ŞEHİR ve KÜLTÜR - 34. Sayı

Page 1



Biz’den…

Söz Ola Kese Savaşı Söz Ola Kese Başı… Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz … Yunus Emre Kalem tutan herkes kâtip olamaz, güzel yazı yazamaz. Güzel yazının büyük önemi vardır, güzel ve okunaklı olması lazımdır, estetik bir istif gerekir. İslam tarihinde meşhur bir hadise vardır; Hz. Osman zamanında kâtibi Mervan’ın bir noktayı yanlış koyması, yerli yerine koymaması sebebi ile İslâm aleminde ne kıyametler kopmuştu. Hz.Mervan kelimenin altına konması gereken noktayı üstüne koymuş, bu yüzden İslâm tarihinde acıklı hadiselerin vukuuna sebep olmuştu. Kalem, dil gibi sağa da sola da kayar..kalem yazmaya başlayınca rotayı şaşırmamak lazımdır.. Bunu hem fizikî olarak kamışla hüsn-ü hat yazarken kamışı kaydırmadan üslubunca yürütmek gerekir.. Hem kaleme aldığınız yazının maksadını ve edebî üslubunu şaşırtmadan ifade edebilmektir. Hem de konuştuğunuz kelâmı dil sürçmesine mahal vermeden söyleyebilmektir hayatın içinde.. Şeyh Sadî der ki; Evvela düşün, sonra söyle. Sana, ‘artık kafidir denilmeden dur’. ..”Kemâlin kelâmın altındadır” Şeyh Sadi bu sözü de şöyle açıklar ”İnsanların ağzındaki dil bir hazine anahtarıdır. Kapalı olduğu zaman hazinenin içerisinde ne olduğunu, acaba kıymetli taşlar mı? yoksa lüzumsuz, köhne hırdavatmı var, kimse bilmez.” . Tolstoy da konuyla ilgili şunu söyler; “ Dolu tüfeğe karşı ihtiyat ve tedbirle muamele edilmesinin lüzumunu biliriz. Fakat söz için ihtiyatkâr olmak lüzumunu pek de bilmek istemeyiz. Ahmakça bir söz öldürmekten daha beter bir fenalık yapabilir..” Kabağın patlıcanın kaç çeşit yemeği olursa ona göre kesersiniz sebzeyi, Güzel hattında o kadar çok çeşidi olurki , hangisini yazacaksanız kamışın ucuna da biçimini vermeniz gerekir.. Yazacağınız yazının şah cümlesi neyse, başlarkende ona göre giriş ayarı yapmalıyız.. Konuşurken de öyle değilmi? Anlatırsınız anlatırsınız bir türlü sadede gelemezsiniz, çünkü cümleler sağa sola dağılmıştır, toparlıyamıyorsunuzdur. Oysa anlatmak istediğinizi yalın bir biçimde anlatırsanız, veya yazacağınız yazınızdaki hedefinizi yalın bir biçimde ifade edebilirseniz hedefe kolay varır, maksadınızı ifade edersiniz.. Aslında bunu beceremiyorsanız güzel bir kelam yetişir duvardaki hüsn-ü hat tabelasından..” Kul-il hayra ve illa feskût” Ya hayır söyle, yada sükut et.. Şu İfade bir genel şarttır, Müslüman kişi elinden ve dilinden emin olunan kişidir.. Yazdıklarımızla, söylediklerimizle, davranışlarımızla güven ve itimat telkin etmeliyiz çevremize..

Üstad Necip Fazıl’ın Yunus Emre için yazdıkları, ondan medet ister, saflık temizlik için... Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan; Geleyim, izine doğru arkandan; Bırakmam, tutmuşum artık yakandan, Medet ey dervişim, Yunus'um medet! Şehirlerimizde sözüne itibar edilen kültür insanları, toplumu iyiye doğruya güzele sevkeden insanlardır. Birikimli bilge insanlar, toplumun dinamik olarak moral motivasyonunu sağlamak için gayret ederler.. Bu kişilerin sayılarının artması, toplumun genel kültürünü de bereketlendirir.. Tarihten gelen bu kültür birikimi, insanları cesaretli kılar.. Fatih Sultan Mehmed ‘in birkaç sözünü buraya sıkıştırmalıyım; “ Türklerin yalnız sonsuz bir cesareti değil, iradeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekâsı vardır.” Cesaret ve zekâ , sağlam bir kültüre sahip insanlarda vardır.. Diğer bir sözünde sultan Fatih, sanki bugüne vurgu yapar, “Maksat bir şehir bünyad etmektir /Aslolan reaya kalbin abâd etmektir.” Yani bugünkü yöneticilerimize ders gibi, sadece hizmet etmekle kalmayalım, bu şehrin insanlarının gönlüne girelim diyor…Eğitiminde, kültüründe, ticaretinde ,Siyasetinde temelinde bu güven duygusu vardır.. Hz.Davut’a nisbet edilen bazı özlü sözler, aleme salınan avazı kadar meşhurdur; “Dostları olan adam dostane davranmalı. Kardeşten ziyade kuvvetli dost vardır.” ..Evvelki şeyler anılmaz. Sonra olacak şeylerin dahi sonradan geleceklerin arasında lafı olmayacaktır.. “Gümüş tel kopmazdan, altın tas kırılmazdan, testi çeşmenin yanında paralanmazdan, kuyu üzerindeki dolap kırılmadan önce Allah’ı düşün.”.. Son söz , hak sahibinindir..Milletin sözü hakkın sözüdür.. Şehir ve Kültür dergisi olarak, bu ülkenin ziyalı insanlarınca 34 aydır sözümüz vardı öne çıktık ve söylüyoruz, yazıyoruz... Halka doğruyu ,iyiyi, güzeli yazmayı ,konuşmayı anlatmayı hedefledik ve bunu 34 aydır başarıyoruz…Sorumluluğumuzun bilincindeyiz, aynaya bakmayı unutmuyoruz, iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batıralım ki sözümüze itibar edilsin diyoruz...saçımızı taradık Mayıs ayında da huzurunuzdayız.. Hz.Mevlâna diyor ki; “İstediğin kadar inançlıyım de namaz kıl, sadaka ver. Umut verip, güven aşılayıp da yarı yolda bıraktığın insanın gönül sadakasını her iki dünyada da veremezsin.” Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza…

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4

DESTÛR YA ŞEHR-i

8

GÖKYÜZÜNE

RAMAZAN!

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

MEYDAN OKUNMAZ

Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN

20

DÜNYANIN KÜLTÜRÜNÜ BİR ŞEHiRDE YAŞAMAK

iSTANBUL’DA iLK

MATBAAMIZ FATiH’TE.. Mehmet Kâmil BERSE

24

HÂCE AHMET YESEVÎ'NiN

DiNLENDiĞi MEKAN Dr. Kâmil UĞURLU

8 KADiM ŞEHiR! 36BASIN HAYATI AH KAŞGAR! Doç Dr. Abdulhamit AVŞAR

10

AHŞAP MESCiDLER Dr. M. Sinan GENiM

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

‘EBEDi ŞEF’ DÖNEMi

Hüseyin YÜRÜK

42 iSTANBUL

MEDENiYETLERiN KESiŞTİĞi ŞEHiR:

Erhan ERKEN

Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep


16 KÜLTÜRÜMÜZÜN TEMEL DEĞERLERİ VE III. MİLLİ KÜLTÜR ŞURASI / Cem ERİŞ 27 ABDULLAH OĞLU HUSEYN / Kâmil UĞURLU

56

REFiK HALiD VE

28 ÇİKOLATA TADINDA VE KOKUSUNDAKI ŞEHİR BRÜKSEL/ Fahri TUNA

ŞEHiR HiKÂYELERi

32 ŞİİRİN ŞEHİRLERİ / Recep GARİP

Mustafa UÇURUM

34 BIĞIR KÖYÜNDE ŞEHİT ASKER MEZARI / Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR 40 YOZGAT’IN SOĞUĞU VE SICAĞI / Erol ERDOĞAN 46 RÜZGÂR VE ODLARIN RAKS ETTİĞİ ŞEHİR: BAKÜ / Doç.Dr.Süleyman DOĞAN 49 DEĞERLERİ TANIMAK GEREK / Recep ARSLAN

62

BUHARA VE

50 BU TUNA BAŞKA TUNA: PRAG’DA BAHAR MI? -beş-/ Mehmet Cemal ÇİFÇİGÜZELİ

Nermin TAYLAN

58 TOKAT BİR BAĞ İÇİNDE / Ali BAL

KÜLTÜRÜMÜZ

54 HANGİ İSTANBUL / Ekrem KAFTAN

60 SESİNİ KAYBEDEN ŞEHİRLER / İsmail BINGÖL 64 NİĞDE’DE YAŞAYAN ORTODOKS KARAMANLI TÜRKLERİ / Mehmet BAŞ 71 H33 “OTUZ ÜÇ” / İbrahim BAŞER

68

KiTAP VE OKUMA Prof.Dr.Ömer ÖZDEN

72 MOLDOVA’DA ATM’DE UYUMAK / Zaferullah YILDIRIM 76 MÂTEM TUTAN RUHLARA NEŞEDİR İSTANBUL / Sabri GÜLTEKİN 80 SAPANCA’NIN BALKONUNDAN ŞEHRE BAKMAK / Mehmet MAZAK 82 PANORAMA 1453 TARİH MÜZESİ “KURGU VE GERÇEKLİK” İSTANBUL’UN FETHİ BURADA OKUNUR/ Salih DOĞAN 85 GÖZNURU TEZHİP SERGİSİ -şehir sergi / Fatma DERİN

86

MEHTER

“TARiHiMiZiN MERT SESi”

Mustafa YAZGAN

Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 15 TL.

KKTC fiatı: 20 TL. Abone Yıllık: İstanbul 160 TL. İstanbul Dışı 170 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

88 BARTHOLD: “SİNAN’IN ESERLERİ, RÖNESANS DEVRİ ESERLERİNİ AŞMIŞTIR/ Muhsin İlyas SUBAŞI 90 TİSTANBUL MÜZİK MÜZESİNİN İZİNDE -iki- / Samet SURURİ 92 MUSİKÎ'NİN ORTAK DİLİ VE KIRIMLI ŞEFKATİ AMCA... / Serdar TAŞTANOĞLU 94 HAYATA DÂİR ÖMÜRLÜK KİTAPLAR / Mehmet Nuri YARDIM Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr

www.dersaadethaber.com

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. | Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi:


DESTÛR YA ŞEHR-İ

RAMAZAN! Ramazanları anlatanların bir üslubu vardı ve önemli bir boşluğu dolduruyorlardı.

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

slam aleminin manevi iklimi ve klasik tabirle on bir ayın sultanı Ramazan için çok şeyler yazıldı geçmişte ve günümüzde. Halen de yazılmaya devam ediliyor. Bunların bir bölümü kuşkusuz ibadet yönünü ele alan yazılar. Fıkhı ilgilendirir özel bir uzmanlık gerektirir. Diğer bölümü ise bu ibadetin toplumsal hayata yansımasını tasvir eder. Nasıl bir atmosfer yarattığından bahseder nesri ile nazmı ile. Dolayısıyla yeni ne yazılabilir diye sormak hakkınız elbette. Ama ben okudukça aklıma gelen şeyleri paylaşmadan edemiyorum. Hele merhum Orhan Şaik Gökyay’ın deyimiyle “destursuz bağa girenler”i ve halk deyimiyle “köyde değneksiz gezenleri” görünce dayanamıyorum. Koca koca ilahiyatçılar, tarihçiler, onların müsveddeleri, medyanın konuk uleması ve hatta beşik takımı, pazarlamacılar, işletmeciler ve bilumum ehl-i zebân tahayyül ettikleri ama gerçekte kaynaklarda zikredilmeyen, aslında yaşanmamış ramazanları servis ediyorlar. Hele hele Gugıl Paşa’dan menkul bilgi kırıntılarından soru hazırlayıp teşne tutan alımlı ve yakışıklı sunucular karşısında “… ha o mu evet …” diyerek, o anda aklına gelenleri sayanları gördükçe insanın utanası geliyor. Ama “ar” etmemeye de alıştırdılar. Ramazanları anlatanların bir üslubu vardı ve önemli bir boşluğu dolduruyorlardı. Fakih usulünce ibadeti anlatır, “orucun sıhhat” ile ilişkisini kurmaya çalışmaz, bırakın işe tıbbı karıştırmayı, sosyolojik değerlendirmelerden bile uzak dururdu. Sosyal hayata yansımalarını anlatmayı edipler üstlenmişlerdi. Hatta o kadar itinalı ve usturuplu bir tarz ortaya koymuşlardı ki, edebiyatımızda çeşitli formlarda olan Ramazaniyye veya Ramazannâme diye bir tür oluşturmuşlardı. Ramazanın başından sonuna kadar tasvir ettikleri o Sultan’ın cilveli bütün yönlerini nazıma dökmüşlerdi. En azından 15. Yüzyıldan itibaren alıştığımız bu türlere de baktığımızda bugün anlatılan Ramazanları görmek ne mümkün?

*T.C.FSMV Ünv. Tarih Bölüm Başkanı

sayı//34// mayıs 4

Peki nerden çıkıyor bu hezeyanlar? Aslında sadece Ramazan değil, hemen her alanda eski üzerinden yeni bir şeyi pazarlama taktiği geliştirdi toplumumuz. Tarihimiz elbette ihtişamı ile anılmalı, ondan ilham alınmalı ve sürekli yad edilmelidir. Kimine ibret, kimine ders ama hepimize kendimizi yeniden inşa fikri vermelidir tarih. Ama kötü aşçısının


elinden çıkmış yemeklerini pazarlamak için kimsenin “Osmanlı Mutfağı” diye taklit/sahte bir patenti kullanmaya hakkı yoktur. Siz bunu Osmanlı ile başlayan ve duyduğunuz her alana yayabilirsiniz. Bu bir özgüven eksikliğidir. Yaptığımız ve ürettiğimiz ürünlerin, düşünce ve fikirlerin yeterliliğine güven duymama halidir. Bilmem, buna travma ve hatta psikosomatik bir semptom desem uzmanları ne der? Yeni bir çağdayız ve Ramazan iklimini bu çağın gereklerine uygun geçirebiliriz. Zikrimiz, fikrimiz ve de programımız budur, dersiniz ve uygularsınız. Eğer gerçekten alıcısı olursa kalıcı da olur. Gelecekte de yeni kuşaklar sizi tarihte okurlar. Ama bunu geçmişin uzantısı, geleneğin ihyası ve sanki Ramazan’ın olmazsa olmazı olarak sunarsanız vebaliniz var baylar bayanlar. Bunun altından ne sizler ne de bizler kalkamayız. Kendimize gelelim ve “takkemizi önümüze koyup bir kere daha düşünelim”, ama bu takke koyma işini de lütfen kimse Ramazan oyununa çevirmesin. Demem odur ki, bir düşünce, kavram ve hatta bilgi karmaşası içindeyiz ve bunu her yıl tekrarlıyoruz. Herkes bir kere daha düşünsün ve nefsine sorsun, müşterek duamız olan “Ramazan’ı bizden hoşnut kıl” ifadesini ne kadar karşılıyor bu davranışlar. Bu kadar felsefe yeter diyorsanız, sizi biraz da eski Ramazanların kavramları arasında gezdireyim. Bu gezintiyi altı yüz yıllık Osmanlı kayıtlarının rehberliğinde yapacağız.

Mâh-i Ramazan, yüzünü Hilal ile göstermeliydi her yıl. Ama Müneccimbaşı’nın hesapları da dikkatle takip edilirdi. Zira ru’yet-i hilal mümkün olmazsa hesap devreye girerdi. Eh zemheri ayında da hilal görmek her zaman mümkün değildi. Hesaptaki yevm-i şekk (şüpheli gün) tereddütle geçirilirdi. Dersaadet’e yakın şehirler takip edilirdi. Nihayet Ramazan günü olduğuna hükmedilince kadı ilamı ile ilan edilir, meşihat tezkeresine bağlanır ve derhal daha önce zaten hazır olan minareler aydınlatılırdı. Hatta Kadı bazen yakın şehirlerde hilali gören şahitleri İstanbul’a celp edip şehadetlerine başvurabilirdi.

Demem odur ki, bir düşünce, kavram ve hatta bilgi karmaşası içindeyiz ve bunu her yıl tekrarlıyoruz. Herkes bir kere daha düşünsün ve nefsine sorsun, müşterek duamız olan “Ramazan’ı bizden hoşnut kıl” ifadesini ne kadar karşılıyor bu davranışlar.

Ramazan başlaması demek yeni hesapları da gerektirirdi. Kadir gecesinin ilanı, Padişah’ın Hırka-i Şerif ziyaretini başlatacak tarihin belirlenmesi, arefe ve Bayram günü hazırlıkları ve Ramazanın otuza tamamlanıp tamamlanmayacağı gündeme gelirdi. Rahmet ve bereket ayıdır Ramazan. Büyüğünden küçüğüne, yaşlısından gencine, fakirinden zenginine, askerinden siviline, saraydan konağına, evden kulübeye herkes istifade edecekti bu aydan. Bu yüzden bir dizi hazırlıkların da yapıldığını gösteriyor bize rehber olan belgelerimiz. Camilere yeni halı ve seccadeler serilir, hazineden kandiller ve yağ tedariki sağlanır, kimi yerlere de mumlar dağıtılırdı. Varsa diğer ihtiyaçlar görülürdü. Paylaşım ayı idi ve bundan hemen herkes nasiplenirdi. Ama bunun da bir usulü vardı. 5


Tekke ve dergahlara, okul ve kışlalara ve hatta hapishanelere gönderilen erzaka Ramazaniye denilirdi.

Tekke ve dergahlara, okul ve kışlalara ve hatta hapishanelere gönderilen erzaka Ramazaniye denilirdi. İmaretlere ve fakirlere dağıtılan yağ, pirinç, bal, un zahire vs.ye ince bir düşünce ile Taamiyeveya Atiyye denilmez, tahsis veya Sadaka denilirdi. Bunun gönüllü bir iş değil, zorunlu bir görev olduğu anlatılmak istenirdi. Böylece istifade edenler de ihsanın kulu değil; Allah’ın kulu olarak kalmaya devem ederlerdi. Devlet ricali, ağalar, memurlar ve görevliler de unutulmazdı elbet. Saraydan, birinci sıradakilere verilen şeylere Hediye denilerek gönül yoklanırken; maaşlı olan diğer görevlilere arefe ve bayramlarda İn’am veya İhsan yapılırdı. Bu isimlendirme ile de onlara ince bir mesaj verilirdi. Vakıf çalışanlarının, sosyal hizmet yapanların da Bahşiş ile gönülleri yoklanırdı. Sarayın mükellefiyetleri bunlar ile sınırlı değildi. Hazineden çeşitli kurumlara ve şahıslara İftariye, İmsakiye ve Sahurluk bedelleri ödenirken, cami medrese ve benzeri eğitim kurumlarına da Ramazaniyye ve bayramlarda dağıtılmak üzere İdiyye gönderilirdi. Saray personeli ve hanedan üyeleri de unutulmaz onlara da Atiyye verilirdi. Bu hazırlıkların dışında teravih namazı tartışılmaz sadece hazırlığı yapılırdı. Ramazan’da Padişah’a teravih kıldıracak baş imama çuka ferace ve samur kürk hediye edilirdi. Sarayda Kur’an-i Kerim kıraat ve Huzur derslerine iştirak edecekler ile tefsir okuyacak mukarrirler; Padişahın izni ile Hırka-i Şerif’te Buharî-i Şerif okuyacak kimseler Şeyhülislam tarafından bizzat tespit edilirdi. Tabii onların ihsanı ve idiyyeleri de eksik edilmezdi. Onlara ayrıca şal ve kumaşlar da verilirdi. Ama diğer imamlar ve dini görevliler de ihmal edilmez, gönülleri

sayı//34// mayıs 6

alındığı gibi, teravih sonrası halka da ihsanlarda bulunulurdu. Bu arada yeri gelmişken söylemeliyim ki; teravih namazı mümkün olan güzellikte ve âsude-bâl ile kılınırdı fakat -nev icâd, sınıfsal içeriğe büründürülmüş- Enderun teravisi diye bir namaz kılınmazdı. Yoksa bütün görevliler ihsana boğulurken bu işi icra edenler unutulmazdı ve bir yerde mutlaka adları geçerdi. Ramazan’da İstanbul’a pek çok din adamı gelir ve sarayda ya da selatin camilerinde görev almak isterlerdi. Ancak bu kolay değildi. Meşihatın belli bir disiplini içinde, İstanbul’da, Bilad-i Selase’de camilerde va’z etmek üzere dersiamlar ve Cuma vaizleri seçilirdi. Taşradan gelenler de bir şekilde eğitilerek istihdam edilirdi. İstanbul’daki medrese talebeleri, teravih kıldırma, va’z u nasihatte bulunmak üzere taşralardaki askeri taburlara gönderilirdi. Hazine-i Hassa tarafından Selatin camilerine, dergahlara, musiki adabına aşina müezzinler, aşirhanlar ve tesbihhanlar, hafız ve sair görevliler tayin edilirken Cumhur müezzinliği diye bir sınıf ise hiç bir resmi kayıtta anılmıyordu. Gündelik hayatta da bazı düzenlemeler yapılıyordu. Klasik dönemde devlet işleri aynı zamanda ikamet edilen konaklarda görülmekteydi, Fakat Babıali’nin teşekkülünden sonra oluşan dairelerde çalışan memurlar için Ramazan mesaisi ayarlanırken, özellikle boğaz içinde işleyen Şirket-i Hayriye vapurlarının da Ramazan seferleri yeniden düzenlenmekteydi. Aslında asıl büyük düzenleme ve denetim çarşı pazardaydı. Ramazan ayını fırsat bilen bir kısım kimseler halkı aldatma yoluna gitmekteydiler.


Özellikle satılacak ekmek numuneleri tespit ediliyor, onaylanıyor ve hangi fiyattan satılacağı belirleniyordu. Malum bize ölçü ve tartı devrimi sokuşturmuşlardır, oysa bu iş Osmanlı’da başlamıştı. Zira 1868den itibaren okkadan (vukiyye) kiloya geçme çalışmaları başlamıştı. Tabii hemen okka kaldırılamadı, pazarlarda her ikisi birden kullanılıyordu: “Ölçü ve tartıda” ölçüsüzler, Ramazan’ı bahane ederek insanları aldatabiliyordu. Özellikle dalgın müşterilerin, alışkanlıkla okka olarak talep ettiklerini, kilo olarak tartıp, okka bedeli alanlar vardı ve bunların önlenmesi için bir çok irade yayımlanmıştı. Ramazan sokaklara da bir düzen getiriyordu. Kahvehane, meyhane ve benzeri oyun yerleri disiplin altına alınıyordu. Şu direkler arası efsanesi de tamamen bir uydurmaydı. Burası 19. Yüzyılın son çeyreğinde Beyoğlu gibi bir eğlence merkezi idi fakat, Ramazan eğlencelerine tahsisli bir mekan değildi. Sadece o ayda kârından bir bölümünü Darülacezeye vermek kaydıyla Ramazana uygun oyunlara da sergilenme izni veriliyordu. Ramazan’da Müslüman halkın dini farizalara uyması ve adaba riayet etmeleri konusunda uyarılıyor, ama cebri uygulamanın yapılmasına da izin verilmiyordu. Cami adabına uyulması, diğer Müslümanların rahatsız edilmemesi de sürekli halktan talep ediliyordu. Kuşkusuz bugün olduğu gibi o zamanlar da Ramazan’ın en güzel tarafları nefsin bir günlük terbiyesinden sonra iftar ile ödüllendirilmesi idi. Bu yüzden iftar programları da gündelik hayatta önemli bir yer tutuyordu. Hemen söyleyeyim, öncelikle imaretler, tekke ve dergahlar herkese açıktı iftar saatlerinde,

zenginlerin konakları da. Ama sokak iftarları yoktu. Sarayda Kilar-i Enderun ve Helvahane’de Padişahın iftarları olurdu ama sadece özel davetlilere açıktı. Burada hizmet edenler özel olarak bahşişlerini alırken, aşçıbaşı da her yıl bir adet sarraciyeli serpuş ve üç adet kırmızı bohça ile ödüllendirilirdi. Padişah adına zaman zaman saray dışında kendisinin iştirak etmediği iftarlar da verilirdi. Ramazan’ın 15, 17. ve 21. günleri Şeyhülislam’ın ulema ve meşayiha iftar günleriydi. Ramazan’ın 15’inde Padişah ve yanındakiler ıtr yağı ve gülsuyu ile ıtırlanmış Hırka-i Şerifi ziyarete giderlerdi. Yolda bir taşkınlık olmaması için gerekli önlemler alınır, Hırka-i Şerif’te de ziyaretçilere ihsanlar ve su dağıtılırdı. Mendil dağıtıldığına dair bir kayda rastlanmadı. Kadir gecesinde de ihsan ve bahşişler bol olurdu. Ramazan ayı, yine hilal ya da hesap ile ve şüpheli durumlarda otuza tamamlanıp Bayram yapılırdı. Ama bayram arefesi de şenlikli geçerdi. Padişah huzurunda cirit oynanır; pehlivanlar güreş tutarlardı. Tabi o gün sporculara ihsan ve seyircilerine de sadaka verilirdi. Osmanlı Devleti’nin resmi kayıtlarında geçen uygulamalar genellikle bunlardan ibaretti. Bu uygulamaların detayları ile ilgili binlerce belge bulunmaktadır. Elbette bunların dışında bireysel ve yerel özellikler gösteren uygulamalar da vardır ve mutlaka araştırılmalıdır. Ama onların ta’mîm edilmesi hem tarihçilik adına, hem ilahiyat adına ve hem de Osmanlı hukukunu muhafazası adına doğru değildir. 7


GÖKYÜZÜNE MEYDAN OKUNMAZ Tarih boyunca kim göklere meydan okumaya kalkışmışsa , tufanlarla , lav püskürten yanardağlarla karşılaştı.

Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan*

*T.C. Maltepe Üniversitesi

sayı//34// mayıs 8

ünyada hiçbir ülke Amerika’nın tüketim seviyesine ulaşamıyor. Kişi başına tüketmede olduğu gibi, dayanıklı dayanıksız tüketim ürünlerine sahip olmada da, Amerikalılar ilk sıralarda yer alıyor. Amerika ulaştığı bu ekonomik zenginliği yitirmemek için, bir yandan dünya hammadde kaynaklarını elinin altında tutmaya çalışırken, bir yandan da, pazarları elden kaçırmamak için, yeni satış teknikleri geliştiriyor.Ulaştığı ekonomik üstünlüğü korumak için, Amerika kültürel alanda da üstünlük kurmayı ustaca başarıyor. Bütün dünya Amerikan tarzı yaşamanın büyüsüne kapıldı. İnsanlar ne kadar çok kola içer, ne kadar çok hamburger yerse, ne kadar çok Amerikan dizileri izlerse, o kadar çok Amerika’nın tüketim gücüne güç katıyor. Bütün ülkeler Amerikalıların ürettikler tüketim ürünlerini satın almak için birbirleriyle yarışıyor.Amerika, bu ekonomik, teknolojik ve kültürel üstünlüğünü, önümüzdeki yıllarda da sürdürebilecek mi? Yoksa, Roma İmparatorluğu gibi, bir iç ya da dış düşmanın saldırısına uğramadan, kendi kendine dağılıp gidecek mi? Amerika’nın sonunu tahmin edebilmek için, biraz daha beklemek gerekiyor. Ancak beklenen günlerin sanıldığı kadar, çok uzakta olmadığı herkes tarafından görülüyor. Amerika’nın insandan soyutlanmış, tabiata ve metafizik iz taşıyan herşeye başkaldıran teknolojisi, şu anda çok güçlü görünse de, aslında teknoloji Batı dünyasının en zayıf yanını da oluşturuyor. Ortadoğu’da çıkacak bir nükleer savaş, yalnızca Amerika’nın değil, Doğusu ve Batısıyla birlikte bütün dünyanın sonu olur, ayakta hiçbir ülke kalmaz. Bir nükleer savaş çıkarsa, daha sonra yapılacak savavaşa hiçbir silah kalmaz. Hayatın her boyutunda herşeyin ticaretini özendiren bir kültürün, bütün dünyaya barış ve mutluluk getirmesi mümkün değildir. Gökdelenleriyle, nükleer silahları ve füzeleriyle görünenin dışında başka bir dünya tanımayan, metafizik değer taşıyan herşeye düşman, yarışmacı, açgözlü bir toplum oluşturmaya çalışmak, ekonomik ve finansal krizlere davetiye çıkarmaktır. Telefondan, çamaşır makinası ve buzdolabına kadar bütün endüstriyel ürünler insanlar için üretilir. İnsan, evrende yaratıl-mışların en üstünüdür. Ekonomik ve toplumsal faaliyetler, insanın çevresinde anlam ve değer kazanır. Hayatı yaşanır kılmak için, hayatın kalitesini artırmada tek güç ve tek sorumlu insandır.


İster endüstriyel, isterse tarımsal olsun, bütün üretim ve tüketim faaliyetleri, insanların zamanlarını daha verimli değerlendirmeleri, iyilikleri özendirmeleri ve kötülükleri önlemeleri için yapılır. Ancak ekonomi dünyasında tüketim yeni bir boyut ve yeni bir işlev yüklendi.Dekart’ın “Düşünüyorum öyleyse varım” deyişi “Tüketiyorum öyleyse varım” deyişine dönüştü. Ekonomik büyüme hızlandıkça, üretim değerleri büyüdükçe, insanların daha mutlu ve huzurlu olacağı kabul ediliyor. Toplumun bütün kesimlerince benimsenen bu kabulun sonucu, oluşan ekonomik yapılanmada, insanın yeni görevi: Her gün, bir önceki günden daha çok tüketmek ve mutluluğu üretim artışından daha çok tüketim artışında aramak oldu. Her gelen günde geçen günden daha fazla tüketmek, üretim rakamlarının katlanarak artması için , her insanın vazgeçilmez görevi haline geldi. Gösteriş kültüründe tüketimin önemi, geçmişte benzeri görülmedik bir biçimde arttı. İnsan için, hayatı kolaylaştırmak amacıyla yapılan üretim, amaç ve yön değiştirdi. Artık bir insan ne kadar tüketim ve gösteriş yaparsa, o kadar değer ve önem kazanıyor. Hayatın bütün boyutlarında in¬sanın yerine tüketimi geçti. İnsanın hayatı anlamlı kılmak için değil, tüketmek için var olduğuna inanılmaya başlandı. Bu inancın sonucu, savurganlık ve gösteriş harcamaları erdem oldu. Yapay ihtiyaçlar üretmek, tüketim peşinde koşmak, kutsal değerleri göz ardı etmek, bi¬lim ve teknolojiye dört elle sarılmak, bütün dünyada herkesin benimsemek zorunda olduğu vazgeçilmez değerler kabul ediliyor. Teknolojik yeniliklere dayanan yeni pazarlama teknikleriyle, daha çok satış yapmak için ne gerekiyorsa yapılıyor. Firmalar, insanları satınalmaya ikna etmek için, değişik aldatıcı uygulamalara başvuruyor. Aldatıcı uygulamalar göz yanılmalarından başlıyarak, indirimli mevsimlik satışlara kadar büyük bir çeşitlilik gösteriyor. İşletmeler fabrikalarda, gerekli gereksiz değişik tüketim malları üretirler, ancak, satış yerleri olan büyük mağazalarda gösteriş, sosyal statü, hayal ve umut satarlar. Amerikan teknolojisinin son endüstriyel ürünü, uzay mekiği, daha önce onlarca uçuş yaptı ve bir kaza-ya uğramadan tekrar yeryüzüne döndü. Amerika bilimsel ve teknololjik gücünün verdiği bir sarhoşlukla; uzay mekiğine, ‘Challenger’ adı

verdi. Amerikan yönetimi, teknolojik gücün verdiği güvenle, göklere meydan okumaya tanık olmak üzere yüzbinlerce insanı “Challenger”ın fırlatılacağı hava alanına doldurdu. Dünyada milyonlarca kişi de, uzay mekiğinin fırlatılışını izlemek için, televizyonlarının başına toplandı. Denizlerden, şehirlerden ve tabiattan sonra, kirletilme sırası gökyüzüne geldi. Ancak göklere başkaldıran ünlü uzay aracı, hiç beklenmedik bir şekilde, ateşlenişinden yetmiş iki saniye sonra, dehşet verici alevlerce kuşatıldı. İçindeki yedi kişiyle yüzyılın teknolojik harikası, herkesin gözü önünde, binlerce parçaya ayrılarak dağılıp yok oldu. Amerika büyük bir şok geçirdi, hayat durdu. Çok kısa bir süre de olsa, Batı’nın seküler insanı gökyüzünün derinlikleri karşısında ne kadar aciz , ne kadar çaresiz olduğun anladı. İnsan elinden çıkan hiçbir şey mükemmel , hatasız ve kusursuz olmazdı. Tarih boyunca kim göklere meydan okumaya kalkışmışsa, tufanlarla, lav püskürten yanardağlarla karşılaştı. Göklere meydan okunmaz, göklerle uyum ve denge korunarak, göklerin sırrı araştırılır. Challenger aynen bu yüzyılın başında, teknolojinin bir harikası olarak denize indirilen Titanic transatlantiğin kaderini paylaştı. Biri denizlerin derinliğinde, diğeri gökyüzünün sonsuzluğunda kayboldu. Titanik göklere değil, denizlere meydan okuyan bir devdi. Teknoloji harikası gemi, daha ilk seferinde Okyanus’ta yolunu bekleyen, bir buzdağına çarparak, denizlerin derinliklerinde kayboldu. Göklere ve denizlere meydan okuyan teknoloji, göklerin sonsuzluğu, denizlerin dipsizli¬i yanında çok küçük kalıyor. Tabiattaki uyum ve düzenin mükemmelliği ve kusursuzluğu yanında, beş duyuya dayalı, bilimsel ve teknolojik bilgiyle geliştirilen uçakların ve gemilerin, insanların bütün sorunları çözmeyeceğini anlamak için, yeni kazalar beklenilmesin. Kendini tanımayan insanın, göklere başkaldırmaya, okyanuslara meydan okumaya kalkışması, intihardan başka birşey değildir. Göklerle yarışa kalkışmak, denizlere savaş açmak, yarışı baştan kaybetmektir.Kim göklerden ve denizlerden ihtiyacından daha fazlasını almaya kalkarsa, farkında olmadan kendi sonunu hazırlar, kendi ölüm kararını kendisi verir 9


AHŞAP MESCİDLER Zaman içinde görmezden gelinen, büyük oranda tahrip edilmesine göz yumulan kültür varlıklarımızın içinde, özelikle üzerini basa basa söylediğimiz, Beylikler, Selçuklu ve Osmanlı dönemi yapıları da büyük orandadır Dr. M. Sinan GENİM Fotoğraflar:Ali Konyalı / Tarkan Kutlu

lkemiz, malik olduğu kültürel değerler açısından tüm dünyanın hayranlığını taşımaktadır, sahibi olduğumuz bu binlerce yıllık kültür birikimi insanlığın vaz geçilmez mirasıdır. Zaman içinde görmezden gelinen, büyük oranda tahrip edilmesine göz yumulan kültür varlıklarımızın içinde, özelikle üzerini basa basa söylediğimiz, Beylikler, Selçuklu ve Osmanlı dönemi yapıları da büyük orandadır. Son on beş yıldır varlıklarını yeniden hatırladığımız bu yapılara gösterilen ilgi ve onların çağdaş olanaklarla zenginleştirilmesi öğünülecek bir hızla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Ancak özellikle kırsal kesimlerde, gözden ırak yerlerde bulunan ve büyük çoğunluğu XIX. yüzyılda yerel imkanlarla yapılan mescit türü, renkli ve yöre insanının coşkusunu günümüze taşıyan naif ibadet yapıları ise hızla yok olmaktadır. Yeteri kadar cemaati var mı, yok mu araştırılmadan eski cami ve mescitlerin yakınına (çoğu kerede yıkılarak yerine) yapılmasına izin verilen kubbeli, hemen her yerde birbirine benzeyen kimliksiz camiler, yerel kültürün bir daha yerine konulması mümkün olmayan bu yapılarının kadro dışı bırakılmalarına ve giderek yok olmalarına yol açmaktadır.

Akköy Camii

Akköy Camii sayı//34// mayıs 10


Akköy Camii

Bu yazıda bazı örneklerini sunacağımız Aydın ve Denizli, Burdur ve Antalya illerinin dağ köylerindeki bu yapılar gerçekten acınası durumdadırlar. Basit bir mimari yapının yöre insanının coşkusu ile nasıl bir gönül okşayıcı, insanı şenlendirici mekana dönüştüğünü gösteren, ibadet etmenin yalnızca bir görev değil, içten gelen bir coşkunun tezahürü olduğunu ifade eden bu yapılar acilen kendilerinin farkına varacak ve yok olmaktan kurtaracak insaf sahiplerini beklemektedirler. Pamukkale, Akköy Yukarı Camii: Dış duvarları kâgir olan dikdörtgen planlı yapının, çatısı ahşaptır. Giriş bölümünün üstünde iki katlı ahşap bir kadınlar mahfili bulunmaktadır. Mihrabın hemen sağında bulunan minber, çatıyı destek vermek için son zamanlarda konulan ahşap direkler nedeniyle köşeye doğru çekilmiştir. Mihrap cephesinin diğer köşesinde ise vaaz kürsüsü yer alır. Yapının tüm iç duvarları paftalar halinde düzenlenmiş olup, çoğunluğu dikdörtgen formundaki paftaların içinde vazolara konulmuş hissi veren çiçekler bulunmaktadır. Mihrabın içinde çevresi çiçek dalları ile kaplı bir kandil, her iki yanında ise uçları sağa ve sola eğik servi ağaçları bulunmaktadır. Muhtemelen, vaaz kürsüsünde gördüğümüz türden süslemeler sahip olan minberin ise zaman içinde yeşile boyandığı anlaşılmaktadır. Dıştan kiremit örtülü kırma çatısının içinde ise

içi çiçeklerle bezenmiş bir kubbe yer almakta. Yer yer çürüyen çatı kirişleri ahşap desteklerle ayakta tutulmaya çalışılan bu yapının ne yazık ki yaygıları toplanmış, anlaşılan artık bu mekanda ibadet yapılmıyor.

Akköy Camii

Baklan, Boğaziçi Camii: Dış duvarları kâgir olan caminin tavanı ile iç taşıyıcı elamanları ahşaptır. Caminin tüm beden duvarları paftalar halinde kalemişi süslemeler ve yazılar ile bezenmiştir. Yapının içinde aynı zamanda yanlara doğru uzanan kadınlar mahfili taşıyan dört adet ahşap kolon yer alır. Bu kolonları birbirine bağlayan kemerlerde ahşap süslemelerle bezenmiş olup, üstlerine ayrıca kalemişi süslemelerle 11


Boğaziçi Camii

Boğaziçi Camii

Boğaziçi Camii

yapılmıştır. Yapının tam aksında yer alan mihrap ise yöresel ustaların belki maliyeti, belki de beceri istemesi yüzünden yapamadıkları ancak gönüllerinden geçen mukarnas benzeri kalemişi ile bezenmiş. Mihrap çevresindeki yazılar ise anıtsal camiler örnek alınarak eşkenar dörtgeni renkli bir kuşakla çevrelenmiş. Bir döneminin Mudanya Tahir Ağa Konağı, Burdur Çelikbaş evinde gördüğümüz mührü Süleyman motifli tavan bezemeleri ince bir işçiliği ve özeni yansıtıyor. Caminin yaygıları toplanmış anlaşılan artık burası ibadete kapalı, kim bilir belki bir himmet sahibi eline uzatmış ve bu yapıya yeniden hayat vermiştir, belki de artık bu yapı yok. Duvarlarından sökülen kalemişleri, minberinden koparılan ahşap süslemeleri kimi antikacı dükkanlarında satışı bekliyor.

camilerini hatırlanan, mihrap önündeki açıklığa yerleştirilmiş bir tavan göbeği bulunur. Tavanın diğer bölümleri ise kerpiç yapılarda rastladığımız şekilde yuvarlak ahşaplarla geçilmiştir. Ancak bu direkler belirli bir sıra ile mavi, turuncu ve sarı renklerine boyanmış. Uzunlamasına oluşturulan iç mekanın arka bölümü ise son cemaat yeri, onun üstü ise kadınlar mahfili olarak kullanılmış. Muhtemel daha önceki dönemlerde iç mekan duvarlarında kalemişi süslemelere de sahipti. Ama sanırım bir dönem kim bilir hangi aklı evvel, sanki marifet yaparcasına bunları badana ile kapatmış, mihrabı, minberi, mahfil bölümünün ahşap elamanlarını yeşile boyamış. Yine de bu yapıyı yapanların coşkusu kendini belli ediyor. Hanönü Camii’ninde de artık yaygıları yok, yapı içindeki dökülmeler zemine yayılmış, bu yapıda kaderine terk edilmiş. Hemen yanına yapılan ve minaresi bu güzelim yapıya dayanan yeni camii Hanönü Cami’nin ve benzerlerinin yok edilişinin en çarpıcı örneği.

Tavas, Kızılcabölük, Hanönü Camii: İlk iki yapıya göre daha sade olan bu cami ise bezemelerinden ziyade ahşap işçiliği ve oymacılığı ile ön plana çıkmaktadır. Bu yapının da beden duvarları kâgir, iç taşıyıcı elamanları ile tavanı ahşaptır. Yapının Beylikler dönemi sayı//34// mayıs 12

Çal, Kocaköy, Şalvan (Şeyh Elvan) Camii:


Hanönü Camii

Hanönü Camii

Hanönü Camii

Giriş kapısında H.1215/1800-01 tarihli kitabe bulunan Kocaköy Camii, dikdörtgen planlı bir yapıdır. Duvarları kâgir çatısı ahşap olan yapının, çatı örtüsü sıkıştırılmış toprak iken, 1960 yılında yapılan onarım sırasında ahşap beşik çatıya dönüştürülmüş ve kiremit ile kaplanmıştır. Dışardan bakılınca basit bir köy mescidi olarak görülen binanın iç mekanı hayret verici bir mimari ve bezeme sanatı göstermektedir. Altı adet ahşap kolon, mihraba dik istikamette, yapı boyunca devam eden Bursa kemerine benzer kemerler, birbirlerine ve kâgir duvarlara bağlanmaktadır. Caminin tavanı ve girişte yer alan iki kolon ile giriş duvarına taşıtılan bir mahfile sahiptir. Yapının tavanları ve mahfilinin altı hem ahşap işçiliği hem de boyamaları açısından ilgi çekicidir. Muhtemelen yapının iç duvarları ve kolonları bir dönem benzeri yapılar gibi kalemişi bezemelere sahip iken, daha sonraki bir dönemde yeşile boyanmıştır. Görüldüğü gibi Kocaköy Camii’nin yeşil renkli yeni halıları bu yapının halen ibadete açık olduğunu göstermektedir. Her ne kadar düzenli görülüyorsa da, kısa süre 13


Kocaköy Camii

içinde bir onarıma ihtiyacı olduğu da, özelikle mahfilini ön yüzündeki ahşap süslemelerden anlaşılmaktadır. Bu onarım sırasında duvar yüzeylerindeki boya tabakaları özenli bir şekilde kaldırılmalı ve olduğunu sandığımız kalemişi süslemeler erişilmesi sağlanmalıdır. Acıpayam, Yazırköy Camii: Yazıroğulları adı ile anılan bir aile tarafından H. 1216/1802 tarihinde inşa edilen bu yapı da dikdörtgen planlı olup, iç mekan da sekiz adet ahşap kolon bulunmaktadır. Dış duvarları kâgir olan yapının çatısı ahşaptır. İç mekanda yer alan dörderden sekiz kolon mihrap duvarına dik istikamette ahşap kirişlerle birbirine ve dış duvarlara bağlanmıştır. Giriş bölümünün tek aksı üzerindeki mahfilinde, köşelerde birer, orta bir adet olmak üzere üç adet çıkma bulunmaktadır. Diğer camilerin aksine bu yapının içi mekanı, muhtemelen bezeme konusuna hakim ve dönemin bezeme özelliklerini bilen bir usta veya ustalar tarafından süslenmiştir. Mihrap duvarı ve yan cepheleri paftalar halinde gruplanmış, bazı paftaların içine manzara ve çeşitli cami resimleri, çoğunluğuna ise vazolar içinde çiçekler ve yazılar yerleştirilmiştir. Tavan ise çeşitli renklerde boyanmış ve orta bölümü kalemişi süslemeler ile bezenmiştir. Yazırköy Camii’de ne mutlu ki günümüzde ibadete açıktır. Dilerim sonsuza kadar da açık kalır ve nüfusu 2.500 kişiye ancak erişen bir yerleşmenin sayı//34// mayıs 14


Kocaköy Camii

Yazırköy Camii

Kocaköy Camii

insanlarının bir dönem ne kadar incelikli bir sanat zevkine sahip olduklarını göstermeye devam eder. Yukarda bazı örneklerini vermeye çalıştığımız bu camii ve sayısını bilen yok. Yalnızca Denizli havalisinde değil, onu kuşatan Aydın, Uşak, Afyonkarahisar, Burdur illeri ile Muğla ve Antalya’nın dağ köylerinde benzerleri bulunan bu yapılar ne yazık ki uzun bir süredir görmezden gelinmekte ve tahriplerine göz yumulmaktadır. Yöre sakinlerinin kendi imkanları ile onarmaya çalıştığı bu yapılar Anadolu’daki Müslüman anlayışının ne köklü ve renkli olduğunun göstergeleridir. Bu yapılar yalnızca birer ibadethane olarak değil, aynı zamanda yöre kültürünün narin örnekleri olarak korunmalı ve ülke sathında tanıtılmalıdır. Hemen yanlarına veya onların yerine yapılmak istenen, betonarme, kötü işçilikle kubbeli camiler ile yok edilmelerine mani olunmalıdır. Saygılarımla, 15


" Cihân-ârâ cihân içindedür arayı bilmezler O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler " Şair Hayâlî

KÜLTÜRÜMÜZÜN TEMEL DEĞERLERİ VE

III. MİLLİ KÜLTÜR ŞURASI

Milli Kültür Şurasının üçüncüsü 3-5 Mart 2017 tarihinde İstanbul'da gerçekleştirildi. Öncelikle Kültür ve Turizm Bakanlığımıza gerçekleştirdiği bu şuradan dolayı takdir ve teşekkürlerimizi sunmak isteriz. Cem ERİŞ*

uhterem hocamız Prof. Sadettin Ökten, her medeniyetin temsil edildiği simge şehirler olduğundan bahisle “ ….yeni ve yakın çağların simge şehri de İstanbul’dur. Yani İslam medeniyetinin Osmanlı yorumunun bir kültür olarak ortaya çıktığı , eski tabirle tecelli ve temerküz ettiği şehirdir İstanbul. Bu medeniyetin temel değerleri, batı medeniyetinin temel değerlerinden farklıdır. Dolayısıyla bu değerlerin ürettiği insan tipi de farklıdır.” tespitini yapıyor . Eğer konuştuğumuz, derdimiz bu topraklardaki varlığımız ve bekamız ise konumuz ne olursa olsun yukarıdaki tespitten hareketle meseleleri teşhis ve tedavi ile meşgul olmamız gerekiyor. Dolayısıyla bugün kültüre, insana ve şehre dair ne varsa dert edindiğimiz, medeniyetimize can veren değerler üzerinden müzakere edilmelidir.. Aksi halde yukarıdaki beytin muhatabı olmak kaçınılmazdır. İlki 1982, ikincisi 1989 yılında yapılan Milli Kültür Şurasının üçüncüsü 3-5 Mart 2017 tarihinde İstanbul'da gerçekleştirildi. Öncelikle Kültür ve Turizm Bakanlığımıza gerçekleştirdiği bu şuradan dolayı takdir ve teşekkürlerimizi sunmak isteriz. Bakanlığın web sayfasından raporlarına ulaşabileceğiniz bu son Milli Kültür Şurası'nda, hayatımızın ve kültürümüzün hemen hemen her alanına değinen, değerli uzman ve akademisyenlerin görüş ve önerilerini yansıtan ancak milletimizin külli ruhunu ne kadar yansıttığı ve tercüman olduğunu da ayrıca tartışmamız gereken toplam 17 başlıkta teşkil edilen komisyonlarda hazırlanan 70 sayfalık bu raporun tamamını okumalarını tüm şehir ve kültür dostlarımıza tavsiye ediyoruz. Bu komisyonlar sırasıyla;

*(Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı) İstanbul 4 Numaralı Koruma Bölge Kurulu Üyesi

sayı//34// mayıs 16

1-Kültür politikaları komisyonu 2-Kültür diplomasisi komisyonu 3-Kültür ekonomisi komisyonu 4-Kültür varlıkları, müzeler ve arkeoloji komisyonu 5-Sahne sanatları komisyonu 6-Sinema,radyo ve televizyon komisyonu 7-Müzik komisyonu 8-Görsel sanatlar komisyonu


9-Dil ve edebiyat komisyonu 10-Yayıncılık ve kütüphanecilik komisyonu 11-Medya ve kültür komisyonu 12-Çocuk ve kültür komisyonu 13-Mimari ve kültür komisyonu 14-Şehir ve kültür komisyonu 15-Yerel yönetimler ve kültür komisyonu 16-Yurtdışı Türkler ve kültür komisyonu 17-Aile ve kültür komisyonlarından oluşuyor.

çalışmalarını düzenlemek ayrı, sınırlamak ayrı kavramlardır. Bilime sınırlama getirilmemelidir." ifadesi aynı rapor içinde yer alabilmektedir. Komisyon üyelerinin fikir ayrılıkları yaşaması gayet tabii bir durum olmakla beraber, bu gibi hallerde bunun da kayıt altına alınarak üzerinde ittifak edilemeyen tespit ve önerilerin ayrıca gruplandırılması daha uygun olacağı kanaatindeyiz.

Komisyon raporlarını okuduktan sonra aklıma gelen ilk şey yukarıdaki beyit olmuştu. Öncelikle şunu söylemek zorundayız ki onca akademisyen kökenli katılımcının ve uzmanın davet edildiği , katkı verdiği bir şurada bazı raporların akademik performansı biraz zayıf kalmış gözüküyor. En azından görüşlerin rapora aktarımlarında bir tasnif karmaşası yaşanmış. Farklı fikirlerin derlenip ortak bir rapor oluşturulmasının zorluğunu da farkındayız. Bu yüzden raportörlerin işinin hiç kolay olmadığı aşikar. Ancak Milletimiz için hazırlanarak Milletimize ve kurumlarına takdim edilecek bu raporların bazılarında aceleye getirilmiş hissi uyanıyor. Ne demek istediğimi anlatabilmek ve lafı daha fazla uzatmamak için bir örnek vermek istiyorum. İlgili komisyon raporunun bir bölümünde :

Yine de üzerinde ittifak olsun ya da olmasın her söylenen ve kayıt altına alınan fikrin bir değeri olduğunu inkar edemeyiz. Ancak nasıl yapılanlar kadar yapılmayanların bir mesuliyeti varsa, söylenenler kadar söylenmeyenlerin de bir değeri ve mesuliyeti var. Hatta belki söylenmeyenler söylenen sıradan tespitlerin yanında çok daha değerli ve hayati de olabilir. Neticede fert ve toplum olarak tercihlerimiz bizi biz yapıyor.

" ...Arkeolojik yeni kazı izni verilmemesi önemlidir. Çünkü yeraltında doğal olarak korunan eserler kazı ile ortaya çıkartılarak yeterli koruma tedbiri alınmadığı için tahrip olmaktadır." tespiti ile raporun devamında: "...Arkeolojik kazıların sınırlandırılması yerine teşvik edilmesi gereklidir. Arkeolojik kazı

İslam Medeniyetinin Osmanlı yorumunun bir kültür olarak ortaya çıktığı , eski tabirle tecelli ve temerküz ettiği şehirdir İstanbul. Bu medeniyetin temel değerleri, batı medeniyetinin temel değerlerinden farklıdır. Dolayısıyla bu değerlerin ürettiği insan tipi de farklıdır

17 başlıkta teşkil edilen komisyon raporları incelendiğinde her raporda bazen kenarından köşesinden ima edilen ama müstakil başlıkta ele alınmaya değer görülmeyen bir hakikat var: "Türk Milletinin , Kültürünün İslam ile olan ayrılmaz bağı". Onun için yazımın başında değerli hocamızın tespitini hatırlatmak istedim. İslam'ın bu milletin bir yaşam tarzı olduğunu ve bin yıldır hayatının her alanını belirlediğini unutmak nasıl mümkün olabilir? İslam'ın, konut mimarisinden mahalle-sokakkomşuluk kültürüne, ticaret hayatından aile hayatına,insan haklarından tabiata saygıya, devlete olan sorumluluklara ,şiirinden türküsüne, gözyaşından gülüşüne, insanımızın 17


Medeniyetimizden koparsak her şeyimizi kaybederiz. Kültürümüzü kaybedersek yok oluruz.

kendi gönül dünyasından toplumsal refleks ve taleplerine kadar yegane belirleyicisi ve rehberi olduğunu unutmak veya bir kenara koyup görmezden gelmek mümkün mü? Hele bir de tarih tekerrür ederken ve 15 Temmuz darbe ve işgal girişimini yaşamışken bu nasıl mümkün olabilir ? İslam'ın bu millet ile, kültürümüzle olan ilişkisini anlamadan, idrak etmeden, en azından kabul ve takdir etmeden, kültürle başka neyi yan yana getirirseniz getirin, tespitiniz de teşhisiniz de yol haritanız da yanlış ve eksik kalmış olacaktır. Size bu coğrafyayı vatan kılan ve onu bir arada tutan inanç ve medeniyetinizin tarafı değilseniz, siz bu millete yabancı kalmaya mahkumsunuz demektir. Son 150-200 yıldır yaşadığımız bu yabancılığın çilesi değil midir vatan topraklarımızda ve coğrafyamızda? "O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler". Genel olarak raporlarda geçen ahlak, kimlik, manevi değerler, mahalle kültürü, mahremiyet, komşuluk, medeniyet, tarihsel ve kültürel süreklilik, gelenek gibi kavramların tamamı milletimizin inancından yani İslam'dan beslenerek gelişmiş değer ve kavramlardır. O halde İslam'ın milletimiz ve kültürümüz için değerini , bağını, katkısını, belirleyiciliğini ortaya koyan bir raporu da bu şurada görebilmeliydik. Şimdilik biz bunu farklı komisyon raporlarında yapılan imalardan çözümlemeye çalışabiliriz. Bu milletin bir ferdi ve naçizane 25 yıldır taşınmaz kültür varlıklarının korunması üzerine çalışan bir mimar olarak son derece önemli bulduğum şuranın, alanımla doğrudan ilgili mimari, şehir, kültür varlıkları , yerel

sayı//34// mayıs 18

yönetimlere ilişkin raporları yanında "insanı yaşat ki devlet yaşasın" ilkesinden hareketle gayesi, muhatabı "insan" olan inancımızın ve medeniyetimizin zaviyesinden bakıldığında mimariyi, şehri biçimlendiren ve değerli kılan aile, çocuk ve çocuk eğitimi üzerine teşkil edilen komisyonların raporları da doğrudan ilgi alanımıza girmektedir. Maalesef yukarıdan beri hassasiyetimizi ifade etmeğe çalıştığımız eksiklik bu raporlarda da görülmektedir. Bunun yanında yukarıda hassasiyet gösterdiğimiz konu hakkında en endişeli komisyonun "şehir ve kültür komisyonu" olduğu anlaşılmakta . Dergimizin 33. sayısında yayınlanan şehir ve kültür komisyonu raporundan önemli bulduğum kısımları sizlere hatırlatmak istiyorum. “Hüner bir şehr bünyâd etmektir / Reâyâ kalbin âbâdetmektir.” Fatih Sultan Mehmed “Şehir bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır.” A. H.Tanpınar •Küresel kültür endüstrisinin dünya piyasalarını istila eden ürünleri karşısında ulus-devletlerin kendi öz varlıkları olarak tanımladıkları millî kültürlerini savunmaları giderek zorlaşmaktadır. •Şehir, kültürü taşıyan bir kaptır. Toplumların kültürleri aynı zamanda şehirleri şekillendirir. •Günümüz Türkiye’sinde insanımız iş, alışveriş ve medya hapsindedir. Bu, aile fertleri arasındaki iletişimi koparmış, göz ve söz teması azalmış ve ruhlar mekânsızlaşırken mekânlar da ruhsuzlaşmıştır.


•Tarih boyunca şehirlerimizde yaşanan mahalle hayatı çözülmüş, insanlar birbirlerini tanımadan yaşamaya başlamış, zengin-fakir arasındaki mesafe artmış, “Önce selâm, sonra kelâm” diyen, komşusu aç iken kendisi tok yatmayan insanlarımız, asırlardır maddeci dünyaya örnek olan tutum ve davranışlarından uzaklaşmıştır. •Kapitalistleştirme, küreselleştirme ve tüketim kültürünün tahakkümünü dayatan şehirleşme anlayışına karşı millî kültürü ortaya koyan şehirleşme öne çıkarılmalıdır. •Konut mimarisinde manevî değerleri dikkate alarak ev hayatının mahremiyetini koruyan mimari tarzlar desteklenmelidir. •İktisadi bir temeli olan 25-50-100 bin nüfuslu İslam şehir mimarisine uygun az katlı ve bahçeli meskenlerden oluşan, mahalle eksenli yeni şehirler kurulmalıdır. Bu şehirler, vahdet odaklı olarak emin (etik) ve tayyib (estetik) ilkelerine göre inşa edilmelidir. Yukarıda sıralanan tüm bu endişe, tespit ve önerilerin altına noktasına virgülüne dokunmadan imzamızı atıyoruz. Ne var ki şehir kadar hayati ve konunun ayrılmaz parçası olan mimari, aile, çocuk vb. üzerine oluşturulan komisyonlardan da aynı açıklıkta bir çabayı görmek isterdik. İnancımızın ve ondan beslenen değerlerimizin sadece ilahiyatçıların iştigal alanı olmadığını ortaya koyma çabasını da gösterebilmeliydik. 3. Milli Kültür Şurası vesilesiyle , müşahhas ve mücerret tüm değerleriyle Milli kültürümüzün sadece bir turistik, folklorik, etnografik, müzelik faaliyet olmadığını, milletimizin inancından

beslenerek tezahür etmiş bir yaşam biçimi, nizamı olduğunu, bunun sürdürülebilirliğinin ise ancak ve ancak manevi değerlerine sımsıkıya bağlı nesiller yetiştirmekle mümkün olabileceği inancında olduğumu belirtmek isterim. Şimdilik son noktayı Sayın Cumhurbaşkanımızın 3. Milli Kültür Şurası'nda yaptığı açılış konuşmasından bir cümle ile koyalım: " Unutmayalım ki, medeniyetimizden koparsak her şeyimizi kaybederiz. Kültürümüzü kaybedersek yok oluruz. Kimliğimizi, kişiliğimizi, özgünlüğümüzü terk edersek yığınların içinde kaybolup gideriz ." 19


DÜNYANIN KÜLTÜRÜNÜ BİR

ŞEHİRDE YAŞAMAK -altı-

İSTANBUL’DA İLK

MATBAAMIZ FATİH’TE.. Lale devri denilen dönem bu topraklarda kısa zaman diliminde yaşanmış. Estetik güzelliklere rağbet, eğlenceye merak, ve tabiiki yeni gelişmelere açılmakta olan bir toplum… Mehmet Kâmil BERSE

oğduğum ve doyduğum yer Fatih, Dünyanın kültürünü ve medeniyetlerini bir arada yaşayan yaşatan Dersaadet..15.6 km2 bir toprak parçası üzerinde üç medeniyet yaşanmış yüzlerce kültür yaşamakta.. Burada kısada olsa bir süre yaşayan, ömrünü geçiren, burada doğup yaşayan bahtiyardır.. ölenlerde bahtiyar ölmüştür bu toprakta…hatıralarda kalan güzellikler elbette övünç kaynağımızdır.. çocukluk, ilk gençlik, gençlik derken yaşlılık geldi başa, ama hepsi buralarda…Yeşiltekke sokak, ahşap evler, konaklar, eski tekkeler, sofular camii, iskenderpaşa camii, dülgerzade camii, Hepsi Rahmetli olan değerli insanlar Ali Rıza hoca Sofularda, Tevfik efendi Dülgerzadede, kesikbacak İsmail efendi, Kıztaşı…Sabri ülker ve ailesi, Hüseyin Tokuz ve ailesi.. Yusuf Türel.. Refik Bürüngüz ve evlatları Ahmet ile Mehmet ve damadı Kamil Karakayalı,Fehmi Bilge, Av.Mazhar Sündüs, Av.Bekir Berk. Dr.Ömer Faruk Sargut, Faruk Kadri Timurtaş, Mehmet Zahid Kotku, Esad Coşan, Ali Yekta Sundu, Gönenli Mehmed Efendi, Fehim Adak, Kemal Unakıtan…ve halen hayatta olan kişiler… yazmakla sayfalar dolduracağım bir münevverler listesi, bu ülkeye bu millete hizmetleri geçmiş, milleti ilim ve irfanla beslemiş on binler yaşadı buralarda… sokağa çıktığınızda karşılaştığınız her kişi selam vereceğiniz bir tanışınız olunca günün bereketini siz düşünün… Fevzi paşa caddesi, Macar kardeşler caddesi.. .önceleri tramvay yolu, Fatih- Harbiye tramvayı, Caddenin ortasındaki ağaçlar henüz yok, caddeye ilk trafik ışıkları konduğunda tarih 1975 ti ve cadde renklenmişti kırmızı sarı yeşil…Madalyon yazlık sineması, Renk ve Zevk sinemaları, Sarıgüzel , emir buhari, Mehmet Akif Ersoyun hatıraları, Ali Yakup Cenkçiler hoca, Millet Kütüphanesi, harabe halinde medreseler, günyüzüne çıkmamış tarihî camiler, Fatih Camii ve minarelerinden çifte ezanlar, Malta çarşısının renkli ve hareketli havası,Harabe halinde Pirinççi Sinan Hafız Ahmet paşa, Kumrulu mescidte hatim törenim, Keskin dede, Darüşşafaka caddesi, Darüşşafaka’da okuyan amcam rahmetli Ahmed Küre, Tabiiki hayatımın merkezinde Kalem Kitabevi…Yavuz Sultan Selim Camiini anlatmıştım, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Çağlayanlar romanı kahramanı Turhan’ın hangi duygularla intihar ettiğini

sayı//34// mayıs 20


anlatmıştım…İstanbul’un Beşinci tepesi Sultan selim tepesi ve çevresi de dünyanın kültürünü barındırıyor… Deniz seviyesinden 60 metre yüksekte bulunan Yavuz Sultan Selim Camiinin çukurbostan ve haliç kıyısındaki yüksek istinad duvarlarının eteklerinde bulunan yapılar ve tarihi kişilerden olaylardan bilgileri bulalım tarihin ara sayfalarında… Geçenlerde Fatih’te yürürken yanıbaşından geçip gittiğim bir şey dikkatimi çekti ve geri dönüp baktım, kırmızı bir lâlenin, yaprakları arasından başını yavaş yavaş çıkarmakta olduğunu gördüm. Bahar gelmiş, Laleler açmış…Sümbüller zaten açmıştı… Lale deyince Lale devri gelir aklıma, burukça hüzünle… Lale devri denilen dönem bu topraklarda kısa zaman diliminde yaşanmış. Estetik güzelliklere rağbet, eğlenceye merak, ve tabiiki yeni gelişmelere açılmakta olan bir toplum… İLK MATBAA MÜTEFERRİKADAN ,YER; SULTAN SELİM SEMTİ

Kağıt imalatı başlamış, matbaa gelmiş …28 Mehmet Çelebinin oğlu Mehmet Said Efendi paris’ten dönüşünde arkadaşı macar asıllı İbrahim Müteferrika ile Dersaadet’te Osmanlı Türkçesiyle baskı yapacak matbaanın kurulması için Saraydan müsaade almışlar…Ve ilk matbaa kuruluyor..Nerede? diye sorulunca farklı bilgiler dolaşıyor kitaplarda… oysa ilk matbaa Yavuz Sultan Selim Camii nin batı yönünde taş duvarların hemen dibindeki Mismarcı Sokakta bir ahşap küçük konağın alt katında kuruldu İbrahim Müteferrika tarafından Mehmed Said Efendinin yardımlarıyla..İlk basılan güzel kitapların çokçası Katip Çelebiden…İbrahim Müteferrika ile ilgili uzun bir çalışmam var, zira kitap kağıt ve matbaa kültürümüzün en önemli materyalleri, ve beni çok ilgilendiriyor. Osmanlı'nın ilk matbaasının sırları çözüldü …Yıllardır matbaa tartışmalarının yaşandığı ülkemizde Orlin Sabev (Orhan Salih)'in "İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni (1726-1746)" isimli yeni yayınlanan kitabıyla birlikte yeni bir dönüm noktası başlıyor. Müteferrika'nın yaşadığı mahalleden, ilk Türk matbaasının yerine, aile mensuplarından Müteferrika'nın kütüphanesindeki kitaplarına ve bastığı kitapların satılıp satılmadığına kadar ilk matbaamızın ve matbaacımızın sırları ortaya çıktı. İlk Türk matbaası ile matbaanın kurucusu, yayımcı, devlet adamı ve bir Osmanlı aydını olan İbrahim Müteferrika hakkındaki

bilgilerimiz oldukça azdır. Matbaa ve İbrahim Müteferrika hakkında birçok kitap ve makale yayınlandıysa da bilgiler hep aynıdır. Birkaç araştırmada ortaya konulan bilgiler bazı kelime değişiklikleriyle tekrar edilmiştir. Türkiye'de kurulan ilk matbaa daha o dönemde Avrupa'da incelenmeye ve hakkında bilgi toplanmaya başlanmıştı. Türkiye'de İbrahim Müteferrika ile ilgili ilk araştırmayı Katolik bir Macar rahibi olan Dr. İmre Karacson yaptı. Karacson'un ardından yapılan İhsan Sungu, Ahmed Refik Altınay, Tibor Halasi Kun ve Niyazi Berkes'in araştırmalarından sonra İbrahim Müteferrika'nın hayatı hakkında uzun süre yeni bir bilgi ortaya çıkmadı. Osmanlı Arşivi'nde yapılan araştırmalar neticesinde İbrahim Müteferrika hakkında birçok yeni bilgiye ulaşıldı.

İlk Türk matbaası ile matbaanın kurucusu, yayımcı, devlet adamı ve bir Osmanlı aydını olan İbrahim Müteferrika hakkındaki bilgilerimiz oldukça azdır.

MÜTEFERRİKA'NIN MİRASI

İki yıl önce Bulgaristan'da Türk matbaacılığı üzerine yapılan yeni bir yayın, bu konuya açıklık getirdi. Orlin Sabev (Orhan Salih)'in Bulgarca eserinin Türkçesi "İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni (17261746)" isimli kitap Yeditepe Yayınları arasında çıktı. Hemen hemen herkesin yıllardır "matbaa niye geç geldi" diye fikir yürüttüğü, ancak ortaya yeni bir bilgi koyamadığı bir tartışma ortamının yaşandığı ülkemizde bu kitapla birlikte yeni bir dönüm noktası başlıyor. Kitabın esas bilgi kaynağı, ilk Osmanlı matbaacısı İbrahim Müteferrika'nın 1 Nisan 1747 tarihli ilk defa gün ışığına çıkan terekesi, yani miras kayıtları. Yeni bulunan bu belge, Müteferrika'nın tam olarak yaşadığı mahalleyi, 21


Müteferrika'nın kütüphanesindeki birçok Latince ve çeşitli Avrupa dillerindeki kitapları içerisinde Meninski Lugati, Atlas Minor, İncil ve Tevrat dikkat çekiyor.

ilk matbaamızın yerini, matbaacımızın aile mensuplarını, kütüphanesindeki kitaplarını ve bastığı kitaplarından kaç tanesinin satılmadığını ve satılmayan kitapları nerede depoladığına ışık tutuyor. Orlin Sabev, 1726-1746 tarihleri arasındaki çeşitli belgeleri inceleyerek, Müteferrika'nın bastığı kitapların okurlara hemen ulaştığını ve nispeten yüksek fiyatlarına rağmen satın alınıp, ilgiyle karşılandığı tespit etmiştir. Baskı kitap alan kişilerin sosyal ve mesleki durumunu tespit için bu araştırmayı yapan yazar, basma kitap satın alanların genelde Osmanlı saray ve merkez bürokrasisinde çalışanlar ve ulema mensupları olduğunu ortaya çıkardı. Özellikle ulemanın kitap alması din adamlarının matbaaya karşı olmadıklarını açıkça ortaya koyuyor. Yani din yüzünden matbaa gelmedi iddialarının doğru olmadığı belgelere dayalı olarak ortaya çıktı. Ortaya çıkan önemli bir bilgi de matbaanın yeridir. İbrahim Müteferrika, matbaasını evine kurmuştu. Yeni belgelere göre ilk matbaacımızın oturduğu yer, Fatih'te Sultan Selim Camii yakınlarındaki Mismarcı Şücaeddin Mahallesi. Bugün burası Mismarcı Sokağı olarak geçiyor. İbrahim Müteferrika, satılmayan kitaplarını da Sultan Selim Cami yakınlarında Tophane diye anılan yerdeki taş odada depolamıştı. İLK MATBAACIMIZ MÜTEFERRİKA, İYİ BİR PAZARLAMACIYDI

Müteferrika'nın miras kayıtlarından bol miktarda kâğıt depoladığı da anlaşılıyor. Miras kayıtlarının en ilginç ve en önemli yeri İbrahim Müteferrika'nın bastığı ve öldüğünde satılmayıp kalan kitapları ve bu kısım matbaacılık tarihimiz açısından çok önemlidir. Yıllardır Karacson'dan itibaren Müteferrika'nın öldüğünde satılmadan kalan birçok kitabı olduğu söylenilir. Ancak ne sayı//34// mayıs 22

kadarının satıldığı bilinmezdi. Bu durum, Orlin Sabev'in kitabıyla önemli ölçüde aydınlandı. Müteferrika'nın 3.172.756 akçelik mirasının yaklaşık altıda beşini bastığı ancak satamadığı kitapları oluşturuyordu. Kitapların satış performansına bakılırsa İbrahim Müteferrika'nın matbaanın ilk ürünlerini satmada oldukça başarılı olduğu görülüyor. Nitekim 18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Müteferrika'nın bastığı kitaplar piyasada bulunmuyordu. Toplumumuzun kitaba bakışı dikkate alındığında Müteferrika'nın kendi devrinin şartlarına rağmen iyi bir satıcı olduğu ortaya çıkıyor. İbrahim Müteferrika, kitaplarını sadece Türkler'e değil Avrupalılar'a da satmıştı. Bu iş için Latince kataloglar hazırlayan Müteferrika, bunları Avrupa'nın değişik yerlerine göndererek kitaplarını pazarlamaktaydı. İBRAHİM MÜTEFERRİKA

İbrahim Müteferrika, 1670'li yılların başında Erdel'in Koloszvar şehrinde dünyaya geldi. Müslüman olmadan önceki teslis akidesine karşı çıkan ve tek Tanrı inancını benimseyen Unitarius mezhebine mensuptu. 1700'lü yıllarda Osmanlı hizmetine giren İbrahim Müteferrika, 18 Nisan 1716'da dergâhı âli müteferrikalığına, yani padişahın özel hizmetindeki saray görevlilerinin arasına tayin edildi ve bu görevi onun ismiyle özdeşleşti. Müteferrika, daha sonra Osmanlı bürokrasisinde birçok görevde bulundu. 1747 Şubat'ında vefat eden İbrâhim Müteferrika, Aynalıkavak Kabristanı'na defnedildi. 1942'de ise mezarı Reşid Saffet Atabinen'in teşebbüsüyle buradan Galata Mevlevihânesi Haziresi'ne nakledildi. İbrahim Müteferrika sadece bir matbaacı değil aynı zamanda 18. yüzyılın en önemli Osmanlı aydınlarındandı. Birçok kitap yazmış ve tercümeler yapmıştı. İbrahim Müteferrika, 1731 yılında Osmanlı Padişahı Birinci Mahmud'a sunduğu ve Müteferrika Matbaası'nın dokuzuncu kitabı olarak 1732'de yayımlanan "Usulü'l-Hikem fi Nizâmi'l-Ümem", yani "Milletlerin Düzeninde İlmi Usuller" isimli eserinde Avrupa'daki devlet yönetimi şekilleri "monarkiya", "aristokrasiya" ve "demokrasiya" başlıklarıyla üç gruba ayırır. Eserde ayrıca fizik, astronomi ve coğrafya ilimlerinin devlet yönetimindeki önemi üzerinde durarak, bu ilimlerin gelişmediği bir ülkede sağlam bir devlet düzeninin kurulamayacağını söyler. Bunun yanında ilk defa "nizâm-ı cedid", yani "yeni düzen" tabirini kullanarak Osmanlı Devleti'nin de 18. yüzyıl Avrupa'sında


gelişen yeni askerlik düzenlerini mutlaka alıp uygulaması gerektiğini ifade eder. İBRAHİM MÜTEFERRİKA’NIN OKUDUKLARI NELERDİ?

Miras kayıtlarında matbaacımızın özel kütüphanesindeki kitapların neler olduğunu ve Müteferrika'nın neler okuduğunu artık tek tek biliyoruz. Bu kitapların içerisinde en ilginçleri Roma'daki Typographia Medicea'da 16. yüzyılın sonlarında ve 17. yüzyılın başlarında basılmış Arap harfli matbu Öklides Şerhi ve Nüzhetü'lMüştak yer alıyor. Bu kitaplar Müteferrika'nın matbaa işine girişmeden önce geniş bir araştırma yaptığını gösteriyor. Müteferrika'nın kütüphanesindeki birçok Latince ve çeşitli Avrupa dillerindeki kitapları içerisinde Meninski Lugati, Atlas Minor, İncil ve Tevrat dikkat çekiyor. İlk matbaacımız astronomi ile ilgili birçok kitaba ve 40'a yakın haritaya sahipti. Bunlar muhtemelen Müteferrika'nın Kâtip Çelebi'nin Cihannüması'na yaptığı şerhlerde ve diğer bastığı ve yazdığı eserlerde kullandığı kitaplardı. Müteferrika'nın özel kütüphanesindeki kitapların içerisinde Kâtip Çelebi'nin Mizanü'l-Hakk'ı, Gelibolulu Mustafa Ali'nin Nusretnâmesi, Kınalızâde Ali'nin Ahlak-ı Alâisi, Nişancı Ramazanzâde Mehmed'in Tarih-i Mirât-ı Kâinât'ı, Ebu'l-fida'nın Takvim-i Buldan'ı, Acaibül-Mahlukat'ı da vardı. İbrahim Müteferrika'yı sadece bir matbaacı değildir. İbrahim Müteferrika'nın bastığı kitapların tarih, coğrafya, dil gibi konularla, askerlik sahasındadır. Müteferrika'nın bastığı eserlerin seçiminde oldukça isabetli davrandığını görürüz. Müteferrika, bastığı kitapların büyük bir kısmına ilaveler ve açıklamalar yapmış, bir kısmını da notlar ve haritalar ekleyerek zenginleştirmişti. Bilhassa Kâtip Çelebi'nin Cihânnümâsı'na yaptığı ilaveler, onun Rönesans sonrası Avrupa'daki gelişmeleri nasıl takip ettiğini açıkça göstermektedir. Müteferrika, yayınladığı kitaplarda doğru metin yayınlama amacında olduğunu söylemişti. Yayınladığı kitaplarla bu amaca kavuştuğunu görüyoruz. Amerika kıtasının keşfini anlatan Müteferrika'nın bastığı "Tarih-i Hindî Garbi" isimli kitabı inceleyen Amerikalı araştırmacı Thomas Goodrich, bu eserin mevcut yazma metinlerinin hiç birisinin tam ve doğru olmadığını, tamamı ve doğruya en yakın olanın 1730'da Müteferrika'nın yayınladığı olduğunu ve onun bu sonuca birden fazla metin kullanarak vardığını söyler. İlk matbaacımız, matbaanın önemli

amaçlarından biri olan ucuz kitap politikasını da gerçekleştirmişti. Nitekim Müteferrika, matbaadan önce piyasada 350 kuruşa satılan Vankulu Lügatını 35-40 kuruşa satmıştı. Yavuz Sultan Selim Camii ve etrafındaki semt, Dersaadetin çok kültürlü semtlerinden biridir.. Çevre ikametgahların Müslümanlar ile birlikte biraz aşağılarda Rumların ve Yahudilerin ve Ermenilerin ikametgahlarının bulunduğu mahallelerdir…

Medresetül mütehassisin, Medreselerin ihtisaslaşması çerçevesinde kurulmuş.

MEDRESETÜ'L-MÜTEHASSISÎN

Yavuz Sultan Selim Camiinin batı kısmında bir taş bina yer alır.. 1914 yılında kurulan Medresetül mütehassisin , Medreselerin ihtisaslaşması çerçevesinde kurulmuş. Medreselerin ilk teskilât ve taksimatinda onlarin üstünde ihtisas medresesi olarak Dâru'l-Hadis, Dâru't-Tib gibi müesseseler vardi. Fakat Fikih (Islâm Hukuku), Kelâm, Felsefe ve özellikle Kur'an'in tefsiri gibi konularda ihtisas veren bir medrese yoktu. Nihayet 1908'deki medrese islahatinda bir de "Medresetü'l-Mütehassisîn" adıyla yeni bir medrese kurulmasina ihtiyaç hâsil olmustu. Nihayet 1333 (1917) yilina gelindiginde Dâru'l-Hilafeti'l-Aliyye Medresesi programini tanzim ve islah etmek üzere toplanmis olan 38 kisilik komisyon, üç bölümü ihtiva eden Medresetü'l-Mütehassisîn'i kurmustu. Yavuz Selimdeki bu binada bu eğitim hizmeti verildi. Bugün Sultan Selim Kız Meslek Lisesi olarak eğitime hizmete devam etmektedir…. İstanbul’un beşinci tepesinde yer alan bu güzel binayı da, eğitimin sembollerinden biri olarak kayda düşüyoruz.. Dünyanın kültürünü Dersaadette yaşayan ve yaşatan kültür insanı olmakla kendimi vazifeli görüyorum.. 23


ace Ahmet Yesevi, şimdi adı Türkistan olan Yesi şehrinde 1166 yılında vefat edince büyük bir tören düzenlendi. Bu büyük törenden sonra da küçük bir türbeye defnedildi. Burası kısa zaman içinde Orta asya'nın en ünlü ziyaretgahlarından biri oldu. Bu küçük türbe, Asya'nın geniş bozkırlarında yaşayan Türkler için ümit ve çareler dağıtan, şifalar sunan bir odak oldu. Geçen zaman bu türbenin ününü artırdı. Ünü arttıkça ziyaretçisi ziyadeleşti.

HÂCE AHMET YESEVÎ'NİN

DİNLENDİĞİ MEKAN * Gece rüyasında Hz. Yesevî'yi gördü. Kendisine: "Ey Emir, Buhara'ya tez ulaşasın. İnşaallah sana orada fetih nasib olacaktır. Senin başından çok hadiseler geçse gerektir. Zaten oranın insanları senin gelmeni beklemektedirler." Dr. Kâmil UĞURLU

Ve o tevazuundan hiçbir şey kaybetmeden, bugüne kadar, derin bir sükunet içinde ziyaretçilerini kabule ve şifa dağıtmaya. devam etti. Tarihler kaydederler ki, bir gün Emir Timur, onun vefatından takriben 230 yıl sonra Buhara'ya sefer eylerken, Türkistan'a uğradı. Bu mübarek türbeyi ziyaret etti. Gece rüyasında Hz. Yesevî'yi gördü. Kendisine: "Ey Emir, Buhara'ya tez ulaşasın. İnşaallah sana orada fetih nasib olacaktır. Senin başından çok hadiseler geçse gerektir. Zaten oranın insanları senin gelmeni beklemektedirler." Timur bu müjdeye sevindi. Ve şükretti. Ertesi günü de şimdiki külliyenin inşası için Yesi hakimine akçe tahsis edip tamir yapılmasını emretti. Bazı tarihçiler bu olayı farklı yorumlarlar. Altınorda Devletini henüz ortadan kaldıran Timur'un, dökülen Türk kanından rahatsızlık ve pişmanlık duyduğu için, gerek kendi vicdanını, gerekse tebaası nezdinde adını aklamak üzere böyle bir işe teşebbüs ettiğini anlatırlar. Bazıları ise, onun bozkırdaki ürkütücü şöhretine mistik bir boyut eklemek düşüncesiyle bu tamir işini düşündüğünü söylerler. Yapım konusu, başlangıçta gerçekten tamir olarak ele alındı. Fakat kısa süre içinde bu faaliyet bir "yeniden yapım'a dönüştü. Timur Devri sanatıyla ilgilenen araştırmacılar, inşaatın bazı kritik ölçülerinin Timur tarafından saptandığını ve kendisinin konuyla bizzat ilgilendiğini bildirirler. 1 İnşaatın teknik sorumluluğunu Ubeydullah Sadr adında bir kişinin yürüttüğü kayıtlarda görülmektedir. Külliye, Timur Devri sanatının başeserlerinden

sayı//34// mayıs 24


biridir. Orta Asya mimarisinin bütün özelliklerini taşıyan yapıdaki mükemmel mimari koordinasyon, iç ve dış bezemelerdeki zorlamasız uyum, bu uygulamada sanki mimari proje, hatta maket kullanıldığı hissini uyandırmaktadır. Gerçekten, dış cephede belirli bir noktadan başlayan ve külliyeyi çepeçevre sardıktan sonra başladığı noktada eksiksiz ve zorlamasız sona eren kompozisyonların tesadüfi olmadığı açıktır. Külliye planda dikdörtgen bir kuruluşa sahiptir. Ölçüleri 46,5 x 65 m.dir. Taç kapının kemer yüksekliği 18,2 m.dir. Kapının yerden yüksekliği ise 37,5 m.dir. Plan asimetriktir. Mekanlar iki katta düzenlenmiştir. Otuz beş bölüm, otuz beşi de farklı fonksiyonlar için ve farklı biçimde düzenlenmiş ve ana mekan etrafına sıralanmıştır. Zamanına göre önemli bir yeniliktir. Fakat asıl önemli olan taraf bu yapının, Türk yapı sanatına ve mimari anlayışına getirdiği yeniliklerdir. Bunlardan birincisi modülasyon fikrinin bu yapıyla dini yapılara ilk defa uygulanmış olmasıdır. Burada kullanılan modül 60,6 cm. dir. Projenin bütün ölçülerinde bu modülün tam, yarım ve çeyrek ölçüleri kullanılmış ve kusursuz nisbetler sağlanmıştır. Burada kullanılan ölçü ve mimari formların geliştirilmesinde, devreye sokulan asimetrik ve geometrik esasların temelinde Farabi'nin

ortaya koyduğu matematik prensipler vardır. Bu prensipler daha sonra geliştirilerek hem doğulu, hem de batılı yapı ustalarınca kullanılmış ve matematik bir disiplin içinde yeni mimari düşüncelerin geliştirilmeleri sağlanmıştır. İkinci önemli yeniliği ise, "Külliye" fikrinin bu tesisle ortaya konulmuş olmasıdır.

Külliye, Timur Devri sanatının başeserlerinden biridir.

Farklı fonksiyonları karşılayan üniteler burada ve ilk defa, birbirlerini tamamlar şekilde ortaya getirilmiştir. Halımhana (imaret + mutfak) Kudukhana (kuyular), Mescit, Gorhana (türbe), Aksaray'lar (kütüphaneler) burada belirli bir sistematikle bir araya getirilmişlerdir. Külliyede büyük portalden girilince ana mekana, yerli halkın dilinde "Bakır Kazanlı Oda"ya ulaşılmaktadır. Burası adını, içinde bulunan bir metal kazandan almaktadır. Altın + gümüş + bakır + çinko + kurşun + kalay ve demir alaşımından imal edilmiş olan çapı 2,5 m. kazan daha önce Leningrad'a (şimdiki St. Petersburg) götürülmüştür. (Şimdi Hermitage'den alınarak tekrar eski yerine konulmuştur). Mekanın üstünde çapı 18,2 m. olan bir kubbe vardır. Orta Asya'nın en büyük •tuğla kubbesidir. İçerden ve dışardan farklı görünüşler verir. Bu kubbeyi taşıyan duvarlar da oldukça zarif ölçülere sahiptir. En kalın yerinde ancak 3 m.yi bulur. Sultan Sencer Türbesinin 17. 20 m.lik kubbesini taşıyan duvarların 6 m. olduğunu düşünürsek bu duvarların fazla kalın olmadığı ortaya çıkar. Sekiz koridordan teşekkül eden diğer bölümler ile mescide bu ana mekandan ulaşılmaktadır. 25


bölüm geometrik desenlerin ağırlıkta olduğu bir kısımdır. Verev işlenmiş motifler, tuğlaların enine, bazan boyuna ve kılıcına konulmalarıyla sağlanmıştır. Geometrik desenlerin içinde, kufî stilde işlenmiş İsm-i Celal' ler yer almaktadır. Mavi, lacivert ve mor renkler ağırlıktadır. En alttaki kısmı ise kaidedir. 1,85 m. yüksekliktedir. Çini kompozisyonlar burada da sıralanmaktadır. Çini işlemeleri Hoca Hasan El Şirazi adında bir ustanın yaptığı, kabir odasının dilimli kubbesini ise Şems Abdulvahab El Şirazî isimli bir çini ustasının işlediği bilinmektedir. Bu ustaların adı bir kitabeyle bu bezemelerin arasına konulmuştur.

Farklı fonksiyonları karşılayan üniteler burada ve ilk defa, birbirlerini tamamlar şekilde ortaya getirilmiştir.

sayı//34// mayıs 26

Mescid başlı başına bir mimari anıttır. Mekan organizasyonu ve nisbetler olağanüstü güzeldir. Dört duvarında bulunan dört niş ile hacim genişletilmiştir. Duvarlar ve mihrap cephesi mükemmel çini dekorasyona sahip iken, bugün oldukça harab olmuş durumdadır. Şu anda da diğer bölümlerle birlikte restore edilmektedir. Mihrabı çevreleyen bantta Kur'andan ayetler istif edilmiştir. Ana mekandan son derece sanatkarane işlenmiş ahşap kapıyla Kabir odasına (Gorhana) geçilmektedir. Kapıların kaysı ağacından olduğu, demir bir çerçeveye alındığı görülmektedir. Kapı işlemelerinin Sefer Usta adında bir sanatkarın elinden çıktığı bilinmektedir. İşlemeler çadır kapılarında da devamlı tekrarlanan Türk motifleridir.

Külliyenin girişinde, sağ ve sol tarafta bulunan minareler ve girişin üstüne eklenen kuleler daha sonra, 19. yy.da eklenmiştir ve savunma maksatlıdır. Bu eklemeler ve kerpiçle yapılan tahkimat, diğer elemanlar arasında oldukça kaba görünmektedir. Ana girişin inşaası Timur'un sağlığında tamamlanamamıştı. Daha sonra (takriben yüzyıl sonra) Buhara Emiri Abdullah Han bu inşaatı tamamlamıştır. Şu anda portalin sövelerinde bulunan ahşap uzantılar o zamandan (1583) kalmadır ve iskele elemanlarıdır.

Kabir odasının merkezinde Pir-i Türkistan' ın kabri yer almıştır. Açık yeşil, hareli, yeşime benzer pırıltılı bir mermerden işlenen sandukanın ölçüleri 3,25 x 2,00 m.dir. Yüksekliği 1,20 m.dir. Mekan 7,15 m. x 7, 15 m. kare bir plana sahiptir. Külliyenin odak noktasını teşkil etmektedir. Duvarlarda fazla derin olmayan nişler mevcuttur. Çini ile kaplanmıştır. Kabir odasının üzeri de iki cidarlı ve dilimli bir kubbeyle örtülmüştür. Mekan, kuzey kapısı denilen bir büyük kapıyla dışarıya açılmaktadır. Yesevî külliyesinin dış duvarlarındaki bezeme, Orta Asya sanatının tipik özelliklerini göstermektedir.

Külliye restore edilmektedir. Dokuzuncu restorasyondur. Bunun üçünü Ruslar, beşini de Özbekler yapmışlardır. Yapıda meydana gelen çatlamaların esas sebepleri araştırılmadan, sadece harap olan yerlerin gözenmesi şeklinde yapılan onarım çalışmaları çoğu zaman faydadan çok zarar getirmiştir. Çünkü çatlak kapatmak için yüklenen malzeme, binayı güç durumlara sokmuştur. Zemin suyunu kontrol etmek için Ruslar tarafından açılan drenaj kanalları beklenen sonucu tam olarak vermemiştir. Ve dolayısıyla şu an bile zemin suyu kontrol altına alınabilmiş değildir. Daha önce Türkistanlı ustaların külliye içine açtıkları on üç kuyu ile kontrol altına alınan zemindeki bu yeraltı suyu, kuyuların kapatılmasıyla kontrol edilemez duruma gelmiştir. Bugün devam eden restorasyon faaliyetinde de bu durumun gereği kadar üzerinde durulmadığı gözlenmiştir.

Dış duvarlar üç bölüme ayrılarak dekore edilmiştir. En üstteki bölüm plastik değeri yüksek, ustaca istif edilmiş yazı elemanlarıyla bezenmiştir. Külliyeyi çepeçevre kuşatır. İkinci

Bu sebeple, temenni edilmez ama, bu seferki onarımın da son olmayacağını tahmin etmek fazla güç değildir. 1- M.E. Masson. The Mausoleum of Hodja Ahmed Yasevi. Taşkent.


Abdullah Oğlu Huseyn Ben kendim gelmedim / mecbur kalmışam Belâ kokan gecelerde nefes alınmaz / hele bana dokunmayın Kurşunlar uçuşur kirpiklerimden Ve güneş yamacımdaki mayın / fena halde daralmışam Tarihi yakan benim birader Yakıp denize atan / ve denizi bulandıran Ve sahile vuran benim Ucum-bucağım hesapsız Siz yorulmayın ey / Müslümanlar / yorulan benim Ve kurşuna dizilen her sabah Benim adım Huseyn Huseyn bin Abdullah / karanlıkta kararmışam, kalmışam

Az sonra bombacılar gelirler Sokak lâmbaları soğuk katiller Bizi evde bulamasınlar Anamız avradımız Allah’a emanet Sana zahmet / çekiver kuyruğunu şu kaderin birader Bundan ötesi zaten kıyamet, / gemi azıya almışam Adını bilemediğiniz ölü var ya / sıranın sonunda yatan Başı denizin dizinde Bıyıklarından tuz akan İşte o benim, asker ağabeyler Yumrukları yumulu / gözleri Şam’da sabah Huseyn onun adı Huseyn bin Abdullah.. / yalınayak alev denizlerine dalmışam…

Kâmil UĞURLU

27


Gidene, görene ve tanıyana kadar benim zihnimde “Brüksel” diplomasi, bürokrasi ve askeri stratejiydi... KAHVERENGİ ŞEHİR BRÜKSEL

ÇİKOLATA TADINDA VE KOKUSUNDAKI ŞEHİR

BRÜKSEL

Gidene, görene ve tanıyana kadar benim zihnimde “Brüksel” diplomasi, bürokrasi ve askeri stratejiydi... Caddelerinde, meydanlarında, koridorlarında diplomasinin bürokrasinin resmiyetin hüküm sürdüğü, kol gezdiği bir ‘soğuk uzak batı’ kentiydi Brüksel. Fahri TUNA

Bir insan, bir şehir: Yusuf Cinal ve Brüksel. Bir insan ve bir şehir ancak bu kadar yakışabilir birbirine. Ancak bu kadar uyumlu olabilir ve bu kadar örtüşebilir birbirleriyle. Geçenlerde, yirmi dört saat süreyle Brüksel’in -daha doğrusu Yusuf Cinal’ın- misafiri olma şansına sahip oldum. Şansına, onuruna, mutluluğuna. Tarih, kültür, edebiyat, hoşgörü, zenginlik, iyilik, misafirperverlik; yedi haslet abartısız her ikisinde de vardı diyeyim size. Belçika’dan söz ediyorum: Bir milyonu göçmen, on buçuk milyon nüfuslu bir ülkenin, bir milyon yüz bin nüfuslu başkenti Brüksel’den söz ediyorum. Gidene, görene ve tanıyana kadar benim zihnimde “Brüksel” diplomasi, bürokrasi ve askeri stratejiydi... Caddelerinde, meydanlarında, koridorlarında diplomasinin bürokrasinin resmiyetin hüküm sürdüğü, kol gezdiği bir ‘soğuk uzak batı’ kentiydi Brüksel. El-hak bunları gördüm, el-hak yanılmamıştım, doğruydu bunlar. Ama başka bir Brüksel daha gördüm. Bambaşka bir Brüksel. Sıcak, insâni, edebî, fikri bir Brüksel... Brüksel ile otuz iki yıldır adeta bütünleşmiş, Sabah ve Hürriyet gazetelerinin uzun yıllar Brüksel temsilciliğini üstlenmiş ve hâlen “Yeni Haber Belçika” gazetesinin sahibi, birçok kitabı olan bir yazar; haza gazeteci, haza beyefendi, haza insan; iliklerine kadar Türkiye sevdalısı Yusuf Cinal ustamla gezmeseydim Brüksel’i, ‘yaşayabilir’ miydim, bilebilir miydim, hatta sevebilir miydim; hiç sanmıyorum. Belçika üç siyasi/idari bölgeli, dört kültürlü garip bir ülke. Kral ülke; krallı (Filip) kraliçeli (Matidl) ülke. Bizim İkinci Meşrutiyet’i yaşıyorlar anlayacağınız. Siyasi açından tam tamına yüz on yıl gerideler bizden. “Daha bir cumhurbaşkanları bile yok, cumhurbaşkanını seçerken bir kere oy kullanabilmiş değiller; vah zavallılar,” diyen Sezen Aksu’ya selam olsun buradan. Ha unutmadan; yüz binlerce evin, dairenin, apartmanın arsası Kral Filip’e ait.

sayı//34// mayıs 28


Mülkiyet hakkınız yok, olamaz da. Toprağı kralınızdan kiralıyor, - her ay ev kirası öder gibibir ömür kralınıza arsa parası ödüyorsunuz. Yüz altmış iki ülkeden Belçika’ya yerleşmiş on buçuk milyon insanın yaşadığı bir ‘huzur ülkesi’ Belçika. Ki bunun bir milyonu Müslüman, bir milyonun iki yüz elli bin kadarı da Türk. 1964’te imzalanan ikili antlaşma çerçevesinde yerleşmiş bizimkiler Belçika’ya. Üç dilli bir ülke; kuzeyi Flaman (Flemenkçe konuşan Hollandalılar) güneyi Valon (Fransızca konuşanlar) doğusu Almanca konuşan Germenefonlar. Brüksel Flaman hakimiyetindeyken yavaş yavaş Valonist / Fransçeist olmuş zamanla. Türkiye’nin üç büyükelçisinin bulunduğu tek şehir Brüksel: Belçika Büyükelçisi, AB Büyükelçisi, NATO Büyükelçisi. AB buradan idare ediliyor. Pek tabii birçok stratejik noktada da AB’nin fikir babası Schuman’ın büstünden veya heykelinden geçilmiyor. Brüksel’de AB Vadisi’nde gezerken, beş yüz yıllık sömürgeci Avrupa’nın en modern ve en yeni yüzünü görüyorsunuz: Planlı, geometrik, aritmetik bir görsellik, bir ruh, bir iklim. Bundan olmalı, dünyanın çok uluslu, çok büyük cirolu şirketlerinin merkezi hep Brüksel’deymiş. Aynı zamanda bir üniversite kenti olan Brüksel, eğitim sıralamasında dünya 36.’sı.

Geçen sene 23 Martta 34 kişinin hayatını kaybettiği, terör anısına yapılan kınama anıtına ‘dünyada bir daha terör olmasın, herkes ancak eceliyle ölsün’ dileklerimizle, biz de kırmızı gülümüzü bırakıp öyle ilerliyoruz Senkantner Milli Parkı’na. Yine Robert Schuman karşılıyor parkın girişinde bizi. Ben diyeyim elli, siz deyin yüz dönümlük bir park. Her taraf heykellerde donatılmış. Günlerden Pazar, -Yusuf Hocamın dediğini göre- sekiz aydan sonraki ilk güneşli ve ılık gün. Binlerce Brükselli yeşil çimenlerle buluşmuş, güneşin ve hayatın tadını çıkartıyor; çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek, herkes burada. Bu tarihî parkın iki önemli özelliği var: Biri muhteşem Hürriyet Anıtı. Diğeri ise, hemen bitişiğinde 1974’te inşa edilen Avrupa’nın en büyük camii. Hoşgörüye, saygıya ve ötekileştirmemeye en güzel örnektir sanıyoruz bu durum. Acaba Türkiye’de orta ölçekli bir şehire, mesela Adapazarı’na, Konya’ya yahut Sivas’a son on yılda işgücü nedeniyle on bin Hristiyan yerleşse ve şehrin en büyük parkının bitişiğine kilise inşa etmeye kalkışsalar, yöneticilerimiz buna ne cevap verir, halkımız ne tepki gösterir, varın siz hesap edin; biz daha yüz yıldır Taksim Meydanı’na camii meselesini bile çözememişken… Parktaki antika ve askeri müzeyi-vakitsizlikten - gezemedik. Buna rağmen, 1924’te yapılan ilk Türk savaş uçağının bu askeri müzede sergilendiğini öğrenmek çok gurur vericiydi. Brüksellinin sabah kalktığında yaptığı ilk iş, 29


pencereyi açıp havaya bakmakmış. Bunu yaparken de, şunu diyebilmek istermiş en çok: ‘Hava bugün ne güzel!’; Ama çok nadirmiş böyle diyebildiği zamanlar Brüksellinin. Zira şehre en çok yağmur ve gri hakimmiş. Her şehir bir renkse eğer, Brüksel gri demekmiş. Ama o gün, bizim şansımıza maviydi her yan; pırıl pırıl masmavi. Yani umut, yani bahar, yani huzur. Tatilde en çok Türkiye’yi tercih etmeleri de, güneş özlemindenmiş Belçikalıların. Sonra da Yunanistan ve Fransa’yı tercih ediyorlarmış. Güneşsizlikten, D vitamini eksikliği görülüyormuş en çok. Eczanelerde en çok satılan ilaç ise yine D vitaminiymiş. Her şehir bir amblemdir Batı’da. Mesela Brüksel’in amblemi iris çiçeğidir. ‘Gökkuşağı’ demekmiş manası. Sanata sanatçılara, mesela Van Gogh’a ilham veren çiçektir iris. Hüznün arkasındaki güzel koku demekmiş aynı zamanda. Brüksel’le ne de çok örtüşüyor… Brüksel Belediye / Hukuk Tepesi tam bir demokrasi mabedi gibi; herkes her konuda, her protestoyu yapabiliyor orada, Savaş Kahramanları anıtı önünde. Bizim olduğumuz gün ‘dünyada yaşama hakkına müdahale edenleri’ protesto gösterisi vardı mesela; yumuşak, insanî, her iki dilli bildiri okuma ve pankartlarla gelmişlerdi çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek. Hoş bir görüntüydü. Oradan eski’meyen Brüksel’i seyir de bir başka güzeldi doğrusu. Her Batı kenti gibi Brüksel de her köşe başını ve her meydanı heykellerin süslediği bir kent. sayı//34// mayıs 30

Good Defre / Atlı Heykel de bunlardan birisi. Brüksel esas itibarıyla Grand Place / Gren Ples – Büyük Meydan demek aslında. Şehrin hatta ülkenin tarihi en çok orada hissediliyor. Batının o soğuk ama özgün mimarisinin prototip eserleriyle donatılmış bu meydan. Dev tarihi binaların çatıları veya meydana bakan yüzleri heykel ve kabartmalarla dolu. Her birinin ayrı hikâyesi veya efsanesi var. Tecavüze uğrayıp bunun hesabını kraldan soran kadınla kralın, dev binaların çatısında karşılıklı heykellerinden tutun da, bir ayağının ucuna Osmanlı levendini, diğer ayağının ucuna Amerikan askerini alıp ‘ben Türkleri de Amerika’yı da dize getirdim, dünyanın sultanı artık benim’ böbürlenmesindeki kral heykeline… Heykel müzesi sanki bu meydan. Benim için Büyük Meydan, esas itibarıyla Victor Hugo ile Karl Marks’tır. Biri ‘Sefiller’i ile dünya edebiyatına taht kurmuş kalem sultanı, diğeri Avrupa’nın sefaletine çözüm arayan, ‘Kapital’a düşman ‘Das Kaptal’e dost ama sonunda ‘Kapital’in bozguna uğrattığı Komünizmin fikir sultanı. AB’nin, yani Çağdaş Batı Kapitalizminin başkenti de Brüksel, onun en büyük hasmı Komünizmin tohumlarının atıldığı kent de Brüksel; Velhasılı, tezatlar kenti Brüksel. UNUTMADAN, TEN TEN DE BURALI.

Atomium Heykeli de bir başka muamma yahut bir başka güzellik; İki ikiz mühendisin 1958’de çizip hayata geçirdiği heykelin, insanın, doğanın ve varlığın temelini açıkladığını kabul ediyorlar. İnanışa göre onu görmek,


insanın ilk ve tek hücresini görmek gibiymiş. Aynı zamanda da romantik bir kent Brüksel: Hitler işgalinde bombaların üzerine işeyerek savaş açan beş yaşındaki tatlı romantik çocuk, Brüksellilerin hem kahramanı hem de amblemi. Küçümsemeyin lütfen: Çikolatadan magnete nerede hediyelik bir eşya varsa, bu ‘işeyen çocuk’ orada. Belki de bu yüzden Brüksel’de en çok ziyaret edilen heykel, ‘işeyen çocuk’ heykeli. Bürksel’e gelip de üç şey yemeden dönülmezmiş: Biri frit, biri walf, biri de şokolade. Tattık, hepsi de nefis lezzetler zahir. Bizim Adanalılar misali, onlara özgü bir sözleri de var: ‘God for duma’ diyorlarmış sık sık. Yani ‘Allah’ımı inkar edeyim ki doğru söylüyorum’ türünden.

Parktaki antika ve askeri müzeyivakitsizlikten - gezemedik. Buna rağmen, 1924’te yapılan ilk Türk savaş uçağının bu askeri müzede sergilendiğini öğrenmek çok gurur vericiydi.

19 belediyen oluşan bir şehir Brüksel. Durun, bir sürprizimiz var size: Merkez belediyelerden birinin, Sen Jos’un belediye başkanı Afyonlu Emir Kır. Daha doğrusu Emirdağlı. Hani Brükselliler Türkiye’den, Ankara’dan, İstanbul’dan, Afyon’dan daha çok Emirdağ’ı tanıyor biliyor seviyorlar desek, abartmış olmayız. Ankara’yı ve İstanbul’u Emirdağ’a bağlı bir ilçe sananlar çokmuş Belçika’da.

Bütün ağaçların, bütün dalların, bütün binaların tescilli olduğu kentmiş Brüksel. Geçtik parktan bulvardan caddeden, evinizin bahçesindeki bir ağacın herhangi bir dalını bile kesemezmişsiniz; evinize çivi çakamazmışsınız çivi; gidip belediyeye müracaat edecekmişsiniz, raporlara bakılacak, kurul değerlendirecek, izin/onay çıkarsa ne âlâ, artık keser çivi elde, bismillah deme zamanıdır. Kamu kurumu baskısı/kontrolü değil sadece; kesmeye görün bahçenizdeki ağacın bir dalını, vatandaş soruyormuş belediyeden önce hesabı…

Ha bir de Kubatçı bu Brükselliler. Türk Müziğinin popüler isimlerinden Kubat da Brüksel doğumlu. Orada büyümüş, orada ünlenmiş. Ona ‘Belçika’nın Emirdağ’ından’ diyorlar. Ben söyleyenlerin yalancısıyım: Kuvvetli bir rivayete göre Belçika’da kilometrekareye kırk Türk, otuz iki Emirdağlı düşüyormuş.

Kahverengi şehir Brüksel. Açık sütlü kahverengi. Çikolata tadında, çikolata renginde, çikolata kokusunda şehir Brüksel. Kral ülke Belçika. Kralcı ülke. Kralın ülkesi zaten. Brüksel de kral şehir; itiraf edelim. 31


ŞİİRİN ŞEHİRLERİ Kitaplardan, dergilerden, düşüncelerden örülmüş bir dünya, insanı zengin kılan bir dünyadır. Recep GARİP iir bahçesi güllük gülistanlık sanılır. Oysa öyle değildir. Tel tel örgülerle örülmüş, dikenlik çalılıklarla bezenmiş, yarlar, uçurumlar her bir yandan sarıvermiş bir alanda yürüyüş yapmaktır şairlik. Böyle zor bir alanda şiire ulaşmak, şiiri güzelleştirir elbette. Pıtraklardan, çalılıklardan, taşlıklardan, bataklıklardan kurtularak şiire ulaşmak yorucudur, yıpratıcıdır lakin şiire öyle ulaşılır. Bunun içindir ki şiiri bulduğunda şair, bütün yolculukta çekilen acıları, ıstırapları unutuverir. Aşk yolunda çekilen cefalara benzer şiire yolculuk. Şiirin diline ulaşmak içindir bütün gayret ve çaba. Dili düzgün kullanmak yetmez, anlam zenginliklerine dâhil edip sürekli taze bilgilerden besleyerek kendine özgü bir dil kazanmaktır. Şiirin dili normal konuşma ve yazı dilinden farklıdır. Etki, dilin kullanılış biçimidir. Kelimelere yeni elbiseler yükleme becerisidir şiirin dili. Bir yay gibi gerilince zaman Su kaynar, bülbül öter, çocuk ağlar Hangi taşın dokunsa yüreğime Sonbahar gibi dökülür mısralar Kitaplardan, dergilerden, düşüncelerden örülmüş bir dünya, insanı zengin kılan bir dünyadır. Kitaplarla olan dostluk insanı kıymetlendirir. Olanların farkına vardıkça kitaplar daha da anlamlı hale gelir ki her bir yazarın varlığı kaybedilmeksizin insana dokunur dokundukça insan güçlendirir. Güçlü düşünce, büyük düşlerle anlam kazanır.

sayı//34// mayıs 32

Düş kurabilenler, hayallerle hayatı şekillendirebilenler tarihe anlam katar, yön verir, geleceğe işaret eder. Şiirin bütün yolculuğunda var olan düş perisi, şairin en kıymetli hazinesidir. Kitaplar mutlak surette okunmalıdır. Bir insanı tanımaktan daha kıymetli hazineleri içinde barındırır. Kamus okumaları, şehrin tarihine dokunmak gibidir. Tarihe tanıklık etmek için elzemdir lügat okumaları. Kimi kitapların sırlarını ancak sözlüklerden yola çıkarak çözebilirsiniz. Şiir gibi şehirler vardır yeryüzünde. Şiir gibi insanların inşa ettiği şehri şiir; hayatın asaletini, erdemli duruşunu, estetik dokunuşunu yansıtır. Şehri tezyin eden düşünce burada şiirleşmiştir. Yalnızca hayata dokunmuş olmak kâfi gelmez aynıyla insandan insana, insandan varlıklara, tabiata, ateşe, suya ve toprağa dokundukça anlamların ne kadar da soylu olduğu gözlemlenir. Bundandır şiirin büyüsü. Örneğin Sultanahmet’teki Osmanlı sokağını bilenler bilir,Süleymaniye baştanbaşa öylesine ruhi dayanışmanın, gönülden gönüle akışların buluştuğu nadide semtlerimizdendir. Eskişehir’deOdunpazarı bölgesi nefes alırken bile insanın değerini artırdığını hissederim. Kütahya, Tokat, Bursa, Adana Tepebağ, Konya’nın metafizik duyuşlarla inlettiği ney nasılda dokunuverir Mevlanahazretlerinin irfan sofrasından. Ankara’nın kalesi ve etekleriyleErzurum’un yüreğe dokunan yüzyıllar öncesi eserleriyle Kayseri Hunat bölgesinden itibaren Kayseri evleri ve bir de mutlaka ifade etmekte yarar vardır ki Antalya’nın Kaleiçi içinde şırıl şırıl akmakta olan duyguların zenginliğiyle şiirin serazat yaptığını pak ala görebilirsiniz. Edirne, Selimiye camiinden beslenmez yalnızca, şehitliğinden de, tarihin bıraktığı izlerden de, payitaht olmasından da beslenir. İsimlerini tek tek sayamadığım şehirlerimiz var. Bu şehirler şiirin şehirleridir. İnsan kimi zaman bir surete baktığında hayran kalır. Bir çiçeğe, bir güle, bir çocuğa, bir kuşa, bir bakışa baktığında hayran kalır. Bazen baktığınız ve gördüğünüz öylesine anlamlı, kıymetli ve değerlidir ki bakmaktan kendinizi alamazsınız. Baktıkça bakasınız gelir, baktıkça doyamadığınızı anlarsınız. Bir Müslümanın Kâbe’ye bakışı öyledir.Mescidi Nebeviye ve âlemlerin sevgilisinin kabri şeriflerine bakışı öyledir. Birinde coşku sonsuzluğa hükmederken diğerinde boynunuzu büker hıçkırıklarınızı gönlüne akıtırsınız. Babanın


gözlerine bakmakta öyledir. Gökyüzüne bakıp bakıp dalıp gitmek de öyledir. Kimi zaman bir şehre bakışınız Kudüs gibi, Mescidi Aksa gibi, Bağdat gibi, Halep, Şam gibi, İstanbul, Mardin gibi, Urfa, Malatya gibi. Yar dedim sana yalnızca yar Kurban olsun yolunda diyar Bu menzilde şiirlerim var Harfleri sen, sözcükleri sen İlk kez İstanbul’a gelişim 1976 Ağustos ayıydı. Şiirse tepeden tırnağa beni yakalamış bırakmaya hiç mi hiç niyeti yoktu. Ben de şiiri bırakmamaya azmetmiş, yeminler etmiş, kendime sözler vermiştim.İstanbul’un varlığı şiirdir. Şiirin şehri İstanbul’dur. Bir şiirdir İstanbul. İstanbul’a şiir gibi bakmayı bilenler bu şehirde yaşayabilir. Aslında bir şehrin bütün vakitleriyle büyüdüğünü düşünüverse insan, o şehre ait hangi anı, vakti kaçırmak ister. Sabahın eşsiz vakitleriyle gecenin zifiri karanlıklarında şehrin suretine çöken hüzün ile kuytuluklarda gizliden gizliye akıp giden hayatın varlığı hiçte kenara bırakılacak cinsten değildir. Buralara nerden geldik diye düşünüyorsanız fazla merak ettirmeden ifade edeyim; şiirle şehri dokuyunca ortaya edebi kitapların çıktığına şahit olduk. Demek oluyor ki şiir, şehir ve kitap biribirinden asla ayrılamaz. Ayrılırsa yoksulluklar başlar. Buna sebeptir ki yazarla okuyucunun buluştuğu gönül, kitapların sayfalarıdır. Yazar ve okuyucu, aynı zamanda gözlemcidir. Her iki halde de -hem okuyucu hem de yazar- yeryüzünde var olan sistemin, yaşanılan olayların, içinden geçip gidilen tarihin, mevsimin verilerinden topladıklarıyla buluşurlar. Bu buluşma hesaplaşmayı-uzlaşmayı da sağlamış olur. Kitap, hem şiirin hem de şehrin belleğidir. Tıpkı şehirli olan insanın belleğinin şehri var eden her şeyle ilintili oluşu gibi. Şiir, şehrin en müstesna, en sessiz, en delişmen, en aykırı, en kutlu, en hoyrat, en çılgın zamanlarında vardır. Gözlemleyip durduğumuz şehir, bizi kendisine doğru çekerken bir izdivaç haliyle kucaklıyor. Bir buluşma gerçekleşiyor, bir akış, bir yakalayış ya da bir soluklanış gibi bir ünsiyet peyda olurken bir kendinden geçiş hali yaşanıyor. Kitapla, şiirle buluşan okuyucu da aynı zevkin, hissedişin, buluşmanın, kavuşmanın, münakaşanın, ihanetin, ülfetin, aşkın hesaplaşmasına başlamıştır. Orhan Pamuk’un “Bir kitap okudum hayatım değişti” ifadesi galat olsa da etkileyici, yön verici, unutulmayacak, ihmal edilmeyecek

değerde oluşuna işaret eder. Bir şehir gördüm ve hayatım değişti diyebildiğimiz şehirlerimiz yok mudur peki? Pek üzerinde durulmasa da kuşku yok hayatı etkileyen, insanın ruhunu büyüten, gönlüne dokunan, kendinden bir parçaymış hissini veren şehirler var hayatımızda. Tıpkı okumaya başladığımız kitapla çekişir gibi çekiştiğimiz, yazarı sorgularken sorgulandığımız şehirlerimiz var. Eşyasız, hükümsüz kalıyor insan. Eşyayı anlamlandıran insan eşyasız edemiyor. Düşünce üretirken geliştirip durduğu hayalleri gerçekleştikçe yeni hayallerin peşine düşüyor. Eşyalarda öyle. İnsandan insana farklılaşıyor. Farklı anlamlar, zenginlikler, yoksulluklar getiriyor. Eşya ve insan, şiirle kitap, okuyucuyla yazar sürekli biribirine muhtaç. Anthony Robbins, “Çevrenizin kısıtlayıcı zincirlerini kırmanın en önemli yolu, bilgidir. Dünyanız ne kadar acımasız olursa olsun, başkalarının başarılarını okuyabilirseniz, sizi başarıya götürecek inançları yaratabilirsiniz.” diyor. “Okumak, sözcüklerle çekişmek, imgelerle didişmek, kimi zaman utku kazanmış bir komutan gibi okuma eylemini bitirmek, kimi zaman metnin girdabında boğulup gitmektir” diyor Kemal Bek. Şiirin şehirleri, insanı şiirleştirir. Bu gün havada bir şiir havası var. Şairler sisli havaları sever. Puslanmış cam arkasından gözükmekte olan siluetin insanın hafızasında ne varsa onu gösterme gayreti elbette anlaşılır bir şeydir. Lakin gözükenin ötesindekini görme eylemiyse sanatkâra, şaire ait bir özelliktir. Bu havalar zifiri karanlık Burası tahterevalli heyulası Büyük caddelerden geçen ahali Şakası yok, kalbine şiir doldur biraz Biraz bahar, azıcık sonbahar, gerisi kış Şu muhteşem yapı kaç asırlık Kaç bin yüz yıl olmuş buradan bakıyor Öylesine akıp gidiyor şehrin kalabalıkları. Biri asırlar evvelinden “durun kalabalıklar, bu gidişin bir dönüşü yok mu?” diye sual eylesin, biz ise son yüzyıldakini hatırlıyoruz daha ziyade. “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak”. Görüldüğü üzre şiirin bahçesi hiç de güllük gülistanlık değil, hayatın kendisi. Bireyin yalnızlığı ne kadar viransa şehrin yalnızlığı o kadar harabe. Evleri inşa eden insan nasıl evsiz yaşayamıyorsa, insanı inşa eden evlerde insansız yaşayamıyor. Şiir gibi evlere sahip olabilmek için şiir gibi olmak icap ediyor. Şiir gibi sevmek için şiir olmak gerekiyor. 33


“Evet Azerbaycan’ın her bir cihetinde şairin tasvir ettiği sarmaşıklı bir mezar bulursunuz ki, kızlar, gelinler tarafından ziyaretgah haline getirilen bu mezar, kardeş imdadına koşan Türk’ün mezarıdır” Mehmet Emin Resulzade

BIĞIR KÖYÜNDE ŞEHİT ASKER MEZARI

“1918 yılında, kimi çeşitli cephelerde savaşta kimi de ihtiyattayken, yapılan çağrı üzerine gönüllü olarak kardeşlerinin yardımına koşup Azerbaycan topraklarında şehit düşen Kafkas İslâm Ordusu askerlerinin aziz hâtırasına!” Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*

*TRT İstanbul Müdürü

sayı//34// mayıs 34

ığır köyünü bilir misiniz bilmem! Bakü’den Göğçay’a Karameryem yoluyla giderken, solda, tepelerin ardında kalan bir köydür. Bığır köyüne dönen kıvrımın ana yol ile birleştiği köşede, 1918 yılında Rus-Ermeni işgalci birliklerine karşı yapılan savaşta şehit düşen Türk Kafkas İslâm Ordusu’na mensup zabit ve askerlerin hatırasına dikilmiş bir abide bulunur. -Ki bu ordu, Azerbaycanlılardan gelen talep üzerine Nuri Paşa komutasında teşkil edilmiş ve 28 Mayıs 1918’de ilân edilen Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin temel direği olmuştur-. Bu yol güzergâhı, her geçişimde bana tesir etmiş, farklı bir âlemin içine taşımış güzergâhlardan biridir. TRT’nin Azerbaycan Temsilcisi iken, oraları ziyaret etmeyi bir alışkanlık haline getirmiştim. Bugün bile, o ziyaretleri hatırladığımda, tarih kitaplarında o gün yaşananlarla alâkalı olarak okuduklarım, çeşitli bölgelerde yaşayan insanlardan dinlediğim hatıralar gözlerimin önünde canlanır. Abidenin hemen arkasında uzanan ve bana sanki sonsuz bir düzlükmüş hissi veren ovada, askerlerin yırtık üniformaları, altları delinmiş çarıkları, savaşın kızgınlığından yanmış çehreleriyle düşmana hücum edişlerini hayal ederim. Osmanlı coğrafyasının dört bir tarafından kardeşlerinin istiklâli için savaşmaya gelen bu askerlerin o sıcak yaz günlerinde yaşadıklarını düşünürken, bu kahraman insanların binlerce kilometre uzaktan gelmelerine ve henüz bir nefeslik dinlenme imkânı bile bulamadan savaşa koşmak mecburiyetinde kalmalarına rağmen, yitirmedikleri inanç ve ruh büyüklüğü beni hayrete düşürür. Sahip oldukları güç ve insan takatini aşan sabır ve metanetleri bende büyük bir saygı uyandırır. Bomba patlamaları, kurşun sesleri, başlarına yağan top mermileri… Ve güneşin o beyinleri bile kavuran sıcaklığı… Tahammül edilemez zorluklar… Lâkin susuzluk! Ah, o bir damla suya hasret kalış! O gün, orada cereyan eden hadiseleri okurken, her defasında en çok bu susuz kalış beni etkilemiştir… Bu


hadise bölge halkının hafızasına da öyle tesir etmiş ki, o civarda şehit düşen zabit Kadir Efendi’nin mezarını ziyaret edenler, bugün bile su götürmekte -bu zabitin şahsında- o gün susuzluktan kavrulan askerlere olan minnet ve sevgilerini, mezarın üstüne su dökerek ifade etmektedirler. Öte yandan, yalnızca burada savaşı kazanmakla Kafkas İslâm Ordusu askerlerinin görevi bitmemektedir. Bu sebeple susuzluk onları engellememelidir. Çünkü savaşta kaybeden düşman, kaçış yolu üstündeki sivil ahaliyi katletmekte, kasabaları, köyleri yakıp yıkmaktadır. Bunun için durmaya, dinlenmeye vakit yoktur. Ve sonunda herkesin bildiği gibi, Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslâm Ordusu, mağlup ettiği güçlü düşmanı öylesine hızlı ve amansız şekilde kovalar ki, Bolşevik Rus – Taşnak Ermeni birleşmeleri hiç arkalarına bakma fırsatı bile bulamadan kendilerini Bakü’de bulurlar. Ardından 15 Eylül 1918’de Bakü azat edilir ve müstakil Azerbaycan’ın payitahtı olur. Göğçay Muharebelerinin Azerbaycan tarihinde hususi bir önemi vardır. Düşünün! Şayet o gün, ya Kafkas İslâm Ordusu yenilseydi?! O gün Göğçay Muharebelerinde şehit düşen 300’e yakın zabit ve askerin pek çoğunun mezar yeri belli değildir. Ama bugünkü Azerbaycan topraklarında şehit düşüp yerleri bilinen Osmanlı askerlerinin mezarlarının en çok olduğu yer de Göğçay ve havalisidir. Göğçay’ın içinden başlayıp, Şamahı’ya kadar olan bölgede bir çok şehit mezarı, o korkulu Sovyet döneminde bile, halkın yaddaşında kalmıştır. Yeniden bağımsızlık döneminde ise bu yerler yeniden ihya edilmiş… Şehitlerin isimleri unutulup, her biri meçhul bir asker haline gelmiş olsa da… Nitekim ülkemizde de bilinen “Laleler” türküsü de bu havalide şehit düşen Kafkas İslâm Ordusu askerleri için yakılmıştır. Ünlü muganni Reşit Behbudov’un o içli yorumunu dinlerken de hissetmemek mümkün değil zaten bu duyguyu. İşte Bığır Köyü girişinde yer alan yüksek tepede yatan şehidin mezarı da bunlardan biri… Kimbilir Anadolu’nun hangi köşesinden kardeşlerinin yardımına koşup gelen bu askerin adı kaybolmuş, mezar taşında yer almıyor. Yani, meçhul bir asker! Bir gün Gence’deki bir çekimden dönüyordum ve gün akşam olmaya başlamıştı. Buna rağmen, onu ziyaret etmeden dönmek istemedim.

Kameraman ve sürücümüzle birlikte şehit askerin mezarının bulunduğu tepeye çıktığımızda, artık güneş kaybolmuş, yerini, kırmızı bir ufka bırakmıştı. Sanki hâl diliyle, “bir hilâl uğruna ne güneşler batıyor” demek istercesine kırmızı bir iz bırakarak ufkun ötesine geçmişti. Şehidin ebedî uykusuna yattığı yere varabilmek için köy mezarlığının içinden geçmek gerekiyordu. Türk Kafkas İslâm Ordusu askerinin yattığı tepeye tırmanırken, Bığır Köyü, yükselen sislerin arasında kalmıştı ve sanki hayalî bir şehir gibiydi. Yalnızca ağaçların uçları ve yüksekteki binaların görülebildiği bu manzara, uhrevî bir abuhava meydana getirmişti. Köy, akşamın sessizliğine bürünmüş; her zaman seslerini duymaya alıştığımız hayvanlar bile, bu manevî iklimin etkisini bozmamak için sessizlik içerisinde kendi köşelerine çekilmişlerdi. Tepeye, şehidin bulunduğu noktaya çıktığımızda her birimiz nefes nefese kalmıştık. Artık etraf da iyice kararmıştı… Ve bu yüksek tepede yatan meçhul askerin kabri dışında, her şey gözden kaybolmuştu, sanki, bizi şehitle baş başa bırakmak ister gibi… Birçoğu ihtiyatta iken, gelen yardım çağrısı üzerine ardına bakmadan Azerbaycanlı kardeşlerinin yardımına koşan Kafkas İslâm Ordusu askerlerinden 1130’u savaşlarda şehit düştü ve bugün, istiklâline kavuşmasına vesile olduğu bu kardeş topraklarda yatıyor. Bığır köyünde şehit düştüğü tepeye gömülen ve adı bilinmeyen meçhul Türk askeri de, yanı başında dalgalanan Azerbaycan ve Türkiye bayraklarının gölgesinde ebedî uykusuna devam ediyor bugün. Eminim ki, yüzünde uzun yıllar devam eden kederli çizgiler de artık yerini bir gülümsemeye bırakmıştır. Ruhu, iki kardeş ülkenin yeniden kavuşmasının verdiği huzur ve bahtiyarlık içindedir… Çünkü şehit düştüğü o günlerde katlandığı meşakkat, zorluk ve çileler, geride bıraktığı, -kimbilir Anadolu’nun veya o günkü Osmanlı coğrafyasının hangi bucağından olan- anası, babası, belki eşi, çocukları, daha sonra yattığı yerden keder içinde şahit olmak mecburiyetinde kaldığı o uzun çileli yıllar artık sona erdi. Ruhu/ruhları şad olsun. 35


9 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanına verilen muhalif tepkilerde gözlerden kaçırılan ayrıntı çok anlamlıdır. Çünkü yeni cumhuriyetin başkanı 334 milletvekilinin sadece 158’inin oyuyla seçilmiş, 176 üye ise ne Cumhurbaşkanlığı sistemi, ne de Cumhurbaşkanı için oy kullanmıştı.

‘EBEDİ ŞEF’ DÖNEMİ

BASIN HAYATI “Telefonu açtım. Dahiliye Vekili’ne ‘Gördün mü?’ dedim ‘Gördüm’ dedi. ‘Kapatacaksınız bu gazeteyi’ dedim.-Ne kadar dedi? -20 gün dedim. Sonra iyice sinirlendim. ‘Hayır, 30 gün’ dedim Hüseyin YÜRÜK

Meclis Başkanı, Mustafa Kemal ve İsmet Paşa, tarafından hazırlanan tasarıyı okuttu ve oylattı. Oylamaya Meclis’in yüzde 52.7’si katılmamıştı. Önce Cumhuriyet kabul edildi. Hemen arkasından da Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Mustafa Kemal, tek adaydı.334 milletvekilinin 158’i oylamaya katılmış, geri kalan 176 üye ise Cumhuriyet’in oylamasına ve Cumhurbaşkanı’nın seçimine katılmamıştı. (Mangırcı,1999:34) Cumhuriyet gelmiş bir Meclis kurulmuş, ancak demokrasi teşekkül etmemişti. Rasim Özdenören bu vakıayı şöyle anlatır:Bir vekil ne zaman sorguya çekilecek olsa verdiği izahat alkışlarla karşılanarak mesele kapanıyordu. Öyle anlar geldi ki, Meclis üyelerinin vicdanen yüzde doksan muhalif oldukları kanunlar ittifakla tasvip olundu. Mesela Anayasa'nın Türkçeleşmesi bahsinde, yeni metne gerçekten taraftar olanların sayısı en geniş bir tahminle yüzde onu geçmiyordu. Mebuslar, kendi aralarında olduğu kadar dost meclislerinde de yeni terimlerle alay etmekten kendilerini alamıyorlardı. Ama müzakereler esnasında muhalefetlerini sözle belirtmek cesaretini gösteren bir iki kişinin bütün gayretlerine rağmen kanun yine ittifakla tasvip olunarak Meclis'ten geçti. Çünkü Şef'in böyle istediği biliniyor, bu isteğe karşı gelinemiyordu." (Özdenören,2012) Büyük Millet Meclisi halkı değil, Halk Partisi’ni temsil eden göstermelik bir müesseseydi. Seçimlerin göstermelik bir oyundan ibaret olduğunu bilen halk, seçimlere katılmıyordu. “Seçimlere katılma oranı % 25’lere kadar düşmüştü.” (Sertel Zekeriya,1968:189) İşte bu minvalde kurulan Cumhuriyetin ilk yıllarında basın ve yayın hayatı, esasen başlı başına bir inceleme konusudur. Cemiyetin bütün azalarını çepeçevre kuşatan istibdat havasının ülkenin yegâne sesli düşünen müesseseleri olan gazeteleri de sımsıkı sarmaladığı, bilinen bir gerçektir.

sayı//34// mayıs 36


Cumhuriyet’in ilanının ardından ‘Saltanatı meşrutadan, Cumhuriyeti mutlakaya geçildi’ şeklinde yayın yapan gazetenin üzerine İstiklal Mahkemesi aracılığıyla gidiliyor, Mahkemece devrin en mühim gazeteci simaları tutuklanıyordu. Sonraki devirde basına uygulanan yıldırma politikalarının miladı, Şeyh Said İsyanı’nın ardından ilan edilen Takriri Sükun Kanunu’dur. Kanun öncesi bir mânâda yeni rejimle bir balayı dönemi yaşamış olan basın, Kanun’un ardından Ankara’nın yeni yüzüyle karşı karşıya gelmişti. GAZETE VE DERGİLERE BASKILAR

4 Mart 1925 tarihinde yürürlüğe giren ‘Takriri Sükun Kanunu’ ülke çapında sükuneti bozan her şeyin bastırılması mãnãsına geliyordu. İstiklal Mahkemeleri ve Takriri Sükun Kanunu herkesi çok bariz bir şekilde yıldırmıştı. O kadar ki Gazeteler macera hikayeleri anlatıyor, edebiyat dergileri birkaç nüsha çıkıp kapatılıyordu.(Sertel Sabiha,1987:113) Sol görüş taşıyan ancak Şeyh Said ayaklanmasına karşı hükümeti destekleyen Aydınlık ve Orak-Çekiç Dergileri de kapatılmaktan kurtulamamıştı. Ahmet Ağaoğlu’nun İnönü Hükümetini eleştiren yazılar yazdığı Akın Gazetesi Ankara’da kapatılan gazetelerden sadece biriydi. İstanbul’un belli başlı gazete yazarları

ise Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderilmişlerdi. “Gazeteci Velit Ebuzziya, Ahmet Emin Yalman, Adana’dan Mustafa Kemal’e telgraf çekerek yalvarmışlar ancak bir faydası olmamıştı. Burada hapishane olarak kullanılan bir camiye konulmak istenen iki gazeteciden Velit Ziya’nın ayaklarına zincir vurularak kovalarla su taşıtılmıştı.” (Sertel Zekeriya,1968:132) En masum ilan yazılarından dahi gazete kapatılabiliyordu. “Basın sıkı bir kontrol altında tutuluyor, Bakanlar Kurulu kararıyla gazeteler kapatılabiliyordu. Gazeteciler fikirlerini söyleyemiyor, adeta havasızlıktan boğulunuyordu.” (Sertel Zekeriya,1968:216) “O tãrihlerde hür olmayan ve kanunları Ankara’nın emrine göre yorumlayıp ona göre ceza veren hakimler vardı.” (Sertel Zekeriya,1968:200) Edirne Mebusu Şeref Bey, “Benim, basın özgürlüğünü kötüye kullanan üç beş maskarayı düşündüğüm yok. Bize bir devrim basını lazımdır, onu düşünüyorum. Çünkü devrim henüz görevini tamamlamamıştır” diyordu. (Goloğlu,1974:26) Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Kazım Karabekir de yasaklılar arasındaydı. Kâzım Karabekir’in beyanları nazarı itibare alınmayacaktır. Ve bunlardan bahsedilmeyecektir. Türkiye’den bahseden radyo haberlerinin, Matbuat Umum 37


Müdürlüğü’nden izin almadıkça neşri yasaktır. (19 Eylül 1939) (Kabaklı,1989:280) deniliyordu. Her türlü düşünce renginin büyük tehlike olarak görüldüğü bu devirde, Rejimin ideologluğuna soyunmuş bir ekibin ve bunların çıkardığı derginin akıbeti devrin karakterini yansıtan çarpıcı bir örnekti. CHP Milletvekili Yakup Kadri Karaosmanoğlu önderliğinde inkılabın ideolojisini şekillendirmek üzere 1932 yılında neşredilmeye başlanan “Kadro Dergisi Kemalizmi ideolojileştirmek üzere büyük bir çaba içerisine girmişti.” (Uyar,1999:323) Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Mustafa Kemal’den izin alarak kurduğu Kadro dergisi için “Recep Peker, Genel Sekreterlik odasının camlarını sarsıcı bir şekilde bağırarak, ‘Böyle bir dergi gerekiyorsa bunu biz çıkartırdık. Sana ne oluyor?’”(Karaosmanoğlu,1993:108) şeklinde Karaosmanoğlu’nu paylamış, “Derginin yayınlarını beğenmeyince de ‘Ya bizdensin, ya değilsin’ diyerek muhatabına açık bir ültimatom vermişti.” (Uyar,1999:361) “Kadro’nun diğer kurucuları da rejimin üst seviye bürokratları olan şahıslardı.” (Ekinci,1997:104) Nitekim Kadro’nun çıkışı Reisicumhur Mustafa Kemal tarafından da bir telgrafla kutlanmıştı. Ancak zaman içerisinde Kadrocuların savunduğu ‘Devletçilik’ esasının, Ankara seçkinlerinin anladığı devletçilikten bir adım önde olduğu anlaşılınca kırılma başlamıştı. “Kadrocuların ileri devletçilik ve Kemalizm anlayışları ticaret burjuvazisini bariz bir şekilde rahatsız etmişti.” (Uyar,1999:324) “Üniversiteleri kökten değiştiren 1930 tãrihli Darulfünun yasasını hararetle destekleyen Kadrocuların faşizmden etkilendikleri”(Ekinci,1997:104) bariz bir gerçekti. “Kadrocuların 1930’lu yıllarda ülkede devletçi ekonomi politikalarının izlenmesinde de önemli hissesi olmuştu.” (Karatepe,1993:54) Nitekim bu katolik nikahı uzun sürmemişti. Kadrocuların bazı şeyleri büyük harflerle söylemesi Ankara’nın karar vericilerini derhal harekete geçirmişti. Bir sabah Falif Rıfkı Atay sayı//34// mayıs 38

tarafından Çankaya’ya çağırılan Karaosmanoğlu kendisini Arnavutluk’ta ‘zoraki diplomat’ olarak bulmuş, Rejime kan vermek için kurulan Kadro macerası da böylece sona ermişti. Esasen Kadro Dergisi, ‘İdeolojisini arayan bir devrimin ürünüydü’. Ancak devrimin kurmaylarının kırmızının hiç bir tonuna tahammülü olmadığından Kadro macerası da böylece akim kalmıştı. GAZETECİLERE YAPILAN BASKILAR

Baskıdan sadece gazeteler değil gazeteciler de nasibini alıyordu.Bu devrin ünlü gazetecilerinden Zekeriya Sertel dört defa hapse girmiş, gazetesi yüzlerce defa kapatılmıştı. Devrin bu kesif baskı uygulamaları Ankara egemenlerinin demokrasiye ve basına bakışlarından kaynaklanıyordu. Onlara göre, bir insan eğer hükümete muhalefet ediyorsa, normal değildi. “Ordu vilayeti mebusu olarak tayin edilmiş Ahmet İhsan, ‘Verem Hastanesi için para bulamayanlar Taksim Anıtı için nasıl para buluyor?’ şeklinde soru soran gazetecinin ‘Aklının yerinde olmadığı için böyle yazabildiğini’” (Goloğlu,1974:24) ileri sürebiliyordu. Gazeteci Zekeriya Sertel, tutuklanınca katillerle aynı koğuşa konulmuştu.“Mahkeme tarafından üç yıl sürgün hapsine mahkum edilen Sertel bu cezayı büyük bir sevinçle karşılamıştı.” (Sertel Zekeriya,1968:137) Çünkü üç yıl sürgün cezası alınabilecek en hafif cezalardandır. Onlara göre ‘basın hürriyeti’ gibi kudsî bir mefhum örtü olarak kullanılıp memleket anarşiye sürüklenmek isteniyordu. “CHF Genel Sekreterliği de aynı disiplin içinde hareket ediyor, teşkilata bir tamim yayınlayarak ‘CHF’ye aleyhtar yayın yapan düşman neşriyatın alınıp satılmamasını’” (Uyar,1999:181) salık veriyordu. Dönem içerisinde gazetecilik yapıp da Rejimin yıldırımlarını üzerine çekmeyen yazar yok gibiydi. Bunlardan biri devrin muhalif şairlerinden Nazım Hikmet’ti. Nazım Hikmet, Harp Okulu öğrencilerine komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanmış ve 28 yıl hapse mahkum edilmişti. Nazım’ın asıl suçu muhalif düşünmesi, Ankara seçkinlerinin huzurunu bozacak şekilde ülke gerçeklerine parmak basmasıydı.


O günlerde Kara Harp Okulu'nda yapılan bir aramada bâzı öğrencilerde aşırı sol akıma ait yayımlar bulundu.

karşına çıkmayacağım, senin yanında olacağım, memlekete ancak böyle hizmet edileceğine inanıyorum” sözlerini not olarak alıyordu.

Mahmut Goloğlu bu olayı şöyle anlatır: Ömer Deniz adlı bir Kara Harp Okulu öğrencisinin, 3.12.1937 de Ankara’dan İstanbul’a gelerek İpek Pilm'de çalışan Nâzım Hikmetle ilişki kurduğu, evine ve işyerine gidip görüşmelerde bulunduğu anlaşıldı. İçlerinde Abdülkadir Meriçboylu (A. Kadir), Lütfullah Sadi (Alkılıç)'nin de bulunduğu yirmi iki Kara Harp Okulu öğrencisi ile öteki yedi kişi tutuklandı. 17.1.1938 de Nâzım Hikmet, akrabası Celâleddin Ezine'nin evinde yakalandı. Harp Okulu Komutanlığı Askerî Mahkemesinde yapılan yargılama 29.3.1938 de sona erdi ve Nâzım Hikmet 15 yıl, yaş küçüklüğünden de yararlanan Ömer Deniz 7,5 yıl, A. Kadir ile Orhan Alkaya, Necati Çelik beşer yıl onar ay ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Karar, 28.5.1938 de Askerî Yargıtayca da onaylandı. (Goloğlu,1974:286)

Atatürk, Ahmet Emin Yalman’a hitaben ağır ağır söylemeye başladı: “Bu dediklerinizi kamuya açıklamak ister miydiniz?” “Elbette paşam!” “O halde bu açıklama şeklini ben tespit edeceğim, siz lütfen not alınız!” “On yıldır mesleğimden uzak düştüm. Bu zaman bir milletin hayatı için kısa bir devirdir, fakat fertlerin hayatında çok yer tutar. On yıl önce, tabiat kuvvetlerinin gidişine ayak uydurmakta zorluklar geçirdim. Bu benim kabahatim değildi. Tabiat kuvvetlerinin de kabahati değildi. Kusuru, ortalığa hâkim olan hal ve şartlarda aramak icap eder. Tecrübe sahalarında on yıl müddet ders gördükten sonra, bir Türk şairinin ‘Bu memleketi harap olmaktan kurtaracak bir adam yok mu?’ diye sorduğu suale, ‘Evet, var!’ diye cevap veren adamla yeniden işbirliğine girişmeye kendimi istidatlı ve hazır görüyorum (KaracanTanju,1986:26-27)

Bir diğer mağdur, ‘Halikarnas Balıkçısı’ olarak sonraki yıllarda meşhur olmuş, Cevat Şakir Kabaağaçlı’ydı. Cevat Şakir’in bir dergide yazdığı hikaye, askerlikten soğutucu propaganda kabul edilmiş, yazara üç yıl sürgün cezası verilmişti. Baskı ve vehim o kadar ileri boyuttaydı ki, her türlü konudan vazgeçerek pasta tarifleri veren Cemal Kutay da yasaktan kurtulamamıştı. Polis Müdürü Cemal Kutay’ı Karakola çağırmış ve ‘Millet bu pastayı nasıl yapacak?!’ diyerek azarlamıştı. O devirde her gazetenin yayın kaderi bir devlet büyüğünün iki dudağı arasındaydı. Başbakan Celâl Bayar ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya arasında geçen diyalog bunun tãrihe geçen ürpertici bir örneğiydi. O diyaloğu birlikte okuyalım: “Telefonu açtım. Dahiliye Vekili’ne ‘Gördün mü?’ dedim ‘Gördüm’ dedi. ‘Kapatacaksınız bu gazeteyi’ dedim.-Ne kadar dedi? -20 gün dedim. Sonra iyice sinirlendim. ‘Hayır, 30 gün’ dedim. (Uyar,1999:185) Devrin ünlü gazetecilerinden Ahmet Emin Yalman’ın başına gelen bir gazeteci için son derece dramatik bir vakıaydı. Ahmet Emin, not alırken, kendi ağzından söylenen sözlerin manasını da kavramaya çalışıyordu. Atatürk, ondan, “Bir daha senin

Dönemin demokrasi anlayışını ve basın hürriyetini gösteren bu örnekler aynı zamanda ülkemizin bu anlamda bugün bulunduğu yeri sorgulayanlar anlamında da manidar örneklerdir. Sonraki yazımızda da ‘Milli Şef’(İsmet İnönü) Dönemi Basın Hayatını anlatmaya çalışacağız. KAYNAKLAR

•Ekinci Necdet, (1997),Çok Partili Hay. Geçişte Dış Etkenler, İstanbul:T.D. Yay. •Goloğlu Mahmut, (1974), Tek Partili Cumhuriyet, Ankara: Kalite Matb. •Kabaklı Ahmet,(1989),Temellerin Duruşması, İstanbul: Türk Edebiyat Vakfı Yay •Kabaağaçlı Cevat Şakir,(1971),Mavi Sürgün, İstanbul:Remzi Kitabevi •Karaosmanoğlu Y. Kadri,(1993), Politikada 45 Yıl, İstanbul:İletişim Yay. •Karatepe Şükrü,(1993),Tek Parti Devri, İstanbul: Ağaç Yay. •Karacan Ali Naci-Tanju Sadun, (1986),Doludizgin/ Bir Gazetecinin Hayatı, İstanbul:Karacan Yay •Mangırcı Faruk,(1999), Çankaya Savaşları, Ankara:Tekışık Matb.

Özdenören Rasim,(2012), Yenişafak.08.3.2012 39


YOZGAT’IN SOĞUĞU VE SICAĞI 25 Ocak sabahı bir arkadaş grubuyla Kamil Berse Beyin öncülüğünde, Yozgat’a doğru yola çıktık. Ekibimize, Düzce’den İlhan Kemal katıldı. İlhan Kemal edebiyat ve musiki dostu genç bir arkadaşımız. Yol boyu muhabbet ettik.

Erol ERDOĞAN

azı dostlarım memleket memleket gezdiğimi zannederler. Seyahat etmeyi seviyor olmama rağmen çok gezebilen biri değilim. Sürekli seyahatte olduğumun zannedilmesi, seyahat paylaşımlarımın neşeli ve coşkulu olmasından kaynaklanıyor. Bir yere gittiğim zaman, gezimin ilginç, sıra dışı, keyifli anlarını paylaşırım. Bazen bir fotoğraf, bazen video, bazen de birkaç satırlık yazı… Gezi paylaşımlarımın okuyanlarda gezme hissini tetiklediğini biliyorum. Bulunduğum ortamlarda çok gezdiğime dair cümleler kurulmaya başlanınca “Gezmek farz, ihmal etmeyin.” diyerek cevap veririm. Çok gezmediğimden eminim, haritaya baktım, 34 ile hiç ayağım değmemiş. HÜZNİ BABA KONAĞINDA SÖZ VE MUSİKİ 25 Ocak sabahı bir arkadaş grubuyla Kamil Berse Beyin öncülüğünde, Yozgat’a doğru yola çıktık. Ekibimize, Düzce’den İlhan Kemal katıldı. İlhan Kemal edebiyat ve musiki dostu genç bir arkadaşımız. Yol boyu muhabbet ettik. Yozgat’a ulaştığımızda şehir geceye dönerken, gün boyu yağan kar şehirde hâkimiyetini ilan etmek üzereydi. Akşam yemeği için Nohutlu Tepesine çıktık. Nohutlu Tepesi, yüksekliği ve güzelliği ile aklımda kaldı. “Yolum tekrar düşerse, o tepede birkaç bardak çay içmeliyim.” diye defterime not düştüm. Sonrasında Hüzni Baba Edebiyat ve Musiki Konağına geçtik. Konağın üst katında tüm sedirler ve sandalyeler doluydu. Yozgat Valisi Kemal Yurtnaç, Belediye Başkanı Kazım Arslan, Jandarma Komutanı Albay Selçuk Yıldırım başta olmak üzere şehrin yöneticileri ile sanatsever Yozgatlılar konaktaydı. Önce kısa konuşmalar yapıldı. Önümüzdeki sehpalarda buğday kavurgası vardı. Çaylarımız hiç eksilmedi. Söz sohbetinden sonra musiki faslına geçildi. Yozgat Belediyesi Sürmeli Türk Müziği Topluluğu yörenin türkülerini seslendirdi. Dersaadet ekibinden Mahmut Soylu ve İsmail Yılmaz da müzik ziyafetine katılarak sanat, halk ve dini musikinin güzel eserlerini dinlettiler. Belediye Başkanı Kazım Arslan’ı saymadan olmaz, o da çok güzel türküler okudu. YOL VE MENZİL

Biz bir hedefe (menzile) ulaşmak için yola çıkarız. Bundan dolayı bazen yolun önemini unutarak sadece hedefi önemseriz. Oysa hem yol, hem menzilin ayrı ayrı değeri vardır. Kur’an’da da ‘yol-sırat’ başlı başına vurgulanır. sayı//34// mayıs 40


Yoldaş kelimesi de öyle; hedeften önce yolu paylaşmanın değerini anlatır yoldaşlık. Medeniyetimizin kurucu aktörleri yolda olmayı önemsemiş, yol boylarına yolcular için farklı fonksiyonlara sahip mimari yapılar inşa etmiştir. Yol çeşmeleri bile başlı başına bir insanlık nişanesidir. Yolda olmak iyidir. Yoldaş, arkadaş, dost olmak çok iyidir. YAZAN VE SÖYLEYEN BİR BAŞKAN

Kazım Arslan ilginç bir adam. İyi bir yönetici, iyi bir belediye başkanı her şeyden önce… Yozgat’ta kimse sorsanız Kazım Beyin başarılarını anlatıyor. Onu daha ilginç yapan ise musiki yönü… Çok güzel söylüyor. Vakur ve mütevazı hali ile sanatçılığı bir araya gelince ortaya güzel bir adam çıkıyor. Kazım Beyin bir başka meziyeti ise yazarlığı. Milli Gazete’de yıllarca yazarlık yapmıştı. Belediye Başkanı olunca kalemi terk ekmedi. Hemen hemen her gün deneme-hatıra tadında notlar yazıyor. Bazılarını da Facebook’ta paylaşıyor. İnşallah yazdıklarını kitaplaştırarak daha çok insanın okumasını sağlar. Yozgat’ın soğuğu soğuk, insanı ise misafirperverliği, musikisi ve muhabbetiyle sıcacık. YOZGAT KÜLTÜR PROGRAMINA DİPNOT:

Dersaadet Kültür Platformu- Şehir ve Kültür buluşmaları- Erol Erdoğan ‘ın Yozgat yazısına dipnotu Dergimiz editörü Fotoğraflarla birlikte ekledi; Dersaadet Kültür Platformu üyelerinden bir gurup arkadaşımızla birlikte 25 Ocak

2017 tarihinde Yozgat şehrine bir program çerçevesinde ziyaretimiz oldu.. Şehir ve Kültür dergimizin şehirlerimizle kültür buluşmaları kapsamında gerçekleştirilen ilk program olması Yozgat şehrine kalben bizi bağladı. Karlı bir günde ulaşmıştık Yozgata sühunet nakıs 12 lerde.. Ve Akşam yemeği için çıktığımız Nohutlutepe..Hüzni baba konağı, sohbet, meşk,kavurga, çay, kahve…Kültür dolu bir gece.. Hamidiye çeşmesi, Hamidiye saati, Çapanoğlu camii, Nar çiçeği çayı, yeni dostlar.. parmak pide…Kuşburnu reçeli..Fotoğraf karelerinde kayda aldık… 41


stanbul, tarih boyunca İmparatorluklara başkentlik yapmış ve bu sebepten dolayı farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan çok önemli bir şehirdir.

MEDENİYETLERİN KESİŞTİĞİ ŞEHİR:

İSTANBUL

Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye’nin yeni bir medeniyet tercihine yönelmesi, ülkedeki yaşayış ile birlikte şehirlere de etki etmeye başladı. Erhan ERKEN*

Üç büyük kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika) geçiş noktasındaki bu şehir, bir yandan Grek Ortodoks - Bizantik özellikleri (sur içi ), bir taraftan Latin-Katolik esintisi (Galata çevresinde), son 500 küsür yılın etkisiyle de yoğun bir İslam-Türk yönü ile dikkati çekmektedir. 1453 de İstanbul bir fetih yaşadı. Bizans’da Konstantinapolis olan bu şehir, başka bir medeniyetin başkenti oldu. Yani bizim medeniyetimizin başşehri oldu. Bu açık, net ve hiçbir zaman ortadan kaldırılamayacak bir gerçektir.... Osmanlılar, Devletin başkenti yaptıkları bu şehre, İslam Medeniyetinin ruhunu nakşetmeye çalışmış, gerek genel görüntü, gerekse de yaşayış olarak kalıcı bir etkide bulunmuşlardır. İSTANBUL’UN KISA TARİHİ SERENCAMI

İstanbul uzunca bir dönem aynı zamanda Doğu Romanın başkenti olma vasfını da korudu. Fakat tarihi süreç içinde değişti ve dönüştü. Tarihte fetih gerçekleştiren birçok kavmin yapamadığı çok özel bir şeyi başardı. Kendisini fetheden insanların ait oldukları medeniyetin sembol şehri haline geldi. Eskiden var olan birçok tarihi özelliği ve insan malzemesini de kaybetmeden hepsini bünyesinde barındırarak bu değişim ve dönüşümü gerçekleştirdi. Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye’nin yeni bir medeniyet tercihine yönelmesi, ülkedeki yaşayış ile birlikte şehirlere de etki etmeye başladı. Yöneticilerin tercihleri ile halkın tercihleri arasında çoğu zaman ortaya çıkan uyumsuzluklar, ülkenin bir çok meselesinde tıkanıklıklar oluşturdu. Halkın önem verdiği meselelerin bir çoğuna yöneticiler önem vermezken, yöneticilerin uygulamak istedikleri bir çok proje de halk tarafından tam olarak benimsenmedi.

* Dünya Bülteni Genel Yayın Yönetmeni

sayı//34// mayıs 42

Eskinin tamamen kötülendiği bir devreyi yaşamak zorunda kalan Türkiye, bu devrede maalesef tarihindeki güzellikleri de görmezden gelmiştir. Fakat geçen yıllar, ülkemizin tarihiyle belli bir oranda yeniden barışmasına yol açmıştır.


Tüm bu süreç, dünyanın en çok dikkat çeken şehirlerinden biri olan İstanbul’u da derinden etkilemiştir.

yönlerinin her gün biraz daha azaldığı kozmopolit bir insan yığını haline mi gelmelidir?

İSTANBUL İLE İLGİLİ CEVAPLANMASI GEREKEN ÖNEMLİ SORULA

Etrafında kurulan yeni yerleşim yerleri ve iş alanlarına tarihi şehirden neredeyse hiçbir kalıcı özelliğin aktarılamadığı, ortası yaşayan bir müze, etrafı ise ruhsuz ve kimliksiz yerleşim birimleri ve çalışma alanlarından oluşmuş yeni tip bir şehir örneği mi olmalıdır?

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız tarihi devrelerden geçen şehrimiz gerek içinde yaşayanların, gerekse de yöneticilerin farklı farklı bakış açılarının etkisiyle karşı karşıya kalmak durumunda kaldığı çeşitli yollardan kendisine en uygun yolu seçme safhalarındadır. Böylesi bir noktada da yönünü bulabilmek için aşağıdaki soruların cevaplandırılması gerekmektedir: İstanbul, bugün, Medeniyetlerin kesiştiği, fakat son hakimi olan İslam Medeniyetinin sembol şehirlerinden biri olarak mı kalmalıdır? Modernizm, materyalizmin ve kapitalizmin yoğun etkisi altındaki düşüncelerin ürünü çevrelerin kendisine dayatmaya çalıştığı şekilde sadece bir finans ve turizm merkezi mi olmalıdır? Şehrin ruhunu ciddiye almayan insanların bakış açılarının ortaya koyduğu uygulamaların tesiriyle, yaşayan bir müze olarak görülmesi gereken, sadece tarihi açıdan önemli bir şehre mi dönüşmelidir? Çarpık bir sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan, üç tarafını saran suları kirletilmiş, ormanları ve yeşil alanları katledilmiş, havası oksijenden arındırılmış bir toprak parçası üzerinde, içinde yaşayan insanlarının ortak

Burada sormaya çalıştığımız sorulara eminiz ki yenilerini katabilmek de mümkündür. NASIL BİR İSTANBUL OLMALI?

Ülkemizde ve İstanbul’da, karar mevkiinde olan veya alınan kararlarda etkisi bulunan kesimler içinde, yukarıdaki sorulara farklı farklı cevaplar verilmekte ve icraatlar bu cevaplara uygun olarak yapılmaktadır. İstanbul ile ilgili düşünen, bu şehri seven, bu şehrin tarih içinde oynadığı ve halen de oynamakta olduğu rolü önemseyen herkesin bu sorular üzerinde ciddi ciddi düşünmesi, fikirler geliştirmesi, tartışması ve en doğru cevapları beraberce bulması gerekmektedir. Bu şehir ile ilgili alınan her karar, söylenen her söz, ileri sürülen her fikir ve proje, geçmişten geleceğe doğru giden bir çizgide anlamlı bir yere oturmalıdır. Nasıl bir hayat yaşamak istiyorsak, içinde yaşadığımız gerek iç, gerekse de dış mekanların 43


Eskinin tamamen kötülendiği bir devreyi yaşamak zorunda kalan Türkiye, bu devrede maalesef tarihindeki güzellikleri de görmezden gelmiştir. ona uygun olması zorunludur. İş yerlerimiz, alış veriş mekanlarımız, eğlendiğimiz alanlar, ibadethanelerimiz, çocuklarımızın okulları ve oyun alanları, hayata güzellik katan çiçekler, ağaçlar, hayvanlar, beraber yaşayan insanların birbirlerinin her türlü hak ve hukuklarına saygı göstermeleri gereken ortak alanlar ve tek tek zikretmeyi unuttuğumuz fakat hayatı anlamlı kılan her şey, belli bir perspektiften ele alınmalıdır. Ancak o zaman, varlığı ile iftihar ettiğimiz eserlerin korunabilmesi ve yenilerinin de ortaya çıkması mümkün hale gelebilir. Sembol şehirler, ortak değerler etrafında yaşanan uzun bir zaman diliminin sonucu olarak, içerisinde birçok eserin ortaya çıktığı alanlardır. Tarihi eserler diye hayranlıkla izlediğimiz yapılar, sadece birer sonuçturlar ve ortaya çıktıkları coğrafyalarda insanların bir dönem beraberce bazı yüksek değerler etrafında buluştuklarını bize anlatmaya çalışmaktadırlar. Bu değerler kuruluş amaçlarına uygun olarak kullanıldığı zaman onları inşa edenlerin o eserlerle birlikte yaşanmasını arzu ettikleri maddi ve manevi atmosferin ortaya çıkmasına sebep olabilirler. Bir şehirde yaşanılan hayatı ancak o şehre kimliğini veren ve iftihar ettiğimiz yapıların etrafında konumlandırırsak o şehir yaşayan bir şehir haline gelebilir. Burada küçük bir örnek vererek maksadımızı daha iyi ifade edebiliriz. sayı//34// mayıs 44

Bugün İstanbul’un en önemli Camileri ( ki bundan Fatih Camiini kısmen kenarda tutarak değerlendirirsek) etrafında insanların pek fazla yaşamadığı mekanlar haline gelmiştir. Bayezid, Sultanahmet ve Süleymaniye Camilerinin ve çevrelerinin bu günkü durumunu düşündüğümüzde yukarıda ifade etmeye çalıştığım konu daha iyi anlaşılabilir sanırım. Dışını akşamları güzel ışıklarla aydınlattığımız ama içinde cemaati olmayan Camilerin, o şehirde yaşayan insanlara sağladığı görüntü güzelliği, manevi ve tarihi bir esinti, dışarıdan gelenler için de turistik bir değer dışında verebileceği neler olabilir onu iyice düşünmek zorundayız. İstanbul’umuzun daha güzel ve sorunsuz bir şehir olmasını istiyorsak, önce, tarihimizden gelen ortak değerlerimizi yeniden keşfederek bunlar etrafında kenetlenebilmeli, evlerimizi, sokaklarımızı, camilerimizi, okullarımızı, caddelerimizi, ortak alanlarımızı, iş yerlerimizi, sanayi sitelerimizi bu ortak düşünceler ve yüksek idealler etrafında şekillendirebilmeliyiz. ORGANİZE SANAYİ SİTELERİ VE ÇEVRESİNDEKİ UYDU KENT ÖRNEKLERİ

İş yerleri, Organize Sanayi Bölgeleri ve bu bölgelerde istihdam edilecek insanlarımızın yaşayacakları mekanlar kurulurken de, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız noktalara hassasiyetle dikkat edilmelidir. Tarihi şehrin dışına çıkartılan


işyerleri ve onların çevrelerinde oluşturulmaya çalışılan uydu kentler, yeni yerlerine, tarihi ve kültürel yapımızın köşe taşlarını da bugünkü anlatımıyla taşıyabilmelidirler. Seksenli yılların başında şehrin merkezden çevreye taşınmaya başladığı dönemlerde ortaya çıkan İkitelli bölgesi ve onun yanı başında oluşan Başakşehir örneği de bu genel ifadenin şehrin tarihi içinde hep beraber yaşadığımız bir uygulaması olarak ele alınabilir. Bugün adeta kilit haline gelen İkitelli bölgesi ile ilgili şu an yeni uygulamaların düşünüldüğü bir zaman diliminde bu gerçek bir daha dikkatlice ele alınmalıdır. İstanbul’un Avrupa ve Anadolu yakalarında İkitelli örneğine benzer başka örnekleri de kolaylıkla bulabilmek mümkündür. Sonuç olarak; Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız genel bakış açısı hassasiyetle muhafaza edildiği ve tarihi süreçte yaşanılan iyi ve kötü uygulamalar göz önüne alındığı zaman, bir çok şey bugünkünden daha iyi olabilir ve gelecek nesillere daha güzel bir şehir bırakabiliriz diyerek ümidimizi muhafaza etmek istiyoruz. Bunu beceremezsek, dış görünüş itibariyle kısmen düzenli, fakat, içerik açısından köksüz ve ruhsuz mekanlarda yaşayan insanlarımızın ve onların çocuklarının oluşturacakları bir toplumda, doğabilecek olumsuzlukları da göğüslemeye hazır olmamız gerekmektedir. 45


RÜZGÂR VE ODLARIN RAKS ETTİĞİ ŞEHİR:

BAKÜ

Bakü şehirde yaşayan muhkimler “Bakı” diye telaffuz ederler. Burası eski tabirle “Od”lar şehri, rüzgâr şehridir. Doç.Dr.Süleyman DOĞAN*

*T.C.Yıldız Teknik Üniversitesi

sayı//34// mayıs 46

çağımızı Bakü semalarında yere süzülürken şehrin akşam ışıkları insana göz kırpıyor ve adeta aşkı, rüzgârı ve od’u (ateş) fısıldıyordu. Azerbaycan denince akla Bakü, Bakü denince akla Azerbaycan gelir. Bakü’süz Azerbaycan, Azerbaycan’sın Bakü telaffuz etmek adeta mümkün değildir. Ülkenin hem kalbidir, hem denizidir hem de yönetimidir. Bakü şehirde yaşayan muhkimler “Bakı” diye telaffuz ederler. Burası eski tabirle “Od”lar şehri, rüzgâr şehridir. Her mevsim Bakü’de rüzgârı bulmak mümkündür. Yazın ılık kışın soğuk bir rüzgâr eser. Od yani ateş ise Bakü’de daim yanar ve eski şehir size bunu gösterir. İlkbahar ve sonbahar ise Bakü’ye gitmek için en iyi iki mevsimdir. SOVYETLER’DEN CUMHURİYET’E

Azerbaycan veya resmî adıyla Azerbaycan Cumhuriyeti, Batı Asya ile Doğu Avrupa'nın kesişim noktası olan Kafkasya'da yer alan ülkedir. Güney Kafkasya'nın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi olan Azerbaycan'ın doğusunda Hazar Denizi, kuzeyinde Rusya, kuzeybatısında Gürcistan, batısında Ermenistan ve güneyinde İran ile komşudur. Kendisine bağlı olan Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti'nin ise kuzey ve doğusu Ermenistan ile, güneyi ve batısı İran ile çevrilmiştir, Türkiye ile de 17 km'lik sınırı bulunmaktadır. Azerbaycan, zengin kültürel mirasa sahiptir. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler arasında opera, tiyatro gibi sahne sanatlarını barındıran ilk ülke olma özelliğini taşır. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti 1918 yılında kurulmuştur, ancak iki yıl sonra 1920, 26 Nisan'da Kızıl Ordu sınırı geçerek Azerbaycan'a girmiş, 28 Nisan 1920'de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş ve ardından Sovyetler Birliği topraklarına katılmıştır. Ülkenin tekrar bağımsızlığını kazanması 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması ile gerçekleşmiştir. Karabağ Savaşı sırasında Ermenistan, Dağlık Karabağ bölgesini ve bu bölgenin çevresindeki yedi rayonu işgal etti. Dağlık Karabağ'da ortaya çıkan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti, fiilen savaşın sona ermesinden bu yana bağımsız olmasına rağmen, diplomatik anlamda hiçbir devlet tarafından tanınmamaktadır ve Azerbaycan'a bağlı bir de jure bölge olarak kabul edilmektedir. Azerbaycan, üniter bir anayasal cumhuriyettir. Türk Konseyi ve TÜRKSOY'un aktif üyesidir.


158 ülkeyle diplomatik ilişkisi ve 38 uluslararası kuruluşa üyeliği vardır. GUAM, Bağımsız Devletler Topluluğu ve Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü'nün kurucu üyelerindendir. 1992'den bu yana Birleşmiş Milletler'e üyedir, 9 Mayıs 2006'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kurulan İnsan Hakları Konseyi'nin üyeliğine seçilmiştir. Ayrıca AGİT ve Avrupa Konseyi'ne de üyedir, Barış İçin Ortaklık projesinde NATO ile işbirliği yapmaktadır. Azerbaycan Anayasası'nda resmî din yoktur ve ülkedeki tüm ana siyasi güçler laik milliyetçidir ancak halkın çoğunluğu Müslümandır. Diğer Doğu Avrupa ve Bağımsız Devletler Topluluğu ülkeleri ile karşılaştırıldığında Azerbaycan, sosyal ve ekonomik gelişme ile okuryazarlık oranında yüksek düzeylere ulaşmıştır. İşsizlik ve intihar oranları da düşüktür. Azerbaycan, 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde iki yıllık daimi olmayan üyeliğe başlamıştır. MODERN BAKÜ

Bakü’de modern ve çok iddialı mimariyle yapılan binalar şehrin siluetini değiştirmiştir. Eski Bakü alanı ise koruma altına alınmıştır. Bakü’nün merkezinde ve yakın çevresinde tarihi binalara uyum sağlamak amacıyla hemen hemen tüm binalar benzer üslupla ciddi bir restorasyon içindedir. En büyük, en uzun, en görkemli mantığı ile yapılan yerler Bakü’yü bir başka haşmet katmaktadır. Geceleri ayrı bir güzelliğe bürünen başkent Bakü’nün gerek tarihi taş binalarının gece aydınlatmalarına,

gerekse de geniş bulvarların, parkların, gökdelenlerin ışıkla raksını göstermektedir. Bakü’yü üç ana bölüme ayırmak mümkün; İçeri Şehir (eski Bakü), Sovyetler Birliği zamanının Bakü’sü ve yeni şehir. ESKİ ŞEHİR

Yerel halk tarafından “Köhne Şehir” olarak adlandırılan eski bir başka tabirle İçeri Şehir, Orta Doğu’nun en eski meskenlerinden biridir. Kazılar Paleolitik dönemden itibaren yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Aralık 2000’de sınırları içinde yer alan Şirvanşahlar Sarayı ve Kız Kalesi ile birlikte UNESCO tarafından Dünya Mirasları arasına alınmıştır. KIZ KULESİ

Kız Kulesi ya da bir başka tabirle Kız Kalesi’de eski bir Zerdüşt Tapınağı olduğu düşünülen, çağlar boyunca deniz feneri, savunma kalesi ve rasathane olarak kullanılan Kız Kulesi, 12. yüzyılda inşa edilmiştir. İçeri Şehir’in güneydoğu bölümündeki 1. katta duvar kalınlığı 5 metreyi bulan, 8 katlı kulenin her katı yontma taşlarla yapılmıştır. Kalenin altından Şirvanşahlar Sarayı’na bir geçit olduğu söylenmektedir. Tarihi hakkında pek çok hikâyenin anlatıldığı kulenin yapımı Sümerlere dek gitmektedir. Burada çok ilginç bir ayrıntı vardır: Kız Kulesi’nin üstten görünümü Arapça’ da Allah’ın 94’üncü ismi “El Bâki” biçimindedir. Bu da şehrin özgün adını hatırlatmaktadır. DEVLET BAYRAĞI MEYDANI

2010 yılında açılan Devlet Bayrağı Meydanı, Azerbaycan halkının birlik ve bütünlüğünü 47


askerlerinin anısını yaşatmak için Türk Diyanet Vakfı tarafından inşa edilmiştir. ŞAİR NİZAMİ GENCEVİ

Azerbaycan, zengin kültürel mirasa sahiptir. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler arasında opera, tiyatro gibi sahne sanatlarını barındıran ilk ülke olma özelliğini taşır

simgeleyen 162 metre yüksekliğindeki bayrağın bulunduğu meydandır. “En uzun bayrak” rekorunu kırarak Guinness Rekorlar Kitabı’na geçmiş, Bayrağın boyu 35 metre, eni 70 metre, toplam alanı 2450 metrekare, ağırlığı ise yaklaşık 350 kilogramdır. KRİSTAL PALAS

Hazar Denizi’nin kıyısında yapılan Kristal Saray, muhteşem görkemiyle çok fonksiyonlu kapalı bir arena gibidir. Kapasitesi 25000 kişi olup, Kristal Saray’dan geceleri gökyüzüne doğru yükselen lazer ışınları olağanüstü bir görüntü oluşturmaktadır. Ayrıca yüzeyindeki ışıklandırma da koca yapıyı devasa bir kristale dönüştürülmektedir. Burada Eurovision Şarkı Yarışması yapılmıştır. ŞEHİTLİK

25 Mayıs-17 Kasım 1918’deki Kafkas Harekatı’nda Türk-Kafkas Ordusu 15 Eylül 1918’de Bakü’ye girmiş, Azerbaycan, Karabağ ve Dağıstan’ı düşman işgalinden kurtarmıştır. Bu savaşlarda şehit olmuş Azeri ve Türk askerlerinin defnedildiği bu yere Şehitler Hiyabanı adı verilmiş. 1130 Türk askerinin isimlerini 1999’da açılan anıtın üzerinde görebilirsiniz. Günümüzde hala protokol karşılamalarında kullanılmaktadır. Buraya kolay ulaşılabilmesi için sahilde füniküler de inşa edilmiştir. Şehitliğin yanına bir de cami yapılmış olup, adı Şehitlik Cami’dir. Azerbaycan topraklarını savunurken şehit olan Türk sayı//34// mayıs 48

Türkiye’de Mevlana Celaleddin Rumi ne ise Azerbaycan’da da Nizami Gencevi odur. Hemen hemen ayrı çağlarda yaşayan bu iki bilgi kişi insanları arınmaya ve Allah aşkına davet eden ikilidir. Azerbaycan’da Nizami adına birçok yer ismi vardır. Metro durağı, cadde, tiyatro ve daha başka bir çok alanda Nizami ismini görmeniz mümkündür. Nizami Caddesi araç trafiğine kapalı yaklaşık 3,5 kilometrelik bir caddedir. Cadde boyunca neredeyse tüm Türk ve uluslararası markalara rastlamanız mümkündür. Burada tam bir piyasa yeri yapılmıştır. Ciddi bir sosyal yaşam merkezi olmuştur. Büyük alışveriş merkezleri ve mağazalar, restoran ve kafeler, dinlenme parkları ile İçeri Şehir’ in dışarısında bir Avrupa caddesi inşa edilmiştir. Adeta Nizami eski ile yeniyi bir araya getirmiştir. Işıklandırma caddeyi geceleri de gündüz gibi gösterir ve göz kamaştırmaktadır. BAKÜ BULVARI

Bakü sahil şeridine paralel uzanan Bakü Bulvarı 1909 yılında açılmıştır. Geçtiğimiz yüzyılın başında Bakü’deki zengin petrol tacirleri yaşadığı bilinmektedir. Bölge daha sonra Deniz Kenarı Milli Parkı olarak adlandırılarak koruma altına alınmıştır. Hazar kıyısında bulunan bu bulvar alanının büyüklüğüne göre Paris’te Seine Nehri kıyısındaki parktan sonra ikinci sıradadır. İlk sırayı almak için kordon kıyı boyunca uzatılmıştır. Hedefleri dünyanın en büyüğü olmaktır. ALEV KULELERİ

Yeni Bakü’de bir yanda cam kuleler ile dev gökdelenler var diğer yanda klasik ve modern mimari. Dünyanın en büyük otel zincirleri şehirde yerlerini almıştır. Şehir merkezindeki Ateş Kuleleri Bakü’nün yeni simgesidir. 190 metre yüksekliğindeki kompleks ofis, konut ve otel olarak kullanılan 3 kuleden oluşmaktadır. Bakü’nün en yüksek yapıları olmak üzere inşasına 2007 yılında başlanıp 2013’te tamamlanmıştır. En önemli özelliği, 10 bin LED ampul ile kaplanmış dış yüzeylerinde Azerbaycan bayrağından, dans eden alevlere dek türlü ışık oyunlarıyla Bakü akşamlarına muhteşem görüntüsüdür. Bu kulelerden şeklindeki otel odalarından tüm Bakü’yü bir helikopterle geziyormuş hissine kapılmamak elden değildir. Sözün özü Bakü görülmeye değer muhteşem bir şehirdir.


DEĞERLERİ

TANIMAK GEREK Orhan Gazi Mülknâme yazdırmış. 1353 yılında Bursa’da yazılan Mülknâme Türkçe’nin o günlerdeki tek yazılı belgesidir.

Recep ARSLAN

İlk Türk Dilbilgisi kitabını ise Bergamalı Kadri Efendi yazdı. 1530. Müyessiretül Ulum. 17 ve 20. yüzyıllar arasında bu basit, anlaşılır Türkçe meselesine gönül veren Aşık Ömer, Karacaoğlan, Gevheri, Seyranı, Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Dertli gibi ozanlar oldu. Hekimlik ve tababet alanında 18. yüzyıl sonunda, Latin kökenli kelimeler Türkçe’ye doluşmaya başladı. Hekimlikte bu işe hizmet eden Şanizade Ataullah Efendi, Fen bilimleri ve Riyaziyat alanında da Hoca İshak Efendi firenkçe kelimeleri Türkçe’ye taşımışlardır. 1839 ise Hakikat medeniyetinin, Hilal medeniyetinin yenik ve ezik olmayı kabul ettiği, Batı medeniyetine teslim olduğu tarihtir. Bu tarihten itibaren günümüze kadar kurulan tüm kurumlar Batı medeniyeti adına oluşturulmuş kurumlardır. Hepsi de taklittir ve aslının yerini tutamayacak kurumlardır.

ski Anadolu Türkçe’sinde Osmanlı Devleti kuruluncaya kadar üç isim var. Sadece birini günümüzde isim ve şiir olarak söz konusu ediliyor. Ahmet Fakih, Şeyyat Hazma ve Yunus Emre. Yunus Emre denilince herkes onun bir kaç mısrasını bilir ve tekrarlar. Yunus Emre hakkında herkesin söyleyecek birkaç cümlesi var. Ama Ahmet Fakih ve Şeyyat Hazma kimsenin bildiği isimler değildir. Sade Türkçe’nin bugün bile anlaşılan Türkçe’nin söz ustalarıdır. Orhan Gazi Mülkname yazdırmış. 1353 yılında Bursa’da yazılan Mülkname Türkçe’nin o günlerdeki tek yazılı belgesidir. 14. yüzyılda yazılan Dede Korkut Hikeayeleri, Aşıkpaşa, Ahmedi, Gülşehri, Hoca Mesud, Kadı Burhaneddin, Kaygusuz Abdal,. 15 yüzylın başında, Osmanlı devletinin kuruluşunun 100. yılında Vesiletün Necat (Mevlidi Şerif) Süleyman Çelebi tarafından kaleme alındı. Hacı Bayram, Mercimek Ahmed, Necati, Eşrefoğlu Rumi izleyiciler hep Türkçe sevdasıyla, ilgisiyle yürümüşlerdir.15.yüzyılda Visali ile basit Türkçe akımı başlamıştır yeniden. 16. yüzyılda da Türkçe sevdasıyla çalışanlar sıralanıyor. Tatavlalaı Mahremi, Edirneli Nazmi de 16. yüzyılda aynı akımın mensupları oldular. Pir Sultan Abdal tekkeden Türkçe akımına destek verdi. Ozan Köroğlu da sazıyla sözüyle Türkçe söyleme akımına katıldılar.

Sultan Abdülmecid’in fermanıyla Encümen i Daniş kuruldu. Meclis i Maarifi Umumiye kuruldu. Keçecizade Fuat Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa bir dilbilgisi kitabı yazdılar. Kavaidi i Osmaniye. Ahmet Cevdet Paşa, ki çok önemli bir ilim adamıdır. 1875 ‘de Kavaid i Türkiye’yi yazdı. Yeni kurumlar, yeni eserler hep Batı medeniyetine dahil olmak, onlar gibi olup kalkınmak amacıyla meydana getirildi. Bu yüzden kendi medeniyetimizin artık değer üretme imkeanı kalmadı. Değer üretmeyen bir medeniyetin yaşadığı söylenemez. Türkçe’ye gönül vermiş nice insanımızın bireysel çabaları temel bir felsefeye sahip olmadığı için bir olumlu menzile ulaştrımıyor. 150 yıllık, 200 yıllık Türkçe üzerine üretilen düşünceler birbirini reddetmekle ömür tüketti. Osmanlıca, Arapça, Farsça ağırlıklı konuşmayı savunanlar, Arapça ve Farsça’yı yabancı dil sayan kafalar, Şamancı inançtaki ırkçılar, batılı kelimeleri alıp kullanmak isteyenler. Her çeşit Türkçe sevdalısının en temel özellikleri, bir felsefelerinin olmayışıdır. İşte bu sebepten Medeniyet Türkçesi özgündür. Dayandığı bir temeli, felsefesi, düşünce nizamı vardır. Türkçe üzerine düşünen tüm görüş sahiplerinden çok farklıdır. Çünki meseleyi bir medeniyet meselesi olarak ele almakta ve ciddi iddiaları ileri sürmektedir. 49


ATILI TOPLUM İSLAM İLE KORKUTULUYOR

BU TUNA BAŞKA TUNA

PRAG’DA

BAHAR MI? -beş-

Köprü üzerinde ve etrafında şık hanımlar, cici beyler var, meczuplar var, bir avanta peşinde koşup avını yakalamaya çalışanlar var, cazibesini kontrol için çıkmış gençler var; var oğlu var işte. Herkes var. Mehmet Cemal ÇİFÇİGÜZELİ

sayı//34// mayıs 50

Şeytanın ayak bastığı yer olarak Prag’ın belki de 50 cm enindeki bir sokağını gösterdiler. Hem de merkezde. Mala Strana Praha Sokağı Tuna Nehri’ne iniyor veya bir başka deyişle Tuna’nın bir koluna. Bir heykele takıldım Prag merkezinde. İsa’nın havarilerinin elinde iki anahtar var müritlerine verilmek üzere. “Nedir bu?” diye sordum. Biri cennetin anahtarı imiş. Diğeri için rivayetler fazla. Çarşı Köprüsü ilk paralı köprü imiş. Ancak biz bedava geçtik. Sanırım ilk yapıldığı günlerde olsa gerek paralı olması. Çünkü malını satmak isteyenler buraya getirirmiş bir zamanlar, Artık öyle değil, sadece resim çektirenler ve bir de hırsızlar dolaşıyor turistlerin arkasında. Orta Avrupa aynı zamanda kiliseler ve açık heykel müzesi gibi. Bunların önemli bir kısmı hanedan mensupları, bir kısmı Hristiyanlık dininin temsilcileri, tarihi şahsiyetler, krallar ve kraliçeler falan. Köprünün üzeri öyle; iki adımda bir heykel koymuşlar. -Bu heykeller peki orijinal mi, açık havada üstelik? -Hayır değil. Kopya. Asılları ulusal müzede sergileniyor. İslamofobiya günümüzde de var, geçmişten de bugüne yansıtmalar oluyor Prag’da. Toplumu İslam ile korkutmaya devam ediyor batılılar. 15 metre uzunluğunda, 10 metre enindeki tarihi köprüdeki heykelin birinde İki papaz var. Ellerinde haç olan iki başka kişi pazarda satılmak üzere zincirlenmiş gösteriliyor. Bir Osmanlı Paşası da onları kesmek için elinde palası bekliyor!. Gel de işin içinden çık! Aynı günlere denk geldi. Çek Cumhuriyeti’nde İslam karşıtı seminer protesto edildi. Duyuldu ama neyin nesidir öğrenemedik. Sonra geldi haberin doğrusu. Çek Cumhuriyeti Parlamentosunda İslam karşıtı yorumların yapıldığı bir seminer düzenlenmiş. Organizasyona katılan Türkiye, Azerbaycan, Sudan, Cezayir, Tunus, Fas ve Filistin gibi İslam ülkelerinin büyükelçileri salonu terk etmiş. Medyaya da yansıya bilgilere göre; Çek Hükumetinin koalisyon ortağı Memnuniyetsiz Vatandaşlar Hareketi ANO Temsilciler Meclisi’nde “İslam’dan Korkmalı mıyız?” konulu bir seminer düzenledi. Seminerde konuşan İslam karşıtı Anti İslam Bloku üyesi Avukat Klara Samkova; islam ve totaliter rejimleri aynı tutarak İslam ile mücadele


edilmesi gerektiğini iddia ederek İslamiyet’in bir faşizm olduğunu ileri sürmüş. Bunun üzerine büyükelçiler salonu terk etmişler. Türkiye Cumhuriyeti’nin Prag Büyükelçisi Ahmet Necati Bigalı da daha sonra yaptığı açıklamada “Dinimize karşı hakaretamiz ifadeleri kabul etmemiz mümkün değildir. Bu seminerin parlamento içinde yapılması olayı daha da vahim bir hale getirmiştir.” Demiş. Hatırlanacağı üzere terör örgütü PKK’nın Suriye uzantısı PYD Avrupa’daki ilk ofisini Prag’da açmıştı. KRAL SAATİNİ YAPANI ÖLDÜRTÜYOR

Hristiyan turistler heykellerin önünde duruyor, onları öpüyor, haç çıkarıyor, dileklerde bulunuyor, sonra da resim çektiriyor. Merkezde çoğu heykel ve bina sanki kömürle renklendirilmiş gibi simsiyah. Neden peki? Kalitesiz malzeme kullanıldığından mı, uzun süre yağmur, kar altında kaldığından mı, miadını doldurduğundan mı? Kim bilir? Köprünün çıkışına yakında bir Kilise var. İki rahip bu kilisenin önünde durmuş biri trampet, diğeri trampon çalarak ziyaretçilerin dikkatini çekiyor. Sonra konsere başladılar. Onlara iştirak edenler oldu. Her yaş ve gruptan kilise korosu geldi ardından, ilahiler okumaya başladılar. Biz de izledik. Sonradan öğrendik ki burası aynı zamanda bir rahip okulu imiş. Resmi adıyla da Teoloji ve Astronomi Fakültesi dediler. Ulusal Kütüphane de burada. Birbirlerine çok yakınlar. Yeni Ulusal Kütüphaneye de gittik. Sonra eski evler, şatolar vs. Kilisenin bitişiğindeki yoldan tramvay geçiyor. Tam merkezde. Enine ve boyuna kesen iki yolun üzerinde üstelik. Tramvay geçince yollar kapanıyor. Kocaman üç harf gözüme çarptı, her yerde var: JHS -Ha bu mu? Hazreti İsa’nın mührü. Hristiyanlar öyle biliyor. -Prag’da cami var mı? -İki cami var. Birini Araplar yaptırmış, genelde cemaati değişik milletlerden Müslümanlar. Türkler ise kendi camilerine giderler. Köprü üzerinde ve etrafında şık hanımlar, cici beyler var, meczuplar var, bir avanta peşinde koşup avını yakalamaya çalışanlar var, cazibesini kontrol için çıkmış gençler var; var oğlu var işte. Herkes var. Saat kulesine doğru yürüdük. Miting alanı gibi. Hikayesi de ilginç; kral bir saat yapılmasını emretmiş. Bu saat kulesi ortaya çıkmış. Herkesin ve komşu ülkelerin dikkatini çekmiş. Kral da bunun aynısını yapar, diğer krallara satar diye endişelendiği saatçi insanın gözlerini kör etmiş. Saatçi de buna dayanarak

intihar etmiş. Ancak saat bozulunca bunu yapacak adam da yokmuş. Hep karine ile yardımcı olmuşlar. BİLİNMEYEN OSMANLI Saat Kulesi gerçekten alışılmışın dışında bir yapı. Her gün saat 20.00’yi gösterince çan çalıyor ve Hazreti İsa’ya ilk inanan 12 havari açılan pencereden çıkıyor mini mini heykeller olarak. Sanki resmi geçitten geçiyorlar. İzleyiciler de bir çoşku ile karşılıyor ve resim çektiriyorlar. Saat Kulesi’nde değişik heykeller de yerleştirilmiş üzerine. Üstteki 4 heykel ahlaksızlığı, kibiri, kendini beğenmeyi, katliamı, eğlenceyi temsil ediyor. Osmanlı saz çalıyor vur patlasın çal oynasını yansıtıyormuş. Ayna tutan ise ben ne oldum delisini, kılıçlı olan savaşı, katliamı hatırlatıyormuş falan. Bunların altındaki 4 heykelcik ise erdemi, ahlakı, adaleti, keşfi, mucidi, ilmi ve bilgiyi hatırlatıyor imiş.

Hatırlanacağı üzere terör örgütü PKK’nın Suriye uzantısı PYD Avrupa’daki ilk ofisini Prag’da açmıştı.

İç içe geçmiş saatlerin içinde bir ikinci ibre var ki dışındaki yeşil çember üzerinde hareket edip de saat sekize beş kala nerede durursa ve hangi isme denk gelirse o gün doğan çocuklara bu isim ad olarak veriliyormuş. Bir başka alete takılıyor ve soruyorum. Diyorlar ki “Metronom.. Desibal gürültü ölçüyor.” Küçük dilimi yutacağım. Gelsin de İstanbul’da görsün ve yaşasınlar gürültü deyince ne anlaşılır? Saat Kulesinin bitişiğinde de bir Kilise var. Burada da ünlüler nikahları kıyılıyormuş. Adı da Ünlüleri Evlendirme Dairesi diye söylediler. Yahut fiili durum böyle diye öyle adlandırıyorlar. Kilise bir zamanlar vergi toplayan bir kurummuş. Eğer verginizi zamanında ödemez yahut karşı çıkarsanız cezanız yakılmak üzere gerçekleştiriliyor. Meydanın etrafındaki bütün lokantalar ve barlarla dolu. Müzik gümbür gümbür. Dans müziği çalınan yerde gençler vals yapıyor, tango yapıyor. Bu meydanın adı özgürlük meydanı. Yağmur çiseliyordu hızını artırdı. Prag’ın en lüks, en pahalı ve bütün uluslararası markalarının olduğu caddeye girdik. Bu cadde bizi Tuna üzerindeki köprüye götürüyor. Köprüye girmeden solda hukuk fakültesi, solda ise İnter Continental var. Bu köprüyü geçerek merdivenlerden aşağı ineceğiz ve otobüsümüz bizi orada bekliyor. Sonra otele geçeceğiz. ŞEREFLİKOÇHİSARLI BİR MÜTEŞEBBİS

Daha önce bir Türk firmasına uğrayacağız aynı cadde üzerinde. Koçak Gold. Tarihi bir binanın girişi hariç daha sonraki katı Koçak 51


Eski Şehir Meydanı ve merkezi, Astronomik Saat kulesini gördüm. Yorulmadım hala. Vltava Nehrinin iki yakasında kurulmuş Prag artık bir köprüler şehri de olmuş.

Gold’un. Ancak apartımanın önünde yine aşırı şık hanımlar, marka giyinmiş beyler, pahalı kokuların geldiği ve müziğin en iyisinin duyulduğu yerde kalabalık var. Meğer bir saat firmasının açılış kokteyli varmış. Aralarından müsaade isteyerek Koçak Gold’a çıktık. Aşırı büyük bir kuyumcu dükkanı düşünün öyle bir yer. Bir yanda kendi ürettikleri ziynet eşyası ve takıyı vitrine koymuşlar, öte yandan da granat taşının önemli temsilci olarak pazarlar ortaya çıkarıyorlar. Demli çayı burada içebiliyorsunuz, ayrıca paranızı da bozdurabiliyorsunuz. Öyle de yaptık. Ben 50 euro bozdurdum. Hanım granat taşı küpe aldı. Hepimiz demli çayları yudumladık. Müessesenin Müdürü Özgür Öztürk ile tanıştık. Pırlanta, altın, gümüş ithalat yapıyorlarmış. Amberi Polonya’da getirtiyorlarmış. 12 personel ve 2500 çeşit ile de hizmet veriyorlarmış. Patron Candemir Koçak Şereflikoçhisarlı bir Türk işadamı. Her gün buraya 7 ila 10 arasında değişik Türk turist grubu geliyormuş. Ne güzel! Karlovy Vary’de de bir iş yeri var. Oraya da gideceğiz. GranatNar taşı dahil tümünde garantili veriyorlar ve Bohemya kristalleri konusunda da güveniler bir yer. Avrupa Birliği ülkelerinde aldığın en az 75 euroluk bir malı üye olmayan bir ülkeye çıkarırsanız alınan vergilerden bir bölümünü iadesi mümkün. Bunun için fatura alacaksınız, onaylatacaksınız, ülkenize dönerken bunu pasaportunuzla birlikte polise gösterecek ve en sonunda harcamanızın %10’u kadar olan vergi iadesini bu çıkışta alabileceksiniz. Koçak Gold bu vergi iadesini yerinde hemen yaparak iskontosunu düşerek gerçekleştiriyor. İyi mi bana göre iyi?! Tezgahtarlarla da

sayı//34// mayıs 52

tanışıyoruz. İkisi Azerbaycanlı soydaşımız. Ulvi ve Reşat. Prag’da üniversitede okuyorlarken buraya başlamışlar. Mezun olunca Bakü’ye döneceklermiş. Epeyi de burada okuyan arkadaşları varmış. İkisine birden soruyorum “Bahtiyar Vahapzade (1925-2009)kimdir?” İkisi de biliyor. Tebrik ediyorum bu milli şairlerini tanıdıkları için. İkinci soruyu da sordum “Peki Hüseyin Cavit kimdir?(1882-1941)” Bu şehit şairi tanımıyorlar, ama benden öğreniyorlar. Mehmet Akif Ersoy’un arkadaşı, gönüldaşı Nahcivanlı bir Azeri Türk sanatçısı. Dövizleri bozuldu, alış verişler yapıldı. Dışarda yağmur hızlandı. İri iri sicim gibi yağıyor. Şemsiyem yok. Ama olsun. Köprüye doğru yürümeye başladık. Sokakta sivil polisler de var, resmi kıyafetliler de. Japon turistler daha fazla. Tümü de şemsiyesini açmış dolaşıyor. Dilencisi ve serserisi de az değil Prag’ın. Ama zararsız gibi görünüyorlar. Köprüye doğru yürüdük. Okullar dağılmış olmalı ki kalabalıklar ve öğrenci şakalaşmaları yağmur dinlemeden arttı durdu. Yağmur bizi durduramadı, ıslandık ama otobüsümüze kadar vardık. Prag’ın gündüzleri uzun gibi geldi bana. Otele vardığımızda trafik de rahatlamıştı. BATIDA TURİZM; DİNİ AĞIRLIKLI

Prag’a benim ilk gelişimdi. Hep etrafında dolaştım durdum. Panoramik şehir turumuz müthişti. Kale bölgesinde Cumhurbaşkanlığı Sarayı, St.Vitus Katedrali, Küçük Mahalle, Dördüncü Charles Köprüsü, Eski Şehir Meydanı ve merkezi, Astronomik Saat kulesini gördüm. Yorulmadım hala. Vltava Nehrinin iki yakasında kurulmuş Prag artık bir köprüler şehri de olmuş. 33 Heykelin bulunduğu Charles


Köprüsü( Karluv Most) alışılmışın dışında bir yer. Eski Şehir Stare Mesto Prag tarihinin merkezi konumunda. Dar mı dar Arnavut sokaklarında yürürken ortaçağın büyüsünü ve karamsarlığını üzerinizde hissedebiliyorsunuz. İyi ki o çağda yaşamamışım dediklerini rahatlıkla işitebiliyorum. Eski sokakların çoğu sizi kadim şehir meydanı Staromestske Namesti’şi çıkarıyor. Batı sanatında galiba en fazla yapılan anıtlar da Hristiyan din adamlarının heykelleri. İlahiyatçı Jan Hus bunlardan biri. Tyn Kilisesi heykelin yanında yer alıyor. Erkek ve dişi özellikleri olduğu vurgulanan asimetrik kuleleri de dikkat çekiyor, gökbilimci Tyco de Brahe’nin mezarı da burada. Bu mezar ziyaretçiler için değişiklik oldu. 14. Yüzyılı düşününce, insanlar sanatı daha da öne çıkarmış ve kalıcı olmuşlar. St. Nicholas Katedrali mesela. Kristal avizesi, zarif tavan freskleri büyülüyor. Astronomik Saat Kulesi’nde bile dini motifler var. Doğrusu şaşmadım. Batıda dini endişeler hala günümüzde de ayrıcalıklı ve önde bulunuyor. Prag’ın St Vitus katedrali(Katedrale Sv. Vita) İstanbul’un Süleymaniyesi, Ankara’nın Hacı Bayram’ı gibi büyük alakaya mazhar oluyor. Zengin ve aristokratlar için kalenin eteklerinde Küçük Şehir denilen Mala Strana kurulmuş. Ancak Yahudi Mahallesi(Josefov) ayrı. Bir zamanlar Avrupa’nın en büyük Yahudi gettoso Prag’da imiş. Eski Yahudi mezarlığını da tur operatörleri programına almış. Prag Kalesi’ne çıkamadık. İkinci Rudolf’un koleksiyonunu göremedik. Çek Tarihinin sergilendiği Ulusal Müze Narodni tamiratta olduğu için giremedik. Yanındaki Vanceslas Meydanı(Vaclavske Nahesti) en fazla vaktimizin geçtiği mekan oldu. 1918’de Çekoslovakya’nın ilanı, 1968’de Prag Baharı’nın Sovyet tanklarıyla kanlı biçimde bastırıldığı, 1989’da Kadife Devrim’in bayraklaştığı bu yer 24 saat dolup dolup boşalıyor. O gün öyle yorulmuş, düşünmüş ve algılamaya çalışmışım ki otelde yatağa başımı koyar koymaz uyumuşum. VİZENİZ DE OLSA SİGORTA POLİÇESİ İSTİYORLAR

Duş ile kendime geldim sabah sabah. Erken kalkınca gün daha bereketli oluyor. Hatta bizde bir güzel kelamı kibar vardır “Müslümanın üzerine güneş doğmaz” diye. Bunu böylesi saatlerde daha iyi anlıyorum. Gün ağarmadan kalkmalı insan. Sonra güneşe merhaba demeli mevsim ne olursa olsun.

Kahvaltıya indik. Almedia Praha Oteli biraz da bir talebe yurduna benziyor. Hatta günümüzde bazı öğrenci yurtları bundan da görkemli ve cömert. Odamız da ancak iki kişi kalabilir. Ancak bazılarına nefes alamayacak biçimde bir üçüncü yatak da atılmıyor değiller. Yine kahvaltı kuyruğuna girdik açık büfe olduğu için. Elimde tepsi. İyi ki az yiyen yaş grubuna dahilim de aç kalmıyorum. Gençler böylesi yerde doymayabilirler doğrusu. Süt, yumurta, peynirler diyemiyorum bu açıdan fukaralar; sadece kaşar var, çaylar poşetli, hazır meyve suları, bal ve reçeller, zaten sucuk, salam vs yanaşmıyorum bile tümü domuzdan yapılmış. Prag’da domates, hıyar da yok sabah kahvaltısında. Gözünü sevdiğim memleketim senin kıymetini böyle resimlerle karşılaşınca çok daha iyi anlıyorum. Zengini fukarası böylesi gıda ürünlerini mevsimine göre rahatlıkla alır ve sofrasına getirir, konuklarına ikram eder vs. Yaşlanınca galiba insanların midesi de küçülüyor mu ne? Mihmandarımız konukları ikaz ediyor “Aman ha kahvaltıda istediğiniz kadar yiyin, ama sakın sandviç falan yapıp yanınıza almayın!” Patronun mesajını kim dinler? Ancak sandviç yapacak ürün de yok ki!

Süt, yumurta, peynirler diyemiyorum bu açıdan fukaralar; sadece kaşar var, çaylar poşetli, hazır meyve suları, bal ve reçeller, zaten sucuk, salam vs yanaşmıyorum bile tümü domuzdan yapılmış. Prag’da domates, hıyar da yok sabah kahvaltısında.

Bugün Çek Cumhuriyeti’nden Almanya’ya geçiyoruz. Herkes pasaportlarını kontrol ediyor daha Dresden’e varmadan. Suriyeli göçmenler olayından sonra sınırlarda kontroller artmış. Hatta zaman zaman acımasız olmuş. Özellikle orta Avrupa ülkeleri başta Makedonya’da medyaya yansıyan haberlere göre; güvenlik güçleri yaşlı, kadın ve çocuk mültecilere karşı bile sert ve acımasız davranıyor. Öyle ki batı pasaportu ve vizesi olanlardan bile sigorta teminatı alınıyor. Yani hastalanıp falan doktor ve hastane masraflarını kendileri değil, sizi ortada bırakmayacaklarına göre sigortanız ödesin diye böyle bir uygulamayı titizlikle sürdürüyorlar. Böyle bir husus da tur şirketlerinin sorumluluğunda ve hemen hemen böyle bir poliçe de herkeste de mevcut. Alışılmış Avrupa kentlerinden, bulvarlarından, yollarından geçerek Elbe Nehrine vardık. 30 Kilometre boyunca nehir evlerini gördü. Nehir üzerinde mini mini iskeleler. Bir kısmı kişiye özel iskele, bir kısmı ise kamuya açık. Çek tarafında bazı evlerin ve iskana açılmış yerlerin üzerinden hala bir karış kalınlığındaki borularla doğalgaz geçiyor. TIR’lar her zamanki gibi fır fır uçuyor adeta yollarda. TC dahil her plakayı görmek mümkün yollarda. 53


HANGİ İSTANBUL İstanbul, tarihi boyunca sürekli başşehir olarak kalma güzelliğini yaşamış, dünyanın coğrafi bakımdan en güzel şehirlerinden biridir, Ekrem KAFTAN

er sene Mayıs ayı gelirken İstanbul’un Fethi konusunda neler söyleneceğini daima merak ederiz. Devlet ricali ekseriyetle yıllardır söylenegelen sloganlaşmış ifadelerle İstanbul’un fethini tebrik ederler. Bu ülkede “Zulüm 1453’te başladı” diyebilecek kadar fethe ve Fatih Sultan Mehmed’e düşman yerlilerimiz de var maalesef. İstanbul, tarihi boyunca sürekli başşehir olarak kalma güzelliğini yaşamış, dünyanın coğrafi bakımdan en güzel şehirlerinden biridir. Doğu Roma veya Bizans İmparatorluğu’nun asırlarca makarrı olarak varlığını ve saltanatını sürdürmesi İstanbul’u yeryüzünün en uzun ömürlü başşehirlerinden biri yapmıştır. 1453 yılında Osmanlı Devleti’nin o tarihe kadar tahta geçmiş en genç Sultanlarından biri olan 2. Mehmed’e fetih nasib olunca şehrin de kaderi değişti. Asırlarca Hristiyan Ortodoks Rumların başşehri olan İstanbul, 1453’ten itibaren Osmanlı Cihan Devleti’nin payitahtı oldu. Kostantinapol veya Kostantiniyye, zamanla İstanbul, Dersaadet, Payihaht, İslambol gibi isimler kazandı. Fatih Sultan Mehmed’in fethettiği İstanbul, bugün Fatih ilçesi olarak kabul edilen, sadece 19.982 metre uzunluğundaki kara ve deniz surlarıyla çevrili şehir idi. Latin İstilasında büyük zarar gören şehir, fethe kadar bu istilasının hasarlarını tamir edebilmiş değildi. Hazreti Fatih, şehrin harab halden kurtarılması için büyük bir imar faaliyetine girişti. Bizzat kendisi Eyüp Sultan, Fatih Külliyesi ve Ayasofya Külliyesi olmak üzere üç büyük vakıf eseri inşa ettirdi. İstanbul, Fatih’in devrinden başlamak üzere asırlar boyunca hemen bütün padişahlar devrinde daima daha mamur bir şehir haline getirilmek üzere büyük eserlere kavuştu. Tabii ahşap sivil mimarinin yaygınlaşması sebebiyle zaman zaman yaşanan büyük yangınlar şehri harab etmekten geri durmadı. Meydana gelen zelzelelerin yol açtığı yıkımları da hatırlatmakta fayda var. Bütün bu menfi şartlara rağmen İstanbul tekrar eski ihtişamına kavuşmakta zorlanmadı. Bilhassa 1750’lerden itibaren başlayan ve Boğaziçi’nin iki yakasında gelişen yalı mimarisi İstanbul’da ayrı ve İstanbul’un kendisinden daha zarif bir medeniyet ortaya çıkardı. İstanbul’un kibar sınıfının daha çok sayfiye mekanı olarak kullandığı Boğaziçi, bir başka

sayı//34// mayıs 54


ince medeniyet haline geldi ki, Abdülhak Şinasi Hisar bu medeniyeti çok güzel anlatır. İstanbul asırlar içinde sadece fiziki bir şehir olarak güzelleşmedi. Şehir Türk-İslam medeniyetinin en güzel eserlerini yükseltirken, Türkçe’nin, musikinin, Hüsn-i Hatt’ın, Tezhib’in, Ebru’nun, Minyatür’ün, Şiirin velhasıl ilim ve sanat türlerinin tamamında ulaşılması çok zor bir zirveye yükseldi. İstanbul’da çağlar boyunca Matrakçı Nasuh’tan Levnî’ye, Bâkî’den Nedim’e, Kayışzade ve Hafız Osmanlardan Mustafa Râkım’a kadar sayısız büyük sanatkâr yetiştirdi. İstanbul, Osmanlı cihan devletinin yıkıldığı zamanda bile yüzlerce hattatın, şairin eser verdiği bir şehir idi. Her ne kadar zamanla mimarimiz, süsleme sanatlarımız başta olmak üzere birçok sahada Batılılaşma macerasının hakim olduğu bir şehir haline gelse de yine de bir karakter ve şahsiyet taşıyan eserler vücuda geliyordu. Gelelim Cumhuriyet’in terk ettiği İstanbul’a… İstanbul, 1923’te cumhuriyetin kurulması ve başkentin Ankara olmasının ardından, ceberut bir yıkıma sahne oldu. Yüzlerce yıl içinde vücuda getirilen sayısız tarihi eser, hain ve alçak eller tarafından yerle yeksan edildi. Bu eller arasında ne yazık ki, Adnan Menderes de bulunuyor. Vatan, Millet ve Ordu caddeleri açılırken yıkılan tarihi eser sayısı hala tam bir envantere sahip değildir. İstanbul, 1980’li yıllara kadar, sahip olduğu sayısız güzelliği kaybetti. Ahşap konakların yerini beton ve çok katlı binalar aldı. Nefs-i İstanbul denilen Suriçi İstanbul’un başına gelen, tabiri caizse pişmiş tavuğun başına gelmedi. Suriçi İstanbul’da bunlar olurken, özellikle 1960’lı yıllarda şehrin etrafında yeni yerleşimler açılmaya başlandı ve şehir bu tarihten itibaren hızla betonlarla kuşatıldı. 1990’lı yıllardan sonra İstanbul’un neredeyse bütün İl sınırları adeta bir beton istilasına uğradı. 2000’li yıllardan sonra betonlaşma ve yüksek binaların kuşattığı şehir, artan nüfus, araç trafiği, binaların sıklığı sebebiyle nefes almanın zorlaştığı bir ucube haline geldi. Şehri rahatlatmak için yapılan bütün altyapı çalışmalarına rağmen, şehir her geçen gün göç almaya devam etti ve artık bir medeniyet ve kültür merkezi olmaktan daha çok bir finans ve siyaset merkezi haline geldi. Bugün kaç İstanbul’dan bahsedebiliriz… 20’den

fazla üniversitesi olan bir şehirde ilim ve sanat eseri bakımından fakirlik yaşanıyor. Bütün belediyeler, her nasılsa boş kalmış arazilerin üzerine yüksek binalar dikmeyi yarış haline getirdi. Acı olan şu ki, hiçbir şahsiyet ve karakter taşımayan beton bloklar, şehrin kimliğini tamamen sildi götürdü. İstanbul’da yaşayanlar, Osmanlı asırlarındaki ince kibar hanımefendi ve beyefendi değil artık. Her an kavgaya hazır, cinayet işlemenin normal hale geldiği, stresli ve daima zamanla yarışan, daha çok zengin olmaktan başka ideali olmayan yığınların yaşadığı bir metropol haline geldi. İstanbul’da yerli, yabancı yaklaşık 20 milyon insanın yaşadığından bahsediliyor. Bu kadar kalabalık bir kentte (şehir vasfını kaybettiği için kent diyoruz) ilim, fikir, sanat, estetik, şiir, edebiyat adına üretilen ise maalesef, ecdadın ürettiklerinin yanında hiçbir kıymet ifade etmiyor. İstanbul ne yazık ki, rant kavgasına kurban edilen bir zavallı tarihi şehirdir. Şaşırtıcı olan şudur ki, insanlar İstanbul’da hiç ölmeyecekmiş gibi bina yapıyor, yığıyor yığıyor ve aniden ölüp gidiyor. Şehir yüzyıllarca mezarlarıyla bir arada yaşamış iken, bugün ölenleri gömecek mezarlık bulmakta büyük zorluk çekiliyor. Halbuki İstanbul, yaşayanlarla ölenlerin dostça bir arada bulunduğu bir kutlu şehir idi. Tarih, İstanbul’u bu hale getirenlere hesap sorar mı bilmiyoruz ama kul hakkı yiyerek şehri şehir olmaktan çıkaran herkes mahşer günü elbette hesap verecek. Osmanlı asırlarında İlahi nizamın bir devamı gibi eserlerle süslenen şehir, seyredenleri ve içinde yaşayanları kendine hayran bırakıp şiirlere, seyahatnamelere konu olurken, bugünkü aç gözlülüğün meydana getirdiği mevcut tablo bize bu yazıyı yazdırdı. İstanbul, toprak olarak bizim ama artık ruh ve şehir olarak çoktan kaybettik. Ecdadın ayakta kalan eserleriyle övünerek kendimizi kandırmaya devam ediyoruz. Yaklaşık bir asırlık dönemde İstanbul’a kazandırdığımız ve gelecek nesillerin iftiharla, “20 ve 21. Asır Türkleri bu eserleri bırakmış” diyebilecekleri eserimiz var mı acaba? Bizim içimizi yakan mevcut manzara, birilerinin övünme vesilesidir. Elden ne gelir ki… 55


REFİK HALİD VE ŞEHİR HİKÂYELERİ

Ömer Seyfettin, Refik Halid Karay ve Sait Faik Abasıyanık, edebiyatımızın hikâyeye bakan yüzünün temelini oluşturan isimlerdir Mustafa UÇURUM

nlatıma dayalı bir coğrafyada yaşıyoruz ve bu topraklarda var olduğumuz günden beri yaşadıklarımızı hikâye etmede büyük başarı gösterdiğimiz ortadadır. Her zaman bir hikâyemiz var ve yaşamak bizim için uzun soluklu cümlelerden ibaret. Bazen bir divanın mesnevisinde, bazen bir destanın toz duman ortasında ya da gözleri yolda bir bekleyenlerin umut dolu bakışlarında damla damla yüzülen hikâyelerimiz oldu ve yaşamak bizim için uzun soluklu bir diriliş demekti. Bizde hikâye dendiğinde adının mutlaka anılması gereken isimler vardır. Olmazsa olmazlarımız olan bu isimler Türk hikâyeciliğinin de yapı taşını oluşturmaktadır ve onların açtığı yolda ilerleyen hikâyemiz günümüzde de varlığını sürekli gelişen bir çizgide sürdürmektedir. Ömer Seyfettin, Refik Halid Karay ve Sait Faik Abasıyanık, edebiyatımızın hikâyeye bakan yüzünün temelini oluşturan isimlerdir. Bu isimler arasında Refik Halid, hem anlatım tarzıyla hem de ortaya koyduğu hikâye kuramıyla farklı bir yere sahiptir. Hikâyenin yaşanmışlıkla olan irtibatı çok kuvvetlidir. Yazar yaşadıklarını ya da şahit olduklarını hikâye ederken çoğu kez kendi hikâyesinin ardına düşmektedir. Refik Halid’in hikâyelerine baktığımızda çoğu kez kahraman olarak yazarın kendisi karşımıza çıkar. Bu hem Memleket Hikâyeleri’nde böyledir hem de Gurbet Hikâyeleri’nde.

Refik Halid Karay

Hem mesleği gereği hem de yaşadığı sürgünlüklerin bir sonucu olarak Türkiye’yi v sınırlar ötesini tanıma imkânı bulmuş olan Refik Halid, yaşadığı coğrafyanın hikâyesini yaşamayı ve anlatmayı ihmal etmemiştir. Ortadoğu’nun birçok ülkesinde bulunmuş, çöl sıcağında, bedevilerle beraber hayatını her şeye rağmen sürdürmeye çalışmıştır. Memleket Hikâyeleri, Anadolu’nun sesi soluğu olmuş bir kitaptır. Sıradan insanların hayatından tutun da iş hayatına, eğlence hayatına kadar birçok ayrıntı bu hikâyelerde yer almıştır. Anadolu’yu görmezden gelerek, İstanbul’dan çıkmadan lüks dairelerinde köy hikâyeleri yazan yazarların karşısında Refik Halid tam anlamıyla yaşayarak yazan bir yazar olarak eserlerini ortaya koymuştur.

sayı//34// mayıs 56


Ömer Seyfettin

Refik Halid hikâyelerinin dili oldukça sade bir Türkçe ile kaleme alınmıştır. Tam bir Türkçe aşığı olan yazarın dillere destan Eskici hikâyesi, onun Türkçeye verdiği değerin en önemli göstergesi olan bir hikâyesidir. Gurbet Hikâyelerinde yazar, hem dil olarak hem anlatım olarak sade bir üslup kullanmaya dikkat etmiştir. Çöl sıcağının bunaltıcı yüzünün yanında Memleket Hikâyelerindeki Anadolu’nun serinliği aynı güzellikleri işaret etmektedir. Refih Halid, hikâyelerinde mekân olarak genelde şehirden uzak yerleri tercih etmiştir. Anadolu’nun kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde yaşayan sıradan insanların hikâyeleri en içten bir anlatımla yazarın cümlelerindeki yerini almış, yazarın da çoğu kez içinde yer aldığı olaylar okuyucuya günlük olayların akışı içerisinde verilmiştir. Hikâye türünün ağırlık kazandığı, birçok hikâyecinin eserlerini vermeye başladığı bir dönemde Refik Halid, hiciv yazıları ve roman çalışmaları arasında hikâyeleriyle de dikkat çekici çalışmalara imza atmıştır. Onun hikâyeleri, daha sonraki yıllarda Anadolu’yu anlatacak olan birçok yazar için de ışık olmuştur. Duygu yönü ağır, yoğun tahliller içeren bu anlatım tarzı hikâyeciliğimizde yeni bir yol açan özgün bir anlatımdır. Bu hikâyelerde anlatılanlar Anadolu’nun kendisi, çölün tam ortasındaki kum fırtınasının insanı içine alması gibi bir etkiye sahiptir. Bazı hikâyelerdeki anlatım tarzı Sabahattin

Ali hikâyelerinin havasını sezdirse de Refik Halid, hicivde kullandığı sivri dili hikâyelerinde pek kullanmaz. Onun hikâyeci yanı sıcak ve Anadolu gibi yürektendir. O, Memleket Hikâyelerinde bir öküzü bile anlatırken öyle içli bir anlatım kullanır ki hikâyenin sonunda kasabın ardına büyük bir keyifle düşen öküzün haline okuyucu derin bir “ohhh” çeker. Yazar, duyguları aktarmadaki başarısını hikâyelerinin tümünde ustalıkla kullanmaktadır. Bu da onun hikâyelerini aradan geçen yıllara rağmen halen diri tutmaktadır.

Sait Faik Abasıyanık

Gurbet Hikâyelerinin birçok yerinde anlatılan olayların Anadolu ile bir kan bağını hatırlatması, yaşadığımız büyük coğrafyanın nasıl olup da birbiriyle örtüştüğünü göstermektedir. Aynı gökyüzüne uyanan insanların aynı umutlarla yaşadığına şahit oluşumuzun hikâyesini anlatan yazar, gurbeti kendisi yaşarken bize de gurbetin kahredici yüzünü göstermeye çalışmıştır. Bunu bazen bir küçük çocuğun çözülen dilinde yaşatır bazen bir esirin kuruyan gözyaşlarında hissettirir. Tıpkı hayat gibi, acısıyla ve tatlısıyla. 57


avası hoş, etrafı bağlarla dolu bir şehir. Bu bağlarda bülbüller insan ruhuna şifa verir, meyveler yetişir ve memleketin dört bir tarafına hediye olarak gönderilir. Bu bağların her birinde birer köşk, her köşkte bir kebap ocağı bulunur. Evet, asırlık ocaklar ve bu ocakların etrafında oluşan muhabbet halkaları kurulur.

TOKAT BİR

BAĞ İÇİNDE Şehrin tam ortasından bereket saçan Yeşilırmak geçiyor. Bir de dağlardan süzülüp gelen Behzat Çayı.

Ali BAL

Mevlevihane/ Tokat

sayı//34// mayıs 58

Yeşilliğin göğe fışkırdığı, güneşin çağdığı, sevginin gönle ağdığı, geçmişin hâlihazırla buluştuğu, her adımınızda asırlar öncesinden gelen lâhutî seslerin çağladığı, insanların sevinçten ağladığı onbeşlilerin yurdu Tokat. Şehrin tam ortasından bereket saçan Yeşilırmak geçiyor. Bir de dağlardan süzülüp gelen Behzat Çayı. İçinden sular akan ve bereketli topraklar üzerinde asırlardır var olan güzel şehir Tokat. M.Ö. 4000 yıllarından başlayarak 14 devlet ve birçok beyliğin yaşadığı ve egemen olduğu Tokat, Hitit ve Frig medeniyetlerine ev sahipliği yapmış (M.Ö. 2500 – 4000) ve yüksek düzeyde kültür ve sanat yaşamına ulaşmıştır. Roma ve Bizans egemenliği altında da kalan Tokat, Danişmend ve Selçuklu Türklerinin siyasi üstünlükleriyle birlikte Maveraünnehir'den gelen Türk-İslam kültürü ile tanışmış ve 900 yıldan beri de Türk egemenliği altındadır. Böylece ilk Türkİslam eserlerini de bağrında yaşatmaktadır. Anadolu’nun ilk camisi olan Garipler Camii de buradadır. Selçuklular zamanında Anadolu'nun 6. büyük kenti olan Tokat, 14. yüzyıl sonunda Osmanlı egemenliğine girmiştir. "Tokat'ın bağ, bahçe ve ovaları Osmanlı ordularının konaklama ve gıda ambarı olmuş, bakırcılık, ipekçilik, pamuklu dokuma ile çeşitli sanayi ve el sanatları gelişmiş, iş hanları ve çarşıları Bağdat, Bursa ve Halep’tekiler ile kıyaslanır olmuştur." diyor Evliya Çelebi. Tokat’a dair övücü şu sözler de unutulmaz: “Âlimler konağı, fazıllar yurdu, şairler yatağıdır.” Kültür ve sanatın ihtişamını yaşayan bu güzel şehirden İpek Yolu da geçer. Bağdat'tan, Tebriz'den, Sivas'a; Sivas'tan Tokat'a; Tokat'tan Amasya'ya, Merzifon'a oradan da İstanbul'a uzanan tarihi İpek Yolu, Tokat’ın ticaret, kültür ve sanat yaşamını hep canlı tutmuştur. Günde ortalama 1000 devenin geçtiği bilinen tarihi yol ile bakır, yazmacılık, dericilik, ipekçilik ve çömlekçilik alanlarında Tokat adından söz ettiren bir şehir olmuştur. “Tokat’a gitmek gerek. İklimi ve insanları


mutedildir.” diyen Mevlana’ya kulak verip, âlimleri, şairleri, ozanları bağrından çıkaran Tokat’ı gezmek ve leziz yemeklerini tatmak lazım. Dokuz yüz adımda dokuz yüz yıllık tarihimizin şaheserlerini görmek ve ecdadımızın o pak yüzü ve ölümsüz ruhu ile hemhal olmak istiyorsanız buyurun Tokat sofrasına… Pirhan’da Tokat kebabının, Taşhan’da Türk kahvesinin, Ali Paşa Camii’nin karşısında Tokat çöreğinin, her adımınızla tarihe yürüdüğünüz Sulusokak’ta bulunan Takyeciler Camii’nin bahçesinde çayın, Deveciler Hanı’nda musikinin eşsiz güzelliği ile ömrünüzü güzelleştirin. Hanlar, hamamlar, medreseler, camiler arasından süzülüp 900 yıllık tarihî serancamı yeniden yaşar gibi yaşadıktan sonra vaktin nasıl geçtiğini anlamak için de 1902 yılında II. Abdulhamid’in padişah oluşunun 25. yılı için halkın yardımlarıyla, mutasarrıf Bekir Paşa ve Belediye Reisi Mütevelli oğlu Enver Bey tarafından yaptırılan Tokat Saat Kulesi’ne bakmak gerek. Sonra Bey Sokağı’nda geçmişe yolculuk yapıp, beton binaların içimizi üşüten ve acıtan havasından ahşap ve sıcak binaların samimi komşuluklarını yaşayın, huzuru aramayın, tam da içindesiniz. Mevlevihane’ye uğrayıp, “Gel, gel, ne olursan ol yine gel” dizeleriyle asırlar öncesinden verilen mesaja kulak verin. Bu kadar geziden sonra haliyle acıkacaksınız. Peki, ne yiyeceğiz Tokat’ta? Keşkek, yaprak sarması, bat, pekmez, çemen, köme gibi yüzlerce farklı çeşidiyle Tokat mutfağı oldukça zengin bir mutfaktır. Tokat’ın tescillenen ve markalaşan yemeği de Tokat kebabıdır. Mevsimsel bir yemek ve Tokat’a özgüdür. Aslında mutfak, bir toplumun birikimini, yaşam standardını, kültürünü, zevkini kısacası ağız tadını gösterir. Tokat, 6000 yıllık tarihî geçmişinde onlarca medeniyete ev sahipliği yaptığından, her alanda olduğu gibi Tokat’ın mutfak kültürü de zengin ve kendine özgüdür. Yeşilırmak havzasında kurulan şehrin sulak alanları, bağları, ovaları hemen her mahsulün yetişmesine imkân tanımıştır. Mutfak kültürü; kız görme, kız isteme, söz, nişan, kına, düğün, sünnet, bayram ve ölüm gibi toplumsal olaylarda kendini gösteriyor. Toplumumuzda özellikle misafir ağırlama dediğimiz zamanlarda ve çok değerli kişilere ikram ettiğimiz yemekler vardır. Bu bizim misafire verdiğimiz değeri göstermesi ve bizim kültürümüzü aksettirmesi bakımından önemlidir. Tokat kebabı da böyle öneme sahip özel bir yemektir. Bu

yemek özellikle bağ evlerinde bulunan kebap ocaklarında yapılırdı. Tokat kebabı yaylalarda otlayan kuzu etleri ve bölgenin sebzesi ile yapılır. Özellikle Tokat biberi gerekir. Bu da demek oluyor ki Tokat biberinin, bahçe biberinin, olgunlaşmasını beklemek gerekir. Bağ evlerinde kebap yemek asırlardır süregelen adet olmuştur. Tokat kebabında kullanılan etin ve kuyruk yağının bölgeye ait, doğal ortamda veya yaylalarda yetiştirilen Karayaka koyunlarının 6-9 aylık erkek kuzularından elde ediliyor olması, sebzelerin (Tokat biberi, patlıcanı, domatesi)Tokat ilinde yetiştirilmesi ve kendine has kebap ocağında pişirilmesidir. 6 kısımdan oluşan Tokat kebabı ocağında; ateşlik, baca, şiş asma metal mili, tava, yağdanlık ve kebap çıkarma şişi kullanılır (http://www.tokatkulturturizm. gov.tr/TR,143211/tokat-mutfagi.html.). Yemek sonrası ise saz ve sözün karıştığı havada şu türküye eşlik edilir:

Kale/ Tokat

Tokat bir bağ içinde Gülü bardağ içinde Tokat’tan yar sevenin Yüreği yağ içinde Ülkemizin bereketli toprakları üzerinde kurulu Darün-Nusret, Darün-Nasr (Yardım Edenler Şehri) isimleriyle müsemma kimlikli şehir Tokat. Akzambaklarla bezenmiş bahçelerin, en güzel bağların, yemyeşil dağların şehri Tokat. Sesiniz gür, ruhunuz özgür olsun istiyorsanız buyurun. Çiçeğin özünü, ozanların sözünü, tarihin yüzünü, gülen insanların gözünü, ocaklarda yanan ateşlerin sönmeyecek közünü bulmak isterseniz Tokat’a buyurun, gelin. Çünkü Tokat’ta iklim ve insan mutedil… 59


SESİNİ KAYBEDEN

ŞEHİRLER O sesler ki; her biri bir başka zamandan, her biri bir başka hayattan, her biri bir başka olaydan esintiler getirir şehir sevdalısının inceliklerin yuvalandığı merhamet, şefkat ve insanlıkla yüklü yüreğine…

İsmail BINGÖL*

Bakırcılar Çarşısı

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//34// mayıs 60

ehirlerin de sesi vardır duymasını bilenler için... Kulağını onun böğrüne dayayıp kalbini dinleyenler; özge bir vakitten süzülüp gelen, uzun hasretliklerden, ince sevdalardan, ölümlerden, zulümlerden, dostluklardan, arkadaşlıklardan damıtılmış sesleri duyarlar. O sesler ki; her biri bir başka zamandan, her biri bir başka hayattan, her biri bir başka olaydan esintiler getirir şehir sevdalısının inceliklerin yuvalandığı merhamet, şefkat ve insanlıkla yüklü yüreğine… Onun gibiler için gecenin getirdiği sesler bir başkadır, gündüzün getirdikleri bir başka… Geceleri şehrin kalbine inen sessizliği ve sükûtu ara sıra bozan seslerin, gündüzün karmaşasından soyunmuş, bir başka şekle ve görüntüye bürünmüş şehri yeniden keşfe çıkanların ruhlarında uyandırdığı duygu, olumsuzluktan ayrı bir şey değildir. Bu tür kişiler; unuttuklarını yeniden hatırlamak, gündüzün üzerinde yeterince kafa yorma fırsatı bulamadıkları fikirlere daha fazla yoğunlaşmak için; karanlığın dünyayı bir örtü gibi sardığı böyle anları ve vakitleri, yani geceyi beklerler. Onda ayrı bir huzur bulmanın, bir köşeye çekilerek kendinle olmanın ve tenhalaşan yeryüzünde bir şeylerin farkına varmanın hazzını yaşarlar. Gündüzün sesleri yorucudur ve aşırılıklarının, ihtiraslarının, riyakârlık ve sevgisizliklerinin kurbanı olarak tüketir günün bu yarısını çoğunlukla insanoğlu… Elde edeceğini sandığı yeni güçler ve yeni zenginlikler peşinde uzayıp giden sonu gelmez bu çaba; ruhunu kendi elleriyle içine attığı girdap gibidir ve her gündüzde tekrarlanır. Gerektiği kadarı değilde, hep kendi gücünün ötesinde bir istek kavurur içini ve aydınlık; ışıklarını alıp gidinceye kadar sürüp gider bu manzara… Bu durumda, ne gündüzün seslerinden haberdar olabilir ve ne de gecenin… Her ikisinin de birbirine karışmışlığının ortasında hiçbir sesten kendine doğru dürüst bir pay çıkaramadan, hayatın ortasında öylesine kalakalır. Bayramların, seyranların, özel ve tüzel günlerin geçmişten sürükleyip getirdikleri sesler bir başkadır. Sıradanlığın koynunda yer eden zamanların yorgunlukla, isteksizce ve bir renksizlik içerisinde duyurdukları ve kısa bir vakit içerisinde unutulan, yok olan sesler başkadır. İşte bunun içindir ki; yangınlı


sabahlarda büyük bir telaş içerisinde uyanıp, ruhunu arkada bırakırcasına sokaklara dalıp, büyük bir aşkla tutulduğu sevgilisine koşan âşık gibi mesafeleri arşınlayan şehir sevdalısı, her seferinde ne yazık ki büyük bir ıstırap, yüzünü saran derin bir çizgiyle döner mekânına… Yılların ardına takılmış giden ömrünün firar eden dakikalarında mutsuzluk çemberinde dönüp durmasını engelleyecek güzel şehrinden her gün bir parçanın daha kopup gidişini seyretmek, her gün bir parçasını daha toprağın altına terk etmek şehir sevdalısının acılarına yeni acılar katar. Onu, çoğu kimseye ifade edemeyeceği türlü elemlere, bir ömür boyu yüreğinde taşımak zorunda olduğu değişik hikâyelere gark eder. Acılar mahşerinden derlediği hüzünlerle yaşamak zorunda bırakır.

onu taçlandıran duvarlar tuğladan değil de insandan ise.”

Çünkü onun için şehir, öylesine yaşanılan ve gerektiğinde aniden bırakılıp gidilecek olan bir yer değildir. Taşıyla toprağıyla birlikte büyüdüğü, güzelliklerini, ağlayışlarını ve hissedişlerini, köşesine bucağına gizlediği, yollarında yürüdüğünde birlikte nefes alıp verdiği bir mekândır. Onun yerli yersiz incitilmesi demek, kendinin incitilmesi demektir, onun geçmişten devraldığı mirasına kötü davranılması ve gereken değerin verilmemesi demek, kendine kötü davranılması ve gereken değerin verilmemesi demektir. Şehir; bu ve daha başka açılardan önemlidir, değerlidir.

Seslerini kaybeden şehirlerin ıstırabı, başkalarını olduğu gibi, edebiyatı hayatının merkezi olarak görüp, dünyaya o pencereden bakanları bu konuda yazmaya, düşünmeye ve elinden somut bir şey gelmese de bu yolla üzülmeye zorluyor. Zira; kendine has seslerini kaybetmeye doğru hızla yol alan şehirlerdeki en büyük tehlike, oralarda yaşayanların da seslerini kaybetmeleri ve hep aynı davranışları göstermeleridir. Yani; maddi anlamda dünyayı yönetenlerin direttiği tüketim malzemelerini tüketmeleri, gündüzü onlar gibi yaşamaları, geceyi onlara benzer şekilde gündüze bağlamalarıdır.

Şehir; zaman içinde çektiklerini anlatır, gördüklerini geçirdiklerini hikâye eder meraklılarına ve onun sesini dinlemek isteyenlere... Sadece taş, toprak yığını ve barınma mekânı olarak görenlere söyleyeceği bir şey yoktur. Yollarından, kalelerinden, tarihi yapılarından, sokaklarından anlam çıkarmak için çaba gösterenler, şehirlerin sunduğu bu sesten, zamana ve insana dair çok şey çıkarırlar. Böyle bakmasını bilenlerin hatıraların da önemli yer edinirler. İlginç bir hayat gözler önüne serilirken, o hayatın tüketildiği şehirler ve o şehirlerdeki mekânlar, oralarda yaşanan hatıralar, birlikte zaman geçirilen insanlar, bir su gibi akıp giden mevsimler ve o mevsimleri dolduran olaylar asla unutulmaz, unutulamaz ve es geçilemez. Mutlaka hatırlanır ve bir tasvir, bir tarif çerçevesinde anlatımdaki yerini alır. Çünkü; “Bir kenti kent yapan en önemli özellik, o kentteki değişik kişiliğe, sevimliliğe, uğraşa sahip insanlardır.” Yine Plutarkhos’un dediği gibi; “Bir şehir, kalesini asla kaybetmez; eğer

Yazar Abdullah Harmancı’nın şehir hakkında yazdığı bir denemesinde anlattığı gibi: “Dünya küreselleşiyor, tektipleşiyor, renksizleşiyor, silikleşiyor. Bu durumun sanata ve edebiyata doğru açılan kolları da var ve o zaman ne yapmamız gerektiği konusunda insan bir fikir sahibi olabiliyor. Tektipleşmemiş, renksizleşmemiş duygulara, fikirlere, acılara, sevinçlere açmamız lazım kalemlerimizi. Edebiyat da başka bir şey değildir zaten. Zihinleri, kapıları, kalpleri, sandıkları açmak, girilmemiş kıvrımlara uzanmak. Bahsettiğimiz hikâyelerde de, bahsetmediğimiz hikâyelerde de buna yakın ıstıraplar bulabiliriz sanırım.”

Gerçi bu toplumların içinde yaşayıp ta, bu durumun farkında olanlar elbette var ve onlar da düşüncenin, estetiğin, şehrin ne demek olduğunun, farklı ve kendine özgü bir şekilde yaşamanın bilincindeler ve hayatlarını buna uygun olarak sürdürmeye çalışıyorlar. Ama ne yazık ki bu tufan bütün bir insanlığı etkisi altına almış ve önüne katmış bir bilinmeze doğru götürmektedir. Her şeye rağmen bu gidişi bir yerde yavaşlatmak için direnmek gerek diyelim ve şehri olduğu gibi kabul edip, buna direnmeyenlere bırakarak, çekip gitmeyi hayal eden şairin mısralarına kulak verelim: 'Azıcık gece alayım yanıma yalnız / serçelerin uykusuna yetecek kadar gece / böcekler için rutubet / örümcekler için kuytu / biraz da sabah sisi / yabani güvercin kanatları renginde / biz artık bunlar olarak gidiyoruz / eylesin neyleyecekse şehrin insanı / şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin / bozuk paraların insanı, sivilcelerin' (İsmet ÖZEL, Erbain, İstanbul, 1992) 61


Şimdilerde ise hanımefendi yerine teyze, beyefendi yerine ihtiyar veya amca biraz kızınca da moruk denilmekte, akranına ve ya muhatabına saygıdan edepten uzak hiçbir anlam ifade etmeyen kelimeler zikredilmektedir. Ulan ve bundan da baya sözler sıradanlaşmış, küfür normal görülür duruma gelmiştir. Çocuklar arsızlaşmış, istediği alınmayan çocuklar sokak ortasında ağlar ve anneye babaya saygısızlık eder hale gelmiştir.

YABANCI GÖZÜYLE OSMANLI VE

TÜRK TOPLUM YAPISI Genç gençliğini bilir edebiyle oturur, çocuk küçüklüğünün farkındalığıyla büyüklerinin yanında sükûtu ezber eylerdi. Nermin TAYLAN

Oysa bundan çok değil birkaç yüzyıl öncesine kadar durum bundan oldukça farklıydı. Kadına hanımefendi, erkeğe beyefendi denir, yaşlıya efendi ve ya efendibaba diye hitap edilirdi. Dosta arkadaşa candan hürmet gösterilir, incinmesin diye naif kelimelerle söz söylenirdi. Bunlar Osmanlı dönemine ait mevcut eserlerimizde çokça zikredilmektedir fakat batılı seyyahların ve yazarların kaleminden de birçok defalar anlatılmıştır. Bakın 19. Yüzyılda İstanbul'da yaşamış Fransız gezgin A. Brayer'in “Neuf annees â Constantinople” isimli eserinde durumu nasıl anlatıyor. Fransız gezginin Türklere yönelik tespitleri oldukça etkileyicidir. “Türk çocukları başka memleketlerdekilere benzemezler. Ne gürültü ederler, ne de ağlayıp dururlar. Şark’ta geçirdiğim üç seneye yakın zaman zarfında hiçbir Türk çocuğunun bağırıp çağırdığını işitmedim. Mektebe gittiklerini gördüğüm yavruların tavırları sakin, yürüyüşleri vakuraneydi (ağırbaşlıydı)” . Birbaşka yazar Guer’de Türk gençleri hakkında şöyle söylüyor;

ir zamanların asil şehri İstanbul, genç neslin eğitimi, nezaketi ve güzel ahlakıyla dünyaya ün salmıştı. Erkeğekadına, gence-yaşlıya, anneye-babaya, dedeye-ataya edilen hitaplar adeta name gibi söylenir karşısındakinin gönlüne sevgiyle inerdi. Özelikle aile büyüklerine büyük hürmet gösterilir, sözlerinin üzerine söz söylemek ayıp sayılırdı. Genç gençliğini bilir edebiyle oturur, çocuk küçüklüğünün farkındalığıyla büyüklerinin yanında sükûtu ezber eylerdi.

“Türk toplumunda, baştan çıkmış, yüz kızartıcı işler yapan çocuk nadirdir. Ana ve baba saygısı çok büyüktür. Aile büyüklerinin sözleri dinlenir. Türklerin pek mükemmel görgü kuralları vardır. Hepsine can-ı gönülden riayet ederler”. Türk dostu olarak bilinen ünlü Fransız yazar, şair ve politikacı La Martine 1897 tarihli eserinde ise Türk çocuklarının dürüstlüğünü şu sözlerle ifade eder; "Çocuklar çok dürüsttür. Sokakta bir şey bulan çocuk derhal sahibini aramaya başlar”. Gençlerin ve çocukların terbiyelerinden başka Osmanlı toplumu, insanları ve sosyal hayatı konusunda, Avrupalı gezginlerin sayısız tespitleri olmuştur. Bunlardan bazıları şöyledir; Tanınmış yazar Edmondo de Amicis ise

sayı//34// mayıs 62


Osmanlı halkını şu ifadelerde ülkesine anlatır; "Tetkîk ve tespitlerime göre, İstanbul'un Türk halkı, Avrupa'nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi, bir yabancı için hiçbir hakaret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur..." Ünlü yazar Du Loir ise yıllarca incelediği toplumsal yapımız üzerine 1650’li yıllarda hazırladığı Seyahatnamesinde Türkler hakkında şu tespitlerde bulunmuştur; "Hıristiyan memleketlerinde, pek yaygın olan küfürbazlık, öfke ve intikam hissi, Türklerde yoktur.” Türkler ve Osmanlı toplumu bazı kötülükleri değil işlemek o kötülüklerden haberdar bile değillerdir.” "Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medenî hayatı, bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir." 1700'lü yıllarda İstanbul'da yaşamış olan Fransız müellif Motray, anılarını kaleme alırken Osmanlı’ya şu şekilde yer veriyor; "Türk dükkânlarında, hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hattâ birkaç kere Beyoğlu'ndaki ikametgâhıma gelmişlerdir." Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, Türkler hakkında şu hükmü vermiştir; "Haksızlık, mürabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür. Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır." 1740 yılında İstanbul’da bulunan İngiliz sefiri Sir James Porter, 1740'ların İstanbul'unu şöyle anlatıyor; "Gerek İstanbul'da, gerekse İmparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medenî insanlardır." Comte de Marsigil isimli bir batılı gözlemcinin anlattığı üzere “Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler” dediği gibi Batı'da dilden dile dolaşan bir tevatür de şöyleydi; "İstanbul'dan bir şey satın alırken tüccarın menşeine dikkat edin; Yahudi ise istediği fiyatın üçte birini, Rum ise yarısını, Türk ise tamamını veriniz!" İngiliz yazar Thornton’un pek çok kez zikrettiği bir tespitide de şöyledir; "Türklerin ahlâkı, çocuklukta, iyilik telkini alarak değil, toplumda kötü örnek görmeyerek gelişir...

F.H.A. Ubucini’nin iki ciltlik “La Türkiye Actuelle” (Türkiye Günlüğü) isimli eserinde ise Osmanlı halkının evlat sevgisini ve evladın da aileye olan saygısını şöyle anlatılıyor; Çocuklarını daha fazla şefkat ve alâka içinde yaşatan bir memleket de bilmiyorum. Sokaklarda çocuğunu omzuna, kucağına alarak yürüyen, onu fazla yürütmekten, yormaktan sakınan çok baba görülür. Ama büyüyen çocuk, babasına büyük saygı gösterir. Emretmedikçe oturmaz. Yalnız “Baba” şeklinde değil, babasının unvanı neyse ‘Efendi Baba’, ’Ağa Baba’, ’Bey Baba’, ‘Paşa Baba’ diye hitab eder. Küçük kardeş, büyüğüne saygı gösterir. Büyük kardeş asla ismiyle çağırılamaz, ‘Abla’ veya ‘Ağabey’ denir ki bizim dilimizde bu kelimeler meçhuldür.” Fransız gezgin Dr. A. Brayer’in “Neuf annees â Constantinople” ismindeki kitabının 1836 Paris baskısının 1. cildinin 224. sayfasında ise Türklerin evlât sevgisi şöyle anlatılır: “Erkeklerde de, kadınlarda da evlât sevgisi çok barizdir. Türklerin hafta tatiline tesadüf eden Cuma günü ve bilhassa Ramazan ve Bayram günleri sokaklarda Müslüman-Türk’ün göğsünü kabartan oğlunun elinden tutup ağır ağır gezdirdiği, çocuk yorulunca kucağına aldığı, daima devam ettiği kahvenin pikesinde yanına oturup şefkatle hitabettiği, evlâdına tam bir ana şefkatiyle baktığı görülür.” Aynı eserin 225. ve 226. sayfasında da Brayer, Türk ve Frenk çocuklarının birbirlerinden oldukça farklı olduğunu şöyle anlatıyor; “Osmanlı’da analarla babaların ve ninelerle büyük ninelerin çocuklarına en tatlı sözlerle hitâb edip en candan ihtimamlarla baktıklarını yukarıda görmüştük. İşte bundan dolayı Osmanlı’da çocuklar yetişip adam oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları hâlde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez, analarıyla babalarından ayrılmakta, mali menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları hâlde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar." Ne diyelim yeniden örnek alınıp takdir edilen bir toplum olmak dileğiyle… 63


iğdemiz mübadele döneminde derin acıların yaşandığı bir yer olmuştur. O dönemde hem ilimizden Yunanistan’a göç edenler için hem de Balkan’lardan gelenler için derin kırılmaların gurbet sancılarının yaşandığı bir dönemdir.

NİĞDE’DE YAŞAYAN

ORTODOKS KARAMANLI TÜRKLERİ Mübadele döneminde Niğde’den mübadeleye tabi tutulanların büyük bir kısmı Karamanlı dediğimiz Türkçe konuşan Türkçe ibadet eden Türk kökenli Hıristiyanlardı. Mehmet BAŞ

Mübadele döneminde Niğde’den mübadeleye tabi tutulanların büyük bir kısmı Karamanlı dediğimiz Türkçe konuşan Türkçe ibadet eden Türk kökenli Hıristiyanlardı. Bizim bu insanlarla ilişkimiz Malazgirt savaşına kadar uzanmaktadır. Savaş esnasında Sultan Alparslan’ın ordusunun Türkçe konuştuğunu gören Karamanlı Bizans askerlerinden bazıları bizim tarafı desteklemişlerdir. Daha önce Balkanlarda ki Türk varlığından rahatsız olduğundan dolayı Türk topluluklarını birbirine karşı kullanan ve kırdıran Bizans’ın yine bu siyaset çerçevesinde Türk kökenli Hıristiyan olan birçok Türk’ü, ordusunda hizmete aldığı ve Anadolu topraklarına özellikle de Kapadokya bölgesine yerleştirdiği bilinen bir durumdur. Bu çerçevede 1071 Malazgirt Savaşı ve sonrasında Miryakefalon Savaşı sırasında Bizans ordusunda görev yapmış binlerce Türk’ten Bizans kaynakları bahsetmektedir. Bizanslıların “Türkopol” dedikleri bu askerler bölgemizde ki Karamanlıların köklerini oluşturmaktadırlar. Anadolu’ya geldiğimizde yüzlerce yıl bu insanlarla aynı köylerde aynı şehirlerde barış içinde yaşadık. Bunda aynı etnik kökene dayanmış olmamızın rolü inkâr edilemez. Köken olarak kuzeyden gelip Bizans’ı kuşatan Kuman, Kıpçak ve Bulgar Türklerinin Anadolu’daki bakiyesiydiler. Bizans’ın uç bölgelerine paralı asker olarak yerleştirilmişler zamanla Hıristiyanlaşmışlardı. Evet, Bir zamanlar Avrupa’yı titreten, atlarıyla boğazı yüzerek geçen, İstanbul’u kuşatan, Roma önünde papaya diz çöktüren Türklerin çocuklarıydılar onlar. Nasıl bugün Moldova’da Gagavuz dediğimiz Gök Oğuz’ların çocukları yaşıyorsa bu insanlarda Anadolu’da yaşayan Hıristiyanlık dinini benimsemiş Türklerdi. Fakat Balkan ve Birinci dünya savaşlarının yaşattığı travmalar ve ardından Yunan işgalinin doğurduğu acılar bizi bu insanlardan kopmak zorunda bıraktı. Bu insanların yaşam alanları genelde Helen kökenlilerin yerine Müslüman Türklere

sayı//34// mayıs 64


daha yakın konumdaydı. Karamanlı Türkleri başka milletlere mensup gayrimüslimlerden farklı olarak, yalnız Türkçe konuşmaları ve yazmalarından dolayı değil, aynı zamanda yaşam biçimleri, gelenek ve görenekleri bakımından da Müslüman Türklerden farklı değildi. Bundan dolayı Osmanlı döneminde Anadolu’da oturan, Türk olan ve Türkçe konuşan Hıristiyanlara Karamanlı, Türk olmayan ve Rumca konuşan Hıristiyanlara ise Rum adı verilerek aralarında daima bir ayırım yapılmıştır. Tarihi kaynaklara baktığımızda Karamanlıların isimlerinin genelde öz Türkçe isimlerden oluştuğunu görüyoruz. Bu isimlere şeriyye sicili defterlerinden ve tahrir defterlerinden birkaç örnek verirsek; Bulgar veled-i Sevundük, Musa veled-i Bulgar, Arslan Karaman, Uğurlu veled-i Karaman, Timur, Melikşah, Karagöz, Kaplan, Yağmur, Aydoğdu, Tanrıvermiş, Bahadır, Tursun bin Turmuş gibi isimlerle karşılaşıyoruz. Bu hemşerilerimizin büyük çoğunluğu İstanbul'da ticaretle uğraşırlardı. Kurdunus Köyü'nden gelenler sabun tüccarı, Aravan'dan gelenler kuruyemişçi, Uluağaç'tan gelenler kabzımal, Niğde'den gelenler zahireci ve peynirci, Fertek'ten gelenler şarapçıydılar. Yüzlerce yıl problemsiz birlikte yaşadığımız aynı havayı teneffüs ettiğimiz Karamanlı Türkleri ile ayrılışımız hemen gerçekleşmedi. O dönemin büyük devletlerinin içerde attıkları fitne tohumları bu insanlardan bazılarını farklı hayaller kurmaya götürdü. Devletimiz yedi düvelle savaşırken kendimizden saydığımız azınlıkların bir kısmı düşmanla işbirliği yaparak bizi sırtımızdan hançerledi. Bu durum milletin sinesinde derin yaralar açtı. Bu insanlardan bazıları din gayreti ile Rum kökenli bazı Hıristiyanların ve Rusya’nın Panislavist politikasının rüzgârına kapılıp devlete karşı ayaklandılar. Yıkıcı ve bölücü cemiyetlerin içinde rol alıp çeteler kurup millete karşı düşmanlık yaptılar. Bu durum bütün azınlıklar için genellenemez tabii ki. İçlerinde ciddi derecede milli mücadeleye destek verip madalya alanlar bile vardı. Fakat yaşanan acıların yoğunluğu o günlerde mübadele kararı alınırken bazı şeylerin görülmesine bir nevi perde oldu. Bu insanların en önemli gönderilme sebebinin Orta Anadolu dışındaki bazı bölgelerdeki Rumların Anadolu işgali sırasındaki ayaklanmaları olduğunu söyleyebiliriz.

Esasında Karamanlılar Anadolu’daki milli Mücadeleye Papa Eftim önderliğinde destek olmuş Fener Rum Patrikhanesinden bağımsızlığını ilan ederek Kayseri’de bir Türk Ortodoks kilisesi kurmuş ve Anadolu’da Ortodoksluk Sedası adıyla bir de gazete çıkararak Türklüklerini dile getirmişlerdir. Aslında ilk başlarda bu insanların mübadeleye tabi tutulması gündem dışıydı. Fakat gelişen olaylar bu insanları da mübadele kapsamında alınmasına yol açtı. Konuyla ilgili olarak Hamdullah Suphi Tanrıöver'in Anıları"nda adı geçen Mahmut R. Kösemihal’ın, Hıristiyan Türklerin zorunlu göçüne ilişkin, "Biz Anadolu'nun bir miktar Hıristiyan Türk'ü ile Hıristiyan Elen'ini ayıran farkları incelemeye vakit bulamadan, mübadele, bir miktar Türk unsurunu Yunanistan'a göçtürdü.."sözü önemlidir. 1923 tarihli Lozan Antlaşması hükümlerince Türkiye'de yaşayan yaklaşık 193.000 Karamanlı Türk, Rum sayılarak zorunlu nüfus değişimine tabi tutuldular. 1924 yılında göç yoluna koyuldular. Atlarla, arabalarla ve genelde yürüyerek Ereğli’de toplandılar. Buradan trenlerle Mersin Limanına götürülüp, kendilerini Yunanistan’a götürecek gemileri beklemeye başladılar. Gidecekleri yerin lisanını bilmedikleri gibi çoğu denizi ilk kez görüyordu. Yunanistan Hükümeti bu insanların Türkçe konuşmalarını yasakladığı gibi saz çalmalarını, türkü söylemelerini, zeybek oynamalarını da yasakladı. Bu insanlar Türkiye'de Rum olarak adlandırılıp mübadeleye tabi tutulurken, Yunanistan'da da "Turko Sporos-Türk tohumu “Yunan adına lâyık olmayan … yarım Hıristiyan … kara dinli …Karamanlılar”" diye aşağılanarak Yunanlı olarak kabul edilmediler. Gittikleri Batı Trakya'da, biraz da Anadolu'yu hatırlamak için olsa gerek, "Karaman" adını verdikleri bir yerleşim birimi kurdular. Büyük bir bölümü hiç Rumca bilmeyen Karamanlılar, Yunanistan'daki yaşama kültürel uyum sağlamakta ciddi zorluklarla karşılaştılar. Yunanistan’a giden Karamanlı Türk’leri orada iki arada bir derede kaldılar. Gittikleri yerde yıllarca gözyaşı döken Semendireli, Mislili ,Kurdunuslu ,Çarıklılı ,Aravanlı hemşerilerimiz hep Niğde özlemi ile yaşadılar. Buradan giderken nice ağıtlar yaktılar. Bu ağıtlardan bir tanesini de şudur; 65


“Kicağaç evleri de vardır garışıh Türklerinen Hiristiyannar barışık ....... narittik ne bulgur aşlık Sevgili yurtları goyup gidelim Ferman böyük yerden hatın edelim Aşığın sadığın dertleri çoktur Derdime dermanım akrabam yoktur Ölümüm çoktur da zülumu haktır Gidelim yavriler haydin gidelim” Aç susuz çöllerde düşün gidelim Ferman büyük yerden hatın edelim Gidelim yavrular haydin gidelim Evlerimiz birer birer sayıldı Şu senede dirliğimiz bozuldu Gidelim yavrular haydin gidelim Aç susuz çöllerde gidelim. Gide gide gundurama gum doldu O sözlerin yüreğime derd oldu Bahça bahça gezdim nar bulamadım Ciğerim yandı da gar bulamadım Erisin dağların garın erisin…..” Buradan giden insanlarla aynı türküleri söylüyor aynı ağıtları yakıyor aynı oyunları oynuyorduk. Onlarda Türkçe konuşuyor Türkçe ibadet ediyorlardı. Onların bizden tek farkı dinleriydi. Onlarda bizim gibi namuslarına düşkün insanlardı. Aslında aynı toprağın çocuğu aynı teknenin hamurlarıydık. Aramıza düşmanlık girdi bizi bizden kopardılar. Bazı Rum milliyetçilerinin iddia ettiği bunların asimile olmuş Rumlar oldukları konusu tarihi gerçeklere aykırıdır. Eğer ortada bir asimilasyon olmuş olsaydı Rumca konuşan büyük bir Rum kitlesinin buralarda yüzlerce sayı//34// mayıs 66

yıl varlığını sürdürmesi imkânsız olurdu. Ayrıca Selçuklu ve Osmanlı döneminde dinsel serbestlik üst düzeydeydi ve hiçbir zaman asimilasyon politikası güdülmedi. Her şeyden önce, Türklerin yalnız Osmanlı İmparatorluğu zamanında değil, ondan önceki zamanlarda da herhangi bir milletin dilini ya da kimliğini zorla değiştirmediği, tarihî veriler ışığında bilinen bir gerçektir. Gönül isterdi ki bu kardeşlerimizde İslam’ı benimseyip bizim dinimize girmiş olsalardı. Fakat dinde zorlamanın olmadığını bilen atalarımız kimseyi zorla Müslümanlaştırmak için çalışmadı. Konuyla ilgili olarak Papa Eftim’in Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin ve çevrelerinin milli mücadelede destekleyici yapıcı hizmetlerde bulunduğunu söylemiştik.. Devletimiz Papa Eftim’i desteklemiş 1923-24’te onun bir Türk Ortodoks Patrikhanesi kurmasına da yardım etmiştir. Papa Eftim’in tezi Karamanlıların atalarının 11.yüzyılda Anadolu’ya yerleşmiş ve Hıristiyanlığı kabul etmiş Türk boyları olduğu üzerine kurulmuştur. Bundan dolayı bu kilisenin görüşünde, Karamanlılar Türklük bilincine sahip olmalı ve Yunan milletinin etkilerinden çıkmalıdırlar düşüncesi hâkimdir. Papa Eftim fener patrikhanesinin herkesi Helenleştirme politikasına karşı bu toprakların bir sesi olarak tarihteki yerini almıştır. Ne yazık ki Yunanistan’da Karamanlı nüfusu, 1924 yılında 1 milyon civarında iken, bugün sayıları iyice azalmış ve büyük çoğunluğu Türkçe’yi tamamen unutmuşlardır. Bugün Bolkar dediğimiz dağın adı buraya çok eski dönemde gelip yerleşen Bulgar Türklerinden dolayı yüzlerce yıl Bulgar dağı olarak söylenmiştir.


Bor ilçemizde ki Bulgarcık Mezarlığı yine aynı Türklerden kalmıştır. Niğde müzesinde bulunan Karamanlılardan Maria Grigoriu’a ait mezar taşı Türkçedir. O mezar taşında Türkçe şu şiir yazar. Sebeb­i mevtim civanıma meram etti felek Genç yaşımda ömr­ü dünyayı haram etti felek Ne tahammül eylesin kardaş, mader, ehl­i ayal Yirmi beş yaşımda ömrümü hitam etti felek Yerde insan ağladı, gökte melekler etti ah Mezarım toprağını amber­i fam etti felek Sebeb­i mevtim olan versin sualim, ağlasın Hak divanında beni mahzun­u aram etti felek Okusun rahmetile ismimi hep halkı cihan Mezarım taşına gözyaşımı kam etti felek Tarihi mevt 1894 Haziran 23 Bölgemizde yaşayan Karamanlılar içlerinde bulundukları durumu yazıyla da ifade etmişlerdir. Evangelinos Misailidis, 1896 yılında basılan bir kitapta bu durumu şu şiirle ifade eder. “Gerçi Rum isek de Rumca bilmez Türkçe söyleriz. Ne Türkçe yazar okuruz ne de Rumca söyleriz Öyle bir mahludi hattı tarikatımız vardır Hurufumuz Yunanice, Türkçe meram eyleriz.” Bilindiği üzere Grek harfleri ile yazılmış Türkçe metinlere "Karamanlıca" adı verilir. Çevremizde birçok yerde Karamanlıca mezar taşı ve kilise yazıtlarına rastlanmaktadır. Karamanlıca basılan ilk matbu eserler 1718'den itibaren İstanbul'da basılmıştır. Basılan eserlerin çoğu dini nitelik taşıyan eserlerdir. Karamanlılardan gazeteci yazar Evangelinos Misailidis'in 1871'de Rum harfleriyle yayımladığı “Temaşa-i Dünya ve Cefakâr u Cefakeş” adlı romanı Türkçenin seyahat-macera türündeki ilk romanı sayılmaktadır. Daha sonra ki dönemlerde Karamanlıca günlük gazetelerde yayımlanmıştır. Eski plak kayıtlarına baktığımızda ve Yunanistan’da yaşayan Kapadokya kökenli bu insanlardan kalan türküleri incelediğimizde Niğde türkülerinin orada da yaşadığını görebiliyoruz. “Pınarbaşı burma burma”, “bastım asmanın dalına”, “ağ gelin” gibi çoğu Niğde türküsü orda ki Karamanlılar tarafından söylenmiştir. Yunanistan’a giden Niğdeli Karamanlıların torunlarından olan Thanasis Papanikolau; aslen Çarıklı Köyünden olan dede ve ninesinden dinlediği türküleri

kendi ağızlarından, 1980 yılında kayıt altına almış. İlimizin Çarıklı ve Konaklı Köyleri ve etrafında, dinlediği ve kayıt altına aldığı bu türkü ve oyunların izlerini arayıp bulmuş. Yaptığı çalışmaları kitaplaştıran ve eski orjinal kayıtlar ile yeniden seslendirilen kayıtların CD'lerini,"Kapadokya'dan Yankılar - Çarıklı'dan Karamanlı Rum Ezgileri" adıyla yayınlamıştır. Türkülerin çoğu, Tesalya Bölgesi Ano Mavrolofo”ya yerleşmiş bulunan Çarıklı Köyü göçmenlerinden derlenip kayda geçirilmiştir. Bu çalışmada geçen bir Andaval ( Aktaş) türküsünü buraya alıntılıyorum. Türkünün sözleri şu şekildedir, “Andaval Bağları sevil yer idi Zalım arabacı atın yörüdü Galganın dibinde yatmaz olaydım Geçen huvardaya bakmaz olaydım Aha, baba su barmaz (varmaz) ol ekini Ben doldurdum Pavlika'nın yükünü Andaval Dağları sevgim getirdim Yüksek gonağıma birgün yatırdım Yağlıgım düştü da ver gız dediler Bin arabaya da sürgün dediler Andaval'ın suyu yüksekten ener Çifte değirmeni altından döner” Bu ve daha nice türkü bize barış dolu sevgi dolu bir geçmişi hatırlatmaktadır. Aynı kilimin desenleri olduğumuzu unutmadan yaratılmış olanı sırf Yaratan’dan dolayı seven bir milletin evlatları olarak bir sevgi ve medeniyet havzasını bu topraklarda kurmuşuz. Allah bize yeniden o eski büyük ayrılık ve gurbet acılarını yaşatmasın. Ve artık bu zaman itibariyle herkes kendi yerinde sağ olsun mutlu olsun huzurlu olsun. 67


KİTAP VE OKUMA Okumak, aynı zamanda zevke, hoşlanmaya, haz almaya dayalı bir etkinliktir Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

kumak üzerine, aralarında çok kıymetli ve güçlü olanından, çok zayıf olanına kadar nice yazılar bulunduğunu biliyor, “mademki bu kadar yazı var, öyleyse neden bir yazı da ben yazıyorum?” diye düşünmeden de edemiyorum. Bu düşünceye rağmen, ömrünün (ilk beş yılı üniversite tahsili olmak üzere tam) 37 yılını akademik hayata, ilkokul 4. sınıftan bu yana da kendisini kitaplara ve okumaya adamış birinin, kitap ve okuma üzerine konuşmaması ve yazmamasının da abes olduğunu görüyorum. Bundan dolayı da hem okuyor, hem yazıyor, hem öğrencilerimi ve etrafımdakileri okumaya ve yazmaya özendiriyorum. Bu kadar yıldır her dersimde öğrencilerime okumanın ne kadar önemli bir etkinlik olduğunu anlatmaktan dilimde tüy bittiğini söylesem yeridir. Öyleyse kitap ve okumak neden bu kadar önemli? Bunun önemini ortaya koymadan, okumanın neden bu kadar değerli olduğunu sorgulamadan, söylenecek her söz boşlukta kalmaya mahkûmdur. Okumak, kültür ve medeniyetin bir gereğidir. Okumadan kültürlü olunamayacağı gibi medeni de olunamaz. Nitekim dinimiz İslamiyet de okumanın önemine dikkat çekmektedir.

*T.C. Atatürk Üniversitesi

sayı//34// mayıs 68

İnancımızın temelini oluşturan Kur’an’a göre insan hayatı, okumakla anlam kazanır. Kanaatimce okumak, insanın gücü nispetinde evreni, dünyayı, insanı anlamaya çalışmaktan ibarettir. Yüce Allah, Hz. Muhammed (S)’e Hıra Dağı’nda ilk ayet olarak “Oku!”yu gönderirken bunu istiyordu. Demek istiyordu ki “Ey Muhammet! (S), Rabbinin sana vermiş olduğu anlama gücüyle önce kendini, sonra çevrende olup bitenleri, sonra dünyayı ve nihayet evreni anlamaya çalış!” Tabii ki O, Peygamber olarak seçtiği bu mümtaz insan vasıtasıyla tüm inananlara ve insanlara aynı mesajı gönderiyordu. Öyleyse okumak, sadece satırlara dökülerek kitap haline gelmiş olan yazıları okumak değil, varlığı anlamaya çalışmaktır. Buna göre okumaktan kasıt, anlamaktır. Peki anlayabilmek için okumak gerekmez mi? Yüce Yaratan, okuyabilmek için yazmayı da öğretmiştir. Nitekim Alak suresinin 4. ayetinde de insana “kalemle yazmayı öğretti”ğini bildirmektedir. O halde anlayabilmek için önce okumayı, sonra da anladıklarını ifade edebilmek için yazmayı bilmek gerek. Buna


göre okumak, önce satırlar halinde yazılıp iki kapak arasına yerleştirilmiş olan kitapları, sonra da onlar vasıtasıyla insanı, dünyayı ve evreni yorumlayarak anlamaktır. Kitap, araştırıp inceleyenin, inceleme ve araştırmalar sonucunda oluşturduğu bilgilerini anlattığı bilgilerden veya yaşadığı sürece edindiği tecrübelerin aktarılmasından yahut hissettiği duyguların kelimelere dökülmesinden meydana gelir. Yani kitap; bilme, tecrübe etme, inceleme, hissetmelerin sonucunda ya bir bilim, ya hatıra, ya deneme, ya roman ya da şiirler olarak somutlaşıp ortaya çıkar. Buna göre evreni okuyabilmek için bilgiye ihtiyaç vardır. Bilgisiz olarak hiçbir şey anlaşılamaz. Kitap, bilginin sonucu olarak yazıldığı gibi, bilgi elde edebilmek için de okunur. Bilgi olmadan düşünce de geliştirilemeyeceğine göre kitap, düşünce oluşturup geliştirebilmek için de gereklidir. Çünkü düşünce de bilgiye dayalıdır. Ancak bütün bunların olabilmesi için de yazılıp ortaya çıkmış olan kitabın okunması gerektir. Yani kitabı, sadece kitaplığımızı süslemek için değil, asıl okumak için almalıyız. Okumak, aynı zamanda zevke, hoşlanmaya, haz almaya dayalı bir etkinliktir. İnsan bir kere okumanın zevkine ulaştı mı artık elinden kitaplar düşmez. Her bulduğu fırsatta okumaya çalışır. Çocukluğumdan çok iyi hatırlıyorum. Elime geçen her şeyi okumaya çalışırdım. Önceleri Tarkan, Kara Murat, Tolga gibi yerli; Tommiks, Teksas gibi yabancı çizgi romanları okumakla başlamıştım okumaya. Bir oturuşta okuyup bitirirdim. Sonra daha ciddi kitaplar ve dergilere yönelmiştim. Hiç unutmuyorum; Şair Nef’i Ortaokulu’nda okurken bir arkadaşımdan Hayat Tarih Mecmuası’nın Yıldırım Bayezid özel sayısını ödünç almıştım. Okuldan çıkar çıkmaz eve geldim. Paltomu bile çıkarmadan hemen sandalyeye ilişip okumaya başladım. Annem ikide bir “oğlum kalk bari paltonu çıkar, terleyeceksin!” demesine rağmen derginin yarısını o vaziyette okudum. Sonra annemin ısrarlarına cevap verip paltomu çıkardım ve kalan kısmını da okuyup tamamladım. İşte bu, okumanın zevkine varmaktan başka bir şey değildi. Birkaç gün sonra Sosyal Bilgiler dersinin konusu Yıldırım Bayezid idi. Öğretmenimiz, konuyu kimin anlatacağını sorduğunda öylesine coşkulu bir şekilde parmak kaldırmışım ki öğretmenimizin dikkatinden kaçmamış. Beni tahtaya kaldırdı.

Tahtaya çıkanlar, en fazla üç-beş, dakikalığına çıkar, konuyu en kestirme tarafından anlatıp otururlardı. Böylece bir derste birkaç öğrenci derse katılır, kalan uzun sürede de öğretmenimiz konuyu anlatıp tamamlardı. Fakat o gün öyle olmadı. Konuyu anlatmaya başladığımda ders yeni başlamıştı. O kadar iştahla anlatıyordum ki öğretmenimiz sözümü kesmedi. Arkadaşlarım pür dikkat dinliyorlardı. Nihayet ders zili çaldığında konu da tamamlanmıştı. O gün öğretmenimiz Yasemin Hanım, ders anlatmadı; bana sözlü notu olarak 10 puan verdiği gibi bir de beni öperek onurlandırdı. Teneffüste bütün arkadaşlarımdan tebrikler aldım. Bu, benim o günden sonra daha çok okumama yol açtı. Okumaya başladığımda etrafla ilgim tamamen kesilir ve tüm dikkatimle okuduğum kitaba odaklanırdım. Hatta annem, sık sık “oğlum kitaba öyle bir dalıyorsun ki ev yansa haberin olmayacak!” diye beni hem sever, hem de teşvik ederdi. İşte bizim toplumumuzda eksik olan taraflardan birinin de kitaba karşı yeterli ilginin gösterilmeyişi ve okumanın bir alışkanlık ve zevk haline getirilemeyişi olduğunu zannetmekteyim.

Öyleyse okumak, sadece satırlara dökülerek kitap haline gelmiş olan yazıları okumak değil, varlığı anlamaya çalışmaktır.

Gelişmiş toplumlarda insanların, evden işe/işten eve giderken bile otobüste, vapurda, trende kitap okuduklarını duyardım. Birkaç yıl önce Orta Avrupa’ya bir seyahatte bulunmuştum. Viyana caddelerini akşam saatlerinde gezerken bir meydandan geçiyorduk. Oldukça geniş olan meydanın etrafını çevirmiş olan binaların kapılarında sıraya girmiş insanlar gördük. Her bir kuyrukta yirmi-otuz insan bulunuyordu. İnsanların bekledikleri bu sıra düzeninde iki üç metre aralıklarla da sokak lambaları bulunuyordu. Eşim rehberimize bunun ne olduğunu sordu. O da burada tiyatrolar bulunduğunu ve insanların da tiyatroya girebilmek için sıra beklediklerini söyledi. Fakat asıl dikkatimi çeken şuydu. Bekleyenlerden her birinin elinde ya bir gazete, ya bir dergi veya bir kitap bulunuyordu. Sokak lambalarının altında beklerken boş boş etrafı seyretmek yahut birbirleriyle lak lak etmek yerine okumayı tercih ediyorlardı. Böylece ilmel-yakîn olarak bildiğimi aynel-yakîn olarak da görme ve bilme fırsatı da bulmuş oldum. Türk toplumunda ise bu alışkanlık henüz oluşturulabilmiş değil. Bizler, akademisyenler olarak kitabı, işimizin bir gereği olarak okuyoruz. Yani kitap okumak, bizim işimiz. Ama bilimsel yayınların dışındaki roman, 69


Bizler, akademisyenler olarak kitabı, işimizin bir gereği olarak okuyoruz. Yani kitap okumak, bizim işimiz.

deneme ve şiir tarzında yazılmış kitapları okumayı da sevip iş dışındaki vakitlerimizin önemli bir bölümünü bu tarz kitaplar okumaya ayırmalıyız diye düşünüyor ve kendi hayatımda bunu uygulamaya çalışıyorum. Sözgelimi seyahatlerde boş durmayıp kitap okuyorum. Beklemek zorunda olduğum hastane gibi yerlerde yanımda bulundurduğum kitabımı okuyorum. Oysa çoğu insanımızın seyahat sırasında veya bekleme esnasında boş durduğunu veya uyuduğunu görmekten rahatsızlık duyuyorum. İstiyorum ki uçağa, trene, otobüse, minibüse, vapura binen öğrenci, öğretmen, memur, amir, işçi, işveren, ev hanımı, emekli… kısaca toplumumuzun her kesiminden insanın elinde bir kitap bulunsun ve sadece bulunmakla da kalmasın ve herkes, elindeki kitabı okusun. Bizde okuma oranı, maalesef çok düşük. Kişi başına yılda altı saat ayırabiliyormuşuz kitap okumaya. Oysa televizyon için günde altı saat, internet için de günde altı saat ayırabiliyormuşuz. Bunlar uydurulan değil, istatistiklerden elde edilen rakamlar. Japonlar ise okumaya günde altı-yedi saat ayırıyorlarmış. Amerika ve Avrupa’daki ülkelerin ortalamaları da aşağı yukarı böyleymiş. Okumanın yanında yazma oranları da elbette ki onlarda bizden çok yukarılarda. İşte o zaman dünyayı da evreni de insanı da onlar bizden iyi biliyor ve anlıyorlar ve doğal olarak da evrene egemen oluyorlar. Francis Bacon, boşuna “bilmek, egemen olmaktır!” dememiş ve Batılılar da 16. asırdan bu yana bu ilkeyi boşuna şiar edinmiş değiller. Bizim ne dünyaya, ne de evrene egemen olmak gibi bir iddiamız da gayemiz de yok. Ama toplumumuzun ileri seviyedeki ülkelere ulaşabilmek ve onlarla bilgi, bilim ve teknoloji üretiminde rekabet edebilmek için okumaya ve yorumlamaya ihtiyacımız var. Batılılar, yazıyor, okuyor, öğreniyor ve uyguluyorlar; sonra da yapıp ürettiklerini bizim gibi ülkelere pazarlıyorlar. Böylece bütün dünyayı ellerinde

sayı//34// mayıs 70

tutuyorlar, yani dünyaya egemen oluyorlar. Oysa onların kültüründe ve inançlarında okumayı, bilimle, felsefeyle uğraşmayı isteyen bir yapı yok. Onların dinlerinde mistisizm var. Buna mukabil bizim kültürümüzde okumak önemli. Çünkü her şeyden önce bizim kutsal kitabımız olan Kur’an, “Oku!” diyerek bize okumayı ve anlamayı emrediyor. Bizden, öncelikle bilgili olmamızı, okumamızı, kendimizi yetiştirmemizi istiyor. Evreni anlayabilmek için nazariyeler üretmemizi, buluşlar ve keşifler yapmamızı teşvik ediyor. Kur’an’a inanan bizler ise onun gösterdiği bilim yolunu bir türlü bulamıyoruz. Çünkü kitap okumaksızın, bilgi elde edilmeksizin evren anlaşılamaz, insan tanınamaz. Yani sosyal bilimler de pozitif bilimler de bilgiye, kitaba ve öğrenmeye dayalıdır. Okumamaya, öğrenmemeye devam ettiğimiz sürece güdülmeye mahkûm oluruz. Güdülmemek için okumayı, düşünmeyi alışkanlık haline getirmemiz elzemdir. Nitekim bu teşviklere uyan ilk Müslümanlar, okuyup, öğrenip, çalışıp yorularak 9. Asırdan itibaren muazzam bir medeniyet kurmuşlardır. Milletimiz de İslamiyet’i kabul ettikten itibaren bilgi, bilim ve felsefe yolunda çok gayretler göstermiş, ülkeleri sadece kılıçla ve silahla değil, bilgiyle de fethetmişlerdir. Gittikleri her yerde medreseler, hastaneler, kütüphaneler kurmuşlardır. Ne zamanki medreselerden bilimi, felsefeyi uzaklaştırmışsak -ki bu 17. yüzyılın başlarıdır- o zamandan itibaren ilerlemenin yerini gerileme almış. Batılılar ise Ortaçağ boyunca içinde yüzdükleri karanlıkların içinden bizim kültürümüzden aldıklarıyla Rönesans gerçekleştirmiş ve yeni bir çağa girerek -ki bu da 17. Yüzyıl başlarıdırbilimde, düşüncede, teknikte ve sanayide fevkalade ileri bir konuma ulaşmışlardır. Son yıllarda aradaki mesafeyi kapatmaya başladık. Ama daha çok çalışıp onlara yetişmemiz ve genç nüfusumuzla onları geçmemiz gerek. Bu, bizim inancımızın ve kültürümüzün de bir gereğidir. Bunu yapabilmek için de toplum olarak daha çok okumamız, yazmamız; sadece pozitif bilimlerde değil, aynı zamanda sosyal bilimler, düşünce bilimleri ve sanatta da kendimizi geliştirmemiz gerekmektedir. İnanıyorum ki gelecek nesillerimiz, bu idealimizi gerçekleştirecek azim ve kararlılığı kendilerinde bulacaklardır.


33 “OTUZ ÜÇ”

“yirmi dört… yirmi altı…” “…rızası için, başın gözün…” Bir çift göz görüyorum. Acımak mı? Değil. Boş boş bakıyorum sadece. Hissizim.

İbrahim BAŞER

“yirmi dokuz…” Yirmi dokuz? Olmamalıydı. İkişer gidiyordum. Sil baştan: “Bir, iki, üç…” “Rızası” kalıyor aklımda, bir de “sadaka” öyle ortalık yerinde zihnimin… Cebimdeki elime bozuk paralar temas ediyor. Çapaklı gözlerin sahibinin hak iddia ettiği ve artık birazı da benim olmayan bu… Ooff, bırak bunları! “on yedi, on sekiz, on dokuz…” “-Abi saatin var mı?” Var, ne olacak, hem sana ne benim saatimden, denmiyor işte: “- Yedi buçuk”, yürüyorum mutad…

ene dönüyor. Sağ elimin başparmağıyla işaretparmağı arasından ve diğer üç parmağın üzerinden sıkıntım akıyor boncuk boncuk… “Bir, iki, üç, dört…” Sonu başı belli olmayan halkavî cisim, boncuklarını üst üste yığıyor… Güneş; kırmızı boncukların her birinden ayrı ayrı bakıyor gözlerime… Her boncukta yeniden doğuyor ve her boncukta yeniden batıyor döndükçe. “…çıt… çıt… çıt…” “İki, dört, altı…” Göğsümde, tam da îman tahtamın orada bir yerde galiba kurşundan bir yumru var. Her boncuk, erimiş bir kurşun damlası olup bu yumruya ekleniyor. Yumru büyüyor ve büyüdükçe içim daralıyor. “… on iki, on dört…” Behey gafil, tam da burayı mı buldun genzini boşaltacak, yâ sabır! Bak, bak, bak! İki satır kafa dinlenmez bu memlekette… Açma şunun sesini o kadar a güzel kardeşim; senin ‘…rin narin’in beni alâkadar etmek zorunda mı? Kalk hadi, burada oturulmaz artık, tenhalara gitmeli. “on sekiz, yirmi…” Sıkıntı içimde oldukça tenhalara kaçsan ne çâre, yâ Rabbi tahammül! O vakit tenhalaşmak mı gerek acaba? Ben ne diyorum yahu! “yirmi iki…” Kırk türlü kuş olsa, gelip omuz başımda şakısa boş, a serçecik! Sen şu curcuna içinde bana hangi öksüz neşelerin haberini vermedesin? Git başımdan miniğim, boşa gayret!

“yirmi bir, yirmi iki…” Sağ ayakkabımın rengi daha mı koyu, yoksa solun üzeri daha mı tozlu? Adam sen de, ayağın kabı değil ayakların kendisi bile aynı değilken bu simetriklik derdi nereden çıktı şimdi? “ yirmi üç…” Burası? Hay Allah; Esnaf Hastanesinden sola dönecektim, bak taa nerelere… “ yirmi dört, yirmi beş…” “-Selamünaleyküm”. Bu ak sakal, bu ihtiyar çehre, bu toprağa eğilmiş baş, baston sesi… “-Aleykümselam” Dedem geldi aklıma, rahmetli. “ yirmi yedi…” Karşımda Süleymaniye, minarelerinde ezan… Yürüyorum. “ yirmi dokuz, otuz…” Dünya aynı dünya, atılan omuzların şiddeti değişmiş değil. Yanımdan geçen öksürük sesinin sahibi, dublajını geniz temizleme efektiyle noktalıyor gene. “…eşhedüenlailahe… otuz iki, otuz üç, imame!” Yüzümde su serinliği, şadırvan… Ulu mâbed. Islak saçları alnım halıya değince hissediyorum. Duâ… Biliyorum dışarıda gene (…) fesuphanallah! Sübhanallah… Sübhan… Yâ Rab, bilmiyorum; içimdeki kurşun kütle hâlâ oralarda olabilir. Ama biliyorum, kırmızı boncuklar kurşundan damlalar olup iman tahtama damlamıyorlar artık. Elhamdülillah… El hamd! Ve biliyorum, sıkıntı da feraha ermek de senden… İyi ve kötü, güzel ve çirkin senden…Cehennemi yaşatmak ve Cennete kavuşturmak senden… Allahuekber… Allah Hu! 71


MOLDOVA’DA

ATM’DE UYUMAK

Gidebildiğim kadar yol gitmeyi planlıyorum. Nitekim sınıra hava kararmadan ulaştım. Sınırı yürüyerek geçtikten sonra gelen araçlara otostop çektim ve biri beni sınıra yakın Edinet şehrine bıraktı. Zaferullah YILDIRIM

krayna’ya ikinci ziyaretimi de yine otostopla tamamlamıştım. Planım aslında Ukrayna’nın Odessa şehrine gitmek Karadeniz sahilinin nasıl olduğunu bir de Ukrayna’dan görmek istemiştim. Turun ortalarına doğru sabah erkenden Lviv şehrinden yola çıktım. Plan akşama Moldova’ya girmek. Gidebildiğim kadar yol gitmeyi planlıyorum. Nitekim sınıra hava kararmadan ulaştım. Sınırı yürüyerek geçtikten sonra gelen araçlara otostop çektim ve biri beni sınıra yakın Edinet şehrine bıraktı. Şehirde couchsurfing’den kalacak yer arasam da bulamadım. Saat oldu 23:00 Ben halen bir yer bulamadım. Aklıma polise gitmek geldi. Polise gidip yardım istediğimde, kıt İngilizcesiyle burası otel mi diyerek beni gönderdi. Aklıma daha önce Barcelona’da ATM’de sabahladığım geldi. Neden olmasın diyerek çevredeki ATM’lere bakındım. Bir tanesi hem kart ile açılıyor hem de içeriye çok fazla insan girmiyordu. Kartımı kullanarak içeri girip biraz bekledim. Saat 24:00’ra geldikten sonra mat ve uyku tulumumu kullanarak uyumaya doğru koyuldum. Saat 3e doğru çok gürültülü bir sese uyandım. Gözlüğümü el yordamıyla bulduktan sonra bir baktım ki ATM kapısında 3 adet elinde ağır silahlı polisler beni bekliyor. Heyecanla bana kapıyı aç işareti yapıyorlar. Kalktım kapıyı açtım. Benim ellerimi tutarak kenara doğru itti. Daha ne olduğunu anlamadan bana Rusça bir şeyler söylemeye başladı. Ya bir dur bismillah dememe izin vermeden konuşmaya devam ettiler. Dillerini anlamadığımı söyledim. Onu anladıklarını da çok zannetmiyorum. 10-15 dakikaya kalmadan bir kadın geldi. Benimle İngilizce konuşmaya başladı. Şükür sonunda İngilizce bilen birilerine denk geldik dedim. Kadın burada neden yatıyorsun dedi. Dedim kalacak bir yerim yok. Otele neden gitmedin diye sordu param yok dedim. Polise niye gitmedin dedi. Gittim, burası otel mi dediler. Pasaportumu kontrol ettiler, çantamı didik didik ettiler. Ve içeri nasıl girdiğimi merak ettiler. Elimde bir Türk bankasına ait kartı kullanarak kapıyı açtığımda yüzlerindeki şaşkınlığı görmeniz gerekirdi. Sanki dünyanın kurtaracak bir icadı dünyaya açıklamışım gibi yüzüme şaşkınlıkla bakıyorlardı. Galiba bilmiyorlardı başka bankanın kartının kapıyı

sayı//34// mayıs 72


açabildiğini. Beni nasıl bulduklarını sordum. Çünkü içerisi bayağı geniş bir yerdi. Ve ben en köşeye geçmiştim. Normal şartlarda beni bulmaları çok mümkün değildi. Kameraları gösterdiler. İçerde yaklaşık olarak 4-5 adet gizli kamera varmış. Beni 3 saat sonra fark etmeleri de güvenlik seviyesinin bir göstergesiydi sanırım. Burada yatmaya devam edebilir miyim diye sordum, olmaz yanıtını verdiler. Saatin de bu arada 4 olduğunu belirtmem gerekiyor. Havanın aydınlanmasına 3 saat var. Ne yapabilirim diye sorduğumda bu bizim problemimiz değil diyerek, beni de dışarıda bırakarak gözden uzaklaştılar. Ben de dışarıda 24 saat açık bir kafeterya bularak güneşin ilk ışıklarını bekledim. 7 gibi otostopa başladım ve Kişinev’e geçtim. Sanırım bazen plansız şekilde ülkeleri dolanmak başımızı belaya sokabiliyor. KAZAKİSTAN’DA 1400 KM'LİK OTOSTOP YOLCULUĞU

Kazakistan gezdiğim ülkeler arasında gerçekten beni çok etkileyen bir ülkeydi. Gerek kültürü, gerek insanların yardımseverliği, gerek tanıştığım insanlar hepsi beni çok etkilemişti. Yalnız bir olay var ki unutmam imkansız. Kazakistan’ın Kuzeybatısında Aktobe diye bir şehir var. Orda couchsurfingde kaldıktan sonra önümüzde 1500 km’lik bir yol vardı. Kazakistan devasa bir ülke ve ülkenin çoğunu çöller oluşturuyor. Örneğin Aktobe şehri ile Kızılorda şehri arası 1400 km ve tamamen çöl. Arada küçük küçük yerleşimler ve benzin istasyonları olsa da genel olarak çöl. İlk olarak ben ve arkadaşım Enes’in gitmemiz gereken 100 km doğuya ve 1400 km güneye doğru

yol gitmemiz gerekiyordu. Hava karlı ve çok soğuktu. 100 km yolu kolayca gitsek de 1400 kmlik yolu gitmemizin kolay olmayacağının farkındaydık. En son Karabatak şehrine ulaştık ve hava da kararmıştı. Otostop yapmamızın hayli zorlaştığını tahmin edebiliyorsunuzdur. Çevrede 2 tane benzinlik, 1 de otel vardı. İlk başta en yoğun olan benzinliğe gittik. Gelen tırcı ağabeylerle konuşup onları ikna etmeye çalıştık. Lakin bizim yönümüze giden araçlar olmadığından, olanların da 1400 km yolu bizle gitmek istemediklerinden bir türlü gerekli aracı bulamıyorduk. Biz de benzinlikte oturup gelen tırcılarla muhabbet kurmaya çalışıp bizi almaları için ikna etmeye çalıştık. 2-3 tane Türk şoförlere denk gelsek de bizim tam tersi yönümüze gittikleri için onlarla beraber gidemedik. Ve gelen şoförler de uyumaya geliyor, sabah erkenden yola çıkıyorlar. 2 saat orda beklesekte bir şey bulamadık. Benzinlik çalışanları da bizden rahatsız olacaklar ki bize sert bir tavırla gitmemiz gerektiğini söylediler. Biz de onlara sert bir şekilde karşılık verip oradan ayrıldık. Dışarıdaki tırlara bakarak yeni gelen var mı yok mu diye kontrol ettik. Fakat bulamadık. Sonrasında diğer benzinliği kontrol etmeye gittik. Orda da bir çok Kıpçak Türkü, Kazak Türkü ağabeylerle karşılaştık. Bize yemek ısmarlayıp cebimize harçlık koysalar da araç konusunda yardımcı olamadılar. Orada da 2 saat öldürdükten sonra dışarıya çıkıp son şanslarımızı deneyelim dedik. Bulamazsak artık -10 derecede çadır kurmayı deneyecektik. Benim hevesim bayağı kırılmış ve araç

Kartımı kullanarak içeri girip biraz bekledim. Saat 24:00’ra geldikten sonra mat ve uyku tulumumu kullanarak uyumaya doğru koyuldum

73


bulacağımız konusunda ümidim kalmamıştı. Enes en son gelen bir arabaya el etti. Ben arkamı dönmüş bu da durmayacak nasıl olsa derken bir de baktım tır durdu. Hemen arabaya koştuk. Nereye abi? Dedi Almatı’ya. Abini 2000 kmlik yolu var. Dedik bizi Kızılorda’ya atar mısın? Atarım dedi. Tır, araba taşıyan tırlardan. Arkasında yaklaşık olarak 6 tane sıfır ve ikinci el araçlar var. Muhtemelen satılacak. Abi arkadaki araçlardan birine geçebiliriz dedik. Çok soğuk olur dedi. Abi hiç problem değil uyku tulumlarımız var dedik. Olur mu olmaz mı derken kendimizi arabalardan birinin içinde bulduk. Gece çok soğuk olduğu için çok uyuyamadık. Halbuki abi de anahtarı bize vermişti. Benzini harcamayalım diyerek arabayı da çalıştırmadık. 8 saatlik bir yolculuktan sonra araba durdu. Biz de indik araçtan. Kahvaltı yapmaya geçtiğimizde abiye çok soğuk olduğunu söyledik. Oğlum manyak mısınız çalıştırsanıza arabayı dedi. Biz de ikiletmedik. Araca geçtiğimizde direkt çalıştırıp klimayı çalıştırdık. Sonraki 18 saati daha sıcak bir şekilde geçirdik. Tam 26 saat yolculuk yaptık. Hayatımda yaptığım en uzun otostop yolculuğunu çok ilginç bir şekilde yapmış oldum. Yolda olmak ve yolda olmanın verdiği haz tahmin edilemeyecek kadar tahmin edilemeyecek kadar güzel bir duygu. PODGORİCA’DA TRABZONSPOR MAÇI

Balkanları otostop ile turlar iken twitter’dan Trabzonspor basketbol takımının Podgorica şehrinde basketbol maçının olduğunu gördüm. sayı//34// mayıs 74

Ben de Kotor şehrindeyim. Şehre 200 km mesafedeyim. Gider miyim gidemez miyim diye plan yaptım. Nitekim iki gün sonra Podgorica şehrine ulaştım. Stadı bulduktan sonra içeri girdim. İçerde benden başka bir Trabzonspor taraftarı yok. Ben de sırt çantalı bir şekilde içeri girmişim. Potansiyel bir tehlike oluşturuyorum adamlar için. İlk girdiğim zaman çantamı ve benim üstümü iki üç kez aradılar. Ve sürekli pasaportumu kontrol edip durdular. En sonunda benim zararsız olduğuma kanaat getirmiş olacaklar ki beni bir yere yerleştirip başıma da 2 tane polis dikip beni bıraktılar. Maçın başlamasına doğru sporcular sahaya girdi ve beni gördüklerinde çok şaşırdılar. Bu çocuk burada ne yapıyor diye, üstelik Bize Her Yer Trabzon atkısını açmış! Beni selamladılar. Yaklaşık yarım saate maç başladı. Maç Trabzonspor’un üstünlüğü ile sona erdi. Ben de bizim takımın her sayısında kalkıp alkışlıyorum, her alkışladığımda da Podgorica taraftarlarının dikkatini çekiyorum. Maç bitti, ben yine Trabzonspor atkısını açtım. Bu sefer beni bekleyen polisler benim yanımdan ayrıldılar. Maç biter bitmez dört beş tane taraftar yanıma gelip bana heyecanla birkaç şey söylemeye başladılar. Ben de dayak yeme korkusuyla çantamı aldığım gibi dışarı fırladım. O sırada 10 kişilik bir grup da beni kovalamaya başladı. Ben de kaçmaya başladım. On beş dakikalık bir kovalamadan sonra yorulmuş olacaklar ki beni kovalamayı bırakıp gözden uzaklaştılar. Şimdi mesele kalacak bir yer bulmaktaydı. Hostel baksam da kalacak bir yer bulamadım.


Çadırın yanımda olması insana bir güvence veriyor. Diyorsunuz ki en kötü çadır kururum, geceyi orda geçiririm. Nitekim çok gürültülü olmayan, çok da fazla insanın geçmediği bir park bulup çadırı attım. İki üç metre uzakta müzik çalıp söyleyen gençlere denk geldim. Abi şimdi başımıza iş almayalım diye yanlarına gidip selam verdim. İki üç konuştuk. Alkol aldıkları için selam verip yatmaya geçeceğimi belirttim. Onlar da selam verip ayrıldılar. Gece iki üç civarında selam verip konuştuğum kişilerden biri çadırın yanına geldi. Çadırı tekmelemeye ve bağırmaya başladılar. Çadırın içinde ne biçim korktuğumu ve tedirgin olduğumu tahmin edebiliyorsunuzdur. Elime çakımı alıp çadırın tam ortasında durdum. Gitmemeleri durumunda polisi arayacağımı söylesem de bırakın aramayı, polisin numarasını bilmiyorum. Çocuklardan birisi çadırın içerisine kendisini almam için çok dil dökse de bu saatte bırakın onu içeri almamı, çok yakın bir arkadaşım gelse onu bile içeri almam! Ve çok alkollü olduğu hem sesinden hem de çadırın içine gelen kokudan belli. 15 dakika bekledikten sonra sesler kesildi. Çadırın fermuarını açıp acaba gittiler mi diye dışarı baktığımda kolumu bir el tuttu. Gitmemişler. Bir korkuyla kendimi içeri attım. İçerden bağırdım. Nitekim sonra gittiler. Gezi hayatım boyunca en dehşetengiz gecelerden birini yaşamıştım. Zaman zaman insanın başına kötü şeyler gelse de bu kötü olaylar insanın gezme isteğini azaltan şeyler olmayacaktır ve olmamalıdır. Bu yazımda bolca kötü olaylardan

Balkanları otostop ile turlar iken twitter’dan Trabzonspor basketbol takımının Podgorica şehrinde basketbol maçının olduğunu gördüm. Ben de Kotor şehrindeyim.

bahsetmiş olsam da bir çok daha güzel olaylar yaşadım. Bunları dile getirmemin temel sebebi bunların birer anı olması, çok değerli anılar olmasıdır. Diğer yazımda nasipse Hindistan- Sri Lanka’ya dair anılara başlayacağım. İnsanın içindeki gezme isteğinin, dünyayı keşfetme isteğinin hiç bitmemesi dileğiyle. 75


stanbul’da yine bir fetih yaşanıyor. Kış bahara bir kez daha mağlup olurken, rengarenk giysilerini kuşanmış nebâtat orduları İstanbul’u yeniden teslim alıyor. Kış, doğanın üzerine serdiği görkemli beyaz gelinliğini toplayarak yavaş yavaş veda ederken, yerini bir kez daha bahara devrediyor.

MÂTEM TUTAN RUHLARA

NEŞEDİR İSTANBUL Beşikteki bebekten, bastona düşmüş ihtiyarlara kadar kim varsa havanın güzelliğini fırsata çevirmek için Emirgan Korusu’na koşmuş. İstanbullular, asfalt ve ucube beton yığınları arasında unuttuğu toprak kokusunu ciğerlerinde hissediyor. Bir tarafta gelinler damatların kollarında kartpostallık pozlarını verirken, öte tarafta bir koşuşturmaca ki sormayın; Sabri GÜLTEKİN

“Gizli bir el” yine kâinat sahnesini süslüyor; papatyaların, erguvanların, eriklerin tomurcuklarını patlatıyor. Hava, su ve toprak kora bürünmüş cemre kokuyor. Nisan yağmurları, ölüm uykusundan henüz uyanmışların üzerine çiseliyor. Kış, doğanın üzerine serdiği görkemli beyaz gelinliğini toplayarak yavaş yavaş veda ederken, yerini bir kez daha bahara devrediyor. Karanlık bulutların yerini masmavi gök, nebatatın üzerine kırağı bırakan ayazların sertliğini yağmurlar alıyor. Mutluluk ve hüzün durmaksızın yer değiştiriyor. Mâtem tutan ruhlara bir neşe üfleniyor. Lâlı dildar, dildarı teslimiyete mihmandar kılıyor. DOĞADA FESTİVAL ZAMANI

Festival başlıyor; tezgâhlar şenleniyor… Soğuklar kırılıyor, fırtınalar duruluyor, sular vadilere akıyor, kırlangıç ve telli turnalar kanat çırpıyor, güneş tepeden bakıyor, nevruz ateşleri yanıyor, böcekler emekliyor, ağaçlar dal sürüyor, çiçekler açıyor derken 7 Nisan’daki Kırlangıç Fırtınası da geride kalıyor. Anadan üryan nebâtat, “kün” emrini duyunca, yavaş yavaş davetkâr elbisesini giyiniyor. Sarkıtıyor dallarını Adem nesli koklasın, doysun ve olsun diye. Tabiat canlanıyor, insanlık hoyratlık ikliminde ölüyor. Kaprisler, sürprizler, kaoslar ve çelişkiler mucizeleri perdeliyor. Teslimiyet ruhunu giyinenler ise şükür için secdeye kapanıyor. Bunlar kâinatın sahibinin düzeni. O, öyle arzulamış; düzeni ve düzensizliği bir arada yaratmış. Aya, güneşe, semaya ve nebâtata değişmez emirleriyle hükmederken, insanı üstün kılmak için bir fırsat vermiş. Ruhuna bir cüzi irade, önüne doğru ve eğrilerle dolu bir sermaye koymuş. “Size bağışladıklarımla beni şaşırtın, kudretimi kanıtlayın…” demiş. Adem’in çocukları, “kâlû belâ”dan beri iyilikleriyle de, kötülükleriyle de “yoktan var eden”i şaşırtıyor!.. Yaradanın, en büyük sayı//34// mayıs 76


hediyesi “eksiklik fıtratı”nı musibetten nimete çevirenlerle, ihtiraslarının kölesi olup “Rablerine ortak koşanlar”ın yarışı devam ediyor. CÖMERTLİK HER YERDE…

365 gün insanlar borçlanıyor kâinata, fakat kâinat alacaklı değil. Çünkü siliniyor bütün borçlar, her bahar yeniden geldiğinde. Cömertlik toprağın altını-üstüne getiriyor, suya, havaya ve her zerreye siniyor. Mükemmele koşanlar arınsın, bahar gibi ölümden uyansın diye. Her sabah önce baharı müjdeleyen tan yeri ağarıyor ve arkasından binbir çeşit tondaki yemyeşil mucizeler denizi yarılıyor. Gelinliğini giymiş tomurcuklar, sevgilinin üzerine çiselediği gözyaşlarını duvağını açarken farkediyor. Ve sessizce; “kavuştuk” diyor. Sonra; çocuk kokulu rayihalarını esen bâd-ı sâbâ rüzgârlarına bırakıyor. Kâinat şenleniyor. Papatyalar uçsuz bucaksız meralarda boy veriyor. Karların beyazlatamadığı kirli şehirlerde, asmalar duvarlara tırmanıyor. Eflatunlu erguvanlar, kan kırmızısı yediverenler, pencere önlerini süsleyen mor yapraklı fesleğenler mutluluk iksiri saçıyor. Toprağın betondan kaçabilen yerleri çimen kokuyor. Bûselerle semaya salıverilen uçurtmalar, buraklar gibi şaha kalkıyor. “AŞK MAKAMI”NDA DİRİLİŞ

Kırlangıçlar, telli turnalar ağızlarındaki “gül senfonisi”ni sonsuzluğa esen poyraza bırakıyor. Okyanuslara düşüyor dürdane, kıtalara düşüyor “gül” oluyor. Kâinat bir kez daha yeniden doğuyor. Yüreğimiz, yüzümüz, gözümüz bahar

oluyor. Bahar, ateşe odun taşıyanların tafrasına inat, bizlere “aşk makamı”nda dirilişi anlatıyor. Cümleler, daha önce hiç yanyana gelmemiş mucizeleri resmediyor. Sonsuzluğa dair haberler veriyor. İSTİKAMET EMİRGAN KORUSU

Bugün 9 Nisan; İstanbul soğuk günlerin ardından bahara merhaba demenin coşkusunu yaşıyor. İnsanlar karınca misali, sel olup sokak ve caddelere akıyor. Fatih Fevzipaşa Caddesi her hafta sonu olduğu gibi akan insan kalabalığında boğuluyor, araçlar gıdım gıdım Vezneciler, Taksim’e ve Eminönü’ne doğru ilerliyor. Daha işin başında varılacak menzile kolay ulaşmak için havayı iyi koklamak gerekiyor. Emirgan Korusu’na ulaşmanın en cefasız yolu Yenikapı-Hacıosman Metro Hattı’nı kullanmak. Vezneciler İstasyonu’ndan İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) yaklaşık 25 dakika sürüyor. Bir 25 dakikada İETT ile yolculuk yaptıktan sonra 50 dakikada Emirgan Korusu’ndayız. Bu yolculuğu 15 yıl önce Boğaz’ın sahil güzergâhından yapmış olsaydık zannediyorum 3-4 saatimizi yollarda harcamamız gerekirdi. Bu anlamda hakkını teslim etmek lâzım; “Büyükşehir Çalışıyor” artık slogan almaktan çıkmış, icraata dönüşmüş. TOPRAK KOKUSUNU ÖZLEMİŞİZ

Öğlen vakti ulaştığımız koruda büyük bir hareketlilik yaşanıyor. Beşikteki bebekten, bastona düşmüş ihtiyarlara kadar kim varsa havanın güzelliğini fırsata çevirmek için buraya koşmuş. Her taraf cıvıl cıvıl. İstanbullular, asfalt ve ucube beton yığınları arasında unuttuğu 77


toprak kokusunu ciğerlerinde hissediyor. Boğaz’ın esintisi eşliğinde mekâna dalga dalga ağaç ve lalelerin rayihası yayılıyor. Bir taraftan gelinler, damatların kollarında kartpostallık pozlarını verirken, öte taraftan bir koşuşturmaca ki sormayın; Emirgan Korusu bayram yeri. İnsan, memleketin üzerinde aylardır dolaşan karabulutların bir anlığına da olsa burada unutuyor. Çocuklar enva-i çeşit lalenin arasında koklaya koklaya, dokuna dokuna kelebekler gibi dolaşıyor. Ağaçların dallarında koşuşturan sincaplar da onlara eşlik ediyor. Beyaz Köşk’ün yanındaki havuzlu meydana geldiğimizde hareketlilik iyiden iyiye festivale dönüşüyor. KADİR BAŞKAN DERT DİNLEDİ!..

Alanı dolduran kalabalık, teveccühleri sayesinde 28 Mart 2004’ten bu yana İstanbul şehreminiliği yaparak güzelliklere imza atan Kadir Topbaş beyefendiyi can kulağıyla dinliyor. Topbaş açılış konuşmasında, düzenledikleri Lale Festivali’nin ilkine değinerek, “2005’te ‘Lale Evine Dönüyor’ projesine başlattığımızda bizi ‘Ne gerek var, Lale Devri mi yaşayacağız?’ diye eleştirdiler. Fakat şimdi görüyorum ki, hiç ara vermeden yaptığımız bu festivalleri başlatmakla ne güzel iş yapmışız. Lale bizim çiçeğimizdi. Ama yabancı gezginler lale soğanını yanlarında götürdüler ve laleler orada açmaya başladı. Sonrasında bu topraklarda lale unutulmaya başlanınca sanki lale yabancı bir çiçekmiş gibi sayı//34// mayıs 78

algılandı. İşte biz o algıyı kırdık ve laleyi öz vatanına kavuşturduk. Bizim için GÜL çiçeği nasıl Peygamber efendimizi temsil ediyorsa, LALE de Allah’ı temsil eder. Ecdadımız lale çeşidini 1500’e kadar çıkartmış. Fakat biz ancak 200’e kadar ulaşabildik. Bugün 20 milyon yerli lale soğanı hem ekolojik dengeyi sağlıyor, hem de İstanbul’u süslüyor” ifadeleriyle hizmetlerinin yol hikâyesini özetliyor. MESCİD KÜÇÜK, SIKINTI BÜYÜK

Başkan Kadir Topbaş konuşmasının ardından Lale Festivali’nin açılışını temsil eden lale özlerinden elde edilen gıda boyalarıyla hazırlanmış yaş pastayı çocuklarla kesiyor. Sonrasında ise kesilen pastadan çocuklara afiyetle yedirerek, laleden oluşan el sanatları sergisini geziyor. Festivalin açılış programı lale kokuları arasında devam ederken, biraz ilerdeki mescitte öğle namazı için ezan okunuyor. Namazda gözü olanlar ezan sesine doğru yöneliyor. 452.000 (dört yüz elli iki bin) metrekarelik alanın içindeki minnacık mescide ulaşanlar, büyük bir hayal kırıklığına uğruyor. Herkesi secdeye gidecek bir yer bulma telaşı sarıyor. Cemaat, yeşillikleri kendine seccade edip, lalelerin arasında bayıra doğru yılan eğrisi saflarla namazını eda etmeye gayret ediyor. Namazın sıhhatine halel getirecek sıkıntılar arasında selamlar verilip; lale kokusuna ermenin şükrü tazim ediliyor. Mescid konusundaki içimi sıkın bir dert varken bu da iki oluyor.


İSTANBUL’UN KALBİNE SAPLANAN GÖKDELENLER…

Neyse... Program alanına dönüp, başkan Topbaş’ın kestiği yaş pastadan hisseme düşen kısmını afiyetle yiyoruz. Sonra halkın içinde dolaşıp, onların sevinç ve dertleriyle hemhal olan başkan Topbaş’ın omuzuna bir dost samimiyetiyle ellerimi uzatıyorum. Başkan kendisine yapıştırılan yaftalara hiç aldırış etmeden, şehremini olduğu güzel şehrin güzel bahçesini süsleyen çocuklarla baharın neşesini yaşıyor. Başkana, “elit”lerin arka bahçe olarak kullandıkları bu mekânları halka açmalarından dolayı teşekkür ediyorum. Arkasından biraz önce sıkıntı olan mescid konusunu açıyorum. Öncelikle böyle büyük bir alana bu kadar küçük mescidin yetersizliğini dile getiriyor, sonra da daha önce katıldığım bir galada aynı ızdırabı yaşadığım Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’ndaki mescid bahsine giriyorum. Başkan, Emirgan Korusu’ndaki mescidin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde açıldığını söylüyor. Arkasından da benim talebime benzer taleplerin kendilerine sık sık geldiğini, fakat Anıtlar Yüksek Kurulu’nun bir çivi dahi çaktırmadığını, dolayısıyla çözüm üretmenin imkânsızlığını aktarıyor. Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’ın kendi uhdelerinde olmadığını, fakat ilgileneceğini ifade ediyor. Başkanı bu yoğun ve güzel günde daha fazla meşgul etmemek için müsaade isteyip, Emirgan Korusu’nun terasından Sarı ve Pembe Köşk’leri derin düşünceler arasında yeniden keşfetmek üzere ilerliyoruz. İstanbul’un kalbine hançer gibi saplanan ucube gökdelenler karşısında susan Anıtlar Yüksek Kurulu, elzemliği tartışılma götürmez yapıların imarına karşı çıkıyor. Demek ki, uzun yıllardır iktidar olan AK Parti’nin bazı konularda muktedir olmama süreci hâlâ devam ediyor. EMİRGAN KORUSU ZİYARETÇİLERİNİ BEKLİYOR

On yedinci yüzyılda , 4. Murat, Revan Kalesi’ni ele geçirdikten sonra, kalenin kumandanı olan Emir Han’ı bağışlayarak, Emirgan’da ikamet etmesine izin vermiş. Bundan sonra bu bölgenin adı Emirgan olarak anılmaya başlanmış. Emirgan Korusu, Hıdiv İsmail Paşa tarafından da bir süre kullanılmış. Bu sırada Sarı Köşk, Beyaz Köşk ve Pembe Köşk

Emirgan bayram yeri. Festival başlıyor; tezgâhlar şenleniyor… Soğuklar kırılıyor, fırtınalar duruluyor, sular vadilere akıyor, kırlangıç ve telli turnalar kanat çırpıyor, güneş tepeden bakıyor, nevruz ateşleri yanıyor, yaptırılmış. 1943 yılında tamamen halkın kullanımına açılan Emirgan Korusu, İstanbul’un en sevilen yerlerinden birisi haline gelmiş. 90 tür ağaç ve birçok bitki türüne ev sahipliği yapan koru, piknik alanlarından çocuk oyun alanlarına, fitness alanlarından spor sahalarına ve doğal yürüyüş parkurlarına kadar birçok aktivite imkânı sunuyor. Dört mevsim doğanın İstanbullulara armağan ettiği en zengin renk tonlarını barındıran koru, tüm doğal güzelliklerinin yanı sıra her yıl lale mevsiminde “Geleneksel İstanbul Lale Festivali”ne ev sahipliği yapıyor. 161 çeşit soğanlı bitki ve eşsiz mekânın içindeki köşkler, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı BELTUR tarafından restaurant ve kafeterya olarak işletiliyor. İşletme, açık büfe kahvaltı ve yemekleriyle misafirlerine doyumsuz lezzetler tatma imkânı sunuyor. ETKİNLİKLER İSTANBULLULARI FERAHLATTI

1 Nisan 2016 günü başlayan ve 30 Nisan’a kadar devam eden İstanbul Lale Festivali kapsamında Emirgan Korusu, Kadıköy Göztepe 60. Yıl Parkı ve Sultanahmet Meydanı çeşitli etkinliklere sahne oldu. “İstanbul’da Lale Zamanı” sloganıyla düzenlenen festival kapsamında, pencere önlerindeki saksılarda, parklarda, meydanlarda, bahçelerde milyonlarca lale açtı; İstanbullular lalelerle bir kez daha hasret giderdi. 79


SAPANCA’NIN BALKONUNDAN

ŞEHRE BAKMAK Bir yaz günü ailece öğleden sonra İstanbul’dan yola çıkıp Sapanca’ya gelip göl kenarında güzel bir yürüyüş yapacaksınız. Mehmet MAZAK

apanca’yı ilk defa 1983 yılında henüz 12 yaşımda iken İstanbul’a yaptığımız bir otobüs yolculuğunda gördüğümü hayal meyal hatırlıyorum. Sapanca’ya ilk seyahatim ve tanışmam ise üniversite yıllarımda 1993 yılında arkadaşlarımla bir hafta sonu trenle gittiğimiz piknik ve gölde yüzme şeklinde gerçekleşmişti. 2010 yılından itibaren Sapanca’ya dostlarımız sayesinde nufuz etme ve yakından tanıma şansına sahip oldum. Bu makalemde sizlerle Sapanca ve Sakarya’ya farklı bir pencereden bir tepeden bakacağız ve şehrin bize neler fısıldadığı keşfe çıkacağız. Bir yaz günü ailece öğleden sonra İstanbul’dan yola çıkıp Sapanca’ya gelip göl kenarında güzel bir yürüyüş yapacaksınız . Göl kenarındaki kalabalığın arasında yürüyüşünüz esnasında dondurmacı, mısırcı, baloncuların vb. esnafın canhıraş bağırtıları arasında ve gölden yükselen nemin sizi yavaş yavaş halsiz bıraktığına şahit olacaksınız. Göl kenarındaki kafeteryalardan birine otorup çocuklarınız dondurma ve mısırlarını yerken sizde çay ve kahfenizi yudumlarken zamanın burada ne kadar yavaş aktığına şahit olacaksınız. Buradan şehrin merkezine gidip Eker Lokantasında ailece her damak tadına uygun farklı alternatiflerin olduğu yemeğinizi bir güzel yiyeceksiniz. Yemeğin üzerine tahinli ve cevizli kabak tatlısını muhakkak yemeniz gerekir. Yemekten sonra Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı Rüstem Paşa tarafından yaptırılan Rüstem Paşa camiinin şadırvanında buz gibi su ile abdest alıp namazlarınızı eda ettiğinizde artık vaktin tamamlandığını Sapanca’nın balkonuna çıkma zamanının geldiğini söyleyebilirim. Nafiz Aksu “Ne tepeler tırmandık, ne tepeler seninle, gecelere ıslıklarımızla meydan okuyarak... kırağılar buza dönüşmeye başladığında, şafaklara yuva kurduk eteklerinle” diyor ama biz tepelerin eteğindeki şehir merkezine değil yuva kurulmuş zirvelerine yolculuk yaptırmak istiyorum sizleri. Sapanca’nın içinden arabanızla yola çıktığınızda İlmiye, Fevziye, Şükriye, Memnuniye, İkramiye tabelalarını takip ederek ceviz ağaçları ve fındık bahçelerinin arasından İlmiye’deki villaları geride bırakarak Şükriye köyüne yol alırsınız. Günümüzde insanların yoğun olarak yaşadığı köy merkezi değil eski Şükriye köyüne

sayı//34// mayıs 80


(Murat Köprüsü) çıkacaksınız. Bir zamanlar Osmanlı döneminde Rumların yaşadığı daha sonra Kafkasya’dan Batum’dan gelen göçmenlerin yerleştirildiği bu eski yerleşim yeri Şehrin taraçası, Sapanca’nın balkonu gibi her yeri görebileceğiniz bir coğrafi güzelliğe ve özelliğe sahip bulunuyor. Bu köyde Batumi göçmenlerinin dostluğu, muhabbeti, samimiyeti sizi doğup büyüdüğünüz toprakların kokusunu almanızı sağlayacaktır. Yukarıdan çok yukarıdan İnsanlara değil ama hayata, ya da bir şehre tepeden bakmanın çok güzel bir duygu olduğunu anlıyorsunuz köyde. Burada kestane ve ıhlamur ağaçlarının arasından uçsuz bucaksız fındık bahçelerinin olduğunu göreceksiniz. Yeşilin laciverte çalan renklere büründüğü ikindi vakti Sapanca Gölü’nü temaşa edecek ve ovanın ortasından yılan gibi kıvrıla kıvrıla akıp giden Sakarya Nehri’ne güneşin yansıması ile kilometrelerce uzaktan seyr etme lütfuna ereceksiniz. Bu manzara karşısında hemen dilinizden Necip Fazıl Üstad’ın : “İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak” dizeleri dökülüverecek. Şehre tepeden baktığınızda Sakarya’nın ve Sapanca’nın bir başka güzel olduğuna şahitlik edecek ve bu şehre olan muhabbetinizin

“Şehre tepeden bakmak gibiydi onu sevmek. Uykulu sesinde bahçelerle tanış olmak gibiydi” diyerek mırıldandığınızı hissedeceksiniz. Sapanca’nın balkonunda yer alan kestane ve ıhlamur ağaçlarının olduğu yerde kuracağınız bir kamp çadırında akşamı karşılayacak, odun ateşinde kaynattığınız çayı yudumlarken şehrin ışıklarının size uzaktan göz

Gökteki binlerce yıldızı tutmak için elinizi uzatmak isteyeceksiniz

81


PANORAMA 1453 TARİH MÜZESİ

“KURGU VE GERÇEKLİK”

İSTANBUL’UN FETHİ BURADA OKUNUR

Bir tarafta Fatih Sultan Mehmet ilk defa 21 yaşında resmedilmişken karşısındaki surlarda Ulubatlı Hasan bayrağı surların tepesine çıkartırken görülmektedir. Salih DOĞAN*

* Panorama 1453 Tarih Müzesi Müdürü

sayı//34// mayıs 82

ünyanın bir çok ülkesi, Türkiye’nin yakın komşuları da dahil panorama tekniği ile savaşlar ve tarihsel olayları anlatan müzeler kurdular. Biz de hem ülkemiz hem de dünya tarihi açısından önemli bir dönüm noktası olan İstanbul’un Fethini Panoramik resim ile anlatmak istedik. Tarihçilerin, sanat danışmanlarının katkıları ve sekiz ressamın üç yıllık yoğun çalışması neticesinde, bilinen panorama anlayışını tümden değiştiren bir eser ortaya çıktı. Gerek resim tekniği gerekse ana temayı destekleyen üniteler ile başarılı bir sergileme anlayışı ve artırılmış gerçeklik duygusu ortaya çıkmış oldu. Dünyada bir çok örneği bulunan fakat ülkemizin ilk, dünyanın ise tam panoramik tek müzesi olma özelliğini taşıyan İstanbul Panorama 1453 Tarih Müzesi’ni sizinle paylaşmak istiyorum. KURGU ÖYKÜSÜ

Bilindiği gibi resim ve fotoğraflar sadece bir ânı belgeler ve anlatırlar. Panorama 1453 oluşturulurken seçilen o ânın yeniden doğru kurgulanması da çok önemli idi. Bir an içinde gerçekçilikten uzaklaşmadan, mümkün olduğunca çok bilginin verilmesi, bu ânın doğru seçildiğini ve kurgunun doğru yapıldığını göstermektedir. Bir tarafta Fatih Sultan Mehmet ilk defa 21 yaşında resmedilmişken karşısındaki surlarda Ulubatlı Hasan bayrağı surların tepesine çıkartırken görülmektedir. Bir tarafta şahi toplar resmedilmişken diğer tarafta rum ateşi ve hücum kuleleri görülmektedir. Balkan coğrafyasında gümüş madenlerinde çalışmış ve lağımcılar diye tabir edilen askerlerin kazdığı tüneller, surların tahrip edilmesi sahneleri kurgulanarak ve birçok ayrı anlatım dili tek bir âna sığdırılmıştır. Bu nedenle birden çok farklı zamandaki anlatımın aynı sergileme alanı içinde yer alması kurgusunun ne kadar özenli yapıldığı göstermektedir. Kurgu da dikkati çeken önemli detaylardan biri de İstanbul’un kutsal mekan simgesi Ayasofya’nın Şâhi topun ateşiyle yıkılmış surlar arasından gösterilmesidir. Kurgunun en önemli ve öne çıkan detayı ise bir savaş anının her yaş gurubundan izleyicilerin tümüne hitap edebilmesidir. Bu açıdan çocuklar da düşünülerek kan ve dehşet sahnelerinden arındırılmış bir anlatım dili seçilmiştir. Kurguda dikkat edilen diğer özellik ise savaşın muhatapları olan Bizans’a dair her hangi bir küçültücü aşağılayıcı görselin yer almamasıdır.


Panorama müzelerinde kendi tarihsel değerlerini öne çıkarmak açısından savaşa giren diğer ülkeleri aşağılayacak sahnelere yer verilmemelidir. Bu açıdan panorama 1453 Savaşın ağır yenilgisini bir tarafa yükleyen aşağılayan sergilemeden uzak durmayı kendine hedef edinmiştir Bunun tarih algısı ve bu medeniyetlerin devamı niteliğindeki toplumların hafızaları açısından da önemli olduğunu düşünüyorum. İstanbul’un Fethi denince akla pek çok enstantane gelmektedir. Elbette panoramik resim hazırlanırken bu enstantanelerin tamamına yer vermek mümkün değildi. Bunun için öncelikle en önemli enstantaneler kurguya dahil edilmek üzere seçildi. Bundan sonraki aşamada kurgunun gerçeklikle en güçlü münasebet kurularak hazırlanması için yapılanlarla ilgili proje koordinatörü Mimar Haşim Vatandaş’ın sözlerine kulak verelim: “Çalışmanın başında, hem Bizanslıları hem de Osmanlıları iyi görebileceğimiz bir bakış noktası seçmek çok önemliydi. Aslında her ikisine de aynı yakınlıkta olmak daha ilginç olurdu, ama surların ortasında bir bakış noktası seçmek bizi çok sıkıntıya sokacaktı. Bu yüzden surlara 30-40 metre kadar dışarıdan bir bakış noktası belirledik. Bölge olarak da yüksek bir noktada karar kıldık. Bu daha geniş bir alanı görmemizi sağladı. Surlara uzaklığımız ise surların büyüklüğünü belirledi. Daha yakına girsek surlar, kubbede dönüşün başladığı sınırlara girecek ve eğri görünecekti. Birçok parametreyi değerlendirerek bakış noktamızı kesinleştirdik Sonra o noktadan 360 derece fotoğraf çektik. Bakış noktası yüksekliğimiz 3,5 metreydi. Böylece ufku yukarı çekerek resim alanını da artırmış olduk. Çektiğimiz fotoğrafın 1453 deki durumu nasıldı. Önce arka planı oluşturmak için bu düşünceyle işe başladık. Sonra aynı sahneleri birkaç defa çizerek, hatta tekrar tekrar bozup yaparak bir çalışma başladı ve bu çalışma kesintisiz tam 3 yıl sürdü.” “Dünyadaki panoramalarda bizim surlarda yaptığımız kuleler kadar büyük geometrik objeler olduğunu hatırlamıyorum. Biz önce bu yüksek kulelere, yukarı doğru biraz perspektif verdik. Yani üst bölümlerini biraz daralttık. Yan yana iki kulede bunu yaparsanız aralarındaki boşlukta bir terslik oluşuyordu, üst bölüm genişliyordu. O zaman iki kuleyi birbirine doğru üstten büktük. Bir terslik olduğunu

hissettik ama 1/10 makete böyle yaptık. Maketi oluşturunca izledik ve yanlışımızı anladık. Kuleler arkaya doğru yatık görünüyordu Anladık ki, Panoramalarda dikey yönde perspektif yapılamaz. Panorama kendi perspektifini kendisi oluşturmaktadır. Kulelerin alt bölümde genişliği ne ise üst bölümde de aynısını yaptık. Kulelerin üst bölümleri, izleyiciye resimde de uzak kaldığı için, gerçekçi perspektif kendiliğinden oluşmaktaydı 2350 metrekarelik panoramik resim alanı tam 1304 parçaya bölündü. Atölyede hazırlanan resimler, polyester kabuk olarak oluşturulan kubbedeki numaralanmış yerlerine monte edildi. Bu 1304 kanvas parçanın ek yerleri iskele üzerinde rötuşlanarak resme son hâli verildi Kubbe çalışması için mühendislerimiz tarafından özel bir iskele tasarlandı. Bu, bir ayağı merkezde sabit, kendi etrafında 360 derece dönebilen bir iskeleydi. İskelenin bir tam dönüşünde resmin her noktasına ulaşmak mümkün oluyordu. Resim için en önemli konulardan birisi de aydınlatmaydı. Diğer panoramalarda ışık hep yukarıdan, ziyaretçilerin görmediği boşluktan yönlendiriliyordu. Resim dünyada ilk defa yarım küre şeklinde uygulandığından dolayı aydınlatmayı yukarıdan yapmak mümkün olmadığından aşağıdan aydınlatma zorunluluğu ortaya çıktı. Bu konuda da perspektif konusunda olduğu gibi, yine maketlerden istifade edildi

Anladık ki, Panoramalarda dikey yönde perspektif yapılamaz. Panorama kendi perspektifini kendisi oluşturmaktadır.

Özetle, panorama 1453 kurgusunun planlama sürecinin kolay olmadığı ve mühendislik bilgileri ile tasarlandığı görülmektedir. KURGU VE GERÇEKLİK İLİŞKİSİ Şimdi gerçekçiliği anlatabiliriz. Panorama 1453 uzun araştırmalar, tarih danışmanları, ön maketler gibi iyi bir ön hazırlık dönemi sonrasında oluşturulmuş bütün aşamalarında Tarih danışmanları ile birlikte çalışılmıştır. Kıyafetler aksesuarlar dönemin uygun özelliklerine göre resmedilmiş olması yüzden mekanda gerçekçilik duygusu yakalanmıştır. Yapılan özel aydınlatma sayesinde gerçekçilik duygusu artırılmıştır. Dünyada ilk kubbeli panorama özelliğini taşıması nedeni ile gerçeklik hissi diğer panoramalara göre çok daha fazla artırılmıştır. GERÇEKLİK

Müze platformunda üç boyutlu eserlerin yer aldığı kısımda, özellikle fetihte çok önemli bir 83


yaşındaki hâlini elde edebilmek için bilgisayar teknolojisiyle gençleştirme yöntemi uygulandı Gerçekliğe Dair İki Anekdot Proje Koordinatörümüz Haşim beyin yaşadığı bir anektod;“Tam o günlerde panoramanın içine iki güvercin girmiş. Güvercinlerin büyük ağacın dallarına ve surların üzerine konmak için büyük çaba harcadıklarını gördük. Bu bizi çok heyecanlandırdı. Gerçeklik duygusunu yakalamak için özveri ile çalışmamız karşılık bulmuştu. Arkadaşlar arasında, panoramayı kuşlara kabul ettirdik diye espri yaptık. Bu, insanların da aynı şekilde etkileneceklerinin belgesiydi.”

Resim dünyada ilk defa yarım küre şeklinde uygulandığından dolayı aydınlatmayı yukarıdan yapmak mümkün olmadığından aşağıdan aydınlatma zorunluluğu ortaya çıktı.

rol oynayan toplar ön plana çıkartıldı. Nitekim İstanbul surları bu toplar tarafından yıkılmıştır. Üç boyut platformundaki toplar ve diğer objeler yüzeyi sertleştirilmiş strafordan imal edildi. Özellikle kılıç, kalkan, ok, yay, miğfer gibi savaş araç ve gereçlerinin gerçekliğine büyük önem verildi ve bunların detayları üzerinde hassas çalışmalar yapıldı. Panoramik resimde gerçeklik duygusunu artırmak için resmin en altında, izleyiciye en yakın noktada bulunan figürlerin boyları diğer figürlere nisbetle biraz büyük tutuldu ve 1,90-2 metre civarında tasarlandı. En uzaktaki figür boyları 5 cm kadar oldu. Daha küçük figür, 14 metre uzaklıktan görünmediği için yapılmadı. Resim içerisinde tasarlanan insan figürlerinin gerçekliğini maksimum hâle getirebilmek için özellikle yakındaki figürlerle ilgili, mimari özellikte bir de canlı model kullanıldı. Resimde yer alan figürlere kostüm de giydirilerek fotoğraf çalışması yapıldı. Bilhassa izleyiciye yakın olan yüzlerde canlı model kullanıldı. Bu çalışma 360 derecede hakim olan resme ifade zenginliği kazandırmış oldu. Fatih Sultan Mehmet'in simasında Venedik'teki Dükler Sarayı'na da birçok tablolar yapmış olan Venedikli ressam Gentile Bellini (1429-1507) tarafından yapılan yağlı boya tablosu esas alındı ancak söz konusu resimde 47 yaşındaki hâli görülen Fatih Sultan Mehmet'in 21

sayı//34// mayıs 84

Benim başımdan geçen enteresan bir olayı da sizinle paylaşmak istiyorum. “Havanın yağmurlu olduğu bir gün platformda bulunuyordum. Platforma yeni çıkan ziyaretçi grubunun önündeki kadın misafirimiz, birden tekrardan dışarı çıktığını sanarak binaya girerken kapattığı şemsiyesini açtı. Birkaç saniye sonra aslında dış mekanda olmadığını fark edip şemsiyesini kapattı ve bu gerçeklik duygusunu sağlayan resmin görkemine kendisini bıraktı” Başta Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız Sayın Kadir Topbaş olmak üzere, Panorama 1453 Tarih Müzesi’nin kurulmasında emeği geçen Elif Sanat Yapımcı Ali Osman Emirosmanoğlu,Biat İnşaat,Proje Koordinatörümüz Mimar Haşim Vatandaş ve ekibine (Ramazan Erkut,Yaşar Zeylanov,Oksana Lenka,Attila Tunca,Hasan H.Dinçer,Mehmet Efe,Ahmet Kaya )Müze’nin Müdürü olarak da şükranlarımı ifade etmek istiyorum.Sekiz sanatçının üç yıllık uyumlu çalışmasıyla ortaya çıkan müzemiz, dünya panoramaları arasındaki “dünyanın ilk ve tek tam panoramik müzesi”olma özelliği ile müstesna yerini alarak İstanbul’un ve Türkiye’nin turizmdeki marka değerine önemli bir katkı sağlamıştır. İslam tarihi ve dünya tarihi bakımından çok önemli bir hadise olan “İstanbulun Fethi’ni ve Fatih Sultan Mehmed Han’ı genç nesillere , gelecek kuşaklara anlatan öğreten ve yaşatan bir müze olarak var olmaya devam edecektir. Kaynak: “Fiction and Reality in Panorama 1453” 2016 Yılı Eylül ayında MacaristanSzged Şehrinde İPC Uluslararası Panorama Konferansında Bildiri olarak sunulmuştur. Mimar Haşim Vatandaş -Proje Koordinatörü Attila Tunca- Üç Boyutlu Uygulamalar Fotograflar:Müze Arşivi


GÖZNURU

TEZHİP SERGİSİ Nisan ayında , Ankara’da TBMM Mustafa Necati Kültür Evi’nde “Göz Nuru” isimli Tezhip Sergisi açıldı. El emeği göz nuru eserler, tablolar sergilendi. Fatma DERİN

nkara Asitane tezhib sanat gurubu tarafından düzenlenen Serginin organizasyonunda görev alan,ANKARA ÜNİVERSİTESİ-DTCF Kütüphanecilik bölümünden mezun ve "SÜLEYMANİYE KÜTÜPHANESİ VE YAZMA ESERLER" tezi ile EMILY DEAN ÖDÜLÜ sahibi, Kültür Bakanlığı Tezhib sanatı belgesi sahibi Tezhib Sanatçısı Müzehhibe Hümeyra Akakuş Yücel ‘in baş hocalığında ve 14 yıldan beri yetiştirmekte olduğu öğrencilerinden daha önce icazet almış olan, tezhip sanatçıları

Esra Dolgun, Emine Kumkaya, Gamze Kılıç, Halime Çepni ve son icazetli tezhip sanatçısı Ayşe Neslihan Kutluca ile birlikte açmış olduğu sergide ülkemizin nadide hattatlarının 60’ın üstündeki yazıları tezhiplenerek sergilendi. Geleneksel sanatlardan tezhip sanatında icazet töreninin de yapıldığı sergide Müzehhibe Ayşe Neslihan Kutluca’ya törenle icazet verildi. 18-23 Nisan tarihleri arasında açık olan,çoğunluğu klasik tezyinat üslubundaki birbirinden güzel,besmele, Hilye-i Şerif,Esma-ül Hüsna, kıt’a vb. değişik formlardaki eserin yer aldığı sergi büyük ilgi gördü. Sanatçı Hümeyra Akakuş Yücel ,15Temmuz şehitler anısına ithafen çalıştığı tablo için şunları söyledi :Sanatçılar eserlerini verirken elbetteki toplumda yaşanan olaylar onları derinden etkiler.Ben de 15 temmuzdan sonra nasıl bir çalışma yapabilirim diye düşünürken selalardan yola çıkarak bogaziçi köprüsü bagımsızlığı simgeleyen kuşlar tuğra besmele(Türk –islam sentezi)derken.Köprüden açılan ateş ölümü simgeleyen boynu bükülmüş bir lale (ecdad mezar taşlarında kullanmış)Ama gözyaşları beyaz altından dökülürken şehitlerimiz tezhip çiçeklerine dönüşüyor.Köprünün ayağında Erol Üçok ayni hatayi çiçeğinin küçüğü –baba oğullar ya…Abdullah Tayyip Üçok.İlhan Varank Daha sonra Turksad Arkadaşımın eşi Ahmet Özsoy Ömer Halis Demir Gölbaşında şehit olan kızlarımızdan Kübra Cennet Seher Sevda Zeynep Gülşah Demet…Şehitlerimize cennet vaad edilmiyor mu?Herbiri bir cennet çiçeğine dönüşmüş….Söyleyecek başka sözüm yok.Devletimiz daim olsun. Tüm şehitlerimizin mekanı cennet olsun… Sergi açık olduğu bir hafta boyunca yoğun ilgi gördü..

ŞEHİR SERGİ

BİR SANAT SERGİSİNİN ARDINDAN

85


u sayımızda, milli musikimizin ‘’askeri’’ alanında emsalsiz bir kuruluşumuz olan ‘’Mehteran-ı Osmani’’yi bütün özellikleri ile tanıtmak istedim. Zevkle ve heyecanla okuyacağınızı ümid ediyorum.

MEHTER

“TARİHİMİZİN MERT SESİ” Mehter, bizim milli tarihimizin ve kültürümüzün çok değerli, derin, köklü, özlü bir kuruluşudur Mustafa YAZGAN*

‘’Mehter’’ kelimesini duyduğumuz anda, güncel hayattan koparız. Hafızamız, hayallerimiz bizi alır, ufukların ötelerine, ilkel devletlere medeniyet götürdüğümüz çağlara, Kanuni’nin Belgrad Kalesine, Mohaç Ovasına, Almanya topraklarına. Boğdan’a, Budin’e, Avusturya’ya, Zigetvar Kalesi’ne götürür. Yahya Kemal : -Aldım Rakofça kırlarının hür havasını, Duydum, akıncı cedlerimin ihtirasını… derken fon müziği tâ uzaklardan yankılanır.. ‘’Estergon Kalesi.. Subaşı durak.. Kemirir gönlümü bir sinsi Firak..’’ Hayal edin ! Ruhunuzun ekranında canlandırın.. Yüzbin kişilik pırıl pırıl bir ‘’Fetih Ordusu’’… Davet edilmiş.. Vahşi bir saldırgan devlet, gözüne kestirdiği mağdur ve mazlum bir Avrupalı devlete sataşıyor. Mağdur ve mazlum Avrupa devletinin Osmanlı ile saldırmazlık ve korunma antlaşması var. Osmanlı’dan yardım istiyor. Yüzbin kişilik medeniyet ve barış ordusu… Başında Sultan.. Sancaklar, tuğlar.. Bin kişilik ‘’Çevgenler’’ (marş söyleyenler).. ‘’Zurnazenler’’ (zurna çalanlar), ‘’Boruzenler’’(boru çalanlar), ‘’Nekkâreler’’ (davullar-küçük kösler) ve en arkada atlar veya develere yüklenmiş ‘’Büyük kösler’’… sefere çıkıyorlar. _Mehterbaşı! Hey.. Hey!. Çenesine kadar inen gür bıyıklı mehterbaşının sesi bölükleri aşıyor : -Haydi! Ya Allah! Tüyler diken diken olmuştur. Dağlar, tepeler, ovalar, vadiler gümbür gümbür bu ses güzelliğini ve ritmini dinlemektedirler. Bu ihtişam, daha savaş başlamadan zalimlerin, saldırgan orduların morallerini (kuvve-i mâneviyelerini) bozmağa yetmektedir. Cihad’a musiki eşliğinde yürüyen Osmanlı’yı, ancak asil Osmanlı ruhuna sahip olanlar anlar.

*Araştırmacı-Gazeteci-Yazar

sayı//34// mayıs 86

Mehter, bizim milli tarihimizin ve kültürümüzün çok değerli, derin, köklü, özlü bir kuruluşudur. Tarihi başlangıcı, 7. Yüzyılda yazılmış, Orhun Anıtlarına kadar


uzanmaktadır. Dünya’nın ‘’askeri tarih’inde bir ilk’tir. 18. Asır’dan başlayarak, Avrupa Devletleri tarafından ‘’Yeniçeri Müziği’’ adıyla benimsenen Mehter’imiz, önce Polonya’da, sonra Avusturya’da taklit edilmeye çalışılmıştır. Bestekar Mozart ve Haydn, bu muhteşem müziğin etkisinde kalarak, dünyaca meşhur eserlerinde ‘’Mehter besteleri’’ yazmışlardır. Alman Bestekar Beethoven, ‘’Büyük Senfoni’’sinin son bölümünü, ‘’Mehter’’imizin kös, davul ve zurnasıyla kompoze etmiştir. Avusturyalı bestekar Mozart’ın meşhur ‘’Türk Marşı’’ Osmanlı Askerlerinin ‘’Allah..Allah’’ nidaları ile nakaratlanmıştır. Mozart’ın bu marşını, mehterimizin bir cenk havasından adapte ettiğini biliyoruz. Viyana Kraliyet Orkestrası şefi Christoph Gluek, Prensin sarayında verdiği haftalık konserlerinin arasına ‘’Mehter Besteleri’’ni almış ve orkestrasında çaldırmıştır. Bunlar gibi, Alman Bestekarı Wagner, bir ‘’Mehter Konseri’’ni dinlerken heyecanlanmış, kendine hakim olamayarak ‘’İŞTE! MUSİKİ BUNA DERLER! ‘’ diye haykırmıştır. Biz, büyük, asil, soylu ve gerçek medeni bir milletiz! İnsanlığa dinî, milîi, ilmî, estetik, ahlakî, hukukî ve siyasî nice orijinal (kaynak) hakikatler ve teşkilatlar sunmuşuz. Giysileri, yürüyüşleri, çalgı ritimleri, ses ve söz güzellikleri, yanında bilhassa düşmanlara korku ve dehşet, dostlara cesaret, heybet, gurur, güven ve sevinç veren psikolojik ve san’atsal etkisi sebebiyle ‘’Mehter’’imiz, tarihimizin mert sesi olmuştur. Konuyu sonlandırmadan önce, ‘’Mehter Marşlarımız’’ın çok büyük heyecanla dinlenen sözlerini de yazmak istiyorum.

Genç kızlarımız, delikanlı oğullarımız, çocuklarımız, torunlarımız, bu muhteşem sözleri ezberlesinler. Milletimiz bu derin şahsiyet ve kimliğimize şuurla (bilinçle) erişsin. Şu gerçekler kesinlikle bilinmelidir ki : 1) Osmanlı EMPERYALİST bir devlet değildir. Bu sebeple ‘’Osmanlı İmparatorluğu’’ sözcüğü ecdada hakarettir. ‘’Devlet-i ÂlîyeYüce Osmanlı- Osmanlı Devleti’’ olarak adlandırmamız tarihe saygımızın gereğidir. 2) Seferler, toprak genişletmek için, işgal için değil, ‘’Nizam-ı âlem’’i korumak, barışı, medeniyeti ve mutluluğu bütün milletlere yaşatmak için yapılmıştır. Hedefte tüm insanlığın mutluluğu vardır. 3) Osman Gâzi Sultan, oğlu Orhan Gâzi’ye vasiyetinde şöyle diyor : -Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve CİHANGİRLİK dâvâsı değildir.. 4) Bu, dinî, tarihî, beşerî misyonumuz devam ediyor. Unutmayalım.. 2023’lere..2053’lere..2071’lere bu kutsi niyet ve gayretlerle yürüyoruz. Mehter müziğimizin harika güftelerinden biri; KIRIM’DAN GELİRİM

Kırım’dan gelir gelirim Adım da Sinan’dır hey aman Kılıcımın suyu yar suyu Kandır da dumandır hey Kırım’dan gelir gelirim Atım da araptır hey aman Gizlenme Nemçe rû Nemçe rû Sinan da buradadır hey Meydan da buradadır hey. 87


BARTHOLD: “SİNAN’IN ESERLERİ, RÖNESANS

DEVRİ ESERLERİNİ AŞMIŞTIR Barthold, İslam araştırmaları ve Türkoloji dallarında büyük şöhrete sahip bir bilim adamıdır. Onun dilimize İslam Medeniyeti Tarihi adıyla çevrilen eseri büyük ilgi görmüştür

Muhsin İlyas SUBAŞI

asilij Viladimiroviç Barthold, 1869 yılında Petrograd’da (St. Petesburg) doğdu. Aynı şehirde üniversitenin Doğu Dilleri Bölümünde okudu. Uzun bir süre Almanya’da çalıştı. Daha sonra ülkesine döndü. 1901 yılında okuduğu üniversitenin Asya İslam ve Türk tarihi profesörlüğüne yükseldi. 1930 yılında Rusya’da ölen Barthold, İslam araştırmaları ve Türkoloji dallarında büyük şöhrete sahip bir bilim adamıdır. Onun dilimize İslam Medeniyeti Tarihi adıyla çevrilen eseri büyük ilgi görmüştür. Bu eserin bir başka önemi de kültürümüze Prof. Dr. M. Fuad Köprülü tarafından yorumlanarak sunulmuş olmasıdır. Ayrıca Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı bir kitabı daha dilimize kazandırılmıştır. Biz burada bu eserden bazı alıntılar yaparak onun Türk kültürüne bakışını aktarmaya çalışacağız. Yazar, Türklerin İslam’ı seçişlerinin ilk ciddi edebi ve kültürel çalışmaya kapı araladığını söyler. Bugün ilk kültürel eserlerimiz İslam’ı kabul edişimizden sonra büyük gelişme göstermiş ve kayıt altına alınmıştır. Yazar bunu Yusuf Has Hacib’in eseriyle başlatarak şöyle der: “Türkistan’da, Türk halkları arasında İslam dini XI. asırdan itibaren yayılmaya başladı. XI. asırda Kaşgar hanı için, Türk dilindeki ilk Müslüman eseri Kutadgu Bilig yazıldı. Bu kitapta, memurlar ve padişahların vazifeleri hakkında ahlaki hikâyeler anlatılmaktadır. Türklerde İslam’dan önce de yazı olmasına rağmen İslam’ın ve Fars edebiyatının tesiri o kadar kuvvetli oldu ki İslamiyet’i kabul etmiş olan Türkler İslamiyet’ten önceki mazilerini tamamıyla unuttular… XII. asırdan başlayarak İslam propagandacıları, Türkler arasında İslam dinini kuvvetlendirmek için Türk dilinde birtakım manzum ve mensur eserler yazmaya başladılar. Bu nevi eserlerden Hoca Ahmet Yesevi’nin nazımları (şiirleri), hatta bugüne kadar, halk şairleri için bir örnek vazifesi görmektedir. Araplar ve Farslar tarafından başlanmış olan medeni faaliyeti Türklerin taze kuvvetleriyle devam ettirdiklerini ve Müslüman medeniyetine yeni bir hayat verdiklerini düşünmek elbette mümkündür. Türkler hakikaten -her ne kadar başkalarının örneğine göre olsa da- Türkistan’da ve Küçük Asya’da kendileri için bir yeni edebî dil meydana getirdiler.” Bunun içindir ki “Türk dili daha XIII. asırda, İslam dünyasının üçüncü

sayı//34// mayıs 88


kültür dili” oldu. Yazar, medeniyetin diğer bir unsuru olarak mimariyi görür. Aslında mimari, İslam’ın ilk çağlarında camilerin inşasıyla gelişme buldu. Toplumun ortak değeri olarak cami, İslam’da ibadetin birlikte yapılmasında ana mekândır. Kur’an’da ibadetlerin camide yapılması teşvik edilmiştir: “Allah’ın mescitlerini (camileri) ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte, doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” Bu ve benzeri ayetlerle cami İlahî işaret noktası olunca, bunun gelişmesi için oluşan ortak şuur sonuç vermiş ve büyük camiler inşa edilmiştir. Barthold, bunun İslam coğrafyasındaki gelişmesinin hareket noktası olarak da Selçukluları işaret eder: “Muhtelif yerlerdeki mimari tiplerinin birbirine yaklaşması -eğer böyle bir yaklaşma olduysa- ve umumiyetle medeniyetin muhtelif kavimler arasında yayılması, Orta Asya’dan çıkan Selçuk Türk hanedanının muvaffakiyeti sayesinde olmuştur. Selçukiler XI. asırda bütün İran’ı zapt ettiler ve kısa zaman için de olsa, Akdeniz ve Kızıldeniz’den Çin hudutlarına kadar olan bütün İslam dünyasını hâkimiyetleri altına aldılar. Selçukiler devrinde, şehir hayatının terakkisini (gelişmesini) devam ettirmek, ticaret ve sanatı yükseltmek çarelerine başvuruldu. Bazıları bugüne kadar saklanmış olan büyük binalar inşa edildi.” Yazar, Selçukluların bu gelişmişliğinin Osmanlı döneminde de devam ettiğini söyler: “Müslüman dünyasının XV. asırdan sonra tamamıyla inhitata (gerilemeye) uğradığını ve medeniyete hiçbir şey vermediğini düşünmemelidir. Türkiye, XV-XVII. asırlarda yalnız kendinin askerî kuvvetiyle şöhret kazanmakla kalmadı, İstanbul, İslam dünyası için büyük medeni merkezlerden biri oldu. O, kütüphanelerinde sakladığı Farsça el yazmalarının çokluğu bakımından, Avrupa şehirlerinden yalnız Londra ve Leningrad’dan sonra geliyor. Medeniyete yapılan hizmet yalnız maziden kalmış yadigârları (hatıraları) tanıtmakla kalmadı, yeni bir temel üzerine İran’ınkinden ayrı bir mimari üslubu da meydana getirildi. Büyük Türk mimarı Sinan’ın yaptığı eserler, sanat bakımından Avrupa’daki Rönesans devri mimari eserlerinden hiç de aşağı değildir.” Barthold, İslam dünyasından yağmalananel yazmalarıyla Londra ve Leningrad’ı zikretse de Batılıların kendilerini

ön plana çıkarabilmek için “İslam dünyasının geri kaldığı” yolundaki iddialarının asılsızlığını göstermek amacıyla yukarıdaki satırlara ilaveler yapar, Kâtip Çelebi’yi ve Evliya Çelebi’yi anlatır. Bu iki Çelebi’nin eserlerinden söz ederken şöyle demektedir: “Onun eserlerinden biri bibliyografik büyük bir teliftir ki edebiyat ve ilmin her bölümünü içine almaktadır... Onun diğer bir eseri de coğrafyaya dair olup bu eser, Avrupa’nın coğrafyaya ait malumatlarıyla Müslümanlarınkini bir araya getirmek hususunda ilk tecrübedir. Avrupa coğrafya edebiyatında o zaman bu tür bir tecrübe henüz yapılmamıştı. Yine XVII. asırda Evliya Çelebi büyük bir seyahat yaparak meşhur eserini yazdı. Bu eser bazı uydurmalarına rağmen içindeki malumatın bolluğu ve genişliği bakımından Arapların en büyük coğrafyacılarını geride bırakmaktadır” Yazar, eserinin son sayfalarında, bu anlatılanlara bazı ilaveler yaptıktan sonra görüşlerini şu cümlelerle tamamlamaktadır: “Bunların hepsi, Müslüman dünyasının XIX. asırda Avrupa tesiriyle uyanmaya başlayıncaya kadar ‘derin uyku’da olduğu hakkındaki fikrin, lüzumundan fazla abartılı olduğunu iyice göstermektedir.” Vasilij Viladimiroviç Barthold’un eserine onun eserinin iki katından daha geniş bir hacimde ekler ve izahlar yapan Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, yakın ilişki içerisinde bulunduğu bu Rus bilgininin eserine getirdiği çeşitli açıklamalarını “Müstemlekeciliğin müdafii âlimler” başlığı altında bir önemli notla tamamlar. Biz bu tür eserlerin ana yapısını göstermesi bakımından bu kısa bölümü buraya aynen almakta fayda gördük: “Barthold, eserinin sonunda, müstemlekeci büyük Avrupa devletlerinin en medeni vazifelerini(!) göstermek ve onu müdafaa etmek istemiştir. İlmî ve tarihî değil, tamamıyla siyasi mahiyette olan bu görüş, bir Rus âlimi için belki tabiidir; fakat Türk ve İslam mütefekkirleri, emperyalizmin bu gibi manasız müdafaalarını ancak ibretle karşılayabilir!” Köprülü’nün bu hükmüne katılmamak mümkün değil. Belki İslam ve kültürümüz bakımından yapılan iyi çalışmalardan birisi de bu eserdir. Buna rağmen yazarla yakın dostluğu olan Köprülü böyle bir hatırlatmayı yapma gereğini duyuyor. Bu da Batılıların ne kadar tarafsız kalmaya çalışırlarsa çalışsınlar alt şuur hâline gelen taraflılık kompleksinden kurtulamadıklarını göstermektedir. 89


Ş E H İ R K Ü LT Ü R

İSTANBUL MÜZİK

MÜZESİNİN İZİNDE -iki-

Koli ve torbaya koyduğumuz Müze evraklarını İslam Bilim Müzesi temizlik görevlisi Abdullah Bayram ile Türk İslam Eserleri müzesine götürdüm. Samet SURURİ

üzik Müzesinin kurulması için 1994 yılında başlatılan çalışmalarda, yapılan onca masraf ve emeğe rağmen "Müzik Müzesi" kurulamamış, çalışmalar sanal ortamda kalmıştır. Bunlar; film, belgesel ve fotoğraftır. Bu çalışmalara ek olarak AA 16.09.2009 tarihli haberinde ‘’Müzik Arkeoloğu Oğuz ELBAŞ’ ın öncülüğündeki proje ile 11 Hitit çalgısı yeniden imal edilmiştir’’. Haberin devamında 2009 yılında Avrupa Birliği tarafından fonlanan, parası ödenen ‘’ Kaleidoscop Europe ‘’ projesi kapsamında İstanbul İtalyan Kültür Merkezi, ODTÜ, devlet Tiyatroları, Opera ve Bale Çalışanları Vakfı (TOBAV) ana ortaklıklarında projenin hazırlandığı yazılmaktadır. Yıllarca yapılan bu çalışmalarda şu anda kurulması durumunda müzik müzesinde sergilenecek müzik aletleri olarak deneysel arkeoloji metodu kapsamında yapılan 11 Hitit Çalgısı dışında diğer tüm çalışmalar sanal video, belgesel ve fotoğraf olarak kalmıştır. Bu konudaki çalışmayı yapan hocalardan, öğrendiğimiz şudur ki; yıllardır devletimiz tarafından fonlanan, parası ödenen çalışmalarının (video, belgesel, çalgı yapımı filmleri ile tüm materyallerin) Bu çalışmayı yapan kişinin evinin bodrumunda olduğu söylenmiştir. Kendisine Avrupa Birliği fonu ile yapılan Hitit Çalgıları ile, Bakanlığımız katkıları ile yapılan tüm sanal çalışmaların Kurulmakta olan Müzik Müzemize verilmesi ile tekrar çalışma için zaman ve para kaybı olmayacağı söylenmiştir. Bu konuda ilgililerince resmi yazılar yazılmasına rağmen ,1,5 sene geçtikten sonra günümüze kadar hiçbir cevap gelmemiştir. Ülkemizin kültür ve sanatta sınıfta kalmasının nedeni ne yazık ki bürokratlar olduğu bu yazı ile ortaya çıkartılmıştır. Dünyanın başka bir ülkesinde olsa bu yazıyı alan Genel Müdürlük ivedi müfettiş görevlendirerek soruşturma açar ve devletin imkanları kullanılarak ortaya konan fotoğraf, film, video, belgesellerin milli müzik müzesine aktarılması sağlanır. MÜZE KOLEKSİYONUNUN OLUŞTURULMASI

Müzik Müzesini ararken yolumuza Müzik Müzesi müdürlüğüne 2015 yılda atanan Heyecanlı ve aktif bir Müzeci çıktı. Sayın Halil Arça 30.01.2015 tarihinde İstanbul Müzik Müzesi Müdürlüğüne vekâleten Müze Müdürü olarak görevlendirilmiş ve bu tarihinden itibaren görevini yürütüyor. sayı//34// mayıs 90


Heyecanla Doğum sancısı çeken bir Müzik Müzesini anlatıyor sayın Arça; İstanbul Müzik Müzesi Müdürlüğü arşivleri incelendiğinde; bu tarihe kadar Müze’nin kurulmasına yönelik olarak koleksiyon oluşturma, alan çalışması, Müze’ye eser kazandırma, Müzik Müzesini kurma gibi hiçbir çalışmanın yapılmamış olduğu gibi müzenin teşhir tanzimi için resmi bir yazı dahi yazılmamıştır. Bir müzenin kurulması için ilk yapılması gereken, müze konsepti doğrultusunda koleksiyon oluşturulmasıdır. Bu doğrultuda da; Anadolu müzik kültürünü yansıtacak eserlerin müzemize kazandırılması için önce araştırmalar yapıldı, etno-müzikologlarla görüşmeler yapılarak, bir yol haritası oluşturulmuştur. Günden güne yok olmaya yüz tutan müzik kültürümüze ait eserlerimizin ve yapımcılara ait çalgıenstrümanların koruma altına alınarak, gelecek kuşaklara aktarılması amacıyla ülkemizde tarama, yani alan çalışması yapılması gerektiği kanaatine varıldı. Yukarıda belirtildiği gibi Müzik Müzemizin koleksiyonunu oluşturmak için göreve başlanılana ilk günlerde yapılan işleri müzemizde toplamak için bu çalışmaların neler olduğu tespiti yapılmıştır. Tespit sonrasında bu yapılanların müzemize alınması için görüşmeler ve görüşme sonrası resmi yazılar yazılmıştır. Şimdiye kadar Müzik müzemizde görev yapan Müze Müdürleri vekaleten görev yapmışlar ve sadece zorunlu evrakları diğer müzelerin bürolarında yazdırarak işlerini görmüşlerdir. Bende göreve ilk geldiğimde İslam Bilim Teknolojileri Tarihi Müzesi Müdürü Süheyla MURAT’ ın ofisinden müzeyi bir karton koli ve bir küçük naylon torba ile Ayhan SALMAN’dan aldım .(Ayhan bey resmi işlemlerini İslam Bilim Teknoloji Tarihi Müzesinde gördüğü için.) Koli ve torbaya koyduğumuz Müze evraklarını İslam Bilim Müzesi temizlik görevlisi Abdullah Bayram ile Türk İslam Eserleri müzesine götürdüm. ( Resmi işlemleri yakınan tanıdığın Müze Müdürü Seracettin ŞAHİN beyin ofisinde tamamlamak için) Müzenin koleksiyonunu oluşturmak üzere, 30.01.2015 tarihinde çalışmalara başladık. Müze koleksiyonuna Anadolu kültürüne ait müzik aletlerinin kazandırılması için alan çalışması, Mersin, Denizli, Burdur, Isparta, İzmir, Erzincan illerinde yapılmıştır. Bu çalışmalarda toplam 482 adet müzik aleti eseri ve gereci tespit edilmiş, bu eserlerden 418 tanesinin satın alma işlemi yapılarak Müdürlüğümüz envanterine

geçirilme işlemleri 31.12.2016 tarihinde tamamlanmıştır. 2016 yılında Müdürlüğümüz emanetine alınan eserlerden 64 adedinin ödemesi 2017 yılında yapılacaktır. Bakanlığımıza ait Müzik Müzesinin kurulması için tek yolun Anadolu’ya gidilip müzik aletlerini yerinde emanet makbuzu ile alıp daha sonra Müdürlüğümüz envanterine geçirilmesi şeklinde çalışma şekli ve Müzemizin kurulması için izlenmesi gereken yol olduğu , 6 ilde yapılan çalışmalar göstermiştir. lütfen fotoğrafları inceleyin Bu müzik aletleri yüklüklerden, samanlıklardan çıkmakta. İnanın son 10-15 yıl. Eğer bu süre zarfında Anadolu’yu tarayıp müzik aletlerini müzemize kazandırmasak sonrasında hiçbir şey bulamayacağız. Müzik Müzesi kurulması amacı ve Müze koleksiyonu oluşturmak için Anadolu ya gidip müzik aleti bulma çalışmalarının yanı sıra Özel Koleksiyonlar üzerinde çalışılmıştır. Çünkü Azerbaycan Devlet Müzik Kültürü Müzesi Müdürü Alla BAYRAMOVA’nın “Dünyadaki birçok müzik müzesi başlangıç noktası olarak özel koleksiyonları bünyesine katıp gelişimini tamamlamıştır.” sözünde belirttiği gibi, özel koleksiyonları da müzemize kazandırma girişimlerini başlatmaktan başka çare yoktur. Bu kapsamda; 1999 yılında girişimi yapılmış ancak sonuçlandırılamamış olan ülkemizin yetiştirdiği müzik dehası merhum Ethem Ruhi ÜNGÖR’ün Çalgı koleksiyonunun Müze koleksiyonuna kazandırılması için gerekli görüşmeler yapılmış ve çalışmaları da başlatılmıştır. Bakanlığımız için çok önemli olan Ethem RUHİ ÜNGÖR'ün koleksiyonuna ait İstanbul’da kızının evinde bulunan 557 adet müzik aleti, kütüphane ve arşiv ile ilgili çalışmalar sonuçlandırılmıştır. Genel Müdürlüğümüzden bu eserlerin Müdürlüğümüze alınması yönünde talimat beklenmektedir. Her şeyden önce İstanbul Müzik Müzesine fiziki bir mekan lazımdır.. Ne kadar müzeye konacak objeleri ve eserleri bulursak bulalım müze olacak bir mekan olmadıktan sonra bu çabalar beyhudedir. Diyor sayın Arça.. Kültür Bakanlığımız Türkiyede Devlete ait ilk müzik müzesine layık olduğu binayı tahsis eder ve Zamanı boşa geçirmemiş oluruz…Bina tahsisi gibi konulardan gelecek sayılarda bahsedeceğim.. Müzik müzesi müdürü sayın Halil Arça gayretli ve fedakar çalışmaları ile bize umut vadediyor… 91


ÜKREŞ KONSERİ, KIRIM TÜRKLERİ VE ŞEFKATİ AMCA İLE İSTANBUL BULUŞMASI...

Özgeçmişimi okuyanlar sanat ve kültürümüze olan aşkım yanında, çocuk yaşlardan beri sanat ve müzikle nasıl beslendiğimi ancak bir o kadar da evrensel sanat ve müziğin de benim için vazgeçilemeyecek olgular olduğunu öğrenmişlerdir.

MUSİKÎ'NİN ORTAK DİLİ VE

KIRIMLI ŞEFKATİ AMCA... Orada Kırım dan göç eden Tatar Türklerinin, Romanların ve Osmanlı döneminden kalan soydaşlarımızın olduğunu tespit ettikten sonra hepsine hitap edecek bir repertuar hazırladım ve sağ olsun şefimiz de itiraz etmeden koroyu çalıştırdı. Serdar TAŞTANOĞLU

Özgeçmişimde yazdığım bir ifadeyi yeniden kullanmak istiyorum: “Su mecrasını bulur. '' Bu güzel ifade herkes için geçerli. Şöyle ki çocukluğundan beri güzel sanatlara ve müziğe ilgisi olan birinin bu alanlar dışında eğitim görmesi, en üst noktaya kadar devam ettirmesi, bürokrat olarak yıllarca görev yaptıktan sonra ikinci baharında sevdiği işlere dönmesi bu ifadeyi kanıtlamakta.... Toplumda oldukça itibar gören bir meslek olan Kamu Denetçiliği görevimi daha 15 yıl kadar yapma fırsatım varken; “yok, ben artık sevdiğim işleri yapacağım ve onun hizmetkarı olacağım. '' dedim ve Dragos Musıki Derneği ni kurdum. Bu buluşma benim için Mecnun un yıllar sonra Leylasına kavuşması gibi oldu ancak yine bir eksiklik vardı. Ben Leyla ya kavuştum ama Leyla nın bu güzelliğini bilmeleri ve Leylasına kavuşamayanlar da kavuşmalıydı. Amatör bir dernek, profesyonel bir anlayışla başlayan ekip çalışması ile her geçen gün büyüyor, güzel işlere imza atıyorduk. Yurtdışında gerek eğitim gerek görev nedeniyle bulunduğumdan, davet edildiğim özellikle müzik etkinliklerinde “neden bizim hazinemizi tanımıyorlar, neden tanıtılmıyor '' diye hayıflandığımdan “yurtdışında kültürümüzü nasıl tanıtırız “ sorusuna cevaplar aramaya başladım. İlk konserimizi Selanik Belediye Başkanı Mr. Yiannis Boutaris inde yer aldığı seçkin bir Yunan topluluğuna verdikten sonra iki, üç derken; dört yılda sekiz ülkede, 14 yurtdışı konseri vermek kısmet oldu. Bu duyguyu ancak yurt dışında galibiyet alan bir Milli Takım teknik direktörü ve Milli Takımın en üst sorumlusu hisseder. Bu bambaşka bir duygu ve gurur kaynağıdır. Özellikle yabancıların alkışları, takdir konuşmaları, bize bu duygularla bakan gözlerin maddi karşılığı yoktur ve yaşadıklarımız bizi bu eşsiz kültür hazinemizin amatör ruhlu misyonerleri haline getirdi. Bir kişiyi bile mutlu

sayı//34// mayıs 92


ve mesut edebilmek; görevimizi tam yapmış olmanın verdiği hazzı yaşatmaya başladı. Bakın son bir olayı sizlerle paylaşmak isterim: Ağustos ayında Bükreş ten aldığımız bir daveti geliştirmeye başladık. Her zaman olduğu gibi bir yurtdışı konserinin oldukça detaylı halledilmesi gerek; temel sorunları olur, salon, saz ekibi, koristler, solistler seyahat şekli, konaklama iaşe gibi konular yavaş yavaş hal yoluna girmekteydi. Balkanlarda çok konser verdiysek de Bükreş i tanımıyorduk. Bizi kimler dinlemeye gelecekti..? Repertuar nasıl olmalıydı... ? Kimlere hitap etmeliydi...? Repertuar seçimi hususunda genelde koro şeflerime bıraktığım halde ilk kez repertuarı şahsen tanzim etme gibi haddimi aşma cesareti gösterdim. Kendime göre gerekçelerim vardı, kolları sıvadım. Romanya da bizi kimler dinlemeye gelir sorusunun cevabını başta Türk yetkililer ve orada irtibatım olan kimseler nezdinde araştırdıysam da net ve kesin bir bilgi alamamıştım. O halde daha derin inceleme yapmalıyım dedim ve Romanya nın demografik yapısını incelemeye başladım. Orada Kırım dan göç eden Tatar Türklerinin, Romanların ve Osmanlı döneminden kalan soydaşlarımızın olduğunu tespit ettikten sonra hepsine hitap edecek bir repertuar hazırladım ve sağ olsun şefimiz de itiraz etmeden koroyu çalıştırdı. 18 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra ertesi gün tam dinlenmemiş olsak da her defasında olduğu gibi Milli Takım ruhuyla ve heyecanla konsere çıktık . Eserler icraya başladı ve herşey güzel ve coşkulu gidiyordu. Sıra Kırım ile ilgili türküye gelmişti. Bunu da hayatta ve dernekdeki desteğim sevgili eşim okuyordu ve yine bu türküyü oldukça duygusal ve gerektiği gibi okudu ki salonda alkışlarla ayağa fırlayan ve takdir duygularını ifade eden seyirciler oldu. Müthiş bir sahneydi tüylerim diken diken olmuştu; gözlerim doldu sonra etrafa baktığımda herkesin benim durumumda olduğunu gördüm.. Diğer eserlere devam edilerek konser son buldu ve salondaki o ayağa fırlayan seyirciler benim, eşimin ve diğer arkadaşlarımın etrafındaydı, kucaklaşıyorduk. “Bizler Kırım Tatarlarıyız, Allah sizden razı olsun, bizi ve Kırım ı

unutmamışsınız '' dediler. Yine beklediklerini ifade ettiler. Bu duygusal sahneler ve başarılı konser sonrası tüm ekip 18 saatlik yolculuğu koşturmacaları provaları uykusuz saatleri unutmuştu. Tüm ekip o kadar heyecanlıydık ki kimse otel odasına çekilmedi hep beraber o anları tekrar tekrar birbirimize anlatıyorduk. İstanbul a döndük. İstanbul da bu yıl sonuna kadar planlanmış üç konserimizin koşturmacası başlamıştı. Bir hafta sonra bir bey beni telefonla aradı. İsminin Şefkati olduğunu Kırım Tatarı olduğunu Beyazıt tan aradığını ve benimle tanışmak istediğini söyledi . Maltepe den Beyazıt a gidip dönmek şu sıralarda abartısız en az 5-6 saatlik bir yolculuk demekti ki biz de zamanla yarışmaktaydık. Ben de ona '' nerede buluşabiliriz ortak bir nokta ikimizin de işini kolaylaştırır '' dedim. “Ortak nokta neresi “dediğinde, “sanırım Kadıköy“ dedim ve “Kadıköy e gelebileceğini '' söyledi. Eşimi de de Kadıköy e yakın bir yere bırakacağımdan '' eğer işin biterse hazır ol, Kırım Tatarı beyle önce tanışayım gerekirse seni de çağırırım “dedim. Kadıköy deki buluşma noktasına gittiğimde kendimden utandım; elinde bastonu olan yaşlı tonton bir amca beni bekliyordu . Sesi ve konuşmasından yaşını hiç anlayamadığım bu amcayı Kadıköy e kadar çağırdığım için çok utandım ve özürler diledim. O ise gayet mutlu sakin şekilde “önemli değil benim için iyi oldu, ayaklarım açılsın dert etme “ diyerek beni teselliye çalıştı ve oturduğumuz yerden eşimi aradım '' hemen gel '' dedim. 88 yaşında olduğunu öğrendiğimiz Şefkati amcayı tanımaktan o kadar mutlu olduk ki.. Şefkati amca kendini tanıttıktan sonra hemen bizlere '' Allah sizlerden razı olsun Kırım ı ve bizleri unutmamış oralarda bizim türküleri okumuşsunuz bana İstanbul a telefon edip anlattılar, ben de sizlerle tanışmak teşekkür etmek istedim. '' demez mi… Bu söz üzerine hanım bir türkünün bile bu kadar önem taşımasının coşkusu ile oturduğumuz yerin çay bahçesi olmasına insanların rahatsız olabileceğine aldırmadan Şefkati amcaya o geceki Kırım türküsünü yüksek sesle okudu. Etraf sus pus oldu, Şefkati amcanın gözlerinden yaşlar süzülüyordu; benim de, eşimin de. Ayrılırken kucaklaştık Şefkati amcayla 93


HAYATA DÂİR

ÖMÜRLÜK KİTAPLAR İsimleri ilginç olan ama büyük bir boşluğu dolduran ve araştırmacılar için kaynak olan çok değerli eserlerdir bunlar. Mehmet Nuri YARDIM

kademisyenler arasında üretkenliğiyle dikkatleri üzerine çeken hocalarımızdan biri de şüphesiz Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nde uzun yıllar talebe yetiştiren değerli ilim ve edebiyat insanı Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali Hanımefendidir. Cumhuriyet devrinde devlet ve siyaset adamı olan, cumhurbaşkanlığı yapan Celal Bayar’ın da torunu olan Naskali, gerek tek başına gerekse öğrencileri ve meslektaşlarıyla hazırladığı ve Kitabevi tarafında kültür hayatımıza kazandırılan kitaplarıyla tanınan ve bu kültür hizmetleri üzerine ESKADER Ödülü’nü almaya hak kazanan akademisyenimizdir. Meselâ şu eserler hocamızın binbir emekle ve büyük bir titizlikle hazırladığı kitaplardır: Ağıt Kitabı, Av ve Avcılık Kitabı, Avare Kitabı, Ayakkabı Kitabı, Balık Kitabı, Çoban Kitabı, Deve Kitabı, Ekmek Kitabı, Geyik Kitabı, Hakaret Kitabı, Hapishane Kitabı, Hediye Kitabı, Kahve Kitabı, Korku Kitabı, Lanet Kitabı, Meyve Kitabı, Mum Kitabı, Saç Kitabı, Temizlik Kitabı, Tütün Kitabı, Yalan Kitabı, Yemin Kitabı, Yılan Kitabı. İsimleri ilginç olan ama büyük bir boşluğu dolduran ve araştırmacılar için kaynak olan çok değerli eserlerdir bunlar. Şimdi araştırmacımız bu külliyata dört yeni eser daha ilave etmişti: Renk Kitabı, Küslük Kitabı, Muska Kitabı ve Hutbe Kitabı. Kitapların muhtevası üzerinde kısaca duralım isterseniz. Yazar, Renk Kitabı’nın girişinde kitabın muhtevasını ana hatlarıyla şöyle anlatıyor: “Türkçenin renk anlamına gelen en eski kelimesi Orhun Abideleri’nde geçen öng kelimesidir. Her nesnenin bir rengi vardır. Dil, nesnelerin rengini isimlendirmekle kalmaz, renklere anlam yükleyerek renkleri sembolleştirir, mesela, alnı ak, bahtı kara gibi. Renkler; yönleri, unsurları da temsil eder. Renkler; atasözü, deyim, mitoloji ve edebî eserlerde somut ve soyut anlamlarıyla yer bulur. Temel renklerin yanısıra renkleri ve ve ara renkleri belirtmek üzere benzetmeler yoluyla Türkçe renk isimleri türetmiştir, mesela, küf rengi gibi. Varlıkların isimlendirilmesinde de renklerden yararlanılmış, insan adları, yer adları, bitki ve hayvan adları türetilirken de renklerden istifade edilmiştir, mesela, karabiber gibi.” Kitapta renklere dair Esma Küçük, Fatmagül Küçük Tursun, Neslihan Koç Keskin, Özlem Batğı, Nesrin Bayraktan, Koray Üstün, Sibel

sayı//34// mayıs 94


Bulut, S. Dilek Yalçın Çelik, Nevzat Çağlar, Binnur Erdağı Doğuer, Yasemin Çürük’ün ilgi çeken makaleleri okunuyor. Küslük Kitabı’nda Emine Gürsoy Naskali “Küslük Hikâyeleri”ni ve “Küslük Türküleri”ni derlemiş. Necat Çetin , Esma Küçük ve Gülzura Cumakunova’nın da bu kelimeye dair yazıları var. Küslüklerin kimi uzun sürer ama çabucak sona erenler de vardır. Evla olanı uzamayanı, çabucak bitenidir. Hatta bizim inancımızda “Mümin üç günden fazla mümin kardeşine küsmez.” buyrulmuştur. Nitekim bir türkümüzde de barış için söz ile el uzatılır ve şöyle denir: “Değirmen üstü şakşak / Küstün ise barışak / Sen orda ben burda / Mektubunan konuşak”. Elbette aradaki soğukluk önce mektup ile ısınacak, ardından eski dostluklar başlayacak ve muhabbet dolu sohbetler tazelenecektir. Musta Kitabı, meraklısının ilgisini çekecek cinsten bir kitap. Girişte muskanın toplum hayatımızdaki yerine ve değerine temas ediliyor, ardından şöyle deniliyor: “Muska Kitabı, kültürümüzde muska, hamayli, mutlak, vefk, hırz, heykel bâzûbend, beduh, vefk, ta’viz, cevşen, meftul, zer levh, rukye, nazar ile ilgili birikimin kayda geçirilmesini amaçlamıştır. Hem divan edebiyatında hem modern edebiyatta koruyucu özelliği olduğuna inanılan bu nesnelerle ilgili inanç ve uygulamalardan bahis vardır. Yazılı kaynaklar dışında motifler de koruyucu özellikl taşırlar Giyim, kuşa, takı ve yaygılarda yer alan bu motifler insanı kötülüklerden koruma beklentisi ve bereketi sağlama düşüncesiyle vardırlar. Sahaya inildiğinde ve günümüzdeki uygulamalar

derlendirildiğinde muskanın varlığını sürdüren bir gelenek olduğu görülmektedir.” Kitapta Divan edebiyatındakiki muskayı Yunus Kaplan, Divan şiirindeki muskayı ise Şevkiye Kazan Nas yazmış. Modern edebiyatta ise Melih Erzen’in makalesini okuyoruz. Neslihan Korkmaz, Müjgan Üçer, Nursel Baykasoğlu, Necat Çetin, Okay Sütçüoğlu, Nejat Akar, Fatma Aydın Ataş, Turan Koç ve Mehmet Varış da kitaba katkıda bulunmuşlar. “Bereket Duaları”nı, bu eserleri kültürümüze kazandıran Kitabevi’nin sahibi Mehmet Varış toplamış. Yayıncımız, Iğdır merkezde oturan Fatma Masuma isimli bir anneanenin duasını bize aktarıyor, okuyalım: “Epkeyiniz bol / Âşığız sıcak / Ayranınız soğuk / Dostuğuz çoh / Düşmanınımız yok olsun / Sırtığız pek olsun erenler” Araştırmacımız Naskali, Hutbe Kitabı’nda da bizi aydınlatıyor ve şu bilgileri veriyor: “Hutbe kelime hitpa, hatip, muhatap kelimeleriyle aynı kökü paylaşır. Cülus hutbeleri, Cuma hutbeleri, Balıkesir hutbesi gibi hitaplar hutbe tanımına girer. Bilindiği kadarıyla Cuma hutbesi ilk defa 1911’de Türkçe okunmuştur. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, Atatürk 1927’de, Türkçe hutbe metin örnekleri hazırlatmış ve yayınlatmıştır.” İslam tarihinin başlangıcından günümüze hutbelerin tarihçesini bu eserde okumak mümkün. Emine Gürsoy Naskali Hanımefendiye bu kıymetli eserleri hazırladığı için, Mehmet Varış Beyefendiye de bu seçkin kitapları kültür ve edebiyat dünyamıza kazandırdığı için teşekkür ediyoruz. Kitabevi, Yerebatan Cd. No. 33/ 6 Cağaloğlu- İstanbul, Tel. 0 212 512 43 28, www.kitabevi.com.tr 95





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.