ya gelmesinden evvel Roma, Bizans ve Rumların vesayetinde geçen yıllardan sonra yaklaşık 1100 yılında Türklerin egemenliğine geçmiştir. Hatta başkenti Niksar olan bir Türk Beyliği olan Danişmentliler ile Rumlar arasında Perşembe Yaylası’nda yapılan savaşta binlerce şehidin olduğu söylenmektedir. Bu mânâda Aybastı’nın; Türklerin Doğu Karadeniz’i fethetme yolundaki ilk giriş kapısı olduğu söylenebilir. Her şehrin birtakım sorunları olduğu gibi Aybastı da, yıllar yılı önemli sorunların merkezi haline gelmiştir. 1959 senesinde ilçe merkezi haline dönüştürülen Aybastı, daha yakın zamana kadar “YOL” sorunuyla baş başa kalmıştır. Eskiye oranla belli bir düzene ve genişliğe ulaşan Fatsa-Aybastı karayolunda hâlâ çalışmalar devam etmektedir. Bir şehir için en önemli şeylerin başında ulaşım gelmektedir ve Aybastı halkı, bu en önemli sorunla yıllarca boğuşmuştur. Eğitim, sağlık ve kültür hizmetleri de son yıllarda gelişme göstermesine rağmen istenilen seviyeye ulaşmamıştır. Bilhassa 1977-1980 arasındaki süreçte toplumsal olayların odağında olan ve oldukça çok yara alan Aybastı, uzun yıllar yatırımlardan ve teşviklerden uzak kalmış, ticaret ve sanayisi epey bir süre gelişme gösterememiştir. Son yıllarda yatırımlar artmasına rağmen istenilen düzeye ulaşmamıştır. Bütün bu sorunlara rağmen Aybastı, Ordu’nun iç kesimlerinde yer alan en önemli ilçesidir. Aybastı’da halkın geçim kaynaklarının başında tarım ve hayvancılık gelmektedir. Fındık, mısır, patates vb ürünlerin üretimi yapılmaktadır. Büyükbaş ve küçükbaş hayvancılık da önemli bir yer tutmaktadır. Süt üretimi de yapılan Aybastı’da son yıllarda tekstil, bazı sanayi ve metal ürünlerinin üretimi de yapılmaya başlanmıştır. Her şey bir yana; Kendi içinde bir âlem ve şahsına münhasır bir şehir olan Aybastı’yı anlatmak elbette kolay değildir. İnsanının güzelliği paha biçilemez. Bir tarafta gurbettekilerin sıla hasreti durur, Öte yanda sıladakiler hep gurbettekileri bekler. Kaderi böyle yazılmıştır Aybastı’nın. Bir tarafı gurbet bir tarafı sıla… Merttir insanı, dik durur hep başı, gökteki dumandır yoldaşı. Dünyanın neresinde bir Aybastılı görseniz bir ayağı bulunduğu yerdedir ama bir ayağı Aybastı’dadır. Hep özler memleketini. Bir başkadır bu özlem. Kısacası; havasıyla, suyuyla, yaylasıyla, obalarıyla ve yeşilliği ile, yağmuru ve sisiyle, insanının mertliği ve misafirperverliği ile geçip gidilecek değil yaşanılası bir şehirdir Aybastı. 25


etmişli yılların sonunda Akdeniz’in cömert kolları arasında mavi sulara batırıp çıkardığı şirin şipşirin bir sahil köyü olan Tırtar İlkokulu üçüncü sınıfta okuduğum dönemde Fatma Güzel öğretmenimizin bizlere ezberlettiği;

BİR TÜRKMEN OYMAĞI

AYAŞ

Bu Ayaş Oymağının insanları Kızkalesi, Kızılisalı, Kızılbağ gibi günümüzde Mersin Ayaş’ının komşuları olan beldeler ve Mersin il sınırları içindeki yerleşim yerlerine çadırlarını kurmuşlardır zamanında. İşte bu Türk oymağının bir kısmıda Mut Çukurköy, Bolkar Dağı Pınarbaşı Yaylası, Konya Kızılviran Köyüne yerleşmiş olup, yine bir kısmı da Gaziantep ve Suriye’nin Halep şehri civarında yaşamaktadırlar. Mehmet MAZAK*

“Ayaş Yollarından Aştım Da Geldim Boyunu Boyuma Ölçtüm De Geldim Güzeller İçinden Seçtim De Geldim Yandım Allah Yandım Yandırma Beni Seviyorum Diyerek Gandırma Beni Derin Uykulardan Galdırma Beni Ayaş Yollarında Kervanın Mı Var Beni Öldürmeye Fermanın Mı Var Ağlamaya Sızlamaya Dermanın Mı Var” Devam edip giden bu türküyü çok sevmiştim. Bu türkü benim yöremin bildiğim, tanıdığım bir yerin türküsüydü diye düşünürdüm. TRT’nin dışında özel radyoların olmadığı bu dönemde; Neşet Ertaş’ın hapse düştüğü bir zamanda Çukurovalı Yaşar Kemal’in ona yolladığı imzalı “İnce Memed” kitabının girişine yazdığı "bozkırın tezenesine selam olsun, geçmiş olsun" ifadesi daha sonraki yıllarda hakikaten Bozkırın Tezenesi olacak olan Büyük Usta Neşet Ertaş’tan dinlediğim “Ayaş Yolları” türküsü beni Tırtar köyümüzün komşusu olan Akdeniz kenarındaki Roma dönemi tarihi kalıntıları ile ünlü Ayaş Köyüne götürürdü. 1989 yılında Ayaş ve Tırtar köyü birleşerek Kumkuyu adında bir belde kurularak Belediyelik olduğunu da burada belirtmek isterim. Fakat daha sonraki senelerde hızla büyüyen Ayaş Tırtar’dan ayrılarak Ayaş Belediyesi adında müstakil kasaba olmuştur. Günümüzde ise Erdemli ilçesine bağlı turistik bir mahalle olarak varlığını devam ettirmektedir. “Ayaş Yolları” uzun seneler bana komşu köyümüz Ayaş için yazılmış ve söylenmiş bir türkü tadı verdi. Daha sonra ortaokul ve lise yıllarımda Ankara’nın Ayaş diye bir ilçesi olduğunu öğrendiğimde bile nedense türkü bana yanı başımdaki komşum Ayaş’ı hatırlatmaya devam etmişti.

*TC.Sultanbeyli Belediyesi Kültür müdürü

sayı//71// haziran 26

1996 yılından itibaren İstanbul’dan Mersin’e gidiş dönüşlerimde güzergâhım (AkyazıMudurnu-Nallıhan- Beypazarı-Ayaş- Sincan) üzerinde yer alan Ankara’nın Ayaş’ını defalarca gezmiş, görmüş biriyim. “Ayaş Yolları” türküsünün bizim Ayaş için yazılıp söylenmediğine şahitlik etmiş olmama rağmen


bizim Ayaş’ımız ile Ankara’nın Ayaş’ı arasında bir tını, bir ilmek, bir doku uyuşması olduğunu hissetmişimdir daima… Ama nedir bu ortak tını bilmiyordum… Bu makale için hazırlıklara başlayıp araştırma ve okumalar yaptığımda iki Ayaş arasındaki ortak tınının bin yılına yaklaşan ayrılığa rağmen kan bağı olduğunu öğrendim. İçimdeki yüreğimdeki “Ayaş Yollarında” türküsünün sıcaklığını bir kez daha hissettim. Ankara’nın Ayaş’ı şehrin batısında şirin, küçük ve tarihi bir ilçedir günümüzde. Ankara şehir merkezine uzaklığı 57 km.’dir. Ayaş öztürkçe bir isimdir. “Parlak aydınlık gece” demektir. Ayaş bir Türkmen oymağı adı olup, Oğuz Türklerinin Bozuk Kolu, Gün Han Oğulları, Bayat Boyu, Barak obasına bağlı bir oymaktır. 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya giren Türklerin bir kolu olan Süleyman Bey komutasındaki Selçuklu Ordusu 1073 yılında, Doğu ile Batı ülkelerinin çeşitli merkezlerini birbirine bağlayan yol üzerindeki beş büyük piskoposluk merkezinden biri olan Mnizos’u fethederek, buraya Ayaş Oymağını yerleştirmiştir. Ayaş ve civarında Bayat, Afşar, Peçenek ve Kargın gibi Oğuz Boylarına ait isimleri taşıyan yerleşim bölgelerinin mevcut olması bu tezi güçlendirmektedir. Araştırma ve okumalarımda gördüm ki, Ankara yakınlarına yerleşen bu Türkmen Oymağının bir kolu Toroslar Dağlarının mümbit eteklerine ve sarp yamaçlarına, bir kısmı ise Mersin Silifke karayolu üzerinde Paşabeyli bölgesine yerleştirilmiş olup günümüzde Ayaş beldesi olarak bilinen bölgedir. Bu Ayaş Oymağının insanları Kızkalesi, Kızılisalı, Kızılbağ gibi günümüzde Mersin Ayaş’ının komşuları olan beldeler ve Mersin il sınırları içindeki yerleşim yerlerine çadırlarını kurmuşlardır zamanında. İşte bu Türk oymağının bir kısmıda Mut Çukurköy, Bolkar Dağı Pınarbaşı Yaylası, Konya Kızılviran Köyüne yerleşmiş olup, yine bir kısmı da Gaziantep ve Suriye’nin Halep şehri civarında yaşamaktadırlar. Ayaş ile ilgili yaptığım araştırmalarda “Ayaş kelimesi günümüzde ülkemizin Toroslar bölgesinde yaşayan Türkmen oymaklarından birinin adı olarak kullanılan Türkçe bir kelimedir” şeklindeki ifadelere rastlamış olmaktan son derece bahtiyar olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim.

Ayaş dört tarafı sarp bir vadinin içine kurulmuş, bozkır havasını soluyarak büyüyen Türkmen oymaklarına göre ufku daraltan bir bakış açısına sahip bir yerleşim yeri olarak görüyorum ben burayı. Evliya Çelebi Seyehatnamesinde tıpkı benim tarif ettiğim gibi ne güzel anlatır Ayaş'ı; "Ayaş Engürü sancağı hakiinde Harameyn evkafıdır. Darüssaade Ağası tarafından zaptolunur, yüzelli akçelik kazadır. Kalesi haraptır. Kethüda yeri vardır. Bin hane on mihrabdır. Çarşı içindeki cami ve mescid ve han ve hamamları, hünkâr hamamı, sük-i muhtasarı müferrihtir. Câbecâ bağ ve bahçesi vardır. Lakin dere ve tepeli yerde vaki olmakla havası sakiledir. Amma şehri mamur ve cevanib-i erbaası bayırlıdır.” Anadolu Selçukluları zamanında Ayaş ilçe merkezine, civar ören yerlerine, mezralara, yaylalara ve çiftliklere yerleşen Türkmenler, köyler kurar. Horasan meşrepli “dede” ve “baba”ların kurduğu zaviyelerle bu bölgeyi yurt edinirler. Özellikle ilçe merkezinde bulunan şifalı suyun olduğu bölge olan “Karakaya” mevkiine yerleşirler, kale ve kaplıca inşa ederler. Daha sonraki yıllarda “ahiler” Ayaş köylerine yerleşir ve çiftlikler kurar. Anadolu Selçuklularının zayıflaması sonucu bu bölgeye bir müddet “Germiyanoğulları ve “Candaroğulları” hakim olur. 1354 yılında da Orhan Gazi’nin oğlu Gazi Süleyman Paşa tarafından buralarda Osmanlı hâkimiyeti kurulur. 1523 tarihli Tahrir Defteri’nde ise Ayaş kazasının 7 mahallesi, 66 köyü ve 16 mezrası mevcut olup, nüfusu 13.563’dür. 27


Mimari ve kültür mirası yönünden de zengin olan Ayaş, Selçuklu ve Osmanlı eserleri halen günümüzde işlevlerini yürütmektedir. Ulu Cami, Karakaya Kaplıcası, Bünyamin Ayaşi Camii ve Türbesi, Sinanlı Ulu Camii, Paşa Hamamı, Kilik Camii, Şeyh Muhiddin Camii, Aktaş Camii ve sayısız çeşmeleri bu eserlerin bazılarıdır. Bünyamin Ayaşi hazretleri, Kesikbaş Sultan, Yavuzana Sultan, Şeyh Zekeriya, Şemsi Dede, Deynekli Dede, Toprak Dede, Sıtma Dedesi, Ahmet Dede, Um Um Dede, İskender Dede, Gözpınarı Dedesi, Veli Dede, Kasımoğlu türbeleri de Ayaş’ın manevi dinamikleri arasındadır. Ayaş, Osmanlı döneminde ünlü şairler, edipler, mutasavvıflar, âlimler, askeri ve idari yönetici yetiştiren bir merkez olmuştur. Denilebilir ki Osmanlı döneminde Ankara kazaları içinde “ilmiye” ve “askeriye” sınıfına insan kaynağı yetiştiren kazaların başında gelmiştir. Veziriazam Nişancı İsmail Paşa, Esad Muhlis Paşa, Sadullah Paşa, Ayaşlı Şa‘bân Şifâ’î, Ayaşlı Şair Şakir Efendi ilk akla gelen ünlülerindendir. Ayrıca 1930 yılında Viyana Büyükelçisi devlet adamı ve şair Sadullah Paşa'nın oğlu Nusret Bey ile evlenerek soyadı kanunu çıktıktan sonra 1934 yılında Ayaşlı soyadını alan Münevver Ayaşlı, Ayaş’ın gelinidir. Beylerbeyi'ndeki Sadullah Paşa Yalısı Ayaşlı bir kişi olan Sadullah Paşa’nın ismi ile anılan Ayaşlı soyadı ile Nusret ve Münevver Ayaşlı’ya ikametgâh olmuş başlı başına bir Ayaş markasıdır. Bir kültür tarihi araştırmacısı ve meraklısı olarak Ayaş ile ilgili şu soruyu sormadan sayı//71// haziran 28

geçemeyeceğim. Ayaşlı bir Türkmen ailenin çocuğu olan ve Osmanlı devlet idaresinde birçok görev yaptıktan sonra Veziriazamlığa kadar yükselen Nişancı İsmail Paşa doğduğu topraklarda ne kadar tanınıyor ve karşılık buluyor? Ayrıca Ayaş müftüsü Hasan Efendi’nin oğlu olarak dünyaya gelen Osmanlı devlet idaresinde valilik yapan, idareciliğinden ziyade sanatçı tarafı ağır basan aile şeceresi Bayrâmiyye-i Melâmiyye büyüklerinden Bünyâmin Ayâşî’ye kadar çıkar hattat ve şair Esad Muhlis Paşa’nın sanat anlayışı Ayaş’ta ne kadar karşılık buluyor? Bırakalım Ayaş’ı Ankara’da ne kadar biliniyor ve yolu takip ediliyor? Esad Muhlis Paşa’nın oğlu Sadullah Paşa üzerinden bir Ayaş algısını yükseltmek gerekmez mi? Allah’dan Beylerbeyi’ndeki yalıda Sadullah Paşa’nın oğlu Nusret’in zevcesi Münevver Ayaşlı gibi bir kültür ve medeniye birikiminin taşıyıcısı yaşamış da Ayaş ilçesine “Ayaşlı” soyismi ile mührünü vurmuştut diye düşünüyorum. Ayaş’ı yönetenler Münevver Hanımefendi üzerinden bile kültür fideleri ve tohumları ekseler, medeniyet diye hasat kaldırırlar… Ayaş günümüzde kaplıcaları, sebze ve meyveleri ile Ankara’ya hizmet eden, tarihinin derinliklerinden gelen kültür, medeniyet ve sosyalliğin sesini duyup tam olarak idrak edip anlayamadığı için tıpkı ceviz kabuğunun içine haps olmuş bir insan misali, zincirlerini çözüp ceviz kabuğunun dışına çıkacağı ve at nallarının sesinin yankılanacağı günleri bekleyen bir Türkmen Oymağı olarak bekler durur tepeler arasında…


RUHUM BİR

SEYYAHTIR

Yine bir çıkmaz sokaklı kasabaya düşer yolum. Geçmişin çıkmaz sokaklarının açık denizlerine baktıkça mavileşir kalemim. O sokaklar ki her kapı birbirine çıkar. Sıddıka Zeynep BOZKUŞ

uhum delişmen bir seyyahtır zaman zaman. Haritada bir sancılı doğumdur şiirim. Beden mülkünde bir yumruk et var ki o, mekâna sığmadığında hayatı eve sığdırmak ne mümkün? Rahvan bir at olur kişner de kalem, örselemeden harfleri gezerim dünyayı dört nala. Dört nal dört mevsim olur ve her okurun bahçesinde dört deryanın, yedi bucağın kıyısı bir mindere sığışır. Kalem sahibinden öte, anlatılmak istenenden öte okur sayısınca muhayyile minderleridir bunlar. Çöker ağırlığınca yaz üstümüze Haziran’da aşk ne güzel ilişir kanımıza. Eylülde Ekimde ayların on ikisinde aşk ne güzel, ne güzel bahanedir mevsim. Irmakları aşıp sıvamadan paçalarımız üstelik ağırlaştıkça, üstümüzde gün aydınlanır yol yol. Düşer kâğıt yağmurdan mürekkebine, yerin derinden saçlarını çözerek fışkırır yüzeye. Sanki hiç tanımadık bir yüzleşmedir yazmak, her seferimizde ilklerin heyecanıyla sarsılan nasıl bir buluşmadır böyle kendi kendimizle? Havai bir fişek olur muştular göğümüze yıldızlı bir zamanın ötesinden. İlahî bir lütuf olur. Kimi zaman kandırır bizi boyalı hayallere kimi zaman kanatır kana kana. Kalemin uçsuz bucaksız değirmeninde öğütürüm zamanı o vakit.

O vakit bir köy olurum; minderim basma, fistanım çiçekli bir köy… Ne vakit bir sarayda sultan olurum, ipekliler kayar sedirimden. Ne zaman yorulsam bir öykünün koynunda dinlenirim ne zaman bunalsam bir şiirde susayarak göl başında yalnızlığı içerim. Meleyen kuzulara avuçlarımdan içiririm. Bal arıları vızıltıyla dans ederken yosunlu taşlarını okşarım bir kuyunun. Kasımpatılar rüzgârda başını eğer eğer doğrulur secdeye. Maziden yeşil bir tortu düşer kokunun hafızasına bazen. Durup dururken bir memleketin adı, bir kalıp beyaz sabun kokusuna binerek şahlanır gelir. Aklım karışır bir muhteşem tarihe, kervansarayları, hanları, hamamları, yazma eserleri döker önüme yaz der, sen kimsin ki bu büyük devrandan kaç damla çalsan bugüne topkapının bir arka bahçesi kadar baş döndürmeyeceksin fakat yine de yaz! Sonra birden hayıflanırım yeni binaların yalnız kendi önüne açılan sokaklarına. Yalnız kendi sakinlerine yol veren bencil bahçe kapılarına. Bir caddeden bir caddeye geçilmez yaya olsam ard arda dizilen beton bahçelerinden evlerin. Yine bir çıkmaz sokaklı kasabaya düşer yolum. Geçmişin çıkmaz sokaklarının açık denizlerine baktıkça mavileşir kalemim. O sokaklar ki her kapı birbirine çıkar. Birlikte yapılır düğün dernek. Kadınlar engin evlerin arka bahçelerinde baklava açar. Bir ramazan ki erişteler birlikte kesilir, yufkalar hazırlanır, konserveler kaynatılırken dualar, türküler doluşur çıkmaz denilen sokaklara. Akşam olup ezan okununcaya dek tahta iskemlelere minderler kurulur. Her çıkmaz sokağın bilge anlatıcısı meddah gibi anlatır söyler, bir görünmez ekranın ebem kuşağına bakar mahalle sakinleri. Birlikte güler çınlatırlar yıldızları çalınmamış gökyüzünü, birlikte ağlar, birlikte söylerler çoluk çocuk büyür büyükler anlattığı zaman. Bir başka bilge bakar o çocuklar. Telefonun mavi ışığında yok olmamıştır henüz gözler. Bir ama gibi evlerin bacasını sarmışsa da isler, körlük henüz evlere düşmemiştir o vakitler. Yokluğun her lokmasını birlikte bölen o güzel insanlar o güzel atlarına binerek… Sonra o ahşap gıcırtılı evlerin avlularına sükunetle bırakılır gül kokulu naylon ayakkabılar. Kilim kilim başlar aynı yöne eğilir. İftariye kutularıyla ezanı bekler çoluk çocuk, ellerinde rengârenk şekerler, bakışları bilge, sokakları çıkmaz kutu. Kim çıkmak ister ki böyle bir sokaktan? Ruhum delişmen bir seyyahtır benim. Haritada sancılı bir doğumdur şiirim. Düne, bugüne ve yarına banarım sığmam bir eve, kim sığar ki bir eve ? Mürekkebim palet olur boyar siyah beyazını acının. İçim kıpır kıpır olur zira ruhum delişmen bir seyyahtır benim. Hayat yedi kıtalı bir kalem olur yırtılır karantinası bir kelebeğin. 29


“ŞEHİRLERDE YÜKSELEN BİNALAR ARASINDA KAYBOLAN İNSANLAR”

PROF. DR. NAZİF GÜRDOĞAN İLE SÖYLEŞİ “Sağlıklı bir şehirde evler arasında ağaçlar değil, ağaçlar arasında evler olmalıdır.” Söyleşi; Zeynep Betül KAVAK

sayı//71// haziran 30

rof. Dr. Nazif Gürdoğan, 1945 yılında Eskişehir'de doğmuş, İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Mühendisliği bölümünden mezun olmuştur. 1975 yılında doktor, 1987 yılında doçent ve 1994 yılında da profesör olan Gürdoğan, çeşitli kurum ve kuruluşlarda uzmanlık ve yöneticilik yapmış, yurt içinde ve yurt dışındaki üniversitelerde dersler vermiştir. Akademik eserleri yanında çağdaş dünyayı anlamaya yönelik eserler de yayınlamıştır. Mavera dergisinin kurucularından olan ve Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapmış olan Nazif Gürdoğan Maltepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Sayın Hocam; “Şehirsiz medeniyet, medeniyetsiz şehir olmaz, şehirler medeniyetlerin aynasıdır.’’ Şeklinde bir ifadeniz var. İslam dünyasındaki şehircilik anlayışı ve bugün bizim kültürümüze yansımış olan batı anlayışına baktığımızda ne yazık ki şehrimizin bizi yansıtmadığına şahit oluyoruz. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Şehirler kültürlerin, medeniyetlerin aynalarıdır. Şehirler medeniyetlere tutulmuş bir aynaya benzerler; bir medeniyetin bütün değerleri şehirlere yansır, şehirler medeniyetlerin görünen yüzleridir. Bu açıdan baktığımız zaman şimdi Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçerken solumuza baktığımız zaman; Topkapı’yı Sultanahmet’i Ayasofya’yı Süleymaniye’yi görürüz. Sağımıza baktığımız zaman; Maslak ve gökdelenleri görürüz. Aslında günümüzdeki kültürlerin, medeniyetlerin şehirlere yansımasını bu iki farklı görünümde görmek, anlamak mümkündür. Solumuza baktığımız zaman Sultanahmet, Süleymaniye, Beyazıt Camii, Yeni Camii, Fatih Camii ‘yi görürüz, orada çevreyle, tabiatla, gökyüzüyle dost, uyum ve düzen içinde bir şehir anlayışı vardır. Hiçbir bina Süleymaniye ve Sultanahmet başta olmak üzere ağaçlardan büyük yapılmamıştır, insana özgü bir yapılanma vardır, isyan yoktur, başkaldırı yoktur, uyumsuzluk yoktur, düzensizlik yoktur her şey gökyüzüyle yeryüzünün uyum ve düzen içinde kucaklaşması, yardımlaşması dayanışması içinde oluşmuştur. İnsan, doğal ölçülerindedir, binalar doğal ölçülerindedir. Sağ tarafımıza baktığımız zaman farklı bir manzara görürüz farklı bir görünümle karşı karşıya geliriz; gökyüzüne yükselen büyük binalar vardır New York ‘ a benzer Manhattan’a benzer gökdelenler ile kaplıdır. Uyumsuzluk vardır, düzensizlik vardır, isyan vardır, başkaldırı


vardır ve bu büyük gökdelenler arasında insan adeta yok olmuştur, uyumsuzluk, düzensizlik, başkaldırı, isyan her alana egemendir. Dolayısıyla İslam dünyasının ya da kutsal kültürün şehirlerine baktığımız zaman; bir uyum bir düzen bir yardımlaşma bir dayanışma bir paylaşma görürüz. Paylaşma, yardımlaşma, dayanışma, uyum ve düzen esastır. Seküler kültürün şehirlerine baktığımız zaman ki seküler kültür en net bir şekilde kendisini New York’ta gösterir; bir gökdelen ormanıdır Manhattan, göklere isyan edercesine büyük binalar yükselmiştir. Manhattan ‘ın dünyadaki yansımaları Dubai, Singapur, Hong Kong, Şanghay ve benzeri şehirlerdir. Buralarda göklere bir isyan, bir başkaldırı söz konusudur; her şey, her bina doğal yapılardan daha büyüktür. Çağdaş piramitler ormanı gibidir ve bu yapı içinde insan yok olmuştur adeta. Senin yazının başlığında da olduğu gibi binalar yükselirken insanlarda küçülmektedirler; yükselen binalar arasında küçülen insanlar vardır… İnsan, topraktan ve tabiattan uzaklaştıkça Allah’tan da uzaklaşır, hayattan uzaklaşır, doğallıktan da uzaklaşır. Kutsal kültürün, İslam kültürünün şehirlerine gelince; İslam medeniyetinin şehirlerinin örneği Medine’dir. Medine üç ana kurum üzerine inşa edilmiştir; bu ana kurumların başında mescit gelir, camii gelir. İkincisi; çarşıdır. Üçüncüsü de; Suffe‘dir, (Suffe Müslümanların ilk üniversitesidir) mescit içinde yer alır, mescidin bir köşesinde suffe vardır. Yani tekrar edecek olursak İslam

medeniyetinde şehirler şu üç ana kurum üzerine inşa edilir; çarşı, camii, suffe. İslam dünyasının şehirleri bu üç ana kuruma dayanır, üç sütunlu bir yapı vardır. Camii; ilkeleri, değerleri anlatır, yansıtır. Çarşı; ekonomiyi ayakta tutarak yaşama biçimini ortaya koyar. Suffe de -üniversite de- bilginin merkezidir. Bilgi; öğrenmenin, öğretmenin merkezidir, çarşı ve camii arasındaki uyum ve dengeyi sağlar. Bu açıdan baktığımız zaman bütün Müslümanların kurduğu şehirlerde bu ana planı görürüz. Saraybosna böyledir, Semerkant, Buhara, İstanbul, Bursa, Edirne böyledir, Şam, Bağdat, Mekke, Kudüs böyledir, dünyanın neresinde Müslümanlar bir şehir kurmuşlarsa bu böyledir. Bütün Müslümanların kurduğu şehirlerin odak noktasında bu üç ana kurum vardır, bu adeta üç ayaklı masa gibidir bu ayaklardan biri eksik olursa şehrin, toplumun düzeni sağlanamaz. Dolayısıyla Müslümanların kurduğu şehirler bu ana örneği model olarak alan şehirlerdir. Bu ana örneği model alan şehirler daima uzun ömürlü ve kalıcı olmuşlardır. Bilindiği üzere Mekke biz Müslümanlar için oldukça kutsaldır. Osmanlı dönemindeki Kâbe mimarisine baktığımızda Kâbe’nin boyunu aşmayan bir mimari varken bugün Zemzem Tower gibi yükselen bina mimarisine gidilmiş olması, bir bakıma hem manevi değerlerimize hem de insana yapılan bir haksızlık değil midir? İslam medeniyetinin ana merkezlerinden birinde –belki de en önemlisinde- böyle bir yapılanmanın oluşmasını nasıl görüyorsunuz? Medine’yi ana örnek olarak aldığımız zaman; 31


ana örneğe uyan şehirler toplumla, kültürle, medeniyetle uyum ve düzeni sağlamışlardır. Uymayan şehirler de bu düzeni bozmuşlardır. Yeni Mekke, yeni İstanbul, yeni Bağdat, yeni Şam, yeni Saraybosna, yeni Üsküp öyledir. Nerede yeni şehirler varsa bütün yeni şehirler New York’tan esen seküler kültürün etkisinde kalmışlardır. Seküler kültür, tüm dünyayı bir bulaşıcı hastalık gibi sarmıştır, bu bulaşıcı hastalıktan bugünün Mekke’si de kurtulamamaktadır, bugünün Medine’si, bugünün İstanbul’u, bugünün Kudüs’ü de kurtulamamaktadır. Oysa bu şehirlerin odak noktalarına baktığımız zaman Medine örneğini görürüz. İstanbul’a baktığımız zaman; İstanbul’un bir yanında Üsküdar vardır, bir yanında Eyüp vardır. Üsküdar, Osmanlı döneminde Mekke toprağı, Eyüp ise Medine toprağı kabul edilmiştir. Büyük sahabe Eyüp El- Ensari Mekke’nin dünyasını İstanbul’a taşımıştır. Eyüp İstanbul’un, Anadolu’nun olduğu kadar Balkanlar’ın ve Kafkaslar’ın da Medinesidir. Nerede ana örnekten ayrılma olmuşsa orada insandan, topraktan, Allah’tan ve hayattan uzaklaşılmıştır. O yüzden günümüzde modern şehirleri yeniden gözden geçirip yeniden inşa etmek gerekir. Doğal hayattan uzaklaşan, insandan uzaklaşan, topraktan uzaklaşan şehirler; medeniyetten de hayattan da uzaklaşırlar. Türkiye’de 20 milyona yakın hane bulunduğu düşünüldüğünde, bu haneleri iki katlı evler halinde bir araya toplama fırsatımız olsa Konya ilimizi anca dolduracağı söylenmektedir. Böyle bir imkân varken; üstelik iki katlı evler çok daha huzurlu ve şehir anlayışına uygunken biz bu topraklarda niçin sayı//71// haziran 32

binaları bu kadar yükseltme ihtiyacı hissediyor ve rantlaşmaya gidiyoruz? Bu bir insanlık suçu değil midir? Şehirler rant kaynaklarıdır, dünyanın her yerinde bütün şehirler rant kaynakları olmuştur; New York böyledir, Paris, Londra, Berlin, Roma, Amsterdam, Stockholm böyledir. Bunun karşısında durmak oldukça zordur, buna direnmek hemen hemen mümkün değildir. Çok ünlü bir mimar var Frank Lloyd: “Gökdelen der arsanın değerini tekrar tekrar arttırmak için bulunmuş bir mekanik hiledir.” Der. Gökdelenler toprağın rant değerini arttırmak için bulunmuş yapı teknikleridir onun için buna direnmek zor. Dünyanın her yerinde mantar gibi gökdelenler türüyor. İstanbul’u ve Ankara’yı sardı. Bunun yanı sıra bütün Anadolu şehirleri, bütün Asya şehirlerinde, bütün Orta Doğu ve Avrupa şehirlerinde var. Bütün Amerika şehirlerinin modeli zaten bu. Dolayısıyla buna direnmek çok zor, buna karşı kültürel bir savaş açmak gerekir. Şehirleri tekrar doğal ölçülerine dönüştürmek için çok ciddi bir kültür hareketine, sanat hareketine, edebiyat hareketine ihtiyaç vardır. Şehirsiz medeniyet, medeniyetsiz şehir olmaz. O yüzden şehirleri medeniyetlerin değerleri içinde yıkıp yeniden inşa etmek gerekir ama bu da çok zordur. O yüzden günümüzde en azından şunu yapmak gerekir; eski şehirlerin mutlaka korunması gerekir. Avrupa şehirlerine, Amerika şehirlerine baktığımız zaman Amerika çok yeni üç yüz yıllık bir tarihi var ama Avrupalılar öyle değil Paris ‘e baktığımız zaman mesela, onlar Paris’in ana odak noktalarını korumuşlardır, merkezini korumuşlardır. Berlin ‘e baktığımız zaman Berlin’in merkezi korunmuştur, Londra’ya baktığımız zaman merkezi korunmuştur. Ana


merkezin dışında New York etkisiyle -seküler kültür etkisiyle- kurulan şehirler vardır çok katlı gökdelenli bölgeler vardır İstanbul da da benzer bir yol izlenebilirdi. Zamanında böyle düşünülseydi sur içi / eski İstanbul sit alanı ilan edilip Barbaros Bulvarı, sahil yolu, Vatan Caddesi, Millet Caddesi açılmayıp ana şehir korunsaydı olduğu gibi… Kurulabilirdi zamanında fakat o hata yapılmış, şehirlerin bu kadar büyüyeceği düşünülmemiş. Bu arada da çok sayıda camii, dergâh, klasik Osmanlı eserleri de yok olmuş. Aynı yıkımı Balkan şehirleri, Avrupa şehirleri, İspanya’daki şehirler görmüş… Buna karşı çıkmanın yolu yeni bir mimari hareketten geçiyor diyebiliriz. Yeni bir mimari anlayışa ihtiyaç var. Bu rüzgara direnmek çok zordur bu bir rant savaşıdır, bu bir ekonomik savaştır, direnmek gerekir ama direnmek zordur en azından ana şehirler korunmalıdır. Anadolu’da bu hareket başlamıştır; Bursa’da bu bağlamda güzel çalışmalar yapılmaktadır eski eserler restore edilip yenileniyor, eski fonksiyonlarına kavuşturuluyor; Beypazarı bunun güzel, çarpıcı örneklerinden biridir Eskişehir’de Odunpazarı keza yine güzel bir örnektir. Safranbolu ilk örneklerinden biridir, Safranbolu’da eski yapılar korunmuştur. Safranbolu’yu, Beypazarı’nı, Eskişehir’deki Odunpazarı’nı örnek alan bütün Anadolu’nun şehirlerindeki ana şehir merkezleri korunup yeni şehirler ana merkezlerin dışında inşa edilirse eskiyle yeniyi yan yana görme ve birbirini karşılaştırma imkânımız olur. Böylelikle ikisi arasındaki kültürel farklılıkları, değer farklılıklarını da görme şansımız olur. Bu bütün dünyanın sorunudur; şehirler, sadece bizim, Türkiye’nin sorunu değil Amerika’nın da, Avrupa’nın da, Hintlerin de, Çinlilerin de, Afrikalıların da, Latin Amerikalıların da sorunu. Önemli olan insana saygılı insanla uyum içinde sağlıklı şehirler inşa etmektir. Burada mühendislere, mimarlara, aydınlara, edebiyatçılara, sanatçılara büyük görevler düşüyor. Herkes bu konuda elinden geleni yapmalıdır yoksa şehirler büyük mezarlıklara dönüşebilirler. Peki sizce nasıl bir eğitimle düzelir bu durum? Birçoğundan zaten bahsettiniz fakat eklemek istedikleriniz var mı? Eğitimin yeri, zamanı yoktur şehirler zaten bir üniversite gibidir; Mekke bir üniversitedir, Medine, Kudüs, Atina, Roma, Paris, Londra, Berlin de birer üniversitedir. Üniversite şehirlerdir, bütün şehirler medeniyetlerin açık

üniversiteleridir. Dolayısıyla şehirlerin üniversite olma fonksiyonları geliştirilmesi gerekir. Eğitim bu bağlamda üniversitelerle şehirleri bütünleştirmelidir. Kampüs üniversiteleri önemlidir; Maltepe Üniversitesi bir kampüs üniversitesidir ama şehir üniversiteleri de önemli İstanbul Üniversitesi gibi İstanbul Teknik Üniversitesi gibi şehir içindeki üniversiteler de önemlidir. Benzer örnekler New York ‘da Columbia Üniversitesi Manhattan’ın yarısındadır birçok Amerikan üniversiteleri hem şehir üniversitesidir hem kampüs üniversitesidir. Dolayısıyla artık üniversiteleri kampüslerden, şehrin içine çekmek, toplumla bütünleştirmek, hayatla, ailelerle bütünleştirmek çok önemli. Yeni bir eğitim anlayışına da ihtiyacımız var, şehirleri üniversite yapan şehirleri açık üniversiteye dönüşen bir eğitim verilmelidir. Herkesin İstanbul’a dair bir hayali vardır. Biliyoruz ki edebiyatın mimariye etkisi oldukça fazla. Siz de edebiyatın içinde olan biri olarak bir İstanbul görmek isteseniz, bir İstanbul hayali kurmuş olsanız nelerin değişmesini isterdiniz, nasıl bir İstanbul olsun isterdiniz? İstanbul; ağaçlarla, insanlarla geçmişte uyum ve düzen içinde olmuş bir şehirdir -gelecekte de uyum ve düzen içinde olabilir- ağaçlarla dost insanlarla dost bir İstanbul herkesin özlemidir. Bütün insanlık aslında genel olarak bunu özlüyor, bunun için de şehirlerin insan ölçülerine uygun bir şekilde yeniden inşa edilmesi gerekir. Bu bağlamda da örnek, ağaçlar olmalıdır. Nasıl sanatın, edebiyatın, doğallığın simgesi ağaçsa aslında şehirciliğin de, mimarinin de simgesi ağaçtır. Sağlıklı şehirlerde hiçbir bina ağaçlardan daha yüksek olmamalıdır. Sağlıklı bir şehirde evler arasında ağaçlar değil, ağaçlar arasında evler olmalıdır. O zaman şehirler sorun üreten merkezler olmaktan çıkar, çözüm üreten merkezlere dönüşürler. 33


BAŞKENTLER ÜZERİNE Başkentler fikir ve ideolojilerin en canlı yaşandığı yerdir. Paranın akışı başkentlere olduğu gibi fikir ve sanatın akışı da başkentlere doğrudur. Mehmet KURTOĞLU

evket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam hatıratında; Osmanlının dağılış sürecini, çocukluğunun geçtiği Edirne başta olmak üzere Anadolu’nun içinde bulunduğu acınası durumu, o dönemdeki taşra şehirlerinin trajik yoksulluğunu anlatırken, ”başkentler hırsızdır” der. Taşradan çaldıklarıyla ihtişamlı olduklarını anlatır. Gerçekten de bütün başkentler bencil ve hırsızdır; taşradan topladıkları vergilerin en çoğunu kendilerine ayırır, yatırımın en büyüğünü kendilerine yaparlar. Başkentler ne kadar görkemli olursa, saltanat o denli güçlü olur. Devrimler yahut yeni kurulan devletler kendi başkentlerini seçerler. Bu seçimde belirleyici olan en önemli nokta o yerin stratejik konumu ve halkının düşünce ve tutumudur. Hiçbir devrim ve devlet kendisiyle zıt düşünen bir yeri başkent yapmaz. Kendini güvenli hissedeceği şehirleri başkent ilan ederler. Hz. Peygamber, Mekke gibi şehirlerin anası olan bir yerde güvende olmadığı için hicret etmiş, kendini güvende hissettiği Medine’yi karargâh yapmış, başkent ilan etmiştir. Emeviler iktidarı ele geçirdiklerinde kutsanmış Mekke veya Medine’yi değil, kendilerini güvende hissedecekleri Şam’ı tercih etmişlerdir. O dönemde halkın desteğinden yoksun olan Emeviler, dini bağlamda herhangi bir kutsiyeti olmayan Şam şehrine “Şerif” sıfatı yakıştırarak Mekke ve Medine’nin kutsallığına nispet yapılmış, “Şerefli Şehir” anlamına gelen “Şam-ı Şerif” böylece hem başkent olmuş hem de kutsanmıştır. Emeviler, Şam’da iktidarı kaybedip küçüldüklerinde adeta kaçarcasına yakın akrabaları ve aşiretlerinin bulunduğu Harran’a yerleşmiş ve burayı başkent ilan etmişlerdir. Şam gibi stratejik yönü güçlü, şöhretli bir şehirden sonra Harran’ı başkent ilan etmeleri stratejik konumundan daha çok güvenlikten kaynaklanmıştır. Çünkü Harran’da Emeviler’e yakın Kaysiler vardır ve Harran o dönemde Emeviler’e zihniyet olarak yakın duran bir şehirdir. Her başkent kendini güvende hissetmek zorundadır. Yine imparatorluk çökerken başkent İstanbul güvenliğini kaybettiğinden yeni kurulacak devlet kendine güvenli bir şehir arayıp Ankara’yı seçmiş ve burayı başkent ilan etmiştir. Ankara hem stratejik olarak güvenli hem halk olarak Milli Mücadeleye destek vermektedir. Ankara o yıllarda bakımsız ve yoksul bir taşra şehridir. Ama yeni kurulan cumhuriyetin başkenti olması onun yıldızını

sayı//71// haziran 34


parlatmış, bir yandan imparatorluk başkenti İstanbul’a kafa tutarken, diğer yandan kendini inşa etmiştir. Şehirlerin de bir kaderi vardır; kimisinin talihi güler, hiç olmayacak bir anda Harran veya Ankara gibi başkent olur, kimisi de bütün görkem ve şaşaasına, bir zamanlar başkentlik yapmasına rağmen unutulup gitmişlerdir. Harran başkentlik yapmış bir şehir olarak yüzlerce yıl bir virane olarak kalmış, ardın köye dönüşmüştür. Bugün ise antik ve klasik dönemleri hatırlatan bir müze şehir gibidir… Başkentler fikir ve ideolojilerin en canlı yaşandığı yerdir. Paranın akışı başkentlere olduğu gibi fikir ve sanatın akışı da başkentlere doğrudur. Fikir ve sanatın canlı olduğu başkentler aynı zamanda kendi muhalifini yaratır. Her başkent ne denli iktidar ise o denli muhalifi var demektir. Başkentlerin sesi çok çıktığından içindeki aykırı sesler hep bastırılır. Taşranın başkente bağlılığı, başkenttekiler kadar güçlü değildir. Çünkü başkentte yönetimden faydalanan memur sınıfı, iş adamı ve tüccarlar vardır. Bunların başkente bağlılık ve sevgisi nemalanma üzerine kuruludur. Kimi makam mevki bekler, kimi servet ve güç… Başkentler sembolik şehirlerdir. Örneğin Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’dan daha güvenli ve daha gelişkin olan Konya veya adı başkent olarak da geçen Bursa başkent yapılmamıştır. Yine o yıllarda büyük şehirlerden

biri olan İzmir’i akıllarına dahi getirmemişlerdir. Çünkü bu üç şehirde yeni kurulacak cumhuriyetin sembolik şehri olamazlardı. Bir defa Konya geçmişte Selçuklunun başkentliğini yaptığı için hiçbir zaman yeni kurulacak cumhuriyetin sembolik şehri olamazdı. Ayrıca kendini Osmanlıdan daha çok Selçuki görüyordu. Şehir olarak Selçuklu elbisesinin halen üzerinde taşıyordu. Ayrıca yeni yaratılacak ulus bilinciyle örtüşmeyen güçlü bir dini reflekse sahiptir. Ne ulusal bilincin mayalandığı bir şehir olabilirdi, ne de laik cumhuriyet Türkiye’sinin sembolik şehri! Bursa ise tıpkı İstanbul ve Edirne gibi Osmanlıya başkentlik yapmış şehirdi. Her semti bir padişahın adıyla anılıyordu. Her karış toprağında evliyalar, şehzadeler ve padişahlar yatıyordu… İzmir ise Levanten bir şehirdi. Zaten işgal altındaydı. İşgal altında olmasaydı dahi yine başkent yapılacak dinamikleri taşımıyordu. “Gavur” diye bir sıfat yakıştırılmıştı. Böylesine bir sıfatı hak etmese de bilinçaltında bir yerlerde bu sıfat duruyordu. Ayrıca çok kimlikli bir İzmir’de ulusal bilinç görünürde güçlü şekilde oluşturulabilirdi ama gerçekte bu “celladına âşık misali” bir ulusallık olurdu, fakat, hiçbir zaman “milli” olamazdı. Milli olmak ulusalcılıktan, milliyetçiliklerden daha derin bu topraklarla bağı olmak, bağ kurmak demektir. Şehirlerin şehirleri cezalandırması mümkün değildir ama başkentlerin taşrayı cezalandırması meşhurdur. Her kurulan yeni devletlerin ödüllendirdiği ve cezalandırdığı şehirler 35


vardır. Milli Mücadele döneminde Ankara ödüllendirilmiş şehirdir, Urfa, Maraş, Antep hakeza öyle ödüllendirilmiş şehirlerdir. Ama laik devrimin getirdiği yeniliklere direnen cezalı şehir vardır. Şapkaya karşı çıktığı için denizden bombalanan Rize, isyan ettiği için bombalanan Dersim, Şeyh Said İsyanına destek verdiği için il olma hakkı elinden alınan Siverek ilk akla gelen cezalı şehirlerdir. Cezalandırma ve ödüllendirmeyi bütün başkentler kendinde bir hak olarak görür. Örneğin Fransız ihtilaline karşı çıkan Lyon cezalandırılmış şehirdir. Kralcı olan Lyon, Cumhuriyetçilerin saldırısına uğruyor. Paris, Lyon’dan öylesine büyük bir intikam alıyor ki, soğukkanlı, acımasız, ikiyüzlü, sinsi sıfatlarına daha sonra hainliği de ekleyecek olan Joseph Fouche tarih sahnesine çıkıyor. Kimsenin cesaret edemeyeceği yönetmelerle Lyon’da kralcıları giyotinle biçiyor. Şehri yakıp yıkıyor, dikiş makinesi gibi çalışan giyotin ona ağır geliyor, daha hızlı öldürmek için Loire Nehri kenarında yüzlerce kişiyi Mitralyözle kurşuna diziyor. Kiliseleri yağmalıyor. “Lyon celladı” ve “Lyon mitralyözcüsü” olarak tarihe geçiyor. Başkent Paris, yalnızca muhaliflerini öldürmekle kalmıyor aynı zamanda bir karar çıkartıp; şehirdekilerin silahlarının toplanmasını, Lyon adının cumhuriyet şehirleri listesinden silinmesini ve şehrin yerle bir edilmesini, geride kalan evlerinin bütününe “kurtarılmış şehir” adının yazılmasını, ayrıca yıkıntılar üzerine dikilecek bir anıtın üzerine bu kralcı şehrin cinayetlerini sonraki nesillere bildirsin diye “Lyon hürriyete karşı savaş açtı. Lyon yeryüzünden silindi” kitabesinin asılması zorunlu kılıyor. Böylece cumhuriyetçi başkent Paris, kralcı şehir Lyon’dan intikamını almıştır. Bir başkent kendine direnen şehirden öç almayı bir hak olarak görür. Bu tıpkı bir kan davası gibidir. İsmet Özel bir şiirinde şehirden öç almaktan bahseder. Tabi Özel7in şehirden öç almaş mevzusu, başkentin taşradan intikam alması ile aynı değildir. Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir Kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa Yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa O şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir Derken şair, gerçekte bir şehrin, şehir olma vasıflarını kaybettiğinde ondan öç almak gerektiğini söyler. Çünkü şaire göre bir şehir kadim geleneğini, güzelliğini kaybetmişse kendine ihanet etmiştir ve ondan öç alınması sayı//71// haziran 36

gerekir. Oysa başkentler, taşra benim gibi düşünüp, benim gibi davranmıyorsa cezalandırılmalı diyerek öç alır her zaman. Bütün başkentler günahkârdır. Başkentler çökeceklerini hissettikleri zaman diktatörlüğe başvururlar. Bu Roma’da da böyle olmuştur Paris’te de… Roma’da iç ayaklanma olduğunda Sezar senatodan iki yıllığına diktatörlük istemiş, senato tereddütsüz vermiştir. Napolyon Moskova’da mağlup olup döndüğünde başkentte işlerin tersine döndüğünü görünce Paris’ten daha çok kendi tahtını kurtarmak için meclisten diktatörlük istediğinde meclis vermemiş, Napolyon baş aşağı yuvarlanmıştır. Başkentlerin zayıf olduğu dönemler diktatörlüklerin zirveye çıktığı dönemdir. Başkent demek ihtişam, taşra demek sadeliktir. Paris daha 1800’lerin başında bin beş yüz dans lokali, pırıl pırıl dükkânları, borsası, fahişeleri ile göz doldurmaktadır. Edebiyatın ustası Balzac’a ilham veren bu şehir, ona yüze yakın roman yazdırmış, Baudelaire’in şiirlerinin imgesel şehri olmuştur. Günahın başkenti olan Paris’e seslenen Baudelaire; Seviyorum seni rezil başkent! Orospular Ve haydutlar, sunduğunuz hazlar sonsuz, Yazık ki anlamaz bayağı insanların Diye seslenmiştir. “Paris Sıkıntısı”nda yine aynı duyguları dile getirmiştir. Başkent, vebanın, frenginin, belsoğukluğunun yaygın olduğu, her türlü günah ve ahlaksızlıktan meşru sayıldığı şehirdir. 18. Ve 19. Yüzyılda Paris’te sanatçılar arasında bohemlik ve frengi sanatçı olmanın, entelektüel olmanın bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Hatta o dönemde frengi olmak sanatçı olmak bir övünç kaynağıdır. Baudelaire’in şiirlerinde çokça zikredilmesi bu yüzdendir. Günahın cazip yönü vardır ve başkentler günahın en çok işlendiği yelerdir. Bu yüzden bütün taşra şehirleri başkentlere özenir. Ve Batı şehir anlayışında bir şehrin gelişmişliği orada işlenen ve suç ve günahlarla orantılıdır. Bir yerde ne kadar çok günah işleniyorsa o kadar şehirdir, ne kadar suç işleniyorsa o kadar büyük! Balzac’ın Türkçeye iki farklı şekilde tercüme edilen “Kibar Fahişeler” veya “İhtişam ve Sefalet” adlı romanı Paris’i anlatır. Onun anlattığı Paris fahişelerin Paris’idir. İhtişam ve sefalet paraleldir bu şehirde. Balzac’ın Paris’in orospularını “Kibar fahişeler” diye nitelemesi de anlamlıdır. Çünkü bu fahişeler


aristokrasiyle iç içedirler. Kiminin sevgilisi olur kiminin eşi… Napolyon’un Mısır seferinde iken kendisini aldatan eşini, farklı erkeklerle yatağını paylaşan kız kardeşini düşünürsek Paris için fahişelik çok da utanılacak bir şey değildir. Paris’in erkeklerinin mezhepleri geniş, kadınlarının repertuarları zengindir. Aslında bütün başkentler, fiziki görüntüleriyle ihtişamı sergilerken, ruhlarında ise sefaleti saklarlar. Bu Freud’un insanı tanımlarken bilinçaltı ve bilinçüstü ayrımında ortaya koyduğu seksüel tanım kadar ciddi ve üzerinde durulması gereken bir durumdur. Başkentlerin bilinçaltı lağım çukuru gibidir. Siyasetin bütün kirli oyunları, kin, intikam, arzu, şehvet, para, ölüm, cinayet bütün her şey başkentin bilinçaltında saklıdır. Şehirlerin fiziki görüntülerini fotoğraflayıp resmedenler nedense lağımlarını resmetmeyi akıllarına getirmezler. Başkentlerin bilinçaltını, “underground” yani ‘yeraltıedebiyatı’ndan okumak gerekir. Amerika gibi pisliğe bulaşmış bir ülkende bu edebiyatın yaygın olması anlamlıdır. Çünkü dünyanın en çok pisliğe bulaşmış başkenti Washington’dur… Başkentler bir yandan ihtişamlarıyla göz doldururken diğer yandan gizliden gizliye çürüme yaşarlar. Örneğin Paris bohemliğin başkentidir. Bütün dünya geçen yüzyılda bohem yaşamak için Paris’e koşmuştur. Türk aydınına imparatorluk başkenti İstanbul dar gelmiş, soluğu Paris’te almışlardır. Paris’in bohem dünyasından kendini koruyabilen çok az sanatçı olmuştur. Boheme yani bohem sözcüğü ispiyonculukla alakalıdır. Hem polis

şefleri, hem fahişelerle düşüp kalkanlara bohem denilmiştir. Bohemlik, daha sonra döneklik anlamında kullanılır. Bozulmanın, çürümenin bir başka versiyonudur… Baudelaire’in şiirlerinde Paris, Benjamin’in deyişiyle “batık şehir”dir, kadın ve ölümü simgeler. Lacan’ın kadın vulvasını batık bir gemi tablosu üzerinden okuması bu bağlamda anlamlıdır. Kadın arzu, şehvet, canlılık, ölüm ise çürüme demektir. Paris bu sözcüğü bünyesinde büyüten başkenttir. Aynı çürümeyi Balzac’ın Paris burjuvasını anlattığı romanlarındaki tasvirlerinde görebiliriz. Başkentler üzerine çok şey söylenebilir. İyi yanlarına karşılık kötü yanları... Fiziki güzelliklerine karşılık ruh çirkinliği başkentlerin vazgeçilmez karakteridir. Başkentler ahlaki olmak zorundadır ama hiçbir zaman olamazlar. Çünkü herkesi memnun etme, herkese güzel görünme gibi zorunlulukları vardır. Bu yüzden çok yalan söylerler. Başkentler konuşur hem de süslü cümlelerle. Sade olan özgün, süslü olan her zaman aldatıcıdır. Başkentler süslü şehirledir, süslü cümleler kurarlar, maskeli baloları, ihtişamı severler. Maske ve ihtişam başkalarının pisliklerini görmemesi için göz kamaştırıcı en büyük araçtır. Yıkılışları yakın olan başkentler görkemli binalar, ihtişamlı saraylar yaparlar. Osmanlının gücünün zirvesinde olduğu Fatih döneminde yapılan Topkapı sarayı sadeliğin, yıkılış döneminde yapılan Dolmabahçe ise ihtişamın eseridir. Bir başkent ne kadar ihtişamlıyla o kadar çok günaha batmıştır, İslam medeniyetinde dahi ihtişamın zirveye çıktığı dönemler, dinden en çok uzaklaşıldığı dönemler olmuştur. 37


arım asrı aşkın bir zaman dilimi öncesinde Maraş lisesi öğrencilerinin yaptığı bir ayırımdır yazanlar ve yazmayanlar... Ve tabii ki önemli olan yazanlardır... Nuri Pakdil liseden mezun olmuş ve Hamle dergisi yayınına ara vermiştir. Ona omuz verecek yeni bir kadro beklenmektedir.

YAZANLAR VE YAZMAYANLAR

Zarifoğlu’nun şiirleri için çok şeyler yazıldı ve söylendi. Eleştirilerin odak noktası ise bu şiirlerin anlaşılırlıktan uzak olduğu noktası idi. Serdar YAKAR

İşte tam da o dönemde Özdenören’ler babalarının emekliye ayrılmasının ardından yeniden Maraş’a dönmüş ve liseye başlamışlardır. Arkadaşları arasında Ali Kutlay, Adil Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu ve Sait Zarifoğlu da vardır. Yazmaya en erken başlayandır Alâaddin Özdenören. En genç romancı unvanını Oğuz Özdeş’ten almak için bir arkadaşı ile birlikte roman yazmaya başlamıştır. O yıllarda Ali Kutlay hikaye yazmakta, Erdem Bayazıt yazılarını Tercüman gazetesine göndermekte, Rasim Özdenören ise yazı düşüncesinden çok uzak: “-Yahu Erdem nasıl oluyor bu işler, yazı nasıl yazılıyor?” diye sormaktadır. Ali Kutlay’ın hikayelerini okumak istediğinde ise bir şartla karşı karşıya gelir Rasim Özdenören. Ali Kutlay hikayesini bir şartla okutacağını söyler ve: “-Akşam bir hikaye de sen yazacaksın, yarın da ben senin hikayeni okuyacağım,” der. Şart kabul edilir. Rasim Özdenören Ali Kutlay’a verdiği söz gereği o akşam ilk hikayesini yazar. Bu arada okuduğu hikayeyi ise beğenmemiştir. Ali Kutlay ile Rasim Özdenören arasındaki şartlı hikaye değiş tokuşu devam eder. Rasim Özdenören’in maksadı Ali’ye daha çok hikaye yazdırmaktır. “Ali nasıl olsa yazıyordu. Önemli olan da o idi. Kendisi önemli değildi. Nasıl olsa yazar filan olmak niyetinde değildi. Asıl yazar Ali idi.” Ama zaman o günün gerçeğinin tam tersine işleyecektir. Bu bir müddet böyle devam eder gider. Alâaddin Özdenören’in belirttiğine göre: “Ali Kutlay dile hakim, anlatımı sağlam, tam bir hikayeci idi. Rasim Özdenören’in yazdıklarını beğenmiyordu. ‘Böyle hikaye olmaz’ diyordu.” Yazanların arasına Cahit ve Sait’in de girmesiyle bir “enteller” topluluğu oluşmuş, Hamle dergisinin yeniden yayınlanma düşüncesi dahi dile getirilmeye başlanmıştı.

sayı//71// haziran 38


“Entellerin toplantı yeri ise Rasim ve Alâaddinlerin evleriydi.” Ali Kutlay yazanların içinde Rasim ile kendisini ciddiye alıyor, ötekilerin yazdıkları için “özenti” diyordu. Entel toplantıları daha birinci yılını dahi doldurmamışken Rasim Özdenören’in ilk hikayesi Varlık dergisinde yayınlanmıştı. Yıl 1957’nin Ocak ayı. Ardından mahalli gazetelerdeki sanat-edebiyat sahifeleri... Hamle’nin yeniden hayat buluşu ve aradan geçen yıllar yıllar... Ali Kutlay lise öğrenimi sonrası yazmaya devam etmemiş, izini kaybettirmişti sevenlerine.. Cahit Zarifoğlu “seçkin bir kimse” olmadığını şiirle dile getirmiş de olsa dünya var oldukça eskimeyecek eserler kaleme alıp 1987 yılının 7 Haziran günü ebedi aleme hicret etmişti.. “Yaşamak”ın da yazarı olan Cahit Zarifoğlu her şeyden önce şairdi ve zor anlaşılan girift şiirler yazmıştı. Zarifoğlu’nun şiirleri için çok şeyler yazıldı ve söylendi. Eleştirilerin odak noktası ise bu şiirlerin anlaşılırlıktan uzak olduğu noktası idi. Zengin çağrışımlar yaptıran bu şiirler gerçekten sıradan bir okuyucunun anlayabileceği, kavrayabileceği şiirler değildi. Vefatından birkaç yıl önce Akif İnan’ın endisiyle yaptığı ve günlük bir gazetede neşrettiği söyleşide Zarifoğlu da bundan şikayetle “bir Yunus gibi olmak isterdim” demişti. Çünkü

Yunus’u okumuşu da okumamışı da, yazanı da yazmayanı da, bilgilisi de bilgisizi de anlar, dinler ve doyumsuz bir tad alır. Edebiyatın her dalında eser veren ve sonunda büyüklerin ‘vurdumduymazlığından’ kaçarak kendisini çocuklara adayan, çocuklar için birbirinden güzel eserler kaleme alan Zarifoğlu’nun bizce en ilginç ve üzerinde özellikle durulması gereken eseri “Yaşamak” adıyla yayınlanan “günlük”leridir. “Yaşamak” günlük adıyla ilk olarak Mavera’da yayınlanmış daha sonra da Akabe Yayınlarının dokuz numaralı eseri olarak 1980’de kitap olarak neşredilmişti. Fakat aslında “Yaşamak” genel çizgileri ile bir ‘günlük’ değildi. Doğrusu “Yaşamak”ın türünü belirlemek haylice zor. Çünkü “Yaşamak”ta edebiyatın her dalından parçalar geçit yapar. “Yaşamak” bazen romandır, bazen hikaye, bazen şiir, bazen deneme, bazen de anı… Ama her şeyden önce ve öncelikle şiirdir. Şiirlerinin anlaşılmaz dendiği bir zamanda neşredilir “Yaşamak” ve tür olarak şiir denmekten belki de korkulduğu, çekinildiği için ‘günlük’ denir. Oysa “Yaşamak”ın sayfaları şiirlerle süslendiği gibi düzyazı gibi görünen bölümlerde de bir şiirsel söyleyiş hakimdir. Rasim Özdenören’in 1980’in Şubat’ında Zarifoğlu ile yaptığı söyleşide ‘ben böyle şeyler üzerinde kafa yormam’ diyen Zarifoğlu; “Belki de bir roman oldu Yaşamak” der. Bazı eleştirmenler ise “Yaşamak”ın bugün adları bilinen hiçbir edebiyat türüne girmediğini, belki 39


olmuştur. Fethi Gemuhluoğlu ve Necip Fazıl’la ilgili olan bölümler ise tarihe düşülen bir kayıttır. “Yaşamak” Zarifoğlu’nun diğer eserleri ve hatıraları gibi zarif bir armağandır. Okundukça yeni çağrışımlar yapar insanda ve “Yaşamak” okunmalıdır hem de birkaç kez. Allah’tan rahmet diliyoruz “Yaşamak” yazarı güzel insan Cahit Zarifoğlu için.

de yaşamak diye ayrı bir tür olduğunu söyler zaman zaman. Eserde yer alan yazıların üzerinde yazılan tarihlerde kaleme alınmadığını ve kronolojik bir sıralama da yapmadığını söyleyen Zarifoğlu, hayatının çeşitli dönemlerinde çeşitli notlar aldığını ve sonradan bu notları yazıya döktüğünü anlatır Özdenören’e aynı söyleşide. Özdenören’in “Yaşamak’ta yer alan bölümleri nasıl bir seçmeye tabi tuttun” sorusuna ise; “Seçme yapmadım. Yani şunu yazayım, bunu yazmayayım diye bir seçim gözetmedim. O notları karıştırırken bana o anda yakın gelen, içten bir kontak kurabildiğim olgularla, kişilerle karşılaşınca beni yazmaya zorladılar. Çoğu kez böyle oluyordu, yani bazı notlar, beni kendilerini yeniden yazmaya kışkırtıyordu. Yazı haline gelmek isteyen o notlardı.” diye cevap verir. “Yaşamak” Zarifoğlu’nun duygu ve düşüncelerini, acılarını, neşe ve sevincini de yansıtır. Hayatı hakkında ipuçları verir okuyucuya. Belki de bunun için adı “Yaşamak” sayı//71// haziran 40

Cahit Zarifoğlu’nun ardından ilk gidendir abisi Sait Zarifoğlu... Maraş lisesinde almış olduğu “Baba Sait” lakabını ölünceye kadar taşır ve gereğini de yapar. İlk yazanlardandır devamını getirmese de. 20 Ocak 1992’de varır uçmağa… Alâaddin Özdenören’de tıpkı dostu Cahit Zarifoğlu gibi bir Haziran ayında, 26 Haziran 2003’de ayrılanlar kervanına katılır Kerem’in acıları içinde… Adil Erdem Bayazıt az ve öz yazıp, Risaleler’i dilden dile dolaştığı bir demde “Benim adım MÜSLÜMAN” diyerek göçüp gider 5 Temmuz 2008’de… Aynı yıl içerisinde 7 Kasım 2008’de kaybettiğimiz Ali Kutlay’ın vefatından ise kimseciklerin haberi dahi olmaz. Ve Usta… Kudüs şairi Nuri Pakdil… Kelimeler anlatmaya yetmez onu… 18 Ekim 2019’da hicret eder bu dünyadan… Yazmaya en son başlayan Rasim Özdenören ise yazarlığının 60. yılını çoktan geride bırakıp altmışın üzerinde eseri ile Türk edebiyat tarihinin kilit taşı olarak yaşamaktadır aramızda… Allah uzun ömürler ve daha nice eserler nasip etsin dua ve temennisi ile...


BİR ANKARA SABAHINDAN, BİR ANKARA BAHARINDAN Komşunun külüne muhtaç olan, mezara kadar arkadaş, dost kalabilen çocuk orda mısın? Aksanur EYLENCE

Her sofradan “çok şükür bin şükür” diye kalkan, ortadaki bakır leğenden çala kaşık bulgur çorbası kaşıklayan, aklı ve merhameti beraber çalışan, akıllı telefonu olmadığı için depresyona girmeyi aklının alamayacağı, başı dik gönlü uysal çocuk orda mısın? Ahşap evinin penceresinden gönlü yıldızlara bağlanan çocuk, 3G ile dünyaya bağlananlar anlayamazlar seni. Karnı ağrıdığında anasının elinden kaynar kaynar şerbet içen çocuk, dişini kapının koluna bağladığı iple çeken çocuk orda mısın? Yazın yaylaya, kışın dağa oduna giden, ekin biçerken isli demlikten yudum yudum vefa çeken, ekmeğine karpuzla üzümü katıklık eden, çocukluğunu mevsimler kadar renkli yaşayan,siyah beyaz fotoğraflı çocuk orda mısın? Kuşburnu leğeninin dibinden pelver sıyıran, salça leğeninin kıyısından ekmeğinin üstüne salça çalan çocuk orda mısın?

özlerimizin kapalı, gönüllerimizin açık olduğu masum çocukluk yıllarımız... Şimdilerde gözlerimiz açıldı, gönüllerimiz mi kapandı ne... Önlüğü ve fotoğrafları siyah beyaz hayalleri ve yüreği gökkuşağı olan çocukluk... Çocukken mi güzeldik? Çocukluk mu güzeldi? Sizde 2020'de yaşarken yüreğiyle çocukluğuna takılıp kalanlardan mısınız? Pantolonu şeker çuvalından dikilmiş çocuk orda mısın? Önlüğünün üstünde naylon yakalığı , hayalleri leblebi tozu ve delikli şeker kadar sade olan çocuk orda mısın? Tarlada çalışmış, ırgat olmuş bir çördük ağacının duldasında ayranını içerek soluklanmış, çökelikli dürmeç yemiş, pancar sökmüş, fiğ biçmiş, nohut yolmuş, düğen sürmüş, simit satmış, limon satmış, ayakkabı boyamış, babasına da devletine de yük olmamış, kahve keyfi çay keyfi şımarıklığı selfilerinden habersiz çocuk orda mısın? Hiçbir kreş, anaokulu, dershane görmemiş olan bilge çocuk orda mısın? Yokluk, çaresizlik, garibanlıkla sınanan, her sınanıştan sonra "ya kısmet" deyip yeniden başlayan çocuk orda mısın?

Çeyizindeki oklavaya bile örtü uyduran, gaz lambasına, tüpe, saca motif motif danteller ören, hataları, kusurları gönül gözü ile örten hayâlı çocuk orda mısın? Misafirine gömbe, çörek, katmer ikram eden; dal turşusu, helva yiyen; kuşburnu, erik ezmesi içen; paçanga böreğini, tiramisuyu, lazanyayı, cupcake nedir bilmeyen, bilse de gönül vermeyen çocuk orda mısın? Damak tadımızın değiştiği gibi duygularımız da komşuluklarımız da akrabalıklarımız da arkadaşlıklarımız da çok değişti. Ağzımızın tadı kalmadı be çocuk! Saçı çabuk uzamasın diye, komşu emminin makinesi ile kafası hep üç numaraya vurulan çocuk orda mısın? Komşunun külüne muhtaç olan, mezara kadar arkadaş, dost kalabilen çocuk orda mısın? Özgüven eksikliği diye doktor doktor gezdirilen, ukalalığın her türlüsünü öz güven sayan çocuklar nerden bilsin, senin önüne katılan inekleri, koyunları gütmeden getirirken küçücük yüreğinin zirveye tırmandığını. Tedavülden kalkma lütfen, olur mu? Sen, dedemle nenemle aramdaki köprüsün, sen olmazsan karşı kıyıya nasıl geçerim? Bir sabah uyandığımızda kapımız çalsa, açtığımızda çocukluğumuz gelmiş olsa ve gitmese, hep bizimle kalsa... Ne dersiniz? Yüreğindeki çocukla yaşayan yetişkin, gönlündeki çocuğun gözlerinden öperim. 41


AŞKIN ŞEHRİ: PARİS Dünyanın en fazla sayıda eser barındıran müzesi, Louvre görmeniz gereken önemli yerlerden birisi. Belli bir zamana kadar saray olarak kullanılıp sonrasında müzeye çevrilen bu yapı dünyanın en önemli sanat eserlerinden biri olan Mona Lisa'ya ev sahipliği yapmaktadır. Şifanur Özçelik ŞİRİN

ransa’nın başkenti Paris, ışığın, aşkın ve romantizmin başşehri olarak biliniyor. Fransa, Birleşmiş Milletler Turizm Örgütü verilerine göre dünyanın en çok ziyaret edilen ülkesi. Ülkenin aldığı ziyaretçi sayısı 67 milyonluk nüfusundan daha fazla. Her yıl 82 milyonu aşkın yabancı turist, Fransız mutfağını tadıp, romantik şatoları ziyaret edip, eşsiz manzaralar vaat eden Fransız şehirlerini görmeye gidiyor. Köklü kültürel mirası, siyasi tarihi ve etkileyici mimarisiyle adından sıklıkla söz ettiren Fransa, seyahat etmeyi seven herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği özellikte. Tarihî yapıları, dünyanın eşsiz koleksiyonlarını barındıran müzeleri, kültür-sanat etkinlikleri ve sanat merkezleri, modanın ve parfümün merkezindeki konumu, kumsalları, kayak merkezleri, şirin köyleri, inanç turizmi, zarafeti ve ağırlığı ile rüyaları süsleyen bir ülke. Ülkenin dört bir yanına serpilmiş irili ufaklı şehirler bu konuda oldukça iddialı. Paris’e gezecekler için, Charles de Gaulle Meydanı ve Zafer Takı, Dünyaca ünlü alışveriş caddesi Champs Elysees, Grand Palais ve Petit Palais sergi sarayları, Concorde Meydanı ve Obelisk Taşı, 3. Alexsandre Köprüsü, Fransa Parlamento Binası, Seine Nehri, Napolyon’un Mezarı, Eyfel Kulesi görülecek yerler arasındadır. Ancak Paris’te gezilecek yerler bir hayli fazla. İlk durağımız Eyfel Kulesi oldu. Sabah kahvaltımızı arkadaşlarla birlikte Eyfel Kulesinin orda yaptık. Çok başka bir keyifti. Fransız Devriminin yüzüncü yıl kutlamaları anısına inşa edilen Eyfel Kulesi yani Tour Eiffel, Parisli'ler tarafından hiç beğenilmeyen, metal yığını olarak görülen bir yapıymış. Şöyle de bir hikaye anlatılagelir, Fransız yazar Guy de Maupassant kule inşa edildiğinde Paris'i terketmiş, ama şehre her geldiğinde de kulenin 1. katındaki kafelere otururmuş. Bu davranışının sebebi sorulduğunda da “Burası Paris’in en güzel göründüğü, yani Eyfel kulesinin görünmediği tek yer de ondan” diye cevap verirmiş. Her ne kadar beğenilmese de Eyfel kulesi hem Paris'in hem de Fransa'nın sembolü haline gelmiş. Önünde fotoğraf çekilmezse olmaz dediğimiz yapılardan biriydi.! UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde , ünlü Notre-Dame Katedrali (Cathédrale NotreDame), yer alır. 1220 yılında tamamlanan

sayı//71// haziran 42


Gotik kilise, iki çan kulesi olan katedralin, mavi vitray camları ile göz kamaştırıcı mimariye sahip.Gotik mimarinin önemli eserlerinden Notre Dame Katedrali Seine Nehri’ndeki Cite Adası üzerinde bulunuyor. Fransız sokak uzaklıkları buraya göre belirlenmiştir.Burası 0 (sıfır) noktası olarak kabul edilir. Katedral içerisinde, mücevher,heykel,resim ,mobilya, edebiyat. madalya ve 12.yüzyıldan kalmacam pencere koleksiyonlarını görebilirsiniz. Burası Napolyonun imparatorluk ünvanı aldığı katedral olarak da bilinmektedir.

güzeldi ve orası da görünürde bütün Paris kafeleri gibi sandalyeler dışarı bakar şekilde konumlandırılmış bir kafeydi.

Dünyanın en fazla sayıda eser barındıran müzesi, Louvre görmeniz gereken önemli yerlerden birisi. Belli bir zamana kadar saray olarak kullanılıp sonrasında müzeye çevrilen bu yapı dünyanın en önemli sanat eserlerinden biri olan Mona Lisa'ya ev sahipliği yapmaktadır. Gidecekseniz mutlaka önceden bilet almanızı tavsiye ederim.

Türk yemeği özlerseniz Strasbourg St Denis metro durağında inip Derya Restorantı sorabilirsiniz. Paris'te krep çok meşhur. Tavsiye üzerine tatlı olanlardan değil, peynirli ve tavuklu çeşitlerinden deneyebilirsiniz. Montparnasse civarı krepçilerin yoğun olduğu bir bölge. Paris dünyadaki en büyük ve en kullanışlı metro sistemlerinden birine sahip...Metro ağını kullanarak Paris'de hemen hemen heryere gitmeniz mümkün. Metro diyince Cahit Zarifoğlu düştü aklıma...

Zafer Takı’ndan Concorde Meydanı’na kadar uzayan, dünyanın en ünlü bulvarlarından Şanzelize Caddeside, gezilecek yerler arasında. Burası bütün önemli kutlamaların yapıldığı yerdir. Şanzelize ünlü moda markalarını bulabileceğiniz, ayrıca sinema, tiyatro,restoran ve kafelerde güzel vakit geçirebileceğiniz bir sokaktır. Galeries Lafayette, 19.yüzyılda kurulan içerisinde ki mağazalarda ünlü markaların son moda elbiseleri, takı çeşitleri, ev ürünleri ve kozmetik özellikle dünyaca ünlü parfümlerin bulunabileceği ünlü alışveriş merkezidir. On katlı yapının cam ve demirden yapılmış kubbesi oldukça görkemlidir. Her yıl milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilir. Küçük Prens’in ilk baskısını veya Paul Eluard’ın Picasso için imzaladığı kitabı satın alabileceğiniz, sayısız değerli baskıyı bulabileceğiniz yer "Shakespeare and Co" kitabevine mutlaka uğramalısınız.. Avrupa’nın masalsı şehri Paris’te Seine Nehri kenarında yürüyüş yapın, romantik Lüksemburg Bahçesi’nde dolaşın. Açıldığı 1992’de bu yana her yıl yaklaşık 15 milyon ziyaretçiyi ağırlayan, Fransa turları gözdesi Paris Disneyland’da eğlenin. Parislilerin en çok takıldığı bölge St Germen ve St Michel caddelerinin olduğu bölge. Notre Dame'a çok yakın olan bu caddeleri zevkle gezin. Ünlü "Cafe de Flore" de St Germen caddesi üzerinde. Servis kalitesini hakikaten çok

Muhteşem bir Paris manzarası sunan Beyaz Kilise (Sacre-Coeur) sadece kendi başına bile sanat şahaseri sayılabilir. Şehrin biraz dışında kalan metroyla gitmenizi tavsiye ettiğimiz Ünlüler Mezarlığı (Cimitiere du Pere Lachaise) tarihten ve günümüzden birçok kişinin mezarı bulunmaktadır. Bu mezarlıkta, Balzac, Chopin, La Fontain, Oscar Wilde ve Edith Piaf gibi birçok ünlü yatmaktadır.

1972 Ağustos Şanzelize Caddesi üzerindeki ünlü kahve Le Colisse’nin 1 numaralı metro hattının geçtiği metro çıkışı. "Genç adam metro durağından hafif koşarmış gibi ve sevinçle çıkıyor. Saçlar hür, kendiliğinden ve rüzgârla geriye uçuyor. Gömlek üstüne giyinmeye hazır kazak omuzlara atılmış. İnce, güzel adamın arkasında metroya iniş-çıkış kapısı, Le Colisse kahvesi ve Şanzelize Caddesi’nden bir kesit. İşte, hemen hemen her Batıcı’ya tekkelik de eden kentlerden birinin o da konuğu." "Çoğunlukla Portekizli göçmen işçilere, atalarının çoğu Birinci Dünya Savaşı zamanından kalma Cezayir kökenli emekçilere ve işgücünü buralarda maddiyata çeviren Türkiye’den gelmiş birkaç göçmen insana da rastladı. Sorbonne Üniversitesi ve Monge Metro Durağı yakınındaki mabedin içinde dünyanın çok değişik ırk ve kültürlerinden mümin kardeşleriyle beraber vardığı secdelerin verdiği ruh sakinliğiyle: 'Dünya diz çöktüğün yer kadardır.' dedi." Zarif adam.Rahmet olsun... Paris'de gezilecek, keşfedilecek o kadar çok yer var ki bütün bunları sıralamak, yazmak bir hayli zor... En güzel mevsim ilkbahar bana göre. İdeal bir gezi seyri için Mayıs ayını tercih etmenizi öneririm. İyi seyirler diliyorum... 43


ŞEHİR VE KENT AYRIMINDA

MUSTAFA KUTLU’NUN

ESERLERİNDEKİ MEKÂN MESELESİ Şehir gelenekle bağlantılı bir yerleşim yeri olarak görülürken kent modern olanla bağlantılanmaktaydı. Yani şehir Mustafa Kutlu’nun kalemine daha uygun düşmekteydi. Bir anlamda kasabanın biraz daha büyüğü gibi. Necla DURSUN

art ayının ortalarıydı. Salgının kol gezdiği ve en üst seviyede korunma tedbirlerinin uygulandığı günlerden birindeydik. Gözümüz kulağımız Sağlık Bakanımızın yapacağı basın açıklamasındaydı. Covid-19 tedbirleri kapsamında evde kalmanın önemine ve gerekliliğine vurgu yapan Bakan, evde vakit geçirmenin de keyifli olabileceğini söylerken samimiyetle önerilerde bulunuyordu. “Kitap okuyun, mesela Mustafa Kutlu okuyun.” dedi. Bu cümleleri söylerken ki tavrı “pişman olmazsınız” der gibiydi. Haliyle ben de bahsi olunan bu yazarı merak ettim. Ertesi gün kitapları sipariş vermiş yolunu gözlüyordum bile. Salgın sebebiyle hayatın durma noktasına geldiği ve tüm Türkiye’deki vaka sayısının %60’ının İstanbul’da olduğu dikkate alındığında kargom geç gelecekti, bu zaten tahmin ediyordum. Tahmin edemediğim ise gelen kitapları bir solukta okuyacağım, hatta “Uzun Hikâye”’ isimli kitabı bitirince filmini izlemek için film sitelerine ani bir dalış yapacağımdı. TÜM BUNLARI SİZLERE NEDEN ANLATIYORUM?

Çünkü Mustafa Kutlu’yu geç tanıdığıma pişmanım. Ne çok kişi tanıyor ve takdir ediyormuş, ben çok geç kalmışım meğer. Hatta kitapları araştırmalara, makale ve tezlere konu edilmişti. Bunlardan biri de Bilal Can’ın önce yüksek lisans bitirme tezi olan, sonrasındaysa kitaplaştırdığı “Kentle Kavga – Mustafa Kutlu Öykücülüğünde Mekân” isimli çalışmasıdır. Varlığından geç haberdar olduğum yazarı tanımak için çabuk yol almamı sağlayan eseri okumak benim için söz konusu gecikmişliğin özrü niteliğindeydi. Bilal Can’ın kitabı hakkında bir değerlendirme kaleme almayı düşündüm ancak sonra vazgeçtim. Çünkü büyük bir araştırma ve emek vardı avuçlarımda. Bilal Can, Mustafa Kutlu hakkında diyecek söz bırakmamış desem yanlış olmaz. Sonra bu düşüncemden vazgeçtim ve yazmaya başladım. KİTABIN ADINA DAİR…

Önce kitabın adı dikkatimi çekti: “Kentle Kavga”. İki kelime iki parçada incelenmeli belki de. Önce; neden “kent”? Bu pekâlâ “şehir” de olabilirdi. Ne de olsa her iki terim de aynı anlama gelmekte. Hatta literatüre girmiş birçok araştırmada bu iki terimin aynı anlamda kullanıldığı not düşülerek metinlere sayı//71// haziran 44


yön verilmekteyken. Bu sorumun cevabını kitabın henüz başındayken, 16.sayfada buldum. Şehir gelenekle bağlantılı bir yerleşim yeri olarak görülürken kent modern olanla bağlantılanmaktaydı. Yani şehir Mustafa Kutlu’nun kalemine daha uygun düşmekteydi. Bir anlamda kasabanın biraz daha büyüğü gibi. Ne de olsa Kutlu, Anadolu halkını anlatmayı seçmiş bir kalemdi. Ama kent öyle mi ki? Kent başka bir dünya, ait olunmayan gelişkinlikte bir yerdi. Ardından neden “kavga” kelimesi? Bu da yazarı şehir-kent ikileminin devamıydı aslında. Yazdıklarından yola yola çıkılarak seçilmiş bir kelimeydi. Çünkü Kutlu moderne ve modernleşmiş olana mesafeli bir tavır sergilemekteydi. KİTABA DAİR…

Kitap hakkında söylemem gereken en temel husus şu ki; kitabın dili bir araştırma için gayet akıcı. Okuyanı odaklanmaya sevk eden, bilgiyi zihne nakşederken bilgi dağarcığını arttırmaya yöneltmekte. Benimsenen üslup özenli ve dikkatli okunmayı fazlasıyla hak ediyor. Dünyanın varlığı ve insanı dünyadan ayırmaksızın yapılan değerlendirme paragrafıyla başlayan kitaba Aristo’nun “İnsan toplumsal bir hayvandır.” cümlesi ilave edilmiş. Ardından da çok yerinde bir tespite yer verilmiş ki o da şu: edebiyatın insanın sahip olduklarını anlatmak için hatta ve hatta tarih araştırmaları için bir kaynak olduğunu vurgulanmasıdır. Ardından dil ve dilin önemiyle dilin toplumsal bir hafıza olduğu aktarılmış. Burayı okurken Yahya Kemal Beyatlı’nın “Türkçenin çekilmediği yerler vatandır.” sözünü hatırladım ve tespite sonuna kadar hak verdim. İlerleyen satırlarda insanın edebiyatın temel konularından biri olduğu ve yazarların toplumla olan iletişimine vurgu yaparken; Mustafa Kutlu’nun hem yazılara konu olan toplumda yaşadığını hem de incelikli gözlem yeteneğinden bahsedilmektedir. Ki bu nokta çok doğrudur. O kitaplar, anlatılan gözlem yeteneği olmasa mümkün değil oluşamaz. Bu gözlem yeteneğinin fonunda ise daima bir tarihsel süreç var. Başlıyorsunuz okumaya, kitaptaki olayların akışına yedirilmiş bir gazete başlığı pat diye çıkıveriyor karşınıza ve haber içeriğinde işçi hakları var. Ya da o dönemin simgesi olmuş siyasi bir olayı ifade eden cümleler karakterin hayatına eklenivermiş. Bilal Can, bu durumu tespit ederek teorik

olarak literatürden alıntılarla yaparak konuyu desteklemiş. “Ayna” hem Mustafa Kutlu’nun hem de Bilal Can’ın da önem verdiği bir metafor olmuş. Mustafa Kutlu “Mavi Kuş” isimli kitabında kasabanın tek lokantasındaki (tasviri satırlar sürmüş olan) işçiliği ender bulunan ve görenleri “Acaba bu ayna buraya nereden gelmiş ki?” sorusuna maruz bırakan büyük ayna Bilal Can’ın kitabının 26. sayfasına da konu olmuş. Can diyor ki; “Aynanın görevi nasıl ki yansıtmaksa edebiyatta ayna da toplumu; tutum, davranış, gelenek ve göreneklerini yansıtmaktadır.“ Yine aynı satırların devamında müziğin doğadaki seslerin taklidiyle, nesnelerin tuvale aktarılmasıyla resim, edebiyat da insan ve insan dair unsurların taklidiyle ortaya çıktığını söylediği cümleler “ayna kuramını” besler içeriktedir. Sosyolojik bakışın anlatıldığı 31 ve 32. sayfalarda, çalışan kadından ve hastanedeki doktor-hasta ilişkisinden bahsedilmesi gibi daha birçok bölümde ve birçok örnekle okuyucu teorik bilgiden biraz olsun uzaklaştırılarak gerçek hayatla teori birbirine kaynaştırılmaktadır. Teorik bilgiye boğulmadan okuyucuyu uyaran bu ve benzeri örneklemeler okuyanı zinde kılmaktadır. İnsanın doğum yolculuğundaki mekânı olan anne karnından başlayan anlatım, öykücülükteki mekâna giriş yapılırken bütünsel bir bakış yakalamak adına yerinde olmuş. Öykü, hikâye ve tiyatro metinlerinin temel unsurlarına da atıfta bulunularak mekân kavramından Mustafa Kurlu öykücülüğündeki mekâna yumuşak ve başarılı bir geçiş yapılmıştır. Yazarların yazdıklarından ayrı düşünemeyeceklerinden yola çıkan Bilal Can, Mustafa Kutlu öykücülüğünü inceleyebilmek için bir tasnifte bulunmayı seçerek “hazırlık” ve “üretim“ süreci olarak iki bölümde incelemeyi uygun görmüştür. Her edebiyatçının benliğinden, geçmişinden, hayallerinden izler taşıyan cümlelerin kaleminden dökülecek olması sebebiyle önce yazarın hayat hikâyesine odaklamış. Yazarın hayatı, yazdıklarını daha iyi tahlil etme imkânı sunmuş Bilal Can’a. Kara tren sevgisi, sinemaya ve resme olan ilgisi, futbola olan tutkusu ve bunların tamamını öykülerinde yer buluyor olması açılmayı bekleyen bir kapının kilidi gibidir. Resme merakıyla resim sergisi dahi açmış olsa da Edebiyat Fakültesi öğrencisi olan Kutlu’nun en büyük temel taşı 45


eğitimidir elbette. Eğitim hayatından bilgiler verirken burcundan, sigara içip içmediğine kadar özel hayatına ait bazı bilgiler maddeler halinde sıralamış ki okuyucu için bu bir kişilik özeti gibi olmuş. Yani Mustafa Kutlu’yu tanımak ve Anadolu’ya çağıran kitaplarındaki detayları tahlil edebilmek adına yerinde olmuş. Tüm bunlara ek olarak yazar hakkında araştırma yapanlara da yer verilen kitapta Necati Tonga ve Ercan Yıldırım’dan da bahsedilmekte ve araştırmalarının içeriği hakkında bilgi verilmektedir. Mustafa Kutlu eserlerde mekânın Anadolu olmasından hareketle tarım toplumundan endüstri toplumu olmaya evirilen yolda, Anadolu’da geçen hikâyelerinde modernizme karşı bir tavır olduğundan bahsetmektedir Can, ki okuduğum kitaplarında ben de bunu çok net bir şekilde hissettim. Kutlu, modern olandan geri kalmadan, elde olanı koruma çabası içinde. Bunun için de öz benlik ve özdeki değerlerin yitirilmemesine çabalanması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Bunu anlatırken ahlaki değerler, kader, şükür, kanaat gibi doğal olanı yapaydan korumaya çalışmakta olduğu anlatılmaktadır ki hikâyeleri bunu açıkça göstermektedir. Okuduğunuzda bir kalp sızısı olan olaylar karşısında hep doğru olanın gerçekleşmesini arzu eder bekleyişe sürüklüyor okuyucuyu. Bu durum kitapta güzel bir anlatımla yer bulmuş. Mustafa Kutlu öykücülüğündeki içerik ve temel kavramlar başlıklar halinde incelenmiş kitapta. Bu kavramlar; yabancılaşma, gelenek, tasavvuf, siyaset, modernizm, yoksulluk, aile, kent-köy, din başlıkları altında toplandıktan sonra üçüncü ve sonuncu bölüme geçiş yapılmaktadır. İçerik ve temel kavramların verilmesi hikâyelere bir bütün olarak bakmayı sağlama açısından faydalı bir bölüm olmuş. Gerçekten de Kutlu kitaplarını okuduğunuzda bu kavramların detaylıca ele alınarak bazı karakterler üzerinden gerçeklik kazandığını görebiliriz. Ancak bu bölüme şu başlıklar da eklenebilirdi (naçizane fikrim): adalet-adaletsizlik, çevre-coğrafya, kader, doğalcılık, gecekondu (kavram olarak), gerçek-gerçeklik. (Örneğin gerçek ve gerçeklik başlığı açılsa “Mavi Kuş” kabının sonundan hareketle olgular ele alınabilir.) Ancak şunu de yazmadan geçemeyeceğim; tez yazılırken çok yayılmadan derli toplu olmasına özen gösterilerek başlık sayısı belli bir seviyede tutulmaya çalışılır. Orijin noktası bu olmuş olma ihtimali olsa bile Mustafa Kutlu’nun sayı//71// haziran 46

kitaplarında başlık olabilecek ne çok şey var. Yaşantısını devam ettirmek için İstanbul’u seçen Kutlu aynı zamanda İstanbul sevdalısıdır. Şehir ve kent perspektifinden yaşadığı şehre bakabilen yazarın Anadolu motifleriyle süslü mekânları öykülerinin zemindir. Rüzgârlı Pazar’da mekân bir üst geçittir. Ve bu üst geçidi ve de tabi iki orada tezgâh açan satıcıları öylesine detaylı anlatmıştır ki bir tabloya bakıyor gibi olursunuz. Bilal Can da buna vurgu yaparak mekânı nasıl ele alığını hakkını vererek anlatmış kitabında. Kitabın üçüncü ve sonuncu bölümünde Mustafa Kutlu’nun tüm eserlerindeki mekânlar başlıklar halinde tasnif edilmiş ve kitaplarından alıntılar yapılmıştır. Öykülerdeki belirgin mekânları şehir-kent, köy-kasaba, fabrikalar/ imalathaneler, gecekondu (mekân olarak), kahvehaneler/çay ocağı, apartman/ev, lunapark, tekke/dergâh, cami/mescit, mahalle/sokak ve diğer mekânlar olarak ayrıştırılarak ele alınmıştır. Bu ayrıştırılma içerisinde alıntılar yapılarak anlatım var olmakla birlikte derin bir araştırmanın varlığı göze çarpmakta. Şehir kavramını bir şehir araştırmacısı titizliğinde ele alınan kitapta; şehirler, kentler ve mekânlar üzerine yapılan araştırmalarda Sartre, Simmel, Weber, Lefebvre, Durkaim, Tekeli gibi bu alandaki çalışmalarıyla bilinen seçkin ve kabul görmüş isimlerin eserlerinden yararlanılmış. Ancak benim bu noktada iki ismi gözlerim aradı; Mübeccel Kıray ve Chicago Okulu. Tabii ki bu benim şahsi beklentim. Asla bir eksik değil. Kitabın zengin kaynakçasında bu isimlerin yer aldığını görmeyi istedim sadece. Okuyucunun okuma hızından bile hızlı kitap yazmış olan Mustafa Kutlu’nun eserlerinin tamamını okuyup incelemek kolay iş değil. Üçüncü bölümde bu yapılmış ve başarılı bir akış ile işin üstesinden gelmiş Bilal Can. Alıntıların bu kadar çok sayıda olmasına rağmen alıntılı paragraflar arasına konumlanan bağlaç paragrafları ve cümleleri öylesine güzel cümlelerde özet bilgi ve literatür bilgisi verilmiş ki okuyucudaki monotonluğu alan bir durum oluşturulmuş. Çünkü sürekli alıntı okumak bir yerde sıkıcı olabilmekte. Ancak Bilal Can’ın yaptığı okumalardan damıttığı bilgileri (hem de) karşılaştırmalı olarak aktarması, “bana göre” diyerek kendi yorumunu da eklemesi bu zenginliğin kaynağı olmuş. Değerlendirmenin bir nebze de olsa okuyucuya bırakıldığını hissedilse de yazarın kendi özgün düşünesini


duymak okuyucuya bir bakış açısı katmak adına önemli. Hikâyelerinde zengin karakter çeşitlemesiyle mekânları anlatan Mustafa Kutlu’nun mekânlarında karşıtlık olduğuna vurgu yapılması önemli bir husus. Köy-kent, apartman-ev gibi. Gerçekten de okuduğunuzda bu karşıtlı mekânda olduğu kadar karakterlerde, nesnelerde, olgularda, değerlerde bile var. Akkara, doğru-yanlış, iyi-kötü gibi… Bu durumu mekânın tasnifindeki başlıklarda yer bulmuş ve yerinde bir tespit olmuş. “Şehir” hep İstanbul ise de köy ve kasabaların adı yok Mustafa Kutlu’nun kitaplarında. Okurken bunu merak etmiştim ve bu merakım Kentle Kavga kitabı giderdi. Çocukluğunda yaşadıkları (bir anlamda) “göçebe hayat”ın ahlatıldığı ve filme alınmış olan kitabı Uzun Hikâye’nin filmini izlemeye başlamadan önce “Acaba filmdeki kasaba da isimsiz mi?” diye düşünerek izlemeye başladım. Filmin ilk sahnesinde kasabanın adının Doğançay (Sakarya’ya bağlı bir kasaba) olduğunu gördüm. Kitapları okurken her ne kadar gözlemlerin ürünü olsa da hayal ürünü hatta masal gibi okuduğum hikâyeler ete kemiğe büründü bu sahnede benim için. Nedense bir ferahlık hissi verdi. Yerin adını bilmek bir garip duygu uyandırdı bende. Demek yazılanlar gerçek olabilirmiş gibi diye düşünmüş olmalıyım sanırım. Kitapta sır olan açığa çıkmış oldu gibi bir parça. Her ne kadar mekân isimlerinden söz etmese de Mustafa Kutlu’nun kitaplarındaki karakterlerin ilginç isimleri okuyucuda merak uyandırıyor. Araştırmanın konusundan bağımsız olarak belli başlı bir araştırmaya konu olma özelliği taşıyor. Kitaplardaki karakterlerin ilginç isimler var, örneğin; “Yokuşa Akan Sular” da Bican, “Uzun Hikâye” de Zopuroğlu, “Anadolu Yakası” nda Muzo Gönül gibi… Belki bu husus bir iki cümle ile yer bularak mekânların isimsizliği konusuyla irtibatlandırılarak kısa bir değerlendirme yapılabilirdi. Mekânların başlıklar halinde incelendiği bölümde yer verilebileceğini düşündüğüm bir başlık önerim olacak: Tren/Tren İstasyonları… Yazarın kara trene olan tutku derecesindeki sevgisi hemen hemen tüm kitaplarına sirayet etmişken bu mekân bir başlık altında değerlendirilebilirdi. Esasında bahsedilmiş

bahsedilmesine ama bir başlık altında toplanmayı hak ediyor benim nazarımda. Bir diğer önerim de şu olabilir: Başlıklardan sonra “Diğer Mekânlar” olarak oluşturulan bölümde; medrese, köşk, kitapçı, otobüs, pazar yeri (ki bu pazar yeri “Rüzgârlı Pazar” isimli kitaptaki işportacıların satış yaptığı yerin üst geçit olması sebebiyle “üst geçit “ eklenebilirdi), mezar, türbe, kuş evi, AVM olarak yer bulan mekânlar arasına “yol” da eklenmeliydi. Çünkü karakterleri hatta köy ve kenti birbirine bağlayan yollar oldukça önemli Kutlu’nun kitaplarında. Örneğin “Mavi Kuş” kitabı tamamen bir yol hikâyesi. SONUÇ OLARAK

Edebiyatta ve Mustafa Kutlu kitaplarındaki mekân derinlemesine incelenmiş ve detaylı vermiş “Kentle Kavga” da. Kutlu’nun ele aldığı insanın nereden geldiği ve nerede yaşadığı sosyolojik olarak irdelenmiştir. “Aslan yattığı yerden belli olur. ”atasözünde aslanı tanıma amacı güden yattığı yer Kutlu’nun kitaplarda öylesine çeşitlidir ki, bir araştırmaya konu olmayı fazlasıyla hak etmektedir. Ve bu layık olma durumu kitapta layıkıyla incelenmiş. Mustafa Kutu hikâyeciliğini tanımak isteyenlere güzel bir kaynak olmuş. Kentle Kavga – Mustafa Kutlu Öykücülüğünde Mekân / Bilal CAN 47


alk arasında toplumdan farklı davranış sergileyen herkese meczub (meczup), denmesi alışılagelmiştir. Acaba lugatlarda meczub nasıl açıklanmaktadır; İlk durağımız, Türk Dil Kurumu (TDK) Sözlüğü;

ÜSKÜDAR’IN MECZUBLAR -I-

Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey de 19-20.yy İstanbulu’nun meczublarından bahseder. İlginç isimlerden bahseder; Terlikçi Mustafa, Sallabaş Emine, Dalga Dayı, Çıplak Mustafa, Köpekçi Hasan Baba, Çifte Kumrular, Kurabiyeci Nuri, Deli Hidayet, Turşucu Şakir, Deli Sıdkı, Oturaklı Salih, Torbalı Hüseyin, Düğümlü Dede, Eğrikılıç Memiş Paşa, Pazarola Hasan Bey… Dr. Serhat ONUR

1.isim Tanrı aşkıyla aklını yitirmiş kimse. 2.Aklını yitirmiş kimse, deli. "Bunlardan başka köyün iki meczubu, bir cücesi vardır." Y. K. Karaosmanoğlu-Kubbealtı Lugatı’nda ise; Arapça cezb “çekmek”ten meczub. 1. Birine veya bir şeye doğru çekilmiş, cezb ve celbolunmuş, meclûp: Herkes sana müştâk / O samîmiyyete meczûb olarak toplanıyor (Tevfik Fikret). 2. Allah aşkıyle aklı başından gitmiş, dünyâya aldırmaz duruma gelmiş olan (kimse), cezbeli (Hak âşığı). 3. Deli, dîvâne. Bu meczup bir kişidir. Palangada hizmetinden istifâde olunamaz (Ömer Seyfeddin). Onun yarı meczup olduğuna hükmetmiştim (Refik H. Karay). Meczûb-ı sâlik: Önce cezbeye kapılıp sonra bir mürşit eli tutan, cezbeye düştükten sonra sülûk gören kimse. Meczûb-ı gayr-i sâlik: Cezbeye tutulduğu halde mürşide ulaşamamış olan kimse. Meczûbin: (‫ )ﻣﺠﺬﻭﺑﻦﻴ‬i. (Ar. çoğul eki -in ile) Meczuplar, şeklinde açıklanır. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü’nde meczub; “Cezbolunmuş, çekilmiş, yüksek mertebeye ulaşmış kişi için kullanılır. İki türlü meczûb vardır: 1. Sâlik meczûb, 2. Meczûb-ı salik. Makbul olanı, ilki, yani, tasavvufî suluktan geçtikten sonra cezbeye ulaşmadır. Akşemseddin'in, aklını yitirmiş meczûblar için yaptığı tesbit, onların bir anda zât tecellîsine, şeyhe bağlı olmadan direkt maruz kalmaları ve bunun sonucu, akıl nurunun yanması şeklindedir. Bu tipler, aile sahibi olamaz, nefsanî bazı özellikleri kaybolmuş, bir tür sürekli tecellî sarhoşu kişilerdir. Türkçemizde "kendini meczûb gibi göstermeyi" ifade eden "âkıl-ı meczûb-numâ" sözcüğü meşhurdur. Halkın

sayı//71// haziran 48


teveccühünden kurtulmak üzere, olmadığı halde kendini meczûb gösteren kişilere, akıllı meczûb denir. “İslam Ansiklopedisi’nde ise şöyle açıklanır meczub; “ Mazhar olduğu cezbe sonucu sülûk etmeden Hakk’a eren velî anlamında tasavvuf terimi. Sözlükte “kendine çekmek, yaklaştırmak” anlamındaki cezb (cezbe) kökünden türeyen meczûb kelimesi tasavvufta, bir daha kendine gelmemek üzere Allah’ın âniden kendine çektiği, dost edindiği ve dâimî surette huzurunda bulundurduğu velîleri tanımlamak için kullanılmıştır. Dinî duygu ve heyecanlara genellikle cezbe denir ve bu anlamda her dindar kişi ve sâlik az çok cezbe sahibidir. Mutasavvıflar, bir anda Hakk’ın katına ulaşan meczupların bu yüce mertebeyi kendi gayretleriyle kazanmadıklarını, bunun kendilerine Hakk’ın bir lutfu olduğunu söylerler. Cezbe aklı baştan alan bir hal olduğundan meczublar ömür boyu kendilerinden tamamen veya kısmen geçmiş bir durumda yaşarlar. Günlük işlerini yönetip düzenleyemedikleri gibi dinî emir ve yasaklara zâhiren tam olarak riayet etmezler. Dinî yükümlülüğe temel oluşturan aklî dengeye tam anlamıyla sahip olmadıklarından dinin emir ve yasaklarıyla da yükümlü sayılmayan meczublara me’hûz (kendinden alınmış), meslûb (akıldan soyulmuş), ma‘tûh (bunak), mağlûb (yenilmiş), vâlih (çılgın), behlûl (sâf), dîvâne ve mecnun gibi unvanlar da verilir.” Meczublara hiçbir zaman akıl hastası nazarıyla bakmayan ecdadımızın tam zıddı olarak 19. yy’a kadar Avrupa kıtasında meczublar, akıl hastası, cadı ve ruhları şeytan tarafından

gasp edilmiş yaratıklar olarak görülürdü. Meczublara içindeki şeytan çıksın diye de türlü türlü işkenceler yapılır ve öldürülürdü. Dr.Kraft-Ebing şöyle yazıyor: “Hristiyanlık, akıl hastalarına ilgi göstermiyordu. Onları şeytan tarafından ele geçirilmiş yaratıklar şeklinde algılıyordu. Akıl hastalarını tedaviyi Avrupa, Türklerden öğrendi. Türkler, bizden çok önce, akıl hastalarına mahsus hastaneler kurdular." (Traité Clinique de Psychiatrie, Paris 1897, s.53) Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeyse bu insanlar, Hakk’ın cezbesine kapılmış özel şahsiyetler olarak görülür, toplum içinde onlara şefkatli ve müşfik bir şekilde davranılır, dışlanmaz, her dâim yardım edilir ve ağır olanlarıysa hastahânelerde mûsıkî başta olmak üzere birçok tedâvî yöntemi ile iyileştirilmeye çalışılırdı. Edirne Darüşşifası da onlardan birisiydi. Farabi’nin “Kitabü’lMusika’l-kebir”isimli eserinde, musikideki makamların insanlar üzerindeki ruhi etkileri ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Ecdadımız da, darüşşifalarda hastaların ruhi durumuna hangi makam uygunsa o makamda besteler dinletmişler ve şifa bulmalarına gayret etmişlerdir. Aşağıda bu makamlardan ve etkilerinden bazı örnekler verdik. Rast makamı: İnsana sefa(neşe-huzur) verir. Rehavi makamı: İnsana beka(sonsuzluk fikri) verir. Kuçek makamı: İnsana hüzün ve elem verir. Büzürk makamı: İnsana havf(korku) verir. Isfahan makamı: İnsana hareket kabiliyeti, güven hissi verir. Neva makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir. Uşşak makamı: İnsana gülme hissi verir. 49


Zirgüle makamı: İnsana uyku verir. Saba makamı: İnsana cesaret,kuvvet verir. Buselik makamı: İnsana kuvvet verir. Hüseyni makamı: İnsana sükunet, rahatlık verir. Hicaz makamı: İnsana tevazu(alçakgönüllülük) verir. Fakire ise, “meczub” kelimesi her daim keramet ve muhabbeti çağrıştırmıştır. Hepimiz büyüdüğümüz köyde, mahallede onlarla içiçeydik . Beldemizin maddi manevi beti bereketiydi onlar. Onlara yapılan nahoş bir davranışı, kendi ana babamıza, kendi evladımıza yapılmış kabul eder ve onları korurduk. Bu topraklarda onları ötekileştirmeden, Hak’tan gelen bir lütuf gözüyle görmüş ve beraber yaşamışızdır her daim. Dersaadet’te onlardan fazlasıyla nasibini almıştır. İstanbul’un bilinen ilk meczubu Erzurum pirlerinden “Horoz Baba” imiş. Horoz Baba; İstanbul’un fethi esnasında asker arasında horoz gibi ötüp, kanat çırpar ve sürekli olarak “Kalkın ey gafiller” diye bağırırmış. Hazretin mezarı Eminönü’ndeki Yavuz Er Sinan Camii duvarına bitişik hazirede Yavuz Er Sinan Hazretleri ile beraberdir. Önünden defalarca geçtiğimiz bu caminin haziresinde yatan Horoz Baba’dan kaçımızın haberi var acaba? Bizim meczublarımızın sadece kendileri değil isimleri de hoştur. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde bahsi geçen İstanbul’un meşhur bazı meczublarının ilginç isimleri şöyledir; Sultan Budela Hasan Dede, Gaysudar Kapani Mehmet Efendi, Arınegaani Mehmet Efendi, Kapani Deli Sefer Dede, Yetmiş kuruş sayı//71// haziran 50

Dede, Eskici Dede, Nalıncı Hüseyin Çelebi, Keçeli Dede, Aşşum Dede, Duhan Divanesi, Geysidar Molla Mustafa, Bülbül Divanesi, Dayak Divanesi, Boynuzlu Divane Ahmed Dede, Papaz Divanesi, Durmuş Dede, Sümük Dede, Elek Divanesi Burnaz Mehmet Çelebi, Çıplak Osman… Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey de 19-20. yy İstanbulu’nun meczublarından bahseder. İlginç isimler devam etmektedir; Terlikçi Mustafa, Sallabaş Emine, Dalga Dayı, Çıplak Mustafa, Köpekçi Hasan Baba, Çifte Kumrular, Kurabiyeci Nuri, Deli Hidayet, Turşucu Şakir, Deli Sıdkı, Oturaklı Salih, Torbalı Hüseyin, Düğümlü Dede, Eğrikılıç Memiş Paşa, Pazarola Hasan Bey… Yukarıda isimleri zikredilen zat-ı muhteremlerin hepsi ayrı birer kıymet olup, haklarındaki malumatlar da sınırlıdır. Bazılarının da sadece kalmıştır isimleri yadigar. İstanbul’un bir çok semtinde meczubin olsa da, Üsküdar’ımız bu yönden daha şanslıdır. Kethüdâzâde Ârif’in “Ne vakit Üsküdar’a geçsem aklıma âhiret gelir” sözünü tasdik eden zâhirî ve bâtınî bir hayâtın hâkim olduğu Üsküdar’ın bâzı sâkinleri, bu atmosferden daha çok etkilenmiş ve o sâkinliklerinden eser kalmayarak “Meczub” sıfatını hak eden bir hayat sürmüşlerdir. Acaba Üsküdar mı onları bu hâle getirmişti, yoksa onlar mı Üsküdar’a gelmişti? Osmanlı İmparatorluğu’nun son elli yılındaki en meşhur akıl hastahânesinin, Üsküdar Atik Vâlide Külliyesi’nde yer alan Toptaşı Bîmarhânesi olması da bir tesâdüf müdür acaba?


GAZ LAMBASI

Ay Dedeleri bilge liderleriydi… Onları koruyup kollama görevini kendine minnet sayar. Sevim KARANARLIK

Ay Dede de yıldızlara yola çıkacaklarını bildirirdi. Yol arkadaşları yıldızlarla birlikte karanlık geceyi yalnız bırakmamak adına, serçe kuşları gibi seyir halinde yine düşmüşlerdi bitmek bilmeyen yollara. Gökyüzünde şölen düzenleyen dansçılardı onlar. Hepsinin e ayrı ayrı yerleri vardı. Kimse kimsenin yerini işgal altına almaz, kendi sahip oldukları mekanı hayranlıkla korurlardı... Ay Dedeleri bilge liderleriydi… Onları koruyup kollama görevini kendine minnet sayar. Gece dansçılarının etrafında yeryüzünün trafik denetlemesi yapan polis amiri edasıyla, o da gökyüzünde hunharca dolaşıp dururdu… Gelelim Anadolu’ya … Belki de çok yakın zamanlarda.Beton yığınlarından uzak kerpiçli evlere,ahşap odalara, gazlı ocaklar yerini almadan yemek pişirilen bacalı ocakların bulunduğu evlerde,yere serilen minderlere, aynı sahanda kaşıklanan yemeklere, dilimlemek yerine ateşte ısıtılıp sıcakken bölüşülüp yenen ekmeklere ve gel gelelim Anadolu’da parıldayan sedefin elini eteğini çektiği karanlık gecelere…. Anadolu’nun aydınlık kalpli insanlığını, zuhur eden karanlıkta aydınlatmaya yemin etmiş gaz lambalarına….

nadolu… Gün bir başka biterdi bu topraklarda. Zaman çabuk ilerler gündüz yerini geceye bırakmak için rutin seyrine geçerdi, gökyüzünün maviliğinde ateş renginde güneşin gündüz bitimini ilan ettiği renk cümbüşlerini sergileyerek iletirdi. Gecede harekete geçmek için maviliklerin yerini gri ve siyahileşen bulutların arasından geçerek on iki saat sürecek gökyüzü hükmü için yola koyulurdu. Yeryüzünün güler yüzlü parıldayan sedefi hülyalara dalmış, Sevdaların en karası gecede çoktan yola çıkmış bir de Ay Dede’ye haber salmıştı… Tamamen karanlığını gökyüzüne vermiş gecede, gün içinde görevli gündüzlerin parıldayan sedefinin görevini kısmÎ de olsa icra edecekti. “Çocukların neşesi Ay Dede, Mutluluk verir minicik kalplere…”

Kırmızı, kahverengi ve daha bir çok renkli camdan yapılmış, ahşap masaya oturtulmuş veya duvara en çok ışık veren köşelere metal tutucularla sabitlenmiş, üzerine en fedakar ellerden özenle işlenmiş rengarenk desenli giysilere sarılı gaz lambaları … Yerdeki minderlerle etraflıca sarılmış, soğuk kış gecelerinde kurulu dost meclislerinin hoş sohbetlerine, heyecanlı güruhlar halinde dinlenilen çocuk masallarına, çocukların birbirlerini korkutmak için elleriyle oynadıkları gölge maceralarına,ince işlerini yapacak olan muhteşem yürekli eli nasır tutmuş Anadolu kadınlarına, ödevlerini irşad etmek isteyen talebelere, uyumayı yazmaya tercih edip bu uğurda heyülalara dalanlara, yitik sevdalarını düşleyenlere, sevdiği adama mendil işleyen geçn kızlara ve sevdiği kadın için siyah mürekkebi saman kağıtlarına buluşturanlara…. Tüm bu saydıklarıma ve sayamadıklarıma yoldaşlık yapan şahsına münhasır bir “Gaz Lambası…” Hem de içime dokunup duran bir türkü eşliğinde. Sanki her nağmesi lambaya dokunurken nazlı bir rüzgâr gibi bir yandan da benim gönlümü titretmeye devam ediyor. “Lambada titreyen alev üşüyor…” 51


rda bir şehir var uzakta. Gitmesek de görmesek de o şehir bizim şehrimizdir. Güzel mi güzel, tarihi mi tarihi, kadim mi kadim bir şehir. Dünyalar güzeli bir ülkenin çok zarif, çok naif, çok huzur verici bir şehri. Diyeceksiniz ki, neresi bu ülke, neresi bu şehir? Haklısınız? Ben olsam, ben de merak ederdim sizin gibi. Altmış yıllık ömrümde yirmiyi aşkın ülkeyi görme tanıma gezme imkânım oldu. Yüz elliyi aşkın şehri de. Şükrederim rabbime.

BAR (KARADAĞ);

BURAM BURAM TARİH, BURAM BURAM HUZUR “Bu gece barda / Gönlüm hovarda” Bar denilince zihninizde bu olumsuz çağrışım vardır, bilirim! Benim de öyleydi çünkü. Öyle değilmiş ama; gittim gördüm Bar’ı. Hem de üç defa. Değiştirdim zihnimi. Fahri TUNA

Her birinin ayrı güzelliğini yaşadım. Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevî’nin manevi kokusunda kendimi kaybettim, Mardin’de Bin Bir Gece Masallarında kendimden geçtim, Silistre’de Tuna Nehri ile hemdert oldum, Üsküp’te Vardar’la. Trabzon’da kuymak yemeye doyamadım, Prizren’de çüfte, İzmir’de kumru. Mübarek ekmek, Konya’da etlendi çıktı karşıma, Bursa’da İskender’lendi geldi. Gümülcine’de çevirme oldu kuzu eti, Antep’te beyran. Erzurum kadayıf dolmasına başkentlik ediyor asırlardır, Adapazarı kabak tatlısına. Selanik hüzün hüzün baktı bana her görüştüğümüzde, Filibe hazin hazin, Şumnu hazan hazan. Gagauz Yeri Kafdağı’nın ardında bir masal ülkesidir benim için, Sarayevo Aliacity. Rotterdam rengârenktir, Brüksel kralın kral şehri. Hepsini ayrı yaşadım, ayrı beğendim, ayrı sevdim. İtiraf ediyorum: Bugüne kadar gördüğüm en güzel ülke Karadağ’dır, yalanım yok! Kotor ayrı güzeldi, Budva ayrı cennet, Bar ayrı muhteşem. Doğasını öyle güzel yaratmış ki Rabbim. İnsanlar da elinden geleni yapmış: Tarihin koynunda kayboluyorsunuz adeta. Ortaçağ, şatolar, muhkem kaleler, camiler içi çe. El sürülmemiş güzellikteki bu ülkede Kotor ve Budva’nın gölgesinde kalmış, giden her kişiye inanılmaz huzur bahşeden bir güzel şehir var: Bar Ne diyordu bir türkümüz: Hey hey Bana derler külhanlı Tığ gibi delikanlı Üstüm başım dumanlı Hayda hayda di hayda Bu gece barda Gönlüm hovarda

sayı//71// haziran 52


Bar denilince zihninizde bu olumsuz çağrışım vardır, bilirim! Benim de öyleydi çünkü. Öyle değilmiş ama; gittim gördüm Bar’ı. Hem de üç defa. Değiştirdim zihnimi. Sırtını Karadağ’a yaslamış, ayaklarını Adriyatik Denizine uzatmış, uzun bir kış gecesinde çıtır çıtır ses çıkaran odun sobasının etrafındaki sedire toplamış torunlarına ülke ülke masallar anlatan, güngörmüş, feleğin çemberinden geçmiş, mütevekkil, nur yüzlü bir dedeyi hatırlatır her gidişimde Bar şehri bana. Bir akşam Bizans masalları, sonraki akşam Nemanyij; başka bir gece Sırp masalları, ardından Venedik; en güzelleri İstanbul’da geçen, İstanbul’dan gelen, İstanbul kokulu Türk masalları elbette. Dedem Korkut’un ‘gelimli gidimli, ölümlü galımlı dünya’sından. Ve dahi dünyasından deryasından dilinden. Stari Bar dedikleri Eski Bar. Yenisi sahilde. Limanı var. Ki Karadağ’ın en işlek ne fonksiyonel limanıymış. 1979 Depremi sonrası, ahali dört kilometre yukarıdaki tarihi şehirden sahile inmiş. (Burada sağlam zeminden kaçıp sahildeki zayıf zemine yerleşmek gibi akla ziyan bir gariplik var ama yine de karışmayalım kimsenin işine biz.) Unutmadan; Bar şehri adını Bizans döneminde Antibariumdan kısaltarak almış. Sizi tarihi bilgi girdabında boğmayalım; bizi (sizi) ilgilendirdiği kadarını söyleyelim, yeter: Osmanlı Venediklilerden alıp 1571’den 1878’e, 307 sene bir güzel yönetmiş. Meşhur 93 Harbi (1877-78 Osmanlı Rus Harbi) sonrasında Karadağ Beyliğine terk etmek zorunda kalmış. Bugünlerde elli bin nüfuslu bir şehir Bar. (Balkan şehirlerinin bizdeki şehirlere oranla beşte bir yoğunlukta olduğunu, bunun da onlara daha yaşanabilir bir özellik kattığını hatırlatmak isterim.) Nüfusunun üçte bir kadar Müslümanmış, geriye kalanı Ortodoks Hristiyan. Kalesi muhtemelen Bizans yapısı. Ama ecdadımızın elinin değdiği her hâlinden belli. Körfeze doğru oturup huzur doldurmalısınız ciğerlerinize, hoş bir muhabbet eşliğinde. Kaleden çıktığınızda tam karşıda sevecen bir yüzle ve şefkatli gözlerle size hoş geldin diyen bir Osmanlı yapısı var: Ömer Basica Camii. Ve az ileride, elinizden yüzünüzden alnınızdan öpen bir çeşme. Camide de çeşmede de aynı tarih: 1642. Stari Bar’daki (Eski Şehir) huzurun kaynağını böylece anlamış oluyoruz. Bereket şehridir Bar. Her taraf zeytinlik. Bir rivayete göre yüz bin zeytin ağacı

var elli bin nüfuslu şehirde. Kişi başına ilki ağaç. Bar’da halen yaşamakta olan iki bin yıllık zeytin ağacı ise, rivayete göre yeryüzündeki en yaşlı zeytin ağacı. Bir şey daha dikkat çekici Bar’da; Yol kenarlarının neredeyse tamamı Nar ağacı ile dolu. Hani ne diyordu bir Ankara türküsü: Nar ağacı narsız olur mı Yiğit olan yarsız olur mu Benim gönlüm sensiz olur mu Gülüm gel yarim gel salınaraktan Bir su doldur ver ırmaktan Kurtulurum belki sana yalvarmaktan Bar, bir sevgi ve saygı şehri, sevgililer şehri aynı zamanda. Âşıklar, aşklar şehri. Kaleden aşağıya doğru bir pazarı var ki, otantizmin kitabını yazar. Şirin mi şirin, natürel mi natürel, sempatik mi sempatik. Kapitalizmi hissettirmiyor hiç insan. Karadağlı kadınlar el emeği güzel ürünlerini sunuyorlar misafirlere. Tek katlı dükkânlardan oluşan hafif engebeli, hafif kıvrık, ince uzun bir sokakta. (Alış verişle alakası olmayan benim gibi birinin bile ilgisini çektiyse, gerisini varın siz tahmin edin.) Bar Limanı da Karadağ’ın en büyük limanıymış. En işlek, en işlevsel. Ülkenin en büyük gelir kaynağı muhtemelen. Bar’a bağlı Skadar Gölü, - söylemeden geçemeyeceğim - tam bir yeryüzü cenneti. Mükemmel. Dünya gözüyle görülmesi gereken on göl varsa yeryüzünde, hiç düşünmem, biri Skadar Gölü derim. Unutmadan; Karadağ, özellikle de Bar, bir dersaadet, bir mutluluk ülkesi demiştim ya; bunun için de güzel bir yakıştırma var Urumeli’de: ‘Balkanlar’ın en rahat, keyfine düşkün, çalışmaktan hoşlanmayan, yaşayacak kadar kazanmakla yetinen ülkesi Karadağ, şehri de Bar’dır’ diye. Doğru yanlış bilmeyiz. Ama Karadağ’ın hele de Bar’ın, kalesinden aşağıya huzur sağanağı yağdığına şahidiz; ıslanıp serinlemişliğimiz gerçektir, üç gidişimizde de. Bar, bir zeytin şehri, narlı şehir, evet. Bir bereket şehri, evet. Bar, bir liman şehri, bir ticaret ve nakliye şehri, evet. Bar, bir güzeller güzellikler şehri. Gösterişsiz sade bir güzel, evet. Bar, bir tarih şehir, bir tarihi şehir, kalesi camileriyle, evet. Bar, her şeyden önce bir huzur şehri, huzurun sağanak sağanak hissedildiği şehir, evet. Bar; buram buram güzellik, buram buram tarih, buram buram huzur. 53


YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

HALEP -I-

Evliya Çelebi, Haleb’i ziyareti sırasındaki kent nüfusunu 400.000 olarak verir. Evliya Çelebi,kenti her türlü malın bulunduğu, 61 cami, 217 Kuran Okulu, 5.700 dükkanı, 7000 bahçesi, 105 kahvehanesi ve 176 sufi dergahıyla olağanüstü hareketli bir ticaret merkezi olarak tasvir eder.Söylediğine göre konuştukları Arapça pek zarif olmasa da kent halkı sade ve Allah korkusunu bilen kimselerdi. Hüseyin YÜRÜK

uriye’nin ikinci büyük şehri olan Halep,Kuzey Suriye’nin en önemli şehri ve kendi adını taşıyan ilin merkezi olup Anadolu’dan Mezopotamya’ya ve Akdeniz’den İran’a giden ana yolların kavşak noktasında kurulmuştur. Bu dikkat çekici coğrafî konumu dolayısıyla kervanların uğrak yeri olmuş, bunun sonucunda ticaretle zenginleşip medeniyette yükselirken sık sık aynı yollardan sefere çıkan orduların tahribatına ve yağmalarına mâruz kalmıştır. Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın emrindeki İslâm ordusu Haleb denilen yerde yaşayan Tenûh ve diğer bazı Arap kabileleri İyâz b. Ganm’e itaat arzettiler. Şehir halkı da kısa bir müddet sonra canlarına, mallarına ve surlarla binalara dokunulmaması şartıyla aman dilediler. İyâz b. Ganm, cizye vermeye râzı olmaları üzerine isteklerini kabul etti ve kendileriyle bir antlaşmayaptı.(Yazıcı,1997:240) Mısır Valisi Ahmed b. Tolun 878 yılında Halep’i istilâ etti, ancak Abbâsîler daha sonra şehri geri aldılar.(884) Halep Zengîler ve Eyyûbîler döneminde çok parlak bir çağ yaşadı. Nûreddin Mahmud ilme ve âlimlere çok değer verirdi. Onun Suriye’de inşa ettirdiği medreseler şeriatın öğretildiği, fıkhî tartışmaların yapıldığı birer dinî enstitü haline geldi. Halep 1014’de Fâtımîler’in eline geçti. Fâtımî Devleti’nin zayıfladığını görünce Halep camilerinde Abbâsî Halifesi Kâim-Biemrillâh ve Selçuklu Sultanı Alparslan adına hutbe okutmaya başladı. (1070). Sultan Alparslan Mısır seferi sırasında Halep’i kuşattı; kısa bir müddet sonra da Mahmûd şehrin anahtarlarını teslim ederek Selçuklular’a bağlılığını bildirdi. Melik Gâzî devrinde (1212) Halep en parlak ve müreffeh dönemini yaşadı. Ticarî hayat canlandı, birçok mimari eser yapıldı; şehir yeniden bir ilim ve kültür merkezi haline geldi. el-Melikü’nNâsır II. Yûsuf devrinde (1260) Memlükler’le başlatılan mücadele halifenin müdahalesiyle sona erdi. Hülâgû 1260’ta şehri ele geçirerek yakıp yıktı. Aynicâlût Savaşı’nda mağlûp olan Moğollar Halep’i Memlükler’e bıraktılar (1260). VIII. (XIV.) yüzyılın başında Moğol kumandanı Kazan b. Argun şehri tekrar aldıysa da üç ay sonra terketti. (Yazıcı,1997:242) 1348’deki veba salgını pek çok kişinin ölümüne sebep olmuş, 1400’de de Timur surlar ve kale dahil bütün şehri yakıp yıkmış,

sayı//71// haziran 54


üç gün süren yağmalama sırasında 20.000 kadar kişi öldürülmüştür. 1516’da başlayan Osmanlı yönetimine kadar devam eden Memlük döneminde Halep genel anlamda kalkınmışsa da açlık, kıtlık, bazan günde 500 kişinin ölümüne sebep olan veba salgını ve sık sık şehri harabeye çeviren deprem gibi felâketlerden de kurtulamamıştır. Halep’teki ticarî hayat Haçlı seferlerinden sonra daha çok canlanmıştır. Çarşılarda fildişi, demir, dokuma, sergi ve seramik eşya cinsinden aranan her şey bulunabiliyordu. Şehir, özellikle Kınnesrîn’in harap olmasından sonra doğu ve batı arasında önemli bir ticaret merkezi haline geldi. Buradaki, bazıları bugün dahi faaliyetini sürdüren hanlardan yola çıkan kafileler Suriye’nin çeşitli şehirlerine, Anadolu’ya, Irak’a, İran’a, Hicaz’a, Yemen’e, Umman’a, Hindistan’a, Çin’e, Mısır’a ve Kuzey Afrika ülkelerine kadar giderdi. Ticarî önemi sebebiyle Ortaçağ’da Avrupalılar’ın Yeni Tedmür dedikleri Halep, Portekizliler’in 1497’de Hindistan ticaret yolunu bulmalarına kadar mevkiini korudu; bugün de Kuzey Suriye’nin en önemli ticaret merkezidir.

Katip Çelebi de Halep ile ilgili hatırası olan devlet ve fikir adamlarımızdan biridir. Anlatıldığına göre;1631/32 de tekrar İstanbul'a döndü ve yine Kadı-zadenin derslerine devam etti. 1043 (1634/ 35) de Veziriâzam Mehmet Paşa'nın serdarlığında, asker kışlamak üzere Haleb'e çekildiği zaman, Kâtip Çelebi Halep'ten Hicaz'a gitti. Mekke'yi ziyaretinden dönüşünde, ordunun Diyarbakır'da bulunduğu sırada, kışı bu şehirde kimi bilginlerle sohbet ve tartışma ile geçirdi. 1044 (1634/35) de IV. Sultan Murat'la Revan seferine gitti. Halep'te oturduğu sırada sahhaf dükkânlarında gördüğü kitapları inceleyerek adlarını yazmağa başlamıştı. (Kâtip Çelebi’den aktaran Gökyay,1982:1-2-3-4-5-6)

Yavuz Sultan Selim’in Memlük Sultanı Kansu Gavri’yi mağlûp ettiği Mercidâbık Savaşı’ndan sonra (24 Ağustos 1516) Osmanlı hâkimiyeti altına giren şehir (28 Ağustos 1516), bu sırada doğu ile batı ticaretinde önemli bir merkez olarak gelişme göstermekteydi. Osmanlı hâkimiyetiyle birlikte şehrin geçmişinde rastlanmayan büyük bir gelişme devri başladı ve bu dönem Halep tarihinin birçok bakımdan en parlak dönemini teşkil etti.

Bu tarihten itibaren de, gümrük mültezimi bir müslüman olmadığı sürece görev hep yahudilerin elinde kaldı. Yahudilerin konumu öylesine sağlamlaştı ki 1712 tarihinde kaydedilen bir ifadede, Yahudiler Halep Gümrüğündeki tüm görevlerin miras yoluyla kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlardı. Bu tekel, Babıali'nin Halep gümrüğünden onları uzaklaştırdığı 1830 yılına kadar sürdü.

Halep’in bir eyalet merkezi haline gelmesi, Kuzey Suriye’nin ekonomik ve siyasî yönden gelişmesinde önemli rol oynadı. Şehir kültür yönünden Şam, Kahire ve kutsal şehirlerin yer aldığı Hicaz bölgesiyle kuvvetli bağları dolayısıyla tam bir Arap nüfuzu altında kalırken siyasî açıdan bölgenin tarihinde hayatî bir yere sahip oldu ve güneydeki gelişmelerden çok az etkilendi. (Masters,1997:245) Doğu Arabistan’ın Osmanlı kontrolü altına girmesiyle Halep Doğu Akdeniz’in çok önemli bir ticarî merkezi oldu ve XVI. yüzyılda Avrupalılar’ın ticarî faaliyetleri Şam’dan Halep’e doğru yön değiştirdi. Fransızlar 1557’de Halep’te konsolosluk düzeyinde temsilcilik kurdular.1581’de İngiliz Levanten Şirketi I. Elizabet’ten kendisi ile Halep arasında uzun ve kazançlı bir ilişkinin başlangıcına işaret eden imtiyazını aldı.

Sonraki yıllarda önemli bir ticaret merkezi olan Halep'in İngiliz ticaretindeki önemini,kentte ticari temsilci olarak faaliyet gösteren İngiliz sayısı da yansıtıyordu. Şehirdeki Levanten Şirketi sahibi Henry Maundrell, 1697’de sadece on altı Fransız tüccar ve iki Flemenk’in oturduğu Halep’te kırkın üzerinde vatandaşın ikamet ettiğini bildiriyordu. (Masters,2012:41)

Evliya Çelebi, Haleb’i ziyareti sırasındaki kent nüfusunu 400.000 olarak verir. Evliya Çelebi,kenti her türlü malın bulunduğu, 61 cami, 217 Kuran Okulu, 5.700 dükkanı, 7000 bahçesi, 105 kahvehanesi ve 176 sufi dergahıyla olağanüstü hareketli bir ticaret merkezi olarak tasvir eder.Söylediğine göre konuştukları Arapça pek zarif olmasa da kent halkı sade ve Allah korkusunu bilen kimselerdi. 16. Yüzyıl sonlarında 80.000 civarında olan şehir nüfusu, kolera ve veba salgınlarının defalarca kırıma yol açmasına rağmen sürekli bir artış sergileyerek 17. yüzyıl ortalarında yaklaşık 120.000'e ulaşmıştı.Bu, Halep’i Osmanlı İmparatorluğu'nun, İstanbul ve Kahire’den sonra üçüncü en büyük kent merkezi yapıyordu. Bu eyalette dinsel hoşgörü Hükümet yetkililerince açıkça dile getirilmektedir. Bu 55


ilkenin çiğnenmesi yönünde hiç bir yaklaşım söz konusu değildir. Hatta bu hoşgörü son zamanlarda ulema tarafından çok çarpıcı bir tarzda sergilenmiştir.Ulema sokaklarda Hiristiyanlara kötü davranan Müslümanları çeşitli kereler azarlamış ve en saygın imamların bazısı camilerde açıkça, Kuran'dan alıntılarla kanıtlayarak, Tanrı önünde insanların eşit olduğu biçiminde vaazlar vermişlerdir. (Masters,2012:86)

ve çöküş dönemine girildi. Kentin Türkçe konuşan valileri o kadar sık değiştiriliyordu ki bunların bir kısmı şehre bile varamıyordu. Vilayetlerdeki komutanlardan bazıları mahalli mütegallibeden, şaibeli insanlardır. Mesela, Yakovalı Rıza İşkodra kumandanı iken daha sonra Halep'e gönderilmiştir. Esad Toptani, Yanya vilayet kumandamdır. Valiler bu zor insanlarla sorunlar içinde yaşamaya alışmışlardır.(Kırmızı,2016:193)

İran Safevî Devleti’nin dağılması İran menşeli ipeğin veriminde düşüşlere yol açtı ve daha 1730’larda Avrupalı tüccarlar alternatif kaynaklar aramaya başladılar. Bu arayışlar bir ölçüde Suriye ipeğiyle karşılandı, fakat zamanla Avrupalı tüccarların faaliyetleri azaldı.

Yeniçerilerin tahakkümüne giren Halep'te, halk 1813 ve 1820 de ayaklandı. Birçok defalar adı geçen Vezir Hurşit Paşa, en şiddetli tedbirlere başvurarak, bu ayaklanmayı bastırmak zorunda kaldı. Osmanlı merkezî gücü, II. Mahmud dönemine kadar düzeni sağlayıp duruma yeniden hâkim olmayı başaramadı. Düzenin sağlanması ve kontrolün yeniden tesisi de kısa ömürlü oldu. 1832’de Mısırlı İbrâhim Paşa Halep’i işgal etti ve şehir 1840’a kadar Mehmed Ali Paşa’nın hâkimiyetinde kaldı. Halep'in 20. Yüzyıldaki yeni yüzü kenti büyük savaş'tan önceki yıllarda ziyaret eden Mark Sykes tarafından coşkulu bir biçimde şöyle tarif ediliyordu:

Halep'te Avrupalı Katolik tüccarların varlığı, çok sayıda aktivist din adamına kentte kalmaları için uygun bir mazeret yarattı.Örneğin 1681'de şehirde yirmi sekiz Fransız papazı vardı ve bu miktarın Halep'te o sırada ikamet eden Fransız tüccarların ihtiyaç duyduğundan çok daha fazla olduğu ortaya çıktı. (Masters,2012:65) Rumen tarihçi Yorga da bu anlamda şu tesbiti yapar:14000 binasiyle Halep, çok zengin bir şehirdi. Burada Avrupalılara ait birçok ticaret evleri vardı. Bunlardan dokuzu Fransızların; üçü İngilizlerin, üçü İtalyanların ve biri Hollandalılarındı. Son zamanlarda buranın Avusturya konsolosları Yahudiler, Rus konsolosları ise sivrilmiş Rumlardı.Her derecedeki katolik rahipleri burada ticaretle meşgul oluyorlardı.Rakiplerini bertaraf etmiş olan Karmelit'ler, dünyevi kıyafetle hekimlik mesleğini de icra ediyorlardı (Yorga,1948:60-61) Halep çarşılarının üstü kapalıydı ve yazın görece olarak serin oluyordu. Ayrıca tüm anlatımların ortaklaştığı bir nokta da çarşıların yıl boyu dikkat çekecek kadar temiz olmasıydı.Yerlerdeki çer çöp bir başka lonca tarafından toplanıyor ve kentin hamamlarının işletmecilerine satılıyordu.Çarşılar çok sayıda çeşme, hamam, cami ve halka açık geniş tuvaletlerle hizmet veriyordu. Bunların hepsinin bakımı bir başka dini vakıf tarafından sağlanıyordu. İngilizler 1718'de bir imparatorluk fermanıyla ithal ya da ev yapımı, üzümden içki yapma haklarını onaylatmışlardı. (Masters,2012:56) Halep’in talihi XVIII. yüzyılda değişmeye başladı sayı//71// haziran 56

Sekiz yıl önce ilk kez gittiğimde tipik bir Kuzey Suriye kentiydi. Kalabalık, harap pazarlarında pislik ve hastalık hüküm sürüyordu.Binalara bakıldığında en göze çarpan özellikleri, yıkılmaya yüz tutmuş olmaları ve zavallılıklarıydı. Ekmekçi tezgahlarına aç gözlerle bakarak sarsak sarsak dolaşan yarı aç askerler şehrin hemen kapısından öteye doğru uzanan kıraç ve ekilmemiş topraklar inşaat halinde kalmış binalar ve Müslümanların yabanıl aptalca tutuculuğu bir yokluk cehalet ve çöküntü manzarası oluşturuyordu. (Masters,2012:90) XIX. yüzyılda Suriye bölgesinde Halep’in iktisadî ve siyasî durumu Şam ve Beyrut’un yükselişiyle sarsıldı ve çökmeye yüz tuttu. 1918 Ekiminde İngiliz ve Arap kuvvetleri Osmanlı kuvvetlerini Şam’dan Halep’e doğru geri çekilmeye zorladı. Aneze bedevîlerinden teşkil edilen Arap ordusu 23 Ekim’de şehri işgal etti. Böylece Halep Faysal el-Hâşimî idaresindeki krallığa katıldı ve 402 yıllık Osmanlı idaresi sona ermiş oldu. Halep, 1877 Osmanlı-Rus Savaşında Erzurum’da savaşan Komutan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın asker ve erzak istediği bir eyaletimizdi. (Ahmet Muhtar Paşa,1996:263)


Halep, Osmanlı döneminde vakıflar sayesinde büyük çarşılara sahip olduğu gibi İstanbul tipi uzun ince minareli camileriyle de bu devrin özelliklerini aksettirir. Mimar Sinan’ın ilk eserlerinden Hüsrev Paşa ve Behram Paşa camileri yanında Ahmediye, Şâbâniye ve Osman Paşa medreseleri de dikkat çekici eserler arasında zikredilebilir. Bazıları Türk rokokosu üslûbunda XVII ve XVIII. yüzyıla ait konakları, olgun yapı teknikli cepheleriyle dönemin mimarisinin güzel örneklerini oluşturur.Şehirde günümüze intikal eden birçok eski medrese bulunmaktadır. Bunların en önemlisi Medresetü’l-Firdevs olup 633 (1235) yılında, Ferâfire Hankahı gibi Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’n-Nâsır Yûsuf’un karısı Safiyye Hatun tarafından yaptırılmıştır. Halep’te Yelboğa en-Nâsırî Hamamı gibi Eyyûbî ve Memlük dönemlerinden kalma hamamlar da bulunmaktadır. (Yazıcı,1997:244) Bir başka şahitin 1892 yılın ait anlatımına göre; Haleb derûnunda (içerisinde) enbiyâ-i izâm-ı zevi'l-ihtirâmdan (muhterem peygamberlerden) Hazret-i Zekeriyyâ —aleyhi’sselam— ile Şem'ûn, Kâleb bin Lukya, Nu'mân, Bankus Hazerâtı'nın merâkıd-i şerîfeleri (hazretlerinin kabirleri) mevcut olup, ziyaretgâh-ı enâmdır (insanlarca ziyaret edilir).Âsâr-l atîkadan (eski eserlerden) Cami-i Kebîr (Ulucami) ile Osmâniye ve Âdiliye cevâmi'-i şerîfesi (camileri), şayan-ı temaşa ebniye-i mebrûkeden (görülmeye değer kutlu yapılardan) oldüğü gibi, kışla-i hümayun dahi mebânî-i cesîmedendir (büyük binalardandır). Hükümet konağı ve çarşı ve bedestanı dahi pek güzeldir. Mevcut ebniye (binalar), kâmilen (tamamen) kargir olmak üzere, yedi-sekizbin raddesinde olup, zükûr u inâs (erkek-kadm) kırkbeşbini mütecaviz (aşkın) nüfus(u) şâmildir. Nüfus-ı mevcûdenin sülüsânı (mevcut nüfusun üçte ikisi) İslâm (müslüman) ve sülüsü (üçte biri) yahudi ve hristiyan olup, lisanları umumiyetle Arabî (Arabca) ise de, Türkçe dahi kesretle müsta'mel ve mütedavildir (Özalp,2018:183) 1.Dünya savaşı sırasında Halep, başka vilayetlerden sürgün edilen bazı Ermenilerin iskan edildiği şehirlerden biri olur. İskân sırasında Türkleştirilmesi istenen ve Anadolu'da kalmasına izin verilen gayri Türk ve gayrimüslimlerin Türkler arasında % 5 oranında, Ermenilerin ise iskân bölgelerinde % 10 ve Halep bölgesinde % 2 oranında iskânları için istatistik yine vazgeçilmez bir araçtı (Dündar,2008:425)

Şimdi bize çok uzaklarda bir şehir olarak gözüken Halep, bir dönem Hatay, Kahramanmaraş, Gaziantep gibi vilayetlerimizi kapsayan bir eyalet merkezi idi.1.Dünya Savaşında İstanbul tehlikeye düşünce, başkentin neresi olması gerektiği tartışılırken Alman general Golç paşadan farklı bir teklif gelmişti. İtilaf Devletlerinin ordu ve donanmasının Çanakkale Boğazı'na hücumu, Türk hükümet çevrelerine, İmparatorluğun başşehrinin kritik durumunu ve İmparatorluk için beraberinde getirdiği tehlikeyi hissettirdi. Payitahtın yerinin her türlü tehlikeden uzak merkezi bir yere nakledilmesi gereği üzerinde ateşli müzakerelerin yapılması tabii idi. General von der Goltz, Osmanlıcılık ve İslamcılık bakımından Türk-Arap yerleşim alanının sınırında bulunan Halep şehrinin Sultan ve Halife payitahtı ve idare merkezi için elverişli yer olduğunu söylüyordu. (Pomiankowski,1997:130) Ortaylı’nın naklettiğine göre ekonomik hayatımızda da Halep’in çok özel bir yeri vardı:19. yüzyıl ortalarında Osmanlı İmparatorluğu'nun büyük kısmında demiryolu ve nitelikli, düzgün bir karayolu şebekesi yoktu. Bu Akdeniz imparatorluğunda deniz ulaşımı da büyük ölçüde yabancı kumpanyaların elindeydi.Orta Anadolu'nun bazı vilayetleri Halep'in dokumalarını alırken, Kars sancağı hiçbir Osmanlı eyaletiyle Rusya ve İran'la olduğu kadar yoğun ticari ilişki kurmamıştı (Ortaylı,2004:201). Halep’i anlatmaya önümüzdeki sayıda da devam edeceğiz inşallah… KAYNAKLAR

• Gökyay Orhan Şaik, (1982),Katip Çelebi, Yaşamı, Kişiliği, Eserlerinden Seçmeler,İstanbul:İşBankasıYay. • Kırmızı Abdülhamit,(2016), Abdülhamid’in Valileri/ Osmanlı Vilayet İdaresi (1895-1908), İstanbul: Klasik Yayınları-Masters Bruce,(1997),Halep, DİA, cilt: 15, sayfa: 244-24Ortaylı İlber,(2004), İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: İletişim Yay. • Özalp,Ömer Hakan, (2018) İstanbul’dan Bağdat’a Mektuplarla Bir Anadolu ve Ortadoğu Seyahati 1892,İstanbul: İşaret Yay. • Pomiankowski Joseph,(1997),Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü, İstanbul: Kayıhan Yay. Yazıcı Tâlib,(1997),Halep, DİA, cilt: 15, sayfa: 239-244 • Yorga Nicolea, 1948, Osmanlı Tarihi,(Son Cilt),Ankara Üniversitesi Yay, Ankara, 57


ağ, un, şeker, süt veya suyla hazırlanan helvamız asırlardır damaklarımızı tatlandırmaktadır. En çok tüketilen lezzetlerin başında gelen helva, asırlardır yörelere göre değişik tariflerle damağımızdaki yerini korurken, kederimize, sevincimize ortak ederek kültürel makamını da belirlemiş oluyoruz. Helvanın sadece ‘ölüm aşı’ olarak değil doğumdan ölüm sonrasına; sünnet, düğün, asker uğurlaması, ev almak, yeni bir işe başlamak ve hasat başlangıcı gibi önemli günlerimizde pişirilerek aile, akraba ve komşularla birlikte yenilmesi inanç değerlerimizle örtüşmektedir.

NE DURUYORSUN

“HELVA” YAZSANA! “Helva kime nasipse o yer, parmağı uzun olan değil.” Hz.Mevlânâ Erbay KÜCET

sayı//71// haziran 58

Yiyecek olmasının ötesinde sosyolojik bir anlam yüklediğimiz bu tatlının bugün Balkanlarda “Türk helvası” olarak yenildiğini ifade etmek isterim. İslâmiyet ile kültürümüzde yer aldıktan sonra bizlerle yaşamaya başlayan helvayı deyim, mani, ninni, türkü ve atasözlerimize konu etmişizdir. Mizah geleneğimizin en tatlı temsilcisi Nasreddin Hoca’ya sormuşlar. “İlminle irfanınla övünürsün. Anlat bize sen ne büyük keşiflerde, icatlarda bulundun. Senin de icadın vardır elbet…” Hoca düşünmüş taşınmış, “Var tabii ki” demiş. “Kar helvasını ben icat ettim.” “O ne ola ki?” demiş halk. “Kış gelip kar yağınca az kar kürüyüp bir tasa koyun, üzerine şeker, şurup, pekmez dökün afiyetle yiyin. İşte onu ben buldum” demiş. Hocanın dediğini yapan ahali, durumdan hiç de memnun kalmaz Hoca’ya şikâyete gider. “Yahu Hoca, bu nasıl icattır? Pekmezimiz de boşa gitti, beğenmedik icadını!” Ahalinin şikâyetine hak veren Hoca; “Yaptım ama ben de beğenmedim” dediği anlatılır. Bir gün Akşehir çarşısında dolaşırken, canı helva çekmiş. Canı çekmiş çekmesine de, ne yapsın, cepte metelik yok. İlk dükkâna girip un, şeker ve yağ var mı? Sualine “var” cevabını alınca “ Eee, mübarek, ne duruyorsun, helva yapsana!” sözlerini bilmeyeniniz yoktur. Yine bir gün vitrinde gördüğü helvayı canı çeker. İçeri girip helvayı kaşıklamaya başlar. Durumu gören dükkân sahibi “Be adam parasını ödemeden helva yenir mi?” Hoca duymazlıktan gelip kaşıklamaya devam eder. Dükkân sahibi hocanın üstüne yürüyüp sille tokat dışarı atar. Hoca dışarıda birikenlere dönüp “Şu Konyalılar ikramı çok seviyorlar, insana döve döve helva yediriyorlar.” Her ortamda nasıl hareket edileceğini, nasıl konuşulacağını çok iyi bilen birisi “Helvâ demesini de bilirim, halva da” derken kestirmeden örnekleme yaparız Kaçırılmış fırsat anlamında ise “Yandı gülüm


keten helva” deyimini kullanırız. Lâle devrinin ünlü şairi Nedîm helva sever miydi, sevmez miydi? Bilemem, mazmunlarında helva ile sevgilisi arasında kurduğu bağ önemli; Hattun gelicek âşıka bûse mukarrer Helvâ gicesidir hattın ey lebleri sükker. (Ey şeker dudaklı sevgili! Yeni çıkan ayva tüylerin helva gecesidir ve (bu durumda) âşıkına öpücük vermen kararlaştırılmıştır (uygundur). Helvâlara söz yok hepisi nâzik ü şîrin Hoş cümlesi ammâ kim efendim leb-i dilber. (Helvalara söz yok, hepsi güzel ve tatlı fakat (hepsinden güzeli) dilberdudağı (dır). Devrin sadrazamına duâ ifadesi taşıyan şu beyitleri de dikkatlerinize arz etmek isterim. Âsafâ sen sohbet-i helvâda şîrin-kam olup Her şebin kılsun nice şevk u meserretle güzâr Düşmenin helvâsı da burnunda koktu gâlibâ Zannım odur kim zamân-ı sayfa dek itmez karar. (Ey Sadrazam! Helva sohbetinin tadı damağında kalsın, her gecen keyifli ve neşeli geçsin. Düşmanın helvası galiba burnunda koktu; öyle sanıyorum ki yaza kadar çıkmaz (ölür). Helvası burnunda kokmak deyimi ölümü yaklaştı, eceli geldi anlamında söylenir. Bebeğini ayağında sallayıp uyutan bir annemiz, Bir elinde tava sapı Bir elinde helva topu Okumuştu soyu sopu Ninni yavruma ninni .. Diyerek bebeğini sallarken, halkımızın farklı etkinliklerde doğaçlama söylediği mânilerimizi de hatırlayalım; Helvaya keser vurdum İçine ceviz koydum Alacağım kız seni Ben bu yola baş koydum. Helvayı dövemedim Yârimi göremedim Yoluna öl dediler Can tatlı ölemedim Helvacıyım helvacı Bir evde iki bacı

Hangisini alayım İkisi de baş tacı Hiçbir helvada yoktur Koz helvasının tadı Alacağım o kızı Benimle çıktı adı. Helvaya ceviz kattım Pazara inip sattım Yar yanımdan geçerken Dikkatli gene baktım.

Allah sabredenlerin yardımcısıdır. Sabır mutlak surette iyi sonuç verir. Sabırla iş gören ve her işinde sabrı düstur edinen kişi, hiç olmayacak gibi görünen durumlarda bile başarıya ulaşır. ‘Sabır ile koruk helva olur’ deyimini “Sabırla koruk helva, dut yaprağı atlas olur” atasözüne dönüştürerek sabrın her gelen olumsuzluğu

kabullenmek olmadığını, aksine bir işin başarılması için gerekli mücadelenin verilmesi esnasında karşılaşılan güçlüklere göğüs germek, azim ve kararlılıkla mücadeleye devam etmek olduğunun altını çizerken sabredilirse ekşi koruk tatlılaşır, helvaya dönüşür. Keza dut yaprağı da ipek böceği tarafından yenilirse salgılanıp ipek olur. Halk arasında kış helvası diye de bilinen tahin helvasının soğuğa karşı direnci artırdığını, güç ve kuvvet verdiğini ilim erbabı ifade etmektedir. Uzun kış gecelerinde âlimler, şairler, sanatkârlar helva yemeye davet edilerek ilmî, edebî sohbetler yapılır, hoşça vakit geçirilirmiş. Musiki faslına geçildiğinde musikişinaslar ve hanendeler meclisi şenlendirerek sohbetin keyfini çıkarıyorlarmış. Tahin Helvası, Koz Helvası, Kâğıt Helvası ve Yaz Helvası gibi imalathanelerde üretilenler dışında evlerde bilmece, mâni ve türkü eşliğinde hazırlanan Un Helvası, Gaziler Helvası, Memnûniye, İrmik Helvası, Helvây-ı Hâkanî, Cem Sultan Helvası, Keten Helvası, Tel Helvası, Ayva Helvası, Hersûde, Acı Helva ve Kabak Helvası’nı bugün bileni ve yiyeni de kalmamıştır. Anadolu'nun birçok yerinde tel helvası, kış gecelerinde komşuların davet edilen ev toplantılarında yapılır, ikram edilirdi. Keten helvasının ilginç ve zor yapılışını seyretmek eğlencelerin bir parçasıydı. Helva çekilirken, bilmeceler, maniler, türküler söylenir; bir taraftan çalgı çalınır. Bu gece toplandık burada hazla Gelin kardeşlerim helva çekelim Şekeri ezerken kırmayın fazla Gelin kardeşlerim helva çekelim Helvamız çok tatlı ve tel tel olur Dostlar, sohbetimiz mükemmel olur Kış günü Afyon'da bir emel olur Gelin kardeşlerim helva çekelim Sözümüz, ağzımız tatlı tatlıdır Çekilen helvamız katlı katlıdır Helva çeken dostlar hep kanatlıdır Gelin kardeşlerim helva çekelim Kültürümüzün bir parçası, en çok tüketilen yiyecekler arasında yer alan helvayı bir şişe gazoz ve yarım ekmek arasında şu eski türkünün sözleriyle lezzetlendirmeniz düşüncesiyle yazımı noktalıyorum. Çadır altı minare / El ettim eski yâre Anam kurban ben kurban da / Setre pantollu yâre Helvacı helva / keten tohumlu helva / şeker lokumlu helva 59


- Geçen hafta sonu bir arkadaşımla yazlıklarına gittik Hocam. - Oh oh Aliciğim, zevkli miydi bari? - Eğlenceliydi Hocam, da... - ‘da’sı ne, hayırdır? - Şimdi anlatsam; dedikodu olur mu, haklarına girer miyim o zevatın bilemedim.

FIRTINA SONRASI Bir yarın, ‘evvel giden ahbâba’ selâm ederken; diğer yarınla, eksik yanınla, kırık-dökük tarafınla bir menzili adımlamakmış hayat. İbrahim BAŞER

Her bir araya gelişte hava ne zaman biraz ağırlaşır gibi olsa devreye girer, keyifli bir teneffüs arası yaşatırdı adeta. İşte gene hepimizin merakını gıdıklamayı başarmıştı Ali abi. Evin hanımı dayanamayıp hepimizin merakını dillendirdi nihayet: - İlâhî Ali; sanki hiç dedikodu yapmazmış gibi... Anlat hadi, çatlatma insanı! Dost meclisinin sohbet halkası dalgalanır gibi oldu. Halkadaki biz 6-7 genç, evin şirin kızları ve anneleriyle birlik olup bu mecazi günaha elbirliğiyle cevaz vermiştik ki... ...demli çaylara katık edilen muhabbet halkasının merkezindeki babacan insan söze set koydu: - Gitmeyin çocuğun üzerine. Dedikodu olup olmayacağı onun niyetine göre değişir. Öyle düşünüyorsa öyledir. O vakit anlatma Aliciğim istersen. Hepimizin büründüğü o ‘merakla karışık ısrar’ esvapları bir anda eğreti mahcubiyet elbiselerine dönüşüverdi. Öyle ya; az evvel okunan; “Dinle neyden kim hikâyet etmede / Ayrılıklardan şikâyet etmede”, diye başlayan Mevlânâ sözü Mesnevi'nin şerhi üzerinde kafa yorup, gönül düşürmemiş miydik? Nasıl olurdu da onca laftan sonra böylesi açık düşerdik? Fakat sohbet halkasını çekip çeviren ve hepimizde “en çok beni seviyor” kanaati oluşturmayı başaran sevgili Hocamız; zekâları kıvrak ve kanları deli deli akan karşısındaki genç dimağlara gerekli mimi koyduğunu fark etti. O akşam oradan kimsenin özgüveni kırık, süngüsü düşük ayrılmasına gönlü razı gelmedi. Ayrıca Ali’nin gözlerindeki ifade de, “Hocam, müsaade et de anlatayım”, tadındaydı galiba. Eee, eski talebesiyle aralarında bu kadarlık bir hal lisanı da olsundu artık! - Mamafih Ali, ben de merak ettim, ne anlatacaktın Allah aşkına? Mahcubiyetle öne eğdiğimiz başlarımız, Hoca tarafından yakılan bu yeşil ışıkla çiçeklenerek

sayı//71// haziran 60


Ali abiye odaklanan bakışlara evrildiğinde o, çoktan konuşma hazırlığına geçerek çayını derin bir yudumla tüketip, bardağını sehpaya koymuştu bile. - Peki, o zaman anlatıyorum. Akşam yemeğinin sonlarına doğru açık havada, mehtap altında muhabbeti demliyorduk. Arkadaşım konuyu bana getirip, sesimin güzelliğini ballandırmaya başladı. “-Öyle amaaa...”, diye cıvıldayan evin kızlarına hep birlikte destek verdik. Allah için sesi güzeldi, şahane sanat müziği okurdu Ali abi ve taşı gediğine koyuverdi. - Estağfurullah... Aslında 'eyvallah' mı deseydim bilemedim şimdi. Bir gülüşmeyle dalgalandı sohbet. Havaya girdiğimizi görünce biraz daha teatral bir ifadeyle devam etti: - Ev sahibi hanım teyze, “Aa, ne hoş; kahveleri içerken bize de biraz şarkı söyleseniz”, teklifinde bulundu. - Sen ne dedin peki? - Ne diyeceğim Hocam, serde sanatçılık var ya, biraz nazlanasım tuttu; ‘Bilmem ki efendim, gece gece komşulara rahatsızlık vermeyelim', diyecek oldum. - Eee? - Ev sahibi hanım, beni nasıl ikna etmeye çalıştı dersiniz? - Nasıl? - Nasıl? - ... Şöyle bir dinleyenleri süzdü; ki bu ‘bomba geliyor’ demekti: - Söyle evlâdım, söyle; yan komşunun köpeği her gece sabaha kadar havlıyor !! Çayımdan aldığım yudumu püstürteyazdım az daha, öyle bir kahkaha tufanı koptu ki, gül Allah gül... Ortalık sakinler gibi olunca Hoca girdi lafa: - Eh Ali, o sözden sonra şarkı filân okumadın herhalde? - Yok Hocam, okudum vallahi! Tekrar gülüşler, kahkahalar ... 35-40 sene evvelden gelen kahkahaların

yankıları kulağıma neden değdi bilmiyorum. O sohbet halkasının her ferdi kendi hayat yolculuğunda yürüdü gitti. Evvelâ Ali abi veda etti. Amansız bir kanserle girdiği bilek güreşini kaybettiğinde 28 yaşını sürmekteydi. Cenazesi, evinin karşısındaki camiden kaldırılırken, can paresi oğlu 2 yaşında bile değildi. Aylarca her ezanda divanların altına saklanmış yavrucak; “- Babam bu sesle gitti!”, diye... 10 sene sonra "Hoca"sız kaldık. Say ki öksüz kaldık! Mütebessim çehresine gözyaşları içinde son abdest suyunu dökerken talebeleri, 48 yaşındaydı o da... Ve yıllar sonra halkanın toy delikanlılarından birisi daha veda etti. Kabrine toprak atıp, Fatihalarla çiçekledikten bir hafta sonra profesörlük yazısı geldi. Ne diyordu şair, "Hüzün ki en yakışandır bize". Bir yarın, ‘evvel giden ahbâba’ selâm ederken; diğer yarınla, eksik yanınla, kırık-dökük tarafınla bir menzili adımlamakmış hayat. 'Fırtına' sonrası, ‘Hayri’hi ve şerrihi minallahü demekmiş 'Murad'ımız! Gün ola, harman ola... 61


ENDONEZYA’DA BİR YAZAR VE JAKARTA’NIN HATIRLATTIKLARI O yıllarda komünizm diye bir tehlike vardı. Bugün artık yok. Emperyalist güçler ve uluslararası kuruluşlar yeni düşmanı önce Müslüman ülkeleri birbirine düşürerek çözmeye başladılar. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

uzaffer Baca’ya rica etmiştim “Yurtdışında bir uluslararası toplantıya gidiyorum. Batı Trakya’daki soydaşlarımızın son durumu hakkında bana bilgiler ver de tebliğime koyayım” demiştim. O günlerde Muzaffer Baca TRT Dış Yayınlar Dinleme Servisi’nde İngilizce ve Elence mütercim olarak çalışıyordu. Aynı zamanda Yenimahale Konkur Sitesi’nde de aynı katta komşu idik. Muzaffer Baca Batı Trakya Türkleriyle alakalı sivil toplum kuruluşunda görevleri vardı. Gerçi TRT’de hem talebe ve hem de mütercim olarak çalışan Ahmet Salihoğlu, İskender Osman ve Hasan Müminoğlu adında arkadaşlarımız mevcuttu. Hepsiyle de iyi dostluklarımız vardı. Konuk olarak Batı Trakya’dan gelenler Başkent Ankara’da bir arada olduklarında hem hasret giderir ve hem de sorunlarının çözümüzü konusunda değerlendirmeler yaparlardı. Ağır sıklet güreşçisi gibi babayiğit görünümlü; kilosu kadar, bölgede ağırlığı, itibarı olan, sözü geçen Batı Trakya Müftüsü rahmetli Emin Aga gelir gelmez hemen beni sorar; “Mehmet Beyi de çağırın, Batı Trakya’daki son gelişmeleri ilk ağızdan dinlesin, ona göre yazsın gazeteye, dergilere” dermiş. Muhabbetimiz bir hayli fazlaydı . Mekanı cennet olsun. Ben de bu toplantılara giderdim. Benim yurtdışındaki bütün Türk Dünyası ile alakadar olduğumu yakından bilen Muzaffer Baca bu ricamı hemen yerine getirmişti. Ben de dosyayı alıp, çantama yerleştirdim. BİR TUZAK KURULUYOR

Endonezya konusunda daha önce gidenleri aradım, bulamadım. Herkesin bilgisi kitap ve ansiklopedilerdendi. TRT’nin duayenlerinden fotoğraf ustası mesai ağabeyimiz Özer Esmer “Mehmet bol bol resim çek. Oraları henüz bozulmadı. Önüne ne gelirse deklanşöre bas” demişti. Müdürümüz Orhan Baykal “Jakarta Hilton dünyaca meşhur bir yer. Orada okkalı bir kahve iç” dedi. TRT Haber Dairesi Başkanı Muammer Yazar Bostancı “Keyfine bak, dilediğin gibi yaşa, hayatın zevkini çıkar, herkese öyle uzak yerlere gitmek kısmet olmaz, dolu dolu yaşa” diye hatırlatmıştı. Uzun ve yorucu bir uçak seyahatinden sonra Jakarta’da Jahit Jaya Oteline yerleştik. Hem havaalanında ve otelde bizi çiçeklerle ve folklor gösterileriyle karşıladılar. Gecekondular sayı//71// haziran 62


arasında 5 yıldızlı bir oteldi. Dünyanın dört bir yanından gelen konuklar vardı. En iyi dostluğu ise Japon Müslümanlarla kurabildim. Türk heyetinde Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. Ekmelettin İhsanoğlu, Sakarya Milletvekili Salih Özcan, TRT’den Asaf Demirbaş ve TBMM’nden Naif Caner. İçimizde en tecrübeli Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’tı ve beni bu seyahatte tanıdığını söylerdi hep (1980). Ben ise kendisini 1967 yılından bu yana bilirim ve takip ederdim. Dedi ki “Arkadaşlar her kesin odasına veya posta kutusuna özellikle istihbarat kuruluşlarından (CIA, KGB veya yerel) kitap, kalem, resim vb hediyeler koyabilirler. Bunlara hemen inanmayın. Çoğu yanıltıcı bilgi ve belgeler olabilir, toplantıyı yönlendirmek amacı taşıyabilir, istedikleri kararı çıkarabilmek için tuzak olabilir.” dedi. Şaşırdık. Gerçekten de adımıza açılan otelin posta kutusuna böyle hediyeler yerleştirilmişti. Çoğunu çöpe attık. KARMAKARIŞIK BİR MİLENYUM GİRİŞİ

Toplantı günü aşırı bir kalabalık ve medya ilgisi vardı. Genel Sekreteri Muhammet Saka Emini adında bir Türkün olduğu ve sorumluluğunda gerçekleştirildiği uluslararası bu toplantıyı Dünya İslam Birliği organize ediyordu. Tema ise “İslam Ülkeleri Gazetecileri Konferansı” biçimindeydi. Bugünkü tecrübeme dayanarak hatırlıyorum konferans tümüyle Kur’an-ı Kerim basılması ve yayınlanmasına endekslenmişti. Meal ve tercümesi bile değildi. O yıllarda komünizme karşı büyük bir mücadele başlatan Endonezya’daki bu toplantıda Sovyetler Birliği’ndeki Müslüman toplulukların meseleleri görüşüldü ama Batı Trakya’daki Türklere baskı benim tebliğime rağmen pek alaka görmemişti.

O yıllarda başta ABD olmak üzere Keşmir’de Müslümanlar büyük bir baskı altındaydı. Ancak esamesi bile okunmadı. Öyle görünüyordu ki tamamen antikomünist bir toplantı yapılıyordu. Bugün artık komünizm yok, emperyalist devletlerin hedefinde yine İslam coğrafyası var. “Arap Baharı” diye; Tunus kurulan tuzaklara düşmedi, diğerleri kan gölüne döndü. Ancak bugün istihbarat savaşları oluyor önemli bir mütefekkir Gannuşi’nin ülkesi Tunus’ta, darbe girişimi ortaya çıkarıldı ve çok sayıda üst görevli askerler tutuklandı. O yıllarda komünizm diye bir tehlike vardı. Bugün artık yok. Emperyalist güçler ve uluslararası kuruluşlar yeni düşmanı önce Müslüman ülkeleri birbirine düşürerek çözmeye başladılar. Hiç düşünebilir misiniz petrol zengini ülkeler Suudi yönetimi PKK terör örgütüne kaynak aktarsın, Körfez ülkesi Birleşik Arap Emirliklerini yanına alarak bu politikasıyla örtüşen Kıbrıs Rum Kesimine her türlü desteği versin. Bugün Dünya İslam Birliği yok, böyle bir endişe de yok. Suudiler İslam İşbirliği Konferansı’nı da kendi bildikleri gibi yönetiyorlar. İsrail’in Kudüs ve Filistin topraklarını tamamen yutmaya yönelik uygulamasını, Rusya’nın da Kırım’ı ve Hindistan’ın Keşmir’i tümünle işgal ve ilhak kararını kınamadılar bile. Yemen’de Sudi yönetimince her gün Müslümanları bombalanıyor. BÜYÜKELÇİLİKTE YEMEK VE SOHBET

Jakarta’da o günlerde 5 Türk aile vardı. Büyükelçimiz Haluk Kocaman rahmetli 63


bize bir yemek verdi. Hem bu beş Türk aile ve hem bizim heyetimiz ayrı ayrı masalara yerleştirilmişti. Benim masamda Başkent Jakarata’nın bütün elektrik tesisatını yeniden kontrol ve dizayn eden uluslararası bir kuruluşta görevli genç Türk oturuyordu. Sonra Büyükelçilikten bir diplomat. Bir başkası da mobilya ve gemi inşa sektöründen bir Türk işadamının eşi hanımefendi vardı. Önce hiç kimse birbirine tanımıyordu, vedalaşırken hepsiyle iyi dost olmuştuk. Bize kalsa aynı arkadaşlar aynı masayı paylaşırdık. Demek yanlış yapıyormuşuz yeni dostlar ve muhit edinmek için. Resmi yemeklerdeki hem masalara konukların oturuşu ve hem tabakların, kaşıkların, bardakların nasıl sıralandığına ilk defa pür dikkat etmiştim. Çünkü daha sonraları başıma geleceklerini adım gibi biliyordum. Bir ara Büyükelçimiz Haluk Kocaman’a sormuştum “Efendim, TRT’nin Türkiye’nin Sesi adında radyosu var. Bu radyo hem Türkçe ve hem de bölgelerin özelliklerine göre 16 yabancı dilde(o gün için, bugün 35) yayın yapıyor. Bunlardan hem Türkçe ve hem de İngilizce 2 Yayınımız belli saatlerde sırf bu bölge içindir! Acaba hiç dinlediniz mi?” Cevabı hemen “hayır” oldu. Türkiye’ye döndüğümde bunu TRT Dış Yayınlar Dairesi Başkanı Cafer Demiral’a anlattım ve bir rapor sundum. Cafer Demiral daha sonra beni bir gün odasına çağırarak; Endonezya Büyükelçiliğinden yayınlarımızın dinlendiğine dair raporlarını gösterince küçük dilimi yutacaktım. Acaba hangisi doğru idi? sayı//71// haziran 64

HER EVİN DAMINDA BİR AY

Endonezya Milli Kütüphanesinde hiç bir Türk yazarından kitap yoktu. Bir dergiyi ziyaret etmiştik, çok mutlu olmuşlardı Javalılar. Her yıl İstanbul’un Fethi özel sayısı yayınlıyorlarmış, ancak büyükelçilikten ve Ankara’dan değişik İstanbul ve Fatih resimleri istemelerine rağmen gelmemiş! Çok üzülüyorlardı. Çünkü Hollandalıların işgali sonrasında Sultan İkinci Abdülhamit müracaat üzerine, bir yarbay başkanlığında bir gerilla timini Java’ya gönderilmiş. Osmanlı askerleri Javalıları İstiklal Savaşına hazırlamışlar. Öyle ki Java’yı gezdiğimizde her evin damının üzerindeki “ay sembolü neyi anlatıyor?” diye sorduğumuzda, bize bu olayı hatırlatarak Türk bayrağındaki ay’ı bir vefa sembolü olarak yerleştirdiklerini belirttiler. Jakarta’nın en büyük mabedi de 10 bin kişilik İstiklal Camii. İçerde dini bir müzik okulu eğitim veriyordu. Kızlar daha fazla görünüyordu camide. İçerisinde kitap okuyanlar, ezber çalışanlar, sohbet edenler, uyuyanlar her kesimden insanlar vardı. Hanımlar omuz ve başlarını bir tül örtü ile kapatıyorlardı. Belgenin ekvatora yakın olması mı böyle bir tasarrufu akla getiriyor bilemiyorum. Bunların hepsi üstelik mütebessim insanlardı. Sonra mini Endonezya’yı gezdik. Başkent Jakarta’ya her gelen yabancı mutlaka burayı dolaşıyor ve minyatür yapılar ülkenin milli, dini ve tarihi dokusunu yansıtıyor. Döndüğümde


belediye başkanlarımızı tek tek dolaşarak Mini Türkiye, Mini İstanbul, Ankara, Konya, İzmir desek de belki 20-25 yıl sonra MiniaTürk gerçekleşti İstanbul’da. İyi de oldu. 50 YIL YETECEK KERESTE NEREYE TAŞINIYOR?

Çin nüfusu de önemliydi Endonezya’da. Çin mahallesi, Çin Çarşısı, Çin lokantası her şey var. Ticaret önde. Rahmetli Salih Özcan’ın ayak parmakları hep kaşınırdı. Çinliler hemen dükkan içinde sorununuzu anlatınca bir formül yapıp, otları bir havan içinde karıştırıp, daha sonra da kıvamını bulunca küçük bir kavanoza koyarak size takdim ediyorlar. Çin bölgede sessiz gibi ama çok etkili. Uzak Doğu ve Endonezya’ya İslamiyet’i Arap tüccarlar getirmiş. Suudi yönetimleri özellikle Kral Faysal zamanında bir çok tesise imza atmış, cami, kur’an kursu, stadyum vs. Artık böyle yatırımlar yok. Ülke kendi yağıyla kavruluyor. Bir Endonezyalı meslektaşım ile sohbet ederken anlattıkları dikkat çekici idi. Endonezya başlattığı bağımsızlık savaşını Hollandalılar kaybedeceklerini anlayınca ülkeden gemilerle 50 yıl yetecek ağaç ve mobilya sektöründe kullanılmak üzere ormanları keserek taşımışlar. Allah’tan mümbit topraklar, kuru çöpü atsan, bir müddet sonra yerden fidan ve ağaç olarak fışkırıyor. Endonezya Müslüman nüfusu en fazla olan bir ülke. Özellikle Hac Mevsimi Kabede kendilerine has dizayn edilmiş özel bembeyaz giysileriyle dikkat çekerler. Kısa ve orta boylulardır ve tümünün yüzü tebessüm eder. ORKİDELER ÜLKESİ

hissettiren tapınak, heykel ve tarihi dokusuyla Endonezya’nın ünlü Bali Adasına bal ayı için giden onlarca Türk var. Acaba Endonezya’dan Türkiye’ye geliş gidiş trafiği nasıldır, hangi seviyededir? Dijital veya düz baskı medya organlarına eğer hala yayınlanıyorsa Fatih ve İstanbul özel sayıları için yardımcı olabiliyor muyuz, Milli Kütüphanelerindeki tercüme edilen Türk yazar ve kitap sayısı ne kadardır? Türk müteşebbislerimiz için ne gibi cazip imkanlar vardır?” Merhum Başbakan Necmettin Erbakan’ın fikir babası ve rüyası olan Developing EightGelişmekte Olan Ülkeler D-8 Zirvesinin en büyüklerinden “Endonezya’dan yakınlarınıza ne gibi bir hediye getirebilirsiniz? diye soracak olursanız, hemen cevap vereyim; en başta batik ve altın suyuna batırılmış orkide kolye, küpe veya yüzük..

Endonezya seyahatim sırasında Turizm Bakanı Bursa Milletvekili Barlas Küntay idi. Kendisini ziyaret etmiştim. Türkiye’nin tanıtılması konusundaki faaliyetleri anlatmıştı. “Bir uçak dolusu turizm yazarlarını Türkiye’ye davet ettik. Epeyi bir süre gezdirdik, yedirdik, içirdik, gezip eğlendirdik. Bir dedikleri iki olmadı. Ülkelerine dönünce hiç biri Türkiye gezisini değerlendirmedi, konu etmedi. Sadece biri yazdı, o da aleyhte yazdı!” demişti. Bugün Endonezya Büyükelçimiz bir akademisyen(2020). Siyasal Bilgiler Mezunu Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç aynı zamanda İslam felsefesi konusunda çalışmaları ve kitapları var. Kendisini görsem hatırlatacağım ve soracağım “Türkiye’den Hindu etkisini 65


ŞEHİR SOHBETLERİ 30

CORONA SONRASI ŞEHİRLER,

ŞEHİRLERİN YENİ HALİ -ICoronayı milat görenler var. Öncesi ve sonrası diye. Böyle düşünenler yarının dünün devamı olmayacağı yeni yarın olacağı görüşündeler. Aksini düşünenler eski tas eski hamam diyorlar. Ahmet NARİNOĞLU

ehir sohbeti, insanlığa bin nasihat yetmeyince gelen bir musibet üzerine şehrin zaten pürmelal hali, yeni hale tebdil olmasına mevzu eyledi. Bir türkümüz var ya ‘’Bu hal ne haldir’’ der. Anadolu’da durum tespitinin adı ‘’hal’’dir. Ne hale geldik derken bir vaziyetten yeni vaziyete dönüşü anlatırız. Bu minval üzre şehir sohbeti Corana musibeti ve çıkaracağımız dersler mevzusuna dayandı. Evet, dün neydik, ne gördük, ne ders çıkarmalıyız? Ders çıkarmaya önce şehirlerden başlamaya karar kıldık. Buyurun şehir derslerini beraber çıkaralım. Coronadan sonra yeni dünya düzeni kurulacak diyorlar. Bunu da şu görüşlere dayandırıyorlar. İnsan eski insan olmayacak. Toplum eski toplum olamayacak. Sistemler yeni olacak. Devletler düzeni değişecek. Küresel sistem bir başka olacak. Madem bu kadar değişim (dönüşümde desek olur) olacak? Şehirler yerinde durur mu? Elbette şehirler de nasibini alacak. Şimdiden alıyor bile. Coronayı milat görenler var. Öncesi ve sonrası diye. Böyle düşünenler yarının dünün devamı olmayacağı yeni yarın olacağı görüşündeler. Aksini düşünenler eski tas eski hamam diyorlar. Dün neyse yarın da öyle. Birde Coranayı kurtarıcı yerine koyanlar var. Özlemlerine beklentilerine yeni dünya diyorlar. Nimetler ayağına gelsin istiyorlar. Hâlbuki değişimin sahibi insan ve toplumun şehre bakışta aynısı. Corana insanlığın başına bela olunca, nerde insan varsa onu bulunca, insanoğlu çare üstüne çare arayınca herkes kendine düşen payı almalı ve ders çıkarmalı. Eski tas eski hamam olmamalı. Düzen eski düzen olmamalı. Yanlış yollardan sapılmalı, ibretler alınmalı. Kim? Hepimiz. Coronadan sonra şehirleri düzeni tamamen sarsıldı. Hatta çöken taraflar oldu. Yeni devirde de eski düzenin yürümeyeceği iyice anlaşıldı. Corona şehir düzenlerinin böyle sürmeyeceğini tokat atar gibi gösterdi. Ataları yabana atmayalım. Nice uyarıcı atasözlerimiz var. Şehirler kurarken aklı başında olanlar, ileriyi görenler çok katlı yapılarla kurulan şehirlerin insan doğasına uymadığı, bir gün bedel ödeteceği adeta haykırarak söylediler, yazdılar, çizdiler. Corona musibeti gelince anlıyoruz ki, insanla/ doğayla barışık şehirler kuramadık. Ders alır mıyız? Zaman gösterecek.

sayı//71// haziran 66


Atalarımız ‘’Bir musibet, bin nasihatten iyidir’’ derler. Zamanı tamda burası. Nasihatle şehirlerimizi güzel şehirler kuramadık, şehirlerimizi güzelleştiremedik. Yani nasihat yetmedi. Atasözünün acı gerçeği geride kaldı. Ve o da geldi çattı. Bu zamanede şehirler üzerine dersler çıkarmalıyız.   GÖRÜŞLER Dün haberlerde vardı. Şehirden insanlar kaçıyor. Kaçtığı yerde de bıktığı apartman yerine bahçeli evleri tercih ediyor. Anadolu kasabaları/ köyleri yeniden keşfediliyor. Hâlbuki daha 50 yıl öncesine kadar şehirlere bu kadar yığılmamışken köylerde/ kasabalarda hep bahçeli evlerde otururduk. Evlerimiz toprakla, tabiat ile barışıktı. Ne vakit gelişme, medeniyet, modernlik adına kapitalizmin sonra da küreselleşmenin esiri olduk, şehirlere katlı yapılara tıkıştık. Orda da ticari maksatlı balkonsuz, daracık dairelere hapsolduk. Köklerimizden kopuşumuzu bize musibet öğretiyor. Modern şehirler kurarken insana yazık edişimize bakın. Lüks bir apartman dairesinde eve kapanan insan hemen yanındaki köhne, bahçeli/ azıcık toprağı/ ağaçları olan evdeki adama nasıl da imreniyor. Düne kadar hakir görülen gecekondu şimdi imrenilen yer oluyor. İnsan aslına dönmeyi özlüyor. Demek ki; modern şehirler bizi aslımızdan koparıyor. Şehir kuruyoruz diye doğaya, topraklara yazık etmişiz. Şehirlerde toprak parçası bırakmayıp betonlaştırmışız. Eski antik kentlerde bile binlerce yıl geçmesine rağmen doğa eski haline gelemiyor. Kurulan şehirler asıl doğasına döner mi, inanır mısınız? Şehirde elimiz, ayağımızın değeceği toprak parçası kalmadı. Örnek aldığımız batı medeniyetinin şehirleri insan/ doğa dengesini korudular. Yeşiller içinde şehir, kasabaları var. Bu coğrafyanın toprakları envayi çeşit nebatat yetiştiriyor. Biz neslimizde çok azını gördük. Toprak insan çizmeleri altında tepelenmeyince yeniden canlanıyor. Dün biri, heyecanla bir yitik bulmuş gibi şehirde gördüğü bir çiçekten bahsediyordu. Şehrin ortasında boş bir toprak parçası üzerinde ters lale görmüş. Eskiden büyükleri burada ters lale yetişirdi diye anlatırlarmış. Ne babası, ne kendi gören olmamış. Ters laleyi görünce sevinmiş. Şehirleri de canlı kabul edersek, onunda kirlendiğini,

temizlenmesi gerektiğini kabul ederiz. Bunu insanoğlunun kendi yapmadığına göre, bir musibet yaptırıyor. Ters lale yetişmesi için iklim, su, hava, toprak temiz olmalı, el ayak basmamalıymış. Kısaca şehir temizlenince doğayla barışınca hediye olarak ters lale yeniden yetişmeye başlamış. Dönüp kendimize soralım. Şu yaşadığımız şehirlerde nice canlıların yaşam haklarını elinden almadık mı? Atasözü der ya. Dere yatağını bulur. Nasıl yeryüzü tek renk olsaydı ya! Hayat zevki olmazdı. İnsansız şehirler de hayat süremez. İnsan şehre hakim olunca başta toprak olmak üzere diğer canlılara hayat hakkı tanımıyor. Kuşlar, börtü- böcekler, dört ayaklı diğer canlılar. İnsan şehirde hak hukuk / adaletle yaşarken öteki canlılarda merhametle yaşıyor. Ne yazık ki şehirlerde merhameti çoktan terk ettik. Canlıların yaşam alanları daraldı, çoğu kaybolup gittiler. Geriye sadece kedi- köpekler kaldı. Şimdi şehirler insansızlaşınca görüldü ki, diğer canlılar geri dönüyor. İnsana yani şehir sakinlerine/ sahiplerine düşen, canlıların hayat hakkı tanımaları. Diyorum ki merhamet yahu! İnsanlar şehirde birbirinden uzaklaşınca, münasebetlerinde aşırı gittiklerini gördüler. Artık daha edepli, daha saygı/ sevgili, daha değerler ile barışık yaşamak dersini almışlar demekteyiz. Eski usul hayat tarzı şehri yordu. İnsan hem kendini yordu, hem de şehri yordu. İnsan kendini merkeze aldı. Dünya bir kullanımlık yer görüldü. Hâlbuki insan geçici, dünya emanet. Emaneti iyi koruyup sahibine yani gelecek nesillere bırakmalıydık. Devri hayatımızda bizden sonrası yokmuş gibi şehirler planlanıyor, şehirler kuruluyor. Artık kabullenmeliyiz insan fani, şehir emanet. Ve insan dünyaya sığmadığı gibi şehirlere de sığmıyor. Dahasını istiyor. Çeşit çeşit evler, mekânlar… Devam edecek… 67


KALSEDON TAŞI

VE ÇEŞİTLERİ Kalsedon çeşidi taşların deniz kenarındaki antik bir Anadolu şehri olan Chalcedony’de toplanıp oradan Avrupa’ya gönderilmesidir. Burası Asya'nın kıymetli taş ve madenlerinin toplanıp karşı sahile geçtiği en son noktadır. Bu adla anılan yer günümüzün Kadıköy’üdür. Nuri DURUCU*

ir kıymetli taş çeşidi olan Kalsedonun değişik çeşitleri vardır. Bunlardan Sard adını antik Lidya medeniyetinin başkenti olan Sardes şehrinden almıştır. Kalsedon cinsinin bir çeşidi olan Sard, Karneol ile benzerlik gösterir fakat farklılıkları vardır. Kalsedon cinsinin diğer taşları arasında Lidya taşı, sard, karneol, oniks, sardoniks, mavi kalsedon, agat çeşitleri (çubuk, manzara, yosun, iğneli, ateş, odun, bantlı), krizopras, kantaşı, jasper, krizokola, plasma, prase, süt kalsedon bulunur. 1-KALSEDON:

Kalsedon kelimesinin mazisi kesin olarak bilinmemekle beraber adını Türkiye’den alan bir taş cinsi olduğu düşünülür. Genelde kabul edilen görüşe göre Anadolu’dan ve Ortadoğu’dan gelen bütün Kalsedon çeşidi taşların deniz kenarındaki antik bir Anadolu şehri olan Chalcedony’de toplanıp oradan Avrupa’ya gönderilmesidir. Burası Asya'nın kıymetli taş ve madenlerinin toplanıp karşı sahile geçtiği en son noktadır. Bu adla anılan yer günümüzün Kadıköy’üdür. Hz. Musa'nın kardeşi Hz. Harun'un göğüslüğündeki on iki taşın üç tanesi sardoniks, krizopras ve jasper idi. Orta Asya'nın ticaret yolları üzerinde yaşayan milletler Kalsedonun değişik çeşitlerini kullandılar. Kuzey batı Afganistan'ın Tilya Tepe bölgesinde M.S.1. yüzyıla ait mükemmel Kalsedon objeler yakın zamanda bulunmuştur. Yunanca chalkedon, Latince chalcedonius yazılır. Bu yazılış şekli Yaşlı Plinius'un Tabiat Tarihi Ansiklopedisinde şeffaf bir jasper taşı için kullanılır. Bugünkü yazılışıyla İngilizce chalcedony kelimesi 16. yüzyılın başlarına kadar takip edilebilmektedir. Kalsedon veya kriptokristalin kuvars çok uzun bir tarihi olan değişik bir mineraldir. Kimyasal grubu silikadır. Pek çok farklı renk ve şekillerde bulunur. Bunlar tarihin ilk çağlarından beri takı ve eşya olarak kullanılmaktadır. Bütün dünyada bulunan bu taş gayet ucuz olmasına rağmen çok beğenilir. Renk ve çizgilerinin ardı ardına farklı şekillerde sıralanışı farklı bir görüntü meydana getirir. Bu haliyle amatör tıraşçıların ve taş koleksiyoncularının favori taşlarındandır. 2- LİDYA TAŞI:

*TBMYO El Sanatları Bölümü, Kuyumculuk ve Takı Tasarımı ProgramıGaziantep Üniversitesi

sayı//71// haziran 68

Lidya devletinin en ünlü hükümdarı Kroisos idi. Theokritos (Eid.12.35-36) mitolojik kahraman Ganymede'nin (Tros'un oğlu) dudaklarının, para takası yapanların altının ne kalitede


olduğunu ölçmek için kullandıkları, Lidya taşı kadar güzel olabileceği benzetmesi yapar. 3-SARD:

Adını Türkiye’den alan bir Kalsedon çeşididir. Bu adın kökeni Lidyalıların baş şehri olan antik Sardeis veya Sardes şehridir. Ünlü Fransız elmas tüccarı ve seyyah Jean Baptiste Tavernier Hindistan'a yaptığı altı yolculuğa ait seyahatnamesinin birinde (1670) bu bölgedeki antik harabelerden ve Aziz Yahya'nın Vahiy'inde söz ettiği yedi kilisenin birinden bahseder. Bu antik yerleşim yeri bugün Manisa’nın Salihli ilçesinin sekiz kilometre batısında bulunmaktadır. Sart istasyonu, Sartmahmut (nüfus 1761 [1965]) ve Sartmustafa (nüfus 833[1965]) adlı köyler adlarını bu şehirden alır. Günümüzde bu yerleşimler Salihli belediyesine bağlanmıştır. Bu taşın insanı büyü, efsun ve sihirden koruyacağına, aklı arıtacağına inanılmıştır. 4-KARNEOL (CARNELIAN):

Latince cornum kelimesinden gelir, kızılcık manasındadır. Yarı saydam ile şeffaf arasındadır. Kırmızı, turuncumsu kırmızı veya kahverengimsi turuncu renklerinde olabilir. Bu renkler aynı zamanda renksiz Kalsedonun ısıtılması sonucunda da elde edilir. Türkçede Karneol ve Sard taşları akik diye adlandırılır. Halk arasında ise hakik diye de söylenir. Müslümanlar için önemli bir taştır. Bunun sebebi Hz. Peygamber’in bu taştan mühür yüzüğünün bulunmasıdır. Hz. Osman zamanında bu yüzük kaybolmuş olup yeniden hak edilmiştir. Şu anda Topkapı Sarayı Müzesinde Kutsal Emanetler bölümünde bulunmaktadır. Akikten bahseden bir hadis mevcuttur fakat burada bahsedilen akik taşı değil, Medine yakınındaki Akik vadisidir. Bununla beraber elbette akik taşı kullanmanın mahsuru olmasa da bir yanlış anlaşılma görülmektedir. Akiğin rengini, ışığı değdiği nesneye kırmızı renk veren ve Yemen'de görünen Süheyl yıldızından aldığına dair inanışa da Divan şairleri sıkça değinirler. Cem Sultan'ın ve Necati Bey'in beyitlerinde de buna işaretler vardır. Şairler akiği dudaktan şaraba varıncaya kadar kızıl renkli birçok şeyi anlatmak için kullanırlar. Cevahir-namelerde kızılla sarıdan veya ak ile sarıdan mürekkep çift renkli akik çeşitlerinden

de söz edilir. En makbulünün açık kızıl renkli (gül renkli) olduğu, ikinci sırayı ise 'rabtı' denen kızıl ve sarı (çift renkli) akiğin aldığı belirtilir. Sard taşı Karneol taşından daha koyu renkte ve daha kahve renklidir. Karneol ve Sard arasında renk ve şeffaflık yönüyle belirgin bir farklılık yoktur. 5-SARDONİKS:

Ağustos ayı burç taşıdır (Zebercet ile.) Şeffaf görünüşlüdür. Düz paralel çizgilere sahiptir. Sard taşı renklerine ve siyah-beyaz renklere sahiptir. Almanya’nın Idar-Oberstein kasabası günümüzde Brezilya’dan yüklü miktarda Kalsedon ithal eder. Bunlar kesilir, oyulur, tıraşlanır, boyanır ve tüm dünyaya ihraç edilir. Özellikle renkli taş oymalarından meydana gelen bir müzeye de sahiptir. KALSEDON:

Meydana Geliş Şekli: Tortul veya hidrotermal kayaçlarda meydana gelir. Dayanıklılık: Sertlik: 6,5-7 Tokluk: İyi Sağlamlık: Isıya hassastır, asitlerden etkilenir (özellikle hidroklorik asit.) Konkoidal görüntüsü matla cilalı arasındadır. Sıcak mühür Kalsedona yapışmaz. Özgül Ağırlığı: 2.55-2.65 arasında değişir, normalde 2.60’dır. Kırılma Oranı: 1.535-1.539 Fiyat yönüyle ucuz bir taştır. Kırmızı renkli akik (karneol ve sard) Orta Asya takılarında sıkça kullanılmaktadır. Ülkemizde çıkan renkli taşların tarihi kaynaklarının tanınması ile ekonomimize de katkı sağlanacaktır. 69


KAHRAMAN ŞEHİR KAHRAMANMARAŞ -I-

Vatan tûbâsında mukaddes bir dal Şarkî Anadolu, İslam ocağı, Ellere verilmez canan kucağı. Adana, Urfa’yı unutmak muhal, Hatırdan çıkar mı Maraş illeri.” Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN*

kademide çalışmanın güzel taraflarından biri de zaman zaman toplantılara katılmak üzere görmediğiniz şehirlere gitme fırsatı bulmanızdır. Daha önce gitme fırsatı bulamadığım Kahramanmaraş’a da böyle bir toplantı vesilesiyle gitme şansım oldu. Çok istememe rağmen daha önce gidemediğim bu kahraman şehre ilk defa gitmiş olacaktım. Gidiş sebebimiz, İlahiyat fakülteleri Felsefe Tarihi 3. Koordinasyon toplantısına katılacak olmamızdı. Kahramanmaraş’a karşı eskiden beri bir ilgim ve sempatimin olduğunu itiraf ederek başlamak istiyorum. Bunun iki sebebi vardı. Yazımı bitirdikten sonra üçüncü bir sebep daha ortaya çıktı. Sebeplerden ilki, Maraş’ın kurtuluş mücadelesinden sonra TBMM. tarafından ‘Kahraman’lık payesiyle onurlandırılmasıdır. Her Türk milliyetçisi, bununla gurur duymalıdır ve duymaktadır.

*TC.Atatürk Üniversitesi

sayı//71// haziran 70

İkinci sebep, ailevidir. Maraş şehrinin adını çocukluğumdan itibaren ailemizde sürekli duyardım. Rahmetli dedem Abdurrahman Derin’in (annemin babası) teyzesinin oğlu Esat Tunçel, Maraş Andırın’dan evli olduğundan, Maraş hakkında konuşulan bir takım kulaktan duyma bilgiye, Maraş mutfağından birkaç yemeğe ve bazı yemeklerinin ismine muttali idim. Mesela annem, zaman zaman içli köfte yapardı ve bunu Esat Bey amcasının eşi Zehra yengesinden öğrendiğini söylerdi. Esat Bey hakkında şimdilik çok kısa bahsedeceğim, kısmet olursa kendisini tanıtacağım başka bir yazıyı ilerde siz değerli okurlarımla paylaşacağım. Esat Tunçel 1907’de Erzurum’da doğmuş, mühendislik tahsili yapmış, Maraş’ta görevliyken oradan evlenmiş ve 1947 yılında Erzurum Nafia Müdürü olarak Erzurum’a gelmiştir. 1954 yılında Demokrat Parti’den Erzurum milletvekili olarak TBMM’de Erzurum’u temsil etmiş olan büyüğümüz, 1957 yılında yapılan seçimde aday olmamıştır. Esat Tunçel dedemiz, 1971 yılında Ankara’da vefat etmiştir. Onun eşinin Maraşlı olması, sık sık Maraş muhabbetine tanık olmama vesile olmuştu; bu sebeple de Maraş’ı merak eder dururdum. Çünkü Maraş hakkında anlatılanlarla Erzurum’un kültürünü birleştirdiğimde karşıma Erzurum kültürüyle kardeş bir şehir çıkıyordu. Üçüncü sebep de bu kültürel durumla ilgili olup, yazının bitiminde elime geçen bir makale ile somut olarak ortaya çıktı ve belli ki beni Maraş’a bağlayan asıl sebebin bu üçüncüsü olduğunu anlamış oldum. Şimdi o makalede yazılan bir bölümü buraya olduğu gibi aktarıyorum. (Yazıyı WhatsApp grubunda paylaşarak haberdar eden Prof. Dr. Hakan Hadi Kadıoğlu’na ve böyle bir yazıyı yazmasından dolayı Prof. Dr. Yavuz Aslan’a buradan teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.) “Bilindiği gibi Erzurum Milli Mücadele tarihimizde oldukça önemli merkezlerden birisidir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanılan iki yıllık işgal ve akabinde Ermeni çetelerinin katliamları henüz taze iken Osmanlı Devleti’nin imzalamak zorunda kaldığı Mondros Mütarekesi ile ülkenin dört bir yanı işgal edilmeye başlanmıştır. İşgal acısı ve tehlikesini çok yakından bilen Erzurum ahalisi ülkenin işgaline sessiz kalmamış ve yurdun herhangi bölgesinin işgalini Erzurum’un işgali gibi telakki etmiştir. Nitekim 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in işgali çeşitli ajanslardan ve


resmi kanallardan haber alınır alınmaz Erzurum halkı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti öncülüğünde harekete geçmiş ve 18 Mayıs’ta Hükümet Konağı önünde bir miting düzenleyerek, bu işgali asla kabul etmeyeceklerini haykırarak, ABD Başkanı Wilson’a ve diğer İtilaf Devletleri temsilcilerine protesto telgrafları göndermişlerdi. Erzurum halkı, ülkenin çeşitli bölgelerinin işgalini çok yakından takip etti. Erzurum’da çıkan ve Erzurum halkının düşüncelerine tercüman olan Albayrak gazetesi “Vilâyat-ı Şarkıye Ermenistan Olamaz!” ve “Türk Varlığından Ayrılık Kabul Etmeyen Vatan Bucaklarından: İzmir, Adana, Maraş, Urfa, Ayıntab” özdeyişlerini hemen her nüshasında kullanırken, işgale uğrayan her vatan köşesinin sıkıntılarını kendi derdi olarak gördü. Bir taraftan Elviye-i Selase (Kars, Ardahan, Batum)’deki Ermeni katliamlarını dile getirerek, burada yaşayan Türklerin haklarını savundu ve halkı uyararak onları büyüyen tehlikeler karşısında birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmeye teşvik etti, diğer taraftan İzmir, Adana, Urfa, Maraş, Antep ve Aydın’ın işgalleri karşısında en büyük tepkiyi gösterdi. Devamlı olarak manşetten aşağıdaki sloganı kullandı: Vatan tûbâsında mukaddes bir dal Şarkî Anadolu, İslam ocağı, Ellere verilmez canan kucağı. Adana, Urfa’yı unutmak muhal, Hatırdan çıkar mı Maraş illeri.” Bu sloganda 116. sayıdan itibaren işgalden kurtulan Maraş’ın yerini Aydın aldı. Çünkü Erzurum halkının ve onun sözcüsü Albayrak gazetesinin davası bütün vatandı. Mücadelesini, Türkiye’nin birliği ve bütünlüğünü savunmak ve işgaller karşısında Türk milletini uyarmak üzerine yapmaktaydı. Milli Mücadele boyunca Erzurum halkı işgalleri protesto etmeyi sürdürdü ve her işgal edilen Türk toprağının acısını yüreğinde derinden yaşadı. İzmir, Aydın, Maraş, Adana, Urfa vs. yerlerin işgalleri sadece protesto edilmekle yetinilmedi, bu olayların canlı tutulması ve unutulmaması için özel çaba gösterildi. Bu anlamda Erzurum Vilayet İdare Meclisi 15. Kolordu Komutanlığı’nın teklifi ile toplanarak, işgal edilen şehirlerin hatıralarının “ezhân-ı millîde ebediyen muhafazasını” (milli zihinlerde sonsuza kadar korunmasını) sağlamak için, Erzurum’un mesire alanlarından olan Köşk

Bahçesi’nin adının “Aydın Bahçesi” ve İbret Yeri olan Belediye Bahçesi’nin adının ise “Maraş Bahçesi” olmasını ve ayrıca Ilıca kaplıcalarından “harareti haiz” olanının “Maraş”, diğerinin ise “Aydın Ilıcası” olarak adlandırılmasını kabul etti. Yani Şubat 1920 tarihinde Erzurum’da İl İdare Meclisi’nin aldığı bu kararla işgal altında bulunan Türk vatanının mümtaz şehirlerinden Aydın ve Maraş’ın isimleri Erzurum’da bahçe ve kaplıcalara verilerek genelde Türk milletinin özelde ise Erzurum halkının zihninde ebedileştiriliyordu.” (Prof. Dr. Yavuz Aslan, Şehrin Hafızasını Canlı Tutmak ve Geleceğe Taşımak: Erzurum’daki Bazı İsimlerin Yaşatılması Üzerine, Şehr-i Kadîm Aziziye Dergisi, Sayı: 8, Yıl: 2, Erzurum, 2016, ss. 4245.) Bu satırları okuyunca Maraş’a olan ilgimin kaynağı da anlaşılmış oldu. Çünkü çocukluğumun hatıraları arasında bahsi geçen yerlere Maraş adının verildiğini büyüklerimden duyduğumu da bu yazı vesilesiyle hatırlamıştım. Nihayet o çok istediğim Maraş şehrini görme fırsatını 2014 yılında elde ettim. Ekim ayının dokuzuncu günü bir arkadaşımızın özel aracıyla üç kişi Erzurum’dan öğlen saatlerinde yola revan olduk. Bingöl üzerinden gittiğimiz Kahramanmaraş’a henüz kararan havayla birlikte yaklaştık. Doğrusunu isterseniz Maraş’ın ışıkları ve karanlık içindeki şaşaalı görüntüsü beni adeta büyüledi. Şehrin caddelerinde aracımızla ilerleyerek kalacağımız otele yerleştik. Sabahleyin Sütçü İmam Üniversitesi’nin araçlarıyla Avşar Kampüsü’ne doğru yola çıktık. İlahiyat fakültelerinin geleneksel hale gelen ana bilim dalı toplantıları kervanına 2012 yılından itibaren Felsefe Tarihi ana bilim dalı olarak biz de katılmış bulunuyorduk. İlkini Ankara’da, ikincisini 2013 Erzurum’da yaptık. Ana Bilim Dalı Başkanı olarak ev sahipliği görevini şahsımın üstlendiği bu toplantıda, İlahiyat fakültelerinde aynı yıl iptal edilen ve sonra tekrar geri getirilen Felsefe Tarihi dersinin durumunu konuşma fırsatı bulmuştuk. 2014 yılında da Kahramanmaraş’a misafir olduk. Üniversite’nin o zamanki Rektörünün açılış konuşmasını yapması, bizleri onurlandırdı. İlahiyat Fakültesi’nin Dekanı Prof. Dr. Zekeriya Pak, gün boyu yaptığımız toplantıdan hiç ayrılmadı ve açılışta olduğu gibi kapanışta da bir konuşma yaparak bizi mutlu etti. “Kahramanmaraş” devam edecek…. 71


ARABA MUHABBETLERİ “20 yüzyılla birlikte bilim evlere girmiş, herkes bilim insanı olmuştur.” Prof.Dr.Âdem EFE*

linizdeki derginin (Şehir ve Kültür) Mayıs 2020 sayısında (S. 70, s. 66-67), 90’lı yılların ortalarında Isparta’da çalıştığım fakültede az sayıda hocada araba olduğundan bahsetmiş; hoca ve bazı arkadaşların babalarından ödünç alarak kullandıkları arabalarıyla yaptığımız Eğirdir Gölü hatıralarından ve Sapanca/Sakarya gezisini an(lata) arak yazımı ikmal etmiştim. Bu sayıdaki yazımda da aynı izlekten giderek, arabalanışımı, devamında kadim hocaların arabaya nasıl baktıklarını iki örnek üzerinden vermek suretiyle, yazımı geliştirmiş oldum. Böylece bu yazı bir önceki sayıda yayınlanan yazımın devamı mahiyetinde gibi olmuş oldu.

*T.C. SDÜ .Öğretim Üyesi

sayı//71// haziran 72

Ben biraz geç araba sahibi oldum. 2004 veya 2005 yılı mıydı şimdi tam hatırlamıyorum; zor zahmet 1981 model kırmızı renkli bir Murat 131 almıştık. Plakası da hâlâ aklımda 32 FZ 818. Araba yaşına nazaran iyi durumdaydı. Alınca çok sevinmiştik ama ben araba kullanmayı bilmiyorum. Ehliyetim (sürücü belgesi) var lakin pratiğim yok. Araba birkaç gün evin önünde bekledi, durdu. Sonra birkaç arkadaşın nezaretinde kullanmaya başladım, derken geliştirdim. İlk defa uzun yol olarak bir yaz tatilinde Bahattin Yaman hocayla Çıralı’ya gitmiştik. Bahattin hoca, hoca babasından alıp kullanageldiği beyaz Toros’u babasına gerisin geriye vermiş, onun yerine Clio’ya terfi etmişti. Yeni bir arabaya terfi eden hoca bana göre usta şoför olduğundan hızlı gidiyor; bir müddet sonra bizi sağ tarafta bir yerlerde bekliyordu. Birkaç bekleyişten sonra, herhalde çocukların da ısrar ve “hadi hadi” veya “bas gaza”larıyla olmalı ki bizi bırakıp tatil yerine bizden yarım saat kadar önce ulaşmış. Biz, Çıralı beldesine ulaştığımızda onlar Bungalov odalarını tutmuşlar, eşyalarını yerleştiriyorlardı. Onlar daha önceden birkaç kez gitmelerine karşın, biz ilk defa gidiyorduk. Ana yoldan sonra daracık ve kıvrımlı yoldan sahile iniliyor. Ben acemi sayılırım değil tam anlamıyla acemiyim. Hangi cesaretle gitmişiz sonradan bakınca şaşırıyorum. Hem araba eski hem ben araba kullanmakta acemiyim. Yola çıkmadan önce sağını solunu; yağını, motorunu, fren sistemini kısacası her yerini baktırmıştım. Ama yine de emektar işte. Burada hakkını teslim edeyim beş altı yıl kullandık bu emektarı bizi bir defa yolda bıraktı. (Parantez arası olarak onu da anlatayım. Bir gün her şey hazırlanmış, bagaja konulmuş yine Eğirdir Gölü’ne gidilecek. Daha 10 km. kadar gitmeden araba değişik sesler çıkartarak sallanmaya, sarsılmaya başladı az sonra istop etti. Bir türlü çalışmıyor. Her ne kadar anlamasam da kaputu kaldırıp orasına burasına bakmaya başladım. Nafile. Bir türlü çalışmıyor. Hemen tamircim Nazmi ustayı aradım, durumu anlattım, o da yanına bir kişiyi alarak hemen geldi. Benim ifadelerimden trigel kayışının kopmuş olabileceği tahmininde bulunan usta yanında getirmiş olduğu yeni kayış biraz uğraştıktan sonra takınca bizim emektar çalışmaya başladı. Çok teşekkür ederek ustayı yolladık ve biz yeniden yola revan olduk. Beş on km. gitmeden benim


böbreklerimin olduğu yerden müthiş bir ağrı belirdi. Ama ne ağrı. Kıvrandırıyor. Hani diyorlar ya doğum sancısından beterdir diye. Hanım ve büyük kız “dönelim” derken küçük ise “olmaz dönmeyelim” diye ağlamaya başladı. Ağrı devamlı değil bir ara geçiyor gibi oluyor ben rahatlıyorum. Az sonra bir sokuluyor ben neredeyse ikiye kıvrılıyorum. Neyse bir şekilde Eğirdir’e vardık. Bir ağaç gölgesi bulup nevaleleri çıkardık ama ben hiç rahat değilim; ağrı, sancı neyse, gittikçe şiddetini artırıyor. Sancı gelince affedersiniz bana bir öğürme geliyor ki ortalık ayağa kalkıyor adeta. Baktım olacak gibi değil, toparlandık eve geldik hemen çocukları bırakıp acile gittik. Meğer ben taş düşürüyormuşum. Hemen bir ağrı kesici yaptılar ben rahatladım ama bunun etkisi geçince sancı bir daha başlıyor derken birkaç gün çektim ve nihayet düşürdüm). Bu parantez arası cümlelerden sonra Çıralı yolculuğumuza dönelim. Allah’ın yardımıyla hiçbir şeycikler olmadan sağ salim gidip geldik. Bizim çocuklar “Babamız buradan bir şey olmadan aşağı inebilirse ustalaşmıştır” demişler. Dönüşte de bir sıkıntı olmayınca eve geldikten sonra bunu itiraf ettiler. Bu arabayla birçok yere gittik. Hatta bir defasında Çanakkale Biga’da Din Sosyolojisi Koordinasyon Toplantısı vardı; ailecek oraya gitmiştik. Toplantı bittikten sonra ayrılırken bazı hocalarımız arabaya bakarak “Adem hocam aman haa. Dikkatli git” meailinde bir şeyler söylemişlerdi. Bunu unutmuyorum. Yine unutmadığım bir araba anım daha var. Bir keresinde bayram için ilçemiz Akhisar’a gitmiştik. Bir gün çarşıda işimiz vardı; arabayla gittik, park için bakınırken mahalle komşumuz Zeki Bey’in oğlunun dükkânının yanlarında uygun bir yer bulduk. Daha arabadan inmeden Zeki Bey, arabaya bakarak, “Âdem hocam, bu arabayla taa Isparta’dan buraya kadar geldin ha” demişti. Ben de “Evet hiçbir problem olmadan geldim” demiştim fakat alınmıştım. Bununla birlikte burada bir tespitte bulunayım. Zeki Bey hastanede temizlik görevlisi olmasına karşın mahallede ilk mobilet mopedi ve ardından Murat 124 marka arabayı ilk satın alan kişidir. Oldukça mevzun vücutlu olduğundan mobiletin üzerinde kasılarak dururdu. İş çıkışları veya sair zamanlarda mobilet mopedi veya aracı ile evine doğru gelirken sokağın başından itibaren kornayı basılı vaziyette tutar o şekilde dönüşü muhteşem olurdu. Her daim yanında serum aleti ve şırınga takımı ve birkaç

ilaç bulundururdu bu yüzden mahallenin ve civar köylerin ‘Toktir’i idi. Kulakları çınlasın. Bizim bir başka dergide yazı konusu edindiğim at arabalarımız olmuştu. Ancak ağabeyim 1985 veya 1986 yıllarında Anadol marka bir pikap almıştı. Onunla kereste ve yaptığı doğramaları taşırdı. Pazar günleri de konu komşu, akraba-yı taallukat arkaya biner, köylere, pikniklere, düğün ve hayırlara gidilirdi. Tam yeri gelmişken Akhisar’daki hayırlardan bahsedelim. Çanakkale, Balıkesir çevresinde ve Ege Bölgesi’nin çoğu yerinde ve bizim çevrede birçok vesileyle hayır denen merasimler yapılır. Vefat sene-i devriyelerinde, özellikle hac ve umre dönüşlerinde, ev, araba, traktör, tarla alımlarında veya en azından bir şükür ifadesi olarak özellikle kırsal kesimlerde, çeşitli vesilelerle hayır yaparlar. Hayırlar, sabah 10 gibi insanların hayır evine gelmeye ve toplanmasıyla birlikte önce çay ve bisküvi ikramı ile başlayan, 11 sularında üç, dört hocanın aşr-ı şerif, mevlit ve ilahi okumasıyla devam eden ve takriben bir saat kadar süren bu icradan sonra herkese yemek ikram edilmesiyle sona eren bir etkinliktir. Akhisar’da hayır ve düğünlerin başyemeği keşkektir. Keşkeğin yanında küçük tabaklarda 7, 8 türlü yemek verilir. Masa kalabalıksa sık sık yemek dağıtanlara seslenilerek “filan yemekten ilavee” diye yüksek sesle istekte bulunulur. Mevlitten ve keşkekten söz açılmışken iki yazımı burada zikredeyim. Mevlitle ilgili makalem, “Türk Toplumunda Mevlidin Yeri ve Fonksiyonları (Isparta ve Çevresi Örneği)” Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. XXIX, Yıl: 2009, İzmir, s. 9-30’da yayınlanmıştı(r); keşkekle ilgili yazım da “Yüksek Rakımlı Antik Bir Kent Kremna (Ya da Keşkek)”, Şehir ve Kültür, S. 51, Ekim 2018, s. 70-72’de bulunmaktadır. İstidraden şu bilgi notunu da paylaşalım: Uşak’ta lokanta ve restoranlarda keşkek, diğer yemeklerin yanında ikram olarak servis edilmektedir. Hayırlardan, keşkekten ayrılıp tekrar araba izleği üzerinde ilerlemeye devam edelim. Şimdi birçok insanın ya da birçok ailenin bir değil, iki hatta üç arabası hem de lüks olanlarından var. Göreve başlayan araştırma görevlileri atanmalarının üzerinden daha iki, üç ay geçmeden hemen bir araba satın alabiliyorlar. Hocaları da bir şey demiyor. Biz İzmir’de yüksek lisans öğrencisiyken Prof. Dr. Mehmet Aydın hoca, akademiye intisap 73


edeceklere birkaç şart koşuyordu. Bunlardan biri de “Araba almayacaksınız!”, idi. Biraz daha gerilere gidersek, yani lisans öğrencisiyken ben, (1986-1991) Mehmet Aydın hocanın yeşil renkli Reno steyşin arabası; Prof. Dr. Erdoğan Fırat hocanın mavi renkli Wosvagen’i (tosbağa) ile Prof. Dr. Ali Yardım hocanın da turuncu renkli bir Renosu vardı diye hatırlıyorum. Belki daha başka hocalarında arabaları varmıştır ama ben bilmiyordum. Ayrıca fakülteye ait beyaz bir Reno ile mavi renkli bir Ford minibüs vardı. Tabii o zamanlar araba almak oldukça zordu. Pahalıydı. Paranız olsa bile hemen ha deyince alınamıyordu. Yeni araba satın almak için sıraya girmek gerekiyordu. Şimdiki nesle çok tuhaf gelir. Eve telefon bağlatmak bile, çok kolay bir şey değildi. Bu bağlamda Prof. Dr. Bilal Kemikli hocanın sosyal medyada şöyle bir şey paylaştığını görmüş, okumuştum. Daha sonra bunu teyit etmek için bir telefon “Hocam ben sizin paylaşımızda bahsettiğiniz ifadeleri buraya aldım ama tam emin olamadım” deyince Kemikli hoca nezaketiyle “Üstadım ben onu bulup size göndereyim” dedi. Az sonra whattsappa bir bilgi notu düştü ben de aynısını kopyalayıp buraya koydum: “Biz Fakülte’de öğrenciyken, hocalarımızdan sadece dördünün arabası vardı. Yanılıyorsam dostlarım hatırlatsınlar… Bu araçlardan sadece biri Mercedes’ti: M. Sait Hatiboğlu hocamızın meşhur emektar arabası. Diğerleri Wosvagen tosbağa. Bunlardan ilki, merhum hocama aitti. O daha sonra bunu satarak Reno-Flash almıştı. Diğerleri ise Ruhi Kalender ve M. Sait Yazıcıoğlu hocalarımıza aitti. Bir de tabi, Dekanlığa ait siyah Doğan (yoksa Şahin miydi? Siyah renkli malum araç).Uzunca bir dönem araba sayısı böyle devam etti. Araba almak lüks işti… Vergisi kabarık olurdu. Bir de hocaların öyle bir merakı da yoktu. Herkes kitabıyla, araştırmasıyla ve öğrencisiyle meşguldü. Araba bir uğraş ve merak işiydi. Bizim mezuniyetimizle birlikte, sanki ÖTV’de indirim mi oldu, nedir hatırlamıyorum bir araba patlaması oldu… Asistanlık dönemimizde Fakültenin ön bahçesi yetmedi, arka bahçe de otopark oldu. İşte o günlerde, bendeniz de doktoranın son demlerindeyim, o vakit hanım da çalışıyor, çocukların da ihtiyacı var, borç harç bir taksiden bozma eski kasa Şahin almıştım. Ahmet Gürbüz hatırlar; aracı ondan aldım, hem de sayı//71// haziran 74

az az taksitle. Okulun yeni otoparkına aracı park ettim, indim… Hatiboğlu Hocamız da emektarını park etmiş, beni bekliyor. Bir şey diyecek, belki hayırlı olsun diyecek. Hocamın yanına gittim, hayırladı arabayı. Ama şunu da söyledi: “Ya Bilal, sen kitap meraklısısın, bir asistan olarak nasıl araba aldın? Bu nasıl mümkün oluyor?” Böyle dedi, sonra otoparkı göstererek, “Bunca hoca nasıl bu kadar araba alır, şaşıyorum” diye konuşmasına devam etti. Ben tabi, hocamın odasına gidene değin araç vergilerindeki indirimden vs söz etsem de hoca hala ısrar ediyordu: “Parası olan ilim adamı ya kitap alır, ya da seyahate gider.” diyordu. Kitap sevdalısı hocam, araba ancak profesörlük de alınır fikrindeydi. Zamanla otopark dolup taştı. Ben Ankara’dan Van’a giderken yer gök araba dolmuştu, hoca da zamanla bu araba alan asistan ve hoca tipine zorunlu olarak alışmıştı. Şimdi evin önünde aracımı park edecek yer ararken hocamı hatırladım… Rabbim, hayırlı ömürler versin, ah güzel hocam; o eski hocalar da kalmadı, o sahip olduklarıyla yetinen ahali de… Bak yer bulamıyor aracını park etmek için senin şu öğrencin!” Prof. Dr. Mehmet Aydın hocamın üç şartından biri olan “araba almayacaksınız” ile Kemikli hoca(m)dan yaptığım yukarıdaki alıntıdaki Prof. Dr. Mehmet S. Hatipoğlu hocanın para ve arabaya yaklaşımları bugünkü genç (asistanlara) araştırma görevlilerine oldukça tuhaf gelir. Eski neslin araba alabilmek ve kitaba erişebilmek için ne kadar zorlandıkları ve beklediklerini bilmez gençler. Şimdi araba almak ve kitaplara, kaynaklara erişmek, eskiye nazaran, çok kolay. Bu cümleden olarak bir başka yazının da konusu olabilecek bir iki cümleyle yazımızı bitirelim. İlk cümle McLeod’in dediği, “20 yüzyılla birlikte bilim evlere girmiş, herkes bilim insanı olmuştur.” (Akt.: Kemal Sayar, Özgürlüğün Baş Dönmesi, Kapı Yay, İstanbul 2019, s. 16). İkinci cümle ise bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin (dijitalleşme) gelişmesi ile birlikte bilgi, belge ve kültüre erişmek oldukça kolaylaşmıştır (Sayar, s. 39). Bilgi, belge ve kültüre bu kadar kolay ulaşılabildiği için belki de şimdiki genç araştırma görevlileri, istisnaları hariç, (çok) kitap almak yerine, erken yaşlarda araba vb. araçlar alıyorlar(dır) belki de. ‘Belki de’yi bilerek iki defa yazdım, farkındayım.


ERCİYES BİR

SEVDADIR

Yaklaştıkça zirveden mis kokulu Kayseri’nin temsili Erciyes’in olmazsa olmazı sucuk ekmek kokuları buram buram gelir burnuna. Canan COŞAR

organın içinden çıkmama izin vermiyor, senin için nöbet tutan güneşin cama vuran sıcaklığı. Sana kavuşmak seni görmek pencereyi açıp o serin havanı içime çekmek için yorgan ile verdiğim mücadele düşman karşısında tek başına kalmak gibi bir şeydi. Akşamdan kalan sobanın içindeki köz kendinden geçmiş oda soğuktu. Kollarımı çıkarsam ruhu sana ait olan bedenim soğuyacak. Yorganın altında kalmaya devam edersem duyduğum özlem daha da artacak. Hâlbuki gece ayrılmıştım yanından… Meşaleler yanarken her bir elde, her bir köşeye konan yıldızlar başında taç olmuş önümüzü aydınlatırken ayaklarımı hissetmiyordum. Üzerindeki karın soğukluğu ruhuma can çekiştirirken elimdeki çay vücuduma can veriyordu bir taraftan. Seninleydim. Senin yanında kollarında. Kim bilir kaç kişi kaç medeniyet seninle bu aşkı yaşadı. Eteklerinde çadırlar kurdular, yuvalar yaptılar, hayatlar sürdüler 4000 metrelere varan yüksekliğinde. Suyundan içtiler hayvanlar otlattılar. Kaç insanı sardın sarmaladın korudun. Allah sana temiz havası içilesi suyu Anadolu’nun incisi Kayseri de nöbet tutturuyordu. Kimisi baba gibi sırtını dayadı güç aldı, kimisi ihtiyaç duyduğu anne sevgisini senden karşıladı. Kim görse seni, yüzü gülüyordu. Kaplayınca kara bulutlar Erciyes bugün üzgün Erciyes bugün efkârlı deyip bir türkü tutturuyordu.

Eğer yoksa bulutlar, çökmemişse üzerine şehir mutlu şehir umutlu…Her yer sana bakar seni görür. Her pencerenin önüne mor menekşeler dizilir tıpkı eteklerinde açmışlar gibi. Balkonlarda çaylar kahveler yudumlanır güzel sohbetler eşliğinde. Gözler sendedir. Bütün yollar sana çıkar geldiysen Kartal Kavşağına. Kim bilir kaç km var aramızda sayamadığım. Esenyurt mahallesinden başlarsın yol almaya. Büyük bir araziye sahip onun manzarasını gözler önüne seren Hava İkmal Bakım Merkezinden devam edersin. Yukarıya doğru çıktıkça içini yakıp kavuran ateşi daha fazla taşıyamadığı, bir öfkeyle patladığı yıllar öncesinde, savrulan kaya parçalarıyla hemen yakınında oluşan Ali Dağı’nın eteğine kurulu Kıranardı mahallesine, devamında seyir alan Erciyes’in gözdesi Hisarcık üzüm bağlarına ulaşırsın. Yol daha da keskinleşir tırmandıkça, tıpkı bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla süzülmeye başlarsın. Bulutlar hiç olmadığı kadar yakın, gökyüzü bir o kadar mavi, çam ağaçları yeşilin hiç görülmemiş tonları ile kaplıdır. Üzerini kaplayan kar elmas gibi parlayarak gözleri kamaştırır. Yaklaştıkça ulaşılmazlığı göz alıcı heybeti daha bir bağlar kendine tarif edilmez aşk ile. Çadırlar kurarsın karlar üzerine üşümek nedir bilmezsin. Kızaklar kayarsın çocuklar gibi, uçarsın kuş misali. Teleferik alır götürür çıkarır yukarılara Küçük Erciyes’in tepesine. Yaklaştıkça zirveden mis kokulu Kayseri’nin temsili Erciyes’in olmazsa olmazı sucuk ekmek kokuları buram buram gelir burnuna. Alırsın ekmeğini doldursun çayını dayarsın sırtını o eşsiz güce. Bir tarafta şarkılar söylenir danslar edilir halaylar çekilir. Ne bir hüzün ne bir keder… Vaktin nasıl geçtiğini anlamazsın sabahın ilk ışıklarında aldığın yol güneş batmaya başlayınca son bulur. Ayrılık vakti gelir zordur aşkından ayrılmak veda etmek.Tırmandığın bu yolun bir de inişi vardır. Açarsın kanatlarını süzülürsün yolun üzerinde kartal misali bir sağa bir sola. Şehir ayaklar altındadır seyrederek inersin. Kaldığın saatler tıpkı günlerce onun eteklerinde kalmış gibi bir huzur verir. Yorgun beden dinlenir. Yaşantın kaldığın yerden devam eder. Günün koşturması içinde güzel bir anı olarak kalır ta ki bir sonrakine ulaşana kadar. Birçoğu senin farkında değildir. Varlığının kıymetini bilmezler hâlbuki şehrin havası ve suyu senden sorulur. Ne zaman ki şehirden ayrılmak zorunda kaldın, yükleyip eşyanı bir kamyonun sırtına işte o vakit anlarsın. Organizeden girdiysen Ankara yoluna Erciyes arkanda kalır. Yolcu koltuğundaysan eğer şanslısındır son kez dönüp bakarsın arkana. Ama eğer arabayı sen kullanıyorsan yanından geçip gidersin gözyaşları eşliğinde. Bırakırsın arkanda tıpkı anneni babanı evladını ya da yârini bırakır gibi. Bir sonraki ziyarete kadar… 75


İNSANLIK BÜYÜK BİR İMTİHANDAN GEÇİYOR

BU DA GEÇER YÂ HÛ Şimdi hesaba çekilmeden önce hesap verme vakti.! Sabri GÜLTEKİN

İnsanlık topyekûn “Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (İbrahim, 47) “İşte biz, suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız.” (Ahkâf, 25) ayetlerinin muhatabı olarak zor bir imtihandan geçiyor. Şimdi hesaba çekilmeden önce hesap verme vakti. Madem bu kadar masumun vatanına, canına, malına, ırzına tasallut ettiniz; diyet ödeyeceksiniz. Bunca zulüm ve haksızlık karşısında elimizle, dilimizle ve dahi kalbimizle buğz etmedik; diyet ödeyeceğiz. Artık ateş sadece düştüğü yeri değil, dünyayı kasıp kavuruyor... Sınır tanımayan “küresel katil” önüne çıkana “küçük kıyamet”i yaşatıyor... Herkes ektiğini biçiyor!... BİR VİRÜS YÖNETİME EL KOYDU!..

mpati yapalım biraz. Aslında “duygudaşlık” demek isterdim, fakat dilimize giren o kadar yabancı kavram var ki, zaman zaman meramımızı onlarla anlatmak zorunda kalıyoruz. Bunlardan birisi de Fransızca kökenli empati; “Kişinin kendisini başka bir bilincin yerine koyarak söz konusu bilincin duygularını, isteklerini ve düşüncelerini, denemeksizin anlayabilmesi becerisi”. Empati ne demekmiş; insanlık âlemi ciğerlerine giren bir virüs ile nihayet anladı. Hem de ciğerlerinden hissederek. ZULME RIZA GÖSTEREN ZALİMLER!..

Afrika’daki sömürü, salgın, açlık ve iç savaşların pençesinde can çekişenler unutulmuştu!.. Yemen’de hastalıklar yüzünden inleye inleye ölen yüzbinlerce masumun feryatlarına kulaklar tıkanmıştı!.. Myanmar’da soykırıma tabi tutulan ve yurdundan sürülen, Doğu Türkistan’da ırzına geçilerek kirletilen tertemiz ruh ve bedenlerin sessiz çığlıkları umursanmamıştı!.. Siyonistlerce Harem-i Şerifimiz Mescid-i Aksa işgal edilip, Filistinlilerin üzerlerine bombalar yağdırılırken, vicdanlar merhametsizleşmişti!.. İslâm aleminin neredeyse tamamı Kerbelâ’ya dönüşürken, oluk oluk akan kardeş kanı “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” duyarsızlığıyla kanıksanmıştı!. 18 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve domino etkisiyle bütün Ortadoğu’yu yangın yerine çeviren “Arap Baharı”da insanlar canından, yurdundan olurken, küresel yağmacılar kor ateşe kuru odun taşımıştı!.. “Ölüm tarlası”na dönüştürülen Suriye’de “büyük göç”e tabi tutulan Aylan bebeklerin cansız bedenleri kıyılara vururken, DÜNYA sırtını dönmüştü!.. Şimdi boğulmanın... Şimdi vatansızlığın... Şimdi çaresizliğin... Şimdi açlığın... Şimdi salgının... Şimdi nefessizliğin... Şimdi ölüm korkusunun ne demek olduğunu anladınız mı?!..

sayı//71// haziran 76

Koronavirüs /Kovid-19, tam 3 ay önce 31 Aralık 2019’da Çin’de yönetime el koydu!.. Sonra rüzgâr hızıyla dünyayı fethetmeye başladı. Türkiye, 10 Mart 2020’ye kadar “küresel katil”e direndi. Fakat, direnci kırıldıkça yavaş yavaş teslim bayrağını çekti!.. Önce 65 yaş üstüne ve kronik hastalığı bulunanlara “Evde Kal” çağrısı yapıldı. Ardından 27 Mart 2020 Cuma günü ise ikinci safhaya geçilerek; yurt genelinde tedbiren “kısmi sıkıyönetim” ilan edildi. Ardından karantinalar birbirini izledi. Önceki gün de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Millete Sesleniş” konuşmasında, derinleşen ekonomik ve sosyal krizi yumuşak atlatmak için “BİZ BİZE YETERİZ TÜRKİYEM” millî dayanışma kampanyasını başlattı. Bütün bunlar yaşanırken, salgından dünya genelinde ölenlerin sayısı Mayıs sonu itibariyle 350 bin kişiyi geçti. Türkiye’de ise 5000 e yakın insan hayatını kaybetti. Allah-û Âlem, kaybetmeye de devam edecek. BU “KÜÇÜK KIYAMET” DE UNUTULACAK!..

Artık şurası kesin; hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!.. Ne zaman son bulacağı belli olmayan bu salgınla birlikte “Yeni Dünya Düzeni” kurulacak. Fakat insanoğlu helâk olan kavimleri, zelzeleleri, selleri, tusinamileri, salgınları, sevdiklerini, acılarını unuttuğu gibi bu “küçük kıyameti” de unutacak. Önce mâtemler tutulacak...Sonra “Evde Kal”ı yanlış tevil edenlerin obazite hastalığı için seferberlik ilan edilecek... Fazla enformasyon ve dezenformasyonlarla psikolojisi bozulanlar (vesvese, fobi, kaygı, stres) kliniklerin önünde kuyruklar oluşturacak... Yatsı ezanlarından sonra minarelerden yükselen münâcâtlar sonlandırılacak... Enfekte alarmının susmasıyla


birlikte, suya, sabuna, kolonyaya ve bilimum dezenfektanlara olan haşir neşirlik son bulacak... Çöken devasa ekonomiler yüzünden “küresel haydutlar” yine savaşa tutuşacak...

Cihan Devleti’ni ayakta tutmaya gayret eder. 31 yıllık saltanatı boyunca, Batılı devletlerin saldırıları ve iç karışıklıklarla baş etmeye çalışırken verem hastalığına yakalanır.

İnsanoğlu ipek böceği misali kozasından bir kez daha çıkarak, mücadeleye yeniden kaldığı yerden devam edecek... “Evde Kal”ın sona ermesiyle insanlar, okullara, sokaklara, caddelere, parklara, AVM’lere koşacak... Evsizler kamplarda, evi olanlar ise yuvalarında biriktirdikleri anıları nesilden nesile anlatacak... Acziyetini ilan edenler, bir virüse yenildiğini unutacak!..

Rivayet odur ki, Sultan bu sıkıntılı günlerinde, “Bana öyle bir söz bulun ki, bu dertlerin, bu acıların, bu sancıların arasında onu okuduğumda umutsuzluğum gitsin, tasam bitsin, acım dinsin. Sonra mutlu olduğumda yine onu okuyayım, rehavete kapılmayayım, dünya nimetlerine tamah etmeyeyim, saltanat makamının, tahtımın gücüyle aslımı, insanlığımı unutmayayım. İşte bu sözü, bir yüzüğe yazdırayım, her gördüğümde, neşemde ve hüznümde bana aynı etkiyi yapsın...” buyurur. Her yere haber salınır. Bilgeler, alimler, şairler, edipler, kalemkeşler bütün maharetlerini gösterir, ammâ velakin Sultan 2. Mahmud’a beğendiremezler.

“HÂLÂ İBRET ALIP DÜŞÜNMEYECEK MİSİNİZ?..”

İnsanoğlu neleri unutmadı ki; Dünyadaki ilk cinayet olan Kâbil’in kardeşi Hâbil’i katledilişini... Nûh, Nemrûd, Âd, Semûd, Lût... kavimlerinin azgınlıkları yüzden helâk edilişini... El-Vâris’in; şiddetli tufanını Nûh, rüzgârını Âd, gök gürültüsününü Semûd, pişmiş balçığını Lût, hayvanatını Firavun, ebabillerini Ashâbu’l-Fîl kavmine musallat ederek El-Müntekim ismiyle suçlulara cezasını verip, mağdurların intikamını alışını... Kâbe’yi yıkmaya gelen Habeşistan’ın Yemen valisi Ebrehe’ye, “Ben develerin sahibiyim. Kâbe’nin sahibi de Allah’tır. O da onu koruyacaktır” diyen Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib’e itibar etmeyen azgın Ebrehe ve ordusunun ebabil kuşlarının attığı kızgın taşlarla kurt yemiş yaprağa çevrilişini... Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed’in Vedâ Hutbesi’nde; “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu şaşırmazsınız. Bunlardan biri Allah’ın kitabı Kur’ân, diğeri de Sünnetimdir...” nasihatini UNUTTU!... Bunu da UNUTACAK!.. Hafıza-i beşer nisyân ile ma’lûldur. Yani insan hafızası unutkanlık hastasıdır. Fıtrat gereği yaşamını devam ettirebilmek için unutmaya kodlanmıştır; ALLAH (cc) HARİÇ. EY KORONAVİRÜS SALGININDAN KORKANLAR!...

Madem ki, “Bu da geçer yâ Hû”yu başlığa çektik. Meseleyi biraz açalım... Cihan Devleti Osmanlı’nın isyan, kaos, ihanet ve acılarla yoğrulduğu bir dönemdir. Bu dönemde ateşten bir gömlek giyip tahta geçen Sultan 2. Mahmud (28 Temmuz 1808-1 Temmuz 1839) bir taraftan reformlar ve yeniliklerle uğraşırken, diğer taraftan ise “Hasta Adam” ilan edilen

Bir gün İstanbul’a bir derviş gelir. Sultanın buyruğundan haberdar olunca, heybesindeki “Bu da geçer yâ Hû” sözlerini döküverir. Bu hikmetli sözleri duyup büyülenenler, sözü kaptıkları gibi Şeyh’ül Hattâtîn Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin yanına koşarlar. Yani “Allah, Muhammed, Hasan, Hüseyin ve Ali” yazarak dünyanın en büyük levhalarını Ayasofya Camii’nin kubbesine astıran adama. Alim, bestekar, şair ve gönül ehli Kazasker Mustafa İzzet Efendi, kamışını mürekkebe daldırıp aharlı kağıda, ustalar ise yüzüğe işleyiverir. Sultan, kendisine takdim edilen yüzüğü o günden sonra parmağından hiç çıkarmaz. Derdi olduğunda, acıları arttığında, sıkıntıları çoğaldığında, zaferler kazandığında, neşesi arttığında yüzüğünün üzerinde yazan “Bu da geçer yâ Hû” sözünü okuyuverir. Ve her dem, “Bu da geçer yâ Hû” diyerek kendine gelir. Bu hiç eskimeyen söz; şairlerin, ediplerin, bilgelerin, dervişlerin ve gönlüne taht kurar. Şan, şöhret, makam, mevki ve zenginliğine güvenenler... Ayrılık, hasret, sevda ateşine düşenler... Anasını, babasını, vatanını, evini yurdunu kaybedenler... Zulmedenler, zulme uğrayanlar... Umudunu kaybedenler... Her yeri kasıp kavuran Koronavirüs /Kovid-19 salgınından korkanlar... UNUTMAYALIM!.. Bu dünyada hiçbir şey bâki değil; “BU DA GEÇER YÂ HÛ”. 77


BİR KALEM VE KELÂM EFENDİSİ:

OSMAN AKKUŞAK Ahenkli cümlelerle konuşmasını kurar ve size Türkçenin lezzetini tattırır. Bu bakımdan söz ustasıdır. Mehmet Nuri YARDIM

sman Akkuşak Beyefendi, edebiyat, sanat ve fikir dünyamızın mümtaz simalarındandır. Bâbıâli’nin simge isimlerinden, kültür dünyamızın aşina çehrelerindendir. Sohbet meclislerinin aranan çehresi, edebî mahfillerin vazgeçilmez ismidir. “Beyim” der sözünü söyler, kimseden çekinmez, hatır gözetmez. Bir toplantıda lâf uzamışsa müdahale eder. O âdeta toplantıların herkes tarafından seçilmiş gizli muhtarıdır. Bana sorarsanız, aynı zamanda edebiyat ve fikir tarihimizin tâ kendisidir. Neredeyse tanımadığı edip, şair, yazar, mütefekkir, eğitimci, tarihçi, felsefeci, gazeteci, yayıncı yok gibidir. Ah bir de bu kıymetli bilgi ve hatırat kitaplaşsa. Türkiye’de cereyan eden hadiseleri yakından takip eder, sıkı tahliller yapar, esaslı yorumlarda bulunur. Velhâsıl-ı kelâm o, Bâbıâli’nin renkli deryasıdır. Osman Akkuşak, Kütahya’nın Emet ilçesinde 1931 yılında doğdu. İlkokulu Emet’te okudu, eğitimine Kütahya Lisesi’nin ardından Adana Erkek Lisesi’nde devam etti.

Çeşitli liselerde edebiyat dersleri verdi ve müdürlük yaptı. Bir dönem Milli Eğitim Bakanlığı “İlim ve Sanat Eserleri Bürosu” başkanlığı görevini üstlendi. Yine MEB’in Çağdaş Türk Yazarları Komisyonu’nda âzâ olarak hizmet etti. Ayrıca Devlet Kitapları Mütedavil Sermayesi Müdürlüğü de yaptı. 1952 yılından beri gazetecilik ve yazarlık görevini sürdürüyor. Bâbıâli'nin kıdemli “ağabey”i, İstanbul Ekspres, Son Telgraf, Büyük Doğu, Zafer, Adalet, Dünya, Son Havadis, Türkiye, Tercüman ve Güneş gazetelerinde çalışıp, yazı yazdı. Halen Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarıdır. Türkiye Edebiyat Cemiyeti’nin kurucu üyesi ve genel sekreteri olarak hizmet eden Akkuşak, Türk Dilini Koruma ve Geliştirme Cemiyeti’nin ikinci başkanlığını yaptı. Sür’atli Öğretmen Kılavuzu isimli eseri 1966 yılında neşredildi. Yayına hazır eserleri arasında Türk Edebiyatı Tarihi, Atasözleri, Emet Destanı (piyes), Kompozisyon Kitabı, Batı Dillerinden Gelen Kelimeler Sözlüğü ve Osmanlıca Türkçe Lügat bulununuyor. Hakkında ESKADER toplantılar düzenledi. TYB İstanbul da Yazı Hayatının 60. Yılını kutladı. “ESKADER 2010 Basın Ödülü” büyüğümüze verildi. Yaklaşık 40 sene önce mülâki olduğum ustamızla ilk mülakatım, 28 Kasım 1986 tarihinde oldu. O, yazıya ve edebiyata çok değer veren bir kalem efendisidir. Yazılarında ahenkli bir akış ve mükemmel bir üslûp hemen fark edilir. Ama o aynı zamanda bir kelâm efendisidir de. İyi bir hatip, üstün bir konuşmacıdır. Yorumları yerinde, tahlilleri isabetlidir. Kelimeleri dikkatle seçer, ondan sonra kullanır. Yaptığı uzun veya kısa konuşmalarının arasından tek bir kelimeyi çıkarıp atamazsınız. Zira konuşmasında kelimeler uygunluk bakımından son derece mükemmeldir, asla fazlalık bulamazsınız. Büyük bir insicam sezersiniz. Ahenkli cümlelerle konuşmasını kurar ve size Türkçenin lezzetini tattırır. Bu bakımdan söz ustasıdır. Keşke daha sık konuşsa, böyle bir İstanbul Beyefendisini gençler daha çok dinleyip istifade etse. Esasen Türkçeyi güzel konuşan büyüklerimizin hitabeleri, bir an önce kayıt altına alınıp korunmalıdır. Zira onlar antika değerinde, hazine kıymetindedir. Bulunduğu pek çok toplantıda yakın dostları hatıralarını dinleyicilere anlatır. "Osman ağabey edebiyat mahfillerinin, sohbet toplantılarının, derneklerdeki, vakıflardaki

sayı//71// haziran 78


programların her zaman baş konuğudur. Fırsat buldukça şereflendirir meclisleri. En çok ziyaret ettiği mekânlar arasında Edebiyat Vakfı, Türkocağı, Birlik Vakfı, Yazarlar Birliği, Kubbealtı ve ESKADER var. Uzağa taşınana kadar “Bâbıâli Sohbetleri”mizin sıkı müdavimi idi. Genelde toplantıları dikkatle takip eder, zaman zaman fikirlerini özlüce beyan eder. Sohbetlerin ardından bir bakıma programı taçlandırır. İnşallah salgın bitip normal hayata geçilince kıymetli fikirlerinden istifade etmeye devam ederiz. Osman ağabeyin en mühim özelliği digergam oluşu ve teşvikkâr rolüdür. Yaşıtlarını sık sık anar, olgun edebiyatçıların eserlerinden sitayişle bahseder, kabiliyetli gençleri de teşvikten uzak durmaz. Bütün yazıları incelendiğinde, konuşmaları dinlendiğinde bu lütufkâr cephesini hemence fark ederiz. Tenkidini usulca yapar, kimsenin kalbini kırmaz, gönlünü incitmez. O bazen can simidi gibidir. Bir toplantıda konuşma uzamışsa hemen müdahale eder ve “E canım, güzel de sözü çok uzattın. Kısa, öz ve latif söyle, dinleyicilerin dikkati dağılmasın.” der. Osman ağabeyin zihin dünyası âdeta Türk edebiyatı ve fikir hayatının tarihi, geçit resmi gibidir. Tanıdığı yüzlerce şair, yazar, sanatkâr, gazeteci, yayıncı, eğitimci, devlet adamı hakkında az çok hatırası vardır. Bunları fırsat buldukça paylaşır ve unutulmuş şahsiyetleri bizlere hatırlatır. Bu bakımdan millî hafızamız gibidir. Cömerttir, mükrimdir. Yanına varmışsanız bir şeyler yiyorsa mutlaka ikram eder. Cebinden veya çantasından bazen şeker, çikolata çıkarır ve çevresindeki dostlarına tek tek dağıtır. NECİP FAZIL’I SEVMENİN BEDELİ

Bir ara düzenlediğimiz Bâbıâli Sohbetleri”nda konuşmacımızdı. Son fıkra muharririmiz, konuşmasında 50 yıllık dostlarından bahsetmiş ve hüzünle şöyle demişti: “Birikmiş öyle çok hatıra var ki, anlatmak için zaman yetmiyor.” Nükteli konuşmaları ile dinleyicilere hoş dakikalar yaşatan Akkuşak’ın, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Nihad Sâmi Banarlı, Sezai Karakoç ve Tarık Buğra gibi şahsiyetlerle alakalı hatıralarını büyük bir dikkatle dinlemiştik. Gazetelerde yazmaya nasıl başladığını anlatan Osman Akkuşak, 1952 yılından itibaren Son Telgraf ve Gece Postası’nda muharrirliğe başladığını, o dönemde gençlerle yaptığı toplantılarına katıldığı Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu’nun kendisini bu gazetelerde

yazmak için yönlendirdiğini, tavsiye üzerine Son Telgraf gazetesinde, 22 yaşında, Halimoğlu Osman takma adıyla köşe yazmaya başladığını söylemişti. Bu konuşmasında, Şairler Sultanı ile tanışmasına da temas etmişti: “Necip Fazıl Bey, Büyük Doğu’yu günlük gazete olarak çıkarmaya başlamıştı. Ben henüz öğrenci iken başkanı olduğum okul cemiyetinin antedli kâğıdıyla kendisine bu geçişten dolayı bir tebrik mektubu yazdım. Üstadı beğeniyor ve seviyorduk. İki gün sonra mektubun kâğıdındaki klişesi Büyük Doğu’nun üçüncü sayfasında ‘Gençlerin gazetemizi tebriki’ başlığıyla yayımlandı. Okuldaki yöneticiler fikren Necip Fazıl’dan farklı oldukları için yaptığım hareketten dolayı beni okuldan atmak istediler. Neyse ki kalmam konusunda karara varıldı. Sonrasında Necip Fazıl Bey beni çağırttı ve ‘Sen edebiyatçıymışsın. Son Telgraf’ta yazıyormuşsun. Bizde de yaz.’ dedi. 1952’den itibaren Büyük Doğu’ya edebiyat sayfası hazırlamaya başladım. Üstadın evine gider gelir, birçok ziyaretçisini tanırdım.” SEÇKİN DOSTLARINI UNUTMADI

Ergun Göze, Mesut Bilgin, İrfan Atagün’ün kurduğu Amca Matbaası’nda ince zevk sahibi kitapların yayımlandığı günleri, Dündar Taşer’le Marmara Kıraathanesi’nde yaptığı sohbetleri, içinde yer aldığı edebiyat komisyonu ve cemiyetini anlatan Osman ağabey, 1960’lardaki edebiyat ortamını şöyle aktarmıştı: “1965 yılında Adalet Partisi seçimi kazanınca muhafazakâr gruplar Türk Maarifi’nin ıslahatı için çareler düşünmeye başladılar. Cahit Okurer, İstanbul’da ilim ve sanat yayınları ile ilgili bir büro açacaklarını beni de bu büronun başkanı yapmak istediğini söyledi. Ben o sıralarda öğretmenlik yapıyordum. Görevi bıraktım ve büronun başına geçtim. Birime bağlı olarak çalışan Çağdaş Türk Yazarları Komisyonu’nda dönemin birçok önemli siması ile bir aradaydık. MEB tarafından yayımlanmak üzere başvuruda bulunan eserler bize geliyor, komisyonun raporuna göre karara bağlanıyordu. Bazen ihtilaf ve münakaşalar olurdu. Bu sebeple bu kadar yakın fikriyata sahip olmalarına rağmen üç farklı görüşü temsil eden üç grup vardı. İlkinde Ahmet Kabaklı, Tarık Buğra, Mehmet Kaplan, ikincisinde Faruk Kadri Timurtaş, Nihad Sâmi Banarlı, Muharrem Ergin, üçüncüsünde ise Kenan Akyüz, Ahmet Muhip Dıranas yer alıyordu. Ben ise ortadaydım. En çok Banarlı ile Kabaklı çatışırdı. Edebiyat algıları birbirlerinden farklıydı, yazı tarzları da çok başkaydı. Sonraları Türk Edebiyatı Cemiyeti’ni kurduğumuzda, 79


ilgili toplantıları Nihad Sâmi Banarlı’nın Fetih Cemiyeti’ndeki makamında yapmaya başladık.” Edebiyat Cemiyeti’nin, “geniş cephe harekâtını takip etme”sinin gereklilikten doğduğunu söyleyen Akkuşak, bu cemiyet için basından 70-80 yazar, edebiyatçı ve fikir adamının aralarına katıldığını söylemişti. Fikir ve ideallerini tahakkuk ettirmek adına büyük bir toplantı düzenlediklerini ve kendisinin de bu cemiyetin umumi kâtibi olarak görev yaptığını dile getirmişti. Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde İBB kültür faaliyeti olarak 27 Kasım 2015 tarihinde düzenlediğimiz “Bir Nesli Yoğuranlar” toplantısında Osman ağabeyi yakın dostları Mehmed Niyazi, Üstün İnanç, Ahmed Nuri Yüksel, Cezmi Bayram, Abdullah Işıklar, Gülten Dayıoğlu, Hüseyin Emiroğlu, Bekir Tuncer, Halil Gökkaya ve Abdurrahman Şen de anlatmıştı. Kısa ve veciz bir teşekkür konuşması yapmıştı. Yazılarından meydana gelen eser, dinleyicilere dağıtılmıştı. Osman Akuşak ile muhtelif zamanlarda dil, edebiyat ve basın hayatına dair röportajlar yaptım. 1986’daki ilk mülakatta tanıdıklarını sormuştum. Şu cevabı vermişti: “Kimlerle haşır neşir olmadık ki… Kimlerden etkilenmedik, kimlerin ilim ve irfanıyla yüz yüze gelmedik ki bu uzun Bâbıâli hayatında… Refi Cevat Ulunay, Peyami Safa, İsmail Hami Danişmend, Sadi Irmak, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Orhan Seyfi Orhon, Fahrettin Kerim Gökay, Ali Nihat Tarlan, Arif Nihat Asya, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip Dranas, Kenan Akyüz, Halit Fahri Ozansoy, Halide Nusret Zorlutuna, Mümtaz Faik Fenik, Burhan Felek, Ethem İzzet Benice, Cevdet Perin, Faruk Kadri Timurtaş, Muharrem Ergin ve şu anda adı hatırıma gelmeyen birçok karizmatik fikir ve sanat insanı, şair, yazar hafızamın ve hatıramın değişmez misafiridir. Her biriyle alakalı nice hatıralarım var..Osman ağabey bahsi geçen mülâkatta bazı sayı//71// haziran 80

ediplerle ilgili unutulmaz hatıralarını anlatmıştı. Onlardan biri “Han Duvarları” şairine dairdi: “Faruk Nafiz Çamlıbel’le bir sohbet esnasında kendisine sordum. ‘Üstadım, siz bir aşk şairisiniz. Nedir bu aşk, mahiyeti nedir? Kim kime âşık olur.’ Rahmetlinin iri bir gövdesi, cüsseli bir başı, etkili bir görünüşü vardı. Başını kaldırarak güldü: “Osman Bey” dedi. “O bir keşiftir. İnsanın seveceği bütün ruhuyla bağlanabileği insanı keşfetmesidir.” Orhan Seyfi Orhon’la alakalı hisli hatırası ise şöyleydi: “Orhan Seyfi Bey’le bir gün Son Havadis’teki odasında sohbet ederken onun, ‘Ey benim güzel kuşum, anladım ki bu akşam unutulmuşum’ beytiyle başlayan şiirini okumuştum. Üstad duygulandı ve ‘Hâlâ o beyitlerden hoşlananlar kaldı mı, o sözlerden haz duyanlar var mı?’ diyerek acı acı başını salladı ve edebiyata, şiire o zamanki ilgisizliği bu tavrıyla dile getirdi.” SEZAİ KARAKOÇ’LA MUHABBETİ

TYB,18 Aralık 2015 tarihinde bir saygı toplantısı düzenlenmişti. Orada da üstat Sezai Karakoç ile ilgili şu hatırasını anlatmıştı: “Birinci ameliyatımda yanıma gelmiş, beni aramış, ulaşamamış. Fakat sonraki önemli, büyük ameliyatımda ki bir metre bağırsaklarımı kestiler, küçülttüler, bir ay kadar yattım hastanede. İlk gelen kim biliyor musunuz? Sezai Karakoç... Dostum. Vefalı arkadaşım benim. İlk ziyaretime gelen o oldu. Eli poşet dolu. Biraz oturup konuştuktan sonra giderken yastığımın altına bir zarf sıkıştırdı. O gittikten sonra açtım baktım ki içine 50 lira koymuş. O zamanın en büyük parası. Hiç unutamam. Kadirşinastır, vefakâr, cefakâr, fedakârdır. İnce fikirli, zarif bir mütefekkirdir. Dostluğun kıymeti yaşlandıkça daha iyi anlaşıyor. Lâkin o zaman da ömür bitmiş oluyor.” Osman ağabey ile geçen telefonla görüştük. Hatıralarını sordum. Yazıyormuş. O hatıralar yazıla dursun bence Yeni Şafak gazetesindeki değerli yazıları bir an önce konularına göre hazırlanıp kitaplaşmalı. Umarım Albayrak Şirketi bünyesinde kurulan Ketebe Yayınları, bu hayırlı hizmeti ihmal etmez ve gerçekleştirir. Yazı hayatının 50. ve 60. Yılı toplantıları yapıldı. Şimdi sırada 70. Yıl programı var. İnşallah 2020’de bu da tahakkuk eder. Ömrünü edebiyatımıza, kültürümüze, sanatımıza ve medeniyetimize adayan Osman Akkuşak Beyefendiye sağlıklı, hayırlı, huzurlu ve bereketli bir ömür diliyorum.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.