ŞEHİR ve KÜLTÜR - 20. Sayı

Page 1



Biz’den…

“Olmaya Baht-ü Saadet Dünyada Vahdet Gibi...” …. Saltanat dedikleri ancak cihan gavgasıdır, Olmaya baht-ü saadet dünyada vahdet gibi. … Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman) Yaratan bütün insanları çalışmaya, yeryüzüne dağılmaya, ve kendi hayatlarını kazanmaya çağırır “ Yeri sizin için tahsis eden o’dur. Yeryüzüne dağılın, her tarafını gezin ve size tahsis ettiği şeylerden yiyin. Son dönüş unutmayın ki ona olacaktır” Kudüs, Hz.Ömer devrinde fethedildiği zaman, Kudüs halkına Hz. Ömer şöyle hitab ediyordu;” Bütün ahalinin malları, canları, garanti altına alınmıştır. Kiliseleri ve inançları emniyette olacaktır. Sakat veya sıhhatli herkese ihtimam gösterilecektir. Kiliseler ibadethaneler ne işgal edilecek ne tahrib edilecektir. Onlardan servetleri alınmayacaktır,. Ne şahıslarına ne de mülklerine dokunulmayacaktır” Ülkeleri ve şehirleri iyi idare etmek; adaleti tesis etmek, adil idarecilerin sevgi, kardeşlik, eşitlik ilkelerine riayet etmeleri ile olur, birlik ve huzur sağlanır. Hz.Ömer’in adaleti ile Kudüs yıllarca adaletle idare edildi, ne zamanki fitne ve fesat ortaya çıktı, adalet ve eşitlik kavramları yok edildi, o zaman şehirler ve devletler el değiştirdiler…Osmanlı Devletinin Hz. Ömer’den aldığı âdil sıfatı ile âdil idaresi altında dört yüz yıl huzur içinde yaşayan Kudüs şehri, Şam, Halep, Bağdat, Hama, Humus, Kerbela vd. Fitne ve fesat yumağı içinde yüz yıldır çile çekmekteler… Bu Coğrafyada, savaşlar ve kavgalar durmaz. Ta ki Osmanlı Devletinin adalet anlayışını hakim kılacak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kararlı ve âdil iradesi bu topraklarda kendini gösterene kadar…Bu zaman diliminde savaşlarda çok canlar daha gidecek, kanlar dökülecek. Taş üstünde taş kalmayan şehirlerde müslümanı hristiyanı musevisi, yezidisi, nusayrisi, keldanisi bilmem ne kadar millet var ise…Gel ! ey âdil hükümdar , âdil millet bizi bu fırkatten, zılletten kurtar diyene kadar. Gerisi Laf-ü güzaftır. Ateşkes olsun, dört devlet on dört devlet olsun , yirmi sene sonra yine aynı oyun sahne alacaktır. Asıl mesele; Rahmetli yazarımız Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Çağlayanlar isimli kitabında tam yüz yıl önce yazdıkları gibi…” Senin boynuna geçirilmek istenen kölelik halkası ne bir gem ne bir tasmadır.

Boyunduruk altında olduğun halde sen üşürken düşman ocakları için sana odunlar, sen aç iken düşman sofraları için sana bugdaylar taşıtacaklar. Gençleri kanda , tazeleri gözyaşında boğmak istiyorlar. Asırlardır dinin milletin aşkına başına yağan, sonu gelmez bir beladır… yurdun sonsuz bir kerbeladır… Memleketin; içinde cenaze namazı kılınan, cenaze duası okunan bir mabed halini aldı, ne dostun ne komşun kaldı Bir Allahın bir Muhammedin kaldı… “ evet aradan asır geçsede Şer güçler karşında birleşip aynı oyunları oynamaktalar. Bu oyun, Gücün gövde gösterisidir amma her kimin hesabı var ise” O’ nun” da bir hesabı vardır. Yeterki O’nun ipine sımsıkı sarılalım. Sevgiyi, merhameti, adaleti, eşitliği önce kendi içimizde hazmedelim, inanalım. Dünya hükümdarı Kanuni’nin fetihler yapıp dünyanın büyük şehirlerine sahip olmasına ragmen gördüğü ufku iki satırlık şiirinde söylediği gibi : Saltanat , şan şöhret, ganimet zenginlik bunların hepsi cihan kavgasıdır… Huzur ve saadet vahdettedir diyerek torunlarına yol çizmiş…asıl huzur ,saadet Vahdettedir,Birlik ve Beraberliktedir, sevgidedir, saygıdadır…bizim inancımızın temeli budur… Şehirlerimiz vahdet simgeleriyle doludur, Minarelerin külahları birliği temsil eder. Mezarlıklarımızdaki servi ağaçları birliği temsil eder…Birlik içinde tüme varım Yaradana ulaşmaktır… Seyrani iki asır önce derki: Alemde bir devir dönüyor amma/ Devr-i İngiliz mi Frenk mi bilmem / Halli âsan değil müşkil muamma / Zulm-i zalim göğe direk mi bilmem. Dünya üzerindeki bütün medeniyetler ve medeniyet kuran şehirler, birbirlerinden beslenmişlerdir. Yakılıp yıkılan her şehirle Dünya mirası medeniyetin bir uzvu yok edilmektedir…Şam için Halep için Bağdat için ve diğerleri için hep buna üzülürüz… Şehir ve Kültür dergimizin yirminci sayısı ile huzurunuzdayız, Aynaya bakıyor ve saçımızı tarıyoruz, gene de kusurlarımız varsa affola…. Hz.Mevlânâ diyor ki; “İnsanların savaşı, çocukların kavgasına benzer; hepsi de anlamsız ve saçmadır” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8

TÜRKiYE’NiN YERi VE VARLIĞI

Ersin Nazif GÜRDOĞAN

18

JAVA’NIN RUHU

“JOGJAKARTA” Salih DOĞAN

ANKARA’DAKi KARABULUTLAR

YEMEN’DEN GEÇTi Prof. Dr. ZEKERiYA KURŞUN

22 KAYIKÇILAR

SUYUN EFENDiLERi: Mehmet MAZAK

12

KAZASKER MUSTAFA

iZZET EFENDi AYASOFYA CAMİİ’NiN RUHUNA CAN VERDi

Mehmet Kâmil BERSE

ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Fahri Tuna - Giray Tarhanoğlu Şehirler Editörü: Dr.Ali Mazak Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe

YIL ÖNCE 28 150 SÜTÇÜLÜK

DERSADET SÜT İŞLETMELERİ VE

Dr. İsmail DEMİRBAŞ

Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof. Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin


10 ŞEHİRLER İNSANI NASIL TÜKETİR?/ Muhsin İlyas SUBAŞI 16 ADAPAZARI; HUZURUN BAŞKENTİ / Fahri TUNA 25 ESKİ NİĞDE’DEN ANILAR / Mehmet BAŞ 26 OSMANLI’NIN KAYBETTİĞİ SON ADASI: ADAKALE / Yıldırım AĞANOĞLU

38

SARI SALTUK SULTAN’IN KONAKLARI Dr.Mimar Kâmil UĞURLU

31 FATMA HANIM’IN VEDÂSI BEYANINDADIR (şiir) Kâmil UĞURLU 32 BEŞ ASIRDIR SÖNMEYEN IŞIK GAZİ HÜSREV BEY MEDRESESİ / Davut NURİLER 34 “TOPHANE İŞİ LÜLECİLİK” LÜLECİ HENDEK SOKAK’TAN BİR SANAT (Şehir-Sergi)/ Meliha COŞKUN - Lütfi ŞEN 46 ADALETİN TARİHE YAZILDIĞI YER: “FATİH MAHKEMESİ” / Sabri GÜLTEKİN 49 HOŞGÖRÜ BİR MASAL MI? / Zeynep TORUN Resim ve Heykel Sergisi 50 DOĞU’NUN PARİS’İNDE BİR ŞEHİRLİ ŞAİR “ANDOLSUN AŞKA” / Recep GARİP

44

OSMANLI HALIFELİĞi

54 MISIRDA BİR MEDENİYET SEVDALISI: MUSTAFA KAMİL PAŞA / Yaşar DİNÇKAL

MERKEZ TEŞKiLATI

58 COĞRAFYA KADERDİR / İsmail BİNGÖL

Prof. Dr. Ali ARSLAN

68 İSTANBUL ACELE ÇARE BULSUN (TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKÂYESİ -ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM-)/ Ali Arslan CAN 72 DENİZLİ İLBADE MEZARLIĞI COĞRAFYANIN GERÇEK MÜHRÜ: MEZARLIKLAR / Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV 78 “ŞEHİRLERİN KALABALIĞI VE GÜMBÜRTÜSÜ” ZEKİ BULDUK İLE SÖZ EYLEMİ / Söyleşi: Mehtap ALTAN 83 TÜRK TEZYÎNÎ SANATLARINDA A.SÜHEYL ÜNVER VE YENİ TERKİPLER / Hazırlayanlar: GÜLBÜN ÜNVER MESARA / M:SEMİH İRTEŞ 84 “DİRİLİŞ SENFONİSİ” İLE UYANMAK /Sabri GÜLTEKİN

62

KAZAKiSTAN VE

AHMET YESEVÎ Prof.Dr.Ömer ÖZDEN

Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27

86 KADIRGA MİMARI MUSTAFA AĞA /Nidayi SEVİM 88 SABRIN SONU “BAHTİYARIM, BAHTİYARIM, BAHTİYARIM” / Doç.Dr.Svetlana KERIMOVA 92 ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ: TÜRKİYE DİYANET VAKFI/ Mehmet Nuri YARDIM e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah. Dr. Ali Demir Cd.51 Sefaköy - K.çekmece / İSTANBUL Tel: 0212 624 21 11 Kapak: Ayasofya iç görünüm


asıl insan akıl ve gönül dünyasıyla bir bütünse, kültür de görünen ve görünmeyen dünyasıyla, birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

TÜRKİYE’NİN

YERİ VE VARLIĞI Küreden kareye dönüşen dünyada, ‘’Türkiye Avrupa’’da mı, yoksa, Asya’’da mı, olmalı’’ sorusuna, içeride olduğu kadar dışarıda da cevap aranıyor. Türkiye için, Brüksel’’in alternatifi Şanghay mıdır? Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

KÜLTÜRLER FARKI Aydınlanma rüzgarlarının yol açtığı dalgalanmalar karşısında, bütün dünyada kutsal kültür, seküler kültüre bütünüyle teslim oldu. Türkiye’nin tek parti yönetimi yıllarında olduğu gibi, bütün ülkelerde kutsal kültürün değerleri, ekonomik, siyasal ve kültürel yapıdan, bir bir sökülüp atıldı. Her alanda ekonomik ilkeler, etik ilkelerin önüne geçti. Bütün kurum ve kuruluşlar, iktidar alanlarını genişletmek, daha çok kazanmak, daha çok tüketmek için, kutsal değerlere savaş açmayı, onları yok saymayı, en doğal hak olarak gördü. TÜRKİYE’NİN YERİ VE VARLIĞI

Dünyada bütün ülkelerin bir yandan birleşme, diğer yandan dağılma sürecine girdiği bir dönemde, Türkiye’’nin yeri, her kesimde tartışılıyor. Türkiye bir NATO ülkesi olma yanında, hem OECD, hem de D8 ve KEİB üyesidir. Avrupa’’ya karşı sürdürülen tek yanlı sevdayla, devlet AB’’ne tam üye olmaya çalışıyor. Ancak Türkiye’’nin AB’’ye katılması, Paris’’in anahtarlarını, Müslümanlara teslim etmek olacağı için, Fransa direniyor. Küreden kareye dönüşen dünyada, ‘’Türkiye Avrupa’’da mı, yoksa, Asya’’da mı, olmalı’’ sorusuna, içeride olduğu kadar dışarıda da cevap aranıyor. Türkiye için, Brüksel’’in alternatifi Şanghay mıdır? Türkiye dünyanın ilk on ülkesi arasına girebilmek için, önceliği nereye vermelidir. Türkiye Şanghay Beşlisi arasında yer alırsa, bilgi toplumu olma fırsatını yakalar mı, kaçırır mı? Cevaplandırılması gereken can alıcı soru budur. Kültürel dokusu, siyasal yapısı ve ekonomik gücüyle, kare dünyada olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, iki Türkiye var. Biri kültürüyle Doğu, ekonomisiyle Batı özellikleri taşıyan Türkiye. İkincisi hem kültürü, hem ekonomisiyle Doğulu yapısını koruyan Türkiye. Üreten. Birinci Türkiye, hızla büyüyerek görünürlüğünü artırırken, tüketen ikinci Türkiye hızla küçülerek, görünür olmaktan çıkıyor. KIZILELMAMIZ; ÜRETEN OLMAK

*T.C.Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı

sayı//18// ocak 4

Kare dünyanın büyük güçleri, Çin, Rusya ve Hindistan gibi, nüfus gücüne dayanan ve katma değeri düşük ürün ve hizmet üreten ülkeler


değildir. Küre dünyayı dönüştüren büyük güçler, Japonya ve Almanya gibi, bilgi gücüne dayanan ve katma değeri büyük ürün ve hizmet üreten ülkelerdir. Türkiye, üreten Birinci Türkiye’’nin gücünü büyütmek için, Brüksel demelidir. Ayrıcı Brüksel’’de olmak yetmez, Şanghay’’da da olmalıdır. Kare dünyada hiçbir ülkenin ekonomisi, yalnız kendi üreticileri, yalnızca kendi tüketicileriyle ayakta kalamaz. Küre dünyada ekonomik bağımsızlık önemliydi, kare dünyada ise, ekonomik bağımlılık önemlidir. Bir ülke üretici ve tüketici olarak, dünyada ne kadar çok ülkeyle ürün ve hizmet alışverişi yaparsa, ekonomisini de o kadar büyütür. Kare dünyanın büyük ekonomileri, yerli malı değil, dünya malı üreten ekonomilerdir. Türkiye’’nin dünyada aranılan ürün ve hizmetler üretebilmesi için, ya Brüksel ya Şanghay değil, hem Brüksel, hem Şanghay demesini bilmesi ve öğrenmesi gerekir. Türkiye, dönüşebilmesi için, ürettiği dünya mallarıyla, dünyanın bütün şehirlerinde yerini almalıdır. Kızıl elma ne Avrupa, ne Asya’’dır, kare dünyada kızıl elma dünyadır. Tasarımı Avrupa’’da yapılan ürünler, Asya’’da üretilmeli Amerika’’da pazarlanmalıdır.Türk toplumu, yönetilenlerden gelen istekle olmaktan daha çok, yönetenlerden gelen baskıyla, bir kültür değişimine zorlanmıştır. Her zamanı gelmemiş değişim gibi, Anadolu”nun güçle değiştirilmeye çalışılması, ekonomik, siyasal ve kültürel hayatta, sürekli kanayan yaralar açmıştır. Türkiye”ye büyük bedeller ödeten kültür değişimine, ilk tepki şairlerden gelmiştir. TÜRKİYE TOPRAKLARINDA ŞAİRLERİN ETKİSİ

Anadolu insanının, Cumhuriyet dönemindeki düşünce tarihine, şairler damgasını vurmuştur. Bu bağlamda, Anadolu insanının dününü Yahya Kemal, bugünü Mehmet Akif, yarınını Necip Fazıl ele alarak, şiirlerine yansıtmışlardır. Onlar Cumhuriyet dönemindeki kültür değişimini yaşamamış, yazmamış ve karşı çıkmamış olsalardı, bugünkü Türkiye Avrupa’nın yükselen gücü olmazdı. Necip Fazıl, çok güçlü, çok başarılı olduğu bir dönemde, herşeyden vazgeçerek, gerçeği aramaya çıkan Gazali”yi çok severdi. Gazali”nin İslam dünyasının geleceğini Atina ve Roma”da aramadı. Necip Fazıl da, Anadolu insanının geleceğini Washington ve Moskova”da aramayı hiç düşünmedi. O, Komünizm”i ve Kapitalizm”i ile, Batı dünyasının

arayıp da bulamadığı ne varsa, hepsi gelsin, İslam”da bulsun dedi. Anadolu insanına, dünün büyüklüğünü, bugünün karmaşıklığını, yarının fırsatlarını anlatan şairler için sanat, doğru düşünme, doğruyu arama yolunda, haksızlıklara baş kaldırmaktır. Onlar için, izlenmesi gereken yol, Nemrutların yolu değil, İbrahimlerin yoludur. Onların düşünce ve eylem dünyalarında, karamsarlığa, kötümserliğe ve ümitsizliğe kesinlikle yer yoktur. Firavunların güneşi batar, İbrahimlerin güneşi batmaz. Şairler görünen dünyada, iki dünyanın balını üreten, görünmeyen dünyanın arılarıdır.

Kızıl elma ne Avrupa, ne Asya''dır, kare dünyada kızıl elma dünyadır. Tasarımı Avrupa''da yapılan ürünler, Asya''da üretilmeli Amerika''da pazarlanmalıdır.

Onlar görünmeyen dünyanın balını, görünen dünyanın peteğine taşırlar. “Arı biziz bal bizdedir” diyen, şairlerin şiirlerini okuyanlar, iki dünyada kurtuluşa ermenin sırrını yakalarlar. Onlar için şiir, Necip Fazıl”ın vurguladığı gibi: “Allah”ı sır ve güzellik yolundan arama işidir” güzellik yolundan gidenler, güzellikle karşılaşırlar, güzellik bulurlar. Şairler güzelliğin yorulma bilmez arayıcıları oldukları kadar, evrensel değerlerin, dünya ölçeğinde savunucularıdır. Onların sesi, yalnızca ülkelerinin değil, bütün insanlığını sesidir. Ustaların şiirleri, bütün insanlığın yitirdiği Cennet”e giden yolun kilometre taşlarıdır. Onlar şiirlerinde, geçmiş ile geleceği bir bütün olarak ele alırlar. ŞEHİRLERDE VE KURUMLARDA DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞİM OLMALIDIR

Şehirler ve kurumlar, herşey sürekli değişir. Şehirlerin ve kurumların, zaman içinde değişmelerine direnilmez. Çünkü, zamanı gelmiş bir doğum gibi, zamanı gelmiş bir değişimin önünde hiçbir güç duramaz. Bu yüzden, değişime karşı durulmaz, değişim yönlendirilir. Değişimi yönlendirmede ana ilke: Değişerek gelişmek, gelişerek değişmektir. Dünyada bir kurum, bir Şehir ne kadar değişirse, o kadar gelişir.

Ekonomik, kentsel ve kültürel hayatın odak noktasını değişimin hızı ve yönü oluşturur. Her talep kendi kentini oluşturduğu gibi, her arz da kendi rantını oluşturur. Hergün değişerek, yeniden doğmayan kurumlar ve kentler, canlılıklarını koruyamazlar. Değişime direnen, değişme özürlü, kurumların ve kentlerin, uzun ömürlü olmaları mümkün değildir. Değişimin anayasası, arz ve talep yasası, ana yöntemi fayda ve maliyet analizidir. 5


Bizim kültürümüzde yeryüzünde bir yolcu gibi olma özendirilir. "Seyahatte ferahlık vardır."

AKILLI KENTMİ? AKLI GÖNLÜNDE KENT Mİ?

Yaşanabilir bir Türkiye için, İstanbul başta olmak üzere, köklü bir değişimle, bütün kentlerin yıkılıp, insani boyutlarda yeniden inşa edilmeleri gerekir. Yalnızca Türkiye’nin değil, bütün ülkelerin, ağaçlar arasında binaları olan, yeşil ve kolay yaşanılan, akılları gönüllerinde kentlere ihtiyacı var. Ve akıllı yeşil kent, aklı başında olan kent değil, aklı gönlünde olan kenttir. Yeşil ve akıllı kentlerin simgesi, göklere isyan edercesine uzanan çok katlı binalar değil, göklerle uyum ve alışveriş içinde olan ağaçlardır. Yeşil ve akıllı kentlerin, hiçbir binası ağaçlardan daha büyük yapılmaz. Yeşil ve akıllı kentlerde, binalar arasında ağaçlar yoktur, ağaçlar arasında binalar vardır. Yeşil ve akıllı kentte, her ağaca bir insan, her insana bir ağaç düşer. Dünyanın hiçbir yerinde, kentlere karşılıksız para kazandıran, bitmez ve tükenmez rant merkezleri gözüyle bakılmamalıdır. Kentlerden ihtiyacından daha fazlasını alanlar, kendi ölüm fermanlarını kendileri imzalarlar. Yaşanabilir kentlerde, akıl gözünden önce gönül gözüne önem verilir. Kentlerde herşey akıl gözüyle görülmez. OSMANLI ÇINARININ ASIL GÜCÜ: MİLLETLER TOPLULUĞU UFKUDUR

Türkiye’nin en büyük mirasçısı olduğu Osmanlı Devleti, Söğüt’te küçük bir Anadolu beyliği olarak kuruldu. Kuruluşunun üzerinden iki yüzyıl geçer geçmez, Akdeniz ile Karadeniz arasında yer alan Doğu Asya ve Doğu Avrupa’da kendisine geniş bir alan açtı, yüzyıllarca dünyanın en güçlü devleti oldu. Osmanlı Devleti, son Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu milletler birliğidir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin ilham kaynağıdır. Hicaz Demiryolu, dünyanın ekonomik, siyasal ve kültürel politikasında, “Taçlı Diplomat” olarak anılan Abdülhamit’in, son büyük kurumsal girişimcilik örneğidir. Ekonomik boyutlarından daha çok kültürel boyutları vardır. Hicaz Demiryoluyla, İslam coğrafyasının şehirlerini, Mekke saatine ayarlama, her Müslümanın ömründe bir kere gerçekleştirmek zorunda olduğu “Hac Yolculuğu”nu kolaylaştırma, sevdirme ve ticareti özendirme amaçlandı. İki denizin ve iki kıtanın merkezi İstanbul, Hicaz Demiryolu’nun kalbidir. Haydarpaşa tren istasyonu, İstanbul’un Mekke’ye açılan kapısıdır. Anadolu’nun bağrından geçen Hicaz Demiryolu Medine’ye ulaştı, Mekke’ye ulaşamadı. İşletmeye 1908 yılında açıldı. İstanbul’u, Şam, Amman, Kudüs, Beyrut ve Medine ile bütünleştirdi. Yapımı sayı//18// ocak 6

sırasında çok sayıda bir örnek yüzlerce istasyon binası, köprü, tünel, çeşme, fabrika, hastane, dökümhane ve okul inşa edildi. Girişim ekonominin de lokomotifi oldu. Yeni yüzyılda, geçen yüzyılın demiryollarının işlevini havayolları, trenlerin işlevini uçaklar ve istasyonların işlevini de havaalanları yüklendi. Demiryolları yakın şehirleri birbiriyle bütünleştirirken, havayolları uzak şehirleri birbirine yakınlaştırıyor. ÇEKİM MERKEZİ ŞEHİRLERLE İŞBİRLİĞİ

Merkez ve çevre farkının önemini yitirdiği kare dünyanın, çekim merkezleri, devletlerden daha çok şehirlerdir. Mevlana’’nın ünlü pergel benzetmesinde olduğu gibi, Anadolu’’nun öncü şirketleri bir ayaklarıyla sımsıkı İstanbul’’a basarak, diğer ayaklarıyla da beş kıtayı dolaşmalılar. ABB, Sony ve McDonald’’s gibi, dünyanın başarılı şirketleri, pergel stratejisini ustalıkla uygulayanların başında gelirler. Onlar kendi ülkelerinde ayaklarını yere sağlam bastıktan sonra, bütün ülkelerle ya üretici ya da tüketici olarak ciddi bir işbirliğine girişmeye çalışıyorlar. Global şirketler, kararlarını yalnızca milli parametrelere göre değil, milletlerarası parametrelere dayanarak almak zorundalar. Artık hiç bir işletmenin, kendi ülkesinin sınırları içinde kalarak, bir dünya firması olması mümkün değil. Çünkü hiç bir ülkenin kaynakları işletmelerini dünya pazarlarına taşımaya yetmez. Avrupalılar Amerika’’da, Amerikalılar da Uzak Asya’’da şirketler kuruyor. Şirketlerin kârları da Avrasya’’da yeniden yatırıma dönüşüyor. Eskiden şirketler belirli bir şehirde ya da ülkede faaliyet gösterirlerdi. Şimdi bütün dünya bir şirket için işyeri haline geldi. Üretim de mutlaka Çin ve Hindistan gibi işgücünün düşük olduğu ülkelere kaydırılmalı. Reklamcılıkta bir dünya firması olan Saathci & Saathci’’nin son televizyon reklamı filmi, İngiltere’’de tasarlanmış, Kanada’’da filmi çekilmiş, İngiltere ile Amerika’’nın ünlü stüdyolarında seslendirilmiş ve Madison Avenü’’de de yayına hazır hale getirilmiş. Dünyanın önde gelen 1000 şirketinin Hong Kong’’da büroları var. Bu şirketlerin 900’’ü de Çin’’de ve çok sayıda fabrikaya sahip. Dünyanın devleri ürünlerini Amerika ve Avrupa’’da tasarlıyor, Çin’’de üretiyor, Hong Kong’’dan da bütün dünyaya pazarlıyor. Anadolu’’nun öncü işletmeleri de pergel stratejisi izleyerek, sabit ayaklarını İstanbul’’da tutup, diğer ayaklarıyla da bütün dünyayı dolaşmalılar.


SEYAHAT EDİN, SIHHAT BULURSUNUZ

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, özellikle Batı dünyası sermaye ağırlıklı ekonomiden, bilgi, tecrübe, misyon ve vizyonun ağırlık ve güç kazandığı ekonomiye geçtiler. Günümüzün güçlü kurum ve kuruluşları öğrenmeyi olduğu kadar öğretmesini de başaranlardır. Öğrenmenin özü değişmeyen amaçlarla, değişen araçları görebilme yeteneğidir. Araçların hızla değiştiğini görenler, yeri ve zamanı gelince, kurum ve kuruluşlarını değiştirebilirler.

Dünyanın gündemiyle Türkiye’’nin gündemi birbirinden çok farklı. Türkiye’’ye dışarıdan bakınca, üniversitesiyle, basınıyla, siyasi partileriyle, sivil ve asker bürokratlarıyla bir kördöğüşü içinde olduğu görülüyor. Daha doğrusu, üzerine çöken karabasan yüzünden, ülke dışarıdan hiç görülmüyor. Biz beğenelim ya da beğenmiyelim, yönetimde, eğitimde, sağlıkta, üretimde ve savunmada dünya standartlarını, dokuz trilyon dolarlık üretimi, beş bin üniversitesi, bütün dünyadan ülkelerine çektikleri akademisyen ve uzmanlarıyla Amerikalılar belirliyor.

Mesafe ve zaman farkını ortadan kaldırarak, insanın üretici gücüne büyük bir ivme kazandıran teknolojinin denetimi, günümüzün olduğu kadar, geleceğin de en önemli sorunu olacaktır.

Anadolu’’nun üzerine bir karabulut gibi çöken dayatmacılığın getirdiği karamsarlıktan kurtulmak için sık sık Türkiye dışına çıkmak gerekir. Nuri Pakdil, “Aslında, yaşamın da bir yolculuk olduğunu belki, en iyi yolculukta anlıyoruz” derken, yerden göğe haklı. Yolculuk yapmayanlar dünyada bir yolcu olduklarının bilincine varamaz. Bizim kültürümüzde yeryüzünde bir yolcu gibi olma özendirilir. “Seyahatte ferahlık vardır.”

DOST VE DÜŞMANLA ANLAŞABİLME SANATININ ÖNEMİ

Düşmanlarını, daha yerinde bir deyişle, rakiplerini çok iyi tanımayan toplumların, onlarla yarışması ve onları aşması mümkün değildir. Bu yüzden bizler, kendi kültürümüzle birlikte, diğer kültürleri de bilmek zorundayız. Sınırların ortadan kalktığı bir dünyada kendi kabuğumuza çekilerek, kültür ve medeniyetimizi, kendi ülkemizde bile kimseye anlatamayız. Bir zamanlar Osmanlı Devleti üzerinde güneşin hiç batmayan bir ülke kadar güçlüydü. Bu yüzden de Yavuz Selim dünyayı bir sultana çok, iki sultana az görüyordu. Sonra üstünlük, üzerinde güneş hiç batmayan bir egemenlik kuran Britanya İmparatorluğuna geçti. Çanakkale Savaşları, İngiliz egemenliğinin sonu oldu. İkinci dünya savaşı, Amerikan yıldızının yükseldiği yılların başlangıcıdır. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla Amerika, dünyanın tek gücü haline geldi. Şimdi Pasifik havzasının yıldızı parlıyor. Doğruyu bulmak isteyen Anadolu insanı Batı’’ya gitmeli BİLGİ, TECRÜBE, DEĞİŞİM

Artık toplumların üretim gücü, büyük ölçüde işletme ekonomisi kitaplarında anlatıldığı gibi, topraktan kaynaklanmıyor.

Yaşanabilir bir Türkiye için, İstanbul başta olmak üzere, köklü bir değişimle, bütün kentlerin yıkılıp, insani boyutlarda yeniden inşa edilmeleri gerekir.

DİJİTAL ÇAĞDA DENETİM ; KUTSAL KİTABA DAYANMALI

Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişte bilim ve teknoloji büyük bir işlev yüklenmişti. Teknolojinin en son ürünü olan bilgisayarlar, Kutsal kitapların ışığında denetim altına alınmazlarsa, iyilikleri büyüttükleri kadar kötülükleri de büyütebilirler. Günden güne değişen teknolojinin denetimi için akıl üstü ancak akıl dışı olmayan ilkelere ihtiyaç vardır. Sözkonusu ilkelerin kaynağı ise, kutsal kitaplardır. Türkiye’’nin hikmet toplumu olma yolunda mesafe alamamasının kaynağında, ekonomiden politikaya kadar her alana egemen olan ilkesizlik var. İlkesiz insanların elinde bilgisayarlar dayatmacıların gücüne güç katmaktan başka bir işe yaramaz. Sözkonusu dönemde, camileri, çarsilari, medreseleri, dergahlari, sanatlari ve yasama biçimiyle, yüzyillarin birikimi Osmanli kültürü bütünüyle reddedildi. Islam kültüründen iz tasiyan hersey laiklik adi altinda ekonomik, sosyal ve kültürel yapidan bir bir çikarildi. Bir toplum kendi olmayi birakip, baskasi olmaya kalkisinca büyük bir basarisizliga ugruyor. Latin harfleri kullanmak ya da sapka giymekle Almanya ya da Fransa olunmuyor. Türkiye, Avrupalilar’’a biz de sizdeniz diyerek, Avrupalilar’’in dostlugunu kazanamayacagi gibi, onlarin saldirisindan da kurtulamaz. Avrupa kültürüyle hesaplasmak için Cumhuriyet kültürü yetmez. Osmanli ile birlikte Selçuklu tarihini de iyi bilmek gerekir. 7


nsan ne kadar ister üstünde dolaşan kara bulutların ta Mekke’den, Busra Eski Şam’a kadar gölge eden bulutların cinsinden olmasını. Ama nerede? Bizim kara bulutlar, kızgın güneşe kalkan olan bir rahmet değil; yağmur, dolu, baran, kasırga hatta tufan getiren cinsten. Sadece üstümüzde değil, kendini içimizde hatta ruhumuzda hissettiren tufan.

ANKARA’DAKİ KARABULUTLAR

YEMEN’DEN GEÇTİ

Yemen’i duyunca bir hoş oldu içiniz, benim gibi. Ben de hep masallardaki, eski tarih ve atlas kitaplarındaki Arabia Felix/ Yemen el Saide veya bizim dilde, Mutlu Yemen/Bahtiyar Yemen’i hatırlarım. Prof. Dr. ZEKERİYA KURŞUN*

Peygamberlerin şehri Urfa’nın kardeşi Hz. Zekeriya’nın (a.s) diyarı Halep’te canımızı sıkan, kanımızı donduran olayların hatıralarımızda kalan eski izlerini öne çıkaracağımız bir zamanda, Ankara’nın göbeğinde yaşatılan vahşet, bizi yeniden nisyana sürükledi birden. Bildiğimiz her şeyi unutuverdik. Türkümüz, sevdamız ıstıraba, ıstırabımız da intizara dönüştü. Bu yüzden daha önce Şam için yazdığım -ve önemli tepkiler aldığım- yazının devamını yazmak yerine, “kaçış güzergahında” sığınacak bir diyar aramaya niyetlendim bu sefer. Ama heyhat, nereye kaçacaksın? Bildiğin bütün diyarlar ateş altında. Mecaz bitmiş ve gerçekten “her yer yangın yerine dönmüş”. Kim doğru, kim haksız, belli değil. At izi, it izine karışmış. Alem safasını yaşarken İslam dünyası kanlı göz yaşı döküyor. Geçmiş dünyada ufkumuz, Mısır’dan Yemen’e buradan Hint diyarına kadar ulaşır ve hayal dünyamız da bu coğrafyada dolaşırdı. Zaten dünya da adeta bundan ibaret idi o asırlarda. Bu yüzden Osmanlılar, Yemen’e varmadan, Hint Okyanusuna açılmadan büyük bir devlet olamadılar.

*T.C. Marmara Üniversitesi

sayı//18// ocak 8

Yemen’i duyunca bir hoş oldu içiniz, benim gibi. Ben de hep masallardaki, eski tarih ve atlas kitaplarındaki Arabia Felix/Yemen el Saide veya bizim dilde, Mutlu Yemen/Bahtiyar Yemen’i hatırlarım. Öyleydi bir zamanlar Belkıs’ın ülkesi Yemen. Zengindi, mutlu idi ve insanlığa uygarlık armağan ediyordu. Afrasya kültürünün kaynaştığı bu coğrafya insanlığın özeti gibiydi. Düşünün, dünyanın ilk küresel dili sayılan Arapçanın ilk şekli de bu Himyeri diyarında yazılmıştı. Sonra bugünkü gibi coğrafyanın laneti, çevre felaketleri, iç çekişmeler ve yerli hanedanların çatışmaları bin bir felaket getirdi. Şükür ki, İslam ile müşerref olunca bu diyar tekrar istikrara kavuştu. Müslüman’ı, Hristiyan’ı ve hatta Yahudi’si bir arada yaşamaya başladı


barış içinde. Sünnisi, Zeydisi, Nejran’ın İsmailisi, Hatta Uman’ı kuran Haricisi de bütün farklılıkları ile burada idi ve -rivayetlere göre Hz. Peygamber’in işareti ile yapılmış olan ilk camisi Cami-i Kebir’de birlikte ibadet ediyorlardı. Ama istemediğimiz o meş’um kara bulutlar bir kere daha ortaya çıktı. Endülüs’ü yıkan, Hindistan’ı keşfeden kara kasırga Kızıldeniz’de belirdi. Haremeyn tehdit altındaydı ve Osmanlılar durumdan vazife çıkarıp hayal dünyalarını süsleyen ama ayarı bozulmuş, düzeni kalmamış, mutluluğu kara bahta dönmüş Yemen’e doğru yelken açtılar. Sahilden başlayarak, kaleler, medreseler, hanlar hamamlar inşa ederek iç taraflara Sana’a’ya kadar vardılar. Sinan Paşa 16. yüzyılın son çeyreğinde Cami-i Kebir’i yeniden ihya etmişti ki son ziyaretimde hâlâ bütün görkemi ile bir müderris edasında derin dersler sunuyordu adeta. Osmanlı’nın Yemen asırları elbette kolay olmadı. Olmadı ama bir düşünün hele hafızalarımızda ne kadar yer bıraktı. Hem de olumlu bir yer. Uzaklık algımız Yemen ile şekillendi. Kırk yıl hatırı vardır dediğimiz ve kendimize mal ettiğimiz kahvenin en iyisi de oradan geldi. Sevdalarımızda, türkülerimizde yer alan, Anadolu’da genç kızlarımızın başını süsleyen “yemenî”yi de, unutmayın oradan devşirdik. Daha sayayım mi? Yok yeter bence herkesin içinde bir “Yemen Türküsü” yok mu? 19. yüzyılda Osmanlı Devleti Yemen’i yeniden imar etti. Sultan Abdülaziz ile başlayan bu süreç, II. Abdülhamid ile programlı bir hal aldı. Neredeyse Anadolu’da ne var ise, Asir’de, Taiz’de Moha’da, Hüdeyde’de olsun istedi Sultan Abdülhamid. Hatta medeniyetin son ürünü, gelişmenin başı kabul edilen HudeydeSana tren yolu projesini başlattı. Yeni baştan imar edildi San’a. Şehrin sembolü Ba’bu’lYemen’i, efsanesi tükenmez, yeryüzünde kocaman beyaz bir bulut gibi duran Bekriyye camisini, halka daim açık Vilayet konağını, Sanayi mektebini, yerli dile “Ordu” kelimesinden muharref “Urzı”’yi, yani önünde redif sesi olan kışlasını velhasıl hayatın canib-i erbaasını ve hatta semasını kuşattı Yemen’in Devlet-i Aliyye. Zira Haremeyn’in muhafazası buradan geçiyordu ve ayrıca onların tarihi derinliğini temsil ediyordu Yemen. Söz uzadı sadede gelemedim. Dünde kaldım, belki bugünü ihmal ettim. Peki lafa “Halep ordaysa, arşın burada” misali başlayıp, konuyu

nereye bağlamaktır sizce niyetim? Istıraba, intizara… Defalarca bana saydığım yerlerde rehberlik etmiş bir dostum, Yemen’in sözlü ansiklopedisi, Osmanlı tarihi hayranı, Türk dostu -kimilerine göre deli- sevgili Ali Ez-Zi’b, artık görmeyen gözlerine aracılık eden objektifinden bazı fotoğraflar gönderdi dün. Beni perişan etti, yıktı. Sizi de. Ama asıl önemlisi, kör inadın, yanlış siyasetin, dünyevi rekabetin biriktirdiği kinin kustuğu savaş yüzünden yıkılan koca tarih… Sebepleri ve failleri hakkında zaman zaman fikir beyan ettiğimiz ve burada “zadet nağmeten uhra ale’tanburi” kabilinden öteye geçmeyecek olan yeni bir tartışmaya girmeye hacet yoktur sanırım. Zira şu anda aktif olan aklım değil, duygularım, hislerim ve hatıralarım. Hangi sebebe mebni ise sonuçta on Müslüman devletin koalisyonu, Müslüman olmayan dünyanın ürettiği teknoloji ve bombalar ile dünyanın en eski ve önemli İslamî eserlerini tahrip etti. Üstünde onulmaz yaralar açtı, daha da önemlisi İslam tarihinin, sanatının ve estetiğinin bütün görkem ve ihtişamını yok etti. Elbette bazılarınız hala aklıyla okuyor beni ve “ hırsızın hiç mi suçu yok?” diye soruyor. Ben geçtim buraları, ben mutlu Yemenimi, tarihimi, geçmişimi hatıralarımı istiyorum. Biliyorum nafile ama, ben de soruyorum ey dostlar: Birlikte içtiğimiz kahvenin hiç mi hatırı yok? www.zekeriyakursun.com 9


akın zamana kadar şehirlerde öğle yemekleri genellikle küçük işyerlerinde, orada bulunan insanlar tarafından, işyerinin niteliğine göre hazırlanıp yenilirdi. Şimdi de yine birçok şehirde bu gelenek sürdürülür.Bir dönem çalıştığım bir işyerinde, öğle yemeği için sıkça kıymalı sote yapardık. Et almak için bir genci kasaba gönderirken, arkasından seslenmeden edemezdik: “Dikkat et, sakın ha et yağlı olmasın”, diye.

ŞEHİRLER İNSANI NASIL TÜKETİR? Büyük şehirlerdeki hava kirliliği, gürültü, şehrin çarpık yapılanması, nizamsızlığı ve yoğun trafiği sağlıklı insanları bile hasta ediyor Muhsin İlyas SUBAŞI

sayı//18// ocak 10

Bir gün aynı uyarıyı yapmıştım ki, yanıma yaklaşan Türkistan’dan gelip Türkiye’ye yerleşen Mehmet Türkmen dostum hayretle sormadan edemedi: -Muhsin bey, neden etin yağsız olmasını istiyorsunuz? Bunu bir türlü anlamıyorum!” Durdum ve merakla sordum: -Sizin oralarda eti yağlı mı yerler? -Evet, hatta bizim oralarda koyunun kuyruğunu kızartır lop et gibi yerler. Oralarda adamların 120, 130 hatta 150 yaşına kadar yaşadığını biliyordum: -Galiba bunun için uzun ömürlüler?.. -Elbette!.. -Sen o havayı, o suyu, hayvanların beslendiği kekikli, çiçekleri o meraları da getir buraya, ben de yiyeyim o yağlı eti… Diyeceği bir şey yoktu. Sadece, başını salladı: -Evet bu sözünüz de doğru… Çocukluğumda ve erken gençlik dönemimde hatırlarım, kasaba et almaya gittiğimiz zaman, “yağlı tarafından” demeyi ihmal etmezdik. Acaba bu, yağ alınamadığı için miydi, bilemiyorum?.. Bugün en büyük baş belası haline gelen kolesterol da, tansiyon da o zamanlarda bu kadar yaygın değildi. Galiba meralarımız daha fazla kirlenmemişti, havamız temizdi. Sularımız sağlıklıydı. Şimdi insanlar, bundan elli yıl öncesine oranla rahatlık ve konfor bakımından oldukça iyi durumdalar. Yaşlılık ortalaması kısmen yükselmiş gözükse de, hastalıklardan ölümler arttı. Ömür istendiği kadar uzamadı. Böyle giderse uzamayacağa da benziyor. Niye? Çünkü, kirlenme daha yüksek seviyelere çıktı. Apartmanların hepsi birer fabrika bacası gibi. Otomobiller, apartmanlardan daha beter zehir kusuyor cadde ve sokaklarımıza. Ben öyle inanıyorum ki, sistemi bozuk bir belediye otobüsünün sokaklara boca ettiği günlük zehirli gaz, bir fabrikanın zehirli dumanına bedeldir. Fabrika hiç olmazsa, şehir dışında. Otobüsler ise


sokaklarımızda ve evlerimizin önünde cirit atıyor.Böyle bir yazıyı tasarlarken, “Dur bakalım, Internet’te bu konuda neler var?” dedim. Sanki benim duygularımı okumuş habere dönüştürmüşler. Üstelik uzman ağızlardan ve İstanbul gibi bir şehrin Belediye Başkanı’nın ağzından. Bilgiyi, “Şehir Hayatı Hasta Ediyor” başlığıyla belgeye dönüştüren böyle bir haberyorum meseleyi bütün boyutlarıyla gözler önüne seriyorsa, uzun söze ne hacet? Buyurun beraber bakalım halimizin sürüklendiği badireye: “Büyük şehirlerdeki hava kirliliği, gürültü, şehrin çarpık yapılanması, nizamsızlığı ve yoğun trafiği sağlıklı insanları bile hasta ediyor. Ev ve iş arasında sıkışan, beton binalardan hareket edemeyen insanlar, hareketsizliğe bağlı olarak menüsküs, bel fıtığı, obezite ve alerjik hastalıklara yakalanıyor. İstanbul’da yaşayanlara has bulaşıcı bir ruh hastalığı ‘İstanbulomani’ ile ‘İstanbul bronşiti’ denilen hastalıklar bile var. Şehir hastalıkları arasında yalnızlık, duyarsızlık, umursamazlık ve stres gibi psikolojik hastalıklar da sayılıyor. Sürekli daraltılıp genişletilen caddeler, değiştirilen istikamet ve yollar, kimi yerde hiç olmayan, kimi yerde ise 30 cm.’yi aşan kaldırımlar, delik deşik edilen sokaklar da insan sağlığını bozuyor. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, bazı hastalıkların ve rahatsızlıkların büyük kentlerde yaşayan insanlarda daha fazla görüldüğünü belirtiyor. Uzman Psikolog Faruk Öndağ ise büyük şehirlerin psikolojik olarak insanları tükettiğine işaret ediyor. Büyükşehirlerde en çok görülen hastalıkların başında alerji geliyor. ‘İstanbul Bronşiti’nin hava kirliliğinin yoğun olduğu büyük şehirlerde kuru öksürükle ortaya çıkıyor. Kentlerde yaşayan insanların artık doğal gıdalarla beslenmediğini ve açlığını fast food gıdalarla geçiştirdiğini dile getiren Prf. Dr. Küçükusta, gıdalara tat, renk, koku ve şekil vermek, bozulmasını önlemek için konulan katkı maddelerinin astımdan, deri döküntülerine ve alerji komasına kadar pek çok rahatsızlığa yol açabileceğini vurguluyor. Küçükusta’ya göre, bir başka şehir hastalığı da `hasta bina sendromu`. Büyükşehirlerde insanların genellikle büyük gökdelenlerde ve binalarda çalıştığına işaret eder. Enerji tasarrufu için binalardaki havanın sadece yüzde 20’sinin değiştiğini söylüyor. Hastalıkların, binanın havasını kirleten maddelerden, boyalardan, bilgisayarlardan, fotokopi makinelerinden, lazerlerden çıkan birtakım elektro-manyetik

dalgaların yarattığı kirlilikten dolayı ortaya çıkabileceğini söylüyor. Küçükusta, kendine özen gösteren erkeklerin kullandığı losyon ve kremlerin, manikür, pedikür, saç bakımı ve cilt bakımı sırasında kullanılan ürünlerinin alerjik rahatsızlığa yol açtığını belirtiyor ve bu insanların genelde büyük şehirlerde yaşadığına dikkat çekiyor. Dövme yaptıran ve kaşına takı takan erkeklerde kurdeşen ve egzama denilen rahatsızlıkların baş gösterdiğini ifade eder, özellikle piercing sırasında AIDS ve hepatit gibi ciddi hastalıkların bulaşabileceğine, çeşitli enfeksiyonların ortaya çıkabileceğine dikkatimizi çeker. İnsanlar vakitlerinin çoğunu ev, işyeri, araba gibi kapalı ortamlarda geçiriyor. Dışarı çıktığı zaman ise hava temiz değil. Özellikle İstanbul gibi büyük kentlerde yoğun bir trafik olduğunu vurgulayan Küçükusta, “Temiz hava almak için dışarı çıkan da egzoz dumanının içine giriyor. Kış aylarında hava kirliliği, kronik bronşite neden oluyor.” diyor. Bu hastalıkların gelişmiş ülkelerde yüzde 50’lik bir artış gösterdiğini anlatan Yazar, bunun nedenini şöyle açıklıyor: “Hava kirliliğine maruz kalmak, büyük kirliliği yaşamak, katkı maddeli yiyecekler, iklim şartlarındaki değişmeler, yaşam tarzındaki farklılıklar, ortamların kapalı olması ve iyi havalandırılmaması, yaşam şartlarının getirdiği stresler, elektro-manyetik dalgalar.”

İnsanlar vakitlerinin çoğunu ev, işyeri, araba gibi kapalı ortamlarda geçiriyor. Dışarı çıktığı zaman ise hava temiz değil

Modern şehir yaşamında insanların sürekli yalnızlık, yorgunluk ve halsizlikten şikayetçi olduğunu ifade eden Uzman Psikolojik Danışman Faruk Öndağ, çevresine karşı duyarsız, saygısız, bencil insanların da çoğaldığını söylüyor. İnsanların evde, işte, okulda, trafikte sürekli strese maruz kaldığına işaret eden Öndağ, “İnsanca nefes alabileceğimiz, huzur duyabileceğimiz ortamdan mahrumuz. Kendimize ait vaktimiz yok. Tüm hayat programlanmış, sürekli ‘yetiştirme’ ve ‘yetişme’ derdindeyiz.” diyor. kalp atışları artan, gözbebekleri irileşen, tüyleri diken diken olan, ensesi ve omuzları sertleşen, karın kasları gerilen, baş ağrıları ve kaygıları artan insanların çokluğuna işaret ediyor ve “Bu, şehrin insanı tüketmesidir.” diyor. Şehir hayatının ölüme davetiye çıkararak bizi nasıl gönüllü ölüm mahkumiyetine sürüklediğini uzun uzadıya anlatmaya artık gerek kalıyor mu?.. Şehire mecbur değil, mahkumuz! Ondan faydalanmayı bilirsek, bize zararı en aza iner ve bir medeniyet meşalmesi olarak ruhumuzu aydınlatabilir. Tabii onda ruh bırakabilirsek!.. 11


KAZASKER MUSTAFA

İZZET EFENDİ

AYASOFYA CAMİİ’NİN RUHUNA CAN VERDİ “FATİH-SÜLEYMANİYE” ULEMÂ SEMTLERİ

Dünyanın en önemli kutsal yapılarından biri olarak kabul edilen Ayasofya Camiinin ruhuna son imza atan kişi Kazasker Mustafa İzzet efendidir. Fatihte eğitimine başlamış , sanatını tevafuken karşılaştığı II.Mahmud’un iradesi ile geliştiren çok değerli hattat, musikişinas bir kişidir. Mehmet Kâmil BERSE

ersaadette,Türk- İslam dünyasına yaklaşık beş asırdan ziyade ilim ve irfan uleması yetiştiren Fatih-Süleymaniye ulema semtlerinde her dalda çok değerli âlimler ve sanatkarlar geldi geçti. 19.yy.da Osmanlı coğrafyasında çok fazla hat sanatı eserinin sahibi Kazasker Mustafa İzzet Efendi, çok yönlü bir sanatçı idi. Dünyanın en önemli kutsal yapılarından biri olarak kabul edilen Ayasofya Camiinin ruhuna son imza atan kişi Kazasker Mustafa İzzet efendidir. Fatihte eğitimine başlamış , sanatını tevafuken karşılaştığı II.Mahmud’un iradesi ile geliştiren çok değerli hattat, musikişinas bir kişidir. 19. yy’da Osmanlı Devleti’nin bilim, sanat ve siyaset dünyasının önemli bir ismidir. 1801 yılında Tosya’da doğmuş Mustafa İzzet Efendi, Tosyalı Bostanîzâde Mustafa Ağa’nın evladıdır. Annesi ise, İstanbul’da Tophane’deki Kadirî dergahının kurucusu ve şeyhi İsmail Rumî Efendi’nin torunlarından. Babasının ölümü üzerine annesi onu küçük yaşına rağmen zekasına güvenerek ilim tahsili için İstanbul’a gönderir. Dersaadette bir akrabasının yardımı ile Fatih sahnı seman medreselerinden Baş kurşunlu medresesine girer. Medrese tahsilini çok iyi yapar ve Arapça öğrenir. Sesi çok güzel olan Mustafa İzzet’in kıraati de mükemmeldi. Kömürcüzâde Hafız Efendi’den de musiki meşketti. Hat sanatını ve ney üflemeyi de öğrendi. SULTAN MAHMUD’UN HİMAYESİ

Hayatına yön veren tarihe geçmiş hikayesi şöyledir; Mustafa İzzet Efendi; II. Mahmud’un musâhiblerinden olan Kömürcüzâde, padişahın Bahçekapı’daki bânisi olduğu Hidâyet Camii’ne 22 Temmuz 1814 Cuma günü selâmlık merasimi için gelişinde talebesi Mustafa’ya evvelden meşkettiği bir na’t-ı şerifi okuttu(Bir rivayete göre,aşr-ı şerif okuttu) II. Mahmud, sene 1819 ve henüz on üç yaşındaki bu çocuğun sesini ve tavrını beğenerek yanına çağırttı, takdirlerini bildirdi ve eğitimine önem verilmesini istedi. Doğrudan Enderûn-ı Hümâyun’a kabulü mümkün olmadığından Silâhdar Ahmed paşazâde silahdar Ali bey’in (sonra sadrazam Ali Paşa) dairesinde yetiştirilmesine karar verildi. Burada gördüğü sıkı bir eğitimin yanı sıra hüsn-i hat ve mûsiki dersleri aldı. Üç yıl sonunda Ali Paşa’nın dairesinden Galata Sarayı’na nakledildi.Sermüezzinlik vazifesinin dışında sesi ve neyi ile huzur fasıllarına iştirak

sayı//18// ocak 12


etti. Enderûn-ı Hümâyun’da Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’den ta‘lik hattını meşkedip icâzet aldı. Necmeddin Okyay onun sermüezzinliği sırasında İmâd el-Hasenî’yi taklit yerine kendi tertiplediği, “Nazar-ı şehle kıt‘a-i garrâ / Levha-i mihre nâz ederse sezâ / Şâh-ı asrın ki sermüezziniyim / N’ola eyler isem İmâd’a salâ” kıtasıyla icazet almıştır. ENDERUNDA SUBAY RÜTBESİ SAHİBİ İDİ, ORDUYA ZABİT OLMASI İSTENMEDİ

Sarayda kayıt altına girmekten hoşlanmayan ve sanatkâr ruhu gitgide bunalan Mustafa İzzet, sûfiyâne bir ömür sürmeyi arzuladığından asker zâbitliği vazifesiyle saraydan ayrılmak istedi. Ancak kendisine olan teveccühü bilindiği için hiç kimse bunu padişaha arzetme cesaretini gösteremedi, zaten kendisi de bunu talep edemedi. Bunun üzerine Mustafa İzzet hacca gitmek için izin talep etti. Hacca gitmek istemesine de padişah, istemeyerekte olsa izin verdi. MUSTAFA İZZET HACCI VE SONRASINDA HAYATI

1829 yılı sonlarında kendisine bir maaş bağlandı ve saraydan ayrıldı. Tasavvuf ilmine merak saran Mustafa İzzet Efendi, nakşıbendî şeyhlerinden Kayserili Ali Efendi’ye kapılanmıştı.Onunla birlikte Hicaz’a, Hacca gitti. Mekke’ye geçerek nakşıbendî büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevî’nin halîfesi Şeyh Mehmed Can Efendi’ye kapılandı; tarikatta bir hayli yol aldı. Oradan Kahire’ye geldi ve 7 ay kadar burada kalarak Arap ilimlerini öğrenmeye çalıştı. İstanbul’a dönüşünde Mahmudpaşa’daki evinde yaşamaya başladı. Tasavvufla uğraşıyordu. Oysa ki bir ney virtüözü, çok güzel sesli bir hanende ve olağanüstü hat sanatkarıydı. Artık saraya da gitmiyordu. Ramazan 1247’de (Şubat 1832) bir gün ikindi vakti Beyazıt Camii’nin müezzin mahfilinde başında Nakşî tacı ve sırtında Dihlevî hırkası kendi hatmini sürdürmekte olan Mustafa İzzet’ten kamet getirmesi rica edilmiş, padişahın ekseriya bu camiye geldiğini, sesini işitmesinin kendisi için iyi olmayacağını söylemesine rağmen ısrar üzerine kamet getirmeye başladığı sırada II. Mahmud camiden içeri girmiştir. Cumhur müezzini olarak namaz ve tesbih dualarını da Mustafa İzzet okumuştur. Padişah namazdan sonra yaverinden kamet getirenin kim olduğunu öğrenmesini istemiş, müezzinbaşı yavere Mustafa İzzet’i göstermiş, eski arkadaşı olmasına rağmen onu tanıyamayan yaver

padişaha kamet getirenin bir Özbek dervişi olduğunu arzetmiştir. Padişah kendisini dinlemiş ve yüzünü görmeden sesinden tanımıştır. II.MAHMUD’UN CEZASI VE AFFI

Görüşmek istediğinde de (Özbek Dervişi) kıyafetinde görünce çok kızmış ve Mustafa İzzet’i cezalandırmak istemiştir. Padişahın yanında bulunan Hüsrev Paşa ve musâhib Said Efendi tarafından yatıştırılmıştır. Mustafa İzzet, Kömürcüzâde’nin de araya girmesiyle ramazan bayramından sonra Onun çok kudretli bir sanatkar olduğunu bilen padişah II. Mahmud, huzurda yapılacak ilk fasla katılması için emir buyurdu. Bundan sonra da padişahın ölüm tarihi olan 1839’a kadar saraya sık sık gitti, fasıllarda neyzen olarak bulundu ve pek çok hediyeler aldı. Kazasker Mustafa İzzet hat sanatındaki ustalığı yanında hânendeliği, neyzenliği ve bestekârlığı ile de tanınmıştır. Şâkir Ağa ile meşke başlamıştı. Kısa zamanda güzel sesiyle şöhrete ulaşmasının ardından II. Mahmud’un huzurundaki fasıllara sesiyle katıldı. Bu arada ney çalışmalarını da ilerleterek bir müddet sonra devrinin en iyi neyzenleri arasına girmeyi başardı. Sarayda daha çok Neyzen Mustafa lakabıyla tanınan Mustafa İzzet, II. Mahmud’un vefatına kadar (1839) küme fasıllarının vazgeçilmez sanatkârlarından oldu. Saray fasıllarında Hamâmîzâde İsmâil Dede, Dellâlzâde İsmâil Efendi, Şâkir Ağa, Tanbûrî Nûman Ağa, Zeki Mehmed Ağa, Suyolcuzâde Sâlih Efendi, Tanbûrî Necib Ağa, Kemânî Ali Ağa, Basmacı Abdi Efendi gibi ünlü mûsikişinaslar ile birlikte hânende ve sâzende olarak bulundu. Dellâlzâde İsmâil Efendi, Hâşim Bey ve hânende Rifat Bey onun “hâce-i zaman” olduğunu söylemişlerdir. MUSTAFA İZZET EFENDİ EYÜP CAMİİ İMAM –HATİBİ OLDU

Mustafa İzzet Efendi , Abdülmecid padişah olunca (1839) o devirde mühim bir vazife sayılan Eyüp Sultan Camii hatipliğine tâlip oldu. Bu vazifenin yanı sıra Lâleli Camii Vakfı’nın idaresi de kendisine verildi. 1261 (1845) yılı başında bir cuma günü Eyüp Sultan Camii’ne giderek Mustafa İzzet’in hutbesini dinleyen Sultan Abdülmecid onu kendisine ikinci imam tayin etti. 1846’da Selânik, Mekke ve İstanbul pâyeleri, 1849’da önce Anadolu, aynı yıl padişahın birinci imamlığına getirildiğinde Rumeli kazaskerliği pâyeleri verildi. Ertesi yıl şehzadelerin yazı muallimliğine ve Veliaht Abdülaziz Efendi’nin müzakereciliğine tayin 13


hünkâr mahfilindeki kitabe ve hatlar Kazaskerin eserleridir. MUSİKÎDE ÜSTÂD İDİ

edildi. 1849’da hocası Yesârîzâde’nin vefatı üzerine onun Bebek’teki yalısını satın alarak burada ikamet etmeye başladı. AYASOFYA CAMİİNDE KAZASKER’İN TARİHÎ HATLARI

Celî Sülüs Kubbe Yazıları. Ayasofya Camii’nin 1849’daki tamiri sırasında ilk olarak küçük boyda yazdığı Nûr âyeti (en-Nûr 24/35) caminin kubbesine göre satranç usulüyle büyütülüp varak altınla işlenmiştir. Aynı âyet daha sonra Kasım Paşa Yahyâ Efendi, Küçük Mecidiye, Hırka-i Şerif ve Beşiktaş Sinan Paşa (son ikisinin kubbeleri zamanımız hattatlarınca yeniden yazılmıştır) camilerinin kubbelerine de uyacak şekilde küçüğünden büyütülerek aynı usulle işlenmiştir. Hiçbirinde imza ve tarih yoktur. Cami Yazıları. Ayasofya’nın tamiri esnasında lafza-i celâl, ism-i nebî, ilk dört halife ve Hasan-Hüseyin isimleri önce küçük boyda yazılmış (bunlar mihrabın üst duvarında hâlâ asılıdır) ve caminin azametine uygun olması için 7,5 m. çapında daire şeklinde büyütülünce kalem ağzı da 35 santimetreye çıkmıştır. Bu celîlerini daha sonra uzaktan seyrettiğinde, “Ah, kabil olsa da şu levhaları tekrar yazsam” dediği bilinmektedir. Dünyanın bu en büyük levhaları, muşamba üzerine varak altınla işlendikten sonra caminin içinde çatıldığı için bina 1934’te müzeye dönüştürülürken kapılardan çıkartılamadığından on beş yıl yerde duvara dayalı olarak tutulduktan sonra İbnül emin Mahmut Kemal, Ekrem Hakkı Ayverdi,Nazif Çelebi’nin gayretleri ile 1949’da tamir edilip tekrar yerlerine asılmıştır. Ayasofya Camii

sayı//18// ocak 14

Mustafa İzzet dinî ve din dışı formlarda fazla eser bestelememiş, ancak her biri ayrı özellikte olan eserleriyle tanınmıştır. Dellâlzâde İsmâil bestelediği eserleri önce İzzet Efendi’ye okuyup onun görüşünü alır, daha sonra bir mûsiki toplantısında bestesi hakkında konuşmak isteyenlere de bu eserin İzzet Efendi tarafından beğenildiğini, dolayısıyla artık değiştirilemeyeceğini söylerdi. Tarz-ı cedîd adlı bir makam icat eden İzzet Efendi, birleşik makamlardan çok ana makam dizilerini tercih ederdi. Meselâ hüseynî makamı dururken gülizârı fazlalık görür, sabâ makamına zemzeme ilâvesini de birincinin daralması ve ikincinin genişletilememesi şeklinde yorumlardı. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu repertuvarında on dört şarkı ve bir peşrevinin notası yer almaktadır. Mustafa İzzet Efendi mûsiki sahasında birçok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında Behlûl Efendi, Medenî Aziz Efendi ve Yeniköylü Hasan Sırrı Efendi özellikle zikredilmelidir. HAYATI BOYUNCA YÜKLENDİĞİ GÖREVLER

1853’te padişahın imamlığından ayrılan Mustafa İzzet aynı yıl Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye âzalığına, 1857’de fiilen Rumeli kazaskerliğine getirildi. Müddeti dolduğunda ayrılmak suretiyle 1868’de dördüncü defa ve son olarak aynı vazifeye tayin edildi. 1860’ta kendisine reîsülulemâlık rütbesi tevcih edildi. Aynı yıl ayrıca nakîbüleşraflık makamına tayin olundu. Kazaskerlikten ayrıldığı devrelerde yeniden Meclis-i Vâlâ’ya ve iki defa Meclis-i Hâss-ı Vükelâ’ya seçildi. KAZASKER AMERİKADA

Amerikanın batısında Wasington kentinde büyük bir anıt yapılması fikri 1783 lerden itibaren düşünülmeye başlanmış. 1848 de yapımına başlanan devasa anıt için zamanın dünya devletlerinden hatıra yazı,heykel ve kitabeler talep edilmiş.Osmanlı Padişahı Abdülmecid olumlu cevap vermiş, kitabenin yapımı içim Kazasker Mustafa İzzet efendiye vazife verilmiş. Sanatındaki bütün hünerini gösteren Kazasker, ABD den daha eski bir şehirden ve Ayasofyaya yaptığı çok değerli bir hizmetten Okyanus ötesine adeta bir mesaj göndererek kitabeyi hazırlamış ve Osmanlı Devletinin bir nişanesi olarak 1854 tarihinde


Dersaadetten Amerikaya gönderilmiş, devasa anıtın 17.katına yerleştirilmiştir.

dışında çok sayıda ve bir çok şehirde eserleri mevcuttur.

HATTAT OLARAK KULLANDIĞI İMZALAR

(1835) bir delâilü’l-hayrât (İÜ Ktp., Yıldız, AY, nr. 5559); 1253’te (1837) bir Kur’ân-ı Kerîm (Sabancı Müzesi, Hat Koleksiyonu, nr. 281). Bu yolda yazdıkları, kendisinden çok önce aynı yazı neviyle hacimli kitaplar istinsah eden Buharalı Derviş Abdî-i Mevlevî ve Durmuşzâde Ahmed efendiler ayarında değildir. Hattatların içinde Kazasker Mustafa İzzet ayarında bir mûsikişinas olmadığı gibi mûsiki ile uğraşanların içinde de Kazasker İzzet derecesinde bir hattat bulunmamaktadır. Bu umumi hükmün dışında kalan neyzen ve hattat Mehmet Emin Yazıcı onun kadar velûd değildir. Mustafa İzzet’in az sayıda şiiri, Arapça grameriyle ilgili Keşfü’l-i’râb ve Avâmil Mu’ribi isimli iki telifi bulunmaktadır. İlm-i simyâya merak sarıp altın elde etmek için para ve zaman tükettiği de bilinmektedir. Yetiştirdiği talebeler arasında Mehmed Şefik Bey, Muhsinzâde Abdullah Hamdi, Abdullah Zühdü, Hacı Hasan Rızâ, Kayışzâde Hâfız Osman, Mehmed İlmî, Mehmed Hilmi, Hasan Sırrı, Mehmed Şevket Vahdetî, Hasan Tahsin, Siyâhî Selim, Abdullah Hulûsi, Yûsuf Âgâh efendiler ve Selmâ Hanım (ta‘lik hattı) ilk hatırlanacak hattatlardır. Bu kadar tanınmış üstada hocalık edebilme şerefi XIX. asırda başka kimseye nasip olmamıştır. Ayrıca birçok icâzetnâmede hoca veya hocayı tasdik makamında Mustafa İzzet ismine rastlanmaktadır. 15 Kasım 1876’da vefat etti. Fatih-Süleymaniye ulema semtlerinin yetiştirdiği bir yıldız daha hakka yürüdü.. Tophane’deki Dedesinin şeyhliğini yaptığı Kādirîhâne Tekkesi’nin hazîresine defnedildi. Kabir kitâbesi, talebesinden Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey tarafından girift celî sülüsle mükemmel bir şekilde yazılmıştır. Mustafa İzzet’in, öğrencisi Mehmed Şefik Bey’in teyzesiyle yaptığı evlilikten Atâullah ve Tevfik adlı iki oğlu ile Emine adlı bir kızı dünyaya gelmiştir.

Mustafa İzzet Efendi, Çömez Mustafa Vâsıf Efendi’nin sülüs-nesih ve rika‘ yazılarında en seçkin talebesidir; şiveli ve çok akıcı bir üslûba sahiptir. Altmış yıla yaklaşan hüsn-i hat hayatı boyunca nesih hattıyla on (veya on beş) mushaf . Nesih hattıyla basıma uygun olarak yazdığı harflerin hakkâk Ohannes Mühendisyan tarafından 1866’da kalıpları hazırlanmış, harf inkılâbına kadar Osmanlı matbaacılığında bu harfler tercih edilmiştir. Ancak bu tarihten sonra Râkım üslûbunu araştırıp inceleyen İzzet Efendi’nin talebesi Muhsinzâde’ye, “Tutulacak yol Râkım yolu imiş, biz bunu anlamakta niye gecikmişiz?” dediği nakledilir. Onun, Fâtih Camii hazîre çevresindeki Râkım’a ait şaheser celî sülüs kitâbelerin önünde uzunca oturup bunları seyrettiği bilinmektedir ve dostlarına söylediği, “Şeyh (Hamdullah) gibi, Hâfız Osman gibi yazı yazdım. Lâkin Râkım’ın bir harfine bile yanaşamadım” sözü meşhurdur. İzzet Efendi kitap ve kıta tarzında yazdığı eserlerine, hatta bazı celî sülüs levhalarına o sıradaki vazifesini belirten imzalar (Eyüp Camii hatibi, padişahın ikinci -sonra- birinci imamı, reîsülulemâ) atmayı âdet edinmiştir. Ara sıra kullandığı “hâk-i pây-i evliyâ Seyyid İzzet Mustafa” imzasını ömrünün sonlarında “bende-i Âl-i Abâ Seyyid İzzet Mustafa”ya çevirmiştir. Celî sülüste Râkım tarzında “Ketebehû Mustafa İzzet” istifini benimsemekle beraber celî tevki‘ hattıyla sadece “İzzet” diye imza attığı da görülmektedir. KAZASKER’İN EN MEŞHUR HAT ESERLERİ;

Ayasofya’daki 7,5 metre çapında dev Allah (cc), Muhammed (s.a.v) Hulefay-ı Raşidîn, Hasan ve Hüseyin levhaları, Ayasofya’da kubbe kuşağvındaki Nûr Suresi Ayet-i Kerîmesi, İstanbul Üniversitesi (eski Daire-i Umür-ı Askeriye) kapısının üstünde ve bahçeye bakan taraftaki talik kitabe, Bursa Ulu Cami’de iki büyük levha, Hırka-i Şerîf ve Kasımpaşa Camilerinde levhalar, Yahya Efendi türbesinde Nur Ayet-i Kerîme’si, Mısır’da Mehmed Ali Paşa türbesinde (Süre-i Dehr) ve talik tarih, Celî Sülüsle Büyük Levhaları. Bursa Ulucamii’nde “Fa‘lem ennehû ...” tevhid cümlesi (1279/1863) ve Yûsuf sûresinin 21. âyetinden bir bölüm (aynı tarih); Kasım Paşa Camii’nde “er-Râhimûne ...” hadisi 16 Kur’an, 15 Delailu’lHayrat, 30 En’am ve kasaid, 250’den fazla Hilye ve daha bir hayli sayıda levhalar. Bu eserlerin

KAYNAKÇA:

Subhi Ezgi, Nazarî-Amelî Türk Musikisi / TDV İslam Ansiklopedisi / Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Mûsikisi Antolojisi / İbnülemin, Hoş Sadâ / Kadıasker Mustafa İzzet Efendi dosyası, Süleymaniye Ktp., Süheyl Ünver Arşivi / Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Sülüs ve Nesih Meşk Murakkaası (haz. Muhittin Serin) / Hızır İlyas, Târîh-i Enderûn, / Abdurrahman Şeref, Târih Musâhabeleri,/ Osmanlı Hat Sanatı Tarihi / Talip Mert, “Kadıasker Mustafa İzzet Efendi /, M. Uğur Derman Armağanı: Altmış Beşinci Yaşı Münasebetiyle Sunulmuş Tebliğler / Muhittin Serin, Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar

15


ADAPAZARI; HUZURUN BAŞKENTİ Fahri TUNA

er şehrin bir kalbi vardır, ruhunu şekillendiren. Adapazarı’nın kalbi hiç kuşkusuz Orhan Camii’dir. Adapazarlı dünyaya Orhan Camii’nin penceresinden bakar, hayatı Orhan Camii’nin ezan ve salalarından anlar, Allah’ı Orhan Camii’nde secde izlerinde arar. Bütün yollar bütün izler bütün kapılar Orhan Camii’ne çıkar bu şehirde. Vali ile odacısının, belediye başkanı ile kapıcısının, fabrika müdürü ile bekçisinin, patronla tezgahtarının, memurla işçinin, köylü ile şehirlinin, tüccarla emekçinin ‘bir’, ‘bütün’, ‘eşit’ olduğu mekânın adıdır Orhan Camii. Birin, birliğin, birlikteliğin adıdır Orhan Camii. Dün ile yarını bugünde buluşturan birleştiren kaynaştıran yerin adıdır Orhan Camii. Yeri gelmişken, Sakarya’da tam on yedi Orhan Camii mevcuttur, çoğunun yerinde bugün yeller esse de, biz yetişmişizdir son deminde hemen hepsine, dünya gözüyle görmüşüzdür çoğunu. On yedisi de Orhan Gazi’nin bölgemizi 1325’te fethettiğinin ve şehrettiğinin nişanesi remzi sembolüdür. İşte Adapazarı, Orhan Camii ile bütünleşmiş yarım milyonluk bir şehrin adıdır. On altı ilçeden oluşan bir milyonluk bir ilin, başkalarının bildiği, yaşayanların hiç sevmediği terimle Sakarya’nın merkezidir. Merkezi yani ana gövdesi. Son bir buçuk asırda Gürcistan’dan Bosna’ya, Batum’dan Priştina’ya, Kırım’dan Selanik’e, Trabzon’dan Kırcaali’ye…

sayı//18// ocak 16

Kafkasya, Rumeli ve Anadolu’nun her ilinden her ilçesinden, kimin başı dara düşse sığınak barınak yığınak olunduğu; kucak açıldığı, sarıp sarmalandığı, gönüllerinde yer açıp tarlalarından yer verildiği yerin adıdır Adapazarı. Dört kıtaya yedi iklime bir dersaadet, bir huzur limanı, bir tenezzüh limanıdır Adapazarı: Sait Faik’in “herhangi bir kıraathanede dört lisan bilmeyenin garsonluk yapamaz bizim kasabada’ dediği yerleşimin adıdır Adapazarı. Büyük öykücünün dediğinin üzerinden koca bir asır geçmiş olsa da, bugün hâlâ sokaklarında çarşılarında kahvehanelerinde on yedi dilin hürce, özgürce, yadırganmadan konuşulduğu şehrin adıdır Adapazarı. Bunca etnik kökenin olaysız kavgasız nizasız yaşadığı, yaşandığı, yaşatıldığı yerin adıdır Adapazarı. Adapazarı, Yahya Kemâl’in ‘kökü mâzide olan âti’ dizesinin Anadolu coğrafyasında - Bursa ile birlikte en çok yakıştığı, yaraştığı, yaşandığı şehrin adıdır. Osmanlı coğrafyasının neresinde birilerinin başı ağrısa anında hissedildiği, çözüm arandığı yardım eriştirildiği yerin adıdır Adapazarı. Üstad Necip Fazıl’ın meşhur hitabesine nazire edercesine; ‘kim var?’ dendiğinde, sağına ve soluna bakmadan, seksen bir il içinde, ilk ‘ben varım’ diyen şehrin adıdır Adapazarı. Herkesle dertli, herkesle derttaş, herkesle dertteşdir Adapazarı. Belki de bu yüzdendir, tarihte merkezi Adapazarı olan bir deprem olmadığı hâlde her Marmara depreminde diğerleriyle birlikte yıkılması… her seferinde de küllerinden daha canlı daha dik daha güçlü yeniden doğması. Boşnak böreği Çerkez tavuğuyla, Abaza pastası Arnavut ciğeriyle, Muhacir mamaligası Manav dartılı keşkeğiyle, birbirini dışlamadan ötelemeden yan gözle bakmadan aynı sofrada hayat bulurlar, hayat verirler hane hane, sokak sokak, mahalle mahalle, Adapazarı’nda. Lokantalarında Bosna’dan mülhem Islama köftenin, dükkânlarında Üsküp helvasının, Taraklı köpük helvasının yendiği; Prizren bozasının, Drama gazozunun içildiği şehrin adıdır Adapazarı. Yedi gölü, ülkemizin en verimli ikinci ovası, üç nehri ve deresi, üç şelalesi ülkemizde tek dünyada beş benzerinden birisi longozu, on sekiz yaylası, kaplıcaları… yeşili, mavisi… bereketin üretimin verimliliğin adıdır Adapazarı. Zenginliğin gizli fakirliğin az orta halliliğin çok olduğu; kimsesiz her dulun yahut ana babasını yitirmiş her yetimin sarıp sarmalandığı, yaşatıldığı, hayatta kalabildiği şehrin adıdır Adapazarı. Kahramanları ortalıkta görülmeseler de, açları doyuran, açıkları


giydiren, imkânı olmayanları evlendiren nice ‘vakıf adımlar’ın; Terzi Ali’lerin, Şeyh Osman’ların, Kabukçu Burhan’ların… şehridir Adapazarı. Adapazarı; ülkemizde hayat süren bütün edebî, fikrî, siyasî, dinî akımların anlayışların oluşumların ya çıkış noktası, ya neşvünema bulduğu, ya da en hafifiyle temsil edildiği şehirdir. 1980 öncesi binlerce gencimizi teröre kurban verdiğimiz, her gün beş on üniversite öğrencisinin kökü dışarıda ne idüğü belirsiz örgütlerce katledildiği, şehirlerin sokak sokak mahalle mahalle ‘kurtarılmış bölge’ler ilan edildiği günlerde, sokaklarında kavganın olmadığı, terör vakasına rastlanmadığı ender şehirlerimizden birisidir Adapazarı. Adapazarı’nı Sakarya sananlar, Adapazarı’nı Sakarya ile karıştıranlar var. Zinhar yanlış. Yalan. Hatta iftira. Muhal. Hakaret. Nehre adını veren Bitinya tanrıçası Sangarius’tan iki bin yıllık bir hediyedir Doğu Marmara’ya bu isim, doğrudur. 724 kilometrelik nehrin sadece 110 kilometresi mahcup bir edayla şehrin kıyısında selam verip geçip gitmektedir. Yarım asırlık ömrümde ne sevenini gördüm bu kavramın, ne gönlünde misafir edenini. Ankara’nın, TBMM’nin, tepeden inmeciliğin kazığıdır bir milyon kişinin yaşadığı vilayete bu isim. Zaten 1965’te kurulan Sakaryaspor ile 1992’de temelleri atılan Sakarya Üniversitesi dışında… yüzüne bakanı, kullananı, şefaat edeni de yoktur bu nevzuhur, zıpçıktı kavramın. Sakarya bir bölgenin, bir vadinin, bir havzanın adıdır; içerisinde Eskişehir, Kütahya, Afyon, Ankara, Bilecik, Bolu, Adapazarı, Düzce’nin yer aldığı. Sakarya Adapazarı’nın değil, bölgenin adıdır kısacası; bu böyle bilinmelidir. Bir tek kimsenin bile ‘Sakaryalıyım’ demediği, her sorana ‘Adapazarlıyım’ dendiği bir şehrin adıdır o Adapazarı bir Türkmen yerleşimidir Orhan Gazi’den bu yana. Yani Yörük ve Manav şehridir öncelikle. Atasözlerinde türkülerinde halk oyunlarında giyim kuşamında yemeklerinde buram buram hissedersiniz bunu. “Elmayı top top yapalım’ diye türkü çığırılar mesela, ‘Evlerine varamadım güzelden’ diye türkü söylerler eskiler. Halk oyunları ta Muğla’ya Aydın’a kadar ucu dokunan Zeybek oyunlarıdır. Kaç kişi bilir ki Adapazarı eskilerinin her evinde taam eylenen Höşmelim tatlısının, Balıkesir kadar Kütahya’nın da Bursa’nın da Bilecik’in de İzmit’in de Adapazarı’nın da olduğunu Osmanlı’nın neşet ettiği ve ilk otuz yılda fethettiği bu bölge kültürünün yüzde

doksan benzemesinde şaşılacak ne vardır, asıl ona şaşmak gerekir. Diğer yandan kabağın da başkentidir Adapazarı. Başta enfes Kıvırma tatlısı olmak üzere, birbirinden lezzetli dokuz ayrı kabak tatlısı vardır hâlâ Adapazarı sofralarında. Diğer yandan Adapazarı Mutfağı bir imparatorluk mutfağıdır; Osmanlı’nın her yöresinden gelen göçmenlerin huzur ve güven içinde yaşadığı bu şehir, mutfağına da kucak açmıştır gelenlerin. Onlarca çeşit dondurmasından bozacılarına, köftecilerinden tulumbacılarına kadar… Bir spor şehridir Adapazarı; Oğuz Çetin, Aykut Kocaman, Hakan Şükür, Semih Saygıner, Kenan Sofuoğlu’nu yetiştirip Dünya Spor Arenasına sunmuş olsa da, o asıl bir öykü, bir öykücüler şehridir: Sait Faik, öykülerini ‘çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket’ dediği bu şehirde emzirmiş; Faik Baysal şiirleri kadar öykülerini ‘çocukluğumda Çark Mesire’de içtiğim Olimpos gazozlarının nefis tadı hâlâ damağımdadır’ dediği bu şehirde beslemiş; ‘içimde iki şey hâlâ dipdiri durur; birisi siyasal inançlarım, diğeri memleketime olan sevgim’ diyen Kerim Korcan romanları kadar öykülerini Sakarya’nın mavi sularında çoğaltmıştır. Necati Mert’ten Cüneyd Suavi’ye, Hatice Bilen Buğra’dan Ayfer Tunç’a… ve genç kuşaktan Hande Ortaç’tan Ayşenur Gülsüm Tuna’ya, Emirhan Tezer’den Sinem Torun ve Dilara Selamet’e… Adapazarı her şeyden önce ve her şeyden sonra bir ‘öykü şehir’dir; kırk gün kırk gece öyküsü anlatılsa ‘tükenmeyecek’ şehirdir. Ama Adapazarı Cihat Zafer kardeşimin enfes tespitiyle ‘odunu sert çağa keskin balta; Selahaddin Şimşek’lerin, ‘Gökyüzünde uman duman bulutsun’un güftekârı Halit Çelikoğlu’ların bestekârı Ziya Taşkent’lerin, ‘Yaşayan Nasreddin Hoca; Hâfız Hasan Çolak’ların, nice şairlerin ediplerin de şehridir. Akıl kadar gönlün, zenginliği kadar cömertliğin, hicretleri kadar merhametin de şehridir. Sağduyunun adıdır Adapazarı. Vefanın saygının tebessümün adıdır. Kendisi üç yüz yıllık ‘yeni’ b ir şehir olsa da ruhu ‘eski’ bir şehrin adıdır. Güzelin, güzelliğin, güzelliklerin şehridir o. Rengin, renklerin, rengârenkliliğin adıdır. Her gün bir sokağında destanın, destanların yaşandığı, yazıldığı şehrin adıdır o. Adapazarı denilince güven istikrar ve huzur gelir akla ilkin. Ama en başta huzur. Evet; Adapazarı huzurun başkentidir. Şeksiz şüphesiz, tartışmasız huzurun. 17


eyahat etmek, hayal gücümüzü gerçeklerle dengeler ve bazı şeylerin nasıl olabileceğini düşünmek yerine, onları olduğu gibi görmemizi sağlar.” Samuel Johanson

JAVA’NIN RUHU

“JOGJAKARTA” Bir zamanlar Osmanlı halifesine bağlı bir sultanlığın günümüzde sembolik de olsa varlığını sürdürüyor olması halen o dönemden halifenin sancağının muhafaza edildiği sultanlık sarayını ve sultanı da merak ediyoruz. Salih DOĞAN

Güler yüzlü insanların ülkesi Endonezya seyahatimizin ikinci durağı olan jogja’ya doğru uçakla yola çıkıyoruz ,Jogjakarta da bizi dostumuz işadamı Jaty Mikado karşılıyor hemen havalimanı karşısında 5 dk mesafedeki Sheraton hotele yerleşiyoruz. Şimdilerde tarih ve turizmin yanında bir öğrenci şehri de olan Jogjakarta bir nevi Endonezya’nın kültürel başkenti gibi diğer taraftan bizim tarihimiz ile de ilgili bir tarafı olması bizi ayrıca cezbediyor. Bir zamanlar Osmanlı halifesine bağlı bir sultanlığın günümüzde sembolik de olsa varlığını sürdürüyor olması halen o dönemden halifenin sancağının muhafaza edildiği sultanlık sarayını ve sultanı da merak ediyoruz doğrusu. Tarih boyunca bu ülkenin başı Avrupalı emperyalistlerden(Portekiz, İspanya, İngiltere, Fransa ve son olarak da Hollanda) bir türlü kurtulamamış. Osmanlı Kanuni devrinde 1538, 1548, 1564’te üç defa Açe’ye yardım göndermiş lakin en büyük yardımı (1568 ) 2.Selim (sarı selim) zamanında 22 parçalık donanma gönderip Portekizlerin yenilmelerini sağlamış, bu yardımlar asla unutulmamış ve millet olarak bu gönül bağı, minnet duygusu devam ediyor Endonezya halkında Osmanlı hatırası hafızalardan silinmiş görünmüyor gerek iletişim kurduğumuz insanlar gerekse duyduklarımız bu yönde şeyler … maneviyat ve samimiyet üst düzeyde biz Türklere karşı ayrıca ülkenin İslam dünyasında en fazla Müslüman nüfusu(250 milyon) barındıran ülke olması da Endonezya’yı farklı kılan özelliklerden biri… Çok fazla tarihe girmek niyetinde değilim elbette lakin burada gösterilen konukseverliğin bu ortak inanç ve tarih geçmişi ile çok ilgisi olduğu kesin. Lobide kısa bir tarih ve şehir sohbetinden sonra 1 saatlik istirahatin ardından 17.00 gibi Keraton Ratu Boko’ya gitmek için sözleşiyoruz.. Ratu Boko; Bir saray ve yerleşim kalıntılarından oluşan bu antik kompleks 16 hektarlık bir alanda kurulmuş, girişteki halen restoran kafe olarak kullanılan bir köşk mevcut ,terasında bir hindu otantik müzik grubu eşliğinde şarkılar okuyan bir kadın ve dans eden çocukların ahengi bizi şaşırtıyor, müziğin

sayı//18// ocak 18


ritmiyle gün batımıyla göz ucumuzda büyük platoda sadece belirginleşen görkemli Hindu tapınağı Prambanan ve Merapi volkanik dağını panoraması…Gün batımının yahut gün doğumunun dünyadaki en güzel izlendiği yerlerden birinde olmak keyfini yaşıyoruz. İkinci Gün şehir’i biraz turladıktan sonra sultan meydanına geçiyoruz tarihi bir yerden bir zamanların görkemli sultanlığının sarayını gezmek üzere biletimizi alıyoruz kısmi restorasyonlarına yapıldığı sarayın ana kapısından giriyoruz lakin gördüklerimiz beklentilerimizi karşılamak konusunda çok yetersiz.. saray kompleksi bakımsız bazı alanlar kapalı avluda geleneksel müzik enstrümanlarının sergilendiği bir alan dışında kenar saray pavyonları içerik olarak zayıf bir takım fotoğraflar eski arabalar ve maket askerler dışında pek bir şey yok terk edilmişlik duygusu hakim saraya kasvet sessizlik ve boşluk duygusu oluşuyor bizde…sanırım sembolikte olsa devamı sultanlığın temsil ettikleri ve hatırlattıkları şimdilerde kimsenin umurunda değil gibi.. Jogjakarta Sultan Camisi ahşaptan yerel mimarinin görkemli bir örneği ,ilk girişte ana kapının üzerinde Osmanlı hilali bizleri karşılıyor, Dr. Ferdai hemen Osmanlı hilalini fotoğraflamak istiyor.. 1756 yılında inşa edildiğini öğreniyoruz, bu büyük camii kubbe kısmı üç katmanlı olarak Java mimarisinde

yapılmıştır. dış avluda buyuk bir grup orta okul öğrencileri ile dolu erkekler önde kızlar arkada saf tutmuş öyle namazını kılmak üzere camiye gelmişler başlarındaki hocanın söyledikleri duaları yüksek sesle tekrar ediyorlar her birinin gözleri parlıyor bize el sallayıp selam veriyorlar bir yandan…resimlerini çekip onlarla kısaca sohbet ediyoruz sonra büyük camiyi gezdikten sonra sultanlığa ait Osmanlı halifesi tarafından verilen Kâbe örtüsünden yapılmış Sancağı görmek istiyoruz, lakin bu kutsal emaneti görmek sultanın iznine tabiymiş, sultana ulaşmak kolay değil çünkü sultan o sırada Japonya’da bulunmaktaymış…Buradan ayrılıp Walikota-Belediye sarayını gezip oradan Taman Pintar müzesine geçiyoruz içerisinde bir planetoryum, bilim müzesi ve bir etnografya müzesinin de bulunduğu bir kompleks olan Taman Pintarı bize kompleks müdürü bizzat gezdirip hem ülke tarihi hakkında bilgiler verdi. Jogja’da üçüncü günümüz bir süre dinlendikten sonra akşam üstü ünlü Hindu tapınağı Prambanana’ yı görmek ve dünyaca ünlü Ramayana dans gösterisini izlemek istiyoruz… Prambanan Hinduizm inancında Trimurti yani tanrının üç halini temsil eden bu üç tapınak yapısı görkemiyle bizi adeta çarpıyor ilk anda…47 metre büyüklüğündeki tapınak büyük tanrı Şiva için inşa edilmiş ,diğer ikisi de Brahma ve Vişnu için inşa edilmiş… bu görkemli tapınak kilometrelerce öteden görülebilen bir yapı dolayısıyla Javada ki

Jogjakarta Sultan Camisi ahşaptan yerel mimarinin görkemli bir örneği ,ilk girişte ana kapının üzerinde Osmanlı hilali bizleri karşılıyor,

19


tarih din ve mimari anlamında en önemli sembollerden biri aynı zamanda … Tapınak gezisinden sonra akşam yemeği için mekana yakın bir noktada bir esnaf lokantasında balık tavuk ziyafeti çekiyoruz kendimize daha sonra 19.30 daki ünlü Ramayana gösterisini izleyeceğiz.. Ramayana Dans Show Hinduların kutsal kitabı Ramayana’dan esinlenen bu gösteri gerçekten birinci sınıf sahne yüksek fonunda tanrı Şivaya ait tapınak ışıklandırılmış doğal bir fon üstelik gece de ayda var muhteşem bir ambiyans var, sahne kostümler danslar figürler Java tarzı kültür ve müzik şöleni adeta, 200 ‘ün üzerinde profesyonel dansçı ve müzisyenle yapılan bu performansı kesinlikle izlemelisiniz.. Jogja’da son gün hedefimiz büyük Budist tapınağı Brobodur’u görmek, kültür turizmi benim için her şeyin ötesinde mimari medeniyetlerin bence en önemli göstergesi dolayısıyla gezilerimin önemli bir kısmını sembol eserlere ,saraylara , dini mekanlara büyük mescitlere ve tapınaklara ayırmaya gayret ediyorum. Son olarak Jogjakartada durağımız Borobudur Budist Tapınağı 8.yya ait bir tapınak olan Borobudur’u Unesconun da Endonezya coğrafyasından dünya mirası listesine aldığını burada öğreniyoruz. Geziye başlarken bilet aldıktan sonra anladığım kadarıyla tapınağa saygı bağlamında bir şal bağlanıyor belimize ve tapınağa tırmanmaya sayı//18// ocak 20

başlıyoruz. Bu dünyanın en gerçekten büyük eski anıtların biri, bizim Yerebatan sarnıcından 2 yy sonra inşa edilmiş gerçekten saymadım kaç merdivenle çıkılıyor.Tayland’da Ayuttaya da büyük Budist tapınaklar gördüm lakin bu kadar büyük ve heybetli bir Stupa görmemiştim. Borobodur mutlak görülmesi gereken bir yer… Dönüş yolunda Öğle yemeği için Caty Mikado bizi bir restoranın göl içerisine yerleştirilmiş bambu kamelyalarından birine oturtuyor… lezzetli bir balık bizim çupra ile sazan balığı arası bir tür balık ziyafeti sonrası Jogjanın merkezine dönüyoruz… Jogjakarta aynı zamanda kumaş ve tekstil üzerine elle boyama sanatı olan Batik ürünleri ve sanatçıları ile meşhur bir şehir. Bu akşam programında batik alışverişi için çarşı pazar gezmesi ve ertesi gün 09.50 de Jakartaya uçuşumuz var, akşam Jogjanın en ünlü batik mağazasına gidiyoruz. Javanın bütün bölgelerine ait batik çeşitleri mevcut, modeller motifler renkler insanların nereye ait olduğunu gösteriyormuş bir nevi Endonezyalın milli kıyafeti 2 adet batik gömlek alıyorum, Dr. Ferdai ise batik işine bayağı sarmış olacak ki neredeyse bir düzine batikle yurda döndü … Geceyi hotelimizde geçirip sabah kahvaltıdan sonra hotel çıkışlarımızı yapıp Jogja havalimanına geçiyoruz Caty Mikadonun Vip servisinden istifade ederek Garuda Havayolu ile Jakartaya uçuyoruz..


Gün ortasına yakın Jakarta’ya ulaşıyoruz dostumuz Triano bizi karşılıyor oradan hep birlikte şehir turu yapıp öyle sonu dostumuz Tevfik beyle bir kafede buluşup sohbet çay kahve faslından sonra Jakartanın korkunç trafiğini de dikkate alarak saat altıda havalimanında olacak sekilde sekizdeki THY uçağına binmek arzusuyla trafiğe 16:00’da çıkıp 18:10 gibi zorda olsa varıyoruz…biletlerimizi alıp eşyalarımızı teslim ettikten sonra bir süre arkadaşlarımızla sohbet edip vedalaşarak İstanbul’a dönüş için giriş yapıyoruz kontrol noktasından ardından freeshoptan kendimize çay ve Jawa kahvesi ve dahi dünyanın en pahalı kahvesi olduğu söylenen ve bir hayvanın mide fermantesinden süzülüp geliveren luwak kahvesinden de birkaç içimlik küçük bir paket alarak uçağımıza adım atıyoruz…12 saat sonra gözlerimizi İstanbul Atatürk Havalimanında sabah saatlerinde açıyoruz…bizi çoğaltan her bakımdan farklı bir deneyim olduğunu düşündüğüm bu gezi için yazdıklarım sadece ilk aklıma gelenler olup umarım yeniden farklı bölgelerini de gezmek fırsatı bulurum dediğim Javanın misafirperver güzler yüzlü samimi ruhunu temsil eden insanları selamlıyorum… ”TRİ MAKASİH”(teşekkürler) sdogan@kultursanat.org 21


debiyatımızda sözün ve belagatın efendileri diyebileceğimiz üstatlar vardır kuşkusuz. İstanbul’un geçmişinde de Boğaziçi’nin ve Suyun Efendileri vardır. Bu efendiler Nehr-i Aziz’in suyunda yoğrulan ve kayıkları ile suya yön veren kayıkçılar olmuşlardır.

SUYUN EFENDİLERİ:

KAYIKÇILAR

Buharlı vapurların henüz icat edilmediği zamanlarda boğazın sularında martılar gibi batıp çıkarak insanları bir noktadan diğerine taşıyan kayıkçılar vardı. Mehmet MAZAK

Buharlı vapurların henüz icat edilmediği zamanlarda boğazın sularında martılar gibi batıp çıkarak insanları bir noktadan diğerine taşıyan kayıkçılar, boğaz sularında uzmanlaşmış doktorlar gibi zaman içinde Boğaziçi’nin efendileri konumuna gelmişlerdir. Boğazda görev yapan kayıkçıların eğitim seviyeleri düşüktür. İlmi yönden eğitimleri az olan kayıkçılar mesleki alanlardaki bilgilerini usta çırak yöntemi ile öğrenirlerdi. Bunların çoğu okuma yazma bilmezler, ancak kendilerine gerekli olan bilgiler konusunda uzmanlaşmışlardır Boğaziçi’nde kol gücü ile kayıkçılık yaptıkları için boğazda esen rüzgar ve akıntılar bilmeleri gereken temel iki mesleki bilgi idi. Kayıkçıların uzman olduğu konular; boğazda esen rüzgarlar, süreleri, etkileri, boğaz akıntıları, boğazın en güvenli geçiş noktaları, su ne zaman hırçınlaşır vb. konulardır. Kayıkçıların en önemli özelliklerinden biride fiziksel olarak güçlü olmalarıdır. Kol ve pazı gücü ile mesafe alındığından, kayıkçılar bunu başarabilecek ve bir ömür boyu sürdürebilecek yapıda olmalıydılar. Denizle boğuşmanın, hayatını pazı gücü ile kazanmanın bu insanlara kazandırdığı, vakar, kendine güven, başarı ve bir işi yapmanın getirdiği sükunet; tatmin ve sınırlı para kazanmanın verdiği tok gözlülük ve kanaatkarlık niteliklerine kayıkçılar genelde sahip olmuşlardır. Kayıkçı esnafı İstanbul’daki esnaf grupları arasında ki en kalabalık gruplardan birini teşkil etmekte idi. 1728 tarihli sayıma göre İstanbul genelinde 321 gayri muslim, 2183 islam olmak üzere toplam 2504 kayıkçı esnafı bulunmaktadır. 1802 tarihli kayıkçı esnafı sayım defterine göre ise İstanbul İskeleri’nde toplam 6500 esnaf sayılmıştır. Bunların 1349’u gayri müslim, 5151’i islamdır. 1802 tarihli sayım defterine göre İstanbul’da toplam kayık sayısı 4245 adettir. Bu kayıklardan 864 adedini gayrimüslimler işletiyor, 3381 adedini de müslümanlar işletiyordu. Boğaziçi’nde kayıkçı esnafını oluşturan elemanların çoğu Anadolu’dan gelmiş

sayı//18// ocak 22


kişilerdi. İş bulma gayesi ile Anadolu’dan gelen bu insanlar vasıfsız oldukları için genelde iskelelerde bekler, hamlacı (kürekçi) olarak kayıklarda çalışırlardı. Bu Anadolu’nun yağız delikanlıları kısa sürede eğitilir kayıkta müşteriye nasıl davranacağı kendilerine öğretilerek göreve başlatılırdı. Oryantalist Ressam Amadeo Preziosi’nin tablolarında çok belirgin bir şekilde görülen müşteri memnuniyeti figürlerinden bir örnek verecek olursak; Ressam Amadeo Preziosi Boğaziçi’nde kayığı ile kadınları taşıyan kayıkçıyı tablosunda resmederken hamlacı kürekleri çekerken omuz üzerinden sağ tarafa veya sol tarafına baktığını görmekteyiz. Evet kayıkta kadın müşteri olduğu zaman kürek çeken hamlacı asla kadınlara bakmaz, kafasını başka yöne çevirirdi. Amadeo Preziosi’nin kayıklar ile ilgili tablolarında bunu belirgin bir şekilde görmekteyiz.. Hanımlar, kayığa binerken ya da inerken öndeki hamlacı, hanıma elini değil omzunu uzatır, hanımlar hamlacıların omuzlarından kuvvet almış olurlardı. Hamlacıların kibarlıkları ve fiziki üstünlükleri, eski ve köklü bir uygarlığın kendine verdiği güven, eski ve soylu bir ruh anlayışı ile gerçekleşmekteydi. İstanbul bir cazibe merkezi, Boğaziçi’nde işleyen kayıklar cazibe merkezinin incisi ve kürek çeken hamlacılar incinin kalbiydi. Kayıkçılar daha o dönemde müşteri memnuniyeti ve kalite anlayışıyla hizmet etmekteydi

Kayıkçılar genellikle süslü ve gösterişli giyinirlerdi. Kayıkçılar yolcuları kayığına aldığı zaman, püskülü güçlü boynuna dolar, kırmızı fesi, yanık teni ve al rengi bir kemerle tutdurulmuş şalvarının beyazlığı iyice ortaya çıkardı. Önden açık kolları, rüzgarda dalgalanan ipek ince gömleği, denizin mavi fonu üzerinde iyice belirirdi. Kayıkçılar yaz mevsiminde kendine çok yakışan, belde kuşakla sınırlı, beyaz pamuklu şalvar, geniş kollu ipek bir ceket ve gösterişli mavi püskülüyle ve normal kırmızı fesleriyle göz alıcı olurlardı. Kayıkçılar, siyah ipekli krepten yapılmış, uzun kollu güzel gömlekler de giyerlerdi. Hamlacılar küreğe geçip kayığı hareket ettirdiklerinde, uzaktan onlara bakanlar, tek bir küreğin hareket ettiğini zanneder sanki bir kuğunun süzülüşü gibi süzülerek kayıklara yol aldırırlardı.

Boğaziçi’nde kayıkçı esnafını oluşturan elemanların çoğu Anadolu’dan gelmiş kişilerdi.

Piyade hamlacılarının giyimi çok muhteşem görünürdü. Hamlacılar bir çuha, diğeri kalikot patiskasından birer dizlik, çuhadan ipek fermane işlemeli yelek ve salta, bürümcül hilali gömlek, uzun konçlu sakız beyazı çorap, rugan gül fiyonklu yemeni ve fes giyerlerdi. Kayıkçılar fiziksel yönden güçlüdürler. Kol ve pazu gücü ile mesafe alındığından, kayıkçılar bunu başarabilecek yapıdaydılar. Bir İtalyan edibi olan Amicis kayıkçıları şöyle tarif etmektedir; ‘’Kürekçilerimiz kırmızı fesli, mavi mintanlı, bacakları ve kolları çıplak, iki genç yakışıklı Türk; yirmi yaşlarında, kara yağız, temiz, neşeli, gözü pek, her kürekte kayığı bir

23


Hanımlar, kayığa binerken ya da inerken öndeki hamlacı, hanıma elini değil omzunu uzatır, hanımlar hamlacıların omuzlarından kuvvet almış olurlardı.

boy ileri götüren iki pehlivandı.’’ Bu belirttiğimiz elbiseleri kayıkçıların üniformaları olarak niteleyebiliriz. Salah Birsel kayıkçıları tarif ederken “ Kayıkçılar hep iri yarıdır. Giysileri birbirine benzer. Geniş pamuklu şalvar, yarım ipek bir gömlek, traşlı başlarında küçük kırmızı takke, kışın bile böyle giyinirler” demektedir. Kayıkçılar ipekli gömlek, beyaz-pak-temiz şalvar, sırma cepken de giyerlerdi. Fransız yazar ve edip Gerard de Nerval Kayıkçıları şöyle tarif etmektedir “Kürekçiler güçlü kollarıyla kürek çekip dalgaları kesmeye çalışırlar. Yüz ve omuzları güneşten yanmış, adeta tunçlaşmıştır. Geniş ipekten gömlekler giyer ve atlas kemer bağlarlar. Çok terbiyeli dürüst insanlardır. İşlerini bir çeşit güzel sanat haline getirmeyi bilmişlerdir” şeklinde tarif etmektedir. Kayıkçılar yardımsever insanlardır, zorda kalmışlara yardım etmeyi severler ve bu konuda esnaf olarak çalışmalar yaparlardı. Kayıkçıların kendi aralarındaki yardımlaşma, birbirine sahip çıkmaları görülmeye değerdi. Kayıkçıların yardımlaşma ve dayanışmasını şu örnekte çok güzel görebiliriz. Eski Galata Gümrüğü yanında küçük bir iskele yapılmıştı. Esnaf elemanlarından olup kayıklarının başına her hangi bir olay geldiğinde veya battığında, kayıkçının maişetini temin edebilmesi için, esnaf teşkilatı tarafından küçük bir sandal verilirdi. Kayıkçı o sandalı işleterek ailesinin geçimini

sayı//18// ocak 24

sağlar, akşam olduğunda Galata Gümrüğü’nde yapılmış olan küçük iskeleye yanaşırdı. Tıpkı bir babanın zorda kalmış evladını şevkatle kucaklaması gibi, zorda kalmış kayıkçılara kucak açmasından dolayı küçük iskeleye ‘’Baba İskelesi’’ denmiştir. Boğaziçi’nde doğmuş, burada gelişmiş olan kayıkçılık su medeniyetimizin bir göstergesi olmuştur. Kayıkçılar o koca gövdelerinde ince bir ruh ve nazenin davranışlar sergilemesini bilmiş bir topluluk olarak hatıralardaki yerini almıştır. Kaynakça:

1-Mehmet Mazak, Eski İstanbul’da Deniz Ulaşımı, İDO 1998. 2-Mehmet Mazak, “Kayıkçıların Sosyal Hayatı” Yol Kültürü Dergisi, 1999. 3-Uğur Göktaş, “Eski İstanbul'da kayıklar ve kayıkçılık” , Sky Life Dergisi.


ESKİ NİĞDE’DEN ANILAR

Selçuklu rüzgârlarıyla serinlediğim, mazi kokan seherlerinde ruhumu dinlendiren, sevda ilmeğiyle kalbimi nakış nakış dokuyan bir şehirdir Mehmet BAŞ

iğde uzaktan sevdiğim fakat yanına gelince hep hayal kırıklığına uğradığım bir sevgiliye benziyor. Kafamda özlediğim bir Niğde var fakat bu Niğde’nin ne yazık ki gerçek hayatta bir karşılığı yok. Aslında hepimizin kafasında özlediğimiz bir memleket imajı var. Bu imaj çocukluğumuzun eskimeyen hatıralarıyla dolan, nice menfaatsiz dostluklarla kurulan ve kalbimizde aşkla çarpan bir imaj olsa gerek. Kendine özgü değerlerinin birer birer kaybolduğu, gösteriş meraklısı insanların kafeleri doldurduğu, ruhunu maddeye satmış insanların her köşesini kapladığı bir memleket ise bizim aradığımız ve özlediğimiz bir memleket değil. Benim kafamda ki Niğde; Selçuklu rüzgârlarıyla serinlediğim, mazi kokan seherlerinde ruhumu dinlendiren, sevda ilmeğiyle kalbimi nakış nakış dokuyan bir şehirdir. Onda mazinin ve kutlu medeniyetimizin sesini duyarım. Onda susuzluğum diner. Onda bir kuş gibi özgür olurum. Şimdi anılar bir bulut gibi geçiyor gözlerimin önünden. Kelimeler birer birer canlanıyor yaşanmış hatıraların kanatlarında. Ve sözü anılara bırakıyorum; Evvel zaman içinde kalbur saman içinde perşembe pazarında poşetçilik yapan çocuklardan birisi de bendim. Daha sonra el arabası alarak hamallık yapmaya başladım. Hamallık poşetçiliğe göre statü atlamak gibi bir şeydi. İlerde tarihçiler çok büyük olayları yazacaklar fakat hiçbir tarihçi perşembe pazarında üşüyen bir çocuğun titreyen ellerini yazmayaca . Hep büyük olanı hep güçlü olanı haklı görmeye alışkın olan zihinlerimiz modern dünyanın hamallığını yaptığının farkına varmayacak. Ben ise bir hamal olduğumu ta o yaşta anlamıştım.

“Boş kiracı “diye bağırarak müşteri beklerken ne kadar çok üşürdüm o pazarda. Eskiden Niğde’nin kışları şimdiki kışların iki katı daha soğuk olurdu. Şimdi yine çocuklar üşüyor adını dahi bilmediğimiz yerlerde. Dünya ise koskoca yalancı bir Pazar.. Bir gün babamdan aldığım sermaye ile kendime bir ayakkabı sandığı ve boya takımı alarak boyacılık işine girdim. Ayakkabı boyacılığı yaptığım günlerde “boyayalım abi şafak abi” diye dolaşırken sanki dünyayı cilalıyor sanki dünyanın tozunu alıyor sanki dünyayı parlatıyordum. Ayakkabı boyacılığı asil ve onurlu bir meslekti. Ve bende bu mesleğin onurlu bir üyesiydim. Ah şimdi ayakkabılar boyansa ne yazar boyanmasa ne yazar. Kaleden aşağı sisle kaplanmış Kırbağları ve uzakta çimento fabrikasının yanında uzayan badem ağaçları. O zamanlar çimento fabrikasına filtre takılmamıştı. Kırbağları toz bulutları arasında belli belirsiz görünürken fakir ama ümitli insanlar yürürdü o zamanlar Niğde’nin sokaklarında. O zamanlar sınıfça pikniğe gittiğimizde çantama biraz yufka ekmeği birde yumurta koyarlardı. Bazı arkadaşlar her türlü pasta ve börekle süslenmiş sofraya çökerken ben ve sınıf arkadaşım Bilal yufka ekmeğiyle piknik yapardık. Sonra da Bucakçayırdan dönüşte bir yağmura tutulur bir güzel ıslanırdık. O zamanların çocukları için fakirlik soğuk kuyu lastiklerinin ve kara çizmelerin alnına yazılmış simsiyah bir yazıydı. Çocukluğu Niğde de geçenlerden Osman Ağa’nın ve de Ziya’nın havuzunu bilmeyenler çok azdır. Mahalleden arkadaşlarla bisiklete binip Osman ağanın havuzuna gitmek Karayipler’de tatil yapmak kadar güzeldi. Dertalan kaplıcası diye bilinen Ziya’nın havuzu kokusu ile biraz rahatsız ediciydi. Ama elin denizinden bizim havuz daha güzeldi. Mahalleler arasında oynanan maçlar futbolu seven arkadaşlar için ne güzel bir eğlence olurdu. Çekişmeli maçlarda geleceğin futbol yıldızları çalımlar atarak koşarlardı. Ben futbolu o tarihtede sonra da hiç sevmedim. O zamanlar Niğdespor’un maçlarında top toplayıcılık yapardım. Sahanın içinde kaçan bir topun yakalanma hayali döner dururdu kafamda. Kapıda kebabçılar, çekirdekçiler, köfteciler destanlar yazarken her meteliksiz çocuk gibi onları seyreder geçerdim. Şimdi ki çocuklar her şeye ulaşıyor ama bir türlü mutlu değiller. Dünya değişiyor işte. Şimdi soruyorum kendi kendime, O günlerin bilye oynayan, futbolcu kartları biriktiren ve leblebi tozu yiyen çocukları nereye gitti. Tevekkülün iplik iplik yapıştığı o güzel anneler nereye gitti. Akşamları kalbimize bir misafir gibi çöken o tatlı hüzün nereye gitti. Alaaddin Cami tüm güzelliği ve haşmeti ile aynı yerinde duruyor. Yoksa biz mi değiştik… 25


u topraklar çok muhacir, çok mülteci gördü. En son iki milyonu aşkın Suriyeli kardeşimiz ile beraberiz. Hicret Müslümanın kaderi… Peygamber efendimiz (s.a.v) de bir muhacirdi. Ancak kederini, ashaba sahip çıkan Ensar ile yatıştırdı.

OSMANLI’NIN KAYBETTİĞİ SON ADASI:

ADAKALE

Tuna’dan ve Tuna’nın ortasında artık sulara gömülen bir adayı hayal etmenizi istiyorum. “Türkün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır” Yıldırım AĞANOĞLU*

*Başbakanlık Osmanlı Aşivleri Daire Başkanlığında Araştırmacı

sayı//18// ocak 26

Bu yazıda farklı bir memleket ve hicreti anlatmak istiyorum. Neden farklı? Çünkü artık dünya üzerinde gidip görebileceğiniz bir toprak parçası değil. Sizlere Osmanlı’nın kaybettiği son adası olan Adakale’den bahsedeceğim. Türkiye’ye göç eden bir Adakalelinin gözyaşları içinde, söylediklerini duyduğumda, adeta yüreğim dağlandı, nutkum tutuldu: “Bütün muhacirlerin bir memleketi var, gidemese de göremese de. Ancak benim çocuklarıma gösterebileceğim bir memleketim bile yok. Çünkü sular altında kaldı. Bu çok acı.” Önce siyasi coğrafyamız daraldı, sonra da fikir coğrafyamız, diyerek başlayalım söze. Ne Rumeli kaldı fikir ufkumuzda, ne Kafkasya, ne de Asya, Afrika topraklarımız. Bunları unutturdular. Tarihimizi, kültürümüzü, ecdat yadigârı eserlerimizi, orada yaşayan kardeşlerimizi unutturdular bizlere… İşte bu yüzden sizinle tarihi bir yolculuğa çıkmak istiyorum. Gözlerinizi kapayın, evet şu an yüz yıl önce nüfusunun tamamı Türklerden oluşan bir adada, Adakale’desiniz. Sularla kuşatılmış bu ada, onları yabancı kültürlerden ve hatta düşmanlardan bile korumuş çoğunlukla. Tuna’dan ve Tuna’nın ortasında artık sulara gömülen bir adayı hayal etmenizi istiyorum. “Türkün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır” dizesindeki Tuna’yı ne çabuk unuttuk. Üzerindeki Adakale’yi ise hiç bilmiyoruz belki de. Adakale, Romanya ile eski Yugoslavya arasında bulunan yaklaşık 1.500 m. uzunluğunda 400 m. genişliğinde bir topraktı, ama memleketti. Tarihi ideallerimiz ve kültürümüzde Rumeli ismiyle, gönüllerimizde yer tutan coğrafyanın, bir inci tanesi kadar güzel beldelerinden sadece biriydi bu ada. 1390’da Yıldırım Bayezid zamanında ele geçirdiğimiz bu adada hakim olmamız ise 1690’lardan itibaren başladı. 1793’e kadar ise gâh Avusturyalıların oldu gâh Osmanlıların. Bir arşiv belgesinde adanın kısa tarihi ve içinde oturanların kimler olduğu şöyle anlatılmaktadır: Tahminî olarak 1770’li yıllardan sonra Tuna nehri üzerinde hiçbir vapurun


geçmediği, Adakale’de bir Osmanlı paşasının kumandasında bulunan büyük ve küçük subaylar ailelerini Adakale’ye getirmişlerdir. Burada bulunan ahali hep bu asker ailelerinin nesillerindendir… Ahalinin anadilinin sırf Türkçe olması da bundan kaynaklanmaktadır. 1877–1878 Osmanlı Rus-Harbi’nde Türk’ün gönlünden Tuna’yı kopardılar. Osmanlı Devleti’nin Tuna nehrine kıyısı olan toprağı kalmadı. Ama kader bu güzel toprağın daha 40 yıl bizde kalmasını yazmıştı bir kere. Berlin Anlaşması’nda her şeyi düşünen büyük devletler adanın kime ait olması meselesini maddelere geçirmeyi unuttuklarından, Adakale hukuki olarak Osmanlı Devleti’nde kalmıştı. 1913 yılında yapılan ilk ve tek nüfus sayımı neticesi Adakale’de 171 hanede 637 kişi yaşıyordu. Bu nüfustan 458 kişi evlerde yaşayan adanın yerleşik nüfusuydu. Savaşlar dolayısıyla Belgrad, Bosna, Fethülislam gibi 1878 sonrası kaybettiğimiz son kalelerimizden gelen ve bir çatısı bile olmayıp, kale kemerlerinin altında yaşayan 179 kişilik fakir muhacir kitlesi ise adanın sosyal hayatında görülen en büyük problemdi. 1879’da bu gruptan 22 hane Adakale’den Aydın’a göç etmek istediklerini belirtmişti. 1905 yılında 18 hane daha Adakale’den göç ederek Antalya’ya iskân edildi. 1918 yılına kadar Sırbistan, AvusturyaMacaristan İmparatorluğu ve Romanya’nın tam kesiştiği stratejik bir noktada bulunan Adakale’de gayri resmi kazanç kapısı tütün, şeker, tuz ve içki kaçakçılığıydı. Resmi kazanç kapısı ise Osmanlı Devleti’nde daha turizmin t’si bile anılmıyor iken, bu adanın turistlerden gelir temin etmesiydi. 1880’li yıllardan sonra Tuna nehri üzerinde seyreden turist vapurları adaya çok sık uğruyordu. Turistler küçük çarşıdaki kahvecilerde Türk kahvesini içerken, hediyelik çeşit çeşit şeker ve lokum sigara ve Türk tütünü alıyorlardı. Ada iskelesine yanaşan vapurlardan inen ziyaretçiler, çok uzakta olan Türkiye’nin adeta minyatür bir halini Adakale’de görebilme imkânına kavuşuyorlardı. Tarihi tahkimatı, belediye binası, cami ve mektebi, küçük dükkânların sıralandığı ana caddesi, çarşısı, pazar yeriyle adaya bir köy dokusu hâkimdi. Evlerin mimarisi Rumeli Türk üslubuna özgüydü. Tuna üzerinde Türk bayrağının son dalgalandığı yer olan Adakale’nin Romanya’ya ait olduğu 1923 Lozan Anlaşması’ndan sonra Türkiye tarafından kabul edilmiştir. İsmail Habib Sevük, Lozan’dan sonra Adakale’yi kaybetmenin acı

tarifini dikkat çekici bir üslupta anlatmıştır: “ … Berlin Muahedesi yapılırken nasılsa Adakale unutuluyor… kırk yıl [daha] o küçük ada bizde kaldı… Büyük harpten sonra o kırk yıllık yanlışı düzelttiler. Hiçbir düzeltme bundan yanlış olamaz. Kırk yılın ucunda mukaddes bir unutma, diğer ucunda melun bir düzeltme. Cihan harbinden iki misli büyüyerek çıkan şişman Romanya’ya o üç harmanlık ada ne verdi? O dünya savaşında coğrafyasının yarısı giden biz, Arap kıtalarından çok, o adacığa yandık. Onların kazancı hiç, bizim kaybımız derin. Türk’te kalmayan Tuna, Tuna’da kalan o ada ile bize bağlıydı. Sızımızda kesilen bir damar acılığı var…” Evet, Adakale’nin kaybı o devirde birazcık kalp taşıyan herkesin canını acıtmıştı. Koskoca Rumeli 1913’de kaybedilmişti, ama 1923’e kadar hukuki olarak elimizde kalan bayrağımızın dalgalandığı Rumeli’deki son toprağımızdı bu küçük ada. Adada yaşayan Türklerin kaderi hep göç olmuştu. Adadan gitmemek için direnen sakinleri ise gönüllerinin bir köşesinde hiç kimseye söyleyemedikleri göç korkusunu hep içlerinde taşımışlardı. Romanya Krallığı döneminde kısmen rahat olan ada halkı, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sosyalist Romanya dönemindeki sıkıntılarla dolu yıllar geçirmişti. Santral dolayısıyla yapılacak barajı ve sular altında kalacaklarını öğrenen ada Türkleri, Türkiye’ye göç etmek için Bükreş Büyükelçimiz Kamuran Gürün’e dilekçelerini ulaştırdılar. Neticede iki yıl içinde 100 hanenin çoğunluğu İstanbul’a göç etti. 30-40 hane ise göç etmeyi göze alamayıp alıştıkları iklim ve ülkede kalmayı seçerek, Romanya şehirlerine yerleştiler. 1970 yılında Romanya ile Yugoslavya’nın ortaklaşa yaptığı hidroelektrik santral inşaatının tamamlanması ile Adakale, Tuna’nın yükselen suları altında kaldı. Adakale’den göç eden Türklerden yaklaşık 100 kişi halen hayattadır. Geriye, adada söylenen türküler, havasının latifliği, Tuna suyunun lezzeti, tuttukları balıkların lezzetinin anlatıldığı hikâyeler ve sicim sicim akan gözyaşları ile dolu hatıralar kaldı. 27


DERSADET SÜT İŞLETMELERİ VE

150 YIL ÖNCE

SÜTÇÜLÜK

Desaadet Ticaret odası gezetesi 16 Haziran 1888 tarihli yazı dizisinde dünyada ve osmanlı coğrafyasında sütçülüğün durumu raporlaştırılmış ve sütçülük sektörümüzü daha ileri taşımak için yapılabilecekler rapor halinde yazıda dile getirilmiştir. Bu yazı bize o dönemin dersadeti hakkında kısa bilgiler de sunduğundan dikkate şayandır. konu gündeme şu şekilde taşınmaktadır; Dr. İsmail DEMİRBAŞ

ir yıldır Beşiktaş’ın batısında Nişantaşı’nda “Papi” kardeşler tarafından inşa edilen büyük süt işletmesi Avrupai usulde çalışmaktadır. Sütçülükte yeni usullerin yayılıp benimsenmesine vesile olan bu işletmeyi açanları tebrik etmek gerekir. Memleketimizde sanayinin ilerlemesi için insanlar tarafından emek harcanması güzeldir, Süt işletmesi için atılan adımlar ve sarf edilen gayret toplumun mutluluğuna hizmet etmektedir. Bu konuda gelecekte memleketimize fayda getirecek bir çalışmayı okuyucularımız ile paylaşmayı faydalı bulmaktayız; Ziraat ile uğraşanları mutlu edecek kadar mahsul elde edilen Osmanlı devletinde, bu sanattan elde edilen faydalar şikayet edilecek kadar kötü değildir. Bununla beraber ziraat ve hayvan yetiştiricilerine sütten istifade etmek ve başka memleketlere satmak üzere tereyağı ve peynir imal etmek için bir süt işletmesi açmak hususu Osmanlı Hususi Bayındırlık (Nafia) Hazinesi, Ticaret Bakanlığı ve Ziraat Müdürlüklerinin dikkatine sunarız. Böyle bir işletme inşa edilecek olursa Hükumetimiz ve Osmanlı Hazinesine yeni kaynaklar oluşacağı gibi Osmanlı memleket ziraatine de büyük faydalar sağlayacaktır. BATIDA SÜTÇÜLÜK KOOPARATİFLERİ KURULUYOR

“İsviçrede, Fransada ve diğer memleketlerde bir kaç hayvana sahip şahıslar bir yere toplanarak ineklerinden veya koyunlarından günlük sağılan sütü birleştirip bir tesiste ücretli elemanlar tutarak toplu halde tereyağı ve peynir i’mal ettirilmekte ve elde edilen peynirleri, tereyağlarını verdikleri süt oranında aralarında taksim eylemektedirler. İşte bu şekilde ürün yetiştirmenin faydası inkar edilemez. Sanayide umuni ve kat’i bir kaidedir ki; mamullerin toplu imal edilmesi imal masraflarını düşürür bu da faydalı bir durumdur.” TÜRLÜ TÜRLÜ PEYNİRLER.

İşte İsviçre, Fransa, Flemenk ve İtalya tereyeğları ile iyi cins peynirleri umumi süt işletmeleri sayesinde Rusya yağları, kaşar, çayır peynirleri ile diğer peynirler Osmanlı Memeleketlerindekinden daha ucuza mal edilmekte ve satılmaktadır. Peynirin iyiliği imal şeklinden ziyade kullanılan sütün kalitesindendir itirazı bile haklı görülmemektedir. Osmanlı memleketlerinde tabii teryeğı; gravyer, flemenk, parılzan,

sayı//18// ocak 28


rugafur, gamumber, limaru, limburiğ ve lorun peynirleri ile diğer peynirler i’mal olunabilir. Çünkü bu peynirlerin i’mal şekli bir sır olmayıp diğer memleketlerde imal edildiği gibi Osmanlı memleketlerinde de imal edilebilir. HAYVANLARDAN KALİTELİ SÜT ALMAK İÇİN DİKKAT

Büyük baş hayvanlardan hiç biri süt verme konusunda bir ayrıcalığa sahip değildir, bunların dişilerinden her biri az veya çok süt verirler. Bazı inekler vardır ki meşhur bir cinsten olmamakla beraber dikkat ve itina olunacak olur ise çok miktarda süt verirler. Sütün az, çok az veya çok yağlı olması yediği otun cinsinden, hayvanın cinsinden ve ineğin bir veya birkaç kere sağılır olmasından ileri gelir. Çok yağlı süt almak için ineğe kokulu ve kuru ot yedirilmelidir, kuru hava rutubetli havaya gore hayvanın daha yağlı süt vermesine yolaçar. Günde birkaç kere sağılan ineklerin sütü az sağılanlara göre daha sulu olur. İnek günde iki kere sağılacak yerde üç kere sağılırsa daha sulu olur. Bu durumda süt için önemli olan mıktar değildir, bazı inekler vardır ki diğer ineklerden az süt verirler fakat bu sütler daha koyu ve daha fazla tereyağı verir. İneği sağmadan önce meme iyice yıkanmalıdır. İçine süt sağılacak kap temiz bulundurulup kullanmadan önce sıcak suyla yıkanıp rüzgarda kurutulmalıdır. İnek yavaş yavaş ve iyice sağılmalıdır.

SÜT SAĞMA MAKİNASI İCATI VE İHTİRA BERATI

Mösyo “Öaş” adında bir Fransız gayet kullanışlı bir icat yapıp, icat belgesi (Patent) almıştır. Bu alet ile pek fazla kuvvetli olmayan bir adam hatta çocuk bile en mahir sütçüden daha iyi inek sağabilir, çünkü bu makine ile dört memeden bile süt kesilmeden akar, bu şekilde sağılan inek daha fazla süt verir, sağılırken hayvan eziyet görmez, memeleri büzülmez ve ineğin ömrünün biraz daha uzun olmasını sağlar. Gümüşten dört parça olan bu alet zannımızca 8-9 frang’a satılmaktadır ki fiyatın uygun olduğu inkar edilemez. Bazı inekler kendi veya yanındaki ineklerin sütünü sağarlar, bu durumda bu inekleri bağlayıp ağızlık takılmalıdır. Bazen inekten kırmızımsı veya mavimsi süt gelir bu durum ot’tan, kapların temiz olmasından, memelerin başında birçok yara olmasından veya diğer hastalıklardan kaynaklanabilir. Bu durumda ot’u değiştirip daha kaliteli ot kullanılmalıdır, hastalıktan ileri gelmiş ise 30 gr. Kerhiçle ve 30 gr. Milhgubar eşit miktarda karıştırılıp sabah akşam hayvana verilir ise bu hastalıklar iyileşir. YEMLERİN HAYVANSAL ÜRÜNLERE ETKİLERİ.

Sürekli sağılan inekler iyi yiyip çok süt verdiklerinden her yemekten sonra yani günde 2-3 kez sağılır. Üç kez sağıldığında fazla süt alınır ise de bu sütün kaymağı az olur. İnek

29


“Sütçülük bizde pek köklü tarzda yapılmaktadır. Bu sanatın Osmanlı memleketlerinde şu anda ki hali, uzunca seneden beri Avrupa’daki ilerlemesi ile kıyaslanacak olursa birçok açıdan yeniliklere ihtiyaç olduğu görülür.

yavruladıktan sonra 10-12 hafta günde iki defa sağılır, yavrulamazdan 6-8 hafta hiç sağılmamalıdır. Süt sağılır sağılmaz temiz bir bez ile süzülüp derin değil yassı ve sıcak su ile yıkanmış kaba konulmalıdır. Bir ineğin verdiği sütün miktarı onun cinsi ve yediği yemin miktarına göre değişir, yonca, bakla, nohut, lahana ve taze mısır iyi süte yol açar. Kuru ot ile mutfak artığı, ıslatılmış arpa dahi iyi ve yağlı süt verir ise de miktarı az olur. Taze ot ile bitki kökleri dahi çok süt verir fakat sütün cinsi iyi olmaz.Süt miktarı ineğe verilen otun kuru ve taze olmasına göre değişir.Yaşlı ineklerin sütü genç ineklere göre daha yağlıdır, akşam sütüne nispetle sabah sütü daha yağlıdır, en iyi süt memeden en son çıkan süttür. Soğuk ile şiddetli sıcak sütün cinsi üzerinde tesir eder. İnek birinci defa yavruladıktan sonra sütü düzenli ve güzelce sağılır, kendisi temiz ve rahat bulundurulur ise ileride çok süt verir. Koyun sütü en çok tereyağ ve peynir veren süttür. Kuvvetli, adi tüylü, iyi beslenmiş koyunların sütleri kaliteli olur. Kuzular 5-6 haftalık olunca sütten kesilir ve koyun olur, koyunlar sabah akşam ve sonraları da sabahları sağılmalıdır. Keçi inek ve koyundan fazla süt verir. Sütü inek sütünden yağlı, daha fazla tereyağı ve daha güzel peyniri olur ise de eti gibi pek çok kişinin hoşuna gitmeyecek şekilde kokar. Bununla birlikte Fransada “Mondör”de keçi sütü ile bu yerin adı ile anılan bir peynir imal edilir, beğenilir ve dünyanın her yerine ihraç edilir. PEYNİR VE TEREYAĞI İMALATI.

Tereyağı ve peynir imal edilecek süt ahşap ve çini kaplarda saklanmalıdır, süt daha fazla sayı//18// ocak 30

kaymak olması için yassı, geniş ve temiz kaplar içine konulmalıdır. Süt havadan etkilenip bozulur bu yüzden gayet serin yerde muhafaza edilmelidir.Sütten çok kaymak almak için 12-14 derece sıcakta saklanmalıdır. Bazı kişiler kışın süt bulunan mekanı borular ve astas ile ısıtılmaktadır bu hatalıdır yapılmamalıdır. Danimarka’da ve diğer memleketlerde 1874 senesinde Mösyo Tirsan tarafından icra edilen tecrübelerden sonra süt su ve buz ile soğutulan büyük kaplar içine konularak sıcaklık 6 dereceye düşürülür, bu surette kaymak daha süratli ve çok olur. Bunun dışında tereyağı daha iyi olup daha uzun süre dayanır. Bu şekilde 100 kg. süt 20 kg. kaymak ve 3 kg. 800 gr. tereyağı verir. Velhasıl taze otlar tereyağının cinsine çok fazla tesir eder, bu yüzden her memlekette Mayıs ayında imal olan süt ve tereyağları pek muteberdir. Süt üç şekilde peynir yapılır ; yağlı peynirler kaymağı alınmamış sütten, az yağlı peynirler yarı kaymağı alınmış sütten ve yağsız peynir kaymağı alınmış sütten imal olur. Bir kıyye (1283 gr.) yağlı peynir için 10-24 kıyye kaymağı alınmış süt, Bir kıyye (1283 gr.) az yağlı peynir için 14-18 kıyye kaymağı alınmış süt ve bir kıyye yağsız peynir için 17-20 kıyye kaymağı alınmış süt gerekir. Şunu da belirtelim ki bir litre sütün ağırlığı 1 kg.30 gr. ile 1 kg. 45 gr. arasında değişir. Fransa senelik süt fiyatı 7.200.000 frank tahmin olunduğu halde, imal olunan tereyağının kıymeti 50.000.000, peynirin kıymeti 40.000.000 franktan fazladır. Bu halde Fransa’da çiftçiler sütçüler yüzünden 100 milyon frank kazanıyorlar demek olur. Hükumeti Seniyyemiz ; halkımızın refahının , saadete yol açacak devlet varlıklarının artmasına sebep olacağını gördüğümüz bu projeye destek olur ise bahtiyar oluruz. Türkiye’mizi çok daha ileri seviyelere taşımaya vesile olması temennisiyle.


Fatma Hanım’ın Vedâsı Beyanındadır Bize iyiyim dedi, inandık Benzi bembeyazdı, gül gibiydi Sonra sarılar giyindi Ve bir buluta bindi Elimiz böğrümüzde kaldık Kapı çalınınca uyandık Evvel gidenler, meğer / gelin almaya gelmişler Kapıya dizilmişler Oysa o gelin / serin / sulardaydı / ve uykulardaydı Biz uyanacağını sandık Bahçemizin ortasına çadır kurdular Kıyısında iki sıra durdular Kumrular su taşıdı / oracıkta yudular Tahtanın üzerinde uyur gibiydi Üşümüş de uyur gibiydi Bir avuç nur gibiydi O yundu-yıkandı, biz yandık

Komşuya gider gibiydi Yeldirmesi başında yelken Yel oldu uçtu O sustu herkes konuştu Sonra ışıkları söndürdüler Uzak ışıkları birer birer Karanlığımızda kaldık Akşama eksik döndüler Alıcı melek eşikteymiş meğer / bilemedik Evden birisi sandık Sokağımızın sonu bir yeşil türbe İçinde selvi boylu ölüler yatardı / avlusu ahret kokardı Ve kandilleri söndüren o solgun rûzigâr Bize hiç uğramayacak sanırdık Yanıldık balım, Elimiz böğrümüzde kaldık

Kâmil Uğurlu

31


BEŞ ASIRDIR SÖNMEYEN IŞIK

GAZİ HÜSREV BEY MEDRESESİ

Tüm tarihçilerin üzerinde ittifak ettiği hususlardan birisi, Osmanlı devletinin, balkanlarda gelişip büyüdüğü yani bir balkan devleti olduğu hususudur. Davut NURİLER

iladi takvime göre 479 yıldan beri bölgedeki Müslümanlara eğitim hizmeti veren GAZİ HÜSREV BEY MEDRESESİ 08 ocak 1537 tarihinde kuruldu. (Hicri 26 recep 943. ) Müessesenin kurucusu Gazi Hüsrev Bey, dönemin Osmanlı Sultanı, Muhteşem Süleyman’la, kardeş çocukları olması dolayısıyla, katıldığı bir çok meydan savaşında elde ettiği yüklü ganimetleri, adına kurdurduğu vakfa bağışlayarak zamanımıza kadar sürecek güzel bir gelenek başlattı. Bugünlere kadar varlığını sürdürme başarısı gösteren bu vakfın yaşattığı bir çok kurumun yanında, bu medresenin ve onun kütüphanesinin, ayrı bir önemi olduğunu söylemek gerekir. Tüm tarihçilerin üzerinde ittifak ettiği hususlardan birisi, Osmanlı devletinin, balkanlarda gelişip büyüdüğü yani bir balkan devleti olduğu hususudur. Bu sebepten uzun süre hükümran olduğu bölge olan balkanlarda, Osmanlılar, arkalarından, farklı alanlarda çok zengin bir miras bırakmıştır. Fetihlerle genişleyen Osmanlı, ihdas ettiği vakıflar eliyle, yeni şehirler ( Selanik ,Üsküp, Manastır, Saraybosna, Yanya, Mostar..v.d.) kurmuş ve bu şehirleri, çok sayıda mimari eserler; ibadethaneler, hanlar, yollar ile donatmıştır. Bu mirasın en fazla korunduğu yerlerden birisi, nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu, Saraybosna şehridir. Bu sebeple Osmanlı’yı sadece bir devlet olarak değil ,bel ki de bir medeniyet olarak mütalaa etmek yanlış olmaz. 1878 yılında imzalanan Berlin Kongresi ile başlayan toprak kayıpları, balkan harpleri ile zirveye çıkmış, en sonunda da birinci dünya savaşının bitimi ile, Osmanlı yönetimi sona ermiştir. Berlin kongresinden sonra Sultan II. Abdülhamit, Osmanlı coğrafyasının her vilayetinde, eğitim alanında rüştiye ve idadilerle, ciddi modernleşme hamleleri yapmışsa da, devlet yıkılınca bu okullar da, varlıklarını sürdürememişlerdir. Birinci dünya savaşı sonunda kurulan SIRP-HIRVAT-SLOVEN Krallığı (daha sonra YUGOSLAVYA adını almıştır.) döneminde çoğunluk nüfusunu Müslümanların oluşturduğu şehirlerde (Saraybosna,Tuzla ,Mostar, Üsküp, Şumnu..v.d.) Osmanlı geleneğinden gelen modern derslerle birlikte, İslami ilimlerin okutulduğu ve adına medrese denilen, ilkokul mezunlarını kabul eden eğitim müesseselerinin varlığı ikinci dünya savaşına

sayı//18// ocak 32


rağmen, 1950 li yıllara kadar devam etmiştir. Ancak Komünizmin acımasız, din düşmanı, ateist demir pençesi, bu kurumların tamamını kapatmıştır ve mallarına el koymuştur. Eğitim, bu etkinin en çok hissedildiği alan olmuştur. Bu sebeple olsa gerek, yeni Türkiye Cumhuriyetinde Osmanlı’dan kalma eğitim kurumlarının tamamının kapatılarak çok farklı müfredatlarla yeni okulların açıldığı tarihi bir vak’adır. Osmanlı coğrafyasının tamamında bunun tek istisnası Gazi Hüsrev Bey Medresesidir. Komünizm, bu kurumu da kapatmak için çok uğraşmış, fakat çok şükür ki, muvaffak olamamıştır. Boşnak milleti ve Saraybosna şehri, bu direnişi sebebiyle her çeşit övgüyü haketmektedir. Hatta Komünist rejimin sona ermesi ile; 1947 yılında Mostar’da kapatılan KARAGÖZ BEY medresesi, ile, Tuzla’da aynı yıl kapatılan BEHRAM BEY medreseleri, 1990 lı yıllarda, orijinal Osmanlı dönemindeki isimleri ile, yeniden faaliyete başlamışlardır. Yazımızın esas konusunu oluşturan Gazi Hüsrev Bey medresesinin bu kadar uzun yıl devam edebilmesinin sebepleri üzerine, bazı düşüncelerimi dikkatlerinize arz etmek isterim. 1878 yılında yapılan Berlin Anlaşması ile, Osmanlı, hiç istememesine rağmen, Bosna-Hersek’i Avusturya-Macaristan yönetimine bırakmak zorunda kalmıştı. Bu durum, Bosna-Hersek’te yaşayan Müslüman Boşnaklar için kabul edilebilir bir şey değildi. Nitekim Bosna’nın yeni hakimi AvusturyaMacaristan,Bosna’da, şiddetli silahlı bir direnişle karşılaşmıştır. Uzun yıllar Osmanlı’nın geri döneceğine inanan Boşnakların umudu, 1908 yılında Avusturya-Macaristan’ın Bosna’yı tek taraflı ilhakı ile iyice zayıflarken, birinci dünya savaşı ile tamamen sona ermiş ve Boşnak milleti yalnız başına kalmıştır. Asırlar boyu Osmanlı İslam dünyasının bir parçası olarak yaşamaya alışmış olan Boşnaklar, artık dört tarafı dost olmayan unsurlarla çevrili bir bölgede, arkası kesilmeyecek saldırılara ve soykırımlara karşı, tek başına mücadele etmek zorundadır. 20 .nci asır sadece Boşnaklar için değil Balkanlarda Osmanlı bakıyesi tüm Müslüman milletler için, çok karanlık bir dönemdir, hala da bittiği söylenemez. Gazi Hüsrev Bey Medresesinin bu kadar uzun süre varlığını sürdürebilmesini üç sebebe bağlayabiliriz. I- Kurucusu Gazi Hüsrev Beyin Vakfiyesi, tüm maddeleri ile kurumsal olarak benimsenmiş ve bu maddelere titizlikle sadık kalınmıştır.

2- Vakıf, geçen asırlara rağmen, sahip olduğu güçlü Maddi varlıkları koruyabilmesi sebebiyle, medrese, iktidarlara ve kişilere hiç bir zaman muhtaç kalmamıştır. 3-Müfredatını; zamanla oluşan geleneklere esir olmadan, yenileyebilme iradesini göstermiş ve günün ihtiyaçlarına cevap verecek kadrolar yetiştirebilmiştir. Gazi Hüsrev Bey, medrese ile ilgili hazırladığı teferruatlı vakıfnamesinde, bir çok detayları zikrederken, İslami bilgilerin öğretilmesi yanında, günün şartlarına göre ihtiyaç duyulan, yeni ve farklı ilimlerin müfredata dahil olması gerektiğini yazarak kurumun geleceğine damga vurmuş ve devamlılığını sağlamıştır. Özellikle Avusturya-Macaristan yönetimine karşı, İslami kimlikleri içinde, varlıklarını sürdürmek için Boşnaklar, sürekli ve çok yönlü bir mücadele vermek zorunda kalmışlardır. Batının ilmi gelişmelerini kısa zamanda öğrenmiş olan Boşnaklar, Batıya karşı batının diplomasi silahları ile karşılık vermişlerdir. Bu anlamda diğer Müslüman toplumlara göre, batı ile etkileşime ve entegre olma yoluna giren ilk Müslüman toplumun, Boşnaklar olduğunu söyleyebiliriz. Bunun tipik bir örneği Gazi Hüsrev Bey Camisinin İslam coğrafyasında elektrikle aydınlatılan ilk mabet olmasıdır. Ancak Boşnaklar, Hırıstiyan toplumla birlikte, iç içe yaşarken, kendi İslami kimliklerini, hem de Osmanlı’dan kalan şekline da sahip çıkarak, ısrarla korumayı başarmışlardır. Tarih boyunca bu medreseden mezun olanlar sadece din görevlisi imam müezzin değil, farklı alanlarda toplumu derinden etkilemiş fikir , ilim ve devlet adamları olarak öne çıkmışlardır. Bu sebeple medrese, gençlerin okumak için tercih ettiği bir okul olma özelliğini hep muhafaza edegelmiştir. Özellikle 70 li ve 80 li yıllarda medreseden yetişen kadroların, son bağımsızlık mücadelesinde en önde yer aldıklarını görüyoruz. Bu durum da, medresenin toplumu derinden etkileme gücüne sahip ne kadar önemli bir kurum olduğunu gözler önüne sermektedir. Son on yıl içinde Türkiye’den Bosna’da eğitim alanında ciddi yatırımların yapıldığını görüyoruz. Bu iyi niyetli müteşebbis-yatırımcıların, Gazi Hüsrev Beyin bu mirasından ne kadar haberdar olduklarını bilmiyoruz. Osmanlının bu değerli mirasını incelemedilerse, en kısa zamanda, Gazi Hüsrev Bey ve onun asırlara meydan okuyan bu nadide eğitim kurumunu incelemelidirler. 33


ŞEHİR

SERGİ

“TOPHANE İŞİ LÜLECİLİK”

LÜLECİ HENDEK SOKAK’TAN BİR SANAT MURAT İRES SERAMİK SERGİSİ 24 ŞUBAT - 19 MART Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi Küratör: Mehmet Lütfi ŞEN Dünden Bugüne Tophane Lüleciliği;

Meliha COŞKUN - Lütfi ŞEN

ünümüzde varlığını, Tophane lüleciliği-seramiklerine adamış olan Murat İres; Bağlarbaşı’ndaki atölyesinde eski ustaların becerisine ulaşmak için gece gündüz çalışıyor. Tophane lüleciliğiseramiklerinin, günümüzdeki tek ustası olan Murat İres, Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu, şimdiki adıyla Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümü mezunu. Öğrencilik yılları da dahil olmak üzere 32 yıldır toprakla uğraşan Murat İres; okuldan mezun olunca yıllarca Endüstriyel Seramikleri üzerine çalıştı. 1997-2006 yılları arasında bilgi ve tecrübesini genç öğrencilere aktarmak isteyerek, Uludağ Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. İznik yöresinde birçok Osmanlı eseri restorasyon ve konservasyon konusunda, geleneksel el sanatları ile ilgili temel bilgilendirilme kazanılmasına yönelik eğitim verdi. Bugüne kadar, eserleriyle sayısız sergi ve sanatla ilgili aktiviteye katılan sanatçı, günümüz seramik tarihinde iz bırakan işlere imza attı. Murat İres’in meslek ve sanat hayatı; bir gün kapısını çalan Sibel Sırdaç Ozan’ın beraberinde getirdiği bir kitaptaki Tophane lüleciliğine ait bir seramik eserin fotoğrafını gösterip, yapıp yapamayacağını sorması üzerine değişmiş oldu. İlk defa karşılaştığı, o güne kadar hiç ilgi alanına girmemiş olan Tophane lüleciliğiseramiğinden etkilendi. Üzerinde altın ve gümüş yaldız kullanılmış, perdahlanmış, kırmızı kilden yapılmış, hakkında hiçbir şey bilmediği Tophane lüleciliği-seramiği bütün ihtişamıyla karşısında duruyordu. Hemen çalışmaya başladı. Öncelikle yurt dışı, yurt içi, çeşitli müzelerdeki Tophane seramiklerini görsel malzeme olarak araştırdı, diğer taraftan literatür ve belge incelemesi yapan sanatçı ne yazık ki Tophane seramiklerinin nasıl yapıldığına dair net bilgilere erişemedi. Bu bilinmezlik, konuya olan ilgisini daha da artırdı. Elindeki tek belge, geniş bir araştırmanın ürünü olan Erdinç Bakla’nın Tophane Lüleciliği isimli kitabıydı. Bu bilinmezlik onu daha da hırslandırdı, gecesini gündüzüne kattı. Bunca yıl seramikle uğraştıktan sonra, bu gizem, Tophane seramiklerinin bilinmezliği; onun enerjisini daha da kamçıladı, her yaptığı araştırmada karşısına çözülmesi gereken farklı bir problem çıkarıyor, var olan problemi aştıktan sonra farklı bir şeyleri keşfetmenin mutluluğunu yaşıyordu. Birbirini takip eden

sayı//18// ocak 34


onlarca teknik problemi aştıktan sonra, yaptığı denemelerde, kilin kimyasal özelliklerinden, astarlama, perdahlama ve pişirme tekniklerine kadar bir sürü problemi çözümlemek zorunda kaldı. Temel malzemesi kil olan bu hammadeyi bulabilmek için Türkiye’yi dolaştı. Kullandığı toprak sıradan bir kil değildi; diğer kullanılan çömlekçi çamurlarından farklıydı. Ürünlerini desenlemek için kullandığı kalemleri şimşir ağacından kendisi yaptı, desenleri bezemek için altın ve gümüş yaldız kullandı. Sırlanmış gibi duran ürünleri, fırından çıktıktan sonra parlak gözükmesi için, aynı yöne doğru kaplumbağa bağı, cam, kemik, deriden yapılmış malzemelerle elini kullanarak parlatmak için günlerce perdahlama yaptı. Beş yıl bittiğinde hala istediği sonuca ulaşamamış olmasına rağmen, bir Osmanlı geleneği olan Tophane lüleciliği-seramiklerinin yeniden üretimine başlamıştı. Hiç tükenmeyen enerjisi ve coşkusuyla mükemmele ulaşana kadar çalışmaya devam etti. Osmanlı döneminde lüleciliğin en güzel örnekleri İstanbul’un Tophane semtinde yapılmış olup adını buradan almıştır. Zamanında atölyelerin bulunduğu Lüleci Hendek Sokağı bugün halen adını muhafaza eder. Murat İres’le karşılaşana dek, lülecilik; ustaların özel bilgilerini ve yapım tekniklerini ömür boyu sır olarak sakladıkları için süreklilik göstermemiş, son ustanın 1955 yılında vefatıyla 35


Tophane lüleciliği-seramikleri tarihin tozlu raflarında yerini almıştı. Ustaların elinde 330 yıl yaşayan bu zanaat, günümüzde Tophane lüleciliği-seramikleri, Murat İres’in mükemmele ulaşma çabasının bir sonucu olarak, tekrar yaşamaya başlamıştır. Estetik, fonksiyonel ve geleneksel olanın, İres tarafından yeniden üretilmesiyle Tophane lüleciliği tekrar sanat tarihindeki yerini almıştır. İres, geleneksel olanı üretirken bir yandan da bu malzemeden yola çıkarak modern olarak neler üretilebileceğinin sancılarını yaşamıştır. Hem form hem de desen bakımından kendi tasarımlarını yaparak kendi karakterini yaratmıştır. Geçmişle geleceğin kesişim noktasında ürettiği modern seramiklerle gelecek olana zemin hazırlayan İres için; bundan sonrası, bu işleri yaşatmaya meraklı, araştırma heyecanını yitirmemiş yeni nesillere aittir. (MELİHA COŞKUN) LÜLECİLİK SANATI SERGİ OLUYOR

Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi Şubat ayı sergisinde seramik sanatçısı Murat İres’i konuk ediyor. Sergide İres’in özgün çalışmaları ve bir dönem yok olmuş Tophane işi seramikleri yer alıyor. TOPRAĞI TASARIMLA PİŞİRMEK/ LÜTFİ ŞEN (Küratör)

Sanat eserleri inceleyerek bir insanlık tarihi yazılabilir. Sanat eserlerinin yapılış tekniği, sayı//18// ocak 36

kullanılan malzeme, yaratılış üslubu gibi veriler o eserin şekillendiği toplumun sosyal, ekonomik ve kültürel yetkinliği ile paralellik gösterir. Günümüz plastik dünyasının başat sanatları, hiç şüphesiz tarihin bir döneminde zanaat olarak doğmuş, bir başka dönemde sanata dönüşmüştür. Sadece bir sanat var ki, başlangıcı insanlığın yeryüzündeki başlangıcıyla eşzamanlı kabul edilir; pişirilmiş toprak. Tarihin en erken dönemlerinin tek plastik ürünüdür seramik. Asurlulardan Hititlilere, Urartululardan Roma ve Bizans’a, Selçuklu’dan Osmanlı’ya birçok medeniyetin katkısıyla, seramik sanatının hayranlık uyandıracak örnekleri, içinde yaşadığımız coğrafyada, Anadolu’da şekillenmiştir. Cumhuriyet sonrası bu kadim seramik birikimi dünyadaki çağdaş üsluplarla da etkinleşerek yeni bir döneme girmiştir. Günümüz sanatçıları seramiği kadim geleneğin imkânlarıyla yeniden yaratırken, geçmişten gelen işlevsel olma önyargısını sanatsal tatla, estetik hazla değiştirmenin çabasını da vermek durumundalar. Günümüzde seramik endüstriyel üretimiyle günlük ihtiyaçlarımızı karşılarken, sanat üretimiyle de entelektüel imkânlar hazırlamaktadır. Sanatçı dostum Murat İres seramik sanatımızın gerek tasarım, gerekse gelenekle kurduğu ilişki açısından gelecek nesiller için örnek olacak


eserlere imza atmıştır. Sizlere sunduğumuz “Tophane İşi Lülecilik” projesi İres’in hem özgün tasarımlarını hem de günümüzde tamamen yok olduğu düşünülen tarihi tophane seramiklerinden örneklerin bir araya gelmesinden oluşuyor. Murat İres, “Tatbiki Güzel Sanatlar”da başlayan sanat hayatını, endüstriyel ürün tasarımları, modern eserler, yeni sanatçıların yetişmesi için eğitim çalışmaları, imza attığı önemli restorasyonlar ve son çalışmalarında yok olan Tophane seramiğini günümüzde yapabilen tek sanatçı olarak taçlandırmıştır. Proje kapsamında sanatçımız Murat İres’le defalarca seramik atölyesinde bir araya geldik. İzlediğiniz eserlerin arka planındaki destansı çabaya, çamur ve fırından çıkış anlarına şahit olduk. Ben bu olağanüstü çalışma için kendisine şükranlarımı sunuyorum. Katalogumuz için Tophane Lüleciliğini ve sanatçımızın seramik hayatını yetkin bir yazıyla özetleyen Sayın Meliha Coşkun’a, bu bir ömürlük sanat hayatının sizlere ulaşmasındaki bütün imkanları hazırlayan Zeytinburnu Belediye Başkanımız Sayın Murat Aydın’a ve emeği geçen arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. MURAT İRES

1955 yılında doğdu. Yüksek öğrenimini 1977-1982 yılları arasında D.T.G.S. Y. Okulu (Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) Seramik Bölümü’nde aldı.

Eğitimi süresince Eczacıbaşı Seramik Fabrikaları Tasarım Merkezi’nde tasarımcı olarak çalıştı. 1985 yılında kendi atölyesini kurdu. 19851996 yılları arasında çömlek, ak çini ve porselen alanlarında kendi atölyesinde üretim yaptı ve çeşitli fuarlara katıldı. Birçok küçük ve orta ölçekli işletmelerde danışmanlık yaptı. 19972006 yılları arasında U.Ü. İznik M.Y.O.’da öğretim elemanı olarak görev yaptı. Şimdi Üsküdar’dakendi atölyesinde Tophane İşleri (Tophane Lüleciliği) üretimi ile birlikte artistik seramik çalışmalarını sürdürüyor. 37


SARI SALTUK

SULTAN’IN KONAKLARI Hz. Mevlâna, Hz. Hacı Bektaş, Hz. Hacı Bayram, Hz. Yunus Emre bu dönemde Türk halkına sunulan ilâhi kısmetlerdir Dr.Mimar Kâmil UĞURLU

Blagay Tekkesi Saraybosna

oğolların Asya’yı baştanbaşa geçip Anadolu’ya sarkmaları, Türk tarihi içindeki en sancılı dönemleri meydana getirir. Bir taraftan Asya yönünden, doğudan gelen bu insan seli felâketi, diğer taraftan, batıdan esen Haçlı belâsı, Anadolu halkının rüzgârını kesmiş, onu nefes alamaz duruma sokmuştu. Büyük Selçuklu paramparçaydı ve sadece bedeninde değil, ruhunda da fırtınalar esmekteydi. Bizans, bir kalenin burcuna gizlenmiş, tetikte bir yırtıcı kuştu ve bekliyordu. Müslüman halk bütün bu olan bitenlerin farkındaydı. Çıkış yolları arıyordu, bedeninden vazgeçmişti, beynini ve kalbini kurtarmaya bakıyordu. Mensubu olduğu din, onun tek ilticagâhıydı ve ona daha yoğun düşüncelerle sığınıyordu. Hicretin 7. ve 8., milâdın 13. ve 14. yüzyıllarının yaşandığı bu dönem Türk halkının gerçekten bunaldığı bir dönemdir. BİR MİLLETİ MAYALAYANLAR

Hz. Mevlâna, Hz. Hacı Bektaş, Hz. Hacı Bayram, Hz. Yunus Emre bu dönemde Türk halkına sunulan ilâhi kısmetlerdir. Her biri ayrı cihetten esen hayat verici nefeslerdir. Yaralı Müslüman halkın sığınağı olan bu mübârek insanlar, onları kalblerinden ve gönüllerinden başlayarak onarmaya, tedavi etmeye başladılar ve olağanüstü başarılı oldular. Tükenme çizgisine yakın duran bir milleti oradan çekip aldılar ve sâkinleştirdiler. Onlara daha sonra eklenenler oldu. Anadolu ve Rumeli’de Müslüman Türklerin sancağını taşıyan yüzlerce gönül eri, evliyâ, eren, gâzi dervişler onlara katıldı. Onların menkıbeleri, ders okunur gibi evlerde, tekkelerde, konuk odalarında, hanlarda, ribâatlarda, hankâhlarda, kervansaraylarda okunur oldu. Ve millet bir Kaknüs kuşu gibi kendi küllerinden belki yavaş, fakat yeniden doğuş sürecine girdi. Bu sebeple bizim tarihimizde “gâzâvatnâmeler”in önemi büyüktür. Battalnâme, Hamzanâme, Ebu Müslim cenkleri, Saltuknâme, vb., uzun süre halkın mâneviyât kaynakları olmuştur. SARI SALTUK

Anadolu’da ve daha çok Balkanlarda sık karşılaşılan bu azizlerin başında Sarı Saltuk Sultan gelir. Herkesin saygıyla ve hayranlıkla bağrına bastığı bu evliyâyı, hatta Müslüman olmayanlar da hayır ile anarlar. Sarı Saltuk’un hârikalarını ve gâzâlarını anlatan “Saltuknâme” gâzâvatnâmeler içinde en çok tekrarlananlardan biridir. Belki dilinin daha anlaşılır olması, sayı//18// ocak 38


Sarı Saltuk Makamı / İznik Bursa

Türkçesinin Rumeli ağızlarına daha yakın oluşu, olayların geçtiği yerlerin daha çok bilinmesi onu böyle kılmıştır. 1480 yılında Ebu’l Hayr Rûmî’nin kaleme aldığı ve yedi yılda derlediği üç ciltlik bu eser, dönemiyle ilgili ciddi bilgiler içeren önemli bir kitaptır. Fatih Sultan Mehmed, doğuda devamlı huzursuzluk yaratan Uzun Hasan’ın pürüzünü ortadan kaldırmak üzere sefere hazırlanırken şehzâdesi Cem Sultan’a Edirne’ye gelip, sefer dönüşüne kadar orada kalmasını ferman eyledi. Şehzâde Edirne’ye geldi. Gerek asker, gerekse halk arasında Sarı Saltuk Sultan öylesine yaygın anlatılıyordu ki, Cem şaşkına döndü. Edirne’den Dobruca’ya yürüdü ve hazretin oradaki kabri şerifini ziyâret etti. İhsanlarda bulundu ve maiyetindekilerden, eli kalem tutan bir kişiyi, Ebu’l Hayr Rûmî denilen saray görevlisini bu menkibelerin toplanmasıyla vazifelendirdi. Rahat anlaşılır bir Türkçeyle yazılan bu kitabı, yazarı şöyle anlatıyor: “Üslûp muhafaza edilerek) “Bu hikâyelerin cem olmasına bu oldı kim, Sultan Mehmed, Uzun Hasan seferine Âcem’e gitdi. Hasan Bey (Uzun Hasan) padişah idi. Âcem’de Gündüzoğlu Ömer Han neslinden idi. Sultan Mehmed’le âdâvet idüp leşker cem eyledi. Had üzre buluşup cenk eylediler. Ol vakit Edirne’yi beklemeye Cem Sultan’ı kodu. Âdet’i Osmanî budurur kim, uzak sefer eyleseler o yeri bekledürler. Hâli komazlar. Taht’ı kadîmdir. Pes ol zaman Rumeli’nde bir ak kurt

peydâ oldı. Memleketi incitti. Ona çok kurtlar uydular. Ol canavarların beyi idi. Adam kaptılar ve dahi davarlar aldılar. Sultan Cem ânı şikâr ederdi. Leşker devşirdi, ol kurdu öldürdiler. Sultan Cem yürüyüp andan Tuna Baba’ya indi. Babayı ziyâret idüb Babanın evsafın müridlerinden istimâ eyledi. (Sarı Saltuk) Ben fakîre işâret oldu. Ebu’l Hayr Rumî demekle mâruf idim. Bana buyurdu kim, bu azizin sahihen kanda kim menâkibun bulam dervişlerden soram, bilem, tâ kim bu azizin kıssalarını cem idem. Pes Cem Sultan emriyle memlekette yürüdüm. Kangı yirde kim bunun menâkıbın işitdim, yazdım. Birbirine tertib üzere uydurup bir kitap idüp yedi yılda tamam eyledim. Sultan katına götürüp teslim itdim. Daim Sultan Cem bu kitabı okudup dinlerdi. Hamza kıssasını dinlemezdi. Daim bu kıssayı dinlerdi. Ahdetti, eyer padişah olursam Ediren’den gayrı yerde oturmayam, dedi. Pes çün Sultan Mehmed bu Rûm diyarına dahi Sultan Murad Han’dan sonra cülûs edib padişah oldı. Edirne’de gâzâlar eyledi. Şöyle kim, Tuna’dan berû olan kâfirleri ve tekfurları giderdi. Ellerinden yerlerin aldı, fethedib Müslümanlık kıldu. Kâfirler Tuna’dan öte kaldı. Bu Tuna suyu deniz gibi suydu, gemi ile geçilirdi. İskeleleri zaptittiler. Rûm iline kâfir geçirmediler. Müslümanlar emin oldular. Korkusuz olub, rahat oldular. İl eminlik oldı. Müslümanlar Tuna’dan geçüb öte varup akın eder oldular. Küffara huzur virmediler. ...................... Bu kitabı her yerde bulduğumdan hikâyelerin cem itdim, surete getirdim. Tâ Müslümanlara

Tükenme çizgisine yakın duran bir milleti oradan çekip aldılar ve sâkinleştirdiler.

39


Kaligra Burnu’ndaki Kaligra Kalesi, bir Sarı Saltuk makâmıdır / Bulgaristan

Sarı Saltuk’un, Trakya ve Balkanların fethinde oynadığı rol önemlidir ve bu durum salt menkıbelerden ibaret değildir. Sarı Saltuk Sultan Alpler çağının en önemli lideridir.

bundan İslâm şevki hâsıl ola, bize dahi dua idüp müellifine bağışlayalar. Öyle iden kardaş dünyadan ahirete imânla gitsin.” SALTUKNAME

Saltuknâmenin ilk menkibesi, Hazretin çocukluğunu anlatır. Dedesi Seyyid Hüseyin ile babası Seyyid Hasan’ın gâzâlarını hoş bir uslûpla anlatan Ebu’l Hayr, dede Hüseyin’in vefatından sonra halifesi olan oğlunun gâzâ ve fetihlerde bulunduktan sonra düşmanları tarafından zehirlendiğini nakleder. Şerif Hızır diye anılan sarı Saltuk’un hocası Serâvil’in onu Emir Ali’nin huzuruna yollaması, Emir Ali’nin Sebûk Tekin’e göndermesi vb. olaylar, teferruatıyla anlatılır. BOSNA’DA İRFAN OCAKLARI

Blagay’da içinden Buna Nehrinin kaynadığı büyük bir mağara var. Ürkütücü değil, fakat insana haşyet veren bir mağara ve onun yanağına, kaya aynasına yontularak inşa edilen bir tekke mevcut. Yaz-kış ziyaretçilerini bıkmadan, usanmadan, bir gazi eren gibi saygıyla ve hasretle bağrına basan muhteşem bir mekân burası. Mostar’a yakın bir çevrede bulunuyor. Alperenler Tekkesi olarak bilinen ve ziyaret edilen bu makam ve tekkeler, yaklaşık 600 yıllık bir geçmişe sahiptirler. Tito zamanında bu mekânlar kapatılmış ve ziyaretler yasaklanmış. Bağımsızlıktan sonra düzenlenerek tekrar hizmete konulmuş. Aslına uygun olarak yenilenen tesisi Türkler yapmışlar. Hatta, başlangıçta mevcut olduğu halde daha sonra yıkılan ve 100 seneden bu yana yapılmayan sayı//18// ocak 40

imaret ve mihmanhane (konuk evi), son inşaat sırasında planlanmış ve tesise eklenmiştir. Bu suretle Alperenler Tekkesi esas görevine yaklaştırılmıştır. Evliya Çelebimiz’e göre burası zamanın Mostar müftüsü tarafından yaptırılmış. Suya karşı yapılan bu yüce köşkün kameriyesinde dervişler sohbet ederler. Sudaki balıkların her biri yirmişer okka çeker, fakat onları kimse avlayamaz. Tutan veya balık otu ile sersemleten iflâh olmaz diye inanılır. Tekkede kurban kesen dervişler, onun etini kartallara bırakırlar. Ciğerlerini de balıklara atarlar. Balıklar atılan bu ciğerleri yerse, kurbanı bezledenin muradı hâsıl olur denilir. Üstâd Ekrem Hakkı Ayverdi burasıyla ilgili şu notları kaydeder: Bugün de inanma ihtiyacının doğurduğu hürmet duygusu ve inancı, çok şükür yeryüzünde hâlâ devam etmektedir. 1977’deki ziyaretimizde anlatılan birkaç husus şöyledir: Gece tekkenin önüne su bırakılır. Geçmiş sâkinlerince kullanıldığı için sabahleyin bu suyun bittiği görülürmüş. Eğer su bırakılmasa tekke, zelzele geçirir gibi sallanırmış. Kadının biri yeşil cübbeli birinin basamaklardan aşağıya indiğini görmüş. Orada yatanlardan biri kadınmış. İnşaî ve mimari bütün benliği ile tekke, bir anda insanla yek vücud, aynı bir mânâda olmakta, sanki tabiatı size anlatmak için bir vâsıta gibi meydana çıkmaktadır.


Ohri Gölü kıyısında Sveti Naum Manastırı, Sarı Saltuk’un gömülü olduğuna inanılan yerlerdendir / Makedonya

SARI SALTUK MAKAMLARI

Sarı Saltuk Anadolu’da, Rumeli’de ve Balkanlar’da hâlâ hayatiyetini, canlılığını devam ettirmektedir. Bosna’nın tarihinde Hazretin, önemli bir yeri vardır. Bu, az bilinen bir durumdur. Geçen asırlara rağmen, bugün Türkistan’dan Azerbaycan’a, Diyarbakır, Tunceli, Bor, İznik, İstanbul, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Makedonya, Bosna’ya kadar uzanan geniş topraklarda Sarı Saltuk Sultan’ın türbe ve makamları saygıyla ziyaret edilmektedir. Ve menkîbeleri anlatılmaktadır. Sarı Sultan’ın nefesi öylesine etkilidir ki, sadece Müslümanlar değil, Ortodoksların ve Katoliklerin gözünde de o, başka isimlerle yaşamakta ve saygı görmektedir. Sarı Saltuk Sultan, Yunus Emre’nin şeyhinin şeyhidir. Anadolu ve Rumeli’nin fethi sırasında gazalara katılmış, kahramanlığı ve velâyeti ile daha yaşarken bir efsane, bir destan kahramanı mevkisine yükselmiştir. Bu büyük velînin adı üzerine söylenegelen menkîbelere göre Türkler’in Balkanlara gelişi bundan 1500 yıl evveline dayanmaktadır. ASIL HEDEF; İSLAMİYET VE DOĞRU İMAN

Tanrı’nın Kılıcı Atilla’dan sonra Peçenekler ve Oğuz Türkleri, Uz Türkleri Balkanlara gelmiş, gayretlerine rağmen hükümet kuramamışlardır. Fakat çabaları, Slavların Balkanlara gelmesini sağlamıştır. Kafkaslardan Balkanlara devam eden uzun seferler sırasında Türk leventleri Slav kadınlarla evlenmişler ve aileleriyle birlikte buralara taşınmışlardır. Türklerin Balkanlara

getirdikleri bu Slav kadınlar, zaman içinde Türklerin Slavlaşıp erimesine sebep oldular. Fakat Osmanlıların bu topraklara gelmesiyle, henüz Türk vâsıflarını kaybetmemiş olan halk İslâm dinini kabul etmiş, fakat Slav dilinin ve kültürünün etkisinden tam olarak kurtulamamıştır. Bunun sebebi ezelidir. Osmanlı Türkü için asıl olan dil ve kültürün devamı değil, İslamiyettir ve Allah’a olan doğru imandır. Bizans, Slavların ve Latinlerin Batı Trakya ve Rodoplarda ve Makedonya bölgesinde egemen olmalarını önlemek için Anadolu’nun özellikle Konya bölgesinden, Babekî’lerden ve Çepni’lerden birçok Türkmen kabilesini, birtakım vaadlerle, bazen zorlayarak bu topraklara getirdiler ve iskân ettiler. Bu Müslüman Türkmenler, bölgede yaşayan Kuman Türkleri arasında İslâmiyetin yayılmasında etkili oldular. Bu vesileyle Anadolu’dan birçok Türkmen Babası, şeyh, derviş ve abdal bu bölgelere geldiler. Gelirken azıklarında bulunan Anadolu, Orta Asya ve Kafkas kültürünü bu çevredeki insanlarla bölüştüler. Onlara İslam davranışlarındaki incelikleri, tasavvuf neşvesini ve örnek insan davranışlarını öğrettiler, tâlim ettiler. Sarı Saltuk Sultan bu önderlerin de önderi oldu. Bu durum şunu hatırlatır ki, Osmanlı’nın Balkanları fethetmesinden önce, buradaki Kuman Türkleri arasında İslamiyet yayılmıştı. Fetihler boyunca yöreye göçler devam etti. Türkmen kabileler, büyük aile grupları olarak, Istranca dağlarından itibaren Rodop dağlarının tamamına, Şar Dağına, Makedonya’ya giderek 41


Sarı Saltuk Türbesi Diyarbakır

Fatih Sultan Mehmed, doğuda devamlı huzursuzluk yaratan Uzun Hasan’ın pürüzünü ortadan kaldırmak üzere sefere hazırlanırken şehzâdesi Cem Sultan’a Edirne’ye gelip, sefer dönüşüne kadar orada kalmasını ferman eyledi.

Kosova ve Bosna’ya, hatta daha ötelere yerleştiler. Buraya, terk edemedikleri töreleriyle, hatta kültürlerinin bütün hususlarıyla yerleştiler; sürüleriyle, sıpalarıyla, türkü ve ağıtlarıyla, hatta geldikleri yerin adlarıyla. Şu anda Balkanlardaki yer adlarıyla Anadolu (hatta Asya’daki Türk boylarının) yer adları arasındaki benzerliğin sebebi budur. Sarı Saltuk’un, Trakya ve Balkanların fethinde oynadığı rol önemlidir ve bu durum salt menkıbelerden ibaret değildir. Sarı Saltuk Sultan Alpler çağının en önemli lideridir. O ve Seyyid Ali Sultan, Kâmil Baba 13. yy. ortalarında Balkanlarda rüzgâr ile uçup bu iklimin ruh dünyasını şekillendiren ve feth’i mübini kolay kılan mimarlardır. Sarı Saltuk’un birçok yerde türbe ve makamının oluşu Hacı Bektaş’ı Veli Velâyetnamesinde güzel anlatılır. Dilini ve üslûbunu muhafaza ederek: Vefatımdan sonra bana muhîb olanlarınız birer tabut yaptırsın, koyup gitsin. Birbirinizle (bu yüzden) çekişmeyin, ben hepinizin tabutunda bulunurum, diye vasiyet kıldı. Mumaileyhin her biri birer tabut alıp gitdiler ve Sarı Saltuk her tabutta göründü. Hepsi de sevindi, neşelendi. Fakat kale sahibi beye, (Dobruca Beyi) ben asıl senin tabutundayım demişdi de Bey, “nereden bileyim” deyende tabut içinden sana elimi sunarım, buyurmuştu, ona da bu kerameti gösterdi. Sarı Sultan, tevatür gücü, kahramanlığı, tevazuû, temiz seciyesi, merhameti, bilgisi, imânı, kerametleri ve düzgün konuşması ile

sayı//18// ocak 42

alperen geleneğinin en önde gelen simasıdır. O, bazen bilge ve munis bir müslüman olarak, fakat daha çok keramet ehli bir velî olarak, kimi zaman Kaf Dağının ötesinde masal varlıkları ile savaşırken, kimi zaman Osmanlı’nın kuruluş dönemi Gazileriyle, Osman Gazi, Orhan Gazi, Ertuğrul Gazi, kimi zaman Hoca Nasrettin, Karaca Ahmet, Mevlâna gibi zâtların yanında tarihi bir kişilik olarak yer alır. Bugünkü Romanya’nın Dobruca bölgesinde bulunan Babadağ’daki mezar esas dinlendiği yer olarak kabul ediliyor. Burayı ziyaretimizde türbe harabe durumundaydı. Yapılacağı söylendi. Hazretin huzurundan utançla çıktık. Kosova’da birçok makamı mevcut. Plava köyü Dragaş’a yakın, orada bir tane, ayrıca Juz köyünde, Vırmiça - Dragaş kavşağının hemen yanında, Paştrik dağının zirvesinde, Yakova - İpek arasındaki Pirlepe’de, Begay’da, İpek - Priştine yolu üzerindeki köşk köyünde Sarı Slutan’ın makamları bulunmaktadır. Ohri’deki makamı ilginçtir. Olağanüstü güzel bir kasabadır Ohri. Gölün güneyinde, göle doğru uzanan buruna yapılmış bir manastır, burada Sveti Naum olarak tanınan bir Hıristiyan azizine türbelik etmektedir. Ohri’li Müslümanların tesbiti ise farklıdır. Burada Sarı Saltuk Sultan dinlenmektedir. Uzaklardan bu manastırın görünüşü ve göle nisbeti muhteşemdir. Hıristiyanlarla birlikte Sarı Sultan’ın ziyaretçileri de burada onun ruhaniyetine hediyeler sunmaya devam ediyorlar. Hıristiyan ziyaretçiler, türbeden zaman zaman sesler geldiğini, onu duyduklarını


ve tekrar tekrar bu sesi duymak için geldiklerini, oradaki hazretin de bu talebi sık sık cevaplandırdığını anlattılar. Arnavutluk’ta Kruya’da, Korfu’da ve Blagay’da, Bosna’da, Mostar yakınlarındaki makamları da önemle anmak gerekir. Bosna’daki makamda, onun talebesi olarak değerlendirilen Açık Baş’ın da kabri bulunmaktadır. Ziyaretimiz sırasında Açık Baş’ın kabrine, huzuruna, daha çok kadınlar giriyorlardı. Burada ayrıca Kadirî tarikatı mensuplarının canlı tuttukları bir tekke de bulunmaktadır. Tekke daha önce Halvetî tarikatı mensuplarınca kullanılmış, sonra tekrar Kadirîlerin toplanma yerine dönüşmüş. Tekkenin konumu, bulunduğu çevre ve önünden akan su, buraları gerçekten bir masal diyarına döndürmüş durumdadır. Hazreti Saltuk’un ruhaniyetine uygun fevkalâde bir atmosferin içinde binlerce insan her gün burada ona binlerce fatiha sunmaktadır. AYVAZ DEDE ŞENLİKLERİ

Bosna’nın Prusac (Akhisar diye de söylenir) kasabasında, tarihten bu yana yapılagelen bir şenlik vardır. Haziran ayının son Pazar günü Boşnaklar burada toplanırlar. Bütün Bosna diyarından başlarında fesleri, sırtlarında sırmalı cepkenleri ve bol ağlı şalvarvâri elbiseleriyle, olan atına atlayarak, olmayan arabalara doluşarak Prusac’a gelirler. Burada bir kervan oluştururlar ve Ayvaz suyunun çıktığı Ayvatoviç’e yürürler. Yürüyüş 7-8 kilometre sürer ve su başında azıklar yenilir, sohbetler zemininde çubuklar yakılır (şimdilerde sigara) ve sohbetler koyulaştırılır. Hz. Fatih burayı fethettikten sonra Prusac ve çevresi kısa bir süreliğine el değiştirmiş ise de, onunla birlikte buraya gelen Ayvaz Dede, evlâd’ı Fatihan’ın mübarek şeyhlerinden biri olarak burada kalmayı vâzife edinmiş ve kalmış. İslâmiyetin bu bölgede zemin bulması için bunu gerekli görmüş ve çevresine bereket sunmaya devam etmiş. Sarı Saltık ile de Ayvaz Dede’yi irtibatlandırırlar. Kerametlerinden söz ederler. İslâmiyetin yerleşmesi için yaptığı mübarek hizmetlerden, ihlâslı hayat tarzından hâlâ bahsedilmektedir. Ayvaz Dede, bugün kendi adıyla anılan suyu Prusac’a 8 kilometre uzaklıktan o günün şartlarıyla getirmiş ve insanların hizmetine bezletmiştir ki, bugün bile zor olan bu mucizevî hâdise onu Bosna’nın azizleri arasında mümtaz

kılmıştır. Bir türbesi var ve onun vefatından yüzeli sene sonra Şeyh Hasan Kâfî tarafından yaptırılmıştır. Hamdan Ağa Camisi yakınındadır bu türbe. Türkiye’deki Akhisar’lılar, mükemmel bir hassasiyetle Prusac’a ve Ayvaz Dede’ye muhib çıktılar ve esasen oradaki Müslüman halk arasında adı Akhisar olarak söylenen bu kasabaya ilgi sundular. Ayvaz Dede’nin Akhisar’dan kalkıp Feth’i mübine katıldığını, bu mübârek zâtın köken olarak Akhisarlı olduğunu söylerler. Gerçekten şu anda Akhisar’da Boşnak kökenli, Balkan kökenli birçok aile yaşamaktadır. Ve Türkiye’deki Akhisar’da da Ayvaz Dede yaşatılmaktadır.

KAYNAKÇA

1- Kaknüs kuşu. F. Attar’ın Mantık’ut Tayr’ında anlattığı efsanevi kuş. İlginç ve meşhur bir meseldir. Yüz yıl yaşadıktan sonra, öleceğine yakın, çalıları toplayan, onların üzerine uzanarak, kanatlarını son ve dehşet le çırpan, buradan çıkan kıvılcımla çalıları tutuşturan, yanan, kül olan ve küllerinden yeniden doğan bir masal kuşudur. Bu yeni doğuş yüzyıl daha ona ömür bağışlar.. Sonra, tekrarlanır durur bu hârikalar.. 2- Ebu’l Hayr Rûmî, Saltuknâme, 3. cilt. Ş.H.Akalın TDK, ank. 1990. (Eserin aslı Topkapı Sarayı’nda dır. Hicri 1000, milâdi 1591 tarihini taşımaktadır. 618 varaktır. Baş taraflarında birkaç sayfası eksiktir). 3- Prof. Dr. Mustafa Kara, Keşkül Mecmuası, 37 Kış Saltuknâme. 4- A.g.e. 5- Evliya Çelebi Seyahatnamesi, S.A. Kahraman, Y. Dağlı, YKB Yayını, C. VI, 2012. 6- Ekrem Hakkı Ayverdi, a.g.e. 7- Şinasi Tekin, Saltuknâme, Harward Üni. Yayını, 1974. 8- Necati Gültepe, Kızıl Elma’nın İzinde, Ötüken Yay., 2007. 9- Necati Gültepe, a.g.e. 10- Necati Gültepe, a.g.e. 11- Neceti Gültepe, a.g.e. 12- Ekrem Hakkı Ayverdi. Avrupa’da Osmanlı Mimari Eserleri, c. II. Bu konuda merhum Ayverdi önemli bilgiler vermektedir. 13- E.H. Ayverdi, a.g.e., c. II.

43


OSMANLI HALIFELİĞİ

MERKEZ TEŞKİLATI Fatih Sultan Mehmed’den itibaren padişahlar icracı yetkililere başkanlık etme yerine yönetimi gerçekleştiren şahıs ve kurumları murakabe ve alının kararları tasdik etmeye başlamışlardı. Prof. Dr. Ali ARSLAN*

ünyanın en nitelikli jeopolitik alanında kurulan Osmanlı Devleti, stratejik bir devlet olarak genişlemesini gerçekleştirmekteydi. Özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminde küresel devlet olma yolunda önemli bir mesafe kaydeden Osmanlı Devleti’nin teşkilat yapısı da buna göre düzenlenmeye başlanmıştı. Devlet başkanı konumundaki Fatih, artık yönetim anlayışında da köklü bir değişikliğe gitmiş, devleti doğrudan yönetme yerine ana ilkelere göre bir devlet başkanı sıfatı ile icrayı murakabe ve tasdik anlayışını getirmişti. Bunun kurumsal ifadesi, Orhan Bey döneminden itibaren devletin en yetkili kurumu olan Divan-ı Hümayun’a padişahlar başkanlık ederken Fatih Sultan Mehmed’in Divan-ı Hümayun’a başkanlık etmekten vazgeçmesidir. Bu yeni sistemde Divan-ı Hümayun’a Veziriazam başkanlık etmeye başlamıştı. Padişah, Divan’ın çalışmalarına katılmamakla birlikte Divan’ın çalışmalarına gözlemlemesi için özel bir mekânın da bulunduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca divanda alının kararlar da her konunun yetkilisi tarafından toplantı sonlarında padişaha takdim edilirdi. Özellikle bilinmelidir ki Divan-ı Hümayun esasında Osmanlı Devlet yönetim sisteminden sorumlu tek kurum da değildir. Fatih Sultan Mehmed’den itibaren padişahlar icracı yetkililere başkanlık etme yerine yönetimi gerçekleştiren şahıs ve kurumları murakabe ve alınan kararları tasdik etmeye başlamışlardı. Böylece günlük basit işlemlerden kurtulan padişahlar daha önemli konulara odaklanma imkânına da kavuşmuşlardı. Gittikçe güçlenen Osmanlı Devleti’nde Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlı padişahları aynı zamanda halifelik unvanına da sahib olmuşlardı. Dikkat edilmesi gereken husus halifelik, Osmanlı Devleti’nin bir küresel devlet olma dönemine denk bir zamanda Osmanlılara geçmişti. Hem Fatih Sultan Mehmet’ten önce hem de sonrasında, 1909 tarihinde Osmanlı Meclisi’nin kanun yapmaya başlamasına kadar, yasama yetkisi padişahlara aitti. OSMANLI HALİFELİLİĞİNDE BİAT

*T.C. İstanbul Üniversitesi

sayı//18// ocak 44

Saltanat halifeliğini ihya eden Yavuz Sultan Selim’den sonra tahta çıkan Osmanlı padişahları için biat merasimi yapılmıştır. Son Abbasi Halifesi tarafından Osmanlıları teslim edilen Hz. Resullulah’ın hırkasının saklandığı odada yapılırdı. Halifeliğin bir nevi sembolü haline gelen bu hırka önemli merasimlerde Osmanlı


padişahları tarafından giyilirdi. Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren Osmanlı padişahları unvan olarak Halife-i Ru-yı Zemin ve Halifetü’l-Müslimîn kavramlarını kullanmaya başlamışlardı. Osmanlı halifeliği bir saltanat halifeliği olduğu için seçim usulü mevcut değildi. Bunun yerine Osmanlı ailesi içinde ve devlet başkanlığında yapılan biat töreni yeterli görülmekteydi. Hz. Resullullah’ın hırkasının saklandığı odada yapılması veya hırkanın giyilmesinin esas itibariyle bir önemi yoktu. Sadece şekli bir uygulama idi. OSMANLI MERKEZ TEŞKİLATINDA KURUMSAL ÇEK-BALANS / KONTROL - DENGE

Osmanlı Devleti yönetiminden bahsedildiğinde genel olarak en yetkili kurumun Divan-ı Hümayûn olduğu ve Veziriazamın da padişahtan sonra da tek yetkili olduğu kanaati yaygındır. Bu neticeye varılmasındaki sebepler arsında veziriazamın “vekil-i mutlak” olması ve padişahın mührünün onda bulunmasının da rolü vardır. Ancak Osmanlı devlet sisteminin işleyişine ve icraata bakıldığında bunun içerik açısından böyle olmadığı görülmektedir. Zira Osmanlı Devleti’nin hükümeti olarak izah edilen Divan-ı Hümayûn bir devletteki yönetim aygıtlarının tamamının zirvesi özelliğini taşımamaktadır. Daha açık bir ifade ile Tanzimat öncesinde Osmanlı ülkesindeki bazı kurumlar Veziriazamın başkanı olduğu Divan-ı Hümayûn’a bağlı değillerdir. Bunun daha iyi anlaşılması için hem merkez hem de taşra teşkilatının bu açıdan incelenmesi gerekmektedir. MERKEZ TEŞKİLATINDA KURUMSAL KONTROL - DENGE

Osmanlı Devleti gelişme ve genişlemesini gerçekleştirirken ihtiyaç duyulan yönetim kurumlarını da oluşturmaya başlamıştı. Yönetim alanlarının genişlemesi merkez teşkilatının kurulması ile neticelenmişti. Daha ilk dönemlerden itibaren bey veya padişah unvanı taşıyan devlet başkanı aynı zamanda yönetim aygıtının başı niteliğini tartışılmamaktadır. Ancak Osmanlı kurumsal yapısının o dönemden itibaren kontrol-denge anlayışına göre örgütlendiğini görmekteyiz. Devlet başkanlığı dışındaki kurumların zirvedeki temsilcileri veziriazam ve müfti/ şeyhülislamdır. Bu yapı zaman içerisinde tekâmül etmiştir. Zirvedekilerin yetkileri noktasından bakıldığında Osmanlı merkez teşkilatı bir güçler üçgeni temsil etmektedir. Devlet başkanlığı yanında yasama yetkisini

elinde bulunduran padişah dışındaki bütün kurumların merkezde iki makama bağlı oldukları görülmektedir. Bunlar Sadaret / Veziramlık ve Meşihat/Şeyhülislamlıktır. Veziriazamlık ve şeyhülislamlığın yetkileri ve bunlara bağlı olan kurumları incelediğimizde birbirini kurumsal olarak dengeleyen ve kontrol eden kurumsal bir yapının olduğunu göreceğiz.

Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren Osmanlı padişahları unvan olarak Halife-i Ru-yı Zemin ve Halifetü’l-Müslimîn kavramlarını kullanmaya başlamışlardı.

DİVAN-I HÜMAYUN VE VEZİRİAZAM Osmanlı Devleti’nin en önemli yürütme organı Divan-ı Hümayun idi. Ondokuzuncu yüzyıla kadar devletin önemli siyasi, idari, askerî, örfî, adlî ve malî işleri, her türlü şikâyet ve davalar görüşülüp karara bağlanırdı. Divan bütün kadın-erkek, Müslim-gayrimüslim herkese açıktı. Ülkede zulme uğrayan, haksızlığa uğrayan, yanlış hüküm verilen, vali ve güvenlik güçlerinden şikâyeti olan ve vakıf mensuplarının haksız muamelesine uğrayan herkes Divana müracaat edebilirdi. Sultan Orhan döneminden itibaren Osmanlı Devleti’nde divan mevcuttu. İlk dönemlerde tek vezir varken I.Murat döneminden itibaren vezir sayısı arzmış ve birince vezire veziriazam denilmiştir. İlk veziriazam Çandarlı Hayreddin Paşa olmuştur. Fatih döneminden sonra Divan-ı Hümayun’a veziriazam başkanlık etmeye başlamıştır. Diğer vezirler ise kubbe vezirleri olarak adlandırılmıştır. Vezirler dışında Divan-ı Hümayun’un üyesi olan Kadıasker Orhan Gazi dönemide 1360 veya 1362 yılında atanmıştır. İlk olarak Kadıaskerliğe Bursa Kadısı Çandarlı Halil getirilmiştir. Divan’da önceleri tek kadıasker varken devletin genişlemesine uygun olarak sayısı Anadolu ve Rumeli Kadıaskerleri olmak üzere 1480 tarihinde ikiye çıkmıştır. Divan üyesi olarak ondördüncü yüzyılın sonlarından itibaren defterdar mevcut olup daha sonra Anadolu ve Rumeli defterdarı olarak ikiye yükselmiştir. Nişancı, onbeşinci yüzyılın başından itibaren Divan-ı Hümayun’da görev yapmaya başlamışlardı. Divan-ı Hümayun katiblerinin ve kalemlerinin şefi olan Reisülküttablar onyedinci yüzyıl sonlarına kadar Nişancının maiyetinde görev yapmışlardı. Divana gelen idari ve örfî işler vezirazam, hukukî işler kadıaskerler, mili işler defterdar, arazi ve hariciye işleri nişancılar tarafından görülürdü. Divan-ı Hümayun’un genel olarak bugünkü anlamda içişleri, savunma, maliye, hariciye ve adliye nezaretlerinin işlerinin görüldüğünü söyleyebiliriz.

Devamında, Şeyhülislamlık ve Şeyhülislam’ın vazifelerini anlatacağız 45


arihe ettiği tanıklığı saklamak istercesine köşesine çekilmiş, tüm olan biteni sessizce izleyen ve efsanesini adıyla bütünleştiren; adaletin menşei, yargının şahidi ve hukukun taşa işlenmiş hali,“Fatih Mahkemesi” ’ne düşürelim yolumuzu..

ADALETİN TARİHE YAZILDIĞI YER:

“FATİH MAHKEMESİ” Seyahatnameler ve bazı rivayetler, bu eşsiz eserin, Fatih döneminde yapıldığını ve Fatih’in bizzat burada yargılandığını teyit etmektedir. Halk arasında Fatih Mahkemesi olarak bilinen bina, bulunduğu sokağa da ismini vermiştir. Nermin TAYLAN

Ümmet-i Muhammed’in yüzlerce yıllık hayalini, 29 Mayıs 1453’te gerçekleştirip Peygamber müjdesine mazhar olan, genç Sultan Fatih Mehmed, surlara Müslüman Türk Sancağı’nın dikilmesinin hemen ardından şehre girer ve şehrin en büyük mabedini, yüzyılların kutsalı Ayasofya’yı camiye çevirerek iki rekât şükür namazı kılar. Namazın bitiminin ardından ahaliye can ve mal güvenliği teminatında bulunup, ulema ve bazı devlet adamlarıyla şehri keşfe çıkar. İstanbul Fatihi Sultan II. Mehmed, 1204 yılında gerçekleşen Latin istilasından sonra bir türlü toparlanamayan şehri oldukça viran bulur, fetihle birlikte bir defa daha hırpalanan şehrin onarım ve imarı için Karıştıran Süleyman Bey isimli Sübaşısını görevlendirir. Şehrin imarının yanı sıra Anadolu’dan sanat ehli Türk nüfusunun da şehre getirilmesini ve dahi şehrin hem Türkleşmesini hem de Müslümanlaşmasını ister. Sanata, ilme, eğitime ve her şeyden önemlisi adalete çok önem veren Sultan, şehre medreseler, külliyeler, hanlar, hamamlar, çarşılar inşa eder. Şehir imar olunurken bir yandan da Tanzimat’a kadar yürürlükte olacak olan Fatih Kanunnamesi hazırlanır. Kanunname mucibince şehre bir kadı tayin edilir ve şehir daha sonra; İstanbul, Galata, Üsküdar ve Eyüp olmak üzere dört bölgeye ayrılarak her bir bölgeye birer kadı tayin edilir. Bu kadılıklar arasında en önemlisi Üsküdar Kadılığıdır, çünkü bölgenin senelik gelirinin fazla olmasının yanında, burada vazife yapan kadılar, daha sonra büyük şehirlerin kadıları olabilmektedir. Şehrin dört bölgeye ayrılmasından hemen sonra dört bölgeye dört mahkeme binası ve onlara bağlı yirmi üç mahkeme binası inşa edilmiştir. Bu yirmi yedi İstanbul mahkemesinden günümüze on binlerce mahkeme defteri ulaşmakla beraber bu defterlerin on bin dört yüzü Şer’iye Sicilleri Arşivi’inde araştırmacılara sunulmaktadır. Mahkeme kayıtlarında oldukça tafsilatlı bilgiler yer almasına rağmen, bu binaların yerleri hakkında yok sayılabilecek

sayı//18// ocak 46


kadar az malumat vardır. Binalardan günümüze ulaşan Üsküdar Mahkeme Binası hakkında da ne yazık ki tek bilgi veren Evliya Çelebi’dir. Günümüzde Gülfem Hatun Mahallesi, Mahkeme Sokak’ta yer alan yapı, erken dönem Osmanlı mimarisinin izlerini taşımaktadır. Zamanla mülkiyetine sahip kimselerce ticari amaçlarla yapılan müdahaleler sonucu asli dokusuna zarar verilmiştir. Kitabesi olmayan bina tamamıyla kâgir malzeme ile inşa edilmiştir. Kendine has bir plana sahip olan Mahkeme Binası, salon ve zindanlar olarak iki bölümden oluşmaktadır. Davaların görüldüğü mahkeme salonu kirpi saçaklı ve beşik tonozludur. Mahkeme salonunun hemen altında bir zindan bulunmaktadır. Sağ tarafının arka köşesi kısa ve taş çıktılarla dışarı taşırılmıştır. Üç pencere ön, üç pencere sol cephede olmakla bina toplamda altı pencere ile aydınlatılmaktadır. Bina içinde varlıklarını korumayı başaran 5 zindan bulunmaktadır. Mahkemenin salon kısmına iki zindanın arasından yukarı uzanan dar ve oldukça dik bir merdivenden çıkılmaktadır. Burada birinci zindanın terası bulunmaktadır. Merdiven bitiminde kitabesiz kemerli kapısından mahkemelerin görüldüğü salona girilir. Niş şeklindeki kadı mahalli buradadır. İki sütunla desteklenen yapıyı beşik örtülü bir kubbe

örtmektedir. Beş zindanın beş demir kapısı da orijinal halleriyle günümüze ulaşmıştır. Arşivlerde yapılan araştırmalarla ancak 18. Yy’a kadar inilebilen eserin tam olarak ne zaman inşa edildiği bilinmemektedir. Ancak seyahatnameler ve bazı rivayetler, bu eşsiz eserin, Fatih döneminde yapıldığını ve Fatih’in bizzat burada yargılandığını teyit etmektedir. Halk arasında Fatih Mahkemesi olarak bilinen bina, bulunduğu sokağa da ismini vermiştir. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmed İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya civarında bir köşk inşa ettirmek ister ve Bizanslı bir mimara da istediği köşkün genel yapısını tarif eder. ( Bazı rivayetlerde bu yapının Fatih Külliyesi olduğu yer almaktadır.) Köşk, mimarın emrindeki kalfalarca istendiği zamanda tamamlanır. Fakat Rum mimar, hem depremlerden zarar görmemesi, hem de estetik ve sanat açısından önemli ve kalıcı bir bina inşa etmek istediğinden, vaktiyle Bizans İmparatoru tarafından şehre getirilen ve Fatih’in köşk inşasında kullanılmasını istediği iki sütunun boyunu, ikişer arşın kısaltır. Köşk tamamlanınca Fatih büyük bir heyecanla burayı gezer ancak sütunların kısaldığını görünce hiddetlenerek mimarın iki elinin bileklerinden kesilmesini emreder. Elleri bileklerinden kesilen mimar, hakkını aramak üzere Kadı Hızır Çelebi’ye başvurur. Kadı Hızır Çelebi Fatih’i davalı

Evliya Çelebi’ye göre mahkemenin ardından Fatih, elindeki demir sopayı kadıya göstererek, “Eğer Allah’ın hükmünü uygulamayıp elimi kesmeye mahkûm etmeseydin bu elimdeki demirle senin başını parçalardım” der.

47


olarak mahkemeye davet eder. Taraflar tek tek dinlenir. Tarafları dinleyen ve olayı inceleyen Kadı kısasa hükmeder, yani Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmed’in de elleri kesilecektir. Bu sonucu beklemeyen Rum mimar dehşete kapılır, sonrasında bu ceza tarafların anlaşmasıyla diyete çevrilir. Evliya Çelebi’ye göre mahkemenin ardından Fatih, elindeki demir sopayı kadıya göstererek, “Eğer Allah’ın hükmünü uygulamayıp elimi kesmeye mahkûm etmeseydin bu elimdeki demirle senin başını parçalardım” der. Fatih’in huzurunda ve aynı zamanda adalet divanında olan Kadı Hızır Çelebi ise Hünkâr’ın bu sözü üzerine, daim yanında taşıdığı hançerini Fatih’e göstererek, “Sen de şayet hükmümü kabul etmeseydin, adaletin bana verdiği hakla ben de seni bu elimdekiyle delik deşik ederdim” cevabını verir. Yüzyılların emaneti, asırların sırdaşı, ceddin adaletinin en önemli şahidi olan bina, vakıf mallarının haraç mezat elden çıkarıldığı dönemde, satılarak özel mülk haline getirilmiştir. Zamanla eller değiştiren yapının terzi dükkânından kuaföre, halıcı dükkânlarından ofise kadar pek çok şekilde kullanıldığı ve epeyce metruk halde olduğu bir dönemde nihayet değerinin farkına varılmış, Üsküdar Belediyesi tarafından satın alınarak, 2006 yılında yine belediyenin girişimiyle TOKİ tarafından restore edilmiştir. sayı//18// ocak 48

Bir müddet el sanatları eserlerinin sergilendiği müze-sergi salonu olarak hizmet veren bu tarihi eser, günümüzde “tematik kütüphane” ve etkinlik mekânı olarak varlığını sürdürmektedir. Adaletin harf harf, hece hece işlendiği bu değerli eser, şimdilerde Üsküdar’ın dar sokakları arasında sıkışmış olsa da vaktiyle mahkûmlara zindan olan odaları, günümüzde yeni nesle ilim yuvası niteliğinde hizmet vererek, belki de geleceğin hukukçularının yetişmesine şahitlik ediyor. Sizler de bir gün mutlaka İstanbul’un bu en eski semtlerinden Üsküdar’a düşürün yolunuzu. Dar sokaklardan heyecanla geçin ve şehrin en gözde ilçesinde yükselen kırmızı yığma taştan mamur bu değerli esere ulaşın. Yüzyılların bekçileri demir kapıları açın ve vakurla girin içeri. Çağ açıp çağ kapayan bir padişahın yargılanmasını, içinde adalet dağıtılan payitahtı, karşısındaki hünkâr olsa dahi adaletten taviz vermeyen Kadı Hızır Çelebi’yi hayırla yâd edin... Fethi ve Fatih’i düşünerek seyredin mahkûmların konulduğu zindanları ve Fatih’in huzuruna çıkarmış gibi çıkın taş merdivenleri. Kemerli kapıdan Kadı Hızır Çelebi’yi selamlar gibi başınızı hürmetle eğerek girin içeri. Adaletin incisi Mahkeme Salonunda nice hesapların verildiği günleri hatırlayın. Adaletiyle nam salmış Osmanlı’nın bu adalet şahidine sizler de şahitlik edin.


dana doğumlu olan Zeynep Torun, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (Mimar Sinan Üniversitesi) Yüksek Resim Bölümü’nden mezun oldu. Cevat Dereli, Adnan Çoker ve Neşet Günal atölyelerinde çalıştı. Türk Musikisi Devlet Konservatuarı, Temel Bilimler Bölümü’nü bitirdi. Değişik çocuk dergilerine resimler yaptı. Cevdet Altuğ’un atölyesinde seramik çalıştı. Sanat çalışmalarını seramik üzerine yoğunlaştırıp kendi seramik atölyesini açtı. Değişik kuruluşlara panolar yaptı. 1993 yılından itibaren resim ve seramiği birlikte yürüten sanatçı, yurtiçinde ve dışında pek çok karma sergiye katıldı, kişisel sergiler açtı. Orta eğitimde resim ve sanat tarihi öğretmenliğinin

yanısıra özel seramik ve resim kurslarında öğrenciler yetiştirdi. “Hoşgörü Bir Masal mı?” isimli sergisi ile ilgili şöyle diyor; ...Bir çalışmaya başladığım andan bitirişime kadar zamanın içinde kayboluyorum. Ya rüyadayım, ya da bir masalın içinde… Bu serginin masalı, bir keçi, bir balık ve bir kuşun hoşgörü-dayanışması. Sergi 17 Mart - 3 Nisan 2016 tarihleri arasında Galeri Selvin’de ziyaret edilebilir. GALERİ SELVİN Arnavutköy Dere Sok.No:3 Arnavutköy / Beşiktaş İstanbul

SERGİ

Zeynep TORUN Resim ve Heykel Sergisi 17 Mart - 3 Nisan 2016 GALERİ SELVİN

ŞEHİR

HOŞGÖRÜ BİR MASAL MI?

49


DOĞU’NUN PARİS’İNDE

BİR ŞEHİRLİ ŞAİR “ANDOLSUN AŞKA”

Şimdilerde şehirlerin bu ağırlığı zayıfladı, kültürel değerleri inşa eden, besleyen dergiler ve fikir kulüpleriyle, ilim irfan sahipleri yalnızlaşarak kendi kuytu köşelerinde münzevi bir hayatı tercih durumunda kaldılar. Recep GARİP

air Cumali Ünaldı Hasannebioğlu ile sanırım otuz yıla yakın bir süredir beraberiz. Gördüğüm odur ki düşünce ekseninde yolculuk yaparken derlediğiniz dostlar da bir elin ya da iki elin parmaklarını geçmiyor. Tanış olmak dost olmakla eş değer değildir. Kimi zaman bir mekânda, bazı yerlerde örneğin kitap ve dergi fuarları, şiir ve edebiyat oturumlarında birlikte olunsa da tam ünsiyet kurulamadığını, dostlukların sağlanamadığını zaman öğretiyor. Cumali Ünaldı yaş bakımından benden yedi yaş büyük yani ağabeylerimdendir. Üniversiteyi bitirip öğretmenliğime başladığım yıllarda yani 28 Şubatın kasırga dönemlerinde Rahmetli Turgut Özal’ın Müşavirliğini yaptığı zamanlardaydı ilk yüz yüze tanışmamız. Kendisini şiirlerinden tanıyordum. Özellikle mavera dergisinde takip ettiğim birçok şair gibi Ünaldı da takip ettiklerim arasındaydı. Edebiyat ve Maveradergilerine uğradıktan sonra Başkentte uğranacak yerlere mutlaka uğranır kalem erbaplarının ünsiyeti sağlanmış olur ve mutlaka Hacı Bayram Veli Hazretlerini ziyaretin en başına alırdık. Önce şehrin büyüğü ziyaret edilir sonrasında diğer işlerin takibi yapılırdı. Bu günde öyle olmalıdır. Gittiğiniz şehirlerin manevi büyüklerini, ilim irfan sahiplerini ziyaret edip el öpüp hal hatır sormalı, Fatihalar okumalı ve sonra yapılması gereken rutin işler takip edilmelidir. Hareket, Mavera, Düşün ve Aylık Dergi’de şiirleri ve şiir üzerine denemelerini dikkatle okuduğumu hatırlıyorum. Unutulmaz şiirler yazdı. Zaman zaman ezber sahipleri şiirlerini okurlar. Özellikle Divan ve Modern Türk şiiri üzerinde sözü olan şairlerdendir. Dünya şiirini bilir ve birçok dünya şairi hakkında söyleyecek sözü olanlardan birisidir. Doğunun Parisi diye bilinen Malatya’da doğup büyüyen , şehirli öğretilerle kendisini geliştiren, “Entelektüel Şehirli “ sıfatı kendisine çok yakışan bir insan. İlk okuduğum kitabı“Çerağ” sonra “Bir Gecenin Şiiri” ardından “Kendini Yusuf Gören”, şiirine eğilen ve şiirinin yaşamasını isterken de çağın ardında bıraktıklarına işaretler koyarak güne dokunan ve geleceğe seslenen bir sese sahiptir

sayı//18// ocak 50


Cumali Ünaldı Hasannebioğlu. Ünaldı’nın şiiri, çağını sorgulayan bir şiirdir. Hayata hakikat gözüyle bakar. Şiiri hakikatin dile gelmesinden başka bir şey değildir. Mescidi Aksa ziyaretinden sonra hergün Kuran okumaya başladığını da ifade ederek “Kuranla okudukça algıların, hayata bakışım, idrakim, şuurum genişledi, değişti” diyor. “Andolsun Aşka” ise bütün şiirlerinin toplandığı eseridir. Gözleri gülen, Malatya’lı olduğunu söylemesine gerek yok, asil bir duruş ve giyinişe sahip, şiirimsi havası Şehirli beyefendi ifadelerine sinmiş, ilk karşılaştığımızda bir dosta nasıl yaklaşılırsa öyle yaklaşmıştı ki o yüzden olsa gerektir yakınlığım dostluğunu yüreğimde taşıyor oluşum… Malatya’nın kültürel yoğunluğu bilinir. Bir Malatya Fikir Kulübü’nde derslerin yapıldığı, tartışmaların sürdüğü ortamda Said Çekmegil rahmetlinin gayreti elbette önemlidir. Hem yerli hem de İslam âleminde ki çalışmalar izlenir, tahliller yapılır o dönemlerdeki darulharp - darulislam konularının biraz da menşei sayılabilirdi. Daha çok Kuran merkezli çalışmaların merkezi sayılan aynı zamanda bir kültür mücadelesi verildiğinin bilinciyle şiiri, edebiyatı, sanatı, medeniyeti önemseyen bu tür mekânlardaki ağabeyler, ustalar, üstatlar tarafından kendisini idrak eden her gence ulaşılır bu tür etkinin altına girerek nasibini alırdı. Şimdilerde şehirlerin bu ağırlığı zayıfladı, kültürel değerleri inşa eden, besleyen dergiler ve fikir kulüpleriyle, ilim irfan sahipleri yalnızlaşarak kendi kuytu köşelerinde münzevi bir hayatı tercih durumunda kaldılar. Oysa şehrin sahipleri, yöneticileri bu tür insanları, değerleri bularak toplumla buluşturmak durumundadırlar. Aksi takdirde geleceğin vebali üzerlerinde olacaktır. Şehri imar eden, inşa edenler Belediye reisleriyle, Kaymakamlar, Valiler, zenginler kadar asıl gönül, yürek ve akıl imar işlerini yapan sanatkârların, şairlerin, edebiyatçıların, ilim mensuplarının, irfan sahibi zatların ödüllendirilerek, iltifatlarla hazırlanılmış olan mekânlarda çocuklarımızı, gençlerimizi ve halkımızı tenvir, tedip etmelidirler. “Ay Burcu Yorum”u şiirinde Ünaldı şöyle ifade ediyor; “Cebimde taşıdım yıllar yılı fermanımı Bu benim ölümüm dedim, ben ki seyyahım

Zail oldu cürümüm, aşk geldi, gurbet bitti Rengârenk flâmalar, sancaklar, ordularla Girer yârin hanesine omuzunda şahini” Hangimiz yaşarken fermanımız cebimizde değildir ki? Lakin her ölümlü unutur ölümü. Her an ölümü düşünerek yaşayabilme şansımız yok. Olsaydı eğer dünyayı ihmal eder, çalışmaları, çabaları, başarıları, kazançları boş verir, şiirleri yazmazdık. Yeryüzünü mescit kılan Allah(cc), bizleri de seyyah olarak bırakıvermiş ki tacirlik yapalım. Ahiret hazırlığını denkleyelim diye. Her eşya, her durum aşka terennüm eder. Her şekilde bütün kapılar aşka açılır aşk gelince hasret, sürgün, yalnızlık biter. Sonra müthiş bir şölen başlar, bayram havasında bir şölendir yaşanılan. Bayramı hak etmenin şahini ise tanığıdır, olan bitenin, kayıtları tutanın. “Yok Gibi” şiirinin son bölümünde Cumali Ünaldı şöyle söylüyor; “Seni sevmek Sesini Altınlar, gümüşlerle süsleyip her kelimeni Hamaylı gibi takıp boynuma gezmek demek Ve demek gerek ki belki Düşlerimin ortasında akan ırmağa dönüp yüzümü Bu yüzündür Seni sevmek Böyle Gizli Tutkun Ve görmeden İşte hepsi bu!” Cumali Ünaldı Hasannebioğlu ile 28 Şubat sonrasında görüşmelerimizi sürdürsek de koca İstanbul sonunda bizi bir araya getirdi. Bir araya gelişlerimizde hedeflerinden bahsederek, Afrika şiirini, Zenci ve Kızılderililer şiirlerini yazmak istediğini uzun uzun örneklerle anlattığını hatırlıyorum. Epey üzerinde çalışmış o büyük coğrafyada var olan şiir akımlarını, kabileleri gözden geçirmiş, unutmadan ifade etmeliyim ki Malcom X konusunda da hayli bir birikime sahiptir bu konularda söz söyleyebilecek, konferanslar verebilecek düzeyde olduğunu da belirtmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Evet, geçen gün bunları da konuştuk. Hala yazmamış, dahası yazamamışAfrika’yı, Zencileri ve Kızılderilileri. Yazacağını

51


gözlerinden okuduğumu da itiraf edeyim. “Yok Gibi” de diyor ya; “Seni sevmek” Hamaylı gibi takıp boynuma gezmek demek” Sahiden de öyledir, sevince öylesine severiz ki ömrümüz olur sevgi. Sevginin baktığı, dokunduğu her şey, her eşya, her insan sevgiden bir bahçeye döner. Biz görmeden iman ettik, öyle iman ettik ki binlerce canımızı gözümüzü kırpmadan verecek kadar inancımız, duruşumuz, itikadımız vardır. Böylesine anlamlıdır imanımızın sevda yüklü oluşu. Fuzuli Divanını ezberlediğini söylüyor bir söyleşisinde. “Andolsun Aşka” derken “İncire ve Zeytine” yemin verir gibi veriyor. “Münacaat” şiirinde yakarış şöyle dile gelir; “Yönelir ya yüreğim ‘rahm’ine, Bir kupa baldırandır Hüznüm erir… Eritir ya med-cezir bir suyu Dünyaya tutunan yüzüm erir Harf erir, kelime erir; Erir de akkor bir metal olur cümlelerim Yakarış kıvılcımları ağar, Düşmeden toprağa sözüm erir. … Korkudan yazım sessiz, Kışım tanınmaz peçeli; Çırılçıplak güzüm erir. Bu münacat göğerir, Affolma topraklarına uzatmış boynuma umudum, Bir şiir menekşesi arz olunur niyaz ellerine, Tek çözüm erir…” sayı//18// ocak 52

ŞAİRLER ASIRLARI BİRBİRİNE BAĞLAYAN KÖPRÜDÜRLER

13 Şubat 2012’de Londra Yunus Emre Kültür Merkezinde Şair Hasannebioğlu bir konuşma yapar. “T.S.Eliot, Ezra Pound, T.E.Hulme gibi öncülerin, geçmişe dayanırken tarih duygusunu şart koşup “Hiçbir şairin, hiçbir sanatçının tek başına bir anlamı yoktur. Onun anlamı ve değerlendirilmesi, ölmüş şair ve sanatçılarla olan bağının değerlendirilmesidir” sözünü, bir sanat kuramı olarak dünyanın gündemine taşıdıkları Londra’da bunları konuşuyor olmamın, benim açımdan ayrı bir değeri vardır.” der. Aslında bu konuşmada asıl vurgu kendi köklerimizin bizleri derinleştiren soy ağacının söz-şiir medeniyeti olduğuna getirmek için 13. Yüzyıla erişerek Yunus Emre’nin elini tutarak şu ifadeleri kullanır; “Yunus, öylesine çağları aşan ve insanımızın, hangi yaşta, hangi çağda, hangi kültür düzeyinde olursa olsun, şahdamarını kavrayan bir yapıdadır ki, onu, Anadolu’nun tüm analarının doğurduğunu söylemek yanlış olmaz. İşte tam bu noktada, şiirin hem dili, hem de söylemi girer devreye.” Ünaldı, şiirin soylu geçitlerinden geçmenin de bir bedelinin olduğunu, bu bedeller ödenmeden sözün tılsımının, ilhamının şiire yani söze yani şaire ulaşmayacağını bilir. Sözün bizdeki kutsallığı vahyin ayarıyla ilgilidir kuşkusuz. Şair bunu bilir ve sözü şöyle sıralar; “Picasso’nun resimlerini, Kafka’nın hikâyelerini, Rodin’in heykellerini,Mozart’ın, Dede Efendi’nin müziğini, Fuzuli’den Şeyh Galib’e, Pir Sultan Abdal’danAşık Veysel’e kadar söz ustalarının şiirlerini hatırlayalım… Hepsinde de yüzyılları


kapsayan bir deneyim, öylesine körpe bir yürekle verilmektedir ki, bu sanat eserleriyle halleşirken masmavi gökyüzünde kendi aşkına dalmış bir çift beyaz güvercinin taklasını, pikesini, süzülmesini seyretmekteyizdir sanki.” Sanatın değerini kuşku yok ki sanatkârlar en iyi bilir. Sözün ustalığı, arıtılmışı, süzülmüşü, inceltilmişi olan şiire ulaşırken yolda ressamlara, müzisyenlere, heykeltıraşlara, romancılara, edebiyatçılara rastlar şair. Burada bir tasnife ihtiyaç duyarak yalnızca bize kalanın şiir olduğuna kanaat getirerek; “bize kala kala söz kalmıştır; sözü de işleye işleye eşine ender rastlanır bir sanat eserine dönüştürme işlevi, bu yüzden şu koca dünyada yalnızca bize verilmiştir sanki.” diyerek ilhamın şairlere bir lütuf olduğuna inanır. Vahyin, Peygamberlere has bir unsur olduğuna işaret ederek, mucizelerin peygamberlerin kazanımlarının değil yalnızca Allah’ın bir lütfu olduğunun altını çizer. “Hz.İsa ölüleri diriltir, hastalara şifa verir. Hz.Musa’nın asası bazen ejderha olup sihir ve büyüyü bozar, bazen Kızıldeniz’i ikiye böler. Hz.Yusuf, bir düş yorumu ustasıdır. Hz.Davud’un avazesi bu cihana salınmış, Hz.Süleyman’a kurdun kuşun sırrı öğretilmiştir. Peki, Hz.Muhammed’e hangi incelikli vasıf verilmiştir? Söz… Söz ustalığı… O dönemin ünlü “yedi askı” şairinin, Aziz Kuran’ın şanlı belagâti karşısında susmalarının başka anlamı yoktur. Sözü güzelleştirmek, söz ile süslenmek, sözü süslemek, söz ile sözlenmek görevi, veraseten bize verilmiştir. Bu nedenle Anadolu coğrafyası, sözünü sarayda da dağda da, Sa’dabad’da da, idam sehpasında da söyleyen ustalarla, her zaman “dilin kanlı gömleği” olan şiiri şanla taşıtmıştır. Bu nedenle de engin bir okyanus olan şiirimiz, bir kültür hazinesi olarak, asırlardır yerli yerinde durmaktadır.” Dolayısıyla şiir medeniyetini yeniden alevlendirmek, yeniden insanlığın kurtuluşuna, saadetine sebep olacak şiirin varlığına inanarak ödevli olduğunu söyler. Bunun için şiir yazar, şiiri yazmaz ise sorguya çekileceğine kanaati kesindir. Şiir yazma kabiliyeti ya da bedii sanatların herhangi bir alanında var olan değerin icrası gereklidir. Yapılmaması geçmiş asırlarda verilen emeğe, kadim değerlere ve kökü bin yıllık geçmişin köklerindeki asalete ihanet olacağını bilir. Bu hatırlayışla kalemin, sözün, şiirin varlığının bizim varlığımız olduğunu ifade ederek; “ Biz bir söz-medeniyetinin çocuklarıyız. Padişahımızdan çobanımıza, eşkıyamızdan şeyhülislamımıza,

âlimimizden ümmimize herkes kendini incelmiş sözle, şiirle ifade etmiştir.” ŞAİRLER KORKMADAN YAZIP, SÖYLERLER

“Benim mensup olduğum medeniyette, şiirle af dilenir, şiirle can bağışlanır. Benim mensup olduğum medeniyette, Taşlıcalı Yahya Beg adlı şair, çok sevdiği Şehzade Mustafa’nın katledilmesi üzerine, o dönemde cihan sultanı sayılan bir Şair-Padişah’a, Muhibbî’ye, hiç korkmadan ve mahlasını koyma yiğitliğiyle “Meded, meded bu cihânın yıkıldı bir yanı Ecel celalîleri aldı Mustafa Han’ı” diye başlayan o ağır mersiyesini söyler.” Bize geçmiş yüzyıllar öyle öğretilerle dikkatlerimizi çekiyor ki sanatsız, estetiksiz, şiirsiz, musikisiz hayatın olmayacağını dolayısıyla icra edilen unsurları bir ibadet unsuru olarak görmenin faziletine ermişlerdir. Her bir makam sahibinin şiirden ve sanattan yana aldıkları değer ve ürettikleri divanlarla hem şiirlerini hem de ustalıklarını icra etmişlerdir. Şairimiz, kendi şiirinin ve şairliğinin varlığına dokunarak sözü şöyle noktalıyor; “Şiirin, hayatın her alanına ustalıkla girdiği, kendini her yerde sözcü gibi gördüğü, her durumu ifade için kendini yeterli bulduğu başka bir medeniyet örneğinin yeryüzünde olmadığını düşünüyorum. Ben, kendimi böyle bir şiir-rahmine doğmuş olmakla, hem şanslı hissediyorum hem de bana verilmiş bu imkânın en doğru biçimde kullanılması için görevli olduğumu düşünüyorum. Şiirimde, dişe dokunur ne varsa, bu söz medeniyetinin mirasıdır.” 53


MISIRDA BİR MEDENİYET SEVDALISI:

MUSTAFA KAMİL PAŞA

Mısır Milliyetçiliğinin Doğuşu Osmanlı İmparatorluğu’nun, Fransız ihtilalinin etkisiyle, dağılma dönemini yaşaması süreci Ortadoğu ve Balkanlar’da yeni siyasal ve toplumsal hareketleri ortaya çıkarmıştır. Yaşar DİNÇKAL*

Yani Mısır, diğer medeniyetlere bir yandan ilham kaynağı olurken, bir yandan da özellikle batı medeniyetinin hegemonyasına girmekten kendini kurtaramamış asil bir medeniyettir. Yaklaşık olarak üç asır Osmanlı Medeniyeti himayesinde kalan Mısır, on sekizinci asırdan günümüze kadar yaşadıkları ile kendi medeniyet mirasını maalesef koruyamamıştır. Antik çağlar ve Firavunlar döneminden başlayan Medeniyet kimliğini koruma mücadelesi günümüzde de devam etmektedir. Bu medeniyetin on dokuzuncu asır sonunda ve yirminci yüz yıl başlarında yaşayan en önemli aktörlerinden birisi Mustafa Kamil Paşadır. Yazımızın asıl konusu Mustafa Kamil Paşa’nın, Fransız devriminden sonra bütün dünyada meydana gelen “Milliyetçilik” akımını nasıl yorumladığını ve bu düşüncesinin nasıl vatanseverliğe (Ümmetçiliğe) dönüştüğünü yazmadan önce, Medeniyetler beşiği Mısırdaki Milliyetçilik hareketlerine kısaca değinmeye çalışalım. MISIR MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU

nsanlık tarihi boyunca Medeniyetlerin dönüm noktası olmuş olaylar, kişiler, şehirler ve tarihler vardır. Küllenmekte olan medeniyetlere ruhu belki de bu unsurlar verir. Medeniyetlerin yaşanması ve yaşatılması için bu etkenler, ülkelerin ve toplumların, maddi ve manevi varlıklarını, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin gelişimini sağlamaya çalışırlar. Bu medeniyetlerden en köklüsü şüphesiz Mısır Medeniyetidir. M.Ö 2500’den Hıristiyanlığın doğuşuna kadar dünyanın en büyük Medeniyetlerinden olan Mısır, yaklaşık 8000 yıldır can damarı olan Nil nehriyle, 17 Kasım 1869’da açılan Süveyş Kanalıyla, Başkenti Kahire ile dünyanın tarihsel birikiminin yanında stratejik konumuyla en önemli Medeniyet merkezi olmuştur. Mısır Medeniyetinde tarihi birikiminden günümüze yön veren şehirler, olaylar ve aktörler olmuştur. Asya’nın, Afrika’nın kültür ve sanat merkezi, en büyük başkenti Kahire, Üniversiteleri ve Kütüphaneleriyle başta İslam coğrafyası olmak üzere, Dünya Medeniyetine yön vermiştir.

*TBMM Danışman

sayı//18// ocak 54

Osmanlı İmparatorluğu’nun, Fransız ihtilalinin etkisiyle, dağılma dönemini yaşaması süreci Ortadoğu ve Balkanlar’da yeni siyasal ve toplumsal hareketleri ortaya çıkarmıştır. Bu toplumsal hareketlerin en yoğun yaşandığı bölgelerin başında, Mısır’daki değişim ve dönüşümler olduğu söylenebilir. Mısır, köklü tarihinde oluşan medeniyetler ve bu medeniyetlerin bıraktığı kültür mirası ile diğer Osmanlı eyaletlerinden farklı bir yapısal özellik taşımaktadır. Bu bölgenin siyasal ve toplumsal hareketlilik yaşaması süreci, 1798 yılında Napolyon’un bölgeyiistila etmesi ile başlamıştır. Mısır’daki toplumsal ve siyasal dönüşümün başlangıcı XVIII. yy’da Batılı devletlerin istilalarına karşı “vatanseverlik” olarak başlarken, XIX.yy’da Mısır Milliyetçiliği olarak şekillenmiştir. Bir başka ifadeyle Mısır’ı 1882 yılında İngiltere’nin işgal etmesi Mısır Milliyetçiliği’nin halk arasında dalga dalga yayılmasına sebep olmuştur. Mısır’da Milliyetçilik hareketlerinin filizlenmesinin başlangıcı Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 1805 yılında bölgeye vali olarak atanmasıyla başlar.1799-1801 yılları arasında Osmanlı ve İngiltere birliklerinin bölgeyi Fransız işgalinden kurtarması, Mısır’da İngiltere etkinliğinin başlangıcı olarak da değerlendirilebilir. Bu dönemde Napolyon’un üç yıl gibi kısa bir süre bölgede kalmış olmasına rağmen, yaptığı halk konuşmalarında “eşitlik,


özgürlük, milliyetçilik” temaları işlemesi, Fransa’dan getirdiği bilim adamlarının reformist çalışmaları modern batı tarzı Mısır toplumu oluşturulmasının temellerini atılmasını sağlamıştır. Kavalalı döneminde, Napolyon döneminde başlanılan batılılaşma reformları süreci daha hızlı bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Batı tarzı okullar kurulmuş, Batı’ya öğrenciler gönderilmiş, Napolyon döneminde başlanan modern gazeteler aracılığı ile halka ulaşma projesi, bu dönemde “Bulak” matbaasının kurulmasıyla “VakayiMısriyye”adlı Arap dünyasının en büyük gazetesi yayımlanmaya başlanır.Kavala’lı dönemi Mısır’ın modernleşme süreci, Osmanlı’ya karşı bağımsızlık mücadelesine girişilmesi,Batılı devletler gibi, ulus-devlet olunması fikrini ortaya çıkarmıştır. Kavalalı döneminden sonra Süveyş Kanalı’nın 17 Kasım 1869’da açılması, Hint Deniz yoluna göre %43’e varan bir mesafe avantajı sağlamasından dolayı, tarım ülkesi Mısır’ı dünyanın en önemli stratejik noktalarından biri haline getirmiştir. Fransızlardan sonra bölgede etkinliğini artıran İngiltere 1882 yılında resmen Mısır’ı işgal etmiştir. Fransa’nın işgaliyle başlayan Mısır’daki bağımsızlık hareketleri, bölgenin Süveyş Kanalıyla stratejik konumunun artması sonucu İngilizlerin istilasına uğraması, siyasal olarak Arabi Paşa önderliğinde 1880 yılında ilk organize bağımsızlık ayaklanması olarak değerlendirilebilir. Yani Mısır komple bir medeniyetti. Tahtavi’ye göre Mısır’ın fazilet ve zenginliklerini kaybetmesinin sebebi tamamen yabancıidarelerdi. Önce Memlûkler, sonra Osmanlılar, nihayet Çerkezlerin kötüidaresi altında Mısır gerilemişti.” Mısır’daki ikinci dönem milliyetçilik hareketinin dalgalanmasının “İslamcılık” hareketiyle olduğu söylenebilir.XIX.yy’ın son çeyreğinde gerçekleşen bu hareketin öncüleri Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh gibi aydınlar, Fransa’da çıkardığı yayınlar arcılığıyla; dinde reform düşüncesini savunmuşlar, dünya Müslümanlarını Batı’nın yayılmacı ve istilacı politikalarına karşı birleşmelerini, İslam ülkelerinin yöneticilerinin sömürgeci Batılı devletlere topraklarının idaresini bıraktıklarından sömürü ve istibdata karşı Müslümanların bir olup savaşmalarını düşünmekteydiler. MUSTAFA KAMİL PAŞA VE ÜMMETÇİLİK (VATANSEVERLİK)

Mustafa Kamil Paşa 1874 yılında Kahire’de dünyaya gelmiştir. Babası Askeri Mühendis Ali

Efendi’dir. İlköğrenimini Kahire’de tamamlayan Mustafa Kamil, 1891 yılında Medresetül Hukukiyye’yekayıt olmuş, daha sonra Paris Üniversitesi’nin Mısır’da açılan ‘Ecolo de Droit’a’ (Fransız Hukuk Fakültesi) kayıt olmuştur. Gündüzleri Mısır, geceleri Fransız okulunda Hukuk eğitimi alan Mustafa Kamil’inöğrencilik yıllarında vatanperverlik ve İngiliz karşıtlığı düşüncelerinin temellerinin atıldığı söylenebilir. Mısır Hidiv’i Abbas Hilmi Paşa ile İngiltere’nin Mısır yüksek komiseri Lord Cromer arasında Ocak 1893’de yaşanan gerginlikte, İngiltere karşıtı çıkan öğrenci olaylarında Mustafa Kamil en önlerde eylemlere katılmıştır. İngiliz yüksek komiser LordCromer’in kardeşiyle beraber yaptığı seyahatte münakaşa etmeleri ve bu münakaşayı “el Ehram” gazetesinde yayımlamış olması, Mısır’da büyük tartışmaların yaşanmasına sebep olmuştur. Bu tartışmaların çıkış nedeni,İngiltere’nin Mısır’dan çekilmeyeceğini LordCromer’in kardeşine dayandırılarak, Mustafa Kamil tarafından gazetede neşredilmesidir. Gazetede neşredilen bu yazı, Mustafa Kamil’in halk arasında İngiliz aleyhtarlılığını güçlendirdiği gibi, bu amaçla gizlice “Cemiyet’ül Vatan” adlı teşkilatın onun başkanlığında kurulması sürecini hızlandırmıştır.Mısır’ın uluslararası arenada İngiliz işgalinden kurtulması için destek bulmaya çalışan Mustafa Kamil, ulusal bazda yaşanan olaylara karşı vatan ve vatanseverlik fikirlerini halkla bütünleştirme gayesinde olmuştur. Vatan Cemiyeti’nin kurulmasıyla, İngiltere’nin bölgeden çıkartılması düşüncesini örgüt platformunda daha sistemli hale getiren Mustafa Kamil, 1895 yılında Paris ve Viyana’daki temasları ile sürdürdüğü çalışmalarını “İngiliz işgalinin tehlikeleri” adlı ilk Fransızca siyasi yazısıyla Mısır’ın sorunlarını Avrupa gündemine taşımıştır. Bu seyahatinde Fransız gazeteci Juliette Adam ile tanışarak, ona mücadelesini benimsetmiş, Adam aracılığı ile bazı Fransız aydınlarla da tanışma olanağı sağlamıştır. Pierre loti, Drumont, gibi aydınların İngiltere’ye karşı Mısır’ı desteklemelerini sağlamıştır. 1896 yılında İngiltere Başbakanına üç ayrı mektup yazarak İngiltere’nin Mısır’dan çekilmesi gereğini ve Mısır’ın bağımsızlığının sağlanması gerektiğini uzunca anlatmıştır. (ALTUNDAĞ,1979:714). 1896 yılında Osmanlı Devleti’nde meydana gelen Ermeni olaylarında, Ermenilere destek veren İngiltere’ye ağır eleştirilerde bulunan Mustafa Kamil, aynı yılın Ekim ayında

55


çok genç yaşta olmasına rağmen Sultan Abdülhamid huzuruna kabul etmiştir. Onun genç yaşta Sultan’ın huzuruna kabul edilmesi hayatında yeni bir sürecide başlatmıştır. Bu görüşmede, “Sultan Abdülhamid kendisine çeşitli nişan ve hediyeler vermek istemiş, fakat o önce üstlendiği”dava”ya zarar verebileceği endişesiyle bunları almak istememiş, sonra da arkadaşlarının tavsiyesiyle bunları kabul etmek zorunda kalmıştır.” (GÖRGÜN,2000:125). Kendisini “Mısri-Osmani” olarak tanımlayan Mustafa Kamil, Osmanlı’nın himayesinde geniş kitlelerin desteğini alarak Mısır’ın bağımsızlığına kavuşacağına inanmaktadır. “Ona göre Mısır’da yaşayan ve kendisini buraya ait olarak gören herkes (Türk, Çerkez, Firavun soyundan gelenler, Müslüman, Kıpti vb.) Mısırlıdır.” Bundan dolayı Mısır’ı sevmeli ve kurtuluşu için çalışmalıdır. (GÖRGÜN,2000:122). Bu dönemde bağımsızlık için bulunduğu girişimlerle ve Avrupa’da neşrettiği makalelerle Mısır’ın her tarafında tanınmaya başlayan Mustafa Kamil, siyasi duruşu ve vatan anlayışıyla farklı kesimlerin desteklerini almıştır. 1897 yılında Osmanlı-Yunan savaşında, Osmanlı yanlısı görüşlerini kaleme alması Avrupalı meslektaşları (gazeteciler) tarafından eleştirilmiştir. Kendisine, “bu harp dolayısıyla Osmanlı’nın Mısır’dan asker alması” husundaki sorulara; “mısırlıların tek bir vatanı olmasına rağmen bu hareketin tabii olduğu yönünde cevap vermiştir.”Paris’ten Mısır’a döndüğü Mayıs 1897 tarihinde, Osmanlı ordusunun Yunanistan’ı hezimete uğrattığını öğrenmesiyle, İstanbul’a çektiği kutlama telgrafında, Osmanlı’nın Yunanistan’dan çekilmesinin, İngilizlerin Mısır’dan çekilmesi şartına bağlanması gerektiğini teklif etmiştir. Yunanlılara karşı Osmanlı’nın bu zaferini savunması, onun Avrupa basınında ağır eleştiriler almasına sebep olmuştur. Bu eleştirilere aldırış etmeyenMustafa Kamil, Osmanlı’yı savunmanın milli bir vazife olduğunu Batılılara açıklamaktan korkmamıştır. ( ALTUNDAĞ,1979:715). Osmanlı-Yunan savaşından sonra, Mısır’daki milli birliğe önem vermeye çalışan Mustafa Kamil,Osmanlı’ya bağlılığını ve sadakatini açık bir şekilde ortaya koyduğu “el Mes’eletü’şŞarkıyye adlı meşhur eserini 1898 yılında yayımlamıştır. Bu eserde, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında bir mücadele olmadığını, Batılıların,Osmanlı’yı önce Avrupa dışına sayı//18// ocak 56

atmak, sonrada parçalayarak aralarında paylaşmak amacında olmasını Şark meselesi olarak tarif edilir.Mustafa Kamil’e göre, Avrupalılar dini, dünyevi arzuları için alet ederek, Osmanlı’ya karşı Hristiyanlığı bir silah olarak kullanmaktadırlar. Halifeliğin Araplara nakledilmesi düşüncesinin İngilizlerin bir planı olduğunu düşünen Mustafa Kamil’e göre, Osmanlı’nın dağılmasını sağlamak için İngilizler “Arap hilafeti” senaryosunu ortaya atmışlar veya attırmışlardır.Böylece Arapların Osmanlıya karşı ayaklanmalarınıkolaylaştıracaklardır. (GÖRGÜN,2000:126). Mustafa Kamil’in bu eserinde konu ettiği bu düşünceleri Osmanlı saray erka-nının dikkatini çekmiş ve onun faaliyetleri Padişah tarafından yakın¬dan takip edilmeye başlanmıştır. Mustafa Kamil yazılarında Batı karşıtı bir tema işlemiş gibi görünse de onun asıl hedefinde olan Batı ülkesinin İngiltere olduğu söylenebilir. Bunun en güzel örneğini 1899 yazında Avrupa seyahati sırasında bir Alman gazetesinde neşrettiği yazıda görülebilir. O, “İngiltere ve İslam ile “Almanya ve İslam” başlıklı yazılarında İngilizlerin İslam alemine düşmanca yaklaştıklarını,Almanlar’ın ise dostane bir tavır ortaya koyduklarını belirtmiştir. Böyle bir düşünceye varmasının ana sebebi Almanya’nın Osmanlı’nın müttefiki olmasıdır. Avrupa seyahatinden dönüşte İstanbul’a uğrayan Mustafa Kamil’e; “bey” unvanıyla birlikte ikinci rütbeden Mecîdî nişanı verilmiştir. (BUZPINAR, 2006: 309-310). II. Abbas Hilmi’nin İngiltere’yi ziyaret etmesi, Hidiv’iİngiltere’ye yakınlaştırmış, bu olay Mustafa Kamil ve arkadaşlarının ağır eleştirilerini sebep olmuştur. Bu dönemde Onların eleştirilerinin hedefinde Mısır’ı istila eden yabancılardan sonra, ikinci büyük hedefHidiv Abbas olmuştur. İçerde bu mücadele sürerken İstanbul’dan da mücadelesi desteklenen Mustafa Kamil’e Mart 1904’te paşa unvanı verilmiştir. Mustafa Kamil öğrenimini Fransa’da gördüğü için ve Avrupa’da ses getiren yazılarını Fransa’da kaleme aldığından Fransa ile İngiltere’yi yazılarında aynı pencereden bakmamaktaydı. Nisan 1904’te İngiltere ile Fransa’nın ittifak antlaşması imzalaması, Fransa yanlısı olumlu düşüncelerini değiştirip, Osmanlı - Almanya ittifakını destelemeye başlamıştır. 1904-1905 Rus-Japon savaşında Japonların zaferini bir milletin azim ve irade ile nasıl yükselebileceğine örnek kabul edip


bu ana fikir etrafında eş-Şemsü’1-müşrika adlı eserini 1904’de, Mısır meselesi hakkındaki siyasî mektuplarını bir araya getirip 1905’te “Egyptiens et Anglais” adıyla Paris’te yayımlamıştır. “El Liva” gazetesinden sonra Mısır’da ekinliği gün geçtikçe artan Mustafa Kamil, İngilizlere karşı mücadelesini askeri metodlar hariç, her alanda yapmıştır. 1906 yılının ilk yarısında tırmanan Akabe meselesinden kaynaklana Osmanlı-İngiliz gerginliğinin yaşandığı bir ortamda,Haziran 1906’da Tanta yakınında Danşüvay köyünde İngiliz askerleriyle köylüler arasında meydana gelen olaylarda, İngilizlerin güvercin avındaki masum köylüleri öldürmeleri ve haps etmelerine karşı,eşi görülmemiş bir diplomatik mücadele vermiştir.Bu olaylar yaşandığında Paris’te olan Mustafa Kamil, Londra’ya geçe¬rek Britanya hükümetinden LordCromer’i geri çekmesini ve Mısır yönetiminde yerlilere daha fazla imkan tanınmasını talep etmiştir. Bu olaydan sonra, Mustafa Kamil, yazıları ve konuşmalarıylaMısır’daki İngiliz karşıtı harekete ciddi bir ivme kazandırmıştır. Bu gelişmelerden kaygı duyan Hidiv Abbas, Ekim 1906’da Mustafa Kamil ile görüşe¬rek 1895’ten bu yana gizli bir teşkilat olarak çalışan “el-Cemiyyetülvatan’ın”meşru birsiyasi partiye dönüşmesine müsaade edeceğini bildirmesiyle, Mustafa Kamil liderliğinde Hizbü’l-vataninin kuruluşunun yolu açılmıştır. Mısır’da bu gelişmelerin yaşanması,İngiltere’yi Mısır politikalarında kısmi değişikliğe gitmeye zorlamıştır. Sertlik yanlısı Cromer 1907’de istifa etmiş,Danşüvay hadisesi sebe¬biyle hapsedilenler serbest bırakılmıştır. İngiltere’nin Mısır Politikasındaki bu değişimler Mus¬tafa Kamil’in konumunu daha da güçlendirmiş, Mart 1907’de el-Liva gazetesinin “theEgyptianStandard ve l’Etendardegyptien” adlarıyla İngilizce ve Fran-sızca nüshalarını yayımlamaya başlanmıştır. Aralık 1907’de Hizbü’l-vatanî resmen ku-rularak, ülkenin her tarafından gelen bin¬den fazla delegenin tamamının oylarıyla Mustafa Kamil hayat boyu başkanlığa seçilmiştir. Parti programında, ümmetçi bir anlayışı yürürlüğe konarken, Mısır ile Osmanlı arasındaki bağların güçlendirilmesini de ortaya konuluyordu. Ancak Mustafa Kamil bir süredir devam etmekte olan verem hastalığından 8 Muharrem

1326’da (II Şubat 1908) hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenaze merasimi görülmemiş bir kalabalığa sahne olmuş ve vefatının kırkıncı günü mezar ziyaretine 40-50.000 kişi katılarak İngilizlerce karşı adeta bir gövde gösterisi gerçekleştirilmiştir.(BUZPINAR, 2006: 309310). Sonuç olarak, Mısır’daki Arabi Paşa’dan sonra milliyetçi hareketin kurucusu olan Mustafa Kamil Paşa, ulus- devlet düşüncesine farklı bir yaklaşım getirmiştir. O yıllardaki Mısır ahalisi İngiltere’nin işgali hakkında iki görüşe ayrılmıştı. Birinci kısım İngiltere’nin işgalini meşru olarak kabul ederken, ikinci kısım ise, İngiltere’nin varlığının Allah’ın takdiri olarak görmekteydi. Mustafa Kamil Paşa ise, İslam’ın şanlı geçmişinin yaşandığı bu topraklarda Mısır’ın Osmanlı halifesi himayesinde büyük bir dirilişe kavuşacağına inandığından, vatanın kutsallığı söylemini geliştirmiş, “ümmetçilik” (Batılılara göre milliyetçilik) anlayışı ile İngilizlerin manda yönetimine son verilebileceğinin mücadelesini vermiştir.Hareketinin ilk yıllarında Hidiv etrafında birleşilmesi gerektiğini savunan Mustafa Kamil, sonraki dönemde Hidiv Abbas’ın İngiltere’ye yaklaşması görüş ayrılıkları da yaşanmıştır. Bu ayrılıklara rağmen Hidiv ile bağları koparıp, Mısır’daki ümmetçi hareketlerin İngiltere tarafından parçalanmasına olanak sağlamamıştır. Mustafa Kamil Paşa, çok genç yaşına rağmen zamanın en büyük devleti İngiltere’ye karşı böyle bir siyasi harekete girişmesi, onun Doğu ve Batı kültürünü çok iyi almış olmasından kaynaklandığı söylenebilir. Batı’da ortaya çıkan fikir ve modernleşme hareketlerini O, İslami temellere dayanarak Vatan’ın kutsallığı ve Hilafete bağlılığı çerçevesinde kendisinden önceki milliyetçilerden farklı bir bakış açısı koyarak İngiliz egemenliğinin son verilmesinin mücadelesini vermiştir. Mustafa Kamil Paşa’nın cenaze töreninde on binlerce insan olmasına rağmen, onun davasının, kendinden sonra gelenlerce yanlış yorumlanması, Mısır’da başlanan ümmetçilik hareketinin onun şahsıyla sona erdirilmiştir. Mustafa Kamil Paşa’dan sonra gelen Mustafa Ferit ve SaadZağlul, onun bıraktığı bayrağı dalgalandıramamış, SaadZağlul Arap ırkını öne çıkaran bir milliyetçilik hareketini benimsemiştir. Bu hareketin İttihat-Terakki’nin “Türkçülük” hareketinden etkilenildiği söylenebilir. 57


COĞRAFYA KADERDİR Günün her saatinde başka bir kıyafete bürünürler. Ve siz onları her zaman başka bir örtünün arkasından görürsünüz. Zira yüreğinizle bakmakta ve yüreğinizden geçenleri anladığını düşünmektesinizdir o şehrin… O şehir; ancak böyle bakmasını öğrendiğinizde sizin şehrinizdir ve sahip çıkmanızda bu sevginin gölgesinde olacağından; onu incitmeyi, onu aykırı şekilde büyütmeyi, onun kimliğine, kişiliğine zarar vermeyi aklınızdan bile geçirmezsiniz İsmail BİNGÖL

sayı//18// ocak 58

şıkların, vuslata eremeden ecele boyun büken sevdalıların, gazilerin, şehitlerin, erenlerin nefesleri vurmuş, gölgeleri doluşmuştur benim yaşadığım coğrafyanın dağlarına... Bu yüzdendir ki, duman eksilmez başlarından… Bu yüzdendir ki; erken bulutlanır tepeleri, sis çöker, kar erken düşer göğe ser veren doruklarına. Ve yine bu yüzdendir ki; erken sararır yeşiller, erken solar çiçekler, hüzün erken iner ovalarına… Bu yüzdendir ki, beli bükük, bağrı yanık bir âşık gibi bakar durur dağlar sevdalılarına… Bu şehirlerden bazıları daha da öteye geçip “rüyâ şehir” oluverirler. Günün her saatinde başka bir kıyafete bürünürler. Ve siz onları her zaman başka bir örtünün arkasından görürsünüz. Zira yüreğinizle bakmakta ve yüreğinizden geçenleri anladığını düşünmektesinizdir o şehrin… O şehir; ancak böyle bakmasını öğrendiğinizde sizin şehrinizdir ve sahip çıkmanızda bu sevginin gölgesinde olacağından; onu incitmeyi, onu aykırı şekilde büyütmeyi, onun kimliğine, kişiliğine zarar vermeyi aklınızdan bile geçirmezsiniz. İşte bu şehirlerden biri de; yüzyıllardır tarihin koynunda nice olaylara sahne olup, nice milletlerin egemenliğinde kalarak, nihayetinde büyük mücadeleler sonrası bizim olan Sivas’tır. Yüzyıllar boyunca değişik medeniyetlere beşiklik eden, çeşitli kültürleri bağrında yoğurarak mimarisiyle, sanatıyla, mekânı ve insan unsuruyla bir çok kitaba, şiire konu olan bu şehri günümüzde de değerli hale getiren kişiler elbetteki var ve onlardan biri de; yazar, akademisyen, avukat Halûk Çağdaş’tır. Sivas’ta ”Şehir Kültürünün Bilgesi” olarak anılan ve 17 Mayıs 2014 tarihinde İl Kültür ve Turizm Müdürlüğünce adına program da düzenlenen Halûk Çağdaş’ın, kendisiyle ilgili anlatılanlara birazcık göz atıp, azıcık tanıdığınızda, günümüz şehirlerini ayakta tutan ender insanlara misal teşkil edebilecek biri olduğunun hemen farkına varırsınız. Onunla aynı şehri ve dostluğu paylaşan; sesini, soluğunu, bilgisini ve becerisini yaşadığı yerin daha da güzelleşmesi, önem ve değer kazanması için harcayan eğitimci-yazar Mehmet Şarkışla; Sivas’ta yayınlanan Hürdoğan Gazetesi’nin 23.03.2013 tarihli baskısında, Halûk Çağdaş’ın geniş sayılabilecek bir zaman aralığında ve muhtelif dergilerde çıkan yazılarını topladığı “Şehir İklimi” adlı kitabını ve yazarını anlattığı cümlelerinin bir bölümünde şunları dile getiriyor:


“Halûk Hoca’nın arşivindeki “geçmiş zaman” fotoğrafları, şehrin bir asırdan uzun bir zamana dayanan değişimine ışık tutan yazılarının ilham kaynağıdır. Sivas’ın son asırda süratle değişen kültürünü ve sosyolojik panosunu siyah beyaz fotoğraf karelerinde sabitleyen pek çok kartpostal koleksiyoncusu mutlaka vardır. Nitekim Sivas kültür hayatına not düşen dergilerin hemen her sayısında ilk defa gün ışığına çıkan pek çok fotoğrafa rastlamaktayız. Fakat bir şehrin sosyal ve kültürel serencamını fotoğraflardan okumak asıl takdire şayan maharettir ki, “Şehir İklimi” kitabını farklı ve üstün kılan hususiyet, kültür fotoğrafı kritiği denilebilecek, yazarın değerlendirmelerinin esere vurduğu işte bu mühürdür. Kitabın en kıymetli yazılarından biri “Türkülerden Bir Vatan ve Muzaffer Sarısözen” başlığını taşıyor. Merhum Sarısözen’i aile efradı dışında sanırım en iyi anlayan ve anlatan kişi, yazının bizde husule getirdiği kanaatle Halûk Çağdaş’tır. Merhum Sarısözen’in oğlu Memil Bey’le hukuk tahsili sırasındaki arkadaşlıklarının bu alaka ve muhabbette tesiri var mıdır, bilmiyorum. Yazıdan ve fotoğraflardan öğreniyoruz ki, Halûk Hoca’mız Memil Bey’in annesi merhum ses sanatkârı Neriman Altındağ Tüfekçi ve eşi merhum saz sanatkârı ve musiki üstadı Nida Tüfekçi ile görüşüp tanışmış; Nida Tüfekçi’nin hocası, Neriman Hanım’ın hem hocası hem eski kocası Sarısözen’i bu en yakınındaki insanlardan dinleme imkânı bulmuştur. Halûk Hoca’mızın bu bilgilerini okuyucularıyla paylaşması ayrıca tarihe not düşmektir. “Saray’ın Önü”, “Geçmişi Yaşatan Bir Tarihi Bina Sivas İdadisi”, “Anılarda Yaşayan Taş Mektep Eski Selçuk Ortaokulu”, “Alirıza Eczahanesi”, “Şehir ve Degüstasyon”, “Faytoncular Meyhanesi”, “Bezirci’de Bir Konak”, “Asri Perükâr Salonu” şehrin mekânlarına dair ince teferruatlı malumatlar ihtiva eden enfes yazılar. Hakeza fotoğraflar, “kör kazma” ile yerle bir edilmeden evvel şehrin sahip olduğu güzellikleri resmediyor. (…)“Fotoğraf Tarihine Kısa Bir bakış ve Sivas’ta Fotoğrafçılık”, “Eski Halkevinde Tiyatro (1933-1951)”, “Bir Kebap Olmuş Amma”, şehir kültür, sanat ve sosyal hayatının geçen asırdaki serencamından bahseden güzel, hoş yazılar. Halûk Çağdaş, ailesinin tek çocuğu olarak fevkalade imkâna sahip bulunmasına rağmen kendi ifadesiyle nakl-i hane etmemiş, Sivas’ta kazandığı bütün maddi ve manevi

kesb ü kârını cömertçe yine Sivas’ta sarf etmiştir. Delili hem bu eser, hem de yüksek tahsil senelerinden bu tarafa şehirde meccanen iştirak ettiği kültür, sanat faaliyetleridir. Halûk Hoca’mız, hakiki bir şehir entelektüeli olarak dikkatli bir gözlem ve araştırma sonucunda elde ettiği bilgisini “Şehir İklimi” adlı kitabında meraklısına sunmakla gayet büyük bir hizmeti yerine getirmiştir. Hem kendisinin hem benzer çalışması olan kalem erbabının neşredecekleri kitaplar için kütüphanelerimizin raflarında çok has ve mutena köşeler tahsis edilmiştir. İnşallah yenilerini bekliyoruz.” Değerli eğitimci-yazar Mehmet Şarkışla’nın, Haluk Çağdaş’ın yayınladığı “Şehir İklimi” adlı kitabı tanıtırken ettiği sözlerin bir bölümünde söyledikleri, aslında bu tür insanların şehir ve şehirli kavramlarının içini ne kadar iyi ve güzel bir şekilde doldurduğuna da ayrıca dikkat çekmektedir. Sayıları giderek azalan ve şehrin yaşayan hafızaları olarak addedilen bu kişilerin anlattıklarına ve yazdıklarına kulak vermek, şehirlerimizin geleceğini kurtarmak açısından çok önemlidir. Bu ise; hayatın büyük bir kısmının geçtiği şehirlerin, kendine yakıştırılan vasıfları korumasına sebep olacaktır. Şehre dair konuya; Dünya edebiyatının önemli isimlerinden Lübnanlı yazar Halil Cibran’ın “Ermiş” adlı kitabından “bir şehre bağlılık anlamındaki”cümleleriyle devam edelim: “Kederlenmeden ve huzur içinde nasıl gideceğim? Hayır, ruhum yaralanmadan ayrılamayacağım bu şehirden…Uzundu surları arasında geçirdiğim acı günler ve uzundu yapayalnız geceler… Ve kim içi sızlamadan yola koyulabilir, bırakıp acısını ve yalnızlığını? Ruhumdan pek çok parça bıraktım bu sokaklarda ve hayli fazladır özlemimin bu tepeler arasında çırılçıplak gezinen çocukları ve hiçbir sorumluluk ve sızı hissetmeden vazgeçemem onlardan… Bugün sırtımdan çıkarıp attığım, bir elbise değil, kendi ellerimle yırttığım tendir. Ardımda bıraktığım, bir düşünce değil, açlık ve susuzlukla tatlanmış bir kalptir.” (…)“Ama daha fazla kalamam. Herşeyi kendisine çağıran deniz çağırıyor beni ve gemiye binip gitmeliyim. Çünkü kalmak, saatler gecenin içinde yanıp tükendiği halde, donmak ve kristalleşmek ve bir kalıbın içinde hapsolmaktır. Keşke buradaki herşeyi yanıma alabilsem. Ama nasıl alırım? (…) Hazırım gitmeye ve arzum; 59


yelkenlerini fora etmiş rüzgârı bekliyor. Bu durgun havada son bir nefes daha alacağım, son bir kez daha bakacağım ardıma sevgiyle…” Yazarın, uzun seneler boyunca yaşadığı şehirden ayrılışını ve bu arada içini saran hüznü, ayrılığın kalpte bıraktığı izi hikâye edinen satırlar, bulundukları mekânlara derinden bağlanmış insanların ruh durumuna da işaret etmektedir. Zamanın insanı hangi sebeple nereye savuracağı, götürüp nereye bırakacağı kestirilemez. Ömrümüzün tamamını aynı şehirde geçirmeyi ve oranın topraklarına gömülmeyi yürekten istesek de, elimizde olmayan bir sebep bizi alıp başka yerlere, belkide hiç istemediğimiz coğrafyalara sürükleyebilir, birlikte olmayı çokta istemeyeceğimiz insanların hayatına katabilir. Ve böylece, tıpkı az önce dinlediğiniz Halil Cibran’a ait satırlarda olduğu gibi, içimiz kan ağlayarak, gözümüzden yaşlar dökerek, bir anda çeker gideriz başka yerlere… Çünkü, 1332 yılında Tunus’ta dünyaya gelip ve 1406 yılında Kahire’de vefat eden, sosyolojiye dair yazdıklarıyla kendi devrinde olduğu gibi sonraki asırlarda da adeta bir çığır açan Müslüman âlim İbni Haldun’un söyleyişiyle: “Coğrafya kaderdir” ve kimsenin de bu kaderi değiştirmeye gücü yetmez. Ve şehirler de bizim kaderimizdir. Hayata hangi şehirde başlayıp, ölümü hangi şehirde karşılayacağımızı bilemeyiz. Bundan dolayıdır ki; toprağına bastığımız, mekânını kullandığımız, çarşılarında gezip, evlerinde oturduğumuz, dostlarımızla hayatı paylaştığımız her şehri, kendi şehrimiz belleyip, ona sahip çıkmalı, koruyup kollamalı, aldığımızdan daha iyi bir şekilde geleceğe; yani evlatlarımıza devretmeliyiz. Bu görevi gerektiği gibi yapmamak, hem o şehre ve hem de o şehri kıyamete kadar kullanacak olanlara karşı sorumsuzluktur, haksızlıktır ve hatta hıyanettir. Şehirlerin hayal dünyamızdaki görüntülerinden yola çıkarsak, konu hakkında kafa yormuş çoğu kişinin kendince kurduğu; köşesine bucağına kendi zevkine, estetik anlayışına göre serpiştirdiği caddeler, mahalleler, sokaklar ve bunları birbirinden ayıran tanıtım levhalarıyla süslediği mekânlar mutlaka vardır. Ne var ki; “herkesin kendince” oluşturduğu bu şehir kurgusunun içerisinde olmaması gereken bir yerleştirme vardır ki; o da dağılmışlık, dökülmüşlük, oturmamışlık ve yakışmayan isimlendirmelerdir. Şehirlerimizin çoğunda bu alt-üst oluşa, bu kirli görüntülere ve mantıklı bir alt yapısı olmayan bu isimlendirmelere sıklıkla rastlamak mümkündür. Hâlbuki sayı//18// ocak 60

bu işi yaparken, konunun uzmanlarına, şehir tarihçilerine, o şehrin kültürüne hâkim kişilere danışmak ve o doğrultuda işlem yapmak gerekmez mi? Eğer bu yapılabilse ve şehrin yönetiminde böylesi bir ortak akıldan istifade edilse; şehirlerimizdeki rahatsız edici birçok görüntünün ortadan kalkacağı ve güzellik adına, estetik adına yakışır ortamların gündeme geleceği bir gerçektir. Satırlarımıza bu doğrultuda devam ederken, biraz da az önce sözünü ettiğimiz isimlendirme konusuna, yani şehirlerdeki parklara, kavşaklara, caddelere, spor salonlarına ve diğer bazı yerlere isim verirken dikkate alınan noktaların ne olduğundan ve bunun sonucunda ortaya çıkan tablonun detayından sözedelim: Bir yazarın cümleleriyle; “Her gün en az iki kere yürüyerek karşıya geçtiğimiz üstgeçidin adı “Mehmet Akif Ersoy Üst Geçidi” idi. Nasıl olmuş da bu üst geçidin isim babasının aklına bu ad gelmiş, bu ilişkiyi kurabilmişti?” Yazarın ifade ettiği gibi, İstiklal Marşımızın şairiyle, bu üst geçit arasında ne gibi bir bağ oluşturulmuştu ki, buraya onun ismi verilmişti? Tabii ki üst geçitte şehir için önemli unsurdur, ancak kendisini milletine adayan ve vatan toprağı ile ilgili olarak “Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı!” diyen şair bir kültür adamıdır ve isminin en çok yakışacağı kurumlar da, kültürümüze hizmet eden kurumlardır. Yazar sözlerinin devamında yine bu konuya değinerek şunları yazıyordu: “Bu gözlemden birkaç sonuç çıkarmadan, yine benzer bir örnek verecek olursak: Bir başka ilimizin yerel yöneticileri bir buz pateni salonuna, ülkemizin tanınmış kütüphaneci ve yazarlarından birini adını vermişlerdi. Burada da nasıl olmuştu da, bu kişinin adı bir buz pateni salonunun cephesine asılmıştı. Nitekim yakınları onun bir kültür adamı olduğunu belirterek buna tepki göstermişlerdi ve bu yanlıştan geri dönülmüştü. Bu değerlendirmeye karşı, “Niçin? Batı ülkelerinde de böyle bir uygulama yok mu?” denebilir. Fakat biliyoruz ki, sözgelimi Paris’te, bir sanatçının, diyelim bir ressamın, ‘Braque’nin adı, bir mekâna uygun bulunurken, seçilen yer bir bovvling salonu değildir. (…) Artık önümüzde duran manzara, kültürü görmezlikten gelen, tanımayan, hiçbir kimlik taşımayan ve aramayan, şehirlilerin ortak iyiliklerine yönelmeden yalnızca özel çıkarların güdümünde “barbarca” talan edilen,


artık “şehir” olarak bile adlandırılmayacak bir duruma düşen yerleşim yerleridir. Eğer bir toplumun şehrini, şehirciliğini seçerken kendisini, hayat biçimini, varoluş biçimini de seçtiği doğruysa, şehirlerimizin çoğunun övünülebilecek bir hayat biçimini taşımadıklarını da itiraf edebiliriz.” Şehir, şehircilik ve şehirli açısından çok önemli ayrıntılara vurgu yapan bu cümlelerden sonra sonuç; işte böyle sırt sırta binalar, birbirine sokulmuş pencereler, ışık girmeyen odalar ve oyun alanı olarak caddelere mahkûm edilmiş çocuklar... Ve cevabı ağır bir soru: Bu görev sahipleri şehirleri ne hale getirdiklerinin farkındalar mı ve bunun hesabını en azından kendi vicdanlarına verebiliyorlar mı? Şehirlerimizin çoğunun kaderi hiçte iç acıcı olmayan bu yolda ilerlerken, böyle giderse onların gelecekte alacakları şekillerinin şimdikinden çok daha kötü, çok daha ümitsiz ve çok daha karmaşa ve kaos içereceğini düşünen ve bunu kendine dert edinen insanlar da yok değil. Ve bu insanlarla ilgili olarak Ordinaryüs Prof.Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun dediği gibi: “Şehirler maddeleri ile değil, maneviyatlarını temsil eden sanatkârları ile bir mana ifade ederler.” İşte onlar; sanatın, edebiyatın ve kültürün potasında eritilerek geçirilen günlerin sahipleri, bu endişelerini, bu huzursuzluklarını; yazılarının, şiirlerinin konusu yapmışlar ve ortaya bu durumu anlatan birçok bir ürün koymuşlardır. İşte şair Yaşar Bayar’ın “Kent Mahşeri” şiiri de bunlardan biridir ve bu endişenin, bu kaygının ürünüdür: Beton gurbetinde yalancı bahar/ Gün ortasında gökler kül-beyaz Kalmamış berrâklık ufkun koynunda /Ne düş çağıltısı, ne de bir niyâz Kuşlar çatılardan ne kadar uzak / Mavi lekelerden ses vermez şafak Ay düşer, su yanar, savrulur zambak /Eriyen zamana kimse dayanmaz İnsanlar izmarit, kent artık küllük / Çağın yangını mı sırlar mı büyük Secde de hafifler sadece bu yük / Güneşin damarı yoksa kabarmaz Yine akşam oldu ve şiir geceyi kuşattı. Ve şehirler için ağladı şair… Gittikçe kararan ve kaotik bir yapıya dönüşen şehirler için gözyaşı

döktü. Şiirin ilham kaynaklarından olan şehirler; hayatları harflerin elinde geçenlerin gözünde; izini, tozunu, kokusunu, “nevi şahsına münhasırlığını” kaybetmekteler. Oysa şehir sürdükçe şairin yüzüne kanadını, mazinin yaprakları bir bir açılır, hatıralar şeridinden nice mısralar dökülür defterine… Zira şehir; sokağı, caddesi, meydanı, çarşısı, camii ve o cami etrafında dönüp duran hareketliliği, dinginliği, diğer mekânlarıyla her zaman malzemesidir kelimelerin büyüsüne kapılmış olanların… Doğduğu, yaşadığı, hayatla ilgili düşüncelerini, görüşlerini temellendirdiği şehir, kalplerde de olsa varlığını sürdürecek, ona dair yazılmış ve söylenmiş olanlar sayfaları doldurmaya devam edecektir. Kişi; an gelir yalnızlığını paylaşır onunla… An gelir; gecenin karanlığında kendine sohbet arkadaşı eder onu, mısralarla, cümlelerle, çektiklerini, yaşadıklarını, hissettiklerini, en koyu ıstırabını, sevincini anlatır ona… An gelir; seyrine meftun olduğu dağına, ovasına türkülerle seslenir, rahmet okur bu toprakları bırakanlara, Fatihalar gönderir. Şehir böyle bir şeydir; şairin, yazarın, anlamasını, sevmesini, korumasını bilenlerin nazarında… Ne var ki bugün; çözümsüzlüğe doğru giden, gürültüsü patırtısı her gün artan, tepeden bakınca insanın ruhunu bunaltan bir dağınıklığın ve karışıklığın esiri olmuş, damlarına kuşların konmadığı, samimiyetin nişangâhı halinde yükselen evlerin toprağa dönüştüğü şehirlerde insanlar, durmadan yer değiştiriyorlar. Zamanı ve mekânı şaşkınlığa uğratırcasına oradan oraya koşturup duruyorlar. Bu tavırlarıyla daha güzel evlerde oturarak bazı duygularını tatmin etmeye çalışmak isteseler de, aslında hep bir şeyleri arıyorlar. Kendilerinin yarattığı hapishanelerde, hep daha büyüğünü yapmanın ihtirasıyla yanıp kavruluyorlar. Bir mekânda yerleşik olmanın; komşuluk, arkadaşlık, dostluk gibi sağlam bağlarla birbirine bağlayamadığı insanlar; dağılmanın ve savrulmanın şokuyla böyle davranarak, olanı biteni görmezden gelmeye, yaşamaya çalışıyorlar. Ama eksik olan bir şey, hem de çok önemli bir şey var ki; o da mutlu olamadıkları, mutlu olamadığımızdır. YARARLANILAN KAYNAKLAR:

1. Emir Kalkan, Hoşçakal Şehir, Ötüken Yayınları, İst.2005 2. Cogito, Yaz, 96 3. Yaşar Bayar, Aşkın Zimmet Vakti

61


KAZAKİSTAN VE

AHMET YESEVÎ Kazakistan’da bilerek ve isteyerek ağaç sökümü yasakmış. Bir inşaat alanında eğer ağaç varsa, bunu köküyle birlikte bir başka yere taşıyıp dikmek gerekiyormuş; eğer taşıma imkânı yoksa sökülen ağaç yerine 10 ağaç dikmek mecburiyetindeymiş.

Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

*T.C. Atatürk Üniversitesi

sayı//18// ocak 62

hmet Yesevî, Türk kültüründe sevilen, bilinen ve tanınan önemli bir şahsiyettir. Üniversite’deki Türk Kültür Tarihi ve Türk Düşünce Tarihi derslerimde yıllardır anlattığım bu mühim şahsiyetin benim düşünce dünyam üzerinde de tesiri olduğunu bilmeme rağmen, türbesinin, Sovyetler Birliği sınırları içerisinde bulunması, gidip de görmemize imkân tanımıyordu. SSCB dağıldıktan sonra bağımsızlıklarını kazanan Türk illerinde yaşanan iç karışıklıklar ve güvenli bir ortamın bulunmayışı da yine bu isteğimizi yerine getirmemize mani olmuştu. KAZAKİSTAN’A YOLCULUK

Sekiz arkadaşımızla birlikte uzun bir yolculuk sonrasında Kazakistan’ın Almatı şehrine ulaştık. Anavatanımızdan Atayurt’a gitmenin heyecanını hepimiz hissediyorduk. Zamanı iyi kullanmak için havalimanından rehberimizle birlikte önce teleferikle bir dağ gezisi yapmak üzere Aladağ’a doğru yola çıktık. Çok geniş yollardan geçerek bu kayak merkezine doğru giderken, rehberimizden Kazakistan’ın bağımsızlık yolunda ödediği bedelleri dinliyoruz. Kazakistan’ın nüfusu, 1924 yılında 6 milyonmuş. Rus hakimiyetine girdikten ve özellikle Stalin döneminde gördükleri zulümden dolayı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra nüfus 1.5 milyona kadar düşmüş. 1973’e kadar nüfusta bir toparlanma olmuş ve yine 6 milyon olmuşsa da bu yıldan itibaren Sovyet yöneticileri, Kazak Türkleri üzerindeki baskıları yeniden artırmışlar. Sovyet yönetimi, alabildiğine geniş olan Kazakistan bozkırlarında Kazak Türklerinin yoğun olduğu bölgelerde nükleer denemeler, füze denemeleri yaparak Türk nüfusu yok etmenin yıllarını aramışlar. 1986 yılına kadar Kazakistan’da yöneticilik yapan Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin 1. Sekreteri Kazak Türklerinden Dinmuhammed Kunayev ölünce, açıklık ve yumuşama taraftarı SSCB Genel Sekreteri Gorbaçov’un, onun yerine yine bir Kazak Türk’ü getireceği umulmuş, fakat Moskova, bu beklentiye karşılık bir Rus göndermiş. Kazaklar bunu kabul etmemiş ve Kazakistan Devlet Üniversitesi’nde ve Respublika Meydanı’nda, ‘Kazakistan’ı ancak Kazakistanlı birinin yönetebileceğini’ ifade ettikleri bir direniş başlatmışlar. Yönetim bu talebi dinlemek yerine Almatı’ya Moskova’dan ve Bişkek’ten takviye birlikler göndermiş, 70 bin askerle göstericiler arasında 17-18 Aralık günlerinde


çıkan çatışmalarda çok sayıda Kazak genç öldürülmüş. Eksi 20 derece soğukta bu gençlerin üzerine soğuk su sıkılmak suretiyle donarak ölmeleri istenmiş ve bir kısım genç böyle ölmüş, genç kızlardan ölmeyenler ise aşırı soğuk almaktan dolayı bir daha çocuk sahibi olamamışlar. Tarihe ‘Aralık Olayları’ adıyla geçen bu hadiseden sonra Kazaklar, bağımsızlık ateşiyle yanıp tutuşmuşlar ve nihayet bu olaylardan tam 5 yıl sonra 16 Aralık 1991 yılında istiklallerini kazanmışlar. Geniş Kazakistan topraklarında yaşayan nüfusun, bizim gittiğimiz yıl 11 milyona ulaşmış olduğunu da rehberimizden öğreniyoruz. Şimbulak Rehberimizden bunları dinleyerek Şimbulak’a ulaştık. Burası Kazakistan’ın en iyi pistlerinin bulunduğu bir kayak merkeziymiş. Teleferik, gondol ve telesiyejlerin bulunduğu bu tesis, Almatı’ya 25 km mesafede ve dağın adı Aladağ. Bu ad, Bursa’daki Uludağı, görüntüsü ise Erzurum’daki Palandöken dağlarını hatırlattı. Hele bir de bu dağın Tanrı dağlarının uzantısı olduğunu öğrenince Aladağ’a kanım iyice ısındı. Tesislerin bulunduğu yere Köktepe mevkii deniliyormuş. Burada MDEU denilen yerden biletlerimizi alıp gondollara bindik. Gondolla çıkarken yüzümüz dağa doğru olduğu için o yönde olup bitenleri görebiliyoruz. Her geçtiğimiz mevkide, aşağıdaki manzaranın güzelliğine ve ilginç görüntülere hayretler içinde bakıyoruz. Bahar mevsiminin bütün güzelliklerini görerek ilerliyoruz. Aşağıda dereler, çağıldayarak akıyor; yer yer kar birikintileri görünüyor; bir sıcak su ılıcası görüyoruz, üzeri açık ve insanların burada çimdiklerine yukarıdan tanık oluyoruz. Nihayet durak noktasında gondoldan inip etrafta gezinip fotoğraflar çekiyoruz. Manzara hakikaten çok güzeldi. Dönüş yolunda ise yüzüm şehre, sırtım dağa doğru olduğu için o yöndeki güzelliklere tanık oluyorum. Dağın önemli mevkilerinde ahşap villalar yapılmış ve bunlar, turistlere veya zengin Kazaklara kiralanıyormuş. Birkaç yıl evvel Aladağ’da çok ciddi bir hortum meydana gelmiş ve adeta dağın siması değişmiş. Devrilen çam ağaçları öylece kalmışlar ve çürümeye terk edilmişler. Belki de her seferinde görüp bu olay hatırlansın diye. Kazakistan’da bilerek ve isteyerek ağaç sökümü yasakmış. Bir inşaat alanında eğer ağaç varsa, bunu köküyle birlikte bir başka yere taşıyıp dikmek gerekiyormuş; eğer taşıma imkânı yoksa sökülen ağaç yerine 10 ağaç dikmek

mecburiyetindeymiş. Dönüş istikametinde MDEU’ya az bir mesafe kala aşağıda devasa bir pist görüyoruz. Rehberimiz bunun dünyanın en büyük açık hava buz hokeyi salonu olduğunu belirtiyor. Almatı’da Cuma Namazı ve Kazak Gelenekleri Göktepe camii . Cami üç katlı inşa edilmiş ve Orta Asya mimarisinin özelliklerini taşıyor. Camidekilerin yüzde 80’inden fazlasının gençlerden oluştuğunu ve bunlar arasında hatırı sayılır derecede genç kız ve kadınların da bulunduğunu müşahede ettik. Böylece Kazakistan’da Cuma hutbesi dinlemiş olduk. Kazakistan yemeklerinden yemek üzere bir lokantaya gidiyoruz. Lokanta sahibinin Türk ve hatta Erzurumlu olduğunu öğreniyoruz. Kazakistan’da sofraya oturuşun belli bir sırası varmış, buna tör deniliyor, sofranın en başında oturana da törbaşı adı veriliyormuş. Lokanta sahibi Erzurumlu ama yemekler Kazak yemeği. Sofraya et yemeği geldi ve bunlardan birinin adı beşparmak idi. Başka etler de vardı. Kazakistan’da at etinin önemli bir gıda olduğunu duymuş olduğumuzdan bu etler arasında da at eti olabileceğini düşünmüştük; nitekim yemek sonrasında yediğimiz sucuğun at etinden yapılmış olduğunu öğrendik. Almatı’da Caddelerin çok geniş olması ilk dikkatimizi çeken husus oluyor. Trafik kurallarına azami ölçüde riayet edildiği, yaya geçidinde ışık olmasa bile yayanın üstünlüğü bulunduğunu ve yaya adımını atar atmaz araçların durduğunu bizzat gözlemliyoruz. Evlerin çoğunlukla bahçeli ve tek katlı oluşları dikkat çekiyor. Şehir çok geniş bir alana yayılmış, evler iç içe değil. Dikkatli bakınca 63


bir ayrıntı gözümüzden kaçmıyor ve sorunca rehberimizden cevabını alıyoruz. Evlerin kapılarının caddeye doğru değil de arka tarafa ve özellikle de arkada bulunan bahçeye açıldığını, böylece evin çocuklarının herhangi bir trafik kazasına karşı koruma altına alındığını öğreniyoruz. Kadınların sosyal hayatta aktif bir rolleri bulunduğunu, taksicilik yapan, caddeleri süpüren, oto yıkayıcılarda çalışan kadınları görünce anlıyoruz. Erkek, erken evlenip de ailenin tek çocuğu varsa, çocuğunu büyütmek daha önemli düşüncesiyle baba, askerlik vazifesine çağrılmıyormuş. Anne ve babası hasta olan genç de onlara bakmak daha önemli denilerek askerlik yaptırılmıyor ve ‘senin askerliğin, onlara bakmaktır!’ deniliyormuş. Kazakistan’da 7 rakamı önemliymiş. Milletlerarası kodu da yedi olan Kazakistan’da herkes yedi göbek atalarını sayabilecek kadar tanıyorlarmış. Evliliklerde de yedi göbek akrabadan biriyle evlenmemeye dikkat ediliyormuş. Bu durum aklıma bizim kültürümüzdeki üç, yedi ve kırk rakamlarına atfedilen kutsallığı getiriyor. Evliliklerde başlık parası yokmuş ama doğum sonrasında süt hakkı olarak doğan ilk çocuk dede ve nineye veriliyormuş. Almatı’yı gezmeye devam ederken yolumuz üzerindeki Nazarbayev tarafından yaptırılmış olan Merkezi Mescid’i ziyaret ettikten sonra buranın yakınında bulunan Panfilov parkına geçtik. Parkta, 2. Dünya Savaşı’nda ölenlerin anısına sönmeden yanan ateş ve ölenlerin sayı//18// ocak 64

temsili heykellerini görüyoruz. Büyük ve bakımlı bu parktan sonra da sadece yayalara açık olan İpek Yolu caddesindeki dükkânları geziyoruz. Talas’a Doğru Ertesi sabah Ahmet Yesevî türbesine gitmek üzere yola koyulduk. Kazakistan’da, büyük Türk filozofu Fârâbî’nin oldukça önemsendiğini, geçtiğimiz caddeye adının verilmesinden ve Kazakistan parası ‘Tenge’nin üzerindeki Fârâbî resimlerinden anlıyoruz. Bu cadde üzerindeki binaların çatılarına baktığımızda, bina sahiplerinin kimler olduğu anlaşılıyor. Türk Kazaklarının yaptıkları veya oturdukları binaların çatılarının, eski Türk çadır sisteminin modern mimariye aktarılmış hali olduğunu, Rus Kazakların binalarına kilise biçimi verdiklerini, Korelilerin ise Kore kulesi motiflerini binalarına yansıttıklarını görüyoruz. Şehirden çıkıp Talas ve Türkistan’a doğru yol almaya başlıyoruz. Önümüzde oldukça uzun bir yol bulunduğunu minibüsün Ahıskalı şoföründen öğreniyoruz. Bu uzun yolculukta uçsuz bucaksız ovalardaki gelincik tarlalarının arasından geçmek en güzel anlar olarak karşımıza çıkıyor. Bazen minibüsten inip bu gelincik tarlaları arasında fotoğraf çekiliyor ve yeşilliklerin kokusunu ciğerlerimize çekiyoruz. Bu sınırsız ovalarda üretilen buğdayın, Kazakistan’ı Dünya’nın tahıl ambarı haline getirdiğini öğreniyoruz. Ara sıra yolumuz bir köyün yanından veya uzağından geçiyor. Yakınından geçtiğimiz köylerde evler ve sokaklar, şehirler gibi belli bir plan dâhilinde yapılmış. Tek katlı ve bahçeli evlerin hepsi, taş veya betonarme. Evlerin önündeki borulardan her evde doğal gaz olduğunu anlıyoruz ama evlerin ve sokakların yapımındaki özen ve düzenlilik, maalesef bu boruların döşenmesinde gösterilmemiş. Bir köyün yakınında bulunan bir Kazak çadırının önünde durup içine giriyoruz. Oldukça tantanalı olan bu çadır, adeta bir ev gibi korunaklı ve oldukça itinalı bir şekilde döşenmiş. Bazen uzaktan bir köy olduğunu sandığımız görüntünün yakınına geldiğimizde buranın canlılara ait değil de ölülerin medfun bulunduğu bir mezarlık olduğunu, dolayısıyla da Kazakların mezarlara çok değer verdiklerini ve mezarlarını sanki ev gibi yaptıklarını görüyoruz. Mezar taşlarının üzerinde, ölen kişinin resminin kazılı olduğunu, ölen kişi hakkında güzel şeyler yazıldığını, bu mezarlıklardan bazılarının yanında durup


gezdiğimizde anlıyoruz. Bu Müslüman-Türk mezarlıkları, eski Türk kurganlarını andıran biçimde ve çatıları da yine çadır biçimli olan fevkalade özenle yapılmış mezarlar. Kazakistan’da biri öldüğü zaman ölü evinde her gün yemek veriliyormuş; bu nedenle başsağlığına gelenler, ölü evine maddi yardımda bulunuyormuş. Gerek mezarların ihtişamı, gerekse ölüm zamanında yapılan masrafların ölü sahibini çökerttiği anlaşılıyor. Duruma böyle bakıldığında Kazakistan’da ölmenin oldukça zor bir iş olduğunu tahmin ediyoruz. Kazakistan’da ölü evine maddi yardım yapılması âdeti, Erzurum’da üç gün boyunca ölü evine yemek götürülmesi, ihtiyaç sahibi olan cenaze evlerine çay, şeker, mutfak malzemesi götürülmesi gibi adetlerimizle benzerlik gösteriyor. Bu uzun yolda maalesef konaklama yerleri yok. Yüzlerce kilometre yol kat etmemize rağmen, durup dinlenecek bir tesis görmediğimiz gibi, zaruri ihtiyaçları karşılamak için derme çatma bir tuvalet bile yapılmamış. Ama tabiat çok güzel, rengârenk çiçekler, otlar iç içe. Bir renk cümbüşü içinde ilerliyoruz. Yolun iki tarafı da yeşillikler ve türlü renklerdeki çiçeklerle bezeli. Yedi-sekiz saatlik bir yolculuktan sonra Talas’a geliyoruz. Talas, Çinlilerle Arapların 751 yılında yaptıkları savaşın cereyan ettiği yer ve milletimiz, bu savaşta Müslüman Arapların yanında yer almışlar. Bundan sonra da zaten Türklerin İslamiyet’le tanışması ve kabullenmesi süreci başlamış. Talas’ta, güzel bir yemek yiyoruz. Yemekte çok özenle yetiştirilen at eti var ve çok lezzetli. Talas’tan ayrılıp dört-beş saatlik yolculuktan sonra nihayet akşam 21’de Çimkent’e ulaşıyoruz. Demek ki 13 saatlik bir yolculuk yapmışız. Almatı’da olduğu gibi burada da bir Türk lokantasında Kazak ve Özbek yemekleri yiyoruz. Yemekten önce masaya getirilen Özbek çayını, ‘piyale’ adı verilen kulpsuz porselen kâselerle içiyoruz. Yemekte Özbek pilavı ve Kazak et yemekleri var. Yemeğin yanında da fermante olmamış kımız ve sonrasında da şubat dedikleri deve sütünden ikram ediliyor. Alışık olmadığımız bu tatların hepsi de oldukça güzel. Çimkent’ten Türkistan’a Doğru Çimkent’te güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra Ahmet Yesevî’nin türbesinin bulunduğu Türkistan’a doğru tekrar yola koyuluyoruz. Öğleden sonra Türkistan’a ulaşıyoruz. Eskiden Türkistan, bu (i)ellerin tamamına denilirken şimdiki Türkistan, küçük bir şehir, hatta belki küçük bir kasaba olarak karşımıza çıkıyor.

Tarih 19 Mayıs 2013; bir taraftan bu milli bayramımızı Yurdumuzda kutlayamamanın üzüntüsünü yaşarken, bir taraftan da başka bir Türk diyarında bulunan milli ve manevi şahsiyetimizin, Ahmet Yesevî’nin bütün Türk illerine manevi mimarlar yetiştirip gönderdiği yerleri ve onun türbesini görecek olmamızın heyecanını hissediyoruz. Ahmet Yesevî Üniversitesi’nin önünden geçiyoruz ve bir süre sonra da Yesevî’nin türbesinin bulunduğu Yesi’ye ulaşıyoruz. Yesi, yine küçük bir yer ama Ahmet Yesevî’nin burada bulunması, orayı hareketlendiriyor. Ancak maalesef çok bakımsız bir kasaba. Sanki her yer panayır gibi. Develer etrafa yayılmış, çadırlar kurulmuş ve hepsinde bir şeyler satılıyor, ama temizliğe asla önem verilmediği görülüyor. Yol boyunca dinlenme tesisinin olmadığı bir diyarda Yesi gibi çok önemli bir merkezde bile tuvalet probleminin olduğunu hemen anlıyoruz. Ahmet Yesevî’nin türbesine abdest alarak girelim diye düşünüp ‘Hacethane’ yazısının gösterdiği istikamete yönelince durumun vehametini fark ediyoruz. Tuvaletin önünde bekleşen kadınlar görüyoruz; rehberimiz burada tek tuvalet bulunduğunu ve içerdeki erkeklerin çıkmasından sonra kadınların gireceğini ve bunun böyle münavebeli bir şekilde olduğunu anlatıyor. AHMET YESEVÎ TÜRBESİ

Nihayet Ahmet Yesevî türbesinin önündeyiz. Türbenin hemen yakınında bir kale var. Kaleye uzaktan bakıp türbeye giriyoruz. Orada bizi bir bayan resmi görevli karşılayıp türbe hakkında bilgiler veriyor. Türbe, 14. Asrın sonlarında Timur tarafından yaptırılmış. Rivayete göre Timur, sefere çıkacağı zaman rüyasına giren Ahmet Yesevî, kendisine zafer müjdesi vermiş ve bu savaştan zaferle dönen Timur da şükran ifadesi olarak Ahmet Yesevî’nin mütevazı kabrini ziyaret edip mimarı Hâce Hüseyin Şirazî’ye, buraya bir türbe yapılması emri vermiş. İki yıl sonra Emir Timur, eserin bitiminde açılışını yapmak üzere geldiği türbeye konulmak üzere yedi değişik metalin alaşımından döktürdüğü iki ton ağırlığındaki büyük su kazanını türbeye hediye etmiş, bunun yanında yine verdiği talimatla türbenin etrafına mescit, dergâh, mutfak, hamam ve geniş bir müştemilat yaptırarak burayı bir külliye haline getirtmiştir. Türbenin etrafındaki geniş bir araziyi ve Türkistan’daki sulama kanallarının gelirlerini de bu büyük yapının ihtiyaçlarını karşılamak üzere vakfetmiştir. Kabrin üzerinde bulunan türbenin kubbesinin yerden yüksekliği

65


38,7 metre. Maalesef türbe restorasyon geçirdiği için her bölüme giremiyoruz. Ahmet Yesevî’nin kabrini de pencereden görebiliyoruz. Kabre giden büyük kapının yanında Timur’un 8 metre boyundaki tuğu bulunuyor. Türbenin çeşitli bölümlerini gezdikten sonra dışarı çıkıp Ahmet Yesevî’nin yaşadığı ve 63 yaşından itibaren inzivaya çekildiği evinin ve Timur’un yaptırdığı müştemilat kısmına geçiyoruz. Peygamber Efendimiz’e gönülden bağlı olan Ahmet Yesevî, 63 yaşına geldiği zaman hikmetlerinde belirttiği gibi, kendisine yeraltında bir yer yaptırarak geri kalan hayatını burada geçirmiş ve bir daha yer üstüne çıkıp da insanlar arasında dolaşmamıştır. Bunun sebebi de Hz. Muhammed’in 63 yaşında vefat etmiş olmasıdır. Ahmet Yesevî, bu durumu Divan-ı Hikmet’inde şu şiirle ifade ediyor: Altmışüçde çağrı geldi; ‘kul yere gir!’ Hem canınım, cananınım, canını ver Hû kılıcını ele alıp nefsini kır Bir ve Var’ım, cemalini görür müyüm? Yesevî dergâhı, oldukça mütevazı, ahşap bir yapı. Fakat asıl merak ettiğimiz, Yesevî’nin uzlete çekildiği yer altında 10 yıl boyunca yaşadığı ve zorunlu ihtiyaçlar dışında dışarı çıkmadığı bölümün giriş kısmı demir parmaklıkla kapatıldığı için oraya girip merakımızı gideremiyoruz. Buradan müştemilat kısmına geçip mutfak ve hamamı geziyoruz. Kurnaların bulunmadığı yıkanma yerinde bakır leğenler ve ibriklerin oluşu dikkat çekiyor. Türbeden ayrılırken Ahmet Yesevî’nin sayı//18// ocak 66

menkıbevî hayat hikâyesini düşünüyorum. Küçük yaşında anne ve babasını kaybeden Ahmet, ablası Gevher Şahnaz tarafından Yesi’ye getirilmiş; burada Hz. Peygamber’le çağdaş gösterilen Arslan Baba tarafından, Peygamberimiz’in tavsiyesi doğrultusunda eğitilmiştir. Menkıbeye göre Arslan Baba, Hz. Peygamber’le birlikte bir gazaya katılmış. Sonra Cebrail, orada bulunanlar sayısınca hurma getirmiş ve bir hurma artmış. Peygamberimiz, bunun Türkistan’da Ahmet isimli bir çocuğa ait olduğunu söyleyerek hurmayı Arslan Baba’ya vermiş ve bunu yüzyıllar sonra doğacak olan Ahmet’e götürerek onu eğitmesini istemiş. O da 1093 yılında doğan Ahmet’i sekiz on yaşlarındayken bulup ona veriyor ve Ahmet’in ‘vazifen bitmedi, benim eğitimimi de vereceksin!’ demesiyle aradığı Ahmet olduğunu anlayıp onun eğitimini üstlenmiş. Ahmet, ilk eğitiminden sonra Hemedan’a gidip ileri düzeyde eğitim alıp tekrar Yesi’ye dönmüş, ömrünü burada geçirmiş ve Türkistan’ın İslamiyet’i öğrenmesinde çok etkili olmuş ve Ahmet Yesevî olarak tanınmıştır. Bu nedenle Türk kültüründe Ahmet Yesevî’nin çok önemli bir yeri vardır. Bilindiği üzere Türkler, İslâmiyet’ten önce Geleneksel Türk Dini diye de bilinen ve tanrı olarak Gök Tanrı’nın kabul edildiği bir dine inanıyorlardı. Bu dinle İslâmiyet arasındaki benzerlikler, Türklerin İslâm dinini kabul etmelerini kolaylaştırmıştır. Eski Türk dininde Şaman veya Kam adı verilen din adamları


da Gök Tanrı ile temas kurup insanlara bazı bilgiler veriyorlardı. İslâm dinini kabul eden Türkler, eski din adamları olan kamları hatırlatmasından dolayı, tasavvuf cereyanına çok ilgi duymuşlar ve tasavvufla ilgilenen sufileri hem giyim kuşam tarzlarından, hem de yaşayış biçimlerinden dolayı kamlara benzetmişlerdir. İşte Ahmet Yesevî de halk arasında çok sevilen bir sufî idi. Türkistan’daki Türkler, İslâmiyet’i henüz kabul ettikleri için eski dinlerindeki gibi şiir söyleyen, menkıbeler anlatan, hikmetli sözler söyleyen Ahmet Yesevî’yi çok severek bağırlarına basmışlardı. Henüz İslam’ı seçmemiş olanlar da onun bu samimi halini sevmiş, Türk olmasından dolayı onunla çok rahat ve kolay iletişim kurmuş, onun sevgi dolu yaklaşımından, şiirlerinden etkilenmişlerdir. İslamiyet’i, halkın anlayabileceği tarzda basit bir şekilde ve vezinli şiirlerle anlatarak sevdiren Ahmet Yesevî, henüz Müslüman olmamış Türklerin İslam’ı seçmelerini sağlamış, seçenlerin de daha fazla sevip bağlanmalarına vesile olmuş ve halkın gönlünde taht kurmuştur. AHİLİK VE YESEVÎ

Ahmet Yesevî’nin kurduğu bu sevgiye ve hoşgörüye dayalı tarikat, ilk Türk tarikatı olması bakımından önemlidir. Yetiştirdiği öğrencilerinden her biri farklı bir bölgeye giderek hocalarından öğrendikleri yöntemle onun gibi şiirler söyleyerek, insanların gönüllerini hoş ederek İslamiyet’i anlatmışlardır. Dolayısıyla Ahmet Yesevî’nin ünü kısa zamanda Türkistan, Maveraünnehir, Horasan, Harezm’e yayılmış, buraları aşarak Anadolu’da çok tanınmış ve etkili olmuştur. Türkler hep Batı’ya doğru göç ettikleri için Ahmet Yesevî’nin düşünceleri de şiirleriyle beraber Anadolu’ya ulaşmıştır. Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî, Âşık Paşa gibi şahsiyetler Ahmet Yesevî’den aldıkları ilhamla, onun sevgi felsefesini anlatarak Anadolu’nun kısa zamanda Türkleştirilip İslamlaştırılmasında etkili olmuşlardır. Yine Ahîlik teşkilatı da Yesevî’nin görüşlerini esas alarak çalışan bir esnaf dayanışma kurumu olarak tarihteki yerini almıştır. Ahmet Yesevî’nin öğretisi, Türk milletine asırlarca yeni ufuklar, yeni hedefler göstermiş olan bir düşünce ve aksiyon sistemidir. Bu öğretiyle yetişenler, Osmanlı ülkesinde kök salmış ve devletin yeni fetihler yapıp büyümesi ve yükselmesinin yollarını açmışlardır. Sözgelimi Rumeli diyarının manevi fatihi olan Sarı Saltık, bir Yesevî dervişidir.

Anadolu’nun manevi mimarlarından olan Hacı Bektaş-ı Veli, bir Yesevî dervişidir. Anadolu ve Türkistan’da gelişen Nakşibendi tarikatı da Yesevî’ye dayanmaktadır. Pir-i Türkistan ve Evliyalar Serveri gibi unvanlarla tanınan Ahmet Yesevî, bütün Türkler tarafından çok sevilen bir şahsiyettir. Türbesi, bütün Türk illerinin ortak kutlu mekânı olarak kabul edilmiştir. Biz de bu sevginin bir yansıması olarak onun türbesini ziyaret etmek için yollara düşmüş değil miyiz? Yöresindeki insanlar, öldüklerinde onun kabrinin yakınına defnedilmeyi vasiyet etmişler, hatta ölmeden önce kabir yerlerini belirlemişlerdir. Kışın ölenler de bahara kadar bekletilerek onun kabri yakınlarına defnedilmişlerdir. Ahmet Yesevî, yazdığı şiirlerine ‘hikmet’ adını vermiş, ölümünden çok sonra bu şiirler derlenerek onun adına ‘Divan-ı Hikmet’ adı verilen bir kitap oluşturulmuştur. Bu şiirlerde Hz. Muhammet sevgisi, güzel ahlâk, sevgisaygı, dürüstlük, doğruluk, yardımseverlik gibi konular anlatılmıştır. Çocuklara, misafirlere, hastalara, komşulara, kimsesiz yetimlere, ihtiyaç sahiplerine iyi ve hoş davranılması istenmektedir. Ahmet Yesevî, Türk töresini de şiirlerinde işleyerek Türklerin millî benliklerini korumalarını sağlamıştır. Ünlü şairimiz Yahya Kemal, “Ahmet Yesevî’yi iyice incelemek lazım. Bizim milliyetimiz onda gizlidir” derken bu gerçeği dile getirmektedir. Ahmet Yesevî, Balkanlar, Anadolu, Kafkaslar ve Orta Asya gibi çok geniş bir coğrafyada halen sevilen ve etkisi devam eden önemli bir şahsiyettir. Bu sevgi ve saygıdan dolayı, Birleşmiş Milletler Bilim, Eğitim ve Kültür Teşkilatı Unesco tarafından 1998 yılı Ahmet Yesevî yılı olarak kabul edilerek çeşitli etkinlikler yapılmıştır. Kazakistan’da Türkiye’nin katkılarıyla Ahmet Yesevî Üniversitesi açılmış ve bu üniversiteyle onun adı yaşatılmaktadır. Yesi’den ve Ahmet Yesevî’nin manevi huzurundan ayrılırken hepimizin içinde adeta bir ferahlık bulunduğunu yüzlerimizdeki ifadelerden anlamak mümkündü. Ancak şu var ki buraların, gelen ziyaretçiler için bakıma ihtiyacı bulunduğunu da söylemeden duramadık. Artık seyahatimizin ikinci durağı olan Kırgızistan’a doğru yola çıkma vakti gelmişti. Biz de öyle yaptık. 67


İSTANBUL ACELE

ÇARE BULSUN

TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKÂYESİ -ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM-

Dergâha girdiğinde çok şaşırmıştı. Hepsi kemale ermiş insanlar gibi gelmişti. “Dergâh ıslah edilecek genç bulamamış her halde” diye düşündü. “Demek herkes savaşa gitmiş” şeklinde son hükmünü verdi. Ali Arslan CAN

manos dağlarındaki milli mücadelenin başladığını ve Fransızların artık Harbiye Nezareti bahçesini terk ederlerken. Kara Hasan, Yangın Kulesi’nin arkasından İstanbul Boğazına doğru baktı. İtilaf Donanması padişahın sarayını bile hedef almıştı. işgalin ilk günleri gibi ellerini-kollarını sallayarak gezemediklerini gören Hanifi, yeni Komutan Nihat Paşa’nın emriyle ordu kuzeye yani Anadolu içlerine çekilirken, onun isteği üzerine Toros Dağlarına doğru hareket etmişlerdi. Adana, Mersin ve Antalya sahillerinde geçirdiği yılları dolayısıyla artık buraları Cebel-i Akra’nın deniz kıyısı gibi biliyordu. Buraların tek eksiği, Kara Mağara’dan denize akan ve içtiğinde bütün bağırsakları bir-iki saatte temizleyen suyu idi. Hanefi daldı birden eski günlere, ne güzel yaz günleri olurdu Harb-i Umumi’den önce, hele Kara Hasan ne şakalar yapardı geceleri. Gece kararırken kafasına Kara Hasan takılmıştı. Onunla ilgili en son haber, Mısır’da İngilizlere esir düştüğüydü. Zeki, nüktedan ve babayiğit biri olan Kara Hasan İngilizlerin elinde çok zulüm çekeceği muhakkaktı. Acaba sağ mıydı? Bir Fatiha okudu. Ama içinden bir ses, hayır o daha ölmedi, diyordu. Hanifi’nin merak ettiği Kara Hasan çok farklı bir duygularla İstanbul’a doğru ilerliyordu. İngilizler, onu Malta’ya götürmüş, Teşkilat-ı Mahsusa elamanı olduğu düşüncesi ile türlü işkenceler yapmıştı. Esasında en büyük suçu, Şam ve Filistinli Araplarla birlikte Süveyş Kanalı’nı geçip demiryolunu tahrip eden ekipte olmasıydı. Malta’dan İtalya’ya oradan da Hıristiyan asıllı Arnavut Muço ailesinin yardımı ile Arnavutluk’a geçmişti. Edirne’ye giden yolu tutan Fransız ve Yunanlıların zarar vereceğini bilen Arnavutlar, Kara Hasan’ın gitmesine izin vermemişlerdi. Mütareke ile ortalık biraz sakinleşince Kara Hasan İstanbul’a doğru yola çıkmış ancak kendisi ulaşmadan önce Fransız İngiliz, İtalyan ne kadar savaştığı düşman varsa hepsi İstanbul’a varmışlardı. Neyse ki daha şehrin içi henüz işgal edilmemişti. Karalar bağlayan daha da kararan Hasan büyük bir utanç içinde Eyüp Sultan türbesine yönelmişti. Hz. Resullulah’ın mucizesinin belki kendi döneminde olacağı ihtimali dolayısıyla dönemin en güçlü devleti sayılan Doğu Roma’nın baş şehri olan Konstaninapol’ü feth etmek için gelen Eyüp el-Ensarî’yi düşündükçe ölmeyi yaşamaya tercih ediyordu. Ama gidip ondan özür dilemesi

sayı//18// ocak 68


gerekiyordu. Üstelik onun eski şehri Medine’yi de koruyamamış, İngilizlere teslim etmek üzereydik. Eyüp Sultan’ı ziyaretgaha girerken iki büklüm olan Kara Hasan, ‘işimiz zor Allahım bize yardım et, Eyup Sultan’ı ve şühedayı da bize yardıma gönder” diye dua ettikten sonra hızla buradan uzaklaşmaya başladı. Sanki savaş anında hücuma geçmiş gibiydi. Esasında ellerinden geleni yaptıklarına inansa da Eyüp Sultan huzurunda çok mahzun oluştu. Defterdar Mahallesi’nden geçtikten sonra Ayvansaray Kapısı’ndan İstanbul’a girebilirdi. Ayvansaray Kapısı yakın ama oradan içeri girerse kaybolurdu. Biraz da endişede ediyordu. Ya İngilizler kendinden önce şehir merkezine de hakim olmuşsa, bu onun için yeni işkenceler demekti. Bildiği yoldan gitmeli kadim dostu Kırımlı İdris’i bulmalıydı. Adres yok ama ulaşacak iz vardı. Çarşamba’da Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin dergâhını bulursa işler yoluna girerdi. Bildiği yoldan gitmeliydi. Solundaki surlara bakarak Edirnekapı’ya yöneldi. Surların yakınındaki mezarların yanından yokuş yukarı çıkarken babasının çok sevdiği, İstanbul’un fethi için “padişahtan bile daha ateşli Akşemseddin Hoca” aklına geldi. Hemen “affet bizi Akşemseddin senden dersimizi alamadık belki çağdaş Akşemseddinlerini yetiştiremedik” dedi ve sanki onu görür gibi oldu Edirnekapı yakınlarında. Edirnekapı’dan içeriye girmek içinden bile gelmiyordu. Fatih şan ve şerefle, askerler yara-bere ama mesut olarak geçtikleri bu kapılardan dört asır sonra acaba içeride kendisini düşman mı karşılayacak diye korku

ile giriyordu. “Özür dilerim Fatih Sultan’ım… bu surları askerleriniz ateş altında geçen ben bir asker olarak sizlerden utanıyorum…. Söz veriyorum. Bu ülke kurtulana kadar bu kapılardan gözlerim kapalı geçeceğim”. Edirnekapı’dan içeriye bir ama pîr gibi girdi. Birine dokununca yalnız olmadığını anladı kapı eşiğinde. Hemen bir yaşlı kadın yanaştı, “gel oğlum” diyerek kolundan tuttu, beraber yürümeye başladılar. Oğul seni İstanbul’a geçireyim, Elimden gelse sana şifa vereyim, Gözlerini hangi cebhede kaybettin, A’ma olmak bir fazilet ne diyeyim. *** Ana bahtım kara görmesin gözlerim, Hangi cebhe sen söyle ben ne bileyim, Sen evladlarının kaçını kaybettin, Gözün ne ki ben vatanımı kaybettim. Gerçekten de â’ma olmak hiçbir şeyi görmemek bu zamanda bir faziletti. Kadın Kara Hasan’ı Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Cami’sinin kapısına kadar götürdü. Şadırvana yönelen Hasan elini yüzünü yıkadı. Â’malıktan da kurtulmuş oldu aynı zamanda. Dümdüz gittiğinde Çarşamba semti solda kalıyordu. Hemen İdris Kırımî’yi bulması lazımdı. O payitahtı iyi bilirdi. İstediği yere kendisini ulaştırırdı. Nadir bulunan bir genci görünce Nakşibendi-Halidî kolundan Yanyalı İsmet Efendi Dergahı’nın yerini sordu. Ayakları çalışmadığı için yerinden kalkamayan gencin tarifi ile adresi eliyle koymuş gibi bulmuştu. 69


Dergâha girecekken Mısır’da esir kampında kendilerine “Yavuz’un piçleri” diye hakaret eden düşmanları hatırlayınca doğruca Yavuz Sultan Selim’in camisine yöneldi. Yürürken, “kısa sürede Osmanlı Devleti’ni bir cihan devleti haline getiren Yavuz Sultan’ım senden çok büyük bir özür diliyorum. Senin Mısır’ını koruyamadık. Mısır elden çıkmaya başlarken, İslam dünyası esir Osmanlı Devleti parça parça oldu”. İngilizler o kadar kötüydü ki Türk, Arap, Arnavut, Çerkez, Kürt, siyahi bütün Osmanlı askerlerine işkence yapıyorlardı. Ancak adları Yavuz ve Selim olanların yaşama şansı pek yoktu. “ Sen ne korkutmuşsun bu Frenkleri Sultan’ım senin adını bile yok etmek istiyorlar”. Fatihalar okuduktan sonra, “Allah’ım bize yeni Yavuzlar ihsan et” diyen Kara Hasan doğruca dergâhın yolunu tutmuştu. Dergâha girdiğinde çok şaşırmıştı. Hepsi kemale ermiş insanlar gibi gelmişti. “Dergâh ıslah edilecek genç bulamamış her halde” diye düşündü. “Demek herkes savaşa gitmiş” şeklinde son hükmünü verdi. İdris Kırımî’yi sorduğunda önde gelen müridlerden birisi hemen Şeyh’in yanına gitti ve az sonra Kara Hasan’ı davet etti. Sade, hoş kokulu, temiz bir mekâna geçtiklerinde karşısındaki Ali Haydar Efendi’ye hürmet etmemek olmazdı. Edeble şeyhin eline yönelirken birden geri çekilen el karşısında Kara Hasan çok şaşırmıştı. “Oğlum mücahidler el öpmez, onların alınları öpülür” diyen Haydar Efendi, onu alnından öpmüştü. “İdris Usta bizim ahbabımızdır. Oğlu Ömer seni ona götürür” dedi. Erenköylü Sami Efendi ve Mehmet Zahid Efendilerle de orada tanışan Kara Hasan bütün savaşın ve işkencelerin sayı//18// ocak 70

yorgunluğunu üzerinden atmıştı. İlk askere gittiği gün gibi kendini zinde hissediyordu. Saadethaneden çıkarken mihmandar “bir saat sonra gideceğiz” demişti. Hasan “hemen gidelim” ısrarı boşunaydı. Anlaşılan şeyhin emriydi. Onun yıkanması için yer gösterdiler, temiz elbiseler giydirdikten sonra yedirdiler. Gerçekten de tam bir saat sonra İdris Kırımî Usta’nın on yaşlarındaki oğlu onu hazır beliyordu. Ömer, cin gibi bir çocuk sanki büyümüş te küçülmüş gibi. Durmadan savaşı anlattırıyordu. Nihayet Bayrampaşa Deresi’nin surların altından İstanbul içine girip Aksaray’a doğru kıvrıldığı, Kaleiçi’nin alt tarafındaki Ahmet-Mehmet Biraderler Fayton İmalathanesi’ne gelmişlerdi. Ömer’in tahmininde yanılmıştı. Babası evde olmalıydı. Tekrar yürümeye başladılar, Bezmialem Vakıf Gureba Hastanesi’nin solundan geçince üç katlı ahşap şirin küçük bir konağın önüne geldiklerde, Ömer, pencereden bakana “Abdullah Dede” diye sevinçle bağırdı. İçeriye girdiklerinde Abdullah Bey bir hafiye gibi sorular sormaya başladı. Bu arada alt kattan bahçeye çıkan İdris Usta, “Karam sağsın” derken birbirlerine sarılmışlardı. İkisi de ağlıyordu. Bilemiyorlardı, yaşamak mı yoksa ölmek mi daha evlaydı. Biraz sonra Ömer, bir Kırım şerbeti getirmişti. Bardaklar boşalırken Harbiye Nezareti’ne gitmeye karar vermişlerdi. Aksaray’a varmadan Fatih’e yönelmişlerdi. Fatih Medreseleri ile Millet Kütübhanesi olan eski Feyzullah Efendi Medresesi arasından geçen iki kafadar Harbiye Nezareti’nin yolunu tutmuştu. Fakat bütün şevki ve heyecanları Vefa semtine yaklaşınca dumura uğramıştı.


Zira bazı Hıristiyanlar dört sene sonrasında yeni yeni görülen düşman ecnebilere yalakalık yapmaya başlamışlardı. İdris buna alışmış gibiydi ama Kara Ahmet, Vefa semtinde bu manzarayı görünce içi de kararmıştı. Acı içinde kıvranarak, türkü mü ağıt mı mani mi olduğu belli olmayan bir şeyler söylemeye başlamıştı: Vefalı ruha Allah yar, Dost dostu görünce coşar, Can beden ayrılınca, Vuslat bekleyen ruh kanar. *** Hain dostu toprak sıkar, Küser bulut ondan kaçar, Kadim yoldan ayrılanca, Vefasız olan gül solar, İnsan olan vicdan ağlar. *** Sadık dost gün be gün sayar, Bin yıllık dostluğa ağlar, Dostlar bir bir ayrılınca, Adını anmaktan bıkar, Vicdan olan insan yanar. *** Vefa semti yalnız yaşar, Ebulvefa insan arar, Vefasızlarda olmaz ar, Ed-Darr verir bir dar mezar, Ruh kabirden ayrılınca, El-Vedûd sana olur yar. Birbirine bakmadan üzgün bir şekilde yürüyerek Direklerarası’ndan geçtiler. İdris nihayet kendine gelmişti. Beyazıt Karakolu’dan sola dönüp Harbiye Nezareti’nin yan kapısından girmenin daha kolay olacağını söyledi. Gerçekten de öyle olmuştu. Bahçe içinde merkez binaya yaklaşırken Kara Hasan’ın gözüne Bahriye Nazırı Rauf gözüne ilişmişti camda. Nöbetçiyi ikna etmek için uğraşırken Çanakkale Kahramanı Cevat Paşa gözden kayboldu. Sahanlıkta Çanakkale’den komutanları Fevzi Paşa, Mustafa Kemal Paşa onu görseler hemen çağırırlardı. Orada Karabekir, Kara Vasıf ve nice komutanlarını görür gibi olmuş ancak kapıdaki Afganlı nöbetçiye laf anlatana kadar hepsi kaybolmuştu. Komutanlar yok olmuştu. Hepsi birden nereye gittiler? Düşman mı aldı götürdü, gözle kaş arasında, cevap sadece “yok”tu. Kapıya kaç

defa gidip geldikleri belirsiz. Bu kadar ısrar karşısında Afganlı nöbetçi dayanmamış Kara Hasan’a “sen nerelisin?” diye sormuştu. Onun Antakya’nın Ordu nahiyesinden olduğunu öğrenince “ Sofi Mustafa oğlu Ali’yi bilir misin?” diye sormuştu. Birden heyecanlanan Kara Hasan “yaşıyor mu o?” dedi. Cevap daha hoştu “o da seni merak ederdi”. Bu kötü günün en güzel haberini almıştı kendince Kara Hasan. Afganlı yaklaştı yanına “Komutanlar gizli gizli geldiler. Gizli gizli kayboldular. Biri çıkar diğerleri kaybolur gider, şansına kardaşım”. İyice yaklaştı ta kulağının içine “ çok mühim şeyler olacak” dedi. Sonra ekledi; “beklemeyin bugün kimse ile görüşemezsiniz yarın gelin”. Harbiye Nezareti bahçesini terk ederlerken. Kara Hasan, Yangın Kulesi’nin arkasından İstanbul Boğazına doğru baktı. İtilaf Donanması padişahın sarayını bile hedef almıştı. İyice karardığını kendisi de fark etmişti: Dersaadet şimdi olmuş Dersiyah, Benim rengim bahtım kara, derim, ah! Sen benden de karasın, Derızdırab, Doğmasın bu şehrin üstüne sabah. *** Darülmazlumîn olmuş bir mazlumgah, İngiliz, Fransız yapmış ikametgâh, İtalyan ve Yunan bulmuş seyrangah, Millet görmesin artık böyle bir baht, Kurtarır bizi ancak el-Fettah. 71


DENİZLİ İLBADE

MEZARLIĞI

COĞRAFYANIN GERÇEK MÜHRÜ: MEZARLIKLAR Ölüm, başlangıçtır. Ölüm başlangıç, mezarlıklar yaşamdır. Yaşamın suskun hâli. Sukûnet hâli. Sonsuzluk hâli. Kalabalıklar içindeki yalnızlık, yalnızlık içindeki kalabalıktır. Mezarlıklar, kendimize kendimizin başlangıcını hatırlatan abidelerdir. Ölüm, insana verilen ruh varlığının ebedi seyahatnamesi. Mezarlık, bu seyahatin bir durağı, ocağı, şehri. Ölümlüler şehrinin ölümsüzler durağı.Yaşayanların merak durağı. İnsanın varmak durağı. Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV*

*T.C. Maltepe Üniversitesi

sayı//18// ocak 72

Çocukluğumun, her içinden geçişimde bedenimi ürperten büyülü, gizil ve mistik kapısının önündeyim, künyeye bakıyorum: İlbade Mezarlığı. Anadolu’daki Müslüman-Türk varlığının “gerçek mühürlerinden” bir tanesidir. Yaklaşık 800-850 yıldır Türk mezarlığı olan İlbade mezarlığı, 1750 metreyi bulan duvarla çevrilidir. Mezarlıkta Selçuklu Devleti, Beylikler ve Osmanlı Cihan Devleti döneminden gelen, bu dönemlerin farklı biçimlerini, özelliklerini ve tasarımlarını temsil ederek tarihsel bir bellek sunan, şu anda 8 bini kayıt altına alınmış binlerce mezar; bunların mezar taşı, şahide, kaide, sanduka ve diğer parçaları bulunur. Bu yönüyle İlbade mezarlığı, Denizli’nin Türk yurdu olmasının tapu kaydıdır. Denizli Belediyesi’nin ve Müze Müdürlüğü’nün desteği ile Pamukkale Üniversitesi tarafından 2008 yılında başlatılan restorasyon çalışmaları kapsamında, 8 binin üzerinde eski mezar taşları gün yüzüne çıkarılmış, kırık olanları ve ihtiyaç duyanlar restore edilmiş ve tamamı kayıt altına alınmıştır. Mezarlıkta, bölgenin fethini gerçekleştiren Selçuklu Uç Beyi Mehmed Gazi, Derviş Ali Kâhya, Şirvani ve yol geçişi sırasında hemen dışarıda kalan Yediler türbesi, Fatma Yıldız hanım, Bediüzzaman Said Nursi’nin verdiği işaretle sahabe-i güzinden bir kişiye ait olduğu belirtilen Sahabe mezarı, Bediüzzaman’ın öğrencileri Hafız Ali ve Hasan Feyzi Yüreğil’in mezarları ile yüzyıllara yayılan biçimde ilk zamanlarından bugüne şehrin yönetici, dini, askeri ve sosyal erkânından sayısız değerli şahsiyetin mezarları yer alır. Selçuklu Devleti’nin son dönemlerinde askeri görev alan Yıldız Bey’in kızı olan Fatma Hanım, savaş esnasında iler atılarak, Konya’dan gelen Selçuklu Uç Beyi Mehmed Gazi Bey’in komutası altında Denizli’nin savunması için çarpışarak Mehmed Gazi gibi şehit düşer. Fatma Yıldız, Server Gazi kadar bilinmese de Denizli’nin Türklerin elinde kalması için savaşan önemli şahsiyetlerden bir tanesidir. Denizli ve çevresinin 12. yüzyıla değin Selçuklular ve Bizanslılar arasında sürekli el değiştirmesi, 13. yüzyıl başlarında, Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında son bulmuş, bu yıllarda bölge kalıcı olarak tamamen Türklerin eline geçmiştir. Mezarlığın da bu tarihlerden itibaren daha yoğun biçimde kullanılmaya başlandığı görülür. Böylece bölge,


800-850 yıldır bir Müslüman-Türk mezarlığı özelliği taşır. Mezarlıkta, tarihin birer altın vesikası olan mezar taşları, şahideler, kaideler, sandukalar, kitabelerin bulunduğu mezar taşları; yani mezarlar, 14-15. Yüzyıl örneği mezarlık zaviyesi, namazgah ve birçok tarihi ve kültürel nesneler yer alır. Mehmed Gazi türbesinde, Selçuklu mozaik çini parçaları ve kitabe vardır. Mezarlıkta, Selçuklu Devleti, Beylikler ve Osmanlı Cihan Devleti mezar taşı süslemelerinin usta işi örnekleri vardır. Dönemin sanat şaheserleri olarak mezarlarda kullanılan bu taşlar, derinlikli bir tarih ve toplum incelemesi imkânı sunar. Mezar taşlarının mermerleri, kullanılan ifadeler, yapılan süslemeler, taşları taçlandıran kavuklar, mezarların biçimleri, boyutları ve çeşitleri; 850 yıllık Müslüman-Türk mezar taşları tarihi kadar, bu topraklarda yaşayanların, yaşamın, ferdiyet ve toplum planındaki yansımalarını ayrıntılarıyla ortaya koyar. Anadolu Selçukluları döneminde, 12. Yüzyılın sonlarından itibaren gömülerin başladığı mezarlıkta 13. Yüzyılın ikinci yarısıyla 15. Yüzyıl başları arasında Denizli’ye hakim olan Sahip Ata Oğulları, Germiyanoğulları ve İnançoğulları beyliklerine ait gömüler vardır. Anadolu Selçuklu döneminden kalan mezar örnekleri genellikle prizmatik ve dikdörtgen sandukalar ya da tek şahidelerden oluşur. Prizmatik formlu, yekpare gövdeli ve iki ucu şahideli sandukalar nadiren görülür. Üçgen prizmatik formdakilerin genellikle yanlarındaki yüzeylerine, dikdörtgen sandukaların üst ve yan kenarlarına kitabeler ile palmet, lotus, rumi, rozet ve geometrik süslemeler işlenmiştir. Selçuklu ve Beylikler döneminde genel olarak dilimli kemerli, sivri kerli, yuvarlak kemerli, bitki tepelikli, üçgen alınlıklı şahideler ile dikdörtgen ve üçgen prizmatik sandukalar kullanılmıştır. Sandukaların bir kısmı şahideli dikdörtgen prizma şeklinde iken bir bölümü daha küçük boyutlarda, ayak kısmına doğru daralan düz dikdörtgen prizma şeklindedir. Ortadaki nişin, kıvrık dallara bağlı rumi ve palmetlerle çevrelendiği bu örneklerde yüzeysel niş şeklinde düzenlenmiş orta kısımlarda, bazen dua içerikli kitabelere, bazılarında ise geometrik ve bitkisel süslemelere yer verilmiştir. Şahidelerin genellikle ön ve arka yüzlerinde kitabeler bulunmaktadır. Kitabelerde, medfun kişinin kimliği ile ayetlere yer verilmiştir.

Osmanlı Cihan Devleti döneminde ise mevcut bu özellikler yanında mezar taşlarının üst kısımları sarıklı, kavuklu ve boyunluklu olup gövde bölümüne farklı yazı karakterlerinin görüldüğü kitabeler yerleştirilmiştir. Bu mezar taşları ile kişilerin kimliklerini, hangi meslek grubuna dahil olduklarını, kimi zaman ölüm nedenlerini, dini, sosyal ve iktisadi hayattaki konumlarını öğrenmek mümkündür. Erkek mezar taşlarında bulunan başlıklar mezar sahibinin mesleğine, mensup olduğu tarikata veya meşrebine göre şekillenir. Genellikle mermerden yapılan mezar taşları erkeklerde sarık-kavuk ve fes, kadınlarda düz ya da yukarı doğru genişleyen süslü başlıklar şeklinde görülmektedir. Traverten ve moloz taş malzemeyle yapılan mezar şahidelerinin üzerinde erkeklerde Kallavi, Kafesi ve Nakşi başlıkları görülürken, kadınlarda boyunluklu düzenlemeler yer almaktadır. Süsleme olarak bitkisel motiflerin kullanıldığı kimi şahidelerde sarıkların üzeri geometrik kompozisyonlarla süslenmiştir. Genelde sülüs ve talik hatlı kitabelerin yer aldığı, büyük bölümü sade olan Osmanlı dönemi bu mezar taşlarından 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl örneklerinde bitkisel kompozisyonlar ile cami tasvirleri dikkati çeker. Mezarlıktaki bazı bedenler doğrudan toprağa, bazıları kaya oyuklarına ve bilinen bir tanesi de tonoza yerleştirilmiştir. (1) Mezarlıkta, dönemin üstün taş işlemeciliğinin bütün ayrıntılarına rastlanılır. Bölgede, bütün toplumsal dokuyu temsil eden kesimlere ait mezarları görmek mümkündür. Mezarlıkta, mermer ve taş işçiliği bağlamında ince işçilik gösterilmiş, özenilmiş ve zengin süslemeleri olan farklı kişilere ait birçok mezar vardır. Mezarlıkta kullanılan mermerlerin kaynağı, Denizli bölgesindeki Pamukkale Hierapolis, Laodikya gibi antik bölgelerdeki daha önce başka yapı elemanlarında kullanılmış mermerlerdir. Bu yerleşim birimlerinde kullanılan sütunlardan, bloklardan, yapı taşlarından getirilerek yüzeyleri zımparalanarak ve yontularak MüslümanTürk ustalığı ile işlenmiş taşlardır. Kimi mezar taşlarında bu çok açık biçimde görülür. Bazı taşlarda Greekçe yazıların bulunduğu kitabeler var. Benzeri biçimde bazı taşların bir yüzü Osmanlı mezar taşı iken, taşın arka yüzünde Roma süslemeleri vardır. Aynı amaçla mezarlık bölgesine getirilmiş bazı sütunlar, bloklar ve taşlar, mezar taşına dönüştürülmeden olduğu gibi kalmıştır. Bu şekilde mezarlık bölgesine yayılmış 1000 üzerinde Roma döneminden

73


kalma parça vardır. Bunlar arasında çeşitli küçük heykellere dahi rastlanmaktadır. Bu nesnelerin tarihsel ve üretim özellikleri ile kayıt altına alınması gerekir. İLBADE MEZARLIĞININ ÖNEMİ

Coğrafyada kimlerin yaşadığını göstermesi dışındaki mezarlığın temel önemi; toplumun sosyal, kültürel ve entelektüel hayatını, kimlerin bu katmanları temsil ettiğini, nasıl kişilerin yetiştiğini, yaşam biçimlerini, sosyal hayatın biçimlendiricilerini, toplumdaki meslek gruplarını, yöneticilerini ve toplumun farklı üyelerine ait bilgilerini ortaya koymasından ileri gelir. Bu mezarlığın bunun dışındaki en önemli özelliği; Anadolu’nun Müslüman-Türk kimliğini içeren İslam medeniyeti döneminden kalan en büyük mezarlarından biri olmasıdır. Bu özellik mezarlığın tarihi ve kültürel değerini ortaya koyar. İlbade mezarlığı, Anadolu’nun karakteristik özelliğini veren ilk bir kaç mezarlığından bir tanesidir. Mezarlık; varlığı ile tarihi, kültürel ve sosyal dokunun ortaya koyulmasını sağlar, kimlik ve medeniyet gelişiminin bu topraklardaki seyrinin anlaşılması için ayrıntılı bilgiler verir. Kazılardan elde edilen mezar taşı, sandukası, şahidesi, kaidesi ve diğer farklı nesne bulgularının; geçmişin anlaşılmasına yönelik büyük bir temsil özeliği vardır. Bu kapsamda, mezarlık sadece sanat tarihi açısından değil, arkeolojik açıdan da değerlidir. Sanat tarihi ve arkeolojiyi anlamlandırma ve yorumlama anlamında önem taşıyan bölge; tarih, ilahiyat, sosyoloji, psikoloji

sayı//18// ocak 74

ve edebiyat gibi farklı sosyal bilim alanlarını da doğrudan ilgilendiren bir alandır. Mezar taşı, sanduka, şahide ve kaide çeşitliliği, Selçuklular, beylikler ve Osmanlı dönemleri olmak üzere gömüler bağlamında taşıdığı toplumsal yapılar, mezar biçimlerinin karakteristikleri, mezar uygulamaları, süslemeleri ve işlemleri gibi nitelikler ve nicelik olarak gömü ve mezar taşı sayısı bakımından Türkiye’deki bugün mevcut iki mezarlıktan bir tanesi olması ve Anadolu’nun Müslüman kimliği ile gelişmesi sürecinin her aşamasını göstermesi yönüyle İlbade mezarlığı, yeri doldurulamaz bir tarih, kültür, kimlik ve hepsini çevreleyen medeniyet değeri olarak varoluşsal bir önem taşır. Bu açıdan, Bitlis Ahlat’taki mezarlığın bir başka örneği olan İlbade mezarlığında; bir Eyüp mezarlığının kokusu alınır, bir Karacaahmet mezarlığının sesi duyulur, bir Konya Üçler mezarlığının duygusu hissedilir, Anadolu coğrafyasının İslam medeniyetinin özellikleri ile bezenmiş Müslüman-Türk kimliği duyumsanır, bu coğrafyanın maddi ve manevi iklimine, kimliğine ve zenginliğine derin bir yolculuk yapılır. Dünyanın en büyük ve en eski Müslüman mezarlığı olarak kayda geçen Bitlis Ahlat mezarlığında da 8000 taşın kayıt altına alındığını söylersek, İlbade mezarlığının büyüklüğü ve boyutları ortaya çıkar. Yine Ahlat mezarlığının 10 bin metrekarelik alanına karşılık İlbade mezarlığının uzunluğu 1750 metre olan çevre duvarından, düzgün geometrik bir şekil olmamakla ve yeni mezar alanları ile birlikte çevrelenmesine rağmen 10 dönümün


üzerinde olduğu görülür. Eski mezarlıkların olduğu alan ise birkaç dönümle sınırlıdır. 12. yüzyılın sonlarından itibaren yapılan gömülerle bu birkaç dönümlük mezarlığın önemi kat be kat fazladır. Bursa’nın Fethinin 1326’da, İstanbul’un Fethinin 1453’te olduğu ve buralardaki Müslüman-Türk mezarlarının en eskilerinin bu tarihlere uzanabileceğini dikkate alırsak, Denizli İlbade mezarlığının 1200’lerin sonlarından başlayan gömülerinin tarihsel zenginliğini daha iyi kavrarız. Aynı şekilde, bugün dünyayı yöneten bazı ülkelerin birkaç yüzyıllık tarihlerine bakıldığında bu mezarlığın değeri daha iyi anlaşılır. Tarihimizi, kültürümüzü ve bunları çevreleyen kimliğimizi temsil eden bu mezarlığa sahip çıkmak, bizim vazgeçilemez sorumluluğumuzdur. İLBADE MEZARLIĞI İHYA PROJESİ

Mezarlıktaki kazı, restorasyon ve diğer iyileştirme çalışmalarını içeren İhya Projesi; Pamukkale Üniversitesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Kadir Pektaş başkanlığında gerçekleştirilmektedir. Projeye, Müze Müdürlüğü ve Büyükşehir Belediyesi kaynak sağlamakta, projeyi yürütmektedir. 2008 yılında başlayan proje kapsamında, mezarlıktaki mezar taşları, şahideler, kaideler, sandukalar, yapı unsurları ve diğer tarihi nesneler tek tek sistematik olarak numaralandırılmış, fotoğraflanmış, kitabeleri çözülerek kayıt altına alınmış, arşivlenmiştir. Projede, yıpranmış eski mezarlar ve mezar taşları eski özelliklerini koruyacak biçimde çeşitli tekniklerle onarılmaktadır. Proje sayesinde; İlbade mezarlığının tarihsel değerinin yok olması, taşlarının yitip gitmesi engellenmiş, tarihe, kültüre ve kimliğe sahip çıkılması gerçekleşmiştir. Projeyi başlatanlara ne kadar teşekkür edilse azdır. Her kayıt çalışmasının adım adım gerçekleşen yolculuğu bugün de sürmekte, mezarlıkta ulaşılan tüm eserler ortaya çıkarılıp arşivlenmektedir. Mevcudun kayıt altına alınması bile çok değerli iken, bunun ötesinde yapılan kazılar, onarımlar, restorasyonlar, iyileştirmeler, yapı teknikleri ile yapılan desteklemeler mezarlığın özelliklerini bütün zenginlikleri ile ortaya çıkarmış, kalıcılığını arttırmış, geleceğe aktarılmasını sağlamıştır. Daha derin kazılar ve çalışmalar ile daha farklı bilgilerin elde edilmesi mümkündür. Üst üste eklene eklene, mezarlık artık yeni definler alamayacak hale gelmiştir. Yeni mezar yapımı 2007 durdurulmuş olmakla birlikte, bazı mezarlar yaşayan akrabalarınca

yenilenmektedir. Bunun dışında yeni defilere izin verilmemektedir. Yeni definlerin yapılmaması sayesinde bu alanda yapılacak daha nitelikli kazılar ile çok daha fazla mezar taşının bulunması ve onarılarak tarihsel ve kültürel kimliğimizin ürünleri olarak sergilenmesi, incelenmesi ve paylaşılması mümkündür. Proje yürütücüleri tarafından, bölgedeki çok yaşlı kişilerden alınan bilgilere göre Mehmed Gazi Bey türbesinde 50-60 yıl önce yemek dağıtımının yapıldığı, orada bir aşevinin olduğu bilgisine ulaşılmıştır. Aynı şekilde restore edilen Namazgahın da 35-40 yıl önce hemen hemen tamamen ayakta iken son zamanlarda yıkıldığı öğrenilmiştir. Gerek mezar taşlarında, gerekse yapılardaki bu yıkımların temel sebebi, sıcaksoğuk hava değişimlerinin etkisinden ve yağmur ve kar sularının getirdiği yıpranmalardan ve bunların dışında insanların fiziksel temaslarından kaynaklandığı görülmektedir. Hatta restorasyon için yapılan olumlu müdahalelerde dahi mezar taşlarının tuzla buz olmasına şahit olunabilmektedir. Bu sebeple, doğal ömürlerinden dolayı mezar taşlarının bazılarının yok olmasına engel olmak mümkün olmamaktadır. Proje kapsamında çeşitli gelişmiş tekniklerle bu durumdaki taşların ömrü kısmen uzatılabilmektedir. Bu açıdan, proje ile mevcut mezar taşlarının kayıt altına alınması, bu gibi doğal kayıplardan kaynaklanan kayıpların da, en azından bilgi düzeyinde korunmasını sağlamaktadır. (2) Proje ile şunlara ulaşılmıştır: •14. ve 15. yüzyıla tarihlenen aile mezarlarıyla, zaviye olabileceği tahmin edilen bir yapı ortaya çıkarılmıştır. • Osmanlı döneminde de kullanıldığı tahmin edilen zaviye yapısının içerisinden form vermeyen yeşil ve mavi sırlı seramik parçaları, sırsız seramik parçaları çeşitli kaplara ait kulp, gövde, dip parçalarının yanı sıra 14 adet tüm ya da parça halinde sikke ile iki tane paslanmış ok ucu, yüzük, çok sayıda paslanmış çivi gün ışığına çıkartılmıştır. •Toprak altından çıkarılan ve çevreye dağılmış durumda bulunan mezar taşları orijinal yerlerine dikilmiştir. Kırık durumdaki mezar taşları birleştirilerek onarılmıştır. •Envanter çalışmalarında kayıt altına alınan eserler arasında mezar taşlarından başka Anadolu Selçuklu dönemine ait bir de kitabe tespit edilmiştir. 1235-1254 tarihleri arasında

75


Denizli’de yöneticilik yapan Seyfeddin Karasungur’un adının verildiği bu kitabe, Denizli’nin Selçuklu dönemi tarihi için büyük önem taşımaktadır. Kitabe, Selçuklu sülüsüyle yazılmış dönemim yazı ustalığını gösteren bir işçilik eseridir. •Zaviye olarak tanımlanmakta olan açmada, ortalama 50 cm derinlikte, farklı noktalarda, Germiyanoğulları dönemine tarihlenen biri gümüş diğerleri bronz 9 adet sikke bulunmuştur. Sikkeler genellikle XIV ve XV. yüzyıllara tarihlendirilmektedir. 5 nolu mezarda ele geçen, her iki yüzünde de aşırı bozulma görülen bronz sikkenin bir yüzünde “Lâdik” ibaresi okunmaktadır. Biçim itibarıyla İnançoğulları’nın Denizli’de bastırdığı sikkelere benzemektedir. Diğer açmalarda bulunan sikkelerde aşırı korozyon nedeniyle herhangi bir dönem belirlenememektedir. (3) 2008’den beri süren restorasyon çalışmalarının bizatihi kendisinin kayıt altına alınarak aktarılması, geçmişe doğru Anadolu’nun tarihine ve kimliğine yapılan yolculuğun derinliğini ortaya koyması bakımından çok önemli bir faaliyettir. Projede, bugüne kadar işçiler dışında öğrenci-uzman 100 civarında alanının eğitimini almış kişi çalışmıştır. Yürütülen kazı, restorasyon, onarım ve diğer

sayı//18// ocak 76

çalışmaların bizatihi kendisinin kayıt altına alınması, yayınlanarak paylaşılması çok önemli bir süreci ortaya koyar: Geçmişe sahip çıkma sürecinin anlamlı olarak somutlaştırılması. Proje ürünü olarak düşünülen yayınlarla, bölgenin coğrafi dönüşümü, dönemlerine ve özelliklerine göre mezarların yerleşim ve düzenlenme haritaları özellikleri ile ortaya konularak nasıl bir mezar uygulaması ve mezarlık gelişimi olmuştur, hangi aşamalarda mezar alanı büyümüştür, gömülerin yayılma ve dağılma süreçleri nelerdir, bütün bunlar kademe kademe görülebilecektir. Bu şekilde, restorasyon çalışmaları sonucunda elde edilen bulgular yayınlanarak tarihimiz ve kültürümüz kayıt altına alınmış olacaktır. Böylece yıpranarak yok olma tehlikesinde olan bilgiler; taş biçimleri, süslemeler, farklı dönemlerin taş ustalığı örnekleri ve teknikleri kayıt altına alınarak korunacaktır. Bununla birlikte, iki metrelik Selçuklu mezar taşlarının hangi tekniklerle, hangi olanaklarla, hangi ustalıklarla yapıldığı bugün bile kolayca anlaşılamamakta, bu taşlar daha farklı incelemeleri beklemektedir. Mezar taşları, sandukaları ve şahideleri varlıklarında hala birçok sırrı barındırmaktadır. Geçmiş taş işçiliklerinin günümüze aktarılması için bu taşların incelenmesi, süslemelerinin ve işlemlerinin çözümlenmesi gerekir. Bu taşların söyleyeceği hâlâ çok şey vardır. Projede, çeşitli eksikliklerle birlikte önemli bir aşama kat edilmiştir. Ancak eksiklilerin bilinmesi, iyileştirmelerin yapılması için elzemdir. Eksiklerden bir tanesi, kazı çalışmaları ile ortaya çıkarılan mezar taşlarının ve diğer nesnelerin sergilenebileceği, Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi veya 2014 yılında yeni yerleşkesi açılan 10 bin metrekare sergileme alanına sahip Hatay Arkeoloji Müzesi gibi, Denizli ve çevresindeki Antik yerleşim alanlarından gelen nesnelerin sergilenebileceği büyük bir müzenin olmayışıdır. Mevcut depo alanları yetersiz, bu sebepten dolayı çıkarılan nesneler yıpranmayı önleyecek tekniklerle donanmış olmadığından zamanın ve çevre koşullarının etkilerine karşı yeterince korunamamakta ve sergilenememektedir. Bu kapsamda, Denizli’deki bu temel ve önemli eksikliği giderecek, Pamukkale Hierapolis’ten, Laodikya’dan ve diğer farklı kazı alanlarından gelen nesnelerin sergilenmesi için büyük bir sergileme alanına sahip yeni bir müzeye, acil olarak ihtiyaç vardır. Mezarlığın ihya edilmesi ile Pamukkale-Hierapolis ve diğer antik böğleler


için gelen yerli ve yabancı ilgililerin, açılacak yeni müze alanına ve bu bölgeye de gelerek, daha kapsamlı biçimde bu toprakların tarihine yolculuk yapması mümkün hale getirilebilir. Mezarlığın daha korunaklı olması ve tarihimize ve kimliğimize sahip çıkmak adına için birkaç noktayı daha vurgulamak gerekir. Mezarlıktan, 2007 yılında mezarlığın ilk dönem gömülerinden birine ait olan miladi 1308 tarihli Selçuklu dönemi işi çok özel süslemeleri bulunan, 135x30x35 ebatlarında büyük bir sandukanın çalınmış olması, bu uyarılarımızı zorunlu kılmaktadır. Bir kere daha vurgulamak isterim ki, mezarlıktaki en eski prizmatik üçgen taş sanduka, maalesef ki çalınmıştır. Bu taş sanduka halen uluslararası alanda aranmaktadır. İşlemesi, büyüklüğü, üzerindeki süslemeleri, tarihi ve kültürel değeri önemli bilgiler içerirken, bu türlü hırsızlıklardan bütün mezarlarımızın korunması zorunludur. Henüz geçmişine sahip çıkma bilinci yeterince gelişmemiş bireylerinin olduğu ve bundan öte geçmişinin mühürlerini satarak maddi çıkar elde etmek isteyen değer yoksunu kişilerin çokça olduğu günümüz toplumunda, maalesef ki tarihi mezarlarımızın elektronik ve insana dayalı güvenlik önlemleri ile koruması kaçınılmazdır. Bu kapsamda mezarlığın kameralara dayalı elektronik ve güvenlik görevlilerinden oluşan güvenlik unsurlarının kesinlikle ve kesinlikle en kısa sürede arttırılması gerekir. Coğrafyadaki mührümüz olan bu mezarlığın koruma altında olması gelecek yüzyıllarda da bu topraklarda olabilmemizin ön-şartıdır. Bu olgu, istisnasız İlbade mezarlığı gibi özellikler taşıyan, Osmanlı Cihan Devleti’nin başta Anadolu’daki olmak üzere, mümkün olan tüm bölgelerindeki mezarlıklarında dikkate alınmalıdır. Coğrafyadaki gerçek mühürlerimizi korumak, asli görevimizdir. Yakın zamana kadar yeni mezarların defnedilmesine izin verilen mezarlıkta eski ve yeni mezarlar iç içe, üst üste, alt altadır. Bu süreçte bazı yeni mezarlar eski mezarları zedeleyecek biçimde defnedildiği için bu mezarların yeniden tanzim edilmesi; eski mezarların ortaya çıkarılması, onarılması ve düzenlenebilmesi için zorunludur. Projenin, yeni mezar sahiplerinden izin alınması gibi bürokratik işleri yanında, doğa koşulları gereği kayan mezarların tahkim edilmesi ve mevcut yanlış gömü biçimlerinin yeniden tanzim edilmeye dayalı uygulaması, yüksek maddi kaynak isteyen faaliyetlerdir. Daha güçlü

maddi kaynak desteği ile aynı zamanda üst üste yapılan gömülerin açılarak birçok yeni mezar taşının, sandukasının ve şahidesinin ortaya çıkarılması mümkündür. Bu sebeple, bugüne kadar geliştirilen mezarlığın ihya projesinin tamamlanması, burada dile getirdiğimiz sebepler muvacehesinde, bir dakika bile ertelemeyi kabul etmeyen değerde ve önemdedir. Projenin tamamlanması için gerekli maddi kaynağın Denizli’nin tarihine, kültürüne ve kimliğine sahip çıkmak isteyen sorumlu hayırsever kişiler tarafından karşılanması mümkündür. Müze Müdürlüğü ve Denizli Büyükşehir Belediyesi öncülüğündeki proje çalışmalarının en kısa sürede tamamlanmasını, geçmişimizi ve bugünümüzü haber veren ve geleceğimize ışık tutan bu mezarlığın gelecek nesillere en güzel ve sağlam biçimde aktarılmasını diliyorum. Planlanan projelerin daha da geliştirilerek sonuçlandırılması, tekrar etmek istiyorum, en büyük dileğimizdir. Her adımda geçmişe yolculuk yapılan bu alanın en iyi şekilde korunması hepimizin sorumluluğu, görevi ve ideali olmalıdır. Geleceğimize sahip olmak istiyorsak bu sorumluluktan kaçamayız. Sanat Tarihi Bölümü öğrencisi, mezunu, yüksek lisans öğrencisi, uzman üyeleri, hepsi projenin çeşitli aşamalarında görev alarak bu değerimizin topluma ve ülkemize kazandırılmasında, çoğunlukla hiçbir maddi karşılık beklemeden çalışmışlardır. Her birine, bu katkılarından dolayı tek tek teşekkür ediyorum. Tarihimize, kültürümüze, kimliğimize ve medeniyetimizin özelliklerine sahip çıkan Denizli Büyükşehir Belediyesi’ne ve Müze Müdürlüğü’ne, çalışmalara kalifiye insan kaynağı sağlayan Pamukkale Üniversitesi’ne şükranlarımı sunuyorum. Belediye’nin ve Müze Müdürlüğü’nün uhdesindeki bu çalışmaların maddi kaynaklarının arttırılarak daha etkili biçimde, ihtiyaç duyulan teknolojik olanaklarla, gerekli duyulan uygulamalarla ve kalıcı işlemlerle en kısa sürede tamamlanmasını diliyor, ismini sayamadığım bugüne kadar bu çalışmalarda emeği geçen ve ileride emeği geçecek herkese, önemine binaen, bir kez daha teşekkür ediyorum. Herkesi, ama herkesi; tarih ve kimlik bilinci ile coğrafyanın gerçek mühürleri mezarlıklarımıza, değerlerimizi bize aktaran bu “gelecek zaman mühürleri”ne sahip çıkmaya çağırıyorum.

77


“ŞEHİRLERİN KALABALIĞI VE GÜMBÜRTÜSÜ”

ZEKİ BULDUK İLE

SÖZ EYLEMİ

Delilerin deli olduğunu söyleyen biziz. Biz, alışkanlıklarının çocukları olan, toplumsal kurallarla, geleneksel kabullerle yaşayan insanlar. Delilerin zıttı akıllılar değil, alışkın insanlardır. Söyleşi: Mehtap ALTAN

ezbeye duran her acı; tasavvufu bilen, hakkı bilen, manevi sancının kıyısında yürüyebilen her yazarın ruhunda zikre başlar. Kalemini hakikate banan bir yazarın gönlündeki ateşten ırmak; beş vakit sızlayan yanlarımıza kelimelerin cübbesini giydirir. Sonrası, ‘ölmeden önce ölmek…’ huzuruna, teslimiyet hırkasını giydirmektir. Bozkırın döşünde, hüznün saçlarını avuçlarındaki dua ile tarayan bir yazarımız Zeki Bulduk. Onun karayağız düşlerini emziren öyküleri var çocukluğundan getirdiği. Taşrada çocuk olmanın adını, gözlerindeki kuyuda saklıyor aslında… Özellikle de Afganistanlı çocuklarla çekindiği fotoğraflara dikkatli bakmanız yeterli onun kalbine giden yolu bulmanız için. Ve… Garip kalan ve sürüden ayrı kalmış atların yaman öldüğünü söylediği anda duyacaksınız içindeki çocuğun gurbete sancıyan sesini… Bozkırın döşünde hüznün saçlarını tarayan yazarlarımızdan biri de sizsiniz. Sizi tanımak bir yazarı tanımaktan çok; delilerin dünyasına, Züleyha’nın ağrısına, yetimlerin üşüyen saçlarına kaçmaktır diye düşünüyorum. Gezdiğiniz, gördüğünüz yerlerden aldığınız sivil sancıları bozkır rüzgârında merhamete dönüştüren yanınızı biz biliyoruz. Bilmeyenler için birkaç cümle ile sizi sizden duymak/tanımak isteriz? İnanırım. Huyum budur. Yalan bile söyleseler inanırım. İnanmakla sevmek arasında gidip gelirim. İnanmak sevmekten ayrı mı ki gider gelirim? İnanmak, saygı içeren bir hal… Sevgi ise o saygıyı taze tutma biçimi. Uzun zamandır yazıyorum. Çoğunlukla kendim için yazdım. Yazmazsam kendimi eksik hissettiğim için yazdım. Huysuzlandım. Öfkeli bir adam oldum. İçim içimi yedi. Ne zaman ki yazdım, yüzüm Müslümanların yüzü denli munisleşti. Konferanslara, televizyonlara, sohbet programlarına gitmeyeceğim diye ahd ederim; davet geldiğinde, davete icabet edilir, diye düşerim yollara. Çok zaman da pişman dönerim. Zira ben başka bir hikâye anlatıyor olurum, dinleyici duymak istediği hikâye için gelmiştir. Bir dostum, “Bu ülkenin çocukları yalan yaşar, yanlış ölür,” diyeli beri yalan ve yaşamakla sorunlarım oldu. Mahsustan yaşadığımı düşünürüm zaman zaman… Mahsustan öleceğim belki de!..

sayı//18// ocak 78


O vakit mahsustan susalım da acılarımızın ortak sesini konuştursun kelimeler Sayın Bulduk. Yetim Dayanışma Günleri’ne değinmek istiyorum. İHH’nın düzenlediği bu organizasyon kapsamında Afganistan’a gidip geliyorsunuz. İnsana hizmet konusunda gönüllü olmak; alnımızın anavatanı dediğimiz secde anındaki huzura eşdeğerdir belki de. Afganistan’dan döndükten sonra hayal kurmanın da haram olduğunu düşündüğünüz anlar olmuş! Allah’u Teâla, insan ruhuna sızıları, hakikat aynasını hep silsin diye sunmuştur diyerek sormak isterim; size bunu düşündüren sızıyı bizimle paylaşmak ister misiniz? Bizler, vakti beş değil de üç öğünde öğüten insanlarız. Vakte erme şerefinden ziyade, ziyafete erme derdindeyiz. Evet, gittiğim yerlerde İbni Arabi’yi, Veysel Karani’yi, beynini hakikat için kanatan soylu kafaları görmüyorum. Ama kalp ve göz görüyorum. Doğrudur; açlar, hayata dokunamayanlar, fakirler, mutlu ve ibadetli insanlar görüyorum. Mazlumları gördükten sonra kurulan hayallerimin dahi lüks olduğunu söyledim. Zira bizler hayallerine ulaşabilen insanlarız. Hayal kurmanın dahi sakıncalı olduğu dünyalar gördüm. Yokluğun çobanlarını gören varlığın küçük çobanlarından biriydim. Önlerinde ölümlerini güden insanlar gördüm. Biz, önümüze kattığımız hayata o kadar çok şey yapıştırıyoruz ki hayatımızı göremez oluyoruz. Dünya, varlığın idrak edileceği ve yokluğa temas edeceğim mekân. Bu mekanda kendimi Mezar-ı Şerif’i görmeden evvel “ben de yokluğun çobanıyım; neyim var ki?!” diyordum. Oysa öyle değilmiş. Wıllıam Rıche ‘Dinle Küçük Adam’ adlı o küçük ama sert kitabında zincirlerden bahseder. Bağımlılıklardan. İnsanın özgürlüğünü engelleyen zincirlerden... Ve o zincirleri insanın kendisinin ayağına bağladığından… Ali Şeriati de ‘İnsanın Dört Zindanı’nda bu minvalde bir şeyler söyler… Evet, ben bağımlılıkları olan Allah’ı, dünyayı, insanı, ahireti tasavvur ederken bir yığın ayak bağıyla anlam vermeye çalışıyorum hayata. Ben de varlığın çobanlarındanım Asla özgür olamayan, çıplak hakikat karşısında çırçıplak kalamayan. Oysa bizim değer verdiğimiz tüm kavramların ayaklar altında çiğnendiği dünyaları gördüm. Açlığın namusu yendiği, fukaralığın imanı alt ettiği, garibanlığın dürüstlüğü yıkıp ikiyüzlülüğe boyun eğdiği dünyaları! Tokken, yurdunu kaybetmeden, maaşın yatarken iyisin

ve hâlâ hayal kuruyorsan bu iyilik lanetli bir iyiliktir; Afganistan’ın olduğu bir dünyada. Kandahar taraflarından bir rüzgâr esti mi içinizdeki bozkırın atları yelelerini değdiriyor yüreğinize biliyorum. Fotoğraflarınızdan da yazılarınızdan da biliyoruz ki; Afganistan’da yaşayan yetim çocukların gözlerinde gök oluyorsunuz. Afganistanlıların “Kardeş kimdi?” sorusuna verdiğiniz geçici cevapların yerini kalıcı bir cevap aldı mı? Sahi! Kardeş kimdi Sayın Bulduk? Bu soru benim için her zaman zor bir soru oldu. Zira anamızdan doğduğumuz gün öğrendik ki Kabil Habil’i öldürdü, dünyada tek kavga kardeş kavgasıdır, miras savaşları dünya savaşlarından daha yıkıcıdır, “sen dost bul, anan düşman doğurur”… Çok güzel kardeşlerim var. Üçünü de çok özlüyorum. Bu güne kadar birbirimize “seni seviyorum kardeşim” demedik. Bu cümleyi kurmadığımız için üzgün değilim; hasretimizden, yan yana olamayışımızdan, dertlerimize derman olamayışımızdan dolayı ölene kadar bir vebâl taşıyacağım üzerimde. Fethi Gemuhluoğlu’nun ifadesiyle “bel kardeşi ve yol kardeşi” ayrımı mühimdir. Bel kardeşlerime kurban olayım! Yol kardeşlerime yol olayım. Yol kardeşi… Derdinle dertlenen, dilinden anlayan, uzak bir ülkede, dilini bilmediğin insanlar arasındaki dildaşındır. Afganistan’da adı Hamid’dir, Tanzanya’da Faruk, Kazakistan’da Nurcan, İran’da Hüseyin’dir benim için. Kardeş mi? Bir şey istediğinde “Neden?” diye sormadan yüreğinden söküp verendir… Afganistan izlenimlerinizi ‘Bir vebâli paylaşmak için yazdım.’ Diyorsunuz. Derdi olan, kaygısı olan, kendi dışında insanların acılarını acısı sayan kalemlerin kaderini konuşalım mı biraz da… Zira bu piyasada çok satanların çoğu, boşluğun gerdanına dizilen gölge kıvamındalar! En az baskıyla üzerine en çok konuşulan kitabınız “Bozkırın Atları Yaman Ölür”de dâhil olmak üzere, birçok nitelikli eser verdiniz edebiyat dünyasına. Kalemini Hakka, yaraya, sızıya, vebâl üstlenen manevi berekete adamış biri olarak yazmak eylemi üzerine neler söylemek istersiniz? Yazı benim evim olur. Yazı benim suyum olur. Yazı benim sevgilim olur. Yazı benim mürşidim olur. Yazı benim yoldaşım olur. Yazı benim elim, ayağım, kalbim olur. Yazı benim hatırlamamdır. Tüm unutkanlığıma

79


rağmen kalem beni dürtükler. Uykumu kaçırır. Yazı benim çocuğum olur. Onun boynunu koklamazsam burnumun direği sızlar. Yazımı Hakka adadığım doğru değil. Öyle bir iddia boğar beni. Ama şu var ki hakikati ararken okumak ne güzel bir eylem ise yazmak da dingin bir eylemdir. Yazım da ölecek. Ben de öleceğim. Lakin kan izini takip eden hakikat arayıcılarını sevdiğimi şuraya yazmam biliyorum ki benim yazıya olan imanımı tazeleyecek. Yazmak, taptaze bir şey… İsterseniz dünyanın en kadim acılarını, en güzel anlarını yazın fark etmiyor. Yazı, önce yazıcısını yıkar. Ya yere yıkar ya da pür ü pak ter ü taze kılıp yıkar. Her yıkılmamda yazı benim asâm oldu. Ben kelime ağacından cümleler çırpmadım asâm ile; yüreğime düşen insanları, atları, acıları, hüzünleri ve en çok da inşirahı silkeledim o ağaçtan. Başkaları için yazmadım. Kendim için yazdım. Dildaşım olduğuna inandığım dostlarım için yazdım. Yazmadığımda kendine kanayan bir yara olduğumu biliyorum. Bir iç kanamayla ne kadar yaşar insan, bilmiyorum. “Onun boynunu koklamazsam burnumun direği sızlar...” Yazmak üzerine kurulmuş ne bakir, ne nazenin, ne güçlü bir cümledir bu. Sorularımı karşılayan her cevabınız ‘iyi ki’ dedirtiyor. İyi ki hakiki aşkın Rabb makamına ram olma şeklini, teslim oluşun bu denli harlanmış terennümünü duyup da yazmak eylemi ile hemhâl edenler var hâlâ. İyi ki… Evet Sayın Bulduk, şehrin hafızası, şehrin vicdanı, merhamet adlı delikli bir çalgı

sayı//18// ocak 80

dediğiniz delilere gelmek istiyorum şimdi de! Sizin Deli Döne’niz bizim Kartonlu Deli’miz başkalarının da adları kendi içinde hikâyesi olan delileri mutlaka oldu. Vicdan ışıkları diye de söylemde bulunduğunuz bu zararsız insanların ışığını akıllı diye nitelendirdiğimiz insanlar söndürüyor! Sonrası, insanoğlunun doğurduğu çıkmazlar yurduna bir tuğla daha… Onların akıl ve kalplerinin anayurduna derin acılar ekenler akıllı ise biz olmayalım da demek geliyor bazen içimden. Sahi! Kalbimizin, aklımızın hangi odasında has yanlışlar yapıyoruz ki bu denli kopuyoruz merhametten, vicdandan, samimiyetten? Evet, Vandal bir dünyada yaşıyoruz. Ama beni yaşadığım ve gittiğim coğrafyalarda merhamet, samimiyet ve vicdan hâlâ kalp gibi güm güm atmaya devam ediyor. Yani ben böyle olduğuna tanık oldum. Gözüm öyle görsün diye o kadar da çaba sarf etmedim. Hatta vicdanımız ve merhametimiz çok zaman kendimizi sildiriyor bu coğrafyada. Havasından, suyundan, hamurundan işte… Yunus’tan, Karacoğlan’dan, Ahi Evran’dan, Mihrimah Sultan’dan, Aliya’dan… Ne güzel nefesler almışız. Biliyorum başka bir dünya da var. Mesela ‘Suriyeliler defolsun gitsin!’ diyenler de çok uzakta değil… Ama bir Musa koca Mısır’ı dize getiren. Bir, mühim bir rakam… Rakamların en delisi... En öne çıkanı. Bir, birçok tan daha etkilidir. ‘Darwin’in Kabusu’ adlı bir belgesel var. Orada Victoria Gölü’nde (Afrika’nın en büyük gölüdür ve üç ülkenin sınırlarındadır.) katil levrek üretimi yapılması ve balıkların sadece kılçıklarının geride bırakılıp Avrupa ülkelerine göndermesi anlatılır. O balıkları taşıyan silahlar dönüşte iç savaşlar için silah taşımaktadır. Uluslararası şirketlere Afrika devletleri gık diyemezken bir rahip, sadece bir rahip kafa tutar ve davalar açar. Kazanamaz tabi. Ama işte bir adam çıkar ve yanlışı söyler. Delilerin deli olduğunu söyleyen biziz. Biz, alışkanlıklarının çocukları olan, toplumsal kurallarla, geleneksel kabullerle yaşayan insanlar. Delilerin zıttı akıllılar değil, alışkın insanlardır. Biz alışkanlıklarımızda ortak olduğumuz için sayıca az olan dünyanın vicdan ışıklarına deli, diyoruz. Ya da o insanları delirtiyoruz. Sanki biz çok akıllıyız. Kamufle olmuş, beynini ve kalbini alışkanlıklarına vermiş kalabalıklarız sadece. Türkiye’de deli olarak addettiğimiz insanların sokakta bizimle gezmesi diye bir şey var. Bazı


ülkeler delilerini toplar. Sokakta göremezsiniz. Hepsi akıllıymış gibi göstermek isterler. Ne güzel dünya değil mi?! Bu arada ‘Üsküdar’ın Üç Sırlısı’ ve ‘Delisinden Velisine Yozgat’ adlı kitaplara bu mevzuyu merak edenler bir göz atsalar fena olmaz. Michel Foucault’un ‘Büyük Yabancı’sı da fena değildir. Söyleşiyi okuyanların tavsiye ettiği bu kitaplara mutlaka göz atacağından eminim. Hatta ‘Delisinden Velisine Yozgat’ı hemen edinmeye çalışacağım ben. Bu arada “Müstesna Deliler Albümü” adlı kitabınızda onları yazdınız. Şehirlerin kaldırımlarına sinen acının ayazıdır onlar. Yaralarının kabuğunu, akıllarının yuvasına sığdırıp o kabukla yaşamayı öğrenen bir garip masumiyettir de onlar. Ki onların kekeme iniltileri birçok sağlıklı insanın itiraf edemediği gerçeklerdir de. Çocukluğumuzun en gerçek anılarından, mahallenin delilerinden bahsediyorum. Şimdilerde olmayan mahallelerin olmayan delilerini konuşarak garip bir özlemin kuyusunda göveriyoruz Sayın Bulduk. Nedir şimdiki zamanı geçmişimiz ile küstüren? Bakış, efendim, bakış… Bakışımız denli derin, bakışımız denli yüzeysel, bakışımız denli anlamlı şu yıkılası dünya. Gittiğim şehirlerde sokakları ve pazarları gezerim. Neredeyse her yerde birbirine benzeyen insanlar görürüm. Almatı’da gördüğüm kalabalık ile İstanbul’da gördüğüm kalabalığın gümbürtüsü aynıydı. Dar-üs Selam’da da, Kabil’de de, Bişkek’te de, Tahran’da da aynı gürültücü insanları gördüm. Geçmişi özleyen, yeniyi eskiten, maziden nefretle bahseden insanlar… Biz insanlar çok fenayız Mehtap Hanım. Kendimize küseriz, bu küskünlüğü tüm âleme ve zamana, anılarımıza kadar sindiririz. Bu sebepten olsa gerek ‘ibn-ül vakt’ olan kaybetmez; kazanmaz da. Ama insan olma şerefine erer. Vakti kuşanma şerefine erer. An’ı yaşamak ile carpedium arasında dağlar kadar fark var. İnsanın kendini bilmesi geçmişi, şimdiyi ve geleceği avuçlarına alması demek biraz da… Deliler hiç değişmiyor. Biz alışkanlıklarının esiri olan insanlar o kadar hızlı değişiyoruz ki “insan”, “zaman”, “hayat” tanımlarımız dahi fabrikasyon olmaya başladı. Belki de bu sebepten ilk gençliğimin delilerini ve özgün insanlarını hatırladım. Belki de bu yüzden Tahran’da Kırmızılı Kadın Yakut’u, Mezar’ı Şerif’te Sarban’ı bulup yanlarına oturdum. Kendime küsmemek için… Evet, deliler hiç değişmiyor bizim hızla değişen şımarık ruhlarımıza inat! Mekânlarda değişiyor

değil mi? Eski Garaj… Yerine sekiz katlı bir bina yapılan çocukluğunuzun emanet cenneti! Ve O ahşap kulübe… Annesi babası sılada, kendileri gurbette küçücük çocuklara; yarım da olsa tam porsiyon da olsa eti bol dürümler, yanında da bedava ayran veren o adam! Eskinin esnafı da, delisi de, çocuğu da, daha mı insandı desem ağır olur mu Sayın Bulduk? Katlar yükseldikçe ruhlar mı alçalıyor sanki? Yok, o kadar ümitsiz değilim. Gecenin bir yarısı ‘kız başına’ elindeki üç poşet elbiseyi mültecilere dağıtanların var olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Vittorio Aragoni’nin Filistinliler için öldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Rachel’in, Tom Hendhal’ın başkaları için yaşayıp öldüğü, yemeksepeti.com’u sattıktan sonra, kazancını çalışanlarına paylaştıran “kapitalist” patronların olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hikâyemde anlattığım yarım ekmek köfteyi dolu dolu veren usta benim hikâyemdir. Ağzımdaki o tat hâlâ durmaktadır. O esnafın bin tanesini tanıdım. Kazancı olmasa dahi nasıl etinden verirken âh etmediklerini gördüm. Vazgeçen insanları seviyorum. Vazgeçmenin erdem olduğunu bilen insanlar var bu dünyada. Dünya o insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor. Tamah etmekten ar eden insanlar belki de anlatılmaya anlatılmaya, belki de bizler tamah etmeye başladığımız için gözümüze az görünüyorlar. Mezar-ı Şerif’te bir dostum var. İşadamı. Afganistan’ın bir vilayetinde savaş mağdurlarının ve sel mağdurlarının yaşamaya çalıştığı kampı ziyaret ediyor. Elli dolarlık binden fazla çuval hazırlıyor. Aynı vilayetin valisi dostu... Diyor ki; valiye de varıp biraz yardım da ondan alayım. Bunu yapan Türk. Hem de vilayetinde savaştan ve selden mağdur olan halkın valisine gidiyor. Resimler ve videolar gösteriyor. Bak diyor, bunlar senin vatandaşın ve bu durumdalar. Biz bir şeyler hazırladık, sen de yardım yapar mısın, dediğinde; senin hatırın için, benden de bir çuval yardım yaz, diyor. Ben o validen çok işadamı dostumu görüyorum… Vesile olmak: İyiliğin eşiğine yuva yapan ‘hudutsuz huzur şansı’ desek yerinde olur sanırım. İşadamı dostunuzun vesile oluşudur aslında o iyiliğin başlangıç noktası. Gelelim insanlık adına, güvertesinde umuda rota çizen gemilere… “Bazı gemiler bazı atlara benzerler; mesela, acı çekerler ama mutludurlar!..” O atların yelelerini soluğu ile kırbaçlayan acı, o gemilerin güvertesine kokusunu da bırakınca; hakikatin gözlerine sancağını diken vuslat elçisi olmaz mı? Zulmün beşiğini sallayanlara

81


yumduğunuzda acının bittiğini zannedersiniz. Oysa gözünüzü açtığınızda görürsünüz ki acı Gazze’den, Şam’dan, Kabil’den çoktan taşmıştır. Aymazlığımızın başladığı yerdedir acı.

inat, ılgıt ılgıt sağılmaz mı insan yanımız acının kuyusuna? Acının yurduna inelim istiyorum biraz da Sayın Bulduk? O gemi Mavi Marmara’ydı. Daha sonra ismi değişik onlarca gemi daha yola çıktı. Silahsız. İçinde oyuncaklar, kadın ve çocuk ped.leri, gıda, elbise, çimento, demir ve mamalarla… Durduruldular. En son gidenin adı Rachel Core idi. Sadece Gazze değil, başka bir yere, kıstırılmış ve hakları elinden alınmış başka bir şehre doğru yol alsaydılar yine severdim o gemileri. Oyunbozan gemiler… Kimileri buna sivil itaatsizlik diyor. Ben oyunbozanlık diyorum. Çamura yatanlara karşı yapılacak en güzel şey oyunu bozmaktır. Yıllar öncesinden bir hikâye var aklımda. Arap Emirliklerinden biri Almanya ile maç yapmaktadır. Skor 1-0 Almanya’nın lehinedir. Maçın sonuna doğru hakem Arapların aleyhine bir penaltı verir haksızca. Bunu gören Arap şeyhi sahanın kenarına gelir, elini kaldırır ve oyuncularını tek hareketle dışarı çağırır. Sahada Almanlar ve hakem kalakalırlar. Oyunun kuralını koyanlar sadece kendi lehlerine karar çıkartıyorlarsa o sahadan çekilmekten ve sap gibi bir başlarına meydanda bırakmak en yakışanıdır. Zalimleri kendi haline bırakmak değil, demek istediğim. Oyunlarını bozmak. O gemi oyunu bozdu!.. Atların var olduğu bir dünyada yeni imkânlar mutlaka vardır. At, müthiş bir mecazdır. “İman varsa imkân da vardır” dedikleri gibi, at murattır. At, imkândır. At, satrançta olduğu gibi oyunbozandır. Haa! Acının yurdu demiştiniz… Orası tam olarak dünyadır. Gamlar yurdudur. Gözünüzü sayı//18// ocak 82

Aymazlığımıza derin bir kırbaçtı sözleriniz. Eyvallah diyerek. Züleyha’yı yazdınız… Ki onu yazarken, günahının güzergâhında çakılı kalanlara inat, onun ruhunda açılan yaraların izinde bulduğu inancı vurguladınız anlatımınızda? Peki, Yusuf’u yazacak mısınız? Proje kelimesini çok sevmediğinizi biliyorum. O yüzden edebiyat adına somut anlamda gerçekleştirmeyi düşündüğünüz yeni adımlar olacak mı diye sormak isterim? Yusuf’u yazmak… Dönüp dönüp okuduğum Yusuf… Bir türlü bitmeyen, aşılmayan hikâye Yusuf… Evet, zaman zaman Yusuf’a dair notlar alıyorum. Ama onu bir kitap olarak bastırmayı düşünmüyorum. Yusuf’u yansıttığım kahramanım Hükümdar’dır. Yaklaşık beş yıldır notlar alıyorum defterlerime. Dünyadan Yusuf peygamber geçti, müthiş bir şey bu!.. Şehirler ve şiirler… Bunca koşturma ve sükûtun içinde sizi inzivaya davet eden çoğaltan bir şehriniz, şiiriniz vardır. Bizimle paylaşmak ister misiniz? Marakeş… Marakeşte sonsuzluk meydanı, Meydan-ı Fena. İsfahan… Siyasepol vardır orada. Otuzüç kemerli köprü. Zanzibar… Sımsıcak gülüşleriyle kadiri dervişleri vardır Tumbatu adasında. Mezar-ı Şerif… Orada, Ali’nin makamı, Ravza vardır. Varıp susarım kapısında. Medine, demeyin bana. Oturur ağlarım Taif yolunda. Saraybosna’da öleceğimi düşünürüm… Kars… İnsan ne güzel ferahlar Kars’ın serinliğinde ve sımsıcak kahvelerinde. Bursa… Gözüm öyle bir dalar ki Bursa denildiğinde, sanırsınız kayıp sevgilim. İstanbul mu? Evim. Kırşehir mi? Atam kokar. Etimi çağırıyor kaç zamandır. Toprağı çekiyor beni. Şiir mi? “Zahid bizi taan eyleme” diyelim öylece kalsın… Sayın Bulduk Şehir ve Kültür Dergisi olarak şehirlerin, medeniyetin ve kültürün nabzına edebî soluk da olmaya çalışıyoruz. Bu minvalde sohbetimize eşlik ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Ne demek efendim. Ben teşekkür ederim. Kitabın hayatımızda olduğu, hayırlı dostların yoldaşımız olduğu, selamın ve salavatın eksik olmadığı, dualı günler dilerim.


Hazırlayanlar: GÜLBÜN ÜNVER MESARA / M:SEMİH İRTEŞ ’Cumhuriyetimizin yarım asrı dolduran ilk devresinde, Türk süslemesinin şimdiye kadar ihmal edilmiş ufak ve güzel elemanlarından faydalanarak bu sanata yeni kompozisyonlar ile sanatımızı bir tezhib rönesansına kavuşturma yolunda ileri adımlar atıldığını gururla belirtmek isterim.’’

ukarıdaki satırların sahibi 20. yüzyılın başlarında artık klâsik üslûbunun ve asaletinin kaybı içinde, sönmeye yüz tutmuş olan Türk tezyînatının yeniden canlandırılması için hayatı boyunca vermiş olduğu büyük emeklerinin müsbet sonucunu görmüş olmanın sevincini yaşayan aziz Babam, A.SÜHEYL ÜNVER’di. Ünver’in ‘Anadolu topraklarında Türk ruhunun inceliklerinden doğduğunu’ ifade ettiği klâsik sanatlarımızı tanıtma ve sevdirme gayreti içinde yaptığı çalışmalar meyanında, eski motiflerimizi yeni bir ruh ve görüşle yorumlayan sayısız çizim ve desenleri, aslında 1940’lı yıllara kadar uzanmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak, 1943 yılında kaleme aldığı bir yazısında, tezyînî örneklerin nasıl değerlendirileceğine dair şu görüşlere yer vermişti: ‘‘Türk tezyînî sanatlarının büyük değer taşıyan tarihi desen ve motifleri kitaplarda, ciltlerde, ahşap ve maden işlerinde, taş ve mermerler üzerinde pek çoktur… Evvelâ, mevzuun iyice incelenmesi kaydıyla bunlardan terkip yapmak gayet kolaydır. Rûmiler, münhaniler, hatayiler, geçmeler, çiçek ve yapraklar gibi motiflerden

beğenilen detaylar alınır; ancak üslûp birliğine dikkat edilerek çeşitli boylarda yeni kompozisyonlar vücuda getirilir. Değişik kullanım alanlarına tatbik edilecek yeni örneklerin bu şekilde millî bir vasfı olacaktır.’’ Giriş yazısı ile A.SÜHEYL ÜNVER Hocanın kızı ve adı belirtilen kitabın hazırlayıcılarından Gülbün Ünver Mesara hanımefendi babasını en iyi bilen, takdir eden, sanatını yaşatma adına hayatını bu çalışmalara adıyarak sorumluluğunu yerine getirmeye çalışıyor. Ve hazırladıkları değerli kitap için şu ifadeleri kullanıyor;. Bu mükemmel kitap için, 1953 yılında İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü için hazırladığı “Fatih’in Defteri” başta olmak üzere , onlarca şiir, not, gezi ve şehir defterlerinin zengin tezhibli, minyatürlü ve çiçekli sayfaları , kadim sanatlarımızın güzelliğini ve asaletini modern yorumlar içinde sunmaktır. Bu bezemeler aynı zamanda , sanatımızın yerleştirmeyi arzu ettiği yenilikçi görüşünün de önemli misalleridir. Ünver’in , tezyinatımıza yeni bir ruh getiren tasarım anlayışının hayata geçirilmiş örnekleri olan ve bazıları şimdiye kadar neşredilmemiş özgün kompozisyonlarından yaptığımız seçmelerden hazırlayarak sunduğumuz bu kitap, vefatının 30.yıldönümünde aziz babamın eşsiz hatırasına ufak bir armağanımızdır. Yıllardır gerçekleştirilmesini hayal ettiğim böyle bir eser konusunda benimle aynı heyecanı paylaşan ve birlikte çalıştığımız Nakkaş Tezyînî sanatlar Merkezi’nin başkanı ve genel yayın yönetmeni değerli kardeşim Mimar Semih İrteş ‘e sevgili Recep Cengiz’e ,basımı üstlenen sayın Yüksel Yücel’e, gündeme geldiğinden bu yana bizi yüreklendiren Ünver dostlarına sonsuz şükranlarımı sunarım. Sözlerinden sonra, Babası Ünver hoca için şu cümlelerle saygısını ifade ediyor. “Hayatında ‘ruhunun mürebbisi olarak’ vasıflandırdığı Ressam Ali Rıza bey hocası için “ Herkes yaşadığı müddetçe bir şeyler yapar ve sonra ölür. Eğer hayatı başkalarına örnek olabilirse, o, vazifesini tam yapmış demektir.Ve görülecektir ki ölümünden bir asır sonra bile bir çalışma örneği abidesi olarak kalacaktır” Şeklindeki övgüsünü, aziz babam A.Süheyl Ünver’inde fazlasıyla hak ettiğine inanıyorum. Yayınlayan: NAKKAŞ TEZYÎNÎ SANATLAR MERKEZİ/ Valide atik Mah.Tekke önü sokak nu:1 Üsküdar-İstanbul/ 0216 4950900 www.nakkas. net

Ş E H İ R K İ TA P

TÜRK TEZYÎNÎ SANATLARINDA A.SÜHEYL ÜNVER VE YENİ TERKİPLER

83


lkbahar gelmeden, ağaçlar filizlenip yaprak sürmeye, tomurcuklar patlamaya başlamadan hüzün sardı benliğimizi. Bu sefer bahar değil, hüzün erken geldi. Dualarımıza hüzün değdi. Tesbihlerimizde dizili kehribar taneleri saçıldı ortalığa. Hû hû larla beslenen nefesler de, kendinden geçmiş nefisler de hüzne boğuldu. Hüzün konuşur, bunalıp kaçarken bile hüzünle buluşur olduk.

“DİRİLİŞ SENFONİSİ” İLE

Tek bir vücud olan küfür; Allah’ın ipine sarılmışları barbarca imha ediyor. Fitne bataklığına düşen Zenciler, Araplar, Türkler, Kürtler, Farisîler, Şiîler, Nusayrîler, Sünnîler birbirini boğazlıyor.

Gözyaşları akıyor “elbet bir gün güleceğiz” ümidiyle; çığlıkların sessizliğinde... Benliğin yürekleri kavuran gölgesinde... Dikenlerin sardığı gül bahçesinde... Gevşemeden, tasalanmadan, yılmadan yürüyoruz; rotamız belli, lâkin “Nuh Tufanı”na tutulmuş gibi... Sabri GÜLTEKİN

Hayatta kalabilmek mucize; kalanlarsa kinle, nefretle, kahırla bîtâb düşmüş umutların üzerinde tepiniyor.

UYANMAK

İslâm coğrafyası Kerbelâ’ya döndü; kan gövdeyi götürüyor. Dünya her geçen gün mezarlık manzaralı eve dönüşüyor. Sanki ruhların ber-heva olduğu küçük kıyamet yaşanıyor. Medet!.. İmdat!.. Havar!.. Help!.. Yetişin insanlık öldürülüyor!.. Bütün bunlar olurken; belki değil, kesinkes kışın sonu da gelecek... Yağmurlar yağacak; şimşekler de çakacak... Lodoslar esecek; denizlerin ortasından önüne kattığı her şeyi, martıları da kovalayacak... Sonra semadan rahmeti sırtlanan nûr taneleri inecek; dağları, ovaları, kirlenmiş beldeleri de sarmalayacak... Güneş uzun uzun ışıtan ve ısıtan yüzünü tekrar gösterecek; Nevruz ateşleri yanacak, böcekler emekleyecek, çiçekler açacak, ağaçlar dal sürecek, Kırlangıç Fırtınası da geçecek... Anadan üryan nebâtat, “kün” emrini duyunca; davetkâr elbiselerini giyinecek, bizlere “aşk makamı”nda dirilişi anlatacak... Yine bütün bunlar olurken; hayat güzellik ve çirkinlikleriyle devam edecek. Kimileri sevinecek, kimileri üzülecek...

sayı//18// ocak 84


İman etmişiz; nefisler tekrar terbiye olacak, pişmanlıklar aslolana rucû edecek ve elbette bugünler de geçecek. Zaaflarına yenik düşenler; vicdan mihrabına kapanıp lâl olmuş, hâl olmuş günahlarına mâtem tutacak. Vakarını kaybetmeyenler, ümitsizlik iklimine inat; “bu da geçer ya hû” diyecek.

An gelecek... Mukadder ayrılıklar yaşanacak... Kimileri kaybettiği Yusuf’unu ararken, kimileri Züleyha’nın peşine düşecek... Kimileri âhir için evveldeki kıssalarla tevekkül edecek; kimileri kaoslardan beslenerek mazlumların ahlarını alacak... Kimileri “Hak geldi bâtıl zâil oldu”ya iman edecek; kimileri dermansız fermanlarla gününü gün eyleyecek... Kimileri davasının çilesini çekmeye devam edecek; kimileri “ben haklıyım devrimi”ne yeltenecek... An gelecek... Bir rüzgâr esecek... Vakarını koruyanlar bir başak tarlası gibi; rüzgârlara direnecek, bire bilmem kaç verecek. Birbirine Hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi unutanlar; hüsrana düşecek. Yanacak, kavrulacak, varlıkta yok olacak... Hidayet, feraset, dirayet dolaşıyor kuşatmak için benlikleri; fakat pervasızca direniyor benlik hastalığının iflah olmaz esirleri... Gözyaşları akıyor “elbet bir gün güleceğiz” ümidiyle; “ok yemiş ceylan” gibi... Bir çığlığın sessizliğinde... Benliğin yürekleri kavuran gölgesinde... Dikenlerin sardığı gül bahçesinde... Gevşemeden, tasalanmadan, yılmadan yürüyoruz; rotamız belli, lâkin “Nuh Tufanı”na tutulmuş gibi... İman etmişiz; nefisler tekrar terbiye olacak, pişmanlıklar aslolana rucû edecek ve elbette bugünler de geçecek. Zaaflarına yenik düşenler; vicdan mihrabına kapanıp lâl olmuş, hâl olmuş günahlarına mâtem tutacak. Vakarını kaybetmeyenler, ümitsizlik iklimine inat; “bu da geçer ya hû” diyecek. An gelecek... Zamanlar tükenecek, hüzünler bitecek, tûrab

bile sevinecek. Yeni bir yolculuk başlayacak, içinde hüzün de bulunmayacak... Bütün bunlar oluyorken ve hâlâ nefes alabiliyorken; bizler İbrahim’in oğul İsmail’i kesme kıssasını bir daha, bir daha gönlümüze nakşedeceğiz. Başka çaresi yok; ancak sevdiğimiz İsmailleri kurban ederek saadete ereceğiz. Vuslatı anlatmak zordur. Vuslat hikâyelerini âşıklara, dizeleri ise şairlere teslim gerekir. Fakat yürekler acıyı tattı mı; herkes âşık, herkes şairdir o dem. Dökülür yollara cümleler Karanice, cenk eder Alice, adalete teslim olur Ömerce, toprağı okşar Veyselce, “ölüm de var ey fâni” der Ruhsatice... Sonra susar, sessizce... Zaman zamanı çelmelerken; birileri sert rüzgârların ana gövdeden ayırdığı yapraklara değil, dalların çaresizce kopuşuna seyirci kalır... Gövdeden parçalar kopar; beden susar, ruh feryad-ı figan eder... İhtirassızca “hayatın cilvesi bu” der; hayatın cilvesi bu. 85


ir gün gelen posta da mezar taşlarıyla ilgili bilgiler vardı. 1966 yılının Ocak ayında yayımlanan Hayat Tarih mecmuasından bir sahife… Tarihçi Reşat Ekrem Koçu tarafından kaleme alınmış. Kadırga Mimarı Mustafa Ağa’nın kabrinin milletimiz tarafından hürmetle ziyaret edileceği bir abide haline getirilmesini talep ediyordu.

KADIRGA MİMARI

MUSTAFA AĞA Kapdan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’nın kumandasındaki yeni donanmamız Akdeniz’e çıkarak Türk Sancağını gene şan ve şevketle dalgalandırmıştı. Donanmamızın ihyasında en büyük hizmeti görenlerden birisi tersane baş mimarı Mustafa Ağa’dır.

Nidayi SEVİM

Nazan Hanım, bu dergideki yazıdan hareketle mezar taşı ile ilgili bir araştırma yapmamızı, hiç olmazda yazının arşivimizde yer almasını rica etti. Evet, söz konusu ecdat olunca hele bir de ta Ankara’dan bir münevverimiz tarihinin peşine düşmüşse bizimde çok fazla tercih hakkımız olmasa gerek. Hemen çalışmaya koyulduk. Reşat Ekrem Koçu, bahse konu dergi de şöyle yazmış o yıllarda:”1571 Ekim ayında İnebahtı (Lepanto) deniz bozgunundan sonra Türk donanmasının mahvolurcasına ağır gemi kaybı, İstanbul Tersanesinde altı ay kadar süren hummalı bir faaliyet ile tamamen telafi edilmiş, mağlubiyetin ertesi yılı, 1572 deniz seferi mevsiminde, Kapdan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’nın kumandasındaki yeni donanmamız Akdeniz’e çıkarak Türk Sancağını gene şan ve şevketle dalgalandırmıştı. Donanmamızın ihyasında en büyük hizmeti görenlerden birisi tersane baş mimarı Mustafa Ağa’dır. Bu zat hayli yaşlı olarak hicri 1007, miladi 1599’da Kasımpaşa’da Divanhane karşısında, metruk bir tekkenin zemin katında, tabir yakışık alırsa, bodrumundadır. Kabir taşında, devrinin namlı şairlerinden Haşimi’nin kaleminden çıkmış manzum kitabesi şudur: Tarihini tazarru ile didi Haşimi Ziba kadırga yapmada gâyet olup seri Mevlâ yoluna itdiği hizmet kabûl olup Dâim cihânda meskenin ide Hak refi Mi’mar-ı Mustafâ idi bu kârhânenin Ukbâda Mustafâ’ya Muhammed ola Şefi...” Reşat Ekrem Koçu’nun söz ettiği Divanhane, Kasımpaşa Bahriye Nezareti Binası ya da şimdiki adıyla Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Binası’dır. Kasımpaşa’da Haliç kıyısında yer alır. Turabi Baba Caddesi üzerinde, Cezayirli Hasan Paşa Parkı’nın sonundadır. Yeri gelmişken Divanhane’nin tarihi ile ilgili de kısa bir bilgi verelim. İlki, Fatih Sultan Mehmet Han tarafından yaptırılmıştır. 1454

sayı//18// ocak 86


senesinden günümüze kadar aynı yerde yaptırılan beş divanhaneden dördü, zaman içinde kullanılmaz hale gelerek yıkılmıştır. Günümüze ulaşan bina, Sultan Abdülaziz döneminde yaptırılan divanhanedir. 18641867 yılları arasında, Mimar Sarkis Balyan tarafından inşaa edilmiştir. Binada padişahı ziyarete gelen elçiler ağırlanmış, Bahriye nazırları çalışmalarını hünkâr dairesinde yürütmüşlerdir. Tarihte Şark Meselesinin konuşulduğu 1876 Tersane Konferansı ve Musul Meselesi de yine bu binada görüşülmüştür. Bahse konu metruk tekke ise 2007 yılında Beyoğlu Belediyesi tarafından Kütüphane olarak ihya edilen Türabi Baba Tekkesidir. İstanbul Tekkeleri şeyhleri hakkında kaynak eser olan “İstanbul Hânkâhları Meşâyihi” adlı eserde müellif Tabibzâde Zâkir Mehmed Şükrî Efendi, Türâbî Baba Tekkesi şeyhlerini ve vefat tarihlerini veriyor. Buna göre İbtidâ, eş-Şeyh Mehmed Turâbî el-Kâdirî el-Hindî 18. Yüzyılın son çeyreğinde kurulan tekkenin ilk şeyhidir. Tersane-i Amire’de çalışan Osmanlı gemicilerinden olduğu rivayet edilir. Vefatı ise H. 1227 M.1812’dir. Türbede medfûndur.

taşı yeniden yapılmış. İyi ki de yapılmış. Zira ortada bir bilgi, belge olmadığında mezar taşları tarih boyunca en güvenilir ve yegâne kaynak olmuştur. Bereket versin Mustafa Ağanın mezar taşı hala ayakta. Zira aynı akıbeti paylaşan pek çok tarihi mezar taşı kadir bilmezliğimiz yüzünden vaktiyle kaldırılıp bir tarafa atılmıştır. Bu arada Reşat Ekrem Koçu’nun yukarıda zikredilen mezar taşı manzumesi ile buradaki mezar taşı satır sıralaması arasında farkı vardır. Bizim okuduğumuz şöyle: Mi’mar-ı Mustafâ idi bu kârhânenin Ziba kadırga yapmada gâyet olup seri Mevlâ yoluna itdiği hizmet kabûl olup Dâim cinânda meskenin ide Hak refi Tarihini tazarru ile didi Haşimi Ukbâda Mustafâ’ya Muhammed ola Şefi… (H.1007 – M.1599)

Bazı kaynaklar Tekkenin ilk şeyhi Mehmed Turabi’yi Tersane-i Amire’de çalıştığından olsa gerek Baş mimar Mustafa Ağa ile karıştırmışlardır. Oysaki Mehmed Turabi’nin vefatı H. 1227 M.1812 Mimar Mustafa Ağan’nın vefatı H.1007 M. 1599’dır. Mimar Mustafa Ağa Tekke yapılmadan 220 yıl önce vefat etmiştir. Reşat Ekrem Koçu’nun harabe bir tekkenin bodrumunda olduğunu söylediği Mimar Mustafa Ağa’nın mezarı, Süheyl Ünver’in Mükrimin Halil Yinanç’tan derlediği bilgilere göre ise Tekkenin hemen yanı başında bulunan Turabi Baba Türbesindedir.

İBB tarafından Haliç Tersanesine bir denizcilik müzesi yapılmak isteniyorsa bu işe altı ayda yüzelli kadırga yaparak tarihe geçen Bahriye Baş Mimarı Mustafa Ağanın mezarını görkemli bir şekilde teşhir ederek başlayabilir. Diğer yandan Kuzey Deniz Saka Komutanlığı’nın hemen karşısında yer almasına rağmen denizcilerimiz tarafından dikkate alınmaması, tarihte gösterdiği yararlılığın görmezden gelinmesi doğrusu üzücü bir durum. 2009 yılında M. Burak Çetintaş tarafından hazırlanan “Türk Denizcilerinin Mezar Taşları” Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç’ın himayeleri ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığı kültür yayınları arasında kitap haline getirilmişti. Denizcilik tarihimiz açısından pek kıymetli bir eserdir. Ümit ediyoruz bu himaye ve destek mezar taşlarından geriye kalanlar içinde devam eder ve yok olmaktan kurtulurlar.

Bu bilgiler ışığında günümüzde kütüphane olan Turabi Baba tekkesi ve türbesini ziyaret ettik. İncelememiz neticesinde Mimar Mustafa Ağa’nın bahse konu mezar taşını türbedeki sandukaların arasında bulduk. Bulduk diyorum zira 25 yıl Beyoğlu’nda ikamet ettiğim halde haberim olmadı böyle bir büyüğümüzden. Sandukaların arasına adeta saklanmış. Tekke harap halinden kurtulup kütüphaneye çevrildiğinde mezar taşı da buradan alınıp türbeye nakledilmiş olmalı. Kitabe metin olarak dönemin edebi üslubunu yansıtmakla beraber form olarak 16. Yüzyıl mezar taşı mimarisine pek benzemiyor. Sanırım 18 veya 19 yüzyıllarda metne sadık kalarak mezar

Denizcilik tarihimiz açısından son derece önemli bu büyüğümüzün mezar taşı sadece araştırmacılar tarafından fark edilmesin. Kitap sahifeleri arasında saklı kalmasın. Bütün milletimiz haberdar olsun değerlerimizden. Hiç olmazsa mezar taşının yer aldığı türbenin önüne mermer tabela üzerine kısa biyografisi yazılarak hatırası yaşatılabilir. Bu şekilde görünürlüğünün sağlanıp teşhir edilmesi gelecek nesillerin geçmişini daha iyi anlamasına vesile olacaktır diye düşünüyoruz. Zira Baş Mimar Mustafa Ağanın başarı hikâyesi, inancını yitirmeyen milletlerin ne kadar ağır badirelerden geçse de küllerinden yeniden doğabileceğine muhteşem bir örnektir… 87


SABRIN SONU

“BAHTİYARIM, BAHTİYARIM, BAHTİYARIM” Ondokuz’uncu asrın sonu tiyatromuzun ve milli medeniyetimizin yeniden canlanma,uyanma ve kendine gelmesi olarak gösterilmektedir. Doç.Dr.Svetlana KERİMOVA*

*Kırım Mühendislik ve Pedogoji Üniversitesi

sayı//18// ocak 88

ırım Tatar tiyatrosunun canlanması çok zor şartlarda ve güçlükler içersinde geçiyordu sıkıntılar normal bir hayatın parçası olmamasına rahmen, Ondokuz’uncu yüz yılın sonunda Kırımda tiyatro hakkında ilk haber 1886 yılında “4 Şubat 1886 Tercüman’da gerçekleşti. Ondokuz’uncu asrın sonu tiyatromuzun ve milli medeniyetimizin yeniden canlanma,uyanma ve kendine gelmesi olarak gösterilmektedir.Elbet ki bu canlanma hayat dinamiklerin yalnız Kırım’da olmayıp, Rusya devletinin bütün köşe,bucak yerlerinde normal ve olağan karşılanmıştır. Meselenin aslı ise Avrupa ve Amerika’nın büyük kapitalizmi yavaş yavaş diğer devletlerin içine girip,onların iktisadi ve ekonomik sistemlerinin değişmesine dayanmaktadır.. Mesela ufacık Kırım yarımadasında bile ondokuz’uncu yüzyılının ikinci yarısında demiryolarının bir kısmı, oto ile ulaşım, telefon hatları,gemi nakliyatı ve gemi tersaneleri ve madencilik ile bir çok ufak sanayi haliyle Amerika şirketleri veya zenginlerinin ellerinde idi.Büyük kapitalizm tesiri dünya medeniyetinde, ekonomisinde ve kültüründe açıkça görülmektedir. Elbet ki; O zamanlarda bir çok müslümanın yaşadığı yerlerde tiyatro oyunları, tiyatro binalarının yokluğu sebebi ile belli mevkilerde ve zenginlerin evlerinde yapılmakta idi. Çalışmaları hatta şahsi fabrika ve sanayi ile teknik iş yerlerinde geçmekte idi. Mesela XX yüzyılın başında bile Azerbeycan’da dramatik S.M.Ganizadenin Hor Hor piyesi Bakü’de Tagiyevnin fabrikasında(!) oynanmıştır. (XX yüzyılda Azerbeycan edebiyet bilgileri/ilmiy makaleleri toplamı/Baku”ilmi”-1885 (yinede Azerbeycan yazıcı ve dramatik yazar ıSüleyman Sami, Ahundov’un “Tamahkar”komedisi ilk defa 1899 senesinde Bakü’de Nikitinin sirkinde (!) temaşa sanatına doyulduğunu görmekteyiz. (Nadir Valihanov, Süleyman Sami Ahundov ilmi biografiyasını Bakü -ilm-1996 XIX yüzyılın sonunda XX yüzyılın başında Kırım’da performansları ve çalışmaları belli rejisör ve artist Celal Meinov bu konuları böyle hatırlıyordu. O zamanlarda Bahçesayar’da hazır kurulmuş bir sahne de yoktu.Her Tiyatro için ayrıca sahne olması gerekli idi.. Bu olay ise çok zorlukları peşinden getiriyordu. Kerestelerden sahne dekorları yapılması gerekli ve lüzumiyet istediğinden ve bu işe bakan küçük memurlar


çalıştığından, her sene o şehrin en yetlilisinden izin alınması gerekmekteydi. Gerçek şehrin yetkilisi olan Mustafa -Mirza Davidoviç bizi bazı red etmesede, memurları buna pek iyi bakmamaktalar idi. Çünkü bütün Ormanın kerestelerinden mobilyalarını ve diğer eşyaları başka odalara yerleştirmek gerekli idi. Sonra ormanlardan kestirilen tahta ağaç getirilip sahne kurulmaktaydı. Akşam oynanan oyundan sonra sahne tekrar. bozularak, mobilyalar ve tüm eşya yerli yerine konmaktaydı. Bahçesayar’da daima bir meclis ve tiyatro olduğundan, bu hususta İsmail beye (İsmail Gasprinksikye) bildirildiği söylenmiştir. İşte bu müracaat neticesi olarak 14 EKİM 1926 Bahçesayar tiyatrosu açıldı. (Meinov C Kırım’da Tatar Tiyatrosu//1926 -No Kronolijik sırayı bozmamak için bir yerde “Tercüman” gazetesinin gözlemlerini gereğinde bırakmamız gerekmektedir. Mesele şudur.. Burada 1888 senesi “Bahtiyar “isimli piyes, ayrı bir kitap olarak yayınlandı. Kitabın içinde gördüğümüz kadar “Bahtiyar” Eser Mustafa Hilmi’nin “Tercüman” Muharriri tarafından yayılanmıştır. Şehr-i Bahçesaray basılmıştır.. Peterburg 20 mart 1888. Bahçesaray’ da yayınlanan bir meclisten (halktan) ibaret olan bu şiir ve şarkısının olarak oyun olarak yazıldığından, efsane bir aşk olduğunudur. Adil ve Münire isimli gençler bir birine Leyla-Mecnun gibi aşık olurlar. Aşklarını ve sevgilerini yüksek sesle, şiirler ve beyitlerle birbirlerinin kalblerine anlatırlar. Dikkate değer çok büyük bir çalışma olan Bahtiyar, bu kitabın bir bölümünün yayınlandığı sanılmaktadır. Ve yayınlanan kısmı ise iki defa baskıya girmiştir. Bize onun hakkındaki bilgiler kütüphane katologlarında mevcuttur. ST.Petersbug Saltykov-Shcedrin’de bulunan başka nüshalarında bir çok farklılıklar çıkmaktadır. Bunlardan temel olarak 1882 yılında kütüphanede listelenen katologta iki şekildedir. ”Bir gazete editörünün görüşlerine göre oyunun temeli 16 sayfadan oluştuğu görüşündedir. Ama araştırmacılar bunun 16 sahife olmadığını kesin dille anlatmaktadırlar. ”Bahtiyar’ın” Kırım Tatar dilinde oynanan ve yayınlanan ilk oyun olduğuna inanıyoruz. Özetle oyun şöyle geçmektedir. Adil’in göz bebekleriyaşlı, yüzü kıpkırmızı, karşısında ceylan gibi Münir’esine bakarak; --Ben fakir bir halk çoçuğuyum, sen ise

zenginsin. Sen Züheylasın. Ben Yusuf’um. Münire isemazlum lazlum bakışlarınla, gözlerindeki tane tane akan gözyaşlarınla; --Söyleme böyle gönlümün güzeli,eri. Allah aşkına anlamıyormusun gözlerimden akan sevdayı yaşlarımdan. Adil ise; biraz şaşkın. Ama Münire’nin bu sözlerinden içindeki ateş daha fazla acı veriyordu. --Allahım. Bu benim için ne gibi bir devlettir. Sana layık olmanın mutluluğunu yaşayacağım, seni kalbimde yaşattıkça. Bahtiyarım. Bahtiyarım. Bahtiyarım. Münire; Adil’in Boynuna sarılarak; --Ben, cemaline , Nurlu yüzüne, sevgine pervaneyim. Saçının zulfuna, kalbinin küt küt atan sesine divaneyim. Öldüren aşkın benim nikahımdır. Ben gül isem, sen benim bülbülümsün. Münire, içindeki aşk parıltıllarını acısını, Aftab, adlı hizmetçisine devamlı içini dökerdi. Adil’i göremediğinde bunu içindekilerini anlatmasını isterdi. Hizmetci kız devamlı olarak bu sevdayı beyitlerle, şiirlerle, Münire’nin içindenden fışkıran aşk duygusunu Adil’e iletirdi. Adil’ise buna Aftaba verdiği cevapta şöyle cevap verdi. ”benim sevdam, Ruhumun ve canımın kanatları ile sarıp sarmaladığım aşkım. Senin için bıçak sırtındada olsa, kalbim ve benliğim seninledir”. yaşadığım dünyada devamlı insanlığın ve aşkın kem gözleri vardır. Kötüler vardır. Dilcu isimli hizmetçi kızda bunlardan biriydi. (Münire’nin babası Vezirlik yapan bir paşa idi). Dilcu Adil ile Münire’nin bu aşkını babasına üstüne katarak yalanlarla söylerdi. Tabiki, paşa durumundaki zengin baba, Adil’i hiç kızına uygun görürmü. Hemen bu zavallı çoçuğu adamlarına yakalatır. Çöl ve ıssız vahalara bırakmasını emreder. Adil ağlıyorduyordu hıçkıra hıçkıra. Çöle gönderildğine değil. Münire’den ayrılacağını üzülüyordu. Adil çölün kavurucu sıcağı ile yaşamaya başlar. Kum taneleri onun dertinin arkadaşıydı. Çölün sıcağında sevgilisin nefesini hissetmedikce içinin yangını söndürülemez bir hal almıştı. Onu çöl değil kara sevdası, Münüre’den uzakta olması yakıyordu. Beyni ve bütün hücreleri ile içinde aşkını yaşıyordu. Tabiki belli zamanlardaki açlık ve susuzluğun getirdiği çaresizlikle içindeki sesi, beyitlere ve şiirlere söz oluyordu. Günler geçtikçe çöl onun

89


yuvası, kumlar sırdaşı olmuştu. Adil’in beyitleri kulaktan kulağa yayılarak tüm kara sevdalıların nefesi oluyordu. Gün doğmadan, neler doğar. Münire’nin paşa babası günlerce hasta yatağında yatarak, aşıkların sevdasına kara bir gece gibi indiği gibi, karanlıklara gömülerek öldü, Münire dünyaya karşı sessizliğinden ayrılarak, yağmur damlalarının saçlarını ıslattığı bir gün, gül kokulu Adil’ini getirmelerini ister.Muhteşem bir düğün ile.evlenirler. Aşkları ibadet olmuş. Cennet bahçesindeki bir ağaçın elmalarından birinin, iki yarısı olmuşlardır. İmparatorların ruhları ile fakirlerin aynı bizleri yaratan ilahi güç tarafından yaratıldı.İnsanoğlu kendi varlığının güzelliğini yaşadıkça kültür ve bilgilerle öğrendi. Karşımızdaki gösteri halindeki kişilerin Türkiye’de ve vatan Kırım’da tiyatro adı altında kültürel etkinliklerin olması ömür ağaçımızdaki yaprakların bize sanatsal duygular olarak yeşerdiğidir. Türkiye’de geleneksel Türk tiyatrosu çeşitli şekilde şekillenmiştir Geleneksel Türk tiyatrosu gösterileri; Seyirlik köy oyunu, kukla, medda, Karagöz ve orta oyunudur. Bu oyunlar yazılı metin ile oynamazlar. Güldürü oyunları ön plandadır. Genelde oyunlar sahnesiz oynanan oyunlardır. Seyirlik köy oyunlarının kökeni tarih öncesi törenlerin ilkeli inançlarına, orta asya’dan gelen kültür ve inançlara uzanır. Anadolu’da daha once yaşamış olan topluluklarında katkısı vardır. Zamanla değişse bile Türk köylüsünün bu geleneğini sürdürdüğü görülür. Seyirlik köy oyunlarında Köçekler, çengiler ve curcunabazlar devamlı ilgi odağı olmuşlardır. Türkçesi; oyuncak bebek anlamına” Kukla” Türklerin Anadolu”’ya birlikte getirdikleri en kolay gösteri sanatıdır. İlk yıllarda karkorcak ve kağucak olarak olarak isimlendirilsede, daha sonraları,el kuklası ve ipli kuklalar olarak XIX yüzyıla kadar gelişerek devam etmiştir. Meddahlık, bir konuyu oynayarak anlatma sanatıdır. Genelde islam ülkelerinde ilgi görmüştür. Diğer gösteri sanatlarına göre kültür yanı çok daha fazladır. Tek komediye ağırlık vermez. Dramatik,duygusal ve dinsel konuları işler. Meddahlık bir anlamda taklit sanatıdır. Rasih bey ile ilerleme kaydetmiştir. Ünlü tiyatro

sayı//18// ocak 90

ve seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur (Arabeskçi Ferdi Tayfur değil)meddahlığı tam anlamıyla çağdaş bir yapıya kavuşturmuştur. Yakın zamana kadar Celal Şahin ve Orhan Borhan Türkiye’nin modern meddahlığını yapmışlardır. Arap dünyası meddahlara “kıssa”İranlılar ise” kıssahan “derler. Meddahlık göründüğü gibi kolay olmayıp, zamanın en bilgili insanları bu işlerle uğraşırlardı.Bir şekilde eğlenirken düşünme imkanı bulunulurdu. Orta oyunu; Bir anlamda halk tuluat tiyatrosudur.Metinsiz oynanır, doğaçlamaya dayalı olması ile çok zordur. Ana karekterleri Kavuklu ile Pişekardır. Sahne veya halkın ortasında da oynanır. Müzikli ve danslı Türk halk tiyatro oyunudur. Orta oyunu toplum ve çevresinin sorunlarını eleştirirken zamanla komediye dönmüştür. Batı tiyatro anlayışının değişmesi sonucu önemini kaybetmiştir. Evrenin acaba kalıntılarındamı yaşıyoruz, yoksa geleceğimdemi.? Bu bir düşünce konusudur. Çoğumuz yaşadığımızda düşünmeye vakit bulamıyoruz, düşüncelerimiz. Ya para’ dır. Ya da cinselliktir. Gerçek aşk artık zamanla geçmişte kitaplarda kalacaktır. Adİl ile Münire ilahi bir lütfun yağmurlarında sırıl sıklam ıslanmarlarını, Bahtiyar ismi ile sahneye konan piyeste yıllar önce temiz bir aşkın ifadesi vardır. Bahtı açık insanlar aşkı bazende sanatta bulmuşlardır. Ne olursa olsun “Aşk hiç bir zaman pişman olmamaktır”. KAYNAK

1. “Bahtiyar” Eser Mustafa Hilmi’nin “Tercüman” Muharriri tarafından yaynlanmıştır. Şehr-i Bahçesaray basılmıştır.. Peterburg 20 mart 1888 2. Nurettin Albayrak, Türk dinayet vakfı, İslam ansiklobedisi: Istambul 2012 3. Nutku, Özdemir, Meddahlık Ve Meddah Hikayeleri, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları Nutku, Özdemir, İslam Ansiklopedisi, cilt: 28, sayfa: 294 , yıl: 2010 4. Ömürden Sayfalar (aktaran Dr. Yusuf Gedikli, Ötüken neşriyat, İstanbul 2000, 13-33. s.



ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ

TÜRKİYE DİYANET VAKFI “Ülkemizde ve yedi kıtada insanlığın hizmetinde bir vakıf olmak” vizyonu ile İslâm’a ve insanlığa hizmet etmektedir. Mehmet Nuri YARDIM

üyüyen ve gelişen yeni Türkiye’nin medar-ı iftiharı müesseseleri arasında Diyanet İşleri Başkanlığı öncü konumdadır. Türkiye’de dinî hizmetleri deruhte etmek maksadıyla Cumhuriyet’ten sonra kurulan bu kurum, inanç dünyamıza yönelik bir çok konuda önemli çalışmalara imza atmış ve halkımızın temel ihtiyaçlarına cevap vermiştir. Prof. Dr. Mehmet Görmez’in Başkanı olduğu Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde kurulan alt kuruluşlardan şüphesiz en önemlisi, Türkiye Diyanet Vakfı’dır. 13 Mart 1975 tarihinde kurulmuş olan Türkiye Diyanet Vakfı, 18 birimi, 970 şubesi ile Türkiye’de ve 100’den fazla ülkede 40 yıldır; “Yeryüzünde iyiliğin egemen olması için insanlara ve bu yolda çaba sarf eden kurumlara maddi ve manevi destek olmak” misyonu, “Ülkemizde ve yedi kıtada insanlığın hizmetinde bir vakıf olmak” vizyonu ile İslâm’a ve insanlığa hizmet etmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın her türlü hizmetine destek vermek üzere kurulan vakfın amacı; eğitim ve kültür kurumları inşa edip donatmak, sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın desteklenmesine katkıda bulunmak, imkânları yardım bekleyen bütün insanlığa din ve milliyet ayrımı gözetmeksizin yardım etmek, vakfı yapılacak her türlü aynî veya nakdî bağışların, zekât, fitre gibi yardımların, ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasını sağlamaktır. Vakıf bünyesinde o kadar çok hizmet veriliyor ki, doğrusu bunları kısa bir yazıda anlatabilmek zor. Kitaplık çapta olan bu hizmetleri muhtasar olarak yansıtmaya çalışacağız. Genelde yurtiçinde ve yurtdışında ihtiyacı olan insanlara, mazlumlara, mağdurlara ve masumlara yardım etmek amacıyla, “Yeryüzünde iyilik egemen oluncaya kadar” sloganını rehber edinerek kurulan vakıf, kültürel faaliyetleriyle dikkat çekmekte ve göz doldurmaktadır. Amatör yazarlardan büyük ilgi gören “İyilik Ödülleri” bu kabil kültürel faaliyetlerden birisidir. Vakfın hizmetleri, ana hatlarıyla şöyle: İSAM, İLİM HAYATININ GÖZBEBEĞİ

Türkiye Diyanet Vakfı’na bağlı olarak hizmet veren İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) bugün sadece İstanbul’un değil, ülkemiz akademisyenlerinin de en çok müracaat ettiği merkezlerdendir. İstanbul’da ise bütün ilim, fikir ve sanat adamlarının sıkça ziyarette bulunduğu, zengin kütüphanesinden istifade

sayı//18// ocak 92


ettiği bir mekândır. Sadece bu merkezi anlatabilmek bile ayrı bir yazı konusu. Yayın Müdürlüğünü Ahmet Yılmaz’ın yaptığı, Kütüphane ve Dokümantasyon Müdürlüğü’nü Mustafa Birol Ülker’in üstlendiği İSAM’da, Danışman olarak kitabiyat âlimi Prof. Dr. İsmail E. Erünsal’ı görüyoruz. İstanbul’un Anadolu yakasını taçlandıran merkezdeki başlıca bölümler şunlardır: Kütüphane Katalog Tarama, Kütüphane Yayın Teklif Formu, Türkiye Kütüphaneleri, Dokümantasyon, Kadı Sicilleri Katalogu, İlahiyat Makaleler, İlahiyat Fakülteleri Tezler Katalogu, Osmanlıca Makaleler, Osmanlıca Risaleler, Osmanlı Salnâmeleri, Arapça Makaleler, Hüseyin Hilmi Paşa Evrakı, Yusuf İzzeddin Efendi Evrakı, Muhammed b. T. Et-Tancî Evrakı, Ziyad Ebüzziya Evrakı, Kemal Batanay Müzik Arşivi, Elektronik Kaynaklar. Aralarında Türkiye’nin seçkin bir çok akademisyeninin, ilim, fikir ve sanat adamının hemen hemen her gün ziyaret ettiği, kendilerine tahsis edilen mekânlarda çalıştığı İSAM’a bir çok kişi şahsi kütüphanesini armağan etmiş bulunuyor. Bu kitaplar düzenli biçimde tasnif edilmekte ve ziyaretçilerin istifadesine sunulmaktadır. Bir bakıma kütüphane, artık araştırmacıların ilk ve son müracaat yerleri ve her zaman ihtiyaç hissettikleri bir mekâna dönüşmüştür. İSAM başta Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) olmak üzere bir çok kurum tarafından ödüllendirilmiştir. Önemli bir boşluğu dolduran İSAM, Ortadoğu, Asya, Balkanlar ve Afrika’yı da kapsayan çalışmalarıyla dünya çapındaki büyük

üniversitelerin mensuplarının da faydalandığı, İslâmî araştırmalara önemli katkılarda bulunan bir merkez. MUHTEŞEM BİR KAYNAK: İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ

İSAM’da hazırlanan ve nadide bir eser olan İslâm Ansiklopedisi, 25 yıl boyunca yaklaşık 2 bin yazar ve güçlü bir redaksiyon heyeti tarafından titiz bir ilmî çalışmayla hazırlandı. Bugün araştırmacıların, ilim, sanat ve kültür dünyasının ilk başvurduğu kaynak eser, İslâm Ansiklopedisi’dir. Cumhuriyet devri ilim dünyasının yüz akı çalışmalarından biri olan ve iftiharla İslâm dünyasına sunulan İslâm Ansiklopedisi, 500 temel kaynaktan taranarak tespit edilen 16 bin 855 maddeden oluşuyor. Artık internette de okuyucuların istifade ücretsiz olarak sunulan 44 ciltlik bu muhteşem eser, 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne de lâyık görülmüştü. UNUTULAN SANATLAR İHYA EDİLİYOR

Türkiye Diyanet Vakfı’nın hizmetlerinden birisi de unutulan klâsik sanatlarımızı ihya etmesi ve yeniden canlandırmasıdır. 1996 yılında kurulan Kadın Aile ve Gençlik Merkezi (KAGEM)’ndeki kurslardan binlerce kişi faydalanıyor. Kuruluş, yüzyıllar öncesinden bugüne kadar gelen klasik sanatların unutulmaması ve gelecek nesiller tarafından tanınıp yaygınlaştırılması amacıyla çeşitli dallarda sanat kursları ve seminerler düzenliyor. KAGEM, tezhip, hat, minyatür, ebru, çini, ney ve ciltçilik gibi

93


bugün kaybolmaya yüz tutan özel sanatların devamı için haftanın yedi günü hizmet veriyor. Usta çırak münasebeti içinde devam eden dersler, uzman eğitimciler eşliğinde gelecek nesillere, usulüne uygun şekilde aktarılıyor. Bu çatı altında Arapça, Osmanlıca ve Farsça gibi düzenlenen dil seminerleri ile de geçmişten geleceğe köprü kuruluyor. Aktif bir kuruluş olan KAGEM, yürüttüğü çeşitli kültür projeleriyle göz kamaştırıyor. Din, düşünce, kültür, edebiyat ve sanat gibi hayatımızda yerleşmiş olan alanlarda doyurucu faaliyetler ve çalışmalar burada yapılıyor. Millî ve yerli kültürümüzü gelecek nesillere aktarmak suretiyle milletimizin bekasına yardımcı olmak için ilmî ve kalıcı eserler üretiliyor. Düzenlenen seminer, konferans, panel, çalıştay ve ilmî toplantıların yanı sıra ailenin güçlendirilmesine yönelik faaliyetler de yürütülüyor. Yurt genelinde faaliyet göstermesi amacıyla teşkilatlanma çalışmaları devam eden KAGEM’in, “Kalem Kitap Kahve” mekânları da kültür sanat dünyasının ilgisini çeken iyi bir hizmet. YENİ BİR HEYECAN: KUTLU DOĞUM HAFTASI

Türkiye Diyanet Vakfı tarafından başlatılan bir çok hizmet, farklı kurum ve kuruluşlar tarafından da örnek alınmakta ve benzerleri yapılmaktadır. Bu hizmetlerden biri de her yıl gerçekleştirilen “Kutlu Doğum Haftası”dır. Peygamber Efendimizin doğum yıldönümünde, bütün insanlığı aydınlatan ilahî mesajını toplumun bütün kesimlerine anlatmak için 1989 yılından bu yana “Kutlu Doğum Haftası” faaliyetleri tertip edilmektedir. Vakfın, Diyanet İşleri Başkanlığı ile birlikte yurt içinde ve yurt sayı//18// ocak 94

dışında her yıl düzenlediği binlerce faaliyette, Peygamber Efendimizin hayatı ve bütün insanlığı aydınlatan ilahi mesajı, gencinden yaşlısına topluma anlatılıyor. Hafta kutlamaları çerçevesinde, bütün il ve ilçe şubeleri ile il ve ilçe müftülükleri tarafından düzenlenen sosyal ve kültürel faaliyetler, her sene geniş kitleler tarafından coşkuyla takip edilmekte ve büyük heyecanlara vesile olmaktadır. 7 KITADA 100 ÜLKEDE EĞİTİM HİZMETİ

Yurtiçinde ve yurtdışında bir çok yurdu açarak öğrencilerin barınma ihtiyacını karşılayan vakıf, 7 kıtada 100’ü aşkın ülkede de eğitim-öğretim ve sosyal faaliyetler gerçekleştirmektedir. Vakıf tarafından Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Romanya, Bulgaristan ve Somali’de açılan eğitim kurumlarında halen 2 bin 320 öğrenci öğrenim görmekte olup, bugüne kadar bu okullardan 3 bin 972 öğrenci mezun olmuştur. Eğitim hizmetleri giderek artmakta ve yayılmaktadır. YAYIN DÜNYASININ ÖNCÜ KURULUŞU

Türkiye’nin bu önemli kuruluşunun yayın dünyasında öncü ve güvenilir bir kimliği vardır. Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin ilk mühim dinî kaynak eserleri bu çatı altında vatandaşlara iletilmiş, kitaplar ve dergiler Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar ulaştırılmıştır. Başta Kur’an-ı Kerim, tefsirler, mealler ve diğer dinî eserlerin yanı sıra ilim, kültür, sanat ve edebiyat dünyamızın temel bazı eserleri hazırlanmış ve milletimizin istifadesine sunulmuştur. HAZIRLANAN BAŞLICA ESERLER

Diyanet Vakfı çatısı altında İlim, Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Başkanlığı (İLKSAY) oluşturularak yayın politikası doğrultusunda,


yazılı, sesli ve görüntülü yayınların seçimi yapılmaktadır. Neşredilecek kitapların yıllık plan ve programları gerçekleşmektedir. Bu mühim eserlerden bazıları şunlardır: Peygamber Efendimizin hikmet ve rahmet dolu dünyasını keşfetmeye davet eden Hadislerle İslâm adlı eser, vakıf tarafından ilim ve kültür dünyamıza kazandırılmıştır. Eser, Sevgili Peygamberimizin (sav) çağlar üstü örnekliğini, sade ve anlaşılır bir dil ve özgün bir üslupla okuyucuya sunmaktadır. Ragıp Akyavaş gibi Cumhuriyet devrinin önemli yazarlarının eserleri neşredilmektedir. KİTABEVLERİ ZİNCİRİ VE DERGİLER

Türkiye genelinde yaygın bir ağa sahip olan kurum, ülke genelindeki 24 kitabevi ile vatandaşlara hizmet veriyor. Vakfa ait 600’den fazla basılı, sesli, görüntülü eser ile yaklaşık 150 farklı yayınevinin 12 bin çeşit kitabı okuyucuyla buluşturuluyor. Böylece neşriyatın yanı sıra ülkemizde en çok ihtiyaç hissedilen dağıtım hizmetleri de yapılıyor. Diyanet dergisi ve Diyanet Çocuk Türkiye’nin en köklü, saygı ve okunan dergileri arasında bulunuyor. Bu iki derginin yanı sıra İyilik isimli dergi ile Türkiye Diyanet Vakfı Haber Bülteni de yayınlanmaya başlamıştır. VE KİTABIN KALBİ FUARLAR

Türkiye Diyanet Vakfı, okuyucu, yazar ve yayıncıyı buluşturmak amacıyla 1983 yılından bu yana, yani 34 yıldan beri her sene Ramazan ayında İstanbul ve Ankara’da Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı düzenlemektedir. Bursa, Çorum, Konya gibi bir çok ilde de bu fuarlar gerçekleşmektedir. Fuar, halkımız tarafından büyük ilgi görürken her Ramazan’da

şehirlerimiz kitap ve oruç ayının buluştuğu anlamlı bir birlikteliğe sahne olmaktadır. Fuar hizmeti, ülkemizin kültür hayatını canlı tutmakla birlikte vatandaşlarımızın kitap ihtiyacını da karşılamaktadır. Ramazan ayı boyunca yüzlerce yayınevi Beyazıt Meydanı’nda açılan stantlarda kitaplarını sergilerken, ESKADER işbirliğiyle düzenlenen “Beyazıt Ramazan Sohbetleri” de büyük ilgi görmektedir. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde gerçekleşen bu toplantılarda Türkiye’nin seçkin aydınları, yazarları, bilim, sanat ve kültür adamları dinleyicilere hitap etmekte ve sorularına cevap vermektedir. Özellikle gençlerin dikkatini ve takdirini toplayan bu programlarda âdeta beyin fırtınası esmektedir. 95





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.