Biz’den… Şu Toprağa Sevgiden Başka Tohum Ekmeyelim Her kimin lisanı tatlı olursa, dostları çok olur.( Hz.Ali) “Edebin en iyisi Güzel Ahlâktır” sözü gibi bu dünyamızı güzelleştirmemiz için bize vasiyet edilen özlü cümleler vardır. Yunus Emrenin dizelerinde, bazen bir mısrada bile yakaladığımız Sehl-i Mümtenî sözler, ruhumuza ferahlık verir. İnsanımızın ruh dünyasını imar eden bilgelerimiz, ariflerimiz, hocalarımız; talebelerini öncelikle lisan-ı hâl ile eğitmenin erdemini kullanırlar. Bu hâl ile eğitilmek fıtratımızın doğal halidir. Yeterli olmaz ise ruh eğitiminin ikinci devresinde özlü sözlerin manevi etkilerinden yardım gelir kişiye, bu sözler şerh edilir örneklerle. Hadis-i şeriflerden, Hz.Ali’den, Mesnevi’den, Hz.Yunus’tan ve diğer kıymetli kişilerden kısa ve anlamlı sözler beynimize, kalbimize, gözümüze, yüzümüze birer ok gibi saplanır acıtmadan eğiterek, öğreterek… Sonunda Kâmil İnsan olma için aldığımız kadar yol katetmişizdir. Şehirli olmak, kültürlü olmak, medenî insan olmanın ilk şartlarından biri Olgun insan olmaktır. Şehirli olmanın aday adaylığı olur, aday olabilmek için anlattığımız rahle-i tedris den geçmek gerekir. Sözünü bilmek, kendini bilmekle başlar,” Kendini bilmenin Allah’ı bilmek” demek olduğunu Hz.Ali bize asırlar öncesinden kısa mesaj olarak göndermiş. Bu sözün tarih içindeki yolculuğunda Yunus Emre katkıda bulunmuş; “İlim İlim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendin Bilmezsin / Bu nice okumaktır.” İfadeleri o kısacık cümleyi bize lirik bir şekilde şerh etmiş.. Her sözün kaynağında Allah ve bize buyruğu Kuran vardır aslında. Hz.Ali, Efendimizden gördüğünü bize çerçeveleyip göndermiş.. Yıllarca ilim tahsil edip branşımızda ihtisas sahibi olabilir kariyer yapabiliriz. Ancak, Kişiliğimiz olgunlaşınca (ariflerin öğretilerinin ve sözlerinin bizi kâmil insan yapması ile) Şehirli olma yolunda aday olmuşuz demektir. Öğrendiklerimizi öğretebiliyorsak önce kendi evimize, komşularımıza, öğrencilerimize. Öğrendiklerimizi imar ettiğimiz yapılarımızın taşlarına işleyebiliyorsak Hacı Bayram Velînin dediği gibi; “Şakirdleri taş yonarlar/Yonup üstâda sunarlar/ Çalabın(Allah’ın) adın anarlar / Ol taşın her pâresinde.”
Elimizden ve Dilimizden çevremiz selâmette ise, Şehirli olmuşuz demektir... Kültür’ün eğitimi sadece okulda olmaz, yaşayarak okuyarak, görerek kültürlü oluruz. Okuyan bir toplum, öğrenen ve öğretilen bir nesil yetiştirmek ülkemizdeki münevverlerin ve tabiî ki devletimizin vazifesidir. Bugüne kadar başarılı olmadı isek karamsar olmamalıyız ve mücadeleye devam etmeliyiz. Şehirli ve Kültürlü nesiller yetiştirmek bu konuda sorumluluk hisseden her ferdin vazifesidir. Önce kendimizden ve Evde aile reisinden başlayarak, mahalle muhtarımızın, Kaymakamlarımızın, Okul müdürlerimizin, Milli Eğitim Müdürlerimizin, Üniversite Dekan ve Rektörlerimizin, Valilerimizin, Kültür Bakanımızın, Milli Eğitim Bakanımızın, Çevre Şehircilik Bakanımızın, Siyasi partilerin ilgili başkan yardımcılarının, Başbakanımızın ve Cumhurun başı olarak Cumhurbaşkanımızın Münevver, şehirli ve kültürlü nesil yetiştirme için sorumluluğu vardır… Şehirleri îmâr ederken İnsanımızıda îmâr etmek zorundayız..Yeni nesiller birbirlerine sevgi ve saygı duymalılar. Devletine,Bayrağına,Diline,Milletine ve inancına bağlı olmalılar ki ayrılıkçılığa düşmesinler, hıyanet içinde olmasınlar,şehirlerimizi kütüphanelerimizi camilerimizi kitaplarımızı yakmasınlar. Hepsinden önemlisi can’a kıymasınlar. Bunları öğretmeliyiz ülkemin çocuklarına… Şehir ve Kültür dergisi olarak bu sorumluluğu iliklerimize kadar hissediyoruz. Sadece bu sayfalarda değil her vasatta gençleri bilinçlendirmek için, ay otuz gün yirmi dört saat çalışıyoruz..Bu davanın büyüklüğünün bilincindeyiz.İlgili kişi ve kurumlarla elbirliği yapmamız gerektiğine inanıyoruz. Bilgi , Kültür, Ahlâk, Estetik kavramları bizim öğreti düstûrumuzdur. Önce kendimize çeki düzen verdik, aynaya baktık ve 2016 yılının ilk sayısı ile karşınızdayız. Hz.Mevlana’nın sözü bizim için öz dür. Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz... “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zâtınıza” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 8 10 16
KÜRESEL BARIŞININ SİMGESİ;
AYASOFYA VE FATİH KÜLTÜRÜ
Ersin Nazif GÜRDOĞAN
SENLE VUSLAT YAŞAMADAN, ÖLÜM BİZE UZAK OLSUN;
22
BOĞAZiÇi’NDE MiNYATÜR SU SARAYLARI
32
MEDENiYETLERiN BiRBiRiNE EKLENDiĞi ŞEHiR; SiVAS
40
ERZURUM’UN GEDiĞiNE VARANDA
Mehmet MAZAK
SELANiK
Fahri TUNA
DiNLER VE ŞEHiRLER Muhsin İlyas SUBAŞI
DERSAADET’TE “FATiH-SÜLEYMANiYE” ULEMÂ SEMTLERi Mehmet Kâmil BERSE
ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Fahri Tuna - Giray Tarhanoğlu
Sabri GÜLTEKiN
Nazım MURADOV
Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan,
12 ŞEHİRLİ OLMAK, SEÇKİN OLABİLMEKTİR/ Recep GARiP 15 YAŞA’YAN PORTRELER - Fahri TUNA / Kitap Tanıtım: Samet SURURÎ 24 TÜRKİSTAN TASVİRLERİ / Dr.Kamil UĞURLU 28 ÇEVRE, ŞEHİR VE KÜLTÜR / İsmail BİNGÖL
56
İSTANBUL VE DENiZ RESSAMI
AYVAZOVSKi Doç.Dr. Svetlana KERiMOVA
36 BALKANLAR KONİÇE/ SARAYBOSNA VİŞEGRAD/ÖZİÇE / Yrd.Doç.Dr. Bedri MERMUTLU 46 19.yy’da DERSAADETTE EĞİTİM, HAMİDİYE TİCARET MEKTEBİ/ İsmail BİNGÖL 50 ŞEHİR VE MEZAR / Prof.Dr.Ömer ÖZDEN 54 DERSAADETİN MERKEZİNDE ÖZELLİĞİ OLAN BİR CAMİ; FİRÛZ AĞA CAMİÎ / Söyleşi: Mehtap ALTAN 60 AŞIR GÜLER İLE AHŞABIN BÜYÜLÜ DÜNYASINA SANAT MANİFESTOSU / Ekrem KAFTAN 67 BAHÇELER, EVLER VE EFENDİLER / Kâmil UĞURLU 68HER DAĞIN TEPESİ BİR BURÇ OLSUN TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKÂYESİ -onikinci bölüm- / Ali Arslan CAN 78 KALKANDELEN / MANASTIR ALACA CAMİİ’NDEN HARABATI BABA TEKKESİ’NE / Nazmi EROĞLU
64
DEHRiN MODERN HALLERi Hulusi ÜSTÜN
82 İBB ŞEHİR TİYATROLARI “AYAKTAKIMI ARASINDA” -Tiyatro- / Yasin ÇETİN 84 ŞIRVANŞAHLAR YADİGÂRI BAKÜ’DE TÜRK DÜNYASI KONGRESİ / Doç.Dr.Süleyman DOĞAN 86 UYUMSUZ BİR YAŞAMDAN KESİTLER /Kitap Tahlili: Mustafa UÇURUM 88 GÜÇ MÜCADELESİNE DÖNÜŞEN HİLAFET KURUMU/ FERD VE CEMİYET / Mehmet Nuri YARDIM 92 BABA TOPRAĞI PRİYEPOLYE / H. Yıldırım AĞANOĞLU
72
ASYA’NIN YILDIZLARI
MALEZYA VE SİNGAPUR
94 BİLİM VE SİYASET İNSANLARI YETİŞTİREN, ÜNİVERSİTE KURAN İRFAN OCAĞI; BİLİM SANAT VAKFI / Mehmet Nuri YARDIM
Murat YILDIRIM
Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof. Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof. Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof. Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard. Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL.
Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. | Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70
KÜRESEL BARIŞININ SİMGESİ;
AYASOFYA VE
FATİH KÜLTÜRÜ
Yüzyılların içinde oluşan tarihi yapılar, şehirlerin dünyaya açılan vitrinleridir. Vitrinlerini sürekli yenilemeyen şehirler, kökleri geçmişte olan gelecek olamazlar. Şehirler vitrinleriyle kişilik ve kimlik kazanırlar. Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
ziz İstanbul’’un sevdalısı Yahya Kemal, Türklerin İstanbul ile bağlarının, Hicret’’ten yüzyıl önce, Ayasofya’’yı inşa ettiren İmparator Justinyanus’’a kadar uzandığını vurgular. İmparator Hint ve Çin’’e giden ticaret yollarını İranlılardan daha çok, Orta Asya’’daki türklerin açmalarını bekler ve Türkleri Roma’’nın mirasçıları olarak görür. İmparator yanılmamış ve Türklerden beklentileri gerçekleşmiştir. Roma döneminin simgesi Ayasofya, Türklerle bir bilgelik mektebi olmuştur. Bin yıla yakın kilise ve beş yüzyıla yakın da cami olan Ayasofya, Müslümanların olduğu kadar Hristiyanların da kültüründe önemli bir yer tutar. Bu yüzden, Ayasofya dünyada hem Müslümanlar, hem de Hristiyanlar tarafından sevilir ve büyük saygı görür. Ayasofya, İbrahim Peygamber’’de birleşen, İbrahimi dinlerin, ortak peygamberlerinin, ortak kitaplarının, çok kültürlü, çok kimlikli ve çok değerli eşsiz bir ulu mabetidir. Türkler için Ayasofya, ‘’İki kıta ve İki Deniz’’in Sultanı olarak bilinen Fatih’’in, bir armağanı ve bir emanetidir. Türkler Fatih’’in Ayasofyası’’na türbeler, medreseler, kütüphaneler, imaretler, muvakithaneler ve şadırvanlar ekleyerek, günün şartları içinde eğitim ile ibadeti bütünleştiren açık bir üniversiteye dönüştürdüler. Ayasofya’’dan geri kalmayan Fatih, Süleymaniye ve Sultanahmet, İstanbul’’un diğer açık üniversiteleri oldular. Türklerin altın çağları, eğitim kurumlarına, bilim ve sanata büyük önem veren Fatih ile başlar, adalet odaklı yönetimin öncüsü Kanuni ile de doruk noktasına ulaşır. Fatih devlete üst düzey yönetici yetiştiren Enderun’’u kurumlaştırmış ve kendi adına yaptırdığı cami çevresindeki eğitim kurumlarıyla Türk üniversitelerinin temellerini atmıştır. Fatih’’te Fatih, Evliya Çelebi’’nin deyişiyle: ‘’Kurşun kubbelerle kaplı koca bir şehir kurmuştur.’’ Ayasofya Filistin’’deki Süleyman Peygamber’’in Kutsal Mabedi ile İspanya’’daki Kurtuba Camisi arasındaki süreklilik ve bütünlüğünün simgesidir. Ayasofya bütün İbrahimi dinleri kucaklayan, çok zengin geçmişiyle dünya barışının güvencesidir. Dünyada Doğu ile Batı, Asya ile Avrupa ve Hristiyanlar ile Müslümanlar savaşırsa, dünyanın hiçbir ülkesinde barış olmaz. Ayasofya, Kudüs, Kurtuba, Atina ve Roma’’da kampüsleri olan çok ülkeli bir barış üniversitesi olmalıdır.
*T.C.Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı
sayı//18// ocak 4
Bütün dünyanın yitirdiği kutsal bilgeliğin, hiçbir zaman batmayan güneşi, Ayasofya’’dan doğacaktır.
KUTSAL KÜLTÜR HER ZAMAN SEKÜLER KÜLTÜRE KARŞI KAZANACAKTIR. Dünyadaki son iki yüzyıldaki gelişmeler, insanlığın ‘’afyonu’’nun kutsal kültürün değerlerinin değil, ‘’Tanrı yoksa herşey mubahtır’’ diyen seküler kültürün değerlerinin olduğunu gösterdi. Hem Nietzsche, hem Marks yanıldı. Ne Tanrı öldü, ne de kutsal kültür. İnsanlar var oldukça, kutsal kültür de var olacaktır. Kutsal kültürün ışığı, hiçbir zaman sönmez. Varoluşun kaynağı Tanrı’’dır. Seküler kültürün sürekli büyüterek, yıldan yıla yeni boyutlar kazandırdığı istekler, kutsal kültürden kaynaklanan değerlerle dizginlenmezlerse, dünya ekonomik ve siyasal krizlerden kurtulamaz. Krizlerin kaynağına bakıldığında, sınırlı ihtiyaçlarından önce sınırsız isteklerinin karşılanması için, kan dökmeye hazır, iktidar tutkunu, açgözlü, doyma bilmeyen insanlar görülür. Onlar iktidarlarını korumak için, dünyayı ateşe vermeye hazırdırlar. Tüketim ve üretimin odak noktasına iyilikleri ve kötülükleriyle insan yerleşir. İyilik peşinde koşanlar ekonomiyi güçlendirirler, kötülük peşinde koşanlar zayıflatırlar. İnsan ekonominin gölgesi değil, ekonomi insanın gölgesidir. Sağlıklı bir ekonomik yapı için, hayatın merkezini, seküler kültürün ‘’ekonomik insan’’ından önce kutsal kültürün, varlığa sevinmeyen, yokluğa yerinmeyen ‘’derviş insan’’ının oluşturması gerekir. Çuvaldızı dostlarına, iğneyi düşmanlarına batırarak, özeleştiri yapmasını bilen toplumlarda, binbir düşünce yarışır, binbir eylem yapılır. Özeleştiri hem düşünceyi, hem de eylemi kanatlandırır. İnsanlar sorunların kaynağındaki sorumluları ararken, bir parmaklarıyla karşısındakileri gösterilirken, üç parmaklarıyla kendilerini gösterirler. Bu yüzden, her eleştiri, sütten beyaz, baldan tatlı olmalıdır. Tanrısız dünya, inançsız toplum, değersiz ekonomi ve ruhsuz insan isteyen seküler kültür, yol açtığı küresel ısınmayla, yeryüzündeki bütün canlı hayatını tehdit ediyor. Yirminci yüzyıl dünya savaşları yüzyılıydı. Yirmibirinci yüzyıl ise, doğal afetler yüzyılı olacak. Ekonomik, siyasal ve çevresel krizler birbirini izleyecek. Usta şair Paul Claudel’’in vurguladığı gibi: ‘’Görünen dünya, görünmeyen dünyadan ayrı düşünülmemeli. Tanrı’nın evrenini iki dünya oluşturur. Kutsal kültür iki dünya, seküler kültür tek dünya kültürüdür. MÜSLÜMAN DEMOKRATLAR / MESNEVİ VE MUKADDİME Yirminci yüzyılın demokratik diline Hristiyan demokratlar damgalarını vurdular. Onlar kutsal kültürün değerlerini, demokratik dile çevirerek, bütün dünyada kabul görmesinin yolunu
açtılar. Yirmibirinci yüzyılın demokratik diline, Müslüman demokratlar damgalarını vuracaklar. Müslüman demokratlar, Mesnevi ve Mukaddime ile yeni bir demokratik dil oluşturacaklar. Kendi dünyalarında tek başlarına birer güneş olan Mevlana ve İbn Haldun’’un, Yunan düşüncesinden ödünç aldıkları hiçbir şey yoktur. Yirmibirinci yüzyılda, azgınlığa dayanan Atina demokrasisini, çoğunluğa dayanan Kudüs demokrasisine dönüştürecek, Mesnevi ve Mukaddime’’den daha hayatın içinde, başka kaynak yoktur. Dünyanın beklediği yeni demokratik dil, onlarla inşa edilecektir.
Asya"nın ortalarında Avrupa"nın ortalarına kadar uzanan geniş bir coğrafyada, Anadolu insanının kurduğu şehirlerin merkezinde çarşı, cami ve çeşme olmak üzere üç ana kurum vardır.
DEMOKRATİK KÜLTÜRÜN DİLİ YALINDIR Demokratik kültürün dili yalındır, kutsal kültürün dili gibi, zengin değildir. Kutsal kültür demokratik kültür dışı değil, demokratik kültür üstüdür. Demokratik kültür, bardaktaki çay gibi, kutsal kültürün şekeri ve sütüyle, hem tatlandırılmalı, hem de renklendirilmelidir. Çünkü, kutsal kültür, toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatın, eşsiz tadı, doyumsuz rengidir. Müslümanlar tarihleri boyunca, İbn Haldun gibi dünyaya, Mevlana gibi de, öteki dünyaya önem vermişler. Kutsal kültür, yalnızca özel alanı değil, hayatın bütün alanlarını kuşatan, bütün bir değerler manzumesine sahiptir. Kutsal kültürün iki dünyayı kucaklayan zengin diliyle, demokratik kültürün diline yeni kavramlar, yeni açılımlar kazandırmadan, dünyadaki savaşların önünü almak mümkün değildir. Batı dünyası, İslam çaydaki şeker gibi, tad versin, ama kamusal alanda, hiç görülmesin istiyor. Ancak İslam iki dünya medeniyetidir, seküler kültür gibi, iki dünyayı birbirinden ayırmaz. Kutsal kültürün dili, demokratik dili içeren, dünyada herkesin anlayabileceği, küresel bir dildir. 5
değerlerdeki ekonomik değerleri, ekonomik değerlerdeki kültürel değerleri görmek gerekir. Her kültürel değerde, bir ekonomik değer, her ekonomik değerde, bir kültürel değer vardır. Bütün toplumlarda, ekonomik değerler olanları, kültürel değerler olması gerekenleri gösterirler. Tarih bütün değerlerin ana kaynağıdır. Kültürel değerlerin kabul ettiklerine, ekonomik değerler karşı çıkmazlar. Ekonomik değerlerin meyvası, kültürel değerlerin ağacında yenilir. Kültürel değerlerin gücü, ekonomik değerlerin gücünden çok daha kapsayıcıdır ve çok daha geniş boyutludur. Ekonomik değerler, toplumlara bilgi sunarlarken, kültürel değerler, bilgelik sunarlar. Ekonomik değerleri beslemeyen kültürel değerler uzun ömürlü olmazlar.
HAYATA YÖN KAZANDIRMAK’TA EKONOMİK DEĞERLER DEĞİL KÜLTÜREL DEĞERLERDİR Hayata yön kazandırmada, ekonomik değerlerden önce, kültürel değerler gelir. Kültürel değerler, hayatın soyut hedeflerini yansıtan amaç değerlerdir. Ekonomik değerler ise, hayatın somut hedeflerini yansıtan araç değerlerdir. Kültürel değerler, bilim ve teknolojinin normatif boyutundan, ekonomik değerler de pozitif boyutundan beslenirler. Dağların ortasında çamurlu bir gölde, nilüfer çiçekleri çamuru emerek, güzel kokulara dönüştürürler. Benzer şekilde, hayatın merkezinde yer alan kültürel değerler de, ekonomik değerlerin, olumsuz etkilerini olumlu etkilere dönüştererek, hayatı yaşanır kılarlar. Hayatın yaşanırlığının en büyük, en önemli ve en etkili güvencesi, ekonomik değerleri kuşatan ve dönüştüren kültürel değerlerdir. Son yüzyıllarda, insanların bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ürünlerinden yararlanmak için, sonu gelmez bir tüketim yarışına girmeleri, ekonomik değerlere, Hint inekleri gibi, dokunulmazlık kazandırdı. Dünyanın her yerinde, kültürel değerlerden daha çok ekonomik değerlere önem veriliyor. Yaşanmaya değer hayatın kalitesi, insanların tükettikleri ürün ve hizmetlerle ölçülüyor. Kültürel ve ekonomik değerler arasındaki uyum ve dengeyi sağlayabilmek için, kültürel
sayı//18// ocak 6
DEMOKRATİK DİL Yeni bir demokratik dil oluşturmak Sanayi odaklı küre dünyanın demokratik dili gibi, bilgi odaklı kare dünyanın da, kendine özgü bir demokratik dili vardır. Sanayi yüzyılından bilgi yüzyılına, demokrasinin dili hızla değişiyor. Küre dünyanın demokratik dilinde, pozitif kültürün kavramları öne çıkıyordu. Kare dünyanın demokratik dilinde ise, kutsal kültürün kavramları öne çıkıyor. Demokratik kültürün dili yalındır, kutsal kültürün dili gibi, zengin değildir. Kutsal kültür demokratik kültür dışı değil, demokratik kültür üstüdür. Demokratik kültür, bardaktaki çay gibi, kutsal kültürün şekeri ve sütüyle, hem tatlandırılmalı, hem de renklendirilmelidir. Çünkü, kutsal kültür, toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatın, eşsiz tadı, doyumsuz rengidir.Müslümanlar tarihleri boyunca, İbn Haldun gibi dünyaya, Mevlana gibi de, öteki dünyaya önem vermişler. Kutsal kültür, yalnızca özel alanı değil, hayatın bütün alanlarını kuşatan, bütün bir değerler manzumesine sahiptir. MÜSLÜMANLARIN FETİHLERİ / DİĞERLERİNİN YAĞMALARI Müslümanların alması yedi yıl süren İspanya’’nın, geri verilmesi yedi yüzyıl sürmüştü. İslam tarihi boyunca, Müslümanlar ve Hristiyanlar, birbirleriyle çatışan iki komşu olarak yaşadılar. Yahudiler ve Hristiyanlar, kendilerinden sonra gelen İslam’’a olumsuz baktılar, son yüzyıla kadar güçlü oldukları ülkelerde, Müslümanlara hayat hakkı tanımadılar. Bunun için, İspanya’’dan geriye yalnızca Elhamra kaldı. Müslümanlar ise, güçlü oldukları ülkelerde, Hristiyanlara hayat hakkı tanımakla kalmadıkları gibi, hiçbir zaman dinlerini değiştirmek için, baskı ve şiddete başvurmadılar. Müslümanların güçlü oldukları Avrupa’’da, kimse
dininden dolayı küçümsenmedi, kimse de dinini değiştirmeye zorlanmadı. İspanya’’da Hristiyanlar, Hristiyan, Yahudiler Yahudi olarak kaldılar. Avrupa’’da Müslümanların varlığı, Avrupa’’nın yok olmasına yol açmadığı gibi, kültürde, sanatta, bilimde ve teknolojide, büyük bir zenginleşmenin, en önemli ve en etkili kaynağı oldu. Bu yüzden, Ingmar Karlsson, ‘’Avrupa ve İslam’’ kitabında, Müslümanların olmadığı bir Avrupa ayakta kalamaz diyerek, Avrupa Birliği’’nin ‘’Elhamra Modeli’’ni benimsemesi gerektiğini ayrıntılı olarak anlatır. KÜLTÜREL DEĞİŞİM VE ŞAİRLERİN GÜCÜ Anadolu insanının, Cumhuriyet dönemindeki düşünce tarihine, şairler damgasını vurmuştur. Bu bağlamda, Anadolu insanının dününü Yahya Kemal, bugünü Mehmet Akif, yarınını Necip Fazıl ele alarak, şiirlerine yansıtmışlardır. Onlar Cumhuriyet dönemindeki kültür değişimini yaşamamış, yazmamış ve karşı çıkmamış olsalardı, bugünkü Türkiye Avurapa”nın yükselen gücü olmazdı. Necip Fazıl, çok güçlü, çok başarılı olduğu bir dönemde, herşeyden vazgeçerek, gerçeği aramaya çıkan Gazali”yi çok severdi. Gazali”nin İslam dünyasının geleceğini Atina ve Roma”da aramadı. Necip Fazıl da, Anadolu insanının geleceğini Washington ve Moskova”da aramayı hiç düşünmedi. O, Komünizm”i ve Kapitalizm”i ile, Batı dünyasının arayıp da bulamadığı ne varsa, hepsini gelsin, İslam”da bulsun dedi. İNANÇLI İNSANLARDA KARAMSARLIK OLMAZ Anadolu insanına, dünün büyüklüğünü, bugünün karmaşıklığını, yarının fırsatlarını anlatan şairler için sanat, doğru düşünme, doğruyu arama yolunda, haksızlıklara baş kaldırmaktır. Onlar için, izlenmesi gereken yol, Nemrutların yolu değil, İbrahimlerin yoludur. Onların düşünce ve eylem dünyalarında, karamsarlığa, kötümserliğe ve ümitsizliğe kesinlikle yer yoktur. Firavunların güneşi batar, İbrahimlerin güneşi batmaz. Şairler güzelliğin yorulma bilmez arayıcıları oldukları kadar, evrensel değerlerin, dünya ölçeğinde savunucularıdır. Onların sesi, yalnızca ülkelerinin değil, bütün insanlığını sesidir. Ustaların şiirleri, bütün insanlığın yitirdiği Cennet”e giden yolun kilometre taşlarıdır. Onlar şiirlerinde, geçmiş ile geleceği bir bütün olarak ele alırlar. EKONOMİ VE KÜLTÜRÜN ORTAK ALANI ŞEHİRLER
Tarihin her döneminde, dengeli ve düzenli bir biçimde şehirleşen toplumlar, kendileriyle birlikte çevrelerini değiştirirler. Her dönemin güçlü devletleri, şehirleşme sürecini başarıyla tamamlayan ülkeler olmuştur. Toplumlarının şehirleşmelerine hız ve yoğunluk kazandıramayan yönetimler, hem kültürel, hem de ekonomik alanda atılım yapamazlar. Şehirler kültürlerin ve ekonomilerin ortak alanlarına inşa edilirler.
Entellektüel, aklın ve gönlün dilini, en güzel, en etkili ve en doyurucu olarak, ana dilinde yazar.
Dünyanın her yerinde şehirler, ülkelerin kültürel, ekonomik ve siyasal güç merkezleridir. Bir şehirin şehir olabilmesi için, belirli bir büyüklüğe ulaşması, bir yandan üretim, bir yandan da tüketim odağı olmasına bağlıdır. Farklı kültürlerden gelen kesimlerin birlikte yaşamadığı şehirler, hiçbir alanda canlılıklarını koruyamazlar. Şehirlerin gücü, her alanda çekim merkezleri olmalarına dayanır. Yüzyılların içinde oluşan tarihi yapılar, şehirlerin dünyaya açılan vitrinleridir. Vitrinlerini sürekli yenilemeyen şehirler, kökleri geçmişte olan gelecek olamazlar. Şehirler vitrinleriyle kişilik ve kimlik kazanırlar. Korular, parklar ve bahçelerden oluşan yeşil alanlar, şehirlerin nefes alıp verdikleri hayat kaynaklarıdır. Bu yüzden, Anadolu insanının kültüründe, ağaçlar vazgeçilmez bir yer tutarlar. Bunun için, Fatih İstanbul”da ormandan bir dalla, bir insan hayatını bir tutmaktan kaçınmamıştır. Asya”nın ortalarında Avrupa”nın ortalarına kadar uzanan geniş bir coğrafyada, Anadolu insanının kurduğu şehirlerin merkezinde çarşı, cami ve çeşme olmak üzere üç ana kurum vardır. Onun kurduğu şehirlerin çeşmelerinden yalnızca, su akmaz, bütün bir kültür akar. Anadolu”nun büyük düşünürü Sezaki Karakoç, şehirlerin meydanlarındaki çeşmeleri, sözün sultanı şairlere benzetir. Çeşmeler toplumların bedenlerini, şairler ruhlarını arıtırlar. Anadolu insanının kurduğu şehirlerde, camiler kültürün, çarşılar ekonominin yeni boyutlar kazandığı, düşünce ve eylem alanlarıdır. Bu şehirlerde insanlar, cami ile çarşı arasında uyum ve düzeni sağlarlarsa, toplumun kültürel dokusunu güçlendirmekle kalmazlar, ekonomik yapısını da sağlamlaştırırlar. Bunun için, Anadolu insanının kültüründe, “çarşının yolunu öğrenme” vazgeçilmez bir yer tutar. Dünyanın her yerinde, şehirler, çarşılarıyla büyürler, çarşısız şehir, şehirsiz çarşı olmaz. 7
azlı şehir, köklü şehir, zengin şehir.
SENLE VUSLAT YAŞAMADAN,
ÖLÜM BİZE UZAK OLSUN;
SELANİK
Balkan Harbinde (1912) Selanik ve çevresinden on binlerce Müslüman Türk Anadolu’ya göçmek zorunda bırakıldı, Fahri TUNA
Makedon kralı Cassander’in M.Ö. 315’te kurduğu güzel şehir. II. Murat’ın 1430’da Osmanlı’ya kattığı şirin şehir. 482 yıl Osmanlı’nın en çok nüfus barındıran – İstanbul’dan sonraki – 2. büyük şehir. Hıristiyan’dır; Osmanlı’yla Türkler eliyle– bilhassa 15. yüzyılda – İslâm’a eklenir; 1492’den itibarense İspanya’dan kovulan Yahudilere kucak açar Selanik; üç dinli, üç dilli bir “hoşgörü” şehrine dönüşür Selanik; ticaret alır yürür, kültür alabildiğince zenginleşir. Osmanlı Selanik’i birbiriyle “uyumlu” ve “kardeştir” ama, 1492’den beri “bizim garantörlüğümüzde” huzurlu yaşayan “Sefarad Yahudileri”ni, 1912’de bizim Selanik’ten çekilmemizden sonra “zor günler” bekler, nitekim II. Dünya Savaşı sırasında 50.000 Yahudi Almanlarca Selanik’ten alınır götürülür, hâlen de gidenlerden bir haber yoktur… Osmanlı’ya nice asker, nice devlet adamı, nice sanat adamı yetiştirir Selanik. Selanik: Hep bayındır şehir, hep berceste şehir, hep ikincil şehir. Hep önemli, hep yenilikçi, hep hareketli, hep muhalif, hep başkenti gözleyen, hep başkenti değiştirmeye çalışan şehir. Türküler “bizi” söyler, “bizim şehirlerimizi” de… “Beş minare” Bitlis’tir, “Sarı gelin” Erzurum. “Sıla parası kazanmak” denilince Vardar Ovası’na Üsküp’e, “Hasan Piştovu atsa” Debre’ye gideriz; Yemen’in “huş”u, Drama’nın “köprü”sü, İzmir’in “kavakları” yakınımızda, ta şuracığımızda, gönlümüzde özel bir yerdedir. Ya Selanik? Sahi Selanik nerdedir, nerededir? Onu da hüzünlü – sanki hangisi değildir – bir türkü deyiverir bize: “Çalın davulları çaydan aşaya (1), Mezarımı kazın bre dostlar belden aşaya, Suyumu da dökün boydan aşaya, Aman ölüm zalım ölüm üç gün ara ver, Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.” 1909, 1912 tarihleri Selanik için de bizim için de dönüm noktalarıdır: İlkinde Selanik Ordusu İstanbul’a gelip II. Abdülhamit’i “tahtından” indirir, ikincisinde ise Selanik, yüz yıldır geri alamamacasına “ikincilik tahtından” iner. Türküye devam edelim, artık okunan güzeller güzeli bir kızın mı, yoksa Selanik’in salâsı mı siz karar verin:
sayı//18// ocak 8
“Selanik içinde salâm okunur Selamın sadası bre dostlar cana dokunur Gelin olanlara kına yakılır Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.” Üşenmedim gittim gördüm (2): 482 yıllık bayındır Selanik’imizden bugüne neler kalmış diye, Mustafa Kemâl’imizin doğduğu evle sahildeki kalenin bir burcu (beyaz kule) birkaç hamam ve minareleri yıkılıp müzeye ve konser salonuna dönüştürülmüş birkaç cami kalıntısından gayrı da bir şeyimiz kalmamış. Bayındır yine Selanik, yüzü hep Batıya dönük olduğundan mıdır nedir, bizden ses sada yok, daha çok Varşova, Münih’in kötü bir kopyası gibi. Bizim gözümüzle de viran bir şehir. Türkümüze devam edelim: “Selanik Selanik viran olasın Taşını topracını bre dostlar seller alasın Sen de benim gibi yarsız kalasın Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”
Selanik Aya Sofya Camii
1912’de çekildiğimizdeki nüfus dağılımına bir göz atalım (3) : “Yahudi 61.439 kişi, Türk (Müslüman) 45.889 kişi, Yunanlı 39.956 kişi, Bulgar 6.263 kişi, Roman 2721 kişi, genel toplam: 157.889 kişi.” Balkan Harbinde (1912) Selanik ve çevresinden on binlerce Müslüman Türk Anadolu’ya göçmek zorunda bırakıldı, 1924 Mübadelesiyle on binlerce Müslüman Türk Anadolu Rumlarıyla takas edilerek İstanbul’a, Bursa’ya, İzmit’e, Adapazarı’na, Bilecik’e, Eskişehir’e, Kütahya’ya yerleştirildi. O ailelerin 3. kuşak çocukları bugün işbaşında. Selanikliler her zaman politikada, ticarette, medyada, sanatta önemli yerlere geldiler. İpekçi ailesi örneğin, Halit Refiğ, Engin Cezzar, Hürrem Erman örneğin, Piyale grubu örneğin, Hüsnü Gürsel. ve yüzlercesi örneğin… Nikahı, zorunlu Batı’da olsa da, sanki gönlü Osmanlı’yı, Türk’ü, Türk günleri özler gibidir Selanik’in. Öyle gelir her gidişimizde; öyle bakar bize, öyle uğurlar gibidir bizleri.. Yazıyı, , domuz eti yeme korkusuyla balıkçı lokantası sorduğumuzda , bize gönülden yardım eden Yunan delikanlısına ettiğimiz sözle bitirelim : “Teşekkürler Dimitris; sen en kısa zamanda Türkçeyi öğren, zira yakında gene geliyoruz, size çok lâzım olacak. Bu arada bizden çekinme Dimitris, madem ki bize yardım ettin, dokunulmazlığın daima sürecek?”
Âh Selanik vah Selanik. Bizim Selanik, bizden Selanik, bizim özlediğimiz Selanik, bizi özleyen Selanik. Vuslat yaşamadan bir daha senle, ölüm bizden uzak olsun Selanik. Kaynakça
1) "Elveda Rumeli" dizisiyle popüler olan Hüseyin Yaltırık'tan alınma bir Selanik türkümüz, 2) 2010 Ramazanına rastlayan bir haftalık Balkan seyahatimde bir akşam Selanik'te dolaşmak nasib-i kısmet oldu…
9
DİNLER VE
ŞEHİRLER
Muhsin İlyas SUBAŞI
osyolojik açıdan bakarsak, şehirlerin şekillenmeye başlamasında, onu var eden ana unsurlardan birisi ‘Din’ olmuştur. Her ne kadar Batı mantığı meseleye bakarken, şehirlerin temelinde materyalist eğilimleri görseler de, ilkel kabile ve kavimler, birlikte yaşama zaruretine yönelirken, mutlaka bir silahlı koruyucu güce, bir de manevi koruyucu güce ihtiyaç duymuşlardır.
Bugün ortaya çıkan antik şehir kalıntılarında, en önemli binaların tapınaklar oluşu bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Tanrı kral ya da Tanrıçalarla kendilerini manevi şemsiyenin altına alan bu insanlar, bunu boyunlarına taktıkları bir süs eşyası gibi algılamamışlardır. İnsan yaratılışı itibariyle akılla donatılmış ve sırf bu yönüyle güçlü bir varlık olsa da, çoğu zaman tabiat olayları karşısında ya da uğradığı bir saldırıda, beklemediği ciddi bir hastalıkta sığınma duygusundan başka başvuracağı bir kaynağı yoktur. Bu, dün de böyleydi bugün de öyledir. Biz, şimdilik günümüzü bir kenara bırakarak düne dönmek istiyoruz. Bu meseleyi sosyolojinin önemli kriterlerinden birisi kabul edenlerin ortak görüşü, aşağı yukarı aynıdır. Bu konuda şöyle denilmektedir: “Özellikle din kurumu, öteki davranış yaptırımlarını da içeren bir genelliğe sa-hip olması bakımından, kendisini biçimlendiren belli modellerin uzun bir süre değişimlere karşı korunmasında önemli bir rol oynamıştır. Başka bir deyişle, geleneksel tutum ve davranış biçimlerinden hareketle, zamandan ve topluluk koşullarından bağımsız bir geçerliğe sahip genel kurallar koymuş olan din, değişen koşullar karşısında bu biçimlerin belli ölçülerde süregelmesini sağlayabilmiştir.”(1) Hayatın devamlılık fikrinde böylesine etkili olan dinin ilk topluluklardaki şekilleri belki biraz korkuyu aşabilme duygusuyla büyüye dayanıyordu. Klanların varlıkları, bunu ifadelendiriyor olmalıdır. Semavi dinler gelesiye kadar, ya da semavi dinlerin bildiğimiz tarihlerinin dışındaki toplumların bu moral değerleri ön planda tutuşlarının ana sebeplerinden birisi, belki de en önemlisi, iradelerinin dışında gerçekleşen olağanüstü olaylardaki çözümsüzlüklerine bu yolla bir yorum getirme düşüncesidir: Bir sel felaketinin, yıldırımın, depremin, heyelanın onlara izahını ancak din yapabilirdi! Bu ilk kavimlerin dini hayatlarından günümüze gelmiş ciddi bir belge yoktur. Sadece tapınaklar, sunaklar, tanrı ya da tanrıca heykelleriyle din sosyoloji bir tablo oluşturmaya çalışmaktadır. Bu karanlık dönemin dini ritüelleri hâlâ anlaşılmış değildir. Bilinen tek şey, dinin çok önemli bir koruyucu unsur olarak toplumsal hayatta en üst noktada yer almasıdır. Öyle ki, bu kavimler kralları tanrının oğlu ya da en güçlü temsilcisi saymışlar, tanrıçalarda daha şefkatli bir sığınma duygusu bulmuşlar ve kendi hayatlarını izah etmişlerdir. Antik Yunan şehirlerinde insanın her değişik alanına hitap eden tanrıların oluşu bunun tipik bir örneğidir. Bugün Yunan Mitolojisinde 100’ün üzerin tanrı ya da tanrıçanın oluşu başka neyle izah edilebilir? Aşk’tan tabiat olaylarına, savaştan kainatın çözülemez simgeleri
sayı//18// ocak 10
durumundaki varlığına kadar, her alanda bir tanrı oluşturma, onlara bağlanma, onların himayesinde yaşama içgüdüsü, şehir hayatının bu yöndeki moral cephesini izah ediyor olmalıdır. Semavi dinlerin gelişiyle bu şehir hayatında, daha akli kriterlere uygun bir değişim gözlenir. İlk Semavi dinlerin, hikyelerini öncelikle Kuran’dan öğrendiğimiz Peygamberlerin davranış ve yönlendirmeleri, buna uymayanların uğradığı toplumsal felaketler, (Nuh tufanı, Lut kavminin başına gelen, Firavun’unun akıbeti) şehir hayatındaki manevi dinamiklerin önemini göstermektedir. Tabii bu durum, gelişmeye doğru yürüyüşten önceki genel hatları ortaya koyar. Şehirlerin teşkilatlanması, yeni pozitif ufuklar kazanması, sosyal ve ekonomik yönden bünyesindeki insanlara bir şeyler sunmaya başlamasıyla, durum farklılaşmaya başlayacaktır. İşte burada, Batı’dan birçoğunun savunduğu “Şehirlerin entelektüel ve moral gelişimi, fiziksel büyümesiyle orantılı değilse, o şehir materyalistik nitelikler taşır.”(2) Bu ifade, Batı şehir tipinin gelişmede neleri yok ettiğinin ya da neleri var ettiğinin önemli bir göstergesidir. Şehir medeniyetini oluştururken, şehirlinin manevi gücünü sağlayacak olan inanç sistemi Batı’da Hıristiyanlıkla girmiştir. Ne acıdır ki bu, din adamlarının öncülük ettiği ve şehirlileri toplayarak oluşturulan “Haçlı Seferleri” gibi bir olumsuz macerayı Batı şehirlisine çok pahalıya ödetmiştir. Strong, bunu şehrin kendisinin oluşturduğuna inanır ve burada Katolikleri ve gecekondu topluluklarını suçlar. Bu konuda Weber’in tespitleri çok daha ikna edicidir: “Ortaçağlarda kilise ve özellikle manastır mensubu toprak sahipleri ile şehirler arasında çatışmalar, çoğu kere, şehirler ile seküler feodal lordlar arasındakilerden daha şiddetliydi. Yahudilerin dışında, papazlık, Devlet ve Kilise’nin yetki mücadelesi sonucunda ayrılmasından sonra şehirdeki tek yabancı organdır. Ruhani sınıflar olarak papazların mülkleri geniş bir vergi muafiyetine sahipti. Bu nedenle de, resmi eylemlerin ve kentsel yargının dışında kalıyordu. Yine de sınıf olarak papazlar, kent halkının tabi olduğu askeri ve başka görevlerden de azat edilmişlerdi. Aynı zamanda, dindar kentlilerin yaptığı sürekli vakfiyelerle de vergiden muaf malları iyice kabardı. Aynı şekilde kentsel yükümlülükten muaf kişilerin sayısı da arttı.” Burada ortaya konan gerçekler kilisenin devlet içinde devlet durumuna gelmesiydi. Arazi sahiplerinin ya da kimsesiz zenginlerin mallarını kiliseye bağışlamasıyla gerçek anlamıyla bir imparatorluk durumuna dönüşen kilise, Hıristiyanlığı değil, kilise ruhban sınıfını
besliyordu. Yazar, bunu genel hatlarıyla anlatır ve devamında şu görüşlere yer verir: “Manastırlar dışarıdan gelecek rekabeti kırmada kullanıla-bilecek işgücüne sahipti. Ayrıca parasal gelir kaynaklarının mülkiyetini almıştı. Bunlar vergiden muaf olmakla kalmayıp şehrin ekonomik politikalarından da bağımsızdı. Manastırlar çoğu kere bu rant kaynaklarını tekelci kontrolüne sahipti. Kilise hukuku şehir ekonomisine genel bir tehditti. Kadim demokrasi papazları tümüyle politize ederek, papazlık makamını açık arttırmayla elde edilen makamlara dönüştürdü.” (3) Burada meselenin tartışmasına girmeye gerek yoktur. Bir Batılı sosyolog’un ortaya koyduğu din ve şehir fotoğrafı çok nettir. Ancak, din denilince sadece Hıristiyanlık, şehir denilince de Batıdaki modeller akla gelmeyecektir elbette.
Hayatın devamlılık fikrinde böylesine etkili olan dinin ilk topluluklardaki şekilleri belki biraz korkuyu aşabilme duygusuyla büyüye dayanıyordu.
İSLAM’IN ŞEHİR’E BAKIŞ AÇISI İslâm’ın şehre ve şehirliye bakışı nasıldır? Bunun en kestirme cevabı bir cümlede özetlenebilir, yer yüzündeki semavi dinler içerisinde, şehre gönderilen tek din İslâm’dır. İslâm bir şehir dinidir. Bunun içindir ki, “İslâm dünyasında müthiş bir şehirleşme hareketi başlamıştır. Bu şehirler İslâm aleminin her yerinde, bir bitki, bir ç içek gibi birden bire ortaya çıkar, tomurcuklanır ve çatlayıp açılırlar; Bağdat, Kayrevan, ve Kahire gibi. Abbasi yöneticileri Tolunoğulları ve Fatimiler kazandıkları her zafer ile yeni bir şehir kururlar. El Asker, El kahire gibi. İslâm Doğu’da, Sasani ve Bizans geleneğini sürdürür, canlandırır, yoğunlaştırır ve yeni bir hız verir. Batı, İslâm’ı ise denilebilir ki Roma’nın çöküşünden beri kaybolmuş, canlılık ve önemini kaybetmiş bölgedeki şehircilik gelişmesini, ritim ve hayatını, bölgesel özelliklerini birbiriyle bütünleştirerek eski yerleşim bölgelerinden başlayarak bir şehirler silsilesi kurmuştur.” (4) slâm’ın şehre bakışını, ona kazandırdığı önemi ayrı bir bölüm olarak ele ala-cağız. Şu kadarını söyleyelim, Mıquel, meseleye objektif bakarken, İslâm’ın Doğu’da yeni şehirler kurarken Batı’da tahrip edici olmadığını, eski şehir geleneğini yeniden dirilterek, ona yeni iç dinamikler kazandırarak sürdürdüğünü söyler. Şehir medeniyeti açısından İslâm’ın bu olağanüstü başarısına bugünün gelişmiş medeniyeti çok şey borçludur! Kaynakça:
1- Doç. Dr. Yakut Sencer, Türkiye’de Kentleşme, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara-1979; s.504. 2- Josiah Strong, Th Twentieth Century City, New York: Baker and Taylor, 1898(bk. Şehir s.20 3- Max Weber, Şehir, s. 266. 4- Andre Mıquel, İslâm Medeniyeti, Gerçek Hayat Yayınları İstanbul-12003; s. 151 vd.
11
ŞEHİRLİ OLMAK, SEÇKİN OLABİLMEKTİR Seçkin olmak içinse, vasıflı, erdemli, dürüst, çalışkan, düşünceli, ahenkli, uyumlu, sıra dışı, bulgucu, doğurgan gibi özellikleri barındırıyor olmak gerekir. Recep GARiP
Eminönü Yemiş İskelesi 1928
yledir Zümrüdüanka, öyledir yediveren gülü, öyledir gelincik. İnsan kimi zaman susuşlar yaşasa da yetmez susuşların dili. Bağırarak, ağlayarak, fırtınalar kopararak karşı dağları inleterek, vadilere seslenerek anlatmak ister… Sustuğunda dipsiz bir kuyuda kalınmış gibi olur. İnzivaya çekilmek ise, içten içe yanmak, arınmak, tutuşmak, temizlenmek, tefekkür etmek, tezekkür etmektir. İnziva, arındırır kirlerden, paslardan, kirlenen ortamlardan ayrılınca giderek berraklaşmaya başlar insan. Seçkin olmak ve seçilmiş olmak birbirine yakın, birbiriyle ilintili, bağlantısız değil. Seçilmiş olunca seçkin de olursunuz. Seçkin olan aynı zamanda seçilmiş de olandır. Birisinin diğerinden farkı, seçilmiş olmak için bir tercih sebebi gereklidir. Seçkin olmak içinse, vasıflı, erdemli, dürüst, çalışkan, düşünceli, ahenkli, uyumlu, sıra dışı, bulgucu, doğurgan gibi özellikleri barındırıyor olmak gerekir. Ertelenmiş zamanların, mevsimlerin hesabı ağırdır sevgili. Ertelediklerimiz kaybettiklerimizle dopdolu. Bizi alıp diyarlardan diyarlara, zamanlardan zamanlara, asırlardan asırlara götüren müziğin dili, sanatın gücüne işaret eder. Bu dile sahip olmak demek, güçlü seziler dünyasında dolaşmak demektir. Herkesin normal olduğu bir dünyada, normalin ötesinde bir aşkın, hayatın varlığını yakalama peşindedir böyle insanlar. İnsanı alıp götüren müzik, içinde gizlediği şiirle yapar bunu, resimle diyarlardan geçirir. Sanatın dilinde var olan güç, etki ve teslim alış, kimi zaman insanın diline de yansır, kimi zaman bakışlarına da. Öyle zaman gelir ki, bu şiirle ortaya çıkar, öyle an gelir ki bir mırıltı eşliğinde musikiye dönüşür ve an gelir resmin yansıtıcı fırçasında, estetik dokunuşlarla sonsuz bir sayhaya açılabilen bir tutkunun ifadesini bulur. Ertelenmiş zaman, vakti gelmemiş zamandır. Elindeki zamandan başka neyin var? Var sandıkların gerçekten de sana mı ait? Varsayalım ki elindekilerin hepsi senin; ansızın bir fırtınada, bir zelzelede kim kime sahip çıkabilir ki? Candan tatlı, canını düşünmekten öte kim bir başkasını, en yakınını, çocuğunu, sevdiğini düşünebilecek durumdadır? Depremden haberi yokken imparator olduğunu zannedenler vardı. Gurur ve kibre yakalananlar vardı. Küçük dağlar benim diyenler vardı. Büyük gökdelenler, kabileler, köyler benim diyenler vardı. Karun kadar zenginim diyenler, dünya güzeliyim diyenler vardı. Bu şehri, bu memleketi ben yönetiyorum diyenler vardı. Depremin şiddetinden elde, avuçta, eşikte, beşikte, canda, cananda, çolukta, çocukta, malda, mülkte,
sayı//18// ocak 12
köşkte, sarayda, arabada, parkta ne kaldı dersiniz? Göçüğün altında kalanlardan başka, çığlıklardan başka, ebedi âleme intikal edenlerden başka, yaralılardan başka, iniltilerden başka ne kaldı? Ne makam kaldı, ne şöhret, ne zenginlik kaldı ne maharet, ne yoksullar kaldı ne de öksüz, gelince toptan alıp götürdü gidilmesi gereken yere. An bu andır vesselam. An, yakaladığımız, yakalandığımız andır, gerisi yalandır. Gönderdiğin son mektupta, var olan imge yüklü müziğin tınısı söyletiyor bütün bunları. Yıllar evveldi –on binlerce yıl evvel diyesim geliyor- hep Himalaya’lara çekip gitmek istiyordum. Kaçıp gitmek, bir daha dönmemecesine gitmekti bu talebim. Dilimde pelesenk olan bu deyiş bir gün, ya da gün gün azalarak yerinde saman alevleri bıraktı. İnsan neler bırakıyor geride bir bilebilsen? Ah bir dönüp nelerin kaybedildiğini bir görebilsen, görebilsek? Döndün şimdi tamda geriye, gerisin geriye döndüğünde kocaman bir boşluk olduğunu gördün. Sonra yaslandın sofadaki salmanın üstüne ve uçsuz bucaksız sana açılan yeryüzünü, gökyüzünü düşündün ve sonra dün diye baktın şaşkınlıkla. Dün, dünde kaldı cancağızım diye mırıldandın. Geçip gitmişti bütün dünler. Seslenmeli karşı pencereye bakar gibi, otobüs durağında bekler gibi, yağmur sonrası çıkıp gelen toprak buğusu gibi seslenmeli, içten, yürekten. Sevgiliye sesleniyor gibi, çocuğuna, üstadına, büyüğüne, anasına, babasına sesleniyor gibi seslenmeli insan. Yeri geldiğinde sükûta geçmeli yalnızca bir bakış kalmalı geride. Hüznün sarıçiçeği kaybolup gitmeli uzak menzillere. Dilin söylediğini, kalem nasıl söyleyebilir ki? Gözlerin anlattığını, dil ile kalem anlatabilir mi? Her birisinin ödevi farklı, etkisi, gücü farklı. Şöyle sırtımızı yaslasak şimdi diyorum; geçmişten günümüze değin sürüp gelen türkülerimizden bir türkü dinlesek, ama önce türkünün nasıl bir hikâyesi var ona şöyle bir göz atalım, sonra türküye geçelim; “Zahide’m” türküsü bizim gençliğimizin türküsüdür. Neşet Ertaş rahmetlinin dilinden bütün bir Anadolu’nun sevdiği türkülerden birisidir. Rahmetli Ertaş’a soruyorlar Zahide kim diye “herkesin bir Zahide’si var” cevabını veriyor. Sonra sevip kavuşamadığı bir kızın adı olduğu öğreniliyor. “Zahide’m” i söylemeye başladım türkü tuttu. Baktım gördüm ki herkesin bir Zahide’si varmış meğerse. Daha sonraları Zahide’m türküsüne yeni yeni dörtlükler ilave edenler olmuş, türkü uzayıp gitmiş, sanki bir destana dönüşmüş. Ertaş'ın Zahide’si boynunu bükük koyan eski bir aşk hikâyesi olduğunu yine kendi ağzından işitilmiş. Halk arasındaki hikâyesi 1901 yılına rastlar. Âşık Arap Mustafa’nın
Beylerbeyi İskelesi 1976
yavuklusunun bir başkasıyla evlenecekleri haberi üzerine şiiri yazarakZahide’ye gönderir. Neşet Ertaş rahmetlinin dilinden plağa okunmuştur;
Ertelenmiş zaman, vakti gelmemiş zamandır.
“Zahide Kurbanım n'olacak halim Gene bir laf duydum kırıldı belim Gelenden gidenden haber sorarım Zahidem bu hafta oluyor gelin Hezeli de deli gönül hezeli Çiçekdağı döktü m'ola gazeli Dolaştım alemi gurbet gezeli Bulamadım Zahidem'den güzeli Ay ile doğar da gün ile aşar, Zahide’mi görenin tebdili şaşar İyinin kaderi kötüye düşer, Diken arasında kalmış gül gibi. Zahide’m kurbanım kurtar bu dardan Baban anlamadı bizim bu haldan Kekiline sürmüş kokulu yağdan, Derdin beni del’ediyor Zahide’m. Ziyaret ’ten çıktım Cender’in özü Kum gibi kaynıyor Zahide’m gözü Aslını sorarsan asalet yerden Hacı Bürolardan Mehmet’in kızı Gurbet ellerinde esirim esir Zahide’m kurbanım hep bende kusur Eğer baban seni bana verirse Nemize yetmiyor el kadar hasır. Çiçekdağı’nda da hiç gitmez duman Zahide’m kurbanım hallarım yaman Yapamadım şu babayın gönlünü Fakir diye bana vermedi baban. Anamdan doğalı çok çektim cefa, Şu yalan dünyada sürmedim sefa, Adımı namımı soran olursa, Orta Hacı Ahmetli Arap Mustafa” 13
“Zahide’m” türküsü bizim gençliğimizin türküsüdür. Neşet Ertaş rahmetlinin dilinden bütün birAnadolu’nun sevdiği türkülerden birisidir.
Faslı muhabbete oturmak mı icap ediyor Gelincik? Bundan ne kadar kaçılabilir ki? Farz edelim kaçtıkça kaçtın; içinden, yüreğinden, kalbinden, aklından, gönlünden nasıl kaçabileceksin? İnsan, kaçtıkça kendisini bulacaktır sonunda. Mesele zaten kendini bulmaktır. Geçen haftaydı –dediğimde sahiden de geçen haftaydı, emin olabilirsiniz- sana yazamadım, mevsimin son bahçesinden, dalından kirazlar topladım, vişneler topladım, dut topladım bir de. Öylesine sahici, öylesine tatlı ki şu şehirdekilerden hiç değil. Sahteliği yok. Yapmacıksız, doğal, asil ve fedakâr bir kır bahçesiydi. Dağlarımın türküleriyle beslenmiş, yücelikler rüzgârının nefesi işitilmiş ve kekikler sarıp sarmalamış elmalar vardı, erikler, bademler ve cevizler. Hepsi sahiciydiler, sahtesizdiler. Şu batı rüzgârını asla sevmedim. Batıcılar batırdılar batasıcalar. Bana, bu tür müzikleri yalnız, bir başına mı dinleyeceğim diyorsun? Yalnızlık acıtır be sultanım. Ne var ki yalnızlıklar besliyor karanlıkları. Birlikte dinleyecek vakitlere yürümeli mi dersin? İnsan dostsuz, yarensiz ne kadar yaşayabilir ki? Birlikte olmalı insan, bir başına olmamalı. Dirlikte irilikte birlikten doğar. İnsan bir arada olunca güçlü olur, güçlenmiş olur. Yine de söylemeliyim; bu tür müzikler beni alıp götürüyor sen nereye gidiyorsan ben de bir diyara, diyarlara gidiyorum. Bana böylesi albümler lazım.
sayı//18// ocak 14
Hadi göreyim seni, yap bir iyilik… Ara sıra onları dinlerken seninle konuşuyor hissine kapılırım yalnızlığım, karanlığım gider. Türkü türkü büyümeli insan. Ninnilerle büyütülen bebekler, şiiri sever, yurdunu sever. Onlar birer vatansever olurlar. Ninni deyip geçmemeli, türküleri var eden acılarla, ninnilerin ağıtımsı yönünde sular aynı kaba akmaktadır. Her ikisi de, çocuğu da, genci de, insanı da herkesi besler. Biz türküler dinleye dinleye türkü söylemeyi öğrendik. İnsan neyi daha çok merak ederse, neyi daha çok dinlerse hayatına onlar hükmeder. Sana deli mektuplar yazdığımı mı duymak istersin? Söylemem, yazdığımı bile söylemem. Bak senin dediğin gibi yapıyorum çalakalem yaşıyorum, yazıyorum... Hayat asla çalakalem değildir. Disiplin, planlama, ince hesap, yol haritası, yol azığı olmadan neyi başarabilir insan? Bu mektup, çalakalem mi yazılmıştır sence? Bence çalakalem yazılmamıştır. Yılların getirdiği emekle yazılmıştır, tecrübeyle yazılmıştır, yığınlarca kitaplardan okumalarla yazılmıştır. Dönüp yeniden bir kez daha, bir kez daha olmadı bir kez daha yazmalıyım diye inat ederek yazılmıştır. Hayat emek ister. Dostluk emek ister. Başarı emek ister. Esenliğin, selametin, huzurun, duyuşun, hissin, aşkın ve vecdin gani olsun. Baki kalasın.
PORTRELER Fahri TUNA
Meserret Yayınları Kitap Tanıtım: Samet SURURÎ
Yaşa’yan Portreler, dünyayı muhabbetin kurtaracağını müjdeleyen bir kitap. Samimi, akıcı, lirik… Gündelik hayatın tekdüzeliğinden bir an olsun çekip çıkarıyor okuru ve edebiyatın, sanatın ve düşüncenin bereketli iklimlerine davet ediyor. Neşeli bir kitap Yaşa’yan Portreler. Umutlu, incelikli, vefalı… Tuna yazarak giriyorhem kelimelerinâşinâlarının hem de okurun kalbine. Deyiş yerindeyse zâtına hoşça bakmak için birer ayna kitaptaki isimler yazar için. Çünkü o merdûm-i dîde-i ekvân olan âdem’i yazıyor. Allah’ın yeryüzündeki o en güzel halifesini… Ardından Fahri Tuna kalemi eline almış; Biz muhabbet medeniyetinin çocuklarıyız. Ve muhabbetimiz gönül diliyledir, gönülledir, gönüldendir.Yazdıklarım gönlümdem süzülenlerdir; biliniz isterim.
eğerli yazarımız ve editörümüz Fahri Tuna’nın son eseri Yaşa’yan Portreler yayınlandı. Kitap hakkında, girişte Şair Ercan Yılmaz şu gerçekçi ifadeleri kullanmış ki aynen katılıyorum; NEŞELİ, LİRİK, İNCELİKLİ BİR KİTAP Nef’înin o harikulâde beytinin bir mısrası şöyledir: Âşinâya âşinâ bîgâneye biîgâneyiz. Belki de hayatın yegâne anlamı saklıdır bu mısrada. Bu anlamın peşindeki Fahri Tuna, âşinâ’larını kaleme aldığı Yaşa’yan Portreler ile çıkıyor bu defa okur karşısına.Tuna, sadece eserine değil, bizzat kendisine de âşinâ olduğu isimleri taşıyor sayfalarına. Kısa, veciz, esprili ve incelikli bir dille , deyiş yerindeyse birkaç fırça darbesiyle resmediyor kültür dünyamızın renkli isimlerini, Hayatın en sahih anlamının dostluk olduğunu imâ ederek…
Diyerek samimi ve yalın bir ifadeyle kitabın dibacesini yazmış. Ali Ural ile başlayıp, adem Turan,Adnan Özer,Ahmet Güner SayarAli Günvar, Ali Haydar Haksal, isimleri A harfindeki portreler. Beşir Ayvazoğlu, Cahit Koytak, D.Mehmet Doğan, Hasan Duruer, Haydar Ergülen, Hicabi Kırlangıç, Hilmi Yavuz, Hüseyin Atlansoy, Hüseyin Su,İbrahim Zaman,İhsan Deniz, İsmet Yedikardeş, Mehmet Nuri Yardım, Mehmet Şeker, Mustafa Everdi,Mustafa Hatipler, Mustafa İsen, Mustafa Kutlu,Mustafa Özçelik, Necip Tosun, Nurullah Genç, Rasim Özdenören, Sadık Yalsızuçanlar, Şakir Kurtulmuş, Şeref Akbaba, Zeynel Beksaç, Zihni Göktay ile şimdilik sona eren kitabın sanırım devamı gelecek..Fahri Tuna’nın Portrelerini önümüzdeki günlerde devam ettireceğini bekliyoruz. 160 sahifelik bir oturuşta okunacak bir kitap.
Ş E H İ R K İ TA P
YAŞA’YAN
15
MİR BUHARÎ Hz. ( 1445 - 1516)
DERSAADET’TE “FATİH-SÜLEYMANİYE”
ULEMÂ SEMTLERİ
Dersaadet’te Fatih-Süleymaniye semtleri asırlardır âlimler,ârifler, bilim adamlarının yetiştiği ders verdiği, kendilerinden sonraki âlimleri yetiştirdikleri uhrevî semtlerdir. Tarihte olduğu gibi bugünde bu misyonunu korumaktadır. Asırlardır bu sokaklarda ve mahallelerdeki evlerde Camilerin Mescidlerin içinde ve çevresinde, mahfillerde, dergahlarda İlim ve İrfan dersleri verilmiş-alınmış, evlerin sokakların duvarlarına taşlarına bu güzellikler yansımıştır. Fatih-Süleymaniye Ulema semtlerinin alimlerini ve bu âlimlerin bulunduğu şereflendirdiği mekânları tanıtmaya gayret ediyorum. Mehmet Kâmil BERSE
Fatih Camiinin eteği sayılacak Malta semtinin güney batısında bugün dahi yenilenmiş hali ile bir mescid vardır: Emir Buharî Camii ve haziresinde medfun dergâhın kurucu şeyhi Emir Buharî Hazretleri beş yüz yıldır burada yaşayanlara ve Dersaadette yaşamanın farkını fark edenlere lisanı hâl ile ders vermeye yol göstermeye devam etmektedir... Emir Buharî ile ilgili bilgileri, müridi Lamii Çelebi’nin Nefahat tercümesinden öğreniyoruz. Taşköprîzade’nin eş-şeka’ik kitabındaki bilgilerin kaynağı da Lamiî Çelebi’ye ait kaynakdan alınmıştır. Emir Buharî hz.nin tahminen 1445 Buhara doğumlu olduğunu bu kaynaklardan görüyoruz. Nakşibendiyye tekkesinin büyük kişilerinden Mahmud-ı Fağnevi’nin torunu olan Emir Ahmed-i Buhari, ilk tahsilini Buhara’da tamamladıktan sonra Semerkant’ta dönemin en ünlü mutasavvıfı Ubeydullah Ahrar’a intisap etti. Ahrar dergahında Anadolu’dan gelmiş olan Abdullah-ı İlahi ile tanıştı. Anadolu’ya dönme hazırlığı yapan Abdullah-ı ilahi ile gitmek üzere, şeyhinden izin aldı. Abdullah-ı İlahi memleketi olan Kütahya’nın Simav ilçesine yerleşince, Emir Buhari’de oraya yerleşti. Bir süre sonra hacca gitmek üzere yola çıktı. Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın yanındaki odalardan birinde otururken, vakıf imkanlarından faydalanmayı kabul etmeyip kitaplarla uğraşarak geçimini sağladı.Mekkede kaldığı süre zarfında rivayet edilirki hergün yedi tavaf yedi say yaptı. Bir yıl sonra Simav’a döndü. Abdullah-ı İlahi’den izin alarak İstanbul’a gitti. Emir Buhari, İstanbul’da ilk olarak Şeyh Vefa Tekkesine gitti.Bir süre sonra Şeyhi Abdullah İlahî’ye farsça bir beyit yazıp gönül rahatlığını ve bir köşeye çekilmeyi ima ediyordu. Abdullah İlahi bu mektuptan bir süre sonra İstanbula geldi, Emir Buhari’ye seyri sülükunu tamamladığı Nakşibendi hilafetini verdi ,
Emir Buhari Ayvansaray Tekkesi
sayı//18// ocak 16
Abdullah İlahi bu olaydan hemen sonra, Evrenoszade Ahmet Bey’in daveti üzerine Vardar Yenicesi’ne gitti. Emir Buhari ise 1477’den itibaren irşad faaliyetine başladı. Böylece Emir Buhari, Nakşibendiyye tarikatını İstanbul’da yayan ilk mutasavvıf olma özelliğini kazanmış oldu. Bugünün adresi ile, Fatih Camii’nin batısında Malta da Emir Buhari sokakta oturan Emir Buhari’nin taleplerinin artması üzerine Sultan İkinci Bayezid, bir mescidle dervişler için özel hücreler yaptırarak, burasını Nakşibendi tekkesine
Emir Buhari Ayvansaray Tekkesi - Tevhidhane
dönüştürdü. Emir Buhari Hazretlerinin müridleri gittikçe artıyor mevcut dergah yetmiyordu. Bunun üzerine Ayvansaray ve Edirnekapıda iki ayrı dergah daha sultan’ın desteği ile açıldı. Uzun süre Nakşibendi derslerini devam ettiren Emir Buharî bir çok talebe yetiştirdi ve halifelikler verdi. 1516 yılında 73 yaşında iken vefat etti. Fatihin tasavvuf güneşi Ulemalarından bir yıldız daha kaydı. Vefatı üzerine, müridlerinden Bursa kaplıca müderrisi, Hızır bey çelebi “Vah Şeyh “bir başka talebesi Lamii çelebi ise “Ey seyit Buharî âh vâh” ifadeleri ile tarih düşürdüler. Abdürrezzak efendi isimli bir müridi,onun hakkında bir menakibname kaleme almıştır. Müridlerinden Mecdî, Emir Buhari Hz.Mevlanaya ait bazı gazelleri şerhettiğinden bahsederek, tasavvufi muhitlerde çok yaygın olan dünyayı ,ahreti , varlığı ve terki terk olarak bilinen dört çeşit terk konusunu işleyen Farsça beytin Emir Buhari Hz.ne ait olduğunu yazmıştır. Hüseyin Vassaf, Risalei hazreti Sünbül Sinan adlı eserin sonunda onun divançesini gördüğünü yazar ve bir şiirini iktibas eder. Emir Buharî nin şeyhi Abdullah İlahî nin anadoludaki ilk Nakşibendi şeyhi olduğunu ve Emir Buharînin de İstanbul’daki ilk Nakşibendi şeyhi olduğu bilinir. Bu nedenle Emir Buharinin silsilede önemli bir yeri vardır. Hatta ona atfen “Pîr-i Sânî “ unvanı kullanılmaktadır. Nakşibendi silsilesi, Müceddidiye ve Halidiye kolları Anadoluya gelene kadar, Ubeydullah Ahrar , Abdullah Ahrar , Abdullah-ı İlahi isimleri ile devam eder.Daha sonra Halid-i Bağdadî ile halidî silsilesi Anadoluda ve İstanbulda yaygınlaşır. Bu nedenle Ahrar’dan sonra diğer halifesi
Muhammed Zahid ile devam ettirilmiştir. Emir Buhari, Fatih-Maltadaki ilk tekkesinin bahçesine efnedilmesini ,işaret ettiği defne ağacının dibi onun türbe istemediğine işaretti. Ancak zamanla Defne ağacı kesildi ve yerine türbe yapıldı, bu durum sadık bendeleri arasında sıkıntıya sebep oldu. Vefatı ile damadı Mahmud Efendi Fatih Malta ve Edirnekapı dergahlarında şeyhliği devam etti. Emir Buharinin halifelerinden Hekim Çelebi Fatih Halıcılar da kendi adına atfedilen bir dergahla irşada devam eder. Lamii Çelebi ise, Bursada Nakkaş Ali Tekkesinde irşad faaliyetine devam eder, hakkındaki bilgiler Lamii çelebinin yazdıklarından bize intikal eder. Emir Ahmed Buharî ile Bursa’da medfun Emir Sultan ve İstanbul Unkapanındaki Başka bir Nakşi şeyhi Ahmed Buharî çokça birbiri ile karıştırılımaktadır. Bugün Malta’da bulunan dergahtan 1918 yılındaki İstanbul yangınında tamamen yandı, Bugüne kalan ise 1959 da tamir gören Türbesi vardır. Emir Buhari Türbesi dışında hazired Sadrazam Cevad Paşa Türbesi bugün ayaktadır. Dergaha ait eski yapıların yerine ki mescid ile tevhidhane bölümleri yerine 1963 yılında cami yapıldı, yapı sadece cami olarak hizmet vermektedir. Bugün Belediye ek hizmet binası olarak kullanılan yeni binanın yerinde Emir Buhari Dergahının Öğrenci hücreleri ve ders alanlarının olduğu ahşap olması nedeni ile yangınlarda ortadan kalktığı ve önce Fatih Belediyesinin kullandığı bugün İBB nin ek hizmet binası olan bina yapılmıştır. AYVANSARAY EMİR BUHARİ TEKKESİ Ayvansaraydaki Emir Buhari Tekkesi ise Maltadaki dergahtan sonra Eğrikapıya yakın bir 17
Emir Buhari Tekke Haziresi yerde yapılmıştır.Tarihi için 1512-13 yılı tespit edilmiştir. Damadı (torunun eşi) tarafından vakfiyesi yenilenmiş(1648). Tekkenin 19.yy ortalarında yeniden yapıldığını,1925 ten sonra bakımsızlıktan ve kimin kaldığı belli olmayan kişiler tarafından 1946 da harem dairesi yakılmış, 1962 yılında ise mescid ve tevhidhane büyük bir yangınla yapı tamamen çökmüştür. Bu dergahın postnişinleri arasında Mehmed Emin Tokadi hazretlerinide görüyoruz. Ayvansaray Emir Buhari dergahı son beş yıl içinde İstanbul İl özel İdaresi tarafından finansmanı karşılanarak, Fatih Belediyesi ve İbb ile birlikte elde bulunan belgelerin elverdiği ölçüde yeniden imar edildi ve çok güzel bir yapı ortaya çıktı. Bugün bu yapıda” Kemal Efendi Vakfı” hizmet vermektedir. EDİRNEKAPI OTAKÇILAR EMİR BUHARİ TEKKESİ Edirnekapı-Eyüp arasında Otakçılar Münzevi caddesinde yer alan tekke binasını Emir Buharinin Damadı tarafından yaptırıldığı vakfiyesinin ise 1530 yılına dayanır. Asıl bina banisi Emir Buhari zaviyeler ise kızı ve damadı Mahmut Çelebi tarafından inşa ettirildiği kayıtlardan anlaşılıyor. Bu dergah tarih boyunca ilginç olayların yaşandığı mekân olmuştur. Tekke Cami ve tevhidhanesi kırma çatılı ve kagir bina olarak yapılmış. Bir Ramazan günü Metris kışlasından atılan ramazan topunun isabet etmesi ile harab olmuş. Kalıntıları ise 1942 de bir enkazcıya satılmış. Cami ve tevhidhane bağımsız olarak yapılmış olması binaların sadece birine hasar vermiş, 19.yy ikinci yarısında yenilenmiş harem binası 2 katlı bağımsız ve mütevazı bir yapıdır. Bu yapılarda bugün ihya
sayı//18// ocak 18
edilmek üzere çalışılmaktadır. Buhara’dan Anadolu’ya ve İstanbul’a insanların ruh dünyalarını geliştirmek için gelen Horasan erenlerinden , Nakşibendi Hz. nin arifanından Emir Buhari Hz. Fatih Süleymaniye Ulemaları arasında temsil ettiği tarikatın bu topraklardaki ilklerindendir. Önemli bir misyon üstlenmiş ve dergahında yıllar boyu binlerce insanı, Kâmil insan olarak yetişmiş ve ümmetine hizmet etmişlerdir.
AHMED AMÎŞ EFENDİ Hz.
Ahmed Amîş Efendi Hazretleri Bulgaristan’ın Tırnova kasabasında dünyaya teşrif etmişler. ” Amîş” bazıları tarafından “Ammîş” ismiyle yad edilegelmiştir . Türkçesinde “küçük amca” anlamına gelmektedir. Çünkü Ahmed Amîş Efendi orta boylu bir zat imiş. Talebelerinden Em. Binbaşı Kazım BİRÖN’ün sohbetname isimli notlarında “Ahmed Ammîş Efendi” olarak yazılıdır. İlk tahsilini tamamladıktan sonra, Gelenbevı İsmail Efendi’nin talebelerinden olup Filibe’de ders veren Uzun Ali efendi’nin yetiştirdiği Vidinli Hoca Mustafa Efendi öğrencilerinden Klemençeli Mustafa Efendi’nin ve bazı kemal ehlinin derslerine devam eder. Daha sonra uzun bir süre mektep hocalığı ile meşgul olur.Esasen fıtratlarına gömülmüş olan ilahı cezbe-i aşk yüzünden bir manevi üstad ararken Bektaşi şeyhlerinden Servili Sadık Efendi’ye müracaat etti ise de: “Sizin nasibiniz bizden değil, ırkı pâklerdendir. Yerinize gidip onu bekleyiniz ” Cevabını aldığında hep bir arayışın ve bekleyişin içinde olmuştur. O sıralarda Alem’ül irşad ve kutb’ül efrad Kuşadalı Eşşeyh Esseyyid İbrahim Efendi, talebelerinde mertebe-i kemale vasıl olan bazı kişileri, kendilerine vekil olarak
birer tarafa gönderdikleri gibi, Kadızade ÖmerülHalveti Hazretlerini de Tırnova’ya göndermişlerdi. Ömer’ül Halveti Hazretleri Tırnova’ya teşrif edince başta Ahmed Amiş Efendi olduğu halde ulemadan Emrullah Efendi ve takriben 35 sene önce İstanbul’da vefat eden Tırnovalı Süleyman Efendi ve Büyükada Malmüdürlüğü maiyetinde müstahdem iken irtihal eden Hacı Nasip Efendi ve diğer birçok taliban-ı aşk-ı Muhammedi, Ömer’ül Halveti Hazretlerinin meclisinden feyz alarak nasiblendiler. Bir gece Ahmed Amîş Efendi istanbul’dan Tırnova’ya gelen ihvandan iki üç kişi ile sohbet ederlerken Bosnevi Mehmet Tevfik Efendi Hazretleri’nin kendisi ile ilgili olgun vaziyetlerine dair söz geçmiş ve aynı gece de Efendi hazretleri zuhur ederek Ahmed Amiş Efendi’yi İstanbul’a davet etmişlerdi. Ahmed Amîş Efendi bu hadiseyi, mürşidi Ömer’ül Halveti Hazretlerine arzederek aldığı emre uyarak istanbul’a gitmiş ve aynı zamanda Bosnevi Mehmet Tevfik Efendi Hazretlerinden bu sefer rabıta verme izni ile Tırnova’ya dönmüşlerdir. 1281 (1864) tarihinde Bosnevi Mehmet Tevfik Efendi Hazretleri yine istanbul’a geldiler. Ahmed Amîş Efendi, Hazretin görüştüğü Üsküdarlı Hoca Ali Efendi, Yakup Han-ı Kaşkari ve Fatih Türbedarı Niğdevi Bekir Efendi (k.s.) hazretlerin her biri ile tekrar görüşerek Tırnovaya döndüler. Ahmed Amiş Efendi 1294(1877) senesine kadar orada ikamet ettiler. O sene Osmanlı Hükümeti ile Rusya arasında vuku bulan 93 harbi dolayısıyla ailesiyle İstanbul’a tamamen hicret ettiler. Bu son gelişlerinde ihvandan yalnız Rifat Efendi ile Fatih Türbedarı Niğdevi Bekir Efendi’yi buldu ve iki üç sene bu iki zat ile sohbet etti. Bazen de Kuşadalı Hazretlerinin telkinine izin buyurdukları Keçeci Hafız Ali ve İzzet Efendi lerin medfun buldukları Lokmacı tekkesine giderek zikir halkasına katılırdı. Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin kemale ermiş ,sırra ermiş feraset sahibi olmuş olduklarını en evvel keşfeden Süleyman Efendi Hazretleridir. Süleyman Efendi, Sarıgüzel’de İskender Paşa camiinin tabutluğunda mücahede ve halvetle meşgul olan Ahmed Amîş Efendi Hazretlerini çok severlerdi . Onunla beraber sohbet ettiklerinde, bu sohbete Ahmed Amiş Efendi Hazretlerinin hem damad-ı ve Fatih dersiamlarından Ruscuklu Hasan Sabri Efendi Hazretlerinden başka bir kimse dahil olamazdı. SULTAN FATİH’İN TÜRBEDARLIĞI TEVDÎ EDİLDİ İşte bu sıralarda Türbedar Bekir Efendi hazretleri de uhdelerinde bulunan türbedarlık görevini Ahmed Amîş Efendi Hazretlerine bırakmalarıyla Fatih Sultan Mehmed türbesinin türbedarı olmuş ve bu yüzden “Fatih Türbedarı” olarak da
Ahmed Amîş Efendi Hz.
anılmıştır. Daha Tırnova’da iken, tanışmamalarına rağmen İstanbul’da bulunan Nakşibendi şeyhi Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi hz. (18131893) kendisine hilafet icazeti göndermiştir. Yine Melamî tarikatının üçüncü devre piri Muhammed Nur’ül Arabi (1813-1887) tarafından Melamî tarikatinden teberruken verilmiş icazeti vardır. Tarikatlerin merasim adab ve erkanından uzak kalarak melametle irşada devam etmiştir. Fakat müridlerin “melamet”kelimesini kullanmalarını yasaklamıştır. Kendisinden ders isteyenlere tevbe ve istiğfar etmelerini, Kur’an okumalarını tavsiye ederdi. MEŞHUR KİŞİLERDEN MÜRİDLERİ VARDI Ahmed Amiş’in pek çok meşhur müridi vardır: Mutasavvıflar İsmail Haakkı Bursevi (meşhur mutasavvıf değildir) ve Abdülaziz Mecdi Tolun, Hüseyin Avni Konukman, alim Hasan Basri Çantay, felsefe ve tasavvuf üstadı İsmail Fenni Ertuğrul, Süheyl Ünver’in babası postacı Mustafa Enver Bey, meshur hattat Hasan Rıza Efendi bunların arasındadır. Amîş’in torununun damadı ise Mehmed Akifin yakın dostu olan Babanzade Ahmed Naim Efendi’dir. Ahmed Amiş Efendi 9 Mayıs 1920 tarihinde 126 yaşında iken İstanbul’da Hakka yürüdü. Ahmed Amiş Efendi Hazretleri kutsal emaneti Bekir Efendi’den teslim aldıktan sonra bereketli bir ömür sürmüşler ve kendileri de, kendilerince malum olan vakitleri yaklaştığında yerlerine Kayserili Mehmed Efendi Hazretleri tevkil eylemişlerdir Ser Türbedar Ahmed Amîş Hazretleri, aynı zamanda damatları bulunan Müderris Ahmed Naim Bey’in Şehzadebaşındaki Fevziye çarşısı yanındaki evinde irtihal-i dar-i beka
19
Hz.Nasuhiyi mânâ âleminde gördüm.Ahmed Am^ş Efendinin namazını kıldırmak üzre sana teklif vaki olacaktır,bunu kabul ve ifa et.” Buyurdular bu emir gereği teklif edilen görevi terine getirdim. O günler ülkenin ve iİstanbul’un sıkıntılı günleriydi. Cenaze namazı Fatih Camiinde muazzam kalabalık cemaat tarafından kılındı ve Fatih Camii haziresine defnedildi. Hakka yürümesi üzerine Evrenoszade Sami Bey’in yazdığı tarih mısraı şöyledir: “Gitti gülzarı cemâle pîri efrâdı cihan”(1338). Yani Allah’ın Cemali’nin gül bahçesine yani cennete dünyadaki herkesin pîri olan Ahmed Efendi gitti. Makâmı âlîsi İstanbul Fatih Camii haziresinde bulunan Ahmed Amiş Efendi Hazretlerinin sol yanında oğlu, sağ yanında ise Maraşlı Ahmed Tahir Memiş Efendi Hazretleri yatmaktadır. Mezar başındaki yazı şöyledir:
Fatih Sultan Mehmet Han buyurmuşlardır. Gasillerini ise Fatih Camii imamı Türbesi Bekir Efendi yapmıştır. Ancak bu konuda da
şeyan-ı hayret bir hadise cereyan etmiştir. Şöyle’ki: Vefat’ın vuku bulduğu ev Şehzadebaşı’nda olduğundan, gaslin de bu semtin camii olan Şehzadebaşı Camii imamı tarafından yapılması gerekirken o gün tesadüfen Şehzadebaşı imamı bulunamamış neticede Fatih İmamı Bekir Efendi gasil için çağırılmış. Bekir Efendi gasil işini büyük bir tazim itina ile yaptıktan ve hazretin elini ve yüzünü öptükten sonra ayrılmış. Bu hal, orada bulunanların bilhassa Ahmed Naim ve Evrenoszade Sami Beyi’in dikkatini çekmiş ve hadisenin sebebini İmam Bekir Efendiden öğrenmek istemişler. Israr karşısında Bekir Efendi şu hadiseyi nakletmiştir. “Bundan on sene kadar önceleri idi. Birgün sabahleyin Sarıgüzel hamamına gitmiştim. Kurnalardan birinin başında yaşlıca, zayıf-naif bir zatın yıkanmaya çalıştığını görünce yanına yaklaştım ve Fatih türbedarı olduğunu görünce kendilerinden müsaade isteyerek yıkanmalarına yardımcı olmak istedim. Teşekkür etile, memnuniyetlerini izhar ettiler ettiler, ancak şöyle buyurdular: Sen beni şimdi kendi halime bırak , fakat inşallah bilahere beni iyice yıkarsın!..” Ben o zaman bunun manasını (itiraf edeyim ki) anlamamıştım. Şimdi bu kutsal hizmet bana düşünce anladım ve kerametlerinin bu suretle zuhur ettiğini idrak edince hayatlarında iken ne derece gaflette bulunduğumdan dolayı mütessirim.” Ahmed Amiş Hazretlerinin namazlarını Abdülaziz Mecdi Efendi kıldırmıştır. Mecdi Efendi bu hususu şu şekilde nakletmiştir.”Pîri Tarikat
sayı//18// ocak 20
Hâmili emânâtı Sübhaniyye, Cami’i makamâtı insâniye, Mürebbîi sâlikânı Rahmâniyye , El Hac Ahmed Amiş el Halveti eş-Şa’bani kuddise sırruhu hazretlerinin ruhi şerifleri için El-Fatiha. NASİHATLARI Ahmed Amîş Efendinin hayatında iken müridlerine ve talebelerine nasihatlerinden bazılarını,nakledenlerden buraya alalım dedik. •Adabı Muhammediyedendir; Bir yere girdiğiniz zaman kılıyorlarsa cemaatle namazı kılmış da olsanız oraya girip namaz kılınız. •Birgün huzurlarından çıkarken eliyle mumu söndüren Nevres Bey’e; “Öyle yapma! “hu” diye üfleyerek söndür.” •Alış veriş yaparken önce parasını veriniz sonra malı alınız. •Yusuf Bahri beyden;” Balkan harbinde beni tayin ettiler,huzura gittim,efendim harbe gidiyorum dedim. – Yoo öyle harbe gidiyorum denmez.Harb bir emr-i azim dir,bilâ talep tayinedilirse tayin edildim” denir. •Süt içerken ağzınızda iyice dolaştırın, tükrük ile karışsın,hazmı kolay olur. •Sahavet ; Peygamber sıfatıdır.Sahi adam cennete gider,cennetde burada başlar. •Âdeti bozmayın, âlemi günahkâr etmeyin. •Kütahyalı Süleyman bey rivayetiyle; Huzurda hazret Kuran okurken iki üç defa ziyaret
ettim,Kuran’ı bitirip kapadıktan sonra “Bu Kuran’ın sevabını sana hediye ettim” buyurdular ben sükut ettim, “öyle olmaz, üç defa aldım kabul ettim de” buyurdular ben de üç defa tekrar ettim. •İbrahim-ül meşreb olunuz, ama İbrahim olmadan kendinizi ateşe atmayınız. •Analar Allahın rahim sıfatına, Babalar da Rezzak sıfatına mazhar olurlar. •Bakkala yahut birine borcunuz olursa, aylığınızı alır almaz borcunuzu ödeyiniz.Çünkü bu para ile bir iki el devreder ve kâr eder,parayı vermezseniz haramdır. •Yeni bir gömlek giyseniz bile iki rekat namaz kılınız. •Ne talibi dünyayız, Ne ragıbı ukbayız, Biz âşıkı şeydayız, Hu hu ya men hu, Leysel hâdi illa hû Talibin matlubundur Aşıkın seyranî Hû.
bekledikten sonra Hazret-i Şaban-ı veli zuhur ederek- Ve Aleykümselaam , buyurdular.
Bu ilahiyi Amîş afendi Makbule ve Nusret hanımlar birlikte okurlarmış.
•Asıl derviş,bayram namazını kılar kılmaz şeyhinin elini öpmeden yerinden kalkmaz.
•Güvercinler ve örümcekler Allahın rahmet askerleridir, birçok evliyaya enbiyaya hizmet etmişlerdir.
•Bir Süreyya Bey vardı.Efendi Hazretleri;”İlmimi Süreyyaya verdim” buyururdu. Birgün Beyazıdta rastlamıştık.Beyaz sakallı güzel bir yüzü vardı. Efendimin elini öptü,efendim her zaman kalbimdesin. Dedi, Efendim de; “Ah Süreyya kalndeyim ama, bilsen orada nasıl kalabiliyorum” buyurdu.Bir sabah efendim; “Süreyya her sabah benden süt istemeye gelirdi, bu sabah gelmedi.Bakın acaba başına bir şey mi geldi? Gittik tahkik ettik ki vefat etmiş.Kabrine Mâkâm-ı Süreyyâ derler.
•Kibir için söyledikleri çoktur, özellikle; Birinci senede imam, ikincide tamam, üçüncüde kalpaklı yuvan, dördüncüde bir kalbur saman olmayın. •Her alınan kitabı üç defa okumak hakkı vardır. •Yüksek hakikatlere ulaşmayı kastederek”Bu iş kitapla olmaz, fakat kitapsızda olmaz. •Bunsan böyle tasavvuf kitaplarını okumak yasak. Kuran okuyun, hadis okuyun,Mesnevi okuyun, (Mısrî nin de kitaplarını zikrettiği olmuş) Başka kitaplarla uğraşmayın.Tasavvuf kştaplarının çoğu yoldayken yazdılar.Neşe ve mertebe bakımından birbirini tutmaz sözler olur, şaşırtır sizi. Ama Mevlana gitti , dönüp geldi.Mesnevisini sonra yazdı. •Çok kuran okuyan bunamaz. •Fatih İstanbul’un Medinesidir. •Bir yere giderken; Resulullah efendimiz(S.A.V) Mekkeden Medineye hicret buyurdukları gibi hicret ediyorum. Deyiniz. •Kastamonuya giden ihvandan birisine, “Şaban-ı veliyi ziyaret et benden selam söyle,redd-i selam oluncaya kadar ayrılma” buyururlar. O zat da ziyaret eder ve selamı alilerini tebliğ eder.Biraz
Ahmed Amîş Efendi Hz. Kabri
•En büyük ibadet ve sevap,bir kalbi şâd etmek, sevindirmektir.En büyük günahta bir gönlü kırmak,ihtizaz ettirmektir. •Cihana Padişah olmak bir kuru dava imiş, Bir veliye bend olmak her işten âlâ imiş. (Garibullah Sivasî-Bunu çok tekrar ederlermiş) Fatih-Süleymaniye Ulema semtlerinin bir yıldızı Ahmed Amîş Efendi, 9 Mayıs 1920 de Hakka yürüdü, Yıldızlar galaksisi olan bu semtten bir yıldız daha sırlandı. Allah mekânlarını cennet eylesin. Kaynakça;
•TDV İslam Ansiklopedisi •Ahmed Amîş Efendi - İsmail Hakkı Altuntaş •Kazım Birön-Sohbetname Savaş Barkçin-İstanbul •O.Nuri Ergin-Abdülaziz Mecdi Tolun hayatı şahsiyeti
21
smanlı İstanbul’unda henüz buharlı gemilerin icat edilip denize inmediği dönemlerde mekânlar arası insan naklini sağlayan başlıca vasıtalar kayıklardı. Genelde bütün kayıklar, özelde ise saltanat kayıkları minyatür su sarayları olarak algılanmaktaydı. Ancak saltanat kayıklarının dışında kalan elçilik kayıkları, hususi kayıklar ve piyade kayıkları da tezyinat ve işlemeleriyle birer minyatür su sarayları görünümündeydi.
BOĞAZİÇİ’NDE MİNYATÜR
SU SARAYLARI “Boğaziçi’nde Minyatür Su Sarayları” ibaresi Şair Leyla Saz Hanım’a aittir. Leyla Saz Hanım Saltanat Kayıkları’nı tarif ederken “Yeryüzünde değil eşleri, benzerleri dahi olmayan birer minyatür su sarayları dense yeridir” ifadesini kullanmıştır. Mehmet MAZAK
Başlığımızı teşkil eden “Boğaziçi’nde Minyatür Su Sarayları” ibaresi Şair Leyla Saz Hanım’a aittir. Leyla Saz Hanım Saltanat Kayıkları’nı tarif ederken “Yeryüzünde değil eşleri, benzerleri dahi olmayan birer minyatür su sarayları dense yeridir” ifadesini kullanmıştır. Oryantalist Ressam Amadeo Preziosi’nin tablolarında Boğaziçi’nin minyatür su saraylarının nakışları ve ipek örtüleri göz kamaştırmaktadır. Preziosi’nin tablolarındaki kayıklarda, Türk oymacılık sanatının da eşsiz örnekleri sergilenmekte, bordalarının ve küpeştelerinin gayet zarif olarak süslendiği görülmektedir. Kalkık burunlarıyla da su üzerinde hızla yol alışları resmedilmektedir. Kayıklarda kürekleri çekenlere hamlacı denir. Amadeo Preziosi’nin tablolarında kadın figürleri bolca yer almaktadır. Bu figürlerden birinde kayıkçının, kadınların rahatsız olmamaları için sağ veya sol omuz hizasından yan tarafa bakışı tasvir edilmiştir. Ayrıca hanımlar, kayığa binerken ya da kayıktan inerken öndeki hamlacı, hanıma elini değil omzunu uzatır, hanımlar hamlacıların omuzlarından kuvvet almış olurlardı. Hamlacıların kibarlıkları ve fiziki üstünlükleri incelmiş bir Boğaziçi medeniyetinin göstergesiydi. Melling’in gravürlerinde ince uzun, çok kürekli, saraylı ve varlıklı insanlara ait kayıkların Boğaziçi’ne sanatsal bir güzellik kattığı görülür. Boğaziçi sahillerinin süsü olan bu kayıklar Osmanlı döneminde kullanıldıkları yerlere ve kullanan kişilere göre adlandırılırdı: Pereme, piyade, kırlangıç, pazar kayığı, ateş kayığı ve saraya özgü olan saltanat kayığı gibi. Osmanlı Devleti’nde padişahların ve saray mensuplarının, Boğaziçi ve Haliç gezilerinde bindikleri teknelere saltanat kayıkları denirdi. Saltanat kayıklarının her biri süslemeleriyle yüzen minyatür saray görünümünde olurdu. Bu kayıklar, İstanbul’da Tersane-i Amire’de inşa edilirdi. Kayıklar, bindirme veya armuz kaplama tarzında yapılır, özel olarak biçimlendirilir ve süslenirdi. Uç kısımları helezonik kıvrımlı baş
sayı//18// ocak 22
şekilli kancabaş, ileriye doğru mahmuz şeklinde uzamış baş şekilli kemanebaş veya bordalarında hilal şekilli kabartmalar tüm bu koleksiyonu, dönem ve üslup olarak birbirlerinden ayırırdı. Saltanat kayıklarının bütün gövdeleri süslemelerle kaplı olup, bunlar baş ve kıç tarafında en gösterişli hallerini alırdı. Saltanat kayığının baş tarafında güç ve egemenliğin sembolü olan kanat açmış kartal figürü bulunurdu. Kayığın kıç tarafı kırmızı çuhadan sırma saçaklı bir sayeban (gölgelik) ya da tak ile örtülü olur, padişah burada otururdu. Bu tak veya köşklerin içi sedef, kaplumbağa kabuğu, fildişi ve abanoz kaplı turkuaz taşlarla bezenirdi. Boğazın en meşhur minyatür su saraylarından olan Sultan Abdülmecid’e ait 7 çifte Saltanat Kayığı armuz kaplama ve kemanebaş formundadır. 1850 yılında inşa edilmiştir. Dış bordürü yağlıboya çiçek motifleri, iç bordürü ve oturakları ise sedefli marketöri ile süslüdür. Baş kasara üzerinde gümüşten yapılmış kanatları açık bir kuş figürü ve önünde altın varaklı alem bulunurdu. Sultan Abdülaziz’e ait 13 çifte köşklü saltanat kayığı armuz kaplama olup kancabaş formundadır. 1865 yılında yapılmıştır. Dış bordürde yağlıboya stilize yapraklar, kıç tarafta altın varaklı kabartma saltanat armaları ve bitkisel kıvrımlar vardır. Kıç bordanın üzerinde ajurlu bölme, iç bordürde kabartma bitkisel ve geometrik desenler vardır. Baş kasara üzerinde kanatları açık bir kartal, kıç tarafta da dört sütun üzerinde yükselen saltanat armaları bulunurdu. Son Osmanlı sultanlarından Mehmet Reşat’a ait 10 çifte saltanat kayığı da armuz kaplama olup, dikbaş ve hilalkıç formundadır. Baş kısmında kanatları açık, ağzında inci taşıyan kuş figürü, kıç aynalıkta ise tuğra bulunurdu. Boğaziçi’nin incelmiş sanat anlayışının ruhunu piyade kayığında görebiliriz. Hızla yol alan piyadeler çok hafif vasıtalardı. Piyadelere zarafetlerinden dolayı hanım iğnesi de denmekteydi. Piyadeler, genellikle iki ya da üç çifte kürekli olarak özellikle çok hafif olan ıhlamur ağacından yapılırdı. Bu teknelerin denize temas eden kısmına küherba yağı denen bir tür vernik sürülürdü. Piyadenin yan tarafına istenilen renkte ve kalınlıkta kuşak çekilir, kıç üstüne de muşamba kaplanırdı. Varlıklı kimseler daha çok piyadelere binerler ve kayığa Boğaziçi estetiğini yansıtan nakışlar işletirlerdi. Uzak yerlere kısa zamanda ulaşmak için yapılan ve zangoç adı verilen büyük piyadeler suyun üzerinde hızlıca kayıp giderdi. Boğaziçi Konuşuyor kitabının yazarı Cabir Vada, “Denize piyade kadar yakışan bir başka deniz taşıtı
yapılmamıştır ve de yapılamaz!” diye belirtir. Boğaziçi ve Haliç’in kenarlarında oturan halkın her gün İstanbul’a gidip gelmek ve alış-veriş malzemelerini taşımak için kullandıkları kayık ilk deniz toplu taşıma vasıtası da olan pazar kayıklarıydı. Bunlar 40–50 kişi taşıyabilen ve güvenli yolculuk yapmaya elverişli, çok süslü olmayan ancak Osmanlı estetiğini yansıtan yapılarda imal edilmiş kayıklardı. İstanbul’daki yabancı elçilik görevlilerinin kullandığı elçi kayıkları tezyinat ve gösterişleri ile ülkelerinin Boğaziçi’nde yüzen birer minyatür su saraylarına benzemekteydi.
İstanbul sularının en gösterişlisinden en basit yapılmış kayıklarına kadar bütün kayıkları devrinin birer sanat eseri olarak, yüzen minyatür su sarayları gibi algılanmıştır
Boğaziçi’nin, Haliç’in ve hatta Marmara’nın daha birçok yüzen minyatür sarayları vardı. Bunlar; insan taşıyan peremeler, hayvan taşınan at kayıkları, odun ve kömür taşınan odun kayıkları, yangın söndürmek için kullanılan ateş kayıkları, kar ve buz naklinde kullanılan özel imal edilmiş buz kayıkları, kırlangıç kayığı, yılandili kayık, filikalar, futalar ve balıkçı kayıklarıydı. Teri Sonman kayıkları, hazırlamış olduğu eserde güzel bir kadına benzeterek onlara “Su Yolunun Dilberleri” adını koymuş; Boğaziçi’nde kayıkların zarafetleri ve karşıdan karşıya geçerkenki hareketlerini suda dans eden dilberlere benzetmiştir. İngiliz Amiral Adolphus Slade, kayıkları Boğaziçi ve İstanbul’a güzellik katan birer sanat eseri olarak belirtmekte; “Kayıkçı kalfaları, inşa ettikleri teknelerin narinliği ve suda akışıyla ün yapmışlardır” diye anılarında anlatmaktadır. İstanbul sularının en gösterişlisinden en basit yapılmış kayıklarına kadar bütün kayıkları devrinin birer sanat eseri olarak, yüzen minyatür su sarayları gibi algılanmıştır. 1835 yılında İstanbul’a gelen İngiliz yazar Miss Julia Pardoe, saltanat kayıklarından tutun da en basit kayıklara kadar hepsine hayran kalmıştır. Kayıkların kalkık burunlarının akıntıya doğru batıp çıktığını gördükçe onları, parlayan tüylerini duru suyun içinde dinlendiren deniz kuşlarına benzetmiştir. 23
TÜRKİSTAN TASVİRLERİ
Semerkand’ın bir tarafında, pek yüksek olmayan kalesi göze çarpar. Ama etrafında derin bir hendek kazılmıştır. Buralarda daima su aktığından, kalenin ele geçirilmesine imkân yoktur. Timur’un hazinesi bu kalenin içindedir Dr.Kamil UĞURLU
aten’den çıkan malların en iyisi, en kıymetlisi Semerkand’a geliyordu. Haten sanatkârları son derece hünerli kişiler. Hiç bir milletin sanatkârları onlara üstün gelemez. Hindistan’dan Semerkand’a gelen baharat, dünyanın en kıymetli baharatı sayılmaktadır. İskenderiye çarşılarında bunların benzerini bulmak mümkün değildir. Semerkand’ın kasapları eti baharlayarak hazırlıyor ve ekmekle birlikte satıyorlar. Bunlar çeşitli av etlerini gayet temiz bir şekilde ve son derece itinalı hazırlamaktadır. Çarşı sabah erkenden açılır ve hava kararıncaya kadar açık kalır. Kasaplarsa, geceleri de çalışmaktadır. SEMERKAND’IN KALESİ Semerkand’ın bir tarafında, pek yüksek olmayan kalesi göze çarpar. Ama etrafında derin bir hendek kazılmıştır. Buralarda daima su aktığından, kalenin ele geçirilmesine imkân yoktur. Timur’un hazinesi bu kalenin içindedir. Bu yüzden içeriye ancak muhafızlar girebiliyor. Kalenin bir yerinde, zırh, kalkan, ok, yay ve miğferler yapmakla meşgul bin tane zenaatkâr bu-lunmaktadır. Yedi sene evvel Timur, Anadolu ve Şam’a doğru hareket ettiğinde, bütün askerin zevce ve çocuklarını da yanlarına almaları¬nı emretmiş. Bunun dışındaki akrabasını bırakmak serbesttir. Timur’un bu emri vermesinin sebebi, başlayacağı bu seferi yedi sene devam ettirme kararlılığında oluşudur. Bu müddet zarfında bütün düşmanlar yere serilmiş olacaktı. Sernerkand’dan ayrılırken, Timur, yedi sene geçmeden Semerkand kalesine dönmemeğe and içmiş. Biz Semerkand’dayken, Çin imparatorunun elçileri gelmişti. Çin İmparatoruna göre, Timur, ona bağlı olan bazı yerleri işgal etmiştir. Buralara ait vergileri vermek lâzımken, Timur yedi senedir bu vergileri vermemiştir. Bu yedi senelik verginin verilmesi beklenmektedir. Timur, Çin elçisine şu cevabı verdi: “Çin Hakanı bunu istemekte haklıdır. Fakat elçilerin yedi senedir birikmiş olan vergileri taşıması çok müşküldür. Onun için, bizzat kendisi gelip bu vergileri toplayarak Çin’e götürecektir!...” Çin elçileri Timur’un bu siteminden, mânâlı konuşmasından müteessir oldular tabii. Geçen yedi sene müddetince, Timur tarafından Çin’e bir para gönderilmediği gibi, bir talep olmamıştı. Sebebi, Çin’de ortaya çıkan karışık olaylardı. Bu yılların başında Çin Hükümdarı hastalanarak ölmüştü. Karışıklık kalkarak ortalık düzene kavuşunca, yeni Hakan, Timur’a işte bu elçileri göndererek vergileri istedi. Duyduğumuza göre, Timur, Çin elçilerinin darağacında
sayı//18// ocak 24
idamlarını emretmişti. Fakat bunun tatbik edilip edilmediğini bilmiyoruz. Daha sonrasında, Çin Hakanının şerefini kurtarmak için harekete geçip geçmediğinden haberimiz olmadı. TİMUR’UN ÇİN SİYASETİ Semerkand’dan Çin başkentine uzanan mesafe altı aylıktır. Çin’in başkenti Kambaluk’dur. Çin devleti içinde bundan daha büyük bir şehir yoktur. Semerkand ile bu şehir arasındaki yolu geçebilmek için, hiç bir insanın bulunmadığı bir çöl aşmak lâzımdır. Bu çölde belki bazı göçebelere tasadüf edilebiliyormuş. Bizim Semerkand’a varışımızdan birkaç ay önce, Çin’den 800 develik bir kervan gelmiş. Kervan Çin’den birçok ticaret malı getirmiş imiş. Timur, seferinden dönüşünde, Çin Hakanının mektubunu almış ve derhal bütün kervan ile gelen adamların gözetim altında tutulmasını emretmiş. Bunlardan birine dahi geri dönmek için izin verilmeyecek idi.” ŞAH’I ZİNDE Türklerde ata kültürüne gösterilen saygı, inanç sistemlerine paralel olarak enteresan gelişmeler göstermektedir. Aslında, islâmi devir öncesinde de tabiatla çatışmak, onu tahrip etmek dengelerine müdahale etmek,onların kudsiyetini zedelemek olarak kabul ediliyordu ve bundan çekiniliyordu. Tabiattaki ilâhiliğin sürekli, ken-dilerinin ise süreksiz olduklarını biliyorlardı. Bu kabul içindeydiler (Ayvazoğlu, 1993). Bu sebepten dolayıdır ki, Hun Türkleri”nden itibaren, öte âleme göçenleri veya uçanları veya “kerek olanları”, yani ölen yakınlarını toprağa vermeleri yanında, onları dağ başlarına terkedip kurda-kuşa ikram ettikleri de olmuştur. Sovyet işgaline kadar Moğolistan’ın şamanist kırsal kesiminde genellikle uygulanan usul buydu. Bir başka defin şekli ise cesedin törenle beyaz karıncalara teslimiydi. Bazan mumyalanarak kurgan denen kabirlere konuluyordu (Önkal, 1995). Bütün bunlara rağmen ata kültürüne gösterilen saygı sebebiyle devlet büyükleri veya il tutmuş beğler veya hayır-hasenât sahibi hatunlar veya alpler, erenler, alp-erenler için anıt mezarlar da yapılmıştır. Onların hâtırasını canlı tutmak ve minnetlerini ifade edebilmek için yapılan bu mezar mimarisi, tarih içinde gelişerek süren bir müessese olarak, Türk Mimarlık sanatında önemli bir şube oluşturmuştur. TÜRK MEZARLARI, HUN KURGANLARI Türk mezar âbideleri arasında önemle Moğolistan’da ve Altaylarda bulunan Hun kurganları, yine Moğolistan’da Göktürk’lerin
devlet büyüklerine inşa ettikleri mezar külliyeleri sayılabilir. Orhun Anıtlarının içinde bulundukları Barg’lar birer anıt mezardır. Selenga, Şine-Usu, Karabalgasun, Yenisey âbideleri, Lena ve Baykal çevresindeki kurganlar birer anıt mezardır. Örnekler çoğaltılabilir : Bugün Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Doğu Türkistan bölgesindeki Uygur Mezarları, Sir-i Derya boyundaki Oğuz Abideleri, Türkmenistan’daki Türkmen mezarları, Semerkand’daki Şah-ı Zinde kabristanı, Selçuklu Türbeleri, Afganistan’daki Gazneli, Iranı Kafkasya ve Anadolu’daki Selçuklu kümbet ve türbeleri, Ah¬lat’taki kabristan, Akkoyunlu ve Karakoyunlu mezarlıkları ve nihayet Osmanlıların Balkanlar ve Avrupa’ya uzanan topraklarda, Ortadoğu’da, Ara¬bistan’da ve Kuzey Afrika’da yaptıkları türbeler bu harika zincirin halkalarını teşkil ederler (Diyarbekirli, 1979).
Semerkand’dan Çin başkentine uzanan mesafe altı aylıktır. Çin’in başkenti Kambaluk’dur.
ŞAH-I ZİNDE KABRİSTANINDA STUPALAR Şah-ı Zinde kabristanındaki türbelerin başlangıcı olarak, sanat tarihçileri stupaları gösterirler (Esin, 1959). Türklerden önceki Buddhist mimaride, bir azizin kemikleri etrafına örülen içi dolu kubbe şeklindeki yapı, Türk Budist mimarisinde giderek içi boşaltılmış ve ölen kimsenin içine yatırıldığı kubbeli otağ şekline dönüşmüştür. Daha sonra kubbeler, Uygurların icadı sayılan üst üste iki kubbe şeklini aldı. “Lotus kubbe” de denilen ve bütün Türkistan’da yaygın olan soğan şeklindeki kubbelere daha sonra ulaşılmıştır. İkinci tip türbeler ise Moğolların (ateşperest) “navs” dediği, kemiklerin muhafaza edildiği yapıların gelişmesinden ortaya çıkmıştır (Esin, 1959). Taşkent yakınında İlek ırmağı boyunca navs’lı mezarlar yine Türk otağına benzemektedir. Fakat bu defa mekânlara girişi ve âbidevi bir görünüş sağlayan tak kapılar, Roma ve İran tarzını hatırlatır şekilde inşa edilmeye başlanmıştır. TÜRBELERİN MEZARLARIN İNANÇ YÖNÜNDEN YORUMU Kur’an’da açık ve kesin bir hüküm bulunmamakla birlikte, islâmiyette süslü ve dikkat çekici mezarlar yapılması hoş karşılanmamıştır (Karamağaralı, 1972). Sahîh-i Buharî’nin bildirdiğine göre, Hz. Peygamber, oğlu İbrahim’in kabrini düz olarak kapattırmış ve üzerine çakıl taşları koydurarak su döktürmüştür. Daha sonra gerek kendilerininin, gerekse Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in kabrini görenler, yerden biraz yüksekçe, üzerlerine mermer parçaları konulmuş, hafif birer toprak yığını olduğunu nakletmişlerdir. Abdurrahman El Ceziri’nin naklettiği “kabir üzerine bir ev veya kubbe veya bir medrese veya bir mescit yapma, 25
kabristan teşekkül etmiştir. Uluğ Beğ’in yaptırdığı ihtişamlı kapıdan girilince geniş basamaklı merdivenlerle önce mescide ulaşılmaktadır. Daha sonra, iki tarafında, münhasıran ha¬nımlar için etüt ve inşa edildiği hemen belli olan fevkalâde zarif türbele¬ri bulunan dar, gölgeli, bazan, merdivenli, taş döşeli sokaklarla bu muazzam nekropol devam etmektedir. En tepedeki eski birkaç türbe Timur devrinden öncedir. Diğer türbeler Emir Timur’un ailesine aittir.
Şah-ı Zinde Kabristanı
Aslında, islâmi devir öncesinde de tabiatla çatışmak, onu tahrip etmek dengelerine müdahale etmek,onların kudsiyetini zedelemek olarak kabul ediliyordu ve bundan çekiniliyordu
kabrin etrafını duvarla çevirme, süs veya övünme kastedilmedikçe mekruh olur, eğer böyle birşey kastedilirse haram olur” hükmüne rağmen, türbe müessesesi tarih içinde basitten başlamış, gelişerek devam etmiştir (Önkal, 1995). İslâmiyet konusunda taviz vermeyen bir karaktere sahip olmalarına rağmen bu konunun devam etmesi, Türklerin ata kültürüne verdikleri değer ile izah edilebilir. Çünki diğer bazı müesseseler de benzer şekilde islâmi anlayış ile tekrar yorumlanarak devam ettirilmiştir. Bu arada İslâm hukukunda bulunan “kamuya ait arazide türbe yapmak haramdır” kuralına kesinlikle uyulmuştur (Önkal, 1995). Bu yüzden umuma ait mezarlıklar içine türbe yapılmamıştır. Ne var ki, kendi mülkü içine yapılan türbe etrafında çoğu zaman mezarlıklar teşekkül etmiştir. Konya’daki Mevlâna ve Üçler kabristanı, İstanbul’da Eyüp mezarlığı ve Bursa’daki Muradiye mezarlıkları böylece oluşmuştur. Semerkand’daki Şâh-ı Zinde kabristanı da böyle teşekkül etmiştir. Semerkand’ı islâma açan Kussem İbn Abbas, Efrasiyab tepesinde bir kurban bayramı günü şehid düşünce oraya defnedilmiş ve daha sonra üzerine türbe inşa edilmiştir. ŞEHİTLER ÖLMEZ! Kur’an-ı Kerimin “Allah yolunda ölenlere ölüdür demeyiniz” hükmü gereğin¬ce (Bakara, 154. âyet, Al-i İmran, 168. âyet) Semerkand’lılar Hz. Peygam¬ber’in bu yakın akrabasının daima canlı olduğunu kabul ederek ona “Şah-ı Zinde” demişlerdir. “Kıyamet gününde üç zümreye şefaat edilir : Peygamberler, âlimler, şehîdler.” Ve “Ölülerinizi iyi kimselerin arasına defnediniz” hadis hükümleri gereğince de Şah-ı Zinde’nin çevresinde XIV. ve XV.yy’dan itibaren büyük bir
sayı//18// ocak 26
Yol üstündeki ilk türbe Emir Hüseyin’e aittir. Tarz ve üslup olarak diğer türbelerden farklıdır. Onun hemen yanında Halil Sultan’ın hanımı ve Timur’un kızkardeşi Şirinbike Aka’nın türbesi yer almaktadır. Yolun sol tarafında yer alan ve uzun boynu ile enteresan bir kitle etkisi bırakan türbe, İznikli Kadızâde Rumi’ye aittir. Onun hemen yanında, onun ruhaniyetinden ve ilminden niyâzda bulunur şekilde, ondan biraz daha büyükçe bir plân düzeni içinde Bibisîne, onun da hemen yanında Timur’un hanımı Tûman Aka dinlenmektedir (1405). Onu takibeden türbe Koca Ahmet Paşa’nın türbesi ve kabridir. Kutluk Türkân Aka’nın (1371) türbesini, ondan 9 yıl sonra vefat eden Emirzâde’nin (Emir Burunduk) türbesi takibeder (1380). Kapısını iri mukarnasların bezediği Türkân Aka’nın türbesi, bu türbeler bahçesinin en güzel, kompozisyonu mükemmel yapılarından biridir. Türbelerde plân şeması sadece köşe adetlerini değiştirerek aynı kalırken mimari düzenleme daima farklı tutulmuştur. Aynı çağda fakat farklı tarih¬lerde yapılan türbelerin cephe tanzimlerinde ısrarla birbirine benzememeye gösterilen gayret, bugün de pek geçerli olan hanımlar arasındaki, “benimki kimseninkine benzemesin” iddiasından kaynaklanabilir. Selçuklu türbelerinde görülen iki katlı uygulama bu türbelerde genellikle terkedilmiştir. Alt katta bulunan cenazelik kısmı, üst kattaki yön belirleyici mihrap girintisi, türbelerin çoğunda yoktur. Daha önce türbelerin içinde bulunan çini sandukalar şu anda yerlerinde değildir. Çini bezemelerdeki çeşitlilik zengindir. Türkân Aka’nın girişindeki iri mukarnaslar, Selçuklu yapılarındaki mukarnaslı nişleri hatırlatmaktadır. Bu türbelerin en etkileyici tarafları bezemelerindeki detaya inen, fakat bütünlüğü kaybetmeyen, farklı yüzey ve değerdeki çizgi, desen ve renklerin bütünlük fikrini güçlendiren durumlarıdır. Sözgelişi Türkân Aka türbesi cephesinde konturları oluşturan karşılıklı eğri ve düzler, birbirleriyle zıtlaşarak bütün üzerinde dengeleyici bir etki yapmaktadır. Net ve belirgin dış konturların kenarındaki koniklik, bu yüzeylerin aldığı ışık-gölge ile cepheye derinlik kazandırmakta ve güneşin seyrine göre cepheye
bir günde üç-beş farklı görüntü kazandırmaktadır. Bu özellik; motiflerin plâstik etkisini artırmakta ve mimarî âhenkle birlikte hareket ederek kütleye, seyrine doyulmaz bir heykel boyutu kazandırmaktadır. TÜRKİSTAN SANATI MOTİFLERİ Nerdeyse her cephede kullanılan ve bulunduğu cephelere hareket kazandıran rozetlerin kökeni gerilere gitmektedir. Türkistan sanatının islâmi devir öncesi kullandığı ve islâmi devirde de kullanmayı sürdürdüğü motifler, bu rozetlerde boyut kazanarak devam etmektedir. Evrenin oluşumunu, evreni oluşturan ay-yıldız ve güneşi anlatan bu semboller, daima sonsuzluğu çağrıştırmaktadır. Kutsaldırlar. Bu sebeple de daha çok dini yapılarda kullanılmaktadırlar. Cephe üzerinde farklı yükseklikte düzenlenmiş çini yüzeyler, aldıkları ışık-gölge ile kütleye küçük kıpırtılar kazandırmaktadır. Bu küçük kıpırtılar, manzume içinde bazan fevkalâde etkileyici olabilmektedir. Türbe cephelerini oluşturan motiflerin istiflenmesinde bilinçli bir düzenleme dikkati çekmektedir. Genellikle kıvranan rumi motiflerin yer aldığı yüzeylerin etrafını çevreleyen konturlar) düz ve sert çizgilerden oluşmakta, meydana gelen zıtlaşma. Cephede plastik değeri yüksek alanlar ortaya çıkarmaktadır. Bütünlüğü sağlayan ve karmaşıklığı önleyen unsur bu olmalıdır. Türbelerin düzeni de rastgele yapılmamıştır. Ana merkez olarak Kussem İbn Abbas’ın kabri alınmıştır. Arazinin topografyası ile hiç oynanmadan ve ondan çıkan ışınlar doğrultusunda gelişen diğer mekânlar böylece bir merkez oluşturduktan sonra, ana yola doğru bir sokak teşekkül ettirmiştir. Türbelerdeki bu mimari çeşitliliğe ve bezemelerdeki olağanüstü zenginliğe rağmen, ortak bir anlayış, bir tema birliği dikkat çekecek düzeydedir. Türbelerin hanımlar için düzenlendiği ve boyutlandırıldığı, bezendiği hemen anlaşılmaktadır. Bu husus bir kültür zenginliğidir. Türbenin kime ait olduğunu bilmeden bu cepheyi seyreden ve türbeden içeri giren kişi bu mekânın kim için düzenlendiğini anlayabilmektedir. Köhne Ürgenç’teki Turabek Hatun tür-besinden Ahlat’taki Erzen Hanım türbesine, Niğde’deki Hüdâvent Hatun türbesinden, Kayseri’deki Huand Hatun Külliyesine ve Karaman’daki Hatuniye Medresesinin portalinden süslemesine, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camiinin iç mekân düzenlemelerine kadar uzanan şaheserler, Türk mimarisinde “türbe” şubesinin hanımlar için özel bir bölüm teşekkül et-tirildiğini hissettirirler. Şah-ı Zinde”nin kabri, birbirinin içinden geçilerek
Şah-ı Zinde Kabristanı Detay
ulaşılan üç mekân ha-linde düzenlenmiştir. İlk iki mekân iki küçük mescittir. İbn Abbas’ın sandukası üst üste konmuş üç mükâbtan müteşekkil ve firuze mavisi çinilerle kaplıdır. Güzel sanatlar, rahmetli Banarlı’nın dediği gibi, “imân kadar, hayat kadar, ölüm için de çalışmış ve eserler yaratmıştır.” (Banarlı, 1986) ve her millet kendi kültürüne uygun mezarlık mimarisini geliştirmiştir. Semerkand’daki Şah-ı Zinde kabristanı bu anlayışın doruğa ulaştığı merkezler¬den biridir. Ahlat’taki Selçuklu mezarlığının ağırbaşlı, sanatlı ve mütevâzi konumu yanında Şah-ı Zinde’nin türbeleri biraz daha pırıltılı, süslü ve kadın¬ca durmaktadır. Bu zenginlikte dünyadaki tek kadınlar nekropolüdür, denilebilir. Tuman Aka’lar, Şirinbike’ler, Olcay Türkân Aka’lar, Bibi Sine’ler bu dünyadan öte tarafa, süslü nefis kapılardan, bu kapıları bize yadigâr bırakarak geçmişlerdir. Üstlerine hiç solmayan pembeleriyle, morlarıyla kırmızıları ve beyazlarıyla çiniden örtülerini çekmişler, bir kenara çekilip dinlenmeye varmışlardır.
Şah-ı Zinde kabristanındaki türbelerin başlangıcı olarak, sanat tarihçileri stupaları gösterirler
Öbür tarafta da huzur içinde olmalarını dileriz. 27
ÇEVRE, ŞEHİR VE
KÜLTÜR Şehirleşme hezeyanı tarihî mekânlarımızı çoğu yerde acımasız bir şekilde katletti gözümüzün önünde.”
İsmail BİNGÖL
air Edip Cansever’in “Mendilimde Kan sesleri” adlı şiirindeki bir mısraı şöyledir: “İnsan Yaşadığı Yere Benzer”. Şairin hem şehre ve hem de orada yaşayana dair çok önemli bir noktaya işaret ettiği gibi, eğer yaşadığınız yer temiz, güzel, estetikten payını almış, çevreye, insana saygılı, medeniyetin kurallarıyla yönetilen yerse; burada yaşayan insan da tıpkı yaşadığı yere benzer. Ölçülü, sorumluluk sahibi, etrafına saygılı, tarihe ve kültüre meraklı, sevginin ve saygının incelttiği bir kimlik taşır. Eğer yaşanılan yerde bu söylediklerimize dikkat edilmiyor ve insanlar bunların tersi görüntülerle karşılaşıyorlarsa; gün gelip onların da kendilerine çizdikleri yol, yürüdükleri hedef; karmaşa, kötülük, insanlıktan uzak, kendine ve çevresine yabancı, yıkıcı ve yokedici bir davranış biçimine dönüşecektir. Zira; şehirlerin böylesi bir etkisi vardır ve kendini mekân tutanları zaman içerisinde belli bir kalıba ve kendinin istediği, kendinin belirlediği bir şekle sokar. Bunu yapan da elbetteki insandır ve diğer insanlara tanıdığı hak; iyilikle kötülük arasında kalmaktır. Hayata ve yanlışa direnebilenlerin dışındaki kişilerin; kendilerine sunulmuş ya da dayatılmış böyle bir yaşantıya “hayır” diyebilmeleri ve çoğunluğun onlar tarafından meydana getirilebilmesi çok zor ve hatta imkansızdır. Kısa bir süre önce bin bir emekle yapılan ve insanların hizmetine sunulan güzellikleri, kısa bir süre sonra darmadağın edilmiş bir vaziyette görmeniz; belki de aklınıza şu soruyu getirecektir: “Acaba şehri barbarlar mı bastı da benim haberim yok.” İyiliğin de kötülüğün de sebebi olan insan; gördüklerinden ve yaşadıklarından hisse almasını, kendine pay çıkarmasını bildiği nisbette ya iyiliğin ya da kötülüğün peşinden gider. Ailenin, içine doğulan çevrenin, yaşanılan yerin ve alınan eğitimin bunda büyük payı vardır ve şehirler; bu süreçten elde ettikleri bilgilerle, tecrübelerle, birikimlerle yoğrulan insanlar vasıtasıyla şehir olma vasfını kazanırlar ya da kaybederler. Öncelikle kendisinin değerinin ve öneminin farkına varmasını bilenler; ne bir karıncayı incitirler, ne bir insana zarar verirler ve ne de bir eski evin, bir tarihi eserin yıkılıp yokolmasına tahammül edebilirler. Onlar ve onlar gibiler; insanın dünyaya gönderiliş amacının “dünyayı güzelleştirmek” olduğunun idraki içerisindedirler ki; bunun aksini yapanlardan ve yaptıklarından çok rahatsız olurlar. Hayatın böyle algılanıp ve böyle yaşanıldığı yerlerde yaşayanlar için, “Sabahla bir tazelik sarıyor kenti! Bir koşuşturma hayat! Siz de katılıyorsunuz, bir kenarından bu akışa. Daha
sayı//18// ocak 28
doğrusu hayat, sizi de alıyor kollarına! Sabahla kente dökülmek, güne erken başlamak, insanın üretim gücünü artırıyor; hele de gündeminizi akan zaman belirliyorsa, keyfinize diyecek yok!” Şehirlerimize reva görülen olumsuz davranışları, gittikçe büyüyen kaotik ortamı anlatırken düşünce olarak zihnimize hücum eden cümlelerden çekip ayırdığımız birisi de şudur ki; “Şehirlerimiz kendi geçmişlerini yaşatacak ve bunu geleceğe devredecek insan sayısıyla doğru orantılı olarak büyümüyor.” Elli, yirmi, on, beş ve hatta bir yıl öncenin şehirleri bile değil şehirlerimizi… Bu kadar hızlı bir sökülüşün, dökülüşün ve hatta yok oluşun ortasında kalan yerleşim birimlerinin nereler olduğunu bilebilmek için artık sadece tarihi eserlerine bakmak gerektiğini söylersek; ortaya çıkan manzaranın tanınamazlığının sebeplerini de iyi anlatmış oluruz herhalde… Bugün tarihi kent nitelemesini yapanların, çoğu yerde bu yargılarına delil olarak gösterecekleri çok fazla bir şey kalmadı. Zira “Kentlerin tarihle iç içeliği, mimarîyle kanıtlanabilir.” ancak... Oysa bu yok olma ve yok edilmenin, yıkıp dökmenin, duyarlı insanların kalbinde tedavisi mümkünsüz yaralar açtığı unutulmamalıdır. Çünkü bu tür insanlar, şehre bir bütün olarak değil de, ayrıntıya dikkat ederek bakarlar. Mesela; “Eski zaman evlerinin kapı tokmaklarına bakınız, bu tokmaklarda zamanın ellerinden çalınan bir büyük mirası görürsünüz. Duyarlık biraz da ayrıntıda değil midir?” Gerek hayatını aynı şehirde geçirmiş olanlar ve gerekse; göç kervanına katılıp büyük şehirlerin sakini olanlar; bir hatırlayış sonucunda döndüklerinde memleketlerine ya da mahallelerine, sokaklarına; bırakın artık kendilerine ait evi; ne sokağı ve ne de mahalleyi yerinde bulabileceklerdir. Şehrin eskisi olarak şehre baktığınızda; şehir sizi bıraktığınız izler kadar tanır. Siz de şehri taşıdı¬ğınız anılar, izler kadar seversiniz. Yüksek binalarla, geniş caddelerle, marketlerle, mağaza¬larla doludur diye bir şehir belki modern olur, ama güzel olmaz. Şehri güzelleştiren ya da çirkinleştiren; içinde yaşayanlar ve yaşananlardır. Şehre değer kazandıran ve şehri meraklıları nezdinde çekici kılan sahip olduğu tabii ve insanî güzelliklerdir, kökleri tarihin derinliklerine uzanan, bakınca göz alıcı işlemeleri ve taşın kanaviçe gibi nakış nakış dokunduğu mimarî yapılardır. Eski Anadolu şehirlerinin kendine özgü bir yapılanması, rengi, şekli, soluğu, kültürü, iklimi, bir ruhu, gizemi, bir cezbesi, cazibesi, komşuluğu, dostluğu, vefası; kısacası insanlığı vardı. Hoş görülü, sohbet ehli, faziletli ihtiyarları, meczupları, efendileri ile hayat; bir huzur, bir dinginlik, bir
kanaat, bir tevekkül ekseninde kendi halinde akar giderdi ötelere… Hırsın, ihtirasın, bencilliğin, çekememezliğin, harisliğin yerinin olmadığı böylesi bir dünyada insanlar; tek katlı, çift katlı evleri, camileri, türbeleri, medreseleri, mescitleri ve zamanı donduran mezarlıklarıyla uhrevî bir sükûneti, saygıyı, güveni, huzuru çağrıştıran bir duruşu, sa¬de bir dinginliği ve ferahlığı terennüm ederlerdi. Soluk alınan, enine boyuna rahat yaşanılan, hayattan tat alınan, bir yanıyla mutlaka tanıdık, bir yanıyla mutlaka biz¬den şehirlerdi bunlar. Bizi anlatan, bizi bilen, bizi anlayan şehirlerdi. Buralarda yaşamanın kendince bir anlamı, kendince bir insani yönü ve kendince bir inanç boyutu vardı. Kavgaların, kaygıların ve gerginliklerin elinde oyuncak değildi buralarda insan ve geçip giden zamana yüklenen anlamın farkındaydı. Ve bu farkındalığını; sokağına, mahallesine, meydanına ve kısacası şehrine yansıtmasını bilirdi ve o şehirden gelip geçen yabancılar; taşına toprağına, kapısına bacasına, çarşısına, hanına, hamamına sinen bu kokuyu hisseder, bu farklılığı sezerlerdi. Asırlarca memleketimize gelip giden seyyahlar, görevliler ve diğerleri; her şeyiyle bize ait olan bu dünyanın çehresindeki tebessümün, ruhundaki gizemin, dilindeki tatlılığın ve dağıttığı adaletin hayranıydılar. Yazar Emir Kalkan’ın cümleleriyle; “Ne zaman ki şehirler; ulemalar şehri, fazilet durağı, mut¬luluk kapısı, güzellikler yurdu... gibi kavramlar yerine; kendini, arsa, parsel, imar planı, inşaat gibi bir kaç kuru keli¬meyle anlatmaya başlamışsa, insanların huzuru, itibarı, zen¬ginliği de bunlara olan sahipliği ile eşdeğer olmaya baş¬lamıştır. Tüm büyük şehirler, metropole dönüşünce asaletini yitiriyor; insanı yutan, boğan bir heyulaya, bir canavara dönüşüyor sanki… Dingin ve erdemli duruşunu yitirip; ezen, yıpratan bir binalar, betonlar, fabrikalar yığını haline geliyor. Kurt Kanunu’nun işlediği, düşenin parçalandığı, güçlünün zayıfı ez-diği her türlü belanın ve cinnetin yuvası haline gelmiş anakentlerin belirgin bir özelliği var; çoğunlukla kimse kimseyi tınmaz, takmaz, tanımaz. Sosyal yaşam buralarda yerini bireyselliğe bırakmıştır; yani yalnızlığa. Gemisini kurtaran kaptan felsefesi egemendir. Hatır, gönül, sevgi, saygı ve imece gibi kavramların giderek yok olduğu, bireylerin ayıplanma korkusunun azaldığı arı kovanı şehirler, büyük şehir falan değil, bir kumkuma cehennemidir. Büyükşehir insanı leylek gibidir. Emanet durur buralarda… Hepsinin doğup büyüdükleri, özlemini çektikleri öz vatanları vardır. Şehrin hali pek ilgilendirmez onları. 29
sırasında Avusturya’da gençlerin, Alman savaş uçaklarına karşı, tarihî dokuyu yıkmasınlar diye, eserlerin üstüne çıkarak, vücutlarını kalkan olarak kullandıklarını okuyabilirsiniz bir yerlerde. Yine, doktora tezi Girit üzerine olan ve oradan aldığı davet üzerine bu eski Osmanlı toprağına giden Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü Prof. Dr. Ersin Gülsoy’un yıllar önce bir konuşmasında anlattıkları, konunun önemini çok daha net bir şekilde ortaya koyuyor:
Ancak, şehirli olmak için şehirde doğmak da yetmiyor. Şehri sevecek ve ilgileneceksiniz. Gazetesini okumadan, televizyonunu izlemeden, yeşilini, taşını, toprağını, kültürünü, tarihini korumadan, hemhal olmadan, sorunlarıyla ilgilen¬meden şehir sevilir mi? Şehri sevip sevmemeyi, şehirle ilişkiniz belirler. Şehir si¬zin bakışınıza göre büyüktür, küçüktür, iyidir, kötüdür, sosyaldir, değildir. Ama şehirlerde sevdalarınız, yürek atışlarınız, hasretleri¬niz, dertleriniz, acılarınız, silinmez anılarınız varsa; o şehrin sizin için değeri başkadır. Ya şehrin sizde izleri olmalı, ya da sizin şehirde. Yoksa ne bağınız olabilir ki şehirle… Bir misafir gibi yaşamışsanız, sevemezsiniz o şehri. İlle de ev sahibi olmanız gerekir; yani şeh¬rin sahibi… Selçuklunun haşmetli yapıları yanında zavallı kalmış mo¬loz yığını evler, taş sokaklar, Arnavut kaldırımları ve mutlaka mescit, fırın ve yanında birkaç dükkânın bulunduğu mahal¬le meydanları, kiliseler, camiler... Birbirine karışan ezan ve çan sesleri... Ve çarşısında; bakırcılar, demirciler, körükçüler, kalaycılar, çarkçılar, ayakkabıcılar, terziler, berberler, şekerciler, çevreye kavruk kokular yayan leblebiciler, cıvıltılar, şakalar, takılmalar, dükkân önlerinde, cami diplerinde gizlisiz sak¬lısız yüksek sesli sohbetler ve mahcup bir zenginlik.. Peki, asırlardır Anadolu coğrafyasına yayılmış şehirlerimiz ve diğer büyük diye tabir ettiklerimiz, bu söylediklerimiz açısından bu gün nerede? “Şehirleşme hezeyanı tarihî mekânlarımızı çoğu yerde acımasız bir şekilde katletti gözümüzün önünde.” Tarihi mekânların özellikle son yıllarda daha fazla öneme haiz olsalar bile, yine gittiğimiz, gezdiğimiz ve gördüğümüz birçok yerde bir kaleden ve birkaç tarihî camiden başka geride kalan yok. Hâlbuki Batı’da savaşlarda bile, bu tür yerler yıkılmasın diye göğsünü siper eden insanları görebilirsiniz. 2.Dünya Harbi
sayı//18// ocak 30
“Asırlarca elimizde kalan Girit’teki Osmanlı eserlerinin hepsini restore ediyorlar şimdi. Resmo’da, Kandiye’de, Hanya’da hummalı bir faaliyet var. Sadece 2.Dünya Savaşında Almanların yıktığı dört camii yok. Diğerleri hep ayakta ve tamir ediliyor. Ve bu eserler müthiş derecede turist çekiyorlar bugün.” İşte bizim bakış açımız ve hâlimiz, işte onların ki! Seyahat edilen bazı şehirlerle ilgili, gezen kişinin şu türden cümleleri olur bazen: “Geniş ve tertemiz bulvarları, bakımlı ve görkemli yapılarıyla modern bir kent. Ağaç ve taş burada barış içinde yaşıyor.” Ayrıca yeşilliğinden, parklarının, bahçelerinin güzelliğinden de söz edilir. Tıpkı bir zamanlar bizim ülkemizi gezen seyyahların bizden söz ettikleri gibi. Parklarında büyük adamlarını hatırlatan, adlarına dikilmiş anıtlar ve heykeller de vardır bu şehirlerde... Bulunduğunuz şehre bazen uzaktan bakarsınız. Gözünüzü alan görüntü hiç hoşunuza gitmez. Yıllar içerisinde şehir kavramının içini dolduracak bir yerleşim birimi oluşturamadığınızı görmek acı verir. Yıllar yılı estetikten ve güzellikten, uyumdan ve ahenkten yoksun barınaklar kümesi inşaa ettiğinizi görürsünüz. Yapılar betonarme ve çok katlı olsa bile bu mekânlar, kalabalıkların kafasını soktuğu “dam” hüviyetinden çok da ileri gitmez, diye düşünürsünüz. Oysa; “Kültürel bir çevre oluşturma geçmişten geleceğe uzanan ve aralıksız sürdürülen bir çabadır. Bu çabanın, bilim, ahlak, sanat, din, mimarî sosyal çevre gibi alanlarda en yoğun sürdürüldüğü mekânlar şehirlerdir. Kültür insandan yön alır ve aynı zamanda ona yön verir. İnsanoğlu özgürlüğünü ve kişiliğini tabiatta değil, kültürel çevre içindeki pratikleri ile kazanır. Kültürel çevreden kopuk, onu hesaba katmayan topluluklar kendi şehirlerini kuramazlar. Her kültür çevresi kendi şehrini kurar, her şehrin kimliğini yansıtan kendince bir yerel kültürü vardır.” Özellikle şehrin merkezindeki kendi haline bırakıldıkları için çoğu harap olmuş eski evlerin yıkılarak; kaç kat olacağı ilgililerin insafına
bırakılan binaların yapılıyor olmasının, bu yöndeki hassasiyetleri gelişmiş kişileri ziyadesiyle üzdüğü bir gerçek… Bir sokağa bakıyorsunuz; binaların biri bir metre ileride, diğeri ondan iki metre geride, öteki daha ilerde... Çatıların birbiriyle olan seviyesi de aşağı yukarı böyle. Dış cepheler derseniz; çoğu bir felaket... Uyum denen bir şey yok aralarında... Çirkin mi çirkin renklerle boyalı... Velhasıl binalarda da iç karartıcı bir görünüş hâkim. Peki sorumlularının bu duruma kayıtsız kalmalarına ne demeli? Böylesine çirkin şehirler kurmak, bu alanda görev ve sorumlulukları olanların hayırla yâd edilmelerine vesile olabilir mi? Ferah, mimarî açıdan belli bir güzelliğin hâkim olduğu ve iyi görünümlü binalardan müteşekkil şehirler, gelecek nesiller için de iyi birer örnek teşkil edebilir hâlbuki. Şehir kimliği hakkında yazdığı bir makalede yazar Ali Bulaç, şehirlerimizin “güzellikten” bu kadar uzak düşmesinin sebeplerini irdelerken şöyle bir yorumda bulunuyor; “İslam sufilerinin dediği doğrudur: İnsan bozulursa, kainat da bozulur.” Gerçek olan şu ki, yaygın ve hayatın derin tabakalarına sızmış bir çürüme ve fesat hali yaşıyoruz. Kentlerimiz; zihinlerimiz ve ruhlarımızın içinde bulunduğu kirlilik oranında kirli ve sorunlu.(...) Şu halde kentin kurtuluşu insanın kurtuluşuyla yakından ilgilidir. Tekrar etmek gerekirse, mademki insanın bozulması kâinatın bozulmasına sebep olmaktadır; bu durumda insanın felahı ve salahı, varlığın, sosyal ve tabii çevresinin, yani şehrinin de kurtuluşuna yardım edecektir. Her şey insanda başlayıp, yine insanda bitiyor.” Binalarda, bölgelere göre belli bir kat sınırlaması olsa bile, aynı mahalde, farklı kat sayısına sahip binalar görebilirsiniz şehrimizde. Bu duruma göz yumanların, ara sıra da olsa kendilerini hiç hesaba çektikleri olmuyor mu diye merak ediyor insan... Ne var ki, son zamanlarda tarihi eserlerin etrafındaki harap olmuş eski yerleşim yerlerinin temizlenerek, çevre düzenlemesinin yapılıyor olmasını görmek sevindirici. Şehrin geçmişle ilgili yüzünün iyice ortaya çıkması ve buraların arsa haline getirilerek kooperatifçilere verilmemesi takdir edilecek bir davranış. Ancak bizim bu konudaki bilinçsizliğimiz ya da kayıtsızlığımız da gösteriyor ki; “çevre ve kültür” kavramı hâlâ daha bir şey ifade etmemektedir bazı kişilere. Dünyanın hızının ve nelere itibar ettiğinin farkında değiliz. Konuşmalarımızda böyle söylemesek de, uygulamalarımız zamanın geçişini “durağanlıkla” izah ettiğimizi açıkça ortaya koyuyor. Bunun sonucu olarak da, elimizdekilerin kirletilmesi bize ıstırap vermiyor.
Kabataş Setbaşı 1900’lerin başı “Geleneksel kent kültürünün ve kent yaşamının en ciddi tehditlerinden biri olan kenar mahallelere, Macarcadan aldığımız ve aslında “kent anlamına gelen “varoş” adını vermemizdeki traji komiklik, içinde bulunduğumuz vahim düşünsel ve kültürel karmaşanın çok ilginç bir kanıtı değil midir?”(Cogito, Yaz, 96) Şair Ahmet Uysal; “Şehirdir Acıtan Kalbimi” şiirinin bir bölümünde; “Şehrini arayan bir nehirdim/ Arar gibi eski bir sevgiliyi / Her yanım toprak, tuz ve kum / Köpüğü dağılmış bozkırda / Çoktan unutmuş çıktığı vadiyi” derken, şehrin sakinlerine ya da bir şehrin eskilerine sesleniyor. Çıktığı vadiyi unutmanın şehirleri ne hâle getirdiğini ve şehirlere ettiğini gözümüzle görmemize rağmen, şehirlere hak ettikleri değeri vermenin ve şehrin ruhuyla uygun düşecek olanları yapmanın zamanının gelipte geçmekte olduğunu umursamıyoruz. Olanlar ve bitenler; şehir kavramını çözüp, gerçeğin kalbinden süzülen bilgiyle onları yeni baştan onarıp, kurup, mamur edip, sesine kulak verme yönünde olmadığından, belki de bir gün söyle seslenecektir şehir: “ Ak ey semâvi nehir! Temizlensin bu şehir…” Belki; “İnsanlar giderken kentler kalabilirdi. Bırakmadık, oburluğumuz onları da yok etti.” Yazımızın başında not düştüğümüz şair Edip Cansever’e ait mısraı tekrar ederek bitirelim cümlelerimizi: “İnsan Yaşadığı Yere Benzer”. Yararlanılan Kaynaklar: 1. Emir Kalkan, Hoşçakal Şehir, Ötüken Yayınları, İstanbul 2005. (s.7.8.9.17.) 2. İnsan ve Kent, İslam Geleneğinden Günümüze Şehir ve Yerel Yönetimler. 3. Tarık Demirkan, Cogito, Yaz, 96 31
ivas; Türkmen mavisi çinilerin hayat bulduğu, el emeği göz nûru minarelerin göğe erdiği ilim ve bilim merkezi. Ulu Camisi, Gök Medresesi, Buruciye Medresesi, Kalesi ve bilgelik kapısında harmanlanan yanık sesli âşıkların beldesi. Timur’un istilasından sonra doyasıya gülemeyenlerin, Kızılırmak gibi akıp da gurbet ellere geri dönemeyenlerin kara sevdası...
MEDENİYETLERİN BİRBİRİNE EKLENDİĞİ ŞEHİR;
SİVAS Ulu Camisi, Gök Medresesi, Buruciye Medresesi, Kalesi ve bilgelik kapısında harmanlanan yanık sesli âşıkların beldesi. Sabri GÜLTEKİN
Sivas Genel Görünüm
Sivas’ın merkezine doğru ilerlediğinizde âdeta bir “açık hava müzesi”ne geldiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Geçmişe dair sayfaları çevirdikçe arkeoloji literatüründe Sivas’ın neden “Doğu Kapadokya” olarak adlandırıldığını daha iyi anlıyorsunuz. Hayal ettiğinizde maziyi, sanki medeniyetlerin geçit merasimini izliyorsunuz. Şehrin her köşesinde “biz buradayız” diyen Selçukluların; ilimde, bilimde, siyasette ve sanatta zirveye nasıl ulaştıklarının izlerini, ağzınız açık kalarak sürüyorsunuz. Şehirlerin anası değil amma, çileyle yoğrulmuş güzeller güzeli bir Sivas’la karşılaşıyorsunuz. Velhasıl; Timur’un yakıp yıktığı, Osmanlı’nın Eyalet-i Sivas yaptığı, Millî Mücadele kıvılcımının ilk çakıldığı yerdir vardığınız Sivas. “GİDEMEDİĞİN YER SENİN DEĞİLDİR” Sivas’ı görmek için en önemli sebeplerden birisi “tarih ve kültüre yolculuk” olsa da, diğer sebepleri gözardı etmemekte fayda var. İşte bu önemli sebeplerden birisi de, bağrında barındırdığı “dünyaca ünlü” doğal güzellikleri. Başbaşa kaldığınızda zindeleştiren ve arındıran; Sivas Sıcak, Soğuk Çermik, Kangal Balıklı Kaplıca, Gürün Gökpınar Gölü, Şuğul Vadisi, Sızır Obruk Şelalesi, Hafik Gölü ve Suşehri Akçaağıl Çermiği bunlardan sadece birkaç örnek. Sivas eski Valisi Halil Rıfat Paşa şu tarihi sözü boşuna söylememiş: “Gidemediğin yer senin değildir.” YİĞİDİN HARMAN OLDUĞU BELDE Yolumuz bu defa da medeniyetlerin geçit töreni yaptığı, arş-ı âlâya yükselen minarelerin ayağının Kızılırmak’a bastığı, yanık sesli ozanların, dertli âşıkların bilgelik dergâhı, yiğidin harman olduğu Sivas’a düştü. Havalimanı’ndan servis aracıyla süzülürken tepelerden, sanki hiç bilmezmiş gibi elimize haritasını almış geçmişini okuyorduk varacağımız beldenin. Gerçekten de önümüzde bir tablo gibi duran şehri seyredip okudukça anladık ki, bilmemişiz bu beldenin kıymetini. 26 kilometre boyunca kıvrım kıvrım tepelerden inerken şehrin merkezine, geçmişin acıları, hüzünleri, sevinçleri canlanıverdi gözümüzün önünde.
sayı//18// ocak 32
Sivas Kongresi’nin yapıldığı lise binası
KÖKÜ DERİNLERDE OLAN MEKANLAR Uygarlıklar tarihinde yerini alan, ihtişam ve sefaletleriyle bu coğrafyaya ev sahipliği yapanlar arasında kimler yokmuş ki; Asurlar, Hititler, Kimmerler, Frigler, Doğu Roma İmparatorluğu, Danişmendler, Selçuklular, İlhanlılar, Eretna Beyliği, Kadı Burhaneddin Beyliği, Osmanlılar ve torunları bizler. Evet kimisi ihtişamıyla hüküm sürmüş bu topraklarda, kimisi de sefaletiyle. Kökü derinlerde, geleceği gökyüzüne asılı mekanlarda yürürken insan bazen iç geçiriyor, “şu burçların, camilerin, hanların, hamamların, çeşmelerin, köprülerin, kerpiçten yapma konakların dili olsa da konuşsa...” diye hayıflanıyor. Sivas’ın kaderi neyse, “kale”sinin kaderi de o olmuş. Bir parçası köprülere küpeşte, bir parçası Vilayet Konağı’na temel olmuş!.. Bir parçası Kongre Binası’nı sırtlanırken, bir parçası bilmem nereye ayak taşı olmuş!.. Hızla modernleşen/ gençleşen(!) Sivas’ın neredeyse hemen hemen her temelinde, Sivas Kalesi’nden bir nirengi taşı varmış. Geçen asırların ardından anlaşılan o ki, Sivas Kalesi kendini feda etmiş amma, dokundurmamış Ulu Camii’ye, Çifte Minare’ye, Gök Medrese’ye, Buruciye’ye... ANLATILACAK O KADAR ÇOK HATIRA VAR Kİ... Bir düşünün; 7200 (yedibinikiyüz) metre uzunluğuyla, 25 metreyi bulan yüksek surlarıyla, 7 heybetli kapısıyla ve yağmalanmasıyla ünlü Sivas Kalesi’nin (M.Ö. 2000) dile geldiğini. Anlatacak o kadar çok hatırası vardır ki; dinleyecek olana.
Ve içinde barındırdığı medeniyetlerin geçmişini soranlara... Selçukluyu bir başka anlatır, Osmanlıyı bir başka... Bağrında cenk eden Yağıbasan’ı bir başka anlatır, 2. Kılıçarslan’ı, bir başka. Sivas’ı şehirlerin başı ilân eden 1. Alaaddin Keykubat’ı bir başka anlatır, halkını vergilerle inim inim inleten 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’i bir başka. Yağmacılığıyla nâm salan Abaka Han’ı bir başka anlatır, gözü doymak bilmeyen 3. Alaeddin Keykubat’ı bir başka. Eretna Bey’i bir başka anlatır, Kadı Burhaneddin’i bir başka... Hele taşın üstünde taş omuz üzerinde baş koymayan, ilim ve bilim yuvalarını yağmalayan, nice yiğitleri günlerce meydanlarda sürüklettirerek atların ayakları altında katlettiren Timur’u daha bir başka...
Bir düşünün; Şifaiye Medresesi ve Darüşşifası’nın (1217/18) banisi 1. İzzeddin Keykavus’un sonsuzluk uykusuna yattığı yerin üzerinde yazılı “Geniş saraylardan çıkıp bu daracık mezarlara geldik. Servetimin bana faydası yok”
“İLİM TALEP ETMEK HER MÜSLÜMAN’A FARZDIR” Bir düşünün; Sivas Ulu Camii (1196/97)’nden yüzyıllardır duâlar eşliğinde “mirac”a ulaşan elleri... Bir düşünün; Şifaiye Medresesi ve Darüşşifası’nın (1217/18) banisi 1. İzzeddin Keykavus’un sonsuzluk uykusuna yattığı yerin üzerinde yazılı “Geniş saraylardan çıkıp bu daracık mezarlara geldik. Servetimin bana faydası yok” cümlesindeki derin mânâyı... Bir düşünün; Gök Medrese’de (1271) ahşaba nispet yaparcasına, taşlara ilmek atan kündekâri ustalarının hû hû dağdağalarını... Bir düşünün; Çifte Minareli Medrese’nin (1271/72) Timur’dan sonra, tarih bilincinden 33
Sivas Çifte Minare Camii
Ve bir düşünün; 4 Eylül 1919’da Sivas Mekteb-i Sultanisi’nin duvarlarında yankılanan kurtuluş mücadelesinin filizlendiği günleri...
yoksun yöneticiler tarafından nasıl harap edildiğini... Ve “Sana bir iş edeyim ki, Timur Sivas’a yapmamış ola!..” deyiminin bu ihtişamlı yapıya nasıl da “cuk” diye oturduğunu!.. Bir düşünün; Buruciye Medresesi’nin (1271/72) taç kapısı üzerindeki kitabede “İlim talep etmek her Müslümana farzdır”ın manasını idrak edenlerin beldeyi nasıl “ilim ve bilim yurdu”na dönüştürdüğünü... Bir düşünün; Gök Medrese’nin (1271) kapısındaki bezemelerin âdeta üç boyutlu bir tabloya dönüşerek, Türkmen mavisi çiniler eşliğinde sizi hayallerinizin ötesinde bir âleme taşıdığını... Bir düşünün; Osmanlı eseri Kale Camii’nin (1580) onca Selçuklu mimarî abidesinin arasında, Cıbıllar Parkı’nda yitiğini arayanlara, dünün “medrese”lerinin bugünün “üniversite”lerinin adresini nasıl bir rûh haliyle tarif ettiğini... Bir düşünün; Kızılırmak’ın kendine hasret ve yanık toprakları sulayarak, kıvrım kıvrım kıvrılarak, Sivas’ın yanıbaşından el sallayarak, sancılar içinde memleketine elveda deyişini... Ve bir düşünün; 4 Eylül 1919’da Sivas Mekteb-i Sultanisi’nin duvarlarında yankılanan kurtuluş mücadelesinin filizlendiği günleri...
Divriği Ulucamii sayı//18// ocak 34
“SOĞUĞU SERT, YİĞİDİ MERT”LERİN BELDESİ DONUYOR!.. Sivas’ın cadde ve sokaklarında “bir düşünün”leri noktalayarak gezmeye kaldığımız yerden devam edelim diyeceğiz, fakat bu mümkün değil! Çünkü “soğuğu sert, yiğidi mert”lerin beldesinde, deyim yerindeyse “tükürük havada donuyor.” Ekim ayının Kasım’ın kapısını uzun süredir hiç bu kadar bunaltıcı ayazla çaldığı görülmemiş.
Divriği Ulu Camii Batı kapısı Doğan Figürü
Divriği Ulucamii Şifahane Genel Görünüm
“ALLAH” DiYEN TIMARHANEYE TIKILIYORDU!
Divriği Ulucamii Minare Görünümü
Normalde yapraklar sararmaya, sobalar harlanmaya dururmuş bu mevsiminde. Belli ki, küresel dengesizlik yiğidoların da “güz”ünü “kış”a çevirmiş! Fesübhanallâh!.. Soğuktan bütün cadde ve sokaklar, western filmlerinde sık sık rastladığımız ıssızlıktan rüzgârların ıslık çaldığı “ölü şehir” görünümüne bürünmüş. “Kahramanlığın âlemi yok” deyip biz de kendimizi atıyoruz çayların fokur fakur kaynadığı çay ocağına. Burada bulabildiğimiz insanlardan edindiğimiz istihbarata göre; Güdük Minare’yi, Ahi Emir Ahmet Kümbeti’ni, Yukarı Tekke’yi, Kurşunlu Hamamı’nı, Behrâm Paşa Hanı’nı, Subaşı Hanı’nı, Taş Han’ı, Eğri Köprü’yü, Kesik Köprü’yü, Atatürk Kongre ve Etnografya Müzesi’ni ve tarihî Sivas Konakları’nı görmeden, Divriği, Zara, Ulaş, Hafik, Gemerek, Şarkışla, Yıldızeli, Doğanşar, Koyulhisar, Suşehri, Gölova, Akıncılar, İmranlı, Gürün, Altınyayla, Kangal ilçelerini görmeden gitmek haksızlık olurmuş.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek, konferans için geldiği Sivas’ta kürsüye çıkar, konuşmaya başlar. Fakat konferansı izlemeye gelenlerden birisi ön sıralardan belirli aralıklarla, “Hay Hak” diye nida etmektedir. Üstad bir ses çıkartmaz, iki ses çıkartmaz, fakat üçüncüye dayanamaz, “Muhterem, biz de Hakkı anlatmaya geldik. Ya ben anlatayım sen sus, ya sen anlat ben susayım…” der. Üstad’ın çıkıştığı şahıs Sivas’ın “Hay Hak Dede”si Süleyman Yalman’dan başkası değildir. O, ömrünü “Hay Hak” tesbihatı ile süslemiş, hatta bu yüzden çeşitli zulümlere maruz kalmış. Ömrünü gücü yettiğince “Emr-i bil-maruf nehy-i ani’lmünker” yaparak geçiren “Hay Hak Dede”, Türkiye’nin karanlık günlerden geçtiği dönemlerde sırf Allah dediği için deli yaftası vurulup tımarhaneye kapatılmış. Bakmışlar tımarhanenin en zararsız insanı “Hay Hak Dede”, daha fazla tutmayıp salıvermişler. O da, Sivas Ulu Camii’nin bahçesindeki makamında ömrünün sonuna kadar “Hay Hak” demeye devam etmiş. Mekânı Cennet, rûhu şâd olsun.
35
BALKANLAR
KONİÇE/ SARAYBOSNA
VİŞEGRAD/ÖZİÇE Koniçe’nin Neretva Nehri kıyısında şekillenen konumu ve yapılarının zarafeti ayrıca anılmaya değer. İnsanı hemencecik sarmalayan ve kucaklayan bir şehir. Yrd.Doç.Dr. Bedri MERMUTLU*
ONİÇE Saraybosna’ya gitmek üzere yola çıkıldı. Yol üzerinde bir miktar içeride bulunan Koniçe’ye uğranıldı. Koniçe, zamanında Konya’dan getirilerek yerleştirilen halkın kurduğu bir şehir olduğu için bu ismi almış. Koniçe her şeyden önce Neretva Nehri üzerindeki köprüsüyle ünlü. Hatta bu köprünün mimari bakımdan Mostar Köprüsü’nden daha değerli olduğu görüşünde olanlar bile varmış. Köprü ilk defa 1570 yılında Bosna Mukataa Nazırı Hacı Karagöz tarafından ahşap olarak yaptırılmış, sonraki yüzyılda Blagaylı Hacı Ali Ağa tarafından taştan inşa edilerek yenilenmiştir. Civarındaki demir ocakları dolayısıyla demirciliğe dayalı iş kolları Osmanlı zamanında burada oldukça ileriydi. Şehrin Müslüman nüfusu Avusturya idaresinde bulunduğu dönemde azalmaya başlamış. 1992 iç savaş döneminde Müslümanlar göçürülmeye çalışılmış ve şehir epeyce hasar görmüştür. Savaş sonrasında Sırp nüfus azalmaya başlamış, Müslüman nüfus yeniden artış göstererek şehrin sosyal ve ekonomik hayatı canlılık kazanmıştır. Sırpların top ateşiyle vurduğu minarenin dışında diğer tahrip edilen yapılar onarılmıştır. Koniçe günümüzde Osmanlı dönemine ait beş kadar cami, han ve köprüsü ile tarihle bağlantısını aşikâr etmeye devam ediyor. Koniçe’nin Neretva Nehri kıyısında şekillenen konumu ve yapılarının zarafeti ayrıca anılmaya değer. İnsanı hemencecik sarmalayan ve kucaklayan bir şehir. Böyle bir şehirde yaşamayı istemeyecek bir kimseyi tahmin etmek imkânsız gibi. Koniçe ziyaretimiz kısa sürdü ve ne yazık ki fotoğraf makinem arıza yaptığı için burada ve buradan sonra çektiğim resimler hafızaya kaydedilmedi. Koniçe’den istemeyerek ayrıldık ama gözüm ve kalbim Koniçe’de kaldı. SARAYBOSNA Koniçe’den çıkılıp Saraybosna’ya ulaşıldı. Şehir oldukça büyük. Şehre Yugoslav dönemi inşa edilen bölgeden girdik. Tito’nun yaptırdığı şekilsiz binalarla karşılaştık.
*İstanbul Ticaret Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
sayı//18// ocak 36
Butmir bölgesindeki tüneli görmeye gittik. 1992 savaşı başlayınca Saraybosna Sırp işgaline maruz kalmış, Bağımsız Sırbistan’a ilhak edilmek üzere Bosna-Hersek’in pek çok bölgesi gibi burası da Sırpların acımasız saldırılarıyla yıllarca bunaltılmıştı. 1992-1996 yılları arasında tam 1425 gün Saraybosna şehri Sırp muhasarası altında ezilmiştir. 1995 sonunda imzalanan Dayton Barış Anlaşması ile muhasara kaldırılmıştır. Havaalanından şehre açılan 800 metrelik tünelden Boşnaklara silah ve hayatî maddeler taşınmış.
Tünel savaşın kaderini Boşnakların lehine değiştirmiş. Hayat Tüneli yahut Umut Tüneli adları verilen tünel Butmir bölgesi ile Saraybosna arasında, havaalanı pistinin altına kazılmıştır. Kazı işlemi tam dört ayda tamamlanmıştır. Bayram Kolar adlı bir Boşnak’ın evinden başlayan kazı çalışması son derece kısıtlı imkânlarla yürütülmüş, aydınlatma işi çiçek yağı kullanılan kandillerle sağlanmıştır. Bir müddet sonra tünel kazıldığını istihbar eden Sırpların, kazıyı önlemek için çevredeki yüzden fazla evi top ateşi altında tuttuğu biliniyor. Buna rağmen kazı işlemi sürmüş ve 30 Temmuz 1993 gecesi tünel açılmıştır. Tünelden sağlık malzemesi, insani yardım malzemeleri, cephane gibi savaş ortamının gerekli maddeleri taşındığı gibi insan tahliyesi ve sevkiyatı da gerçekleştirilmiştir. Bir metre genişliğindeki tünelden ancak eğilerek yürüyebilmek mümkündür. Önceleri yürüyerek giriş çıkış yapılırken sonradan raylı sistem döşenerek taşıma işlemleri nispeten kolay hale getirilmiştir. Savaş sona erince Umut Tünelinin bir bölümü Bayram Kolar’ın evi müze haline getirilmiş. Kolarların evinin cephesinde ve civardaki evlerde şarapnel ve kurşun izleri hâlâ duruyor. Umut Tünelinin küçük bir ücret mukabilinde ancak bir bölümünün gezilmesine izin veriliyor. Bu bölümü gezdik. Tünelin kazısı sırasında kullanılan aletler, geçirilen bazı malzemeler ve savaş manzarası fotoğrafları müze objesi olarak sergileniyor. Osmanlı devri klâsik Sarayevo’ya geçince Bursa’ya girmiş gibi oldum. Bursa’daki Şehreküstü
meydanındaki çeşmenin aynı orada da karşımıza çıktı. “Başçarşı” deniyor bu bölgeye. Gazi Hüsrev Paşa, Ferhat Paşa, Saray (Fatih) camilerini gezdik. Kitabelerini okuduk. Özellikle Saray Camii’nin zengin bir mezarlığı var. Osmanlı sarıkları bu mezar taşlarında da abartılı şekilde büyük yontulmuş. Cami bitişiğindeki İsabey Hamamı onarılıyordu.
Osmanlı devri klâsik Sarayevo’ya geçince Bursa’ya girmiş gibi oldum.
Sarayevo’da 72 cami bulunuyor. 50 cami de yok edilmiş. Gazi Hüsrev Paşa Medresesi, camiin karşısında, İmam Hatip Lisesi olarak hizmet veriyor. Medresenin bir bölümü ise müze olarak kullanılıyor. Moriçe Han’da çay içtik. Nusret Çolo ile tanıştık. Çok bilinçli ve bilgili bir genç. Örneği zor bulunur. Aynı zamanda Kültür Bakanlığı’nda çalışıyor ve hattat. Ertesi gün bir sergileri olduğunu söyledi ve bu yüzden fazla kalamadı. “Osmanlı padişahları içinde Bosna’ya ayak basmış tek padişah Fatih’tir; onu unutamayız, bizi o Müslüman yaptı; Fatih bizim babamızdır” derken gözleri yaşarıyordu. Ayrılırken “Mutlaka tekrar gelin, tekrar tekrar gelin buraya. Burası sizin şehrinizdir” diyerek vedalaştı. Prizren’de Emin Paşa Camii’nde karşılaştığımız Arnavut’un söyledikleri de hedefi tam gören sözlerdi. Demişti ki “Siz kuvvetli olursanız biz de kendimizi kuvvetli hissederiz. Sizin zayıflamanız bizim yok olmamız demektir. Bütün duamız, Allah’ın sizin gücünüzü artırmasıdır”. Eyüp Hoca’nın 92 yaşındaki çok tatlı babası Ramazan Efendi’nin yarı Türkçe yarı Arnavutça söyledikleri de çok anlamlıydı: “Türkler bizim velimizdir”. Türkiye’de kitabı görmüş olan Nusret Çolo,
37
Bursa Hazireleri kitabımı istemiş; Avukat Saadettin Sağ kitabı özellikle getirmişti; verdi. Nusret çok memnun oldu. “Bu kitap bulunmaz bir hazine!” diyerek memnuniyetini ifade etti. Bosna’daki mezarlar üzerine bir çalışma düşünüp düşünmediklerini sorduğumda (…) Müslim adlı bir kişinin 40 yıl kadar önce üç cilt halinde mezar taşları ve kitabeler üzerine bir tespit çalışması yaptığını ve bana PDF olarak gönderebileceğini söyledi. Savaşın yaptığı yıkımdan önce böyle bir envanter çalışmasının yapılmış olduğunu duymak beni sevindirdi. Moriçe Hanı’nın üst katında revakların örttüğü oldukça geniş sofanın arkasında çok sayıda oda var. Odalardan birinden çıkan bir Müslüman gençle tanıştık. Burada Young Muslim Assosation adlı dernek faaliyet gösteriyor. Üst katta panolara yerleştirilmiş yeni yazılan hat levhaları vardı. Ertesi gün yapılacak sergi maksadıyla koymuşlar. Kendimizi Türkiye’de hissettik. Moriçe Han’dan çıkıp Aliya İzzet Begoviç’in kabrini ziyarete gittik. Çağımızda gerçek bir millet kahramanı olan Aliya İzzet’in gömüldüğü mezarlığın hangi tarafta olduğunu karşıdan bize doğru gelmekte olan 15-16 yaşlarındaki iki gence sorduk. Bilmiyorlardı… Bu ilgisizlik bizi üzmüştü. Gençlerin hangi milletten olduklarını ayrıca sormadık tabii. Müslüman Boşnak olduklarını ummamak niyetini koruyarak üzüntümüzü hafifletmeye çalıştık. Begoviç’in kabri, şehitlik denen, savaşta katledilen Boşnak gençlerinin yattığı geniş mezarlığın ortasında. Baştanbaşa beyaz mermer taşlarla işlenmiş bu şehitler mezarlığı insanı derin bir şekilde duygulandırıyor. Bütün şehitlerin mezar sayı//18// ocak 38
taşlarında “Siz, Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin; onlar Rableri katında diridir!” ayetinin Boşnakçası, ayetin altında şehidin adı, soyadı ve doğum-ölüm tarihi yazıyor. Doğum tarihleri muhtelif olmakla birlikte ölüm tarihleri 1993, 1994 ve 1995 tarihlerinde birleşiyordu. Şehitlik ziyaretinin ardından gelişigüzel eski Sarayevo sokaklarına daldık. Her sokakta bir camiyle karşılaştık. Camilerin yapılış tarihleri 1516. yüzyıl. Meğerse yabancı elçiliklerin bulunduğu sokağa girmişiz… Tam anlamıyla geleneksel binaların ve geleneksel hayatın yaşandığı bir sokak. Son derece huzurlu, sakin, temiz. Akşama doğru Ferhadiye Camii’nden ileriye doğru Ferhadiye Caddesi’ni dolaştık. Bu bölge Avusturya-Macaristan dönemine ait 19. yüzyıl yapılarının hâkim olduğu bir cadde. 1878 sonrasında kurulan bir Avusturya şehri kimliğinde. Bizim İstiklâl Caddesine benziyor ama daha ferah, temiz ve bakımlı. Modern gençler burada toplaşıyor. Akşam yemeği için bir Arnavut börekçi tavsiye edildi, oraya gittik. Tezgâhta iki genç Arnavut kadın hizmet veriyordu. Bir porsiyon börek istedim; her biri parşömen kâğıdı kadar iki parça börek kesip tabağıma koyunca o kadar çok böreği yiyemeyeceğimi söyledim. Kadın yüzüme dik dik bakarak, “Yersin, yersin!” deyip tabağı elime verdi. Kadının tavrı hoşuma gitti, ama böreği gerçekten bitiremedim ve bir parçasını paket yaptırıp yanıma aldım. Nitekim ertesi sabah erkenden yola çıktığımızda yanımıza yiyecek bir şey almadığımızdan öğlene doğru acıkınca kadının zorla elime tutuşturduğu o börek imdadıma yetişti.
VİŞEGRAD Blagay’da otelden ayrılarak Foça üzerinden Vişegrad’a geldik. Meşhur Drina Köprüsü önünde durarak resimler çektik. İvo Andriç’in Nobel ödüllü romanı Drina Köprüsü ile çağdaş insanımızın zihnine oturan bu köprünün fırtınalı bir tarihi yüklenerek günümüze taşıdığını hissetmemek mümkün değil. Romandaki Hoca Ali’nin çaresizliğini de yüklenmiş olan Drina Köprüsü’ne kısa bir selam verdikten sonra mahcup bir veda ile yanından ayrıldık ve onu Allah’a emanet ettik. Vişegrad, Drina Nehri kenarında pek güzel bir şehir. Müslümanlar son savaşta yok edilmeye çalışılmış veya buradan uzaklaştırılmış. Şimdilerde yavaş yavaş geriye dönmeye başlamışlar. Sırp sınırına yakın Dubron adlı bir köye uğradık. Köyde Türkiye tarafından yaptırılmış yeni bir cami var. İmam camiyi açarak namaz kılınmasını sağladı. Bizi sevinçle karşıladı. Heyecanlandı. Koşarak iki büyük şişe meyveli gazoz türü içecek alarak bize meşrubat ikram etti. Resimlerimizi çekti. Köyün tamamı Müslüman. Ancak savaş sırasında büyük miktarda Sırp tahribatına maruz kalmış. Çok sayıda şehitleri var. Cami de yıkılmış. Türkiye tarafından yeni cami yaptırılıncaya kadar ezan karşıki köprü üzerinde yükselen tepede yığma tarzda taştan yapılan bir kulede okunmuş. İmamın adı Cemal. Bizi karşılayan işçi veya çiftçi olduğu anlaşılan diğer köylünün adı Cevat idi. Vişegrad’la Blagay arasında Gorajde şehrine uğradık. Savaşın bütün izleri orada karşılıyor bizi. Birçok şehit mezarı var. Kurşun ve şarapnel isabet etmemiş, taranmamış bina yok. Kurşun delikleriyle kalbura dönmüş balkon ve taraçalarda Gorajdeli kadınlar çiçek yetiştirmiş. Kurşun yerlerinde çiçekler açmış. İlginç manzaraydı. ÖZİÇE Sırp sınırına girdikten sonra karşılaştığımız ilk şehir Öziçe oldu. Şehir, konumu ve düzeni itibariyle dört dörtlük. Drina Nehri ve demiryolu şehrin içinden geçiyor. Evler iki katlı, bahçeli, kademe kademe tepelere doğru yükseliyor. Bir şehir hayal edilse herhalde ancak bu kadarı hayal edilebilirdi. Ne yazık ki durup gezemedik. Fatih’in Bosna’yı fethi sırasında Osmanlı toprağına kattığı, bir kale etrafında oluşmuş küçük bir kasaba olan Öziçe 16. yüzyıl ortalarına doğru hemen hemen tamamen bir Müslüman şehri haline gelerek bölgenin Belgrad’dan sonraki en önemli merkezi konumuna gelmişti. Evliya Çelebi’nin gezdiği zamanda Öziçe’de otuz üç Müslüman mahallesine karşılık üç Hıristiyan, bir Yahudi mahallesi olduğu bildirilmektedir. Nüfusunun yüzde seksen beşi Müslüman olmasına rağmen 1862 yılında Sırpların üst
üste saldırıları ile şehir Osmanlıların elinden çıkmıştır. Sırplar kaleyi ve Müslüman mahalleleri ateşe vermiş, Müslüman nüfusu göçe zorlamış. Bu tarihten sonra Öziçe’nin Müslüman nüfusu ve Müslüman kimliği hızla gerilemiş, giderek erimiştir. Meşhur Miraciye şairi Sabit’in Öziçeli olduğunu biliyoruz. Bugün Öziçe’de Osmanlı eseri olarak hemen hemen hiçbir şeyin kalmadığını da biliyoruz. Öziçe’ye uzaktan ve uzak bir zamandan verdiğimiz selamdan sonra birlikte geçirdiğimiz mesut asırları hatırlamasını umarak veda ediyoruz. Öziçe’den sonra eriğiyle meşhur Caca şehrine gelindi. Caca’ya girmedik ama onun da Öziçe’ye yakın bir güzellikte olduğu uzaktan da olsa belli oluyordu.
Vişegrad’a geldik. Meşhur Drina Köprüsü önünde durarak resimler çektik. İvo Andriç’in Nobel ödüllü romanı Drina Köprüsü ile çağdaş insanımızın zihnine oturan bu köprünün fırtınalı bir tarihi yüklenerek günümüze taşıdığını hissetmemek mümkün değil.
Yaklaşık yirmi sekiz saatlik bir yolcukla Sofya üzerinden Edirne’ye geldik. Gece saat 04. 00 sıralarında Sofya’daydık. Verdiğimiz kısa molalar dışında bir duraksamamız olmadı. Ancak dönüş yolunun ağırlığını ve yorgunluğunu otobüsün mikrofonunu kullanarak aşmaya çalıştık. İbrahim Benli ilahiler ve şarkılar okudu. Beni de şarkı söylemem için zorladılar. İbrahim Benli, Gavsi Baykara’nın “Dokunma kalbime zira çok incedir, kırılır” Suzinâk şarkısını söylemişti. Ben de Hasan Ali Yücel’in “Sen bezmimize geldiğin akşam seher olmaz” Suzinâk şarkısını söyledim. Hoş bir ahenk içinde yurda döndük. 39
slında bu başlığın bizden önceki en az üç müellifinin Aşık Kerem, Anar ve Memmed Aslan olduğunu yazıya başlamadan söylemeliyim. Dede Kerem’in yanıp tutuştuğu, Yanık Kerem olduğu Aslı-Kerem (Kerem ile Aslı) destanının bir yerinde
ERZURUM’UN
GEDİĞİNE VARANDA Erzurum, adını çocukluğumdan beri duyup da göremediğim efsanevi bir yerdir. Rahmetli babaannemin, 1918’deki kanlı olayları anlatırken Nahçıvan’ı Ermeni mezaliminden kurtaran Kâzım Karabekir Paşa’nın Nahçıvan’a Erzurum’dan geldiği hatta kendisinin de Erzurumlu olduğu dediğini hatırlıyorum.
Nazım MURADOV*
*Lefke Avrupa Üniversitesi / KKTC
sayı//18// ocak 40
Erzurum’un gediğine varanda Bir de gördüm buram buram gar gelir. Lelem dedi gel gayıdag bu yoldan Dedim gayıtmaram, mene ar gelir… koşmasının birinci mısrasını, 1985’te Azerbaycanlı şair Memmed Aslan, Türkiye seyahatnamesi kitabının adı olarak kullanmıştı. Ünlü yazarımız Anar ise Molla Nesreddin 66 yazısıyla 1966 yılının muhayyel Nasreddin Hocasını Mirze Celil üslubuyla kaleme almıştı. Bu anlamda başlığın ve onu adlandırma üslubunun bize ait olmadığını belirtmek istiyorum… Erzurum uzak değilmiş: 01 Aralık 2011 sabahı Bağımsızlığının 20. Yılında Azerbaycan – Türkiye İlişkileri Uuluslararası Toplantısı’na katılmak üzere Lefkoşa’daki Ercan havalimanından hareket ettiğimde saat 07.00 idi. Daha saat 11.00 olmadan Erzurum’da kahvaltı masasında oturunca yıllardır hep içinden geçip bir türlü göremediğim, caddelerini gezemediğim bu kuzeydoğu Anadolu şehrinin çok da uzak olmadığını anladım. Köroğlu ve Aslı-Kerem destanından tanıdığımız Erzurum, son sayılarında bizim de yer aldığımız Kardeş Edebiyatlar dergisinin çıktığı şehirdi. 1982’de Yavuz Akpınar ve rahmetli İbrahim Bozyel’in zor şartlarla çıkardıkları bu dergi, Türk dünyasının Türkiye’deki sesi olmuştu. Bu anlamda Erzurum’un, Türkiye – Azerbaycan merkezli Türk dünyası ilişkilerinde önemli bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Abbas Zamanov’un, Türk dünyasının çeşitli yerlerinden toplayıp yolladığı kitaplardan oluşan ilk kütüphane -Prof. Dr. Abbas Zamanov Kütüphanesi de Erzurum’da- Yavuz Akpınar Hocanın gayretleriyle Atatürk Üniversitesi’nde kurulmuştu. ÇİÇEKLER ÜŞÜMESİN Erzurum’a, bu etkinliğe katılacak diğer dostlardan birkaç saat önce vardım. Havalimanında beni karşılayan Yasin Bey, kibar bir şekilde bana Erzurum’u anlatıyor. 2011 Kış Olimpiyatları’nın yapıldığı Palandöken kayak merkezinin havalimanına çok yakın olduğunu, Aziziye, Yakutiye ve Palandöken belediyelerinin Erzurum Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı olduğunu Yasin Bey’den öğreniyorum. Havalimanı ile şehir arasındaki bu kısa mesafede Yasin Bey’in telefonu
sık sık çalıyor. Etkinliğe ev sahipliği yapan Aziziye Belediye Başkanlığı’ndan arayıp bizim gelip gelmediğimiz, yolculukta bir sorun yaşayıp yaşamadığımız sorularak, kahvaltı yapacağımız yere gelmemiz gerektiği söyleniyor. Tüm telefon çağrılarını kibarca cevaplayan Yasin Bey, doğma şehrini övüp bitiremiyor. Yol boyunca birkaç yerde gördüğümüz kavşaklarda çiçeklerin poşetlerle kaplanması dikkatimi çekiyor. Çiçekleri üşümesin diye onları sarıp sarmalayan sıcakkanlı dadaşlarla güzel bir görüş olacağına, unutulmaz saatler yaşayacağımıza artık hiçbir şüphem kalmıyor… SOĞUK ŞEHRİN SICAK İNSANLARI Aziziye Belediye Başkan Yardımcısı Hanefi İspirli, Avrasya Ekonomik İlişkiler Derneği Başkanı ve bu etkinliğin organizatörü Hikmet Eren Bey ve maiyetindeki diğer dostlar, bizi Kültür Merkezi’nin kapısında karşılıyorlar. Etrafımızı saran güler yüzlü insanlar, yolculuğumuzun nasıl geçtiğini soruyorlar… Ankara-Erzurum uçağında birlikte yolculuk yaptığım ve 2008’den -Kırım’da gerçekleşen II. Uluslararası Türkoloji Kongresi’nden- bu yana tanıdığım Prof. Dr. Metin Akkuş, beni karşılayan Yasin Bey, Hanefi İspirli, Hikmet Eren, Aziziye Belediye Başkanı Fatih Cengiz, Şimşek Akpınar, Cengiz Alyılmaz, Semra Alyılmaz, Erol Kürkçüoğlu, Yavuz Aslan hocalar, Hikmet Bey’in dostu Orhan Bey, Kutluhan Yazıcı, kırılan gözlüğümü yaptırmaya birlikte gittiğimiz Nurşad Bey… soğuk Erzurum’u bize sevdiren sıcak insanlardan sadece birkaçıdır. Bu değerli insanların hepsini sevgiyle selamlıyorum… Kültür Merkezi’nde Hanefi Bey’le bir masada oturup çay içiyor, Erzurum’un Rus işgalinden, bugünkü durumundan, çağdaş demografik yapısından sohbet ediyoruz. Güzel bir kahvaltıdan sonra kültür merkezinin ikinci katındaki geniş salonda basın toplantısı yapıldığını fark ediyorum. Bu basın toplantısında matbuat yoluyla halka
hesap veren kişi ise, katılacağımız etkinliğin davet mektubunu imzalayıp bizlere yollayan Fatih Cengiz Bey’dir. AZİZİYE, BAŞKANINI BULMUŞ Bütün basın mensuplarının dikkat merkezinde olan kişiyi merak ediyorum. Genç, yakışıklı, güzel ve tevazu dolu konuşmasıyla dikkatleri üzerinde toplayan Fatih Cengiz, Türkiye’nin en genç belediye başkanlarından biridir. Göreve geldiği üç yıldan bu yana yaptıklarını sıralamakla bitmez. Benim dikkatimi çeken ve başka bir yerde pek görülmeyen hizmetlerden sadece üç tanesini belirtmekle yetineceğim. Fatih başkan, inançlarına çok düşkün olup dinî vecibelerini yerine yetirmekten taviz vermeyen hemşerilerini dikkate alarak belediye sınırları içindeki camilerde namaz kılanların, sıcak su ile abdest almalarını sağlamış; az gelirli ailelerin çocuklarını oyuncaklarla temin etmiş, tüm ailelerin, sürekli olarak gelip ücretsiz oyuncak alabilecekleri bir merkez kurmuştur. Ayrıca belediye sınırları içindeki tüm mezarlıklarda haftanın Cuma günleri, orada yatanların ruhuna Kur’an-ı Kerim okutulmaktadı. Fatih Cengiz Bey, Erzurum’da kaldığımız dört gün boyunca bizim her birimizle tek tek ilgilenmekle yetinmeyip tüm yemeklerde bizlerle birlikte oldu. Toplantılara katıldı, kısa sürecek bir işi çıktığında bile bizden özür dileyerek ayrıldı, gece geç saatlere kadar oturup misafirlerle sohbet etti, katılımcıların Ilıca Termal Tesisleri’nden ücretsiz yararlanmalarını ve şehir içi ulaşımlarını sağladı. Ulaşım, konaklama, yeme içme vb. konularda hiçbir aksaklığın olmadığı bu organizasyona ev sahipliği yapan Aziziye Belediyesi ve bu belediyenin genç başkanı Fatih Bey, bir Türk dünyası sevdalısı olduğunu tüm samimiyeti ile ortaya koydu. Belediye başkan yardımcısı, denemeler, mensur ve manzum eserlerden oluşan beş kitap yazarı 41
dönemin Belediye Reisi Zakir Bey’in meşhur cevabıyla anlatır. Amerikalı generali pencere önüne davet eden Zakir Bey, şehri gösterip “Bakın, şurada bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında yirmide biri kadar duvarla çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık Müslüman mezarlığı, o küçüğü de Ermeni mezarlığıdır. Bunlar (Ermeniler-N.M.) kendi ölülerini yemediler ya!” deyerek “Erzurum’da Türklerin daima ezici bir çokluk halinde yaşadıkları”nın bin türlü şekilde gösterilebilirliğini ortaya koymuş, ‘Zakir Bey’in hazırcevaplılığı bunların en kısasını, itiraza yer bırakmayanını bulmuştu”.
Hanefi İspirli de samimiyeti, tarih bilgisi ve sıcakkanlılığıyla gönüllerimizde taht kurdu. Bir Erzurum sevdalısı olan Hanefi Bey, Hiçkimse adlı son şiir kitabını da imzalayıp bize hediye etti. Hanefi Bey’in şahsında yeni bir dost kazandığımız için mutluyuz. Hiçbir örtünün saklayamadığı eski bir Türk şehri: Erzurum, adını çocukluğumdan beri duyup da göremediğim efsanevi bir yerdir. Rahmetli babaannemin, 1918’deki kanlı olayları anlatırken Nahçıvan’ı Ermeni mezaliminden kurtaran Kâzım Karabekir Paşa’nın Nahçıvan’a Erzurum’dan geldiği hatta kendisinin de Erzurumlu olduğu dediğini hatırlıyorum. Sonra Köroğlu destanının kahramanlarıyla hayalen de olsa Erzurum yolculuğu yapmış, Kerem’le birlikte Erzurum gediklerini aşmıştık. Ege Üniversitesi’ndeki doktora, asistanlık ve öğretim görevlisi yıllarımda ise çok değerli Yavuz Akpınar hocam sayesinde Erzurum’u ve Erzurumluları daha yakından tanıma fırsatı buldum. Yavuz Hoca’nın iki yıl önce vefat eden annesi ve kardeşleri Erzurum’da yaşıyor, Hoca da bayramlarda annesini ziyarete giderdi. Yavuz Hoca vasıtasıyla tanıştığım, beni Kıbrıs’a davet eden değerli büyüğüm Doç. Dr. Hasan Köksal, Dergâh yayınlarının sahibi Ezel Erverdi Beyefendi, oğlu Asım Bey… Erzurum’un güzide insanları arasındadır. Yavuz Hoca’nın Erzurum sohbetleri ise bir âlemdir. Rahmetli Naim Hoca’nın nüktedanlığını Yavuz Hoca’dan tatlı Erzurum ağzıyla dinlemek çok hoştur. Erzurum’a gideceğimi Yavuz Hoca’ya bildirince “Bazı örtülerin altındaki Türklüğü görebilirsen asıl bir Türk şehri göreceksin…” dedi. Yavuz Hoca’nın bu sözleri üzerine aklıma Türklükten başka bir şey gelmeyen o şehirdeki, söz konusu Türklüğü önce Tanpınar’ın Erzurum’unda aradım, sonra gidip kendi gözlerimle gördüm. Tanpınar Mütareke yıllarının Erzurum’unu, Ermeni iddiaları üzerine oraya gelmiş Amerikan heyetine
sayı//18// ocak 42
Tanpınar’ın Erzurum’la ilgili karakter tahlillerinde, Erzurum’daki Saltuklu, Selçuklu, Osmanlı Türk mimarisiyle ilgili fikirlerinde, Erzurum’un ve Erzurumluların musiki zevki hakkındaki tarihi ve çağdaş (1940’lı yılların ikinci yarısı) Erzurum’u anlatışında… defalarca kırılsa, yakılsa, yıkılsa da hiç eğilmeyen bu asaleti görüyoruz… TARİHLE YÜZ YÜZE – TARİHLE BAŞ-BAŞA “Bıçkın endamlı, yiğit örflü Erzurum dadaşları” tarihin içinde yaşıyorlar. Erzurum’da Selçuklu öncesine ait Türk mimarisi eserlerinden birini – Saltuklu emirlerinden Nasiruddin Muhammed’in 1179’da yaptırdığı Ulu (Atabey) Camisi’ni ziyaret ediyoruz. Cami, muhteşem mimarisiyle bizi hemen etkiliyor. Tanpınar Atabey Camisi’yle ilgili “Erzurum’daki Ulu Cami’yi gezerken, o zamanlar askerî ambar olarak kullanılan bu binayı dolduran meşin kokusunu bile bana duyurmayan bir heyecan içindeyim. Üzerine bastığım bu taşlara değen başları, onların kaderini, uğrunda yoruldukları şeyin büyüklüğünü düşünüyordum” diyor. Büyük hocamızı bu heyecana düşüren Ulu Cami’nin mimarisidir. Bu mimarinin ayrıntılarını bize Cami’nin nur yüzlü hocası Lutfi Bey anlatıyor. Hocayı hazır şekilde bekleyen kalabalık cemaati akşam namazına çağıran ezan sesi, Lutfi Nazaroğlu hocanın bu tatlı sohbetini yarıda kesiyor. Caminin yapılış hikâyesini kapı ağzındaki kıvırcık saçlı, 8-9 yaşlarındaki küçük çocuktan diz çökerek dinlemeğe devam ediyoruz. Selçuklu dönemi eserlerinden Yakutiye Medresesi, Taş Han, Çifte Minare ihtişamlı mukavemetleriyle tarihe meydan okuyorlar. Bu muhteşem yapıların önündeki geniş caddeden geçen arabalar olmazsa yavaş yürüyüşlü seksenlik, doksanlık dedelerin huzurunda kendimizi geçmiş yüzyılların içinde hissedecektik. Nahçıvan’daki Mumine Hatun türbesi, Küseyr oğlu Yusuf türbesi, Karabağlar mimarlık külliyesi, Gülistan abidesi de birer Selçuklu eserleri olarak Erzurum’daki gibi tarihlere tanıklık etmektedirler. Kervan yollarının üzerinde kurulan ve birer sınır şehirleri olan Erzurum ve
Nahçıvan’ın Selçuklu dönemi abideleri, geniş bir karşılaştırılmaya tâbi tutulabilir. ERZURUM BİR TUTKUDUR (TANPINAR’IN BEŞ ŞEHİR’İNDEN ERZURUM PASAJLARI) Türk edebiyatının büyük kalemlerinden biri olan Prof. Dr. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’u anlattığı Beş Şehir eseri, edebiyatımızda deneme türünün en nadir örneklerinden biridir. Bu eseri yıllar önce (1997-98’de) doktora hocam Prof. Dr. Yavuz Akpınar’ın yönlendirmesiyle okuduğumda bu beş şehirden hiçbirine doğru dürüst gitmemiştim. Türkiye’de yaşadığım sonraki yıllarda bu şehirerin her birine gittikçe Tanpınar’ın anlattığı şehri arıyordum. Erzurum, ziyaret ettiğim bu beş şehirden sonuncusudur. Tanpınar, bu şehri “Şark vilâyetlerinin iktisadî merkezi, yaylanın gülü, bu havalide söylenen türkülerin yarısından çoğunun, güzelliğini övdüğü eski Erzurum” adlandırıyor. “Birinci Cihan Harbi’nde geçirdiği tecrübenin acılığı”nı en çok hisseden, “ölümün zafer çaldığı”, “dört yıl boyunca dağlarındaki kurtlara insan etiyle ziyafet çekilmiş şehir”, nüfusu 60 binden 8 bine inince Milli Mücadele’ye önayak olmuştu. Tanpınar, “fırtınanın dağıttığı kartal yuvası” adlandırdığı Erzurum’daki kanlı olaylardan, türlü mezalimlerden canını kurtaran çocuklara “kılıç artığı çocuklar” diyor. “Asırlarca gururunu yapıp topluluk hayatına istikamet veren bu dört kapılı serhat şehri” (güneyinde Tebriz Kapı; doğusunda Kars Kapı; kuzeyinde Gürcü Kapı ve batısında İstanbul Kapı – N. M.), 1828 mağlubiyetinde 32 bin nüfus kaybetmiş, 1876 felâketinde ise kökünden sarsılmıştı.” 1826-28 ve 1877-78 savaşlarının Rusya ile Osmanlı arasındaki kanlı muharebeler olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur... Bu savaşlarda Kafkasya’ya giden torununu bekleyen ihtiyar bir dede, “yıllarca pencere önünden ayrılmamıştı”. Halk perişan olmuş, dünyanın dört bir yanına dağılmıştı. “Küçük bir köy kahvesinde [bile] Kamçatka’nın soğuğunu, Seylan’ın sıcağını, Madagaskar’ın yılanlarını her gün başka başka ağızlardan dinlemek kabildi...” Erzurum’daki “her mecliste, yol üstünde bırakılmış ihtiyarların, süt emen çocuğunun ayak altında kalan parçalarını kundaklayarak (beleyerek) ninni söyleye söyleye yola koyulan annelerin, sahibinin göğsünü başına dayayıp ölen cins atların hatırası diriliyor; kaybolan çarşı, yıkılan şehir, bozulan ev, birdenbire suyu çekilmiş bir nehir gibi ortadan silinen bütün bir hayat dinmeyen yaralar gibi kanıyordu.” Oysa “eski Erzurum’un ticaret hayatı ve kervan yolu otuz iki sanatı besler; ... servetin, çalışmanın bulunduğu yerde içtimaî nizam
kendinden doğar”dı. Bu şehrin mayası temizdi, sütü bozuk değildi. Helallık, dürüstlük, insaf, vicdan, empati kurma her bir Erzurumlunun karakteristik bir özelliği olmuştu. “Ne Tanzimat, ne Abdülhamit idaresinin merkezciliği, şehrin ruhu olan ve esasını Ahîlikten alan bu otoriteyi yıkamamıştı.” Bütün fertleriyle nefsine hakim olan Erzurum halkı için kibirlenme söz konusu değildi. Tanpınar şöyle diyor: “... Esnaf arasındaki güzel olan şey de sağlam bir sınıf şuuruna ermesi, yukarıya imrenmeden kendisini aşağıya açık tutmasıydı... İş terbiyesi almış, eli işlediği, yarattığı için nefsine saygı duygusu yerleşmiş şahsiyetli, kendine güvenir vatandaşlardan teşekkül etmiş bir kalabalık... On üç yaşında henüz çıraklığa giren bir çocukta bile az zamanda nefsine güven başlar, el emeğine dayanan bir hayatın mesuliyet fikrinin insanoğlunu nasıl yükselttiği görülürmüş...” Tanpınar, “hayal ve hâriküladeden nasiplerini alan” Erzurumluların nükteci ve hicivci olmalarını, uzun süren kış mevsiminde şehrin dört kapısının kapatılıp kendisiyle başbaşa kalmasına bağlar. İşte Amerikan heyetine mezarlığı gösterip “bunlar kendi ölülerini yemediler ya!” diyen belediye Reisi Zakir Bey de onlardan biridir.
Oysa “eski Erzurum’un ticaret hayatı ve kervan yolu otuz iki sanatı besler; ... servetin, çalışmanın bulunduğu yerde içtimaî nizam kendinden doğar”dı.
Erzurum’un Saltuklu ve Selçuklu mimarisinden kısaca söz etmiştik, Osmanlı dönem mimarisini ise Tanpınar’dan dinleyelim: “Osmanlı devri mimarisi Erzurum’da Lala Paşa Camii ile yaşar... Caminin küçük bir pırlantaya benzeyen güzelliğini ben ancak Erzurum’a üçüncü gidişimde duyabildim. Bir akşamüstü önünden geçerken XVI. asrın mucizesi olan o hârikülâde nispet beni yakaladı”. “... Erzurum Kalesi’ni gezerken gözümün önünde olan şeylerden çok başkalarını görür gibiydim. Sanki vatana çatısından bakıyordum...” Tanpınar, bu şehrin musiki zevki hakkında da değerli fikirler söyleyerek şöyle der: “Erzurum’da kaldığım müddetçe mahallî diyebileceğimiz musikiyi şahsî bir macera gibi yaşamıştım. Fakat ancak yıllardan sonra onunla yeniden karşılaşınca taşıdığı ıstırap yükünü anlayabildim... Bunlar, kendilerini yaratan insanların malıdırlar, bize toprağı, iklimi, hayatı, insanı, onun talihini ve acılarını verirler... bu türkülerden, şarkılardan bazıları Erzurum’da doğmuşlardır. Bir kısmında Azerbaycan ile Kafkasya ile sıkı münasebetin doğurduğu tuhaf bir çeşni, bütün melez şeylerdeki o marazî hislilik vardır... “Erzurum çarşı pazar” diye başlayan ve Billur Piyale gibi oyun havası olan Sarı Gelin’in canlandırma kudretine daima hayran oldum...” “Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakan Erzurum, Malazgirt zaferinin açtığı gedikten yeni vatana giren cetlerimizin ilk fethettikleri büyük merkezî şehirlerden biridir. Tarihimizin ikinci dönüm yerinde, Millî Mücadele’nin ilk temeli gene Erzurum’da atılır. 43
Erzurum’da son durağımız Palandöken’di. Oraya vardığımızda akşamüstü olsa da her tarafı kaplayan bembeyaz karın aydınlığı içinde idik
Her şeye rağmen hür, müstakil yaşamak iradesi ilkin bu kartal yuvasında kanatlanır. Atatürk Erzurum’da işe başlar. Tıpkı ilk fatihler gibi oradan Anadolu’nun içine doğru yürür; oradan başlayarak yurdumuzu, milletimizin tarihi hakları adına yeni baştan fethederiz...” KALPLER ERZURUM’DA ATIYOR Öğleden sonra katılımcı arkadaşlar, dostlar gelmeğe başladılar. Biz ise Aziziye Belediyesi’ne bağlı Ilıca Termal Tesisleri’nin bahçesindeki ağaçların altında karın tadını çıkarıyoruz. O geceyi eski ve yeni dostlarla sohbet ederek geçiriyor, odalarımıza çekilip biraz dinlendikten, sabah kahvaltısından sonra Atatürk Üniversitesi Oditoryumu’ndaki açılış törenine katılmak üzere hazırlıklarımızı tamamlıyoruz. Üniversitedeki hazırlıklar da tamamdır, mükemmel bir organizasyonun ardından Oditoryum’daki yerlerimizi alıyoruz. Avrasya Ekonomik İlişkiler Derneği Başkanı ve bu organizasyonun düzenleyicisi Hikmet Eren güzel bir açış konuşması yaptıktan sonra. Bir yürekte iki can: Türkiye – Azerbaycan! bu anlamlı etkinliğin iki satırlık özeti gibidir. Bu etkinlik sadece milletvekillerinin, Türkiye ve Azerbaycan’ın devlet bürokrasisinin, bilim ve iş adamlarının değil, buraya halk içinden izleyici olarak katılan kişilerin de buluşma noktasıdır. Ünlü tarihçi, merhum Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu’ların gelinleri olduğunu sonradan öğrendiğimiz bir abla, üç gün boyunca Türkiye ve Azerbaycan bayraklarını başı üzerinden hiç indirmiyor, elinden bırakmadığı üç renkli Azerbaycan bayrağına olan hayranlığını saklayamıyor… Dostları çevirdim astar üzüne / Ne yaxşı ki düşmen çıxan olmadı: Erzurum’daki bu bilimsel dayanışma etkinliği, bizleri hocalarımızla, eski ve yeni dostlarımızla bir araya getirdi. Değerli hocalarım Nizami Ceferov, Hacali Necefoğlu, Akın Cellatoğlu, Necdet Sivaslı, Cengiz Alyılmaz, Semra
sayı//18// ocak 44
Alyılmaz, Yavuz Aslan, eski dostlarımız Qanire Paşayeva, Hikmet Eren, Kutluhan Yazıcı, Hatem Cabbarlı, Toğrul Veli Kâmiloğlu, Araz Aslanlı, Rövşen Şahbazov, Ali Asker, Cavid Aliyev, Hasan Selim Özertem, Okan Yeşilot, Mübariz Quliyev, Ekber Qoşalı, İbrahim İlyaslı, Elnur Eltürk, Ayfer Işık Aksu vd. ile yeniden görüşmek bizleri çok mutlu etti. Erzurum’da yeni dostlukların temellerini attık, yeni dostlar edindik. Men ölende ağlamağa / Bütün dostlar sağ ola kâş: Erzurum, bizi gönül ve “emel dostlarımız”la (“Emel dostları” ifadesi merhum Prof. Dr. Abbas Zamanov’a aittir) da yeniden bir araya getirdi. Samimiyetlerine, vatanseverliklerine, dürüstlüklerine, bilimsel düzeylerine, ahlâkî bütünlüklerine her zaman inanıp saygı duyduğum değerli dostlarım Hatem Cabbarlı, Ali Asker, Araz Aslanlı, Rövşen Şahbazov, Toğrul Veli Kâmiloğlu ile her gece geç saatlere kadar sohbetler ettik. UNUTULMAZ ERZURUM ANILARI Erzurum seyahatimiz, uzun yıllar unutamayacağım birçok anısıyla da değerlidir. Gece geç saatlere kadar yaptığımız sohbetlerin birinde dostlardan biri bana “Gözün aydın, Azerbaycan!” şiirini dinleyip dinlemediğimi sordu. Ünlü şairimiz Fikret Qoca’nın bu şiirini okumamış, dinlememiştim. Uzağı yakın, zoru kolay eden internet sayesinde dostlar hemen o şiirin videosunu buldular. Bu şiiri Azerbaycan’ın ünlü sanatçısı Ağalar Bayram’ın dilinden hep birlikte dinledik. Dağlık Karabağ’daki savaşlara komutan bir asker olarak katılan, her şehit mezarına, Erzurum tabyalarına askerî selam veren değerli dostumuz Hatem Cabbarlı’nın, bu şiiri dinlerken hüngür hüngür ağlamasını uzun yıllar unutmam mümkün değildir. Erzurum’a Azerbaycan’dan gelenler arasında güler yüzlülüğü, samimiyeti, kibarlığı, hoş sohbetleri ve bilimsel düzeyi ile dikkatimi çekenlerden biri Elşad Semedzade idi. Kendisiyle aynı oturumdaydık ve onun konuşması bizim oturumun son bildirisiydi.
Konuşmasını güzel bir yansı ile de görselleştiren Semedzade’nin, bildiri konusu “Bakü-TiflisCeyhan Boru Hattının Azerbaycan-Türkiye İlişkilerine Etkisi” adını taşıyordu. İlk bakışta çok eskimiş, “çeynenmiş” bir konu gibi görünen bu bildiri, Elşad Semedzade’nin son derece samimi ve başarılı sunumu sayesinde hep aklımda kalacaktır. Türkiye’yi Türk dünyasının kalbine benzeten ve bu atmakta olan kalbi görsel bir şekilde izleyicilerinin dikkatine sunan Semedzade, BaküTiflis-Ceyhan boru hattını ise bu kalbi besleyen şah damar olarak yansıda gösterince dakikalarca alkışlandı. Yüksek dinleme medeniyetine sahip olan bu arkadaşın dört gün boyunca hiç kimsenin sözünü kesmemesi, kendisi konuşurken bazı sabırsız arkadaşların yersiz müdahaleleri zamanı da kendi söz sırasını memnuniyetle onlara vermesi dikkatimden kaçmadı… AZİZİYE BELEDİYESİ TERMAL TESİSLERİ ILICA KAPLICALARI Erzurum’a gidip de yanı başımızdaki Aziziye Belediyesi Termal Tesisleri’nden yararlanmamak imkânsızdı. Belediye Başkanı Cengiz Bey’in talimatı ve tesislerde çalışan güler yüzlü arkadaşların yardımcılığıyla kükürtlü su havuzlarında yüzdük, eksi 25 dereceyi gösteren soğuk kış gecesinde yerden çıkan şifalı sularda boyun, kol ve bel ağrılarımızı bir nebze de olsa unuttuk. Erzurum Tabyaları - Nene Hatun’un huzurunda: Osmanlı devletinin Rusya ile yaptığı 1826-1828 ve 1877-1878 (93 Harbi) savaşlarındaki en büyük mağdurun Erzurum olduğunu Ahmet Hamdi Tanpınar’dan aktarmıştık. Savaşın yapıldığı yerleri kendi gözlerimizle görmek, her karışı şehit kanlarıyla sulanmış vatan toprağını öpmek için Aziziye tabyalarına da çıktık. Karşılaştığımız manzaralar muhteşem olsa da 135 sene önceki savaşın soğuk yüzü hepimizi sarsmıştı… Hatem kardeşimin bu tabyalardaki asker selamı mânidardı. Savaşın sadece yıkım değil hem de yapım olduğunu Aziziye tabyalarını gezerken görmek mümkündür. Kışlalar, istihkâmlar, burçlar, siperler... birer sanat eseridir. Gazi Ahmet Muhtar Paşa komutanlığında gerçekleşen bu ağır savaşta (07-08 Kasım 1877) 1000 kadar şehit veren Türk ordusu 2300 Rus - Ermeni askerini öldürüp Ermenilerin ihanetiyle düşman eline geçen Aziziye tabyalarını geri almışlardı. Bu kanlı savaşın ölmez kahramanlarından biri de Nene Hatun’dur. Savaşa katıldığı gün 20 yaşlı genç gelin, üç aylık yavrunun annesi, bir günlük şehit bacısıdır. Türk askerleriyle aynı safta düşmana karşı savaşan bu dişi aslan beşikteki yavrusunu emzirip savaşa katılırken “Seni bana Allah verdi, ben de O’na emanet ediyorum!” demiş ve evden
çıkmıştı. 1955’te 98 yaşında vefat eden Nene Hatun, vefatından birkaç sene önce kendisini ziyaret eden Amerikalı bir NATO görevlisine “O zaman vazifemi yapmıştım, bugün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim!” cevabını vermişti. Burla Hatunların, Banuçiçeklerin evladı olan büyük Türk kadını Nene Hatun’u rahmetle anıyoruz... ALACA SOYKIRIM ANITI’NDA Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı devletini arkadan hançerleyenlerin başında gelen Ermeniler, Erzurum’da da çok katliamlar yapmışlardı. Alaca Köy’de vahşice öldürülüp toplu mezarlarda gömülen şehitlerimizi de mezarları başında ziyaret ettik. 23 Mayıs 1986’da ortaya çıkarılmış birinci toplu mezarda 150; 01 Temmuz 1986’da tespit edilmiş ikinci toplu mezarda 68; aynı tarihte tespit edilmiş üçüncü toplu mezarda ise 60 Türkün kemikleri bulunmuş, bu 278 şehit Türkün cenazeleri, 09 Temmuz 1986 günü Alaca Şahitliği’ne nakledilmiştir. Şehitlerin topluca gömüldüğü mezarların bulunduğu yerde ise aynı tarihte bir abide dikilmiş, Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, soykırım anıtı ve Alaca Soykırım Müzesi’ni açmıştır. Soykırım Anıtı üzerindeki bir levhada olayların tanığı olan ünlü Kâzım Karabekir Paşa’nın şu sözlerini okuyoruz: “Alaca köyünde cenazeler, insanın aklını oynatacak bir halde idi. Bütün çocuklar süngülenmiş, yaşlılar ve kadınlar samanlıklara doldurulup yakılmış, gençler baltalarla parçalanmıştı. Çivilere asılmış ciğer ve kalpler görünüyordu. Bütün bu acıklı görünüşler, Erzurum’a atılmaya ve oradaki zavallılara yardıma beni mahkûm etmiştir.” 10 Mart 1918 Kâzım Karabekir Birinci Kafkas Kolordu Komutanı Son durağımız – 2011 Kış Olimpiyatları Merkezi ve dünyaca ünlü Palandöken: Erzurum’da son durağımız Palandöken’di. Oraya vardığımızda akşamüstü olsa da her tarafı kaplayan bembeyaz karın aydınlığı içinde idik. 2011 Kış Olimpiyatları’nın yapıldığı tesisleri de kuşbakışı seyrettik. Palandöken’deki teleferiklere binemesek, kayak merkezlerinde kayamasak da Dedeman Oteli’ne kadar gidip Erzurum’u bir de Palandöken’den izledik. Üç dört günlük Erzurum seyahatimiz ne yazık ki sona erdi. Erzurum’a doyamadık, dünyadaki her şey gibi bu görüş de tadımlık oldu. Dadaşlar diyarı olan bu güzel şehirden ayrılıyoruz ama... “ayrılıklar da sevdaya dahildir…” 45
19.yy.da DERSAADETTE EĞİTİM,
HAMİDİYE TİCARET MEKTEBİ Osmanlı memleketinin maddi ve manevi ilerlemesi özellikle de iç ticaretin yaygınlaşması ve genişlemesi amacıyla Padişahımız hazretleri bizzat kendi himayesinde bulunmak üzere bir ticaret mektebi açılmasını emir ve ferman buyurmuştur. Dr.İsmail DEMİRBAŞ
ultan II Abdulhamit ikidarının tarihimizde atılım yılları olduğunu daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Sultanın atılımlarından biri de eğitim alanında olmuştur. Devlet adamı yetiştirme amacıyla Mekteb-i Mülkiye, Müslim-Gayri Müslim ve çeşitli ırklardaki gençleri yetiştirmek için Galatasaray Sultanisi, fakirler için Daruşşafaka, Ziraat okulu, Daru’l Muallimîn, Hamidiye Sanayi’ Mektepleri, Askeri Okullar, İpekçilik Mektebi, ve ülkenin her tarafında Hamîdiye Mektepleri( Liseler) açtırmıştır. Bu okulların çokluğu ve kalitesi Sultan II Abdulhamit’in eğitim alanındaki ilerlemeci tutumunu ortaya kaymaktadır. İşte bu Okullardan biri de İstanbul’da açılmış olan Hamîdiye Ticaret Mektebi’dir. Hamîdiye Ticaret Mektebinden “DERSAADET TİCARET ODASI GAZETESİ” 23 Ocak-16 Şubat - 2 Mart 1885 tarihli makaleler dizisinde bahsedilmektedir. Konu şu şekilde gündeme taşınmaktadır; “Osmanlı memleketinin maddi ve manevi ilerlemesi özellikle de iç ticaretin yaygınlaşması ve genişlemesi amacıyla Padişahımız hazretleri bizzat kendi himayesinde bulunmak üzere bir ticaret mektebi açılmasını emir ve ferman buyurmuştur. Bu mektebin kurulmasından amaç ahalinin çocuklarına asrın ihtiyacına uygun uygulama kabiliyeti olan talim ve terbiyeyi tahsil ettirmek,ticaret becerileri ile Osmanlı memleketinin tabii servetinden istifadeye gücü yeten zanaât ehli yetiştirmektir. Ticaret mektebinin programı Osmanlı Devleti Âliyesi maliye bölümleri ve idaresinde bir meslek kazanmak isteyen çocuklarına lazım olacak usul ve ilim kaynaklarının hepsini kapsayıcı bir tarzda olacaktır. Geçen sene kanun-u sani ayında inşa edilmiş olan ticaret okulu şimdi Maliye Bakanlığı bünyesinde ve Ticaret Bakanlığı ortaklığı ile tesis ve inşa edilmiş olan yeni binaya taşınmış ve öğrencilerinin sayısı 120’yi bulmuştur.” MEKTEPTE OKUTULACAK DERSLER - DİLLER Türkçe ve Fransızca dillerinin okunması tüm öğrencilere zorunlu olup,Arapça, Rumca, Almanca,İngilizce ve İtalyanca dillerinin okunması tercihe bağlıdır, öğrenciler iki mecburi dil yanında bu lisanlardan birini de okumak zorundadırlar. Dil dersleri şu şekilde okunur; Kelime ve gramer bilgisi,ticari yazışma raporları,ticaret senetlerinin düzenleme örnekleri.
sayı//18// ocak 46
İşbu mektebin te'sisinden murâd etfâl-i ahâliye ihtiyâcât-ı asliye ile mütenâsib olup gabûlu'l icra bulunan ta'lim ve terbiyeyi tahsil ettirmek ve mâhir-i ticaret ile memâlik-i osmâniyenin servet-i tabiîyesinden istifadeye muktedir ehli san'at zevat yetiştirmektir. Mekteb-i âliye-i ticaretin programı min haysu'l mecmû' devlet-i âliye-i osmâniyenin şu'bât-ı maliye ve idâresinde kendilerine bir meslek ittihaz etmek isteyen osmanlı etfâline lazım olacak furu' ve mübâdiye-i ulûm'un cümlesine şamildir. GÜZEL YAZI Güzel yazının usul defterlerine ve muhasebeye tatbik edilme örnekleri. RESİM Yazı , benzetme , mimari ,manzara, süsleme ve diğer kısımlara ait resimler. MATEMETİK Tam sayılar,basit küsuratlar, dört işlem,cezeri matematiği, oran, Orantı, uygunluk,basit ve birleşik faiz,logaritma. Osmanlı ve yabancı tartı (vezin) ile ölçüleri (kile). Aritmatik(cebir), benzeşmelerde başlangıç bilgileri. Geometride başlangıç bilgileri,yüzölçümü ve ağır yük kaldırma sistemleri başlangıç bilgileri. COĞRAFYA ve İSTATİSTİK Genel coğrafya, Osmanlı coğrafyası, yer küre ticari coğrafyası hakkında kısa bilgiler.Osmanlı vilayetleri tarihi ve ticari coğrafyası, ticaret malları ve bunların kullanılma şekli ile miktarları. Osmanlı, yabancı ülke vilayetlerinin ve diğer farklı iklimlerdeki yerleşimlerin mali, zirai, sanayi ve ticari kurumları. Yolculuk ve yolculuk halleri. Ticaret limanları, ticaret muhit ve mekanları, sanayi merkezleri, nakliye vasıtaları, ithalat ve ihracat.
TABİAT FELSEFESİ En mühim olan kısımların izah edilmesi. KİMYA Umumi kimya ve bilinmeyen yönleri( araştırılmamış yönler) HUKUK Hukukun kaynakları, Osmanlı ticaret hukuku, deniz ticaret hukuku, vergi kanunları,ticaret görevleri,tarafsız hukuk. DEVLET MALİYESİ Zanaat ve ticaret hakkında genel bilgiler. DENİZ ALET EDAVATLARI Çeşitli memleketlerde geçerli olan, yürürlükteki kaideler icabı gemilerin satımındaki hesaplar,ahşap ve sac gemiler ile buların faydaları ve mahzurları, yelken ile yapılan deniz seferleri,en meşhur tersaneler,deniz alet edevatının hesap usulleri.
TARİH Umumi tarihin meşhur dönemleri, ticaret tarihi, Osmanlı devletinin kurulduğundan bu ana kadarki tarihi.
TİCARET Basit usuller ve buna bağlı defter usulleri, defter usullerinden faydalanma kaideleri, idare merkezleri, hesaplama düşünceleri, kısa yöntemler,satın alma fiyatları,kuyumculuk,hakem heyetleri, cari hesaplar,tahviller,kararlaştırılmış fiyatlar, vadeli satışlar. Ticaret Mektebi derslerin genel nitelikleri ile ilgili hususlar da hatırlatma başlığı ile şu şekilde ifade edilmektedir;
TABİAT İLİMLERİ Hayvanlar (Mühim kısımları), bitkiler (özellikle ihtiyaç olanlar),Madenler(ticari olanlar), yer kürenin tabakaları (ham maddeye ait olanlar).
HATIRLATMA... “Son sınıf öğrencileri basit şekilde kurulan ticaret idarelerine değer katacak, idareler bu itibarla da alış veriş yapacağından, öğrenciler bu konuda 47
olanlardan, okul programı derslerinde liyakat ortaya koyanlar okulda öğrenci olmaya hak kazanacaklardır. Ulumu Edebiye okullarından diploma alıp okula kaydolanlar diğer öğrencilerden ayrılırlar. Dinleyici (Samiin) bir veya fazla derse devam etmek için kayıt olanlardır,bunlar okula imtihansız kabul edilirler. Öğrencilerin okula kabul yaşı 15-25 yaş arasıdır, yaşı yirmi beşten fazla olanlar dinleyici (Samiin) sıfatı ile devam edebilirler.
Türkçe, Fransızca veya okulun imkan tanıdığı başka lisanlar ile gerekli defterleri tutmayı, tüm hesapları görmeyi,senetleri tanzim ve usulü ile ciro etmeyi, ticari muamelelere ait fatura ve senet makbuzunu, cari hesabı, beyanname müfredat defterini, vergi defterlerini, irsaliye pusulalarını, yükleme senetlerini,hesap ilan namelerinin tatbikini,umumi yazışmalar vs. düzenleyebilmeyi öğrenecektir. Bundan sonra genel mahvillerde ticaret ve sanayi işlerini serbestçe idare edebilme kabiliyetini kazanmaları maksadıyla son sınıf öğrencileri zikredilen lisanlarda nöbetleşe okulun müdürü ile hocaların ve çalışanların hazır olduğu halde matematik, coğrafya, tarih, ticaret malları, kanunlar,ilmi maliye ve diğer dersler ile ilgili müzakereler yapacaklar. Aynı sınıf öğrencileri eğitim gördükleri Türkçe, Fransızca veya kendi seçtikleri diğer dillerin biri üzerine ilan ve genel beyannameleri düzenleyecekler. Müdür ve okul öğretmenlerinin hazır olduğu ortamda matematik, coğrafya, tarih, ticaret konuları,ticaret kanunu, maliye derslerinden sıra ile farklı lisanlarda konuyu anlatacaklardır ki böyle müzakereden maksat Osmanlı ticaret ve zanaat meselelerinin değerlendirilmesi ve gelişmesidir.” GENEL BİLGİLER... “Hamidiye ticaret okuluna Osmanlı tebaası olan tüm öğrenciler kabul edilecektir. Bu okul müracaat edenleri öğrenci veya dinleyici sıfatıyla kabul edecektir. Orta okulların (rüştiye) birinden diplomalı mezun sayı//18// ocak 48
Derslerin toplam süresi ikisi lise (idadi) diğer ikisi de bilimsel olmak üzere toplam dört senedir. Lise kısmından amaç öğrencilere ileride okutulacak bilimsel kısım derslerini öğrenme ve anlama kudreti kazandırmaktır. Bilim kısmı (fen) derslerinde öğrenciler tüm ticari, mali ve idari işlemleri öğrendikten sonra devletler maliyesine ait tüm kanunları ders olarak görür. Lise sınıfının birinci veya ikinci senesine öğrenciler giriş sınavında beyan ettikleri liyakat derecesine göre kabul edilirler. Ulumu Edebiye okullarından mezun olan öğrenciler bilim kısmının birinci senesine kabul edilir. Bilim sınıfının ilk senesini okumayan hiç bir öğrenci ikinci senesine devam edemez. Öğrencilerden vakar ve güzel ahlakı gaye edinmeleri için sürekli gayret ve ağır başlımülayim bir fiili uygulama talep edilecektir. Dinleyici (samiin) okulun yönetmeliklerine tabidir, bunların devam vakitleri devam cetveli ile gösterilecektir. Her altı ayda bir ticaret odası üyelerinden birinin içinde olduğu ve ticaret bakanlığının görevlendirdiği bir memurun başkanlığında oluşturulan bir komisyon tarafından hususi bir imtihan yapılacağı gibi umumi imtihanlar da aynı komisyonun huzurunda gerçekleştirilecektir. Okul yönetimi her sınavdan sonra kırk öğrenciye ve kırk samii’ye okuyup başardıkları dersleri açıklayan birer sertifika verir.Bir öğrenci sene sonu imtihanında istenen başarıyı göstermedikçe bir sonraki sınıfa geçemez aynı sınıfta da iki yıldan fazla okuyamaz. Okul idaresi derslerin bitiminde dinleyicilere (samiin) okudukları dersler ile devam ettikleri süreyi gösteren bir sertifika verir.Okul öğrencileri birinci senenin sonunda (Ticaret İlimleri Sertifikası)nı alırlar. Dersler Eylül başında başlayıp Temmuz ortasında sona erer, bu durumda tatil yıllık bir buçuk aydır. Okulların tatilleri Cuma ile Pazar günleri ile diğer resmi bayram günleridir.”
KABUL ŞARTLARI... “Öğrencilerin aylık ödeyecekleri ücret altın olarak elli kuruş olup üç ayda bir peşin olarak ödenecektir. Dinleyiciler (Samiin) kısmi kayıt için ayda 30 krş, genel kayıt için ayda 50 krş ücret ödeyeceklerdir.Kırk öğrenci kırk da dinleyici(Samiin) bir defaya mahsus altın üzerinden 50 krş. kayıt parası vermek zorundadır. Ayın ilk on beş günü başlayan ayın başında, on beşinden sonra başlayan da 15 inde başlamış kabul edilir. Okulu terk eden kişi peşin verdiği ücretten bir şey iade talep edemez. Okul idaresi öğrencilere lüzumlu olan defter ve kitap gibi şeyleri uygun ve orta yollu bir fiyattan temin edip öğrencilere verir ise de öğrenciler isterlerse gerekli eşyaları kendileri de istedikleri yerden temin edebilirler. Daha fazla bilgi almak isteyenler okul idaresine müracaat edebilirler.” OKUL İDARECİLERİ... “Ticaret umumi müdürü Refik bey.Umumi müdür ve ticaret ilimleri öğretmeni, çeşitli okulların eski müdürü Garati ef.Türkçe katip ve evrak memuru Hamdi bey.Fahri Fransızca katibi Lui efendi. Birinci mubassır Sabri efendi.İkinci mubassır Asım efendi.” UMUMİ HEYET... “Öğretmenlerin ve derslerin isimleri. Devletli Münif Paşa hazretleri (Fahri) ; Devlet maliyesi.
Soğuk çeşme askeri lisesi hesap hocası kol ağası Asaf Efendi; Hesap Ticaret Bakanlığı Ziraat ve Sanayi Bilimi Tercüme Kalemi Artin Efendi; Genel ve Osmanlı coğrafyası. Bayındırlık (nafia) bakanlığı müsteşar yardımcısı Lambiryanidis Efendi; Ticaret coğrafyası Lui efendi; Coğrafya, harita İstatistik müdürü Mahmut Nedim Bey; İstatistik Muhasebe divanı mülazımlarından Talat Bey ; Osmanlı Tarihi Dersaadet birinci hukuku dairesi azası Hukukçiyan Efendi; Ticaret Tarihi Milli eğitim bakanlığı memurlarından doktor İlyas Efendi; Hayvan,bitki ilmi ve tabiat tarihi. Kara Harp Okulu Felsefe ve Kimya H.Yüzbaşı Hüseyin Efendi; Felsefe ve Kimya Okul müdürü Garati Efendi; Genel Ticaret Almanca,hukuk ve deniz alet edevatları öğretmenleri henüz tayin olmamıştır. Hademeler Ali,Hamdi,Mustafa ve Hüseyin Ağalardır.” Ülkemizi ilerletme ve atılım düşüncesine yardımcı olması dileğiyle...
Kütüphaneler müfettişi Hayret efendi; Türkçe lisanı. Katip Hadi bey; Türkçe imla. Ticaret bakanlığı istatistik müdürü Mahmut Nedim Bey.; Tercüme usulü Gaytan Efendi; Fransızca Lui Efendi; Fransızca Hayret Efendi; Arapça Ferdi Efendi; İtalyanca Milli eğitim bakanlığı tercüme odasından Yorgaki Efendi; Rumca Ticaret bakanlığı tercüme odası memuru Pançiri efendi; İngilizce Okul katibi Hamdi Bey; Türkçe güzel yazı. Ticaret bakanlığı tercüme odası vekillerinden Talat Efendi; Fransızca güzel yazı. Kara harp okulu ve lisesi resim öğretmeni binbaşı Seyit Efendi; Resim
Münif Paşa 49
mür, mevsimler gibidir. Doğumumuzdan orta yaşlılığımıza kadarki zaman ilkbahar ve yaz mevsimi, orta yaşlılığımızdan ihtiyarlığımız ve ölümümüze kadar geçen zaman da sonbahar ve kış mevsimi olarak değerlendirilebilir.
ŞEHİR VE
MEZAR Tohumu koynunda besleyip can vererek, her türlü isteğimizi karşılayıp, içindekini faydalanabileceğimiz şekilde dışa taşırarak analık eden toprak, ölülerimizi de kabul edip saklayarak onlara analık eder.
Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*
İster canlı olsun ister cansız, sonlu ve sınırlı olan evrende bulunan ve yaşayan her varlık, fânidir. Dünyaya gelen her varlık, günün birinde bu dünyadan göçüp gider. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Yüce Yaratıcı, bu hakikati bize “Her nefis ölümü tadacaktır” (bkz. Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ: 21/35; Ankebut, 29/57) ayetiyle hatırlatarak dünyanın geçiciliğine vurgu yapmaktadır. Sanat müziğimizin ölümsüz şarkılarından birinde geçtiği gibi “ömrümüzün son demi, son baharıdır artık” denilen bu fâni ömrün son vakitleri, tıpkı bir sonbahar mevsiminde olanlar gibidir. Nasıl ki yaz boyunca yemyeşil olan ağaç yaprakları, bu mevsimde bir bir sararıp solar, renk değişikliğine uğrarsa, yaşlanan bedenimiz de giderek güçsüzleşir, derimiz büzüşür; yaz boyu capcanlı, dipdiri dallarıyla meyveler verip başka bedenlere can veren ağaç gövdeleri, sonbaharla birlikte dallarını eğip meyvelerini düşürmeye başlarsa, gençken pek çok işi rahatlıkla yapabilen bedenimiz ve dimdik olan başımız da yavaş yavaş yere doğru eğilmeye, kaslarımız gevşeyip sarkmaya ve damarlarımızdaki kanın akışı da yavaşlamaya başlar. Ve nihayet nasıl ki kış mevsiminde yapraklar yere dökülüp toprağa karışmaya, karın altında kalıp çürümeye başlarsa, güçsüzleşip ayakta zor duran bedenimize can veren ve onu ayakta tutmaya çalışan ruhumuz da bu solan bahçeden ayrılıp ebedi mekânına doğru giderken, bedenimiz de toprağın altına girer ve sevdiklerinden ayrı düşer. Ömrümüzün son demlerini sonbahar olarak değerlendirenlerden biri de büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’dır.
İvan Ayvazovski- Eyüp’ten İstanbul görünüşü
*T.C.Atatürk Üniversitesi
sayı//18// ocak 50
Fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur. Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur. Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ; Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ. Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir; Günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir; Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere. Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere. Dünyânın ufku, gözlere gittikçe târ olur, Her gün sürüklenip yaşamak rûha bâr olur. İnsan duyar yerin dile gelmiş sükûtunu;
Bir başka mûsıkîye geçiş farzeder bunu; Teslîm olunca va’desi gelmiş zevâline, Benzer cihâna gelmeden evvelki hâline.
mezarları ziyaret edip oradaki yakınlarımızla dertleşir, onların ruhlarının mutlu olmaları için dualar ederiz.
Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya, Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya, Duymaz bu ânda taş gibi kalbinde bir sızı: Farketmez anne toprak ölüm mâceramızı.
Öyle sanıyorum ki mezarlıklarda, bizim bilmediğimiz sakin bir hayat vardır. Bundan dolayı olsa gerek mezarlıkları ziyaret ettiğimizde, içimizi bir huzur kaplar. Biz görmesek de sevdiklerimizin ruhları bizi orada karşılar ve bize huzur ikram ederler. Nitekim Yahya Kemal, “Bir Rü’yada Gördüğümüz Eyüp” başlıklı makalesinde, “Eyüb, Türklerin ölüm şehri Eyüb, Avrupa toprağının bittiği sahilde, İslâm cennetinin bir bahçesi gibi yeşil duruyor. Bu ölüm şehrine bir defa girenler, kendilerini bir servi ve çini rü’yası içinde kaybolmuş gibi hissettikleri zaman biliyorlar mı ki hakikaten bir rü’yada bulunuyorlar?
Belki de mevsimler içinde en güzeli olan sonbahar, kış ile birlikte unutulup gider de ömrümüzün son günlerini unutmayalım, bizimle beraber yaşayanları her an analım ve onlara baktıkça kendi hal-i pür melâlimizi de görelim diye ölenlerimizi bizden uzak tutmaz ve onları devamlı hatırlayalım diye yakınlarımızda bir yerlere gömer, saklarız. Türkçemizde ölüyü toprağın altına koymaya ‘gömmek’ diyoruz; Araplar buna ‘defin’ diyorlar. Defnetmek kelimesinden türetilen ‘define’ de gizlenmiş, saklanmış kıymetli eşya anlamını ifade ediyor. Define nasıl kıymetli ise, gömülen ceset de onunla bir ömür geçirenler için öyle değerlidir. Tohumu koynunda besleyip can vererek, her türlü isteğimizi karşılayıp, içindekini faydalanabileceğimiz şekilde dışa taşırarak analık eden toprak, ölülerimizi de kabul edip saklayarak onlara analık eder. Nitekim Yahya Kemal, hem yukarıdaki şiirinde hem de başka şiirlerinde toprağı hep anne olarak niteler. Toprak, ölülerimizi, yerin üstünde çürümekten koruyup, kokusunu dışa vermeyerek tiksinmemizi önleyip değerli hale getirirken, biz de onların manevi hatıralarını toprağın altında muhafaza eder ve onları temsil etsin diye üstlerine mezarlar yapar, mücessem ve müşahhas hale getiririz. Canlı insanlar, nasıl bir araya gelerek şehirler oluşturuyorlarsa, belediyelerin ölülerimiz için parsellere ayırarak tapularını yakınlarına verdikleri mezarlar da ‘mezarlık’ şehir meydana getirirler. Ama bu ölüler şehri, ancak yaşayanlarla irtibatlı olduğu sürece bir anlam ifade ederler. Çünkü mezarlara onları ziyaret eden yaşayanlar anlam kazandırır. Ancak dirilerin yaşadığı şehirler de anlamını mezarlıklarla bulur, mezarlıklarla değer kazanır. Çünkü maziyi ancak bu somutlaşmış mezarlar anlatır. Mezarlıklar, şehir gibi hissedildikleri için olsa gerek, onlara ‘kabristan’ adını vermişler. Yani ölülerin oluşturduğu kabirlerden oluşan diyar. Bu nedenle şehirler, toprağın üstünde yaşayanlarla tanındığı gibi, altındakilerle de bilinir. Belki mezarlarda sosyal bir yaşantı yoktur ama yaşayanların hatıralarının muhataplarının bulunduğu yerlerdir oralar. Bundan dolayı Cuma günlerinde, bayram sabahlarında, mübarek günlerde ve her vesileyle
Çünkü Eyüb, İstanbul’u fethetmeye gelen Türk ordularının, hicretin 857’nci senesi baharında, surlara karşı gördükleri bir rü’ya idi. İşte o rü’ya, Haliç’in kenarında şimdi gördüğümüz yeşil şehir oldu. diyerek mezarlıkların huzur sunan şehirler olduğuna işaret etmektedir. Yahya Kemal, Eyüb’ün âhiret havasını soluduğu zaman zihninin yorulmayıp nasıl dinlendiğini belirtmektedir. Yahya Kemal’e göre Eyüp, bir serviler ve çiniler diyarıdır. Eyüp mezarlığına bu manevi havayı veren, İstanbul’u fethetmeye gelen İslam ordusunda bulunan Ebâ Eyyub el-Ensârî’nin kabrinin burada bulunuşudur. Kabir, Sultan 2. Mehmet’in İstanbul’u muhasarasında fethin gecikmesinden dolayı huysuzlaşan askerlerin morallerinin bozulduğu bir esnada Akşemseddin tarafından bulunmuş, bu müjde ile ordu, yeniden can bulmuş ve İstanbul fethedilmiştir. Eyüp semti ve mezarlığı da bu kabrin etrafında oluşturulmuştur. Yahya Kemal bu mezarlığın şekillenmesini, bahsi geçen yazısında şöyle anlatıyor: “Fetihten sonra, sahâbî Hâlid’in kabri etrafında ilk şehitler gömüldüler. Akşemseddin’le fetih askerlerinin, muhâsara günlerinde gözlerine görünen sahâbî Hâlid, bir timsâl iken toprakta bir makam oldu, o makam bir şehitlik oldu, o şehitlik bir ölüm şehri oldu, ölüm şehri Avrupa toprağında, İslâm cennetinin, yeşil ve rûhânî bir bahçesi oldu. Fetihden beri, yumuşak bir Türk söyleyişiyle ‘Eyüb’ dediğimiz bu cennet bahçesine, en büyük sadrazamlardan en fakir mü’minlere kadar kaafile kaafile rûhlar girdiler. Bütün o kabirlerin aralarından geçtiğim bir gün, sahâbî Hâlid’in yanında fetih askerlerinden birinin burma kavuklu taşına vecdle uzun uzun baktım; tiryaki bir ocak ihtiyarının vücudunu haber veren o metin taş, ölümün ortasında kavuğu yıkmış, hâlâ 51
fetih rü’yasını görüyor gibi dalgın duruyordu. Zaten Eyüb, o rü’yanın toprakta mücessem bir devamı değil mi?”(Aziz İstanbul, s. 138) Mezarlıklar, aynı zamanda şehrin demoğrafik kimliğini de ortaya koyan mekânlardır. Mezarlıklara bakarak, o şehirde hangi inançtan ve hangi milletten insanların yaşadığı rahatlıkla anlaşılabilir. Bunu, ilkini yaşadığım şehir olan Erzurum’da gerçekleşmiş bir hadiseyle, diğerini de yine Yahya Kemal’den vereceğim iki örnekle anlatmaya çalışacağım. Erzurum’u 1916’da işgal eden Rusların arasında yer alan Ermeni askerleri ve çevrede konuşlanmış Ermeni çeteleri, 1917’de Rusların çekilmesinden sonra işgali devam ettirmişler ve nice işkenceler ve anlatmaya dilimin varmadığı çirkinlikler yaparak binlerce Türk’ü şehit etmişlerdir. 12 Mart 1918 günü Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusu, bu caniler sürüsünü şehrimizden söküp atarak Erzurum’un, ilelebet bir Türk şehri olduğunu ve Ermenilere bırakılamayacağını göstermişlerdir. Ancak Ermeniler, Erzurum ve çevresinin Ermenilere ait olduğunu göstermek için bu olayın üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra 1919 yazında General James G. Harbord başkanlığında bir Amerikan heyetinin Erzurum’a gönderilmesini sağlamışlardır. Erzurum’a gelen Amerikan heyeti, Ermenilerin asılsız iddialarını araştırmaya başlamışlardır. General Harbord başkanlığındaki heyet, Ermenilerin Türkleri diri diri yaktıkları Mürsel Paşa konağı ile Ezirmikli Osman Ağa konaklarına ve istasyona Türk heyetiyle birlikte gidip, katledilen Müslüman Türklerin mezarlardaki yanmış cesetlerini görüp, kan kokusunu alınca, fevkalade üzgün bir şekilde “Yeter! Yeter!” diyerek oralardan ayrılmıştır. Bu gezintiden sonra General Harbord, Belediye Reisi Zakir Bey (Gürbüz), Müdâfâ-i Hukuk teşkilatının Erzurum şubesi yetkilileri olan Necati Bey ve Cevat Bey’i ertesi gün, Esat Paşa camisinin yanındaki Şeyhoğlu Tevfik Bey Konağı’nda bulunan Müdâfâ-i Hukuk teşkilatının Erzurum şubesinde toplantıya çağırarak 1914’den önce bu bölgedeki Türk ve Ermeni nüfuslarının birbirine olan nispetini öğrenmek istemiştir. Necati Bey, Amerikan heyetine, bölgenin tarihinden söz ederek burada Romalılar devrinden önce de, sonra da bağımsız bir Ermeni devletinin görülmediğini, Ermenilerin her zaman bu bölgede kurulan devletlerin egemenliği altında yaşadıklarını, 1914’den önce de Erzurum’da Ermenilerin, Türklerin onda birinden bile az olduğunu belgelerle anlatmıştır. Belgelere göre bölgedeki arazilerin tamamı ve gayrı menkullerin sayı//18// ocak 52
tamamına yakını, on asırdan fazla zamandır Türklere aittir. Necati Bey, yöredeki bütün tarihi yapıların da Türkler tarafından inşa edildiğini bir bir anlatırken, mütercim de bunları heyete tercüme etmiştir. Açıklamalar uzun zaman alınca Belediye Reisi Zakir Bey birden yerinden kalkıp tercümana seslenerek “Dilmaç (mütercim), sen beyleri bırak da bana bak. Onlar âlim kişilerdir. Sen benim söylediklerimi General’e anlat” diyerek mütercimi ve General Harbord’u ovaya bakan pencerenin önüne götürmüştür. Zakir Bey, eliyle şehrin kuzeyindeki Gez mahallesi ve Kavak mahallesi mezarlıklarını göstererek “Şu geniş taşlıkları görüyor musun? İşte bunlar Türk mezarlıklarıdır. Şehrin öbür yanlarında daha bunun on misli mezarlıklarımız var. Şimdi iyice bak. Şurada da etrafı duvarla çevrilmiş küçük bir mezarlık var. O da Ermeni mezarlığıdır. Şimdi Ermenilerin mi, Türklerin mi daha çok olduğunu anladın mı?” demiş ve “Bu keratalar ölülerini yemediler ya!” sözünü de ekleyip “şimdi bunları General’e anlat” diyerek pencerenin önünden çekilmiştir. Tercüman, tebessüm ederek konuşulanları generale anlatmış, General Harbord da yine gülerek kendisine yazılı belgelerle konuyu anlatanlara dönüp “İzahlarınıza çok teşekkür ederim. Fakat bu zatın (Zakir Bey’in) sözleri beni çok daha aydınlattı.” demiştir. Gerek Necati Bey’in belgelere dayanarak anlattıkları, gerekse Zakir Bey’in özellikle Müslüman Türk mezarlıklarını gösterip halk ağzıyla anlattıkları, Amerikalıları, Erzurum’a gelmeden önce Ermenilerden dinlediklerinin ne derece mesnetsiz yalanlar olduğu konusunda ikna etmeye yetmiştir. Heyet, Amerika’ya döndüğünde hazırladıkları raporlarında bu bölgelerin Ermenilerle bir ilgisinin bulunmadığını, buraların Türk toprağı olduğunu ve Ermenilerin anlattığı soykırım hikâyesinin ise tamamen asılsız ve iftiradan meydana geldiğini belirtmişlerdir. (Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadele’de Erzurum, Dergâh Yayınları-Erzurum Kitaplığı, 2. Baskı, İstanbul, 1998, s. 68-70.) Cevat Dursunoğlu’nun anlattığı bu yaşanmış olay, bir yerleşim yerinin kimliğini belirlemek için sadece toprağın üstündekilere değil, toprağın altında yatanlara da bakılması gerektiğini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu konuda vereceğim ikinci örneğe gelince: Bilindiği gibi Yahya Kemal, birkaç kez elçilik görevinde bulunmuştur. 1926’daki Varşova elçiliği görevindeyken bir resepsiyonda bir arada bulunan elçiler arasında ülke nüfusları hakkında bir konuşma geçmiş ve Yahya Kemal’e
de Türkiye’nin nüfusunun kaç olduğu sorulmuş; Yahya Kemal de hiç düşünmeden “80 milyon” demiştir. Davetlilerden biri, “Efendim bugünlerde bir gazetenin verdiği bilgiye göre memleketinizde yeni nüfus sayımı yapılmış. On beş milyon kadar imişsiniz” deyince Yahya Kemal yine hiç düşünmeden “Ben ölenlerimizi de saydım. Cevabım doğrudur. Zira biz onlarla bir arada yaşarız” demiştir.(Süheyl Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası, Şehir Yayınları, İstanbul, 2000, s. 128) Yahya Kemal, 1944 yılında İstanbul milletvekiliyken dostlarıyla bir sohbeti sırasında bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “Türkler, ikametgâhtan ziyade mezara ehemmiyet vermiş. Ecdadın tercüme-i halleri yok, yattığı yer mühim. Bizim vatanımız, her vatan gibi fethedilmiş. Feth edilince Türkleştirmek için mezarları esaslandırmış, bu mezarlarla vatanımızı Müslüman etmişiz. Onun için mezara ehemmiyet vermişiz. Ecdadımızdan birçokları için nerede oturdu demeyiz de nerede gömülü olduğunu yazarız. Biz ölülerimizle yaşıyoruz. Milliyetini idrak eden millet, ölüleriyle birlikte yaşar. 18 milyon Türk değiliz de Malazgirt’ten beri ölülerimizle birlikte belki 200 milyondan fazla, belki de daha fazlayız. Biz ölülerimizle yaşıyoruz.”(Yahya Kemal’in Dünyası, s. 61) Görüldüğü gibi Yahya Kemal, önemli bir tespitte bulunuyor. Kültürümüzde yaşayanlardan çok ölenlere değer verildiğini ve bunun mücessem örneğinin de mezarlara yansıdığını belirtiyor. Eskilerin nerede yaşadığından çok nerede medfun olduğunun altını çiziyor. Çünkü mezarların bulunduğu yerler de vatandır. Nitekim Süleyman Şah’ın türbesinin bulunduğu Suriye’deki toprak parçasını vatan olarak görmüyor muyuz? O halde mezarlar ve mezarlıklar, şehrin veya vatanın kimliğini gösteren belgelerdir. Mezarlar sadece milli kimliği göstermez, aynı zamanda orada yatan şahsın birey olarak da kim olduğunu gösterirler. Mezarda yatan kişinin kadın mı erkek mi olduğunu mezar taşındaki sembollerden anlarız. Çünkü mezar taşı, orda yatan kişiyi temsil eder. Eskiler, mezar taşlarının baş kısmını ve mezarı çevreleyen taşları, orada yatan şahsın cinsiyetine göre tezyin ederlerdi. Bunu mezarlıklardaki taşları inceleyince hemen anlıyoruz. Mezar taşının baş kısmında saç gibi işlenmiş bir motif ve alt kısımda da zarif işlemeler varsa, bu mezarda yatanın kadın olduğunu, baş taşında kavuk, fes gibi biçimler varsa bu mezarın da erkek, hatta ilim ehli mi yönetici mi olduğunu bile tespit ediyoruz. Öyleyse mezarlara sadece ölülerin yattığı yerler olarak değil, aynı zamanda kimlik ve kişilik belirleyici birer belge olarak da bakmalıyız.
Galata Kulesi 1800’ler Eskiler, ölülerimiz için hazırladıkları mezarları evlerinin yakınlarına hatta bahçelerine yaparlarmış. Elbette ki eski zamanlarda nüfusun azlığı ve arazinin bolluğu, buna müsaade edebiliyormuş. Fakat şehirlerdeki arazilerin, yaşayan insanlara bile yetmez hale gelişinden olsa gerek, bu durum şimdilerde böyle değil. Mezarlıklar, artık şehrin dışına, hem de epeyce uzağına yapılıyor. Önceleri şehirlerin içlerinde bulunan mezarlıklar ise yine yaşayanlara yer bulmak için, çürümemiş kemikler taşınarak veya buna bile gerek duyulmaksızın dozerlerle düzlenip arazi haline getiriliyor ve üzerine binalar inşa ediliyor. Böylece gelecekte şehirlerin milliyetini belirleyen belgeleri, boş arazi bulmak uğruna yok ediyoruz. Oysaki mezarlıklar, şehirlerin içinde kalsa bile yok edilmemelidir.
Erzurum’da bulunan ve buranın Türk toprağı olduğunu kanıtlayan, yukarıdaki satırlarda söz ettiğim tarihi mezarlıklar, bundan yıllar önce, yerlerine ev yapmak için maalesef yok edilmişlerdir. Bugün artık bu mezarlıkların yerinde çok katlı binalar bulunmaktadır. Bu mezarların belge niteliğindeki mezar taşlarının ise bazı duvarların inşa edilişinde kullanıldığı görülmektedir. Oysaki Erzurum, arazisi büyük olan bir şehirdir. Yani mezarlıklar yıkılmadan da şehir genişleyebilirdi. Ama ne yazık ki öyle olmadı. Erzurum’u çevreleyen mezarlıklardan hiçbiri maalesef bugün yok. Babaannemin mezarının yerinde yeller esiyor ve babacığım annesinin mezarından mahrum, gıyabında Fatiha okuyabiliyor. İstanbul gibi çok önemli şehirlerimizde durum nasıldır bilmem ama sözgelimi İstanbul’da Eyüp Mezarlığı, Edirnekapı Mezarlığı, Karaca Ahmet Mezarlığı gibi mezarlıklar şehrin içinde kaldığı için ve İstanbul’da arazi azaldığı için istimlak edilip kullanıma açılmamalı, ne pahasına olursa olsun mutlaka korunmalıdırlar. Semtlerimizin mezarlıklarla iç içe olmasından korkmamalıyız. Unutmamalıyız ki biz, “ölüleriyle yaşayan bir milletiz.” 53
DERSAADETİN MERKEZİNDE
ÖZELLİĞİ OLAN BİR CAMİ;
FİRÛZ AĞA CAMİÎ Firuz Ağa Camii Sultan II. Bayezıd’ın Hazinedârbaşısı yani günümüzün Maliye Bakanı niteliğinde olan Firûz Ağa tarafından, padişahın izin ve müsaadesi alınarak, Bizans İmparatorlarının At Yarışlarını izledikleri locanın bulunduğu yere yaptırılmıştır. Nermin TAYLAN
yasofya gibi görkemli, Sultan Ahmet gibi heybetli olan iki büyük cami arasında, küçük-mütevazı ama kendisine gelenleri şefkatiyle kucaklayan bir camii. Sultan Ahmet Divanyolu’nda bulunan, her gün önünden geçenleri vakarla selamlayan, şehrin bu en kalabalık yerinde gece-gündüz dünya milletlerini ağırlayan ve fakat çevresinde bulunan diğer camilerin aksine, ilk yapıldığı tarihten bu yana yalnız ibadet maksatlı girilen Firuz Ağa Camii. Şimdilerde Divanyolu adı ile anılan cadde, İstanbul’un kurucusu I. Konstantin zamanında şehrin ana caddesi olarak açılmıştır. Evvelinde şimdiki Sultanahmet Meydanı’ndan Arnavutluk’taki Dures Limanı’na kadar uzanan ve bin km daha uzun olduğu bilinen cadde, ünlü Eknetya Yolu’nun da bir parçasıdır. 4.yüzyılda şehrin surlarının inşa edilmesinin ardından Kral Yolu ismini almıştır. Halk arasında “Ana Yol” anlamına gelen “Mesa” Caddesi, devr-i Osmanîde ise Divan-ı Hümâyûn’da görevli olan sadrazam, vezir, paşa, kazasker vs gibi yüksek mertebeli devlet ricalinin geçiş yolu olması münasebetiyle “Divan Yolu” olarak adlandırılmıştır. Divan Yolu, her biri birbirinden değerli yapılarla doludur. Okullar, medreseler, hanlar, hamamlar, çarşılar, taş binalar, türbeler ve kütüphanelerin sıralandığı yolda, zaman zaman Bizans dönemine ait eserlere de rastlamak mümkündür. İşte bu eserlerin Osmanlı dönemine ait olan en eskilerinden birine düşürelim şimdi yolumuzu. Bizans’ın Mesa’sı Osmanlı’nın Divan Yolu’na ve bu yol üzerinde bulunan Firuz Ağa Camiî’nde arayalım ecdâdın izlerini. İbadete olduğu kadar inanç yolculuğuna da âsûde bir davetle asırlar boyu İstanbul’un merkezinden seslenen, sol cenaha inşa edilen tek minaresiyle hoşgörüyü dünya milletlerine nağme nağme nakşeden bu değerli eseri hürmetle selamlayalım. Günümüze, İstanbul Suriçi Binbirdirek Mahallesi, Divanyolu Caddesi’nde tramvay yolundan Sultan Ahmed’e inen caddenin sağ tarafında bulunan Firuz Ağa Camii Sultan II. Bayezıd’ın Hazinedârbaşısı yani günümüzün Maliye Bakanı niteliğinde olan Firûz Ağa tarafından, padişahın izin ve müsaadesi alınarak, Bizans İmparatorlarının At Yarışlarını izledikleri locanın bulunduğu yere yaptırılmıştır. 1491 yılında inşasına başlanan ve aynı yıl tamamlanan camiinin günümüzde en büyük özelliği her ikindi vaktinde Sultanahmet Camii ile birlikte karşılıklı (çifte) ezan okunmasıdır. İkindi ezanında ilk olarak
sayı//18// ocak 54
Sultanahmet Camii müezzini ezana başlar, Firuz Ağa Camii müezzini ise ona cevap vererek aynı kelimeleri tekrarlar. Mimarı bilinmeyen cami, kare planlı ve tek kubbelidir. Bursa camilerinin tipik bir örneği olan cami, kapısının üzerinde yer alan Kitabe hat sanatının duayenlerinden olan Şeyh Hamdullah Efendi’ye aittir. Dört köşe duvarların üzerinde dört bingi inşa edilmiş ve oluşan sekiz köşeli kasnağın üzerine 12 kenar kasnağı olan kubbe oturtulmuştur. İç avlusu bulunmayan camii kesme taştan yapılmıştır. Dört duvarın her birinde altlı üstlü ikişer pencere yer almaktadır. Dışarı biraz çıkıntılı olan cümle kapısı yuvarlağa yakın basık kemerli, pembe ve beyaz mermerden yapılmıştır. Camiinin tek şerefeli minaresi diğer tek minareli camilerin aksine sol taraftadır. Minarenin şerefe ve korkuluk kısmı klasik üslupta olup çap farkı oldukça azdır. Firuz Ağa Camii’nin kürsüsü 1517 yılında Sufi Hayrettin Efendi tarafından konulmuştur. 1648 İstanbul depreminde minare peteği tümüyle yıkılmış ve aynı yıl tamir edilmiştir. 1808 yılındaki Alemdar Mustafa Paşa vakası sebebiyle çıkan kargaşada camiîye ait minare, türbe ve sıbyan mektebi harab olmuştur. Ülkedeki karışıklıkların giderilmesinden bir müddet sonra, 1833 yılında zarar gören bölümler onarılsa da 1865 yılında çıkan ve Hoca Paşa Yangını diye bilinen büyük yangında etrafındaki dükkânlar kül olmuştur. Nihayet 1871 yılında camii büyük bir onarımdan geçse de Divanyolu’nun genişletilme çalışmaları sırasında avlu küçültülmüştür. Her devrin en gözde yerlerinden birine ibadethanesini yaptırma şerefine erişen ve bunun yanı sıra hanlar, hamamlar, mescidler, medreseler, köprüler vs gibi pek çok eserin haricinde vakfiyesinde yer alan bilgiye göre yine Sultan Ahmet’te bulunan Binbirdirek Sarnıcının da banisi olan Hazinedârbaşı Firuz Ağa, 1512 yılında hayatını kaybetmiş ve banisi olduğu camiinin bahçesine defnedilmiştir. Evvelinde bahçesinde yer alan türbe mezarı Divanyolu’nun genişletilmesi sırasında Sadrazam Keçecizâde Fuat Paşa’nın emriyle minarenin bulunduğu sol duvar önüne taşınmıştır. Şimdilerde caminin sol tarafında dört yüzünde gül demeti motifli mermer lahdin altında yatmakta ve belki de her gün yüzlerce insanın ibadetini yapmasına vesile olduğu için isminin manası gibi mutlu olmaktadır. Firuz Ağa Camii’nin yapılış aşamasında diğer tüm tek minareli camilerin aksine, minaresinin kıbleye göre sol tarafa yapılması hakkında oldukça ilginç ama bir o kadar da güzel rivayetler
vardır. İstanbul’un fethinden 38 yıl sonra inşa edilen ve Sur İçi’nin ilk camilerinden olan mabedin bulunduğu yer Sultanahmet Meydanı (Konstantiniyye)’nın en önemli yerlerindendi. İstanbul nüfusunun yaklaşık olarak %80’nin Rum tebaadan oluştuğu o dönemlerde, caminin yapıldığı yerin sağında yani Dikilitaş’ın bulunduğu tarafta Rumlar, diğer tarafta ise Müslümanlar oturuyorlardı. Bu sebeple yakın çevrede evleri bulunan Rum tebaanın ezan sesinden rahatsız olmamaları için minare sol tarafa inşa edilmiştir. Osmanlı döneminin din, dil, ırk gözetmeksizin hoşgörüsünü yansıtan bu rivayetten ziyade rivayetlerde mevcut olmakla birlikte mezkûr söylenti halk arasında oldukça kabul görmüştür. Sizler de bir gün mutlaka ziyaret edin, vaktin hazinedarbaşı olan bir devlet adamının Müslümanlara emanet bu değerli hazinesini. Gülhane Parkı’ndan Sultan Ahmed’e doğru yürürken hatırlayın; Doğu Roma’yı, Bizans’ı ve dahi Osmanlı’yı. Solda yüzyılların kutsalı Ayasofya’yı, sağda efsanelerle dolu Yerebatan Sarnıcı’nı temaşa ederek Divanyolu’nu adımlayın usulca ve vakarla. Çevre dükkânlardan gelen yemek kokularını, şuursuzca yükselmiş binaları ve telaşla koşuşturan insanları silerek gözünüzden, caminin bahçe kapısından huzura girermiş gibi girin içeri. Sultan II. Bayezid’in bizzat açılışını yaptığı, Şeyh Hamdullah’ın kitabesini yazdığı, Sufi Hayrettin Efendi’nin kürsiyi koyduğu günlere gidin. Fatih’in emaneti bu kutlu şehrin en özel yerinde bir dua emanet edin Fatih’e, II. Bayezıd’a, Şeyh Hamdullah’a ve elbette Firuz Ağa’ya. Camiî Kitabesi; Hâzinü’s-sultan-ı Sultan Bâyezıd Ve hüve Firûz re’isü’l-hâzînîn Kâle rıdvânü’l-alâ tarihe Cennetü’l-me’vâ ü dârû’l-hâmîdîn Hazinenin beyazı Sultan Bayezıd O Firuz ki reisidir hazinenin En güzelini düştü tarihe Cennet makânıdır şükredenin 55
İSTANBUL VE DENİZ RESSAMI
AYVAZOVSKİ Üç Osmanlı sultanı tarafından ağırlanan ve devlet nişanıyla ödüllendirilen Ayvazovski’nin Dolmabahçe Sarayı’nı, Marmara Denizi’ni, o dönemin İstanbul’unu yansıttığı 200’den fazla İstanbul tablosu bulunuyor. Doç.Dr. Svetlana KERİMOVA*
VAN AYVAZOVSKİ “(Annesi Kırım Tatarı)” Ayvazovskiy küçüklükten beri Kırım Tatar hayatı içinde büyümüş birisidir.Bu nedenle rahatlikla kendi ana dilini konusuyordu. Kırım Tatar şarkılarını keman eşliğinde söylüyordu. Ona keman çalmayı kemancı Ayder bey ögretmisti. Rus ressamlari arasinda büyük şehirlerde ilk kez sergi düzenleyen Ayvazovskiy’ dir. Toplum yararına cok büyük para harcamış biridir. Kefe’de birkaç çesme yaptırmıştır. Yine ayni yerde 1865 te sanat okulunu, 1880 de sanat galerisini,kurmuştur. İvan Konstantinovic Ayvazovskiy Kırımın Kefe (Feodosiya) şehrinde dünya ya gelmiştir. Babası Yunanistan’lı bir ciftlik sahibinin yaninda çalısan ve orada yaşayan Ayvazov adında bir ermeniydi. Annesi Menli Altın adında bir Kırım Tatarıdır.17 temmuz 1817 tarihinde Ayvazov ve Menli Altın’ın bir erkek çoçukları olmus, adını rusça İvan anlamına gelen Ovanes koymuslardır.. 1918 yilinda halk bilimci Abdurahman Bariy Acimendi tarafından Ayvazovskiy hakkında kaleme alınan bir kırım Tatar halk şarkısı vardır. AYVAZOVSKİY ÇESME YAPTIRGAN MERMER TAŞINDAN, KEFE’GE SUV ALDIRGAN, SUBAŞINDAN, AYVAZOSKİY’NIN ÇEŞMESİ GÜMÜŞ’TEN TAŞI, NAKIŞ TOKGEN ALTINDAN RUM USTASI AYVAZOVSKİY’İN ÇEŞMESİ BÖLME BÖLME, ONUN ANASI MENLİ ALTIN, TATAR’DAN DÖNME, AYVAZOVSKİY’NİN ÇEŞMESİ SUVU TATLI, KEFE’YE SARAY SALDIRGAN, İKİ KATLI Şarkı da anlam olarak şöyle bahsedilmektedir. “Ayvazovskiy, Kefeye Subasi köyünden su getirmiş altın desenlerle süslenmis. Ayvazovski’in annesi Menli Altın bir Kırım Tatarı. Ayvazovskiy’nin çesmeşinden akan su cok tatlı. O, Kefe’ye bir de iki katlı saray yaptırmıs.”
*Kırım Mühendislik ve Pedogoji Üniversitesi Öğretim Üyesi
sayı//18// ocak 56
Annesi tarafından dedesi ahşap oyma ve kakma ustasıydı. Bu nedenle de hiç şuphesiz torununa bu sanatı öğretmisti.Torun Ovanes oldukca dikkatli ve işine canla ,başla sarılan birisiydi. Henuz 10-12 yaşlarında kendi başına çoban bıçağı ve diğer ev aletleri yapabiliyordu. Kakma çalışmalari icin
Ayvazovski’nin Kırım Kefedeki evi bugün Ayvazovski Müzesi
desen hazırlarken farklı peyzaj resimleri yapmasina sebep olacak karakalem ve fırça Ayvazovskiy nin dikkatini daha cok çekmisti. Simferopol Lisesi’nde iken resim yeteneğinden ötürü 16 yaşında Çar I. Nikolay’ın emriyle St. Petersburg Sanat Akademisi’ne alındı. 1836’da akademiden mezun olduktan sonra devlet tarafından Avrupa’ya gönderildi. Yıllar süren seyahatleri sırasında birçok ülkede sergileri açıldı, çağın en yetenekli Rus ressamı olarak ün kazandı.[2] 1844’te Rusya’ya dönüşünde Rus Donanması’nın resmi ressamlığı görevine atandı. Bu görevi dolayısıyla yaşamı boyunca çok sayıda deniz ve gemi resmi yaptı. Geleceğin ressamı burada M.N. Vorobyeyv ve bir Fransiz deniz ressamı olan F. Tanner’den ders almıstır. Ayvazovskiy 1836 da Akademide açılan bir sergide kendi yaptigi 5 adet deniz peyzaj tablosu sergilemis ve alanının uzmanları tarafından büyük beğeni kazanmistir. 1837 de kendisine büyük altın madalya «Ressam» sıfatı kazandran 2 büyük çalışma daha sergilemistir «Kronstadta büyük liman» ve «Sahildeki deniz feneri dibinde bir gece». 1838 de daha cok tabiat resimleri yaptığı Memleketi Kırım’a geri dönmüştür. Hayat şartları Ayvazovskiy’i sürekli seyahat etmeye ve tablolarını satmak icin sergilemeye zorlamıstır. 1840 da İtalyan Peyzajı adlı çalışmasını ve diğer baska tablolarını yapmak üzere bir kac yılını geçirdiği Italya’ya gitmiştir. Burada sipariş yoluyla çalisma da yapıyordu. Daha sonra Almanya, Fransa, Ispanya ve Hollanda
Krım’da Mehtaplı Gece. Gurzuf 1839
gibi ulkeleri gezmis, sergilerinin büyük başarlar göstermesi nedeniyle iyi para kazanmıştır. Ayvazovskiy 1845 de Sanat bilimleri Akademisi üyeliğine Kabul edilmiş ve Rusya imparatorluk Donanmasına dahil edilmistir. Bu atama ona denizlerin o engine ve mazi yüzünü keşfetme ve tabolari Turkiye Yunanistan, Küçük Asya, Mısır, Floransa ve hatta ,Amerika da sergileme imkanı sağlamıştır. DÖRT KEZ İSTANBUL’A GELMİŞTİ Dünyaca ünlü Rus ressam Ayvazovski, 1845-1890 yılları arasında 4 kez İstanbul’a gelmiş ve Sultan Abdülaziz’in Dolmabahçe Sarayı için sipariş ettiği tabloları yapmıştı. 1845’te geldiği İstanbul’da Sultan Abdülmecit tarafından Beylerbeyi Sarayı’nda kabul edildi. 1845-1890 arasında İstanbul’a toplam dört ziyaret yaptı. 1874’teki ziyaretinde Mimarbaşı Sarkis Balyan’ın Kuruçeşme Adası üzerinde bulunan ikametgâhında bir ay kadar misafir olarak Sultan Abdülaziz’in Dolmabahçe Sarayı için sipariş ettiği tabloları hazırladı. 1890 Yılında İstanbul’a Son ziyaretinde de Sultan II. Abdülhamid’in huzuruna kabul edilerek, padişaha iki tablosunu hediye etmişti. AYVAZOVSKİ ESERLERİ, TÜRK SARAYLARINDAN HİÇ AYRILMADI Bu tablolar yıllarca Dolmabahçe Sarayı’nda kaldı. Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde ise bir bölümü Çankaya Köşkü’ne alındı. Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olunca, tabloları AkSaray’a taşıdı. 57
Ortaköy’de Kahvehane -1846
Kumkapı’da Kayıkla Gezenler -1846
AYVAZOVSKİ ESERLERİNİN NEREDEYSE YARISI, İSTANBUL İLE İLGİLİDİR. Ayvazovski için, Osmanlı ve İstanbul ressamı diyebiliriz. 3 Osmanlı sultanı tarafından ağırlanan ve devlet nişanıyla ödüllendirilen Ayvazovski’nin Dolmabahçe Sarayı’nı, Marmara Denizi’ni, o dönemin İstanbul’unu yansıttığı 200’den fazla İstanbul tablosu bulunuyor.
buçaksız deniz ve şiddetli deniz facialarının ay ışığında dalgalarla boğuşan tabiat ve insanların denizle cesurça boğuşmalarının romantik tasviri şeklindedir (“Dokuzuncu Dalga”,1850). Karadeniz Donanması’nn savas manevralarının görgü tanığı Ayvazovskiy denizcilerin çektiği bu zor yaşamı bir cok tablosunda yansıtmıştır (“ Cesmen savaşi”, “Navarin savaşi”, 1848). Renk uyumlarinin yüksek parlaklığı, gittikce aynı gerçek renklerin tonunu oluşturmaya çabalamıştır.. Ayvazovskiy son zamanlarının gün yüzünde kalan eserlerinde deniz, ışık ve dalgalardaki incelikleri daha iyi verebilmek icin daha ince renk tonlarini kullanmistir. Ayvazovskiy ileri yaşının verdiği ihtiyarlığa bakmadan gücünü toplamış, bu güne kadar olan bütün gözlemlerini bir yerde toplamak, bütun ustalığını ortaya koymak amacıyla o ihtişamli insane ve denizin güçünü ve bütün güzelliklerini ortaya koyan “Sredi voln” (Dalgalarıin arasinda) adlı tablosunu yapmıştır.
Beşbinin üzerinde eseri olan Ayvazovski’nin tablolarının büyük bir kısmı St. Petersburg, Moskova ve Erivan devlet müzelerinde sergilenmektedir. 30 kadar eseri Türkiye’de Dolmabahçe Sarayı, Deniz Müzesi, Askeri Müze, sinde bulunmaktadır. Bazı eserleri, Fener Rum Patrikhanesi ve İstanbul Kumkapı Ermeni Patrikhanesi’nin koleksiyonlarında bulunmaktadır. 1847 de Ayvazovskiy’e profesörlük ünvanı verilmiştir. Bu dönemlerde deniz ressamlığında oldukca ilerlemiştir. Bu büyük ustanın 6.000 tablosundan en iyileri deniz peyzajlarıdır. Ressamın “ Karadeniz” (1881) isimli tablosu hakkinda ressam I.N. Kramskiy “Benim bildiğim konular icinde en büyük ve değerli tablolardan biridir. Ayvazovskiy hakkında kim ne derse desin, bence büyük bir ressamdır. O bu seviyeyi sadece bu bizim tarihimizde değil, bütün sanat tarihinde sanatın güzelliğini ve zarefetini yakalamıştır” Diye bahsetmistir. DENİZ SAVAŞLARI VE DENİZ FACİALARI RESSAMI Ayvazovskiy, 1840’li yillarda tablolarının manevi çekiçiliği, kahramanlığa ait konularının ilginçliği kendine has uslubu, o hiddetli, uçsuz
sayı//18// ocak 58
Ressamin sanat becerisi bütün dünyaca yüksek seviyede değerlendirilmektedir, Ayvazovskiy Stutgart, Floransa, Roma ve Amsterdam Sanat Akademilerine üye idi. 1887’ de Sankt-Petersburg’ta ressamın 70.Yil jubilesi kutlanırken Kırım Müslümanları olan hemşerileri Ayvazovskiy’ki büyük ressam olarak nitelemişlerdir.Memleketi Kırım’ı dünyada üne kavuşturduğu icin hediyeler ve kutlama mesaji niteliğinde telgraflar göndererek daha uzun ömür dileğinde bulunmuşlardır. Beli tamamen büküldüğü ihtiyarlık döneminde yeni bir tabloya başlamıştı.Türk savaş gemisinin patlama anını resmetmek istemişti.
Devamlı dumanlı bir ortamda çalışmıştı. Bir gün, akşam çayından sonra Ressam balkonda uzun sure kalmıstı.“Türk gemisinin patlaması” adlı yeni tablosunu düşünüyordu.Ertesi gün bitirmek niyetindeydi. Ayvazovskiy henüz yeni aydınlanmaya başlayan bahar sabahında bir kez daha Kırım sahillerine baktı.Daha sonra odasina çekilip koltuğuna oturdu ve uzun uzun denizin gece sahilde oluşturduğu gürültüyü dinledi. Ölüm onu ani yakalamıştı. KEFE’DE HAYATA GÖZLERİNİ YUMDU 19 nisan 1900. Tarihinde Kırım şehri ve Kefe bir anda yasa büründü. Herkez donup kaldi. Bütün faaliyetler durdu.Mağazalar kapatlmış ve Pazar tezgahları toplanmıştı.Hayat durmuştu..Sadece camilerde ezan sesi duyuluyordu.Büyük ressamın evine herkes ellerinde çiçek ve çelenklerle akın edilerek,taziyeler iletiliyordu.. Petersburg, Moskova, Kiev, Odessa, ve Paris daha başka yerlerden birbiri ardına gelen telgaflar iletiliyordu. Ayvazovskiy’in cam tavanlı Sanat Galerisinin içinde kendi eserleri arasinda oylece yatiyordu. Sukunet icinde yüzü gülümsuyordu. Tabutun yaninda kızları ve torunları ağlıyorlardı. 27 Nisan 1900 tarihli Kırım Tatar gazetesi Tercüman’da söyle yazıyordu; Bütün Kırım’ın öz evladı, Kırım Tatar dilinde konuşan ve Kırım’ı diğer memleketlerden daha cok seven birisi olarak Ayvazovskiy özellikle Feodosyalıların ve yerli halkın saygısını sempatisini kazanmis birisidir. Burada kötü günlerinde ondan destek gören, gönlü hoş edilen oldukça fazla Kırım Tatarı vardı. Elbet te ki böyle kuvvetli iyi ve gönül eri birisinin ölümü Kırım Tatarlarını oldukça derinden etkilemiştir. İnsanlar sadece sözlü olarak değil, yazılı olarak da hissettikleri duygularını ortaya koyarak,açıklıyorlardı. Kırım Tatar şairi olan Hoca Mehmet, Ayvazovskiy’nin anısına yazdığı bir şiirinde şöyle der; “Ayvazovskiy yaptığı hayırli işlerle ve becerisiyle asırlarca yüce alemin 7 katında anılacaktır. Allah, bu büyüğümüzü bağışlasın” Şaiirin sözleri gerçekten de dogru çıktıi ve ressamin eserleri bugün de dünyada cok sevilmekte ve beğenilmektedir. AYVAZOVSKİ SERGİSİ ANKARA’DA / GELECEK YIL İSTANBUL’DA 2015 yılının Ekim ayında ;Dünyaca ünlü ressam İvan Ayvazovski’nin tablolarından oluşan “Ayvazovski’nin İstanbul’u” dijital sergisi başkent Ankara’daki Cermodern’de tanıtıldı. “Ayvazovski’nin İstanbul’u” sergisinde 19. yüzyıla damgasını vuran Ermeni-Kırım Tatarı asıllı Rus
Dokuzuncu Dalga 1850
İstanbul Bogazı’dan görünüm 1864
ressam Ayvazovski’nin 400’e yakın eserinin dijitali sanatseverlere ilginç bir yöntemle sunuldu. 15’den fazla projeksiyon makinesi kullanılarak hazırlanan sergide, sabit resimler hareket ediyor. Sanatı teknolojiyle birleştiren sergi aynı zamanda bunu müzikle harmanlıyordu. “Ayvazovski’nin İstanbul’u” projesine piyanist Anjelika Akar’ın “Ayvazovski Rapsodi”si eşlik etti.. Ayvazovski’nin bu ilginç sergisi;Gelecek yıl İstanbul Deniz Müzesi’nde sanatseverlerle buluşacak. Kaynaklar:
1. Gaspirinskiy I. Pamyati I. K. Ayvazovskogo // Tercuman. – 1900. 5 Mayis. 2. Barsamov N.S. Ivan Konstantinivic Ayvazovskiy.M., 1962. 3. Vagner L.A., Grigoriyevic N.C. I.K. Ayvazovskiy. M., 1970. 4. Pilipenko V.N. I.K. Ayvazovskiy.- M.,1817-1900. L., 1980. 5. Kongurat K.A. Vi I nas Ivan Konstantinivic Ayvovskiy / / Golos Krima.-1997.25Temmuz. 6. RusResimAnsiklopedisi.-M., 1999.
59
AŞIR GÜLER İLE
AHŞABIN BÜYÜLÜ DÜNYASINA
SANAT MANİFESTOSU Ve şahsen yaşadığım bütün hayat içerisinde hep sanatı gördüm ve yaşadım. Bu bazen doğada bir ağacın duruşunda, yapraklarında, bazen bir kuşun kanadında, bazen de insanın bizzat kendisinde yankı bulur. Yaşamın kendisi bizzat bir sanat değil mi ki? Dinlediğimiz müzikler, gökyüzü, deniz, gecenin karanlığına sığınan yaprak hışırtıları, güneşin gölgelere göz kırpan kıpırtısı; bütün bunlar benim için sanatın ta kendisi… Söyleşi: Mehtap ALTAN
ayın Aşir Güler sohbetimize başlamadan önce söyleşideki geleneğimizi gerçekleştirelim diyorum. Çünkü biliyoruz ki bir insanın ruhunun, aklının ve yüreğinin kapılarını sorularla çalmadan önce, onun kendi cümlelerinin ayak sesini duymak muhabbetin iliklerine daha kaliteli sızmaktır. Sizi sizden birkaç cümle ile tanımak istiyoruz? Merhaba Mehtap Hanım hoş geldiniz. Öncelikle sanata verdiğiniz bu değer için size ve sizin şahsınızda Şehir ve Kültür Dergisi’ne teşekkür ediyorum. Muş’ta başlayan bir hayat ve 43 senedir Muş-İzmir arasında gelip gitmeler… İlkokul yıllarımda ilk defa İzmir’e geldim. Ağabeyimin yanında kaldım. İzmir’de bu esnada hem okulumu okudum hem de mesleğimle tanışmış oldum. Bir aile mesleği olan ahşap oymacılığına ağabeyimin yanında ilkokul 3. sınıfta başladım. O gün bu gündür devam ediyorum. Muş ve İzmir arasında devam eden bir hayat hikâyesi benimkisi… Askerden sonra ve evlendikten sonra bu yavaşlasa da; ağırlıkta İzmir’de yaşamama rağmen bir yanım hep Muş’ta kaldı. Şartlar eğitim hayatımın kısa sürmesine vesile olsa da kitaplardan ve hayatı okumaktan hiç vazgeçmedim. Eserlerime de bu özgün azim hikâyemi mutlaka yansıttım. Peki, Sayın Güler sanata gelelim o vakit. Sanat; insan ruhunun kuytularından kopup gelen hayal gücünün, anayurduna kavuşturulma törenidir. Bu bazen şiir olarak çıkar karşımıza, bazen edebî bir yazı, bazen bir heykeltıraş murçunun taş ile buluştuğu yerde bir sızı, bazen de bir ahşap oyma sanatçısının; gül ağacına sağdığı düşleri olarak çıkar karşımıza. Ahşabın büyülü dünyasında maharetini konuşturan bir sanatçı olarak sormak isterim sizdeki sanatın mânâsını? Hayat bir bütündür ve her şeyin birbiriyle bir şekilde ilişkisinin olduğunu düşünüyorum. Sanat bu anlamda hayatın her alanında mevcuttur. Mesele bunu görebilmek ve hissedebilmektir. Yani sanat hayattan ayrı bir alan olarak değerlendirilmemeli. Sanat, görebilen için bir yaşam tarzı, bir inanış bicimidir esasında… Ve şahsen yaşadığım bütün hayat içerisinde hep sanatı gördüm ve yaşadım. Bu bazen doğada bir ağacın duruşunda, yapraklarında, bazen bir kuşun kanadında, bazen de insanın bizzat kendisinde yankı bulur. Yaşamın kendisi bizzat bir sanat değil mi ki? Dinlediğimiz müzikler, gökyüzü, deniz, gecenin karanlığına sığınan yaprak hışırtıları, güneşin gölgelere göz kırpan kıpırtısı; bütün bunlar benim için sanatın ta kendisi… Tabii bu yaşamsal sanatın içerisinde bir de farkındalıkları biraz daha fazla olan sanatçılar, sanatkârlar var. Sanatın en güzel tanımlarından birisi sanırım merhum Ali Şeriatı’nın tanımıdır; “Sanat Allah’a giden yoldur…”
sayı//18// ocak 60
Sanatı o vakit hakikatin aynası olarak da görebiliriz. Düşünsenize, bahşedileni derinliğin renkleriyle hemhâl ediyorsunuz, yansıtıyorsunuz. Ama birde elimizdekilerin kıymetini bilmeyen vefasız yanlarımız da var! Sayın Güler, ahşap oymacılığında çok güçlü bir medeniyetten gelmemize rağmen, bugün neredeyse yok olma tehlikesi ile baş başa bu sanat. Aslında bu belki çok klasik bir şikayetlenme; zira el sanatları ile bağlantılı birçok olayda durum bu! Sorunun membasına inelim mi? Ne dersiniz? Tabii bunun birden fazla sebepleri var. Evet, ahşap ve ahşap oymacılığının güçlü olduğu bir medeniyetten geliyoruz. Özellikle Selçuklular ve daha sonrasında Osmanlı... Sanayileşmeyle beraber birçok alanda el işleri gerilemeye başladı ve yaşam biçimleri değişti insanların. Doğal olarak bu gelişmeler ahşap oymacılığını da etkiledi. Fakat bu kadar güçlü bir medeniyetten gelmiş olan bu topraklarda ahşap işlerinin ve oymacılığının bu kadar gerilemesinin sebeplerine katkı sağlayacak başka şeyler e oldu!.. Örneğin bu işleri Osmanlı İmparatorluğu’nda ağırlıkta iki kadim millet yapıyordu. Ermeniler ve Rumlar bu işin ustaları idi bu topraklarda… Tabii 1. Dünya Savaşı ve beraberinde gelişen olaylar sonucunda bu her iki kadim millet yok oldu. Bu topraklardan Ermeniler 1915 tehcir kanunuyla; Rumlar da Cumhuriyetin ilk yıllarındaki mübadeleyle/değiş tokuş… Bu iki milletin bu topraklardan gitmesiyle birçok alandaki zenginlikler kaybolmakla beraber; bizim işimiz olan ahşap oymacılığı bu gelişen olaylarla beraber büyük bir kayıp yaşadı. Ve bir daha toparlanamadı... Bugün bu kadar zayıf olmasının önemli sebeplerinden birisi de budur diye düşünüyorum. Ticaretin eşiğinde, giyotinin ucundaki gül sancısı bekler! O sancıya kulak verenler ve duyanlar sanatın ve emeğin şehrini inşa eden asıl mimarlardır! Ki sizinle sohbetimiz esnasında gözümden kaçmayan şey; ticari söylemlerden önce, aşka buladığınız sanatınıza öyküler doğurmanızdı. Her oyduğunuz ahşabın kıyısına, öyküsü olan motifler işliyorsunuz. Bize sizde yeri özel olan bir ahşabı ve öyküsünü kısaca anlatır mısınız?
Şöyle söyleyeyim: Ağaç canlı bir organizmadır. Sürekli iletişim kurabileceğiniz bir nesnedir. Dolayısıyla yaptığım her işin neredeyse bir hikâyesi var. Ama bir örnek vermek gerekirse; her zaman önünden geçtiğim mahallenin pidecisinin elin de “çivi” diye tanımladığı 25 cm boyunda demir bir çubuğu, 1 metre boyunda 30 cm kuturunda zeytin ağaçlarının üzerine koyup; balyozla bu ağaçlara o büyük çiviyi saplayıp yarıyordu. Tabii dikkatimi çekti bu hareketlenme. Zeytin ağacının güzelliği ve damarları anında kafamda bir şeylerin canlanmasına vesile oldu. Tabii her zeytin ağacı bizim işte kullanılmaz. Fakat bu ağaçlar harikaydı. Ve aklımdan geçen tek şey bunları yakmaktan kurtarmalıydım... Usulca yanaşıp, “Kolay gelsin usta…” dedim. “Sağolun beyefendi…” dedi. “Ya ustacım bir şey söylemek istiyorum!” dedim. “Buyrun efendim.” Dedi. Tabii derhal açıklamaya başladım, “Bakın ben bir sanatçıyım. Ahşap oyma sanatçısı… Ve ben bu zeytinleri görünce kıyamadım. Size söylemek istedim bunlar benim için çok değerli ağaçlar. Bunları mümkünse işlemek istiyorum. Ücreti neyse vereyim alayım bunları.” Dedim. Usta durdu bana baktı; “Ayıp ediyorsun ustam. Ne demek tabiî ki alabilirsiniz. Seçin içlerinden hangisi hoşunuza gittiyse, hangisi işinize yarayacaksa alabilirsiniz.” dedi. Şaşırmıştım gerçekten. Bu kadarını beklemiyordum. Çünkü 10 kütük kadar ayırdım ki her bir kütüğü bir kişinin kaldırması zordu. “Ustacım! Nakliye çağıracağım, yükleyeceğim bunları. Bana borcumu da söyle gideyim ben.” Dedim. “Beyfendi madem sanatkârsınız bizim de sanata, sanatçıya bir katkımız olsun. Ne parası. Helâl hoş olsun...” demesiyle beni bir daha şaşırttı. Günümüzde karşılıksız, hesapsız atılmayan adımları düşününce bu olaydaki incelik beni oldukça etkilemişti. Teşekkür edip zeytin ağaçlarını atölyeye götürdüm. Çok güzel eserler çıkardım. Hâlâ çoğu atölyede duruyor zira özel işler için bekletiyorum… Evet, etkileyici bir anı… İncelik ve insanî kanatlanışlar ne güzel besliyor değil mi sanatı? Sayın Güler şehir ve 61
sanat diyerek memleketiniz Muş ile İzmir arasındaki asıl hikâyeyi sormak istiyorum? Sanatınızı besleyen iki ayrı iklim iki ayrı renk… Bu farklılık sanatınıza nasıl yansıdı? Ve ahşap oymacılığını tarihimizin emaneti olarak tam anlamıyla ülkemiz genelinde hangi şehirlerimiz baş tacı ediyor desem? Ki baş tacı etmek; ona sahip çıkmak, onun sesini daha da gür çıkarmak ve eski ile yeninin kucaklaşmasından farklı zenginliklerde doğurmak değil midir? Çocukluğumun büyük bölümü Muş’ta geçti. Muş, doğası itibariyle oldukça zengin bir coğrafya… İnsan yaşadığı coğrafyanın da eseridir bir yönüyle. Ben bunu çok bariz hissettim ve yaşadım. Muş’un coğrafyasında ovalar, dağlar, ormanlar, yaylalar, dereler, nehirler ve göller mevcut. Bu esasında insanın ufkunu hele de bir sanatçı ruha sahipseniz büyük bir dünya açıyor önünüze. Kışın İzmir’de okul okuyor yazları Muş’ta geçiriyordum. İlkokulu bitirdikten sonra 4-5 yıl sürekli Muş’ta kaldım. Bu dönemler belki de sanatı anlamam ve içselleştirmem bu dönem de oldu. Çünkü sürekli dağlarda, yaylalarda, ormanlarda geziyor ve sürekli gözlemler yapıyordum. Doğanın, ormanların, çevrenin farkındaydım. Olağanüstü bir sevgim vardı doğaya karşı. Bitkileri, çiçekleri, ağaçları, sürekli gözlemliyordum. Bu devinim sonucunda bir farkındalık oluşuyordu. Su sesinin ruhumda oluşturduğu terennüm, sanki ahşap ile birleşiyor üzerinde çalışacağım sert zemini kendiliğinden yumuşatıyordu. Oluşan bu estetik huzur beni kendisine hayran bırakırdı. Muş’taki dağların ovayla buluştuğu noktalar, o kadar estetiktir ki. O buluşmalarda hafif bir es vardır ve harika bir renk geçişi… Bunlar beni o dönemde mutlu eden ve besleyen şeylermiş meğerse. Dolayısıyla şehrin ve coğrafyanın etkisini gördüm yaşadım Muş’ta. Hâlâ en büyük favorim Muş lalesidir. Birçok işimde kullanırım Muş lalesini. İzmir ise bana başka ufuklar sundu. Evrenselliği, farklı kültürleri ve farklı kültürlerdeki sanatsal bakış acılarını; eski binalar, yapılar, cumbalı taş ve ahşap evler kadim Rum kültürünü vs. Tabiî İzmir’de 8 sene kadar antika restorasyon işleri yapmam da bana ayrıca bir bilinç ve ufuk kattı. Kısacası Muş ve İzmir iki farklı şehir iki farklı coğrafya fakat her ikisinin sentezi oluştu bende ve yaptığım işler de seviyorum ikisini de… Halk dilinde kemikleşmiş anlamlar vardır. Mesela birçok insan ‘ahşap ahşaptır!’ diye düşünür. Bu işin ‘tabir-i caizse’ doktoru olarak sormak isterim her ahşap aynı mıdır? Ahşapların lisan-ı meâlini dinlemek isteriz sizden? Sabır gerektiren bir iş... Onun dışında ağacı iyi tanımanız gerekiyor, her ağacın kendine has bir karakteri var. İnsanın huyu gibi ağacın da suyu var! Her ağacın sertlik derecesi, suyu ve ince dokusu farklıdır. Cevizin karakteri bambaşka, sayı//18// ocak 62
ona emek verdikçe karşılığını verir. Güzel oydukça, zımpara yaptıkça ve cila sürdükçe gittikçe güzelleşir. Ihlamur ağacı nereden oyarsan oy bir şey demez, mülayim arkadaşlara benzetirim ben onu. Kimi ağaçlar vardır meşe gibi… Oyamazsın kolay kolay, kırılır karşılık verir sana. Ağaçlarla aranızda bir bağ kurmanız gerekir yoksa istediğiniz sonucu alamazsınız. Sert ve yumuşak ağaç türlerini bilmeniz gerekir. Aynı insanlar gibi… Ağaçlarla uğraşa uğraşa, insanlarla geçinmeyi ve iletişim kurmayı öğrendim. Ağaçlar insanı terbiye ediyor. Her ağaca her desen yakışmaz. Çam ağacı çok daha geniş damarlıdır ve yaptığınız desen kaybolur. Ama ıhlamur dümdüz bir yüzeydir, ne yaparsanız görünür. Ağaçları yerinde ve doğru kullanmalısınız yoksa esas neticeyi alamazsınız. Diyelim ki ceviz kullanmanız gereken yerde ıhlamur kullandığınız yüzde 50 verim alırsınız. Bir de altın oran önemlidir. Bu konuda alt yapınız ve çiziminiz sağlamsa onu yakalayabilirsiniz. Sohbetimiz esnasında eserlerinizden, ahşabın büyülü dünyasından bahsederken sizdeki o müthiş heyecanı fark etmemek mümkün değil. Eserlerinizi ortaya koyarken aranızda özel bir bağ oluştuğu o kadar belli oluyor ki. Bir görev değil; bir aşkın ayak izlerine emeğin izini koymak gibi. Yanılıyor muyum? Evet, ahşapla aramda güçlü bir bağ var. Ahşabı seviyorum. Ahşap canlı bir organizma, dokunup sevebileceğiniz bir sevgili gibidir. Mesela her ahşabın dokusu farklıdır. Dokunduğunuz da hangi ağaç olduğunu hissedersiniz, hiç birisi diğerine benzemez teni, dokusu, mesamatı… Ve emek verdikçe karşılık alırsınız. Sizi mutlu eder. O yüzden ahşapla uğraşan insanların bir şekil de ahşapla bir bağı olur muhakkak… İlham, sanat icra edenlerin âsa’sı… İlham, sanatçının eserleri ile aralarındaki göbek bağı belki de!.. Birikimle, donanımla, yetenekle soluk alan sanatçı; ilham olmadan sanki eksikliğinin avlusunda volta atan kahramandır! Ahşap oymacılıkta ilhamın yerini öğrenmek istiyoruz? Ahşabın bizzat kendisi bir ilham kaynağı dokusudur. Damarları, kıvrımları size büyük bir ilham kaynağı oluyor zaten. Bununla beraber benim şahsen en büyük ilham kaynağımsa doğadır. Tabiî bununla beraber birikimleriniz de size ilham kaynağı olabiliyor. Özel işlerim de yani sipariş olmayanlar da bor ahşap parçasını alırım ve başlarım oymaya. Ne olacağını, ne çıkacağını bilmeden öylece başlarım! Sonra gerek vurduğum darbeler, gerek ahşabın dokusu, damarı ve gerekse de o anki ruh halim; ortaya bir şey çıkarıyor. Benim de beklemediğim hatta bazen beklentimin çok üstünde eserler çıkıyor. Bu ilginç bir durumdur. Yani o anda bana ne ilham geliyorsa
onu yapıyorum. İnanır mısınız en güzel eserlerim oluyor bunlar. Sayın Güler, tarihi çok eski zamanlara dayanan ve Anadolu Selçuklu devrinde ortaya çıkan oymacılık, Osmanlı tarihin en iddialı sanat dallarlından biridir. Geçmişimiz ve geleceğimiz ile aramızdaki birçok özel bağı yok etmeye çalışan kişi ya da nedenler hep olmuştur. İnce işçiliğin kanını emenler, hazır işin sofrasına hizmet ederek geçmişin bize emanet ettiği hazineleri; paslı bir boşluğun çukuruna atmaktalar aslında! Bize ahşap oymacılığının ağrıyan yanlarından bahsedebilir misiniz? Şöyle başlayabiliriz. Gereken takdiri görememesi, sanatın ayrıca gerekli ilgiyi görmüyor olması, bu alanın gittikçe yok olması. Yeni insanların, sanatkârların yetişememesi… Bu konu kişilerin bahsedebileceği bir alan değil açıkçası! Devletin bu konuda ciddi önlemler alması gerekir. Çünkü bu alan da ustaların yetişmesi çok zor, var olanlarda yavas yavas tükeniyor. Bunlar bu konudaki en önemli sorunlar. Kültür bakanlığının bu konuya ciddi bir şekilde el atması gerekiyor. Bu is bir ebru, hatt, tezhip sanatları gibi değil; yetişmiş insan sayısı yok denecek kadar az. Mevcutların da birçoğunun sanatsal bir endişesi yok! Buna ciddi bir kaynak ayrılması ve yeni yeteneklerin keşfedilmesi gerekiyor. İyi bir usta aynı zamanda yetenekli olmalıdır bu işte. Evet, yok olmak üzere bir geleneksel sanatımız ahşap oymacılığı. Bu sadece işyeri aç, senden vergi almayacağız mantığıyla bir yere varmaz! Ciddi bir desteğe ihtiyaç var; maddi ve maneviii… Haklısınız maddi ve manevi destek son demlerini yaşayan birçok sanat dalına merhem olabilir. Arkasından kendi yansımasını yetiştiremeyen sanarkârların fedakârlığı ve devlete düşen görev bu ince emeklerin soluğu olabilir. Ceviz ağacına gelmek istiyorum. Bildiğim kadarıyla ceviz ağacı ağaçların en serti ve en dayanıklısıdır. Bu yüzden ceviz ağacından yapılan birçok eser yıllara kafa tutarcasına dayanıklılığını ispatlamaktadır. Benim merak ettiğim bir de gül ağacı! Manevi bir hassaslıktan mıdır bilmiyorum ama gül ağacından neler yapılabilir bunu ben de merak ediyorum. Okurlarımızı da aydınlatmış oluruz ne dersiniz? Ceviz ağacı ahşapta ve ahşap oymacılığında gerçekten özel bir yere sahip. Bütün oymacılık tarihinde rastlıyoruz ceviz ağacına. Doğu ve Batı kültüründe olabildiğince kullanılmış. Bugün birçok Selçuklu eserinde Osmanlı eserlerinde de cevize rastlıyoruz. Gerek sağlamlığı (tabiî iç mekânda ) gerek dokusunun güzelliği, cevizi bütün tarih boyunca albenisi olan bir ahşap yapmış. Ceviz karakterli bir ağaçtır. Verdiğiniz bütün emeğin karşılığını veren bir ağaçtır. Ve birçok alanda kullanılmıştır ceviz ağacı. Uymada
biraz sert olmasına rağmen, isçiliği en iyi gösteren ağaçtır Mesela ayni isçiliği başka bir ağaca yapın kendisini göstermez ama ceviz emeğinizi asla gizlemez; cömerttir merttir… Gül ağacına gelelim Mehtap Hanım… Gül ağacı dediğimizde esasında iki farklı şeyden bahsediyoruz. Bir tanesi gül çiçeğinin kökünden elde edilen ve daha ziyade pipo kullanımda kullanılan bir tür. Diğeri ise damar ve dokusundan dolayı güle benzeyen tropikal kökenli gül ağacı. Eserlerinizden, sabrınızdan, mesleğinize duyduğunuz aşktan bahsettik. Ahşabın ilham ile buluşmasındaki o efsunlu bereketten bahsettik. Ama onları daha hiçbir yerde sergilemediğinizi duymak biraz üzdü bizi. Sayın Güler eserlerinizi bir sergi ile şereflendirmeyi düşünmüyor musunuz? Önümüzdeki süreçte en büyük hedefim bu aslında. Yani bir sergi açmak ve yaptığım eserleri insanlarla buluşturmak, tanıştırmak. Bunun için hali hazırda çalışmalarım var. Bir yandan sipariş islerimi yaparken diğer taraftan sergi için hazırlıklar yapıyorum. İyi bir çalışma temposundan sonra ilk sergimi planlıyorum nasipse… Ülkemizde oymacılık sanatı ile uğraşan çok kişi var. Ama işin ticaret kokan sunî metaforundan uzak kalmış; ahşabı iğne oyası gibi işleyen biliyorum ki çok az kişi var! Bu sanat dalının inceliğini özgünlüğünü yitirmeden devam etmesi adına sizin nasıl bir çabanız var? Bu konuda eğitim çalışmaları hiç düşündünüz mü? Evet, özel bir kurs açma düşüncem var önümüzdeki bir iki sene içerisinde. Nasip olursa düşünüyorum. Ve mümkünse genç arkadaşlardan oluşan bir kurs hedefim var. Çünkü bu işin bir şekil de yaygınlaşması gerekiyor. Şu anda bunu bizlerin özel çabalarıyla mümkün olacağını düşünüyorum… Sayın Aşir Güler Şehir ve Kültür Dergisi olarak bize Osmanlı Tarihinin emaneti olan ahşabın dünyasını tanıttığınız için teşekkür ediyoruz… Estağfurullah Mehtap Hanım. Ben teşekkür ederim size ve sahsınızda Kültür ve Şehir dergisine... 63
eytan der ki; “Tüketimin yok etmekle eş anlamlı olduğu gerçeğine inanmayan birileri kaldıysa savaşımız bitmedi” sloganıyla mücadeleye devam… Yenilikler bulmak gerek, hiçbir zaman yeni kalamayacak yeni yenilikler…
DEHRİN MODERN HALLERİ Öpüp başımızın üstüne koyduğumuz nimet gibi aziz bilirdik toprağı, tarımın ne kimyasalından ne organiğinden haberimiz vardı. Toprak ne verirse eyvallah derdik Hulusi ÜSTÜN
Mutlu olmaya gerek yok, bu sakil söylemleri bir kenara bırakmak gerek. Mutlu insan tüketemez! Her şeyin satın alınabileceği bir çağ bu. Aşkın, ideallerin, daha pırıltılı tenlerin, daha lezzetli yiyeceklerin, daha fazla güneşin ve daha fazla rengin satın alınabileceği bir çağ. Satın alabildiği, tükettiği, eskittiği ve bu satın alma hırsıyla daha fazla değeri satılığa çıkardığı ölçüde anlamlı insanlık. Bırakın insanı tarif eden modası geçmiş filozoflar eşref-i mahlukattan, homo economicus’tan bahsedip dursun. Devir “homo consummatus’ların”(1) devri. Descartes yaşasaydı bu çağa teslim olur ve doğrulardı bizi. “Consummato ergo sum!” Derdi. Tüketiyorum öyleyse varım! Tarihi daha çok satanlar yazıyor. Best Seller olabilirsen tarih de olabilirsin. Coğrafya, yeryüzünün hangi köşelerinin pazar, hangi köşelerinin çöplük olacağını saptamaya yarayan ilim dalıdır. Sanat, tüketimi teşvik için var. Müzik müşterinin uyuşması için. İktisat bilimi, pazar payının çetelesini tutmak için gerekli. Din, belirli günlerde tüketimin arttırılmasını teşvik eden ritüeller zinciri. Biz daha fazla satalım diye aşık oluyor insanlar; daha fazla satmamız için savaşlar çıkıyor, dünyanın dört köşesi yanıyor, her dakika bir yerlerde adını bilmediğimiz çocukların babaları ölüyor, annelerinin onurları kırılıyor. Ölenler yerini yeni müşterilerimiz olmaya aday başka çocuklara bırakıyor. İyi birer Homo-consummatus olmazlarsa onlar da ölecekler. Onlara nasıl tüketeceklerini öğretmekten başka bir işlevi olmayan televizyonların başına kilitlenip kalmalılar. Daha güzel kızlar ve daha yakışıklı erkekler onlara tüketimin nasıl olacağını öğretmeli. Bütün öğretmenler genç olmalı. İsa da otuz üç yaşındaydı. Yaşlılar yeterince tüketemez, o halde yaşlıların olmadığı bir dünya kurmalı. Yaşlılar mabetlere çekilsin, bakımevlerine, huzur evlerine tıkılsın. Bize tutkuları susmayacak gençler lazım.
sayı//18// ocak 64
Tutkuları bizim yerimize onları kamçılayacak, ‘daha fazla tüket!’ diye emredecek. Terleyip, kan döküp kazanmalı insanlar ve daha çok satın almalı, daha çok tüketmeli, daha çok satın almalı… en son kendilerini tüketeceklerini asla fark etmemeliler. devran, değişim, dönüşüm Bütün teolojik kaynaklar Adem’e secde etmeyi reddeden Şeytanın varlığını kabul ediyor. Onun bu başkaldırısı, dini mitolojide ayrıntılarıyla anlatılıyor. Son semavi kitap, şeytanın lanetlenmesine yol açan repliği bütün sadeliğiyle dile getiriyor: ‘Senin kullarından kendi istediğimi mutlaka alacağım. Onları saptıracağım ve boş heveslerle, özlemlerle dolduracağım; ben onlara emredeceğim, onlar da develerin kulaklarını kesecekler. Ve ben onlara emredeceğim, onlar Allah’ın mahlukatını ifsat edecekler!(2) Şeytan da bilgisini tecrübeyle olgunlaştırıyor olmalı. Tüm dünyada mahlukatın ifsat edilmesini sağlamayı amaçlayan hiçbir metot kapitalizm kadar etkili olmamıştı. Şimdi şeytani bir pazarın ortasında Pavlov’un deneklerine döndü insanlık. Kendisine gösterileni alıyor, kendisine gösterileni tüketiyor, başkalarının istediklerini kahraman ediyor, başkalarının istediklerini alkışlıyor, yuhalıyor. Tüketimin ölçüsü zaruretti bir zamanlar. Türk için ekmek nimetti, Çinli için pirinç, Arap için hurma, Rus için patates, Meksikalı için mısır. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın insan, nimet bildiğini öpüp başının üstüne koyuyordu, aziz biliyordu, kutsuyordu. Kanaat ettikçe kıymetleniyordu
elimizdeki değerler, başkasıyla paylaştıkça hafifliyordu ruhumuz. Öpüp başımızın üstüne koyduğumuz nimet gibi aziz bilirdik toprağı, tarımın ne kimyasalından ne organiğinden haberimiz vardı. Toprak ne verirse eyvallah derdik. Sahi eyvallah lafını da nasıl tükettik. İçi boş bir diş macun tüpünün üzerine yaldızlı harflerle yazılmış bir markaya döndü eyvallah. Hal hatır sorana eyvallah, övene eyvallah, sövene eyvallah. Çelebilik bu riyakar kabulün adı oldu nicedir. Cebimizde banka kartları, parmak uçlarımızda ekstradan kimyasal katkılı sigaralarımız, sırtımızda ‘only dry cleaning’ kumaştan ceketlerimiz olduğu halde “eyvallah” diyoruz gelene gidene. Düne kadar tanrıyı doğrulayan bizler bugünlerde her şeyi doğrular olduk çelebice. Yukarıdaki manifestonun gönüllü muhataplarıyız. Şairlerimiz eyvallah diyor, yazarlarımız eyvallah, editörlerimiz eyvallah diyor, savaşçılarımız eyvallah. Çünkü hepimizin cebinde en az bir banka kartı var. Evlerimizin baş köşesinde de şeytanın sözcüsü televizyonlar… ve hepimiz masum Mesih’in akranıyız. Hepimiz otuz üç yaşındayız. Eyvallah!
Şimdi başka türlü bir dönüş içinde yeryüzü. Saatler başka, yıllar başka. Bayramlar, kandiller, geceler başka. Özlemeyi unutturan görüntülü cep telefonlarımız, istemeyi unutturan kredi imkanlarımız, geçmişi unutturan fantastik sinemalarımız var.
an bu an… Sinema fragmanları ve reklam jenerikleriyle kirlettiğimiz bir kavram da zaman. Şimdi başka türlü bir dönüş içinde yeryüzü. Saatler başka, yıllar başka. Bayramlar, kandiller, geceler başka. Özlemeyi unutturan görüntülü cep telefonlarımız, istemeyi unutturan kredi imkanlarımız, geçmişi unutturan fantastik sinemalarımız var. Zaman, bütünsel bir izafiyet olarak kabullendiğimiz kutsalımızdı oysa. Biz, gece 65
kimsenin hiç kimseyi beklemeye tahammülü, yok artık. Şark artık Bin bir Gece Masalları’nın diyarı değil. Bin bir gece sürecek bir masalı dinleyecek kadar sabırlı prenslerimiz kalmadı. Bu çağın Şehriyar’ı her gecenin sonunda bir başka Şehrazad’ın boynunu koparıyor. Herkes ertesi gün yatağını ısıtmasa da gönlü ısıtacak bir sevgili bulacağından emin çünkü. Ne acele bir yaşam gayreti bu. Ne acele bir edinim süreci… Kaynaştırdığımızı, sentezlediğimizi sanarak kaybediyoruz bizi farklı kılan her şeyi. Damarında yetmiş iki kavmin kanını taşıyan çocuklarıyla modern çağ, dünya vatandaşlarını yetiştirmiş olmanın gururuyla ne kadar övünse az. O çocuklar ki nerede olursa olsun aynı dil konuşan, aynı şarkıyla coşan, aynı şeylerden nefret edip aynı şeylerden hoşlanan yığınları oluşturan bireyler. Tek farkları aynı marka t-shirtleri, üzerinde farklı modern çağ sloganları taşımaları.
Zamanın bir yerindeyiz işte… İsa doğalı iki bin on altı yıl oldu.
yarıları insanlığın nasıl hayvanlaştığının örgün eğitimini almadan evvel, güneşi uyandırırdık her şafak saati; mahmur sulara değerdik ışıltılı ellerimizle. Hayra niyet edip tanrı adını anarak başlardık güne. Akşam ortalıktan el ayak çekilince gün boyu yapıp ettiklerimizin hesabını görürdük. Kimi geceler gözlerimize uykuyu yasaklayan vicdanlarımız vardı. Sahi biz ne çeşit ademlerdik… Şeytanın manifestosuna uyduğumuzdan beri uykumuzun en derin yeri şafak saati. Akşam saatlerinde daha çok satın alıyoruz o günden beri. Bayramlarda, kandillerde, yortularda daha çok tüketiyoruz. Bir Brezilyalı pagan gibi karnavala çevirdik zamanın kutsal yüzünü. Af dilemek yerine eğleniyoruz nicedir. Başkalarıyla paylaşıyoruz coşkumuzu. Coşkudan başka paylaşılacak hiçbir şeyi tanımaz olduk. Daha çok tüketiyoruz. En az bizim kadar tüketme gücü olanların arasından seçiyoruz dostlarımızı. Tanrıya dair kanaatimiz de şu; hayatı bu kadar güzel kurguladığına göre ölümden sonrası da güzel olmalı. O halde bize bugünleri sağlayan kapitalizmin mabetleri olan mega marketlere gidip şükranlarımızı sunmak gerek. Daha iyi marka bir ürünün daha ucuza alınma imkanı her zaman var. Tıpkı her günahın tövbesi olduğu gibi. Tüketici kampanyaları kapitalizmin yortularından başka bir şey değil. Ne kadar çok taksitten yararlanırsak o kadar affa mahzar olacağız. Sadece kandil günleri vardı ecdadımızın; şimdi bize her gün florasan, her gün halojen, her gün lazer ışığı sağlayan kapitalizme şükürler olsun. ‘Şark oturup beklemenin yeridir!’ diyen Ahmet Hamdi Tanpınar görmeliydi bugünleri. Hiç
sayı//18// ocak 66
Eriyip benzeşiyoruz başkalarına. Kaybettikçe, farklılıklarımızdan sıyrıldıkça kabul görüyoruz. Aynı ayinlerde aynı kurbanları sunuyoruz ötelere. Tanrıyı toteme, tanrı elçilerini pop yıldızlarına, ibadetleri tabuya, mabetleri festival alanlarına marketlere dönüştürüyoruz. Tükettikçe anlamlanıyor varlığımız. Yaşlı dünya bizden nefret ediyor. Zamanın bir yerindeyiz işte… İsa doğalı iki bin on altı yıl oldu. Yeryüzünün her köşesinde birbirinin benzeri bir coşkuyu paylaşıyoruz. Her an daha çok dönüştürelim zamanı. Vecd içinde sarhoş olalım, çünkü İncil’de öyle buyurulur; ‘kalilu minel hamri, yufarreh kalbel insan’ (3) Öyleyse içip ferahlatalım kalplerimizi. Hangi kitaba inanırsa inansın insanlık, hangi totemin önünde eğilirse eğilsin coşkuya kaptırmalı kendisini. Başka ferahlamış kalplere hediyeler sunmalı. Bu coşkulu karnaval kalabalığına kapıldıkça zamana uyacağız. Zaman uydukça hep genç kalacağız. Sürüp giden savaşlar, başında akbabaların bekleştiği siyah çocuklar, organ mafyası elinde dolaşan steril paketler içindeki çocuk yürekleri ve kornealar… Bütün bunlardan size ne! İsa insanlığın günahına kefaret olsun diye doğmadı mı? Zaman işte bu zaman ve hiçbir zaman olmadığı kadar ‘an kame kan !’(4) Kaynakça
1) Tüketen insan 2) Kuran 4/20 3) Luka İncili’nin Arapça metninden. “Az içki kalbi ferahlatır.” 4) Hazreti Ali’ye atfedilen “an bu andan ibarettir” anlamında bir söz.
Bahçeler, Evler ve Efendiler Denizde gemiyle akıp gidenler, Kıyıdaki kamışlık gidiyor sanırlar. Hz.Mevlânâ
Şu evler var ya, efendiler, Şu evler, Bundan elli yıl sonra yoktular. Bir vakit onlar konaktılar. Ve şehre tepeden baktılar.. Dev bir ayak geçti üzerlerinden, -elli yıl geçti, yere battılar.. … Esmer ekmek girmezdi bu evlere, Ve sekize bölünmezdi, bu evlerde yaşayanlar ölmezdi.. Oysa saten duvarlar hüzün perdesi, Yaşlar baykuşlar gibi tünerdi gözlerin kıyısına çoğu kez Bunu kimseler bilmezdi. … Şu bahçeler var ya, erenler, şu bahçeler, Bir vakit değildiler.. Geçti zaman -yaman bir rüzgâr esti, Eğildiler.. … Şu lâtince çiçeğin yerinde bir hatmi vardı bir vakit, Hiç hatırımdan çıkmaz, -her bahar pembeleşirdi. Gül sanırdı kendini garip, Serçeyi bülbül sanırdı, Cilveleşirdi.. Kelebekler yüksek uçtu bir zaman kumrular günü devşirdi, kahvaltıya geldiler..
… Şu komşular var ya, komşular, Şu komşular, Yolun iki yanında kavaklar gibi fısıldaşan, bizi kovlaşanlar.. Onlar sonraki bir vakit yoktular.. … Üç numara yeşil kapı. Babalarını iyi tanırdım; Emeti hanımdan emekli, üçyüz onsekizli, sessiz, efendiden bir adam, Karşı evde sekiz baş horanta, Fidan gibiydiler, Ve çoktular.. Böylece şehrin yarısını tuttular.. Sağda bir kapı vardı, Hiç kapanmazdı, Kılcı Nuri Efendi ve ihvanı İki azerî oğlanı okuttular.. … Bu katar, Ey canlar, Geçer-gider bu garip istasyondan Geçmiş zaman bahçelerine doğru, Çiçekleri ıtırlanır, Geçmişleri hatırlanır Ve köşeyi dolanır rüyalar, Nereye giderler Bunca saltanattan sonra İnsan sormaya utanır.. Geçip giden tren mi istasyon mu bilinmez Canlar, Bilinmez, Herkes kendini ebedî sanır..
Kâmil UĞURLU 67
HER DAĞIN TEPESİ
BİR BURÇ OLSUN TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKÂYESİ -ONİKİNCİ BÖLÜM-
Katma’da 26 Ekim 1918’de bir taraftan düşmanı durdurma telaşı yaşarken diğer taraftan da tehlikeye giren Bayır-Buçak, Ordu, Antakya, Belan ve İskenderun hattının korunması için çalışmalara başlamıştı. Ali Arslan CAN
alman’ın içinde bulunduğu Kafkaslardaki Osmanlı gazileri Erzurum’a gelirken Ali’nin diğer bir kardeşi Hanifi, savaşa savaşa Katma-Antakya hattına kadar çekilen Yıldırım Orduları’nın yorgun, düşmanı durdukları için umutlu gazileri ile birlikte daha tükenmediklerini ispat için yeni görevini bekliyordu. Kafkaslardaki muzaffer ordunun nefesini kesen Mondoros Ateşkes Anlaşması, Anadolu’nun narenciye kokulu Doğu Akdeniz’deki en doğal limanı ile irtibatını kesmek için bir makas gibi kullanılmak isteniyordu. İtilaf Devletleri, Harb-i Umumi’de Doğu Akdeniz sahillerindeki Toros ve Amanos dağlarının da doğal bir muaveneti ile denizlerde güçlü İngiliz kuvvetleri bile Anadolu’ya girememişlerdi. Çareyi Kudüs – Şam - Halep üzerinden Anadolu’ya karadan girmekte bulmuşlardı. Katma Müdafaası onların niyetlerini boşa çıkarmış ve Antep’i de işgal bölgelerine katma çabaları gerçekleşmemişti. Düşman, Halep-Anteb-Maraş’tan bir kama gibi Anadolu’nun bağrına saplanmak isteniyordu. Yıldırım Ordularına bağlı olan 7. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa ve komuta heyeti Katma’da 26 Ekim 1918’de bir taraftan düşmanı durdurma telaşı yaşarken diğer taraftan da tehlikeye giren Bayır-Buçak, Ordu, Antakya, Belan ve İskenderun hattının korunması için çalışmalara başlamıştı. Akdeniz’in en önemli sahili olan Basit Burnu-Karakaş arasını denizden de tehlikeye düşebilirdi. İngiliz Allenby’nin komutasındaki İtilaf güçleri yanında bulunan bazı hain Araplara şimdi Antakya-İskenderun-Adana hattında yaşayan Ermeni komitacılarının da katılma ihtimali belirmişti. Sadece nizami askeri birliklerle savunma yapılamayacak bir durum ortaya çıkmıştı. Üstelik daha ne kadar kuzeye çekilineceği de belli değildi. Ordu çekilse bile müdafaa ve mücadele devam etmeliydi. 7.Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa kararlı, muhatabına göre ya emir ya tavsiye ediyordu: —Kendinizi müdafaa etmeyi düşün! Teşkilat kurun! Milli kuvvetler meydana getirin! Silahları ben vereyim! Ordu Karargâhı’nda Anadolu’nun savunması için bıçağın kemiğe girmesi gibi olan bu vaziyete bir çare aranıyordu. Bölgeyi bilenlerin hemen yeni görevleri tespit edilmiş, bir an önce vazife alanlarına gitmeleri emr edilmişti. Karargâhtan bir er telaşla Halep şehir savaşından beri uykusuz olan Ordulu Hanifi ve ekibini arıyordu. “Oradalar”
sayı//18// ocak 68
sesini duyan Hanifi sanki kendilerinin arandığını fark etmiş gibi uyandı. Silaha sarılmasına gerek olmadığını görünce hızlı bir şekilde kalktı. Gelen erin bildiği sadece hemen komutanın yanına gitmeleri gerektiğiydi. Karargâh Kurmay Başkanlığı’ndaki komutanlar kimin nereye gideceğini, hangi komutanla irtibat kuracaklarını ve ne yapılması gerektiğini açık bir şekilde söylüyorlardı: -Mücadeleye devam edilecek, ağır ve büyü silahlar bir an önce kuzeye aktarılacak, öbür silah silahlar düşmana, haine değil millete dağıtılacak. “Hızlı, gizli ve tam olarak görev yapmayacaklar şimdi söylesin” diyen komutan cevabı hemen istiyordu. Hanifi: -Bunca yıl bizi şehid olarak yanına almayan Allah’ın takdirine tabiyiz. Hemen çıkalım. Acil görevli herkesle birlikte ayrılan Hanifi ve grubu kendilerine düşeni yapmak üzere en kestirme yoldan bütün düşmanların bir an önce el koymak istedikleri Akdeniz körfezlerinin sultanı İskenderun Körfezi’ne ulaşmışlardı. Sonbaharda bile olsa nemli ve sıcak havası çok iyi gelmişti aylarca çöl ikliminde nem değil suyu bile zor bulan bu yılmaz gazilere. Hanifi, “burada insanın su içmesine bile gerek yok, havayı solusa su içmiş oluyor” diye düşünürken bütün kaslarının gevşediğini hissetti. İşi olmasa Palmiye ağacının altında bir güzel uyurdu. Ancak bir an evvel 41 Tümen komutanı Hüseyin Hüsnü’nün huzurunda olmaları gerekiyordu. Bir taraftan da körfezde bir düşman gemisi var mı yok mu diye tahkikat yapıyordu. Komutanın huzuruna geldiğinde bir de ne görsün daha önceden tanıdığı idi. Bir işaretle herkesin dışarı çıkmasını sağlayan Hüseyin Hüsün, Hanifi ile uzun süre görüşmeyen bir dost gibi sarıldı. “Daha ölmedik” diyen komutana Hanifi, “zor durdurduk, az kalsın Anadolu’ya giriyorlardı” dediğinde ikisinin derin ohları birbirine karışırken gözlerinden yaşlar çoktan yanaklardan aşağıya akıp gitmişti. Komutan: -Hep beraber sonuna kadar mücadele. Hanifi: -Ölmeden her yerde mücadele. Komutan: -Herşey ile. Hanifi: -Yılmadan usanmadan. Sanki birbirini tamamlayan iki can dost veya birbirine yemin ettiren iki fedai gibiydiler. İskenderun Körfezi açıklarında bazı gemilerin
dolaşmaya başladığını anlatan komutan, Hanifi ve ekibinden yüksek bir mekândan hem denizi hem de geniş sahili gözetlemelerini istemişti. Ayrıca Amanos dağlarının Belan kısmanda yaşayan Ermenilerin tavrının öğrenilmesi de görevleri arasındaydı.
Ayrıca Amanos dağlarının Belan kısmanda yaşayan Ermenilerin tavrının öğrenilmesi de görevleri arasındaydı.
O gece temin edilen yerde dinlenen Hanifi ekibi ikinci gün Belan Gediği’ne oradan da buraların en yüksek yeri olan Çobandede Tepesi’ne yürümüştü. Tepenin Amik ovasına bakan yamaçların geldiklerinde Cebel-i Akra’yı uzaktan gören Hanifi’de büyük bir memleket özlem meydana geldi. “Acaba ana-babası ne âlemdeydi, Ali ve Salman ağabeyleri dönebilmişler miydi? Bir gün izin alıp gitse yeterdi ona. Keşke karşı dağda görev verilseydi ya..” diye düşünürken, anasının “bilirim önce vatan için çalışırsınız” sözü aklına geldi. “Hele biraz daha sabr edeyim, belki benden ümit bile kesmişlerdir, şimdi de gitsem bir yıl sonra da gitsen yine aynı sürpriz olur” dedi içinden. Öğle vakti Çobandede Tepesi’nin İskenderun’a bakan tarafında belki de bin metreden daha yüksekteki yamaca ulaşmışlardı. Burada kendisini bir kuş gibi hissetti İskenderun’a bakarken. Biraz hızlı atlasa denize düşer gibi görünüyordu. Komutan haklıydı. Bütün İskenderun havalisi dürbünlerle rahat bir şekilde seyrediliyordu. Atik Yaylası’nda kızılcık erik ağaçlarının altında zemini düz, oturmaya müsait bir mekâna yerleşmişlerdi. 31 Ekim 1918 Perşembe gün hava berrak, nem az açık denize kadar görünüyor, ufuktaki gemiler bile belli belirsiz seçilebiliyordu. Bu arada, bir gün önce ekibten ayrılıp yıllarca görmediği ailesini görmek için izin alarak Belan yakınındaki Kömürçukuru’na neşe içinde giden Alaaddin huzursuz, üzgün, yürümekte bile zorluk çeken bir yaşlı gibi yaklaşıyordu. Acaba “anne-babasına mı berşey oldu?” diye düşündü Hanifi. Ancak Belan dağlarının yiğit evladını ne sıcak ne soğuk ne hasret ne vuslat ne hayat ne ölüm yorardı. Bir felaket olmalıydı. Yanlarına yaklaşırken selam bile vereden “gavur gemisi var mı?” diye sordu. Ona “belli belirsiz, pek seçilmiyor” cevabı verilirken, Hanifi, komutanın onları gözetlemeye göndermesi; az, öz ve düz konuşan Yörük Allaaddin’in düşman gemisini görme telaşı ve ailesine kovuşma sevincini bile unutmasını birleştirince felaketin yaklaştığını anlamıştı. “Bize ateşkestiren bir anlaşma imzalanmış, artık ordu silah kullanmayacakmış, düşman da teftiş edecekmiş” diye son durumu özetlemişti Allaaddin. Ayrıca İngiliz; İskenderun, Boğazlar ve Batum’a hemen girmek istiyordu. Denizden İskenderun’a girmek isteyen İngilizler doğuda da 69
Korkak ve riyakârları hiç sevmeyen ve cesedi ölmemiş bir şehit gibi yaşayan Alladdin’i iyi bilen Hanifi, elini omzuna koydu ve onu Onbaşı Ali’nin üzerinden kaldırdı ve “Allaaddin imtihan imanla, kalble kazanılır, laf, hırs, kar ve kazançla değil”
Halep’i üs gibi kullanarak karadan Antakya’ya ulaşmak için Reyhanlı’ya doğru askeri hareket başlattıkları da öbür kötü haberdi. Mustafa Kemal Paşa’nın ordu ağırlıklarını kuzeye doğru çekmesinin sebebeni anlamıştı Hanifi, “yeni bir hat daha şimalde olacak” diye özetledi kendi zihninde. Bilgiler herkesin üzerinde şok etkisi yapmıştı. Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olan Hanifi ekibi bir süre sonra “demek daha savaş bitmemiş yeni bir şekilde devam edecek” kanaatine varmışlardı. Bu konuşmalar yapılarken dürbün başındaki Boşnak İsmet “gemiler boğaz girişinde” diye seslenince herkes yerinden fırlamıştı. Bir kişi hariç sanki geminin girmesini engelleyeceklermiş gibi “defol” tavrı göstermişlerdi. Ancak komutan Hüseyin Hüsnü’nün yanlarına verdiği, pek savaş görmediği anlaşılan onbaşı Ali de büyük bir değişiklik olmuştu. Bir gün önce “sen varsan bırak İskenderun’a Akdeniz’e kimse giremez” diye Onbaşı Ali, sabah topların kuzeye götürülmesi emri karşısında “gelseler de sahile çıkamazlar” şeklinde fikrini söylerken her vasatta yağcılık yapmaya devam etmişti.Gemileri gören Onbaşı Ali, “Akdeniz tuzlu, İskenderun nemli, gideyim ben Karadeniz’e” diye terhis muhabbeti etmeye başlamıştı. Namaz sonrasında hep sesiz dua eden Allaaddin, bu defa ikindi namazını sonrası duasında sesini gittikçe yükselmişmiş gemilerin batması düşmanların gark olmasını niyazı ile yalvarışını tamamlamıştı. Ayağa kalkan yağız Alaaddin doğru Onbaşı Ali’nin üzerine yürüdü. Anlaşılan onun konuşmalarından rahatsız olmuştu. Cüssesi iri olan onbaşıyı bir çomça hamlesi ile yere yıktı, bir taş gibi üzerine oturdu ve sanki Azrail’in temsilcisi gibi sözlerini sıradı: Sen ben mahlûkuz bu fani cihanda, Bil! Yaşarız birkaç gün bu vatanda. Ölürüz öldürürüz aslan gibi, Çakal-misal yaşamayız alçakça. xxx Allah’la beraber tapma bir kula, Sıkı bağlan Resulullah Mahmud’a, Zillete düşme! Bak kendine! Utan! Tabi olma bekasız bir mahlûka. xxx Nasıl olsa öleceksin dünyada, Kaçış yok aşağıda yukarıda, Azrail bekliyor her hal ü kârda, Ali isen bari fuadın olsun, Yörük “irenç” der vasfını bulursun. xxx Umut bağlama iflah olmaz Fransa, Anla merhamet yok o İtalya’da, İngiltere de kalmaz bu hengâmda, Cihat emr-i İlahi! İrade cüz’i, Bak! Kader değiştiremez cihanda, Beka buluruz biz Makam-ı Mahmud’da.
sayı//18// ocak 70
Korkak ve riyakârları hiç sevmeyen ve cesedi ölmemiş bir şehit gibi yaşayan Alladdin’i iyi bilen Hanifi, elini omzuna koydu ve onu Onbaşı Ali’nin üzerinden kaldırdı ve “Allaaddin imtihan imanla, kalble kazanılır, laf, hırs, kar ve kazançla değil” dedi. Hanifi, düşman gemilerinin açık denizden körfeze yaklaştığı malumatını hemen komuta ulaştırması için içlerinde en hızlı ve dakik olan Boşnak İsmet’i İskenderun merkezine gönderdi. Kendileri de arkadan geleceklerdi. 31 Ekim 1918’de Liman Von Sanders yerine Yıldırım Orduları’nın yeni komutanı Mustafa Kemal Paşa’dan ne emir gelirse o yapılacaktı. Ateşkese rağmen İngilizler, bir gün sonra geri atılsalar da 1 Kasım’da Reyhanlı’yı işgal ettikleri gibi 2 Kasım’da Musul’un işgaline devam kararını Ali İhsan Paşa’ya bildirmişlerdi. Bu arada İstanbul’da önemli değişiklikler yaşanmakta idi. 2/3 Kasım’da Enver, Talat, Cemal Paşalar ülkeyi terk etmek mecburiyetinde kalırken, İngilizler bir an önce İstanbul ve önemli limanlara girmek için mayınları toplanmasını sağlıyorlardı. Üç yıl önce İngilizlere ölüm boğazına çevrilen Çanakkale Boğazı’ndaki mayınlar 3 Kasım’da kaldırılmaya başlanmış ve aynı gün bir Fransız gemisi de körfeze girerek İskenderun’un yakınına gelmişti. Bu vahim durum karşısında Mustafa Kemal Paşa yeni bir şeyler yapılması gerektiğini görmüştü. İtilaf Devletlerinin hızlı bir şekilde ülke limanlarına
girmeleri yeni yapılanmaları imha etmek maksatlı idi. Kemal Paşa, düşmanın karaya ayak basmasına izin vermek niyetinde değildi. Bütün tedbirler alınmış, gerekirse körfezde bir savunma savaşı yapılacaktı. Ancak Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, “İtilaf Devletleri İskenderun’a zorla girmeye kalksalar hatta ateş açsalar bile karşılık vermeyin” emri üzerine alınan tedbirlerin fazla bir kıymeti olmamıştı. Bu tavırlardan şüphelenen Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’ne göre nereye kadar çekileceklerini ve Toros tünelleri hakkındaki hükmün ne olduğunu sormuştu. Anlaşılan İç Anadolu’ya geçiş için çok önemli Toros Tünelleri kontrolü bile düşmana bırakılmıştı. Lazkiye-Adana hattı daimi olarak düşmana bırakılamazdı. Düşman serbest olursa istediği gibi düzenleme yapabilirdi. Katma’da bulunan 20 Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa çok önemli kararlar almak üzere bağlı bulunduğu Yıldırım Orduları Komutanı M. Kemal Paşa’nın yanına geldi. Yıldırım Ordularının diğer iki paşası Nihat Paşa Adana’da Ali Rıza Paşa ise Ceyhan’da idi. 4 Kasım 1918’de alınan kararla terk edilecek bölgelerde işgalcilere karış direniş ve mücadelenin nasıl olacağı ortaya konuluyordu; Ordu çekilecek, Milli direniş başlayacak, Milli teşkilatlar kurulacaktı. Komutanlar, çekiliyoruz ama yanınızdayız, diyorlardı. Milli teşkilatlar kurulurken, İngilizler hemen İskenderun’a girmek istiyorlardı. Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, 5 Kasım’da, İngilizlere İskenderun Limanı’ndan yararlanma izini verirken, onların kalıcı olmayacağını ve sadece misafir olduklarını söyleyerek komutanlar ve halkı teskin etmeye çalışıyorlar, belki de öyle inanmak istiyorlardı. Acı gerçek bir gün sonra anlaşılacaktı. 6 Kasım’da İngiliz ve Fransızlar Çanakkale’den geçerlerken İngiliz hükümeti, İstanbul’a Yüksek Komiser olarak atanan Calthorpe’a verdiği emir; “İskenderun’un hemen teslimimi isteyin ve Türkleri bu bölgeye sokmayın” idi. İngilizler, 7 Kasım’da İstanbul’a girerken, İskenderun’un General Allenby’ye teslim edilmez ise şehri zorla alacaklarını bildirmişlerdi. Aynı gün Musul’daki İngiliz Generali Marshall da bütün Osmanlı askerilerinin Musul’u boşaltmasını Ali İhsan Paşa’ya emr etmişti.
Komutan M. Kemal Paşa, Sadrazam Ahmet Paşa’ya gönderdiği kapalı, şifreli ama içerisi açık, Toros dağları gibi sipsivri ve gerçeği ifade telgrafını çekiyordu: Bugün burayı isteyen yarın Kilikya’yı, Konya-İzmir hattını hatta hükümet üyelerinin seçimini bile isteyebilirler…. 8 Kasım’da son bir ümitle sıralanan bu ikazların hiçbir faydası olmuyordu. 9 Kasım 1918’de düşman İskenderun’a değil insanların bağrına ayak basmıştı. Misafir olarak geleceği söylenen İngilizler, halkı İngiliz evrak deposu önünde toplayıp, Osmanlı Devleti’ni temsil eden kaymakam ve liman başkanının ellerini bağlayarak teşhir edecek hatta seyirlik olarak bir maymun gibi sokaklarda gezdirecekti. Mustafa Kemal Paşa görevinden azl edilirken, Ali Kemal; İngiliz dostluğu ve onların medeniliğinden bahsediyordu.
İskenderun’a giren düşman milletin kalbine giremeyecekti. Milli direniş başlayacaktı. Nefes almak güç toplamak isteyenler bir taraftan Amanoslara diğer taraftan Toroslara çıkacaklardı.
İskenderun’a giren düşman milletin kalbine giremeyecekti. Milli direniş başlayacaktı. Nefes almak güç toplamak isteyenler bir taraftan Amanoslara diğer taraftan Toroslara çıkacaklardı. Anadolu kalesinin surlarının korunması gerektiğini gören Hanifi ve ekibinin de bulunduğu milli kuvvetler Mersin’den Basıt Burnu’na kadar her tepeyi bir burç gibi kullanmaya başlayacaklardı…. İstanbul Acele Çare Bulsun Zaman denk düşmezse Kader tecelli etmez, Duygular birleştiğinde Akıl söz dinelemez.
Ordu ve halk direnmeye hazır ama İstanbul’daki hükümet siyaseten çözüm taraftarı ve verilen emir; İskenderun’u teslim edin, idi. Kara gün yaklaşıyor, insanların gözlerinden yaş bile akamıyordu. İskenderun Körfezi’nde üzüntüden nem bile kalmamış, Yarıkkaya’nın rüzgârı kesilmiş, yiğitlerde ne bet ne beniz kammış, acze mahkûm olmuş gibiydiler. 71
stanbul’dan kalkan uçağımız yaklaşık 11 saat uçuşla başkent Kuala Lumpur’a iniş yaptı. Malezya ile Türkiye arasındaki saat farkı beş saat.
ASYA’NIN YILDIZLARI
MALEZYA VE
SİNGAPUR
Malezya halkının %60’ı Müslüman. Budizm, Hinduizm ve Hıristiyanlık inancına mensuplar da bir arada, dışarıdan bakıldığında bir huzur ortamı içinde yaşamaktadır. Murat YILDIRIM*
Malezya hakkındaki bilgilere bakacak olursak, şunları söyleyebiliriz; Güneydoğu Asya’nın dikkat çeken adalar ülkesi Malezya, 13 ayrı eyaletten oluşan, kendi aralarından seçtikleri bir “Kral” tarafından yönetilen “Federe bir ülke”. 28 milyon nüfuslu ülkenin %55-60’ı Malay, %25’i Çinli, %10’nu Hint ve geriye kalan kesimse diğer etnik kökenlere sahiptir. Eyaletlerin 9’u sultanlar, 4’ü genel valilerce yönetiliyor. Her 5 yılda bir dönüşümlü olarak, 9 eyalet başkanından birisi, “Kral-Melik” seçiliyor. Her eyaletin kendi anayasası, kendi meclisi ve senatosu var. Malezya halkının %60’ı Müslüman. Budizm, Hinduizm ve Hıristiyanlık inancına mensuplar da bir arada, dışarıdan bakıldığında bir huzur ortamı içinde yaşamaktadır. Kuala Lumpur havalimanından çıktıktan sonra, rehberimiz M.Zübeir ile tanışarak hemen başkente hareket ettik. Havalimanı ile Kuala Lumpur arası 60 Km’lik yolculuktan sonra, öğle vaktine yakın şehir merkezine ulaştık. İLK ZİYARETİMİZ,MASJİD NEGARA (NEGARA CAMİİ) Negara Mescidi, çevresinin temizliği, dört bir tarafının süs havuzlarıyla çevrili olması ve genel temizliği ile dikkatimizi çekti. Malezya’da büyük camii-mescidlerde girişte, önce sizleri görevliler, güler yüzle karşılıyor, sonra ziyaretçi defterine kayıt yapıyorlar, ondan sonra çıplak ayakla abdesthaneye ve camiye alıyorlar. Malezya’da Müslümanların büyük çoğunluğunun “Şâfii mezhebine” bağlı olduklarını da hemen belirtelim.
Negara Camii - Malezya
*Merkez Valisi
sayı//18// ocak 72
KUALA LUMPUR Başkent Kuala Lumpur, Malezya’nın dış dünyaya açılan en önemli kapısıdır. 180 yıl önce, kalay madenlerinde çalışan işçilerin çıkardığı madenleri alıp, ihtiyaçları olan malzemeleri satan tacirlerce kurulmuş iki nehrin kesiştiği noktada bulunan küçük baraka dükkânların olduğu bu bölgeye, mahalli dilde “Çamurlu kavşak” anlamında bu isim verilmiştir. Kuala Lumpur bugün ulusal ve uluslararası ticaretin merkezi konumunda bulunan, ticaretle yaşayan ve yaşatılan bir ekonomik, merkez Kuala Lumpur’u Menara KL Tower adlı, 165,5 metre yükseklikte inşa edilmiş kuleden seyrederek, dört bir tarafını gözlemledik. Ormanların
Başkent Kuala Lumpur
yeşilliğin içinde, her yeri modern gökdelenlerle donatılmış finans, ticaret, ekonomik merkez olarak görünmektedir. Dünya ticaret merkezinin de bulunduğu Petronas ikiz kuleleri ve 42. katta bulunan Gök Köprü (Sky Bridge) en çok ziyaret edilen yerlerinden birisi. Başkentte Bağımsızlık Meydanını, Kralın Sarayını ve Milli Anıt: (National Monument)’ı tropik iklimin gereği yağmur altında kısa da olsa görerek bilgiler aldık. Bir gün sonra,Kuala Lumpur’un resmi Başbakanlık, Bakanlık binalarının bulunduğu -Putrajaya – yeni şehre hareket ettik. Gayri resmi bir ziyaret de olsa, Malezya Devletini temsilen bir yetkiliyle tanışmak, ziyaret etmek istediğimizi daha önce, Malezya’nın İstanbul Turizm Ofisi Direktörlüğüne bildirmiş, Kısa özgeçmişimi ve resmi kimliğimizi önceden göndermiştim. Öğle vaktine yakın, Putrajaya’nın en önemli noktalarından birisi olan Putra Camii’ne gittik. Putra Camii büyük pembe kubbesi ve gül işlemeli granit yapısı, geniş avlusu, modern mimarisiyle bölgenin en dikkat çeken binalarının başında geliyor. Putrajaya bölgesinin başkanı Haşim bin İSMAİL’e makamında ziyaret ederek tanışma ve sohbet etme imkanı buldum. Bizleri son derece güzel bir şekilde karşıladı ve ağırladı. Malezyalı Müslümanları genelde; Mekke ve Medine’de hac ve umre ziyaretlerinde tanıdığımızı, kibar ve nazik davranışlarıyla dikkat çektiklerini, ülkelerine
ilk defa geldiğimizi, ülkelerini tanımaktan ve kendileriyle tanışmaktan, gösterdikleri ilgi ve konukseverlikten dolayı şahsımız ve ailemiz adına teşekkür ettik. Kendisini, ülkemize geldiklerinde aynı şekilde misafir etmekten mutlu olacağımızı ifade ettim Türkiyeden kendisi için getirdiğim, Kütahya işi çini tabağı hediye ederek dostluğumuzun devamı temennilerinde bulunduk karşılıklı. Putrajaya bölgesinin diğer bir adı da, “Akıllı Bahçe Şehir” Çok farklı mimari ve kentsel peyzaja sahip, tabii güzelliklerin, en son modern teknolojiyle birleşip, harika bir sentez oluşturmasından dolayı bu isim verilmiştir. Serı Perdana bölgesinde, Başbakanlık resmi konutu, PICC adlı kısaltılmış şekliyle; uluslararası Kongre Merkezi, bitki ve hayvan varlığı bakımından ilginç çeşitler ile dolu vahşi hayat yeri olan, Putrajaya Sulak Alanı, 7.000’den fazla türü içinde barındıran, Taman Botani adlı botanik bahçesi bu bölgenin en meşhur ve ziyaret edilen yerleridir. PICC merkezinin, geleneksel uçurtma Wau Bulan’dan esinlenerek yapıldığını söylediler. Aynı gün ziyaret ettiğimiz, Putra Camiinin tam karşısında aynı göl havzasında Mesjid Besi isimli ferah ve büyük bir caminin farklı bir ortamı vardı. Camiinin dört tarafı ormanlarla kaplı, yemyeşil alanın ortasında, her yönü süs havuzlarıyla çevrili, kuş cıvıltıları arasında ibadet etmenin huzurunu duyacağınız bir yer. Mekan düzenlemeleri bakımından Malezyalı mimarları tebrik etmek gerekir. Günün son etkinliği olarak, Putrajaya Taman Botanı adlı botanik bahçesinde kısa 73
Putrajaya Camii
Evlerimizde genellikle birkaç çeşidine sahip olduğumuz orkide çiçeğinin burada birkaç yüz türünün olduğunu söylersem acaba inanır mısınız?
birgezinti yaptık. Afrika ve Asya Pasifik bölgelerinin bitkileri de dahil olmak üzere, 7.000 türden fazlasını barındıran bahçe, Malezya’nın en büyük botanik bahçesi olduğunu öğreniyoruz. Akşam yorgunluğunu otelde biraz dinlenerek attıktan sonra, Kuala Lumpur’un Chinatown denilen Çin mahallesinde gece gezmesine çıktık, bu bölgenin özelliğini görme inceleme fırsatını bulduk. Ertesi gün, Malezyada yeni bir güne uyanmıştık, iç hat yolculuğu gibi, Kuala Lumpur’dan, güneydeki şehir-devlet Singapur’a bir saat uçuşla vardık. Havalimanından kaldığımız otele, 15 – 20 dakika yaptığımız kısa yolculuk çok keyif vericiydi. Yolun her iki tarafı güzel bir şekilde çiçeklendirilmiş ana cadde değil , sanki bahçelerin içinden geçiyorsunuz. SİNGAPUR Singapur tamamen bir ada ülkesi. 1895’te Malezya Federasyonunun kurulmasıyla, Singapur Malezya’dan ayrılır ve bağımsızlığın temelleri atılır. 2. Dünya savaşında Japonlarca işgal edilir. Adı Syonan-to “güney adasının ışığı” anlamında değiştirilen Singapur, 1946’ya kadar İngiliz sömürgesi olmuş, 1946’da Malezya’dan bağımsız bir İngiliz kolonisi olur. 1965’te federasyondan çıkan Singapur bağımsız bir cumhuriyet olmuş. Nüfusu yaklaşık 5,5 milyon olan Singapur’un %74’ünü Çin asıllılar, %13’ünü Malaylar, %9’unu Hintliler ve diğer etnik azınlıklar teşkil ediyor. Din ve dil farkı büyük boyutlara ulaşınca, Singapur hükümeti Malay dilini milli dil ilân etmiş. Parlementer demokrasi sistemiyle yönetilen ülkede, sağlık, sosyal ve kültür hayatları son derece canlı ve hareketli, Refah ülkesi
sayı//18// ocak 74
standartlarını yakalamış görünmektedirler. İlk ziyaret ettiğimiz yer Natıonal Orchid Garden denilen, ulusal orkide botanik bahçesi oldu. Evlerimizde genellikle birkaç çeşidine sahip olduğumuz orkide çiçeğinin burada birkaç yüz türünün olduğunu söylersem acaba inanır mısınız? Yaz tropik iklim şartlarında yetişen yüzlerce orkidenin yanında, soğuk iklim ortamında yetişen türleri için bile özel soğuk ortamı hazırlayıp, küçük derelerin vâdisinde su sesleri arasında ayrı bir bahçeyi gezmek; yazın ortasında, kış mevsimini yaşamak gibi zaman zaman içinde psikolojisini Allah’ın kudretini – büyüklüğünü bir kere daha hatırlayarak şükrediyorsunuz. Günün İkinci ziyaret mekanı, Tanjong Pagar bölgesinde Masjid Jamae (Chulia) The Green Mosque camii oldu. Camii içinde sohbet eden bir grup cemaatle tanışıp selâmlaştık. İstanbul-Türkiye’den geldiğimizi belirtip kendilerine esenlik ve afiyet dileyerek mescidden ayrıldık. Daha sonra sırasıyla: Sri Mariamman Hindu Tapınağını, Budist Tapınağını ziyaret ederek, bu inanç mensuplarını ve ibadet yerlerini tanımaya anlamaya çalıştık. Tapınağın arka bahçesinde dans ederek mutlu olmaya çalışan Budist Çinlileri bir süre izledik. Daha sonra, Singapur’un şehir merkezinde gezimize devam ettik. İngiliz sömürgesi yıllarında Singapore River kıyılarında şekillenen şehrin kıyılarını birbirine bağlayan köprülerden en meşhuru Cavenagh Bridge miş. İngiliz yönetim ofislerinin bulunduğu bu bölgede, nehre zevk
Singapur
olsun diye madenî para atılır, gariban – zavallı yerlilerin çocukları da atılan paraları bulmak için nehrin boz-bulanık sularına balıklar gibi dalarlarmış. O günlerin anısına, köprünün yanı başında nehre atlayan 4-5 çocuğun minik heykelleri canlı hissi veriyor insana. Tipik Asya mimarisiyle dikkat çeken The Fullerton Bay Hotel adlı eski, tarihi bina, bir zamanlar Gümrük binaları olarak hizmet vermiş. Yine General Post Office isimli tarihi binada 1873’lerde Genel Posta İdaresi olarak kullanılmış, şu anda bir müze görüntüsü içerisinde bütün yabancı turistler tarafından ziyaret ediliyor. The Merlion diye bilinen, ulusal bir sembol icon – kabul edilen Merlion Anıtı, Sans krit’çede Lion City – şehrin aslanı anlamına gelir ve bugün Singapur’un en bilinen anıtlarından birisidir. Ağzından su fışkırtılan bu anıt 1972 yılında Başbakan Lee Kuan Yew zamanında aptırılmıştır. Merlion Park alanı son derece geniş bir alan olup, göl-nehir havzasında modern-binalar, gökdelenler çok ilginç yapılan var. En ilginci üç ayrı gökdelen üzerine oturmuş bir gemi şeklinde, hotel-restoran, alış-veriş merkezlerini barındıran bizim ship-tower (Gemi kule) adını verdiğimiz binalar grubu farklı bir algı yaratıyordu. Ertesi gün, Singapur’un meşhur oyun ve eğlence adası Sentosa Adasına geçtik. Adanın her tarafı yemyeşil ve tropik ormanın içinde. Her yer, her şey mükemmel planlanmış. Adanın her yerini birbirine otobüs-taksi ve bisiklet yolları ile bağlamışlar. Ayrıca sarı ve klasik tur otobüsleriyle üç ayrı güzergahtan ücretsiz sizi gezdiriyorlar.
Otel, motel, rezidans ve bütün sahillerin önüne uğrayıp, hem turistik gezi yaptırıyorlar hem de kaldığınız yere istasyon merkezinden ücretsiz gidiyorsunuz. Adada deniz-su, orman içi aktiviteler mevcut. Ayrıca genç kuşakların zevkle yapacakları etkinlikler var. Paket veya tek tek tercih yapabiliyorsunuz. Sentosa Adası, hem yerliler için, hem de yabancılar için tam bir oyun-eğlence parkı haline getirilmiş, adeta bir para makinesi olmuş. Bir ayeti kerimede buyurulduğu gibi “Dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğu” gerçeğini daha bir yakından idrak ediyorsunuz.
Merlion Park alanı son derece geniş bir alan olup, göl-nehir havzasında modernbinalar, gökdelenler çok ilginç yapılan var. En ilginci üç ayrı gökdelen üzerine oturmuş bir gemi şeklinde, hotelrestoran, alış-veriş merkezlerini barındıran bizim ship-tower
Adada; gruba dahil iki arkadaşımızın ormanlık alanda bellerinden bağlanıp, hızla bir mesafeye kayma etkinliği yaptığı sürede beklerken; Hind asıllı Müslüman bir yılan oynatıcısı alanda iki sepetle yerini aldı ve zaman zaman sepetteki biri küçük sarı yılanı öbürü büyük piton yılanını boynuna asıp, kaval eşliğinde okşayıp müşterileri fotoğraf çekmeye davet ediyordu. Hayatımda hiç yapmadığım bir şeyi denemeye karar verdim. Sahibinin “baby-bebek henüz o” dediği sarı yılanı boynuma doladım. Fotoğraf çektirip, video kaydı yaptırdım. Hiç korkmadım(!), çok ilginç bir tecrübe oldu, bunu hiç unutmam mümkün değil. Taksiyle gittiğimiz adadan, teleferiğe binerek adayı havadan seyretme imkanı bulduk. Biz genellikle kayak merkezlerinde, bir de İstanbul’da Eyüp’teki Piyer Loti teleferiğini biliyoruz, ama burada hem adayı hem de Singapur şehir merkezini havadan takip ediyorsunuz. Turizmin, iş ve eğlence merkezinin teknolojiyle, tabiatla birleşmesinden oluşan bir güzelliği burada yaşıyorsunuz.
75
Bir sonraki gün sabah, Air Asia havayollarıyla Singapur’dan, Malezya’nın ünlü Langkawi Adasına vardık. Langkawi-Island: Kedah bölgesinin incisi olarak kabul edilen Langkawi, 99 adadan oluşan bir adalar topluluğu. Malezya’nın en sevilen – ünlü tatil yerlerinden birisi ve çok tercih edilen bir bölge.
denebilecek bir turistik mekânın girişinde, sizleri mahalli kıyafetler giymiş insanlar karşılıyor. Koridorlardan geçerken buranın tarihçesini yansıtan tablo ve sergileri izliyorsunuz. Bir bölümünde, genç kız ve erkeklerden oluşan bir müzik grubu sizleri karşılıyor, kısa bir yerel müzik ziyafeti veriyorlar.
Köpüklü sularla çevrili ve toz kadar ince kumlu sahil-plajlarıyla büyüleyen bu ada 2007 yılında UNESCO tarafından Küresel Jeopark alanı ilân edilmiş. Adada merak ve heyecan uyandıran bir sürü mekan meraklılarını ve tatilcileri bekliyor. Rehberimiz eşliğinde ilk durağımız, Underwater World – adlı Asya’nın en büyük sualtı akvaryum müzesi idi.
Daha sonra, orijinal inşa edilmiş, tipik köy evini ziyaret ediyorsunuz. Evin bayanlar bölümünde, sizleri mahalli kıyafetler içinde 3 kadın, yerel dilde “Hoş geldiniz” diyerek ezgilerle karşılıyor ve uğurluyorlar, sonra Mahsuri makamı denilen açık bir alana çıkıyor, konu hakkında kitabeyi okuyorsunuz.
Tropik ormanların içinde 5.000 canlı türün yaşadığı akvaryumu hayranlıkla ziyaret edebilirsiniz keyif verici görüntülerle karşılaşıyorsunuz. En ilginç video görüntüsü de akvaryum içinde balıkları bizzat besleyen balık adamın durumuydu. Kocaman balıklar aç kalmamak için balık adamın peşinde birbiriyle yarışıyorlar. İkinci durağımız adaya ismini veren, adanın merkezi olan Kuah’da iskelenin yanında bulunan dev bir kartal heykeli oldu. Yerel bilgilere göre, Lang kawi ismi kartaldan gelmektedir. Kısaca Lang kawi – “kızılımsı kartal” demekmiş, bunu da öğrenmiş olduk. Bugün rehber eşliğinde üçüncü ve son durağımız Mahsuri Türbesinin olduğu köy oldu. Hulu Melaka denilen bölgede, Mahsuri’nin makamı sayı//18// ocak 76
Hikaye özetle şöyle: Mahsuri isimli köyün en güzel ve evli olan kadınına, köyün şefinin oğlu âşıktır. Eşinden boşanarak kendisiyle evlenmesini ister. Mahsuri bunu reddedince, dedikodu çıkartır. Sonunda mahkemeye çıkartılan Mahsuri ölümüne karar verilerek, halkın önünde bıçakla idam edilir. Ancak kanı beyaz akar. Masum olduğu anlaşılır ancak iş bitmiştir. Ölmeden evvel, “benim yedi neslim bu topraklarda yaşadığı sürece, buranın halkı rahat görmesin” diye beddua eder. Rivayete göre, neslinden gelen son kişi de 1968’de ölünceye kadar, bu ada yokluk ve sefalet içinde yaşamıştır. Mahsuri türbesinin gerçek olmadığı, hatırasının yaşatılması için sembolik bir makam olarak, daha çok turistik amaç için yapıldığı anlaşılmaktadır. Cuma günü kaldığımız otel bölgesindeki camide,Tıpkı bizim ülkemizde olduğu gibi, diğer
günler birkaç saf olan camii cemaati, Cuma günü tamamen dolmakta, Müslümanlar bu özel güne büyük önem vermekteler. Mahalle camii sade, güzel ve temiz şekilde döşenmiş. Caminin imamı Cuma hautbesini minber yerine ahşaptan yapılmış kürsiye benzer bir plâtforma ucunda Malezya’nın bayrağındaki ay-yıldız bulunan bir âsayla çıkarak okudu. Malezya’da dikkatimizi çeken bir husus da camilerde, genç cemaat çoğunlukta ,yaşlı insanları göremiyorsunuz. Aynı gün öğleden sonra şehrin 25-30 km dışında Seven Wells, Waterfall şelâlesini görmeye gittik. Yol güzergahında bizleri önce bir maymun sürüsü karşıladı. Onları besleyerek yolumuza devam ettik. Şelâle parkı en çok ziyaret edilen yerlerden birisi olmuş. Suyun alt tarafında, yüzen insanlar, dere içinde yürüyenler, fotoğraf çekip, video kaydı yapanlar v.s. müthiş bir güzellik. Langkawi adasında kaldığımız son tam gün 14 Kasım 2015 Cumartesi günü yaptığımız son etkinlik; Padang Mat Sirat bölgesinde, dağa teleferikle tırmanma ve 950 metre uzunluğundaki iki dağ-tepe arasında Tree Top Walk yürüyüşü yapmak oldu. Cable-cab denilen teleferikle adanın en yüksek tepesine çıkarken aşağıdan denizin, adanın bütün güzelliğini görüyor, aynı zamanda orman denizinin içinde ağır ağır zirveye tırmanmanın zevkini yaşıyorsunuz. Zirveden sonra, iki dağ-tepe arasına kurulmuş, ormanın
vahşi tabiatı (!) içinde, demir-çelikten yapılmış asma köprüsünden yürüyüş yapıyorsunuz. Tarifi imkânsız, ancak yaşanarak-tecrübe edilerek ve unutulmaz bir dağ sporu yapıyorsunuz. Langkawi Geopark bölgesinde yapılabilecek daha bir sürü doğa sporları olmakla beraber biz sadece 4-5 saat içinde iki aktivite yaptıktan sonra aynı teleferikle aşağıya inerek otelimize döndük. Kaldığımız parkın içinde inşa edilmiş, ahşap ve arka balkonu sun’i göle bakan odamızda, açık balkondan kapı eşiğine gelerek bize misafir olan maymunun fıstık yemesi, yine balkondan attığımız ekmek kırıntılarını yarışarak yiyen sevimli göl balıklarının unutulmaz manzarası; zannederim benim, eşimin ve bitişik evde kalan tur arkadaşlarımızın hafızalarından uzun süre silinmeyecek.
Malezya’da dikkatimizi çeken bir husus da camilerde, genç cemaat çoğunlukta ,yaşlı insanları göremiyorsunuz.
Ertesi sabah Pazar gününe uyandık, ilk önce adadan başkent Kuala Lumpur’a, sonra da yaklaşık on bir saat uçuştan sonra, Atatürk Havalimanına iniş yapınca: Malezya – Singapur yolculuğumuzun hatıraları kaldı yadigâr. Seyahat edip sıhhat bulmak gerektiğine inanıyoruz, Dost ülkeleri ve insanlarını tanımayı her fırsatta gerçekleştirmek gerekiyor. Malezya ve Singapur bizim için keyifli, verimli aynı zamada dost ve kardeş ülkeyi tanıma fırsatı veren bir seyahat oldu vesselam. 77
KALKANDELEN /
MANASTIR
ALACA CAMİİ’NDEN
HARÂBÂTÎ BABA TEKKESİ’NE Kalkandelen’de bulunan Harabati Baba Tekkesi, sırtını Şardağı’na komşu tepelere yaslamış, oradan kuvvet alıyor ve yüzünü ovaya çevirmiş bir hâlde eski günlere özlem duyarak zamanı eliyor Nazmi EROĞLU
alkandelen’e (Tetova), Osmanlı’nın izlerini aramaya ve şehrin gizemini çözmeye geldik. Gideceğimiz yerler belli idi ve önce, Paşa Camii adıyla da bilinen Alaca Cami’ye doğru ilerlerken bir derenin yanı başında bulunan Osmanlılardan kalma penceresi olmayan, sağlam bir taş bina gördük. Önünden akan derenin (Köpüklü nehir) geldiği istikamette bir mahalle bulunmaktaydı ve arka tarafı bir tepeye dayanıyordu. Biraz ileride, yeşil ve geniş bir bahçenin köşesinde yer alan Alaca Camii’ni gördük. Gerçekten, üstü kiremitle örtülü bu yapının yanında minare olmasa idi, camiyi, zevkine düşkün zengin bir Osmanlı ailesinin küçük bir köşkü sanırdık. Köpüklü nehrin bulunduğu Kalkandelen’in eski kısmında yer alan bu cami, 1495 yılında Kalkandelen paşasının kızı Hüsniye Hanım tarafından yaptırdığı bilinmektedir. Bu hayırsever kadının türbesi cami avlusundadır. Osmanlı barok ve neo-klasik stilinin bir karışımı olan bu cami, 1833-34 yılında Receb Paşa’nın oğlu Abdurrahman Paşa tarafından onarılmıştır. Dış cepheler ile iç duvarlar rengârenk boyalarla işlenmiştir ve buradaki şekillerin her biri, bir sanat harikası mesabesindedir. “Bu canlı ve yoğun dekorasyonda geometrik ve bitkisel motiflerin yanı sıra bina tasvirleri ve natürmortlar da hâkimdir. Resimlerle donanmış duvarlar camiye göz kamaştırıcı bir güzellik kazandırmaktadır. Mermerden oluşan mihrap ve minber de barok üslubuyla yapılmışlardır. Alaca Cami, tüm özellikleriyle görülmeye değer ilginç bir yapıdır. Bir rivayete göre, caminin resimleri, binlerce yumurta ve hayvan kanı kullanılarak yapılmıştır.” Camide buluştuğumuz diyanet görevlisi Abbas Yahya, Balkanlar’da bu mimariye benzeyen dört caminin olduğunu söyledi: Tiran (Arnavutluk), Foça (Bosna-Hersek) ve diğeri Travnik (BosnaHersek).
Harâbâtî Tekkesi - Kalkandelen
Abbas Bey’le tanıştığımızda bir imamdan ziyade müzisyen intibaı edindim. Biraz sohbet ettikten sonra Arşiv’de çalışan bir neyzen arkadaşımızı sorunca mesele anlaşıldı. Böylece kendisinin de bir neyzen olduğunu öğrendik, dolayısıyla tahminimizde yanılmamış olduk. HARABATİ BABA TEKKESİ Alaca Camii’nden ayrıldıktan sonra beraberce Harabati Baba Tekkesine doğru yol aldık. Tekke sokağının kesiştiği caddenin şehir tarafında kalan bölümünde büyük bir Müslüman mezarlığı göze çarpmaktaydı. Bu arada Hacı İsmet adlı bir amca ile karşılaştık. Türkiye’den geldiğimizi anlayınca bizi güler yüzle selamladı ve yöre hakkında bilgiler
sayı//18// ocak 78
verdi. Osmanlı mirasına ilgisizlikten yakındı ve eleştirisini şu cümle ile özetledi: “Dağ insanı, hasta eder sağ insanı” dedi. Kalkandelen’de bulunan Harabati Baba Tekkesi, sırtını Şardağı’na komşu tepelere yaslamış, oradan kuvvet alıyor ve yüzünü ovaya çevirmiş bir hâlde eski günlere özlem duyarak zamanı eliyor gibi geldi bize. Kim bilir nice insanın irşadına vesile olmuş, ne kadar çaresiz insana melce ve mebde olmuş bu tekke. Nice postnişin ile derviş burada eğleşmiş ve mekân tutmuş bu maneviyat merkezini. Tekke hakkında şu bilgileri kaydetmekte yarar var: “Duvarlarla çevrili tekke külliyesinin büyük ve gösterişli bir giriş kapısı vardır. Bu kapı üzerinde kule bulunur. Tekke, Sersem Ali Baba’nın türbesi etrafında 1538 yılında kurulmuştur. 1799 yılında Recep Paşa’nın kuruculuğunda bir vakıf tekkenin içinde oluşturulmuştur. Tekkenin kurucusu olan Ali Baba’nın Kanuni Sultan Süleyman’ın vezirlerinden olduğu belirtilir. Rivayete göre Ali Baba, devlet işlerini bırakıp dinî hayata geçmek isteğinde olmuştur. Büyük bir yönetici olduğu için, kendisinin bu kararına şaşıran Sultan Süleyman ‘Eğer sersem isen, git’ diye cevap vermiş, bundan sonra Ali Baba, Osmanlı İmparatorluğu coğrafyası içinde Balkanlar’daki Kalkandelen’e gelmiştir. Kalkandelen’de lakabıyla tanınmaya başlayan Ali Baba, Sersem Ali Baba olarak anılmaya başlamıştır. Tekke kurumu, Sersem Ali Baba’nın ölümünden sonra yerine geçen ve bu deneyimli şahsiyetin veziri olan Harabati Baba’dan itibaren ‘Harabati Baba Tekkesi’ olarak anılmaya başlamış ve günümüze bu şekilde gelmiştir. Harabati Baba Tekkesi, 1948 yılında eşkıyalar tarafından yakılmıştır. Ayrıca, Yugoslavya döneminde, bazı idari düşüncelerle turistik bir komplekse dönüştürülmüş, bu şekilde kullanılmıştır. Bu kompleks içinde otel, restoran ve disko var olmuştur.” Osmanlı toplumunda tekkeler, ibadet ve zikir meclislerinin ötesinde çaresizlere bir sığınma, barınma yeri olduğu muhakkak. Harabati Baba Tekkesi’nin insanı huzura kavuşturan bir yerde kurulmuş olması dikkat çekici. Tekkenin geniş bahçesinde yürüyen misafirlerin -şeyhe el vermesiyle- manevi yönden ve akan lezzetli sularla da maddi yönden susuzluğu giderilmiş. Bizim için demlenmiş çayları ikram eden görevlilerin mütevazı halleri bir yerde bu mekânın misyonuna uygun işaretler taşıyor gibiydi. Ve burada iliştiğimiz masada bir nevi dost meclisi oluşturarak yaptığımız sohbetten sonra kendi dünyamızla baş başa kalarak tekkenin bahçesinde gezinmeye, fotoğraf çekmeye başladık. Mazi ve hal yine iç içe duruyordu bu mekânlarda, âdeta… Zikir meclislerinden akıp gelen sedalar tek bir nefese
dönüştüğünü duyar gibi idik: Hu, Hu, Hu… Vaktimiz kısıtlı olduğundan tekkenin mescidinde namazımızı cemaatle kıldık. Namazı kıldıran arkadaşımız Mustafa Küçük Bey’in okuduğu Kur’ân-ı Kerim’in yankıları, mescidin akustik özelliklerde tasarlandığını gösteriyordu. Ziyaretimiz bittikten sonra ,Vardar nehrinin kaynağı olan Vrtok’a doğru hareket ettik. Nihayet, berrak suların henüz küçük bir ırmak olarak aktığı bir tepenin eteklerine geldik. Vardar nehrinin kaynağı yakınında ve akan tatlı suyun kenarında yer alan restoranlardan birinin önüne konulan bir masaya oturduk. Hava güneşli ve sıcak olmasına rağmen tatlı tatlı esen rüzgârın serinliğinde dinlendik. Hemen önümüzdeki bendlerle derinleştirilmiş göletlerde balıklar yüzüyor ve bazı çocuklar bunlara dokunabilmek için ellerini heyecanla suya sokarak eğleniyor. Suyun kaynağına doğru uzanan tepenin üstünde yakın zamanlarda inşa edildiği anlaşılan bir kilise ile civardaki binaların haricinde tabiat manzarasının, yeşilliğin bütün tonları mevcut. Bir süre sonra siparişlerimiz geldi: Balık, salata, tandırdan çıktığı izlenimini veren ekmek ve su. Sanırım, orada bu nimetleri tadan her şahsın istisnai bir lezzetten bahsedecekleri muhakkak. GÜNEY BATI MAKEDONYA Ertesi gün Manastır ve Ohri’yi gezmek üzere önceki gün kararlaştırdığımız üzere, Mustafa Bey ve Semra Hanım’la beraber Kalkandelen’de Saffet Hanım’ın kaldığı otelin kafeteryasında buluştuk. Geziyi tertip eden ve aynı köyden olduğunu sonradan öğrendiğimiz Celâl Kahraman ile Muhammed Aydınoski de buradaydı. Birazdan Muhammed Bey’in kullandığı bir araca binerek süratle güneye doğru yolumuza devam ettik. Şoförümüz Türkçe bilmiyordu. Makedonca, “çocuklarını Türk okuluna yazdırdığını ve onlardan Türkçe öğreneceğini” belirten ifadelerini rehberimiz bize tercüme etti. Bu derviş meşrep gencin gün boyu âdetâ sinirleri alınmışçasına sakin bir şekilde araba kullanması bize huzur ve güven verdiğini kaydetmeliyim. MANASTIR Gostivar-Kırçova yolu üzerinden ormanlık, dağlık ve bazen düz ovada yol alıp Demirhisar’dan geçtikten bir süre sonra Manastır’a geliyoruz. Manastır sokaklarında aracımızla ilerlerken gözümüze çarpan bir caminin sokağında durduk. Karşılaştığımız manzaradan bütün arkadaşların üzüntü duyduğu muhakkaktı. Muhtemelen cemaati kalmadığından metruk kalan cami, sağlam bir şekilde ayakta kalmasına rağmen, duvarlarına, hatta kubbesinin yan taraflarına serserilerin boya ile yazdığı yazılar uzaktan dahi 79
Alaca Camii - Kalkandelen
rahatlıkla görülebiliyordu. Bu arada, dış kubbenin sütun başlarından karşı sütuna birleşen demirin üst boşluğundan geçirmek üzere yaramaz çocuklar ellerine aldıkları taşları fırlatıyorlardı. Belli ki, camiyi ziyaret eden misafirlere aldırmadan oyunlarının heyecanına kendilerini kaptırmışlardı. Ayrıca, etrafta görülen kırık şişe parçalarından da ayyaşların uğrak yeri olduğu anlaşılıyordu. Haydar Kadı Camii olduğunu öğrendiğimiz bu mahzun eserin bir zamanlar içki deposu olarak kullanıldığına dair bilgiler mevcut. Diğer taraftan, cami bahçesinin sokağında dikkatimi çeken ve posta kutusu zannettiğim haç işaretli, beyaza boyalı, -musluğu şadırvanı olsa bilmeyenlerin mahalle çeşmesine benzetebileceği- çevresi dikkatle düzenlenmiş bir şey dikkatimi çekti. Celâl Bey’den buranın Hıristiyan müminlerin dua etmek için kullandığı bir mekân olduğunu öğrendim. Buradan ayrıldıktan sonra Osmanlılar zamanında hamam, şimdi ise fırın olarak kullanılan bir yapı gördük ve Manastır’ın merkezinde arabamızı bir yere park ettik. Oradan saat kulesine doğru uzanan caddeden yürüdük ve Osmanlı’dan kalma iki caminin de bulunduğu meydana geldik. Burada bir müddet eğleştikten sonra, Şemsi Paşa’nın Mülâzım Atıf tarafından vurulduğu postahaneye gitmek istedik. “Eski postahane nerde” diye sorduğumuz bir Manastırlı, yakında bir yeri tarif etti. Oraya vardığımızda gerçekten eski bir postahane olduğunu gördük, ancak binanın, paşanın dağa çıkan İttihatçıları tenkil için Abdülhamid’den son talimâtı aldığı veya durumu rapor ettiği postahane olmadığı anlaşılıyordu. Vaktimizin kısıtlı olmasını da hesaba katarak yine aynı caddeye çıktık ve Osmanlı’nın son sayı//18// ocak 80
döneminde cephe hizmeti görmüş olan askerlerin ve Cumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal Paşa’nın okuduğu Manastır Askeri İdadisi’ne doğru yürüdük. Sarı renkle boyalı bu görkemli bina, antik eserlerin yanında Makedonya kültürünü yansıtan başka eserlerin de sergilendiği bir müze olarak kullanılmaktadır. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün hatırasına saygı niyetiyle Makedonlar tarafından ikinci katta bir salon tahsis edilmişti. Salonu bizim için açan müze görevlisi hanım serbestçe fotoğraf çekmemize izin verdi. Türk yetkilileri tarafından düzenlendiği anlaşılan salon, alışık olduğumuz propaganda anlayışının bütün izlerini taşıyordu. Böyle bir salon tarih ilmine bağlı ve geçmişe bütünüyle sahip çıkma refleksine sahip şahısların rehberliğinde düzenlense idi, Mustafa Kemal Paşa’ya ayrılacak bölümün dışında, salonun en az yarısını bu okuldan mezun ve ülkeye büyük hizmetleri geçmiş olan diğer mezunlara tahsis edilmesi gerekirdi. Bu bölümü ziyaret ettikten sonra müzeyi de gezdik. PODGORTSİ Bir şeyi belirtmeden geçemeyeceğim, gerek Manastır’da ve gerek Makedonya’nın başka şehirlerinde gezilecek birçok yer olmasına rağmen tadımlık ziyaretlerle yetinmek zorunda kalıyorduk. Bundan dolayı Resne’yi geçtikten sonra gezeceğimiz Ohri ve Struga bulunmaktaydı. Ancak, Struga’ya yirmi dakikalık mesafede bulunan köylerinde balık ziyafetine bizi davet ettiler. Biz de kabul ettik ve Ohri ile Struga’yı geride bırakıp Podgortsi köyüne yöneldik. Ohri gölüne doğru inen hafif meyilli ve geniş arazileri tırmanırken uzakta dağın yamaçlarında birbirine bitişik nizamla kurulmuş köyü ve ona komşu olan ünlü Kavalalı Mehmed Paşa’nın Labunişta köyünü gördük. Bu köyde 1794’te inşa edilmiş bir camiye daha sonra -muhtemelen yeniden inşa ettirilerek- Mehmed Ali Paşa Camii adı verilmiş. Bu köylerin, Makedonya’nın en büyük iki köyü ve halkının yüzde doksanından fazlasının Müslüman olduğunu öğrendik. Ayrıca, köylüler Makedonca konuşmaktadırlar. Podgortsi köyünün sokaklarından hızla yukarıya doğru tırmandık ve evlerin bitiminden sonra tabiat manzarasının yoğurduğu sade bir güzellik içinde -İsviçre’den işçi emeklisi olan bir şahıs tarafından işletilen- basit bir balık çiftliğine geldik. Burada, âdetâ bizi bekler durumda bulunan güleç yüzlü insanların sanki sılaya dönen akrabalarını karşılar gibi davranmaları bizi hayli duygulandırdı. Türkiyeli olmak bu köylerde başlı başına bir sevgi halesi oluşturmaktadır. Hele Almira, Nafiz ve Adem adlı çocukların dostça ve sevimli gülüşleri ayrı bir güzelliği simgeliyordu ve Türkiye’yi
daha o yaşta merak ediyorlar gibi geldi bize. Bu insanlar yemyeşil dağın yamaçlarında hayatlarını sürdürürken, Müslüman olmalarının gururunu taşıyor, lisan-ı halleriyle de bunu gösteriyorlardı. Nitekim hafif sakallı, -Anadolu’nun birçok kasabasında bulunan ve aklıselimi temsil eden şahıslar gibi vakur ve hizmet ehli bir zât olduğu anlaşılan- ilkokul öğretmeni Reşad Arslanoski’nin olgun ve olaylara yaklaşımı mahalli olduğu kadar evrensel anlamlar taşımaktaydı. Kendini İslamî terbiye ile mücehhez kılan bu zât, kalabalık olan köyünün gençleri için bazı eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunduğu, her şeyden önce sulhperver bir yaklaşım içinde meselelere yaklaştığı ve çözüm aradığı her hâlinden belliydi.
Alaca Camii - Son Cemaat Yeri / Kalkandelen
Burada, insanların tabiatla baş başa kalarak tefekkür etmesi için bütün imkânlar mevcuttu; işte ormanlık alan, pınarlardan akan su, biraz yukarda iki tay ve nimetlere şükreden müminler… Bizim için hazırlanan mükellef sofrada bu mütevazı insanlarla yemek yemenin hazzını tatmanın ayrıcalığını yaşadık. Ayrılık vakti geldiğinde vedalaştık. Biraz ilerde çimenin üzerinde oturan orta yaşın üzerinde sakallı bir zâtın yanına gidip Allah’a ısmarladık dediğimde, zayıf Türkçesiyle “Türkiye’ye selâm götürün” demesi içimize işledi. Neticede Balkan Savaşları’nda bırakıp gittiğimiz bir halkın torunları olan bu insanların teveccühleri sorumluluğumuzu artırdı. Raşid Bey, ziyafetten sonra bize eşlik ederek köyün içine geldi. Eğitim ve öğretim faaliyetleri için kurduğu derneğini bize gezdirdi. Derneğinin adı: Evlât. Girişte eğitim verdikleri salon, alt kat spor salonu, üst kat ise büyükçe bir kütüphane ki, buradaki hizmetleri Türkiye’de ilahiyat okumuş olan kızı yürütüyor. Türkçeden Makedonca ve Arnavutça’ya tercüme edilmiş olan kitapları raflardan çıkarıp bize gösteriyor. Türkiye’de ve dünyada artık bilinen din âlimlerinin eserleri yanında, Mehmed Niyazi’nin Çanakkale Mahşeri adlı kitabı da kütüphanede bulunmaktaydı. Belli ki, ilmi ve kültürel faaliyetler konusunda buradaki Müslümanların örgütlenmelerine hükûmet pek ses çıkarmıyordu artık. Sosyalist dönem geride kalmıştı. Nihayet, burada faaliyet gösteren Türk okullarının faaliyetleri nitelikli vatandaşlar yetişmesine vesile oluyordu. Örneğin, Makedonya’da Yahya Kemal Koleji adı altında kurulan Türk okullarından mezun olan Cemal Bey’in anlattıkları ilginçti. Bu okullar Türkiye’ye köprü olmanın ötesinde burada, kardeşlik ve barışa katkı sağladıkları muhakkak. Zira, Torbeş, Makedon ve Arnavut gençler arasında zaman zaman meydana gelen gerilimin okullara da yansıdığı bilinmektedir. Hatta her iki unsurun gençleri ayrı ayrı zamanlarda devlet okullarında
Alaca Camii - İç Süslemeleri / Kalkandelen
eğitim görürken, Türk kolejlerinde karışık bir şekilde aynı sınıflarda öğrenim görmektedirler. Bu da aralarında derin dostluklar meydana getirmekte, Makedonya’nın birlik ve beraberliği için önemli katkılar sağlamaktadır. Podgortsi köyünden ayrıldıktan sonra Mehmed Ali Paşa’nın doğduğu köye gittik ve burada kendi adını taşıyan camiyi ziyaret ettik. Sırada gezmeyi planladığımız iki şehir vardı: Ustruga ve Ohri. Köyün yamaçlarından hızla ovaya doğru yol aldığımızda gönlümüzün zenginleştiğini, içimizde her zaman var olacak dostlukların temellerinin atıldığını hissediyor ve biliyorduk. Bu karşılaşma, ziyaretler ve âdetâ geçmişle yüzleşme anlarında, şu soru aklıma düştü hep: “Bu toprakları, bu insanları neden, nasıl bırakıp çekildik? Emperyalist devletler neden bizi ve bu masum insanları bahtsız bırakmak istedi?” Hâsılı, savaşlar ve komplolarla ne kendileri buldu huzur, ne de insanlığa verdiler huzur. Tarihe ve tâlihe küstüm…
81
T İ YAT R O Y O R U M
İBB ŞEHİR TİYATROLARI
“AYAKTAKIMI ARASINDA”
Maksim Gorki’nin en başarılı oyunlarının başında hiç şüphesiz “Ayaktakımı Arasında” gelir. Çünkü Maksim Gorki’nin kendisi de en dipten gelmiştir. Gerçek adı “Aleksey Maksimoviç Peşkov” dur. Gorki Rusça’da acı anlamına gelir. Yasin ÇETİN
BB Şehir Tiyatrolarında merakla beklenen oyunu, yapılan galayla seyirci ile buluştu. Birçoğumuz biliyordur ama bilmeyenler için oyunu daha iyi çözümleyebilmek, daha çok keyif alabilmek için önce yazar ve metin hakkında biraz bilgi sahibi olmak gerektiğini düşünüyorum. Maksim Gorki’nin en başarılı oyunlarının başında hiç şüphesiz “Ayaktakımı Arasında” gelir. Çünkü Maksim Gorki’nin kendisi de en dipten gelmiştir. Gerçek adı “Aleksey Maksimoviç Peşkov” dur. Gorki Rusça’da acı anlamına gelir. Maksim Gorki ismini ise 1892 yılında Tiflis’te ilk yazarlık deneyimini yaşayacağı Kafkasya Gazetesi’nde kullanmaya başlamıştır. 5 yaşında yetim kalmış, sonra annesi başka evlilik yapmış, dedesinin yanına gitmek zorunda kalmıştır. 11 yaşında ise hem yetim hem öksüz kalmıştır. Eğitim durumu ise aldığı birkaç aylık eğitimden ibarettir. 8 yaşından beri bulaşıkçılıktan tutun, hamallık, ayakkabı tamirciliğine kadar birçok iş yapmıştır. Bu yüzden en diptekilerin yaşamını bu kadar iyi aktaran bir yazar olduğu için şaşırmamak gerekir. Bu oyununu bir şiirinden dolayı tutuklanıp kısa sürede çıktığı 1901 yılında yazmıştır. Bütün bu şartların sonucu oluşan bu eser, şehir tiyatrolarında nasıl sergilendi? KOSTÜM DEKOR VE IŞIK: UYUM İÇİNDE OYUN ATMOSFERİNİ KURMUŞTU Kostüm, dekor ve ışık ile oyun atmosferi kusursuz bir şekilde kurulmuştu. Dışarıdan oyunun adını dahi bilmeyen birini getirip, kulaklarını kapatıp, sessiz bir şekilde tüm oyunu izleyebileceği şartları oluştursak, oyunun sonunda ana çatışma olan varlıkla yokluğu, yan çatışmalardan biri olan ihanetle sadakati bizlere söyleyebilirdi. Bu derece güzel bir atmosfer kurulmuştu. Dili yalın ve akıcı idi. Herhangi bir zor anlaşılmaya muhal bir durum yoktu. Başarılı bir çeviriydi. Bütün bunların hepsi birleştiğinde oyunun görsel hazzını artıran etkenler arasındaydı ve seyircide keyif çıtasının hep yüksekte kalmasını sağladı. NASTİA’NIN BAZI HAREKETLERİ: OYUNUN AKIŞINA ZARAR VERDİ Oyunun genel akışını bozan ve gereksiz gördüğüm bir durum; Nastia’nın her an oyuna girecek gibi sahnenin kenarında kendini teşhir etmeye çalışması, sürekli hareket halinde bir şeyler yapması oyunun geneline zarar verdi. Metnin özünde, okuduğu her kitabın hayalini, kendi gerçekliği sanan bir kızdır. Okuduğu her kitabı kendi yaşamış gibi anlatıp, etraftakilerce alay konusu olan 24 yaşında hayalperest bir genç kızdır. Psikolojik, sosyolojik ve fizyolojik olarak bu veriler haricinde bir şeye sahip değiliz. Ama
sayı//18// ocak 82
yönetmenin verdiği şartlarla ortaya çıkan reji de Rock’n Roll, asi, istediğiyle öpüşen, sürekli bir yerini açarak gezme ihtiyacı hisseden bir Nastia izledik. Baştan sona kadar sahne kenarında bacak gösterme, dekolte gösterme çabasından helak oldu kızcağız. İyi de bir oyuncu. Kendini teşhir etmek yerine iyi bir oyuncu olarak çok daha güzel şeyler yapabilirdi. Bu göze batmanın sebebi de yapılan abartıdan kaynaklansa gerek. Bir tık daha minimize edilmiş şekilde yaptırsa yönetmen, en azından kendi istediği gerçekleşmiş olabilirmiş. Ama bence o abartıdan dolayı yönetmen kendi istediğini de yakalayamamış. SEMBOL KULLANIMI: ÖNERMEYİ TAM ANLAMIYLA ORTAYA ÇIKARTTI Oyunda bazı sembol kullanımları önermenin harika bir şekilde ortaya çıkmasını sağladı. Örnek olarak topladığı şişelerinin dibindeki birkaç damladan ibaret olan içkileri bir huni ile tek şişede toplayıp sonra içilecek hale getirme fikri bana çok hoş geldi. İlk başta söylediğimiz oyunun sesini duymadan izlesek bile bazı çatışmaları kavrayabilir demiştik. O fikrimi destekler nitelikte bir reji olmuş. Veya ciddi bir konu konuştukları esnada Müslümanın sürekli dans etmesi, dans ederken yara olan kolunun çarptığı anda acıması; o duruma kayıtsız kaldığını, her ne kadar dans etse de kolu bir yere çarptığında da yarası olduğunu sembolize ediyordu. Bu tartışmalar esnasında umursamazca yaptığı danstan yorulan Müslüman, en son yorulunca da eline kuran alıp okuyarak duymaması, Gorki’nin Marksist düşünce ve önermesinin çıkmasını sağladı. Sürekli ortada dönen “5 kapik versene” sözü ise oyunun özünde olan motif olarak güzel bir biçimle seyirciye geçti. OYUN: DEVRİMİN AYAK SESLERİ AMA MÜZİKLER KIZIL ORDU MÜZİĞİ Oyunda birkaç saydığımız husus dışında her şey yerli yerinde kullanılmışken, en çok dikkatimi çeken bir şey de müziklerdi. Oyun devrimin ayak sesleri olarak kabul edilirken, kullanılan müzikler devrim sonrası kızıl ordu müziğiydi. “Acaba bu bilinçli mi yapıldı?” diye kendime sordum ama oyun metnine hâkim olmama rağmen öze hizmet edecek bir sebep bulamadım. OYUNUN SEYİR HAZZI: OYUNCULAR SAYESİNDE HEP DORUKTAYDI Genciyle yaşlısıyla harika bir kadro idi. Bütün oyunculukları gayet dozunda ve yerinde buldum. Tabi birkaç oyuncu çıtanın altında kalsa da genel olarak güzeldi. Daha önce başka oyunlarda izleyip bu oyunda farklı bulduğum oyuncularda oldu. Fakat onları da yönetmenin direktifi doğrultusunda öyle oynadıklarına kaniyim. Genel olarak iyi oyunculuklar seyrettik. Dramatik
kurallar çerçevesinde başarılı bir metin, iyi bir oyuncu kadrosu ile bulunca tabi olarak izleyende daha fazla seyir hazzı uyandırıyor. YAZARIN ANLATMAK İSTEDİĞİ: TAMAMEN SEYİRCİYE SUNULDU Kısa da olsa en başta yazar hakkında bilgi paylaştık. Hem yazarın yaşamına hem de oyuna vakıf olanlar bilirler; Neden Alyoşka ayakkabıcı çırağıdır. Çünkü yazardan izler taşımaktadır. Maksim Gorki; ayakkabıcı çıraklığı, oyunda ki Tatar ve İğriboyun gibi hamallıkta yapmıştır. Gezgin olan oyunda ki Luka gibi o da 5 yıl boyunca Rusya’yı gezmiştir. Yani bu kadar güçlü bir metin olmasının altında yazarın kendisinden, gerçek yaşanmışlığından izler taşımasıdır. Bunların yanında Marksist, devrimci, sosyalist düşünceler taşıması da dahil. Bütün bunların hepsi genel olarak iyi bir şekilde anlaşılıp, seyircinin algısına sunulmuş olduğunu gördük. “Gidip, güneşi ve mutluluğu arayacaktım; Vaktinden önce çıplak kaldım! Giysilerim gibi umutlarım da yitip gitti yollarda” M.Gorki 83
ŞIRVANŞAHLAR YADİGÂRI
BAKÜ’DE TÜRK DÜNYASI KONGRESİ
Vişegrad’a geldik. Meşhur Drina Köprüsü önünde durarak resimler çektik. İvo Andriç’in Nobel ödüllü romanı Drina Köprüsü ile çağdaş insanımızın zihnine oturan bu köprünün fırtınalı bir tarihi yüklenerek günümüze taşıdığını hissetmemek mümkün değil. Doç.Dr.Süleyman DOĞAN*
luslararası Haydar Aliyev Havalimanı’na uçağımız inişe geçtiğinde, Bakü şehri bir inci gibi Hazar Göl’ü kıyısında tüm haşmetiyle göz kamaştırıyordu. Her taraf bir ışık hüzmesine bürünmüştü. Çok geniş bir alana yayılmış Bakü şehri bir gelin edasıyla bizi selamlıyordu. Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı’nın davetiyle 13. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Sempozyumu için Azerbaycan’ın başkenti Bakü’deyiz. Bakü adeta 25 yılda bir baştan bir başa yeniden inşa edilmiş. 1992’de geldiğim Bakü ile şimdiki şehir arasında fevkalade bir değişimi gördüm. Nadide güzellikteki başkenti olan Bakü, gerek tabii özellikleri gerekse tarihi yapılarıyla Kuzey Kafkasya’ya da açılan bir kapıdır. Onlarca üniversite ile birçok yükseköğretim kurumu vardır. Ayrıca liman kenti ve ticaret merkezi olmasından dolayı da dünyanın ilgisini çekmeyi başarmış bir şehirdir. Şehirde tiyatro, kütüphane, sinema ve diğer kültürel mekânlarla zengin bir başkenttir. Zira Azerbaycan halkı kendi kültür mirasına sıkı sıkıya bağlıdır. Bunların yanında gençlerin boş vakitlerini en iyi şekilde geçirebilmeleri için gerekli alanlar vardır. Bugün 5 milyonu Aşan nüfusuyla Azerbaycan’ın, Kafkasların, Türk Dünyasının ve dünyanın stratejik öneme sahip çok önemli şehirlerinden Bakü, bu imkânlarını değerlendirecek öğrencileri beklemektedir. ŞİRVANŞAHLAR… Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı tarafından “Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi” maksadıyla Bakü’deyiz. Bakü’de hem Şirvanşahlar’dan kalma tarihi eserleri gezdik hem de modern yapıları temaşa ettik. ‘Şehitler Hıyabanı’ndaki Türkiye’nin yaptırdığı Cami’nin ibadete açılmamasına bir mana veremedik.
*T.C.Yıldız Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi
sayı//18// ocak 84
Başarıyla gerçekleştirilen 13. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi’nin Türk ülkelerinin gerek kendi içinde gerekse çağdaş dünya ile ilişkileri için hayra vesile olmasını temenni ediyorum. Kongreye desteklerini esirgemeyen Azerbaycan Milli Eğitim Bakanlığımıza, Bakü Büyükelçiliğimize, ev sahibi Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Edalet Muradov’a, Kongreyi Koordine eden Sakarya Üniversitesi Rektörlüğüne, bildiri sunan akademisyenlere, SAÜ İşletme Fakültesi Dekanı /Kongre Koordinatörü Prof. Dr. Ahmet Vecdi Can, Kongre Sekreteri Yrd. Doç. Dr. Köksal Şahin ve kongrenin yürütülmesinde büyük gayret gösteren Türk Dünyası Bakü İşletme Fakültesi
Dekanı Doç. Dr. Ferruh Tuzcuoğlu’na, fakülte hocalarına ve hepsinden önemlisi Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Başkanı Közhan Yazgan’ı tebrik ve teşekkür ediyorum. Azerbaycan Türkiye ilişkilerine katkıda bulunan Türk Dünyası Araştırmaları (TDAV) kurulduğu 1980’den beri eğitim ve öğretime büyük önem vermektedir. TDAV’ın hizmetleri; Türkiye dışındaki eğitim ve öğretimler ilk ve orta eğitim, üniversite, yüksek lisans ve doktora düzeyi ile öğrencilere, kurslarla ise halka yöneliktir. Türk Dünyası Bakü Atatürk Anadolu Lisesini ziyaret ettik. Sınıflarda çocukların parlayan yüzleriyle karşılaşmak heyetimizi mutlu etti. Bakü’den ayrılırken Türkiye ile Azerbaycan ilişkilerinin başta eğitim olmak üzere her alanda iyi ve doğru bir seyirde gitmesini temenni ediyorum. 13. ULUSLARARASI TÜRK DÜNYASI SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı ana faaliyetlerinden olan Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi’nin 13.sü bu yıl 2830 Ekim 2015 tarihleri arasında 14 katılımcı ortakla birlikte Sakarya Üniversitesi’nin koordinatörlüğünde ve Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitenin ev sahipliğinde Azerbaycan-Bakü de gerçekleştirildi. Ardından 31 Ekim 2015 tarihinde Gürcistan Tiflis Devlet Üniversitesi’nde Yöntembilim Çalıştayı yapıldı. Kongreye Azerbaycan İktisat Üniversitesi (UNEC) ev sahipliğinde yapıldı. Kongrenin açılış oturumuna Türkiye’nin Bakü Büyükelçisi İsmail Alper Coşkun, UNEC Rektörü Prof. Dr. Adalet Muradov, TDAV Başkanı Közhan Yazgan, akademisyenler ve öğrenciler katıldı. Büyükelçi Coşkun, açılış konuşmasında, Türkiye ve Azerbaycan arasında 15 yıl önce 400 milyon dolar olan dış ticaret hacminin bugün 5 milyar dolara ulaştığını, 10 binin üzerinde Azeri öğrencinin Türkiye’de ve binlerce Türk öğrencinin Azerbaycan’da eğitim gördüğünü belirtti. Azerbaycan’da 2 bin 600 Türk ve Türkiye’de binden fazla Azeri şirketinin faaliyet gösterdiğini hatırlatan Coşkun: “Henüz bağımsızlığının 30. yılının yaşamamış olan Azerbaycan, yakın dönemde Türkiye’nin en büyük dış yatırımcısı olmaya adaydır. Bu başarının temelinde vizyon sahibi liderlikle birlikte eğitim kurumlarının da büyük önemi var. Türk dünyasından eğitim kurumlarını bir araya getiren bu kongrenin istikrar ve büyümemize çok önemli katkı yapacağı inancındayım” dedi. Azerbaycan Milli Eğitim Bakanı Mikayıl Cabbarov’un kutlama mesajını, Bakanlık Genel Sekreteri Yakup Piriyev okudu. Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı Genel Başkanı Közhan Yazgan yaptığı konuşmada; “Her yıl sayıları artan yüzlerce bilim adamını ve uzmanı bir araya getirerek Türk ülkeleri arasında bilgi, düşünce ve görüş birikimi akışını ve paylaşımına vesile olan kongremiz, Sosyal Bilimcilerimizi, Türk Dünyası’nın kendi içindeki değişim ve gelişimlerden haberdar etmekte ve onlara bundan çıkaracakları sonuçları, dünyadaki gelişim ve değişim karşısında değerlendirip, çağdaş dünyada layık olduğumuz yere gelebilmemiz için yöntem ve istikamet belirleme imkânı oluşturmaktadır” dedi. UNEC Rektörü Prof. Dr. Muradov, amaçlarının Türk dünyası yüksek eğitim kurumları arasında ilişkilerin geliştirilmesi ve öğrenci ve akademisyen değişiminin artırılması olduğunu belirtti. Kongreye Büyük İlgi: 176 tebliğ. Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesine bağlı Türk Dünyası İşletme Fakültesi akademisyenleri ve öğrencilerinin desteğiyle 2 gün süren kongrede; toplam 30 oturum yapıldı. Bu oturumlarda 8 farklı ülkeden, 26 farklı alanda toplam 176 tebliğ sunuldu. Kongrenin kapanış oturumunda söz alan, 13 yıl önce bu kongrenin düzenlenmesi fikrini, o zaman Türk Dünyası Celalabat İşletme Fakültesi Dekanlığını yaptığı sırada merhum Prof. Dr. Turan Yazgan’a öneren kongre ortağı Uludağ Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Yüce; “Bu kongreyi yapmaktaki amacımız Türk Dünyası’nın sorunlarını ortaya koymak ve çözüm önerilerini sunmaktır. Türk Dünyası dış kaynaklıdır ancak meseleyi dışarıda değil içerde çözeceğiz. Bunun için de birlik içinde olmalıyız ve ortak akıl ile hareket etmeliyiz” dedi.
85
ayat yaşanır ve geriye bizde yer eden yaşanmışlıklar kalır. Ömrün çizgisi ne kadar derin olursa olsun bazen öyle bir koşuşturmanın içine gireriz ki unutulmaz sandığımız anlar zamanla zihnimizden silinir gider. Kalbimiz her ne kadar anılar evi gibi bir korunaklığa sahipse de acı bir gerçektir ki; insan unutur.
UYUMSUZ BİR
YAŞAMDAN
KESİTLER
Günlük tutmak insanın yaşadıklarına kendisini şahit tutmasıdır. Kişisel bir tarih defteridir günlükler Kitap Tahlili: Mustafa UÇURUM
Günlük tutmak insanın yaşadıklarına kendisini şahit tutmasıdır. Kişisel bir tarih defteridir günlükler. Hem edebi anlamda hem de sosyal anlamda günlükler önemli kaynaklardır. Gün olur ki tarihin önemli dönüm noktalarında tutulan günlükler, tarihe ışık tutan önemli kaynaklar arasında sayılır. Bu yüzden özellikle tarih, siyaset ve edebiyat adamlarının günlükleri daha bir önem kazanmaktadır. Eugéne Ionesco, adı tiyatro ile anılan bir edebiyat adamı. “Uyumsuz tiyatro” türünün en önemli temsilcileri arasında. Yaşantısına bakınca, bu tiyatronun neden en önemli temsilcisi olduğu daha iyi anlaşılıyor. Çalkantılı bir yaşam, içine sığmayıp taşan bir huzursuzluk, rüya ile gerçek arasında yaşanan gel gitler ve ölümü her an başucunda hissetme Eugéne Ionesco için sıralanabilecek sıfatlar arasında. Yaşadıklarını günlükler şeklinde yazmış Eugéne Ionesco. Cümle Yayınları arasında çıkan ve Halil Can’ın tercümesi ile okuyucuya ulaştırılan kitap, daha ilk satırlarından başlayarak farkını ortaya koyan bir eser. Kitabın Muhsin Mete’ye ait sunuş yazısında kitap, yazar ve kitabı tercüme eden Halil Can hakkında detaylı bilgi mevcut. Eugéne Ionesco, Romanya’da doğar ama annesi Fransız olduğu için Fransa’ya daha bağlıdır. Adını bile bu bağlılığın bir sonucu olarak değiştirir. Edebiyat çevreleri tarafından Fransız olarak bilinmesinin sebebi de bu yüzdendir. Eugéne Ionesco’nun günlükleri bildiğimiz günlük tarzının dışında bir çalışma. Günlükte hiç tarih yok. Kitap, yazarın çocukluk anıları ile başlıyor. Okulda, anaokulunda, kaldığı yurtta yaşadıklarını anlatıyor Eugéne Ionesco. Daha sonra günlükler başlıyor. Kitapta tarih yok ama günlük hissini vermek için yazar diğer bir güne geçtiği bölümlerin ilk birkaç sözcüğünü büyük harflerle yazıyor. Böylelikle yeni bir günün notlarını okuduğumuzu anlıyoruz. Günlük’te karşımıza çıkan en baskın duygu; rüya ile gerçeğin iç içe geçmiş halde yazarın
sayı//18// ocak 86
Yazar dünya edebiyatında tiyatro eserleriyle tanınan bir isim. Günlüklerinde de yazdığı eserlerle ilgili ipuçları veriyor, birçok eserinin yazılım aşamasından bahsediyor. Tiyatro yazma sebebini söylüyor açık yüreklilikle. Para kazanmak, geçimini sağlamak için sürekli tiyatro yazdığını söylüyor. Kral Ölüyor adlı oyunundan parçalar da paylaşıyor günlüğünde. Baştan sona ilginçlikler kitabı olan Günlük, yazarın okuyucuyu şaşırtan açık yürekli sözleriyle devam ediyor. “Yazmak” üzerine düşüncelerini de sıralıyor yeri geldikçe. Yazmaktan çok da hazzetmediğini söylüyor. “Anlatımın Bunalımı” bölümünde anlatmak, paylaşmak ve yazmak üzerine düşüncelerini öğreniyoruz Eugéne Ionesco’nun. Huzursuz ruh hali burada da kendini belli ediyor. Yazmak istemeyen, ölümden korkan, hayattan korkan ama her şeye rağmen yazıya sığınan bir tedirgin ruh ile tanışıyoruz. Yaşamak için yazmak vurgusunu sık sık yapıyor yazar. Günlükler, yazıldıkları dönemlerin kayıt defterleri gibidir. Günlük yazarı yaşadığı dönemle ilgili izlenimlerini yazarak, gelecek zamanlara geçmişin
izlerini taşımış olur. Her ne kadar Eugéne Ionesco, gün ve tarih düşmeden günlüklerini yazmış olsa da yaşadığı dönemin olaylarına da değiniyor. “Ben kendi dertlerimle uğraşırken” diyerek başladığı günde; açlıklardan, savaştan, empereyalizmden, küresel güçlerin dünyayı esir almasından bahsediyor. Daha sonraki günlerde de insan ölümlerinden Habil ve Kâbil’den başlayarak yaşadığı üzüntüyü dile getiriyor. 1909’da doğup 1994’te ölen Eugéne Ionesco’nun birçok savaşa, sömürgeye şahit olduğu düşünülecek olursa savaştan ve insanların ölümünden duyduğu endişe ve rahatsızlık daha iyi anlaşılıyor. Adını dünya tiyatro tarihine sıra dışı eserleriyle yazdırmış Eugéne Ionesco’yu daha yakından tanımak ve eserlerini hangi ruh hali içinde vücuda getirdiğini öğrenmek anlamında Günlük, önemli bir eser. Muhsin Mete’nin sunuş yazısında da bahsettiği tercümeyi yapan Halil Can’ın hayatından notlar ve eserin çevirisindeki ustalığı özellikle vurgulanmış. Satırlar arasında ilerlerken bu ustalığı sezebiliyoruz. Uyumsuz tiyatrodan yine uyumsuz bir yaşam grafiğine Eugéne Ionesco’nun nasıl geçiş yaptığını hayatından kesitlerle öğrenmek için Günlük iyi bir tercih.
Ş E H İ R K İ TA P
hayatında yer ediyor olması. Sürekli bir rüya hali var günlükte. Rüyaların yorumlarını da yapıyor Eugéne Ionesco. Karşımıza gerçeküstücü bir yazarın rüyaları ve bunlara yaptığı yorumlardan oluşan farklı bir günlük de çıkmış oluyor.
87
GÜÇ MÜCADELESİNE DÖNÜŞEN
HİLAFET KURUMU/ FERD VE CEMİYET Emeviler döneminde İslam dünyası tek bir idari merkezden bir halife tarafından yönetilirken Hz. Peygamber’in Amcası Abbas bin Abdülmuttalib’in soyundan gelen Abbasilerin uzun bir mücadeleden sonra Emevileri iktidardan uzaklaştırarak iktidarı devir almaları ile İslam tarihinde yeni bir döneme girilmişti Prof. Dr. Ali ARSLAN*
arış , 679 yılında vefat eden Emevi Halifesi Muaviye’nin daha vefatından önce oğlu Yezid’i halife olarak ilan etmesi ile bozulmuştu. Anlaşmaya uyması için Hz. Hüseyin ve Hz. Abdullah bin Zübeyr karşı çıkmasına rağmen Halife Muaviye yapılan teklifleri kabul etmemişti. Bu süreç Hz. Hüseyin’in hunharca katledilmesi ve İslam dünyasında günümüze kadar gelen derin yarıların açılmasıyla sonuçlanmıştı. Hilafetin seçim usulünden veraset yani saltanat usulüne geçişte İslamî ilkelere uymayan yönlerini şu şekilde değerlendirmek mümkündür: 1-İlk Emevi Halifesi Muaviye hilafeti uzun bir mücadeleden sonra güç ile elde etmiştir. Esasında bu hilafet seçimine uygun değildir. Halifenin güç ile değil ehliyete göre belirlenmesi gerekirdi. Ancak bu uygulama fiili olarak kabul edilmiştir. 2-Hz. Hasan, bu davranışı ile siyasi iktidarın önemli olmadığı, insanların ölmesini gerektirmediği ve Halifelik makamında olmak yerine devletin Kuran ve sünnete göre yani İslami hükümlere göre idare edilmesinin daha önemli olduğunu ortaya koymuştu. 3-Babadan oğlu geçiş yani saltanat dönemi başlamıştır. Bu usulde ehil olan değil kan bağı olması esastır ki bu da esasında İslamî hükümlere uymamaktadır. 4-Hz. Hüseyin, Emevi Halifesi Muaviye’ye karşı harekete geçmemiş ancak hilafetin saltanat usulüne dönüşüne itiraz etmiş ve varis olarak Yezid’in halifeliğini ret ettiği için şehit edilmiştir. 5-Halife seçileceklerin sadece bir aile mensuplarına hasr edilmesi İslamî hükümlere aykırıdır. İslamî hükümlere uyan yönleri ise şu şekilde sıralayabiliriz:
Şam Emevi Camii
*T.C. İstanbul Üniversitesi
1-Halifelerin seçimi kurumsal yapıya uymamasına rağmen Emeviler İslam medeniyeti içinde kalmışlardı. Bu dönemde İslamî sistemin gelişmesine, İslamî idarî, sosyal ve iktisadi hayatın yerleşmesine devam edilmiştir. 2-Seçilme usulü İslama uymasa da uygulama bakımından Müslümanların yaşadığı bütün coğrafyayı bir idari yapı altında birleştirmişlerdi. Devletin sınırları Hindistan’dan İspanya’ya kadar genişlemişti. 3-Bu bütün Müslümanların tek bir yönetim
sayı//18// ocak 88
altında bulundurma açısından halifelik anlayışına uygundu. Emeviler döneminde Halifelik tam bir merkezi siyasi yapıya dönüştü. III-ÇOKLU HALİFELİK DÖNEMİ Emeviler döneminde İslam dünyası tek bir idari merkezden bir halife tarafından yönetilirken Hz. Peygamber’in Amcası Abbas bin Abdülmuttalib’in soyundan gelen Abbasilerin uzun bir mücadeleden sonra Emevileri iktidardan uzaklaştırarak iktidarı devir almaları ile İslam tarihinde yeni bir döneme girilmişti. İslam dünyası iki ayrı hanedan halife tarafından yönetilmeye başlanacaktı. Daha sonra Şii Fatimi Halifesi ortaya çıktığında İslam dünyasında iç halifelik merkezi ve alanı oluşacaktı. A-Abbasi Halifeliği(750-1055) Emevi hanedanın 750 tarihinde Şam’da sona ermesi üzerine ilk Abbasi Halifesi Ebu’l-Abbas Seffah iktidara gelmişti. Abbasiler 819 tarihine başkenti Bağdat’a nakl etmişlerdi. Fakat Abbasi halifeleri Endülüs, Fas ve bugünkü Batı Cezayir’i idareleri altına alamamışlardı. Yani Emevi döneminde olduğu gibi bütün İslam dünyasını bir idarede birleştirememişlerdi. Yani bütün Müslümanları devlet sınırlarına dahil edemediklerinden tam bir emirü’l-müminîn olamamışlardı. 9. Asırdan itibaren Abbasi halifeleri bir devlet başkanı sıfatı ile ülkeyi yönetememeye başlamıştı. Başkent Bağdat civarı dışındaki pek çok topraklarında yeni oluşan devletleri tanımışlardı. Sonunda Bağdat ve civarında hüküm süren Abbasi Halifesi de Şii Büveyhoğulları’nın nüfuzu altına girmişti. Bu zor durumdan kurtulmak isteyen Abbasi Halifesi, Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’i başkente davet etmişti. Selçuklu ordusu Bağdat’taki Şii Türk komutan Aslan Besasiri’nin elinden halifeyi kurtarmıştı(1055). Bağdat’ta yapılan törende Halife, Allah’ın kendisine memleketleri yönetmesi hususunda tevdi ettiği bütün salahiyetleri Tuğrul Bey’e devrettiğini ilan etmişti. Böylece Abbasi Halifeliği bir nevi manevi bir statüye dönüşmüştü. Kısa bir süre sonra 1058 yılında Bağdat’ın tekrar işgali üzerine, Sultan Tuğrul yeniden Bağdat’a gelerek halifeyi kurtarmış(1059) ve bu defa halifelik devletine de son verilmişti. Bu tarihten itibaren Abbasi Halifeliği tamamen manevi halifeliğe dönüşmüştü. B-Endülüs Emevi Emirlik/Halifeliği(756-1031) Şam’da Emevi hanedanının yerine Abbasi hanedanın gelmesi üzerine Emevi Halifesi Hişam bin Abdülmelik’in torunu Abdurrahman Kurtuba’da Endülüs Emevi devletini 756’da kurdu. Abbasilerle mücadele eden I.
Abdurrahman Emir ünvanını kullandı. 929 yılına kadar da Edülülüs Emevi Devleti’nin başındakiler emir ünvanı kullanmaya devam ettiler. Ancak Abbasi Halifeliğini de tanımadılar. III. Abdurrahman saltanatının 27 yılında 929 tarihinde halifeliğini ilan etti. Kuzey Afrika’da Fatimi Halifeliğinin yayılmasına karşı halife, en-Nasr lidinillah ünvanlarını kullanmaya başladı. Kısa bir süre iktidarı ela alan Hammûddiler(1016-1023) de halife unvanını kullanmışlardır.1023’te iktidarı tekrar ele alan Emevi hükümdarları 1031 tarihine kadar halife unvanını kullandılar.
Emevi hanedanın 750 tarihinde Şam’da sona ermesi üzerine ilk Abbasi Halifesi Ebu’lAbbas Seffah iktidara gelmişti.
Endülüs’te hilafet unvanı Emevilerden sonra da siyasi iktidarı elinde bulunduranlar tarafından kullanılmaya devam edilmiştir. Mesela Mülûkü’l-Tavâif (1031-1090) döneminde halife unvanını kullandıkları, hatta dört emirin aynı anda halife unvanını taşıdıkları bilinmektedir . Murâbıtlar(1090-1147)dan sonra itidara gelen Muvahidler(1147-1238) emîrü’l-müminîn unvanı kullanmışlar ve kendilerini halife olduklarını kabul etmişlerdi. Endülüs’te hanedanlar değişse de Endülüs Emevilerin Abbasilere ve Fatimilere karşı öne sürdükleri hilafet iddiası bir şekilde devam ettirilmişti. Ancak mahiyet itibariyle içinin doldurulduğunu söylemek mümkün değildi. Gerçekte bunların hapsi birer emirlikten ibaretti. C-Şii Fatimi Halifeliği (909-1171) Şii-Sünni tartışmaları konusunda gerçekleşen mücadele üzerine çıkan Şii Fatimi Halifeliğidir. Bu halifelik itikat olarak Şiiliğin İsmailiye koluna bağlıdır. Emevi ve Abbasi dönemlerinde baskı gören Şiiler, çeşitli bölgeleri yayılmışlardı. Fatimiler, Cezayir’deki Berberîler kavminden Kutama aşireti içinde doğmuştu. 909’da başkent olarak Tunus’taki Mehdiye’yi seçmişlerdi. Devletin adı Hz. Ali’nin kızı Fatıma Zehra’ya nisbeten verilmişti. 948’de başkentlerini Tunus yakınlarında kurdukları Mansuriye’ye ve 969’da ise Mısır’ı ele geçirdiklerinde bu defa başkentlerini buraya taşımışlar ve Kahire’yi kurmuşlardı.
89
Endülüs’te hanedanlar değişse de Endülüs Emevilerin Abbasilere ve Fatimilere karşı öne sürdükleri hilafet iddiası bir şekilde devam ettirilmişti. Ancak mahiyet itibariyle içinin doldurulduğunu söylemek mümkün değildi. Gerçekte bunların hapsi birer emirlikten ibaretti.
Mısır’ı Abbasi Halifesine manevi olarak bağlı olan Sünni İhşidiler’den alan Fatimiler, Kuzey Afrika yanında günümüz Sicilya, Ürdün, Filistin, İsrail Lübnan, Suriye Hicaz ve Yemen’i ele geçirmişlerdi. Fatımi Halifeliği sınırları içinde Sünniler büyük çoğunluğu oluşturuyordu. Doğu Roma/Bizans ve Haçlılar yanında Endülus Emevileri ile batıda Abbasi ve Selçuklular ile doğuda yaptığı mücadele dolayısıyla Fatimiler çok zayıflamıştı. Selahaddin-i Eyyübi, 1171’de Mısır’da idareyi ele almış ve Fatımi Halifeliğine son vermişti. Ayrıca Bağdat’taki Abbasi Halifesine bağlılığını ilan etti . Tabiki bu sadece manevi bir bağlılıktan ibaretti. D-Çoklu Halifelik Döneminin Özelikleri Abbasi, Endülüs Emevi ve Fatimi halifeliklerini olduğu bu çoklu halifelik dönemini temel özelliklerini ve hilafet kurumuna uygunluğunu şu şekilde özetleyebiliriz; 1- Üç hilafet te saltanat olması yani ehil insanlar değil veraset dolayısıyla halifenin belirlenmesi Hilafet müessesi için gerekli olan seçim şartlarına uygunluk göstermemektedir. 2-Üç halifelik te konumlarını güce borçludur. Abbasiler ve Fatimiler hilafet saltanatını güçle ele geçirmişlerdi. Endülüs Emevileri ise halifeliklerini güçle korumuşlardı. Zira halifelik güçle elde edilen bir kurum değildi. Halife seçimi Müslümanların istek veya en azından tasdiki ile gerçekleşmesi gerekirdi. 3-Bu dönemde aynı anda üç halifelik faaliyet göstermişti. Bu zaman zarfında Müslümanların bir bütün olarak yaşama ve ortak yönetim anlaşışı parçalanmıştı. Bu çoklu halife uygulaması halifenin bütün Müslümanların tek siyasi ve manevi lideri olma niteliğine uygun değildir. 4- Çoklu Halifelik dönemine halifelik kurumu sadece saltanat yönünden değil mezhepsel yönden de ikiye ayrıldı. İlk defa ayrı ayrı Sünni ve Şii halifelikleri kuruldu. 5-Emirü’l-müminîn yani bütün Müslümanların halifesi olama özelliği ortadan kalktı. Üç halifelik te İslam dünyasının bazı alanlarında tam bir halife olmalarına rağmen İslam dünyasının bütününün halifesi olma niteliğinden yoksundu. 6-Üç halifelik de kendi hâkimiyetleri alanlarında bile her zaman tek dünyevi ve manevi lider olama özelliğini kaybetmişlerdi. Kendi devletlerinin bazı kısımlarında siyasi oluşumları devlet olarak tanıyan halifeler, bu yeni devletlerin
sayı//18// ocak 90
coğrafyaları için sadece manevi halife haline gelmişlerdi. Böylece emirü’l-müsliminliklerin kurulması anlayışı yerleşmeye başlamıştı. Hatta bazı emirliklerin emirü’l-mümimîn unvanını kullanmaları her devletin başkanın halife olabileceği kanaatinin oluşmaya başladığının bir göstergesidir. Çoklu halifelik döneminde, üç ayrı halifelik ve birçok emirü’l-müsilimînlik bulunmasına rağmen İslam hukuku, sosyal yapısı ve iktisadi anlayışı hepsinde geçerli idi. Siyasi rekabetlerle çok parçalı bir yapı olmasına rağmen İslam dünyası İslam medeniyeti içinde bulunmaktaydı. Haçlı seferleri dolayısıyla siyasi olarak bazı Müslümanlar Hıristiyan idaresine germişlerse de bu çok geniş bir alanı kaplamadığı gibi uzun süreli de olmamıştı. IV- MANEVİ HALİFELİK VE EMİRÜ’LMÜSLİMÎNLİKLER DÖNEMİ(1055-1517) A-Abbasi Halifelerinin Kendi Topraklarında Kurulan Yeni Devletleri Tanıması Fiilin Manevi Halifeliği Kabul Etmeleri Bağdat’taki Abbasi Halifeliği 9. Asırdan itibaren bir devlet başkanı sıfatı ile eski topraklarını yönetememeye başlamıştı. Başkent Bağdat civarı dışındaki kendi topraklarında oluşan yeni devletleri tanımıştı. Böylece o coğrafyalardaki yönetim yetkilerini de o ülke hükümdarlarına devr edilmişti. Mesala Seferiler(861-1003) Bugünkü İran Afganistan; Samaniler(819-999); Özbekistan, Afganistan, Türkmenistan ve İran’da kurulmuşlardı. Bunalar Abbasi Halifeliğini tanımakla birlikte ayrı birer devlet gibi tavır göstermişlerdi. Fustat-Kahire başkentli Tolunoğulları(869-905) Ahmed bin Tolun tarafından Türklerin Mısır’da kurduğu ilk devletti. Sınırları bugünkü Mısır, Filistin, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Güney Türkiye’yi içermekteydi. Manevi olarak Abbasi Halifeliği’ne bağlıydı. Fustat-Kahire başkentli İhşidiler/Akşitler(935969)’in kurucusu Muhammed bin Togic isimli bir Türk’tü. Mısır, Doğu Libya, Hicaz, Filistin, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Türkiye’nin güneyinde hüküm sürmüşlerdi. Yalnız Abbasi Halifeliğine manevi olarak bağlı olduğunu göstermek için Muhammed adına para bastırmıştı. Başkenti Gazne olan Gazneliler(962-1183) bir Türk devleti idi. Bugünkü İran, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Pakistan, Kuzey Hindistan ve Afganistan’da hüküm sürmüşlerdi. Gazneliler, Abbasi Halifesini manevi olarak tanıyorlardı. Sultan Mahmut Şii Büveyhoğullarına karış halifeliği korumuş ve bastırdığı paralara halifenin adını koymuştu. Gaznelilerin yerine hatta onların
sınırlarından daha geniş bir alanda hüküm süren Büyük Selçuklu Devleti(1038-1157) ortaya çıkmışlardı. Gazneliler gibi Abbasi halifesini koruyan Selçuklulara Abbasi Halifesi Kaim 1055’te yönetim yetkilerini devredecekti. Manevi halifelik uygulaması sadece Abbasilerle sınırlı değildi. Aynı uygulama Fatimiler tarafından da gerçekleştirilmişti. Kuzey Afrika’da daha önce bağlı olduğu Fatimi Halifesine tarafından İfrikiye Valiliğine atanan Yusuf Bulukkin bin Ziri, 972’de bir devlet kurmuştu. Ancak manevi olarak Fatimi Halifeliği’ne bağlıydı. 1041’de Şerefeddevle el Muiz(1016-1162) Fatimi Hilafeti’nden ayrılarak Abbasi Hilafetine bağlanmıştı. Bu manevi olarak bağlılıktı. B-İslam’ı Yeni Kabul Eden Devletler için Abbasilerin Manevi Halifeliği Kabulü Abbasi halifeleri eskiden kendileri tarafından idare edilen topraklarda kurulan devletlerin manevi halifeliğini kabul ettikleri gibi yeni bir durumla da karış karşıya kalmışlardı. Eskiden İslam olmayan bazı devletler İslam dinini kabul edince halifeye bağlanmak istemişlerdi. Abbasi halifeleri de bu devletler için idari değil ama manevi halife haline gelmişlerdi. Bu tarzda model olarak iki devletten bahsedeceğiz. Birincisi İdil-Ural yani bugünkü Rusya Federasyonu’nun orta kısmında yer alan İdilBulgar Devleti(640-1237) idi. İdil Bulgarları İslamiyet’i kabul edince İlteber Almış Han 920’de Abbasi Halifesi Cafer El-Muktedir’e bir elçi ile iki name göndererek İslamiyet’i doğru öğretecek âlimler, mescitlerin yapılması için mimarlar istemişti. Böylece İdil Bulgar Devleti manevi olarak Abbasi Halifeliği’ne bağlanmıştı. Bu modele uyan ikinci devlet te Karahanlılar idi. Abbasi Halifesi Nasr Bin Ali, başkenti Kaşgar olan Karahanlı Devleti(932-1212)’ni bir İslam devleti olarak tanımıştı. Böylece bugünkü Çin sınırları içinde kalan Uygur -Türkistan Doğu, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Güney Kazakistan’ı içine alan Karahanlı Devleti’nde yaşayan Müslümanlar için Abbasi halifesi manevi bir halife haline gelmişti. Bu durum İslamiyet’in Abbasi Halifeliği’nin sınırlarından daha fazla yayılması ile ilgili olduğu gibi Abbasilerin zayıflaması ile de ilgiliydi. Kısacası Abbasi Halifeliği fiili olarak manevi halifeliğe doğru bir değişime gidiyordu. C-Selçuklular ve Abbasi Halifeliği’nin Tamamen Manevi Makama Dönüşmesi Çoklu halifelikler döneminde, 11. Yüzyılda, Bağdat
ve civarında hüküm süren Abbasi Halifesi, Şii Büveyhoğullarının nüfuzu altına girmişti. Abbasi Halifesinin daveti üzerine Tuğrul Bey’i başkente gelmiş ve Selçuklu ordusu Bağdat’taki Şii Türk komutan Aslan Besasiri’nin elinden halifeyi kurtarmıştı(1055). Yapılan törende Halife, Allah’ın kendisine memleketleri yönetmesi hususunda tevdi ettiği bütün salahiyetleri Tuğrul Bey’e devrettiğini ilan etmişti. 1058 yılında Bağdat’ın tekrar işgali üzerine Sultan Tuğrul tekrar Bağdat’a gelerek halifeyi kurtarmıştı. Bu defa Selçuklu Veziri Kündüri ile halife ve halifeliğin statüsü müzakere edilmiş ve halifelik devletinin ortadan kalkmasına karar verilmişti. Halifeye günlük 2000 dinar tahsisat verilmesi kararlaştırılmıştı. Yalnız bu gelirin hangi ülke ve arazilerden temin edilmesinin seçimi Abbasi Halifesine verilmişti. O da Bağdat, Basra ve Vasıt’ı seçmişti. Bu tarihten itibaren Abbasi halifeliği sadece manevi bir mahiyete dönüşmüştü.
Bağdat’taki Abbasi Halifeliği 9. Asırdan itibaren bir devlet başkanı sıfatı ile eski topraklarını yönetememeye başlamıştı.
D-Manevi Abbasi Halifelerinin Emirü’lMüslimînleri Tanımaları a-Bağdat’taki Abbasi Manevi Hilafeti Abbasi Halifeilği’nin yönetim işlerini Selçuklu sultanlarına devr etmesi ve 1058’de de tamamen manevi halifeliği kabul etmesi kısa bir süreliğine bir uygulama olmayıp birçok coğrafyada tatbik edilmişti. Bu uygulamaları ile Abbasi Halifesi kendisinin sadece manevi bir konuma dönüştüğünü kabul etmişti. Bununla ilgili bazı örnekler verebiliriz. Mesela Sultan Alpaslan 1064 yılında Büyük Selçuklu tahtına çıkarken Abbasi Halifesi bir menşur göndererek hükümdarlığını tanımıştı. Abbasi halifesinin manevi statüyü kabul eteği sadece Selçuklu Devleti için geçerli bir uygulama değildi. Endülüs’te Murabıtlar(1090-1147) bu uygulamanın güzel örneklerindendir. Muratıbların hükümdarı Yusuf b. Tâşfîn’in 1086’da VI. Alfonso’ya karşı zafer kazanması üzerine Abbasi Halifesi Muttedîr-bimerillah kendisine bir menşur göndermiş ve emîrü’l-müslimîn unvanı vermişti . 1171’de Mısır’da idareyi ele alan Selahaddin-i Eyyübi, Fatimi Halifeliğine son verdiği gibi Bağdat’taki Abbasi Halifesine bağlılığını ilan etmişti. Bu dünyevi değil sadece manevi bir bağlılıktı. KAYNAKÇA
1- Casim Avcı, Hilafet, 2- Neş’et Çağatay, “Fatimîler Devleti’nin Kuruluş ve Akideleri”, ; Aydın Çelik, “Fatımîler Devleti’nin Kuruluşu”, Fırat Üniversitesi Sosyal bilimler enstitütüs Dergisi, 15/2 , Elazığ 2005, s. 433-453. 3- Casim Avcı, Hilafet 91
amazan Bayramının üçüncü günü, kaderim beni Saraybosna’ya, tekrar sürüklemişti. Priyepolye (Orijinali: Prijepolje) doğumlu Hüseyin Amcam da benimle beraberdi. Babamın doğduğu şehre gitmek için dakikaları saymaya başlamıştım. Saraybosna’da yaşayan akrabalarımız yollar güvenli de olsa bizim Sırbistan sınırları içinde bulunan Priyepolye’ye gitmemizden pek hoşnut değillerdi.
BABA TOPRAĞI
PRİYEPOLYE Sırbistan topraklarına girdikten sonra bir başka heyecanlandım. Ne de olsa yıllardır adını duyduğum, acısını hissettiğim, kavuşma heyecanı yaşadığım ve ailemin köklerinin bulunduğu Sancak bölgesine girmiştim, artık.
H. Yıldırım AĞANOĞLU*
*Araştırmacı T.C.Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı
sayı//18// ocak 92
Vişegrad Köprüsü’nü ziyaretimizden sonra kenarında çektirdiğimiz fotoğrafların bizim için ayrı bir hatırası oldu. Ancak Saraybosna’ya döndükten sonra akrabam Nermina’ya çektiğim fotoğrafları gösterdiğimde ben heyecanla Vişegrad Köprüsü’nü ne kadar beğendiğimi anlatırken, onların yüzü asık bir şekilde beni dinlediklerini gördüm. Ne olduğunu sorduğumda acı haberle karşılaştım. Bu köprüde Sırp çetnikler hem II. Dünya Savaşı’nda hem de 1992 savaşında Müslüman Boşnakları katletmişler. Hatta o zamanlar bu köprüye kanlı köprü adı verilmiş. Drina nehrinin günlerce kan kırmızısı aktığı rivayet edilir. Bu nasıl bir acıdır ,insana böyle bir katliam yapacak bir insan düşünemiyorum. Vişegrad Köprüsü’nü ziyaret ettikten sonra, bizi orada bekleyen Sabahaddin Obucina beyefendi ile tanıştık. Tanışmadan sonra biz Zambak Tur grubundan ayrıldık. Hüseyin Kansu’nun ricası üzerine bizi alıp, babamın doğum yeri olan Priyepolye’ye götürmek için 2-3 saatlik bir yoldan gelen bu beyefendi Priyepolye İslam Meclisi Başkanı Gerçekten ilerlemiş yaşına rağmen hala bir delikanlı gibiydi. Kıyafeti, kibarlığı ve misafirperverliği ile bizleri etkiledi. Yola ben, eşim, kendisi de Priyepolye doğumlu olan Zehra Halam ve bize Boşnakça tercümeler konusunda yardımcı olacak dostumuz Rıfat Ahmetoğlu ile birlikte devam ettik. Aradan çok geçmeden Rudo kasabasından geçtik, yıllardır Osmanlı tarihinde çok önemli bir rolü bulunan Sokullu Mehmet Paşa’nın Sırp asıllı bir devşirme olduğu, hatta kardeşinin papaz olduğu anlatılır. Türkler Rumeli tarihini eski Yugoslayva’daki Sırp tarihçilerden öğrendikleri için bazı gerçekleri bilememeleri normaldi tabii. Son dönemde yetişen bazı Boşnak tarihçiler Sokullu Mehmet Paşa’nın aslının Rudo kasabasından olduğunu iddia etmektedir. İlerleyen zamanlarda bu mesele de yeni bilgilerin ortaya çıkması belki de bilinenleri değiştirecektir. Rudo’yu geçtikten sonra Sabahattin Bey bize eliyle bir binayı işaret etti. Yolun köşesindeki terk edilmiş bir mola tesisinde 1992 Bosna Savaşı esnasında içi tamamen Boşnak Müslümanlarla
dolu bir otobüs çetnikler tarafından durdurularak yolcuların tamamı katledilmişti. Pırıl pırıl bir gökyüzü, güneşli bir gün, yemyeşil bir tabiat olmasına rağmen katliamın manevi ağırlığı ve hüznü hepimizin gönlüne gelip oturmuştu. Üç İhlâs, bir Fatiha okuyarak yolumuza devam ettik. Sırbistan 1992’deki gibi ülke değildi artık. Miloşeviç devrilmiş, daha demokratik bir ülke haline gelmeye çalışan bir ülke olmuştu. 2009 Eylülündeki Sırbistan hükümetinde Sancaklı bir Boşnak bakan vardı. Sancak Müslümanları Milli Konseyi Başkanı Sancak Müslümanlarının lideri Dr. Süleyman Ugljanin bakan olmuştu. Savaş zamanında aranan ve ülkesinden çıkmak zorunda kalıp Ankara’ya sığınan bu insan artık Belgrad’da bakandı. Sırf bu olay bile konjonktürün ne kadar değiştiğini göstermesi bakımından yeterli bir örnektir. Sırbistan topraklarına girdikten sonra bir başka heyecanlandım. Ne de olsa yıllardır adını duyduğum, acısını hissettiğim, kavuşma heyecanı yaşadığım ve ailemin köklerinin bulunduğu Sancak bölgesine girmiştim, artık. Her kavuşma aynı zamanda göçün ne kadar acı bir kavram olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu bana. İlk geçeceğimiz Sancak şehri Priboy’du. Burada babamla kardeş çocuğu olan Şuçro Amca ile tanıştık ve görüştük. Amca ile ilk defa görüşmemize ve hatta varlığını bile ilk defa duymamıza rağmen son derece samimi bir şekilde sarıldık birbirimize. Eee kolay değildi göç, kolay değildi 77 senelik ayrılık. Bunu anlatmaya kelimeler kâfi gelmiyor. Şuçro ile babam kardeş çocukları imiş. Bunu duyunca o kadar üzüldüm ki. Hadi benim bilmemem normal ama babam ile amcamın bile onları hiç tanıyamamaları ve bağlantılarının kopmuş olması ne kadar acı bir olay aslında. Şuçro ile ömrümde sadece bir kere görüşebildim, bir daha da görüşemeyeceğim, yakın zamanda vefat etmiş. Sonra Priyepolye şehrine vardık. Osmanlı’nın yaptırdığı saat kulesi bize hoş geldiniz der gibiydi. Yeşil ile örtülü tepeler, şehrin tam ortasında geçen Lim Nehri ise şırıltılarıyla bize başka bir huzur veriyordu. Bizi burada şehrin Başimamı Nadir Dacic Efendi karşıladı. Şehirdeyken daima bizimle oldu. Gittiğimiz yılda Priyepolye’de bir kız medresesi, daha doğrusu Osmanlı sonrasında Sırbistan’da açılan ilk kız medresesini inşa etmeye uğraşıyordu. Daha sonra çok şükür bitirdi, ilk mezunlarını verdi bu güzide okulumuz. Priyepolye şehri Bosna-Sırbistan sınırına 45 km. mesafede bir kasabadır. Orijinal yazılışı Prijepolje’dir. Osmanlı ise bu kasabaya Prepol demekteydi. Balkanlar’da dolaşırken ya da tarihi
araştırmalar yaparken çekeceğiniz zorluklardan bir tanesi de yer isimlerinin farklı söylenişi ya da yazılışıdır. Makedonya, Bosna-Hersek ve Sırbistan’da Roma İmparatorluğu zamanında kurulan şehirlerin isimleri daha sonra Slav kabilelerinin bölgeye yerleşmesiyle değişmiştir. Osmanlı Devleti Balkanlar’ı fethedince kimi şehirler yeni kurulmuş, kimi şehirler büyümüş ve gelişmiştir. Osmanlı daha önce kurulu bulunan bir şehrin ismini genelde değiştirmemiş, telaffuz ederken kendi diline uyarlamıştır. Sancak bölgesi şehirleri olan Prijepolje-Prepol, Sjenitsa-Seniçe, Novipazar ise Yenipazar şeklinde kaydedilmiştir. Plevlja’ya ise Osmanlı Taşlıca demiştir. İşyerimde her gün çeşitli belgelerini gördüğüm bu şehirlerde bulunmak o kadar güzeldi ki. Priyepolye’de fotoğraf çekilmek üzere ilk indiğimde 77 yıllık hasret sona ermiş ve babamın doğduğu şehre ayak basmıştım. Şaşkınca ve telaşla etrafa bakıyordum. Nereye bakacağımı bilemez bir haldeydim çünkü. Fotoğraf çekildikten sonra Zehra Halam kendi doğduğu evlerinin olduğu Vakıf Camii ve mahallesini işaret etti. Babamın mahallesi ise daha ileride Şaranpo Mahallesiymiş. Terzi olan Ahmed Dedem nerede çalışıyordu acaba. Ne şartlar altında göç etmeye karar vermişti. Kafamda bu sorular dolaşıyordu. Babamın doğduğu Şaranpo Mahallesi’ne gittik ve İbrahim Paşa Camii’ni ziyaret ettik. Burada eskiden görev yapan bir akrabamın hafız olduğunu öğrendim. Babamın evini buldum, fotoğraflarını çektim. Babamın şehit edilen Aliya Amcasının yaptırdığı çeşmeyi gördük, oradan su içtik. 1944’te sokak ortasında öldürülen Aliya Amca’nın mezar taşının koyulmasına bile ancak komünizm devrinin bitmesinden sonra müsaade edilmişti. Bu ne acıdır yarabbim. Babamın diğer Amcası Mehmet Bey’in torunu Ertekin ile tanıştık. 77 yıl süren ayrılık bitmişti artık. Şehrin ortasından geçen Lim Nehrine indim, elimi yüzümü yıkadım. Ne Ahmet Dedem ne de babam bu şehirden 1932 yılında göç ettikten sonra bir daha bu şehri görememişler. Ahmed Dedemin, kardeşi Aliya’nın yaptırdığı çeşmeden doldurduğum suyu İstanbul’da babamın mezarına döktüm. Rahmetli iki yaşındayken su içip ayrıldığı bu şehrin suyunu bir daha hiç içememişti çünkü. Hem hüzün hem sevinç benimle bir aradaydı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Balkanlar’ın Makûs Talihi Göç, kitabını yazdım ama altı gün süren Bosna-Hersek ve 6 saat süren Priyepolye gezimde göç ne kadar acı bir kavrammış, acıları hem de yıllar sonra bir kez daha bizzat yaşayarak öğrendim. 93
stanbul’un bazı vakıf ve dernekleri, kültür sanat dünyamızın temel hizmetlerini yürütmekte, irfan hayatımıza canlılık kazandırmaktadır. Bu vakıfların arasında Bilim Sanat Vakfı faaliyetleriyle, seminerleriyle, kurslarıyla, yayıncılığıyla göz dolduruyor. Vefa gibi tarihî bir semtte bulunan Bilim Sanat Vakfı, kendisini yetiştirmek isteyen üniversite gençleri için de yıllardır, en çok başvurulan ve ziyaret edilen merkezlerden, sığınılacak mekânlardan biridir.
BİLİM VE SİYASET İNSANLARI YETİŞTİREN,
ÜNİVERSİTE KURAN İRFAN OCAĞI;
BİLİM SANAT VAKFI Vakfın Vizyonu;“Bireyin toplumla, toplumun doğayla uyum içinde yaşadığı bir küresel sistem mümkündür. BSV böyle bir sistemin bilgi, inanç ve sanat temellerinin özgürce araştırıldığı bir ortamı gelecek kuşaklara sunmayı hedeflemektedir.” Mehmet Nuri YARDIM
Bu konuda vakfın kuruluş amacı şöyle hülâsa edilmektedir: “Tarihin ve hafızanın kıvrımlarında dolaşarak üzerinde yürüdüğümüz düşünce yolunu bulmaya çalışan Bilim ve Sanat Vakfı (BSV/ BİSAV), insanlığın ortak birikimini harmanlayarak bugünü inşa etmeyi kendisine amaç edinen bir sivil toplum kuruluşudur.” Bilim Sanat Vakfı (BSV) 1986 yılında Mustafa Özel, Murat Ülker ve Fikri Gökbörü Kançal tarafından kuruldu. Üç yıllık kuruluş çalışmalarının ardından burs ve seminer çalışmalarını başlattı. Sahasında uzman birçok üniversite öğretim üyesi, sanatçı ve yazarın görev aldığı seminerler sayesinde Türkiye’de genç insanların mevcut bilgi birikimlerini sorgulayabilecekleri bir tartışma ortamı oluşturuldu. 2001 yılında Vefa’daki merkez binasına taşınmasıyla seminer ve araştırma çalışmaları çeşitlendi ve daha da zenginleşti. Vakfın bünyesindeki çalışmalarda hür fikir ve müsamaha esastır. Yapılan araştırma ve incelemelerde peşin hükümlerden uzak durulmakta, insanlık hayrına gayretlerde bulunulmakta, konularında uzman hocalar, geleceğin aydınlarını, yazarlarını, sanatçılarını, mütefekkirlerini yetiştirmektedir. Böylece bilim ve sanata katkıda bulunulması hedeflenmektedir. Bir yandan çağdaş dünya toplumunun ana dinamikleri anlaşılmaya çalışılırken, diğer yandan toplumumuzun tarihî köklerine inilmekte ve bu kökler üzerinde sağlıklı bir geleceğin inşasına çaba harcanmaktadır. Bilginin üretimi ve organizasyonuna odaklanan Bilim Sanat Vakfı yöneticileri, seminer, araştırma, sempozymu, panel ve yayın faaliyetleri ile dört merkez vasıtasıyla faaliyetler yürütülüyor. Medeniyet Araştırmaları Merkezi (MAM), bilgi ve düşüncenin kadim Çin’den modern Amerika’ya kadar bütün renk ve unsurlarını derinliğine araştırırken, Türkiye Araştırmaları Merkezi (TAM), bu bağlamda tarihî gerçekliğimizi mercek altına almaktadır. Küresel Araştırmalar Merkezi (KAM), bugünkü dünya gerçekliğini irdeleyip
sayı//18// ocak 94
geleceğe dair öngörülerde bulunmaya çalışırken, Sanat Araştırmaları Merkezi (SAM) de bütün bu çabaların merkezinde bulunan insanın iç dünyasındaki estetik inceliğin inşası yolunda çalışmalar yapmayı öngörüyor. Medeniyet ve kültür birikimimize, tarihî zenginliğimize, coğrafî derinliğimize her zaman yolculukların yapıldığı BSV’de, araştırmalarda bulunan bir çok kişi ve kuruma da ev sahipliği yapmaktadır. 1988’den bu¬gü¬ne kadar ke¬sin¬ti¬siz dü-zen¬le¬di¬ği¬ seminerlerle BSV, bininci seminerini çoktan geride bırakmış ve bu sü¬re zar¬fın¬da ken¬di ala¬nın¬da te¬ma¬yüz et¬miş yüz-ler¬ce ilim ada¬mı ve aka¬de¬mis¬ye¬ni mekânında ağır¬lamıştır. Her dönemde yaklaşık bine yakın yeni katılımcının takip ettiği bu seminerler, iktisat ve işletme, karşılaştırmalı medeniyet çalışmaları, sanat ve edebiyat, sosyal bilimler ve felsefe, uluslararası ilişkiler ve Türkiye araştırmaları ana başlıkları altında toplanmaktadır. BİLİMSEL DERSLER,KURSLAR,ATELYELER Vakıfta bir çok sahada ihtisas ve atölye çalışmaları yürütülüyor. Bunların başlıcaları şunlardır: Mantık, Batı Felsefe-Bilim Tarihi, Bilim Devrimi, İslam Siyaset Düşüncesi, Osmanlı Bilgi Tarihi, Türk Şehir Tarihi, Raşid Tarihi Neşir Grubu, Türk Felsefe-Bilim Tarihi, Mevzuatü’l-Ulum Neşir Grubu, Sözlü Tarih, İktisat Felsefesi Atölyesi, Kadın Kimliği Üzerinde Çağdaş Kültür Okumaları, Uluslararası İlişkiler Okuma Grubu, Yazı İşliği, Şiir ve Poetika, Hayal Perdesi Film Atölyesi. Film atölyesi kapsamında çekilen Geri Dönüşüm adlı belgesel çalışması 8. İzmir Uluslararası Kısa Film Festivali’nden Birincilik Ödülü’yle dönmüş, Sardunya Bulgaristan’da düzenlenen 2.
Uluslararası Kısa Film Festivali’nde En İyi Balkan Kısa Filmi seçilmiş ve Eski Kazan 10. Marmara İletişim Kısa Film Festivali’nden En İyi Senaryo ve 2. Kristal Klaket Film Yarışması’ndan da En İyi Film ödülünü almıştır. SEMPOZYUM VE PANELLER Bugüne kadar 2 uluslararası, 5 ulusal, 8 ihtisas, 21 öğrenci sempozyumu, 3 Kolokyum düzenlenen BSV’da uluslararası sempozyumlar göz doldurmaktadır. Klasiği Yeniden Düşünmek, insanlığın ortak tecrübe alanını şekillendiren, farklı düşünce iklimleri arasında köprüler kuran klasikleri, dünü, bugünü ve yarınıyla incelerken Medeniyetler ve Dünya Düzenleri sempozyumu, daha adaletli bir dünyanın/düzenin imkânını soruşturan farklı iklimlerin mensuplarını buluşturmuştur. Bugüne kadar gerçekleştirilen sempozyumlar arasında başlıcalarını şöyle sıralamak mümkün: İstanbul: Şehir ve Medeniyet, Vefa Semti: Dünü, Bugünü, Yarını, Uzun Sürmüş Bir Akşam: Ölümünün 50. Yıldönümünde Yahya Kemal Beyatlı, Osmanlı Taşrasında İkinci Meşrutiyet. İhtisas sempozyumları arasında da Küreselleşme, Doğa Felsefesi, Harf Harf Kadınlar anılabilir. BSV, araştırma merkezleri ve pek çok panele de ev sahipliği yaptı ve yapmaya devam etmektedir. Bu paneller arasında şunlar zikredilebilir: Görünmeyen Umman: 70. Ölüm Yıldönümünde Ahmet Avni Konuk, Bilmek İçin Okumak: 50. Ölüm Yıldönümünde İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Kurtuluşun İki Yüzü: Hakikat ve 95
Siyaset: 350. Ölüm Yıldönümünde Kâtip Çelebi, Babasının Kızı: 70. Ölüm Yıldönümünde Fatma Aliye, Mimar Sinan’ı Yorumlamak, Göğe Bakan Adam: 420. Ölüm Yıldönümünde Takıyüddin Raşid, Ekonomide Kriz Tartışmaları ve 2008’den Beklentiler, Bir Garip Yolcu: Hasan Aycın, Çocuk ve Sanat Buluşması, Çocuk Edebiyatı. Bunların dışında Vefatının 90. Yılında II. Abdülhamid, Zeydilik, Osmanlı’da Fetva ve Fetva Mecmuaları başlığı altındaki kolokyumlarla BSV, araştırmalarını bu dönem ve konular üzerine teksif eden yerli ve yabancı ilim adamlarını bir araya getirmiştir. Endülüs’ü Anlamak, Bosna’yı Hatırlamak gibi değerli programlar da unutulmazlar arasına girmiştir. Osmanlı Medeniyeti, İstanbul Şehir ve Medeniyet, İslam ve Klasik, Medeniyet ve Klasik, Sanat ve Klasik, Harf Harf Kadınlar, Türkiye’de/Türkçe Felsefe Üzerine Konuşmalar adlı çalışmalar ise göz dolduran faaliyetler arasındadır. ZENGİN KÜTÜPHANE BSV’nin kütüphane koleksiyonu, genel koleksiyon, süreli yayınlar, başvuru yayınları, tez, nadir kitaplar ve arşiv koleksiyonu olmak üzere zengin bir içeriğe sahiptir. Felsefe, din, sosyal bilimler, doğa bilimleri, teknoloji, sanatedebiyat, tarih, ekonomi, siyasal bölümlerinde tüm disiplinlerden oluşan yayınlar mevcuttur. 100’e yakın güncel süreli yerli ve yabancı yayın takip edilmektedir. Ayrıca kütüphanenin film, belgesel, müzik içerikli görsel-işitsel arşivi de bulunmaktadır. Seyfettin Manisalıgil, Mehmet Serhan Tayşi, Ahmet Davutoğlu, Aslan Pulathaneli, Halil İbrahim Şener, Ali Alioğlu ve Abdusselam Erzen’in özel koleksiyonları da kütüphanede mevcuttur. Bu özel araştırma kütüphanesinde kullanıcılar vakfın web sayfasından ve kütüphanedeki bilgisayarlardan tarama yapabilmekte ve açık raf sistemiyle kaynaklara kolaylıkla ulaşabilmektedir. BSV, sayı//18// ocak 96
bugüne kadar yüzlerce karşılıksız burs vermiştir. Türkiye’de edebiyat, sanat ve kültür alanında yüz ağartan çalışmalara imza atan BSV, 2008 yılında İstanbul Şehir Üniversitesi’ni kurarak ilim dünyamıza armağan etmiş ve hizmetlerini taçlandırmıştır. Vakfın misyonu şöyle özetlenmektedir: “Özgür ve hoşgörülü bir çalışma, araştırma ve tartışma ortamında; evrensel, ulusal ve mesleki bilgi ve düşüncelerin sorgulanması, yeniden üretilmesi, yaygınlaştırılması ve insanlık yararına uygulanması yolunda kesintisiz çaba harcamak. Bu çaba içindeki yetenekli bilim ve düşünce insanlarına katkıda bulunmak.” Bilim Sanat Vakfı’nın vizyonu ise şu satırlarda kendisini buluyor: “Bireyin toplumla, toplumun doğayla uyum içinde yaşadığı bir küresel sistem mümkündür. BSV böyle bir sistemin bilgi, inanç ve sanat temellerinin özgürce araştırıldığı bir ortamı gelecek kuşaklara sunmayı hedeflemektedir.” YAYIN HİZMETLERİ Yayınlar konusunda da ciddi çalışmalar yapılmaktadır. Özelliği olan eserler, başvuru eserleri, mümtaz şahsiyetlerin eserlerini yayınlayan KLASİK yayınlar ve KÜRE yayınları adı altında yayınevi faaliyetleri profesyonel bir şekilde yürütülmektedir. Ahmet Okumuş’un Başkan olduğu Bilim Sanat Vakfı’nın diğer yönetim kurulu ise, M. Cüneyt Kaya, Faruk Deniz, Alim Arlı, İslhak Arslan, M. Akif Kayapınar, Yunus Uğur. Bilim Sanat Vakfı’nın adresi şöyle: Hacı Kadın, Vefa Caddesi, No. 35. Fatih-İstanbul Telefon: 0 212 528 22 22