Biz’den… EDEB İLE SÖZÜ VE YAZIYI BULUŞTURALIM… Dün başlar seferber,eller seferber; Kurşun eritildi, mermer çekildi. Bunlar, bu kubbeler, bu minareler Akçayla olacak işler değildi. Böyle bir gemide yendi suyu NUH Ve bu yelkenlerde kanatlandı RUH. ….. Arif Nihat Asya Dilinizin altında erittikçe akide şekerini, tarçınlı karanfil tadında hoş bir rayiha kaplar ağzınızı. Güven ve huzur duyarsınız bu taddan. O tad aslında sadece şekerden oluşan değil, kültürümüzün geleneğimizin azık yaptığı taddır. Osmanlı Devletinde Yeniçerilere üç ayda bir dağıtılan ulufe törenlerinde askere çorba pilav zerde yemek olarak verilir, ardından cam kaselerde akide şekeri ikram edilir,boş akide tabakları sultanın önünden geçirilir. akide şekeri cam kaselerinin boş dönmesi, yani şekerlerin yenmesinin kültürümüzdeki anlamı;” Yemekden hoşnut olduk, maaşlar için teşekkür ederiz bu bir sözleşmedir , akidleşmedir, biz bu akdin tarafı olarak tadlıya bağlanmasını onaylıyoruz.” Şekere adını verende budur zaten. İnsanın hayatı boyunca” akidleşme” ;Doğumdan ölüme kadar devam eder, akide şekeri kültürümüz ise doğumda, okulda, işe başlamada, söz kesmede, nişanda ve ölümün ardından okunan Kuran-ı Kerîm ve mevlid ile ömür boyu akidleşmenin ifadesi olarak kültürümüzdeki yerini aldı. “Ortaklığınızı, alışverişinizi akde bağlayın” ifadesi inancımız gereği kültürümüzdür. Özellikle gençlerimiz için söylenecek , gençlerimize bu hassasiyetlerimizi yüzlerce kez tekrar edeceğimiz bizi biz yapan kültürel değerlerimiz karakterlerimiz vardır; Bizim kültürümüzde karşılıklı hoşgörü vardır, karşılıklı işbirliği vardır, sadakat, özveri, uygun görme vardır. Meşveret yani danışma vardır, veren el vardır, fakirlere gariplere muhtaçlara el uzatmak vardır, büyüklere saygı küçüklere sevgi vardır. İkram vardır, hediyeleşme vardır, öğretme ve öğrenme aşkı vardır. Milli meselelere karşı heyecan vardır, vatan sevgisinin imandan olduğu fikri vardır, Bayrak ve sancak namusumuzdur anlayışı vardır.
Tarihten gelen değerlerimizi koruyarak dünya gelişimine ayak uydurmak, bir günü diğerinden üstün yapmak üzere çalışmak fikri vardır. Anlaşmazlıkları rıza ile çözmek , hakkı hakikatı korumak gibi davranışlara sahip olmak vardır. Dünyanın ilk insan hakları manifestosunu yazan Fatih’in torunlarında dünyaya örnek olacak hümanist bir ruh kültürü vardır. Menzile ulaşmada beraber yürüdüğünüz arkadaşlarımıza dostlarımıza vefa vardır, dostluk vardır. Dedikodu ve fitneden uzak durma hassasiyeti vardır. Sinan gibi estetik ruha sahip bir mimari ile şehirleri imar etmek vardır. Yunus gibi yaşamak vardır. Şehirlerimizi mamur ederken, bu topraklarda yaşamış medeniyetlerin kurucularına saygı duymak vardır.. Ağacı, çiçeği, böceği, hayvanı ile birlikte yaşadığımız şehirlerimizde konuşan konuşamayan her türlü canlıya saygı vardır.. Edeb ile sözü ve yazıyı buluşturan edebiyatçılar ve şairler, bizim bu dünyadaki dilimizdir. Dilimizi doğru kullanan dilimizi bozmayan edebiyatçılarımıza şairlerimize, ruh dünyalarının penceresini bizlere açan ressamlarımıza saygı vardır. İlim öğreten ilim sahipleri hocalarımıza, irfan ocaklarında insanımızın ruh dünyasını şekillendiren ariflerimize muhabbetimiz vardır… Hangi inançtan olursa olsun yaşadığımız şehirde ikamet eden herkese selamımız vardır. Şehir ve Kültür dergimiz bir yıldır bu kültürle şehirlerimizin var olduğu bilincini serdetmeye devam ediyor, Bir yılı aştığımız bu sayımızda sizlerle akidleşelim diye akide şekeri tadında bir yazı ile merhaba demek istedim. Yeni bir sayı yeni bir dünya yeni bir pencere demek. Her yeni penceremizde sizlere iyi görünmek, hatasız olmak için saçımızı tarıyoruz,önümüzü ilikliyor, huzurunuza öyle çıkıyoruz.. Hz.Mevlana diyor ki: “İnsan’a aradığı şeye bakarak değer biçilir.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4
DEMOKRASi, KÜLTÜR VE
ÜLKEMiZ
Ersin Nazif GÜRDOĞAN
6
MUHTEVA, ZARAFET, HUZUR VE KÜLTÜR
8
BEŞ ŞEHİR’DEN BEŞ ŞEHİRLİYE
12
GAZiANTEP:
14
SEYYiD NiZAM DERGÂHI
18
TAŞKENT
36
ERZURUM
Mehmet Kâmil BERSE
İdris GÜLLÜCE
Yaşar DiNÇKAL
40 YIL SONRA
Mustafa ARMAĞAN
ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Fahri Tuna - Giray Tarhanoğlu
Dr.Kâmil UĞURLU
“TAŞINA TOPRAĞINA KURBAN OLDUĞUM” Prof.Dr.Ömer ÖZDEN
Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan,
50 YEMEN
KIYAMETE DEK SUSMAYACAK YANIK BiR TÜRKÜ
Fahri TUNA
56
KUTSAL TOPRAKLAR’IN KUTLU KAFiLESi:
SURRE ALAYLARI Sabri GÜLTEKİN
SÖYLEŞİ
21 TELEVİZYON KÜLTÜRÜ VE KITSCHLEŞME / Ayhan ŞİMŞEK 22 DAĞLAR DÜŞMANA BAŞ EĞMEZ BİRER KALE OLMALI TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKAYESİ -DOKUZUNCU BÖLÜM- / Ali Arslan CAN 26 ALUŞTA’DAN ESEN YELLER / İsa KOCAKAPLAN 30 ÇEVRE, ŞEHİR VE KÜLTÜR (GENEL BAŞKAN YARDIMCILIĞI) YOL HARİTASI ÖNERİSİ / Yrd. Doç. Dr. Erkan ÇAV 34 ŞEHİR VE KİRLİLİK / Ekrem KAFTAN 40 ŞEHİRLERDE İDRAK PENCERESİ / Recep GARİP 43 GECE YORUMU / Dr.Kâmil UĞURLU 44 HUZUR VE HÜZÜN ŞEHRİ: SARAYBOSNA / Doç.Dr.Süleyman DOĞAN 48 İKİ KIZ İKİ DENİZ TEK KADER KIZKULESİ KIZKALESİ/ Mehmet MAZAK 52 BALKANLAR ŞİPKA / PRİZREN MİTROVİÇA / PRİŞTİNE (evvel) / Yrd.Doç.Dr.Bedri MERMUTLU 66 SÖMÜRGECİLİĞİN ACILARINI TAŞIYAN AFRİKA ÜLKESİ: RUANDA / Yrd.Doç.Dr.Ahmet KOÇAK 72 TANPINAR’LA BURSA’ YI KEŞFETMEK / Fethi Murat DOĞAN 74 KENDİNİ SEVDİREN ŞEHRİN SIRRI / Katharine BRANNING* Çeviren: İbrahim ZENGİN 78 FATİH SOFALIÇEŞME SOKAĞI’NDAKİ ÇOCUKLUĞUM / H. Yıldırım AĞANOĞLU 80 ALTIN ŞEHİR İZNİK / Mehmed BUĞRA 83 MEDENİYET TÜRKÇESİ Recep ARSLAN / Kitap Tanıtım: Aysimâ GÜNYÜZ 84 BETON KAFES YA DA APARTMAN KÖLELİĞİ/ Muhsin İlyas SUBAŞI 86 İSTANBUL İÇİN ŞİİR SÖYLEMEK / Hulusi ÜSTÜN
60 KIRILMALAR
ALi HAYDAR HAKSAL iLE VEBALiN EDEP KIYISINDA Mehtap ALTAN
Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof. Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof. Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof. Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard. Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL.
88 “VATANIM KIRIM” -IV-/ Nazım MURADOV 94 ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ; KALEMLERİN GÖLGESİNDE BİR KURULUŞ TÜRKİYE YAZARLAR BİRLİĞİ - İSTANBUL/ Mehmet Nuri YARDIM 96 ŞEHİR, YENİLEŞME VE TİYATRO / Selim KARAN
Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 SefaköyK.çekmece / 0212 624 21 11
DEMOKRASİ, KÜLTÜR VE
ÜLKEMİZ Demokrat Yönetim ve Demokrasi, kendilerine saygı ve sevgi gösterilen ülkelerde uzun süre kalırlar, o ülkeleri kendilerine vatan edinirler.
Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
*TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı
sayı//14// eylül 4
zerbaycan’dan Özbekistan’a, Irak’tan Mısır’a,Türk ve İslam dünyası için, Yirmibirinci yüzyıl, Türkiye’yi izleyen demokrasi yüzyılı olacaktır. AB üyesi olma yolunda olan Türkiye, Türk ve İslam dünyasında demokrasiye ebelik, Müslüman Demokratlara da öncülük yapacaktır. Demokrat Yönetim ve Demokrasi, kendilerine saygı ve sevgi gösterilen ülkelerde uzun süre kalırlar, o ülkeleri kendilerine vatan edinirler. Bunun için, demokratik birikimde Türkiye, oldukça zengin bir tarihe sahiptir. Bütün dünyada, “Atina Odaklı Demokrasi” den daha çok “Medine Odaklı Demokrasi” tartışılacak, dünyanın ekonomik, siyasal ve kültürel güç merkezi Amerika’dan Asya’ya kayacaktır. İBN-İ HALDUN’UN MUKADDİME ESERİ KAYNAK KİTAPTIR Düşünce ve eylem dünyasının kutup yıldızı İbn Haldun’un, ele alınmadık hiçbir alan bırakmadığı Mukaddime, Medine odaklı demokrasi kadar, Medine odaklı ekonominin de ana kaynağıdır. İbn Haldun, devletin gücünün sınırlarını ve sınırlama yöntemlerini, ekonomide mülkiyet haklarının önemini, fiyatını pazarda oluşumunu, sermaye birikiminde vergi oranlarının etkisini, Adam Smith ve Karl Marx’tan çok daha önce, ayrıntılı olarak ele alınır ve tartışır. Ekonomideki fiyat düzeniyle demokrasideki seçim düzeni, her iki alandaki kural ve kurumların, genel geçer ilke ve yöntemlerine oluşturur. Vatandaş olmanın temel haklarına sahip seçmenler, siyasal partiler, birlikler, meslek odaları, sendikalar, özel, kamu ve gönüllü kuruluşlar, fiyat ve seçim düzeninin hem oyun kurucuları, hem de oyuncularıdır. Seçmenler ve seçimler, birbirini tamamlayan iki düzenin, en büyük en önemli güvencesidirler. Demokratik yönetim ve ekonomik başarı, dünya da hiçbir ülkenin tekelinde değildir. Özgürlük ve eşitliğe önem veren, farklılığa saygılı, birlikte yaşamayı bilen her ülke, ekonomik ve demokratik birikime katkıda bulunur. Yetişkinler, seçmen olmanın görev ve sorumluluklarını yerine getirerek, hem fiyat, hem de seçim düzenini dengeli bir biçimde işletirler. Onların en önemli, en güçlü ve en etkili silahları paraları ve oylarıdır. Fiyat düzeninin ustası olan seçmenler, seçim düzeninin de ustası olmayı başarırlar. Paralarıyla ekonomiyi, oylarıyla hükümeti yönlendiren seçmenler, politika ile ekonomiyi altın oranda kaynaştırırlar. Onların anayasası: “Arz ve Talep Yasası” , ana yöntemi de: “Fayda Maliyet Analizi”’dir. Seçmenlerin sağduyusu “Büyük Sayılar Yasası” na dayanır,
yanlışta birleşmez. Bütün dünyada demokrasinin yolu şiddetin değil, seçimin yoludur. Seçmesini bilen seçilmesini bilir. Erdemli seçmenlerin seçtikleri seçilmişler erdemli olur. Demokrasi erdemli yöneticileri seçme yöntemidir. Demokrasilerde çoğunluk yanlışta birleşmez. Çoğunluğun sesi sağduyunun sesidir. SUNİ İHTİYAÇLAR, HAYATI YAPAYLAŞTIRIR Dünyanın bir yanında, sunî ihtiyaçlar öne çıktıkça, başka bir yanında da, gerçek ihtiyaçların karşılanması imkansızlaşıyor. İnsanların akıllarını karıştıran, gözlerini kamaştıran ve hayatı yapaylaştıran, teknolojik araçlara gerçekten ihtiyaç olup olmadığı, bütün dünyada sorgulanıyor. Dünyada milyarlarca insan, yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve açlık çekiyor. Sunî ürün tutkusu, gerçek ürün kıtlığına dönüşüyor. İletişim teknolojisindeki her gelişme, insanların sunî ihtiyaçların peşinden koşması için, dünya ölçeğinde büyük bir yarış alanı açıyor. Yapay ihtiyaçlar dünyanın sınırlı kaynaklarını sınırsızca tüketerek, gösteriş tüketiminde, sonu gelmez doyumsuzluk fırtınaları estiriyor. Yapay ihtiyaçların gerçekten yapay oldukları ve hayatı yapaylaştırdıkları, bütün insanlığa anlatılırsa, yapay ihtiyaçları karşılamaya odaklanan bilim ve teknoloji, gerçek ihtiyaçların karşılanmasına odaklanmak zorunda kalır. Böylesine köklü bir politika değişikliğinin sonucu, dünyanın sınırlı kaynakları, sınırsız yapay ihtiyaçların değil, sınırlı gerçek ihtiyaçların karşılaması yolunda değerlendirilir. Yaşanabilir, bütün ülkelerde gerçek ihtiyaçların karşılandığı bir dünya inşa etmek için, insanların tok gözlülüğü, yeni açılımlarla zenginleştirilmelidir. HAYAT, İKİ YÜZÜ DE DEĞERLİ İPEK KUMAŞA BENZER Hayat bir yüzünü kültürün, bir yüzünü de ekonominin oluşturduğu, iki yüzü de değerli bir ipek kumaşa benzer. Kumaşın değeri gibi, hayatın değeri de iki yüze birlikte önem verilmesinden kaynaklanır. Birinin iç, birinin dış dünyaya dönük olması, bütün değerini etkilemez. Kültürün değerleriyle kuşatılan ekonomi alanında, insanlardan kaynaklanan sorunlar, insanlarla çözülür. Dünyanın can alıcı sorunu: İnsanları, hayatı paylaştıran, sunî ürünlerin çekim alanın dışına çıkarmaktır. Hayatın iç yüzünü oluşturan kültüre, dış yüzünü oluşturan kültüre, dış yüzünü oluşturan ekonomiden daha çok değer verilmelidir. Kültürün değerleri ekonominin sınırlarını belirler. Gerçek ihtiyaçlar, sunî ihtiyaçların burnuna halka takıp peşlerinden sürüklenmezse, seküler dünyanın akıllı bilgisayarları, bütün insanlığın gözlerini kamaştırır.
ŞEHİRLER İÇİN, KÜLTÜRÜ YAŞATMAK ZORUNLULUK VE SORUMLULUKTUR. Tabiatta yapaylık yok, doğallık vardır. Kültür ve ekonomi tabiattan uzaklaşırsa, hayattan da uzaklaşır. Şehirler için kültürü yaşatmak zorunluluk ve sorumluluktur. Kültür için iyi olan ekonomi içinde iyidir. Kültürün “Görünen El”i olmazsa ekonominin “Görünmeyen El”i işlevini yerine getiremez. Avrupa’nın Asya ve Afrika’ya yürüyüşü, İslam’ın doğuşuyla durdu. İslam’ın ilk yıllarında, Araplar Irak, Suriye, Filistin, Türkistan, Anadolu, Mısır, Kuzey Afrika ve İspanya’ya uzanarak, Türklere İstanbul’dan sonra Viyana’nın da kapılarını açtılar. İslam’ın ilk yıllarındaki mucizevi gelişme, Osmanlı’nın ilk yıllarında da görülür. Üç sultan: Fatih, Yavuz, Kanuni, Üç başkent: Bursa, Edirne, İstanbul, “Cihan Devleti” Osmanlı’nın mimarlarıdır.
Özgürlük ve eşitliğe önem veren, farklılığa saygılı, birlikte yaşamayı bilen her ülke, ekonomik ve demokratik birikime katkıda bulunur.
OSMANLIDA KÜLTÜR BİLİNCİ Osmanlı Devleti’nin uzun ömürlü olmasının kaynağında, derin bir tarih bilinci, zengin bir düşünce birikimi ve eşsiz bir eylem gücü vardır. Fatih medeniyetlerin harman olduğu İstanbul’da, yeni bir medeniyetin temellerini attı. O Ayasofya’nın kubbesindeki haçı hilale dönüştürmekle yetinmedi, Roma’dan kalan harabelerin üzerine Fatih medreselerini ve camisini inşa etti. “Ilımlı, yalın, özentisiz” bilinen Sultan, her eyleminde medeniyeti iman için bildiğini vurguladı. Fatih “Bendeki bu sevinci görürsünüz, Konstantiniyye fethine sevinir sanman, Akşemseddin benim zamanımda olduğunu sevünürün” demekten mutluluk duyar. Cahit Tanyol’un “Fetih Destanı”nda vurguladığı gibi: Osmanlı Devleti’nde, “Düşünceyi, yeni bir dünya ve devlet görüşünü Akşemseddin, eylem ve yaşantıyı da Fatih temsil etmektedir.” Bir devlet yöneticisi, düşüncenin dervişi eylemin velisi olmazsa, tarihte kendisine sağlam bir yer açamaz. Osmanlı toplumunun temellerinde, devletin sultanlarından daha çok tasavvufun sultanları vardır. Edebali”siz, Emir Sultan’sız, Hacı Bayram’sız, Akşemseddin’siz, Hacı Bektaş’sız bir Anadolu’da; Üç kıta ve iki denizde söz sahibi olan, bir Osmanlı Devleti olmazdı. Türkler, Sinan ile şehirleri, Yunus ile gönülleri fethettiler. Düşünce eyleme eylem düşünceye yeni boyutlar kazandırır. Düşüncesiz eylem etkisiz, eylemsiz düşünce güçsüz olur. Yakınçağı açan Fatih düşüncenin dervişi eylemin velisidir. “Kişiler ‘keramet’le değil, ‘feragat’le veli olurlar.” İnsanlığın özlediği gelecek, ekonominin “Serbest Pazarı” ile değil, kültürün “Etik Pazarı” ile inşa edilir. 5
Ş ehir
uhteva ,Zarafet, Huzur ve Kültür ;Bunlar, şehrin üzerinde yükseldiği dört sütundur. Bazı şehirler vardır. Üzerinde yaptığınız değişimler o şehrin muhtevasını değiştirmeye yetmez. Çünkü oradaki insan hikâyeleri ve tarih, şehri çelikleştiren bir şeydir. Şehrin gücüdür, ruhudur. Şehri dokunulmaz kılan şey, orada yüzyıllar boyu yaşamış insanların bıraktığı “değer ve manaların” toplamıdır.
MUHTEVA, ZARAFET, HUZUR VE KÜLTÜR… Şehrin ve halkın, birbirinin derdine ortak ve şahit olan iki kardeş olduğunu düşünüyoruz. İdris GÜLLÜCE*
Bu dokunulmaz şehrin bir de gözetleyicileri vardır. Arifler. Arifler şehrin halinden anlayanlardır, sezenlerdir. Bu insanlar, kendilerine has bir içerik ile seslenirler bize. Hikmetle. Ariflerden birinin şehri nasıl tarif ettiğine beraberce kulak kabartalım: ”Allah’ın kullarının huzurlu yaşadığı şehirler huzurlu şehirlerdir. Huzursuz yaşadığı şehirler ise huzursuz şehirlerdir” Arifin sözündeki hikmet çok açık... İnsanın huzuru ile şehrin huzurunu eş zamanlı ve eşdeğer olarak görmektir. Buradan hareketle, insanın merkeze alınmadığı, huzurunun hesaba katılmadığı tüm iş ve oluşlar soğuktur, yersizdir, geçersizdir diyebiliriz. Şehirlerimizde yaşanan tüm olumsuzlukların başlıca sebeplerinden biri de aslında budur. Yani insanı merkeze almamak, huzur ve güvenini tesis etmeyi düşünmemek, inşa ederken bu değerleri göz ardı etmek. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı mensupları olarak insanı ve huzuru merkeze alan bir şehir hassasiyeti taşıyoruz. İnsanın genleriyle oynayan değil, sosyal hayatında ona kolaylıklar sunan, estetik duyarlılığı olan, zarif ve huzurlu şehirler imar etme planlarını yapmaya çalışıyoruz. Çarpıklıkların giderilmesi için estetik ve kültürel bakışla tekrar tekrar bakarak yanlışları düzeltmeye gayret ediyoruz. Şehrin ve halkın, birbirinin derdine ortak ve şahit olan iki kardeş olduğunu düşünüyoruz. Bu bilgi ve inançla; Bu ülkenin sorumlu kişileri, kültürüne medeniyetine aşık kişileri elele vererek , Çevre ve Şehri yeniden düşünmenin zamanıdır dedik . Geceyi gündüze, suyu azığa yoldaş edip toprağa tohum eker gibi çalışıyoruz. Tabi başka kavramlar da var… Bunlar… Güç, irfan, coşku, hüzün ve vakar.
*T.C.Çevre ve Şehircilik Bakanı
sayı//14// eylül 6
Bu beş kelime, insanın yaşadığı mekâna ilişkin duygularının bir özetidir. Milletin kimliği, varlık
bilinci ve dünya algısının yere kondurulmuş hali, kendisine çokça emek verilerek inşa edilen şehirlerdir. Unu irfan, mayası mutluluk, tuzu inşa sanatı ve ter olan bu şehirler; gücün endamını, irfanın tezahürünü, coşkunun vazgeçilmezliğini, hüznün göz açıcılığını ve vakarı yansıtmakta güçlük çekmezler. Mükellefiyet ve idrakin devredilemeyeceği gerçeğini görmenin tam zamanıdır. Toplumun en alt tabakalarından, üst düzey devlet organlarına kadar topyekûn bir halkın vazifeleri vardır. Her bir kişi kendi yaşam sınırları içerisinde “özgün ve dirayetli” olmak zorundadır. Bu zorundalığı ta’til etme ve başkasına devretme söz konusu olamaz. Temiz çevre ve güzel şehir vekâletlerle sağlanamaz, sağlansa kurumsallaşamaz, kurumsallaşsa dahi uzun soluklu olamaz, başka bir yönetim refleksiyle toz olur gider. Kurumsallaşma ve uzun soluklu olmanın yolu çok açıktır. Çözüm; üst idarelere çevrenin korunması ve şehrin imarı konusunda baskı kuran bilinçli ve öngörülü bir halk, imar ve inşa konusunda hevesli, tutarlı ve güçlü bir taahhüt yönetimi, süreçleri belirleyici, ferasetli ve azimli bir yerel yönetimdir. Çünkü “Temiz Çevre ve Yaşanılabilir bir Şehir” çok yönlü, korelasyon ve istişare mekanizmalarına muhtaç, subjektif duyguların tatmini yanında fiziksel şartlara da mecbur bir proje, bir mevhumdur. Yunus Emre Hazretlerinin; “Bu dünyânın meseli bir ulu şara benzer / Velî bizim ömrümüz bir tez pazara benzer / Her kim bu şara geldi, bir lâhza karar kıldı / Geri dönüp gitmesi gelmez sefere benzer…” şeklinde resmettiği dünya için, şehrimize karşı
sorumluluklarımızın vakit kaybetmeden yerine getirilmesini ihtar etmiyor mu? Yunus Emre’nin şehri; taş binalarla örülü bir yapılaşma alanı değil, gerek ululuk, gerekse gelenek ve kültürü yansıtan canlı bir aktördür. Bizim Yunus, bir an için gelip geçecek olduğumuz dünyadan, geri dönüşün imkânsız olacağı bir sefere çıkacağımız gerçeğini dillendirerek, yaşayan şehrin imarına memur olduğumuzu ne güzel betimlemiş... Bu minval üzere, şehirlerimizin bu yüzyıldaki kutlu yürüyüşünde ayağına batan dikenleri çıkarmak, taş parçalarını ayıklamak sorumluluk sahibi herkesin görevidir. Bu ihtara, toplumun bütün katmanlarının sivil toplum kuruluşlarının, İdarecilerin, siyasetçilerin,yönetici, yazar, çizer, gazeteci, ev kadını, işçi, patron, öğrenci, olarak kulak vermeliyiz ve bu birliktelik çalışma azmimize güç vermeli. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ; Kültürümüzün korunması, tarihimizin tarihi eserlerimizle yaşatılması, şehirlerimizin ihyası ve yenilenmesi hedeflerine, medeniyet bilincimizle ve erdemli şehrin imarına memur olduğu idraki ile çalışmalarına samimiyetle devam etmektedir. Bu topraklardaki; On bin yıla uzanan kültür ve medeniyet bizim medeniyetimizdir. Bu topraklardaki bin yıllık Türk ve İslam kültürü de bizim medeniyetimiz ve kültürümüzdür. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında Şehirleri Âbâd olmuş bir Türkiyeyi ortaya çıkarmak için seksen milyona yaklaşan milletimizle elele vererek çalışmalıyız. 7
Ş ehir
BEŞ ŞEHİR’DEN BEŞ ŞEHİRLİYE
Şehirlere ruh veren oralarda yaşayan insanlar olduğu herkesin malumudur. İnsan unsuru, şehirlere medeniyet inşaa ederken diğer yandan şehrin varoluşundan beri taşıdığı medeniyette insan unsurunu medenileştirdiği gerçeği göz ardı edilemez. Yaşar DiNÇKAL*
*TBMM Danışmanı
sayı//14// eylül 8
debiyatımızda “Beş Şehir” ismi önemli bir kavram niteliğindedir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1940’lı ve 1950’li yıllardaki şehir kültürünü ve estetiğini konu edindiği Beş Şehir adlı eseri, Türk edebiyatındaki deneme türündeki eserlerin en önemlilerinden birisi olduğu kabul edilebilir. Eserde gündelik hayatımızda çok çabuk kaybettiğimiz değerlerimizin ardından duyulan hüzün ve yazarın yaşadığı pencereden geçmişe bakarak ‘bir inşa’ eylemi ile geçmişe duyduğu özlem ayrıntılı olarak işlenmiştir. Ayrıca yazarın eserde anlatmaya çalıştığı şehirlerin - İstanbul, Bursa, Konya, Ankara, Erzurum- çerçevesinden kendi insanımızı ve onların hayat tarzını, vatanın manevi çehresinden bakmak amaçlanmıştır. Aslında gezi kitabı olmasına rağmen bu eser, bir gezi kitabından çok farklı bir özellik arz ettiği söylenebilir. Eser, anlatılan şehirlerin coğrafi yapısından daha ziyade, ‘his, sanat, estetik, kültür ve bilgi birikimini’ kapsayan önemli bir başyapıttır. Bu özelliği ile Tanpınar’ın ve eserinin kendisinden sonra gelen birçok sanat eserine ilham kaynağı olduğu kabul edilebilir. MEDENİYET KÖPRÜSÜ BEŞ ŞEHİRLİ Tanpınar’dan ilham alınarak literatürümüze kazandırılan eserlerden en önemlisinin şüphesiz Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan Medeniyet Köprüsü Beş Şehirli adlı kitaptır. Kültür ve Turizm Bakanlığının ‘Şehir-İnsan Medeniyet Köprüsü: Örnek Kişiler’ adlı projesinin ilk ürünü olan bu eser, Nisan 2015 tarihinde yayınlanmıştır. Eser, yukarıda bahsettiğimiz ‘Beş Şehir’ adlı eserden ilham alınarak kaleme alınmıştır. Ahmed Süheyl Ünver, Ali Fuat Başgil, Ekrem Hakkı Ayverdi, Fethi Gemihlioğlu ve Mahir İz gibi milli ve manevi değerlere bağlı, 20. yy’ın mütevazi ama gönülleri insan ve vatan sevgisi ile dolu mütefekkirlerin, Bilim, Kültür ve Sanat hayatımızdaki açtıkları çığırı içermektedir. Onların toplumda kültürel anlamda yapmaya çalıştıkları değişim ve dönüşüm, bu eserde çok iyi seçilmiş örnek belgelerle; yayınlanmış yazıları, hususi mektupları ve fotoğraflarıyla, kökleri 19.yy’a kadar inen beş münevver insanın yapıtları ve hayat felsefeleri ile gençlere ışık tutması amaçlanmıştır. Yaklaşık yüz kırk sayfadan müteşekkil olan bu eserin sayfalarını açmaya başladığınızda; eserin, okuyucuyu çok farklı bir dünyaya götürdüğü söylenebilir. Günümüzde küreselleşsen dünyada tamamen kapitalizm ilkelerine teslim olmuş bir kuşak için eser iyi bir reçete olabilir. Çünkü eserde anlatılan kişilerin her birisi bir İstanbul beyefendisi olmasının yanında, beyefendiliklerinin arkasında
naif kişilikleriyle bir dava uğruna çalışarak edindikleri ve kültürün sonu olmadığını ve bu bilgileri yaşamın içinde uygulayan ve uyguladıkları ile örnek birer şahsiyetin kültürel zenginlikleri yayma azmindeki birer deryanın nasıl ortaya çıktığı görülür. Bu derya gibi insanlar, toplumun kültürel dezenformasyonuna karşı, ağır ağır ama çok derin bir etki ağı ile ortaya koydukları duruş onların ibretlik biyografileri bu eserle karşımıza çıkar. Şehirlere ruh veren oralarda yaşayan insanlar olduğu herkesin malumudur. İnsan unsuru, şehirlere medeniyet inşaa ederken diğer yandan şehrin varoluşundan beri taşıdığı medeniyette insan unsurunu medenileştirdiği gerçeği göz ardı edilemez. Yani şehir ve insan karşılıklı etkileşimle o şehrin medeniyetini oluşturur. Kitabın önsözünde Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun belirttiği gibi; “…doğasının insan doğasıyla bütünleştiği bu şehirler…” in en önemlisi İstanbul’dur. Yine önsözde, Şehir- Medeniyet ilişkisinin diğer bir boyutunun medeniyetlerin yükseliş ve düşüş süreçlerinin en belirgin göstergesinin “eksen şehir niteliği gösteren şehirlerdeki değişimler” olduğu örneklerle açıklanmaktadır. Medeniyetimizin en önemli eksen şehri olan İstanbul’da yetişmiş beş kültür ve bilim insanının en büyük ortak özelliğinin şehirli olmalarının yanında, yetiştirdikleri ortamın zorluğuna rağmen ailelerinden başlayan eğitim süreçlerinde, kendi alanları dışında, başka disiplinlerde de söz sahibi olacak kadar bilgi ve kültüre sahip olmaları eserden çıkarılabilir. Diğer yandan bu beş mütefekkirin geçmiş ile gelecek arasında bir bağ kurma amaçlarıyla geleneksel bakış açsısı ve yaşam biçimleriyle geleceği şekillendirme gayelerini, gençlere verdikleri değer ve onlara medeniyetimizin kaybolan değerlerini öğretmekten geri kalmayan bir anlayışla çaba verdikleri görülmektedir. Yani hepsinde görülen en büyük özellik sabır ile çalışmak ve medeniyet kavramının şehirlerden ve medenileşmekle tasavvur edilebileceğini topluma eserlerinde ve yaşamlarında sunmaları, onların fedakarlığının, “hayat tarzlarının” olmazsa, olmaz olduğunun göstergesi denebilir. Yani onlar toplum için yaşamayı kendilerine düstur edinmişlerdir. Bu düsturun karşılığı maddiyat değil, yaşadıkları şehre ve topluma olan vefa borcu ile onlara olan karşılıksız sevgi olduğu söylenebilir. Eseri şekil yönünden incelediğimizde; Sayın Başbakan ve Kültür Turizm Bakanı’nın önsözleri ile Kültür Turizm Bakanı Müsteşarının giriş yazıları kitap hakkında genel bir perspektif
Ahmed Süheyl Ünver
Ali Fuad Başgil
sunmaktadır. Eserin içeriği ise, beş mütefekkirin adlarının baş harfleri alfabetik olarak sıralanarak her biri bir bölüm başlığı olacak şekilde beş bölümden oluşturulmuştur. Bu bölümleri kısaca özetlemeye çalışırsak; AHMED SUHEYL ÜNVER Düşünce dünyasında İstanbul’a özel bir önem atfeden Ahmed Süheyl Ünver asıl mesleği hekimlik olmasına rağmen, tıp tarihinin yanında, Edebiyat, Kültür ve Sanat tarihimizde açtığı çığırlar uzun uzun anlatılmıştır. Onun Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde ‘tıkanmış sanat dallarının’ sabırla yeniden ihya etmesi, İstanbul’da yok edilmiş bir çok tarihi yapıyı yaptığı suluboya resimleri ile medeniyetimize armağan etmesi ve geleneksel sanatlarımızı genç nesillere aktarmıştır. İstanbul’a olan aşkını beş ciltlik ‘İstanbul Risaleleri’ adlı eseriyle toplumla paylaşması, altmış yıllık telif hayatı boyunca ‘eserlerine taşıdığı gönül ve akıl birlikteliği ile İstanbul efendiliğini temsil etmiştir.’ Ona göre İstanbul “…bütün Türk tarihinin, Türk coğrafyasının bir terkibi, bir hulasası ve bir tecellisi olmuştur.” Gösterişten uzak mütevazi yaşamında onlarca eseri milletimize bırakması belki de onun Tasavvufla kalp cephesini tezyin etmesiyle izah edilebilir. ALİ FUAD BAŞGİL Hukukçu, fikir ve siyaset adamı, kültür ve şehir insanı Ali Fuad Başgil’in, hukuk ve demokrasiye adanmış ömürünü, Süleyman
9
Ş ehir
uğurda Cumhuriyet dönemi ilk mimari eserlerini inşa etmiştir. Bunlardan bazıları Bursa Vilayet Konağı, Gureba Hastanesi, Boyacıköyü Camii gibi eserlerdir. Mimari açıdan faaliyetlerinin en önemlisi İstanbul’dan başlayarak Balkanlara kadar uzanan bir çok Osmanlı eserinin restorasyonuna imza atmış olmasıdır.
Ekrem Hakki Ayverdi
Yalçın’ın kaleminden özetlenmiş, etkileyici bir uslupla bu kitabın ikinci bölümünde okuyucu ile buluşturulduğu görülmektedir. Ali Fuat Başgil’in yirminci yüzyılın ilk günlerindeki Çarşambası’ndan, İstanbul’a, oradan Birinci Dünya Savaşında Kafkas Cephesine, vatanın en buhranlı günlerinde Savaştan gazi olarak dönenmesine rağmen, okuma ve öğrenme azmini kaybetmeyerek Fransa’ya eğitimini tamamlamaya gitmesi ve Fransa’dan sonra, akademik hayatı ile siyasi yaşamındaki öyküsü günümüz okuyucusu için ibret vericidir. Özellikleri sayfaları taşıracak kadar fazla olan bu münevver insanın en büyük vasfı, “haksızlığa tepeden inmeciliğe karşı tavır alan” ve gençlerin yetişmesi için özel bir gayreti sarf etmesi onun farkını ortaya koyduğu söylenebilir.
sayı//14// eylül 10
Yaklaşık otuz yıllık mimari ve mühendislik mesleğinden sonra 1950 yılında yazı hayatıyla tecrübe ve birikimlerini ortaya koyan Ekrem Hakkı Ayverdi, “Vakıflar Dergisinde “Yugoslavya’da Türk Abideleri ve Vakıfları” adlı incelemesi, kendi alanında yapılan en büyük araştırmadır.” Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri ve Nüfusu adlı çalışması ise, şehircilik ve kültür tarihi açısından çok büyük önem arz etmektedir. Diğer yandan 1958 yılında İstanbul’un topografyası açısından çok büyük önem arz eden 19.Asırda İstanbul Haritasını yayımlamıştır. Uzun bir çalışmanın ürünü olarak İstanbul Vakıfları Tahrir Defterleri ve Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri adlı eserleri kütür tarihi ve sanat tarihçiler için kaynak eserler olmuştur. Osmanlı mimarisi alanında külliyatlar bırakan Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı el sanatlarından seçkin örnekler içeren emsalsiz koleksiyonu ile kendisinden sonra gelecek kuşaklara ışık tutmuştur. Kendisini topluma ve tarihe vakfeden Ekrem Hakkı bey, bütün arşivini, mal varlığını kendi kurduğu Kubbealtı Akademisi Kültür Sanat Vakfına bağışlamıştır.
Ona göre, “bir mekanın şerefi orada bulunandan dolayıdır.” Fransa’da öğrenimine devam ettiği sürede batı medeniyetini çok iyi kavrayan Başgil Hoca, kendi öz kültürünün değerlerini kaybetmemiştir. O hep hafızalarda namuslu, dürüst Türk aydını, alim ve mütefekkir Osmanlı münevveri olarak hafızalarda yer almıştır. Konferansları ile gazete yazılarıyla gençlerin ve aydınların timsali olan Ali Fuat Başgil, hakkı ve doğruyu arayan yapısıyla 27 Mayıs ihtilali günlerinde halkın umudu ve sevgi kalesi olmuştur. Kendisini gençliğe hizmete adayan Hoca, eserleriyle onlara yol göstermeyi misyon edinmiştir. Bir eserinde saadete erişmenin sırrını şöyle ifade eder; “…saadeti sırf servet, iktidar ve şöhrette görmek çölde serabı su zannetmektir.”
FETHİ GEMUHLUOĞLU Eser bu bölümünde beş münevver insanın yaşça en küçük olanı idealist, aktivist Fethi Gemuhluoğlu’nu okuyucu ile buluşturmaktadır. Onun davasına olan sadakatini Ferman Karaçam’ın kaleminden okuyucuya sunuluyor. Fikir ve dava adamı, yazar ve şair Fethi Gemuhluoğlu’nun anlatıcı, temsilci ve yetiştirici vasıfları ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Sağlam karakteri ve hoşgörülü tutumuna; konuşmalarında, yazılarında çok iyi bir İstanbul Türkçesi kullanmasında ilave onlunca kısa zamanda etrafında aydın bir çevre oluşturmuştur. Yani Onun, Anadolu kaynağından beslenen bir İstanbul beyefendisi ve Osmanlı bilgesi olduğuna yazar vurgulamaya çalışıyor.
EKREM HAKKI AYVERDİ Eserin üçüncü bölümünde Mimar mühendis ve mimarlık tarihi araştırmacısı Ekrem Hakkı Ayverdi ile tarihe yolculuk ediliyor adeta. Mesleğini icrası süresince memleketine ve milletine olan sevgisini birleştirerek milletin bir milli mimarlık dehasına sahip olduğu inancını taşımış, bu
Halvetiye tarikatına mensup olan Gemuhluoğlu, hayatı boyunca riya ve şöhretten uzak durmuş topluma hizmet etmeyi ibadet kabul etmiştir. Bu hizmetinin amacı Yüce Yaradanın rızasını kazanarak “Batılılaşmanın Türk toplumunda meydana getirdiği tahribatın onarılması için” kendi çapında büyük çaba sarf etmiştir. Bu
uğurda dosluğa büyük önem vermiş, insanın başta kendisiyle dost olarak, kendi içinde dengeli ve tutarlı olarak “önemli bir varlık şartı olarak ele almış” ona göre ferdin iç dünyasının hayata ve olaylara bakışta temel rol oynamaktadır. “şöhret, mal ve uyku dışında her şeyle herkesle dost olmanın gereği üzerine ısrarla durmuştur.” Dostluk ve sevginin ölçüsünün İslama ve insanlığa hizmet etmek olduğunu konuşmalarında ve makalelerinde dile getirmiştir. Gençlere, geçmiş ve geleceği, insanların kaynaşmasının, istikbale umutla bakmanın temel yolunun sevgi olduğunu anlatmakla kalmamış, adeta özümsetme gayesinde olmuştur. Onun sohbetleri, konuşmaları, makaleleri Dostluğa Dair adlı bir eserde vefatından sonra derlenmiştir. MAHİR İZ Osmanlı eğitim ve medeniyetinin son temsilcilerinden, muallim, şair, müellif, mütefekkir ve mutasavvıf Mahiz İz’in İstanbul’dan Osmanlı coğrafyasının muhtelif şehirlerinden Medine’ye kadar uzanan eğitim hayatından ve Ankara’da başladığı iş hayatından örneklerle onun inancından aldığı idealleri uğruna toplumun yeniden inşası için yaptıkları etkileyici bir şekilde eserin son bölümünde işlenmiştir. Osmanlı Devletinde İttihak ve Terakki Fırkası ile onun idarecilerinin yol açtığı acılı olaylar Mahir İz’i derinden etkilemiş ve muallimlik yanında ömrünün sonuna kadar memleket meselelerini kendine dert edinmeyi ve bildiği doğruları hayata geçirme çabasını taşımayı kendine şiar edinmiştir. Babasının en son Ankara’ya kadı olarak tayin edilmesiyle Ankara’da öğrenim hayatını bitiren Mahir İz öğretmenlik hayatına da burada başlamıştır. Devrin ilim ve fikir adamları ile yakın ilişkilerini Ankara’da da sürdürmüştür. O dönem Ankara’da bulunan Mehmet Akif Ersoy’dan Arapça, Farsça ve Fransızca dersler almıştır. Aynı dönemde TBMM’de gizli celse zabit katipliği yaparak Kurtuluş Savaşı günlerinde memleketin “geçirdiği badireleri” yakinen takip etmiştir. Ankara hükümet merkezi olunca İstanbul’a tayinini isteyen Mahir İz, Yavuzselimdeki İmam Hatip Okuluna tarih öğretmeni olarak atanmıştır. İstanbul’da çok sevdiği muallimliğin yanında, yüksek öğrenimini Edebiyat Fakültesinde tamamlayarak birçok lisede öğretmen ve idareci olarak görev almıştır. Onun milli kültürümüz bakımından en faydalı ve en kalıcı izler bıraktığı dönem Haydarpaşa Lisesi ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ndeki hocalık yılları olduğu söylenebilir. Bu dönemde talebelerini “istikbalin manevi mimarları” olarak görür ve onların üzerinde en etkili hoca olarak yerini alır.
Fethi Gemuhluoğlu
Mahir İz
Çok yönlü bir muallim olan Mahir İz, şiirlerinde Maksud Kamran, edebi yazılarında Namık Yaz, ilmi yazılarında Abdullah Sögüt takma adlarını kullanmıştır. Yazılarını “milli, dini, ilmi ve fikri konularda kaleme alarak her seviyeden geniş kitlelere özelikle gençlere yol gösteren isimler arasına girmiştir.”
Eserin içeriği ise, beş mütefekkirin adlarının baş harfleri alfabetik olarak sıralanarak her biri bir bölüm başlığı olacak şekilde beş bölümden oluşturulmuştur.
Eserlerinin haricinde sosyal hayatta da; İlim Yayma Cemiyeti, Muallimler Cemiyeti gibi birçok sivil toplum örgütünün kuruluşunda yer almıştır. Bildiğini başkasına öğretmek mükellefliğinde olan Mahir hoca aktif siyasetin dışında kalmak şartıyla, dini milli edebi, yakın tarih olayları ve kişileri konularında İstanbul ve Anadolu’da bir çok sohbet ve konferansla katılımcılara ışık saçmıştır. SONUÇ Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın derleme eser niteliğinde yayınladığı bu kitap yeni neslin okuması ve üzerinde düşünmesi gereken bir eserdir.Ahmed Hamdi Tanpınar’ı hatırlatmak amacıyla adı ‘Beş Şehirli’ olarak belirlenen eserde anlatılan münevver insanların hepsinin ortak özelliği şehirli ve kültürlü olmalarıdır. hepsinin de ömürlerini mütevazi bir yaşamla İstanbul’da tamamlamalarıdır. Fedakarlıktan kaçmayan, öğrenmekten ve paylaşmaktan korkmayan bu mütefekkirler, vatan, millet sevgisinin insan sevgisiyle birleşince büyüdüğünü bizlere öyküleri ile bir kez daha hatırlatmışlardır. İdealleri uğruna azimle çalışmak ve toplum için karşılıksız hizmet edildikçe toplumların ve ülkelerin sahip olmaya çalıştığı medeniyete çıkabileceğini öyküleri ile anlatmaya çalışılmıştır. Beş şehirli insanı doğru şekilde yansıtan bu eseri, Kültür Bakanlığı’nın Şehir- İnsan Medeniyet Köprüsü: Örnek Kişilikler Projesi çerçevesinde yayın hayatımıza kazandırılması, bazı değerlerimizi hatırlattığı için emeği geçenlere müteşekkiriz. Umuyoruz ki projenin diğer aşamaları da geniş kitlelerin katılım ile en kısa sürede gerçekleşir. 11
Ş ehir
2.40’da Atatürk Havalimanı’ndan kalkan uçak Gaziantep’e indiğinde ilk arzum, o çıkmaz sokaktaki taş evimizi görmekti. ‘Şıh Fethullah Camii ile Hamamı’nın arasındaki kabaltıdan gireceksin. Soldan ikinci sokak…’
GAZİANTEP:
40 YIL SONRA
İkindi vakti serinden soğuğa çalan bir Antep havası, güneşin içinden eliyor zamanı gümüşleşen saçlarıma.
Mustafa ARMAĞAN
Böyleydi on yıllar sonra sokağı kafasında canlandırmak isteyen annemden telefonda aldığım tarif. Önce ters tarafta boşuna aramalar… Sonra kabaltıdan geçtikten sonraki sokakları sayıyorum, soldan itibaren. Bir, iki… Meğer ikinci değil, üçüncü sokakmış. Evet, burası tıpkı o çocukluğumdaki sokak... Küf ve rutubet kokusu, elimden tutup beni götürüyor sokağın derinlerine. Neden bu denli daralmış, ufalmıştı bu sokak? Oysa aynı yer büyülü oyun denizinde nice kulaçlar attırmıştı bana. Burayı hayalimde çok geniş bir sokakmış gibi algılayışımın sebebi ne olabilirdi? Boyumun büyümesi mi? Mekânın yanlış ısıda yıkanmış bir kazak gibi çekmesi mi? Yoksa üst üste dökülen asfaltların, zemini 40 yıl içinde karış karış yükseltmesi mi? Sokak daralıyor gitgide. Sona doğru, sanki bir daha kıvrılmayacakmış gibi bir his uyanıyor içimde. Halbuki şurada sonlanacak gibi.. Ama hayır, ümidim tükenmiyor: Orada sola kıvrılan bir dirsek duruyor ve ben o dirseğin başına gelirken yüreğim heyecandan kuşlaşıyor. İkindi vakti serinden soğuğa çalan bir Antep havası, güneşin içinden eliyor zamanı gümüşleşen saçlarıma. Ve o dirsekten sonra kimse tutamıyor beni. Mıknatısa kapılmış bir paslı çivi gibi doğru çıkmazın iyice daralan nihayetinde alıyorum soluğu. Evet, bu defa buldum galiba onu... Kaçamadı elimden… Gözlerimden… Ruhumdan… Avucumda çırpınıyor… İşte soldaki son kapı, ‘bizim kapımız’ karşımda: Musa Çavuş Çıkmazı, No: 9. Neden bu denli ufak tefek bu demir kapı? Beyaza boyanmış. Sessiz. Sade bir uğultu. Hatıralar mı çınlıyor kulağımda? Bir zil, orada bekliyor basılmayı. Basıyorum. Az sonra 10-12 yaşlarında bir kız çocuğunun sesi çınlıyor kapının ardında: - Kim o? İki karış kadar açılan demir kapıdan şirin, gözlüklü, saçlarını atkuyruğu yapmış küçük bir kızın başı görünüyor. Merak dolu bakışları bir başka gözlükle çarpışıyor. Daha kim olduğumuzu sormadan hemen giriyorum lafa: -Bu evin bahçesinde bir havuz var mı? Gözleri güve yemiş bir şaşkınlık içinde büyüyor. Cevapla birlikte kırpışıyor:
sayı//14// eylül 12
-Evet! Ahh!… Bu evet uğrunda neler vermezdim? Bir evet değil sadece. Bir bağış. Bir şölen daveti. Bir avuç su serinliği İbrahim’in ateşinde. -Görebilir miyiz?, deyişim belli ki yetki alanının sınırlarına dayanıyor. ‘Anneme sorayım’ diyerek eve yöneliyor. Nihayet biraz sonra kapı yeniden açılıyor ve 30’unda gösteren bir kadın buyur ediyor bizi içeriye. -Anlatıyorum. Çocukluğumda bu evde oturuyorduk vs… Ah, o şirin, ufak havuz. Tam o kısa pantolonlu fotoğrafımın çekildiği noktadayım. Ancak havuzun üzerindeki ikinci kat şadırvanın, üzerinden su fışkıran sevimli kurnası soğuk bir kış günü buz tutmuş ve kırılmış. Şimdi oval bir havuz ve içinde de 24 dilimli bir taçla çevrili ikinci bir kurna var. Ortasında da bir musluk. Ucuna mavi bir hortum bağlanmış; belli ki ‘hayat’ı yıkıyorlar onunla. Tıpkı eskisi gibi… Annemin anlattığına göre küçük kardeşim Mehmet ara sıra düşermiş havuza. O düştü mü, Şakire Teyze kırklarmış havuzu. Rahmet eyleye Rabbim. Hafızamızda yaşıyor. Benim hafızama ise avlunun sonundaki dik merdiven kazınmış. Odamız, daha doğrusu tek odalı evimiz bir de. Yalnız merdiven kenarlıkları, tırabzanlar yanmış, yıkılmış, sade en üstte bir iki merdivende kalmış; oturduğumuz odanın girişindeki ahşap sundurma da yarı yanık vaziyette. kiracı olduğunu öğrendiğimiz kadından aldığımız bilgiye göre evimiz şimdi çocuk odası olarak kullanılıyormuş. Merdivende birkaç poz resim çektiriyorum. Bir de tıpkı beş yaşımdaki gibi havuz başında… Yarın sabah yeniden gelmek için izin istiyoruz. Tabii bu defa fotoğraf makinamızla beraber geleceğiz. Annemi cep telefonumdan arıyorum. ‘Merdivenin hemen altında bir nar ağacı olmalıydı’, diyor. Bakıyorum, yeri toprak, duruyor ama ağaç sırra kadem basmış. Toprağa belli ki o sabah çay ‘tilfi’ dökülmüş. Bir de giriş kapısının arkasında arsız bir ağaç göze çarpıyor. Annem ‘Baharda küçük, kırmızı kırmızı meyve açardı’ diyor ya, bu mevsimde meyvesiz. Sade yeşilini sunmakla yetiniyor. Hem eski ağacı kesmişler; şimdiki onun yanından filiz vermiş. Kapının üzerine kadar da uzatmış eğri boynunu. Tabii bir de kapının karşısındaki duvarda sarmaşıklar var boydan boya. Mevsim icabı yaprakları dökülmüş; sadece gövde ve sarmaşmış dallar duruyor. Ev sahibesi kadın utanmış gibi, ‘Bir iki ay evvel gelseydiniz bu duvarı yeşil görecektiniz’ diyor. Bahçenin derbederliğinden, arada bir şeyler toplamaya çalışmasından da belli ki dağınıklıktan mahcup.
Mutfak, oturdukları kısmın sağ altında. Sol altta ise bodrum olduğunu öğrendiğim bir ‘zerzembe’ (kiler) var. Kömür torbaları üst üste duruyor girişinde. Tahta parçaları, öteberi vs. Yerdeki karoları sanki hatırlar gibiyim bir de. Benzerine başka bir mekânda pek rastlamadığım kabartma desenleri olan küçük, fayans ebadında yer karoları bunlar. Yalnız havuza doğru bir dikdörtgen kısım kırmızımsı, daha canlı renklerde bir başka tür karoyla döşeli.
Annemin anlattığına göre küçük kardeşim Mehmet ara sıra düşermiş havuza. O düştü mü, Şakire Teyze kırklarmış havuzu. Rahmet eyleye rabbim. Hafızamızda yaşıyor.
Ev sahibesi kadın bizim odaya çıkan merdivenin sol yanını boydan boya kaplayan duvarın bir yangın sırasında yıkıldığını ve sonradan 10-15 santim kadar ileriden yeniden yapıldığını anlatıyor. Üstelik sanki ben yangını haber alabilirmişim gibi ‘Haberiniz vardır’ diye anlatması ise dikkatimi çekiyor. Çocuklar ortalıkta gözükmüyor nedense. Kapıyı açarken karşımıza çıkan gözlüklü, at kuyruklu kız da kayboldu. Bu bahçe, Antep deyişiyle bu ‘hayat’, hayatımın 40 küsur yıl öncesine açılan bir kapı oluyor. Baksanıza, Şakire Teyzenin oturduğu evinin üzerindeki oval delikler de eski haliyle durup duruyor. Güvercinler için yuva olarak yapılmış buralar. Kuş yuvaları yani. -Kuşlar konuyor mu oralara hala? diyorum. Konuyormuş; ama ara sıra… Konuyor öyle mi? Hafızamdan salgıladığım kuşlar olmasınlar sakın? diyeceğim, sözler boğazımda boğumlanıyor. Derken cep telefonum çalıyor, yine annem… 40 yıl sonra onun da sesi bu hayat’ta yeniden hayat buluyor. Ev sahibesiyle konuşturuyorum kendisini bu defa… Hafızamızın kuşları bu Antep evinin duvarlarına konuyor. Yer: Şehreküstü semti. Şıh Hamamı’nın üç sokak üstü. Günlerden Cumartesi… Yuvalardan yuva beğen kendine ey güvercin! Diyorum kendi kendime. İster güvercin yuvasını, ister kendi evini, istersen de hafızanın ballı peteklerini… 24 Kasım 2007 Cumartesi 13
Ş ehir
z.Muhammed (s.a.v) in Fetih müjdesi ile şereflenmiş Güzel İstanbul’umuzun güzel ilçesi Zeytinburnu’nda; Efendimizin soyundan gelen mübarek bir zatın, Seyyid Nizam hazretlerinin yaklaşık beş yüz yıl önce bu semte gelerek insanlığa yol göstermesi, ışık tutması kutlu bir hadisedir.
SEYYİD NİZAM
DERGÂHI
“Bir lokma ekmek için karşındaki cahil adamı methetmeye kalkma. Çünkü asıl cahillik budur.Elinden geliyorsa nefsini yen. İradene sahip ol. İşte asıl mertlik de böyle olur.” Mehmet Kâmil BERSE
Hz.Mevlana’nın dediği gibi; “Marifet nedir bilirmisin? Taşlara bakan gözlerin çiçekleri görmesidir…” Geçmişte ve Bugünde Hayır için yapılan eserlerin, yapıların güzelliğini; dış görünüşünde değil, Bu yapılarda devam edecek eğitimle, talebelerinde görüyoruz. “Yeter Allahtan korkmak,eğer gaye ilimse; Ve cahil kalmak için, yeter güvenmek nefse…” Buyuruyor, efendimiz Hz.Muhammed (a.s) … İlimle bezenen beyinlerimizi, Allah’ı tanımak için kullanmamız gerektiğini uyarıyor efendimiz… Kur’an anlaşılmak için indirilmiş kutsal kitap… Rehberi, efendimizdir… Ol efendimiz ki müjdelemişler yıllar öncesinden; “Kostantiniyye elbet bir gün feth olunacaktır, Onu feth eden komutan, ne güzel komutan, Feth eden asker, ne güzel askerdir.” Osmanlı Devleti, İstanbul’un Fethi ile cihan devleti olmuştur artık… Devletin kuruluşundan itibaren, Varolan temel ögelerden biri; O günün sivil toplum kuruluşları olan Dergâhlar olmuştur… DERGAHLAR HALKI YETİŞTİRİR Devletin güçlü kalabilmesi için, Halkın bilinçlenmesi, Tevazulu, Hoşgörülü olması, İyiliği emreden, Kötülükten meneden buyruğa uyulması, Nefsî heveslerden soyutlanılması, Mürşidlerin irşadları ile olmalıdır… Fetih sonrası yıllar boyunca, Arifler ve Mürşidler Mekan edinmişler bu mübarek beldeyi… Sokak sokak, semt semt işlemişler nakış gibi… Gedikler açılarak girilen surların çevresinde, Manevi kalkan olmak için dizilmişler, İnci taneleri gibi… O büyük sahabe Hz.Halid Bin Zeyd, Ermişlere meşale tutmuş, önceden vefatı ile. Nail olmak istemiş, Müjdelenmiş Er olabilmek için o zafere… “Ak şeyh” Akşemseddin, yol göstermiş yüce Hünkara, “Dediler kim, gelecektir iki er. Biri Sultan, biri şeyh-i ekber. Biri Sultan kılığında derviş, Biri derviş kılığında sultan…”
sayı//14// eylül 14
Fetih Destanına adını yazdıran Ak şeyh, Molla Gürani ve diğerleri… Yıllar devam ederken yeni efendiler, şeyhler,seyyidler; İnci tanelerini dizmişler semtler ve surlar boyu, Mübarek şehri ve sakinlerini korumak ve kollamak için… Yirmi dört saat nöbettedirler, Zaman ve mekan mefhumu gözetmeden… Takva ve Zühd sahibi olarak asırlardır hizmet verdiler, Vermeye devam ediyorlar… Yahya Efendi, Sünbül Efendi, Merkez Efendi, Aziz Mahmud Hüdai efendi ve daha niceleri…Bu mübareklerin arasında Seyyidler de vardı, O seyyidler ki Efendimizin soyundan gelen mübareklerdir. Efendimiz, kendi neslinin devamının aynı zamanda damadı olan Hz.Ali (r.a.)nin soyundan gelenler olduğunu ifade etmiştir. Arşın Küpeleri denilen; Hz.Hasan (r.a) ın soyundan gelenlere şerif, Hz.Hüseyin(r.a) ın soyundan gelenlere seyyid denilmiş. O seyyidler ki, ırkî manada bir neslin, bir milletin adı değildir. Hz.Muhammed’in (a.s.) soyundan geldikleri için seyyidlik de mübarek bir neslin, mukaddes bir milliyetin adıdır. Bu nedenle , Türk, Acem, Kürt, Çerkez oldukları halde, aynı milletlerin içinde seyyidler ve şerifler bulunmaktadır… BAĞDAT’tan DERSAADET’e Fetih’ten henüz elli yıl kadar geçmiştir… İslam’ın yeni mübarek beldesi İstanbul, çekim
merkezi olmuştur. Dünyanın her yerinden İlim adamları, ticaret erbabı, Sanatkârlar, İstanbul’a gelmeye başlamışlar. Maddî ve Manevî konularda liyakat sahibi kişiler Ya davet edilmişler ya da görevlendirilmişler.Ustalar, mimarlar, âlimler… Ârifler ve mürşidler ise gönderilmişler İstanbul’a, Halkı ısındırmak için, bu beldeye layık olmaları için, Kaba bir tabirle, düzgün hale gelmeleri için… Bağdat’ta doğduğunu, ancak hangi tarihte doğduğunu bilemediğimiz; Nizameddin Ahmed Hazretleri , Peygamber Efendimizin yirmi yedinci kuşaktan torunu olan bir Seyyid dir. Babası Şehabeddin Efendi, Hz.Hüseyin’in Abdullah A’rec kolundan torunudur. Bağdat ta iken Kâsım Zülfikâr Mâzenderâni hazretlerinin derslerine devam etti, hizmetinde bulundu. Bağdat ta ilim meclislerinde ve tasavvuf hizmetinde hızla yol aldı. Şeyhi tarafından İstanbul’a gönderildi… SEYYİT NİZAM DERGAHI KURULUYOR Silivrikapı dışındaki Dergah’a şeyh oldu. Bugün Seyyit Nizam adıyla anılan semtteki mescid ve tevhidhanenin var olan bir yer mi? kendisince mi? kurulduğu hakkında bilgi mevcut değildir.
15
Ş ehir
Mürşid olarak bu dergahta çok sayıda talebe yetiştirdi. İslâm’ı öğretmek ve hayatın içinde olması için; “iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak ” husunda emirleri ve yasakları tasavvuf yolu ile anlattı… OĞLU SEYFULLAH KASIM EFENDİ Seyyid Nizam Hazretleri,Mazeranderâni Hz.den icazetli Nakşibendi Tarikatının halifelerindendi… Hayatı boyuca, İnsanların dünyada ve ahirette kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Seyyid Nizam Hazretleri uzun boylu, yassı yanaklı, ela gözlü, açık kaşlı, yuvarlak yüzlü, lisan-ı çok düzgündü. Ata dedesi Hz.ali’ye benzerdi, ve onun gibi heybetli olduğu rivayet edilirdi. Güzel ahlaka sahipti, Cömert bir kişiliği vardı. Bir oğlu vardı, onun çok iyi yetişmesi için çalıştı. Oğlu Seyfullah Kasım’ı kendi dersleri dışında, İstanbul’da, Halvetiye’nin Sinaniyye kolunun kurucusu Ümmi Sinan Hz.ne teslim etti. Onun edeb ve terbiyesini Ümmi Sinan’a bıraktı. Seyyid Seyfullah Hz., Derslerini ve seyrü sülükunu tamamlayınca, Hocası Ümmi Sinan tarafından kendisine, Babası Seyyid Nizam’ın hatırasını yaşatması için Nizamî tac’ı giydirdi. Babasının dergahı yakınlarında kendisi için inşa edilen Emirler Tekkesi’nde İrşâd faaliyetlerini devam ettirdi. Aynı tekkenin haziresine defnolundu(1601). Seyyid Nizam hazretlerinin oğlu Seyyid Seyfullah efendi iyi bir şairdi, bir beytinde şöyle diyor; Nân için medh eyleme nâdânı, nâdânlık budur. Hayber-i nefsin helak et, Şâh-ı merdanlık budur. “Bir lokma ekmek için karşındaki cahil adamı methetmeye kalkma. Çünkü asıl cahillik budur. Elinden geliyorsa nefsini yen. İradene sahip ol.
sayı//14// eylül 16
İşte asıl mertlik de böyle olur.” Bir ilahisinde şöyle diyor; Bu aşk bahr-ı ummandır Buna hadd-ü kenar olmaz Delilim sırrı Kuran’dır Bunu bilende âr olmaz. Eğer âşık isen yâra Sakın aldanma ağyara, Düş İbrahim gibi nâra, Bu gülşende yanar olmaz. Kıyamazsın başa, cana, Irak dur girme meydana, Bu meydanda nice başlar, Kesilir hiç sorar olmaz. Hak ile hak olanlara, Kendi özün bilenlere, Dost yolunda ölenlere, Kan behası dinâr olmaz. Bak şu mansur’un işine Halkı üşürmüş başına Ene-l hakkın firaşına Düşenlere timar olmaz. Seyfullah sözünde mestdür. Şeyhinden aldığı destür. Divane râ kalem nîstdür.(yokluk) Ne söylese kanar olmaz. MENKIBELER Seyyid Nizam Hazretlerinin oğlu Seyyid Seyfullah efendi, Cami-ul Avarif adlı eserinde Babası ile yaşadığı bir hadiseyi anlatır; “Merhum Babamla(Seyyid Nizam) beraber Hacca gitmiştim.
Devenin üzerinde, mahfelin bir tarafına babam bir tarafına ben binmiştim. Çok uzun bir yolculuktan sonra Kutsal topraklara yaklaşmıştık. Babam bana dönerek “oğlum gözünü aç! Hak Teala Beytullahı bizi karşılamaya gönderdi. Hacılar arasında Allah-u Teala’nın ne makbul kulları varmış.. “ buyurunca ben gökyüzüne baktım. O anda donakalmıştım! Gökyüzünde Beytullah’ı gördüm. Biz yürüdükçe o da yürüyordu. Uzun süre hayranlıkla seyrettim. Medine-i Münevvereye gelince çadırlarımızı kurduk. Geceyarısı Babam çadırdan dışarıya çıktı, bende merak edip onu takip ettim. Babam abdest alıp Ravza-ı Mutahharaya vardı, Efendimiz Hz.Muhammed’in Hücre-i saadetlerinin kapısında diz çöktü, duaya başladı. İnleyerek dua ettiğini , yalvardığını işitiyordum; “Ey Ceddim! Huzurunuza girmek ve bizzat kabr-i saadete yüz sürmek istiyorum” diye dua ediyordu. Yüzünü orada toprağa sürmek isterken muhteşem bir çağrı’yı bende duydum ve o sese doğru yürümek istedim. ”Bana gel oğlum!” diye nida edilen ses beni büyülemişti, durakaldım, Hücre-i saadet’in kapısı açıldı, Kabr-i saadetten dışarıya Nûr saçıldı, olanları görünce heyecandan kendimden geçtim. Babam bir süre sonra girdiği hücreden çıkarken beni gördü ve “Bana bir şey söylemeden niye peşimden geldin? Sakın bu halimi kimseye söyleme” dedi… Babam şimdi hayatta olmadığı için bunu yazıyorum. Seyyid Nizam hazretlerinin oğlunun kitabında yazdığı bu hadise dışında rivayet olunan bir çok menakıb’ı vardır. CENAZE NAMAZINI MERKEZ EFENDİ KILDIRDI Seyyid Nizam hazretleri altmış üç yaşında(1550) Muharrem ayının bir Cuma gecesinde rahatsızlandı. Ölüm hastalığı sırasında sağ tarafına bakıp ; “Ceddim Resulullah efendimiz (a.s) geldi. Bu dünyadan gidelim Cennete uçalım” buyurdu. Şehadetini getirerek ruhunu teslim etti. Cenaze namazı Fatih Camii’nde on bin kişiyi aşkın bir cemaatle Merkez Efendi tarafından kıldırıldı. Silivrikapıda kendi tarafından yaptırılan dergahın içinde defnolundu. Merkez Efendi ,defin sırasında şahit olduğu hususu anlatır;” Seyyid Nizam hazretlerini kabre indirdiler, Ben telkın verdim. O anda Hz.Seyyid Nizam’ın bir sedasını işittim, buyurdu ki: Biz cevabımızı verdik, var sen kendi cevabını hazırla.” Seyyid Nizam Hazretleri, belki binlerce talebesi ve ihvanı ile bugün dahi bizlere yol gösteren mürşitlerimizdendir. Güzel İstanbul’umuzun
hemen surlarının dibinde, yani o yıllarda yaşanan şehrin hemen dışında edeb karakolu gibi vazife gören bir dergâhtı Seyyid Nizam dergâhı. Bugün, vefatından bu yana 465 yıl geçmiş olmasına rağmen, Onun manevi hüviyetini perçinleyen bir hayra kavuştuğunu görüyoruz. Kurduğu dergahın tohumlarının hala canlı olduğunu hissediyoruz. Bizler, emanetlere sahip oldukça bereketinin arttığını biliyoruz. Hazirede medfun olan Hâmuşan’ın bizlerle beraber olduklarını, Şeyhefendi Seyyid Nizam Hazretlerinin yapılan bütün hayırlı hizmetlere koruyucu olduğunu, hizmet edenlere rahmet ve merhamet dilediğine inanıyoruz, biliyoruz… Bir mürşîdin ifadesiyle; “Herkes Allah’ı bir yoldan bulur. Lâkin en kestirmesi Hayrat ve Muhabbet yoludur…” 17
Ş ehir
epeleri daima karlı Tanrı Dağlarının bekçilik ettiği geniş düzlüğe kurulmuş Taşkent şehri. Yine yeşil bir battaniye çekmiş sırtına. Koca kavakların yaşı belki asrı aşkındır. Yaprakları kıpır kıpırdır. Hantal arabaların rahatsız edici gürültüsü olmasa bu yaprakların sesi, bir Türkistan senfonisi gibi gelecektir. Kaldığımız küçük odanın az ötesindeki kavakta bu musikî vardı. Ve o kavakta kumrular vardı. Türkiye’dekinden farklı olarak, buradaki kumruların boynunda kızıl bir halka vardı.
TAŞKENT
Yeni Taşkent, yeni şehirlerin iddialı ama henüz olgunlaşmamış kekreliğini gösterirken, eski Taşkent, onların “köhne şehir” dedikleri bölüm, her dönemecinde bir sürprizin, bir güzelliğin göz kırptığı müze görünümündedir. Dr.Kâmil UĞURLU
Yeni Taşkent, yeni şehirlerin iddialı ama henüz olgunlaşmamış kekreliğini gösterirken, eski Taşkent, onların “köhne şehir” dedikleri bölüm, her dönemecinde bir sürprizin, bir güzelliğin göz kırptığı müze görünümündedir. Yolların kıyısından akan sular ve Türkistan’ın sembolü, muhteşem taç kapılar, asırlık bekçiler gibi, halkın mütevâzi evlerini kucaklamakta, beklemektedir. Bütün nisbetleri iyi ayarlanmış bir kapının önünde bekçi sekiz asırdır kılığını hiç değiştirmemiş bir Taşkentliydi ve bizi buyur etti. Düzenli ve yeşil bir bahçenin öteki ucunda kütüphane vardı ve yaşıyordu. Giren-çıkan epeyce insan vardı. Ortasında hâlâ kullanılan çıkrıklı kuyusuyla, dört kıyısında bulunan dut ağaçlarıyla bu bahçe, Karaman’da, söz gelişi Hacı Osman Dizdar’ın evinin önünde de olabilirdi. Öylesine tanıdık çizgileri vardı. Karşısındaki cami, namaz kılınan, daha doğrusu cemaati olan Türkistan’daki nadir camilerden biriydi. Öğle vaktiydi ve bir cenaze, namazı bekliyordu. Cami ortasından ikiye bölünmüştü. Böyle bir organizasyonu daha önce görmemiştik. Caminin orta yerine ikinci bir mihrap koymuşlar. Cemaat az olursa burada saf tutuyorlar. Cemaat fazlaysa esas mihrap devreye giriyor. Türkiye Türkçesini oldukça iyi konuşan bir kişi çay ikram etti bize. Buralarda ikram edilen çay, ikramların en güzelidir. Çünki buralarda içecek su az.
Taşkent Özbekistan
sayı//14// eylül 18
Burası, Hz. Osman’ın, mübarek elleriyle yazdığı, ceylan derisi üzerine istif ettiği orijinal Kur’an-ı Kerîm’in muhafaza edildiği yerdir. Sahifeleri oldukça yıpranmış bu kıymetli emanet, camlı bir kasada korunmaya alınnııştı. Tıpkıbasımlarını dışarı koymuşlar. Hoca Ubeydullah Ahrar’ın dinlendiği yer güzel bir külliyedir. Türbedar, “bir çınarlar ile cami o zamandan kalmıştır” dedi. Hoca Ahrar’ın başucu taşı daha sonra, yani vefatından epey sonra yazılmış ve külliyenin bahçesindeki, rahmete doğrudan açık kabrin başı¬na dikilmiş. Hazret, yanına eşini-çocuklarını almış, çevresine talebelerini sıralamış, derslerine orada da devam ediyor gibi. Molla Cami ile olan menkıbesini Konya’da rahmetli Fevzi Özçimi’den dinlemiştim.
Taşkent Özbekistan
Çok uzaklardan, şanını dinlemiş ve ziyaretine gelmiş Hoca Ahrar’a. Molla Cami o zamanlar henüz tanınmamış bir molla. Hoca Ahrar ise devrin en zenginlerinden biri. Uçsuz-bucaksız mülkün tasarrufçusu. Bağlar-bahçelerle, saraylar, köşkler ile şehrin nerdeyse tamamının sahibi. Ve evliyâdan bir zât. Molla Cami bu konuyu bir türlü gönlüne sığdıramıyor. Bunca dünya malının sa-hibi bu kişi, nasıl olur da “yakîn” sırrına mazhar olabilir diye. Hoca Ahrar, konuğu genç şairi, gül bahçeleri içinde bir ikindi gezisine davet etmiş ve yürümüşler. Etraf bir dünya cenneti. Molla Cami hem bu durumu kalbine izah etmeye çalışır, hem yürürmüş hazretin peşisıra.. Hem de, misafir edildiği küçük odada, ortalıkta bıraktığı babadan kalma kıymetli defteri düşünürmüş. Bir hizmetçi onun bu en kıymetli mirasını, değerini bilmez ve bir tarafa atıp, kaybederse diye, kaygılanırmış. Hoca Ahrar, bir suskunluk ânında Molla Cami’ye dersini vermiş: “Ey genç adam. Biliyorum ki, bunca varlık içinde benim nasıl olup ta Hakka yakınlığımı merak eder, ikirciklenirsin.. Sen, odada bıraktığın basit bir defterin kaygısını çekerken ben, bütün bunların fâniliğinin idrâki içinde, bu tuzaklara rağmen Hakk’ın yakınındayım. Lütfen rahat ol. Defterin emniyettedir.” Külliyenin yanındaki düz atkılı ve harika işlenmiş kolonlarıyla mütevâzi cami, ikindi vaktinin telâşı içindeydi. Bir genç adam yanaştı. Dengesini zor sağlıyordu, sarhoştu. Bir miktar ruble çıkarıp uzattık. Almak istemedi. Israr ettik. Aldı. Tam
verilen miktar kadarını öteki cebinden çıkarıp bu defa o bize uzattı. Sonra yanımızdan hızla uzaklaştı, az ötedeki gül adasına vardı, bir gül kopardı ve yanımıza geldi. Gülün sapındaki, tutulacak yerindeki dikenleri birer birer temizledi ve sundu. Sonra selâm verdi ve yalpalayarak yanımızdan ayrıldı. Buralara akıl erdirmek pek kolay değildir. Köhne Taşkent’in kıyısında, yine bu bölgenin mimarisine uygun tarzda yapılmış şirin bir mescit ve türbe grubunda bir Türkistan evliyâsına fatihâ sunduk. Orada olanlar adının “Abd Derûn” olduğunu söylediler. Enteresan şeyler anlattılar. “Burada dinlenen zât, Hz. Peygamber’in torunudur” dediler. “İslâm’ın tebliği için gelmiş ve burada kalmış” dediler.
Cami ortasından ikiye bölünmüştü. Böyle bir organizasyonu daha önce görmemiştik. Caminin orta yerine ikinci bir mihrap koymuşlar. Cemaat az olursa burada saf tutuyorlar. Cemaat fazlaysa esas mihrap devreye giriyor.
Ali Şir Nevâî, bu büyük Türk şairi, düşünürü, devlet adamı, gerçekten Taşkent’e medâr olmuş. Adına yapılan muhteşem müze dışında, meydanlara heykelini de koymuşlar. Nevaî, Türk tarihi için de önemli bir isimdir. Türk dilinin bu büyük ve usta mimarı, (1441) de Horasan’ın merkezi Herat’ta doğmuştu. Varlıklı bir insandı. Aynı zamanda çağdaşı, kendisi gibi sanatkâr, Horasan sultanı Hüseyin Baykara’nın yakın dostuydu. O da devlet adamıydı. Herat’ta yaptırdığı medreseler, hastaneler, hamamlar, bahçelerle, “tarihin o devresinde, cağrafyanın bu bölgesine gerçekten büyük bir medeni hayat yaşatmıştı.” İran’dan, Horasan’dan, Maveraünnehir’den pek çok ilim ve sanat adamı Herat’ın bu medeni atmosferine koşuyordu o 19
Ş ehir
A.R. Baldişev’in dediği gibi “Nevai, XV. yy Türk ve İslâm dünyasında ham sofuluktan uzak, geniş düşünceli, fakat dini bütün ve inanan kuvvetli bir müslüman olarak yazdığı manzum ve mensur eserlerle çağına ışık tutmuştur. Bu hârika şair, üstün bir sanatçı olduğu kadar, erdemli, olgun ve vefalı bir dost, hayırsever bir kişi olarak çevresinde yükselmiş, bütün bu vasıflarıyla çağının en büyük adamı olarak tarihe geçmiştir.” Farsça ile Türkçeyi karşılaştırdığı (Muhakemet-ül lügateyn) adlı kitabında söyledikleri enteresandır: “... Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri, güzel sanarak, Farsça şiir söylemeye özeniyorlar. Gerçekten iyi ve derin düşünülse, Türkçede bunca zenginlik dururken...”
Külliyenin yanındaki düz atkılı ve harika işlenmiş kolonlarıyla mütevâzi cami, ikindi vaktinin telâşı içindeydi.
devirde. Kendi çağında ve çevresindeki Türk ilim ve sanatına parlak bir edebî devir yaşatmıştı. Tesiri geniş ve uzun, hatta asırlar sürmüştür. Bu arada, Orta Asya Türkçesi de gelişmesinin en üst seviyesine onun şiirleri ve nesirleri ile ulaşmıştır. Geniş bir halk kütlesi tarafından tevatür seviliyordu. Sadece şiir sanatında değil, resim ve musiki sanatlarına da vakıftı ve devamlı hizmet halindeydi. Bu hizmetleri ve sanatta tutturduğu çizgi ona büyük şöhret sağlamıştı. O devrin örnek alınan insanıydı. Yaşadığı sürece ve onu takip eden uzun asırlar boyu, onun gibi şiir söylemek, Nevaî gibi güzel konuşmak, fikir sahibi olmak, insan olabilmek Türk dünyasındaki bütün sanatçıların düşü olmuştur. O devirde yaygın moda dil Farsça’ydı. Selçuklu’lar devrinde başlayan bu akım Azerbaycan’da heyecanla devam ediyordu. Hatta Türk soylu bir çok şair de Farsça söylüyordu. Ve enteresandır, Farsça’ya bir çok değerli eser kazandırıyorlardı. (Süheylî, Abdurrahman Câmî, Mektebî, Hatıfî, Hilâl-i Esterebadî, gibi.) Türkçe, Farsça ile rekabet edemez durumdaydı. Ali Şir Nevaî bu ortamda devamlı Türkçe söylüyor, yazıyor, konuşuyordu. Sanatının sesi gürdü. Türkçe’nin, bileği bükülmez bir savunucusuydu. Şiirlerinde sanatın bütün bu unsurlarını ustaklıkla birleştirebiliyordu. Esasen engin bir tarihi olan doğu türkçesini, gittikçe daha zenginleştiriyor ve bir musiki dili haline getiriyordu. O kadar ki, yeni bir ekol doğmuştu. “Nevaî Dili” adında, hâlâ yaşayan (Azerbaycan’da ve Çağatay’lar arasında) bir akım meydana getirmişti. Dünya Divan şiirine Türklerin verdiği bir nâzım şekli olan Tuyug’un tartışmasız en büyük ismiydi.
sayı//14// eylül 20
“Anadilim üzerinde düşünmeye koyuldum. Türkçenin derinliklerine dalınca gözlerime onsekizbin âlemden daha yüksek bir âlem göründü...” “... Bu âlemin gül bahçesine girdim. Gülleri feleğin güneşinden daha parlaktı. Her yanında göz görmedik, el değmedik daha neler ve neler vardı...” “Türkçenin fezâsında tabiatımın atını koşturdum. Hayalimin kuşunu kanadlandırdım. Vicdanım bu hazineden, bu gülistanın türlü çiçeklerinden güzel kokular kokladı.” “Ama bu bahçenin yılanı kan dökücü ve güllerinin dikeni sayısızdır. Bunları görünce düşündüm ve dedim ki: Demek bizim Türk şairleri bu korkulu ve dikenli yollardan çekindikleri için Türkçe’yi bırakıp gitmişler.” “... Türk şairleri, benim bu gizli hakikati ortaya koymaktaki gayretimi öğrenirlerse, umarım ki beni hayır dua ile anacak ve ruhumu şadedeceklerdir...” Taşkent, Rus egemenliğine XIX. yy sonlarında (1895) girdi. Taşkent, Kokand ve Buhara Hanlıklarının uzun süren ve kahreden mücadelesinin çekirdeğini oluşturuyordu. Rus general Mikhail Çerniaev, Taşkent’e kalabalık bir askerle saldırdı. Direniş uzun sürdü. Güç dengesi ve savaş teknolojisi olarak Taşkentliler, saldırganın nerdeyse elli yıl gerisindeydiler. Şehir topçu ateşi altında erimeye başlayınca, ulema toplandı ve durumu müzakere ettiler. Olmayacak bir durumu umup da şehri iyice harap etmeden ve çocukihtiyar, kadın daha fazla kan dökülmesine izin vermeden teslim olmaya karar verdiler. Taşkent’in durumundaki bu değişiklik, Asya’nın ortasında yeni bir dönemin başlangıcı oldu.
TELEVİZYON KÜLTÜRÜ VE
KITSCHLEŞME Televizyonun bir eğlence dünyası haline geldiği günümüz dünyasında, İnsanların televizyon dünyasını tüketerek eğlendiğini, zevk aldığını, bilgilendiğini, dinlendiğini sandığı ama bir kandırmacadan ibaret olan televizyonun insanları yozlaştırdığını, tükettiğini, yeniden ürettiğini görürüz. Ayhan ŞİMŞEK
anayileşmenin kendisiyle birlikte getirmiş olduğu şehirleşme olgusu, insan ve insan ilişkilerinde de değişiklikler meydana getirmiş değer ve norm yargıları erozyona uğrayarak kültürel bir yıkım meydana getirmiştir. İnsan bilgi ve birikimi sonucu oluşan kültür, hızlı bir şekilde üretilen ve tüketilen bir metaya dönüşmüştür. Bu kültürel yıkımın meydana gelmesinde en büyük etken de kitle iletişim araçları olmuştur. Sanayileşme çağı hızlı bir şekilde dönüşerek; televizyon çağına gelinmiştir. Bugün Televizyon yayın akışındaki programlara baktığımızda; büyüklerin çocuk, çocukların büyük, erkeklerin kadın, kadınların erkek, gençlerin yaşlı, yaşlıların genç olarak sunulduğu yapay, sahte bir dünya görürüz. Medyayı elinde bulunduran yani düşünsel üretim araçlarına egemen olan güç, ekonomik üretim araçlarına sahip olan güçtür, bu nedenle medya sınıfsal anlamda egemen sınıfın diğer sınıflar üzerinde tahakküm kurmasının aygıtlarından biri olarak iş görür. EGEMEN İDEOLOJİNİN ETKİN AYGITI TELEVİZYON
Televizyon günümüz kapitalizminin en etkin ve yayın medyası olarak toplumsal alanda egemen ideolojinin en etkin aygıtlarından birisi haline gelmiştir. Televizyonun haberlerin dışında eğlence programları da dahil olmak üzere toplum üzerindeki ideolojik etkisi; gündelik yaşam alanında toplumsal gündem, söylem ve eylemlerde görünür hale gelir. Televizyon programlarındaki iletilerin çoğu farklı biçimlerde ideolojik yüklenimlere sahiptir ve
televizyon iletileri asıl olarak egemen ideolojiyi açık ya da gizli biçimde yeniden üretir ve toplumsal kültürü biçimlendirir. Televizyon boş zamanlarında kitlelerin ideolojik olarak biçimlenmesine hizmet ettiği gibi, tüketim süreçlerini de yapılandırır. KİTLE KÜLTÜRÜ Kitle kültürünün günümüzdeki en etkin üreticisi konumundaki televizyon toplumsal kültürün “kitschleşmesini” sağlayan merkezi aygıt konumundadır. Televizyonların sabah kuşaklarındaki kadın programları, çocuk programları, çizgi filmler, evlilik programları, yarışmalar, magazin programları, haber bültenleri, tartışma programları diziler, televizyon filmlerinin tümü kitschin mantığı bağlamında üretilmektedir. Birçok program en sahte, basit, bayağı, duygusallaştırılmış, farklı düşüncelere, yaklaşımlara tahammülsüz, milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi, nefret söylemi içeren, saldırgan bir formata sahiptir. Bu anlamda, kitleler için televizyonun kitschleşmiş eğlence kültürü basit bir kaçış olarak değil ideolojik bir şekillendirme olarak okunmalıdır. Kitleler eğlenerek kendi gerçek varoluş koşullarıyla karşı karşıya gelmelerine neden olacak, var olan sistemin sömürücülüğünü dillendiren muhalif ideolojiden kaçmaktadırlar, yani kendi insanlıklarından. Kitsch kültür bu nedenle yeniden ürettiği gündelik yaşamı farklı formatlarda hazırlanmış televizyon programlarında kitlelere sunarak toplum için, içinden çıkılmaz otoriteryen bir toplumsal yapıyı sağlamlaştırmakta hem de yoksulların gönüllü “kulluklarını” garanti altına almaktadır. Televizyon kültürü toplumsal duyguları yoğun biçimde kullanarak en niteliksiz üretimlerle kitleleri etkiler, televizyon programlarının melodramatik yapısı kadın programlarında, evlilik programlarında ve dizilerle görülmektedir. Televizyonun bir eğlence dünyası haline geldiği günümüz dünyasında, İnsanların televizyon dünyasını tüketerek eğlendiğini, zevk aldığını, bilgilendiğini, dinlendiğini sandığı ama bir kandırmacadan ibaret olan televizyonun insanları yozlaştırdığını, tükettiğini, yeniden ürettiğini görürüz. Çünkü her şeyin reklam için yapıldığını, reklamların da para kaynağını olduğu televizyon izleyiciyi kaybetmemek ve ekran başında saatlerce tutmak için 24 saat bir zaman dilimi içinde izlenecek programlar bulması gerekir. İşte bu noktada “Kitsch”leşen bir dünya karşımıza çıkar. 24 saat süren yayın akışlarının yeni ve yaratıcı programlar olamadığı için; var olan formatların tekrar tekrar değiştirilerek tüketildiğini görürüz. Televizyonun bizlere sunduğu sahte dünyanın farkındalığını bilerek bize sunulan dünyayı değil, alternatif bir dünya yaşayabiliriz. 21
Ş ehir
DAĞLAR DÜŞMANA
BAŞ EĞMEZ BİRER
KALE OLMALI
TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKAYESİ -DOKUZUNCU BÖLÜM-
Ali, güz mevsiminde suyu iyice azalan dereye baktı; “Bugün doğru yol bulmak istiyorsan, rüzgârın tersine değil, suyun bile tersine yürümek lazım” Ali Arslan CAN
ihinlerinde yüksek sesle konuşan ama dışarıya hiç seda germeyen Ali ve Kara Ahmet, Ordu nahiyesine varmak için Şıh Köyü-Kışak-Hansuma yoluna, Harbiye Şelalelerine yani güneye doğru akan Şelale Deresi boyunca akıntıya ters istikamette yürüyerek girmişlerdi. Ali, güz mevsiminde suyu iyice azalan dereye baktı; “Bugün doğru yol bulmak istiyorsan, rüzgârın tersine değil, suyun bile tersine yürümek lazım” diye içinden geçirdi. İkisi de Kuseyirli Millicilerin tutukları sol taraftaki tepelerin güvenlikli olduğunu bildiklerinden bütün dikkatlerini öbür tarafa çevirmişlerdi. Zira girdikleri boğaz yolunun sağ tarafını İngilizler tutmuştu. Daha doğrusu Sofular, Şıh Köyü, Kışlak, Ordu, Bezge, Karaköse, Çaksına kısacası Cebel-i Akralıların Antakya’ya girişini kontrol etmek istiyorlardı. Kara Ahmet nerenin tehlikeli olduğunu iyi bildiğinden yolda yürürlerken buna azami dikkat ediyor, düşman kurşunlarının hedefi haline gelmeyecek şekilde yolun iyice sağından yürüyor, sanki kenardaki kayalara, toprağa yaslanarak ilerliyordu. Ali de Ahmet’in bu tedbirli tavrını sanki şuursuzca uyguluyordu. Yamaçta hareket eden bir yılanın küçük bir taşı yuvarlaması üzerine arkadaşının heybesindeki silahına sarılması Ali’nin yavaş yavaş kendine gelmeye başladığının bir işareti idi ve Kara Ahmet bundan memnun olmuştu. Ali’ye bir şey yok işareti yaptıktan sonra çıkış yolun en tehlikeli yeri olan Kaypakkaya’nın bulunduğu yere geldiklerinden, iyice sağa yaklaşmaları için arkadaşının kolundan tutup onun kendisine bitişik dağın sırtına yakın yürümesini sağlıyordu. Ana yola bir yumruk gibi çıkmış olan Kaypakkaya’nın altından geçmeden önce Ali, bir kayayı siper yaparak biraz beklemek istedi. Bu bir pusu varsa bunun ortaya çıkarılması ve kolay hedef olmamak için bu zaruri bir tedbirdi. Böyük Komutanın dediği gibi “hiçbir şey yapamıyorsan bari düşmanın hesaplarını boz”mak lazımdı. Aliler siperlerinde beklerlerken Kaypakkaya üzerinde bir hareketlenme oldu. Kayanın kuzey tarafında baş benim havasındaki birinin öncülüğünde bir grup belirdi. Kara Ahmet hemen dikkatlice grubun ön safını inceledi; “Baş geçinen Bayraktarzadelerden, yanında uzun birisi, ortalarında esmer bir şahıs var, biraz arkada bir ürkek… Deniz tarafında şişman, kaplan gibi böbürlenen hariç geridekileri pek seçilmiyor” diye özetledi durumu. Ali, “bunlar bizlerden değil mi? Ne işleri var düşman tarafında? Kaypakkaya’nın üstünde?” dedi. Ali silahını ateşlemeye hazır tutarken, “Hey! Ne yapıyorsunuz orada?” diye sordu. “Biziz,
sayı//14// eylül 22
Ali Ağam” derlerken hepsinin mahcubiyeti hallerine yansımış, biraz önceki afralı-tafralı yürüyüşlerinden eser kalmamıştı. Tekrar sorsa birçok bahane bulurlardı kendilerini savunmak için. “Arzularının peşinden gitmek isteyen haklılığına inanmak için bahanesini havadan değil zibilden bile bulur” şeklindeki Yörük deyimini hatırladı hemen. Tabiî ki üzüldü. Ali, yanlış yerde duran bu dostlarına hiddetlenmiş, sonra kendini tutmaya bir şey söylememeye çalışmış ama içinde kalmasın hem de bir ikaz olsun diye, dizeleri kurşun yerine üzerlerine saçmıştı: Yönü farklı olan dostlar! Vefa kalbleri bir tutar, Unutmayın bu dağlarda, Rüzgâr bu insanı boğar. xxx Kaygan yerde duran kayar, Ayakları bilmez şaşar, Sırtını düşmana dayama, Su gibi yamaçtan akar. xxx Kalbin varsa daim sızlar, Ben aldansam da el-Hakk var, Bana düşün belki vakar, Bıraksam da ben yakada, Dostlarım sizi parçalar. xxx Can sıkılanca gül açar, Kanı olan durmaz akar, Ne kadar saklansan orda, Hain kayar kanı yanar. Ali, bu sözleri ön saftakilerin gözlerinin içlerine bakıp, kulaklarına küpe olsun diye söyledikten sonra “gerisi size kalmış” der gibi, Ahmet’le beraber olanca hızlarıyla Kaypakkaya’nın güneş vuran ak tarafından doğudaki güvenli ve gölgeli kısmına geçmişti. Kara Ahmet, Ali’nin bu gençleri kafasına yazdığını ve hatalarında ısrar ederlerse bir gün perişan olacaklarını anlamış, biraz da onlar adına üzülmüştü. Bu dere bir soru işaretinin hali gibiydi. Nokta olan yeri Antakya, soru işaretinin esas kısmının başlangıcı Harbiye çıkışı, kıvrılarak vardığı yer daha doğrusu derenin doğduğu yer Şıhköyü’nın güney tarafıydı. Bir günde karşılaştığı sorular, beynini bir kurt gibi kemiren sualler yanında bu soru işareti mahiyetli biraz da sarp olan bu yol düz çölde vahaya kavuşan bir varış noktasından daha güzel gelmişti Ali’ye. Her taraf soru dolmuş hatta soru işaretleri yol olmuş ama sonuç ne olacak sorusuna bir cevap veren yoktu. Ali “Soruların cevablarını bilmiyorsak millet bir
cevapları bulur. Onların kalbi hisleri her zaman doğruyu gösterir” diye düşünürken, Kara Ahmet, “Sofular’a uğramayalım, karanlığa kalmadan Şıhköyü’ne ulaşalım, bizi bekleyenleri endişeye sevk etmeyelim” dedi. Dağların güvenli tepelerine kavuştuklarken artık düşmandan eser kalmamıştı. Çünkü daha İtilaf kuvvetleri ancak şehirlerde yerleşmeye çalışıyor, buraları kendileri için tehlikeli bulduklarından yaklaşmıyorlardı. Sofular köyünün altından geçerlerken, yolun sol tarafından kendilerine paralel ilerleyen ve her an çatışmaya girmeye hazır Kuseyirli, Bastıkaya’dan Ahmet ve Kerim iyice yaklaşarak, “yolunuz açık olusun” diyerek dostlarını uğurlamışlardı.
Ali “Soruların cevablarını bilmiyorsak millet bir cevapları bulur. Onların kalbi hisleri her zaman doğruyu gösterir”
Ali ve Ahmet Sofular köyünün solundan bir kavis çizerek Nakış Moara’ya yani Haçlı Mağara’ya ulaşmışlardı. Romalılardan kaçarak gizlice ibadet ettikleri Antakya’daki Sen Piyer Kilisesi’nden daha eski oluğu söylenen bu şapel mağaranın üstündeki tepede küçük gölcük te vardı. Bu tepenin sol tarafında Hanya sağ tarafında ise Şıh Köyü vardı. Tepeden birçok hastanın şifa bulduğu Ahmet Kuseyri Türbesi dahil köy çok hoş bir manzara oluşturuyordu. Ali, “insanların şifa bulduğu bu mekân vatanının da şifa bulmasını katkı sağlar mı?” diye Kara Ahmet’e sordu. Ahmet, “niyetlen, gidip oradaki meşhur dilek taşını serçe parmağınla kaldırırsan, belki sana veli ruhlar vasıtasıyla bir haber gelir” diye cevap verdi. Tam bu esnada kendilerine yaklaşan iki delikanlıyı fark ettiler. Bunlar Şıh Köyü milli heyetinin gönderdiği yiğitlerdi. Gençler 15-16 yaşlarında oldukları için Harbi Umumî’ye gitmeleri yaş engeline takılan ama ordu gerisinde birçok hizmet yapan Mustafa Hantuş ve Hanyalı İbrahim’di. Sanki Hanya ile Şıhköyü beraberiz diyordu bu iki civan ile. Köklü
23
Ş ehir
Ahmet, “niyetlen, gidip oradaki meşhur dilek taşını serçe parmağınla kaldırırsan, belki sana veli ruhlar vasıtasıyla bir haber gelir”
bir aileden gelen Mustafa iri-yarı, pehlivan ama birazda pejmürde haldeydi. Hanya’dan gelerek Şıhköyü’ne yerleşen kahraman bir ailenin evladı İbrahim tam bir pehlivan. Ali bu gençleri görünce sevinçle “daha vatan için hazır çok genç var, Ahmet” dedi. Bu gençlerin iki katı yaşamışlardı, çok yaşlı sayılmazlardı belki ama kısa sürede yaşadıkları belki dört nesle bedeldi. Gençler hürmetle yanlarına yaklaşmış, birer kahramana bakar gibi bakıyorlardı. Mustafa ve İbrahim’in ikisi birden “Ağalarım babam sizleri bekliyor” dediler. Sanki tek bir şahıs gibi konuşmuşlardı. Nakış Moara ile köy arasındaki bataklıktan geçerek köye yaklaşmışlardı. Ali, gençlere “köyde aykırı kimse var mı?” diye sordu. Şaşıran Mustafa Hantuş, “bizden hain çıkmaz” derken Hanyalı İbrahim “hiç hain yok” dedi biraz keskince. Köyün girişine vardıklarında köyün yiğitbaşısı Ethem, yiğitleriyle bekliyordu. Bir güreşe hazır pehlivan gibi sağlam yapısıyla “bana güvenin” diyor gibiydi. Ethem cepheye gitmek üzere iken savaş bitince köye dönmüş, mücadeleye hazır bir aslan gibiydi. Ali, bir kendine baktı bir de ata tek başına hararları yükleyecek güçtü ve atın üstünden bir binek taşının üzerinden atlayacak gibi kabiliyetli duran Ethem’e baktı, “bu gençler çok iş yapar” diyerek sevendi. Köyün dar, dolaşık, sundurmaların bol olduğu sokaklarından geçerek külliyenin Ziyaret kapısına ulaştılar. Çünkü onlar inanıyorlardı ki, Halveti şeyhi ve Antakya Zincirli Medresesi
sayı//14// eylül 24
Müderrislerinden Ahmet Kuseyri(1470-1549)’nin “makamına kim iltica ederse biiznillah pişman olmazdı”. İçeriye girdiklerinde Milli Heyetin de buraya sığınarak toplantılarının ve birliktelerinin devamlı olması için dua ve muhabbetle gayret ediyorlardı. Ali, ziyaretgâhtaki dilek taşını serçe parmağıyla kaldırarak vatanın selameti hakkında fikir edinmek istemişti. Ancak bundan hemen vazgeçti. Millicilerce seçilen toplantı yeri de çok önemliydi Ali için. Toplantı mekânı Ridaniye Savaşı’ndaki gayretlerinden dolayı Yavuz Sultan Selim tarafından verilen tuğ ve sorguçun dikili olduğu Ahmet Kuseyri’nin huzuru mu yoksa Yavuz’un divanı mıydı? Ali bu sahneyi görünce, “Taş kaldırarak dilek tutmak değil hazırlık yapmak vakti” dedi içinden. Bu Ahmet Kuseyri, çalışarak kurtları hizaya getirir onlara at gibi binerdi. İnsanlar, Antakya’dan Ordu’ya gidenlerken geçtikleri vadideki akan suyun “Kurt Deresi” olduğunu bilir ve Şeyh Ahmet’e Fatiha okumayı ihmal etmezlerdi. Ali ve Ahmet selam ile meclise yaklaştılar önce hürmetle Fatihalarını okuyup vatan, millet ve ümmetin selameti için dua ettiler. Meclise dahil olduklarında sağ eller kalblerin üzerine gitti ve herkes hoş geldiniz, kalbimizdesiniz diye hem halleri hem de sözleriyle konuştular. Meclistekiler; herkes evine, sokağına, harasına, mahallesine, köyüne, şehrine sahip çıkmalı görüşündeydiler. Birlikler birlikleri doğurmalı sonunda en büyük birlik olan vatan kurtulmalıydı. Ali ve Ahmet, “elhak doğrudur” dedikten sonra dışarıda aslan burada kuzu gibi geride oturan
Mustafa Hantuş, Haynalı İbrahim, Yiğitbaşı Ethem ve arkadaşlarının dayandığı kuvveti anlamışlardı. Düşman için birer yırtıcı kurt olan bu gençler vatan için birer kurbanlık koç gibiydiler. Gözleri parlayan Ali ve Ahmet yola koyulmak için izin istediklerinde “selametle” denilerek uğurlanmışlardı. Ayrılırken tekrar Şeyh Ahmet’e hürmetlerini sunup kapıdan çıkarlarken, Baba Hantuş, oğluna peş peşe dört işaretle “yedirin, içirin, yatırın, güvenliklerini sağlayın” emrini verdi. Mustafa Hantuş ise elini göğsüne götürüp “tamam” diye karşılık gönderdi. Bir komutan gibi gençleri idare eden Yiğitbaşı Ethem, köyün Ordu kapısından çıkışa kadar eşlik etti. Mustafa Hantuş Ali’nin, Hanyalı İbrahim Ahmet’in bir emir eri gibi hareket ediyorlardı. Babalarının emrini bire bir yerine getiriyorlardı. “Ağalarım yarın gideceğiniz yolu kısaltmak için sizi köyde değil yazlakta misafir edeceğiz” dedi İbrahim. Mustafa, “oranın havası daha iyi, sabah erkek kalkıp tepeyi aşınca yol kolaylanır… ilerisini siz bizden iyi bilirsiniz” dedi. Hantuşların Ordu-Lazkiye yolu yakınındaki yazlaklarının bulunduğu Doranî mıntıkasında keçilerin sığındığı barınak, taştan yapılmış gerekirse yaşamaya yeterli dam evler ve hayat için lazım olan su mevcuttu. Biraz ileride Çeni mevkiinde tarihi Çeni Çeşmesi’nin suyu her zaman içenlere ferahlık verirdi. Etraftaki üzüm asmalarında kara, kırmızı, sarı üzümler yemek için hazır onları bekliyordu. Badem ağaçlarına diyecek yoktu. Zaten Hantuşlar Bedemci olarak ta bilinirler ta Kütahya’dan gelip buradan badem alan tüccarlar bile vardı. Kara kovan balalarının tadına diyecek yoktu. Kurulan sofradakileri görünce “dört yıl ben ne lezzet aldım yediğimden” diye düşündü. Bu sofra dört yılın en lezzetli sofrası olmuştu onun için. Gençler soruyor Ali ve Ahmet anlatıyordu. Ama sabah erkenden yola çıkmak için uyumak lazımdı. Sabah sofrasında çorba yoktu fakat teleme bile vardı. Cebel-i Akralıların taze keçi sütünün içine incir tumunun sapından akan beyaz sütünün karıştırılmasından sonra kısa sürede oluşan bir çeşit yoğurtun lezzetine dört yıl ara vermişti Ali. Mustafa önde İbrahim arkada üstü tarafı çakmak taşı alt tarafı alçı taşı olan tepeye doğru kötü ama kestirme yoldan gidip biraz düze çıkınca Ali, gençlerin omuzlarına ellerini koydu ve “sizler düşmana karşı çakmak taşı gibi sert, dosta karşı alçı taşı gibi yumuşaksınız” dedi. Sağ taraftaki zirvenin üstünde Selçuklular döneminde beri buraların manevi fatihi ve hamisi Yumurcak Dede’nin ziyaretgâhına daha doğrusu ikametgâhına dualarla el salladılar, “geçebilir
miyiz?” diye izin istediler. Yumurcak Dede’den izin almışlar gibi iniş aşağı yürüdüler Kızlarsarayı’daki Hantuşların zeytinyağı değirmeninde dinlendiler. Kurulan kuşluk sofrasında hatır için bulundular. Müsaade ile yola devam ettiler. Dün ikindi üzeri başlayan dostluk zirveye çıkmış, artık ağabey kardeş olmuşlardı. Ama karşıdaki dağın zirvesi onları ayıracaktı. Bunu dördü de biliyor, hüzünleniyordu. İyi bir su içmek, uzun yol için su da almak lazımdı. Beşyüz metre ilerideki Direkli Muara’daki sarnıçtan kulaklı ile su çektiler, bu usul bu dağlara hastı. Ali-Mustafa, Ahmetİbrahim sarılırken, birazdan Ali-İbrahim, AhmetMustafa bir birine sarılmışlar, ayrılırken dağların onları ayıramayacağını tescil etmişlerdi. Ali, yeni kardeşlerine tekrar görüşeceğiz derken onlara teselli sadedinde:
Gençler 15-16 yaşlarında oldukları için Harbi Umumî’ye gitmeleri yaş engeline takılan ama ordu gerisinde birçok hizmet yapan Mustafa Hantuş ve Hanyalı İbrahim’di.
Bir olanlar diri olur, Ruhlar ölmez uçuşur, Dağları aşar buluşur, Bedenler ayrı dursa da, Ruhlar daima konuşur. Diye el sallayarak tepeye doğru yol almaya başlamıştı. Kara Ahmet, “ne kadar kısa sürede dost olduk” deyince. Ali, “ her şey dürüstlük ve sevgiyle oluşur” sözleriyle cevap verdi. Tepeyi aştıklarında artık Ordu nahiyesine girdiklerini hissetmişlerdi. Kara Ahmet kendisine Antakya’da reis tarafından verilen görevleri yerine getirmek için ÇaksınaBezge yolu üzerinden gidecekti. Ordu’da görüşmek üzere ayrıldılar. Ali, Kışlak-Hansuna yolunu takip edecekti. Ali düşüncelere dalarak ilerliyordu ki birden aklına anası geldi. Daha da derin düşününce Ahmet’in bazı konuşmaların ilerlemesini engellediğini fark etti. “Neden bu Kara Ahmet, her şeyden bahsetti de anamın bahsi gelince hep başka konulara geçti, beni konuşturmamak için hep savaş ve vatan konularına girdi” diye söylendi. “Ahmet neden benim anam ile vatanı mı karşı karşıya getirdi”. Yoksa anasına kötü bir şey mi olmuştu? Ali, kızgındı. Çaresizdi. Soracağı kimse yoktu etrafta. En iyisi hızla yürüyüp hedefe varmalıydı. Neticeyi öğrenmeliydi bir an önce. Siması korkunç bir hale dönüşmüştü. İnsanların korktuğu boz yılanla karşılaşınca o bile Ali’den kaçmıştı. 25
Ş ehir
ALUŞTA’DAN
ESEN YELLER
Bizim Kırım tarihinde en büyükler ne Cengiz Dağcı, ne İsmail Beğ Gaspıralı, ne başkaları… En büyük onlar, o geri dönenlerdir. Önemli olan insanlar o geri dönenlerdir. İsa KOCAKAPLAN*
kmesçit’ten güneye doğru AkmesçitYalta otoyolunda ilerliyoruz. Bu güzergâhta toplu ulaşım troleybüs ile sağlanıyor. Genelde 2, yer yer 3 şeride çıkan bir yol burası. Trafiği kalabalık değil. Yolun iki tarafı yemyeşil. Akmesçit’ten çıktıktan bir süre sonra ufkumuzda Çadır Dağı’nın zirvesi yükseliyor. Akmesçit’i ikiye bölen Salgır Irmağının kaynağı da bu dağ. Yolun iki yanında göz alabildiğine yeşillikler uzanıyor. Ara ara Tatar Türklerinin yerleşim yerlerini görüyoruz. Dik çatıları ve birer odanın yan yana birleştirilmesinden oluşan evleri ile diğer yerleşim yerlerinden ayrılıyorlar. Bazılarında bembeyaz minareler yükseliyor. Yurdundan 50 yıldır ayrı yaşayan Tatar Türkü sevdiğine kavuşuyor. Bu vuslatın şerefine türküler yakıyor. Çadır Dağını geçip Yayla Dağlarındaki Angaraski geçidine ulaştığınızda Akmesçit ve Karadeniz arasındaki en yüksek noktaya gelmiş oluyorsunuz. Burada Angara ile Ankara arasında bir bağlantı kurmadan edemiyoruz. Bundan sonrası, yeşillikler arasında kıvrılarak giden yolun sizi Karadeniz kıyısındaki Aluşta’ya ulaştırmasını zevkle beklemekten ibarettir. Manzara o kadar güzel ve o kadar büyüleyici ki… Kırım demek insanı bırakmayan ikilemler silsilesi demek… Hem halihazırda koynunda bulunduğunuz manzaranın tadını çıkarmaya çalışıyorsunuz hem de buradan koparılmış olmanın tarihî acısını yaşıyorsunuz. Nihayet Aluşta ve mavi Karadeniz görünüyor. Akmesçit’ten çıkalı 45 dakika olmuş. Bu sevgili kasabaya kavuşuyoruz. Kırım Türklerinin 50 yıl sonra buraya kavuştuklarında söyledikleri sevinç ve hüzün karışığı türkü kulaklarımızda yankılanıyor: Aluşta’dan esken yeller yüzüme vurdu Balalıktan ösken evge köz yaşım düştü Men bu yerde yaşalmadım yaşlığıma toyalmadım Vatanıma hasret kaldım Ey güzel Kırım …. Yeşil dağlar güldü bana Kaytıp geldi Tatar sana Kucağını aç sen bana Ey güzel Kırım
*TC Kültür Üniversitesi Ö.Üyesi
sayı//14// eylül 26
Aluşta’tan esen yeller bizim de yüzümüze vuruyor, yüreğimizi ferahlatıyor. Ömrümde ilk defa gördüğüm yerleri bin yıldır tanıyor gibiyim. İşte yol, Karadeniz’in kuzey kıyısından kıvrılarak gidiyor. Güneydeki Türkiye kıyıları da böyledir. Karadeniz otoyolu yapılmadan önce denizin bir görünüp bir kaybolduğu, kıvrımlarla dolu, bir tarafı Karadeniz’e inen, bir tarafı gökyüzünde bulutlarla oynaşan yemyeşil bir örtü arasında kaybolarak kat ederdiniz bu koylarla, burunlarla
dolu kıyıları. İşte şimdi Aluşta’dan Kızıltaş’a giderken aynı manzara ile karşı karşıyayım. Kızıltaş’a en fazla 15 km var. Bir tanıdığı, eski bir dostu, yıllardır ayrı düştüğüm bir sevgiliyi özler gibi ölüyorum bu yeri. Hiç görmedim, ama Cengiz Dağcı’nın romanlarındaki tasvirlerle hafızama öyle bir kazındı ki köyün her tarafını gözüm kapalı gezebilirim. Bu düşüncelerle etrafı seyrederken, birden denize uzanmış bir dağ görüyorum. Heyecanla yanımdaki Kırımlı dostlara dönüyorum, “Bu Ayı Dağı değil mi?” diye soruyorum. “Evet diyorlar, sen buraya ilk defa geliyorsun. Nereden biliyorsun bu dağı?” Ben bu dağı Onlar da İnsandı romanını okuduğum günden beri hep rüyamda görüyorum desem inanırlar mı? Sağ yanımız yeşil yamaçlar, sol yanımız Karadeniz’in serin suları ve ufkumuzda Ayı Dağı olmak üzere bir süre yol alıyoruz. Bu yol Akmesçit-Yalta otoyolu. Cengiz Dağcı’nın anılarında ve romanlarında önemli yer tutar bu yol. Bazen sevenleri koparır birbirinden, bazen sürgün katarlarını taşır üzerinde ve köylerine hasret bırakır insanları. Ve son olarak da yeşil üniformalı cehennem şeytanları, askerî araçlarla bu yoldan gelerek Tatar Türklerini bin yıllık yurtlarından ölüme ve bilinmezliğe sürerler. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar Sovyet askerlerinin dipçikleri altında, yanlarında götürebilmek için bir asma yaprağı, bir avuç memleket toprağı aranırlar. Dağcı Kızıltaş’a Kavuştu Dalmışım… Ayı Dağı’nın batısına geçiyoruz ve birden sağ tarafımızda Kiril harfleri ile bir tabela görünüyor: Krasnokamenka… Bu, Kızıltaş’ın Rusçası… Otobüsümüz levhanın hemen önünden sağa kıvrılıyor. Belki yüz metre gidiyoruz önümüzde yeşillikler arasında düz bir alan görüyoruz. Araçlardan iniyoruz. Köyün batı tarafındayız. Kasası, doğalgaz hattı borularından oluşan demir bir kapıdan geçiyoruz. Sağımızda Kızıltaş’ın asırlık meşelerinden biri. Bu meşe Cengiz Dağcı’yı mutlaka görmüştür. Ve şimdi yurduna dönüşüne mutlaka sevinmiştir. Toprağın, ağacın hafızası insanınkinden kuvvetlidir zira. Kızıltaş levhada Krasnokamenka olsa da Kızıltaş’tır yine, bu meşe de Kızıltaş’ın asırlık meşelerinden biridir… Acele adımlarla Cengiz Dağcı’nın toprağa verileceği yere doğru yürüyoruz. Yeni açılmış toprak bir yol. İki tarafı üzüm bağları. Yol biraz yokuşa sarıyor. Ama neticede 500 metre kadar yürüyeceğiz. Bu sırada Cengiz Dağcı’nın kız kardeşi Ayşe Hanımla karşılaşıyorum. Çocukları kollarına girmişler, onu Cengiz Ağasının kabrine götürüyorlar. Bir metanet abidesi gibi yürüyor. Yola devam ediyoruz. Sağımızda bağlar arasında kalmış meşelerle kaplı bir alan. Bunun bir taraça gibi düz olan güney ucunu Kızıltaş Müslüman mezarlığı yapmışlar
bin bir uğraştan sonra. Burada sekiz on tane mezar var. 50 yıl sonra doğdukları topraklarda yatmak bahtiyarlığına erişebilmiş sekiz on kişi, ebedi uykularını anne toprağın koynunda uyuyorlar. Onca yıl rüyalarında gördükleri toprak şimdi onları sarmış sarmalamış. Yeni bir doğuşa hazırlıyor. Taze kazılmış bir mezar… Taraçanın güney ucuna yakın. Biraz aşağıda bütün heybetiyle Ayı Dağı… Dağcı’nın doğduğu Gurzuf kasabası ile Kızıltaş’ı ayıran Yalta Otoyolu. Onun altında Soğuksu Bayırları, Gurzuf’un kırmızı damlı evleri, mavi Karadeniz ve onun içinde yer alan birkaç kayadan oluşan adacıklar… Bu manzarayı Cengiz Dağcı Kızıltaş’taki evlerinin balkonundan defalarca seyretti ve hafızasına nakşetti. Bütün bir ömür o nakışları tekrar tekrar seyrederek avundu. Bir daha göremeyecekti bu manzarayı çünkü. Ama hikmet-i ilahi şimdi tabutu bu taze vatan toprağının üzerinde. Karşısında onu vatan toprağı ile kucaklaştırmak üzere Türkiye’den, Akmesçit’ten, Bahçesaray’dan gelenler saf tutmuşlar. Aziz dost Zafer Karatay zaten bir haftadır burada. Mezarlığa herkesten önce gelmiş. Yılmaz mücadele adamı Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ona ihtiram duruşunda. Biliyor ki Kırım, Kırım Türklerinin hafızasında canlı kaldı ise, bunda şu tabut içinde uyuyan romancının kaleminin büyük payı vardır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu burada… O da Dağcı’nın romanlarından ne kadar etkilendiğini yaptığı konuşmada samimiyetle anlatmıştı. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay burada. Milletvekilleri, akademisyenler… İlber Ortaylı Hoca… gazeteciler… Dağcının romanlarında hep anlattığı sevgili hemşerileri, hepsi burada… Onu dualarla anne toprağın koynuna tevdi ediyoruz. Son uykusunu kıyamete kadar çok sevdiği köyünün kucağında, çok sevdiği manzaraya bakarak uyuyacak…
Peki benim Kırım’a hasretim nasıl dinecek? Tekrar Akmesçit’e gelip Salgır ırmağının kıyısında Cengiz Dağcı gibi yürüyebilecek miyim? Kızıltaş’ta Dağcı’nın kabrini tekrar ziyaret edip onunla halleşebilecek miyim?
Vuslat töreni bittikten sonra, yanımda getirdiğim “Kırım’ın Ebedî Sesi Cengiz Dağcı” ki-tabımdan birer nüshayı Sayın Davutoğlu’na ve Sayın Ertuğrul Günay’a takdim ediyorum. Bir beş dakika geçtikten sonra da Mustafa Cemiloğlu’na yaklaşıyor ve kitabı uzatıyorum. “Bana vermeyeceksin sandımdı.” diyor. “ Bu toplulukta bu naçiz hediyeye sizden daha lâyık kim var ki…” diyorum gözlerim dolarak. Sonra elimde kalan tek nüshayı da Dağcı’nın kardeşi Ayşe Hanım ile çocuklarına imzalıyorum. Tekrar otobüslerimize dönmek üzere hareketleniyoruz. Önümüzde Kızıltaş’ı seyretmek için 10-15 dakikamız var. Bir taraftan yürüyoruz, bir taraftan etrafa bakıyoruz. İşte yeşillikler içinde Kızıltaş. Cengiz Dağcı’yı toprağa verdiğimiz mezarlık, eski 27
Ş ehir
Burada durumu en zor olan ülke Türkiye gibi görünüyor. Ülkemizin hem Avrupa hem de Rusya ile vazgeçilmez ilişkileri var.
mezarlığın bir bölümü olmalı. Etraftaki bağlar Hastalar Bağları… Hani Emir Hüseyin Dağcı’nın kolhozlaşmadan sonra torpille çalıştığı kendi bağında, asma yapraklarını severken gözyaşları içinde yakalandığı ve tutuklandığı yerler buralar. Biz de bir salkım üzümünü yedik, helâl etsinler… Tenekeci Kazanski’nin evi de buralara yakın bir yerlerdedir şayet ayakta ise… Köy kuzeye doğru gittikçe yükselen tatlı ve yemyeşil bir bayır üzerinde kurulu. İşte şu Kızıltaş, şu Kuşkaya… Şurası Gelinkaya… yukarıya doğru yükseklik artıyor. Başı daima dumanlı Romankoş Dağının eteklerinin biraz aşağısı yüksekçe bir taraça… Burası Pilibaşı olmalı. Tübya kırları köyün batısında, Yalta tarafında… Güneye otoyolun alt kısmına doğru Memişin Bayırı ve Memişin Deresi görünüyor. Bu dere Kızıltaş’ın Hastalar Bağları ile Gurzuf’u birbirinden ayırıyor. Bakıyorum İbrahim Şahin de rüya âleminde. Cengiz Dağcı’nın romanlarından avucunun içi gibi tanıdığı ve sevdiği manzaranın koynunda o da sarhoş. Cengiz Dağcı’nın evi nerede demeye kalmıyor, araçlara binmemiz gerektiği söyleniyor. Yalta’ya gitmekten vaz geçilmiş, Dışişleri Bakanımız bize Bahçesaray’ı gösterecek… Biz bu-raya 1 günlüğüne geldik, akşam 20.00’de Türkiye’ye döneceğiz. Saat 15’i buldu. Gözümüz ve gönlümüz burada kalarak, ama Kırım Hanlığı’nın merkezi Bahçesaray’ı görmek ateşi ile de yanıp tutuşarak, bir saatlik yolun bir an önce bitmesini istiyoruz. Nihayet Bahçesaray’a giriyoruz. Kuzey tarafı boz toprak-taş karışımı tepeler, güney tarafı yeşillikler içinde bir şehir. Akmesçit ile Kızıltaş’ın arasında bir yerde. Sarayın ana kapısı kuzeye bakıyor. Kapının ve kesintisiz devam eden saray odalarının hemen önünde geniş bir hendek bulunuyor. Hendeğin üzerinden bir köprü ile ana kapıya ulaşıyorsunuz. Kapının üstünde üç kanatlı bir penceresi ve iki yanında saz desenli kalem işlemeleri bulunan bir gözetleme odası var. Onun hemen altında, kapı kilit taşının üzerinde çift ejder motifi yer alıyor. Kapının solunda –yani doğuda- Han Sarayı Camii var. Caminin kıble tarafında bir hazire ve içinde türbeler bulunuyor. Hava kararmak üzere, akşam vakti. Hansarayı Camiinde huzur-ı kalp ile kılınan bir akşam namazı. İmamımız Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez… Sayın Davutoğlu, Sayın Ertuğrul Günay ve kafileden gönlü Kırım acısı ile dağlanmış daha nice yanık yürekli insanlar onun ardında. Sonra âdetâ koşarak sarayın kabul salonu, selamlık ve harem bölümlerinin bir kısmının gezilmesi… Mahzun duvarlar, ışığa kırgın pencereler, sessizliği bir çığlık gibi kulaklara yansıtan odalar. Ve nihayet Gözyaşı Çeşmesi… Yanı başında ünlü Rus şairi Puşkin’in bir büstü. Puşkin’e bu vefa gösterilmeli… Neticede Bahçesaray isminin değiştirilmemesi, biraz da
sayı//14// eylül 28
onun meşhur “Bahçesaray” şiirine gösterilen saygıdan… FİRKAT YARASI Evet, işte geri dönme vakti. Yarabbi bu ne güzel ve ne kısa bir rüyadır. Akmesçit, Kızıltaş ve Bahçesaray’a şöyle bir bakıp geçtik. Sevgiliyi ilk defa yakından gören eski zaman âşığının halet-i ruhiyesi içindeyiz. Gözlerimiz hayran, dillerimiz lâl… Otobüsümüz Bahçesaray’dan uzaklaşıyor. Kalbimizde bir yangın… Giderek bütün gönlümüzü kaplıyor bu ayrılık acısı. Bu bin yıllık yurttan, bizim yurdumuzdan, garip Tatar’ın yurdundan bir esimlik rüzgâr gibi geçtik, ayrılıyoruz. Tatar Türkü yıllarca bu yurdun özlemi ile yandı, kavruldu. Şahane Girayların yaptığı muhteşem tarih, sanki yaşanmamış gibi oldu. Gün geldi burada bir tek Tatar Türkü bırakılmadı. O meş’um 18 Mayıs 1944 tarihi yurdun gerçek sahiplerini ya kara toprağa ya Karadeniz’e ya ıssız bozkırlara gark etti. Bin yıllık mazi sanki seraba döndü. Bu ülkenin içinde bizim bildiğimiz, anlattığımız güzelliklerden eser bırakılmadı. Tatar Türkünün sevgili toprağı, yeşili, denizi, dağı; bahçesi, tarlası, bağı yabana yar edildi. Yıllarca Nedim’in umutsuzluğunu yaşadık: Yok bu şehr içre senin vasf ettiğin dilber Nedim Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana…. Yıllar sonra çok şükür, âşığın sevgilisine kavuşmakta olduğunu gördük bu kısa sürede. Özbek bozkırlarından, 50 yıl emeğini verdiği topraklardan kopup ana vatana dönen Tatar Türkleri, şimdi bin yıllık sevgili yurtlarında kendi köylerine, evlerine yerleşemeseler bile; onların yakınlarına kurdukları tek göz odalarında, ektikleri iki evlek bahçelerinde, yeniden kûy-i yâre kavuşmanın gururu ve bahtiyarlığı ile, her türlü çileye, eziyete ve hor görmeye katlanıyorlar. Benliklerini yeniden inşa ediyorlar. Bütün güçleri ile bu toprağa yeniden tutunmaya çalışıyorlar. Esmer taştan yaptıkları odalarının yanı başında ak minareli camiler yükseliyor. Varsın onların kadim evlerinde Ruslar otursun, bağlarını, bahçelerini, topraklarını yabanlar işlesin. Onlara sevgilinin yanı başında olmanın verdiği mutluluk yetiyor. Fuzulî ile aynı ruh hâlini 500 yıl sonra birlikte yaşıyorlar: İdemen terk Fuzûlî ser-i kûyın yârin Vatanımdır vatanımdır vatanımdır vatanım Onların bu metanetini ve karalılığını gördükçe Cengiz Dağcı’nın şu sözlerini hatırlıyor ve bu bilge romancıya sonuna kadar ona hak veriyorum: “Bizim Kırım tarihinde en büyükler ne Cengiz Dağcı, ne İsmail Beğ Gaspıralı, ne baş-kaları… En büyük onlar, o geri dönenlerdir. Önemli olan insanlar o geri dönenlerdir. Hepsi Orta Asya’da doğdular. Orta Asya’da büyüdüler. Ve onlar Kırım’ı unutmadılar ve Kırım’a döndüler. Şimdi onlar döndüler. Büyük zorluklar yaşansa da
Kırım’a kök salıyorlar. Geride kalanlar da vardır. Ama ilerde durum değişince kalanlar da dönerler.” PEKİ BENİM KIRIM’A HASRETİM NASIL DİNECEK? Tekrar Akmesçit’e gelip Salgır ırmağının kıyısında Cengiz Dağcı gibi yürüyebilecek miyim? Kızıltaş’ta Dağcı’nın kabrini tekrar ziyaret edip onunla halleşebilecek miyim? Gurzuf’u, Yalta’yı, Bahçesaray’ı onun rehberliğinde tekrar gezebilecek miyim? Ve bu topraklarda gezerken, büyük Evliya’nın yanına yoldaş olabilecek miyim? Bu toprakları tekrar görebilecek miyim Rabbim, bu toprakları tekrar görebilecek miyim? Zihnimde bu düşünceler, dilimde tekrar buraları görme duası, kulaklarımda ruhumu sar-malayan bir Kırım türküsü, Ak Topraklara dönmek üzere uçağa biniyorum: Benim adım bülbüldür / eh aman yar ey yarim Sevdiğim gül sümbüldür /eh aman yar ey yarim Kuşlar uçsa men uçmam /eh aman yar ey yarim Sevdiğimden vazgeçmem /eh aman yar ey yarim Suv akar tımga tımga /eh aman yar ey yarim Varamadım vatana /eh aman yar ey yarim Suv akar tımga tımga /eh aman yar ey yarim İşte geldik vatana /eh aman yar ey yarim YİNE Mİ AYRILIK? Ukrayna’daki son olaylar ve Kırım’da 16 Mart 2014’te yapılan referandum sonuç-ları Kırım’da yeni bir belirsizliğin başlangıcı oldu. Bu belirsizlik en çok Kırım Türklerini endişeye sevk etti. Ufukta kara bulutlar dolaşmaya başladı. Elbette bu belirsiz ortamda en önemli görev yine Türkiye Cumhuriyetine düşüyor. Kırım’ın Ukrayna’ya bağlı olarak kalması Kırım Türkleri için en iyi yol olarak görünüyor. Zira Türkiye ile Ukrayna arasında “Kırım Türklerinin Türkiye’nin kültürel azınlığı olarak tanındığı” bir anlaşmadan söz ediliyor. Bu, kültürel haklar konusunda alınmış önemli bir mesafenin bulunduğunu gösteriyor. Kırım’ın Ukrayna’da kalması, Türkiye’nin ve Kırım Türklerinin işlerini çok kolaylaştırır. Ancak bunun gerçekleşmesi herhalde o kadar kolay olmayacak. Avrupa Birliği ve ABD, belki de Kırım’ı Rusya’ya vererek Ukrayna’nın geri kalan kısmını kurtarmayı deneyeceklerdir. Avrupa’nın Rus doğalgazına olan ihtiyacı, böyle bir çözümü tercih sebebi yapabilir. Burada durumu en zor olan ülke Türkiye gibi görünüyor. Ülkemizin hem Avrupa hem de Rusya ile vazgeçilmez ilişkileri var. Bir yanda da Kırım Türklerine ve diğer akraba topluluklara karşı tarihî sorumluluğu duruyor. Rusya doğalgazının bir bölümü Mavi Akım Hattı ile Türkiye’ye gelmekte ve alternatif boru hatları ile bunun üçüncü
Hansaray Camii
ülkelere de ulaştırılması planlanmaktadır. Bu durum Türkiye’ye bir çözüm kapısı aralamakta yardımcı olabilir. Türkiye daha önce Ukrayna ile yaptığı anlaşmada yer alan “Kırım’daki Tatar Türkleri Türkiye’nin kültürel azınlığıdır.” şeklindeki ilkeyi Rusya için de geçerli kılabilirse, Kırım Türkleri nispeten rahat bir nefes alabilir, almalıdır.
Şahane Girayların yaptığı muhteşem tarih, sanki yaşanmamış gibi oldu. Gün geldi burada bir tek Tatar Türkü bırakılmadı
Türkiye sorunun suhuletle çözümü yönünde Kırım’ın Ukrayna’da kalması için bü-tün girişimlerde bulunmalı, ancak Rusya seçeneğini hiçbir zaman göz ardı etmemelidir. Aksi halde bir oldubittiye hazırlıksız yakalanabilir. Komşularımızda yıllardır cereyan eden olay ve değişmeler, dışişlerimize bu tecrübeyi kazandırmış olmalıdır. Kırım bir barış ve kültür renkliliği adası olarak kalabilse idi, ne güzel olurdu. Sonradan oraya yerleştirilen unsurlar da bir şekilde yarımadaya bağlandılar. Ama hiç olmazsa oranın tarihî halkını, yani Kırım Türklerini aralarına almalı ve onların kültürel zenginliklerinin bu yeşil adanın dekoruna katılmasını sağlamalıdırlar. Kırım’daki 300 bin Türk nüfusu kimse için tehlike veya avantaj teşkil etmez. Onlar kendi kültürlerine göre yaşamayı, kendi dillerini öğretmeyi, kendi edebiyat ve sanat dünyalarını kurmayı ve o âlemde mutlu olmayı hayal ederler. Ve bu hayal en doğal, en sade, en basit insanlık hakkıdır. Rusya’ya bunları anlatabilecek miyiz? Şu anda Türkiye’den Kırım’a uçak seferi bile yok… DİPNOT: 1- İsa Kocakaplan, Kırım’ın Ebedî Sesi Cengiz Dağcı, II. Baskı, İstanbul 2012, s. 213. 2- Allah’ın sevgili kuluyum. Dualarım kabul oldu ve 2012 yılının 21-24 Eylül günlerinde tekrar Kırım’a gittim. Akmesçit’te bulunan Kırım Mühendislik ve Pedagoji Üniversitesinde düzenlen Cengiz Dağcı Sempozyumuna katıldım. İnşallah o günleri de yazabilirim. 3-Su akar yavaş yavaş (damla damla) 29
Ş ehir
ÇEVRE, ŞEHİR VE KÜLTÜR (GENEL BAŞKAN YARDIMCILIĞI)
YOL HARİTASI ÖNERİSİ
“Medeniyet havzamızda şehir ve kültür” ilişkisini; bağlamında paylaşmak, düşünmeye ve tartışmaya açmak, bunun üzerine eklenen düşünceler, yaklaşımlar, öneriler, yorumlar ve yazılarla oluşacak entelektüel birikimin ise bir bütünlük halinde ilgili parti birimine sunularak bu alanda yapılacak çalışmalar için bir boyutuyla rehber fikirler, uygulamalar ve örnekler kaynağı olmasını sağlamaktır. Yrd. Doç. Dr. Erkan ÇAV*
*T.C.Maltepe Üniversitesi
sayı//14// eylül 30
lkemizin bir numaralı siyası partisi 12 Eylül 2015 tarihli 5. Olağan Büyük Kongresi’nde Çevre Şehir ve Kültür Genel Başkan Yardımcılığı birimini kurarak, partinin en üst yönetim organı Merkez Yürütme Kurulu’nda bu birimin temsilini gerçekleştirdi.1 Böyle bir adım, hükümette 13 yıldır olan bir parti için geç, ancak gelecek için heyecanlandıran, harekete geçiren ve umut vadeden bir adımdır. Geçtir, çünkü TOKİ ve diğer kurumlarıyla ülkenin adeta yeniden inşa edildiği yıllarda “kültür” boyutundan eksik bir şehirleşme anlayışının beton binalardan öteye geçemeyeceğinin birçok örneği, maalesef ki gözlerimizin önündedir. Öte yandan umut vericidir, böyle bir farkındalığın ülkeyi yönetenlerin zihninde ve uygulamasında en üst düzeyde oluşması, bundan sonraki “ruhsuz, kimliksiz, yersiz ve uygunsuz beton binaları” ve böyle bir anlayışı barındıran şehircilik programlarını engelleyecek, içinde insanın sosyal, kültürel, ekonomik ve metafizik bir varlık olarak daha fazla yer alabileceği yapılar inşa edilmesine ve bunları kapsayan şehircilik programlarına daha fazla yol açacak, destek olacak, hedefleyecek, yönlendirecek ve en önemlisi bu anlayışın hukuki ve maddi koşullarını oluşturacaktır. Bu kapsamda, yapmak istediğim, bu konuda düşünen, yazan ve çalışan uzmanlaşmış farklı kişilerin katkılarıyla genişlemesini umduğum, belli başlı temel özellikleri içeren “Çevre, Şehir ve Kültür Başkanlığı Eylem Planı Yol Haritası” başlığında düşünülebilecek bazı önerilerimi özellikle “medeniyet havzamızda şehir ve kültür” ilişkisini bağlamında paylaşmak, düşünmeye ve tartışmaya açmak, bunun üzerine eklenen düşünceler, yaklaşımlar, öneriler, yorumlar ve yazılarla oluşacak entelektüel birikimin ise bir bütünlük halinde ilgili parti birimine sunularak bu alanda yapılacak çalışmalar için bir boyutuyla rehber fikirler, uygulamalar ve örnekler kaynağı olmasını sağlamaktır.2 Bu düşünsel girişimim, eklenecek her tuğla ile daha etkili, kaliteli, güçlü, kullanılabilir, uygulanabilir ve sürekli geliştirilebilir bir çekirdek düşünce zemini sağlayacaktır. AMAÇ: Coğrafyamızın doğal, tarihi, sosyal, kültürel ve dini zenginlik envanterinin ortaya konulması, bu zenginliklerin turistik birer nesne olmaktan öte, Türkiye’nin Selçuklu Devleti’nden Osmanlı Cihan Devleti’ne, Osmanlı Cihan Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne gelen tarihsel arka plana sahip MEDENİYET OLUŞUMUNUN değerleri, ilkeleri ve entelektüel derinliği ile biçimlenen, tarihi, sosyal, kültürel ve dini derinliğini, genişliğini, yaygınlığını ve özelliklerini ayrıntılarıyla ortaya koymak, arşiv olarak kayıtlarını oluşturmak ve bu zenginliklerin
Aziz Mahmut Hûdayi Türbesi
toplumun akıl ve gönül dünyasında her bireyin varlığında tek tek kalıcılaştırılmasını sağlamak.
çalışma, planlama ve uygulama programının hayata geçirilmesi ile ele alınmalıdır.
NELER YAPILABİLİR 1. Doğal, Tarihi, Sosyal, Kültürel ve Dini Zenginliklerin Envanterinin Oluşturulması: Her ilin/ilçenin (birimin) doğal, tarihi, kültürel ve dini zenginliklerinin envanterinin ortaya konulması. Turistik bir listeleme değil, tarihi ve kültürel, dini ve sosyal, yerel ve evrensel medeniyet değerleri bağlamında bu birimlerin tanımlanması, ilk, temel ve belirleyici başlangıç aşamasıdır. Bu envanterin, orada yaşayan toplumun ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi ve dini değerleri, ilkeleri, özellikleri ve bunların yaşamlarındaki karşılıkları ile birlikte tanımlanması ve bu birimlerin toplumla bütünleşik olarak anlamlandırılması, bu sürecin en önemli boyutudur.3 Bu zenginliklerin fotoğraflı, haritalı ve açıklamalı olarak kapsamlı büyük boy, kaliteli baskılı kitaplar (olanaklara göre belgesel kayıtlar) ile bir araya getirilerek yayımlanması. Bu kitap çalışmaları, her birimdeki Bilecik-Şey Edebali, Kırşehir-Hacı Bektaş-ı Veli, Ankara-Hacı Bayram-ı Veli, Kars-Ebu’l Hasan Harakâni, Mevlana-Konya, İstanbul-Eyub Sultan ve Aziz Mahmud Hüdai gibi değerli şahsiyetler odağında olabileceği gibi, aynı olgu mimari yapılar, doğal güzellikler, orada devlet kurmuş hanedanlık veya herhangi bir doğal, tarihi, sosyal, kültürel ve dini değer birimi için de yapılabilir. Bu birimlerin durumlarının tespiti, korunması ve iyileştirilmesi; restorasyona ihtiyaç düzeyi, başka ihtiyaç duyduğu durumların ortaya konulması, mevcutların arşivlenmesi ve korunması, ilgili birimin toplumun ziyaretine açılması, kalıcı ve sürdürülebilir bir entelektüel gelişim koşullarının oluşturulması vd. birçok aşamayı içeren bir
2. Ziyaret-Gezi Haritalarının Düzenlenmesi: Her şehirde/ilçede (birimde) doğal, tarihi, sosyal, kültürel ve dini zenginliklerin ziyaret edilmesini ve/veya gezilmesini düzenleyen Gezi haritası önerisi yapılmalıdır. Bir ildeki/ilçedeki (birimdeki) doğal, tarihi, sosyal, kültürel ve dini birimlerinin nasıl ve ne şekilde gezilebileceğini coğrafi harita üzerinde ortaya koyan birer harita yapılmalıdır. Bu harita, bilgisayar, tablet ve cep telefonu uygulaması olarak da hazırlanabilir ve bu şekilde paylaşım sağlanabilir. Aynı şekilde 3D olarak bugün bu yerlerin gezilmesi zaten mümkün durumdayken, bu uygulamanın bütün il/ilçeler (birimler) için standart hale getirilmesi düzenlenebilir. ZiyaretGezi haritasındaki yerlerin engelliler, yaşlılar ve çocuklar için gezilebilir olması koşullarının hazırlanması unutulmaması gereken önemli bir alt-başlıktır. 3. Enstitülerin Yapılandırılması: Her il/ilçede üniversite isimlerinin verildiği gibi, zenginliklerden bir değerle bütünleştirilmiş biçimde özellikleri öne çıkan ve bu zenginliklerin isimlerini kullanan ENSTİTÜLER kurulmalıdır. Bu enstitüler şehrin/ilçenin üniversite birimleri ve bölümleri ile eşgüdümlü ve bitişikli, ilişkili ve bağlantılı olarak kurumlaştırılabilir. Ortak eğitim-öğretim programları, projeler, çalışma, medya ve yayın oluşturma, geliştirme ve uygulama birimleri kurulabilir.
Bu birimlerin durumlarının tespiti, korunması ve iyileştirilmesi; restorasyona ihtiyaç düzeyi, başka ihtiyaç duyduğu durumların ortaya konulması, mevcutların arşivlenmesi ve korunması, ilgili birimin toplumun ziyaretine açılması, kalıcı ve sürdürülebilir bir entelektüel gelişim koşullarının oluşturulması vd. birçok aşamayı içeren bir çalışma, planlama ve uygulama programının hayata geçirilmesi ile ele alınmalıdır.
4. Yürütücü Komisyonların Kurulması: Bütün bu işlemlerin yapılmasını takip edecek merkezi hükümetin bünyesinde Kültür, Turizm, Eğitim ve diğer ilgili bakanlık ve kurumların üyelerinden,
31
Ş ehir
Kent Müzesi-” açılarak, etnografik, kültürel, sosyal ve dini zenginliklerin envanterinin tam tutulabilmesi, arşivlenmesi ve devamında sergileme olanakları ölçüsünde paylaşılması gerekir. Bu kapsamda zenginliklerden maddi olanların maket modellerinden çizimlerine, fotoğraflarından simgelerine kadar birçok özellikleri sergilenebilir. Bu envanterde şehirlerin aydın, yazar, sanatçı şahsiyetlerinin ve yayınlarının tarihten günümüze bir kaydının ortaya konulması çok önemli bir boyuttur. Şehirlerin tarihsel dönüşümünü ortaya koyan harita, resim, fotoğraf ve diğer kayıtlarını bir arya getirilmesi ve tutulması, şehirde yaşanan tarihsel olayların günümüze etkilerinin paylaşılması (savaşların, göçlerin, devlet oluşumlarının gibi) günümüzün canlı ve hızlı hayatı içinde bireylerin ve toplumun kökleriyle ve tarihiyle akıl ve gönül bağı kurabilmesi için hayati önem taşır.
Mardin alanın uzmanı akademisyenlerden ve bilgi sahibi
deneyimli kişilerden oluşan “merkezi komisyon” ve bu merkezi komisyona bağlı her il/ilçede (birimde) o bölgedeki süreci yönetecek, yürütecek, geliştirecek ve ilerletecek “birim komisyonları” kurulmalıdır. Bu birim komisyonları da merkezi komisyonun kuruluş mantığı gibi kurulmalıdır. Merkezi ve alt-komisyonların yönetim, yürütme ve uygulama süreçleri belirli planlar dahilinde kurumlaştırılmalı, bu planlara bağlı olarak işlemler düzenlenmeli ve her işlem aşaması zamanlamaya uygun olarak takip edilmelidir. 5. Doğal, Tarihi, Sosyal, Kültürel ve Dini Değerleri Korumak İçin Projeler Hazırlanması: Her şehrin/ilçenin (birimin) envanterinin çıkarılması oluşturulacak ortak bir proje örneği ile paralel olarak işletilebilir, geliştirilebilir ve somutlaştırılabilir. Bu süreç öncelikle bir birimde prototip olarak yapılabilir. Bunun devamında diğer birimlere aynı proje eş-güdümle hızlı biçimde aktarılabilir. Örneğin Bilecik bölgesi örnek bir birim olabilir. Bilecik, Selçuklu-Osmanlı Cihan Devleti çizgisinin “kilit taşı” merkezi olduğu için anlam, önem ve değeri, hem burada geliştirdiğimiz önerilerin derinliğini hem de uygulamadaki boyutları ile düşünce düzeyinde ve proje üretimi alanında öneri dizimizde açıkladığımız bütün süreci temsil edebilir.4 6. Şehir Müzelerinin Oluşturulması: Her birimde, bu öncelikle il bazında olmalıdır, “Şehir Müzesi-
sayı//14// eylül 32
7. Makro Şehircilik Planının Hazırlanması: Şehirlerin bugünden geleceğe gelişimine yönelik, mevcut zenginliklerinin değerlerini yok etmeyen şehircilik anlayışını geliştiren perspektifleri takip edecek bir makro planlama anlayışının geliştirilmesi elzemdir. Bunun bütün şehirlerde bir çerçeve yaklaşım olarak belirlenmesi koşuluyla böyle bir planın toplumu ve ülkenin geleceğine kalıcı katkısı olacaktır. Bu kapsamda, Etik İlke ve Değerler Kurulu gibi, her il/ilçedeki (birimdeki) şehircilik uygulamalarını, oluşturulan makro-yaklaşım anlayışına göre denetleyecek merkezi ve yerel denetim birimleri kurularak, bir yandan şehirleşerek gelişirken, öte yandan mevcut doğal, tarihi, kültürel, sosyal ve dini değerlerimizi korumak ve üstüne yeni değerler koyarak geliştirmek, güzelleştirmek ve geleceğe aktarabilmek mümkün olur. 8. Medya Çalışmalarının Üretilmesi: Şehirlerin ekonomik, sosyal, kültürel ve dini değerlerinin gündelik yaşamdaki karşılıklarını aktaran çizgi, animasyon ve/veya canlandırma filmlerinin yapılması değerlerin yaygınlaşması için çok önemlidir. Böyle bir çalışma Diyarbakır Surları için yapıldı. Bu çalışmalar, her şehir/ilçe (birim) için standart hale getirilebilir. Onay verilen örnekler bütün şehirlere/ilçelere (birimlere) uygulanarak zenginleştirici bir paylaşım ağı kurulabilir. 9. Zenginlik Envanterin Korunması, Paylaşılması ve Topluma Aktarılması: Doğal, tarihi, sosyal, kültürel ve dini zenginliklerimizin içinde bulunduğumuz medeniyet havuzu ile bütünlüklü olarak anlamlandırılarak ortaya konulması ve hukuk ve uygulama süreçleri ile korunmaya alınması, ilk, temel ve belirleyici aşama iken, bu aşamanın kalıcılığını belirleyecek olan süreç,
çocuklarımızın, gençlerimizin ve toplumun bu zenginliklerle zihin ve gönül dünyalarında buluşmalarıdır. Bu kapsamda, ilk öğretimden üniversiteye farklı gruplardaki öğrenciler için farklı eğitim ve ziyaret-gezi eğitim programlarının hazırlanarak onların dahil edilmesi ve farklı faaliyet olanakları ile zenginlik envanterinin her yönüyle paylaşılması, bu çalışmaların, projelerin, düşüncelerin ve kapsayıcı yaklaşımın geleceğe aktarılmasının, tamamlayıcı uygulaması olacaktır. Anadolu ve onu çevreleyen Mezopotamya, Kafkasya ve Balkan coğrafyasını karşılayan medeniyet havuzunun 1500 yıllık değerleri, ilkeleri, anlamları, tarihi, sosyal, kültürel ve dini derinlikleri ile birleştirilerek yapılacak böyle bir ZENGİNLİK ENVANTER ÇALIŞMASI, Türkiye’nin “derin gücünü”5 her boyutuyla ve uzantılarıyla ortaya koyacaktır. Bu amaçla, Türkiye’yi 13 yıldır yöneten ve uzun yıllar daha ülke yönetiminde belirleyici söz sahibi olacağı görülen partide “Çevre Şehir ve Kültür” başlığı ile bir Başkan Yardımcılığı birimi kurulmuşken, bu birimin ilk yapması gereken faaliyet, burada ana hatlarını vermeye çalıştığım konularda, bunları çevreleyen kamu yönetimi yapıları ve uygulamaları hakkında kapsamlı bir ÇALIŞTAY düzenlemek olmalıdır. Bu ÇALIŞTAY, bu değerli yönetim birimi için gelecek vizyonunu ve misyonunu oluşturacak ve geliştirecek, düşünce ve faaliyetlerinde kalıcı rehber sağlayacak, etkili, kaliteli ve bu toprakların varoluş dinamiklerini belirleyen medeniyet deryası ile bütünleşik değerleri ve ilkeleri içselleştirmede derinlikli, kalıcı, sürdürülebilir ve önemli bir bilgi, birikim, deneyim ve uygulama havuzuna erişimi sağlayacaktır. Bunların değerli kılavuzluğundan bu ülke çok şey kazanacaktır. Bir hususu daha belirtmek gerekir: Dile getirilen önerilerin, maddi kaynağına ilişkin düşünceler ortaya koymak zorunludur. Bu kapsamda, geliştirilen önerilerin karara dönüşmesi ve siyasi irade ile uygulanması halinde, bu iradenin çabasıyla başlangıç bütçesinin bulunması ve sonrasında işlemlerin, faaliyetlerin ve uygulamaların kendi maliyetini kazanmaya başlaması olanaklıdır. Bütün süreçte belirleyici olan olgu, siyasi güç olarak, dile getirilen çerçeveyi hedefleyen bir yaklaşımla söylem geliştirmeye ve eyleme geçmeye karar vermek, kayıtsız ve şartsız bu kararın gereği için azimle, sabırla ve cesaretle yürümektir. Çalışan ve sebat eden, mutlaka hedefine ulaşır. Öz olarak vermeye çalıştığım böyle bir entelektüel çalışmanın, herkesin bakış açısıyla zenginleşerek bir çığ gibi büyüyeceğine ve bunların kümülatif
toplamından ve birikiminden oluşacak kolektif ortak aklın toplumsal faydayı en yüksek seviyeye çıkartacağından şüphem yoktur. Böyle bir hedefle, temele yerleştirilen bir ilk tuğla derecesindeki bu önerilerimin katkılarla geliştirilmesini, sadece dilemiyor, bilgi, birikim ve deneyimlerini böyle hayatiyet taşıyan bir konuda paylaşmanın, herkesin içinde yaşadığı toplumuna karşı görevi ve sorumluluğu olduğuna inanıyorum. DİPNOTLAR;
1- Ak Parti Çevre Şehir ve Kültür Genel Başkan Yardımcısı olarak, değeri ve önemi yüksek bu birimin yönetici sorumluluğunu ilk üstlenen kişi olan Sayın Çiğdem Karaaslan’ı tebrik ediyor, bu çok boyutlu, derinlikli ve incelikli zor görevinde başarılar diliyorum. Aynı kongrede, ülkemizin ve medeniyet havuzumuzun değerlerinin ve ilkelerinin güncellenmesi kapsamında başlı başına ele alınarak incelenmesi, tartışılması ve önerilerle geliştirilmesi gereken bir birim olarak İnsan Hakları Genel Başkan Yardımcılığı’nın kurulması da, parti yönetiminin, takdir ve tebrik edilmesini hak ettiren, bir diğer önemli adımdır.
Anadolu ve onu çevreleyen Mezopotamya, Kafkasya ve Balkan coğrafyasını karşılayan medeniyet havuzunun 1500 yıllık değerleri, ilkeleri, anlamları, tarihi, sosyal, kültürel ve dini derinlikleri ile birleştirilerek yapılacak böyle bir ZENGİNLİK ENVANTER ÇALIŞMASI,
2- Önerilerim, bundan önceki bütün birikimin yeniden ve başka uzamlarla değerlendirilerek geleceğe ilişkin yeni perspektifler oluşturulması adına bir başlangıçtır. Bununla birlikte, ülkemizin zenginliklerine sahip çıkmada, başta ülke içinde Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Osmanlı Cihan Devleti hinterlandında TİKA ile yapılan restorasyonlar, koruma, yaşatma ve uygulama projeleri ve diğer kurumlarımızın yürüttüğü faaliyetler ile Selçuklu-Osmanlı Devletinin bütün değerlerine sahip çıkma gayretinde, son 10 yılda gelinen seviye, 1990’lı yıllarda hayal bile edilemezdi. 3- Şehir ve Kültür dergisi, ilk sayısından itibaren, tam da bu ana amaç etrafında yayın anlayışını, yaklaşımını ve düşüncesini oluşturmuş ve yazılarını da bu kapsamda geliştirerek basılı olarak somutlaştırmıştır. Bu değerli ve önemli kültürel ve entelektüel yaklaşımı ile dergiyi yayın hayatımıza kazandıran ve Genel Yayın Yönetmenliğini yaparak güçlü bir takdiri ve teşekkürü hak eden Mehmet Kamil Berse, bu amaç doğrultusunda kolektif ve dayanışmacı bir şevkle ve gayretle yayın çalışmalarını yürütmeye devam etmektedir. 4- Bu kapsamda geliştirdiğim önerimi, Şehir ve Kültür dergisinin önceki sayısında verdim. “Bilecik ve Şeyh Edebâli”, Şehir ve Kültür, Sayı:12-13, Temmuz-Ağustos 2015, s. 46-51. 5- Bu kavramı, Başbakanımız Sayın Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında çizdiği ve Türkiye’nin coğrafi ve tarihi arka planından gelen medeniyet havuzundaki konumunu, güncel ekonomik-politik, sosyal ve kültürel, askeri ve toplumsal boyutlarda çeşitlendirerek ve derinleştirerek ortaya koyduğu entelektüel ve somut mimarideki yaklaşımına tamamlayıcı olacak bir anlamda kullanıyorum. (Stratejik Derinlik -Türkiye’nin Uluslararası Konumu-, Küre Yayınları, 100. Baskı, İstanbul, 2014).
33
Ş ehir
ŞEHİR VE KİRLİLİK Belki biz şehrin tamamını gezip görme imkanına sahip olmadığımız için, şehirde kaç kütüphane var, kaç kültür merkezi, tiyatro, sergi salonu, konferans salonu, okuma salonu var bilmiyoruz. Ekrem KAFTAN
ehir ve Kültür Dergisi’nin fedakar Yayın Yönetmeni Sevgili Mehmet Kamil Berse, bize zorla yazı yazmayı öğretiyor sağolsun… Kendilerinin o can alıcı güzel üslubuyla yazı istemeleri karşısında dünyadaki her meselemizi bir kenara bırakıp sevgili okuyucularımıza söyleyecek sözlerimizin olup olmadığını bulmaya çalışıyoruz. Yaz boyunca biraz tatil yaparak Ege Bölgemizin bazı şehirlerini gezme imkanı bulduk. Memleketimiz Denizli ne yazık ki Osmanlı asırları boyunca küçük bir sancaktan öteye geçemediği için çok fazla kayda değer tarihi esere sahip bulunmuyor. Özellikle son yıllarda hızla büyüyen ve ticari, iktisadi, turistik sahalarda hatırı sayılır bir yere sahip olan Denizli’nin en önemli özelliği ise Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan “En Temiz Şehir” unvanı almasıdır. Denizli, şaşılacak derecede caddeleri, sokakları, yeşil alanları gerçekten tertemiz bir şehrimizdir. Bu hususiyetiyle övündüğümüz Denizli’nin en mühim eksikliği ise, kültürel bir zenginlikten mahrum oluşudur. Belki biz şehrin tamamını gezip görme imkanına sahip olmadığımız için, şehirde kaç kütüphane var, kaç kültür merkezi, tiyatro, sergi salonu, konferans salonu, okume salonu var bilmiyoruz. Yalnız bize aktarıldığı kadarıyla şehirde en büyük eksiklik kütüphane ve okuyan insan sayısının azlığı… Fiziki temizlik elbette çok mühim…Gönül istiyor ki, hemşehrilerimiz gönüllerini de beyinlerini ve kalblerini de kitaplarla tezyin edip, başka türlü kirlerden tamamen kurtarsınlar. Acizane düşüncemiz her şehirde, en az nüfus sayısı kadar kitabın kütüphanelerde bulunması ve nüfusun en az yüzde 20’sinin sürekli okur insanlardan meydana gelmesidir. Sadece ekonomiye odaklanmış bir hayat yaşayan insanlarımızın hayat kalitesi belki bugünkü bakış açısıyla iyidir…Bunu biz bilemeyiz. Bizim bildiğimiz şudur ki, bir şehir ekonomik zenginliğine paralel olarak kültür ve medeniyet eserleri üretirse hayat kalitesi yüksektir. Çağımızda hızla değişen değer yargılarımız okuyup kültür ve medeniyet eserleri üreten insanlara değil, çok para kazanan, lüks yaşayan insanlara itibar edilmesini emrediyor. İnsanlarımız kazandıklarının ve sahip oldukları malların
sayı//14// eylül 34
çokluğuyla iftihar ediyor ve birbirleriyle yarışıyor. Halbuki, ecdadımız kazandığını Allah yolunda harcamak suretiyle geleceğe kalabileceğini ve amel defterinin kapanmayacağını bilir, ona göre çalışır, üretir, vakıflar kurar, eserler verir, insanlığın faydalanması için elinden geleni yapardı. Osmanlı şehirlerinde vakıf eserlerinin çokluğu hemen dikkati çeker, insanlar iyilik ve yardımlaşmada birbirleriyle yarışırdı. Bugün ise insanlarımız arabalarının lükslüğü, evlerinin genişliği ve pahalı semtlerde, sitelerde olup olmadığıyla iftihar ediyor. İnsanlarımızın gönül dünyalarının, dünyanın geçici kiri pasıyla, malı mülküyle kirlenmesi ne kadar hazindir de kimse bu zavallı halin farkında bile değildir. Denizli’de manevi önderlere, okuyup yazanlara, düşünerek konuşanlara ve rehberlik yaparken Allah’ın rızasından başka bir gaye gütmeyenlere ihtiyaç var. Siyasetin dar yollarında mücadele insanların, milletin ve şehir halkının gönüllerine ne kazandıracağı hep tartışılan bir meseledir. Zira bu ülkede siyaset de ne yazık ki ekseriyetle Allah rızası için değil, bir kazanç veya bugünkü tabirle rant temin etmek için uğraşılan bir sahadır. Denizli, sahip olduğu sanayii turizm ve tarım sahaları ile ülkemizin iktisadi hayatına hakikaten mühim katkılar sunuyor.
öğretmişti. “Allah’ın emri olduğu halde nefsin hoşuna giden tek şey temiz olmaktır.” Bu söz hakikaten o küçük yaşımızda bize şaşırtıcı gelmişti.
Bu katkıların üzerine kütüphaneler, sergi salonları, konferans salonları, sanat eserleri, sanatkârlar, mesela hattatlar, müzehhibler, ebrucular, müzik ve tiyatro adamları, şairler, yazarlar da eklerse şehir fiziki temizliğin yanında kültürel ve medeni zenginlik de kazanmış olur.
Zamanla gördük ki yabancıların şehirleri bizim şehirlerimizden temizdir… En azından cemiyet hayatında bütün inançsız insanlar kıyafetleriyle ve görünüşleriyle temizdirler. İç alemlerine bakma imkanı bulduğumuz zaman ise, enva-i çeşit kazurat görmek mümkündür.
Biz biliyoruz ki, Osmanlı asırlarında birçok küçük şehrimizde bile edebiyat ve sanat mahfilleri vardı. Buralarda toplanan, şehrin okumuş yazmış insanları, gençlerin önünde yeni ufuklar açar, eserler verir, şiirler okur, musiki icra ederdi. Şehir, tam da böyle bir mekandır. Evleri, mabedleri, devlet binaları, hanları, hamamları, eğlence ve dinlenme mekanlarının, iklim, din, coğrafyaya göre şekillendiği bir şehirde insanlar da inanç, gelenek ahlak, kültür ve medeniyetin icab ettirdiği bir kemale sahip olurdu.
Efendim, dışımızın, şehrimizin temiz olması elbette güzeldir, olmalıdır olmaya mecburdur. Amma velakin gönlümüz de, ruhumuz da. Beynimiz de, aklımız da temiz olmak mecburiyetindedir ve bu temizliği en mühim şartı Allah’ın kitabında emrettiği gibi “Oku”mak, anlamak, yaşaşam, üretmek, düşünmek ve düşündürmektir.
Temizlik içten dışa doğru mu, dıştan içe doğru mudur? Ruhu ve gönlü temiz insanın tabiatı, şehri, evini, sokağını elbisesinin temiz tuttuğu bir gerçektir. Ömrü uzun olası sevgili hocam Mehmed Ali Kıyak, yaklaşık 35 sene önce bize bir güzel söz
Denizli Antik Tiyatro
Denizli’mizin tarihi eserleri olaydı da onları anlataydık. Ancak tarih akmaya devam ediyor. Bugün ortaya çıkaracağımız estetik eserler, yüz yıl sonra tarihi değer kazanacak ve gelecek nesiller bizleri hayırla yad edecektir. Bilmem anlatabildik mi sevgili zengin hemşehrilerim ve dahi Belediye Başkanlarım, siyasilerim, işadamlarımız… 35
Ş ehir
“TAŞINA TOPRAĞINA KURBAN OLDUĞUM”
ERZURUM Erzurum Destanı’nda “Erzurum kilidi Mülk-i İslâm’ın / Mevlâ’ya emanet olsun Erzurum / Erzurum derbendi ehl-i îmânın / Mevlâ’ya emanet olsun Erzurum” diye söylemiştir. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*
rzurum! Yaşadığım şehir! Binlerce yıllık geçmişiyle tarihin derinliklerinden gelen, ‘taşına, toprağına kurban olduğum’ şehrim. Çocukluğumdan itibaren büyüklerim Erzurum’dan ayrılıp bir yere gidip de döndüklerinde hep bu cümleyi sarf ederlerdi. Zaman ilerledi sonra ben de aynı durumda aynı ifadeyi kullanır oldum. Erzurum ki kış memleketidir; kışlar uzun ve meşakkatlidir. Bahar geç gelir, hatta çoğu zaman baharı görmeden yaza başlarız. Taşı sert, toprağı çoraktır; ‘öyleyse kurban olmayı göze alışımızın nedeni nedir?’ diye epeyce bir zaman düşündüm. Gözlemlerim, düşüncelerim ve tecrübelerimi bir araya getirince anladım ki bu sözle bizler, belki bilerek, belki de bilmeden bu olumsuzluklara methiye düzmekteymişiz. Nasıl mı? Anlatayım… Erzurum, Mehmet Kaplan merhumun pek güzel tespitiyle, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakan bir kartal yuvasıdır (M. Kaplan, Beş Şehir, Dergâh Yayınları, 6. Baskı, İstanbul, 1979, s. 209). Dünyada bu yükseklikte bulunan üç veya dört şehirden biridir Erzurum. Anadolu’ya geçit veren boğazları bünyesinde barındırdığı için stratejik açıdan çok önemli bir konuma sahiptir. Tarih boyunca bölgeye egemen olmak isteyen bütün devletlerin gözü, Erzurum’un üstünde olmuştur. Erzurum, Anadolu’nun adeta kilidi gibidir; Erzurum’a sahip olan, Anadolu’ya da sahip olmuş demektir. Erzurum’un önemli değerlerinden biri olan Alvarlı Efe Hazretleri, bundan dolayı Erzurum Destanı’nda “Erzurum kilidi Mülk-i İslâm’ın Mevlâ’ya emanet olsun Erzurum Erzurum derbendi ehl-i îmânın Mevlâ’ya emanet olsun Erzurum” diye söylemiştir.
Erzurum Tortumkale Köyü Kalesi
*T.C. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
sayı//14// eylül 36
İşte bu öneminden dolayı Erzurum, mamur bir şehirdir. Bu imar faaliyetinde kullanılan en önemli malzeme de taştır. Bilindiği üzere taş, çok sert bir yapı unsurudur. Kırılması, işlenip şekil verilmesi, yapıdaki yerine çıkarılıp konulması zordur ve çok emek isteyen bir iştir. Ama en kalıcı yapı malzemesi de yine taştır. Taş, tabiatın zorlu fırtınalarına, sıcağına, soğuğuna, depremine olabildiğince dayanabilen bir yapı unsurudur. O nedenle geçmişte mimarlar, yapı ustaları binaların yapımında taş kullanmışlardır. Erzurum’da da durum böyledir; ama ilginç olan şu ki Erzurum’un sert iklimine mukabil yapılarda kullanılan taşı, ustanın işini kolaylaştırmak istercesine esnektir. Erzurum’un yakınlarında
Erzurum tarihi ev medrese ve Çifte minareli Camii
bulunan Kamber ve Sivişli köylerinden elde edilen bu taş, yatağında ve çıkarılıp işlenene kadar kırılıp yontulmaya oldukça müsaittir. Erzurum’un, tarihe tanıklık eden bütün önemli yapılarında bu taşlar kullanılmıştır. Bu taşlar, zamanla sertleşen bir yapıya sahiptir. Şehrin etrafını çevreleyen fakat ne yazık ki günümüze ulaşamamış olan mazinin ölü tanıkları olan dış surlar ve onlardan şehre girilen veya şehirden dışarıya çıkmak isteyenlere yol veren İstanbul Kapı, Kars Kapı, Harput Kapı, Ardahan (Kavak) Kapı ve Şehrin merkezi konumunda olan iç kalesi, hep bu taşlarla inşa edilmiş. Erzurum’dan kalkıp Türkiye sınırlarını aşarak İran havzasındaki ovaları sulayıp Azerbaycan (Nahcıvan)’la İran arasında sınır çizen ve yukarı Azerbaycan’da Hazar’da çalkalanan Aras nehrinin üzerine bir bilezik gibi yerleştirilmiş olan Çoban Dede köprüsü; Dumlu dağlarından doğup ilerde Murat nehriyle birleşerek Fırat’ı oluşturan ve yine sınırlarımızı aşıp Basra Körfezi’ne dökülen Karasu üzerine vurulmuş Karaz köprüsü ve adları konulmamış nice köprü de bu taşlardan yapılmıştır. İkliminden dolayı dış mekânlardan çok iç mekânların önem ve değer kazandığı Erzurum, bu niteliğiyle mazide bir eğitim şehri olarak kurulmuştur. Erzurum, önceki dönemlerde olduğu gibi Türk-İslam kültürünün hakimiyetinden sonra da bir eğitim şehri olarak tasarlanmış ve öyle de olmuştur. Üniversite konumunda olan onlarca medresesi bulunan bu şehir, medreselerinde, büyük bir medeniyetin
kurulup gelişmesine katkı sağlayan yüzlerce belki binlerce bilim ve kültür adamı yetiştirmiştir. Günümüze kadar gelebilen Yakutiye, Ahmediye, Kurşunlu ve Çifte Minareli medrese olarak da bilinen Hatuniye medreseleri de taş ile günümüze kadar taşınabilmiştir. Erzurum’un evlerinde de Kamber taşı, Sivişli taşı ve moloz taş kullanılmıştır. Bu taşları birbirine bağlayan malzeme de, taşla aynı kökenden olan topraktır. Toprak, hem taşları birbirine bağlar, hem de duvarların üzerine konulan kalın odunlar üzerine dizilen tahtaların üzerine çekilir. Böylece Erzurumlunun evi, altı da, üstü de etrafındaki duvarları da taş ve topraktan olan bir bütünlük arz eder. Erzurumlu bundan hoşnutluğunu, türküsünde “Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi / Altım çamur, üstüm yağmur, yine gönlüm hoş idi” mısralarında terennüm eder. Çünkü toprak ve taş, sağlıklı yapı ifadesidir. Yapı malzemesi olarak taşın kendisi estetik bir unsur olduğu gibi, kaba taş işlenerek de ona estetik bir görünüm kazandırılabilir. Ancak bu, oldukça zor bir iştir; ama insanın bir özelliği de zoru başarmaktır. Çünkü zora dağlar dayanmadığı gibi taş da dayanamaz. Nitekim büyük şairimiz Yahya Kemal, Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde, milletimizin taşa olan hakimiyetini, “Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimariyle” mısrasıyla anlatmaktadır. Böylece ecdadımız, hakkederek yani kazımak suretiyle yazarak veya şekil vererek duygu ve düşüncelerini taşa aktarmış ve bu estetik, taş vasıtasıyla asırlar ötesine taşınmıştır.
Eski Erzurum evlerinin modern teknolojiden yararlanılarak restore edilmelerinin, şehrin tarihi dokusunu koruyacağını düşünüyorum
37
Ş ehir
Erzurum’un bir kış sporları merkezi olmasını sağlayacak zemini oluşturmaktadır. Nitekim 2011 yılında yapılan Üniversitelerarası Kış Oyunları organizasyonu, bu atılımın ilk adımları olarak göründü. Ancak benim sözünü etmek istediğim asıl mevzu bu değil. Burada, belki de “Erzurum gibi bir yerde bunlar olamaz!” dedirtecek cinsten bir hususa değineceğim.
Yayladaki çadırlar
Akşam saatlerinde nihayet Yusufeli’ye ulaştık. Çoruh kenarına kurulmuş bir lokantada cağ kebaplarımızı yedikten sonra Erzurum’a doğru yola koyulduk.
Benzer durum, ahşap için de geçerli olmakla birlikte ahşabın ömrü, taşa nispetle çok kısadır ve ahşapta uygulanan estetik, yangın gibi bir nedenle kolayca kaybolabilir. Bu bakımdan en kalıcı yapı malzemesi taştır ve taşa uygulanan estetik, asırlara meydan okuyabilir. Oysaki son elli altmış yıldır taş, toprak ve ahşabın yerini, çimento, kum ve demir aldı ve Erzurum da bundan nasiplendi. Tabiata karşı direnemeyen ve yeni inşaat sistemlerine boyun eğerek bakımsızlığa terk edilen eski Erzurum evlerinin çoğu, maalesef yıkıldı. Yerlerini betonarme binalar aldı. Betonarme binaların ömrünün, çimentonun dayanıklılığına bağlı olarak en fazla elli-altmış yıl olduğu söyleniyor. Oysaki taş binalar, bakımları yapıldığı sürece hayatta kalmayı başaran yapılardır. Üstelik taşa biçim vermek betona biçim vermekten daha kolay. Bundan dolayı taş binaların beton binalara nispetle daha estetik olduklarını düşünüyorum. Eski Erzurum evlerinin modern teknolojiden yararlanılarak restore edilmelerinin, şehrin tarihi dokusunu koruyacağını düşünüyorum. Hatta eski mimari üslupların taşa aktarılarak yeni teknolojiyle eski Erzurum evlerinin inşa edilebileceğini de düşünüyorum. Gittiğimiz pek çok ülkede, eskinin muhafaza edildiğini gördükçe, Erzurum’da yıkılan evlerin korunamayışına yanıyorum. Şimdilerde geriye kalan on beş yirmi civarında eski Erzurum evine bahsettiğim tarzda restorasyon yapıldığını görmekten duyduğum memnuniyeti de ifade etmeden geçemeyeceğim. Şimdi konunun ikinci boyutu olan toprak kısmına gelelim. Jeo-politik açıdan önemli bir konumda olan Erzurum, hayat şartlarının da çok ağır olduğu bir coğrafyadır; iki bin metreye yakın rakımıyla, kış aylarının çok uzun yaşandığı ve soğuğun çok sert olduğu, müstesna bir şehirdir. Bu durum,
sayı//14// eylül 38
Erzurum’un bazı ilçeleri, tropikal ve Akdeniz meyveleri hariç, ülkemizde yetişen bütün meyvelerin yetiştirildiği bağlık bahçelik yerlerdir. Bunlar Uzundere, Tortum, İspir ve Oltu ilçeleri olup, buralarda hemen hemen meyve bahçesi bulunmayan hiçbir yer kalmamıştır diyebilirim. Bahçeciliğin çok geliştiği bu ilçelerimizde cevizden tutun şeftaliye, kayısıya; duttan tutun elma, ayva, kiraz, vişneye kadar her tür meyve bol miktarda üretilmektedir. Bu ilçelerimizde çok değerli dut pekmezi yetiştirilerek endüstriyel ürünler olarak pestil ve köme üretimi de yapılmaktadır. Diğer taraftan bahsini ettiğim bu yerlerde tabiat manzaraları da görülmeye değer. 48 metre yükseklikten akarak muhteşem bir görüntü oluşturan Tortum şelalesi, Uzundere ilçesi sınırlarındaki doğa harikalarından biri. Birkaç asır evvel bir yer kayması neticesinde oluşan Tortum gölü ve şelalesi, özellikle Mayıs ve Haziran aylarında en coşkun halini sergiliyor. Yağmur olmadığı halde gökkuşağı görmek istiyorsanız Tortum şelalesinden daha güzel bir yer bulamazsınız. Yukarıdan hızla dökülen su, yere çarptıktan sonra döküldüğü yükseltinin de üzerine çıkarak muazzam bir seyir keyfi yaşatıyor. Narman ilçemizdeki kırmızı topraktan oluşmuş peri bacaları ise Kapadokya bölgesinden çok farklı bir duygu uyandırıyor. Tamamen kendine özgü bir yapısı bulunan Narman peri bacaları, alabildiğine geniş bir bölgeye yayılmış yapısıyla Amerikan kovboy filmlerinde gördüğümüz Arizona kanyonlarını andırıyor. Diğer taraftan şehrimizin muhtelif bölgelerinde yer alan Ürgüp peri bacalarını hatırlatan yeryüzü şekilleri, Erzurum’un da zengin bir coğrafyaya sahip olduğunu göstermesi bakımından önem arz ediyor. Bu yıl içinde yaptığım bazı gezilerde Erzurum’da nice tabiat güzellikleri hatta harikaları olduğunu, fakat bunun farkında olmadığımızı anladım. Başka vilayetlere gittiğimizde hayran kaldığımız fevkaladeliklerin, Erzurum ve ilçelerinde de bulunduğunu, ancak alıcı gözle baktığımızda anlayabiliyoruz. Bu farkında olmayış, bizler için “nasılsa burası yakınımızda, ne zaman olsa geliriz” anlayışından kaynaklanıyor olsa gerek. Eskiden Erzurum’a bağlı olan Yusufeli’ye daha önceleri hep Artvin yolu üzerinden gitmiştim.
Bu kez ilk defa İspir üzerinden geçtik. Değerli dostlarım Doç. Dr. Ali Kurt ve TRT Radyo müdürü, prodüktör İsmail Bingöl’le birlikte gittiğimiz İspir’de biraz eğleştikten sonra Yusufeli’ye doğru yola çıktık. Çoruh nehri üzerine yapılmış uzun bir köprüden geçtikten sonra muazzam bir tabiatla baş başa seyahatimize devam ettik. Bazen daralan, bazen genişleyen yol bizi, yukarılardan aşağıya doğru inerken, sık ormanlar arasından geçirdi. Sonra bahçeler başladı. Oksijen enflasyonuna daldığımız bu orman ve meyve bahçeleri arasında tertemiz bir hava soluyarak kanımın damarlarımdaki akışını bile hissettiğim anlar oldu. Akşam saatlerinde nihayet Yusufeli’ye ulaştık. Çoruh kenarına kurulmuş bir lokantada cağ kebaplarımızı yedikten sonra Erzurum’a doğru yola koyulduk.
tutmak bile bir marifetmiş. Sudan elimizle içtik. Tatlı ve buz gibi olan bu suyun, şişelenmek üzere bir firmaya verildiği için böyle azaldığını aynelyakin anlamış olduk. Buraya Dumlu Baba denmesinin nedeni de suyun hemen yakınındaki mezarlıkta bu adı taşıyan bir ermişin medfun olduğuna inanılmasıymış.
Birkaç hafta sonra, Erzurum’un, daha önce hiç gitmediğim yerlerini keşfetmek üzere yine Dr. Ali Kurt ve Dr. Mete Dikici’yle birlikte Kargapazarı dağlarına doğru yola koyulduk. Adeta kartal yuvasını hatırlatan yalçın kayaların yanından geçerek öbek öbek koyunların otladığı yaylalara ulaştık. Muhtelif su birikintilerinin bulunduğu bu yaylalarda Elazığ’dan gelmiş bembeyaz koyun sürülerinin arasına girip, sahiplerine niçin Erzurum yaylalarını tercih ettiklerini sorduk. Onlar da Erzurum’un otu ve suyunun kalitesinden dolayı her sene buraya geldiklerini söylediler. Oradan inip Akdağ köyündeki soğuk suyuyla bilinen kaplıcaya uğradık. 1974’den beri gitmediğim bu kaplıcada çocukluk günlerimi yad ettikten sonra Dumlu Baba suyuna ulaşmak için aracımızla Dumlu dağlarına doğru tırmanışa geçtik. Stablize yollarda, biraz da toz yutarak yaklaşık kırk dakikalık bir tırmanış sırasında, çocukluğumun Erzurum’unda şehrin içindeki mezarlık taşlarında gördüğüm kına taşlarını görmem bana çocukluk günlerimi hatırlattı. Oksitlenme sonucu oluşan renklenmeyi kına olarak nitelendirdiğimiz bu taşlara tükürerek onları ellerimize sürer ve böylece kına yaktığımızı zannederdik.
Biraz sonra yine muazzam bir orman başladı. Yayladan aşağı doğru inerken bir yanımızda gürül gürül akan bir çay, bize eşlik ederken, diğer yandan yolun iki tarafında değişik ağaç türlerinden oluşmuş bir ormanın içinde ilerliyorduk. “Buralarda insan yaşlanmaz bile!” diye düşünüyorum. Anlatılmaz yaşanır türünden duygularla bilmediğimiz yollarda rastladığımız köylerin içinden geçerken nereye ulaşacağımızı da tahmin ederek yola devam ediyoruz. Nihayet, Tortum’a bağlı Tortumkale köyünün bin bilmem kaç yıl önce yapılmış kalesini görünce Erzurum’dan yaklaşık 70 km. kuzeyde bulunduğumuzu anlıyoruz. Meyve bahçeleri arasından akan bu çayda doğal alabalık bulunduğunu konuşuyoruz. Nihayetinde anayola çıkıp oradan Erzurum’a doğru yola koyuluyoruz. Buralarda her tür meyvenin yetiştiğini söylemiştim.
Yola devam edip yine bir yaylaya ulaştık. Etraf alabildiğince koyun sürüleri, çadırlar ve çoluk çocuk, kadın erkek pek çok kişiyle doluydu. Dağın altından gelip bir havuzda toplandığı söylenen Dumlu Baba suyunu göremediğimiz için burada gördüğümüz birine sorduk. Mardin’den geldiklerini söyleyen koyun sürüsü sahiplerinden biri, bir oluktan akan suyu göstererek artık havuz bulunmadığını, suyun bir borudan az miktarda aktığını söyledi. Arkadaşlarım daha önce geldikleri için biraz şaşırdılar. Çünkü eskiden bu su, bir havuzda toplanır ve etrafa akıp gidermiş. Çok soğuk olan bu suda bir dakikalığına parmak
Türkiye’mizin her yerinde meyvelerin mevsim sonu geldiğinde Erzurum vişnesi, Erzurum çileği piyasada arz-ı endam edebilir
Geldiğimiz yoldan geri dönmek yerine aynı istikameti takip ederek devam ettik. Bu kararımızda ne kadar isabetli olduğumuzu, yol boyunca gördüğümüz harika manzaralardan anlamış olduk. Henüz uçmayı bilmeyen keklik yavruları, sürü halinde aracımızın önünde kendilerine has yürüyüşleriyle epeyce koşuşturdular. Neden sonra yoldan ayrılıp tarlaların arasına kaçıştılar.
Bu meyveler Erzurum’da olmaz mı diye aklımıza gelebilir. Erzurum şehir merkezinde vişneden tutun çileğe kadar her tür meyve yetiştiğini herkes biliyor. Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi, bu meyveleri ilgili bölümlerin bahçelerinde yetiştirdiği gibi, Erzurumlular da kendi hususi bahçelerinde yetiştiriyorlar. Hem de çok lezzetli oluyor ve normal mevsiminin dışında bar veriyor. Aslında bu iş tam anlamıyla verimli bir şekilde yapılacak olsa, Türkiye’mizin her yerinde meyvelerin mevsim sonu geldiğinde Erzurum vişnesi, Erzurum çileği piyasada arz-ı endam edebilir; ama bunun olabileceğine önce Erzurumlu çiftçimizin inandırılması gerekmektedir. Şimdi bütün bunlardan sonra neden her Erzurumlunun bu şehir için “taşına toprağına kurban olayım!” dediğini sanırım yeterince açıklayabildim. 39
Ş ehir
ŞEHİRLERDE İDRAK PENCERESİ
Mesele, hayatı iyi anlama, yorumlama ve yaşama meselesidir. Hayatın kendi stratejisi doğal haliyle vardır. Asıl olan insanların, toplumların ve devletlerin stratejilerini iyi okuyabilmek ve onlara karşı hazır olabilmektir. Recep GARİP
emiyetin çivisi çıktı diyorsanız eğer, eğer çocuklar söz dinlemiyor, gençlik nereye gidiyor diye içten içe, içten dışa hafakanlar sizi perişan ediyorsa, nedenini idrak penceresinin yırtıldığında aramak icap eder. İdrak unsuru, hayâ unsuruyla da yan yana durur. İdrak unsuru, aynı zamanda hayatı ve cemiyeti nasıl tanımladığımızı, kavradığımızı da gösterir. Bahşedilmiş hayat, tanzim edilmiş, ikram ve ihsan edilmiş bir hayattır. Onu asli unsurlarıyla kavrayarak yaşamak ve fıtrata uygun olduğu üzere cemiyeti inşa etmek de mecburiyettir. Tanzime aykırı davranış, fıtrata aykırı davranıştır. İnsan fıtratı ile doğanın fıtratı arasında müthiş bir beraberlik söz konusudur. Birbirine benzeyişleri oldukça fazladır. Dolayısıyla fıtri olanda rahmet vardır. İnsan kendi fıtratını bozmaya başlayınca cemiyetin fıtratını da bozuyor. Ailenin, mahallenin, şehrin, milletin fıtratına yansıyor bu bozulma. Silsile yoluyla sürüyor. Dolayısıyla fıtratı bozmamak, fıtrat üzere yaşamak mümince yaşamayı gerektirir. İDRAKİMİZ, VİZYONUMUZ OLMALI Asaletine uygun, inancına uygun, kavrayışına uygun, yaratılışına uygun şehirler inşa etmek de bu fıtratla yakından ilgilidir. Rahmetli Mimar Turgut Cansever hoca, fıtrat üzere yaşanılmasını öğütleyerek, ömrünü verdiği gayretlerde görülen unsur, fıtri olan unsurdur. Bütün çabası, Türk’ün yaşadığı büyük coğrafyada, ortaya koyduğu unsurlarla, yenilenme ve aklanmadan ibarettir. Köklerimizden inşa olunmuş olan unsur, doğayla iç içe olan, doğayı bir emanet bilen, insanın insana bir emaneti gibi gören ve bilen, çocuklarını, aile bireylerini, toplum üyelerini de böylesine ince ve latif bir kavrayış içerisinde emanet gören mimari anlayışız bizim dokumuzla örtüşen bir anlayıştır. Bu anlayış ve kavrayışın yeniden büyümesi, gelişmesi ve yücelmesi icap eder. Bu günkü yapılan yapılar, eylemler, üretimler, öğretim ve eğitim seferberlikleri de dâhil olmak üzere, insanı bozan, yoran, rahatsız eden, birbirinden uzaklaştıran yapılar olduğunu bilmeyen, yaşamayan yok. BİREYSELLİK, MEDENİYETİ İNKITAYA UĞRATIR Doğal halin, insana dokunması icap eder. Doğallıktan uzaklaşıldıkça araya madde duvarlı örülmeye başlıyor. Maddeci bir ruhun yansıyışı, şehrin dokusunu da değiştirmiş oluyor. Şehirde bir değişim söz konusuysa eğer, bu insan fıtratını yakından ilgilendirir. Bunu tahlil, psikologların, toplum bilimcilerinin işidir elbette. Sözü şöyle söylesek; insan yaşadığı alandan sorumlu olduğu kadar, alanının doğallığını da, fıtratına uygun
sayı//14// eylül 40
halde tutmalı, değiştirmeli ve insani olanın dışına çıkmamalıdır. Bu günkü modern dünya algısına terstir söylediklerim. Burada modern düşünceyi, mimariyi, gelişmeleri yok saymak değildir ifadelerim. Bilakis var olan, gelişen, değişen ve değiştiren bu yapıyla insan onurunu daha da yücelten, bireyci değil toplumcu bir anlayışla daha da tefekküre taşıyan bir algı oluşturulursa sıkıntı olmayacağını ifade etmek istiyorum. Maddeye hükmeden insan, ruhu özgür olan insandır. Maddede ezilen insansa esir kamplarında yaşayan topluluklardır. Şehirlerin, caddelerin insana verdiği huzur giderek kayboluyor. Dolayısıyla, madde hükmünü egemenleştiriyor. Bireyin maddeci tarafı öne çıkıyor. Oysa İslam coğrafyası, İslam toplulukları maddenin oyuncağı olmamalı, bilakis maddeyi elinin tersiyle itecek kadar maddeye hükmeder, değerlendirir ve yeri geldiğinde ayağının altına almasını bilir. Dünyanın alabildiğine içindedir, lakin kalbine koymamıştır. Kalbi maddeleşmemiştir. Buradaki ruh, dirilmiş, diriltici bir ruhtur. Diriliş toplumlarında şehrin huzuru, insanın huzuruna bağlıdır. İnsanın huzuru yoksa şehir huzursuzdur. Şehirde huzur varsa, gözlemleniyorsa, orada yaşayan insanların, maddeyi metafizik bir alana dönüştürmelerindendir. Bizlere gönderilen elçilerin nedenlerinden birisi de hayatı doğru ve anlamlı yaşamamız içindir. Onların getirdikleri vahiyler, yeryüzünü karıştırmak için değil, yeryüzünde nizam ve intizam içerisinde bir yaşayışla ebedi âleme hazırlanma imkânının verilmiş olmasındandır. Mesele, hayatı iyi anlama, yorumlama ve yaşama meselesidir. Hayatın kendi stratejisi doğal haliyle vardır. Asıl olan insanların, toplumların ve devletlerin stratejilerini iyi okuyabilmek ve onlara karşı hazır olabilmektir. Hatta kendi stratejimizi uygulayarak diğer insanların, toplumların ve devletlerin bunu yorumlaması, buna karşı düşünce geliştirmeleri ve savunma refleksinin onlarda olmasıdır. Şimdi, olayların bir gözüken, bir gözükmeyen, bir de arka planda çalışan gurupları söz konusudur. Mesele, arka plan çalışmasının, gelecek adına fizik ve metafizik uygulamalarıyla birlikte ışınlarını, radarlarını çalıştırarak merceğini geniş açıya tabı tutmasındadır. Yol haritalarında planlama yapılırken en basit, en zor ve orta ölçekli planlamalar yapılır. Kimi zaman bu ifade edilmese de kendi içerisinde mevcuttur. Lakin devletlerin gelecekle ilgili kurgularında uzağı görebilen, düşler kurabilen ve rüyalar görebilen
insanlara, yöneticilere, devlet adamlarına ihtiyaç olduğu kadar, ilim, bilim ve metafizik boyutlu insanlara ihtiyacı vardır. Son birkaç asırdır süregelen ıstıraplı günlerin ardından yenilenen, yeni şeyler söyleyen ve yeni hedeflere, yeni planlamalarla gitmek isteyen devlet adamlarının, hem feraseti, hem izanı, hem aklın gücü ve hem de inancın gücüyle yeni alanlar açmayı sürdürmektedirler ve sürdürmelidirler. YÜZYILIN HEDEFLERİ Hedefi değiştiren, planı değiştirerek yeni planlamalarla geleceğin yüzyıllarını şekillendirmek isteyen feraset sahiplerinin istişaresi de, istiharesi de mevcut olmalıdır. Her an kalple temasın, her an sorumlulukla titreyişin, bir iman atlası oluşturduğunu ve bunun çözümünün inancımızda bulunduğunda asla şüphe yoktur. Olmamalıdır. Komşulardaki yangın alevi korkutmamalıdır. Onları dikkate almalı, söndürülmesine mutlaka yardımcı olunmalı, ama gerçek hedefin duraksamasına, asla izin verilmemelidir. Son elli yıldır yeryüzünde cinayetlerin işlendiği savaşların şehirleri ve insanları viran ettiği yüzyıldır. Bunun hesabını insanlık bir gün yapanlardan sormalıdır. Durmak, duraksamak demek, tarihe sırt dönmek demektir. Durmak ve duraksamak demek, fırsatları başkalarına bırakmak demektir. Durmak ve duraksamak demek, Allah’ın arzda lütfettiği fırsatı kaçırmak demektir. Prof. Dr. Nazif Gürdoğan “Allah, büyük rüyalar göstersin!”, “İnsanın büyük düşünmesi, büyük hayaller kurması kendi iradesi ile mümkündür, ama rüya görmek, hele büyük rüya görmek kendi iradesi ile değil, Allah’ın ikram etmesi ile olur” der. Burada unutulmamalıdır ki son yüzyıl içinde ki savaşların bulunduğu alan, İslam ümmetinin bulunduğu alandır. Kudüs’ün, Irak’ın, Suriye’nin, Afganistan’ın, Afrika’nın, Mısır’ın, Türkistan’ın, Kırım’ın, Kazan’ın, Kerkük’ün, Musul’un, Bosna’nın, Çeçenistan’ın, dahası Türk ve İslam coğrafyasında çıkarılan sinsiliklerin bertaraf edilmesi, insanlığın huzur bulmasıdır. Bu sinsi planları bozmak demek, fıtrata dönmek demektir. İnsan kendi fıtratını bozunca bütün işler bozuluyor. “Onlar, Allah’ın nuru ile bakar”, “Müminlerin ferasetinden korkun” gibi ifadeler (hükümler) doğru anlaşılırsa eğer, planlayıcıların planlarının en arka yüzlerini, en gizli yönlerini de sezebilir, bilebilir, görebilir ve anlamlarını da kavramış olurlar-olunur-oluruz. Eğer bunları göremiyor, çözemiyor ve okuyamıyorsak, bizde bir 41
Ş ehir
kabiliyetidir. Bir insanın ahlakını, kabiliyetini, yüzünden anlayabilme, okuyabilme, hissedebilmektir. Unutulan özelliklerimizi hatırlamak, değerler sistemimizi hatırlamaktır.
şeyler kirlidir, eksiktir. İrfan sofralarından yoksun kalışlarımızın bir sonucu olduğu da düşünülmelidir. Radarın temizlenmesi teslimiyet ve zikirledir. Radardan kast ettiğimiz gönül penceremizdir, gönül gözümüz ve evimizin bakımıdır. Allah’ı zikredenlerin ve ona teslim olanların feraseti büyür ve genişler. Hem içte var olan, hem de dışta var olan düşmanın tuzaklarından arınmak, kurtulmak için gönül evimizi ihya etmeye mecburuz. Şimdi bütün olaylara ve hadiselere bu iç göz ile bakmayı denemeli ve basiretin siretiyle planları bozmalıyız. Kadim algı, kadim gelenek ve kadim kültür, bize soylu olmamızı öneriyor. Büyük Cihan Devleti Türkiye bu basiretle tuzakları bertaraf ederek kendi geleceğiyle insanlığın geleceğini ancak şekillendirebilir. Her an, her gün, yenidir ve yenileyicidir. İhmal ettiğimiz bizatihi kendimiz, kendi, ailemizdir, kendi çocuklarımız, kendi semtlerimiz, mahallelerimiz, şehirlerimiz dolayısıyla milletimiz ve devletimizdir. İnsan üzerinde yaşadığı devletin darlığa, sıkıntıya, yokluğa, yoksulluğa ve kargaşaya girmesini asla arzu etmez, etmemelidir. Eğer böyle bir durum söz konusuysa, burada bir oyun vardır ve o oyunu bozmanın yolu öze dönmektir. Hem istişarenin hem de istiharenin bize taşıdığı huzur İmam-ı Gazali de karşımıza şöyle çıkıyor; Dört şeyi yapan, dört şeyden mahrum kalmaz: 1- Şükreden, nimetin artmasından, 2- Tövbe eden, kabulden, 3-İstihare eden, hayırdan, 4-İstişare eden, doğruyu bulmaktan, hakikate ulaşmaktan mahrum olmaz. Cemiyet hayatımızı tanzim ederken, dikkat edilmesi gereken bu hususiyetler giderek kaybolduğundan bunları hatırlatmakta yarar gördüğüm için, konuyu biraz da bu merkeze doğru taşımayı uygun buldum. Şimdi ise sıra ferasetli olmakta, nedir peki? Feraset; zihnin uyanık olması ve bir şeyi çabuk kavrama sayı//14// eylül 42
İşte bir başka değerimiz ise basiret. Basiret, anlaşılır bir ifadeyle; hakikati kalbiyle hissetmek ve o doğrultuda hareket etmektir. Kalpte eşyanın hakikatlerini bilme olarak ifade de edilebilir. Kalp gözünün açıklığı, idrak genişliği, neticeyi görüpsezme ve yarınları planlarken bu anlayış içerisinde hareket edebilmektir. Kudüs’ü, Buhara’yı, Endülüs’ü, İstanbul’u, Konya’yı, Bağdat’ı, Şam’ı, Halep’i, Diyarbakır’ı, Bursa’yı, Edirne’yi kuran irade bu vasıflarla mücehhez olan iradedir. İmamı Rabbani’nin İbni Haldun’un, Farabi’nin, Molla Gürani’nin, Molla Cami’nin ortaya koyduğu iradedir. Bütün bunları ortaya koyan irade de olması gereken vasıflardan bir diğeri ise izandır. İzan, anlayış ve kavrayış yeteneği denilebilir. Sonra sırayı ülfet alıyor. “Ülfet olunmayanda hayır yoktur” buyurmuş Allahın sevgilisi, iki cihan güneşi efendimiz (as). KURUCU İRADE , ŞEHİRLERİ VE KİŞİLERİ İMAR EDER Yürekten eve ve evden yüreğe doğru yürüyen bir iklimin evlatları, akrabaları, komşuları, mahalle ve caddeleriyle birlikte bir şehrin de imarını sağlamış olur. Bu nedenledir ki iman sahibi olmakla, hayatın bütününe de müdahale etmek, cemiyet hayatını imanla tanzim eylemek, insani olan, insana yakışan ve insanın emeğiyle şekillenerek insana hizmet eden her yapı, metafizik anlamlar taşır. Maddenin, metafizik boyut kazanması insanla sağlanmış olur. İnancın huzur ve mutluluk verici talimatları; hayatın bütününü, cemiyetin bütününü, yönetimin bütününü kapsar. Maddeyi manadan ayırmak asıl itibariyle mümkün değildir. Biri olmadan diğerinin eksikliği, yetersizliği insana ve cemiyete yük getirir, sıkıntı doğurur. Demek oluyor ki hayatı idrak, bütüne hükmetmektir. Bütünün içinde kaybolup gitmek değil, bütünde varlığını hissettirmektir. Kendi elleriyle inşa ettiği, ürettiği, ortaya koyduğu barınak, sığınak vs, unsurlarda yok olması değil, var olduğunu, varlığının nedeniyle birlikte ürettiklerine hükmetme melekesidir hayatı idrak. Bunun için inançla birlikte oluşur gelişme. Medeniyeti inşa eden şuur da inanç eksenli bir şuurdur.
Gece Yorumu Hayır efendim,ağlamıyorum, yanılıyorsunuz, yağmuru yanlış yorumluyorsunuz Böyle değildiniz eskiden Kendinizin bir akşamı vardı -ki ben onu çok severdimKendi dilinizde ağlar, Öylece gülerdiniz Mâdem hüzün ekecektiniz; Yağmuru beklemeliydiniz. Selâm bile vermediniz kimseye, Cekip gittiniz.. ¸ Siz gidende efendim, gece gelip oturdu Râmi taraflarına bir yere Kıyısına oturdu şehrin, yedi-bitirdi. Edirnekapı’yla birlikte Biz de kararacağız Birazdan Kornalar, küfürler, Kürtçe zerzevat şöförleri, sıladan taşra düşenler, toklar, açlar, Ve akşamı takmayıp Gecenin kapısında Danseden kırlangıçlar -ki , ben onları çok severdimSize sevdam düşeli efendim, Kâl’u belâdan bu yana Başım belâdan kurtulmuyor, -ne güzel Buyrun bekliyorum Dualarla, şarkılarla, yağmurlarla, Açık tutuyorum türbemi. Yağmur makamında bir şarkı Her zaman üşütür beni..
Dr.Kâmil UĞURLU
43
Ş ehir
araybosna benim için hem hüzün hem de huzur şehridir. Bir taraftan Avrupalıların Müslüman Bosnalıları katlettikleri aklıma geldikçe hüzünlerinim. Diğer yandan Saraybosna’da başta Gazi Hüsrev Cami olmak üzere harika mabetlerin içinde huşu ile namaz kıldıkça huzur bulurum. İşte Saraybosna adeta zıtlıkların şehridir.
HUZUR VE HÜZÜN ŞEHRİ:
SARAYBOSNA Saraybosna’nın tarihini kısaca özetleyecek olursak, her ne kadar ilk yerleşim kalıntıları tarih öncesi döneme kadar uzansa da, Saraybosna’nın kuruluşu Osmanlıların 1463’te bu bölgeyi fethetmesine dayanır Doç.Dr.Süleyman DOĞAN*
Saraybosna’nın tarihini kısaca özetleyecek olursak, her ne kadar ilk yerleşim kalıntıları tarih öncesi döneme kadar uzansa da, Saraybosna’nın kuruluşu Osmanlıların 1463’te bu bölgeyi fethetmesine dayanır. Sonrasında Türker’in Avrupa’da kurduğu en büyük şehir haline gelmiştir ki bu durum hala geçerlidir. 1878 yılına kadar Osmanlılara bağlı kalan şehir, bu yıl imzalanan Berlin Anlaşması’yla AvusturyaMacaristan yönetimine bırakılmış. Sonrasında, 1918’de Yugoslavya Krallığı’na bağlanmış. 1992’de de bir referandumla Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan etmiş. Bu tarihi çeşitlilik şehrin mimarisine de yansımış tabii. Şehirde birbirinden tamamen farklı üç mimari bölge var. Bir tarafı sosyalist dönemden izler taşıyor. Kimi yerlerde kendinizi Türkiye’de bir kasabada hissederken, kimi yerlerde de bir an için kendinizi Balkanlar yerine Batı Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinden herhangi birinde hissedebiliyorsunuz. Kafanızı biraz kaldırıp şehri çevreleyen yemyeşil tepelere bakınca da, dik çatılı şirin evleriyle kendinizi Alpler ’deki herhangi bir İsviçre kasabasında fark ediyorsunuz. Özellikle Başçarşı civarında, kendinizi küçük bir kasabada hissedebilirsiniz.
Mostar Köprüsü Saraybosna
*T.C.YıldızTeknikÜniversitesi
sayı//14// eylül 44
Şehrin nüfusu Boşnaklar (Bosnalı Müslümanlar), Sırplar (Ortodokslar) ve Hırvatlardan (Katolikler) oluşuyor. Camilerin yanından geçerken ezan sesi, kiliselerin yanından geçerken çan sesi duyabilirsiniz. Zaten Saraybosna, bir zamanlar, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin birlikte uyum içinde yaşamasından dolayı, Avrupa’nın Kudüs’ü olarak anılıyormuş. Genel olarak çok huzurlu bir şehir. Kafeler, barlar gençlerle dolu. Sokaklarda, çok sayıda spor yapan, koşan, bisiklete binen, paten kayan her yaştan insan görebiliyorsunuz. SAVAŞIN İZLERİ… Şehrin huzurlu havasına kapılıp, yaşamış oldukları savaşı unutsak da, bir şekilde kendini mutlaka hatırlatıyor. Saraybosna, Bosna Savaşı sırasında (1992-1995 yılları arasında), dünya modern savaş tarihindeki en uzun kuşatmaya maruz kalmış ve çocuklar dâhil binlerce insan bu kuşatma sırasında
Saraybosna Başçarşı ve Sebil
hayatını kaybetmiş, çok daha fazlası da yaralanmış veya sakat kalmış. Kurşun izleriyle dolu binaları sıkça göreceksiniz. İnsanın içi acıyor ve durup sorguluyor, böyle huzur dolu, güzel bir şehirde insanların ne alıp veremediği varmış da savaşmış diye. Sokakta gezerken kim Boşnak, kim Sırp, kim Hırvat hiç anlaşılmıyor. Savaşın izleri şehrin her yerinde var. Şehrin içindeki birçok parkta, bu şekilde beyaz mezar taşları göreceksiniz. Taşların hemen hepsinde ölüm tarihleri 1992-1995 arası. Geçirmiş oldukları iki savaşa rağmen, Saraybosna’da yaşlı insanlar dimdik ayakta, yüzleri gülümsüyor. Ali Paşa Camii’nde dua eden bu kadının hüzünlü yüz ifadesi beni çok etkiledi. Muhtemelen savaşta kaybettiği yakınları için dua ediyordu. Yaşlı teyze ve amcalar gençlerde olduğu gibi çok da şık ve bakımlılar. Ülke fakir ama belli ki kıyafete para harcıyorlar. Saraybosna her ne küçük bir şehir olsa da gezilecek görülecek oldukça fazla yeri var. Ama en ünlüsü tabii ki Başçarşı. Saraybosna’nın çok iyi korunmuş Osmanlı Mahallesi Başçarşı’da gezinirken, kendinizi birkaç yüzyıl öncesinde hayal etmeniz elden değil. Osmanlı’dan kalma birçok cami ve birbirinden güzel eserler var. Yerel lezzetlerin tadına bakabileceğiniz küçük, salaş restoranlar da var Başçarşı’da. Hediyelik eşyalar almak için de birebir. Bu açıdan, Kapalıçarşı’nın bir nevi açık versiyonu diyebiliriz. 1914 yılında Avusturya Arşidükü Ferdinand’ın bir Sırp tarafından öldürüldüğü ve I. Dünya Savaşının başladığı yer Saraybosna’dır. Bu acı olay işte Saraybosna’da, Latin Köprüsü üzerinde gerçekleşmiş. Saraybosna’ya gelen Türkler öncelikle Başçarşı’yı görmeyi tercih etse de,
Avrupalı turistler ilk olarak Osmanlı döneminden kalma Latin Köprüsü’nü görmeye gider. Tarih derslerinde, I. Dünya Savaşı’nın başlamasına sebep olarak 1914 yılında Avusturya Arşidükü Ferdinand’ın bir Sırp tarafından öldürülmesini hepimiz okuduk, öğrendik. Bu acı olay işte Saraybosna’da, Latin Köprüsü üzerinde gerçekleşmiş. Osmanlı döneminden kalma Latin Köprüsü, şehrin güneyindeki, Hıristiyanların yoğun olarak yaşadığı Latinluk mahallesini, Başçarşı ile birleştirdiği için bu ismi almış. HÜNKÂR CAMİİ Saraybosna’da mutlaka görülmesi gereken yerlerden birisi, 1457 yılında Fatih Sultan Mehmet’e hediye olarak yapılan, Saraybosna’nın en eski camisi olan, Başçarşı’nın karşı tarafında, Miljacka Nehri’nin hemen kıyısında bulunan, Hünkâr Camii ya da bir diğer adıyla, İmparator Camii. Malum Boşnaklar’ın börekleri çok meşhur. İstanbul’da bile birçok yerde Boşnak Böreği bulmak mümkün. Ama tadına bakmak için en iyi yer, tabii ki Başçarşı. Fiyatlar da çok uygun. Tüm Balkanlar’da olduğu gibi, Saraybosna’da da en popüler yemeklerden birisi. Yanında da bizim yoğurdumuzun telaffuzu “jogurt” dedikleri katı ayran oldu mu tadına doyum olmuyor. Lezzetini geçtim, porsiyonlar da kocaman, bizim Türkiye’deki köfte porsiyonlarının 2-3 katı. En iyi ‘cevapcici’ için adres yine Başçarşı. Ama Başçarşı’nın sadece buraya sinmiş genel Osmanlı atmosferinden ibaret değil. Sokak aralarında keyif yapabileceğiniz küçük, şirin, alternatif kafeler de var.
Camilerin yanından geçerken ezan sesi, kiliselerin yanından geçerken çan sesi duyabilirsiniz. Zaten Saraybosna, bir zamanlar, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin birlikte uyum içinde yaşamasından dolayı, Avrupa’nın Kudüs’ü olarak anılıyormuş.
Başçarşı’nın hemen yanında, küçük ama dikkat çekici mimarisiyle ziyaretçilerin karşısına çıkan Kurşunlu Medresesi, kentin önemli
45
Ş ehir
Saraybosna Blagay Tekkesi (Alperen Tekkesi)
1914 yılında Avusturya Arşidükü Ferdinand’ın bir Sırp tarafından öldürüldüğü ve I. Dünya Savaşının başladığı yer Saraybosna’dır. Bu acı olay işte Saraybosna’da, Latin Köprüsü üzerinde gerçekleşmiş
figürlerinden Gazi Hüsrev Bey’in annesi Selçuk Sultan’a adanmış. Yapı, ismini meşhur kurşun kubbelerinden alıyor. Medrese, derslikleri ve bilimsel bakış açısıyla zamanında Avrupa üniversiteleri arasında örnek kurumlardan biriymiş. 1537 tarihli yapı, pek çok önemli kişinin yetiştiği, zamanın ünlü eğitim kurumlarından birisi olmuş. Savaş zamanı iki buçuk yıl boyunca şehrin tüm ihtiyaçlarının karşılandığı ve şehre giriş çıkışların yapıldığı tünel ve adını bu deneyimden alan Sarajevo Tunnel Museum, yani Saraybosna Tünel Müzesi, dönemin çarpıcı anekdotlarıyla en dikkat çekici keşiflerden birine evriliyor. Şehir merkezine sadece 10 km uzaklıkta; haftanın her günü açık. AVRUPA’NIN KUDÜS’Ü!.. Saraybosna (Boşnakça ve Hırvatça: Sarajevo, Sırpça: (Сарајево) 2007 yılı sayımlarına göre 619 bin nüfusuyla Bosna-Hersek’in başkenti ve en büyük kentidir. Saraybosna, ayrıca Bosna-Hersek Federasyonu’nun ve fiilî başkenti Banyaluka olan Sırp Cumhuriyeti’nin de hukukî başkentidir. Saraybosna Kantonu’nun da merkezidir. Saraybosna, Bosna bölgesinin Dinar Alpleri’yle çevrili Saraybosna Vadisi içerisinde Miljacka Nehri’nin çevresinde kurulmuştur. Şehir, barındırdığı dinî çeşitliliğiyle bilinir. Saraybosna Balkanlar’daki kültürel şehirlerin en önemlilerinden biri olarak kabul görür. Saraybosna, birçok açıdan Türkiye’ye benzer. Türk kahvesi, börek, tarih, mimari, sosyal yapı
sayı//14// eylül 46
gibi yönlerden Türkiye’ye yakınlığı belli olan bir şehirdir. Özellikle Başçarşı civarında, kendinizi Bursa veya Konya’da olduğunuzu sanırsınız. Arkadaşım Caner Taslaman, Ali Çaksu ve Metin Boşnak ile Osmanlı’dan kalan Başçarşı’yı gezerken bu şehrin manevi yönden ne kadar insana huzur verdiğini birlikte müşahede ettik. İnsanı sarıp sarmalıyor ve insanın tekrar gelmesi için bizden bir şehir olduğunu size fısıldıyor. Şehri yukarılardan seyretmekte bir başka güzelliktedir. Osmanlı yapısı olan Saat Kulesi de şehrin sembollerinden. Başçarşı’da yer alan kule, Gazi Hüsrev Bey Vakfı tarafından 17. yy’ da yaptırılmış. Farklı noktalardan görülen kuleyi, çarşıda kaybolmamak için işaret noktanız yapabilirsiniz. ÜMİT KAYNAĞIYIZ Saraybosna görüştüğüm Uluslararası Saraybosna Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Yücel Oğurlu; “Türk yatırımcılarının balkanlardaki en büyük eğitim yatırımı Uluslararası Saraybosna Üniversitesidir. Bugün bölgedeki en eski ve en büyük vakıf üniversitesi haline gelmiştir. Türkiye’deki yükseköğrenim ve idari tecrübelerimizi üniversitemiz kanalıyla bölgeye sunuyoruz. Ülkemizin yurt dışındaki en büyük ve başarılı projesi olan üniversitemiz geliştikçe hem Türkiye hem de Bosna Hersek için ümit kaynağı olmaya devam edecektir” diyor ve ilave ediyor, “Biz burada ümit kaynağıyız”. Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (IUS) Doğu ve Batı arasında köprü vazifesi görüyor. IUS;
Bosna Hersek’in tarihi kimlik ve dokusunu korumayı başaran Saraybosna şehrinde Ilıca’daki kampüsüyle sadece Balkanlar ve Türkiye’den gelen seçkin öğrencilere değil, dünyanın 39 ülkesinden gelen öğrencilerine uluslararası düzeyde eğitim ve öğretim imkânı sunuyor. IUS Rektörü Prof.Dr.Yücel Oğurlu, genç, dinamik, çalışkan ve vizyoner kimliğiyle üniversitede sinerji oluşturmuş. Başta Rektör yardımcıları Yrd.Doç. Dr. Muhamed Ali ve Yrd.Doç.Dr. Mirsad Karic olmak üzere Prof.Dr.Mesut İdriz, Doç.Dr.Ali Çaksu, Doç.Dr.Hasan Korkut ve Doç.Dr.Metiş Boşnak diğer akademisyenlerle iyi bir ekip oluşturan rektör Oğurlu ile Saraybosna’da dağ, ova ve yeşilliğin buluştuğu güzel ve şirin üniversitenin kampüsünde görüştük.
Süleyman Doğan, Uluslararası Saraybosna Üniversitesinde Öğretim Üyeleri ve Öğrencilerle
Rektör Prof.Dr.Oğurlu, üniversitenin öğrenci odaklı olduğunun altını çiziyor. Türkiye ve Bosna’nın ortak değerlerini önemseyen; bu değerlere katkı sağlama ve bu değerleri evrensel ölçekte geliştirme iddiasında çağdaş bir üniversite olduğunu belirten rektör Oğurlu, “IUS, YÖK tarafından denkliği tanınmaktadır. Saraybosna Eğitim ve Öğretimi Geliştirme Vakfı (SEDEF) 11 Aralık 2001 tarihinde Bosna ve çevresinde öğretim ve eğitim faaliyetlerini geliştirmek üzere kurulmuştur. Türk ve Boşnak kurucuları aynı çatı altında toplayan SEDEF, Bosna Hersek Hükümeti’nin kuruluş izni verdiği ilk vakıftır” dedi. Türk yatırımcılarının balkanlardaki en büyük eğitim yatırımı Uluslararası Saraybosna Üniversitesidir. Kuruluş faaliyetleri 60 milyon doları bulan bu yatırım, bugün bölgedeki en eski ve en büyük vakıf üniversitesi haline gelmiştir. Türkiye’deki yükseköğrenim ve idari tecrübelerimizi üniversitemiz kanalıyla bölgeye sunuyoruz. Boşnak halkı için bu tecrübe çok önemli. Türkiye’nin son on beş yılda ulaştığı nokta, Türk insanının girişimci ruhu ve pratik yaklaşımı, Boşnak kardeşlerimiz için çok öğretici. Ülkemizin yurt dışındaki en büyük ve başarılı projesi olan üniversitemiz geliştikçe hem Türkiye hem de Bosna Hersek için ümit kaynağı olmaya devam edecektir. Rektör Oğurlu; “Avrupa Hareketi tarafından 2014 yılı batı balkanların en iyi üniversitesi ödülüne layık görüldük. Bu tanımlama bence yeterlidir. Şu anda 15 bölümümüz var ve biz bölümlerimizin hepsini güçlü buluyoruz. Genetik Mühendisliği, Mimarlık, Psikoloji Uluslararası İlişkiler ve yeni bölümümüz Uluslararası Ticaret ve Finans, farkımızı görebileceğiniz alanlardır” diyor. Hâsılı Saraybosna’yı yazmakla bitmez gidip görmek lazım. 47
Ş ehir
İKİ KIZ İKİ DENİZ TEK KADER
KIZKULESİ KIZKALESİ Mitolojik İki Kız, İki Deniz Marmara ve Akdeniz, Tek Kader ikisinde de yılan zehirlenmesi, Mehmet MAZAK
zak diyarlardan gönderdiğim selamlara Verdiğin cevaplarda gizli sana olan aşkım Ey yüreğimden akan şelalelerin şehri Seni sana anlatmak ne kadar zor, ne kadar çetin. Tıpkı Toroslara tırmanmak, gökyüzünü yakalamak gibi Sen yaşıyorsun, hayatın içindeki akışa bakarak Bilinenden bilinmeyene, zamandan zamana geçiyorsun Sözlerim birbirine değerek geçiyor limon bahçelerinin üstünden Kalp yangınlarının geçişinin, umutların şehri Gecenin göğüne tutunan yıldızların şehri Ve ben seni yine seviyorum Akdeniz’in incisi Mersin. MİTOLOJİK İKİ KIZ, İki Deniz Marmara ve Akdeniz, Tek Kader ikisinde de yılan zehirlenmesi, Hikayenin geçtiği mekanlar Kızkulesi – Kızkalesi Kızkulesi’ni bütün Türkiye, Dünya tanıyor, Boğaziçi’nin Marmara’dan girişinde Üsküdar Salacak’ta İstanbul’un sembol kültür miraslarından biri. Kızkalesi,UNESCO Dünya Miras Merkezi’nce Nisan 2014’de yapılan değerlendirmeler sonucunda, Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’ne alınan Mersin’in, Doğu Akdeniz’in ve ülkemizin en güzel fotoğraflarından biri olan, fantastik bir geçmişe ev sahipliği yapan kale. Ne hüzündür ki Kızkalesi İstanbul’da ve ülkemizde bile tanınmamaktadır. Kızkulesi’nin tarihini, efsanelerini teferruatlı anlatacak değilim. İstanbul’un ve Üsküdar’ın sembol tarihi yapılarından fotoğraf karelerinin vazgeçilmezi… Marmara Denizi’nin Boğaziçi girişindeki bu Kızkulesi ile binlerce yıllık tarihinde çeşitli medeniyetlere beşiklik eden Mersin’in Akdeniz ortasındaki Kızkalesi mitolojik olarak aynı efsaneyi tarihine ve taşlarına remz etmiştir. Kızkulesi ve Kızkalesi’nin ortak hikayesine geçmeden önce kısaca Kızkalesi (Korykos) hakkında biraz bilgi verelim. Mersin’in Erdemli ilçesinin önemli turizm merkezi olan Kızkalesi, Erdemli’ye 23, Mersin’e 60 km mesafededir. Kızkalesi (Korykos), tarih içinde Selevkoslar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Ermeniler, Fransızların (Kıbrıs Krallığı), Karamanoğulları ve Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinde kalmış önemli bir yerleşim bölgesidir. Yapılan ilk kazılarda buraya ilk yerleşimin MÖ. 4. yüzyıla ait olduğunu gösteriyor. Ünlü tarihçi Herodot, bu şehri Georges adında Kıbrıslı bir prensin kurduğunu yazar. Milattan sonra 72 yılında Roma hâkimiyetine giren Kızkalesi, 450 yıl Roma yönetimine bağlı
sayı//14// eylül 48
kalmıştır. Bu dönemde zeytincilikte büyük bir gelişme göstermiş ve zeytin yağı ihraç merkezi olmuştur. Bizanslılar döneminde Arap saldırılarına karşı çevresi surlarla çevrilmiştir. Daha sonra burası Selçuklular’ın ve Kilikya Ermeni Krallığı’nın eline geçmiştir. Ermeniler’in 14. yüzyılda artan Karamanoğlu saldırıları nedeniyle Kıbrıs Krallığı’na sattığı ve önemli bir ticaret limanı olan Kızkalesi, 1448 yılında Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından ele geçirilmiş ve yeniden imar edilmiş. 1471’de Osmanlılar’ın eline geçen Kızkalesi bu dönemde önemini kaybetmeye başlamış. Cem Sultan, 1482 yılında, Rodos Şövalyeleri’nin yolladığı gemiye binmeden önce bir süre burada kalmış. Bugün, Kızkalesi’ndeki ören yerlerinde kalelere, kiliselere, sarnıçlara, su kemerlerine, kaya mezarlarına, lahitlere, taş döşemeli yollara rastlanılmakta, Kıyıdan 500 metre açıkda küçük bir adacık üzerine kurulu kaleye, Kızkalesi denilmektedir. Son yıllarda restore edilen Kızkalesi, sekiz kuleyle korunuyor. Kalenin dış çevre uzunluğu 192 metredir. Günümüzde Kızkalesi, Doğu Akdeniz ve Mersin’in en popüler tatil merkezlerinden biri konumunda. Denizin içindeki yapı dışında kara tarafında büyük bir kale ve şehir kalıntıları mevcut. Kızkalesi ile ilgili birçok hikâye ve efsane olmakla birlikte Korykos şehrinin stratejik konumu nedeniyle saldırılara karşı önlem amacıyla deniz kalesinin yapıldığı bu kalenin saldırıya karşı ilk savunma noktası olarak inşa edildiği bazı kaynaklarda yer almaktadır. Bu tarihi bilgilerden sonra bizim için makalemizin konusunu teşkil eden “İki Kız İki Deniz Tek Kader Kızkulesi – Kızkalesi” mitolojik hikayeleri anlatmaya başlayalım. Öncelikle çocukluk ve lise yıllarımı çok yakınında geçirdiğim Kızkalesi ile başlamak istiyorum. Küçük bir ada üstünde olan Kızkalesi ile ilgili büyüklerimizden duyduğumuz efsane şöyledir: Korykos’ta yaşayan krallardan biri, bir kız çocuğunun olması için gece gündüz tanrılara dua edermiş. Sonunda dileği yerine gelmiş, dillere destan güzellikte bir kızı olmuş. Kralın kızı büyüdükçe daha da güzelleşiyormuş. Güzel olduğu kadar yardımseverliliğiyle de herkesin olduğu kadar tanrıların da hayranlığını ve sevgisini kazanmış. Bir gün Korykos Kentine bir kâhin gelir. Kral onu saraya davet eder. Kâhin kızı görünce irkilir, korkar, fakat krala bir şey söylemez. Kral kâhini zorlayınca; “Kralım güzel kızınızı bir yılan sokacak ve kızınız ölecek. Bu yazgıyı kimse bozamayacak. Sizde engel olamayacaksınız.” der. Kral kızına bundan söz etmez, fakat üzüntüyle derin düşüncelere dalar. Sonunda Korykos Kalesi karşısında kıyıya yakın küçük bir adacık üstüne bir kale yaptırır. Hizmetçileriyle birlikte güzel kızını bu kalede yaşaması için yerleştirir. Olan bitenden haberi
Kızkalesi (Korykos) Erdemli /Mersin
olmayan kız, çok üzülmekte, günden güne eriyip gitmekte, olan bitene bir anlam verememektedir. Gel zaman git zaman denizin içindeki kalede yaşamaya başlayan kızın canı bir gün altın sarısı bir üzüm ister. Hellenistik Çağda Olba (Ura) günümüzde Uzuncaburç üzümleri ile ünlü bir yerleşim yeridir. Kral kızı için Uzuncaburç’tan çok özel bir sepet üzüm getirtir. Getirilen üzümlerin altına yerleşmiş olan bir yılan vardır. Kral hizmetçileri ile üzüm sepetini denizin ortasında bir kalede yaşayan kızına yemesi için gönderir. Sepeti alan kız üzümleri yemek için elini altığında sepetin içinde çöreklenmiş olan yılan onu sokar ve anında ölür. Bu efsaneye göre bu tarihten sonra Korykos şehrine Kızkalesi ismi verilir, nesilden nesile bu hikaye anlatılarak günümüze kadar böyle gelmiştir. Kızkulesi’nin de aynı kaderi paylaşan bir hikayesi vardır. Kehanete göre krala kızının 18’ine bastığında bir yılan tarafından sokularak öleceği söylenir. Bunun üzerine kral denizin orta yerine bu kuleyi inşa ederek çaresizce kızını buraya kapatır. Hatta ve hatta yılan tehlikesine karşı birçok önlem alınır. Bir gün Kral’ın kızı hastalanır, ateşlenir ve yataklara düşer bunun üzerine tüm hekimler seferber olur ancak çare bulunamaz en sonunda bir hekim Kral’ın kızını iyileştirir ve Kral o günü bayram ilan eder kutlamalar, törenler ardı arkası kesilmez. Kuleye gönderilen üzüm sepeti hesaba katılmamıştır bu sepetin içinde küçük bir yılan vardır ve Kral’ın kızını sokar ve öldürür. Derler ki bu tarihten sonra bu kuleye Kızkulesi denmiştir. Mitolojik İki Kız, iki deniz Marmara ve Akdeniz, aynı kader… Birini dünya tanır, diğeri çok az bir kimse… Şimdi bizlere düşen Mersin’de, Kızkalesi’nden başlamak üzere gittikçe büyüyen daireler çizerek içlerini yeniden planlamak, tarihe saygıdan beslenen ve çevreyi de ihmal etmeyen bir yaklaşımla kültürel miraslarımıza sahip çıkmaktır. 2015 başlarında başlatmış olduğumuz çalışmalar ile 2015 sonuna kadar Akdeniz ortasındaki bu kültür mirası Kızkalesi’nin bir maketi Miniatürk’te sergilenmeye başlayacaktır.
49
Ş ehir
aygıdeğer büyüğüm Hilmi Yavuz’a yürekten katılıyorum: “Hüzün ki en çok yakışandır bize. Belki de en çok anladığımız.” (1) Şair, türkü olan, destan olan şiirinde der ya hani: “Her nesnenin bir bitimi var ama, aşka hudut çizilmiyor Mihriban.” (2)
KIYAMETE DEK SUSMAYACAK
YANIK BİR TÜRKÜ
YEMEN
Unutmayalım: Huş yahut Yemen, Konya kadar, Edirne kadar, Van kadar, Sivas kadar, Muğla kadar bizdendir; Fahri TUNA
Söz konusu Yemen (3) ise, gerçekten hüzne hudut çizilmiyor arkadaş. “Havada bulut yok, bu ne dumandır? Mah (al)lede ölüm yok, bu ne figandır? Şu Yemen elleri ne de yamandır Ahu Yemendir, gülü çemendir, Giden gelmiyor, acep Nedendir?” İki yüz elli bin yürek paremizin “ölmeden mezara koyulduğu Çanakkale”yi ayrı tutarak sormak isterim: Türk insanının yüreğini Yemen Türküsü kadar çok yakan hangi türkü, hangi savaş var Allah aşkına? Sahi neresidir bu Yemen? Yeryüzünde midir, gökyüzünde midir? Bu dünyada mıdır, öbür dünyada mıdır? Bundan ta yüz yirmi beş sene önce, köyünden çıkıp kazasının vilayetinin yolu zor bulan on binlerce Türk genci, Yemen ellerine, kar kış, dağ bayır, çöl batak; ayağı ayakkabısız, üstü başı yarı çıplak, kursağı yarı aç, neden ve nasıl gitmiştir? Bilenler bilir: Oğlumun adı Ahmet’tir - ki Türkiye’de hâlen en çok koyulan erkek ismidir oğlum adını dedemin dedesi olan Hacı Ahmet’ten (1845-1896) almakta; hani 1915’te Çanakkale’de, abidenin beş yüz metre kadar yakınındaki Triyanfil Çiftliği mevkiinde şehit düşen Raif dedemizin babası olan Hacı Ahmet. “Vatan görevi” için hayatının baharında Yemen’e giden, o günkü Türk evlatlarının hemen hepsi gibi bin bir badire, çatışma, yaralanma, tekrar savaş, esaret, kan göz yaşı hasret arasında, ancak otuz altı sene sonra evine dönüp evlenme fırsatı bulabilen, ilk çocuğu Zehra halamızı ancak otuz sekiz yaşında eline alabilen Hacı Ahmet. Kâbe’nin bitişiğindeki Ecyad Kalesinde yıllarca şerefle nöbet tutan, bu arada hac vazifesini de yerine getirme imkânı bulabilen Hacı Ahmet. Kendisi Arabistan çöllerinde, Yemen vahalarında on altı sene Osmanlı düşmanlarına karşı savaşan, oğlunu da Boğaz Harbinde şehit veren Hacı Ahmet. Tarihimizin 1850-1922 dönemi, yüz binlerce Hacı Ahmet’in, yedi iklim dört kıtaya, çoğunun “gidip gelmediği”, bir kısmının da kolunu bacağını
sayı//14// eylül 50
kaybetmiş de olsa, daima alnı açık başı dik döndüğü facialar zinciridir. Ve Hacı Ahmetlerin “facialar fırtınası”nda gönderildiği en uzak yer de Yemen’dir ya; nereye kalır bu Yemen? Bir rüya mıdır, bir kâbus mudur, bir masal mıdır Yemen; sonu hep hüsranla, hicranla, dramla biten yanık bir Türkü müdür? Her dinleyişimizde gönül tellerimizin akordunu alt üst eden bir ağıt mıdır: “Kışlanın önünde redif (4) sesi var, Bakın çantasında acep nesi var, Bir çift kundurayla bir de fesi var, Burası Huş’tur (5), yolu yokuştur, Giden gelmiyor acep ne iştir? Unutmayalım: Huş yahut Yemen, Konya kadar, Edirne kadar, Van kadar, Sivas kadar, Muğla kadar bizdendir; bizimdir. Neredeyse her bir metrekaresinde bir şehidimiz, her bir kilometrekaresinde bir eserimiz, her bir bulutunda bin ağıtımız vardır. Niğbolu kadar, Kosova kadar, Malazgirt kadar da “içimizde ve sıcak”tır da. Yemen bize borçludur; biz de “bizliğimizi” Yemen’e borçluyuz. Yemen her ne kadar Kafdağı’nın arkasında “uzak ve bulanık” bir imge ise de, her dinleyişimizde bizleri göz yaşına gark eden “yakın ve içten” bir türküdür. Öyle de kalacaktır.
Dipnot
1) Hilmi Yavuz, “Büyü’sün Yaz”, Nazım Hikmet şiiri, 2) Abdurrahim Karakoç’un “Mihriban” adlı şiirinden bir mısra, 3) Yemen: Arap yarımadasının güneyinde yer alan, Türkiye’ye uzaklığı 3.600 kilometre, o günkü şartlarda 150 günde yürüyerek ulaşılabilen aziz bir memleket, 4) Osmanlı Devletinde dördüncü kez cepheye çağrılan askere verilen isim, 5) Yemen’de korumak için binlerce şehit verdiğimiz bir Osmanlı kalesi.
51
Ş ehir
BALKANLAR -evvel-
ŞİPKA / PRİZREN
MİTROVİÇA / PRİŞTİNE Nehir civarındaki yapılar ve oturma alanları son derece zevkli dinlendirici. Geç saat olmasına rağmen gençler köprü başını şenlendiriyordu. Yrd.Doç.Dr.Bedri MERMUTLU*
Taş Köprü Prizren
*TC Ticaret Üniversitesi
sayı//14// eylül 52
ŞİPKA Bulgaristan’da Kızanlık ve Şipka’dan geçildi. Kızanlık, adından anlaşıldığı gibi gülleriyle meşhur bir yer. 60 bin civarında bir nüfusa sahip şehrin ayakta kalan tek camii İkinci Murat zamanında yapılan bir cami. Sultan Abdülmecid tarafından yenilenmiş. Şipka çok şirin bir kasaba. Şıpka geçidi oldukça etkileyiciydi. Şipka Dağı’na tırmanıldı ve inildi… Sık bir ormanlık. Uludağ gibi. Balkan Dağları’nda bulunan bu geçit 1877-78 OsmanlıRus Savaşı’nda stratejik konumundan dolayı şiddetli muharebelere sahne olmuş bir bölgeydi. Şipka kahramanı Süleyman Hüsnü Paşa burayı savunmaya çalışmış ancak Plevne’nin düşmesinin ardından burası da kaybedilmişti. Şipka Geçidi’nin stratejik önemi şu idi ki Osmanlı güçlerini buraya gömen Rus ordusu kendisini Yeşilköy’e kadar ulaştıracak yolu açmıştı. Bu çarpışmalarda 13 bin şehit gömmüşüz bu geçide. Akşam karanlığı basarken acı hatırası olan bu şehitler tepesine bir Fatiha bırakarak ayrıldık. Bunun gibi nice tepelere ve ovalara Fatiha okuyacağımız gibi… Gece saat 24 00 civarında Lofça’ya girdik. Lofça’da Çarşılı Köprü ya da Osma Köprüsü diye anılan eser oldukça zevkli bir mimariye sahip. Üzeri kapalı. Sağlı sollu dükkânların ortasında geniş bir yol var. Mimarisi, süslemesi ve ışıklandırması harika. Köprünün altından Osum nehri geçiyor. Bu tür çarşılı köprülerden diğer üçü Venedik, Floransa ve Bursa’da bulunuyor. Nehir civarındaki yapılar ve oturma alanları son derece zevkli dinlendirici. Geç saat olmasına rağmen gençler köprü başını şenlendiriyordu. 1170/1756 yılında Hacı Hüseyin Efendi tarafından yapılan cami, Lofça’da ayakta kalan tek İslâm mabedi olduğu halde gece saatinde bu camiyi görme imkânımız olmadı. Şimdi odun deposu olarak kullanıldığı söylenen Yahyapaşa Hamamını da göremedik. Bu hamamın bulunduğu mahallede çok sayıda Türk yaşıyormuş. Lofça denince Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa’nın hatırlanmaması mümkün değil. Cevdet Paşa’nın doğup ilk eğitimini aldığı kasabada bulunmuş olmak ister istemez hayallerimizi ve düşüncemizi geçmiş zamanlara yöneltti. 1286/1869 yılı salnamesinde Lofça’da 2205 hane, 20 cami, 603 dükkân, iki hamam, üç kilise bulunduğu ifade edilir. 1877 Rus Harbi’nden sonra işgale uğrayınca Türkler kasabayı terk etmiş. O tarihten beri Lofça bir Bulgar şehri olarak varlığına devam ediyor. PRİZREN Tarih dolu bir şehir. Osmanlılar çoğu zaman bu şehri “altın şehir” anlamına gelen “Pürzerrin” adıyla anmışlar. Sinanpaşa Camii şehrin ortasında. Uzun zaman depo olarak kullanılmış, yakın
bir tarihte TİKA tarafından restore edilerek ibadete açılmış. Türkiye’den gelen bir imamı var. Camiin mimarisi ve süslemeleri klâsik döneme ait. Orijinal süslemeler açığa çıkarılmış. Cami, kot olarak fevkanî. Güzel bir minaresi ve cami önünde devamlı akan bir çeşmesi bulunuyor. Buralarda birçok çeşmenin suyunun devamlı aktığını daha sonra da çokça görecektik. Cami 1612 yılında Saraybosna valiliği zamanında Sofu Sinan Paşa tarafından yaptırılmış. Sıfu Sinan Paşa birçok Osmanlı vilayetinde yönetici olarak görev yaptıktan sonra Şam’da vefat etmiş. Erzurum, Saraybosna, Şam bu İmparatorluk valisinin görev güzergâhı olmuş. İkindi namazı orada kılındı. Bu civarda tek minare olarak bir cami kalıntısı da bulunuyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında burada bulunan Arasta Camii yıkılınca yerinde sadece minarenin yapılarak camiin hatırası yaşatılmaya çalışılmıştır. Şehrin ortasından Bistrica, diğer adıyla Akdere geçiyor. Bistrica Nehri’nin üzerinde birçok köprü var. Orta Köprü denilen ve Sinanpaşa Camii’nin
önünde bulunan köprünün karşı tarafında Gazi Mehmedpaşa Camii gezildi. Camiin yanındaki, bir vakitler sanat müzesi olarak kullanılan hamam onarılıyor. Mehmetpaşa Camii ruhaniyetli muhteşem bir eser. Geniş avlusu, abdesthane ve şadırvan sistemi geleneksel tarzda. Şadırvanının musluklarından devamlı su akıyor. Tuvaletleri geniş ve açık taşlı. Mehmet Paşa’nın kendisi için yaptırdığı türbe binası şimdi eski kitapların konduğu bir kütüphane olarak işlev görüyor. Cami görevlisinden izin alarak kütüphaneye girdik ve kitaplara baktık. Hemen hemen bütün kitaplar eski yazılı Osmanlıca ve Arapça matbu dinî ve edebî eserlerdi. Mehmet Paşa Macaristan’da vefat edince oraya gömülmüş.
Priştine Fatih Camii
Kosova Cumhuriyeti’nin başkenti Priştine kıpır kıpır bir şehir.
Camiin bahçesinde birkaç mezar ve civar camilerden nakledilmiş çok sayıda kırık dökük Osmanlı mezar taşları vardı. Resimlerini çektim. Nüfusunun tamamına yakını Müslüman olan Prizren’de kırka yakın cami bulunduğu ifade 53
Ş ehir
Şair, bilgin, müderris bir şahsiyet olan Suzî Çelebi, memleketi Prizren’e birçok hayrat bırakmıştır. Hâlen faal halde bulunan Suzî Çelebi Camii onun bıraktığı 500 yıllık bir eser olarak ayaktadır. MİTROVİÇA Priştene’den Mitroviça’ya giden yol üzerinde Birinci Murad’ın türbesini ziyaret ettik. Türbe bahçesinde iki Osmanlı valisinin kabriyle birkaç türbedar mezarı var. Türbe ve çevresi yakın tarihlerde Bursa Osmangazi Belediyesi tarafından restore edilmiş ve düzenlenmiş. Bir müze binası ilave edilmiş. Kitabelerin resmi çekildi. Birinci Murad’ı şehit eden Sırp Miloş’un öldürüldüğü yere sonradan bir anıt yapılmış, orayı da gördük. Birinci Murad’ın bu uzak coğrafyadaki kabri önünde bulunurken yoğun tarih ve maneviyat duygularına kapılmamak mümkün değil. Sadece devletin kaderini belirleyen bir muzafferiyetten duyulan iftihar hissi değil, bunun kadar önemli olarak bir komutan padişahın bu zafere kendini feda etmesi ve şimdi asıl memleketi olmaktan çıkan bir toprakta bıraktığı bedeninin parçalarıyla yapayalnız uykusunu uyumak zorunda bulunması insanı iliklerine kadar bir tebciliyet hissiyle dolduruyor.
Murad Hudavendigâr türbesinin bahçesine, Ercan Dülgeroğlu hocanın Bursa’dan getirdiği çınar fidanını bir ziyaret hatırası olarak diktik.
sayı//14// eylül 54
ediliyor. Bayraklı Camii de gördüğümüz güzel camilerden biriydi. Şehrin merkezindeki hareketli bölgenin “Şadırvan” olarak adlandırılması çok hoşumuza gitmişti. Ancak Türkçe yer adı duymanın sadece buraya mahsus olmadığını sonradan öğrenecektik. Birçok mahalle adları da hâlâ Türkçe olarak devam ediyordu. Muhacir Mahallesi, Terzi Mahallesi, Yeni mahalle gibi…Kosova’nın en çok Türk yaşayan şehri olan Prizren’de 20 bin civarında Türk yaşamaktadır. Nüfusun büyük kısmı Müslüman Arnavutlardan meydana geliyor (60 bin). Ancak Arnavutların da Türkçeyi bilmeleri ve konuşmaları Prizren’de Türk kültürünün nüfusundan daha baskın olduğunu gösteriyor. Boşnak, Rom ve Fandalar geri kalan nüfusu teşkil ediyorlar. Prizren’de Sırp nüfus hemen hemen silinmiş durumda. Şar Dağı’nın kenarında kurulan ve üç tarafından dağla çevrilen Prizren’in bu konumu onu oldukça özelleştirmiş gibidir. Bizans zamanından kalma Prizren kalesi Osmanlılar tarafından da kullanılmış olup günümüzde tarihî bir mekân olarak gezilmektedir. Buradan Prizren’i seyretmekten oldukça keyif aldık. Mihaloğlu Gazi Ali Bey’in Rumeli’ndeki fetihlerine katılan ve onun özel kâtibi olan Suzî Çelebi Prizrenlidir. Prizren’de doğmuş ve orada vefat etmiştir. Mezar taşındaki kitabede yer alan “Suzi Zerrin” ifadesiyle Prizrenli olduğuna dikkat çekilmiştir. Ali Bey’in fetihleriyle ilgili yazmış olduğu Gazavatnâme’si meşhurdur.
Murad Hudavendigâr türbesinin bahçesine, Ercan Dülgeroğlu hocanın Bursa’dan getirdiği çınar fidanını bir ziyaret hatırası olarak diktik. Türbenin yanıbaşında uzayan Kosova Savaşı’nın cereyan ettiği meydan hâlâ o günün anısını canlandıracak tazelikte duruyor. Savaş alnını sessizce istila etmeye başlayan yapılaşmaya rağmen… Bu tarihî muharebe meydanının korumaya alınması Kosova yönetiminin gerçekleştireceği çok yerinde bir hizmet olacaktır. Mitroviça, 1999 savaşından sonra İbre Nehri’nin iki tarafında kuzey ve güney Mitroviça olarak ikiye ayrılmış durumdadır. Kuzeyde Sırplar, güneyde ise çoğunluğu Arnavut olmak üzere Boşnak ve Türklerden oluşan Müslümanlar yaşamaktadır. Ancak az sayıda da olsa her iki kesimde diğer zümre nüfusundan halk yaşıyor ve zaman zaman gerilimler yaşanıyor. PRİŞTİNE Kosova Cumhuriyeti’nin başkenti Priştine kıpır kıpır bir şehir. Çarşı Camii restorasyondaydı. Fatih Sultan Mehmed Camii yenilenmiş, çevresi düzenlenmiş. Müftülük binası, kurs binaları vs. var. Cami etrafında seyyar satıcılar tespih, esans, seccade, dinî yayın, Kur’an ve dua mecmuaları satışı yapıyor. Kendinizi Bursa Ulucamii civarındaki esnafın arasında sanabilirsiniz. Hasanbey Camii Suudiler tarafından restore edilmiş. Sadece giren çıkanlardan değil camiin restorasyon sonrasında aldığı çehreyle de
Murad Hûdavendigar Türbesi Kosova
Selefîlerin mekânı olduğu hemen belli oluyor. Cami civarındaki börekçide börek yendi. O civarda Zeki adlı bir Arnavutla tanışıp bize ısmarlanan kahve eşliğinde sohbet ettik. Saat kulesi görüldü. Priştine’de modern yapılaşma gözle görülür şekilde hızlı gelişiyor. Eski ve tarihî binalar gittikçe azalarak yerlerine azman binalar yapılıyor. Sohbet esnasında Zeki de bunu belirtmişti. Kadınlar son derece modern ve açık. Caddeler ve bulvarlar temiz ve bakımlı. Şehir modern ama boğucu değil. Ancak Prizren’e göre daha az tarih var. Mısır Çarşısı, İstanbul Berberi, Kadın Kuaförü gibi işyeri isimleri dikkatimizi çekiyor. Fatih Camii sokağında büyükçe bir Osmanlı hamamı restorasyonda. Sokağın adı Müderris Ahmet Sokağı. Şehir çok yönlü bir merkez olmasına rağmen sakin ve telaşsız. Nüfusu 130.000 imiş. Son yıllarda köylerden önemli ölçüde göç aldığı söyleniyor. Sırplardan boşalan yerlere daha çok Arnavutlar yerleşerek Arnavut nüfusu ağırlık kazanmış, Türk nüfusu azınlıkta kalmıştır. Türklerden başka bir miktar Boşnak nüfus da var. Kosova’nın toplam beş şehri bulunuyor. Araba palakaları 01’den 05’e kadar. Yol üzerindeki köyler gayet biçimli ve düzenli. Dubleks ve tripleks binalar yeni. 99 savaşında
Türbe bahçesinde Bedri Mermutlu ile beraber Dostluk fidanı dikiliyor .
tahrip ve yangınla yok edilen evlerin yerine yenileri yapılmış ama çoğu henüz sıvasız ve boyasız. Balkan Savaşlarıyla Priştine’nin Sırp idaresine geçmesi sonrasında pek çok Kosovalı gibi Priştineli Müslüman Anadolu’ya göç etmiştir. Bu göç hâlâ devam ediyor. Kendisine misafir olduğumuz Zeki Bey’in bir kardeşinin de yakın tarihlerde İstanbul’a yerleşmiş olup Priştine ile İstanbul arasında ticari bağlantılar yaptığını öğreniyoruz.
Mısır Çarşısı, İstanbul Berberi, Kadın Kuaförü gibi işyeri isimleri dikkatimizi çekiyor. Fatih Camii sokağında büyükçe bir Osmanlı hamamı restorasyonda. Sokağın adı Müderris Ahmet Sokağı.
55
Ş ehir
icaz Demiryolu’ndan başlayınca. Konuyu Surre Alayları ile devam ettirerek, Hicaz ile olan irtibatımızı biraz daha derinlemesine irdelemek istedim.
KUTSAL TOPRAKLAR’IN KUTLU KAFİLESİ:
SURRE ALAYLARI Kutsal bölgelere çok büyük önem veren Osmanlı Devleti bu hassasiyeti, kutlu Hac ibadetinin yerine getirilmesinde de gösterirdi.
Sabri GÜLTEKİN
Bir zamanlar Surre Alayları vardı. Yükü iman olan bu kervanların yolculuğu, Topkapı Sarayı’ndan başlar, Hicaz topraklarında son bulurdu. Günümüzde uçakla yaklaşık 2 küsur saatte ulaşılabilen “Kutsal Topraklar”a, o günün şartlarında deve ve katır sırtlarında aylar süren meşakkatli yolculuklar sonucu ulaşılabiliyordu. Mesela, Şam-Medine arası 247, Medine-Mekke arası 106 saatte alınabiliyordu. Gün olarak ise Şam-Mekke arası 61 gün sürüyordu. Kutsal bölgelere çok büyük önem veren Osmanlı Devleti bu hassasiyeti, kutlu Hac ibadetinin yerine getirilmesinde de gösterirdi. Aylarca süren yolculuğun güvenli bir şekilde tamamlanması için bütün tedbirler alınırdı. Osmanlı döneminde Hac kafilesi, “Surre” ile özdeşleşmişti âdeta. Surre; “içi para dolu kese” anlamına gelmekteydi. Çelebi Mehmed’le başlayan teberru niteliğindeki bu gelenek, sonraki Osmanlı Sultanları tarafından da Mekke ve Medine fakirlerine her yıl mutlaka ulaştırılırdı. SURRE DEVESİ, GELİN GİBİ SÜSLENİRDİ Osmanlı döneminde, İstanbul dışında iki yerden daha Hac Kafilesi yola çıkmaktaydı. Kuzey Afrika Müslümanlarının katıldığı kafile “Mısır Kafilesi” adını taşırdı. Bu kafile de Kahire’den yola çıkardı. Irak, İran ve Asyalı Müslümanları Hacca taşıyan kafile Bağdat’tan yola çıkardı ve adına “Irak Kafilesi” denilirdi. Bu kutlu kervanların yolculukları, öncesi ve sonrasıyla ülkede tam anlamıyla bir hareketliliğe sebep olurdu. Surre Alayı’nın Topkapı Sarayı’ndan çıkışı bir merasime tâbi idi. Devletin askerî, ilmî ve mülkî ricali bu merasimde hazır bulunur, Hicaz’a kadar mahmile (devenin üzerine konulan hediye sepeti) nezaret edecek olan Surre Emini, Evkaf Nazırı ile birlikte törene üniformalarını giyerek mabeyne (haremle selamlık arasındaki daire) gelip hünkâr huzuruna çıkarlardı. Kutsal beldelere, Mekke Emiri’ne, Hicaz Valisi’ne, Medine Muhafızı’na, Şeyhülharem’e ve Harem-i Şerif sorumlusuna gidecek sandıklar ayrı ayrı dualarla ortaya çıkarılır, “Surre Devesi” denilen her tarafı gösterişli bir şekilde süslenmiş deveye yüklenirdi. Kızlar Ağası deveyi bahçede üç defa dolaştırır, padişah üçüncü seferinde devenin Surre Emini’ne teslimini emrederdi. Bu emir üzerine, Kızlar Ağası deveyi bir kere de Surre Emini için dolaştırırdı. Surre Alayı daha sonra kurbanlar
sayı//14// eylül 56
kesilerek, tekbirler getirilerek, buhurdanlar yakılarak dualar eşliğinde Topkapı Sarayı’nın kapısından uğurlanırdı. (Bu gelenek son devirlerde Yıldız ve Dolmabahçe Sarayı bahçelerinde yapılmıştır.) DEĞERLİ HEDİYELER GÖZ KAMAŞTIRIYORDU Padişahın surre sandıkları genellikle para ve nadir halılar, murassa avizeler, şamdanlar, paha biçilmez mushaflar, levhalar, puşideler, gümüş perde halkaları, buhurdan ve şamdanlardan oluşurdu. Bunlar Harem-i Şerif ve Ravza-i Mutahhara’ya konulmak üzere gönderilirdi. Kâbe örtüsü ve Altın Oluk ise apayrı birer hazine olurdu. Bu kadar kıymetli eşyanın korunması için Şam’da muhafız teşkilatı bulundurulur ve Surre Alayı yola çıktıktan sonra her türlü emniyet ve tedbir alınırdı. Topkapı Sarayı önünden yola çıkan Surre Alayı, kutsal beldelere yalnızca padişah ve devletluların değil, teberruda bulunan herkesin hediyesini taşırdı. Alay, “çekdiri” adı verilen savaş gemileriyle Sirkeci’den Üsküdar’a geçirilirdi. Deniz aşılıp Üsküdar toprağına geçilince Harem-i Şerif’e bitişik olan topraklara ilk adım atılmış olurdu ki, Üsküdar sahilindeki iskelenin adı da bu yüzden Harem İskelesi idi. Hicaz Demiryolu hizmete girdikten sonra Surre Alayı, Sirkeci’den Haydarpaşa’ya geçmeye başladı. Alayın İstanbul sokaklarından geçişi sırasında başta resmî kıyafetli 12 atlı çavuş ve 12 zaim bulunurdu. Bunları yaya olarak yürüyen 60
baltacı, iki müjdecibaşı, 8 kapıcıbaşı, Surre Emini, kethudası, etrafı 30 kadar baltacı ile sarılmış Surre Devesi, yedek deve ile para ve hediyeleri taşıyan 8 katır takip ederdi. Bu kafileyi de akkâm denilen ve Araplardan oluşan 50-60 kişilik bir kafile takip ederdi. Akkâmlar; ufacık davullarını çalarlar, kılıç kalkan oyunları oynarlar, kafileyi neşelendirirlerdi. İstanbul halkı, Surre Alayı’nın yola çıkışına fevkalade önem verir ve sokaklara dökülerek sevinç gösterisinde bulunurdu.
Surre Alayı’nın Topkapı Sarayı’ndan çıkışı bir merasime tâbi idi
KUTLU HAC ALAYLARI ŞAM DA BULUŞUYOR Haremeyn fukarasına gönderilen hediyeler “Surre Defteri” adı verilen deftere kaydedilirdi. Bu defterde, Surre Alayı’nın izlediği yollar, surrenin gönderildiği dönemde Mekke ve Medine halkının nüfusu, kültürü, ekonomik yapısı, eski Hac yolculukları hakkında detaylıca bilgilere de yer verilirdi. İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başkenti olduktan sonra Surre Alayı ve beraberindeki Hacı adaylarının Receb ayının 12. günü yola çıkmaları âdet olmuştu. Eğer bu ayın 12. günü Cuma gününe rast gelirse çıkarılan bir tezkereyle alayın Cuma’dan bir gün önce ya da bir gün sonra yola çıkması sağlanırdı. Daha önceleri her sene Mısır’da dokunan Kâbe örtüsü de, 1798’de Mısır’ın Napolyon Bonapart tarafından işgal edilmesinin ardından, İstanbul’da hazırlanarak Surre Alayı ile birlikte gönderilmeye başlandı. Örtü büyük ustaların elinde Sultanahmet Camii’nin şadırvan avlusunda işlenirdi.
57
Ş ehir
Osmanlı Devleti bu geleneğini, 7 düvele karşı savaştığı 1918’de paraya muhtaç olduğu bir dönemde dahi sürdürdü. Bu tarihte gönderilen hediyeler ancak Şam’a kadar ulaşabildi.
Yanlarındaki kıymetli hediyelerle yola çıkan Hacı adayları birkaç değişik güzergâh takip ederdi. İlk defa Abbasiler döneminde 923 yılında başlatılan Surre Alayı, Osmanlı Devleti’nde “Sağ, Sol ve Orta Yol” olmak üzere 3 ana güzergâhtan yollanmaya başlandı. Alayın izlediği sağ kol; Üsküdar-Eskişehir-Akşehir-Konya-AdanaAntakya-Haleb-Şam üzerinden, orta kol; Üsküdar-Gebze-İznik-Sapanca-Geyve-HendekAyaş-Düzce-Bolu-Hacıhamza-Merzifon-AmasyaTurhal-Tokat-Sivas-Malatya-Diyarbakır-Şam üzerinden, sol kol ise; Üsküdar-Merzifon’a kadar orta yolu takip ederek Karahisar-BayburtTercan-Erzurum ve Kars üzerinden Hicaz topraklarına ulaşırdı. Bu yol güzergâhlarını izleyen Hacı kafileleri yolda kendilerine eklenen Hacı adaylarıyla birlikte genelde Ramazan ayının 20’sinden itibaren Şam’da toplanmaya başlardı. Değişik yerlerden gelen Hacı adayları burada toplanır ve Ramazan Bayramı bu şehirde geçirilirdi. HACILARIN GÜVENLİĞİNDEN HAC EMİRİ SORUMLUYDU Surre Alayı, bayramın hemen akabinde büyük bir törenle buradan yola çıkardı. Hacıların toplanma yerinde bulunması sebebiyle, Şam Paşası, Osmanlı döneminde her zaman ayrıcalıklı bir yere sahip olmuştu. Şam Paşası ya da o civarın kudretli beylerinden biri İstanbul tarafından Hac Emiri tayin edilir, o yıl Hac ile alâkalı bütün işler bu Hac Emiri’nin riyasetinde gerçekleşirdi. Hac Emiri’nin en mühim vazifelerinden biri de çölleri aşmak zorunda olan Hacıların güvenliği idi. Bu yüzden Hac yolculuğu toplu bir halde gerçekleştirilirdi. 1864 yılına kadar kara yolundan deve, katır ve atlarla yola çıkan Alay, bu tarihten 1908 yılında Hicaz Demiryolu hizmete girene kadar vapurla
sayı//14// eylül 58
gönderildi. Yolun kısalması nedeniyle Şaban ayının 15’inde İstanbul’dan kalkan vapur Beyrut’a giderdi. Hacı adayları buradan yine Şam’a geçerek bir araya gelirdi. HİCAZ’A VARINCAYA KADAR 54 YERDE KONAKLANIRDI Şam’da toplanan kafileler, burada “ağır kervanlar” ve “hafif kervanlar” olmak üzere iki kısma ayrılırdı. Hediyeleri taşıyan Surre Alayı, “ağır kervanlar” arasında yer alırdı. Ağır kervanlar kışın gündüz yol alıp, geceleri dinlenirdi. Yaz mevsiminde ise öğleden sonra saat 5’te yola çıkılır, sabah güneş doğduktan iki saat sonra mola verilirdi. Günümüze göre oldukça meşakkatli olan Kutsal Topraklara yolculuk sırasında Hacı adayları toplam 54 yerde konaklıyordu. Kafilenin hızı, taşımada kullanılan hayvanın cinsiyle de doğrudan ilgiliydi. Hız sıralamasında önce at, sonra katır, en son ise develer geliyordu. Ancak yavaş da olsalar her biri 3-5 beygirin yükünü taşıyabildiği için develer (bir deve 339 kilo yük taşıyabilirdi) daha çok tercih ediliyordu. Nakliye ücreti de yolculuğun mevsimine ve eşyaya göre değişiyordu. Ücret her batman (8 kilo) için günde 90 para ile 3 kuruş arasında iner çıkardı. Surre Alayı’nın güvenliği konusunda ne kadar özen gösterilirse gösterilsin, beraberinde kıymetli hediyeler taşıyan bu Hacı kafileleri zaman zaman çöl bedevilerinin saldırısına uğrardı. “Urban” adı verilen eşkıyalar, ellerindeki silahlarla kafilelere saldırır, Hacıları öldürür ve hatta bunu kendilerine maişet kaynağı olarak görürdü. Bu soygun olaylarından biri Osmanlı’nın karışık olduğu IV. Mustafa döneminde meydana geldi. Surre Alayı’nın baskına uğradığını duyan dönemin padişahı Sultan Mustafa üzüntüsünü ifade etmek için şu cümleleri kaleme aldı:
“Niyet ettik Beytullah’a gitmeğe / Hacerü’l Esved’e yüzler sürmeğe / Arafat’ta hem vakfeye durmağa / Takdir her tedbiri bozar dediler.” HEDİYELERE HEDİYELERLE MUKABELE EDİLİRDİ İstanbul’dan çıkıp Şam’da diğer Hacılarla bir araya gelen Hacı adaylarını ve beraberindeki hediyeleri, Kutsal Topraklara ulaştırmakla vazifelendirilen Surre Emini, eğer sağ salim Mekke’ye varırsa yanında getirdiği “Nâme-i Hümâyun”u merasimle Mekke Emiri’ne takdim ederdi. Mekke Emiri de nameyi öpüp başına koyar ve şehre 4 saat mesafedeki Minâ mevkiinde padişahın mektubunu halka alenen okuturdu. Bunun ardından İstanbul’dan çıkan hediyeler, Mekke Emiri, Surre Emini, Mekke Kadısı, Şeyhü’l Harem nezaretinde sahiplerine dağıtılırdı. Vefat ya da başka nedenlerden dolayı teslim edilemeyen hediyeler tekrar Surre Emini’ne teslim edilerek, İstanbul’a geri gönderilirdi. Hac kafilesi Mevlid Kandili’nde yani Rabiulevvel ayının 12’sinde İstanbul’a geri dönmüş olurdu. Sultanahmet Camii’nde gerçekleşen Mevlid Merasimi’nde padişah ve devlet ileri gelenlerine Mekke’den gönderilen hurma ikram edilir, Haccın sağ salim gerçekleştiğine dair gönderilen berât okunurdu. Hacı evlerinde ise Hacı tehniyeleri haftalar, hatta aylar boyu devam ederdi. Mekke ve Medine’de hediyeleri alanlar, gönderenler için mukaddes makamlarda yıl boyunca dua eder, ayrıca aynı meşin torbalara kına, sürme, gümüş yüzük, hurma gibi ufak tefek hediyelerle mukabelede bulunurlardı. Yani bir anlamda Surre Alayları, o devrin güç şartlarında Hacca gitme imkânı bulamayanlar ile Mekke- Medine arasında bir nevî irtibatı temin ederdi.
MEKKE VE MEDİNE HİZMETKARLARINA DUA Hac yolu, bazı dönemlerde çöl bedevilerinin baskınları sebebiyle kesintiye uğrasa da, Hac kafilesiyle Surre gönderilmesi geleneği 1915 yılına kadar devam ettirildi. Hatta Osmanlı Devleti, Mekke Emiri’nin isyan etmesine karşın 1916 yılında güç şartlar altında Medine’ye hediyeler gönderdi. Osmanlı Devleti bu geleneğini, 7 düvele karşı savaştığı 1918’de paraya muhtaç olduğu bir dönemde dahi sürdürdü. Bu tarihte gönderilen hediyeler ancak Şam’a kadar ulaşabildi. Hediyeler, 1919’dan sonra artık yollanamaz oldu. Bununla beraber 1919-1920 yıllarında Sultan Vahdeddin tarafından Haremeyn fukarasına sadaka dağıtıldı. Padişahlık sıfatını taşımamakla birlikte Osmanlı hanedanından gelen ve Son Halife olan Abdülmecid Efendi, 1923-1924 yıllarında bu geleneğe resmen son verdi. SON SURRE ALAYLARI 1. Dünya Savaşı’nda Haremeyn ile irtibat kesilinceye kadar devam eden bu gelenek; asırlar boyunca bu milletin hediyelerinin yanında, sevgi dolu gönülleri ve selamları Mekke ve Medine’ye taşıdı. İngilizlerin, Hicaz Bölgesi’nde Osmanlıya karşı kışkırttığı Şerif Hüseyin ve casus Lawrence’nin kirli oyunlarına direnen Fahrettin Paşa, Surre Alayları’nın asırlardır “Kutsal Topraklar”a taşıdığı değerli hediyelerin büyük bir bölümünü yağmadan kurtararak, İstanbul’a geri gönderdi. Onun içindir ki, Fahrettin Paşa’nın destansı”Medine Müdafaası”nda “surre”leri unutup, İngiliz altınlarına teslim olanların adaletsizliği içimizi acıtıyor. Mekke ve Medine’de saf saf olmuş fakirler, yolumuzu bekliyor. Ve hâlâ Surre Alayları ile teberru gönderen “Mekke ve Medine’nin Hizmetkârları” için dualar ediliyor... 59
Ş ehir
öyleşilerimdeki ilk soru mutlaka karşımdaki değerli insanı kendi dilinden anlatan tanıtım cümleleridir. Bu defa bir farklılık yapmak istiyorum ve sormak istiyorum size; kendinizi içinde bulduğunuz, sizi özetleyen ya da sizi tam anlamıyla anlatan bir tablo, bir şiir ya da bir eser var mı? Ki varsa öğrenmek isteriz sizi bize anlatsın diye…
ALİ HAYDAR HAKSAL İLE VEBALİN EDEP KIYISINDA
KIRILMALAR “Modern yapılı kentleri ne yapayım ruhuma hiç de hitap etmiyor. Onlar kılçık gibi gözlerime batıyor görmemi engelliyor. Göğümüzü ve toprağımızı bizden çalıyorlar. Onun için zaman zaman Karacaahmet mezarlığına dalarım orada yaşayanlarla halleşirim söyleşirim.” Söyleşi: Mehtap ALTAN
Evet, kapsamlı bir soru. Sanıyorum ki altından kalkamayacağım bunun. Beni eserlerim özetliyor dersem yeterli olur mu? Henüz yazılmamış olanları da hesaba katarsak bu sorunun cevabını veremeyeceğim gibi geliyor bana. Yayımlanmış onlarca eserin, yayımlanacak olanlarla birlikte demek ki tablo tamamlanmamış oluyor. Öykü Ağacı denemelerim, Hüzün, İki Ateş Arasında, Anzelha ile İbrahim romanım ve diğerleri mi desem. Ya sayısını bilmediğim, on altı öykü kitabımı ve öykülerimi nereye koyacağım? Neyse bunu ben okura ve eleştirmenlere bırakayım en iyisi. Bugüne kadar ne anlattım, kimler ne anlattı. Milyarlar insanın yaşadığı şu dünyada kim kimi nasıl anlatıyor. Anlatılan her şey ne kadar insanı temsil ediyor? Sırlar dünyasının sahibi her ben her insan başlı başına bir ada. Ben de o adalardan biriyim sadece. Kendimi mi anlatıyorum, başkalarını mı? Benim sorumluluk alanım nedir, ne için bu sorumluluğu üstlendim bilmiyorum ki. Belki de bilmiyorum dediğimiz şeylerin kıyısıdır bizi o yere taşıyacak olan ne dersiniz Sayın Haksal? Evet, Yedi İklim’e gelmek istiyorum. Yedi İklimdergisi adından da anlaşılacağı gibi kültür tarihimizin ve uygarlığımızın ikliminde varoluşun sesini nakşeden bir sorumluluğun adı. Verdiğiniz birçok röportajda da Mavera, Büyük Doğu ve Diriliş gibi dergilerin izleğinde olduğunuz vurgusunu da yapıyorsunuz. Ki yirmi altı yıllık bir süreç de doğru yolda olduğunuzun en büyük belirtisi. Edebiyat dergilerinin birçoğu tutunma telâşında iken sizin istikrarlı duruşunuzun mutlaka vardır bir formülü. Özellikle de genç edebiyatçılarımızın faydalanması adına bunu sizden duymak isteriz? Eksik kalmış bir sorudur bu. Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad, Edebiyat, Yönelişler dergilerini de bu halkaya eklemek gerekiyor. Daha başkaları da var. Hakikat iddiasında olan her dergi, her oluş bizim izleğimizi oluşturur. Medeniyetimiz izleğinde olan her dergi, her düşünüş bizimdir. Biz büyük bir medeniyete ve zengin bir kültüre sahibiz. Beslenme kaynaklarımız çok güçlü. Dünya kültür coğrafyası da ilgi alanımızda. Her hikmet, her eser, her oluş bizim malımız. Müminin yitik malı.
sayı//14// eylül 60
Bir de evrensel boyutta bakıyoruz sorunlara, durumlara ve oluşlara. Kendimizi dar bir alana hapsetmiyoruz. İklimler coğrafyaları da içeriyor. Kâinatın dört bir yanını. 1987 yılı çıkış tarihimiz. 2015 yılındayız. Yirmi sekiz yıl, derginin bir ara dönemi oldu. 306. Sayımız ile 27. Cildimizi tamamladık çok şükür. Edebiyat dergileri bir tarla özelliğinde, toprağa tohum atılır. Zamanla bu toprak ürün vermeye başlar. Kimi kalıcı olur kimi de yiter. Önemli olan bir toplamdan ortaya çıkanlardır. Toprağın verimli olması en ideal olanı. Yoz bir topraktan bir şey çıkmaz. Yedi İklim bu anlamda önemli bir işlevi yerine getiriyor. Bu, bizim açımızdan memnuniyet verici. Bir izleği sürdürüyor olmamız daha da önemli. Yol süreklilik ister ve yolcu ister. Biz de bu yolda elimizden geldiğincehakiki olanın peşindeyiz. O vakit işin sırrı, hakiki olanın peşinde olmak. Geriye yol ve yolcunun arasındaki süreklilik ve emek metaforuna kalıyor. Peki, Sayın HaksalYedi İklim’deki özel sayılar dergicilikte bir öncülük diye hatırlıyorum. Bunun akabinde şehir sayıları da var. Kudüs, Sivas, Diyarbakır gibi şehirlerimiz için özel sayılar çıkarttınız. Ve gençler… Gençlere verdiğiniz önem de derginin her sayısında görülüyor. Diğer dergiler kemikleşmiş ekibiyle tehlikeye girmeden ilerlerken siz genç kalemler ile riske de girebiliyorsunuz! Ezan sesi duymuş sarmaşıklar gibi sarılıyorsunuz mânânın avlusunda olan her kıpırtıya. Edebiyat, insanlık ve medeniyet adına derdinizi bir kez daha buradan dinlemek istiyoruz? Ki duymayan kaldıysa iklim sofrasına buyursun diye… Doğru hatırlıyorsunuz. Çok sayıda özel sayı, bölüm yaptık, yapmaya devam ediyoruz. Olması gerekendi bu. Şam-Bağdat, Endülüs, Saraybosna, Cezayir kültür havzaları, Bursa, Edirne, Erzurum, Sivas, Konya, İzmir, Ankara, Diyarbakır ve Kütahya, aklıma gelenler. Daha da önemlisi Yedi İklim büyüklerimizi ve öncülerimizi konu alan özel sayılar yaptı. Hayatta olan büyüklerimiz, üstat ve ustalarımız, ağabeylerimiz, arkadaşlarımızla ilgili sayılar yaptık ki bu en önemli adımdı. Kimsenin yapmaya cesaret edemediğini Yedi İklim yaptı. Bizden sonra sökün etti, başka dergiler de bize eşlik etti çok şükür. Yedi İklim dergisi çıktığından beri birlikte olduğumuz yol ve gönül arkadaşlarımız var. Birbirimizden hiç kopmadık. Aramıza katılan gençler var. Yol ve yolculuk böyle bir durum. Eğer yönününüz ve niyetiniz belli ise olması gerekeni gerçekleştiriyoruz. Genç bir yetenek gözlerinizin
önünde parıldıyorsa, bir şeyler sunuyorsa elbette onun elinden tutacaksınız. İhmale gelmiyor. Kendi hâline bırakırsanız, o kimse zaman içinde yiter gider. Bu da bir vebal. Bizlerin yetişme tarzı ortada. Öncülerimize tutunduk, onlar da bizi bırakmadı. Bundan sonra da böyle olacak. Bizim hamlemizden sonra genç yeteneklerin azmine kalıyor. Onların çabaları, gayretleri bizim emeklerimizle buluşuyorsa sorun yok. Zamanla tıkananlar, yolu bırakanlar oluyor. Bu insanın doğasında olan bir durum. Edebiyat dergilerinin toplamına bakılırsa geriye kimlerin kaldığı, ne kadarının başarılı olduğu görülüyor. Yola düşen bir genç yeteneğin kendisine kalıyor asıl sorun. Bizim yaptığımız onların elinden tutarak yolu sürdürmek. Sırtımıza vurulmuş bir sorumluluk yükü var. Bundan kaçamayız. Biz bunu yapmasaydık bu vebal ümmetin üzerine kalacaktı. Biz bir bakıma ümmetin sorumluluğunu ve vebalini üstlenmiş oluyoruz. Bu bir vebal diyerek aslında ben değil biz sonsuzluğunun gözlerinden öptünüz Sayın Haksal. Bencilliğin bu denli başrol oynadığı günümüzde, bu anlamda bir düşünce insana ne büyük bir umut veriyor. Bir öykücü, bir dergici, bir eleştirmen, bir edebiyat adamı ve en çok da hak dilini her fırsatta eserlerine yansıtan bir dervişsiniz. Yazmak eylemine değinmek istiyorum. Bir insanın gönlüne, kelimelerin şeddeli şefkati düşmeye görsün; sonrası akmak, akmaktır edebî sancıların hüzün göverten yurduna. Sayın Haksal, gönül yurdunuzdaki yazmak eylemini kırbaçlayan duygu ne idi? Yazmak adına ilk adımınızı merak ediyoruz? Biz Müslümanız, kendimize karşı sorumluluklarımız olduğu gibi çevremize, dünyamıza, insanlığa, yaratılan her nesneye karşı sorumluluklarımız var. Biz sözcüklerimizden de sorumluyuz. Yarın onların hesabını vermek durumundayız. Dünyevî olan gelip geçicidir. Asıl yurda olan yolculuğumuz bizi daha dikkatli olmaya zorunlu kılıyor. Biliyorsunuz ki zerre maddenin en küçüğüdür. Gözün zor seçebildiği kadar küçük. Onun miktarınca yapacağımız her iyilik, işleyeceğimiz her suçtan sorumluyuz ve bunun hesabını vermekle yükümlüyüz. Hazreti Ebubekir’in ruhunda yaşadığı acıyı biz yaşayamıyorsak ve umursamıyorsak kendimizi nereye koyacağız. Vah bize demek kalıyor sadece. Hüzün Peygamberinin ümmetiyiz. Hüznümüz ağır basar daima. Şu dramatik dünyada yaşananlara sevinç çığlıkları atacak hâlimiz yok. Çok zor bir dönemden geçiyoruz. Biz kendimizden olduğu gibi insandan ve yaşamakta 61
Ş ehir
olduğumuz yüzyılımızdan da sorumluyuz. Attığımız ve atacağımız her taşın bir gün bize döneceğini hesaba katmak durumundayız. Kalemin ve sözün sorumluluğu bize düşmüşse ki öyle görünüyor onun hakkını vermekle yükümlüyüz. Sorularımı karşılayan her cevabınız, sorumsuzluğun girdabına ruhunu gömen insanoğluna bir hatırlatma gibi sanki! Hakkını verdiğimiz emekler ile hemhâl olmak nasip olsun inşallah diyerek günümüz çocuk dünyasına değinmek istiyorum. Seferberlik zamanında, hayvanların sırtında cephelere malzeme taşıyan, size Kürtçe masallar anlatan Rokuş Nineniz; çocukluğunuza ve edebî sancılarınızın doğumuna dair önemli ayrıntılardan biri. Günümüz çocukları hakikatin soluğundan mahrum mu kalıyor daha mı sunî büyüyor diye düşünmeden edemiyorum! Sayın Haksal, masal dinleyen çocuk mu yoksa masal anlatan büyükler mi yok diye sormak isterim? Rokuş Nine hayatımızın önemli bir sembolü oldu. Abdullah dedem, komşu büyüklerimiz ve daha niceleri. Onlar geçmişi günümüze gerçeklerle masalları taşıdılar. Hayal dünyamızı bize anımsattılar. Oralarda bizi gezdirdiler. O anlatırken dalardı ve âdeta yeniden yaşardı. Ocakta yanmakta olan odunları, çalı çırpıyı elindeki değnekle ile harlarken değneğinin ucu kıvılcımlanıyordu. Onlar benim âdeta ruhumda patlıyordu âdeta. Hayal dünyamızın zenginliği oralardaydı. Uzun ve karlı kış gecelerimizi bize hem ışıtıyor hem de ısıtıyordu. Günümüz çocuklarının dünyasını kaplayanlar ne yazık ki hayal dünyasını köreltiyor. Sevgiden uzaklaştırıyor. Kendi dünyasına çeken şeyler onu tutsak ediyor. Kendi dışında hiçbir şey yapmasına, düşünmesine fırsat vermiyor. Çocuklar çocukluklarını yaşayamadan, hayal sayı//14// eylül 62
dünyaların donanmadan hayatın ortasına atılıyorlar. Çok akıllı oldukları, her şeyi çok çabuk kavradıkları var sayılıyor. Doğrudur. Ne yazık ki çok çabuk köreliyorlar. Onlardan ne şiir, ne masal, ne öykü çıkar. Sınırlanmış ve körelmiş bir hayatın içinde kendilerini buluyorlar ne yazık ki. Çocukluk, ah çocuklar! Hayıflanıyoruz sadece. Hayal dünyaları köreltilmeden büyüyen bir çocuğun şehirlerine gelelim o vakit. Şehirler medeniyet ve kültürün nabzıdır. Sanatçılar ise şehirlerin ruhunu giydiren seçilmiş elçilerdir. Ve hep düşünmüşümdür yazarlar ve şairlerin çocukluğunu unuttuğu şehirlerin, onların gönlünde ayrı bir yerde olduğunu. Zira nereye giderlerse gitsinler, hangi şehrin avlusunda büyümek yazgısına teslim olurlarsa olsunlar; çocukluklarını bıraktıkları şehirlerin ensesindedir tüm hikâyeleri. Siz hangi şehrin ensesinde yakalandınız büyümek sancısına? Bize yalınayak düşlerinizi büyüttüğünüz şehrinizden bahsedebilir misiniz? Köyde doğdum, delikanlılık çağımda –on yedi yaşıma kadar- şehri hemen hiç görmedim. On yedi yaşımda Elâzığ’a gittim. Okulumuzun hemen üst tarafında bir şehitlik vardı. Sanki bizi orada denetliyormuş gibi bir algımız vardı. Harput, çok eski bir kent, kalıntılarıyla çok canlı duruyordu. Sık sık oraya giderdik, türbeleri, camileri, eski yapıları ve harabeleri dolaşırdık. Dolaştıkça ürperirdim. Üniversiteyi Erzurum’da okudum. Dört yılım orada geçti. Orası da ruhumun ruhunu yaşattı bana. Erzurum’un sokaklarını derinden soludum. İstanbul’a gelince Üsküdar’a yerleştik. Üsküdar ile zaten bir akrabalığımız vardı. Çocukluğumuzdan beri bir Üsküdar rüyamız vardı bizim. Dedem merhum Şemsipaşa Medresesinde, sonra da
Fatih medresesinde tahsil görmüş. Köyde kendi odasını Bağdadî olarak yaptırtmıştı. O odada ve kitaplarının arasında büyüdük. İstanbul’a gelince kendimizi evimizde bulduk, yabancılamadık. Geldiğimiz o ilk günden beri de buradan hiç ayrılmadık. Karacaahmet’e bakıyor evimin pencereleri. Nereye gidersem gideyim Üsküdar beni çekiyor. Çocuklarımı da burada büyüttüm. Onlar benden sonra ne yapar bilemem. Umarım ki soludukları o ruhu sürdürürler. Öykülerimin labirentlerinden bunların bir hayli ses ve soluğu bulunuyor. Osmanlı topraklarını gezdiğimde hep Üsküdar gözüyle baktım. Bursa, Kütahya, Edirne, Üsküp, Filibe, İstanbul’un özü olan yerler Eyüp, Suriçi vs. Urfa, Mardin, Siirt, Diyarbakır, Konya… Modern yapılı kentleri ne yapayım ruhuma hiç de hitap etmiyor. Onlar kılçık gibi gözlerime batıyor görmemi engelliyor. Göğümüzü ve toprağımızı bizden çalıyorlar. Onun için zaman zaman Karacaahmet mezarlığına dalarım orada yaşayanlarla halleşirim söyleşirim. Son romanım Kerem ile Deniz’de bu kısmen var. Öykülerimde de yoğundur… Şehir demişken hiç atlamadan o kutsal şehre Peygamberler şehri Kudüs’e gelmek istiyorum. Tarihi boyunca topraklarının her karışı ızdırabın anavatanı olmuştur da yine de hedeflediği barış ve huzurdan vazgeçmemiştir. Kudüs’ün üzerindeki kanlı elleri Selahaddin Eyyübi’nin yıllar önce bu kutsal şehri fethederken aşıladığı o inanç yok edecektir. Minik avuçları uçurtma uçurtması gerekirken sapan tutan çocuklar; onurlu bir duruşun simgesi de olmuştur. “Doğu, Kudüs’e “ey” der, Batı Kudüs’e “ah” eder!..” Biraz da Kudüs diyelim Sayın Haksal? Dünya kültürlerinin merkezidir Kudüs. Bizim ilk kıblemiz. Sevgili Efendimiz’in manevi ziyaretiyle onurlanmış. Peygamberler ruhunun toprağı. İlk fetih Hazreti Ömer zamanında gerçekleşti. Sonra Selahaddin Eyyubi yeniden asıl ruhuna döndürdü fethiyle. Haçlılar hâlâ onun intikamını almaya devam ediyorlar. Ala ala bitiremiyorlar bir türlü. Nasıl bir kin ise bu!.. Kudüs’e gitmek nasip olmadı. Ama ruhumda en çok soluduğum kentlerden biri. Mekke’ye, Medine’ye gittim. Orada Sevgili Efendimizin, arkadaşlarının ruhunu soludum, derinden yaşadım. Fakat ondan bize yansıyanları modern krallar yok etmiş. O daire içine girildiği andan itibaren bir ruh olarak hissediliyor. İnsan onunla kuşanıyor. Şam’a Bağdat’a Halep ‘e gidemedim. Ruhum kanıyor durmadan. Ruhumuzun kentlerini bir bir yitiriyoruz. Farkında mıyız bilmiyorum.
Yıllarım bu medeniyet merkezlerini kavramak ve anlamakla geçiyor. Yoğun okumalarım var. Haçlı kuşatması o ilk günden beri süregeliyor. Bitmiş değil. Kültürel kuşatma çok yoğun ve çok baskıcı, bizi içeriden tutsak ediyorlar ne yazık ki. Bu kuşatmaya sağlıklı bir kültürel direniş ile verebiliriz. Yapmakta olduğum çalışmalarla bu sorumluluğumu yerine getirdiğimi düşünüyorum. Bu yeterli değil elbette. Solo olarak değil koro olarak bir direniş ve hamle içinde olmalıyız. Ruhların fethi önemli. Ne yazık ki ruhlarımızı da teslim etmiş durumdayız. Bu konuyla ilgili üç dört ciltlik bir seri yolda. İkinci ve üçüncü ciltler tamam, dördüncüsü de oluşuyor. Temel bakışımız insanı öldürmek, ortadan kaldırmak değil, diriltmek. Hayata bu gözle bakıldığında birçok sorun çözülme yoluna girer. Kanın kanla temizlenmesi asla söz konusu olamaz. Su, bizim için azizdir. Su ile yıkamak, kanı gidermek, öfkeyi azaltmak ve insanın kurtuluşuna yol açmak bizim sorumluluğumuz. Edebiyatın ve sanatın hedefi budur bizim için. İnsanı etkileyecek dil ile konuşmak. Emperyalizm insana soluk aldırmıyor, silâh, para ve kanın konuştuğu bir dil. İnsanlığın öldüğü bir alan. Kanlı topraklara de ne çocuklar çocukluklarını, ne kadınlar anneliklerini yaşarlar. Filistin toprakları bu anlamda önemli. Günümüzde her şeyin görsellik üzerine işlendiğini düşünecek olursak; tembelleşen, pasifleşen bir okur kitlesinin bizleri beklediğini söylemek sanırım kaçınılmaz. Bir de yazarların düştüğü “Okur için yazmak ve okura yazmak!” gibi bir düşünce metaforu çıkıyor karşımıza. Peki Sayın Haksal, tahammülsüz okuyucular, yazarın yazma üslubuna etki edebilir mi? Sorumluluk sahibi olan kimseler başkaları ne der diye bakmaz. Dönemin ve koşulların oluşlarına göre hareket etmez. O hak bilineni ölçü alır. Duyguyu köpürtmez. Ruha hitap eden bir dil ile anlatır. Bu dil gönlün fethidir. Dil, hem lisan anlamında, hem de kalp anlamındadır. Kalp dili, kalp gözü çok incedir, duyarlıdır. Biliyoruz ki kalbimizin bir hacerülesved özelliği var. İnsanlığın fethi, bakışı, algısı, sevgisi orada. Orası fethedilmedikçe aklın egemenliğinin hiçbir hükmü yok. Akıl duygudan yoksun. Aklı kalp ile besleyemez isek kuru, katı bir dünyaya sürüklemiş oluruz insanlığı. İnsanlığın en temel sorunu da budur. Kalbimizin bir incisi var; Süveyda. Orada parlayan bin inci. Bazen bu sevgide aşırıya varılabiliyor, aşk ve vecd hâlidir bu. Onun da denetime gereksinimi var. Her şeyin bir doğası ve bir dengesi var. Ölçü bir kere kaçtım mı kaçıyor. İfrat ile tefrit arasında olma hâli önemlidir bizim için. Uçlarda geçinmek her zaman için tehlikelidir. Okur bizim bir yansımamız. Onu hafif, basit ve 63
Ş ehir
sorgulanmasını konu etmişsiniz. Bu bağlamda sizden aşkı dinlemek isteriz?
sıradan olana alıştırırsak bu bizim için de onlar için de tuzak olur. Kâinatı kavramak, anlamak, gizler dünyasında gezinmek sıradan bakışla algımızı genişletmez ve sağlamaz. Önce kendimizi tanımalıyız ve kavramalıyız o zaman insanı tanımış oluruz. Yoksa sıradanlıklardan kurtulamayız. İnsanı asla küçümsemiyorum. Amentü bağlamında iman eden her insan azizdir. Ama âlimin mürekkebi, bilgenin sözü hal ve davranışı çok daha azizdir. Edilgin olmaktan daha tehlikeli bir durum var mıdır yok mudur? Şöhrete yenik düşmek, paraya yenik düşmek ve daha niceleri. Almadan vermek Allah’a mahsus. Basamakları hızlı tırmanma sevdasında olmak kendini tüketmektir. Ahmed Haşim’in deyimiyle merdivenlerden ağır ağır çıkmak veya inmek gerekir.
sayı//14// eylül 64
Bir önceki sorunun cevabında konuyla ilgili bu soruyu okumadan birçok şey söylemişiz. Aşk insanın vecd ve bağlanma hâlidir. Aklın aşkı yoktur, kalbin, yüreğin vardır. Kalbin aklı da var oysa. Halk deyimleri arasında şöyle bir söz var. İnsan sevdiğine söyleyebileceği ilk söz nedir? Onlar: “Gönlüm sana düştü” derler. Gönül düşürmek nasıl da önemli, değil mi? Güneş ışığının toprağa ilk düşüşü gibi. Kalbin kalbe ilk dokunuşu gibi. Ruhun ruhu kavraması gibi. Gönül düşürmekten daha güzel ne olabilir ki. Dervişlerin hâli de böyle değil midir? Ne dersiniz? Pozitivizm sevgiyi ve aşkı elimizden aldı. Mantık denilen olgu budur. Akılla sevgiye ve aşka bile müdahil oldu. Aklın aşkı yoktur, çıkarı vardır. Her şeyi madde alır satar. İşine gelmeyince bırakır. Paranın, şöhretin gücü insanı tutsak eder. Özellikle hanımlar mantık evliliği yaptım diyorlar, erkekler de öyle. Bu, ne anlama geliyor? Ben parayı, güvenceyi, çıkarı önceledim. Ben bu adamı sevmiyorum aslında. Genel bir kanaat ne yazık ki. Bu çok ağır bir yaklaşım olarak algılanacak biliyorum ama bu gerçeği göz ardı edemiyoruz. Dahasını söylemeyeyim en iyisi. Bu birlikteliklerde bir yücelme yok. Anzelha ile İbrahim’de dağ metaforu aşkınlık ve yüceliştir aslında. Modern yapılı bir kentte, bir dünyada insan gözlerini açtığında doğanın, yaratılmış kâinatın güzelliklerini göremiyor. Aşk ve vecd hâli köreliyor. Sevginin güzelliği bizi ezeli ve ebedi güzele götürüyor. Bu arayış bizde süre geliyor.
Reklâm yüzyılındayız. Her şey görsellik ve yanılsatma üzerine kurgulu. Ruhumuzu ve kalbimizi kuşatıyorlar, gerçeği göremiyoruz. Gerçek olmayanı, hakiki olmayanı gerçek ve hakiki imiş gibi sunuyorlar. Bu, Çöllerde ısıtıcı, kutuplarda dondurucu sattırmaya benziyor. Bizleri ya yakıyorlar ya da donduruyorlar. Biz de koşa koşa onlara gidiyoruz, ölümümüze koşuyoruz.
Haklısınız aslında, modern yapılı kentler insanın aşk ve vecd hâlini usul usul köreltiyor. Yine aşktan bir pencere açmak istiyorum Hocam. Aşk, sonsuzluğumuzu bir zerrenin kıpırtısı ile değiş tokuş yaptıracak cesareti veren efsunkâr bir sığınaktır. Özellikle de “Gün Işığı” “Ses ve Gölge” ve adını şuan hatırlayamadığım çalışmalarınızda aşkın herkes gibi işlenmemiş anlatımına şahit oluyoruz. Basite indirgenen aşk anlatımlarının dışına çıkan bir yazarsınız.“Çok satanlar!” başlığı altında aşkın ve emeğin kanını emenlere ve bu sığlığa okuyarak katkı verenlere edebiyat nasıl bir bedel ödetecek sizce?
“Okur bizim yansımamız!” diyerek aslında bir bütünün en önemli parçasına dokundunuz. Bu konu üzerinde aslında hibe edilecek çok cümle var özeleştiri yapamayanlara dair! Aşk demek istiyorum Sayın Haksal… Aşk; Rabbe giden yolu arayan dervişin ışığıdır ama önce vesileler ile çıkar karşımıza. Vesilelere edebî hırkasını giydirense, hakikatin yoluna yoldaş olandır. Anzelha ile İbrahim adlı kitabınızda çağımızın yarası dediğimiz sevgisizlik, aşksızlık, insanın korkuları ve bunları kendi içimizde
Biz önce kendi adımıza ve nefsimize karşı sorumluyuz. Aşk ve vecd hâli bizden sadır olmadıkça ve doğmadıkça başkalarından ne bekleyebiliriz? Yola düşmüş gönül elçileriyiz. Kendi derdimizi anlatıyoruz. Derdi olmayanın nesine kulak verilebilir ki? Aslında kendimizi anlatmakta bile zorlanıyoruz. Başkası için yaşamak mı, başkalarının duygularını köpürtüp söndürmek ki, samanları ateşe verip küllendirmek mi, tüketmek mi görevimiz. Derinden derine işleyen
bu yer altı nehrinin çağıltısı içimizde de işler gider. İçimizde filizler sürgün verir. Sevgisi olmayan insandan ne beklenir? Kendi gölgemizin üzerinde duruyoruz. Biz varsak üzerimizde duran bir güneş varsa bizim gölgemiz de olur. Yoksa bizim varlık bilincimizden söze edilebilir mi? Bu anlamda biz birer deliyiz. Ya da yolu düşmüş otuz kuştan biri. Menzilimiz kendi içimizde. Her adım bizi kendimize götürür. Her aşamada kendimizi buluruz. Gölgemiz bizim yansımamız. Bizim varlığımız değil mi? Biz varsak gölgemiz var, yoksak yoktur. Kendi ruh derinliğimizi kendimizde ararız. Aşk hâlimiz de böyledir. Çok satanlarla bir derdimiz yok. Onlar kendi dünyalarındadırlar. Aşk ehlinin derdi bu değil ki. “ inzivaya ey i n s a n o ğ l u !/ belki içimizdeki hirâ aklar bizi...”adım adım yaklaşıyoruz kendi sonumuza. Ve bizleri bizden başka üzen de yok aslında. Birbirimize inadına ahraz; kötülüğe, vurdumduymazlığa inadına cömertiz! İnsanoğlunun bu doyumsuz gürültüsünü sahiden ne paklar? Ne denir bilmem ki. Başkalarının hayat anlayışı üzerine bakarsak biz biz değiliz demek ki. Biz önce kendimize ışık olmalıyız. Yol ve yönümüzü bulursak ve değiştirmeden istikamet üzere olursak o zaman kendimiz oluruz. Başkasının ne yapıp ettiği elbette bizi ilgilendirir ama onların yönüne değiştirme gücümüz yoksa kendi işimize bakarız. Önce kendimize yol oluruz. Yolu açıp gideriz ya da var olanda yürürüz. Ardımızda kim var kim yok bizi çok da bağlamaz. Eğer biz sorumluluklarımızı yerine getirmişsek onların hesabı bize sorulmaz. Önce kendimiz hâlimizi yaşarız. Başkalarının hâli biraz da bizimle bağlantılı. Biz iyi örnek olmuşsak ve bu birilerinin kalbine bir ışık düşürmüşse bizden daha mutlusu olamaz. Biz anlatmakla ve yaşamakla yükümlüyüz. Eğer biz dalgalara kapılmışsa o zaman vay hâlimize deriz. Sizinle yapılan röportajlara ve soruşturmalara verdiğiniz cevaplar dikkatimi çekti. Özellikle bir tanesinde sorulan soruların emeksiz, derinliği olmayan, hatta anketvari diyebileceğim bir duruşu vardı. Ama cevaplarınız! Cevaplarınız edebî bir tokadın sesi gibiydi. Yani demem o ki; herkesi önemseyen, zerre kadar da olsa her emeğe boynum kıldan ince diyebilen sahiden farklı bir yanınız var. Biliyorum bu soruyu okurken de mahcup olacaksınız, zira övüldüğü an boynunu büken adaplı bir duruşunuz olduğunu da çok iyi biliyorum. Sayın Haksal, emek edebiyatın hangi basamağındadır? Basamakları tırmanmadan gözünü gökyüzüne dikenlerin kalabalığı incitmiyor mu edebiyatı?
Off o kadar zor sorulara muhatabım ki. Nefsimi okşatmayın lütfen. Kendimi ayaklarımın altına alıyorum kendimi ve nefsimi. Ne diyeyim? Bana sorulmuş sorunun niyeti maksadı nedir ona bakarım. Kim bilir belki de kendini ifade edememiştir. Bize düşen onlara yardımcı olmak… Başkalarının niyeti ve bakışı bizi bağlamaz. Herkesin bir hayat anlayışı var. Dünyamızı saran insanlığı kuşatan çıkar duygusu sadece yazanlar için söz konusu değil, bir bütün. Ne yana dönüp baksak orada çok şey görürüz. Dervişlerin, enteleltüellerin bile savrulduğu bir dünyadayız. Hakiki entelektüel çok az. Hakiki sanatçı da. Ne diyelim bilmiyorum ki? Sanırım susmak en iyisi. Sayın Hocam verdiğiniz her cevapta “biz” efsunu var. Belki de hiç “ben” demediniz. Bu konu üzerine kafamızı eğip, ince ince düşünmemiz gerekiyor. Aramayı bilmiyoruz asıl olanı kim bilir… Son sorum minik bir merak belki de! “sessizlik” “bungunluk” “devinim” yazılarınızda sanki bir şifre var özellikle de bu üç kelime; “O bir anlık an gibiydi…” diyen o iç sesin okuyucuya ayna tutması gibiydi. Aynaları silsek mi yoksa kırıp kanatsak mı hakikati daha çabuk yakalarız diyesim geldi? Ruhumun kıvılcımları var elbette. O kadar simge ve metafor var ki. Hangisini anlatsam bilmem. Karanlık ve bulanık bir yüzyıldayız. Bu yüzyıl içinde duru sularımızı nasıl buluruz, dağlarımızdan akan su pınarlarına nasıl varırız. Dağ önemlidir benim için. Kendimi bildiğim, anladığım, tanıdığım yer. Doğa da öyle. Ruhumun özgürlüğü oralarda. Koşu hâlindeyiz. Yol, dağ ve doğa varken olacağı, olması gereken budur. Yeni bir roman bitirdim. Sanırım bu yoğunluk orada daha çok var. Kerem ile Deniz. Aynalara bakarız yansımız orada. Kırarız kendimizi görmeyiz. Kanatırız ruhumuz kanar. Aynaya bakarak yazan gözleriyle silen dervişler var, gönül ehli olanlar. Biz o aynaların önünde duruyoruz. Kendimizi ne kadar görür anlar ve kavrarız diye. Biz daha kendimizi tanımıyoruz ki. İnsanlık büyük bir kanama geçiriyor. Doğrusu insanı tanıdıkça daha çok zorlanılıyor hayatta. İçimi kanatan o kadar çok şey var ki şu dünyada. Sanıyorum kendimi kendime anlatmakta da zorlanıyorum. Arayışlar içindeyim ben de. Amatör ruhum beni oradan oraya götürüyor. Şehir ve Kültür Dergisi adına gerçekleştirdiğimiz bu söyleşi için çok teşekkür ediyorum Sayın Ali Haydar Haksal… Ben de teşekkür ediyorum, bu kadar zaman bana katlandığınız için. 65
Ş ehir
SÖMÜRGECİLİĞİN ACILARINI
TAŞIYAN AFRİKA ÜLKESİ:
RUANDA Yeryüzü Doktorlarından bir grup arkadaşlarla beraber yolculuk yaptık. Bir süre uçakta kitap okuyarak, film izleyerek gitseniz de gece de olunca bir süre sonra göz kapaklarınız kendiliğinden kapanıyor. Yrd.Doç.Dr.Ahmet KOÇAK*
*TC Medeniyet Üniversitesi
sayı//14// eylül 66
uanda’ya gitmek için arkadaşım Recep Çelik’le Atatürk Havaalanı’na doğru yola çıktığımızda doğrusu içimizde büyük bir heyecan, biraz da endişe vardı. Seyahat edeceğimiz kıta Afrika olunca, önceden aşı olmak gibi bazı yükümlülükleri de yerine getirmek gerekiyordu. Bunları yolculuktan birkaç gün önce yaptırmıştık. Ayrıca sineklere karşı koruyucu sprey vs. gibi malzemelerden de bol sayıda eşyayı çantamıza yerleştirdik. İstanbul’dan Ruanda’nın başkenti Kigali, uçakla yaklaşık altı buçuk saat. Uçaktaki yolcuların büyük bir çoğunluğu Afrika insanından oluşsa da, bayram vesilesiyle uçak Ruanda’dan sonra Uganda’ya da uçacağı için, aileleriyle beraber bu bayramı Uganda’da geçirmeye niyetlenmiş Yeryüzü Doktorlarından bir grup değerli arkadaşlarla beraber yolculuk yaptık. Bir süre uçakta kitap okuyarak, film izleyerek gitseniz de gece de olunca bir süre sonra göz kapaklarınız kendiliğinden kapanıyor. İstanbul’da akşam güneşi batarken çıktığımız yolculuğumuz, gece yarısı saat bir sularında tamamlandı. Uçak alçalmaya başlayınca şehir olabileceğini düşündüğünüz yerler de bile fazla ışık görünmemesi ilk dikkatimizi çeken şey oldu. Kigali Havaalanı son yıllarda yapılmış, modern bir havaalanı. Gelen uçak sayısı fazla olmadığı için Havaalanında da fazla yoğunluk yok. Dolayısıyla işler oldukça kısa sürdü ve bizi karşılayan rehberimizle kalacağımız otele doğru yola koyulduk. Afrika coğrafyası dolayısıyla Ruanda da hayalimizde hep düz bir arazi üzerine kurulmuş olabileceği, çölün ortasında bir şehirdi. Ancak gece karanlığı cadde kenarlarını aydınlatan ışıklar altında şehrin merkezine doğru yol aldıkça şaşkınlığımız artmaya başladı. Başkent Kigali, yeşil ağaçlar içerisinde ve tepeler üzerine kurulmuş bir başkent. Rehberimizde Kigali’nin anlamının bin tepe anlamına geldiğini söyledi. Burada bahsedilen tepeleri, tepecik olarak da tarif edebiliriz. Şehrin yolları genelde bu tepeler üzerinden semtleri birbirine bağlıyor. Ertesi gün şehri gezmeye çıkınca şehrin merkezinin bu tepelerin en yükseğinin etrafında şekillendiğini gördük. Halbuki bizim hayalimizde düz bir şehir, toz toprak, belki asfaltı falan tam olmayan bir Afrika şehriydi. Bundan sonraki her adımız şaşkınlığımızın artmasına vesile oldu. Kalacağımız otelin temizliğini, düzenini görünce endişelerimiz yavaş yavaş izale olmaya başladı. Bunun niye böyle olduğunu sabah kahvaltısında otel sahibiyle tanışınca anladık. Otelin sahibi Muğla’dan Kigali’ye gelerek iki yıl önce bu oteli açmış. Dolayısıyla otel iç dizaynı, temizliği ve
restoranında sunduğu Türk yemekleriyle bizden bir tat, bizden bir lezzet. Ruandalılar da alışmış olmalı ki, otelin geniş bahçesi içerisi hep dolu oluyor. KABİLECİLİK YA DA SİYASİ KIŞKIRTMALARIN NETİCESİNDE SOYKIRIM Ruanda deyince akla gelen ilk şey, bir milyon insanın hayatını kaybettiği 1994 yılındaki iç savaş. İsterseniz bu konuyu ele almadan önce Ruanda tarihi ve bu soykırıma uzanan süreci kısaca özetleyelim. Ruanda’ya 10-15. yüzyıllar arasında Kuzeyden gelen ve hayvancılıkla geçinen Tutsilerle, burada yaşayan Hutular aynı dili konuşmaktadırlar. Sömürgecilik döneminde her iki kabileye de Hristiyanlık kabul ettirildiği için her iki kabile de aynı dine yani Hıristiyanlığa mensup. İdare genellikle arazi sahipleri olan Hutuların elinde iken Tutsiler ise daha çok meraların sahibiydi. Askerliği genelde Tutsiler yapardı. 1880 yıllarında Alman seyyahlar bu bölgeye sıkça gelip gitmeye başlarlar, arkasından da Katolik misyonerlerle bölgeye yerleşirler. Daha sonra İngilizlerden yardım alan Belçikalılar bölgeyi sömürgelerine alırlar. Dolayısıyla bölge halkının bir kısmı Alman misyonerler tarafından Protestanlaştırılırken diğer kısmı Belçikalı misyonerlerle Katolikleştirilir. 1959 yılında çiftçi Hutular üst yönetimlerde bulunan Tutsilere karşı ayaklanır. Bu ayaklanmada on bin kişi hayatını kaybeder.
1962 yılında bağımsızlığını kazanan Ruanda, Belçika sömürge yönetimine de son verir. Ancak bundan sonra da Hutularla Tutsiler arasında iktidar mücadelesi hep devam edegelmiştir. 1994 yılında Ruanda uçağının düşürülmesi sonucu devlet başkanı Uvénal Habyarimana bu kazada ölmüş ve bundan Tutsiler sorumlu tutularak ülkede iç çatışma başlar ve bu kısa süre sonra soykırıma dönüşmüştür. Nisan-Haziran 1994 döneminde yaklaşık 1.000.000 (bir milyon) insan iç çatışmada öldürülmüştür. Bunların büyük bir kısmı Tutsi, geri kalanı ise Hutulardan oluşmaktadır. 2000 yılında seçimle iş başına gelen yönetim ülkeyi idare etmektedir.
Ertesi gün şehri gezmeye çıkınca şehrin merkezinin bu tepelerin en yükseğinin etrafında şekillendiğini gördük. Halbuki bizim hayalimizde düz bir şehir, toz toprak, belki asfaltı falan tam olmayan bir Afrika şehriydi
Doğuda Tanzanya, kuzeyde Uganda, batıda Kongo ve güneyde Burindi ile komşu olan Ruanda’nın Kibungo, Gitarama, Butare, Cyangugu, Kibuye, Giseyni, Ruhengeri, Byumba önemli şehirleri vardır. Ülkenin nüfusu yaklaşık 11. 262.000’dur ve üç etnik gruptan oluşmaktadır. Batılı ülkelerin teşvikiyle oluşan siyasi çatışmalar neticesinde 1994 yılında meydana gelen iç savaşta yaklaşık 1.000.000 (bir milyon) insan hayatını kaybetmiş. Ülke nüfusunun önemli bir oranı, yaklaşık %85’i Hutulardan oluşurken, Tutsiler %14’ü ve üçüncü olarak Twa’lar ise ancak %1 teşkil etmektedirler. Ülkenin %88’i resmi dil olarak Kinyarwanda dilini konuşurken, uzun yıllar Belçika’nın sömürgesi altında kalmasından dolayı Fransızca da yaygın olarak bilinmekte ve 1994 yılından bu tarafa İngilizce de resmi dil
67
Ş ehir
Ruanda’ya 10-15. yüzyıllar arasında Kuzeyden gelen ve hayvancılıkla geçinen Tutsilerle, burada yaşayan Hutular aynı dili konuşmaktadırlar. Sömürgecilik döneminde her iki kabileye de Hristiyanlık kabul ettirildiği için her iki kabile de aynı dine yani Hıristiyanlığa mensup
statüsü kazanmıştır. Ruanda nüfusunun büyük bir kısmı, yaklaşık %93’ü Hristiyan olsa da son yıllarda Müslümanların sayısında da hızlı bir artış olmaktadır. İslamiyet ülkede ağırlıklı ikinci dindir. SOSYAL HAYAT VE AİLE Ruanda’da sosyal hayat akşam karanlığına kadar çok canlı görünüyor. Nüfusunun büyük bir kısmı gençlerden oluşan ülkede en önemli ulaşım aracı motosikletler. Sayısı fazla olmasa da ticari taksiler de var, ancak Ruanda insanının bir yerden bir yere taşıyacak, eşyası olmadığı için kadın erkek motosiklete biniyor ve istediği yere gidiyor. Dolayısıyla trafik derdi de yok motorlar için. Sokak ve caddelerde ahlakî bir görüntü var. Aile yapısının sağlam olduğunu öğreniyoruz. Resmi olarak tek evlilik esas olsa da Müslümanlar birden fazla evlilik yapabiliyor. Ancak evlilik şartları kolay değil. Evlenmek isteyen bir genç, kızın ailesine 1000 dolardan az olmamak üzere para ödemek zorunda. Dolayısıyla başkent Kigali’de bir aylık geçim için yeterli olan 50 dolar lazım olduğu düşünülürse, evlilik için para biriktirmenin ne kadar zor olduğu daha iyi anlaşılır. Afrika ülkeleri içinde su kaynakları bakımından zengin ve halkının önemli bir kısmı temiz suya sahip olan bir ülkedir Ruanda. Ancak hala su kuyruklarında bekleyen, yol kenarlarında kuyu başlarında su doldurmaya çalışan, kaplarla su taşıyan insanları her yerde görmek mümkün. İnsanlar, delinen su kaplarını tamir ettirmek için
sayı//14// eylül 68
bile saatlerce kuyrukta bekliyor. Buralarda yaşayan insanlardan aldığımız bilgiye göre, yaklaşık nüfusun % 30’u hala temiz suya ulaşamamış durumdadır. Ancak edindiğimiz bilgiye göre çoğu Afrika ülkesine göre bu oran bile oldukça iyi sayılmaktadır. Sağlık hizmetleri bakımından da Ruanda Afrika ülkelerinin ortalamasının üzerindedir. Yaklaşık % 60 civarında insan sağlık hizmetlerinden yaralandığını ifade edilmektedir. Ancak geri kalan % 40’lık kısım is ilkel şartlarda hayatını sürdürmektedir. EĞİTİM: Eğitim seviyesi bakımından da Ruanda çoğu Afrika ülkesinden ilerdedir. Ülke nüfusunun yaklaşık %75’den fazlası okuma yazma bilmektedir. Ülkede zorunlu sekiz yıllık eğitim uygulanmaktadır. Ancak eğitimin her kademesi paralıdır. Dolayısıyla Ruanda için yapılacak en iyi yatırımlardan birisi eğitime yani okula olmalıdır. Özellikle genelde Afrika, özelde Ruanda insanındaki temel düşünce bir “beyaz insan” okul açmışsa, en iyisidir. Bu yaygın kabul neticesinde yabancılar tarafından açılan okullara ilgi çok büyük olduğunu öğreniyoruz. OKULLAR MODERN DÜNYADAN 100 YIL GERİ Eğitim düzeyi okul demişken, buralardaki okulları Türkiye’deki okullarla kıyaslamamak gerekir. Nitekim Giseyni şehrinde ziyaret ettiğimiz bir
okulda yaklaşık üç yüz çocuk eğitim alıyormuş. Şehrin minareli tek camisi Masdjik Djamia’ın avlusunu U şeklinde ve tek katlı sınıflarla çevreleyen bu okuldaki manzara bile buradaki şartların ne kadar zor olduğunu anlatmaya iktifa eder. Sınıf pencerelerinde cam yok, çatıdan akan yağmur sularından tavanlar delin kirlenmiş, kimi yerde delinmiş, bazı sınıfların duvarları yarılmış vaziyette. Kara tahtaların neredeyse fonksiyon göremeyecek kadar eski ve taşlaşmış olduğu sınıflarda çam ağaçlarından yapılmış yeterli sıra da yok. Sınıf zeminleri ise yarı toprak yarı beton halini almış. Öğleden sonra derslerin bitiş zamanına yakın ziyaret ettiğimiz için bazı sınıflarda yalın ayak çocukların nöbet usulüyle o bölgede tek olan çeşmeden plastik kaplarla su taşıyarak sınıflarını temizlemeye çalıştıklarını hüzünle şahit olduk. Ancak bizim kısmen içimiz burkularak, ziyaret ettiğimiz sınıflarda çocukların o saf, temiz ve halis kalpleriyle boynumuza sarılmaları, bizlere dokunmaya çalışmaları görülmeye değerdi. Tek tek sınıfları ziyaret ederek, onlara sarılarak yanımızda getirdiğimiz balonları dağıtarak, onların sevinçlerine ortak olduk. Bu arada bir balonun bir çocuğun dünyasında ne kadar önemli olduğuna ilk defa şahit olduk. STADYUMDA KURBAN BAYRAMI NAMAZI Kurban Bayramı namazını Ruanda’nın başkenti Kigali’ye yaklaşık 135 km. olan Giseyni şehrinde kıldık. Ancak bu mesafeyi yaklaşık dört beş saatte katettiğimizi söylememiz, yol şartlarının
69
Ş ehir
durumunu anlatmaya yeter kanaatindeyim. Dağlar, tepeler arasında kıvrım kıvrım uzanan yollar, asfalt olmakla birlikte, tek şerit. Dolayısıyla önünüze takılan otuz kırk yıllık koca kamyonları takip etmeniz gerekiyor. Giseyni, bir kısmı Kongo, bir bölümü Tanzanya sınırları içerisine uzanan Kivu gölünün hemen kıyısında kurulmuş, Kongo sınırına bitişik bir şehir. Ruanda’da on binden fazla Müslümanın yaşadığı, dolayıısyla Müslümanalrın kısmen fazla olduğu bir şehir. Gece geldiğimiz şehirde, sabahleyin bayram namazı için otelden ayrılırken, caddelerde, sokaklarda yediden yetmişe kadın erkeğin bir istikamete doğru gidiyordu. Bu insan seline biz de katıldık. Biraz sonra kulağımıza gelen tekbir seslerinden bir camiye ulaşacağımızı düşünürken, kale direkleri hala yerinde olan şehrin stadyumunda ön tarafta erkeklerin, arkada belli bir boşluktan sonra kadınların saf tuttuğu geniş bir alana ulaştık. Yabancı olduğumuzu farkeden görevliler bizi en ön safta bir yere misafir ettiler. Stadyum ikiye ayrılmış gibiydi. Ön tarafta belki kırk elli saf stadyum boyunca erkekler; arada biraz boşluk renga renk giysileriyle kadınlar. Bayram namazı sonrası adını bile bilmediğimiz Ruandalı din kardeşlerimizle bayramın sevincini kucaklaşarak yaşadık. KURBANLA YAKINLAŞMA Namazdan sonra Giseyni bölgesinde yaşayan ve bir yıl boyunca kurban bayramını, daha doğrusu Türkiye’den hayır sahiplerinin gönderdiği kurbanlık etleri bekleyen Müslümanlara bu emaneti yerine getirmek için işe koyuluyoruz. Şehirde tekbir kesimhane mevcut ve bütün kesimler orada gerçekleştiriliyor. Afrika şartlarına göre oldukça temiz ve düzenli. Hatta kesimhanede sayı//14// eylül 70
görevli veteriner hekimle bir süre sohbet ettik. Dolayısıyla elli büyük baş hayvanın kesimi de fazla uzun sürmedi. Sonra bunları belli parçalara böldürerek paketlenmesi yapıldı. Ancak burada şunu da belirtelim. Ruanda bazı noktalarda gelişmiş ülkelerin kurallarını takip etmeye kararlı bir ülke. Çevreye zarar verdiği gerekçesiyle, naylon poşet kullanmak yasak. Bu yüzden parçalanan et paketlerini kağıt poşetlere koymak zorunluluğu var. Büyük kağıt poşet bulmak zor olsa da şehirde dolaşarak bunu da hallediyoruz. Bu seyahatimizde bizi en çok mutlu eden iki şeyden birisi, zor şartlarda ama sevinçleri gözlerinden okunan, zor şartlarda eğitim gören çocuklarla beraber, ikincisi ise, bir yıldır Türkiye’den hayır sahiplerinin gönderdiği kurbanlardan gelecek etleri bekleyen insanlara bu paketleri ulaştırmak oldu. Et paketlerini alan, yetim, yaşlı, özürlü ve ihtiyaç sahiplerinin sevincini gördükçe biz de buna vesile olanlara teşekkür ediyoruz. YETİM GÜLERSE DÜNYA GÜLER Bayramın üçüncü gününü yetim ziyaretlerine ayırıyoruz. Ruanda’da geçim şartları açısından toplumda büyük uçurum var. Genel görünüş olarak sayılarının az olduğu belli olan çok lüks yaşayanlar ve başkent Kigali’nin hemen merkezinde elektriği suyu olamayan, daracık sokaklar içinde üç beş metre karelik odalarda beş altı kişinin yaşadığı aileler… Kigali merkez caminin (Al-Fatiha Mescid) hemen altındaki sokaklardan birisine giriyoruz.: Nyarungenge semtine. Yürümenin bile zor ve dar olduğu bu dik yokuşlu sokakta, yetim bir aileyi ziyaret etmek istiyoruz. Bu daracık
sokaklarda yağmurlar yağmaya başladığı zaman ya da soğuklar bastırdığında oluşan manzarayı hatırlamak bile insanın içini burkuyor. Tek gözlü evde anne ile beraber üç çocuğu yaşıyor. Ailenin on beş on altı yaşlarındaki genç kızı Tuyisenge Shamimu bizi sokağın başında karşılıyor. Tek kişinin ancak geçebileceği dar sokaklardan o önde bize rehberlik ederek yürüyoruz. Annesi ve kardeşi evin sokağa açılan tek kapılı evlerinin kapısında karşılıyorlar. Beş altı metre kareyi geçemeyen tek odadan oluşan aile fertleriyle beraber biz üç ziyaretçi odaya nerdeyse ancak sığabildik. Evin hepsi bu. Kıyıda birkaç tabak, çanak; ortada gerili ipin üstünde birkaç giyecek ve yerde bir yatak. Ağlamamak için kendimizi zor tutuyoruz. Ancak onlar bu hallerine hep şükür halindeler. Çocukların annesinin, yani ailenin tek yetişkin ferdinin kronik hastalığı varmış, on beş yaşlarındaki Shamimu’dan İngilizce olarak dinliyoruz. Shamimu’nun Şafii ve Şakira adında iki kardeşi daha var. Hastahaneye gitmenin, tedavi olmanın, ilaç bulmanın ayrı sıkıntıları var. Ancak çocuklar buna rağmen neşeli ve istekliler. Okumak, doktor olmak istediklerini söylüyorlar. ZİYARETLER YETİMLERE Ziyaret ettiğimiz ikinci ailenin durumu da birincisinden farklı değil. Babaları ölmüş bir anne ve üç çocuk. Yaşı on altı on yedi olan Rahime ailenin en büyük kızı, iki erkek kardeşi daha var. Dört beş metrekarelik bir oda, yerde bir yatak ve ipe serilmiş diğer eşyalar. Bir çocuğu sevindirmek, bir gönlü fethetmek için bir balonun ne kadar da kıymetli olduğunu insan Ruanda’da daha iyi anlıyor. Çocuk, dünyanın her yerinde çocuk. Ailenin halini, hatırını soruyoruz, nasıl günlerin
geçtiğini, neler yaptıklarını konuşuyoruz. Evin duvarları kışın akan yağmur sularından yarılmış, tavanda gökyüzünü seyredebilecek büyük delikler var. Kışın ne yaptıklarını sorduğumuz da, çaresiz bir şekilde burada yaşamaya devam ettiklerini söylüyorlar. Üzülmemeleri gerektiğini, Türkiye’de aynı duyguyu paylaşan kardeşlerinin olduğunu söylerken, göz yaşlarımıza hakim olamıyoruz…. Ailenin bir öğün yiyeceği için odada hiçbir şey görünmüyor… Korkarak Geldiğimiz Ancak Muhabbetlerimizi bağladığımız
Ruanda’da sosyal hayat akşam karanlığına kadar çok canlı görünüyor. Nüfusunun büyük bir kısmı gençlerden oluşan ülkede en önemli ulaşım aracı motosikletler
RUANDA’ DAN AYRILIŞ Cumartesi günü akşam Türkiye’ye dönüş için ufak hazırlık yapmak, çarşısını pazarını ziyaret etmek istiyoruz. Ancak burada ilk defa duyduğumuz, önce şaşırdığımız, sonra da keşke bizde de olsa dediğimiz bir uygulamaya. Ruanda’da her ayın son cumartesi günleri öğleye kadar temizlik günü. Yani bir nevi mıntıka temizliği. O gün hem görevliler hem gönüllüler öğleye kadar şehrin cadde ve sokakların genel temizliğini yapıyor. Bir iş vesilesiyle sokağa çıkanlar ise zorunlu olarak temizliğe katılmak durumunda. Öğleden sonra çıktığımız meyve sebze pazarından ananaslarımızı alarak, havaalanının yolunu tutuyoruz. Dönüş yolculuğunda beş günümüzün dolu dolu geçtiği, yeşillikler ülkesi Ruanda’yı neden bu kadar geç ziyaret ettiğimize hayıflanıyoruz. Dünyanın en güzel çayının üretildiği, çeşitli tropikal meyvelerinin yetiştirildiği, tepelik ve dağlık arazilerden oluşan yemyeşil Ruanda insanı, ülkenin yeşilliği kadar sıcak ve samimi. 71
Ş ehir
TANPINAR’LA
BURSA’ YI
KEŞFETMEK
Stalin’in haksızlığına uğrayan Buharin, Türkiye’de pek okunmayan kitabı Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi’nde, “emperyalizmin kendi suretinde bir dünya yarattığını” belirtir. Yerli, millî, farklı renklerin nerdeyse tamamen silindiği, insanî değerlerin ikinci plana atıldığı, acımasız, hepsi birbirine benzeyen bir örnek bir dünya. Fethi Murat DOĞAN
arih, sadece geçmişte olup bitmiş bir olaylar yığını mı; yoksa bugünü ve geleceği etkileyen, belki de belirleyen değerlerin, geleneklerin, kültürün; edebiyat, sanat, estetik ve mimarî eser ve anlayışların oluşturduğu bir miras mı? Böyle zengin bir mirasın, toplumların bugünkü yaşayışını ve geleceğe ilişkin hayal ve ideallerini biçimlendirmedeki etkisi de sanılandan daha fazladır. Kökleri derinlere ve etrafa yayılan çınar gibi, işte bu zengin tarihî miras, aynı zamanda, toplumsal dokunun güçlü olmasını sağlıyor ve toplumun çeşitli sarsıntılara karşı dayanıklılığını ortaya koyuyor. Stalin’in haksızlığına uğrayan Buharin, Türkiye’de pek okunmayan kitabı Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi’nde, “emperyalizmin kendi suretinde bir dünya yarattığını” belirtir. Yerli, millî, farklı renklerin nerdeyse tamamen silindiği, insanî değerlerin ikinci plana atıldığı, acımasız, hepsi birbirine benzeyen birörnek bir dünya… Prof. Dr. Oktay Sinaoğlu hocamız buna “kültürel soykırım” diyor. Manila, Bombay, Mexico City, Sao Paulo, Rio de Janeiro vd.nin, bir yanda Atlantikötesindeki ve Batı Avrupa’daki benzerlerinin kopyası yapıları, gökdelenleri; lüks, ihtişam ve debdebenin her yönüyle sırıttığı, “pembe dizi”lere konu olan “aşırı modern” hayat tarzıyla öte yanda, yürek yakıcı yoksulluk ve sefaletin bir arada, yan yana olduğu derin uçurum… Asya, Afrika ve Orta-Güney Amerika ve Doğu Avrupa halklarının, “küreselleşme” adı altında yeni bir ivmeyle daha geniş kapsamlı nitelik kazanan sömürü, yağma, talan ve müdahalelere karşı direnmekten başka bir yol ve seçenekleri bulunmuyor. Bu toplumların varlığı ve gelişmesi için işte tarihi miras çok büyük bir güç kaynağı niteliğinde… Zengin tarihî mirasa sahip şehirlerimiz, başta İstanbul ve Bursa olmak üzere, bu çokyönlü ve uzun vadeli direnişin, hatta “küresel” saldırıya karşı meydan okumanın öncü merkezleri olmayı hak ediyorlar. Irak’ı işgalinde çok zengin Bağdat Müzesini bir günde yağmalayan “modern” Vandallar; “tarihsiz bir toplum”un, insanlığın zengin tarihine düşmanlığını her fırsatta ortaya koyarak zengin tarihe sahip toplumları da kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Rahmetli Attilâ İlhan, “Demokrat İzmir” gazetesini çıkardığı dönemde kendisini ziyarete gelen ABD konsolosuna, işte bundan dolayı: “Sizin bütün tarihiniz, bizim çöküş tarihimiz kadar bile değildir!” demişti. Türkiye, çok zengin tarihi, yüzyıllara dayanan büyük devlet gelenekleri ve olağanüstü nitelikteki
sayı//14// eylül 72
Bursa Ulu Camii
tarihi mirasıyla sadece Türk Dünyasının, sadece İslam Dünyasının değil, bütün Üçüncü Dünyanın, hatta bütün insanlığın adalet, eşitlik ve özgürlük uğruna mücadelesinde öncü bir role sahiptir. Zengin tarihe sahip şehirlerimizle ilgili olarak da sadece işlevsel yönüyle dikkati çeken, ancak mimarî ve estetik bakımdan dikkate değer bir yanı olmayan devasa yapıları, insanı ezen, aşırı bireyci, her türlü yardımlaşma, dayanışma ve merhamet duygusunu yok eden anlayışıyla “küresel” nüfuz ve tahakküm karşısında asla edilgin bir yola girilmemeli; “bütün dünyada böyle bir gelişmenin görüldüğü” (?!) şeklindeki safdil anlayışlara itibar edilmemelidir. Günümüzde hemen herkesin ilgi gösterdiği, beğendiği, severek okuduğu Ahmet Hamdi Tanpınar gibi büyük bir yazar, çok güçlü bir tarih bilincine sahip olmanın olağanüstü hâkimiyetiyle Bursa gibi şehirlerimizde, “eski günlerin”, tarihin, her ân her dakika karşımıza çıkan, yaşayan, hayata ve zamana farklı boyut ve derinlik katan gücünü, başka şehirleri kıskandıracak bir güzellikle ortaya koymuştur. Evet, Beş Şehir’den ve “Bursa’da Zaman”dan söz ediyorum; elbette, aynı adlı şiiri de böyle bir anlayışın zengin ve dokunaklı ifadesi olarak çok güzel. Tamamen bize yabancı bir basın yayının yarattığı gayrimillî bir turizm anlayışıyla üç günlük tatilde bile Avrupa şehirlerine, Paris’e, Londra’ya... binlerce insanın gittiği biliniyor. Çok ilginçtir, Topkapı Sarayını, Süleymaniye’yi, Harbiye Askeri Müzesini ve diğerlerini gezip görmeyenler, bir Mehteran gösterisi seyretmemiş olanlar, Buckingham Sarayı önündeki kalpaklı bir bölük askerin, müzik ve gösteri bakımından bizim Mehterimizle hiç kıyaslanmayacak
nöbet değişimini, diğer yabancılarla birlikte nerdeyse aynı hayranlıkla seyrediyorlar! İşte bu anlayıştakiler, ellerinin altındaki, çok yakınlarındaki güzellikleri ve zenginlikleri, belki de “batının göz kamaştırıcı etkisi” dolayısıyla göremiyorlar, fark edemiyorlar, keşfedemiyorlar; hatta önemsemiyorlar bile! Oysa Bursa, “keşfedilmesi” gereken şehirlerimizin başında geliyor. Bizim Yıldız Teknik Üniversitesinden mezun olan Bursalı öğrencim Ezgi Gür de birçok başka öğrencim gibi, Tanpınar’ın Bursa’yı anlatışındaki o olağanüstü güzel üsluba “vurulmuş” ve ne zamandır yaşadıkları bu şehri keşfe koyulmuştu: “Yıllardır Bursa’da oturmama rağmen, Bursa hakkındaki bilgilerimin yetersizliğini “Bursa’da Zaman”ı okuyunca öğrendim. Benim adını bile bilmediğim semtler, meğer arkalarında ne olaylar, ne tarihler barındırıyormuş!.. Bütün o camilerin, türbelerin, hatta çeşmelerin bile ne hikâyeleri varmış! Artık farklı bir gözle bakıyorum çocukluğumun geçtiği yerlere, yeşilin tarihle kucaklaştığı bu şehre.” Modern bir örnekliğe, “küreselleşme”nin, dil, kültür, mutfak, mimarî vd. yerli ve millî olan ne varsa silip süpüren etkisine karşı en büyük dayanağımız, millî ve manevi değerlerimiz, her alandaki zengin tarihimiz, millî kültürümüz, irfanımız, toplumsal dayanışmamızdır… Bu bakımdan Bursa’yı keşfetmek, sadece yeni güzellikler görmekten çok öte, bize çok farklı bir bakış açısı kazandıracak ve köklü bir tarih bilinci edinmemize vesile olacaktır. Kitabını okuyan herkese Bursa’yı derinden sevdiren Tanpınar, ezelî ve ebedî bu Türk şehrini keşfimizde bize rehberlik ediyor. 73
Ş ehir
KENDİNİ SEVDİREN ŞEHRİN SIRRI
TOKAT Evet, biraz çılgıncaydı ama bu düşünce benim aklımdan bir türlü çıkmıyordu. Ne kadar mantıksız görünse de, vücudumdaki bütün içgüdüler, bana Türkiye’deki kalemi bulma maceramda ilerlememi söylüyordu
Katharine BRANNING* Çeviren: İbrahim ZENGİN
*Amerikalı Yazar Katharine Branning, “Bir Cay Daha Lütfen” ve “Ay Sultan” kitaplarının yazarıdır. 1978’den beri her sene Tokat’ı ziyaret etmektedir, Sulusokak mahallesinde bir ev sahibi olmuştur. Zamanını, Fransız Enstitüsü Başkan yardımcısı olduğu New York City ve lezzetli bir Bat yapmanın sırlarını öğrenmeye çalıştığı Tokat arasında bölüştürmüştür.
sayı//14// eylül 74
iraz çılgınca olduğunu kabul ediyorum. Türkiye’de bir ev sahibi olmak, beş yıldır, benim için gittikçe artan bir takıntı haline geldi. Kesin olan bir şey varsa, bunu, bana bu kadar sevgi gösteren bir ülkeyle kurduğum bağı devam ettirme arzusu teşvik etti ve bu karşılıklı keşfedilmeyi devam ettirmeye zorlayan bir çağrı duydum. Fakat hayatımın gittikçe artan mesleki ve kişisel sorumlulukları göz önünde tutulursa, böyle bir şeyi nasıl tasarlayacaktım? Ve böyle bir rüyayı gerçekleştirmenin yollarını bulmaya nasıl başlayacaktım? Evet, biraz çılgıncaydı ama bu düşünce benim aklımdan bir türlü çıkmıyordu. Ne kadar mantıksız görünse de, vücudumdaki bütün içgüdüler, bana Türkiye’deki kalemi bulma maceramda ilerlememi söylüyordu. Yürekten biliyordum ki, bunların hepsi doğruydu, düşüncesizce veya çılgınca değildi. Emin olduğum bir şey varsa, kalp her zaman doğruyu söyler. Aşk söz konusu olunca, hiçbir şey saçma değildir. Muta-savvıfların dediği gibi, It just is., ve öyle kabul edilmesi gerekir, çünkü aşk hiçbir za-man yanılmaz. Türkiye’ye duyduğum aşk da kesinlikle ruhumdaki genlerin bir parçası olmuştur. Bir defter çıkardım ve dilek listemi yazmaya başladım. Bu yeri seçmemdeki kıstaslar benim için açıktı: bir ucundan diğerine kadar yürüyebileceğim, manav ve fırınlara ve önemli mekânlara ulaşımı kolay olan küçük bir şehir istiyordum. Şehir mer-kezinden uzakta bir köyden ziyade, sosyal yapısı ve hizmetleri olan orta büyüklükte bir şehir istiyordum. Türkiye’de bulunması hiç de zor olmayan, doğal güzellikler içinde bir yerde olmak istiyordum. Kokteyllerin, süslü mağazaların ve gürültülü diskoların geçerli akçe olmadığı mütevazı bir bölge diliyordum. Güzel insanlarla dolu güzel bir yer istemiyordum. Bütün bir yıl boyu yaşadığım büyük bir şehir değil de, New York caddelerinin yoğunluğundan beni kurtaracak küçük bir şehir arzuluyordum. Kişilik sahibi ve eşsiz olan, yarı köylü bir şehir arıyordum: kendine has şivesi, konuşması, gelenekleri ve yemekleri olan. Beni kabul edebilecek, hayatın akışına katılarak etkide buluna bileceğim ve bir aile kadar yakın olabilecek arkadaşlara sahip olabileceğim bir şehir bulmak istiyordum. Sadece yaz aylarında patlarcasına dolan bir tatil köyü değil, bütün bir yıl kalabileceğim bir şehir istiyordum. Yabancıların, yabancı yatırımcıların veya gösterişli zengin İstanbulluların değil, gerçek Türklerin doldurduğu bir yer arıyordum. Bu ülkenin kalbinin hâlâ kuvvetlice attığı yer olan ülkenin çekirdeğinde, Anadolu’da olmak istiyordum; geleneklerin denize akıp gittiği
bir sahil kasabasında değil. Anadolu’da olmak istiyordum, tevazu ve sadeliğin memleketinde; tutkunu olduğum, değer verdiğim ve 40 yıldan fazla bir süredir sadık kaldığım bir memlekette. Arayışımın cevabının yüzüme baktığını fark ettiğimde kalemimi bıraktım: Orası, 35 yıldan uzun bir süredir ziyaret ettiğim bir şehir olan Tokat’tı. Defterimdeki bu kadar detaylı kıstaslara rağmen, Tokat’a taşınmam, akılcı bir karar değil, daha çok saf duygusal bir karardı. 1978 de şehre yaptığım ilk ziyareti çok net hatırlıyorum. Sokaklarında dolaşırken, kendimi sebepsiz yere gülümserken buldum. Sebebini o zaman da bilmediğim ve şimdi de açıklayamayacağım bir mutluluk hissettim, fakat bu gizemli mıknatıs beni her yıl kendisine çekti. Tokat beni asla aldatmayan ve yıllar geçtikçe içimde büyüyen, yaşlanan ve kendini yenileyen bir sevgili. Geldim, gördüm, Sulusokak’ta ilk yürüdüğümde bu şehre âşık oldum ve bir daha asla geri bakmadım. Sade bir şekilde anlatmak gerekirse, her yerden daha rahat bir şekilde nefes alabildiğim bir yer keşfetmiştim. Benim için cevabı çok net olabilir, ama eğer bir kişi daha bana “Neden Tokat?” diye sorarsa, galiba onun kafasına bir domates atacağım. Benim Tokat’a yerleşmeye karar verdiğimi duyup da bana bu soruyu sormayan tek bir Türk yok. “Neden Tokat? İstanbul olsa kesinlikle anlarım, Bodrum ve Fethiye de harika olabilir, fakat orası de nerden çıktı? Bu ülkede seçilebilecek o kadar güzel yerler varken, neden Tokat’ı seçtin?” Ne zaman birisiyle tanışsam, kendimi bu soruya
hazırlıyorum, çünkü biliyorum ki, bu soru sorulacak ve ben de cevaplamak için sabrımı zorlamalıyım. Seçimimi haklı çıkarmak için mazeret sunarken biraz sinirleniyorum. Kabul edi-yorum, bu şehri kendi kişisel cennetim olarak seçmiş olmam biraz garip kaçıyor olabilir. Buenos Aires’te bir apartmana veya Provans’ta bir taş eve yerleşmeyi seçmiş olsaydım, bana bu soruyu kimse sormazdı. Bu yolculuğa çıkma nedenimi niçin savunmak zorunda kaldığımı bir türlü anlamıyorum. It just is. Hiç kimse bana “Allah’ını seversen, neden kocana âşık oldun?” gibi bir soru sorma kabalığını göstermez. Bir erkeğe âşık olmanın büyüsünü kabul edebilirler, öyleyse neden bir mekâna âşık olmanın belirgin, mantıklı bir sebebi olması gerekiyor? Neden Türklere, Tokat’ın eşsiz bir yer olduğunu anlatması gereken ben, bir yabancı, olmak zorunda İlk başlarda, bana “Neden Tokat? diye soran boynu eğik, çatık kaşlı kişilere vermek için hazırladığım basma kalıp bir cevabım vardı. Kibarca gülümseyip “Ah, bu yerin zengin ve uzun tarihi! Danişment ve Selçuklu tarihi, yeşil tepeleri, huzuru, şefta-lileri, insanları…” derdim. Ve devam ederdim, fakat yüzlerindeki şaşkın ifade devam ederdi ve anlattığım hikâye onları etkilemezdi. Şimdi, burada bir müddet yaşadıktan sonra, insanları anında susturan ve daha ikna edici bir cevap buldum. Bu cevabı verdiğimde, çatılmış kaşlar gevşiyor, ağızlar biraz açılıyor ve anlık bir sessizlik oluyor. Cevabım şöyle: 75
Ş ehir
Tokat Sulu Sokak
“Evet, Tokat’ı seçmek için birçok sebebim var ve zorlandığım Türkçe ile bunu size açıklamam biraz zor olacak ve bunun için özür diliyorum. Neden olmasın? Evime taşındığım zaman neler olduğunu sizinle paylaşmama müsaade edin. Taşındığım gün, emlakçimin karısı bana hediye olarak bir seccade getirdi ve evime gelen Müslüman misafirlerin doğru yönde nasıl namaz kılacaklarını gösterecek şekilde serdi. Misafirlerimin, bir yabancının evinde değil de, kendi hayatlarının bir parçası olan bir kişinin evinde olduklarını hissetmelerini istedi. Evime taşındığım ilk sabah saat altıda inşaat müdürü, yağlı ekmek ve cevizli çöreklerle geldi ve yeni evimde yapacağım ilk kahvaltıda yalnız kalmamamı sağladı. Buradaki ikinci günümde, dokuz kadından oluşan heyecanlı bir grup kek ve kurabiyelerle geliverdi, evimin ve benim saadetim için Kuran’dan özel bir okuma gerçekleştirdiler.
sayı//14// eylül 76
Herkes bu sorunun cevabını biliyor ve bu yüzden bir müddet susup kalıyorlar. Ve ayrıca Tokat’ın havası bana iyi geliyor. Yine de Tokat’a taşınmamı merak edenlerin sonu gelmez. Kaçınılmaz soru olan “Neden Tokat?” tan sonra bana sorulan ikinci soru “Fakat o kadar küçük bir şehirde ne yapıyorsun? Sıkılmıyor musun?”
Bir komşu hanım bana kenarları oyalı bir başörtüsü hediye etti, böylece onlar-dan biriymiş gibi görünecektim, bir başkası da bir anahtarlık tutuşturdu. Akşamleyin genç bir çocuk geldi ve bana bir saz konseri teklif etti. Ertesi gün üç üniversite öğ-rencisi geldi ve sınıfta okudukları kitabın yazarıyla tanışmak istediklerini söylediler. O gün öğlen sonra eve geldiğimde kapımda 30 komşu kadın ve çocuklarını, beni karşılamak üzere kapımda beklerken buldum. Tokat valisi ve Ankara’dan gelen millet-vekili, bahçemde çay içmek ve evim için saadet temenni etmek üzere evime geldiler.
Evet, İstanbul buradan çok uzakta! Ben, Tokat’a, ışıltılı sosyal hayat, sanat sergileri, tiyatro galaları, gurme restoranları, en son moda alışverişler veya tarz sahibi insanlar manzaraları, Paris veya New York’ta kolaylıkla bulabileceğim görüntüler için taşınmadım. Bu yüzden bu sorulara aynı şekilde cevap veriyorum: İstanbul, Paris veya New York’ta çok meşgul olduğumdan dolayı yaşayamadığım etkinliklerin tadını çıkarmak için Tokat’a taşındım. Onlar hayatın küçük zevkleridir, bizi alışılmış düzenden uzaklaştıran, büyüleriyle aklımızı başımızdan alan, kişiliksiz büyük şehirlerde karşılaştığımız iç karartıcı monotonluğun varlığından bizi kurtaran, minik, sıcak dakikalardır. Benim için onlar, Broadway’in veya Champs-Elysées’nin bütün ışıklarına bedeldir. Biz genelde, pek çok derin güzelliği barındıran bu küçük detayların hakkıyla tadını çıkarmadan hayatın içinden geçip gidiyoruz: bir bardak sıcak çay, tatlı şeftali, sokakta birbirini selamlama, uzatılan el, gülümseme. Çoğunlukla bunların önemini kavramak için zaman harcamıyoruz. Tokat’ı seçmem, insanlara, bunu yapmaları gerektiğini hatırlatıyor.
Görüyorsunuz ya, Tokat’ta işler böyle yürüyormuş. Şimdi ben size soruyorum: Eğer Bodrum ya da İstanbul’a taşınmış olsaydı, böyle sıra dışı bir hoş geldinle karşılaşabilir miydim?
Tokat’ı her düşündüğümde aklıma gelen iki kelime “yeşil” ve “tatlı”. Bunu sebebi sadece yeşil tepeleri ve tatlı şeftaliler değil, bölgenin meşhur sulu narince yeşil üzüm salkımları gibi bol
bulunan çekici mutlulukları. Bunlar Tokat’taki hayatımın en yoğun deneyimleri: Bazılarını tekrar be tekrar yaşasam da beni cezp etmeye devam ediyor, bazıları da hayatta bir kez yaşayabileceğim hadiseler. Ben onlara “günlük mucizeler” diyorum ve Tokat’ta onlardan pek çok var: Sabahleyin hayatın küçük sesleri başlamadan önce uyanmak ve mahalledeki horozlar hep bir ağızdan ötmeye bile başlamadan önce, gözlerimi açan içgüdülerime hayret etmek, Her sabah kahvaltımı zarif Burçak Kafe’de yemek ve her garsonun bana gülümseyerek ismimle hitap etmesi,
Tokat Sulu Sokak
Komşu çocuklarının bahçe duvarının diğer tarafında top oynamaları ve onların oyunlarından her gün yeni bir kelime öğrenmek, Sabahları ana meydanda, fakir bir insanın defin işlemlerinin, zengin birisininkin-den farklı olmamasını sağlamak için, bütün şehrin cenazesine katılmasını sağlamak niyetiyle, bir önceki gün vefat edenlerin cenaze namazlarını bildiren genel duyuruları dinlemek, Sulusokak’taki müzenin önündeki devasa Roma dönemi kil tencerelerin önün-den geçmek ve içlerinde neler saklandığını ve nasıl taşındıklarını hayal etmek, Komşu kadınlarıyla konuşurken Tokat şivesini ve seslerinin anlamını çözmeye çalışmak, Şehrin nabzının Cuma namazına çağıran ezanla durmasını hissetmek, Mevlevihane’nin taş basamaklarında yürümek ve benden önce kaç dervişin ha-yatın gerçeğini arama yolculuklarında buraya geldiklerini hayal etmek, Bana yeni bisikletini göstermek için heyecanla bağıran, dokuz yaşındaki kom-şum Batuhan, Düğün ve sünnetlerdeki korna seslerini dinlemek ve oralarda gece yarısına ka-dar çalan ve evimin karşısındaki vadide yankılanan otantik halk müziklerini dinlemek, 13. yüzyıl Selçuklu köprüsünün gölgesindeki derviş kulübesinden bakarak Ye-şilırmak kenarındaki açan pembe gülleri koklamak, köprünün üzerinden geçerken, 800 yıl boyunca oradan kaç sultanın, vezirin, tüccarın, dervişin, çiftçinin ve devenin geçti-ğini düşünmek, 17. yüzyıl Taşhan’ın avlusunda sıcak çay içip taze pişirilmiş katmer yemek, parmaklarımdaki lezzetli yağını yalamak, Bahçemdeki sandalyede kitap okurken temiz, taze ve kuru havayı solumak,
Tokat’tan bir görünüm Şehre doğru gezintiye çıktığım her defasında, hava etkisiyle aşınmış, daha önce fark edilmemiş yakışıklı bir Tokat kapısı keşfetmek. Ezan seslerinin yankılarını penceremden dinlemek ve her biri diğerinin ardından başlayan duyduğum her farklı sesi saymak,
Tokat’taki gökyüzündeki kalenin bahçesinde sessize otururken, gecenin, evimin karşısındaki diğer kalenin kayalıklı eteklerine samur rengi perdesini çekmesi, gökyüzü-nün renkli ışıklarının tarihi bir tiyatro gibi kalenin üstün, örtmesi. Ve liste böylece uzayıp gidiyor. Benim Tokat isimli bu âleme hayran kalma se-bebimi belki anlayabilirsiniz, belki de anlayamazsınız. Lâkin ben anladım ki, bir mekân, ruh eşi olabilirmiş, Tokat da benim ruh eşim. İster dünyanın bir ucuna, ister eğri büğrü Erenler caddesinin sonuna kadar seyahat edeyim, her zaman hatırımda tutmalıyım ki, bir seyahat, insan hayatının sırlarına doğru yapılan bir yürüyüştür ve eminim ki Tokat da bana bu sırlarından pek çoğunu açacaktır. Konuş benimle Tokat, seni dinliyorum! 77
FATİH SOFALIÇEŞME SOKAĞI’NDAKİ ÇOCUKLUĞUM Acıçeşme semtinin Sofalıçeşme caddesi, Keçeci Pîri Camii’nin yanındaydı evimiz. H. Yıldırım AĞANOĞLU*
* T.C. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri
sayı//14// eylül 78
ıl 1970’lerin ilk yılları beş yaşlarındayım. Fatih Edirnekapı’da oturuyoruz. Acıçeşme semtinin Sofalıçeşme Caddesi, Keçeci Piri Camii’nin yanındaydı evimiz. Tek katlı üç odalı, bahçeli bir evde oturuyoruz. Sonradan farkına vardık ve mutlu olduk ki Dersaadetli imişiz. Genç okuyucularımıza izah kabilinden: Osmanlı zamanında Suriçi’nin ismi Dersaadet imiş. Eyüp, Galata ve Üsküdar ise Bilad-ı Selase olarak isimlendirilirmiş ve İstanbul’dan sayılmazmış. Sokağımıza ismini veren, Santa Farma ilaç fabrikasının tam karşısında bulunan Güldede Sokağı’nın başında kesme taştan yapılma tarihÎ bir sofalı çeşme bulunuyordu. Annem, babam, ilk çocukları olan ben ve o zaman için evlenmemiş saatçi amcam ile beraber oturuyoruz. Evime dair ilk hatırladığım, küçük bir bahçemizin olduğu ve bu bahçede üç tekerlekli bisikletime binmemdir. Yemek yemeyen nazlı bir çocuktum. Annem yemeyince beni bahçeye çıkarırdı. Evin bahçe kapısında annem elinde tabakla beklerken, ben bisikletle bir tur atıyor, sonra ağzıma bir kaşık veriyordu. Şimdi düşünüyorum da çocukların anne babalarına yaptıkları bu zulmü, kendi çocukları onlara yapana kadar anlamaları mümkün değil. Sizlere sokağımda bakkala ilk defa ekmek almaya gitme merasimini anlatacağım. Sokaklar her ne kadar şimdiden çok güvenli olsa da annem telaşlı, babamla konuşuyorlar. Konu, küçük çocuklarını ekmek almaya gönderebilmek. Birisi diyor, daha çok küçük, öbürü diyor. Hayır, zamanıdır alışsın. Neticede bir yaz günüydü. Kısa şortumla Fatih’in tek katlı bahçeli evimizden bir kahraman edasıyla sokağa çıktım. Annem evimizin mavi boyalı camekânlı demir kapısından beni uğurladı. Aç avucunu, al bu parayı dedi ve elime 125 kuruş verdi. Şimdi sıkıca kapa, bakkala gidene kadar da açma, hırsızlar çalmasın e mi. Hadi bakalım Bakkal Tahir amcanı biliyorsun değil mi, git bize bir ekmek al dedi. Aman dikkat yavrum, yolun karşısına geçerken arabalara dikkat et, tenbihini de unutmadı. Babam her zamanki sakinliği, dinginliği ve babalığı ile içeride oturmaya devam etti. Ne yani bando mızıkayla uğurlayacak değildi ya. Sokağımız parke taşlı ve Arnavut kaldırımlıydı. Kaldırımın her biri başka boyut ve renkteki taşlarına ve arasında yetişen çimen, ot, börtü böceği seyrede seyrede yokuş aşağıya inmeye başladım. Bakkalın karşısına gelmiştim. Bir sağa bir sola baktım. Hiç araba gözükmüyordu. Gerçi sokak deyince, sonraları cadde diye anılmaya başladığını ekleyelim. Çünkü Fevzipaşa Caddesi’nin Vefa Stadı’nın tam karşısından girdiğiniz zaman bu yol sizi Vatan Caddesi’ne veya Hırka-i Şerif’e ulaştırırdı. Dolayısıyla
ana cadde değil ama önemli bir sokaktı. O zamanlarda mahallede park den bir araba dahi yoktu. Demek ki, kimsenin arabası yokmuş. Dolayısıyla sokağımızdan geçen araba sayısı da son derece sınırlıydı. Koşarak karşıya geçtim. Bakkal Tahir Amca beni ilk kez yalnız görünce şaşırdı. Hoşgeldin, ne istiyorsun bakalım? dedi. Ben de bir ekmek istiyorum dedim ve elimdeki parayı uzattım. Alabilmesi için eğilmesi gerekiyordu. Ne kadar kısaymışım. İlk vazifemin birinci kısmını başarıyla tamamladım. Bak benim aslan oğlum ne kadar büyümüş de eve ekmek almaya gitmiş. Aferin ona demişti. Mutluluğumu anlatamam. Büyümeye başlamıştım. Gözyaşı, kan, acı, vazife, ekmek, başarmak, mutluluk kavramları hâlen çok önemli değil mi hayatımızda? Sokağımıza geri dönelim. Evimizin yukarısında da diğer bir bakkal daha vardı. Arnavut iki kardeş işletirdi. Bir tanesinin adı Niyazi Amca idi. Kardeşi daha yaşlıydı. Ona dede derdik. O biraz asabiydi. Niyazi Amca ise çocuklara hiç kızmazdı. Biraz daha büyüyünce artık bakkal işleri tamamen bana ait oluyordu. Dolayısıyla un, şeker, yağ gibi ev ihtiyaçlarını ben almaya başlamıştım. Anneler çok mecbur olmadıkça alışverişe gitmezdi. Eh bu kadar gide gele, bazı şeyleri hak etmeye başlamıştım. Annem para artınca bazen bisküvi almama müsaade ederdi. Çikolata almak henüz daha hayaldi. Daha pahalıydı yani daha az yerdik. Bisküvi ise şimdiki gibi hepsi ambalajlı, albenili değildi henüz. Üstü camekânlı, madeni bisküvi kutuları vardı. Niyazi bakkalda bu kutulardan dört tane vardı. Üstte finger, ikinci sırada kaymaklı, altta pötibör, en altta da uzun gofretlerden vardı. İşte 10 kuruş verdiğimizde her halde iki-üç tane bisküvi alırdık. Bakkal amca bir gazete kâğıdını külah yapar, elleriyle onun içine koyar verirdi. Henüzplastik eldiven, hijyen, mikroplu, katkılı diye bir derdimiz yoktu. Ne lezzetli gelirdi onları yemek. Şimdi ise bir değeri yok. Çünkü paket olarak alıyorsunuz. Ne kadar fazla alırsanız o kadar az değerli olur. Bu işin kuralıdır. Diğer çocuklar da aynı durumda ve dışarıda arkadaşlarının yanında yemek çok ayıp sayıldığından hiç kimse de bu yokluğu mesele etmezdi. Babam gezmeyi severdi. Bir gün beni aldı ve Emirgân’a götürdü, annem o gün işi olduğundan gelmek istememişti. 86 numaralı Edirnekapı-Eminönü hattı ve biletçilerin bulunduğu bir otobüsle Eminönü’ne gittik. Oradan bizi Emirgân’a götürecek otobüse bindik. Emirgân’a geldik. Babam acıktın mı diye sordu. Başımı sallayınca, tarihî çınaraltının yanından geçerek oradaki en büyük bakkala gittik. Koca bir tekerlek eski kaşardan 100 gram aldık. Bir de hayatımda ilk defa sardalya konservesi gördüğümü söylemeliyim. Yanında Emirgan fırınından taze, mis kokulu sıcak bir ekmek aldık
ve doğru deniz kenarına gittik. Orada oturup yemeğimizi yedik. Hayatımda yediğim en lezzetli yemeklerden biriydi. Tarihî Çınaraltı’nda babamın çay benim gazoz keyfimi de unutmayalım. Yıllar sonra nice 5 yıldızlı otelde, restoranda yemek yedim, ancak ben hâlâ Emirgan’daki eski kaşar, sardalya ve sıcak ekmeğin lezzetini unutamıyorum. Sonra büyüdük okula gittik. Herkes mahallesindeki okula yürüyerek gider, servis nedir bilinmezdi. Başarılı bir öğrenci sayılırdım. Bütün ilkokulu pekiyi derecesinde geçtim. İlkokul birinci sınıfı pekiyi ile geçince babamdan iki tekerlekli bisiklet istedim. Doğal olarak memur maaşıyla alacak durumu yoktu. Babam akşam namazına gittiğinde annem yine yavaş sesle uyardı: Çocuk pekiyi ile geçmiş, bir şey bekliyor eli boş gelme bir şey al. Babam Ne alayım? dedi ve gitti. Akşam namazından geldikten sonra karne hediyemle gelmişti. Hâlen marketlerimizde satılan bir çikolatalı gofretle yani bir adet Dido ile gelmişti. Ben her ne kadar buna sevinsem de yüzüm asıktı. Çünkü bazı arkadaşlarımın babaları pekiyi karne getirirse onlara bisiklet, oyuncak, futbol topu gibi sözler vermişti. Ben ise bir Dido ile ödüllendirilmiştim. Bisiklet beklentim hep sürdü ta ki üniversiteye gelip beklentimden vazgeçene kadar. Annem rahmetli oldu. Ben askerden döndüm ve evlendim. Babam da bu arada belediyeden emekli oldu. Beraber oturuyorduk. Babam emekli ikramiyesiyle hacca gitti. Gelinine bir otomatik çamaşır makinesi aldı. Ben de para biriktiyordum. 1993 yılında Türkiye’de olmayan bir model olan elden vitesli kanarya sarısı 1976 model Renault 16 arabamı almama yardımcı oldu. Bisiklet alamamıştı ama benim araba almama yardımcı olmuştu. Allah rahmet eylesin. Yolu kapatıyor arabaların geçişine engel oluyor diye 30 yıl kadar önce Sofalı Çeşme’nin kitabesi ve ön yüzü yandaki apartmanın girişine taşındı ve sofası yıkıldı, suyu da akmaz oldu. Sokağımız da değişti, şehrimiz de, kültürümüz de. Araba aldığım yıllarda artık Sofalıçeşme Sokağı da cadde olmuştu. Artık araba park edecek yer kalmamıştı. Şimdi ise hiç yok, park edebilmek için sokaklarca dolaşmanız gerekiyor. Mal varlığımız, eşyalarımız, araçlarımız çoğalmış; komşularımız, insanlığımız, şefkatimiz, sevgimiz azalmıştı. Bu hikâye mutlu sona doğru maalesef gitmiyor. Bakkallarımızın çoğunu kaybettik, sokak kültürü, komşuluk ve yardımseverlik… Ara ki bulasın. Şehrimiz insanlığımızla birlikte can çekişmeye devam ediyor. Ancak ne mutlu bizlere ki Şehir ve Kültür dergimiz buna direniyor, bizlere kaybettiğimiz değerleri hatırlatırken, elimizdekilerin değerini bilmemiz gerektiğini sevgi ve sabırla benimsetiyor. 79
Ş ehir
ALTIN ŞEHİR
İZNİK İznik, İstanbul ile aynı memeden süt emmiş; yeri gelince İstanbul’u bağrında himâye etmiş kadim bir şehirdir. Şehre açılan dört ana kapı gibi İznik’in kültür ve mimârisine de dört medeniyet damga vurmuştur. Mehmed BUĞRA
İznik
sayı//14// eylül 80
ğer siz de benim gibi İstanbul’a âşıksanız yukarıdaki satırları yadırgamış olabilirsiniz. İstanbul’dan kısa süreliğine ayrıldığımda bile özlemişimdir Doğu’nun ve Batı’nın başkentini. Fakat bu sefer öyle olmadı. İstanbul’dan üç gün ayrı kalmama rağmen kendimi âdeta İstanbul’da hissettim. Gözlerim Roma, Bizans ve Osmanlı dönemini yansıtan târihi eserleri seyretmede; kulaklarım İznik Gölü’nün sahile vuran dalgalarının uğultusunu dinlemede; yüreğim geçmişle bugün arasında hızla mekik dokumada… ALTIN ŞEHİR Daha ilk çağ döneminde basılan paralarda, İznik, “Altın Şehir” olarak nitelendirilmiştir. Bu tasvir, kurulduğu günden medeniyetlere başkentlik yaptığı günlere kadar şehrin ne kadar zengin ve mamur olduğunu göstermeye yetmektedir. Gerçi yöre halkının İznik’in altının “altın” ile dolu olmasından dolayı şehre “Altın Şehir” denildiği konusunda hemfikir durumda olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. İznik, İstanbul ile aynı memeden süt emmiş; yeri gelince İstanbul’u bağrında himâye etmiş kadim bir şehirdir. Kudüs’ü kurtarmak amacıyla düzenlenen IV. Haçlı Seferi hedef değiştirip 1204 yılında İstanbul’u işgal edince; kurulan Lâtin İmparatorluğu, Klâsik ve Orta Çağ’ın kültür hazineleriyle dolu imparatorluk başkentini yakıp şehri talan etmişti. Lâtin zulmünden kaçan Bizans asilzâdeleri ise İznik’e sığınmış ve burayı âdeta İstanbul’un rengine boyamış, yaklaşık 60 yıl boyunca Bizans’ın gözleri kamaştıran başkenti İstanbul, İznik’te hayat bulmuştur. DÖRT KAPI DÖRT MEDENİYET İznik tıpkı İstanbul gibi surlarla çevrili ve anıt kapılarla süslenmiş bir şehirdir. Şehrin dört ana giriş kapısı vardır ve bu kapılardan geçen yollar Ayasofya’da kesişmektedir. Bunlardan Yenişehir Kapı ile İstanbul Kapı, Lefke Kapı ile Göl Kapı birbirine bağlanmaktadır. Şehrin bu kapılardan geçen her iki caddesi, Ayasofya’nın bulunduğu noktada birbirlerini dik kesmekte ve surların içinde Hristiyânların simgesi kocaman bir haç ortaya çıkmaktadır. Bu dört kapıdan Göl Kapı yıkılmış diğerleri ise hâlâ ayakta durmaktadır. Şehre açılan dört ana kapı gibi İznik’in kültür ve mimârisine de dört medeniyet damga vurmuştur. İznik; târihte Roma, Bizans ve Anadolu Selçuklu Devleti’ne başkentlik yapmış Osmanlı Devleti’nin ise kültür ve ticâret hayatına yön vermiş önemli bir merkezdir. Şehrin baskın mimârî hüviyetini Osmanlı Devleti döneminde yapılan eserler oluşturmaktadır. Bunda; İstanbul’un fethine kadar
İznik Ayasofya Camii
devletin en kritik noktalarında hizmetleri olan Çandarlı ailesinin İznik’e verdiği önem belirleyici olmuştur. Minâresinde kullanılan çiniler ile yerli ve yabancı turistleri mest eden ve İznik’in simgesi olan Yeşil Câmiî ile onun bir ölçüde kopyası olan Mahmut Çelebi Câmiî, Çandarlı ailesinin İznik’e vurduğu Osmanlı mühründen sadece ikisidir. İznik’in Hristiyân dünyâsında çok önemli bir yeri vardır. 325 yılında İmparator Konstantin tarafından düzenlenen I. İznik Konsili’nde Hristiyânlığın inanç öğretisi tartışılmış ve günümüzdeki teslis inancı Hristiyânlığın gerçek yorumu olarak kabûl edilmiştir. 787 yılında Ayasofya’da düzenlenen II. İznik Konsili’nde ise resim karşıtlığının önüne geçilmiş, kiliselerdeki fresklerin önündeki yasaklar kaldırılmıştır. İZNİK FATİHİ ORHAN GAZİ İznik’i 1331 yılında ele geçiren Osmanlı Sultanı Orhan Gazi, ilk iş olarak Ayasofya’yı câmiye çevirmiştir. Böylece Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’daki Ayasofya’yı câmiye çevirmesinden yaklaşık 120 yıl önce, İznik’in protokolde ilk sırada yer alan mâbedi, câmi olarak anılmaya başlanmıştır. Türkler İstanbul’daki Ayasofya’nın mukadderatıyla yakından ilgilendiği gibi İznik’teki kardeşini de ihmâl etmemiştir. Bir devre damgasını vuran Mimâr Sinan, İstanbul’daki Ayasofya’ya dokunduğu sihirli elleriyle İznik’teki Ayasofya’yı da güçlendirmiş ve tezyin etmiştir. Hattâ mâbede bir mihrap eklemiş, tıpkı Süleymaniye Câmiî’nin akustiği ile ilgilendiği gibi kemerler arasında ses
akışını sağlayacak açıklıklar meydana getirmiş ve yapının basık havasını gidermek için kemerlerin arasını genişletmiştir. İZNİK AYASOFYASI Günümüzde turistler tarafından Ayasofya detaylı şekilde araştırılmaktadır. Öğrenebildiğime göre son yıllarda İznik ve Ayasofya’ya ilgi artmış, özellikle yurt dışından gelen turist grupları, “Altın Şehrin” hem Hristiyân hem de Müslümanlara mâbed olan bu yapısını büyük bir hayranlıkla incelemekteymişler. Benim İznik’te bulunduğum günlerde şehre gelen bir Alman turist grubu, başlarındaki rehberden Ayasofya hakkında bilgiler alarak mekânın bol bol fotoğrafını çektiler. Ayasofya’nın muhtelif bölgelerinde kök boyası ile boyanmış freskler yer yer görünebilmektedir. Fakat zamanın yıpratıcı etkisi nedeniyle bu fresklerin çoğu, son derece siliktir. Hz. İsâ, Hz. Meryem, Hz. Yahyâ ve 12 havarinin tasvirlerini görebilmek için son derece dikkatli bir şekilde duvarlara ve kubbeye doğru bakmak gerekmektedir. Öte yandan mihraba ulaşan kemerli bölümde ise oldukça silik olmakla birlikte Osmanlı hatları görünebilmektedir.
İznik; dört medeniyete ev sahipliği, bunların üçüne başkentlik yapmış ulu bir şehir… Dört bir yanında buram buram târih kokan, İstanbul’un kız kardeşi nârin bir belde… Doğal güzellikleriyle, iklimiyle ve açık hava müzesini andıran caddeleriyle, sokaklarıyla ilgi çekici bir başkent…
YEŞİL CAMİNİN EŞSİZ MİNARESİ İznik’te Osmanlı dönemini sembolize eden simge yapı Yeşil Câmiî’dir. Adını; minâresindeki yeşil ve mavi renkli çinilerden alan Yeşil Câmiî, 1378-1391 yılları arasında, Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrine damgasını vuran Çandarlı ailesi 81
Ş ehir
Yeşil Câmiî’den sonra bölgenin en dikkat çekici eseri ise; Nilüfer Hâtûn İmâreti’dir
tarafından yaptırılmıştır. Bu anıt yapıda kullanılan çinilerin bir benzeri, Sultan Çelebi Mehmed tarafından Bursa’da yaptırılan Yeşil Câmiî ve Yeşil Türbe’de kullanılmıştır. Mâbedin minâresinde yer alan çiniler öylesine kıymetlidir ki sadece bu ibâdethâneyi görmek için bile İznik’e gidilebilir kanaatindeyim. Yeşil Câmiî, bulunduğu târihî adada, âdeta merkez noktayı oluşturmaktadır. Çevresinde günümüzde İznik Müzesi olarak hizmet veren Nilüfer Hâtûn İmâreti, Şeyh Kutbuddin Câmiî, Kaymakamlık yükselmektedir. Yeşil Câmiî’den sonra bölgenin en dikkat çekici eseri ise; Nilüfer Hâtûn İmâreti’dir. Bu târihî eser, Osmanlı Sultanı I. Murad tarafından annesi adına yaptırılmıştır. İmâret, yoksullara yardımcı olmak üzere oluşturulan bir müessesedir ve Nilüfer Hâtûn İmareti’nde yüz yıllar boyunca ihtiyâcı olanlara yemek dağıtılmıştır. Günümüzde müze olarak kullanılan Nilüfer Hâtûn İmareti’nde Roma, Bizans ve Osmanlı dönemine ait birçok târihi eser sergilenmektedir. Fakat uzun süredir devam eden restorasyon çalışmaları nedeniyle müzeyi gezme imkânına kavuşamadım.
İznik Surları
KURTULUŞ SAVAŞI YILLARI I. Dünyâ Savaşı’nın ardından İznik, Yunan askeri tarafından işgal edilmiş ve Kurtuluş Savaşı yılları boyunca “Altın Şehir”, Türkler ile Rumlar arasındaki mücâdeleye sahne olmuştur. Bu süreçte, İznik’te yer alan kimi târihî eserler zarar görmüş ve şehir; 19. yüzyıl boyunca devam eden bakımsızlık ve yorgunluğuna ek olarak bir de “var olma” savaşına girişmiştir.
İznik Yeşil Camii İznik Nilüfer Hatûn İmârethanesi
Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasının ardından İznik’ten çekilen Yunan askeri ne yazık ki yakma ve yıkma girişiminde bulunmuş ve şehrin önemli târihî eserlerini tahrip etmiştir. Yunan askeri çekilirken Ayasofya, Yeşil Câmiî ve Nilüfer Hâtûn İmâreti’ni yakmıştır. Günümüzde Ayasofya’nın yarım kubbesinde ve duvarlarında bu yangının izleri görülebilmektedir. Ayrıca Yeşil Câmiî’nin sütunlarında da, câmiyi yıkmak için yapılan girişim ve yangının izleri görünebilmektedir. HUZUR SOLUKLANAN BELDE İznik; bağrında barındırdığı üç büyük medeniyete âit eserler, sessiz ve sâkin doğası, misafirperver halkı ile ilgi çekmektedir. İstanbul ve Ankara’ya oldukça yakın olan İznik, bu büyük şehirlerde yaşayıp stresten kaçmak isteyenler için huzur soluklanabilecek bir ada; Roma, Bizans ve Osmanlı kültürünün izini sürenler içinse büyük bir açık hava müzesidir. Bu kadim şehirde bulunmaktan asla pişman olmayacağınızı gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
sayı//14// eylül 82
TÜRKÇESİ Recep Arslan
SÜLEYMAN ÇELEBİ’DEN
GÜNÜMÜZE 40 YAZAR Recep Arslan
Akıl Fikir Yayınları / Edebiyat Dizisi
Akıl Fikir Yayınları / Edebiyat Dizisi
Kitap Tanıtım: Aysimâ GÜNYÜZ
Kitap Tanıtım: Aysimâ GÜNYÜZ
slam medeniyeti fikrine ulaşmadan dil meselesini kalıcı, akılcı, genel kabul görür biçimde yürütemezsiniz. İslam medeniyetinin ana dilleri Arapça, Farsça ve Türkçe'dir. Müslüman olan her milletin dilinden kelime alınabilir ve bu kelimeler milli söyleniş kalıplarına sokulur. Her millet kendi milli ağzıyla, şivesiyle o kelimeyi telaffuz eder. Dil elbette, yaşayan bir varlık olduğu için değişime, gelişime açıktır. Her dile ilişki içinde olduğu milletlerin dilinden yeni kelimeler girer. Ancak işin bir felsefesi varsa, bir medeniyet anlayışı varsa bu bir süzgeç olur. İslam medeniyetine dahil olacaksın ama bin yıldan beri kullandığın kelimeleri yabancı sayacaksın. Dinin asıl dilini yabancı sayacaksın, İslam'ı öğrenip yıllarca devlet yazışma dili, ilim ve edebiyat dili olarak kullandığın Arapça ve Farsça'yı yabancı dil sayacaksın. Bu ırkçı dil anlayışının devamıdır ve yıllardan sonra yeniden hortlamasıdır yani değiştirdiğiniz kelimeyle eski hastalığın nüksetmesidir.
ir gelenektir, 16. yüzyıldan beri süregelen bir gelenek. Geleneği, faydalı ise devam ettirmek münevverlerin vazifesidir. Ali Şir Nevai’nin tezkire yazmayı başlattığı bilgisi neredeyse genel kabul görmüştür. Hem tarih içinde insanlığa, bir alanda hizmet etmiş insanları yad etmek, hem de yeni nesillere bilgi-irfan taşımak. Tezkireler bir vefadır aynı zamanda. Edebiyat, felsefe, tefekkür, tababet, diplomasi ve üst bürokratları tasnif ederek belli sayıda insanı genç nesillere tanıtmak, onları bilgilendirmek güzel bir faaliyettir. Bizim medeniyetimizde 40 sayısı bir esrar, sır, giz ihtiva eder. İsevi medeniyetinde de 40 rakamı kutsaldır. Kırkkilise bugün bizde Kırklareli olmuştur. Muharrirlerimiz, alimlerimiz 40 Hadis, 40 Musıkişinas, 40 şair, 40 filozof gibi kitaplar yazmayı sevmişlerdir. Ben de bu geleneği devam ettirmek maksadıyla hayatımda rolü olan, ya da tanışıklığım olan yazarlardan 40’ı ile alakalı yazılarımı bir araya getirdim. Sayıyı 40’ta tutmak için birçok değerli dostumla ilgili yazıları ayırmak zorunda kaldık. 40 Yazar kitabımızın Milli Eğitim Camiasına da yararlı olacağını düşünüyorum. İyi okumalar...
Ş E H İ R K İ TA P
MEDENİYET
83
Ş ehir
ehirleşmeyi apartmanlaşma olarak algılamak gibi bir taklit hevesine kapıldık. Şehirleri yönetenler için daha az altyapı, daha az ulaşım imkânı sağlaması bakımından dar alanlara çok katlı bina yapma, işin kolay yoldan çözümü olarak görüldü.
BETON KAFES YA DA APARTMAN KÖLELİĞİ
Turgut Cansever, bunları “gayri insani kulelerin mağaraları”, olarak niteliyor, çok doğru bir tespit. Muhsin İlyas SUBAŞI
Aslında biz insanlar apartmanlarda betonlara paketlenip ahrete gönderiliyoruz gibi geliyor bana: Çocuklarımız için yeterli oyun alanı yok. Yaşlılarımız için dinlenebilecekleri temiz havalı parklar yok. Aileler için rahat bir gezinti yapabilecekleri ortam yok. Arabalarınızı park edebileceğiniz garajlarınız yok. Üst komşunun halı pisliği, yan komşunun gürültüsüyle bir bunalım ortamına doğru çekiliyoruz. Batı, bunu birkaç asır önce denemiş, sonra felaketini görünce buraları terk ederek şehirden daha uzak alanlara çekilmiş. Bizler ise hâlâ ha bire apartman dikiyoruz. Apartman hevesi öylesine iliklerimize işlemiş ki, şehrin dışında sayfiye alanlarında bile bu çok katlı bataklıktan vazgeçemedik. Turgut Cansever, bunları “gayri insani kulelerin mağaraları”, olarak niteliyor, çok doğru bir tespit. Bir çocuk evinde, “aman durun susun, komşu rahatsız olmasın”, hassasiyetiyle bağlanarak keyfince koşup eğlenemezse, bir ev reisi duvarına bir çiviyi rahatlıkla çakamazsa, keyfe gelen bir genç evinde yüksek sesle bir şarkı ya da türkü söyleyemezse, kendi mutfağında ya da balkonunda balık ya da sucuk pişiremezse, bunun neresi modernlik, bunun neresi çağdaşlıktır, söyler misiniz? Alt alta, yan yana bir araya yığılırken, birazcık da sosyalleşebilsek, birlikte yaşamanın getirdiği zorunlulukları içimize sindirebilsek, saygı ve anlayışta birbirimizi tamamlayabilsek. Hadi neyse; ‘çağın zarureti’ deyip katlanabilesin. Hayır, o da yok. Birçok apartmanda komşu anlaşmazlıkları gerektiğinde mahkemelere taşınıyor. Yakıt borcunu ödemeyen, binayı yönetirken apartmanın parasını zimmetine geçiren, evinin atıklarını balkondan aşağıya atan, gürültüsüyle komşusunu canından bezdiren insanlar güven duygusunu da yok etmekle de kalmıyor, aynı kaderi paylaşan insanları aynı anlayışta birleştiremiyor. “Ev alma komşu al”, anlayışı bir hayat düsturumuzdu, bir yaşama tarzımızdı, ama o da kaybolmaya başladı. Kur’an inanlar için çok açık ve net bir tavır belirlemesi yapar: “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (Köle
sayı//14// eylül 84
cariye, hizmetçi, işçi ve benzerlerine) iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.”(Kur’an; 4/36.) Dikkat ediyor musunuz, Allah’a ibadetle, sosyal ilişkileri birlikte emrediyor. Yani bir anlamda onları da ibadet değerinde bir tavır olarak bizlere sunuyor. Komşuluk ilişkisini anne-baba, arkadaş’la denk tutuyor. Hatta sadece “yakın komşu”yla yetinmiyor, “uzak komşu”yu da dikkatimize çiviliyor. İslâm Peygamberi bu ayeti yorumlarken, “Komşuyu komşuya varis kılacak sandım”, ifadesini bunun kullanır. Ne var ki giderek bu hassasiyetimizi kaybetmeye başladık. Apartmanı yaptıran adam kazanacağı paraya bakıyor, orada oturacak insanların ortak değerler etrafında, hiç olmazsa asgari müştereklerde aynı anlayışı paylaşan insanlar olmaları gerektiğini düşündüğü bile yok. Batı kültüründen sirayet eden ve insanı yalnızlaştıran; ‘Komşudan uzak dur, rahat et’, anlayışı yerleşti. Ev alan da sadece kendini düşünerek yöneliyor binalara. Aklıma geldikçe içimi sızlatan bir olayı anlatayım: Çok katlı bir binada oturuyoruz. Buraya taşındığımızda, ilk bayramda eşimle birlikte bütün komşuları ziyaret ettik. Yaşlı genç ayırımı yapmadan hepsinin bayramını kutladık. Bu anlayış, apartmanda geleneğe dönüştü. Herkes birbiriyle bayramlaşıyor. Bir gün bir şahıs taşındı. Bir bayram günü apartmanın İstiklal Gazisi iki yaşlısı kalkar ilk kattan başlayarak yukarıya doğru bayramlaşma ziyaretine çıkarlar. Bu yeni taşınan şahsın kapısını çalarlar. Kapı açılmaz, zile tekrar basarlar yine açılmaz. Israr ederler, kapı açılır, pijamaya çıkan adam hiddetli bir şekilde bağırır:
insanına ve kendi değerlerine yabancılaşmasını gerektirmemeli. İnanmasa bile, çevresindeki insanlara, komşusuna saygı duyması, bırakın dinî olmasını, insanî bir görevdir. Apartman maalesef bu tür zaafları da besliyor ve bununla da sınırlı kalmayıp böylesine talihsiz tavırları deşifre ederek güven unsurunu zedeliyor, saygıyı, sevgiyi yok ediyor. Bu vahim durumun ortaya çıkardığı sonuç şu: İnsanlar kalabalık içinde yalnızlaşıyor! Aslında aklın görevi böyle bir şehir ve insan tasavvurunu beslemek olmamalıdır.
Bu vahim durumun ortaya çıkardığı sonuç şu: İnsanlar kalabalık içinde yalnızlaşıyor!
Şehirleşme bir anlamda, ortak kültür değerlerini ve medeniyetin sunduğu imkânları paylaşmak ise insanlara bu ortamı oluşturmak ve onları rahat yaşayacakları alanlara doğru yönlendirmek gerekir. Halkın yaşama standardını, aile bütünlüğünü dikkate almadan şehirleri dizayn ettiğimizden apartmanlar yaşanan yerler değil, huzur kaçıran alanlar haline dönüşüyor. Apartman cazibesi ruhumuzu öldürüyorsa bu, içinde zehir barındıran bir kristal demektir. Apartmanları hava alıp vermeyen PWC pencerelerle donatıp içindeki insanları kendi nefesiyle, sokaktakini ise arabaların pompaladığı akaryakıt gazlarıyla zehirliyorsak, şehirlerde oturanları bu şekilde yaşamaya mahkûm edenler ve bu mahkûmiyeti devam ettirenler böyle bir vebalin bedelini nasıl ödeyeceklerdir? Bunu çok iyi düşünmek gerekiyor. Bir milleti veya bir şehri yönetmeye talip olmak, onlara sağlıklı yaşama ortamı sunmayı taahhüt etmek demektir. Apartmanlar böyle bir taahhüdün zehirli baldıranı gibi geliyor bize!
-Ne var, ne istiyorsunuz? -Bayramlaşmaya gelmiştik. -Bu benim bayramım değil, defolun buradan!.. Hiddetle kapıyı suratlarına kapatır. Bu olay benim oturduğum katta oluyor. Oradan bana geldiler, ikisi de hıçkırarak ağlıyor: “Keşke ölsek de bu durumla karşılaşmasaydık. Bizim başımızdakiler bizimle oruç tutar, bizimle namaz kılarlardı. Bayramı birlikte yapardık., birlikte güler birlikte ağlardık…Onların arasından böyle bir insan nasıl çıkabilir?”diyorlardı Bu, dinî bayramda yaşanan bir olaydı. Kendilerini teselli ettim, bir adamın Müslüman adı taşıyor olmasının inanıyor olması anlamına gelmediğini anlattım. Onun temsil ettiği sıfatın, içinde bulunduğu kitleye de mal edilemeyeceğini söyledim. Ne var ki, çok ciddi bir kırılmanın işaretiydi bu. Bizim aydınımızın okuyor olması, bir rütbeye, bir makama, bir sıfata ulaşması, kendi 85
Ş ehir
ehri, insanların topluca yaşadığı yerleşim yeri olarak tanımlamak, insanı konuşan hayvan olarak tanımlamak kadar eksik. Şehirlerin ruhu olmalı, hatırladıkça iç çektiği hoş hatıraları, sevinçleri, yasları, özledikleri ve özleyenleri olmalı… Ve her şehrin ‘meserretiyle mesrur, elemiyle müteellim olan bir yakini’ bulunmalı. Özlenmeyince yurt olur mu bir diyar ?
İSTANBUL İÇİN ŞİİR SÖYLEMEK İnsanın doymak bilmez mülkiyet hırsı, savaşlar, istilalar, doğal felaketler, sosyal hareketlilikler, kısa hesaplar, öngörüsüzlükler, şehir mantığından uzak girişimler, anlık çözüm ihtiyacı ve daha birçok sebep ile bu şehir de hoyratça hırpalandı... Hulusi ÜSTÜN
İstanbul, başımı çevirdiğim her köşesinde, gözümün gördüğü her yerinde ruhunun sıcaklığını hissettiğim şehir… Binlerce yıl önce Megaralılar her çeşit tabii güzelliği bir arada buldukları bu yarımadaya yerleşme kararı alıp taşları üst üste koyduklarında ruh üflenmiş olmalı bu topraklara. Bu ruh, başlangıçta sandaletli, harmanili bir Trak kızı iken Leon’a eş olsun diye Hazar diyarından getirilen Çiçek adlı prensesle taç sahibesi bir imparatoriçe olmuş, ardından bir çamur seli gibi şehrin üzerine akan Latin istilasında hoyrat ellere düşmüş, kirletilip bir köşeye atılmış. Fetih ise onun hiç buruşmayan ellerine kına yakmış, saçlarını örüp iki omzuna sarkıtmış, onu layık olduğu şekilde, Bab-ı Ali, Asitane, Dersaadet, Payitaht olarak anmış, bu günlere getirmiş. İnsanın doymak bilmez mülkiyet hırsı, savaşlar, istilalar, doğal felaketler, sosyal hareketlilikler, kısa hesaplar, öngörüsüzlükler, şehir mantığından uzak girişimler, anlık çözüm ihtiyacı ve daha birçok sebep ile bu şehir de hoyratça hırpalandı.. Ama bu şehrin en yorgun, en yıpranmış hali bile görene nakış, işitene şiir çağrıştırdı. Şimdilerde… Şimdilerde, işini yoluna koymuş bir kalantor edasıyla her günü birbirine benziyor. İnsanlar bir şartlanmışlık etkisiyle her gün aynı güzergahtan aynı istikamete aynı araçlarla akıyor. İstanbul’un denizi saran kolları misali zarif köprüler her daim ışık, her daim araç, her daim ses… Şimdilerde İstanbul, surun üflenmesinden önceki gürültülü keşmekeşi yaşıyor. Sokaklar yabancı yüzlerle dolu, sokaklar aşina olmayan seslere teslim... Yüz yıl önce Balkan Bozgununun önünden savrulan göçmenlerin sığındığı ulu camiler, parklar, ağaç gölgeleri şimdilerde yurdu yaşanmaz hale gelmiş Suriyelilerle dolu. Ben bu şehrin Bulgaristan’dan sürülen göçmenlerle, Bosnalı mültecilerle, Kuzey Iraklılarla, bavul ticareti için gelen doğu bloku vatandaşlarıyla, Kafkasyalı sığınmacılarla dolduğu günleri de bilirim. Bu şehir dün onların da payitahtı idi. Belki o sebeple uzakta kalmış evlatlarına yatak açan, çorba sunan bir ana gibi gayretli. Bir zamanlar bir imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehir, her zaman bir imparatorluk başkenti olarak kalacaktır. Bu şehir hangi çağda güzelliğinin doruğunu yaşadı ? Bu soruya verilecek en
sayı//14// eylül 86
güzel cevap, bu şehrin her dem bir başka peri veche ile kucağında yaşayanı sarıp sarmaladığı, geçen zamanın onu değiştirmekle birlikte çirkinleştirmeyi beceremediği şeklinde olmalı. Bu yüzden İstanbul’a ilişkin en güzel soru şudur; “ Bu şehrin güzelliği hangi çağda layıkıyla anlatıldı? ” Hala edebi, estetiği, ustalığı ve içtenliği Klasik edebiyatımızda arayanlardansanız ben bir hoş rüzigar olayım, koca divan ciltlerini sayfa sayfa açayım, siz göz gezdirin benle beraber. Bu şehre sevdalanıp yüreğini ağyara aşina edenler aşk şehidi olma imkanını elden kaçırdıysa da bari hoş sadaları yankılansın şu kubbede bir kez daha… Önce Esrar Dede’ye kulak vermeli ki Sütlüceli o esrarkeş dervişe bunca yüzyıl sonra sevdaların en esvediyle bağlı olan ben fakirin hali malum olsun ruh-u latifine. Selamımı alıp götürsün meydan-ı Mevlevi’de anka şikar eyleyen Piran, Sultan, dervişan… İstanbul’un Esrar Dede adlı bu deli dervişe yarinin yüzüyle güldüğünü, o olmadığı zaman bu şehrin kendisine dar olduğunu ve eğer bu şehirde sevgilinin ayak bastığı köşeler olmasa İstanbul kokusunu kendisine haram edeceğini anlattığı şiirinden birkaç beyit… “Dildar edicek va’de-i ya-huy-ı Sıtanbul Teng oldu yine başıma her suy-ı İstanbul Yarin kademi bastığı yer olmasa anda Bir dahi haram idi bana buy-ı Sıtanbul Her semtine baksam görünür ateş-i hicran Duzah bana her kuşe ve her kuy-ı Sıtanbul Gelmez mi aceb ol gül-i handan dahi Esrar, Gülmez mi bugünlerde yine ruy-i Sıtanbul ... Ve Nabi… Ki sıcak şark şehirlerinin çocuğu olan bu bilge şair, nice şehirler görmüş olmanın ayrıcalığıyla oğlu Hayri’ye der ki; “ İlim ve marifetin kabul gördüğü bir başka şehir yoktur İstanbul’a nazire olsun… Allah bu şehri mamur etsin, orası olgunluk sahibi herkesin kabul göreceği bir diyardır. Güneş dünyayı ne kadar dolaşırsa dolaşsın onun benzeri bir başka şehre rastlayamaz.” İlim ile marifete cay-ı kabul, Olmaz illa ki meğer İstanbul. Etsin İstanbul’u Allah mamur, Andadur cümle meal-i umur Ne kadar alemi devr erse sipihr Bulmaz İstanbul’a benzer bir şehir ... Ya Zati… Yüzü çiçek bozuğu, kendi sevda delisi bir sahaftır ya, melekle nasıl da iddiaya girer İstanbul üstüne.
“ Bu yeri arş-ı mualladan müşerref eyledi, Ey melek, fahr edemez cennet İstanbul üstüne. ” Lale çağının uçarı şairi Nedim’i anmadan İstanbul anlaşılmaz ki, Asırlardır dilden dile dolaşan şiirleriyle o, bu şehr-i gül efşan’ın bülbül-ü şeydasıdır.
Bu yüzden İstanbul’a ilişkin en güzel soru şudur; “ Bu şehrin güzelliği hangi çağda layıkıyla anlatıldı? ”
“Bak Stanbul’un şu Sa’dabad-ı nevbünyanına Ademin canlar katar ab ü havası canına. Ey saba! Gördün mü mislin bunca demdir alemin Püşt ü pa vurmaktasın İran’ına, Turan’ına Ey felek insaf, ey mihr-i cihanara aman Bir naziri var ise söylen konulsun yanına. ... Taşlıcalı Yahya İstanbul’a kim bilir hangi tepeden bakıp söylemiştir şu şiiri ki daha dün kıpırdanmıştır dudaklar da sanki daha dün yapılmıştır bu tasvir. “İki bahr eylemiş o şehri penah Biri bahr-i sefid ü biri Siyah Bir civandır o şehr-i mahpeyker, Kuşanur surdan gümüş hançer Kurşun örtülü kubbeler yer yer Yelken açmış gemilere benzer” ... Ve bu şehrin güzelleri ne şivekar, ne gönül alıcı ve ne cefakardır ki Şeyhülislam Yahya’ya fetvaya denk bir beyit söyletmişlerdir. “ Korkarım cennette de uşşak rahat bulmaya Öğrenirse şive-i huban-ı İstanbul’u hur…” ... Süleyman Fehim, cennetteki hurilerin İstanbul güzellerinden cefa etmeyi öğrenmesi durumunda aşıklara orada da rahat yok diyen Şeyhülislam Yahya’yı bakın nasıl doğrular. “Hakikat, bivefa, namihriban huban-ı İstanbul Yine dil arzu eyler, ne çare ülfet olmuştur.” Tanrı bu şehre lütfunu serperken öyle cömert davranmıştır ki, onun güzelliğini seyreden Nergisi kendinden geçer, “Şehr-i hoş ab ü hava yani İstanbul ki eğer, Tarhını görse behişti unuturdu adem.” Yüz altmış yıldır soyuma yurt olmuş bu şehir için bir şah beyit de ben söylemek isterdim. Öyle ki bu şah beyit her dem göz alıcı, her mevsimi başka renk ışıklarla yalazlanan, harabı da abadı da görkemli olan İstanbul’u anacak şairlerin bu şehre olan sevdasını ziyadeleştirsin. Bu şehrin ruhunu biçimlendirsin, sözden bir taç olup otursun İstanbul’un saçlarına. Ben bu şehre minnetimi, vefamı ödeyeyim bu yolla. Varsın benim kadar seven olmasın buraları da, varsın benden sonra bu şehre böylesine iç acıtıcı hatıralarla sahip çıkan başkaları kalmasın. Varsın mahşerin kalabalığına teslim olsun suyun iki yanı. Varsın Üsküdar’ın camlarında can çekişen akşam güneşi benim gözlerimi kamaştırmasın. Ben sözümü söyleyip gideceğim. Benden sonrası başkalarına kalsın. 87
Ş ehir
“VATANIM KIRIM” -IVDevletlerarası Kırım, Sürgün ve İsmail Bey Gaspıralı Kongresinin ardından… Nazım MURADOV*
.C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Bakanlığı, Dersaadet Kültür Platformu, Dünya Kırım Türkleri Kültür ve İktisadi işbirliği Derneği,T.C.İstanbul Üniversitesi, KASEM (Kadim Stratejiler Encümeni Merkezi) 15-16 Mayıs 2015 tarihlerinde ortaklaşa düzenlediği ve ikinci ayağının da içinde bulunduğumuz yılın sonunda Romanya’da düzenleneceği Devletlerarası Kırım, Sürgün ve İsmail Bey Gaspıralı Kongresi; 15 Mayıs 2015 tarihinde Bakırköy Cem Karaca Kültür Merkezi’nde , 2.GÜNÜ İSE 16 Mayıs 2015 tarihinde Haliç Kongre Merkezinde gerçekleşti. Şehir ve Kültür Dergimizin 10,11,12-13 sayılarında Kongrenin bir kısmını özetlemeye çalıştık, bu sayımızda kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kongrenin son gün ve son konuşmaları ile SÜRGÜN’ü ANMA programının özetini vermekle bu çok önemli faaliyetin neticelerini takdim ediyorum. YEDİNCİ OTURUM (Oturum Başkanı: Doç. Dr. İbrahim Maraş) (16 Mayıs 2015) Oturum Başkanı Doç. Dr. İbrahim Maraş hiç zaman kaybetmeden konuşmacıları kürsüye davet etti ve kongrenin Yedinci Oturumu’nu başlattı. Prof. Dr. HALİL BAL’ın bildiri konusu “Kırım Türklerine Yönelik 1944 Sürgün Kararı ve Bu Kararın Uygulanması” idi. Prof. Dr. Bal’ın konuşmasının bazı satır başları şöyleydi: Kırım eskiden beri bir Türk yurdu idi ve şimdi de vatan parçasıdır; Acımasız diktatör Stalin 1944’te bu kararı vermekle Bolşevik kimliğini ortaya koymuştur; Çarlık döneminde de olsa Sovyet döneminde de olsa Rus Rustur... Bolşevikler hâkimiyete gelmeden önce vaatlerde bulunmuşlardı ve Lenin, daha anlayışlı bir siyasi lider zannediliyordu; Stalin, 1924’ten (Lenin’in ölümünden) sonra her şeyi eline geçirmeğe başladı; SSCB halklarına açlıklar, acılar ve gözyaşıyla dolu bir kolhoz (kollektifleşme) dönemi yaşattı; Kırım, Almanya açısından her zaman önemli olmuş, bir cazibe merkezi niteliği taşımıştır; İkinci Dünya Savaşı sırasında (Ekim 1941’de) Almanlar Kırım’ı da işgal ettiler; Kırım Türkleri SSCB’den ayrılıp Almanya’ya birleşecek değillerdi; SSCB Kırım’da özel bir uygulama yapıp intikamcı davrandı ve Kırım Türklerinin Almanlarla işbirliği yaptığını bahane ederek onları kendi vatanlarından topyekün sürdü...
*KKTC Lefke Avrupa Üniversitesi
sayı//14// eylül 88
Dr.MİLYAUSHA GAYNANOVA’NIN bildiri başlığı “İsmail Bey Gaspıralı’nın Sadri
Maksudi’nin Dünya Görüşü Üzerindeki Etkisi” idi. Dr. Gaynanova, Sadri Maksudi Arsal ile Gaspıralı arasındaki ilk görüşmenin 1898 yılında gerçekleştiğini belirtti. Sadri Maksudi 1902-1906 yıllarında Sorbonna Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Rusya Devlet Duması’nda milletvekili olarak görev yaptığı sırada da Gaspıralı ile ilişkilerini kesmemiştir. Bu iki şahıs Rusya’daki Müslüman Kongreleri’nde de görüşmüş, fikir alış verişinde bulunmuşlardır... Yrd. Doç. Dr.GÖKHAN EŞEL “İsmail Bey Gaspıralı’nın Çağdaşı Bir Hukukçu: Abdüssettar Kırımî” başlıklı bildirisinde ana hatlarıyla şunlardan söz etti: Abdüssettar Kırımî, Osmanlı devletinde medenî hukukun yazarlarından biri olmuştur; 1836 yılında Kırım’da doğmuştur; Babası ünlü bir müderristir; Osmanlı devletinde eğitimini tamamladıktan sonra Kayseri’ye gönderilmiştir; 15 Kasım 1859 tarihinde İstanbul’a dönmüştür; Üç sene boyunca Darülmuallimîn’de okumuştur; Sonra Mecidiye’ye (Romanya’ya) gönderilmiştir; En son Mekke’ye atanmış, görevi başına giderken yolda vefat etmiştir (1887); Abdüsettar Kırımî’nin, ulaşabildiğimiz altı eseri bulunmaktadır. Prof. Dr. UFUK TAVKUL’UN “İsmail Bey Gaspıralı’nın Yolunda Kafkasyalı Bir Aydın - İsmail Akbay: İlk Karaçay-Malkar Türkçesi Alfabe ve Okuma Kitabının Yazarı” başlıklı bildirisini, kendisi kongreye katılamadığı için İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden öğrencisi Dilek Demirci okudu. Bu bildiriden aldığım bazı notlar şöyledir: İsmail Akbay, 1877’de Karaçay’ın Ogari Teberdi köyünde doğmuştur; Babası, bölgede tanınan bir din alimidir; Ünlü Abusüfyan Akayev ise İsmail Akbay’ın dayısıdır; İsmail Akbay, şu anda Kabardin-Balkar sınırları içinde bulunan Bashan’da din eğitimi almış, imam olmuştur. Kendisine Çokuna Efendi yani Topal İmam denmektedir; Dinî konulardan daha çok Karaçay-Malkar Türklerinin dil, kültür, tarih ve halk edebiyatına ilgi gösteren Akbay, 1914 yılında imamlığı bırakmıştır; O, Karaçay-Malkar Türkçesinde yayımlanan ilk Arap harfli kitabın yazarıdır; İsmail Akbay, yaşadığı yıllarda olup bitenleri yakından takip etmiş, Tercüman gazetesinin okurlarından olmuştur; Gaspıralı’ya 17 Nisan 1906 tarihli bir mektup yazmıştır; İ. Akbay ana dilinde şiirler de yazmış, ünlü Rus şairi Krılov’un şiirlerini Karaçay-Malkar Türkçesine çevirmiştir;
1916 yılında Tiflis’te Ana Tili kitabını yayımlamıştır ki bu kitap, Karaçay-Malkar Türklerinin ilk kitabı sayılmaktadır; İsmail Akbay, 1930’lu yılların sonunda kurşuna dizilmiştir; İsmail Akbay, Gaspıralı’nın usul-i cedit okulları programını kendi vatanında da uygulamak istemiştir; 1897’de Karaçay Malkarlar arasında okuma yazma bilenlerin sayısı %4.5 kadardır; Sovyet döneminin ilk yıllarında ise okullarda okuyan Karaçay-Malkarlardan olan öğrenci sayısı toplam 480’dir; İsmail Akbay’ın Ana Tili kitabı Gaspıralı’nın usul-i cedit programını KaraçayMalkar topraklarında uygulamak için yazılmış bir ders kitabıdır. SEKİZİNCİ OTURUM (Oturum Başkanı:MEHMET KÂMİL BERSE) (16 Mayıs 2015 / Haliç Kongre Merkezi Konferans Salonu) Oturum Başkanı Mehmet Kâmil Berse (Dünya Kırım Türkleri – Dersaadet Kültür Platformu Başkanı) konuşmacıları davet ederek Devletlerarası Kırım, Sürgün ve İsmail Bey Gaspıralı Kongresi’nin son oturumunu başlattı. Prof. Dr.DİLARA USMANOVA “Rusya İmparatorluğu Devlet Duması’ndaki Müslüman Grubu ve İsmayıl Bey Gaspıralı” başlıklı bildirisini sundu. Bu bildiri sırasında aldığımız notlar şöyledir: Slayt gösterileri ile de sunumunu görselleştiren Usmanova, 1906’da Rusya Birinci Devlet Duması’nda (Rusya Parlamentosu’nda) bulunan Müslüman milletvekillerinin resmini gösterdi; 21 Haziran 1906’da Topçubaşov başkanlığında ilk Müslüman grup toplantısı yapıldı; Ali Merdan Bey Topçubaşov bu grubun en önde gelen milletvekillerinden biri ve Sol Kadetçiler’in Bakü temsilcisi idi; 08 Temmuz 1906’da feshedilen bu Duma’da 25 Müslüman milletvekili bulunmaktaydı (resimlerini gösteriyor); Müslüman grubunun son toplantısı 10 Temmuz’da Topçubaşov başkanlığında yapıldı; 16-21 Ağustos 1906’da Nijni Novgorod’da Müslüman Kurultayı düzenlendiı; Merkez Komite Başkanı Azerbaycanlı Topçubaşov, sekreterleri Yusuf Akçura (Tatar), S. G. Canturin (Kazak) seçildi; Burada alınan kararla Rusya İkinci Devlet Duması’na Müslüman grubun daimi temsilcileri olarak Topçubaşov (Başkan), A. İbrahimov ve F. Kerimov (üyeler) seçildiler; Bu kişilerin hepsi Gaspıralı İsmail Bey’in yakın arkadaşları idi ve Gaspıralı, Tercüman gazetesinde 89
Ş ehir
onların Dua’daki faaliyetleri hakkında haberler, yazılar yayımlıyordu; Bu kişiler farklı siyasi görüşlere sahip olmalarına rağmen liberal bir kişilik olan Gaspıralı’ya büyük saygı gösteriyorlardı; 2 Mayıs 1908’de Bahçesaray’da Tercüman gazetesinin 25 yılı kutlanırken Gaspıralı’nın önerisiyle binlerce kişi Alimerdan Bey Topçubaşov’un sağlığı için dualar ediyordu; Son zamanlarda Viktor Gankeviç önemli belgelere ulaşmış ve bu konularda değerli yayınlar yapmıştır ki onun bu konudaki görüşlerine biz de katılıyoruz... Doç. Dr. SVETLANA KERİMOVA’nın (Prof. Dr. İsmail Kerim’in eşi) bildiri konusu “İsmail Bey Gaspıralı’nın Hikâyeciliği” idi. Svetlana Hanım da bildiri metninin nasıl olsa yayımlanacağını söyleyerek Gaspıralı’nın hastalığını ünlü KırımTatar aydını, gazetecisi, Gaspıralı’nın vefatından sonra Rıfat Bey Gaspırinski (İ. Gaspıralı’nın oğlu) ile birlikte Tercüman’ı yayımlayan Hasan Sabri Ayvazov’un Tercüman gazetesinde neşredilen yazısından naklen aktardı. Gaspıralı’nın yedi maddelik vasiyetini de okuyan Kerimova, İsmail Bey’in vefatını, defin merasimini de yine o yazılardan ve Prof. Dr. İsmail Asan-oglu Kerim’in Gasprinskiynin ‘Canlı’ Tarixi 1883-1914 kitabından (Akmescit, Tarpan Yay., 1999, ss. 269288) hareketle anlattı. Devletlerarası Kırım, Sürgün ve İsmail Bey Gaspıralı Kongresi’nin son bildirisini Doç.Dr.CAVİD KASIMOV sundu. Qasımov’un bildiri konusu “Azerbaycan Basınında İsmail Bey Gaspıralı’nın Vefatı” idi. Cavid Bey’in konuşması sırasında aldığımız notlar şunlardır: Azerbaycan, Gaspıralı İsmail Bey’in mefkûresini izleyen yerlerden biri olmuştur; sayı//14// eylül 90
Gaspıralı’nın vefat ettiği sırada çıkan gazetelerin hepsini inceleyemedik fakat Kaspi, İkbal, Sedâ-yı Hak, Basiret, Dirilik gazetesi ve Molla Nasreddin dergisinde bu konu üzerine yazılmış yazılar bulunmaktadır; Gaspıralı, bütün matbuatın siyasileştiği bir dönemde ölümüyle herkesi üzmüştü; Gaspıralı’nın vefatı üzerine yazı yazan kişiler arasında Alimerdan Bey Topçubaşı, Mehmet Emin Resulzade, Ömer Faik Nemanzade, Ceyhun Hacıbeyli vd. bulunmaktadır; Ceyhun Hacıbeyli’nin [Cey Dağıstanî’nin] iki yazısı Kaspi gazetesinin 204. (1914) ve 227 (1914) sayılarında yayımlanmıştır (Bkz. A. Kengerli, age, s. 195-197; 198-199) A. Topçubaşı’nın Rusça yazısı da Kaspi’nin aynı sayısındadır (Bkz. A. Kengerli, age, s. 181-184); Dr. Neriman Nerimanov’un Gaspıralının vefatı üzerine yazısı Basiret gazetesinde yayımlanmıştı (Bkz. A. Kengerli, age, s. 178-179); Firidun Bey Köçerli’nin İkbal gazetesinde (Sayı 749, 1914) yayımlanan yazısı, Gaspıralı’nın vefatı üzerine yazılmış en pessimist yazı niteliğindedir (Bkz. A. Kengerli, age,s. 185-190) (C. Qasımov bu yazıdan örnekler okuyor); Ali Abbas Müznib, Dirilik dergisinde Gaspıralı’nın vefatı üzerine bir manzume yazmıştı (Bkz. A. Kengerli, age, s. 254-255); Şefika Hanım Efendizade, İkbal gazetesinin 750 (1914) sayısında “Rehberimiz İsmail Bey ve Gadınlarımız” başlıklı bir yazı yazmıştır (Bkz. A. Kengerli, age, s. 209-210; Ünlü şair Hüseyin Cavid, Sedâ-yı Hak’ta bu ölüm münasebetiyle 50 beytlik bir şiir yazmış, Gaspıralı’nın ölümünü Şiilerin altıncı imamı
Cafer-i Sadık’ın ölümüyle kıyaslamıştır (Bkz. A. Kengerli, age, s. 251-252);
dörde beşe yükseltin, sandık sonuçlarını onların yüzüne çırpın...
Molla Nesreddin dergisi de Gaspıralı’nın vefatı üzerine yazı yayımlamıştır. Cavid Bey’in bu konuşmasıyla birlikte Kongre’nin tüm bildirileri (belirttiklerimiz hariç) sunulmuş ve tamamlanmış oldu. Son oturumun başkanı ve Kongre Düzenleme Kurulu Eş-Başkanı MEHMET KAMİL BERSE özetle şunları söyledi: Gaspıralı, şerefle taşıdığı milli bayrağı ve 35 yıl boyunca çıkardığı Tercüman gazetesini bizlere emanet etti; İsmail Bey Gaspıralı, 63 yıl yaşamış nadir şahsiyetlerden biridir...; Bir kişinin varlığı, onun yokluğunda anlaşılır...
Yrd. Doç. Dr. AHMET KOÇAK Bu kongrenin temel konusu 1944 Kırım Sürgünü idi; Şimdi Kırım’a geri dönen Türklerin yerleşme politikası konusunda sıkıntılar var; Biz burada sarsıcı ve acı bir Kırım gerçeğiyle karşılaştık - Zera Bekirova, 11 nüfuslu bir aileden hayatta kalan tek kişi...
Devletlerarası Kırım, Sürgün ve İsmail Bey Gaspıralı Kongresi DEĞERLENDİRME OTURUMU İki gün boyunca devam eden Kongrenin sekiz oturumuna başkanlık yapan kişiler –Prof. Dr. Celal Erbay; Ydr. Doç. Dr. Ahmet Koçak; Yrd. Doç. Dr. Recep Çelik; Prof. Dr. Tasin Cemil; Doç. Dr. İbrahim Maraş; Prof. Dr. Ali Arslan; Mehmet Kâmil Berse- kürsüye davet edildiler. Değerlendirme Oturumu’nda söz alan kişilerin konuşmalarından satır başları. Prof. Dr.CELAL ERBAY iki günden beri geçmişe kulak verdik, kulaklarımızla gönlümüz arasındaki köprüyü tesis ettik. Ey gönül, sen taşıdığın o ümitle geleceğe baktın. Ümitsizlik bizim işimiz değildir... Bakü’yü gezdim, can Azerbaycan’da kardeşlerimizle buluştum, aynı duygularıtaşımakta olduğumuzu gördüm; İki gündür Kırım’ı konuşuyor, Kırım’la ilgili birbirinden güzel bildiriler dinliyoruz. Kırım, Türk Dünyasının merkezi olan Dersaadet’le hep irtibat hâlinde olmuş; Biz bir bütünü, her birimiz bu bütünün birer parçalarıyız; İbn Haldun’u hatırlamak zorundayız, der ki ‘tarım toplumlarının iki tür hayvanı vardır; çiftçi küçükleri yer, büyükleri ise biner; Kırım, yüzyıllardan beri bu hayat tarzını benimsemiştir; Kırım 2014’te ilhak edildi. Rusya’nın bu yaptıkları hiçbir hukuğa sığmaz; Sen 1780’lerde burayı işgal et, Rus mujiklerini bu topraklara iskan et, yerli insanları yerinden yurdundan çıkar, nüfus çoğunluğuna sahip ol, sonra da hukuk dışı bir referandum yap, ‘Çoğunluk Rusya’ya birleşmek istiyor de!..” Kırımlı kardeşlerim, siz de evlat sayınızı en az
Yrd. Doç. Dr. RECEP ÇELİK İki gündür ‘göç’, ‘sürgün’, ‘diaspora’ üzerine konuşmalar dinledik; Kırım’dan Romanya’ya göçler; Dobruca, Mecidiye kasabası; Romanya’da Kırımlı göçmenlerden oluşan Mecidiye kasabasının Osmanlı devleti tarafından kurulması, Osmanlı’nın Kırım Müslümanlarına sahip çıktığını gösteriyor; Diaspora kültürünün yeniden üretilmesi önemli; Bu kongreye Kırım derneklerinin ve STK örgütlerinin katılmaması üzücüdür; İsrail, Ermeni diasporalarının nasıl çalıştıklarını örnek alabiliriz; Prof. Dr. TAHSİN CEMİL Bu toplantının ilmi seviyesi gayet yüksekti; Organizatörlere ve tüm katılımcılara teşekkür ederiz; Altıncı oturumda göç ve kadın hakları konuları işlendi. Aslında ise 1780-1944 arasında Kırım’dan göç değil, sürgün olmuştur; Yani nüfus hareketleri, göçten sürgüne dönüşmüştür; Unutmamalıyız ki göçe maruz kalanlar değil, onları kovanlar, sürenler suçludur; Kadın haklarına gelince – Altınorda’da kadınlar, hanların yanında otururlardı ve erkeklerle eşit haklara sahiplerdi; İsmail Bey Gaspıralı gibi aydınların kararlı mücadelesi sonucunda kadınlara, kızlara büyük haklar tanındı. Kırım ve Azerbaycan’da onlar için okullar açıldı; 1917’de Bahçesaray’daki kurultayda kadınlara eşit haklar verilmiştir; Kırımlılar, şimdiye kadar Türk-Tatar olarak kalabilmelerini Osmanlı’ya borçludurlar; Türkiye Cumhuriyeti, her bir Tatara sahip çıkıyorsa Tatarlar buna emin olmalıdır. Osmanlı 91
Ş ehir
Prof. Dr. ALİ ARSLAN Öncelikle bu etkinliğe katkı koyan her kese teşekkürler; Yakın tarihe baktığımızda iki üç neslin devamlı birikimi gelmişken, İkinci Dünya Savaşı bu nesilleri biçti; SSCB’nin çöküşünden sonra Batı da çöküyor. Bizim kaderimiz yeniden doğuyor; Hep birlik ilkesi ile yola çıkan İsmail Bey Gaspıralı’nın İstanbul’da değil, Mısır’da (Kahire’de) mutemer yapması (Kongre) yapması tesadüf mü? Birlik ülküsünü savunanlar “Sol gözü sağ göze muin (yardımcı) eyle”yi iyi bilirler; gibi TC de onları korumalıdır. Türkiye ile bağlantı kurmak, irtibatı kesmemek tüm Tatarlar için önemlidir... Doç. Dr. İBRAHİM MARAŞ Biz 1915’te başımıza bela olan bir toplumu tehcir ettik, şimdi soykırımla suçlanıyoruz; 1944 Sürgünü ise gerçek bir soykırımdır zira Kırım Tatarlarının %46’sı bu olay nedeniyle yok olmuştur; Binlerce yıl önce topraklarını terk eden ve İkinci Dünya Savaşı sırasında soykırıma maruz kalan Yahudiler tüm dünyadaki Yahudi algısı üzerine bir sürgün ve soykırım felsefesi oluşturdular. Bu sürgün ve soykırım felsefesinin temelinde yeniden diriliş vardır; Biz de sürgünün felsefesini yapmalı, onun faciasından diriliş çıkarmalıyız; Bilindiği üzere 19. asır – Haçlı seferleri asrıdır. Biz bu asırdaki uyanış hareketlerinde yer alan, bu hareketlere katkı koyan ve iştirak edenlere yeniden ulaşmalıyız; Modernleşme hareketinde e dış Türklerin büyük rolü olmuştur; Rusya’dan gelen araştırmacılar, İsmail bey Gaspıralı ile ilgili çok sayıda bilinmeyen belgelerin olduğunu ortaya koydular; Aslında bir İsmail Gaspıralı Kütüphanesi kurulabilir; İsmail Bey Gaspıralı’nın yanında uyanışın öncüleri olan diğer aydınları (Zeki Velidi Togan, Yusuf Akçura, Abdülkadir İnan, Sadri Maksudi Arsal...) da tanıtan büyük bir kongre yapılmalıdır; Onların ortak şuura nasıl ulaştıklarını öğrenmeliyiz... sayı//14// eylül 92
Gelecek toplantımızı Eylül sonunda Romanya’da yapacağız. Tasin Cemil Hocama bize ev sahipliği yapacakları için şimdiden teşekürler... MEHMET KÂMİL BERSE: Öncelikle hepinize –sabredenlere, sabredemeyenlere teşeşekkür ediyoruz; Tüm organizatörlere teşekkür ediyoruz; Bu salonları dolduramadığımız için hepinizden özür diliyorum; Bu akşam Kırım sürgünün anma programımızda telgrafları da okuyacağız; Kırım Türklerinin başına getirilenler büyük bir insanlık ayıbı ve soykırımdır ama rahmetli Cengiz Dağcı’nın söylediği gibi “Güçlü olacaksın, direneceksin, var olacaksın!” Kırım’da yaşayan eli ayağı öpülesi Prof. Dr. Ayşe Seyitmuradova adlı bir kadın var – 85 yaşında, sürgünü görmüş bir kadın. O, 50 bin Tatara müracaat etti. “Dilimi, dinimi kaybetmedikçe senden korkmuyorum Rusya, Ukrayna...” dedi. Onun ellerinden öpüyorum... Biz gerçeklerimizi küllendirmeyelim, üfleyelim ki yansın ama bağrımızı yakmasın... SÜRGÜNÜN 71.YILINI ANMA PROGRAMI. Sempozyumun bitmesinden sonra Sürgünü Anma Programı başladı. Yönetmen Ömer Beyoğlu’nun ÖLÜME GİDEN TREN – 18 Mayıs 1944 Kırım Sürgünü Belgeselini gözyaşlarına boğularak izliyoruz... Çekim ekibi Kırım’ın işgal edileceğini biliyormuş gibi tüm Kırım’ı dolaşmış, özellikle 1944 sürgününü gören yaşlı insanları bulmuş, onları konuşturmuş... İzzet Hayitov, Vade Abdişeva, Seyit Hasan Hasanov... belgeselde yer alan, mikrofon tutulan yüzlerce kişiden sadece birkaçı... Herkesi geren, gözyaşlarına boğan belgeseli
izledikçe kısa aralar veriliyor. Bu aralarda değerli MEHMET KÂMİL BERSE’nin titreyen sesiyle kısa konuşmaları... M. K. Berse ortamın ruhuna uygun olarak Necip Fazıl’ın “Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader / Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider... ” mısralarını söylüyor... Bekir Sıtkı Çobanzade’nin “Ezan sesi biyaklarga kelalmay, / Tatlı, tatlı yüregime tiyalmay... (Ezan sesi bu taraflara gelemiyor, / Tatlı tatlı yüreğime değemiyor) mısralarını fısıldıyor. 1552’de Kazan’ı işgal eden Korkunç İvan’ın “İstanbul’un intıkamını aldım!” sözlerini hatırlatıyor. Cengiz Dağcı’nın “Güçlü olacaksın, karşı duracaksın, dayanacaksın, ölmeyeceksin...” sözlerini tekrarlıyor. Numan Çelebi Cihan’dan söz ediyor, “1783’ten beri Kırım’da göç yok, hep sürgün var...” gerçeğini aktarıyor. Ruslar, Sivastopol’un kuruluş tarihini 1784 yazmışlar... Hayır, orası 2500 yıldan beri Türk toprağıdır..Bu sürgün bir soykırımdır... Çok duyguluyum, biraz daha konuşursam karşınızda ağlamaya başlarım... Kırım’ın her noktasına selam olsun... 18 Mayıs 1944 – Ölüme Giden Tren belgeselinin devamını izliyoruz...Belgesele ara verilince bu kez de Prof. Dr. ALİ ARSLAN söz alıyor: Ben daha akılcı konuşacağım...Bu bir soykırımdır; Prof. Arslan Kıpçakların cezalandııldığı tarihleri hatırlatıyor; Bu tarihlerin, Rusların önündeki engellerin kaldırılması tarihlerine tekabül ettiğini söylüyor; Unutmayalım ki 1783 – Rusun bölgeye geldiği ve Osmanlı’nın bölgeden çıktığı tarİhtir; Kırım – kuzeyin kapısıdır; 1944 sürgünü – kuzey kapısının temizlenmesidir; Zalim bahane üretmek isterse onu kolayca yapar; Hitler’in Yahudilere yaptığı bir soykırımdır; Peki, Rusların 1944’te yaptıkları bir soykırım değil midir?; 18 Mayıs 1944’te mağdurlara 15 dakika süre verildiği için niyet kötüdür; Bir grubun topyekün hedef alınması, hedef haline getirilmesi söz konusudur...; Zaiyat mı – var, kayıt tutulmamış, hiçbir şeyin kaydı yok...; Herkes Sovyet hükümetinin varislerinden tazminat talebinde bulunmalıdır; Toplama kampları var, tazminat şartları da hazırdır; Ben bir tarihçi olarak 18 Mayıs 1944’ün bir
soykırım olduğuna inanıyorum; Avdet – yeni bir dönemin başlangıcıdır.. Sabırla çalışıp Vatan Kırım’a dönüşler sağlanmalıdır... Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı Doç. Dr. KUDRET BÜLBÜL’ün konuşmasından satır başları: Evet, Ölüme Giden Tren belgeselinin hep birlikte izledik... Bu kara trenler bize her zaman sıkıntı getiriyor... Kırımlılar uzunca ve onurlu mücadeleden sonra 1990’larda yeniden vatana dönmeğe başladılar; Maalesef 2014’te bir oldu bitti referandumuyla yeniden zulme uğradılar;Burada Mustafa Cemiloğlu ve Rıfat Çıbarov’u saygıyla selamlıyorum; Maalesef yabancı diplomatlar bu meseleyi sinsice erteliyorlar; Biz bunları Gürcistan’da -Ahıska’yı ziyaret ederken dile getirdik; Gürcülere dedik ki, Kırımlılar geri dönünce Ukrayna davasına sahip çıktılar. Siz de kötü duruma düşebilirsiniz ve bu durumda Ahıska Türkleri de sizin davaya sahip çıkarlar; Ermeni meselesiyle ilgili Bin Yıllık Komşumuz ve Bir Asırlık Mesele adlı bir kitap çıkardık; Biz sözlü tarih çalışmalarına çok önem veriyoruz. Bu konularla ilgili belgeseller, filmler yapılmalıdır; Hakan Kırımlı yönetiminde Kırım Tatar Kültürel Envanteri çalışması yaptık. İyi ki yapmışız... Bir gün durum değiştiğinde bu çalışmalar tapu senedi gibi olacaktır; Biz Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanılığı olarak 700 Kırımlı öğrenciye burs verdik; Almanya Değerlendirme Raporu da hazırlanmalıdır çünkü son 13 yılda Almanya’da yaklaşık 300 cami yakıldı; Biz yanlış yapmamalı, yanlışlara tepki göstermeliyiz; Ardahan’da yılda bir kez Ahıska Çalıştayı düzenliyoruz; Kırım sürgünü sırasında ve bu sürgünden dolayı ölenlere Allahtan rahmet diliyorum. İnşallah bir daha böyle acılar yaşamayız; Şu anda 200 yıllık bir açığımız var ve bu açığı kapatmak için çok çalışıyoruz; Türkiye’nin en dar sınırları siyasi sınırlarıdır.. Sonuca değil, sürece odaklanalım... İki gün , iki ayrı mekanda gün boyu geç saatlere kadar devam eden kongre, yurt dışı ve yurt içinden gelen akademisyen ve kültür insanlarının kalıcı, kaliteli , özgün tebliğ ve konuşmalarının gerçekleştiği bir toplantı olarak hafızalara yerleşti. Teşekkürler Dersaadet Kültür Platformu, Teşekkürler Dünya Kırım Türkleri Kültür ve İktisadi İşbirliği Derneği, Teşekkürler Mehmet Kamil Berse… Saygılarımla, Nazım Muradov 93
Ş ehir
ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ
KALEMLERİN GÖLGESİNDE BİR KURULUŞ
TÜRKİYE YAZARLAR
BİRLİĞİ - İSTANBUL 1978 yılında D. Mehmet Doğan’ın Başkanlığı’da kurulan TYB’nin şu anda İstanbul, Ankara, İzmir, Konya, Bursa, Erzurum, Kahramanmaraş, Trabzon, Şanlıurfa, Gaziantep, Kayseri, Sakarya, Adıyaman şubeleri bulunuyor Mehmet Nuri YARDIM
TYB İstanbul Şubesi İftar Daveti
ürkiye’de sivil toplum kuruluşlarının değeri yeni yeni anlaşılmaya başlandı. Düne kadar pek önemsenmeyen dernek ve vakıfların sayısı bugün her geçen gün biraz daha artıyor. Adını yeni yeni duyduğumuz vakıflar, dernekler bu ülkenin temel değerlerine hizmet etmek için kuruluyor. Bu alanda öncü olan kuruluşlar arasında Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) de var. Bu ülkenin kültürünün, medeniyetinin, sanatının, edebiyatının, dilinin daha iyi anlaşılması ve anlatılması için kurulmuş bir irfan merkezi. Merkezi Ankara’da olan TYB Anadolu’da da bazı şubeler açtı. Ama en aktif şubesi şüphesiz İstanbul’da hizmet veriyor. 1978 yılından D. Mehmet Doğan’ın Başkanlığı’da kurulan TYB’nin şu anda İstanbul, Ankara, İzmir, Konya, Bursa, Erzurum, Kahramanmaraş, Trabzon, Şanlıurfa, Gaziantep, Kayseri, Sakarya, Adıyaman şubeleri bulunuyor. Her yıl hazırlanan Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı’nda yılın kültür sanat envanteri yer alıyor. TYB’nin en önemli faaliyetlerinden birisi de şiir festivalleridir. Bu yıl 11’ncisi gerçekleşen Şiir Festivali geçen ay Tataristan’ın başkenti Kazan’da yapıldı. TYB Vakfı, yine bu bünyede kuruldu. TYB Ödülleri ise artık yaygınlık kazanan ve her yıl merakla beklenen bir keyfiyete gelmiş durumda. Bir de Yazar Okulu var Ankara Genel Merkez’de. İSTANBUL’DAKİ MEDRESE TYB’nin İstanbul’da ilk kuruluş çalışmalarıyla ilgilenen, çocuk edebiyatçısı, Çocuk Vakfı Başkanı Mustafa Ruhi Şirin olmuştu. Ve o zaman Sultanahmet’teki bir binanın son katındaki merkezine zaman zaman ziyarete gidiyor, Mustafa Ruhi Beyle görüşüyordum. Sonra Cağaloğlu’nda Kızlarağası Medresesi’ne geçildi ve asıl hizmetler burada verilmeye başlandı. Ahmet Kot’un Başkanlığı sırasındaki yönetim kurulu üyeleri arasında ben de bulunmuştum. Sonra Ali Ural Başkan seçildi. O zor yıllarda iyi faaliyetler yapıldı, gayretli arkadaşlar çalıştı. Birlikte çalıştığımız arkadaşlar arasında İrfan Çalışan, Yusuf Kaplan, İsmail Fatih Ceylan ve Nevzat Yüksek de vardı. UNUTULMAZ SOHBETLERİN MEKÂNI Sıcak bir iklime, estetik bir görünüme sahip olan Kızlarağası Medresesi, her zaman için unutulmaz sohbetlerin müstesna ve güzel bir mekânı olmuştur. Yıllar yılı gençlerin çok sevdiği, fikirlerine değer verdiği ve eserlerini okuduğu Mehmed Niyazi, Mustafa Kutlu ve Yusuf Özarslan ağabeyler buralarda oluşturdukları sohbet halkalarının başında olmuş, gençlere yol gösterip hedef işaret etmişlerdir. Giderek genişleyen bu halkalarda memleket meseleleri, kültür sanat
sayı//14// eylül 94
hadiseleri, sinemadan tiyatroya, klasik sanatlardan edebiyata muhtelif mevzular ele alınmış, adamakıllı tartışılmış ve beyin fırtınaları esmiştir. Bugün de her zaman için kışın içerde, yazın da medresenin önünde yazar ve sanatkârlara tesadüf etmemiz mümkün. Mehmed Cemal Çiftçigüzeli’nden Şerif Aydemir’e, Sadettin Kaplan’dan Yusuf Gedikli’ye, Yusuf Bilge’den Bestami Yazgan’a, Nurettin Durman’dan Cengizhan Orakçı’ya kadar bir çok şair ve yazarın hoş sohbetleri, Mimar Sinan’ın en küçük eseri kabul edilen bu şirin medresede nazar-ı dikkatleri sürekli olarak üzerine çekmektedir. Sıcak demli çaylara, sıcak yürekli insanların muhabbetli sohbetleri eşlik etmektedir.
TYB’deki program ve sohbetler
Şimdi, şube Başkanı Mahmut Bıyıklı. Genç neslin aktif kültür adamlarından biri olarak göz dolduran Bıyıklı, çevresindeki dostlarıyla hayırlı faaliyetler düzenlemeye devam etmektedir. TYB İstanbul’un Genel Koordinatörü şair ve yazar Şakir Kurtulmuş’tur. Kızlarağası Medresesi’ndeki odasında her gün bulunan Şakir Kurtulmuş’u İstanbul’daki yazar ve şairler devamlı olarak ziyaret etmekte bu küçük mekânda istişareler ve sohbetler yapılmaktadır. İstanbul Şubesi Yönetiminde başkan Mahmut Bıyıklı , Hüseyin Akın, Bünyamin Yılmaz, İrfan Çalışan, Muzaffer Doğan, Demirhan Kadıoğlu,Şeref Akbaba ve Selvigül Şahin yer alıyor. MEDRESENİN SIKI MÜDAVİMLERİ Biz İstanbul’da yaşayan kültür, sanat ve edebiyat meraklıları, TYB deyince daha ziyade Cağaloğlu’ndaki Hoca Rüstem Sokağı üzerinde bulunan Kızlarağası Medresesi’ni anlıyoruz. Evet, Mimar Sinan’ın en küçük eseri olduğu belirtilen bu medresede sinema panellerinden, şiir gecelerine, edebiyat toplantılarından sergilere kadar bir çok alanda faaliyet yapılmaktadır. Hele Edebiyat Mevsimi her yıl ekim-kasım aylarında özlenen, beklenen ve takip edilen kıymetli bir faaliyet olarak öne çıkıyor. Yeni dönemde çeşitli kurs hazırlıklarının yapıldığı ayrıca geçen yıllardan bu yana süregelen Yazı Atölyesi gibi kursların da heyecanla takip edilebildiği medresenin müdavimleri arasında yazar ve sanatkârların yanı sıra külliyetli miktarda üniversite öğrencileri bulunuyor. Türkiye Yazarlar Birliği hakkında ayrıntılı bilgileri www.tyb.org.tr internet sitesinden edinmek mümkün. İstanbul’daki faaliyetler içinse tybİstanbul.org sitesini ziyaret etmek gerek.
95
Ş ehir
ŞEHİR, YENİLEŞME VE
TİYATRO Bence Tiyatro daha fazla sanat dalı ortaya çıkaracak potansiyelde bir kaynaktır. Selim KARAN
asim Özdenören, Gül Yetiştiren Adam kitabında hikâyenin bir bölümünün geçtiği şehrin yenileşme sürecini anlatırken tiyatroya da değinir. Tiyatro şehrin değişiminin en ilginç noktasıdır öyküde. Yenileşmenin bir unsuru olarak girdiği şehirden sinemanın gelişiyle öyle hızlı ayrılır ki neredeyse şehre girişi ile çıkışı bir olmuştur. Tiyatro yenilik olarak gelmiştir. Şehir için yenilik olsa da maziden geldiği muhakkaktır. Hikâyede geçen tiyatro klasik yöntemleri kullanan ve teknoloji ile içli dışlı olmayan yapıdadır. İnanılmaz hızda değişen sosyal yaşam tiyatroyu içine aldığı gibi eskiliğini anlar ve sinema ile tanışır tanışmaz reddeder. Bu şehir öyle hızlı değişmektedir ki tutunabilen tek klasik unsur camilerdir. Dönüşüm, sosyal hayatın içine hızlı sokulduğunda eskiler reddedilir. Aslında bugün yaşadığımız süreç de hikâyedeki şehrin deviniminin bir devamıdır. Bugün de çok önemli değişiklikler her gün kapımızı çalmaktadır. Teknolojik aygıtlarla yaşadığımız tecrübeler bunun bir delilidir.
sayı//14// eylül 96
Hikâyede geçen dönemin tiyatrosunun, teknolojiden uzaklığı ve içinde bulunduğu dinamizmin uzakta kalışı onu toplumdan koparmıştır. Türkiye’de tiyatronun şehirlere yayılamama problemlerinden birisi hikâyede böylece yer bulmuştur. Günümüz evrensel tiyatrosu teknolojiyi lehine kullanmayı başarmıştır. Böylelikle toplumda cazibesini koruyabilmekte veya görece yükseltebilmektedir. Teknolojik unsurlar olan ışık, ses ve efektler tiyatronun içinde sanatın bir türü olarak gelişmektedir. Hatta bugün tiyatronun teknoloji desteğini sağlayan bu unsurların kendi başlarına tiyatro olduklarını ya da kendi başlarına sanat olduklarına şahit olmaktayız. Birçok ülkede gerçekleştirilen sadece ışık veya lazer görsellerinden oluşan sergiler anahaber programlarına konu olacak kadar alaka toplamaktadır. İnsanlar bu etkinliklerde çekilip paylaşılan görüntüleri heyecanla izlemektedirler. Bugün Ülkemizde de birçok oyunda teknoloji desteğinden yararlanılmaktadır. Öyle ki sahnede figürler realizmden uzaklaştırılarak devleştirilmekte, etkileri ve tesirleri artırılmakta ve hatta canlandırılan rolün tamamen dışında bir karaktere sokulabilmektedirler. Böylece sanat, tesirini artırmaktadır. Toplum içinde sanat, realizmden koptuğu derecede ilgi çeker. Realizmde ısrar edilmesi bir noktadan sonra sıkıcı olmaya başlar. Realist unsurlar diğer akımlarla bir sepette sunulmalıdır. Karikatürize edilebilen detaylar öne çıkarıldıkça ilgi artar. Klasik tiyatro, orkestraları doğurmuştur, baleyi, operayı ve sinemayı da. Bunlar tiyatronun içinden doğan sanatlar ve teknolojilerdir. Bence tiyatro daha fazla sanat dalı ortaya çıkaracak potansiyelde bir kaynaktır. Teknolojiyi içine alarak değiştiren ve sanatsallaştıran tiyatrodan hâlihazırda ışık şovları doğmuştur. Yeni sanatlar ve görsel unsurlar da tiyatronun içinden tiyatro var oldukça doğmaya devam edecektir. Tiyatro toplumu ve sanatı dönüştürür. Tiyatronun en önemli özelliği ise gelişime açık yönüdür. Tiyatronun en önemli özelliği olarak toplumu değiştirdiği iddiası alında kendi değişiminin bir çıktısıdır. Tiyatro gelişime açık yönünü canlı tutarak şehirlerde aramızda kalmaya devam etmelidir. Şehirleri ve toplumları sanatla olgunlaştırmak tiyatronun dönüşüme kendi gönüllü öncülüğü ile olur. Bazı durumların üstünlük sıfatları alması dilbilgisinde karşılaşılan bir durum değildir. Mesela gönüllülüğün dahası veya eni olmaz. Ancak tiyatro değişim için en gönüllü olmak durumundadır.