İlkbahar 2010
i n t e r n e t d e r g i s i - ü ç ay l ı k e - d e r g i
BAŞLARKEN
Başlarken /
Başlarken Amaçlar, İlkeler ve İçerik Üzerine /
Sorumluluklarımız / Yusuf İMAMOĞLU
Günün-Çağın Değişen Şartları Karşısında Sorumluluklarımız /
Atasoy Müftüoğlu ile “Dergiler ve Dergicilik” üzerine /
Editör Hamdi TAYFUR
Nuri YILMAZ
Metin YILMAZ
DOSYA-KUR’AN’I YENİDEN OKUMAK
“Kur’an’ı Yeniden Okumak” Dosyası Üzerine /
Kur’an’ı Yeniden Okumak /
“Kur’an’ı Yeniden Okumak” Üzerine Düşünceler /
“Kaynaklar” Meselesi Üzerine /
Kur’an’a Çağdaş Yaklaşımlar /
Örnek Neslin Hayatında Kur’an’ın Yeri ve Ondan Yararlanma Biçimi /
Kur’an’ın Aktüel Değeri Üzerine /
Kur’an /
Editör
Yusuf İMAMOĞLU Nuri YILMAZ
Hamdi TAYFUR
Mustafa ÖZTÜRK Seyyid KUTUB
Hikmet ZEYVELİ
Fazlurrahman
www.islamiyorum.com
ARAŞTIRMA-İNCELEME
Akıl Savunması -1 /
Kur’an ve Şahitliğimiz /
Hamdi TAYFUR Osman UZUN
GÜNDEM
Gündem Kavramı ve Müslüman’ın Gündemi /
Açılım /
Toplum Mühendisliğinin Yeni Silahı Seçimler mi? /
Metin YILMAZ
TERCÜME YAZILAR
Metin Yılmaz-Murat ÖZBAY
Kur’an Tefsirinin İlkeleri /
Emin Ahsen ISLAHİ
Murat ÖZBAY
1
İçindekiler BAŞLARKEN
Başlarken /
Editör.................................................................................4
Başlarken Amaçlar, İlkeler ve İçerik Üzerine /
Sorumluluklarımız / Yusuf İMAMOĞLU......................................................................15
Günün-Çağın Değişen Şartları Karşısında Sorumluluklarımız
/
Atasoy Müftüoğlu ile “Dergiler ve Dergicilik” üzerine /
Hamdi TAYFUR
. .....................8
Nuri YILMAZ.............................................................................................................22 Metin YILMAZ.................30
DOSYA-KUR’AN’I YENİDEN OKUMAK
“Kur’an’ı Yeniden Okumak” Dosyası Üzerine /
Kur’an’ı Yeniden Okumak /
“Kur’an’ı Yeniden Okumak” Üzerine Düşünceler /
“Kaynaklar” Meselesi Üzerine /
Kur’an’a Çağdaş Yaklaşımlar /
Örnek Neslin Hayatında Kur’an’ın Yeri ve Ondan Yararlanma Biçimi
/
Kur’an’ın Aktüel Değeri Üzerine /
Kur’an /
Editör...........................................33
Yusuf İMAMOĞLU.........................................................34 Nuri YILMAZ...........................43
Hamdi TAYFUR......................................................55
Mustafa ÖZTÜRK.....................................................70
Seyyid KUTUB...........................................................................................................84 Hikmet ZEYVELİ.................................................90
Fazlurrahman...............................................................................................103
ARAŞTIRMA-İNCELEME
Akıl Savunması -1 /
Kur’an ve Şahitliğimiz /
Hamdi TAYFUR.........................................................................112 Osman UZUN......................................................................119
GÜNDEM
Gündem Kavramı ve Müslümanlar’ın Gündemi /
Metin Yılmaz-Murat ÖZBAY.......124
Açılım /
Toplum Mühendisliğinin Yeni Silahı Seçimler mi? /
Metin YILMAZ................................................................................................130 Murat ÖZBAY........................138
TERCÜME YAZILAR
Kur’an Tefsirinin İlkeleri /
Emin Ahsen ISLAHİ.........................................................142
www.islamiyorum.com
Başlarken
BAŞLARKEN ... “Allah’a davet eden, salih amel
ce, Kriter, Mavera, Aylık Dergi, İs-
işleyen ve ‘Muhakkak ki ben Müs-
lami Hareket, Şura, Tevhit, Hicret”
lümanlardanım’ diyenden daha
gibi dergiler arayış içindeki gençli-
güzel sözlü kim olabilir?”
ğe pek çok konuda rehberlik etti.
1
Türkiye’de ve dünyada dergiler akademik, bilimsel, medyatik, ideolojik, dini, siyasi ve hatta ticari her kesimin asla vazgeçemedikleri bir yayın aracı olagelmiştir. Amacı, seslendiği yer ve geldiği kesim neresi olursa olsun, dillendirilecek sözü, duyurulacak haberi, aktarılacak çalışması-tezi, protestosu, muhalefeti ve hatta çeşidi ister bir düşünce isterse ticari bir ürün olsun yapılacak bir reklamı olanlar için dergiler hep fayda sağladı. Bu nedenle rejimler sertleştiğinde ilk olarak muhalif dergileri toplattılar veya darbeler yapıldığında ilk olarak dergilerin ofisleri basılıp arandı. Popüler gündemin ötesine geçemeyen ve sadece haber vermekle sınırlı günlük gazetelerin ötesinde dergicilik, daha kalıcı olanı yakalayabilme imkanını vermesi ve uzun erimleri gözlemleyerek üretilen neticeler ve ürünleri sergileyebilmesi açısından daha bir önem arz etmektedir.
bakır iken üzerine ateşten gömlek giymeyi göze alan rahmetli Ercüment Özkan, on beş günlük olarak yayına başlayan ve dört yıl sonra aylık yayına dönen “İktibas” dergisi ile “vira bismillah” dediğinde ne büyük bir boşluğu doldurmuştu. Özkan 1995 yılında Rabbine dönerken akıllarda onun vefatıyla İktibas’ın da yayın hayatının biteceği gibi bir zan vardı. Oysa geçen zaman pek çoğumuzu yanılttı. Arkadaşları ve yetiştirdiği talebeleri istikrarlı bir şekilde dergiyi bugüne kadar taşıdılar. Bugüne geldiğimizde sözü iletme araçları açısından geçmişten çok daha fazla imkanlara sahibiz. Dünya gittikçe sanal yayıncılığa evriliyor. İnternetin ortaya çıkardığı imkanlar yüzyılların alışkanlıklarını rafa kaldırıyor. Ortaya çıkardığı tüm olumsuzluklara rağmen sanal ortam bilgiye ulaşmanın eşsiz imkanlarını sunuyor. Bu anlamda bilginin, fikirlerin, tezlerin ve iddiaların insanlara
Bu nedenle dergicilik, birçok kesimler gibi İsla-
sunumu selüloz sayfalardan sanal sayfalara doğ-
mi kesimin de asla vazgeçemediği bir araç oldu.
ru hızla akıyor ve artık eskiye oranla insanlar el-
Daha zor zamanlarda bu dergilerin sayısı aza-
lerine daha az dergi, gazete ve kitap alır oldu-
lırken, nispeten serbest ortamlarda daha faz-
lar. İnsanlar eskiye oranla daha az mı okuyorlar,
la dergi çıktı. Osmanlı’dan beri günümüze kadar
yoksa artık okunanlar sanal sayfalardaki yazı-
bugün adlarını bile hatırlamakta zorlandığımız
lar mı, sorusu cevaplanması oldukça zor bir soru
pek çok dergi yayınlandı. “Volkan, Sırat-ı Müs-
olarak karşımızda duruyor.
takim, Beyanu’l Hak, Sebilurreşad, Hareket, Büyük Doğu, Selamet, Ehl-i Sünnet, İslam Nuru, İslam Dünyası, İslam Mecmuası, Diriliş, Hilal, İttihad, Milli Gençlik, Yeniden Milli Mücadele” gibi pek çok dergi yayınlandıkları dönemlerde önemli etkiler yaptı. 70’li yıllarda yayınlanan “Düşün1
4
80’li yılların başında yer demir gök
“İnternet devrimi”nin hangi aşamasındayız, bunu belki ilerde öğreneceğiz. Ama bugünden tamamlanmış bir süreç gibi görünmüyor. Gazete ve dergilerin tirajlarındaki azalma, kitap satışlarındaki düşüş sürecin internetin lehine işlediğini gösteriyor. Dünyada yüzyıla dayanan geçmişi
Kur’an-ı Kerim, Fussilet,41/33
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olan pek çok gazetenin sadece internet üzerin-
keler ile yüz yüze olmadığı, tanımadığı insanla-
de yayın yapmayı çoktan planladıkları ve hatta
ra salvo saldırılar, eleştiriler yapabiliyor ve bazen
bunun tarihini bile belirledikleri göz önüne alınır-
de hakaretler yağdırabiliyorlar. Oysa aynı insan-
sa yakın gelecekte basılı gazete, dergi ve kitap-
lar reel alemde karşı karşıya olsalar ve aynı ko-
lar belki sadece koleksiyoncuların ilgisini çeken
nuyu tartışsalar bunun yüzde biri kadar bile se-
malzemeler olmaya mahkum olacak.
viyesizlik yaşanmayacaktır. Sanal alemde kim-
Basılı yayınların tümüyle sanal aleme dönmesinde en önemli direnç noktalarından bir tanesini ekonomik nedenler oluşturuyor. Bu alanda ciddi bir sektör var. Her ciddi dönüşümde eskinin sahipleri yeniye intibak edinceye kadar bir direnme sürecinden geçerler. Bu geçiş sürecinde her
liğini gizleyen insanların bu kadar rahat olabilmesi ilginçtir. Bu nedenle “internet etiği” kavramı gündemimize girmelidir ve bunun getirdiği sorumluluklar, İslami terminolojideki “gıybet” kavramının getirdiği sorumluluklardan daha aşağı değildir.
iki durumun temsilcileri de meydandadır. Ama
Olumsuzluklarına rağmen devam eden sürecin
süreç tamamlandığında eskinin izleri kalmaz ve
internetin lehine basılı yayıncılığın aleyhine ge-
sadece bir nostaljiye dönüşür. Biz şu anda bu
liştiğini ve yazdıklarımızın okuyucuya daha kolay
geçiş sürecinin tam da içinde yer alıyoruz.
ulaşacağını düşündüğümüz için sadece internet
Dönüşüm süreçlerinde yeniye intibak etmeyi engelleyen bir diğer faktör de oluşmuş alışkanlıklardır. Bunlar kolay kolay terk edilemez. Bu nedenle Türkiye’deki İslami dergilerin diyebiliriz ki tamamı basılı yayını tercih etmektedir. Bunun ekonomik gerekçeleri var mıdır, bilemiyoruz. Oysa aynı dergilerin mevcut sayıya internette sadece reklam ve dergi içeriğini tanıtmak amacıyla yer vermesi ve devam eden sayılarda
üzerinden yayın yapan bir dergi çıkarmak bizlere daha mantıklı geldi. Ayrıca İslami dergilerin tümünde olduğu gibi bizler de ticari bir gaye gütmüyoruz. Azami sayıda okuyucuya ulaşmayı hedefliyoruz ve bunun internet ortamında daha kolay başarılabileceğine inanıyoruz. Olumsuz psikolojik etkileri olsa da sanal alemde yazar ile okurun daha hızlı iletişim kurabildiği de yadsınamaz bir hakikattir.
geçen sayıları arşive atması, okuyucunun güncel
Derginin bu ilk sayısında “Başlarken Amaçlar, İl-
sayıyı para vererek satın almasında isteksizleş-
keler ve İçerik Üzerine” başlığı altında amaç ve
mesine yol açmaktadır. Okuyucu geçmiş sayıları
ilkelerimizi ortaya koyan ve ileriki sayılarda han-
arşivden okumayı tercih etmektedir. Bunu önle-
gi tür konuları, hangi tarzda ele almayı hedefle-
mek için bazı dergiler interneti hiç tercih etme-
diğimizi anlatan bir yazı bulacaksınız. Ancak bu-
mektedirler.
rada şu kadarını söylemekte fayda vardır: Bir
Ancak okuyucunun tercihi internetten yanadır.
tüel çaba göstermek, oturduğumuz yerden bir
Bazı dergilerin satış rakamları binin altındayken söz konusu dergilerin haber ve dergi sitelerine sadece bir günde binlerce kişinin girmesi bunun bir göstergesidir.
dergi çıkartırken amacımız asla boş bir entelekşeyler yazıp herkese yukardan bakmak, monologlarla kendimizi tatmin etmek değildir. Bir insan olarak insanlığın dertleriyle dertleniyo-
İnternet ve sanal alem kaçınılmaz bir süreçken, getirdiği olumsuzlukları da gözden ırak tutmamak gerekmektedir. Burada internetin, çocuklar ve gençler üzerindeki etkisinden ve bazı gayri ahlaki hususlara yataklık etmesinden bahsedecek değiliz. Bunlar yeteri kadar konuşulup yazılıyor. Ancak dikkat çekmeye çalıştığımız diğer bir husus var. Sanal alemde insanlar bir şeyler yazarken veya birileriyle tartışırken farklı bir psikoloji ile hareket ediyorlar. Adeta ikinci bir kişilikle sanal aleme dalıyorlar. Yüzlerine taktıkları mas-
ruz. Görebildiğimiz, düşünebildiğimiz, okuyabildiğimiz kadarıyla tüm problemlerin vahiy, ceht, akletme ve insanlığın fıtratına ve özüne dönme ile çözülebileceğine inanıyoruz. Bu nedenle insanı ilgilendiren her hususla ilgiliyiz ve bu durumlara kulağımızı gözümüzü kapatmanın ve bunlardan kaçmanın asla çözüm olmayacağına inanıyoruz. Böyle davranmanın da bizlere ağır sorumluluklar yüklediğinin farkındayız. Yoğun bir düşünme, okuma ve tartışma çabası ile ulaşabildiğimiz ve doğru olduğuna inandığımız -ama asla değiştirilemez düşünceler olarak görmediği-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
5
miz- görüşlerimizi, insanlığın temel sorunlarına
cuya bir mesajdır hem de yazarların ne yapma-
duyarlı, düşünen ve çözümler arayan ve bunla-
ya çalıştıklarını, neyi amaçladıklarını muhataba
rı da üretmeye çalışan her insanla dergi sayfala-
gösteren ilk işarettir. Dergi ismini seçerken bir
rından başlayarak paylaşmayı hedefliyoruz.
yandan bizim eylemliliğimiz yani hakikate ulaş-
Paylaşılamayan fikrin, sahibi de dahil olmak üzere kimseye bir faydası yoktur. Dar alanda geli-
ma çabamız ortaya çıkmalıydı diğer yandan referansımız da belirgin olmalıydı.
şen fikirler olgunlaşma imkanı bulamazlar. Her
Temel referansımız “İslam” yani onun temel
fikir meydana çıkmalı ve tartılmalıdır. Gök kubbe
kaynağı olan “Kur’an” olduğuna göre derginin is-
altında söylenmedik söz kalmadı diyerek susma-
mindeki “İslami” kısmı buraya bir gönderme ol-
nın pek bir anlamı yoktur. Pek çok söz söylenmiş
ması açısından meramımızı anlatmak için yeter-
olsa da anlam her yeni şartta yeniden üretilme-
liydi. Ancak dikkat edilirse “İslami” kelimesinin
lidir. Bunun da yolu farkındalıktan, gerektiği öl-
eki “i”dir, “ın” değildir. Yani biz burada “İslami
çüde daha çok konuşmaktan, eteklerimizdekileri
Yorum” derken bunu “İslam’ın Yorumu” tamla-
ortaya dökmekten, paylaşmaktan, yeniden dü-
masıyla veya yalın “İslam” ismiyle anlaşılan hu-
şünmekten, analizler yapıp hakikati bize uygun
susu kast etmiyoruz. Eğer biz bunu kastedersek
yönüyle yeniden keşfetmekten geçmektedir.
yaptığımız yorumları tam da İslam’ın kendisi ve
Bu nedenle biz yazmak değil yazışmak, paylamak değil paylaşmak, bölmek değil bölüşmek, dert üretmek değil dertleşmek, konmakkonaklamak ve konduğumuz-konakladığımız yerde yalnız kalmak değil, konşu (komşu) olmak ve komşuluğun gereği olarak konuşmak istiyoruz.
2
Kısacası yaptığımız işte iyilik amacına
bizzat Allah’ın söz konusu husustaki muradının mutlak biçimde bu yorum olduğunu iddia etmiş oluruz ki bu doğru değildir. Oysa terkibin ikinci kısmı olan “Yorum” kelimesi tamamıyla insana ait bir eylemliliği ifade etmektedir. İnsana ait bir eylemlilik her zaman hatayı ve yanılma ihtimalini içinde barındırır.
dönük bütün fiillerimizi işteşli fiil olarak yapmak
Bu nedenle İslam’ı referans alarak ortaya konan
istiyoruz. Son sözü söylemek gibi bir komplek-
insani bir eylem biçimi olan “eşyayı ve hadisa-
simiz yok. Ortak paydamız hakikatler ve vahyin
tı yorumlama” çabasını ifade eden “İslami Yo-
işaret ettiği noktadır.
rum” ismi, Türkçe karakter sorunu da olmayan
Bizimle aynı hisleri paylaşan, aynı dertlerle dertlenen, düşünen, çözümler üretmeye çalışan ve hakikatin peşinde olan, dertleşmek, yazışmak, bölüşmek, komşu olup konuşmak isteyen, söy-
ve bu nedenle okuyucunun internette ulaşmakta zorluk çekmeyeceği akılda kalan bir isim olması açısından kıstaslarımıza uyan bir isim oldu ve bu ismi seçtik.
lenecek sözü olan herkesi dergi sitemizde gör-
Geçmişte ve bugün pek çok dergi ve sitenin isim
mek istiyoruz. Sadece okur olarak değil, eleştiri-
konusunda yeteri kadar hassas olmadıklarına ta-
leriniz, önerileriniz, yazılarınız ve çalışmalarınızla
nık oluyoruz. İsim olarak doğrudan “İslam, Ha-
katılımınızı bekliyoruz.
kikat, Hidayet, Hak Yol” gibi isimleri seçen ve
Son olarak e-dergimize seçtiğimiz “İslami Yorum” ismini belirlerken uyguladığımız kıstaslardan bahsetmeliyiz. İnternette daha önce alınmamış uygun bir domain ismi bulmanın zorlukları herkesçe malumdur. İşgüzarların ve bu işten kazanç umanların alınabilecek bütün isimleri kapatma(!) hevesleri yüzünden akla gelebilecek
bunları referans alarak kendi eylemliliklerinin de içinde yer aldığını anlatan ikinci bir terkiple kullanmayanlar okuyucuya adeta “Bu kapak altında söylediğimiz sözler hakikatin mutlak ifadesidir.” türünden bir mesaj vermektedirler. Oysa dediğimiz gibi insana ait her eylem hata payını her zaman içinde barındırmaktadır.
uygun isimleri bulmak oldukça zor bir iş. Buna
Ancak biz bunu söylerken düşündüklerimizin ve
bir de isim seçmedeki hassasiyetimiz eklenin-
yazdıklarımızın sel üstünde köpük, su üstün-
ce iş oldukça zorlaşıyor. Çünkü isim hem okuyu-
de saman mesabesinde olduğunu söylemek istemiyoruz. Hakikatin daima göreceli, değişken
Dücane Cündioğlu, “Konu konşum yoksa nasıl
2
konuşabilirim” Y.Şafak 07.07.2002
6
ve ulaşılamaz olduğu değildir anlatmak istedi-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ğimiz. Asıl amacımız iddialarımızın ve yorumla-
sayıları takip etmek isteyenlerin, sayılar güncel-
rımızın referansı ve ulaştığımız neticelerin kime
lendiğinde haberdar olmaları için sitemizin ana
ait olduğuna ilişkin okuyucuyu yanlış yönlendir-
sayfasında yer alan “Yeni sayı çıktığında haber-
memektir. Tabii ki bir şey yazıyorsak bunun doğ-
dar olmak istiyorum?” bölümünden e-mail ad-
ru olduğuna inandığımız için yazıyoruz. Doğru-
reslerini kaydetmeleri yeterli olacaktır.
da isabet ettiğimiz ölçüde bunun hakikati Allah’a aitken, hataya düştüğümüzde bunun yanlışı bize aittir. Yanlışı gördüğümüz zaman bunu terk etmek ve doğruyu aramaya devam etmek insan olarak boynumuzun borcudur. İşte söylemek is-
“Sorumluluk” ana konusu çerçevesinde ancak iki adet yazıya yer verebildik. “Araştırmaİnceleme Yazıları” çerçevesinde “Kur’an ve Şahitliğimiz” başlıklı yazı ile Kur’ani bir kav-
tediğimiz budur.
ram olan “Akletmek” üzerine hazırlanan yazı
Basit ama önemli bu ayrıntıya gerekli önem ve-
e-sayfalarımızda bulacaksınız. Metin Yılmaz’ın
rilmediği için asırların biriktirdiği gelenek ve yo-
Atasoy Müftüoğlu ile ‘Dergiler ve dergicilik’ üze-
rumların tümüne ve İslam’ı referans alarak or-
rine yaptığı kısa ama özlü söyleşi oldukça ufuk
taya konan hayatı yorumlama biçimlerinin hep-
açıcı bir niteliğe sahip. Gündeme giriş mahiye-
sine İslam dininin kendisi gözüyle bakılmaktadır.
tinde hazırlanan ve daha çok “gündem” kelime-
Evet, şu anda insanların karşısında “İslam Dini”
si etrafında gündeme nasıl bakmamız gerektiği-
parantezinin içinde görülen 1400 yıldan beri çığ
ni irdeleyen bir makaleyi ve gündeme ilişkin de-
gibi büyümüş dev bir kütle durmaktadır. Neyin
ğerlendirme yazılarını sayfalarımızda bulacaksı-
cevher neyin araz olduğunu, neyin öz neyin ka-
nız.
dizisinin girişi mahiyetindeki ilk yazıyı da
buk olduğunu, neyin hakikat neyin zan olduğunu, neyin nass neyin yorum olduğunu, neyin sabite neyin değişken olduğunu, neyin asıl neyin fer olduğunu, neyle ne kadar sorumlu olup nelerden uzak kalmamız gerektiğini ayırt etmek,
Ayrıca “Kur’an’ı yeniden okumak” başlığı altında bir dosya hazırladık. Dosyada hem dergi yazarlarımıza ait yazılar hem de konuyla ilgili seçtiğimiz alıntı yazılar yer alıyor.. Dosyanın girişi ma-
içinden çıkılmaz bir hale dönüşmüştür.
hiyetindeki “ ‘Kur’an’ı Yeniden Okumak’ Dosyası
Mensuplarının pek çoğu, dinin özünün, hakika-
mını bulabilirsiniz.
tin, sabite ve asılların farkında olmaksızın çoktan hiçbir geçerliliği kalmamış ayrıntılara din diye sarılmaya devam etmektedir. Ancak, böyle bir durum var diye yüzyıllar boyunca oluşmuş bu birikimi tümden yok farz etmek ve üstünü çizmek doğru olmadığı gibi, tümünü “İslam” parantezinin içine almak da doğru değildir. Dikkatli bir temyiz işlemi ile iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, geçerli olan ile geçersiz olanı ayırmak, sorumluluğunun bilincinde olan herkesin bir göre-
Üzerine” başlığı altındaki yazıda dosyanın tanıtı-
Amaç, ilke ve içerik üzerine kaleme alınan “Başlarken Amaçlar, İlkeler ve İçerik Üzerine” başlıklı makalede de ifade edildiği gibi, sayfalarımızda dünyada farklı perspektiflere sahip araştırmacı ve yazarlar ile bunlara ait görüşleri ulaşabildiğimiz ölçüde sayfalarımıza taşıyacağız. Bu amaçla bu ilk sayıda, yaşadığımız topraklarda pek tanınmayan ve farklı bir yöntemle hazırlanan “Tadabbur-i Kur’an” isimli bir tefsiri olan Pa-
vi olmalıdır.
kistanlı alim Amin Ahsan İslahi’ye ait, ana konu-
Üçer aylık bir mevsim e-dergisi olarak çıkart-
lı yazıyı tercüme ederek sayfalarımızda yer ver-
mayı düşündüğümüz derginin bu ilk sayısında,
dik. İslahi’nin hayatı, görüşleri ve eserlerine iliş-
hem kendimizi tanıtabilmek, hem amaçlarımı-
kin tanıtıcı yazılara ileriki sayılarımızda yer vere-
zı ve ilkelerimizi net bir şekilde sergileyebilmek,
ceğiz.
muz ile de ilgili “Kur’an Tefsirinin İlkeleri” başlık-
sonraki sayılarda hangi konuları merkeze alarak yazılar hazırlayacağımızı ortaya koyabilmek için bunu konu alan bir yazıya yer vermeyi uy-
Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle muhabbetle kalın…
gun bulduk. Bunun paralelinde, sayıyı tanıtmak amacıyla yazdığımız şu anda okuduğunuz “baş-
İSLAMİ YORUM
larken” yazısını da biraz uzun tuttuk. Ayrıca yeni
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
7
Başlarken
BAŞLARKEN
AMAÇLAR, İLKELER VE İÇERİK ÜZERİNE Hamdİ Tayfur Tarih 20. yüzyılı nasıl bir isimle anar bunu şimdi-
duğu zamanlardır. 20. Yüzyıldaki süreçlerin he-
den tam olarak söyleyemiyoruz ama bugünden
nüz devam ettiği bugünlerde Amerika peş peşe
bildiğimiz açık bir gerçek var ki, bu yüzyıl tanık
krizlerle sallanmaya başladı. SSCB’yi dağıtan sü-
olunan en hızlı değişim yüzyılı oldu dersek çok
reç Amerika ve kapitalist batı için de işliyor ve
da yanlış bir şey söylemiş olmayız. 20. Yüzyıl-
sistemlerini devam ettirebilmek için ultra mali-
da hem siyasi hem de teknolojik olarak çok hız-
yetli çözüm paketleri açıklıyorlar. Krizin esasında
lı değişimlere tanık olduk. Birkaç on yılda tek-
ekonomik bir kriz değil, bir zihniyet ve hayata
nolojide yapılan keşifler, yüzyıllardır yapılanlar-
bakış krizi olduğunu anlamamakta direnen batı-
dan sayı olarak kat be kat fazla oldu. Geçtiğimiz
lı sistem yöneticileri ve beyinleri, önceden kendi
yüzyılda siyasi arenada baş döndürücü değişim-
iradeleriyle çıkardıkları krizlerde olduğu gibi, bir-
ler yaşandı. Bir taraftan imparatorluklar tek tek
kaç regülasyonla sorunun çözüleceğini düşünü-
sahneden çekilirken Dünya ‘ulus devlet’lerle ta-
yorlar. Oysa bu sarsıntı, sistemin ne kadar zayıf
nıştı.
temeller üzerine oturduğunu ve işleyişin, varlı-
Yüzyılın başında, diyalektik dönüşümlerle tari-
ğunu gözler önüne sermesi açısından önemliydi.
hin sonunun ‘komünal toplum’ olacağını iddia eden bir ideolojiden beslenerek kurulan bir devlet, henüz yüzyıl bitmeden paramparça oldu ve belki tarihin değil ama kendisinin sonunu getirdi. SSCB’nin dağılmasıyla iki kutuplu Dünyadan tek kutuplu Dünyaya geçildiğini ve tek süper güç olarak kendisinin kaldığını düşünen Amerika, za-
Önemli bir kavşak noktasındayız. Her şey artık biraz daha çıplak ve görünür hale geldi. Mevcut Dünya sistemi yırtıklarını yamayarak ve açıklarını kapayarak daha ne kadar varlığını sürdürür bilemiyoruz ama sonun çok da uzakta olmadığı artık apaçık ortaya çıkmıştır.
fer sarhoşluğu içinde tıpkı Marksist ideolojinin
Burada asıl cevaplanması gereken soru; Dün-
yaptığını kendisi yapmaya kalktı ve hakimiyeti-
ya sisteminin nereye evirileceği ve Müslüman-
nin ebedi kalacağı zannıyla ‘tarihin sonu’ nu ilan
ların bu evirilmenin neresinde ne kadar yer ala-
ediverdi. Rakipsiz kalmanın mağrurluğu ile per-
cağı sorusudur. 20. Yüzyılı ‘Bize ne oldu?’ ve ‘Ne
vasızca işgallere ve saldırılara girişti. Milyonla-
yapmalı?’ sorularıyla geçiren ve kendilerini sa-
rı katletti, kaynaklarına el koydu. İstediğini te-
dece İslam Dünyasının sorunlarıyla sınırlandıran
rörist diye esir aldı. Adaleti ve hukuku pervasız-
Müslümanlar, Dünya bir kavşak noktasınday-
ca çiğnedi.
ken hayatın daha çok içinde yer almalı ve ses-
Oysa, mağrurluğu içinde farkında olmadığı bir hakikat vardı ki, sahip oldukları ile kendilerini ebedi sayanlar için, en güçlü olduklarını zannettikleri anlar, genellikle sonlarının da en yakın ol-
8
ğın özüyle ne büyük bir çatışma içerisinde oldu-
lerini daha bir gür olarak çıkarmalıdırlar. Soru ve sorunlarımıza cevap olarak ürettiğimiz ‘Kuranın her şeye çözüm olduğu’ savı, sadece Kuran sayfaları arasında dolaşarak ve zamanın ruhunu keşfetmeden, hayatın ve Dünyanın problem-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
lerini fark edip bunların üstüne gitmeden boş ve
nin kendisini kutsallaştırarak bunu yerine getirip
kulaklara hoş gelen bir sav olmaktan öte gide-
kendimizi tatmin etmek değildir. Her ne kadar
meyecektir.
zalime zalim demenin ve ettiği zulümleri yüzü-
Kapasitemiz ve imkanlarımız ölçüsünde insanlığı ve bizi ilgilendiren her husustan haberdar olmakla mükellefiz. Eşyayı, hadisatı, toplumsal değişimi anlamak ve yorumlamak, sorumluluklarımız arasında yer alıyor. Daha da önemlisi problemleri yok farz etmemiz söz konusu problemleri ortadan kaldırmıyor, daha da derinleştiriyor. Bu nedenle ‘yüzleşmek’, ister kendimizle yüzleşmek ve kendi gerçekliğimizi tüm çıplaklığı ile fark etmek şeklinde olsun, isterse Dünyayı mevcut haliyle tanıyıp zamanın ruhunu yakalayarak açık
ne faş etmenin yeri geldiğinde gerekliliğine inanıyor olsak da, öncelikle anlamayı, problemleri tespit etmeyi, bunları analiz etmeyi ve bunlarla ilgili varsa Dünyanın değişik bölgelerindeki farklı akıllar tarafından üretilen çözüm önerilerini veya kendimiz bir çözüm önerebilirsek bu çözümleri dillendirmeyi, bireysel ve toplumsal sorumluluğumuzun gereği olarak, atıl bir duruş içinde tıkanıp kalmadan, şahitliğimizin bir nişanesi olarak suskunluğu terk edip, söylenecek sözlerimizi duyurmayı amaçlıyoruz.
bir dille neyin ne olduğunu ortaya koyma sure-
Böylesine geniş perspektifli bir amacın sade-
tinde olsun, asla kaçınamayacağımız bir görevi-
ce bir e-dergi imkanıyla ve sınırlı bir ekiple ger-
mizdir.
çekleştirilemeyeceğinin farkındayız. Değişi-
Dünya mevcut halindeyken, insanlığın problemlerine kayıtsız kalmamak, aklımızın erdiğince, dilimizin döndüğünce tahlil ve tespitler yapabilmek, olmazsa olmaz ihtiyaçlarımızdandır.
min komple toplumsal bir irade ve kararlılıkla ve Allah’ın o topluma verdiklerini değiştirmesiyle olacağının bilincindeyiz. Eğer bu değişimi gerçekleştirecek panoramada, eşsiz güzellikte bir çöl manzarası varsa ve kum yığınlarının içinde olmayan bir kum tanesi bu tabloyu eksik bırakı-
Amaçlar
yorsa, oradaki o eksik kum tanesinin boşluğu-
Yukarıda çok öz olarak çizmeye çalıştığımız tab-
mamlayan farklı kum tanelerinin yerlerini alma-
loyu ve bu tablo karşısında hissettiğimiz derin sorumluluk duygusunu göz önünde bulundurduğumuzda, dergi çıkartmanın, hissettiğimiz bu sorumluluğu bir nebze de olsa yerine getirmeye çalışmaktan başka bir amacı olabilir mi? İnternet üzerinden bir e-dergi çıkartmadaki ama-
nu doldurabilmektir bizim amacımız. Tabloyu talarıyla manzaranın olgunlaşacağına ve değişimi getiren iradenin ortaya çıkacağına inanıyoruz. Bu nedenle içi doldurulmamış ‘Dünyayı kurtarma’ söylemlerinden ve toplumsal mühendislik yapma anlayışlarından uzağız.
cımız, içimizdeki bu sızıyı dışa vurmaktan, de-
E-dergi ile mevcut kadroda yer alan yazar arka-
rinlerden çektiğimiz ‘aah’ları daha güçlü ve daha
daşlarımızın ve okuyarak, yazarak, eleştirerek
çok insanla çekmekten başka bir şey değildir.
bizi destekleyecek olanların bu vesile ile araş-
İnsana, akla, cana, eşyaya, doğaya, çevreye ve tüm varlığa karşı, onulmaz bir açlık ve saldırganlıkla tahribata girişen, düşünce, ideoloji, dogma, sistem, medeniyet ve gelenek alt yapılarıyla varlığını sürdüren, ordusuyla, teknolojisiyle, basın-yayın araçlarıyla, global şirketleriyle kısacası her türlü kurumsal yapısıyla fesadı makulleştiren (!) ve normalleştiren mevcut Dünya sistemine karşı düşüncelerimizi, eleştirilerimizi, alternatiflerimizi hatta protestolarımızı açık bir dille söylemek istiyoruz. Amacımız asla protest bir dille, sırf karşı çıkmak için karşı çıkarak veya sistemi boykot etme-
tırarak, düşünerek, okuyarak, tartışarak, analiz yaparak kendilerini geliştirmelerini bile büyük bir kazanç olarak görüyoruz. Öncelikle kendimizi geliştirme hedefiyle başlamak üzere ürettiklerimizi, benzer kaygıları taşıyanlarla paylaşmayı; eşyaya, hadisata ve akıp giden hayata dar pencereden bakmaktan kurtulmayı; perspektifimizi genişletmeyi ve bunun içinde farklı ama aynı sorunları sorun edinen düşünce biçimlerini dinleyip anlamaya çalışmayı hedefliyoruz. Bugüne bakıyor olmamız, bizi dünden koparmıyor. Güçlü bir geleneğin mirasçılarıyız. Buna karşı inkarcı bir tavır içinde olmak ve yok farz etmek kadar tümüyle kutsayıcı bir çizgide olmak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
9
da yanlıştır. Biliyoruz ki, günümüzde varlığını
de düşünen ve çözümler üretmeye çalışan tüm
sürdüren gelenekçi, modernist, selefi, ıslahat-
Dünyadaki düşünür ve çevrelerin çalışma ve tar-
çı, reformist ve başka hangi çeşitte olursa olsun
tışmalarını araştırarak sayfalarımıza taşımaktır.
her tür İslam’ı anlama ve yorumlama biçiminin geçmişe dayanan tarihsel kökleri, çıkış noktaları ve birbirleriyle irtibatları vardır. Yeni olarak takdim edilen hiçbir düşünce ne gökten zembille inmiş, ne de yerden türedi olarak çıkmıştır. Bunların tarihin derinliklerinde direkt olarak veya tersten okuma ile mutlaka bir kökeni vardır. Yeni olan pek çok şey de, mutlaka bir şeyleri kendisine dayanak yaptıktan sonra yeni olan yüzünü
yapılan tercümeler, düşüncelerde ciddi sıçramalara yol açmıştır. İslam Medeniyetine Yunan felsefesinden yapılan tercümelerle ortaya çıkan düşünce hareketliliğine veya Rönesans’ın oluşmasında Endülüs’ün Avrupa üzerindeki etkisine bir bakmak, tercümenin ve başka diyarlardaki düşüncelerin taşınmasının önemini ortaya koyacak-
üretebilmiştir.
tır. Çok uzaklara gitmeye de gerek yok. Son on
Çözümü kaynaklara yani ilk kaynak olan Kura-
me yoluyla gelen bir referansa işaret vardır. Tar-
na dönüşte arayan ama bunu yaparken arada-
tışmaya konu olan fikirler çoğunlukla tercüme
ki yüzyılları yok farz eden İslamcı söylem, top-
edilen eserlerden alıntı fikirlerdir.
yıllarda neyi konuşup tartıştıysak mutlaka tercü-
tan inkar yolunu seçmekle hem kendisine, hem de inkar ettiği geleneğe haksızlık yapmıştır. Garaudy’nin ifade ettiği gibi ataların yaktığı ateşin küllerini eşeleyip, durmadan hayıflanmanın bir mantığı yoktur ancak, o ateşte kalmış korları seçebilmek ve günümüze taşıyabilmek, bugü-
Bu durumdan, yani dışarıdan ithal (!) fikirlerden yerlilik kaygılarıyla uzak kalmaya çalışanların farkına varmak istemedikleri husus ise, daha üç-beş nesil öncesinde yani şu andaki yerlilik ve yabancılık kavramlarının esamisi okunmuyorken,
nün ateşine fayda sağlayacaktır.
tercüme kaynakların geldiği topraklar bize ta-
Bu nedenle tarihte ortaya çıkan ve bugüne de
lan sınırların üzerinden yerlilik söylemi üretmek
yansımaları olan -bu yansıma hem olumlu hem
çok da mantıklı bir yol değildir. Bu anlamda biz
de olumsuz şekilde olabilir- düşünceleri, akımla-
olaya evrensel boyuttan bakıp, geldiği yer nere-
rı, etkin şahsiyetleri inceleyip bunları aktarmak,
si olursa olsun, fikirlerin hakikatine bakmayı ve
Kuran üzerinde yapılacak derinlemesine ana-
mümkünse bunları kendi özgün koşullarımızda
lizlerle bu düşüncelerin irtibatını kurup sonuç-
yeniden üretmeyi ya da bunlarla hesaplaşmayı
lar üretmek suretiyle güne uygun yeni yorum ve
başarabilmeliyiz. Bu ise ancak, bize bugün suni
anlayışlara kapı aralamak amaçlarımızın arasın-
olarak yabancı da gelse, gerek doğuda gerekse
da yer almaktadır.
batıda var olan düşünceleri tanımakla ve bunları
Günümüzde bu konularda yazılan eserlerin pek
mamıyla yerli topraklardı. Suni olarak oluşturu-
tanıtmakla mümkün olacaktır.
çoğu akademik çevreler tarafından yazıldığı için,
Eğer yaşadığımız topraklardan çıkan, düşünce-
genellikle akademik bir dil kullanılmakta ve ger-
leri ve eserleri başka topraklara ihraç edilme-
çek okuyucu bu tip eserlerden genelde faydala-
yi hak eden ve Dünyanın uzak köşelerinde takip
namamaktadır. Akademik dille, basit güncel dil
edilen düşünürlerimiz yoksa veya çok azsa bu
arasında orta bir dil tutturulmadan faydalı eser-
başkasının değil bizlerin suçudur. Ya dikkate de-
ler ortaya koymak ve geleneği herkesin fayda-
ğer bir düşünce üretememişizdir ya da düşün-
sına ve değerlendirmesine açabilmek mümkün
celerimizi aktarmanın araçlarını yeteri kadar iyi
görünmemektedir. Bu nedenle faydalı sonuçlar
kullanmamışızdır.
üretmesi açısından, karmaşık dillerle anlatılan İslam düşünce tarihindeki yararlı olacağına inandığımız kimi fikirleri, daha sade bir dille aktar-
10
Unutmamak gerekir ki, tarihte farklı dillerden
Bu nedenle yerli-ithal ayrımı yapmaksızın dikkate değer, ufuk açıcı yaklaşım biçimleri olan ve bu
mayı deneyeceğiz.
topraklarda az tanınan düşünürlere ait makale-
Amaç olarak gördüğümüz önemli bir husus da,
lerini, eserlerini tanıtıp bunları tartışan yazılara
kendimize problem ettiğimiz meseleler üzerin-
sayfalarımızda yer vermeyi düşünüyoruz.
lerle birlikte, haklarında yazılan veya düşünce-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Bunların yanı sıra popüler gündemin arkası-
keli olmak değildir. Tüm bunları söylerken, ilke-
na takılıp kaybolmak kaygımız yüzünden, gün-
lerin muğlaklığından ve değişkenliğinden, onları
cel olaylara daha uzun vadeli gündemleri içeren
dilediğimiz şekilde yorumlayıp değiştirebileceği-
yazılarla yer vermek niyetindeyiz. Güncel olay-
mizden bahsetmiyoruz. Amacımız sadece ilkesel
ları, toplumsal hadiseleri geniş bir perspektif-
davranmak adına değerleri hiçe saymamak ge-
le yorumlamak, akışı iyi okuyup geleceğe ilişkin
rektiğine ve ilkelerin evveliyatına önem vermek
olumlu ve olumsuz öngörülerde bulunabilmek
gerektiğine dikkatleri çekmektir.
amacındayız.
Yaratıcıya, hayata, varlığa, tabiata ve insana bakışımızı ortaya koyan temel ve değişmeyen de-
İlkeler
ğerlerimizi ve imanımızı asla kaybetmemek şar-
Dergi çıkarma amaçlarımızdan bahsederken ilkelerimizin neler olduğundan kısmen bahsetmiş olduk. Burada biraz daha ayrıntıya gireceğiz. İlkeler ve ilkeli olmak derken esasen kendi kendimizi hapsettiğimiz ve kendi ellerimizle etrafımıza ördüğümüz duvarlardan bahsetmiyoruz. Çünkü ilkelerin sınırlayıcı bir yönü olmakla birlikte, yapılan işi sürekli ve olması gereken mecrada tutması gibi asli bir değeri vardır. Bu nedenle ilkeler başlı başına bir amaca dönüşmemeli ve sahibini yaptığı işten engelleyen ve hatta mecrasından saptıran bir faktör haline gelmemelidir. Bu nedenle her ilkenin kendisine bağlı olduğu bir üst ilke veya değer vardır. İlkeli olmak ve söz konusu ilkeyi çiğnememek adına bu ilkelerin bağlı olduğu üst ilkeleri veya değerleri çiğnersek ilkeli davranmış olmayız. İlkeler arasında öncelik-sonralık, nitelik-nicelik, kolaylık-zorluk, zaruriyet-keyfiyet, yer-zamandurum, tedriç sıralaması ve istisnalar mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Tüm ilkelerin üzerinde bu ilkeler için asla feda edilemeyecek üst değerler vardır ki bunlar bizim hayat görüşümüzün, imanımızın, yaratıcıya, varlığa, tabiata ve insana bakışımızın temelini oluştururlar. Bunlar asla değişmezler ve hiçbir ilke için feda edilmezler. Bu silsile halinde devam eder. Bu nedenle Kuran, yasak ve emirleri koyarken istisnalarından ve bunlara ilişkin kolaylıklardan da bahsetmiştir. Örneğin, domuz eti haramdır ama zorda kalındığında aşırıya kaçmamak şartıyla yenilmesine izin verilmiştir 1. Çünkü canın korunması, bir haramı işlememekten daha önemli bir değerdir.
gereken en temel ilke ‘ciddiyet’ ilkesi olmalıdır. Pek çok prensibe sahip olmak, bilgiyle yüklü olmak, orijinal proje sahibi olmak, pek çok hedef ve sorumlulukları ortaya atılarak yüklenmek gibi durumlar ciddiyetten yoksunsa aslında hiçbir şey ifade etmezler. Ciddiyetten yoksunluk güncel hayata öylesine yerleşmiştir ki, doğru olan işleri yapmak neredeyse anormallik veya bir istisna haline dönüşmüştür. Doğruluğu üzerinde herkesin uzlaştığı pek çok konu, sadece yapılmalarının gerekliliği üzerinde edilen sohbetlerin birer konusu olmaktan başka bir şey değildirler. En basitinden çok yemenin ve sigara içmenin zararları, okumanın faydaları uzun sohbet konularıdır. Ama iş bunları uygulamaya gelince ciddiyetten eser kalmaz ve haklarında yapılan konuşmalar akıllardan uçar gider. Ciddiyet kendisini, üstlenilen sorumluluğun amacına uygun olarak sürdürülmesinde, sürekliliğinde ve düzenli olarak yerine getirilmesinde gösterir. Bir derginin ciddiyetinden bahsederken de, sorumluluğumuzu amaçlarımıza uygun olarak sürdürmeyi, fayda sağladığı ölçüde derginin sürekliliğinin sekteye uğramamasını ve düzenliliğini kast ediyoruz. Çünkü biliyoruz ki fikirler, düşünce sahiplerinin düşüncelerine ciddiyetle sarıldıkları oranda değer bulur. Düşüncelerle pratik hayat arasında gördüğümüz bu derin bağlantı nedeniyle pratikte fayda sağlamayan soyut düşünce ve tartışmalardan uzak duruyoruz. Ele alacağımız her meselenin mutlaka esaslı bir problemin tespiti, analizi ve mümkünse çözümüne matuf olmasına dikkat edece-
Bu nedenle ilkesel davranıyoruz diye daha önemli ilke ve değerleri çiğniyorsak, bu asla il1
tıyla, hangi işi yapıyor olursak olalım uymamız
Kuranı kerim, Enam, 6/146
ğiz. Temel ilkelerimizden birisi de, Dünya görüşümüzü belirleyen asgari noktalarda uzlaştıktan son-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
11
ra ‘farklılık ve ihtilafı zenginlik olarak görmek’tir.
tüm hayatta, tefrikaya yol açacak, kişileri renci-
Bu nedenle, amaçlara uygun olduktan sonra,
de edici, mezhepçiliği ve cemaatçiliği körükleyen
her türlü farklı düşünce ve yazıya sayfalarımızda
söylemlerden, konuşmalardan ve yazılar yaz-
yer vereceğiz. Çünkü düşünceler, aynı konuda-
maktan uzak durmak, olmazsa olmaz bir pren-
ki farklı görüşlerle karşılaşıp tartılmadıkça doğ-
sip olmalıdır. İsimlerle, gruplarla, cemaatler-
rulukları ve sağlamlıkları anlaşılamaz. İhtilaflar,
le, mezheplerle, fraksiyonlarla uğraşmak yerine,
düşünce sahiplerinin savundukları şeyleri derin-
düşüncelerin kritiğini yapmak ve zihniyet tahlil-
lemesine tartmasına ve gerekçelerini güçlendir-
leriyle yanlışları ortaya serip doğruları vurgula-
mek için daha çok tefekkür etmesine yol açar.
mak daha makul bir yoldur.
Eğer savunulan şeylerin sağlam bir temeli ve hakikatten bir payı yoksa, karşılarındaki muhalif görüşler ve antitezler karşısında yıkılıp giderler. Eğer durum böyle değilse, yani düşüncelerin temeli sağlam ve sahipleri de kendilerinden eminseler, yaptıkları savunular ile tezlerini daha da güçlendirirler. Bu nedenle ihtilaflar, fikirlerin gelişmesine yol açan önemli bir rahmet kaynağıdır. Böylece fikir sahipleri doğruluğundan emin oldukları görüşlerini ezbere savunmaktan da kurtulmuş olurlar.
ve hareketin veya öne çıkmış bir şahsın reklamını yapan bir yayın çizgisinde olmak da toplumun bir kesiminin lehte, bir kesiminin de aleyhte aşırılığa gitmesine yol açarak tefrikayı derinleştirmektedir. Bahsettiğimiz sakıncalar nedeniyle, ‘hep biz doğru söylüyoruz, diğerleri yanlış yapıyor ve yanlış düşünüyor’ tavrından uzak kalınmalıdır. Biz de e-dergi bünyesinde yazdığımız yazıla-
Ancak ihtilaflar, farklı fikirlerin birbiriyle karşılaştırılması ve delillerin değerlendirilerek doğru olanın tespit edilmesi çalışmasından, düşüncelerin bağnazlığına, doğma ve ideoloji haline gelen ekollerin çatışması haline gelirse ve belli ekolu savunmak asabiyete dönüşürse, orada olan durum ihtilaf değil tefrikadır. İhtilaf rahmetken tefrika zillettir. Çünkü ihtilafta kişiler iyi niyetlerini kaybetmedikleri ölçüde fikirlerin doğruluğu ve delillerin ne kadar güçlü olduğuyla ilgilenirler. Bu doğrultudaki cehtleri onları er ya da geç hakikate ulaştıracaktır.
rı konularında söylenecek son sözler olarak görmüyoruz. Gelecek uyarı ve eleştirilere şiddetle ihtiyacımız var. Öne sürdüğümüz bir görüşün yanlış olduğu delilleriyle ortaya konursa, bunları yok farz etmek yerine dikkate alıp sayfalarımızda yer vermek önemli bir prensibimiz olacaktır. Olmazsa olmaz prensiplerimizden birisi de ‘indirgemecilik ve genellemecilikten kaçınmak’ olacaktır. ‘İndirgemecilik’; Tüm olguları, özellikle de karmaşık olanları, nispeten daha basit ilkelerle, özellikle de tek bir nedene bağlayarak veya söz konusu alanla hiçbir ilgisi olmayan başka bir ala-
Ancak fikirler fikrisabite dönüşürse ve bir fikri savunmak bağnazca bir ekolu savunmak anlamına gelmeye başlarsa, bu durum ancak tefrika ile adlandırılır. Tefrikada şahıslar fikirlerden çok birbirleriyle uğraşırlar. Hasımlarını mağlup etmek için olmadık yöntemlere başvururlar. Tefrika, çatışmaya dönüşür. Birbirleriyle uğraşmak yerine dışarıdan gelen saldırılara direnmesi gerekenler, enerjilerini rakiplerine saldırmak için harcadıklarından gerçek düşmanlarıyla mücadele edecek güçlerini hem bölmüş hem de israf etmiş olurlar. Böylece güçten düşerler ve dış saldırılara açık hale gelirler. Sonunda, tefrikaya düştükleri için zillet onlar için kaçınılmaz bir son haline gelir.
na ait terimler ve yöntemlerle açıklama çabasını esas alan bir çözümleme biçimidir. “Bir alandaki olaylar, başka bir alandaki olaylara çok benzeyebilirler, oysa hiçbir zaman birbirlerine indirgenmemelidirler.”2 Örneğin Freud’un insan davranışlarının tümünü libido ile açıklama çabası tam bir indirgemeciliktir. ‘Genellemecilik’ ise; tek bir olaydan veya örnekten yola çıkarak onu ona benzer tüm olaylara şamil kılmak, her şeyi o olay veya örnekle açıklama çabasına girmektir. Çok basit bir örnekle açıklarsak, kötü örneklik sergileyen bir müslümanın davranışını genele şamil kılarak ‘Siz Müslümanlar hepiniz böylesiniz!’ demek tam bir genellemeciliktir.
Bu nedenle, sadece bir e-dergi bünyesinde değil
12
Tersinden bir yaklaşımla, bir cemaatin, bir grup
2
Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, sf:186
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İndirgemecilik ve genellemecilik, araştırmalarda
ramların, Kuranın indiği dönemde ifade ettiği an-
düşülen yanlışlıklardandır. Olguları açıklamada-
lam, tarihsel süreçte kavramların uğradığı eroz-
ki zorluk bazen araştırmacıyı, ortaya attığı veya
yon ve bugün bizim için söz konusu kavramların
genelde kabul gören sınırlı terim ve örneklerle
anlam ve fonksiyonları üzerine kapsamlı Kurani
sonuçlar üretmeye ve her şeyi bir şeyle izah et-
kavram çalışmaları her sayıda yer alacak. Ancak
meye sevk eder. Farklı bir şekilde de, genel hak-
bu, her sayıda ayrı bir kavrama yer vermek ve o
kında bir yargıda bulunabilmek için bulunan bir
sayıda söz konusu kavramı bir makale boyutu-
örneğe can simidi gibi sarılınarak her şey -örne-
na sığdırmaya çalışmak şeklinde olmayacak. Bir-
ğin sonucunda ortaya çıkan durumla- genellene-
birleriyle ilişkisi olan ve Kuranın bütünlüğü için-
bilmektedir. Genellemecilik ve indirgemeciliğin
de düşünüldüğünde belli bir anlam örgüsünün
ikisi de yanlıştır.
parçası olan tüm kavramları bir arada inceleme
İlkeler bağlamında son olarak üslubumuz ve kullanacağımız dil hakkındaki temel ilkelerimizden de bahsetmeliyiz. E-dergide tutturmaya çalışacağımız dil protest, slogancı, salt savunmacı veya saldırgan, dışlayıcı, kategorize edici, güzellemeci, kutsayıcı, küçümseyici, tekfir edici, vaziyet edici, kendi anlayışına aykırı bulduğu her düşünme biçimini mahkum edici bir dil değil; anlamaya, anlam vermeye, analiz edip meselenin her yönünü ortaya koymaya, çözümlemeye dönük bir dil olacak. Ancak bu bizim doğru-
yöntemiyle olacak. Bu kavramların tümünün tepesinde yer alan ana kavram esas kavramımız olacak. Örneğin bu sayıda incelemeye başladığımız ‘akıl’ kavramı; kalp, sadr, nuha,hicr, fuad, lübb, rüşt, tefekkür, tezekkür, Tedebbür, tefakkuh gibi bir dizi Kurani kavramla anlam ilişkisi olan bir kavramdır. Bu kavramlar bir anlam harmonisi içinde birlikte ele alınmaya çalışılacak. Bu nedenle kavram incelemeleri tek bir sayıda bitirilmeyecek, bir kaç sayı boyunca aynı kavramla ilgili yazı dizileri bulunacak.
luğuna inandığımız düşüncelerimizi, kimseyi da-
Kuran üzerine yer alacak yazı ve araştırmalar
rıltmamak için söylemekten çekineceğimiz veya
sadece kavramsal çerçevede olmayacak. Konu-
eğip bükerek, yumuşatarak aktaracağımız anla-
sal Kuran çalışmaları, ayet grupları üzerine ya-
mına gelmemektedir. Durum onu gerektirdiğin-
pılacak inceleme çalışmaları ve tefsir çalışmaları
de tam bir cesaretle yüksek sesle yazılacak yazı-
da Kuran araştırmaları başlığı altında yer alacak.
lar, düşüncelerimizi sloganlaştırdığımız veya saldırganlaştığımız anlamında anlaşılmamalıdır. Bu tarz yazılar yazdığımızda bile dışlamak, kategorize etmek, küçümsemek, tekfir etmek, birilerine vaziyet etmek, anlayışımıza uymayan düşünceleri mahkum etmeye çalışmak gibi yöntemleri kullanmamaya gayret edeceğiz.
İslam Düşüncesini tarihsel derinliği ve çağdaş görünümüyle tanıtan makalelere bazen bir düşünce akımını, bir fırka veya mezhebi ya da tarihsel bir şahsiyeti tanıtma tarzında yer vereceğiz. Yakın dönem ve günümüz Dünyasına ait, az tanınan veya önemli bulduğumuz düşünce adamlarını, fikir ve tezlerini ve eserlerini tanıtıcı tercüme veya inceleme yazılarına her sayıda yer
İçerik
vermeye çalışcağız.
E-derginin sayfalarında, yukarıda sıraladığımız ilkelere uygun olması şartıyla, dergi çıkartma amacımıza denk düşen makale, araştırma ve dosyalara yer vereceğiz. Her sayıda üzerinde bir kaç yazarın araştırma yaptığı ve tartıştığı bir ana konu olacak. Bu ana konunun parale-
Türkiye ve Dünyadaki gündemi inceleyen ve değerlendiren yazılar, gündeme ilişkin uzun uzun alıntı ve haberler tarzında değil, önemli gördüğümüz bir veya birkaç olayın değerlendirildiği haber yorum yazıları şeklinde olacak.
linde, bazı sayılarda soruşturmalar yaparak fark-
Derginin devamlı yazarlarının dışında zaman za-
lı seslerin bu konudaki düşüncelerini sayfaları-
man yazmak isteyecek araştırmacı ve düşünür-
mıza taşıyacağız. Ana konuya denk düşen fark-
lerin yazılarına, okuyucularımızın görüş ve de-
lı dillerden araştırma ve makaleleri tercüme edip
ğerlendirmelerine -gönderdiklerini bazen doğru-
yayınlayacağız.
dan yayınlamak şeklinde, bazen de eleştiri, soru
Temel kaynağımız Kuran’da yer alan bazı kav-
ve değerlendirmelerine cevaplar vermek şeklin-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
13
de- yer vereceğiz.
lizler yaparak, tartışarak yazmak ve bunlara
İlk sayılardan itibaren, ‘Kuranı yeniden okumak’, ‘İktidar’, ‘Devrim yöntemi’, Demokrasi yöntemi’, ‘Mücadelede yöntem’ , ‘Değişen Dünya düzeni’, ‘Küresel kriz’, ‘Türkiye’de siyasetin
dergimizde yer vermek istiyoruz. Benzer amaçlara sahip, paralel konularda düşünceleri ve araştırmaları olanları şimdiden sayfalarımızda yazmaya davet ediyoruz.
ve Müslümanların seyri’, ‘Türkiye ve Dünyadaki Müslümanların iç sorunları’, ‘Birey ve toplum’, ‘Grupçuluk-ümmetçilik’ tarzındaki konuları ana konu olarak seçip analiz etmeyi ve soruşturmayı düşünüyoruz. Bu konuları veya bunların dışıngöz önünde bulundurarak ya seçeceğiz veya erteleyip yerlerine daha önemli hale gelmiş konuları bunlara önceleyeceğiz. Bu noktada kesin belirlenmiş bir programla hareket etmeyi doğru bulmuyoruz. İslam Dünyasındaki din, dünya ve siyaset algısı ve içice olunan problemler; Ulusal sınırlarla ortaya çıkan suni ayrılıklar ve baskıcı, adaletsiz, despotik, batı yanlısı yönetimlerin yarattığı sorunlar; ekonomik kaynakların Müslüman halkların kontrolü dışında oluşunun getirdiği talan, gelir dağılımındaki adaletsizlik, fakirlik, açlık, işsizlik, edilgen ekonomik yapı, bilgi ve bilimde gerilik ve bağımlılık, bilgiye Müslüman’ca bakışın ifade ettiği anlamın, ortaya çıkan yeni koşullara göre henüz net bir biçimde tanımlanamamış olması gibi sorunlar; milliyetçilik, ırkçılık ve mezhepçiliğin getirdiği suni problemler; bölgesel ve yerel sorunlar; Dünya düzeninin dönüşümü ve modernizmin ürettiği sorunlar; vahşi kapitalizmle ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik tablo, emperyalist, kapitalist yayılma, globalleşme, askeri, ekonomik ve kültürel işgaller; batının materyalist dünya görüşüyle türeyen hayat tarzının ürettiği suç imparatorlularının insanlar, toplumlar ve çevre üzerinde yaptığı tahribatlar; batı dünyasında yaşayan Müslümanların kendilerine özgü şartlarının ürettiği sorunlar; İslam Dünyası ile Batı Dünyası arasındaki ilişkilerin geçmişi ve bugünkü hali ile karşılıklı ilişki ve bakış açılarının ürettiği ‘öteki’, ‘İslamofobi’, ‘anti-İslam’, ‘Terörist Müslüman’, ‘şeriat’, ‘recim’ kavramları ve bir türlü makul bir temel oturtulamayan ironik bir biçimde kin ve hayranlıkla büyüyen ilişki biçimi tarzındaki konuların tümü ilgi alanımıza giriyor.
www.islamiyorum.com
daki paralel konuları gündemdeki gelişmeleri de
Ortaya çıkabilecek yeni durumlarla beraber tüm bu ve benzer meseleler üzerinde düşünüp ana-
14
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Başlarken
Sorumluluklarımız Yusuf İmamoğlu İnsan olmak sorumlu olmaktır Resulullah buyurdular ki: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mesuldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mesuldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mesuldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mesuldür.” İbn-u Ömer der ki: “Bunları Resulullah`tan işitmiştim. Zannediyorum ki şöyle de demişti: “Kişi babasının malında çobandır, o da sürüsünden mesuldür.”1 “Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab 33/72)
Her insan, öyle veya böyle çobandır. Güttüğü bir sürüsü, sahip olduğu bir otorite alanı, imkanları, gücü ve bunları nasıl idare edeceğine dair değer yargıları vardır. Kiminin sürüleri dağları, ovaları kaplayacak kadar çok; kimininki ise birkaç taneden ya da bir öküzle, bir sabandan ibarettir. Sahip olunanın azlığı veya çokluğu, insanı çoban olmaktan çıkarmaz. Zira insanoğlu, ne azı ne de çoğu olmamak üzere güttüğünden-
yetlerine sahip bir varlık olarak yaratmayı dilemiştir. Bu ayrıcalıklı özelliğin gereği olan bütün nitelik ve kabiliyetleri ona vermiştir. Buna bağlı olarak da, yaptığı-ettiği her şeyden sorumlu kılmıştır. İnsanoğlunu diğer varlıklardan ayıran en önemli husus da işte bu noktadır. Bütün yaratılmışlar isteyerek veya istemeyerek Allah’a boyun eğmişken insan, kendisine verilmiş olan bütün imkanları iyi veya kötüden biri doğrultusunda kullanabilir (güdebilir). İyilik, her konuda Allah’ın dileğine uygun olandır. Allah’ın dileğine uygun hareket etmenin Kur’ani ifadesi ise yalnız Allah’a kulluktur ki, insanın yaratılış amacı da budur. Buna göre insandan beklenen, karmaşası ve çeşitliliğine rağmen hayatı asli görevi doğrultusunda tahlil etmesi ve hayatın her alanında kulluk görevine denk düşen bir tavır ortaya koymasıdır. İnsanın, yeryüzünde kendisine biçmesi gereken rol, üstlenmesi gereken sorumluluk bu olmalıdır. Tercihini kötüden yana kullanması ise zulmün nedenidir. Her şey gayet açık ve net olmasına rağmen emanete ihanet etmek, ancak cehaletinin ürünüdür. İnsanın bir amaç için yaratıldığına, bu amacının Allah’a kulluk olduğuna dikkat çekmemizin ve
güdebildiğinden sorumludur.
insanın özellikleri ile yaratılış hedefleri arasında-
Allah insanı, iyiyi ve kötüyü anlama (muhake-
meye çalışmamızın nedeni:
2
me), bunlardan birini tercih etme (irade) kabili1
Buhari, Ahkam 1, Cum’a 11, Istikraz 20, Itk 17,19, Vesaya 9, Nikah 81, 90; Muslim, Imaret 20, (1829); Tirmizi, Cihad 27,1705; Ebu Davud, Imaret 1, (2928).
2
ki uygunluğu sorumluluk açısından dile getir-
- Bir yandan omuzlarımızda duran yükün ağırlığı ve ciddiyetine işaret etmek - Diğer yandan, sorumluluklara uygun davranmanın gereğine dikkat çekmektir.
“…Kişinin yetkisi arttıkça sorumluluğu da artacak, yetkisi daraltılıp zayıflatıldığı ve aczi ölçüsünde de sorumluluk-
Sorumluluk bilinci, sahip olunan hayat görü-
tan muaf tutulacaktır. Görülüyor ki, herkesin sorumlulu-
şünün ürünüdür. İnsan nasıl bir dünya görüşü-
ğu yetkisi ve imkanları ile sınırlıdır.” (Prof. Dr. M. Abdullah
ne sahipse, ona denk düşen bir sorumluluk an-
DRAZ, İslam’ın İnsana Verdiği Değer, Kayıhan Yayınları,
layışına sahip olur. Yaratıcıyla, varlıkla, toplum-
S: 79, 1983, Ter: Nureddin Demir.)
la, kendisiyle olan ilişkisini de bu sorumluluk an-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
15
layışı belirler.
yatın belli başlı alanlarıyla da sınırlı değildir. İn-
Dünyadan olabildiğince istifade etmek isteyen materyalist dünya görüşüne sahip biri, kendi çıkarlarının dışında her türlü bağ, vefa ve değere kayıtsız kalır. Ahlaki değerlere olan bağlılığı sosyal çevrenin baskısıyla, hak ve hukuka olan saygısı polisiye tedbirlerin etkisiyle sınırlıdır. Fırsatını yakaladıkça sınırları aşmakta bir sakınca görmez. Toplumun nereye gittiği, yarınlarının ne kadar aydınlık veya karanlık olduğu onu ilgilen-
sanı ilgilendiren her türlü konu, insanın yer aldığı her türlü alan ve insanın bulunduğu her yer Müslümanların ilgi alanı ve sorumluluk anlayışı içinde olmak zorundadır. Bu ilgi ve sorumluluk “insan”la da sınırlı değildir. Yaratıcıya karşı sorumluluk, diğer varlıklarla ilişkide de kayıtsızlıktan uzak olmayı gerektirir. Eşyayı ve doğayı hoyratça kullanmak ve tahrif etmek, bir çeşit zulümdür.
dirmez. İçinde yaşadığı toplumun doğru bilgiden
Bununla birlikte unutmamak gerekir ki, insan
uzak kalması, mahrum bırakılması ve zulme uğ-
ancak gücü yeten şeyden sorumludur. Allah,
raması onun duyarlılıklarını harekete geçirmez.
adaletlilerin en adaletlisidir. Hiçbir varlığa veril-
Eğer toplumsal bir şeyle ilgileniyorsa bu; ken-
miş olan görev, o varlığın yetenek ve imkanla-
di çıkarları veya çıkar ortaklıkları doğrultusunda
rından daha fazla değildir. İnsana yüklenen gö-
“toplum mühendisliği” yapmaktan ibarettir.
rev de öyledir ve onun imkan ve kabiliyetleriyle
Hayata madde ve menfaat penceresinden bakanların yanında; ahlaka ve dine sıkı sıkıya bağlı olmasına rağmen, sosyal konularda son derece sorumsuz bir hayat yaşayanları (mistik) da unutmamak gerekir. Sanki kendileri bir toplumun içinde yaşamıyormuş, sanki kendileri bu
doğru orantılıdır. Allah hiç kimseden dağları yerinden oynatmasını, inanmayanları zorla ikna etmesini, değişmek istemeyen toplumları değiştirmesini beklemez. Herkesin sorumluluğu Allah’ın kendisine verdiği güç ve imkanlarla alakalıdır.
toplumun suçlarından hiç sorumlu tutulmaya-
Müslümanlar açısından sorumluluk
cakmış ve sanki toplumun başına gelen kendile-
Bir Müslüman, içinde bulunduğu zaman ve me-
rine hiç uğramayacakmış gibi kendi sınırlı alanlarında yaşayıp giderler.
kanda üzerine düşenleri anlamaya çalıştığında, sorumluluk kavramının kendisini çok farklı ko-
Kısacası insan nasıl bir hayat görüşüne sahipse, sorumluluk anlayışı da ona göre şekillenir.
nulara ve boyutlara doğru zorladığını görecektir. Çünkü sorumluluk3, bir kavram olarak ele alın-
mak istendiğinde birçok konunun ve boyutun ir-
Hayatı Allah’a kulluktan ibaret bir süreç olarak
delenmesini gerektirir. Örneğin hukuki alanda;
algılayan İslam’a gelince:
haklar ve görevler, yetkiler ve sorumluluklar, so-
Bu anlayış, karşılığını “Allah’tan başkasını ilah edinmeme” ilkesinde bulur. Hayatın her anında
rumlulukların kaynakları ve bedelleri, sonuçların 3
Sorumluluk sözlüklerde: “Sorumlu olma durumu; mesu-
ve her alanında Allah’ın memnun olacağı şekilde
liyet. Kişinin kendi davranışlarını ve yetki alanına giren
davranmayı ifade eder. Buna paralel olarak, için-
olumsuz herhangi bir olayın sonucuna katlanması; mesu-
de bulunulan toplumun ve dünyanın meseleleri-
liyet. Bir iş ve görevden sorumlu olma durumu; mesuli-
ne nasıl bir yakınlık ve uzaklık içinde bulunula-
yet. Sorumlu olmayı gerektiren bir yükümlülüğün kendi-
cağı da bu ilkenin kapsamı içerisindedir. Bir Müs-
si; mesuliyet.
lüman, temelde hiçbir şeye kayıtsız kalamaz.
- Hukuka aykırı eylemlerden doğan zararları giderme yü-
Çünkü yalnız Allah’a kulluk; bireysel ve toplum-
kümlülüğü; mesuliyet. Karar alma yetkisinin yanında he-
sal boyutta zulmü ve fesadı ortadan kaldırma,
sap verme zorunluluğunu da gerektiren görev, meslek ya
temizliği, iffeti, ahlakı ve adaleti tesis etme ça-
da sosyal konum; mesuliyet” anlamlarında kullanılmıştır.
basıdır. Bunun, Müslümanlara getirdiği sorumlu-
- Kişinin davranışlarından hesap verme yükümlülüğü altın-
luk ise ne sadece ailesiyle, ne sadece içinde ya-
da bulunması durumuna Türkçede sorumluluk denir. He-
şadığı coğrafyayla ve ne de sadece aynı inancı
sap yükümlülüğü kişinin davranışları nedeniyle ödül ya da
paylaştığı insanlarla ilgilidir. Sadece ibadetle ve
ceza biçiminde bir karşılık görmesi sonucunu doğurur. Bu
ahlaki konularla sınırlı olmadığı gibi, sadece ha-
karşılık, maddi ya da manevi olabileceği gibi, bu dünyada ya da ahiret hayatında da olabilir.
16
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kimi nasıl ilgilendirdiği gibi konular, sorumluluk
lumdaki kötülükleri düzeltmek adına her türlü
kavramı içerisinde değerlendirilmek durumunda-
renge bürünmek mi; zulümleri gördükçe zarara
dır. Sosyal alanda; bireysel ve toplumsal sorum-
uğramamak için sessizliğe bürünmek mi, yoksa
lulukların birbiriyle ilişkisi, toplumsal olanın bi-
her gördüğü zulme alenen savaş açmak mı?...
reysel olanı ne zaman nasıl bir yükümlülük altında bırakacağı, aileden topluma ve dünyaya doğru bir öncelik-sonralık sıralaması gibi meseleler devreye girecektir. Kavram, isteyerek ve bilerek yapılan işlerle istem dışı veya kazara yapılan şeylerin insana nasıl bir sorumluluk yüklediği yönünde farklı bir açılım gösterecektir. Bunun yanında; ekonomi, siyaset, ahlak gibi birçok ala-
Bizden önce de Allah’a karşı sorumluluğun ne olduğu anlaşılmaya çalışılmış, çeşitli şekillerde cevaplar bulunmuştur. Örneğin fıkhi yaklaşım, kulun Allah’a karşı görev ve sorumluluklarını “efal-i mükellefin”4 ile izah etmeye çalışmıştır. Helaller, haramlar, farzlar, sünnetler ve vacipler çerçevesinden sorumluluklar incelenmiştir. Yapıl-
na doğru genişleyecektir.
ması gereken ibadetler, bu ibadetlerin ayrıntıları,
Sorumluluk, görev olarak tanımlandığında ne
masıyla yapılmaması arasında önemli bir fark ol-
anlama gelir? Yapılan bir işten doğan sonucu
mayan şeyler (mendup-müstehap, mübah, mek-
üstlenmek açısından bakıldığında ne anlama ge-
ruh vs.) sayılıp dökülmüştür. Kendi içinde ge-
lir? Bunların her birisi incelemeye, üzerine yazı-
rekliliği ve önemi inkar edilemese de, konuya bu
lar yazmaya değer konular olmakla beraber bu
çerçeveden yaklaşmanın sıkıntıları pek çoktur.
yazının maksadı, böylesine kavramsal bir ince-
Helalin, haramın, farzın ne olduğunu bilmek el-
leme değildir. Bu yazının maksadı, bugün Müs-
bette gereklidir. Ancak sorumluluk olgusunu sa-
lümanların taşıması gereken sorumluluk anla-
dece belli bir çağın ihtiyaçlarına göre belirlenmiş
yışının bizzat kendisine dikkat çekmektir ve hi-
helaller ve haramlar penceresinden görürsek,
lafet, kulluk ya da sorumluluk kavramlarının
şartların ve ihtiyaçların değişmesiyle o kural-
mevcut şartlar içinde nasıl okunması gerektiği-
lar güncelliğini yitirir, gelişen şartlar ve ihtiyaçlar
ni ya da nasıl okunması gerektiğine dair “ben ne
karşısında ne yapılacağını bilemez hale geliriz.
düşünüyorum”u tartışmaktır.
yasaklanan şeyler ve bunların incelikleri, yapıl-
Fıkhi yaklaşım bu tür sorunlar içerirken, sorum-
Böyle bir tartışmaya, yazının başında insanın ko-
luluk anlayışıyla ilgili bir başka yaklaşım da; top-
numuyla ilgili dile getirilen temel bazı konuları
lumda geçerli olan kötülüklere bulaşmamak, fu-
hatırlayarak başlamak gerekir:
huştan ve münkerden uzak durmak için dünya-
İnsan, yaptıklarına karşı bir rehindir. Allah insanı bir sorumlulukla yeryüzüne indirirken bunun bir sınav olduğunu da bildirmiştir. Ya yaratıcının gösterdiği şekilde sorumluluk yerine getirilip mükafata ulaşılacak ya da bu gerçeğe sırt dönülerek sorumsuzca bir hayat yaşanacak, sonunda da azap hak edilecektir. Bundan kaçışın hiçbir yolu yoktur. O halde yapılması gereken en doğru şey, sorumlulukların ne olduğunu anlamaya ça-
dan el etek çekmek şeklinde kendisini göstermiştir. Bu anlayış biçiminde sorumluluğun, ahlaki açıdan iffet ve temizlik gibi bireysel davranışlarla sınırlı olarak anlaşıldığına dikkat çekmek gerekir. Dünya malına ve imkanlarına tamah etmeyen bir bireyin, bunlardan kaynaklanan kötülüklere bulaşmayacağı ve dolayısıyla sorumluluklarını da yerine getirmiş olacağı var sayılmaktadır. Sorumluluk anlayışlarıyla ilgili farklı bir yaklaşım
lışmaktır. Müslümanların üzerine düşen sorumluluk nedir? Başka bir ifadeyle Müslüman olmanın gerektirdiği sorumluluk neleri içermektedir? İbadetleri eksiksiz yerine getirmek midir sorumluluk, bunların üzerine bir o kadar daha katmak mı; fuhuş ve münkerden uzak kalabilmek için kendini toplumdan soyutlamak mı, yoksa top-
da takiyye mantığında kendisini gösterir. Bu anlayış biçimine göre, ana hedefe ulaşmaya çalışırken ve onun gerektirdiği sorumlulukları yerine getirirken, ara hedeflerin gerektirdiği sorumluluklar ihmal edilebilir veya onların tersine davranılabilir. Yani kötülüğün kökünü kazımak için, 4
Müslüman olan kimsenin yapması ve sakınması gereken dini işler; İslam dininin bildirdiği emir ve yasakların tamamı anlamında kullanılır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
17
belli bir güce ulaşana kadar, gerektiğinde kimlik
rin her türünden uzak durmak tartışılmaz bir so-
saklanabilir ve kötülerden biri gibi hareket edi-
rumluluktur; ancak bilmeliyiz ki, fuhuş ve mün-
lebilir
keri düzeltmeye çalışan bir çabanın içinde olma-
Bir farklı sorumluluk anlayışı ise grupçu-
dıkça temiz ahlaka sahip olunamaz.
cemaatçi mantıkta kendisini gösterir. “Hayırla-
Allah’ın üzerimize yüklediği görevi kabul etme-
rı gerçekleştirmek için güç birliği yapmak” ilkesi
miz, kendimizi hemen her olay ve herkes karşı-
çerçevesinde oluşan yapının katı statükocu (var
sında sorumlu hissetmemiz gerektiği anlamına
olan durumu korumaya ve sürdürmeye çalışan)
gelir. Zira hilafet ve Allah’a kulluk, imar ve icadı
bir niteliğe bürünmesiyle ortaya çıkar. Oluşan
gerçekleştirmeyi, ıslah etmek için çalışmayı ge-
yapı ile İslam özdeş hale getirilir. Oluşan yapının
rektirir. Temelde Allah’a karşı sorumluluğu ifade
(grup-cemaat) başarısı ve sürekliliği için göste-
eden bu durum, bizi varlığa karşı da sorumlu tu-
rilen gayret ve fedakarlıklar İslam’ın kendisi gibi
tar. Onu hilafetin gerektirdiği şekilde kullanma-
takdim edilir. Böylece sorumluluk anlayışı da ya-
mızı, zulmün aracı haline getirmememizi gerek-
pının sürekliliğini sağlamak ve başarı kazanması
tirir. İsraf ve ifsat (bozgunculuk) etmemek için
için çalışmaktan ibaret hale gelir.
özen göstermemizi gerektirir.
Gerçek şu ki, hayat her gün biraz daha karma-
Biz aynı zamanda kendimize karşı da sorumlu-
şık hale geliyor. Dinamik bir yapı olan toplu-
luk hissine sahip olmak durumundayız. Temiz
mu, kendi gerçeğine uygun olarak anlayıp tah-
bir ahlaka sahip olmak, sorumluluğun gereğince
lil edemedikçe doğru bir davranış tarzı belirle-
bir donanıma sahip olmaya çalışmak, gücümü-
nemez. Bu dinamizm aynı zamanda onu bir bü-
zün üstünde işlere atılarak enerji ve vakti israf
tün olarak algılamayı gerektirir. Biz kendimizi
etmemek bu sorumluluklardan bazılarıdır. Doğru
öyle veya böyle içinde bulunduğumuz ortamlar-
bir inanca ve hayat görüşüne sahip olmak bun-
dan yalıtmaya çalışsak da gerçek bir ayrılış hiç-
ların başında gelir. İnandıklarımız ve bildikleri-
bir zaman mümkün değildir. Çünkü toplum or-
mizdeki yanlışlıklar, doğal olarak yanlış hareketi-
ganizması, içindeki bütün fertleri kuşatan bir ya-
mizin de nedenidir. İçimizde saf bir iyi niyet var-
pıdır. Ayrışmayı tercih etmek, gerçekte bir ayrılış
ken yanlışlar yapmamızın nedeni doğru zannet-
olmaktan çok belli alanlara duyarsız kalma terci-
tiğimiz yanlışlarımızdan başka ne olabilir! Hayat,
hidir. Bunu, ister bizce önemli olan ibadetler gibi
zannedilen doğruların değil vahyin bildirdiği ger-
konulara önem verip diğerlerini göz ardı ederek
çeklerin üzerine bina edilmesi gerekir. Bilmeli-
veya temiz kalmak için yapalım, isterse toplum-
yiz ki, iyi niyetle bir şeyler yaparken samimiyeti-
sal konulara ilgili iken belli alanları dışlayarak
miz bizi tembellikten (atıl kalmış olmaktan) kur-
yapalım fark etmez.
tarıp Allah’ı memnun edecek bir çaba ve gayrete
Sorumluluk, yükümlü olma halidir. Üzerimize yüklenen sorumluluk karşılığında da hesap vardır. Kendimizi kurtarabilmemiz, sorumluluğun gereğince davranmamıza bağlıdır. İçinde bulunduğumuz her ortamda, sahip olduğumuz güç
doğru yönlendirebilir, ama sorumluluk konusunu ciddiye almadığımızda; farkında olmadan başkalarının yanlışlarına kapılıp, zamanımızı ve enerjimizi boşa harcama gerçeğiyle de karşı karşıya kalabiliriz.
ve imkanlara uygun olarak üzerimize yüklenmiş
Bunun gibi içinde yaşadığımız ortamlardan, bü-
yükler vardır. Bizi sahip olduklarımız değil, sahip
yüklüğüne veya küçüklüğüne bakmadan sorum-
olduklarımızı Allah’ın arzu ettiği şekilde kullanı-
luyuz. Ailemiz, okulumuz, mahallemiz, iş orta-
yor olmamız kurtaracaktır. Yoksa beşe beş daha
mımız, sosyal çevremiz ve içinde bulunduğumuz
katarak, geceleri gündüzlere ekleyerek ibadet
İslami yapılanmalara karşı sorumluyuz. İçinde
ediyor olsak da bunlar bizi tek başına kurtarma-
yaşadığımız ülke ve içinde yaşadığımız dünya da
ya yetmez. İslam’ın bizden istediği ibadetler her
kendimizi sorumlu hissetmemiz gereken alanlar-
şeyden önce kaçınılmaz görevlerdir. Bunların ge-
dandır.
rekliliğini, ayrıntılarını süsleyerek, önemini vurgulayıp büyüterek üzerimizdeki sorumlulukla-
Peki nasıl?
rı yerine getirmiş olamayız. Fuhuş ve münke-
18
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Bu sorumluluk, sadece onlara hakkın ne olduğu-
gereğine uygun olarak yapılmış, sonra da gerek-
nu duyurmak mıdır?
li bir tavır ortaya konmuşsa, elbette kişi başka-
Elbette öncelikle, bildiğimiz doğruları üslubuna uygun olarak sorumluluk duyduklarımızla paylaşmak gereklidir. Hayrın yaygınlaşması için görülen yanlışlıkları düzeltmeye, iyi ve doğru olanları takdir ederek geliştirmeye ve güçlendirmeye çalışmak gerekir. Aksi takdirde mevcut yanlışlıkların bir parçası olmak durumunda kalırız. Yanlışlıkların parçası olmak, hem bu yanlışlıklara gerekli müdahaleyi yapmamaktan dolayı pasif destek olmaktan, hem de buradan doğacak sonuçların öyle veya böyle etkileyecek olmasından kaynaklanır. Düzeltme çabası sonuç itibariyle muhatabın iyiliği için çalışmaktan ibarettir. İnsanların kurtuluşunu arzulamak, onlara karşı hissedilecek sorumluluk anlayışının en önemli dayanak noktasıdır. Ortamı düzelt-
sının işlediği bir kötülükle sorumlu olmaz. Ancak bir toplum içinde kötülük yapılabiliyor, zulüm ve adaletsizlik sürüp gidiyorsa; Allah’ın adı yüceltilmek yerine O’na muhalefet etmek geçer akçe durumundaysa; bütün bunlarda failler kadar duruma izleyici olanlar da sorumludur. Ve zalim bir toplumun başına gelecek olan, toplumun sadece bilfiil zalimlerinin başına gelmekle kalmaz. Onlara destek veren veya onları uyarmak gerektiğini bildiği halde sessiz kalanların başına da gelir. Başa gelecek şey, sorumluluğu yerine getirmemiş olmaktan dolayı sadece hesap gününde Allah’ın azabına maruz kalmak değil, aynı zamanda toplumun canlı bir organizma olmasının sonucu olarak yaşanan hayatta da reel sonuçlara maruz kalmaktır.
me çabası da bir otorite ve egemenlik arzusu-
“İrailoğullarından nankörlükte ısrar edenler,
nun değil ortamı paylaşanların kurtuluşuna uy-
Davud’un ve Meryem Oğlu İsa’nın diliyle lanet-
gun imkanlar aramanın ürünüdür.
lenmiştir. Bu, onların isyankarlıkları ve sürek-
Sahip olduklarımızla ilgili olarak da sorumluluklarımız vardır. Nasıl ki sahip olduğumuz bir mülkün nihai sahibi biz değilsek; bilgi, güç, vakit, enerji, sıhhat gibi sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şey için de bu geçerlidir. Nasıl ki, biriktirip çoğalttığımız mallar kendi başına hayrın yay-
li taşkınlık yapmaları yüzündendir. Onlar birbirlerini, yapageldikleri kötülüklerden caydırmaya çalışmıyorlardı; gerçekten bu yaptıkları ne fena şeydi” (Maide 5/78-79) “Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının, Allah’ın azabının şiddetli ol-
gınlaşması veya hayırlı bir işe yaraması için tek
duğunu bilin.” (Enfal 8/25)
başına yeterli değilse; bilgi, güç, vakit, ener-
“Şüphesiz şu (yukarıdakileri) sınamıştık, tıpkı
ji vs. gibi imkanlar için de aynı gerçek geçerli-
malum bahçe sahiplerini sınadığımız gibi: Hani
dir. Bir yaraya merhem olmayan, başkaları-
onlar ertesi sabah kesinlikle hasat yapacaklarına
nın istifadesine sunulmayan her türlü güç
dair sözleşmişlerdi. Ancak Allah’ın hayata mü-
ve imkan, sahibine faydadan çok zarar ve-
dahil olduğu gerçeğine dair istisnai bir kayıt da
rir. Bir yandan sahibini şımartarak yoldan çı-
düşmemiştiler. Ve onlar uykudayken Rabbinden
kartır, diğer yandan da gereği yerine getirilme-
gelen bir (bela) o (bahçeyi) bir bir yokladı. Der-
diği için Allah’ın lanetini sahibinin üzerine çeker.
ken, ertesi sabah o (bahçe) sırım gibi geçmiş bir
Sahip olduklarımızın bize yüklediği sorumluluk,
küle dönmüştü. Derken sabahın köründe birbir-
onları hakkın gerçekleşmesi için bir araç olarak
lerine seslendiler. Hasat yapmak istiyorsanız, er-
kullanmaktır. Ne sahip olduğumuz bedenimiz, ne
kenden arazinize gidin! Derken yola koyuldular…
yıllarca çalışarak elde ettiğimiz dünyalıklar nihai
Aralarında şöyle fısıldaşıyorlardı: Bugün hiçbir
mülkiyetimiz altında bulunmaz.
yoksulun yanımıza sokulmaması gerekiyor. Sa-
Hiç kimse başkasının işlediği bir suçla sorumlu tutulamaz. Kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onun karşılığını, kim de zerre miktarı kötülük yapmışsa onun karşılığını bulacaktır. Ancak bu gerçek, kişinin kendisinden başka hiç kimseden sorumlu olmaması anlamına gelmez. Görülen bir yanlışa karşı gerekli uyarı ve eleştiriler
bah erkenden her şeye güçleri yetermiş havasıyla yola koyuldular. Derken bahçeyi o halde görünce (tanıyamadılar ve) ‘Biz yolumuzu şaşırmışız (galiba)’ dediler. (Akılları başlarına gelince), ‘Hayır biz mahrum edilmişiz’ dediler. İçlerinden en dengeli olanı ‘Ben size Allah yokmuş gibi hareket etmeyelim, dememiş miydim’ diye çıkıştı.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
19
Onlar ‘Varlığın kendisi adına hareket ettiği Rabbimizin şanı ne yücedir.’ dediler; ‘Meğer biz zalim-
sahip olmak için çalışmaktan - Bildiklerimizi paylaşarak istifadeye sunup,
lerden olup çıkmışız.’ Ardından birbirlerine yöne-
doğruluk ve yanlışlığını ortaya çıkarmaktan
lerek, karşılıklı özeleştiri yaptılar; ‘Yazıklar olsun
- Gördüğümüz yanlışları adap ve üsluba uygun
bize! Gerçekten de biz, haddimizi aşmışız. Belki Rabbimiz, onun yerine bize daha iyisini verir: Artık bizim rağbetimiz Rabbimizedir.’ İşte (dünyevi) mahrumiyet böyle bir şeydir; ahiret mahrumiyeti, hiç kuşkusuz daha beterdir: keşke bilmiş
olarak dile getirmekten - Kendimize ve başkalarına karşı cesur olmaktan - Doğruları anlamak ve kabullenmekte bağnaz davranmamaktan başka çaremiz yoktur.
olsalardı.” (Kalem 68/17-33)
Toplumun cürümlerini (kusurlarını) paylaşmıyor olmak, onlardan nefret etmek hatta sözlü olarak onlara uyarılarda bulunmuş olmak, onların zararından kişiyi kurtarmaz; bahçe sahiplerinden arkadaşlarını ikaz etmiş olan adam gibi... Bu zarar kimi zaman cürümlerin sonuçlarından etkilenmek, kimi zaman da onların uğradığı akıbete uğramakla sonuçlanır. Sessiz kalmak ise doğrudan doğruya suça ortak olmak, fesadın yaygınlaşmasına pasif destek vermektir. Toplumların uğradıkları akıbetten toplumu oluşturan bireylerin tamamı mesuldür. Bu mesuliyet, dünyada iken akıbetin maddi ve sosyal sonuçlarından etkilenmek şeklindedir. Hesap gününde ise sorumluluklarının gereği doğrultusunda “ne yaptıkları” onların durumunu belirler. Zayıf ve aciz bırakılmış olmak kimseyi sorumluluktan kurtarmaz.5 Zira yaptıklarımız kadar yapabilme, kazandıklarımız kadar kazanabilme, bildiklerimiz kadar öğrenebilme, anladıklarımız kadar anlayabilme kabiliyet ve imkanlarımızın da sorumluluğumuz üzerinde etkisi vardır. Daha iyisini, daha fazlasını yapabilme imkanına sahipken mevcut şartlarla yetinmek, “ne yapalım elimizden ancak bu kadarı geliyor, ne yaparsan yap durumu değiştiremezsin, dünyanın halini sen mi değiştireceksin, zayıf olduğumuz için bunları yapmaya mecbur kaldık vs.” demekten farklı değildir.
yorsak, bunları paylaşmak kadar onların örnekliğini yapmak da bu sorumluluk alanının içindedir. Aksi takdirde toplumlarına iyiliği emrettikleri halde kendileri keyiflerince davrandıkları için, başkalarından istediklerinin de başarısızlığına neden olan ehli kitap uleması gibi oluruz. Diğer yandan, iyi bir örneklik ortaya koyamıyorsak kötü bir örneklik yapıyoruzdur. Kötü örneklik sadece kötü davranmaktan ibaret değildir. İyiyi söylerken gereğini yapmamak, söyledikleriyle eylemler arasında farklılığın olması da bir nevi kötü örnekliktir ve biz ortaya koyduğumuz örnekliklerle sorumluyuz. Çünkü örnekliğimiz, isteyerek veya istemeyerek başkalarının davranışları üzerinde bir etki meydana getirecektir. Sorumluluk anlayışının; içinde bulunulan ortam, sahip olunan imkan ve güçler çerçevesinde anlaşılmış olması, bizi tarih önünde önemli bir noktaya sürükler. Her dönemde Müslümanlar, içinde bulundukları tarihin dönüşüm ve kırılma noktasında yer alırlar. Eğer bulundukları zamanın gereklerini iyi anlayıp doğru stratejiler belirleyebilirlerse tarihin seyri üzerinde önemli etkilerde bulunabilirler. Bu durum bizim için hassasiyetle üzerinde durmamız gereken bir konudur.
lik edilerek ifade edilmesi gerektiği” düşünce-
- İçinde bulunduğumuz dünyanın halini anlamak için elimizden geleni yapmaktan - Sorumluluğumuzun gerektirdiği donanıma
20
ların bireyi ve toplumu ıslah edeceğini düşünü-
Bugün, “İslam’ın bir topluluk tarafından örnek-
O halde;
5
Eğer Allah için bildiğimiz doğrular var ve bun-
sinden hareketle oluşmuş cemaatlerin yapılanma ve ilişkilerinin tartışıldığı ve anlaşılmaya çalışıldığı; ilişkilerin nispeten asabiyetten uzak olarak değerlendirildiği bir dönemi yaşamaktayız.
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alır-
İçinde bulunulan şartlar ve dönemin hassasiyet-
ken: “Ne işte idiniz!” dediler. Bunlar: “Biz yeryüzünde ça-
leri, Müslümanlara önemli sorumluluklar yükle-
resizdik” diye cevap verdiler. Melekler de: “Allah’ın arzı
mektedir. Doğru adımların atılması, toplumun ve
yeterince geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” dediler.
dünyanın İslam’ı daha iyi anlamasını ve dolayı-
İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş
sıyla hayrın yaygınlaşması için yeni imkanların
yeridir.” (Nisa/4:97)
oluşmasını sağlayabilir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Hangi anlayış ve kesimden olursa olsun belli bir geçmişe sahip olan Müslümanların sahip olduğu tecrübenin de, onlara yüklediği bir sorumluluk vardır. Tecrübe ettikleri şeyin onları nereye getirdiğini anlamaları önemlidir. Eğer eksiklik ve kusurlarını sağduyuyla değerlendirebilirlerse, sı kaçınılmaz olur. Aksi halde kadim (eski) yanlışlıklar tekrarlanmaya devam eder. Dönüp dönüp aynı sonlarla karşı karşıya kalınır. Umarız ki Müslümanlar tecrübelerini, kendilerini daha doğru değerlendirebilmek için bir sermaye olarak kullansınlar. Zira bundan sonrasında hayırların gerçekleşmesine ne kadar katkı sağlanabileceği; geçmişte yapılanların kıymetine ve çokluğuna değil, bundan sonrakilerin değerine bağlıdır. Denebilir ki, bunun için anahtar; kendimizi doğru olarak anlamaya çalışmak, doğruların sahibi değil takipçisi olmaya çalışmaktır.
www.islamiyorum.com
çok önemli ve büyük gelişmelerin ortaya çıkma-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
21
Başlarken
GÜNÜN/ÇAĞIN DEĞİŞEN ŞARTLARI KARŞISINDA
SORUMLULUKLARIMIZ Nuri Yılmaz İnsanoğlunun en temel sorumluluğu, Allah’a ita-
ve her başlık altında, o konuyla ilgili söylenme-
at ve kulluk görevini en güzel şekilde yerine
si gereken her şeyi söyleyen bir kitap değildir.
getirmektir. Bu çerçevede; hem yeryüzünü gü-
Konu konu bölünmüş olmadığı gibi, hayata dair
zellikle imar etmek,2 hem de yeryüzünde iyilik
meselelere teferruatlı çözümler öneren bir ki-
ve hayrın yaygınlaşmasını sağlamakla görev-
tap da değildir. Tam aksine Kur’an, pratiğin için-
lendirilmiştir. Bu görevlerin ve sorumlulukların
den seslenir. 23 Senelik iniş süreci boyunca ya-
nasıl yerine getirileceği ise Allah tarafından her
şanan olaylar ve karşılaşılan problemlerden yola
çağda, peygamberler ve kitaplar aracılığıyla bil-
çıkarak, bütün çağlara ışık tutacak kavramlar ve
dirilmiştir.
ilkeler ortaya koyar. Dolayısıyla Kur’an’da bütün
1
3
- Yaratılışın amacını kavrayan - Ve bu amaca uygun bir şekilde üzerine düşenleri yerine getirmeye çalışan bir kimse, iyi niyetle ve aklederek kitaba (Kur’an’a) yöneldiğinde, sorumluluklarını öğrenebilir. Fakat tek mesele, sorumlulukların neler olduğunu öğrenmek değildir. Bundan daha önemlisi, onları yerine getirmektir. Bu noktada Kur’an, hem sorumlulukların neler olduğunu, hem de hayatta nasıl gerçekleşeceğini öğreten bir kitap olarak karşımıza çıkar.
“Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat 51/56)
2
“Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan, her birinize farklı yetenekler ve üstünlükler veren O’dur. Doğrusu Rabbin hesabı çabuk görür. Çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (En’am 6/165)
3
“Kim zerre kadar hayır işlemişse onu görür, kim de zerre kadar şer (kötülük) işlemişse onu görür.” (Zelzele 99/7-8)
22
alınmıştır. Yeryüzünü güzellikle imar etmek ve hayırların her tarafa yayılmasını sağlamak için, önce bu kavramları ve ilkeleri doğru bir şekilde anlamak, ardından da günün imkan ve ihtiyaçlarına uygun doğru yöntemlerle hayata geçirmek gerekir. Akıl, güç ve kapasitesi ne olursa olsun (var olduğu sürece), iyi niyetle Kur’an’a yönelen herkes; kendisini Müslüman yapacak bilgiye ulaşabilir ve üzerine düşen sorumlulukların neler olduğunu görebilir. Fakat Allah insana, kapasitesinin üzerinde bir sorumluluk yüklemeyeceği-
Fakat Kur’an, konuları başlıklar halinde ele alan 1
meseleler, kavramlar ve ilkeler şeklinde ele
ni vadetmiştir. Dolayısıyla azla yetinmeden, ama güç ve kapasitesi ölçüsünde kendisini zorlayarak çaba gösteren herkes, Allah’a karşı kulluk görevini yerine getirmiş olur ve “Müslüman” sıfatını hak eder. Talip olduğu sorumlulukların yeterliliği, yetersizliği veya “az”lığı, “çok”luğu “Müslüman” sıfatıyla sıfatlandırılmayı etkileyen bir durum olmaz.4 Sonuçta herkes hakkında en doğru 4
“Rablerinin rızasını isteyerek, sabah-akşam O’na dua
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kararı, hiç bir şeyin kendisine gizli kalmadığı Al-
diği zaman, bu ve benzeri sonuçlarla karşı-
lah verecektir.
laşmak kaçınılmaz olmaktadır.
Allah’ın akıl, güç ve beceri gibi imkanları bol bol
Sorumlulukların doğru bir şekilde hayata geçiri-
vererek imtihan etmek istediği insanlara gelin-
lebilmesi için, vahyin kavram ve ilkelerine vakıf
ce:
olmanın yanında:
Allah’tan korkan bir kimse için “az” olanla yetinmek doğru bir tercih değildir. Bu tür kimseler becerilerine uygun bir şekilde, iyilik ve hayırların yaygınlaşması için çalışmak ve bu yöndeki çaba-
1- Günün şartlarını ve ihtiyaçlarını doğru tespit etmeye 2- Ardından da, ortama uygun yol ve araçları belirlemeye ihtiyaç vardır.
lara öncülük etmek zorundadırlar. Hayırlarda öncü olmak, büyük bir sorumluluktur. Hakkıyla yerine getirildiğinde hem dünyada hem de ahirette güzel bir karşılığın elde edilmesini sağlar. Ama hakkıyla yerine getirilemediğinde, “peşine düşen insanları hataya sürüklemek”
Çağın şartlarını ve içinde bulunduğu toplumun ihtiyaçlarını doğru anlayamamış olan kimseler, vahyin o ortamda nasıl uygulanacağıyla ilgili tespitlerinde de, doğru noktalara isabet edemezler.
gibi bir sonuç doğurur. Bu yüzden Yüce Allah,
Yaptıklarıyla başka Müslümanları da etkileme-
bu sorumluluğun ciddiyetine karşı Müslümanla-
si kaçınılmaz olan öncülerin, sırtlarına yüklen-
rı şöyle uyarıyor:
miş olan ağır yükü hissetmeleri; güçlerini, akıl-
“Kim iyi bir işe aracılık ederse, ona ondan bir pay vardır; kim de kötü bir işe aracılık ederse, ona da ondan bir pay vardır. Allah, her şeyin karşılığını verir.” (Nisa 4/85)
Öncülük sorumluluğunun hakkıyla yerine getirilmemesi iki önemli sonuca yol açar. Birincisi; eğer kasıt ve ihmal varsa azaba sebep olması, ikincisi ise; güç ve enerjinin boşa harcanması ve hayırları engellemeye çalışanların (tağutların) zulümlerine zemin hazırlamasıdır. Nitekim Resulullah’tan günümüze kadar öyle örnekler olmuştur ki, kimi dönemlerde Allah uğrunda ortaya konan çabalar farkında olmadan tağutların kontrolüne geçmiş ve onların zulümlerini yaygınlaştırmalarına hizmet etmiştir. Kimi dönemler olmuş, eksik veya yanlış hedeflerden dolayı iyi niyetli çabalar sapmaya uğramıştır. Öyle dönemler de olmuş, Müslümanlar gereksiz bir çatışma-
larını ve becerilerini doğru kullanmaları gerekir. Bu makale, Allah’ın verdiği güç, akıl ve becerileri doğru kullanmak isteyenler için; günün şartları ve bu şartlar karşısında nasıl bir sorumluluk bilinciyle hareket edilmesi gerektiği hakkında bir tahlil sunmak amacıyla yazılmıştır. Bu çerçevede: - Önce çağın ortaya çıkardığı şartlar ve ihtiyaçlarla ilgili bir değerlendirme yapılacak, sonra değişen şartlar ve ihtiyaçlar karşısında Müslümanların nasıl hareket etmeleri gerektiğiyle ilgili öneriler ortaya konacak - Sonra günün şartlarına uygun hareket tarzlarının önündeki engellerden bahsedilecek - Sonra da bu engellerin nasıl aşılabileceğiyle ilgili öneri ve tespitlere yer verilecektir.
Günün şartlarına dair kısa bir tahlil
nın içine çekilmiş, her türlü acı ve zorlukları ya-
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, dünyada yeni
şamak zorunda kalmışlardır. Vahyin kavram ve
bir yapılanma ve iş birliği modelinin ortaya çık-
ilkeleri, günün imkan ve ihtiyaçlarına uy-
maya başladığı görülür. Mesela, “dünya barışını
gun doğru yöntemlerle hayata geçirileme-
ve güvenliğini korumak, devletler arasında eko-
edenleri sakın yanından kovayım deme. Onların hesabını sen verecek değilsin, senin hesabını da onlar verecek değil. ...” (En’am 6/52) “Ey iman edenler! Allah yolunda bir işe giriştiğiniz zaman konuyu iyice araştırın. Size iyi niyetle yaklaşan birisine dünyalık kazançlar uğruna “sen mü’min değilsin” demeyin. ...” (Nisa 4/94)
nomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmak” maksadıyla Birleşmiş Milletler Teşkilatı (24 Ekim 1945’te) kurulur. ABD ve Sovyetler Birliği öncülüğünde “Batı” ve “Doğu” olarak iki kampa bölünen ülkeler; “kolektif bir savunma örgütü” olması amacıyla Batı’da NATO’yu (9 Nisan 1949), Doğu’da ise Varşova Paktı’nı (14
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
23
Mayıs 1955) oluştururlar. Dünya Bankası, IMF, Dünya Sağlık Örgütü, UNESCO vs. gibi, hayatın değişik alanlarına dönük olarak faaliyet gösteren uluslararası birçok kurum bunları izler. Batı ve Doğu bloklarının kendi aralarında oluşturdukları uluslararası kurumların yanında, bölgesel iş birliği arayışları da ortaya çıkmaya başlar. Mesela; Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg arasında yapılan Roma Antlaşması (1957) ile Avrupa Ekonomik Topluluğu kurulur. Zamanla üye sayısını 12’ye çıkaran topluluk, Maastricht Antlaşması (1992) ile ekonomik iş birliğinden siyasi iş birliğine dönüşür ve Avrupa Birliği adını alır. Bu birliğin başarılı olması sonucunda birçok bölgesel iş birliği arayışı ortaya çıkar. Bunlar içerisinden ekonomik alanda ortaya çıkanlara; Kuzey Amerika ülkelerini bir araya getirmeyi hedefleyen NAFTA’yı (1994), Amerika ve Pasifik ülkelerini bir araya getirmeyi hedefleyen Asya-Pasifik Ekonomik İş Birliği’ni (1989), Basra Körfezi’ndeki ülkeleri bir araya getirmeyi hedefleyen Körfez Arap Ülkeleri İş Birliği Konseyi’ni (1981) örnek vermek mümkündür. Bunlar haricinde, daha pek çok bölgesel iş birlikleri vücut bulmuştur. Siyasi alanda ortaya çıkan
Bu süreç birçok noktadan eleştiri konusu yapılabilir. En yaygın eleştiri konusu, güçlünün iyice güçlenmesine hizmet ettiği, zayıflara insanca yaşam imkanı bırakmadığı yönündedir. Ve doğrudur. Bu sistem, adalet çizgisinden uzaklaşanları daha zalim ve rakipsiz hale getirmektedir. Bu sistem, zulmün her tarafa yaygınlaşmasına ve muhalif seslerin her geçen gün biraz daha kısılmasına hizmet etmektedir. - Güçlü ülkeler zayıf ülkeler karşısında - Güçlü firmalar zayıf firmalar karşısında - Ve zenginler fakirler karşısında Bu sistem sayesinde rekabet güçlerini artırmaktadır. Ancak her ne yapacaksa bu sistem içerisinde yapmak zorunda olan kimseler için, sadece olumsuzu görmenin ve sadece eleştirmenin kazandıracağı bir şey yoktur. Bütün haklı eleştirilerin yanında bu öyle bir sistemdir ki: - Hiç kimse, “Ben güçlüyüm; kimse bana yeti-
iş birliklerine ise, 57 üyeye sahip olan İslam
şemez, dokunamaz” diyemiyor, eksilmeyen
Konferansı Örgütü (Eylül 1969) ve Sovyetler
bir gayretle gücünü korumanın ve artırmanın
Birliğinden ayrılan ülkeleri yeniden bir araya getirmek için Rusya öncülüğünde oluşturulan Bağımsız Devletler Topluluğu (21 Aralık 1991)
yollarını arıyor. - Ülkeler ülkelerle iş birliği yapıyorlar ve karşı konulması çok zor güçlere ulaşıyorlar.
örnek olarak verilebilir.
- Firmalar firmalarla iş birliği yapıyorlar ve re-
Savaştan sonra ortaya çıkan yeni model, sade-
- Bireyler bireylerle iş birliği yapıyorlar ve or-
ce devletler arasındaki iş birlikleri ile sınırlı kalmaz. Aynı zamanda sivil toplum örgütleri de kendi aralarında ilişkiler kurmaya başlarlar. Örneğin dünya sosyalistleri, Sosyalist Enternasyonal çatısı altında; çevreciler, Greenpeace çatısı altında bir araya gelirler. İş birliklerinin son dönemde görünen yüzü ise şirket birleşmeleri şeklinde olmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan bu süreç, bugün bir isme de kavuşmuştur: Globalizm (küreselleşme)…
24
***
kabet etmesi çok zor konumlara geliyorlar. tak hedeflerine daha güçlü bir şekilde ulaşma imkanı elde ediyorlar. Kısacası bu sistem herkesi, ortak menfaatler etrafında iş birliğine zorluyor. En önemlisi de; ülkeler olsun, kurumlar olsun, firmalar ve bireyler olsun hepsi, bir araya gelmenin yollarını bulabiliyorlar. Bir araya geldiklerinde de öyle bir dayanışma doğuyor ki, insanlık tarihinin belki de hiçbir döneminde rastlanılmadığı kadar büyük bir üretkenlik ortaya çıkıyor.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Nitekim insanlık tarihinin son yüz yılında ortaya
Ve bu sistem içerisinde yükselenler; elde ettik-
çıkan gelişmenin, (neredeyse) önceki bin yılda
lerini kaybetmemek veya muhaliflerini zayıf dü-
ortaya çıkan gelişmeden daha çok ve daha fazla
şürmek için, güçlerini son noktasına kadar kul-
oluşu, bunun açık bir delilidir. Bu sistem, kendi-
lanmaktan çekinmezler.
sine ayak uyduramayanları, sözgelimi; çalışması gerekirken mevcutla yetineni, iş birliği yapması gerekirken ihmal edeni ve yürümesi gerekirken duranı anında eliyor, acımasızca harcıyor. Onların yerine daha dinamik ve istekli olan-
Muhalif düşünceye sahip herhangi bir birey, kurum, firma veya ülke, bu sistemin hızını ve üretkenliğini yakalayamadığı sürece başarısızlığı kaçınılmaz olacaktır. Yüce Allah
ları getiriyor.
Kur’an’da, “dinlemezseniz, yapmazsanız, gayret
Yukarıda yüzeysel olarak ifade edilmeye çalışılan
le bu acı gerçeğe şöyle vurgu yapmıştır: “Yerini-
etmezseniz” şeklinde başlayan değişik ifadeler-
başarı, sistemin insancıllığından veya fıtrata
ze sizin gibi olmayan başka bir topluluk getirir.”
uygunluğundan kaynaklanmıyor. Tam tersi, bu
(47/38, 11/57, 9/39 ...)
sistemin kendisine dayandığı değerler, insanı bazen bir çeşit hayvan, bazen sadece çalışmak için tasarlanmış bir çeşit makine gibi görür. Ortaya çıkardığı üretkenliğin; mutsuzluk, acı ve zulüm
Günün şartları karşısında Müslümanlar
gibi çok büyük bedelleri vardır. Kazandırdığından
Şartların Müslümanlar tarafından belirlenmediği
çok daha fazla kaybettirdikleri olmuştur. Ancak
bir dünyada yaşıyoruz.
dünya ölçeğinde hakim durumda olan güçler, firmalar ve kurumlar, bu sistemin tezleri ve bu sis-
İnanç, ahlak, ekonomi, siyaset, hukuk vs. ha-
temin üretkenlik hızıyla hareket etmektedirler.
yatın hangi alanı olursa olsun İslam’ın, hepsiy-
Bu sisteme dayalı bir düzen, sadece eleştirerek
maktadır. Ancak bu yaklaşımlar, bugün dünyada
ve zararlarına işaret ederek değiştirilemez.
geçerli olan değerler için bir tehlike ve düşman
Bu sistem kendi propagandasını yaparken o kadar sistematik, o kadar büyük bir gayretle çalış-
le ilgili fıtrata uygun ve adil yaklaşımları bulun-
olarak görülmekte, engellenmeye ve boğulmaya çalışılmaktadır.
maktadır ki, bütün dünyanın gözünde; melek-
Bu durum Müslümanlar için bir iman sınavıdır.
ler bir anda şeytan, şeytanlar bir anda melek ol-
Dönem dönem şekli ve şiddeti değişen engelle-
maktadır. Gerçekler yalana, yalanlar gerçeğe
me çabalarına rağmen, inançlarına sımsıkı sa-
dönüşmektedir.
rılmak ve onun gerektirdiği sorumlulukları yeri-
Bu sistem muhalif söylemleri etkisiz kılmaya çalışırken o kadar büyük bir gayret göstermektedir ki, ya seslerini kimse duymamakta, ya da onlar “beyaz” derken sesleri “siyah” şeklinde halka ulaştırılmaktadır. Bu sistem, muhaliflerinin maddi kaynaklarını fark ettirmeden sömürmede; herhangi bir alanda yükselmeye başlayan güçlü sesleri, aynı alanda faaliyet gösteren alternatiflerini oluşturarak bastırmada; muhaliflerinden daha yüksek teknoloji ve güç oluşturmada büyük bir başarıya imza atmıştır.
ne getirmek zorundadırlar. İnsanlığın mutluluk, huzur ve kurtuluşunun iman ettikleri değerlerin yaygınlaşmasına bağlı olduğunun bilinciyle, onların herkes tarafından duyulması ve öğrenilmesi için gereken çabayı göstermelidirler. İletişim ve ulaşım imkanlarının çok sınırlı olduğu ve dünyanın bu kadar küçülmediği eski dönemlerde; muhataplar, muhalefet yapılan fikirler ve mücadelenin üzerinde yaşanacağı coğrafya günümüze göre daha belirgindi. Toplum yapılanmaları günümüzdeki kadar gelişmemişti. Toplumun idaresi için oluşturulmuş kurumlar daha sınırlı ve bu kurumlar bireylere daha fazla bağımlı idi. Herhangi bir düşünceyi duyurmak ve yaygınlaşması için çalışmak isteyen bir kişi, günümüze göre daha tek düze (yani daha az boyutlu) yöntemlerle başarılı olabilirdi. Değiştirmeye çalıştığı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
25
fikir ve o fikirleri temsil eden kurumlar da birey-
ve yapılanma orta-
lere bağımlı olduğu için, bir gurubun ortaya ko-
ya çıkar. Tek boyut-
yacağı samimi çaba, toplumda önemli yankılar
lu bir mücadele sa-
oluşturabilirdi.
dece toplumun belli kesimlerine ula-
Fakat günün şartları, bireylerin ve belli bir uz-
şabilecek ve hitap
manlık alanı çerçevesinde oluşmamış toplulukla-
edebilecekken, bir-
rın (grup, cemaat vs.) başarı şansını en aza in-
çok farklı yapılanma
dirmiştir. Bu tespiti, bireysel çabaları veya cemaatleri küçümsemek için yapmıyoruz. Allah rızası gözetilerek ortaya konan her türlü çaba ve fedakarlığın hem Allah katında bir karşılığı, hem de dünya şartlarında bir katkısı mutlaka vardır. Ve “Allah kimseye taşıyabileceğinden fazlasını yüklemez” (6/152, 7/42, 23/62) ilkesi gereğince, herkesten aynı yoğunlukta ve aynı nitelikte bir gayret zaten beklenemez. Ancak bu gerçekler, güç yetirebilen kimseler için yapılması gereken tespitlere engel teşkil etmezler. Her türlü faaliyetin uzmanlık düzeyinde ve kurum mantığıyla yapıldığı bir dünyada, söyleyecek sözü ve sarf edecek enerjisi olan kimselerin de benzer bir mantıkla hareket etme mecburiyetleri vardır. Kısacası günün şartları (güç yetirebilenler için) uzmanlık düzeyinde ve kurumlaşmış mücadeleler öngörmektedir. Uzman, sözlükte “belli bir işte, belli bir konuda bilgi, görüş ve becerisi çok olan kimse” olarak tanımlanmıştır. Kurum ise “herhangi bir alana dönük olarak kurulan yapı ve oluşturulan birlik” anlamlarına gelir. Karmaşık toplum yapılanmalarının olduğu ve toplumun değişik alanlarındaki ihtiyaçlarının o alanda uzmanlaşmış kurumlar tarafından karşılandığı günümüz şartlarında, tek boyutlu bir mücadele ile toplumlar değişmez. Her şeyi yapan, her şeyi bünyesinde toplayan yapıların (grup, cemaat vs.) başarılı olma şansları, her geçen gün azalmaktadır. Güç yetirebileceğini düşünen kimseler elbette ki birçok sorumluluğa aynı anda talip olabilirler. Ama günün şartlarına uygun olanı; herkesin, kabiliyetlerine uygun ve en verimli olacağını düşündüğü bir alanda çabasını yoğunlaştırması ve o alanda görevini başarıyla yapan bir kurum ortaya çıkarmaya çalışmasıdır. Artan enerjisiyle de başka alanlarda gayret gösterenlere destek ve yardımcı olmasıdır.
26
olduğunda; kimisi kürsüden hitap ederek sözle, kimisi kalemi eline alarak yazıyla, kimisi eğitim kurumları oluşturarak dersle, kimisi meydanlara çıkarak sloganla, kimisi ekonomik yardımlar yaparak dayanışmayla farklı farklı kesimlere ulaşma imkanı elde ederler. Bütün bu faaliyetlerin uzmanlık ve kurum oluşturma mantığıyla ele alınması sonucunda ise, kendi alanında iyilik ve hayrın temsilciliğini yapmaya çalışan birçok dernek, vakıf, sivil toplum örgütü, okul, kurs, yayınevi, dergi, gazete, radyo ve televizyon kanalı oluşur. Derneklerden kimisi gençlerin eğitimini önceleyen gençlik dernekleri; kimisi farklı meslek gruplarındaki duyarlı kimseleri bir güç etrafında toparlamayı hedefleyen iş adamları dernekleri; kimisi yöresel dernekler olarak faaliyet gösterirler. Vakıflardan kimisi araştırma, kültür veya eğitim vakfı; kimisi yardım vakfı; kimisi de güçsüzlerin hak ve hukukunu korumaya çalışan vakıflar olarak ortaya çıkarlar. Okul, kurs, yayınevi, dergi gibi kurumların kimisi çocuklara, kimisi gençlere, kimisi daha ileri yaş gruplarına hitap edecek şekilde yerlerini alırlar. Radyo, TV gibi popüler kurumlar ise yapacakları çeşitli yayınlar ile farklı farklı boşlukları tamamlarlar. Böylece hem iyilik ve hayırların kendisine ulaşmadığı bir kesim kalmaz, hem de tek düzelik ortadan kalkar.
“Kurumlaşma” mantığıyla oluşan çabaların karşı karşıya bulunduğu problemler Uzmanlık düzeyinde ve kurumlaşma mantığıyla gerçekleştirilen faaliyetler, “yetişmiş akılların” bir araya gelmesiyle oluşacağı için, bu tür faaliyetlerin; kendi alanındaki akılları bir araya getirme başarısına bağlı olarak, daha az problemle karşı karşıya kalması beklenir. Fakat bunun-
Herkes gücüne ve imkanlarına uygun olanı yap-
la birlikte hayatta hiçbir şey problemsiz değildir.
tığında, değişik araç ve yöntemlerle hayatın de-
Problemler, imtihanın gerçekleşmesi ve elde edi-
ğişik cephelerine hitap eden birçok farklı gayret
lenlerin kıymetinin bilinmesi için gereklidir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Kurumlaşmanın karşı karşıya bulunduğu prob-
Sonuçta herkesin, statükonun (var olan yapı-
lemler, sorumlulukların yerine getirilmesi esna-
nın) korunmasında kendisine göre bir hesabı ol-
sında karşılaşılacak problemlerden çok, oluşum
muştur.
esnasında ortaya çıkar. Yani yapı ve yapının işleyişiyle ilgili olmaktan ziyade, yapıyı oluşturan insanlarla ilgilidir. Kısacası cemaatçilik ve grupçuluk anlayışlarının yüzyıllardır beraberinde taşıdığı kadim (eski) problemler, bugünkü yapılanmaları da tehdit etmektedir ve esas büyük problem de bu noktadadır.
Statükoyu sarsma niteliği taşıyan her türlü değişim talebi tepki ve dirençle karşılaşmış, gelişmeye kendisini kapatan yapılanmalar (günün gerçeklerine uyup uymadığına bakmadan) aynı şeyleri tekrarlayıp durmuşlardır. 3- Gruplar-cemaatler arası çekişme ve rekabe-
Cemaatçilik ve grupçuluk anlayışının beraberinde getirdiği problemleri genel olarak üç başlık altında toplayabiliriz: 1- Liderlik anlayışının ortaya çıkardığı problemler
tin ortaya çıkardığı problemler Gruplar ve cemaatler çaba ve kabiliyetleri sonucu doğal olarak oluşan farklılıklar meydana getiremeyince, etki ve güç oluşturabilmek için birbirleriyle rekabete tutuşmak zorunda kalmışlardır. Rekabet, zaman zaman Müslümanlara zulüm
Gelenek, sorgulanamayan bir liderlik anlayışı or-
ve haksızlıkla mücadele etmeyi unutturmuş, bir-
taya çıkarmıştır. Lider ile lideri takip edenler ara-
birleriyle mücadeleye girmelerine yol açmıştır.
sına mesafe konmuş, bu mesafeden dolayı; ne
Bu ise Müslümanların bölük pörçük olmalarına
takip edenler lideri uyarmaya ve düzeltmeye ce-
ve aralarındaki mesafelerin her geçen gün art-
saret edebilmiş, ne de liderler uyarıları dikka-
masına sebep olmuştur.
te almıştır. Dolayısıyla lideri ile eş değer, onun doğruluğu, gücü ve kapasitesi oranında gelişme gösterebilen yapılar ortaya çıkmıştır. Lider; takipçilerinin akıl, güç ve becerileriyle, oluşan yapıya katkı yapmalarının önünde bir engele dönüşmüştür.
cemaatçilik anlayışlarının, ne yazık ki günün ihtiyaçları çerçevesinde oluşmuş yapı ve kurumlarda da derin etkileri bulunmaktadır. Belki eskisi gibi; peygamber soyundan geldiği
2- Statükoyu (var olanı) koruma ve devam ettirme isteğinin ortaya çıkardığı problemler Sorgulanamayan liderlik anlayışı, liderin etrafındaki kadronun da sorgulanamamasını beraberinde getirmiştir. Bunun cemaat, kadrolar ve tebaa (tabi olanlar) açısından farklı farklı sonuçları olmuştur. Kadroların belirlenme ölçüsü gayret ve kabiliyet değil lidere sadakat olunca; grup-cemaat, dinamizmini ve kendisini sürekli yenileyebilme kabiliyetini yitirmiştir. Konumunu, kabiliyet ve gayretten ziyade liderin onayına borçlu olan kadrolar, elde ettikleri konumu kaybetmeme ve var olan düzeni sürdürme eğilimi göstermişlerdir. Değişim ilk onları etkileyeceği için, yeri geldiğinde değişime karşı direnmişlerdir. Böyle bir yapılanma modelinde tebaaya düşen, sorgulamamak ve sadakat göstermektir. Bunu yapanlar “değerli elemanlar” sıfatı kazandıkları için, birçok kişi; yeterince dikkat ve gayret göstermeden elde ettiği payeden memnun olmuştur.
Yüzlerce yıllık köklü geçmişe sahip grupçuluk-
veya rüyasında aldığı vahiyle (!) konuştuğu için asla sorgulanamaz liderlikler bugün pek itibar görmüyor. Ama günümüz liderleri de (en azından), başarıları tek başına kendilerine mal etmeye ve böylece “vazgeçilmezliklerini” kabul ettirmeye meyillidirler. Sözlerinin sorgulanmamasını, ne derlerse yerine getirilmesini ve hesap sorulmamasını arzularlar. Bu yüzden de, birilerine hesap vermek zorunda kalmaktansa, “küçük olsun benim olsun” mantığı fazlasıyla ilgi görür. Eskisi gibi tamamen içe kapalı, katı statüko anlayışı bugün için geçerli değilse de, günümüz ihtiyaçları çerçevesinde oluşturulmuş farklı yapı ve kurumlarda da kemikleşmiş kadro eğilimi kendisini göstermektedir. Kilit konumlara gelebilmek için sadece gayret ve ehliyet yeterli olmaz; lidere sadakat ve itaat de önemli bir kriter haline gelir. Eskisi gibi “kendisinden olmayanı kafir olarak görme” anlayışı bugün terk edilmeye çalışılıyorsa da, kurumlar ve yapılanmalar, eski alışkan-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
27
lıkların etkisi ile birbirlerinden hala uzak durur-
Bu gerekliliğin tespitinden sonra, çözüme yar-
lar. Aralarında bir iş birliği ve dayanışma biçimi
dımcı olacak birkaç önemli noktayı şöyle tespit
oluşturamazlar. Tam tersi, içten içe rekabet hala
edebiliriz:
varlığını sürdürmektedir. İş birliği ve dayanışmayı, kendi işleri için kullanabilecekleri imkan ve enerjinin harcanması olarak görürler. Tabii şunu da belirtmek lazım ki, bugün gelinen noktada Müslümanlar; “grupçu-cemaatçi” anlayışın nelere yol açtığını görmüş durumdadırlar. 11 Eylül 2001 yılında Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıların sorumlusu olarak Müslümanların gösterilmesiyle birlikte başlayan süreç, zalimlerin zulümde nasıl güç birliği yaptığını açıkça ortaya koymuştur. Bu süreç beraberinde birçok acı ve sıkıntıyı getirmiş olsa da, bir yandan da Müslümanlara gerçek mücadelenin neye ve kime karşı verilmesi gerektiğini göstermiştir. Böylece herkes ne kadar dar bir bakış açısına sahip olduğunu anlamış, gerçek sorunlarını teşhis etmeye başlamıştır. Bu teşhis ile birlikte de gelenekler sorgulanmaya, hızlı bir değişim yaşanmaya başlamıştır.
1- Değişik çaba ve yapılanmaları rakip olarak değil, bir gereklilik ve zenginlik olarak görmek önemli bir başlangıç noktasıdır: Günümüzde artan nüfus, genişleyen toplumlar ve çeşitlenen ihtiyaçlar, tek boyutlu çabaların etki ve başarı gücünü azaltmaktadır. Bugün tam tersi, hayatın değişik cephelerinde hayrı temsil etmek ve yaygınlaştırmak için, değişik çabaların ortaya çıkmasına ihtiyaç vardır. Rekabetin olduğu bir ortamda çeşitlilik, daha fazla bölünmeye ve parçalanmaya hizmet edecekken; iş birliği ve dayanışmanın olduğu yerde dinamiklik ve katlanan bir enerji doğurur. “Çeşitlilik”, hem toplumun bütün kesimlerine hayrı ulaştırmayı ve hayatın değişik alanlarında ortaya çıkan ihtiyaçları kuşatabilmeyi sağlar, hem de katı bir liderliğin sınırlayıcı etkisi altındaki tek merkezli çaba ve yapılanmaların hantallığını ortadan kaldırır. Zulmün, hayatın deği-
Ne var ki, yüzyıllardır var olan gelenek ve alışkanlıkların kısa sürede değişmesini beklemek hayalcilik olacaktır. Üzerinde daha çok konuşulması ve kafa yorulması gerekmektedir.
şik cephelerindeki görüntüsüne ve temsilcilerine karşı, uzmanlık derecesinde hayrı tesis etmeye çalışan dinamik yapılanmalar ortaya çıkarır. 2- (Bireysel boyutta) “ben”, (toplumsal boyutta) “biz” merkezli düşüncenin, iş birliği ve dayanışma önün-
Çözüm ne?
de bir engel teşkil etme-
Çözüm üzerinde düşünmeye başlamadan önce, yazının başında işaret edilen bir gerçeği yeniden hatırlamak gerekir: Zalimler, zulüm düzenlerinin devamı için çok büyük çaba sarf ediyorlar. Değişen şartları analiz etmek, bunlara uygun politikalar geliştirmek ve dünya çapında karşı konulması güç iş birlikleri ile politikaları hayata geçirmek için durmadan çalışıyorlar. Kendilerini devamlı yeniliyor, zulüm düzenlerinin devamı için oluşturdukları dayanışmayı sürekli canlı tutuyorlar. Dolayısıyla, zulmün adalete, kötülüğün hayra dönüşmesi için çaba gösteren Müslümanların, maddi güç olarak değilse bile; kararlılık, çalışma disiplini, doğru tahlil, doğru stratejiler, iş birliği ve dayanışma yönünden “denk” (veya daha iyi) bir performans sergilemeleri gerekiyor.
mesi gerekir: “Ben-biz” merkezli düşünmek insanoğlunun doğasından gelir ve bir imtihan konusudur. “Ben” duygusu; coğrafyamızda yaşayan insanların, “az düşünen ve çabuk harekete geçen” karakter yapısında5 belirgin olarak karşımıza çıkar. 5 İslam öncesi Türk toplumlarına bakıldığında bu karakter yapısı açık bir şekilde görülür. Türklerin en büyük düşmanı kendileri olmuştur. Orta Asya’da kurulan devletlerin ortak özelliklerini şöyle karikatürize etmek mümkündür: Birbirlerini çekemeyen kabileler sürekli birbirleriyle çatışırlar. En sonunda biri diğerlerine galip gelir, ordu kurar. Fethederek yürümeye başlarlar ve Hazar’a varırlar. Oradan geri döner, fethede fethede Çin Denizi’ne varırlar. O arada hükümdar ölür, yeniden birbirlerine girerler, imparatorluk parçalanır. Sonra birisi yine diğerlerine üstün gelir ve bir ucu Hazar’da bir ucu Çin Denizi’nde yeni bir dev-
28
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İdeal başarı için, “ben-biz” mantığının aşıla-
rak düşünüldüğü zaman görülecektir ki, bu kav-
bilmesi gerekir. Ancak öyle veya böyle, birile-
ram; değişik alanlarda faaliyet gösteren kurum
ri “ben” duygusuyla ortaya çıkacak, birileri de
ve oluşumlar arasında iş birliği oluşturmanın
“biz” diyerek etrafında toplanacaktır. İdeal olanı
anahtarıdır. Bir çaba ve gayret içerisindeki bü-
tavsiye etmekle birlikte, “ben-biz” mantığını ta-
tün Müslümanlar, ortaya koyacakları faaliyetle-
mamen dışlamanın da gerçekçi olmadığını gör-
ri başka Müslümanlarla istişare etmeye giriştik-
mek gerekir. Önemli olan bu mantığın, “iş birli-
leri zaman:
ği” ve “dayanışma” önünde bir engel teşkil etmemesini sağlayabilmektir. 3- Hiç bir yapı ve çabanın tek başına yeterli olamayacağını görmek, iş birliğine ihtiyaç hissetmek gerekir:
a. Fikirlerini sınamış olurlar: Yani uç ve aykırı fikirler, farklı akıl ve görüşlerin katkısıyla daha doğru ve gerçekçi hale gelmiş olur. b. Projelerini güçlendirmiş olurlar: Yani birçok aklın katkısıyla hata ve kusurlar en aza in-
“Ben-biz” mantığının parçalayıcı etkisini tesirsiz hale getirmenin belki de en önemli anahtarı, iş birliği ve dayanışmanın bir zaruret olduğunu görmek ve bu ihtiyacı hissetmektir. Aralarında rekabet ve güç çekişmesi yaşanıyor olmasına rağmen zalimler, zulüm düzenlerinin devamı gibi ortak ihtiyaçlar için çıkar birliktelikleri oluşturabiliyorlar. Ortak hedefleri uğrunda kavga ve çatışmalarına ara verebiliyorlar. Zalimler, rekabet halinde ve kavgalı iken bunu başarabiliyorlarsa; kalpleri Allah tarafından birbirine ısındırılmış, yan yana geldiklerinde kolayca tanışıp kaynaşabilen Müslümanlar, iş birliği ve dayanışmayı daha kolay başarabilirler. Önündeki engelleri ve zorlukları daha kolay aşabilirler. Yüzlerce yıllık tecrübelerin anlayışlar üzerinde oluşturduğu derin problem izlerini daha kolay silebilirler.
miş, en doğru adımlar atılmış olur. c. Bireysel kusurların olumsuz etkisini en aza indirmiş olurlar: Yani “paylaşımla” birlikte Müslümanlar, birbirlerini kontrol etmiş olur. d. Güç birliğine başlangıç teşkil edecek güzel bir geleneğe öncülük etmiş olurlar: Yani “ben-biz” mantığının parçalayıcı etkisi sınırlanmış olur. İstişarenin nasıl gerçekleşeceği meselesi ise bir tecrübe sürecinin sonucunda kendiliğinden çözülecektir. Çabalar arasında istişare, yardımlaşma ve dayanışma olması gerektiği anlaşıldıktan sonra, nasıl olacağına çözüm bulmak sorun değildir. İhtiyaç o yönde gelişirse belki zamanla, farklı çabalara öncülük eden bireylerin bir araya gelerek oluşturdukları “denetçi” kurumlar bile ortaya çıkabilir. İhtiyaçların kendi çözümlerini zorlaması ve oluşturması gibi bir gerçeklik vardır. Çözümün tek olması gerekmediği gibi, tek tip olması da bek-
Yeter ki bunun bir zaruret olduğunu görüp, iş
lenmez. Doğru olan tavır, henüz yeterince his-
birliği ve dayanışmayı ihtiyaç olarak görsünler.
sedilmeyen bir ihtiyaca hayali çözümler üretmek
4- Yapılanma ve çabalar arasında istişare zemi-
Ve dünyada geçerli olan şartların ortaya çıkardı-
ninin oluşmasını sağlamak gerekir: İstişare, “konuşarak, danışarak bir düşünceyi ortaya çıkarmak” anlamına gelir. Müslümanlar için büyük bir imkan ve çok büyük bir fırsattır.
değil, ihtiyacı anlamaya-anlatmaya çalışmaktır. ğı ihtiyaç: 1- Sorumluluklarını uzmanlık düzeyinde gerçekleştirmeye çalışan kurumların ortaya çıkması
Genelde, bir grup-cemaat içerisindeki bireylerin, lider kadroya danışarak hareket etmesi şeklinde yorumlandığı için, cemaat içerisindeki mertebeleri meşrulaştırmada kullanılan bir kavram ol-
2- Bu kurumların güçlü bir iş birliği ile ortak hedeflere kenetlenebilmesidir.
muştur. Oysa “danışma”, tek yönlü değil çift yönlü olalet kurulur. Bu böyle tekrarlanır durur.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
29
Başlarken
Atasoy Müftüoğlu İle
“Dergiler ve Dergicilik” üzerine Metin Yılmaz şımlar/yorumlar gerçekleştirilemedi. Geleceğe yönelik kuşatıcı öngörüler/teşhisler üzerinde çalışma ihtiyacı duyulmadı. Kaba, ucuz, düzeysiz hamaset; dergi satışlarını arttırmak için her zaman uygun bir araç olarak kullanıldı. Hiç bir dergi İslami bütüne hitap etmek üzere yapılandırılmadı. Her cemaat yalnızca kendi çevresini manipüle etmek için, cemaate yönelik propagandacı bir dil kullandı. SORU: Günümüzde bir çok İslami dergi çıkıyor. Genel anlamda bu dergileri sağladıklar faydalar, aksayan yönleri, çizgilerindeki tutarlılık açısından değerlendirirseniz neler söyleyebilirsiniz? Atasoy Müftüoğlu: Enformasyon devriminin, bilgisayar ve internet devriminin gerçekleştirildiği küresel bir çağda yaşıyor olmamıza ragSORU: Türkiye’de İslami dergiciliğin oldukça uzun bir geçmişi var. Siz bu uzun geçmişi bir değerlendirmeye tabi tuttuğunuzda nasıl bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorsunuz?
30
men, İslami dergiler enformasyon sorununu çözümleyemediler. Bir İslam dünyası perspektifi/çerçevesi gerçekleştiremediler. Dergilerimizin İslam dünyasına ait entelektüel bir haritaları yok, kültürel bir atlasları yok. İslam toplumla-
Atasoy Müftüoğlu: Türkiye’deki İslami dergi-
rının düşünsel/kültürel sorunlarını, hassasiyet-
ler ve dergicilik, kültürel yerelliğin, dini yerelliğin
lerini, beklentilerini doğru okuyabilecek şekilde
sınırlarını aşmayı başaramadı. İçerisinde yaşa-
bu toplumların nabzı tutulamıyor. İslam ailesi-
makta bulunduğumuz tarihsel/ideolojik/emper-
ne ait ortak renkler, ortak duyarlıklar, ortak kay-
yal/entelektüel bağlamı yansıtan/çözümleyen/
gılar yansıtılamıyor. Her cemaat ve her cemaat
tartışan çerçeveler gerçekleştiremedi. Bu dergi-
dergisi, dünyayı yalnızca kendisinden, kendi der-
ler, düşünsel konformizmi aşamadıkları için, in-
gisinden ibaret sayıyor. Her cemaat Ümmet has-
sanlığın karşı karşıya bulunduğu tarihsel süreç-
sasiyetlerini gözetmeleri gerekirken, korkunç bir
leri doğru değerlendiremediler. Statükocu, tesli-
biçimde narsist aşırılıklar, bencillikler, bağnaz-
miyetçi, bağımlı bir dille, entelektüel bir özgür-
lıklar sergiliyor. Küresel medya’nın tahakkümü
leşme sağlanamayacağı anlaşılamadı. Geçmi-
esas alan dili karşısında bağımsız bir dil/algı/bi-
şin İslami anlamda eleştirel yorumu yapılamadı.
linç kurulamıyor. Pek çok dergi yayınlanıyor ol-
Şimdiki zamana ilişkin bütüncül analizler/yakla-
masına rağmen entelektüel hareketsizlik, tekdü-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
zelik, basmakalıplık aşılamıyor. Kalıpçı yaklaşım-
ve etkili hale geldiği, kentleşmenin çok ciddi yo-
lar terk edilemiyor. Bugünün karanlık, kirli, tehli-
ğunlaşmalar kaydettiği, bürokrasilerin güçlendi-
keli, ürküntü veren gerçekliği ile yüzleşmeye ce-
ği, insanların, fikirlerin, kültürlerin, davranış ve
saret edilemiyor.
ilgi biçimlerinin; aynı zamanda ticaretin ulusal
SORU: Yaşanan dergicilik tecrübelerini de göz önünde bulundurarak, sizce bir dergi hangi amaçları taşımalı, dergiciliğin sınırları içinde neleri başarabilir, nasıl bir çizgide hareket etmeli, nasıl bir dil ve üslup kullanmalı? Atasoy Müftüoğlu: İslami bir dergi İslam ailesinin bütününü içerisine alabilecek bir bilinç çerçevesine sahip olmalı; İslamın evrensel özünü, niteliğini, yapısını her şartta içtenlikle temsil edebilecek bir yaklaşıma sahip olmalıdır. İslami bir dergi, İslamî her hangi bir ırk’a, her hangi bir mezhebe, her hangi bir hizbe, her hangi bir ülkeye, her hangi bir etnik kimliğe hasredemez. İslami bir derginin her şeyden önce İslami bilgiyi, İslami aklı, İslami algıyı özgürleştirme çabası içerisinde olması gerekir. İslami bir dergi, bugün epistemolojik bir bunalımla karşı karşıya bulun-
sınırları aştığı, iletişim ve ulaşımın dünya çapında yeni süreçler başlattığı, hayat tarzlarımızın, zihinsel hayatımızın, tüketim alışkanlıklarımızın bir şekilde dönüşüme uğradığı bir dönemde; yeniliklerle, üretkenliklerle, değişimle ilgilenmeyen romantizmlere/muhafazakarlıklara sığınamayız. İnsani varoluşun temel sorunları etrafında yeni bir İslami ufuk belirleyebiliriz. İnsanlığın nabzını tutabiliriz. Taşlaşmış alışkanlıklarımızdan vazgeçebiliriz. Düşünsel, entelektüel, kültürel duyarlılığı, üslubu, tarzı, içeriği yeniden şekillendirebiliriz. Evrensel geçerliliği, kullanılabilirliği, etkisi, yankısı ve niteliği olan bir dili/söylemi/biçimi oluşturabiliriz. Bunun için 21 nci yüzyıl dünyasının ve insanının ihtiyaçlarına yanıt verebilecek somut bir içerik üzerinde çalışmamız gerekir.
duğumuzun farkında olmalıdır. İslam’ın Seküler
SORU: Genel anlamda bilgi ve düşünce ihtiyaç-
algılar içerisinde, Aydınlanma aklı içerisinde ye-
ları göz önünde bulundurulursa bir dergide araş-
niden biçimlendirilmeye çalışıldığı, kişisel/özel
tırma, soruşturma, analiz yapma ve inceleme-
alanla sınırlı bir din algısının bütün bir insanlığa
ye alınabilecek konular hangi çerçevede belirle-
kabul ettirilmeye çalışıldığı bir dönemde,İslami
nebilir?
bir dergi’nin çok ağır, çok onurlu sorumlulukları olduğu hatırlanmalıdır. Bugün, toplumlarımızda laikliğin bağnazca ve şiddetle sürdürülüyor olması; otoriter sömürgeleştirme süreçlerinin devam etmekte olduğunu gösteriyor. Böylesi bir dönemde İslami bir dergi, bu süreci dikkate almaksızın, hizip/cemaat çıkarlarını öne çıkararak romantik, nostaljik, duygusal, hamasi bir dil kul-
Atasoy Müftüoğlu: İslami bir bütüne hitap etmek üzere yayınlanan bir dergi teknik/akademik çalışmaların sınırlarını aşan bir dil kurmak
zo-
rundadır. Böyle bir dergi, insanlık ölçeğinde etkili olabilecek, ilgi uyandırabilecek, tarihsel dönüşümlere zemin açabilecek entelektüel bir devrimi tartışmaya açabilmelidir. İslami bir dergi, İs-
lanmaya devam edemez.
lami bütünün dergisi, içerisinde yaşadığımız çağ
SORU: Sizce, okuyucu tipindeki, ilgi alanların-
linç kararlılık, irade, duyarlılık ve eylem orta-
daki, okuma tarzındaki değişimi, teknolojik de-
mı hazırlamalıdır. Küresel etkiler karşısında ye-
ğişime bağlı olarak (internet, TV, cep tlf. vs.) na-
rel çerçevelerin, yaklaşımların direnme imka-
sıl değerlendirmek gerekir? Bir dergi çıkartır-
nı yoktur. Bugün, gündeme almamız gereken en
ken, çizgi belirlemede, hitap edilecek kitleyi seç-
önemli konu
mede ve verilecek mesajın kapsam ve niteliği ile
şısında, İslami bilgiyi özgürleştirme mücadelesi
içeriğin neler olması gerektiğini belirlemede bu
olmalıdır. Ahlaki kaygıları bulunmayan bir dünya,
durum nasıl dikkate alınmalıdır?
tarih ve siyaset karşısında, ahlakın önemini ye-
Atasoy Müftüoğlu: İslami bir dergi/yayıncılık karşı karşıya bulunduğumuz küresel değişim/ dönüşüm hareketleri karşısında, kendi bildiğini okumaya devam edemez. Piyasaların belirleyici
ile, tarih ile, hesaplaşabilecek bir entelektüel bi-
Seküler bilginin tahakkümü kar-
niden hayata kazandırabiliriz. Modernliğin dayattığı değerler karşısında ahlaki kavramlar maalesef geçerliliğini yitirmiş görünüyor. Ahlaki kavramların yerine pragmatik kavramlar geçiyor. Yeni bir İslami dergi Aydınlanma kavram ve ku-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
31
rumlarının, Aydınlanma mantığının ve yaklaşımının evrensel iddialarını, küstahlığını; geçersiz kılabilecek yeni/özgür bir kavramsal çerçeve inşa edebilir, bu çerçeveyi insanlığın ve tarihin dikkatine kazandırabilir. SORU: Yeni bir dergi için genel ve özel tavsiye-
Atasoy Müftüoğlu: Yeni bir dergi yeni keşifler için, yeni boyutlar için, yeni ufuklar için derin bir açlık ve merak içerisinde bulunmalı. Yeni bir dergi entelektüel/ahlaki bir manifestoyla, entelektüel bir başkaldırı diliyle, yerleşik yayın düzeninin ve siyasetinin sınırlarını aşmak üzere yola çıkmalı, yeni bir yön ve tarz belirlemeli, entelektüel dünyada put kırıcı bir özelliği ve işlevi olmalıdır. Put kırıcı olmalı ancak kesinlikle ajitatif olmamalı. Kendimizi, çalışmalarımızı gerektiğinde samimi bir şekilde gözden geçirmeliyiz. Kendimizi gözden geçirmediğimizde, kendimizi özeleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmadığımızda, kendimizi aşmamız mümkün olamaz. Yeni bir İslami dergi popüler kültürün hastalıklarından bağımsız olmalı. Yeni bir dergi farklı perspektiflere imkan hazırlamalı, gündemi etkileyebilecek belirleyici ve tayin edici bir birikimi yansıtmalı, dünya entelektüel hayatına açık olmalı, İslam dünyası entelektüelleriyie etkileşim halinde olmalı, yeni seçenekleri tartışmaya açmalı, yeni tartışma alanları açmaya cesaret etmelidir.
32
www.islamiyorum.com
leriniz nelerdir?
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA - KUR’AN’I YENİDEN OKUMAK
“Kur’an’ı Yeniden Okumak”DOSYASI Üzerine İlk sayımızın ana konusunu ‘Kur’an’ı Yeniden Okumak’ olarak seçtik. Bu başlıktan ne anladığımızı ortaya koymak için farklı coğrafyalardan farklı isimlerin Kur’an’la ilişkilerinde kullandıkları
başka bir şey değildir. Tüm Kur’an okuma ve yorumlama biçimlerini tamamıyla bu merkezde değerlendiremesek
tabirlere bir göz atmak gerekiyor:
de, her samimi arayışın kendi içinde bir kıyme-
“Hareket Kitabı Kur’an”,
yen yakın döneme ait okuma ve yorumlama bi-
ti vardır. Özellikle bize ait günü ve günceli etkileçimlerini bu dosyada ele almaya çalıştık. Yazar-
“Yaşayan Kur’an”,
larımız kendi zaviyelerinden ‘Kur’an’ı yeniden
“Hayat Kitabı Kur’an”, “Kur’an’i Hayat”,
okumak’tan, onu ve diğerlerini kaynak edinmekten ne anladıklarını ortaya koymaya çalıştılar. Günümüz Dünyasındaki ‘Kur’an okuma
“Kur’an’ın Gölgesinde”,
biçimleri’ne ilişkin okuyucu gözünde bir panora-
“Kur’an’ın Aktüel Değeri”,
isimlerinden yaptığımız alıntı yazılarla bir dosya
“Konuşan Kitap: Kur’an”,
manın oluşması için farklı coğrafyaların değişik oluşturduk. Mustafa Öztürk’ün çağdaş Dünyada Kur’an’a yaklaşım biçimlerini anlattığı yazısı, verdiği özlü bilgiler açısından önemliydi. Fazlur-
“Gök Sofrası”,
rahman, Seyyid Kutup, Hikmet Zeyveli gibi isim-
“Kur’an: Allah’ın İnsan (İnsan’ca/Arapça/İnsan İçin) Sözü”
ler, hem temsil ettikleri farklı coğrafyalar, hem yaptıkları etkiler, hem de düşüncelerinin renkli-
“Öz’e/Kur’an’a Dönüş”…. Bu listeye daha pek çoklarını ekleyebiliriz. İşte ana başlık olarak seçtiğimiz ‘Kur’an’ı Yeniden Okumak’ ifadesi ile kastettiğimiz şey, bu listedeki tabirleri kullananların amaçlarından farklı bir noktaya işaret etmemektedir. Kur’an, miladi yedinci yüzyılda Arap toplumu merkezinde hakikatin Allah tarafından kelamlaştırılmış biçimi olarak öylece karşımızda durmaktadır. Hayatı, eşyayı ve olguları bu kelam üzerinden yorumlama ve anlama biçimleri ise sürekli devam etmektedir, devam etmelidir. Sıraladığımız her bir ifade bu çabanın değişik anlatım biçimleri olsa gerektir.
liği açısından dikkate alınmayı fazlasıyla hak etmektedirler. Amacımız hem kendi yazarlarımızın yazıları hem de farklı yazarlardan alıntılarla oluşturduğumuz bu dosyayı inceleyenlerin ‘Kur’an’a yaklaşımlar’daki farkları fark ederek düşüncelerinde yeni ufukların oluşmasını sağlamaktır. Düşüncede devrime yol açacak yeni ufukların oluşması, aynı mesele üzerinde beyan edilmiş farklı görüşlerin dikkate alınması ve bunlar üzerinde özenli tahliller yapılarak ya doğru olanın seçilmesi ya da daha yeni ama olması gerekene ulaşılması yoluyla mümkün olacaktır.
Biz de ‘Kur’an’ı Yeniden Okumak’ derken farklı
İSLAMİ YORUM
bir şeyi kast etmiyoruz. Kur’an’ı gereği gibi okuyup, hayata, eşyaya ve olgulara doğru biçimde anlam vermek… Özde anladığımız husus bundan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
33
DOSYA - KUR’AN’I YENİDEN OKUMAK
Kur’an’ı
Yeniden Okumak Yusuf İmamoğlu Kur’an’ı okumaktan kast edilen şey, herhangi bir
bulmaya çalışmak, “Kur’an’ın iniş amacına uy-
kitabı okumak gibi değildir. Kur’an, insan haya-
gun bir anlama çabası” olarak nitelendirilemez.
tının hidayet üzere olması için Allah’ın gönder-
Ebced hesaplarıyla gelecekte neler olacağını
diği kitaptır. Bu yüzden dünya ve ahiret huzuru-
ayetlerden arayanlar ve Kur’an’ın rakamsal veya
na ulaşabilmenin yegane yolu, bu kitaba tabi ol-
sözel sırları olduğunu düşünüp onları keşfetme-
maktan ibarettir.
ye çalışanlar da gerçekte O’nu anlamaya çalışı-
Kendisini İslam ile ilişkilendiren herkes, Kur’an’ı öyle veya böyle okur. Ancak bu okuma, onların, hayatlarında Allah’ın Kitabı’na biçtiği role ve O’na verdiği değere uygun bir şekilde, farklılıklar gösterir. Kimileri feyz almak, sevap kazanmak için ona yönelir ve okur; kimileri ne yap-
yor sayılamazlar. Çünkü Kur’an, insanın kat edebileceği hiçbir gelişmeyle çelişmemekle beraber, insanın fenni ilimler vasıtasıyla keşfetmesi gereken alanın teknik yönünü aydınlatmaya çalışan bir kitap değildir. Muhataplarına anlatmak istediği şeyi de şifreler aracılığıyla anlatmaz.
maları, nasıl davranmaları gerektiğini bilmek için
Ne kadar çok ve ne kadar derin bir huşu ile olur-
okur. Kur’an’ın ibare ve kelimelerinin değişik bo-
sa olsun; hayata Allah’ın dilediği gibi yön vere-
yutlardaki derinliklerini, farklı amaçlarla çözmek
bilmenin yegane aracı olarak görmekten uzak
için gerçekleştirilen okumalarla da karşılaşmak
bir şekilde Kur’an’ı okumak da O’nun iniş amacı-
mümkündür. Hatta kimi zaman Kur’an’ın özel bir
na uygun bir okuma değildir. İnsanı başka alem-
amaca matuf olmadan da sadece sevildiği için
lere götüren bir musiki parçası dinler gibi dinle-
okunup dinlendiği söylenebilir. Mesela; Ramazan
mek veya anlamadığı sözleri tekrarlayıp durmak
ayında, mübarek gün ve gecelerde güzel oku-
da “Kur’an’ın iniş amacına uygun bir anlama ça-
ma yöntemleriyle okunan Kur’an’ı dinlemek bir-
bası” olarak nitelendirilemez. Zira Kur’an sadece
çok kişiye büyük bir haz verir. Hasılı bütün Müs-
ruhu hafifletsin, dinginleştirsin diye gönderilmiş
lümanlar, hayatlarında O’na atfettikleri konu-
bir kitap değildir.1
ma uygun bir şekilde, metnini veya mealini tekrar tekar okuyarak O’nunla ilişkilerini sürekli ko-
Kur’an, dünya ve ahiret huzurunun nasıl elde
rumaya çalışırlar.
edilebileceğini göstermek için indirilmiştir. Haya-
Yazıya konu olan okuma, Kur’an’a yaklaşım tür-
rekli açılımlarını içerir. Dolayısıyla Kur’an’ı oku-
lerinin hepsini içine alan bir okuma değildir.
mak, O’nun bizden ne istediğini anlama çabası-
Allah’ın kitabını Arapça’sıyla ve mealiyle okuma-
dır. Nasıl davranacağımızı, nerede ne yapacağı-
nın birçok faydasından söz edilebilse de, bizim
mızı ve kime karşı nasıl bir tavır ortaya koyaca-
kast etmek istediğimiz, O’nu anlama çabası-
ğımızı öğrenme gayretidir.
tın üzerine bina edileceği ilkeleri ve bunların ge-
nın bizzat kendisidir. Anlama çabasından kasıt ise Kur’an’ın iniş amacına uygun olarak anlama gayretidir. Kur’an’ı okuyup da, hangi ayetin hangi bilimsel gelişmeyi haber verdiğini, günümüzdeki hangi olayın hangi ayetle önceden bildirilmiş olduğunu
Tarih boyunca, bu maksada uygun bir şekilde Kur’an’ı okumaya çalışan birçok Müslüman var 1
Ancak Kur’an’ı, iniş amacına uygun bir anlama çabası içindeyken, okunan her metnin veya mealin anlaşılması zorunlu şart sayılamaz. İbadetlerin gerektirdiği okumalar ve anlamanın gerektirdiği süreç bunu imkansız kılan gerekçelerdendir.
34
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olmuştur. Yapılan okumaların kimi bireysel bo-
Zira yeniden okuma, apayrı pratikler ve anlayış-
yutta kalıp, okuyanın kendisine sağladığı hayır
lar ortaya çıkmasına sebep olur.
ile birlikte unutulup gitmiş; kimileri ise mektep haline gelip, birçok kimsenin Kur’an’ı anlaması-
İşte bu noktada sormak gerekir:
na yön vermiştir. Doğaldır ki, kendisinden sonra hüccet niteliğinde bir vahy gelmeyecek olan Kur’an’ı kendi zaman, ihtiyaç ve kapasiteleri doğrultusunda anlamaya çalışanların ortaya çıkardığı ürünler ken-
Kur’an’ı yeniden okumaya ihtiyaç var mıdır? Bu soruya verilebilecek cevaplar;
di şartlarıyla sınırlıdır. İstifade edilmeleri her za-
- Kur’an’ın evrenselliği veya tarihselliği
man söz konusu olmakla beraber, belli dönem-
- O’nu insanlara okumakla görevlendirilen Pey-
lerdeki okumaları taklit etmeye çalışmak birçok sıkıntı ve sorunu doğurmaya mahkumdur. Zaman ve zemin farkının ortaya çıkardığı farklı doğal şartların etkisi ile gerçekleştirilen okumaların ne ölçüde yeniden okumak olarak nitelendirileceği ise yeniden okumaktan ne anlaşıldığına bağlıdır. Örneğin her yeni durumu vahiyle an-
gamberin okuyuşunun nasıl anlaşılacağı - Peygamberin okumasının, hangi durumlarda kendi döneminin şartları ile sınırlı, hangi durumlarda evrensel olduğu, insanın karşılaşabileceği durumları kuşatmakta yeterli olup olmadığı ile doğrudan ilgilidir.
lamaya çalışmak, daha genel bir ifade ile Kitab’ı
Öncelikle şunu belirtelim: Belli bir Kur’an okuma
değişen şartlar çerçevesinde yorumlamak yeni-
tecrübesine sahip kişilerin ve toplulukların, ken-
den okumak mıdır? Yani Kur’an’ı yeniden oku-
dilerini ve okuyuşlarını değerlendirmeleri sonu-
maktan kasıt nedir?
cunda yaptıkları hataları anlayarak, “okumala-
Kur’an’ı okuyup anlama noktasında tarih boyunca birçok farklı yaklaşımın ortaya çıktığı herkesin bildiği bir gerçektir. Bu farklılıklar, sadece bazı ayet ve hükümlerin farklı şartlar altında farklı izah edilebilmesinden ibaret değildir. Zekattan, kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlere pay ayrılırken bir dönem sonra bu uygulamadan vazgeçilmesi yeni bir okuma olarak nitelendirile-
rında değişiklik yapma” düşüncesine ulaşmaları mümkündür. Bugüne kadar ki okumanın yanlışlarını anlayanlar için yeniden okumak gerekli hale gelir. Ancak bu, kişiye veya topluma nispetle bir yeniden okuma anlamına gelirken, aslına nispetle bir yeniden okuma anlamına gelmez. Bununla ilgili bir niteleme yapılacaksa, onların hatalarından dönmeleri demek daha doğrudur.
mez. O halde yaklaşım biçimi değişmediği tak-
Kur’an’ın ilk muhatabı olan, Kur’an tarafından
dirde aradan geçen zaman ne kadar uzun olursa
eğitilerek yetiştirilen ve Kelamullah’ın övdü-
olsun okumanın ortaya çıkaracağı ürünler fark-
ğü sahabe toplumu; vahyin anlaşılması ve ha-
lı görünmesine rağmen yeni bir okumadan söz
yatta gerçekleştirilmesi konusunda atlanmaya-
edilemezken; okumanın yöntem ve biçimi değiş-
cak bir örnek olarak Müslümanların karşısında
tiğinde aynı zaman dilimi içinde birbirinden farklı
durmaktadır. Ancak ne var ki, Resulullah ve as-
tavırları görmek mümkündür.
habının örnekliğinin niteliği ve sınırlarıyla ilgi-
Zekat dağıtımı konusundaki iki farklı uygulama, iki farklı okumanın ürünü olmadığı halde, selefi okuma ile Mutezilî okuma birbirinden farklıdır. Ve sonraki öncekine göre yeni bir okumadır. Dirayet tefsirleri ile rivayet tefsirleri arasındaki fark da bir yaklaşım biçimi farkının sonucudur. Klasiklere karşı modernist okuma biçim-
li yapılan farklı tanımlamalar, farklı Kur’an okumalarının da asli sebeplerindendir. Dolayısıyla Kur’an’ın nasıl okunması gerektiğine dair yorumlar, Resul’e yani Resul’ün sünnetine getirilen yorumlara bağımlı olarak gelişir. Bu durum bir gerçek olarak kabul edildiğinde;
leri de yeni okumalardır. Yeniden okumanın bir
- Kur’an’ı yeniden okumak gerekir mi?
kavramsallaştırmaya ihtiyacı olmamakla beraber
- Kur’an’ı bugün nasıl okumak lazımdır?
bizce anlamayı derinden etkileyen biçim ve yöntem farklılığı olarak anlaşılması daha doğrudur.
gibi sorular, Peygamberin okuyuşu bugün
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
35
nasıl anlaşılmalıdır şekline dönüşmektedir. Bu
ri doğurmaktadır. Hayat devam etmekte ve her
sorunun cevabını birkaç maddede vermeye çalı-
soru cevap aramaktadır. Zira hayat boşluk kabul
şalım:
etmez. Yukarıdaki iki uçtan biri boşlukları sadece
1- “Peygamberin okuyuşu” meselesine getirilen farklı yaklaşımlar ve sonuçları: Resulullah’ın örnekliğinin sınırları ve boyutları ile ilgili kabuller; Peygamberin giydikleri ve yedikleri de dahil her şeyin, şekilsel yönleriyle beraber bağlayıcı olduğuna inanmaktan, O’nun varoluş sebebinin vahyi insanlara duyurmaktan ibaret olduğuna inanmaya kadar geniş bir yelpaze çizer. Bu yelpaze, Kur’an’ı yorumlamadaki yani okuma biçimlerindeki yelpazenin izdüşümüdür. Peygamberin her sözünün, her davranışının, sözün ve davranışın şekilsel yönleriyle beraber bağlayıcı olduğuna inanmak, O’nun ağzından çıkan her şeyin vahy olduğuna inanmanın bir ürünüdür. Dolayısıyla da gerek elçinin kendi sözü, gerek ayet ve gerekse ayetin peygamberin hayatında ortaya çıkardığı fiil, doğrudan şeklin ve lafzın işaret ettiği şeyi her şart ve ortam içinde ortaya koyan tek sonuçtur. Buna göre kabak sünnet, karpuz bid’at olur, örtünmenin tek şekli olabilir. Peygamberin örnekliğini, günlük hayatın şekillerini aşarak anlamaya çalışanlarda ise aynı mantık, devrimin kaç senede, açık davetin nerede yapılacağı şeklinde görünür. Peygamberin konumunu, kendisine gelen vahyi insanlara duyurmak olarak niteleyen yaklaşım ise, zamanın belli bir kesiminde ortaya çıkan bir uygulamanın, kendisinden sonraki ihtiyaçlara cevap vermekte yetersiz kalacağını düşünmenin ürünüdür. Kur’an’ın okunuşu konusunda yaklaşım biçimlerindeki farklılık elbette sadece bu iki uçtan ibaret değildir. Birbirine yakın veya uzak birçok anlama çabasından söz etmek mümkündür. İçlerinde bir kötülük olmadan samimi çabalarla Kitab’ı anlama çalışanlarda görülen farklılıkların elbette nedenleri vardır. Devam etmekte olan hayatın Allah’ın dilediği şekilde nasıl yaşanacağını düşünen müslümanlar bir çok problemle karşı karşıyadırlar. Gittikçe karmaşıklaşan hayat ve insanların karşısına çıkan yeni başlıklar ayetlerin nasıl anlaşılacağı ve nasıl yorumlanacağı konusunda müslümanların kafasında soru işaretle-
36
nakille doldurmaya çalışırken, diğeri emre muhatap olan bireyin veya toplumun irade ve tercihini dolayısıyla da aklını onun yerine koymaktadır. Birinin azaldığı oranda diğerinin etki alanı genişlemektedir. Okumakla ilgili farklı yaklaşım biçimleri olarak da ortaya çıkan rivayet ve dirayet gibi tefsir yöntemleri; Selefî – Mutezilî, Sünni – Şii gibi fırkalar, Kur’an’ın nasıl anlaşılacağı ve nasıl yaşanacağına dair farklı önerilere sahiptir. Bu farlılıklar kimi durumlarda içinde bulunulan vakıa ve günün ihtiyaçları ile ilgili olduğu gibi kimi durumlarda da bir önerinin akıbetini görmekle alakalıdır. Örneğin; Kur’an’ın hurafe ve israiliyatla açıklanmaya çalışıldığı dönemlerde akılcı yaklaşımlar, akılcı yaklaşımla işin çığırından çıktığı düşünüldüğü dönemlerde nakilci yaklaşımlar öne çıkmıştır. Toplumun dünyalıklara dalarak ahlakı ve maneviyatı terk etmeye başladığında mistik tasavvufi yorumlar, dünyayı terk etmekten doğan durağanlığın ve geri kalmışlığın ortaya çıkmasıyla da rasyonel tefsir ve yaklaşımlar kendini göstermiştir. Rasyonel ve akılcı yaklaşımların batı karşısında yanlış tavır takınmaktan kaynaklandığını ve vahyin hayattaki konumunun buna bağlı olarak yanlış tespit edildiğini düşünenler ise aklın değil vahyin esas alarak yorumlanması gerektiğini söylemişlerdir. Fırkalaşmanın ve fırkaların çoğunlukla bu okumalarla paralel olduğu da gözlenmektedir. Bu yaklaşımlardan kimine göre nakil, kimine göre akıl, kimine göre keşf doğru bir araç olarak kabul edilirken; yöntemlerin farklılığına kaynaklık eden şey sadece araçların farklılığı değildir. Kur’an’ın nasıl bir kaynak olarak tasavvur edildiği de bu farklılıkların önemli bir nedenidir. Kur’an, bu yaklaşımlardan kimine göre mucizeler kitabı, kimine göre tarihi anlatan kıssalar kitabı, kimine göre dünya işleriyle ilgili bir hedefi olmayan sadece ahlakı ve maneviyatı yükseltmeyi amaçlayan bir kitap, kimine göre ise doğrudan doğruya bir anayasa kitabıdır. Kur’an’a yaklaşım biçiminin, yaşanan sorun-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
lar ve ortamın şartlarından etkilenmesi doğaldır.
ma da bu iddiaya sahiptir, gayet modernist bir
Zira yanlışı düzeltmek için vahye başvurmak, en
okuma da bu iddiaya sahiptir. Yöntemin, bütün
azından konu ağırlığını değiştirmektedir. Gerek
adımlarıyla tespit edildiğini düşünenler bunu Ra-
yöntemleri gerekse içerikleri itibarıyla toplumsal
sulün okuyuşunu bütün merhaleleriyle birebir
bir soruna veya ihtiyaca karşılık gelen bu oku-
takip ederek yaparken; yöntem konusunda daha
maların iddiasının, Kur’an’ı ilk neslin okuduğu
serbest davrananlar, peygamberin okuyuşunun
şekliyle okumak olduğu unutulmamalıdır. Ancak
zamanın şartlarına göre değişen bir yönteme sa-
ulaştıkları sonuçlar açısından bakıldığı zaman bi-
hip olduğunu düşünmektedir. Birbirinden bütün
çimsel farklılıklara gittikleri gözlenmektedir.
farklılıklarına rağmen hemen her okuma biçimi,
2-Peygamberin örnekliği, biçimsel olarak Kur’an’ın yeniden okunmasına ihtiyaç bırakmaz:
kendilerinin yöntem olarak da peygamberin okuyuşuna benzer olduğunu iddia etmektedir. Mevcut literatürde karşılaşılan farklı okumala-
Biçimsellik veya biçimsel farklılıktan kastımız, yöntemle ilgili bir konudur. Ebabil kuşlarının mikroplar olduğu ile uçan devasa varlıklar olduğunu iddia eden iki yaklaşımın farkı okuma yönteminin farklı olmasındandır. Buna karşın Peygamberden sonra bazı uygulamalarla ilgili yapılan değişiklikler şartların değişmesiyle ilgilidir, okuma yönteminin değişmesiyle ilgili değildir. Selefi yöntem ile Mutezilî yöntemin belli bir konuda aynı şeyi söylüyor olması aynı şekilde okuyor olmasından kaynaklanmaz. Bu durumda okumaların vardığı sonuçların aynı veya farklı olmasından yola çıkarak farklı veya aynı olduğu söylenemez. Sonuçlar doğrudan doğruya içinde bulunulan vakıa ile ilgilidir. Yöntemdeki fark-
rın, Kur’an’ın iniş amacına uygun, samimi bir çabanın ürünü oldukları takdirde doğrulukları veya yanlışlıkları bir yana, her birinin gerçeğin farklı bir yönüne dikkat çektiği unutulmamalıdır. Bunların içerdikleri yanlışlar ve eksiklere tepki olarak ortaya çıkacak yeni bir okuma ise başka yanlış ve eksikleri içerme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Rasulün okumasının günümüze aktarılması meselesi ise Kur’an’ın anlaşılmasıyla eşdeğer bir konu olmakla beraber, en azından onun biçimsel örnekliği esas alınmak zorundadır. Ve biçimsellik açısından bakıldığında yeni bir okumaya hiçbir dönem ihtiyaç yoktur. Çünkü nasıl okumak gerektiği konusuyla ilgili olarak, Kitab’ı getiren elçide yeterli örneklik vardır.
lılık ise şartlar değişmediği halde aynı öncülden
3- Peygamberin örnek uygulaması ile geli-
farklı sonuçlar çıkarabilecek bir durumudur. Biçi-
şen hayatın gerçekliği arasında ilişki kurma
min değişmesi köklü değişikleri doğurur, şartla-
zorunluluğu, sorunlar ve çözüm yolları:
rın değişmesi ise asla uygun farklı sonuçların ortaya çıkarılmasını gerektirir. Bunun yanında karşılaştığımız farklı okuma yöntemlerinin şartlar-
Gerçek şu ki, bir sözün veya bir metnin farklı şekillerde anlaşılması mümkündür. İfade ede-
dan bağımsız geliştiğini de iddia edemeyiz.
nin amaç ve yönteminden, okuyucunun hedef
Gelişen ve değişen zamanın yenilikleri doğrultu-
farklılığa yol açabilir. Ancak burada sözünü et-
sunda yorum ihtiyacı baki olmakla beraber bi-
meye çalıştığımız söz ve aynı zamanda metin,
çimsel olarak Kur’an’ın yeniden okunması-
her şeyi yaratan, geçmişi, geleceği ve insanın
na ihtiyaç olduğu söylenemez. Örnek oku-
neyi nasıl anlayacağını en iyi bilen Allah’a ait-
yuşun okuma yöntemi dışında yeni bir yöntem-
tir. O isteseydi, hiçbir dönemde farklı anlaşılması
ve kapasitesinden kaynaklan durumlar böyle bir
le okumaya gerek yoktur. Zira örnek okuyuşun
mümkün olmayacak bir yöntemle Kitabını indi-
örnekliğinin kalıcılığı biçimselliğindedir/ yönte-
rirdi. İnsana verdiği bütün imkan ve donanımlar,
mindedir, ürettiği ürünlerde değil. Ve “yeniden
hilafetin gereği olarak nasıl bir sınav aracı ise bu
okumak”tan anlaşılması gereken öncelikle oku-
durum da öyledir. Samimiyet, çaba ve verilen-
mada yöntem değişikliği olmalıdır.
leri gerektiği gibi kullanarak ulaşılacak sonuçlar,
Bütün farklılığına rağmen hiçbir okuyuşun Peygamberin okuyuşundan ayrı bir yönteme sahip olduğu iddiasıyla karşılaşmayız. Tasavvufi oku-
insanın sınavının bir parçasıdır. Bizim için ciddi ve büyük sorun olarak görünen bu durumda Allah’ın gözettiği bir çok hikmet olduğuna şüphe yoktur. Örneğin farlılıktan doğacak çeşitlilik bun-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
37
lardan biridir. Ancak bu zıtlığa varacak bir farlılık olmamalıdır.
Şüphesiz ki bizim başımızda duran bir peygam-
Sonuç itibariyle bir şekilde okumak tarihin bel-
ber yok ve zamanımızda; “Böyle anlamanız yan-
li bir döneminde belli bir toplumun şartlarında
lış!” “Şöyle davranmanız gerekir!” diyen, bu yet-
inen ayetleri anlamaya çalışmak; inen ayetlerle
kide kimse de bulunmuyor. Hayatın değişen ve
hayatın gerçekliği arasında ilişki kurmaktır. İşte
gelişen ihtiyaçları ile Kitab’ın ayetleri arasında
bu ilişki nasıl kurulmalıdır?
kurulacak ilgi ise Allah’ın bizden istediği bir so-
Vahye doğrudan muhatap olan toplum için bu ilişki hem anlam hem de lafız olarak gerçekleşirken sonrakiler için birtakım sorunlardan bahsetmek mümkündür. Yeni durum ve şartlar, bu ilişkinin tesisini zorlaştıran unsurlardır. İslam toplumunun coğrafi ve sayısal olarak genişlemesi daha önce konu olmayan bazı sorunları gündeme getirmiştir. Zamanın insanları bunlara cevaplar ararken, bizim konumumuzdan bakıldığında
rumluluktur. Bunu nasıl yapacağız? Selefi yaklaşımdaki gibi ayetlerin ifadelerini doğrudan nihai ifade olarak alıp ona göre mi davranacağız; keşfi mi esas alacağız; ifadelerin nesnel karşılıklarını tamamıyla terk edip kendimiz mi sonuçlar çıkaracağız? Veya problemin Arapça’yı bilmekle ilgili bir problem olduğunu düşünüp vaktimizi dil öğrenmekle mi geçireceğiz?
karmaşıklık biraz daha artmış durumdadır. Top-
a- Dil problemi:
lumların yönetim biçimlerindeki değişimler; yö-
Öncelikle şunu belirtelim ki dil, Kur’an’ın anlaşıl-
netenlerle yönetilenler arasındaki ilişkide görülen farklılıklar; sosyal konuların ve sorunların niteliklerindeki farlılıklar; ayetlerle bu gerçeklikler arasında kurulacak ilişkilerde sorunlar çıkarmaktadır.
masında önemli bir problemdir. Kelimelerin doğru anlam karşılıkları bulunmadıkça başka dilleri konuşan insanların konuyu anlaması mümkün olmaz. Bu sadece kelimelerin başka dillerdeki doğru karşılıklarını bilmek ve bulmaktan da iba-
Bu ilişkinin doğru kurulması için gerekli olan şeylerden, sorunların tanımlanmasına kadar bir dizi problemden bahsetmek mümkündür. Bir yanda Kur’an ayetlerinin nasıl anlamlandırılacağı ve bunların örnek nesil tarafından canlandırılmasının nasıl anlaşılması gerektiği varken, diğer yanda da karşı karşıya bulunulan olgu ve sorunların nasıl tanımlanacağı, hangi kategoride ele alınacağı vardır. Kur’an’a yaklaşım biçimi işte bu denklemin tam ortasında bulunmaktadır:
ret bir konu değildir. Kur’an’ın düşüncesini kavramlarla aktardığı da bilinmektedir. Bu kavramların da doğru anlamları dahilinde, doğru çerçevesinde ve doğru bir şümuliyyet içinde ortaya konması gerekir. Kur’an’i kavramlar Kur’an’ın kendi bütünlüğü ve terminolojisi içinde anlaşılmalı ve öylece aktarılmalıdır. Buna ibareler de dahildir. Zira dile yeterince hakim olmadan yapılan tercüme ve tefsirler çok farklı anlamlara neden olmaktadır. Bir yabancı dili herkesin ne kadar öğrenebileceği veya herkesin öğrenmesi mi
- Kur’an’ın her şeye bir çözümlemesinin mi ol-
gerektiği toplumsal yapılanma ile ilgili bir prob-
duğu yoksa önerdiklerinin birer örnekleme yap-
lemdir. Ayrıca bununla ilgili olmak üzere, tercü-
maktan mı ibaret olduğu
me ve tefsirlerde karşılaşılan problemin sade-
- Her sözünün değişmez ilkeler mi olduğu veya sadece tavsiyeler de mi bulunduğu gibi konularda sahip olunan kabuller, yaşanan gerçekliğin vahy çerçevesinde nasıl değerlendirileceği, vahyin, içinde bulunulan vakıaya nasıl aktarılacağı üzerinde doğrudan etki sahibidir. Kurulması gereken ilişkinin bir yanında Kur’an diğer yanında ise karşı karşıya bulunduğumuz hayatın gerçekleri vardır. İkincisinin birinciye göre anlamlandırılması ve yönetilebilmesi için
38
her ikisinin de doğru analiz edilmesi gerekir.
ce dil ile ilgili değil cemaat ve yapılanma fikirleri ile de ilgili olduğunu atlamamak gerekir. Çoğu zaman tercümelerde öne çıkan şey, belli bir yaklaşım biçiminin çevrilen metne yansımasıdır. Bu noktada problem dil ile ilgili olmaktan çıkıp yaklaşımla ilgili bir probleme dönüşmektedir. Tercüme ve tefsir çalışmalarında özellikle de meal çalışmalarında doğru bir tercümenin ihtiyaç olduğunu teslim etmek gerekir. Zira Arap olmayan bir toplumda Kur’an’ın doğru anlaşılmasının en önemli araçlarından birisi bu tercüme-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
lerdir. Ancak bizce bu sorun ve ihtiyaç, toplu-
dir. Sayılanlara daha çok “süreç içinde oluşan bi-
mu oluşturan bireylerin tamamı tarafından tek
rikimdir” gözüyle bakacak olursak, ne tamamı-
tek ifa edilmesi gereken bir görev olmaktan çok,
nı ihtisaslaşılması gereken alanlar olarak değer-
belli kimselerin üstlenmesiyle halledilmesi gere-
lendirip kabullenmek, ne de bizimle Kur’an ara-
ken bir ihtiyaçtır. Eğer problem, dil gibi belli ko-
sında bir engelden ibaret olduğunu savunarak
nularda yetkinliğe ve yeterliliğe sahip olmak-
tamamını reddetmek doğru olmaz. Zira bunlara
sa şüphesiz ki yetkinliğe sahip olunması gereken
duyulacak ihtiyaç, yere ve şartlara göre değişik-
alan dilden ibaret değildir. Buna geçmiş ve gü-
lik arz etmek durumundadır.
nümüzden bir çok alanı da ilave etmek gerekir.
Uzun bir süreç içinde oluşan külliyat, (örneğin
Kur’an’ı doğru anlamanın araçları olarak addedi-
nüzul sebepleri) ele alınan konularda bazı şeyle-
lebilecek bu çalışmaları genel problemlerden el-
ri aydınlatan unsurları barındırdığı gibi, nesh ko-
bette soyutlamak mümkün değildir. İçinde bulu-
nusu gibi açmazları da barındırmaktadır. Kar-
nulan cemaat ve yapının sahip olduğu fikir gibi
şı karşıya bulunduğumuz anlayışların temelle-
elde bulunan ön kabul ve bilgilerin ve de doğru-
rini izah etmesi bakımından bir çok materya-
suyla yanlışıyla birikimin, bu çalışmalara da yan-
li de içermektedir. Ancak olmazsa olmaz açısın-
sıdığı unutulmamalıdır. Ancak bunlar doğru ola-
dan bakıldığında en azından enerji ve zaman ba-
rak yapıldığı zaman bile bizi bekleyen sorunlar
kımından hedeften çok araçlara eğilmeye neden
yoktur denemez. Sorun daha çok Kitab’a yakla-
olacak kadar bir hacme de sahiptir.
şım yöntemimizdir. Kur’an’ı okuma ve anlamada dil ve kavramlar
c- “Hayatı bilme” problemi:
meselesinden söz etmiş ve önemine vurgu yap-
Kur’an’ı doğru okumak, O’nun ayetleri ile hayat
mışken, ifade edilmesi gereken bir başka nokta daha olduğu unutulmamalıdır. O da önemli olmakla birlikte bütün mesele kelimelerden ve hatta kavramlardan ibaretmiş gibi davranmaktır. Bu tür bir yaklaşımın ucu harfleri irdelemeye kadar gider. Her kelimeden bir dünya görüşü çıkartılmaya çalışıldığı gibi besmele’nin “b”sinden ve hatta altındaki noktadan tonlarca anlam çıkarılmaya çalışılır. Oysa Kitap bu kadar karışık ve gizemli değildir. O, mesajını bir topluma anlatmış ve onlar da inananıyla, inanmayanıyla ne demek istediğini anlamıştır. Bizim görevimiz de Kitab’ın esrarını çözmek değil bizden ne istediğini anlamaktan ibarettir. Zira bu Kur’an esrarengiz bir kaynak değil, anlaşılır bir kitaptır. O’na kendi bütünlüğü içinde yaklaşarak neye ne kadar ağırlık verdiğini anlamaya çalışmak gerekir.
arasında doğru bir ilişki kurmak olduğuna göre sadece Kitabın ayetleri doğru anlaşılmakla da doğru okumaya ulaşmak mümkün değildir. Doğru okumak O’nun hitap ettiği ortamın da doğru okunmasını gerektirir. Her ikisi de birbirine bağlıdır. Biri olmadan diğeri de eksik kalacaktır. İçinde yaşanan ortam ise sadece ahlaki ve sosyal yapıdan, dil bilgisinden, Kur’an İlimlerinden vs ibaret değildir. Kur’an’a bir bütün olarak yaklaşmak gerektiği kadar hayatı da bir bütün olarak anlayıp tanımlamak gerekir. Ülke sınırlarının artık bir anlam ifade etmediği, kültürün, siyasetin, sanatın ve ekonominin global bir anlayışla icra edilmeye çalışıldığı günümüz dünyasında gerekli analiz ve tanımlamalar yapılmadıkça Allah’ın bugün bize ne dediğini anlama imkanı yoktur. Bugün faiz, kadının konumu, eğitimin önemi ve
b- Kur’an ilimlerinde ihtisaslaşma problemi:
nasıl olacağı, demokrasinin, laikliğin ne olduğu
Kur’an ve hayatın gerçekleri arasında kurula-
bir konu, konunun vakıasına ne kadar denk dü-
cak ilişkiyi doğru tesis edebilmek için bir yan-
şecek şekilde ele alınmaktadır... Değerlendiri-
da bulunan Kur’an’ın doğru anlaşılmasının bir
len konular, kimi zaman müslümanların kendile-
çok aracından söz edilmektedir. Bunlardan birisi
rini toplumdan tümüyle soyutlamalarına neden
Kur’an’ın Arapça oluşudur. Bunun dışında Kur’an
olacak şekilde ele alındıkları gibi, kimi zaman da
İlimleri, hadis, usul gibi alanlarda ihtisaslaşmak
vakıa İslam’ın ruhuna aykırı olduğu halde İsla-
gerektiği de çokça karşılaştığımız bir düşünce-
mi bir gerçeklikmiş gibi ortaya konmaktadır. Her
konusunda fikir ileri süren müslümanlar kendilerini sorgulamak zorundadır. Söz söylenen her
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
39
ikisi de vakıa karşısında müslümanları yanlış bir tavır almaya sevk etmektedir.
Bir toplum içinde bunlar gibi siyasetten sana-
Örneğin faiz ile Kur’an’daki karşılığı olan riba
ta, sivil toplum örgütlerinden hayır kurumlarına
arasında karşılaştırmalar yapılarak bugün faiz
kadar, ortamla ilgili anlaşılması ve izah edilmesi
denen şeyin haram olan riba kapsamında de-
gereken bir çok durum ve olgudan söz edilebilir.
ğerlendirilemeyeceği popüler bir sonuçtur. Kita-
Dünya sistemlerinin işleyiş biçimi de bir o kadar
bın indiği ortamda haksız kazancın bir yolu ola-
dikkate değer bir husustur. Dünyayı egemenliği
rak ortaya çıkan ve emek olmadan hem de güç-
altında bulunduran güçlerin hedefleri, insanları
lülerin elindeki bir zulüm aracı olan faiz, parada
yanıltmak için kurdukları düzenler ve tezgahlar,
gerçek bir artış ifade etmektedir. Hükmün illeti-
bir çok insan tarafından safça savunuluyor ol-
ni bu şekilde tanımlayanlar, enflasyondan kay-
masına rağmen, gerçekte bir avuç çıkar gurubu-
naklanarak vade uygulamalarında veya mevdu-
nun amaçlarına hizmet eden şeyler, uyanık olun-
at hesaplarındaki artışın gerçek artış olmadığını
ması gereken noktalardır.
söyleyip bunun haram olan faiz kapsamına girmediğini savunmaktadırlar. Açıklama doğrudur. Gerçek bir para artışı olmayabilir. Hatta faize her yönüyle karşı olanların bizzat kendileri böyle bir faiz almak/vermek zorunda kalabilirler. Zira onlar mevcut sistemin aktif aktörleri değildir. Ancak Kur’an’ın indiği ortamda faiz ne işe yarıyor idiyse bugün de azıyla veya çoğuyla aynı işe ya-
Burada sadece emperyalist ve şeytani düşüncenin ürünü olarak ortaya çıkan oyun ve düzenlerin kendini suret-i haktan gösteriyor olmasına dikkat çekmeye çalışıyor değiliz. Bir ülke içinde yaşayan Müslümanların içinde yaşadıkları gerçekliği doğru anlamlandırabilmeleri için, dünyada bu gerçekliğin nasıl bir anlam ifade ettiğini,
ramaktadır.
hangi gelişimlerin ürünü olduğunu bilmeleri ge-
Zamanımızda para yönetim biçiminin önem-
gerçeklik ve ne kadar doğruluk olduğunu da bil-
li araçlarından biri faizdir ve ister gerçek bir ar-
melidirler. Bir bütün olarak karşılarında duran
tış sağlasın isterse sağlamasın, finansı yöneten
manzaranın ve bu manzaranın parçalarının han-
güçlerin çıkarlarından başkasına hizmet etmez.
gi kanallarla nasıl bir enformasyon ağı ile oluş-
Finans kurumları ve bankalar, paranın toplanma-
turulduğu bile önemlidir. Dünya düzenleri oluş-
sı, bir elde birikmesi için gerekli süreci tek başı-
turmak isteyen global ve yerel güçlerin elbet-
na sağlamaz. Faiz gibi artma ve eksilme faktö-
te müslümanlara dair de planları vardır. Ve onlar
rü ise faizin oranlarının belirleyicileri tarafından
uyanık olmaz, gerçekliği göremezlerse çok basit
kontrol edilen bir mekanizmanın oluşmasını sağ-
hadiselerde bile, enformasyonu elinde bulundu-
rekir. Ayrıca gördüklerini sandıklarının ne kadar
lar ve paranın hareket şeklini belirler. Her ne ka-
ran güçlerin yönlendirmesine kapılabilirler. Böy-
dar toplumun çoğunluğu için bir artış anlamı-
lece kendilerini, dahil olmaları gereken olayların
na gelmese de faiz, kapitalist ekonomi biçiminin
dışında, dışında kalmaları gereken olayların ise
vazgeçilmez bir aracıdır.
içinde bulabilirler. Bunu fark ettiklerinde de iş iş-
Ekonomi modelinin bütününü görmeden yapılan değerlendirmeler ‘nasıl bir faiz?’ konusunda bile
ten geçmiş olabilir.
sakıncalı sonuçlara ulaştırıyor, sistemin bilinçsiz
d- Bireysel okuma problemi:
ve saf bir şekilde devamına destek niteliği sağlı-
İçinde yaşadığımız ortam ve şartlardan bağım-
yorsa, bunun gibi daha bir çok konudan söz edilebilir. Yönetim biçimlerinin gerçekte ne yapmaya çalıştığı, halk desteği ve yönetime halkın katılmasının gerçekte nasıl ve ne için olduğu, kitlelerin anlaması gereken şeylerdendir. Eğitimin, eğitim aracıyla kadrolaşmanın ne getirip neler götüreceği, mevcut eğitim sistemlerinin nasıl bir kimlik yaratmaya çalıştığı gibi meseleler unutularak; üniversite kapıları her yıl, oraya girmek
40
isteyen milyonlarla dolmaktadır.
sız yapılacak Kur’an okumaları kişinin “kendisine” bir fayda sağlasa da, değişimin sosyal boyutlarından uzak kalmak durumundadır. İnsanın karakteri ve temel sorunları değişmemekle beraber süreç içinde hayatın bir çok alanında değişikliğin ortaya çıkması doğal bir durumdur. Nasıl Hz. Yusuf ile Hz. Muhammed arasında şartlar itibariyle farklardan söz edilebiliyorsa Asr-ı Saadetten sonra meydana gelen farklılıkları da gör-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
mezden gelmemek gerekir. Bu farklılıklar temel-
sanın kafasına şimşek gibi düşebilir. Yaşanan o
de hiçbir şeyi değiştirmemekle beraber olması
olayda, ayet kişinin üzerine yeni iniyormuşça-
gereken değişiklikleri görememek başarısızlığın
sına bir anlam ifade eder. Ve insanın “ben bunu
nedeni olabilir.
daha önce nasıl fark edemedim” dediği olur. Bu-
Böyle bakıldığında Kur’an’ın ancak toplumsal bir çaba ile okunması gerektiği de söylenebilir. Zira açıklığa kavuşturulması gereken onca konu ve alan tek başına belli kişilerin altından kalkacağı bir yük değildir. Bu yük farklı çabalarla ne kadar desteklenir ve beraber taşınmaya çalışılırsa o nispette taşınabilir. Farklı alanlarda yapılacak çalışmalar konunun farklı boyutlarını aydınlığa kavuşturacak ve süregiden bir anlama çabası ile de her bir alan kendi içinde zenginleşecektir. Kur’an’ı anlama çabasının içinde bulunulan vakıanın doğru tahlili ile ilgisi, bir durumu daha ortaya çıkarmaktadır. Vakıanın farklı açı ve boyutlarından bakanların anlayışları farklı olabileceği gibi, “ben her şeyiyle Kur’an’a vakıfım” gibi bir iddiaya da izin vermemektedir. Allah’ın ipine toptan sarılmak, bu noktada o bağdaştırıcı unsurun farklı boyutlarını elbirliği ile ortaya çıkarmak içindir. Farklı alanlarda yetkinliğe sahip olanlar diğerlerinin yardımına ihtiyaç duyacaklardır. Bu ihtiyacın varlığı, “ben tek başıma her şeyin altından kalkarım ve kimseye de ihtiyacım yok” düşüncesini engeller.
rada anlamaya neden olan şey, yıllarca üzerinde çalışmak değildir. Anlamın kendisini açık edeceği realite ile karşı karşıya kalmaktır. Bununla ilgili ashabdan verilen örnekler vardır. Ve onlardan “sanki o ayet yeni inmiş gibi hissettim” diyenler olmuştur. Bu durum ancak İslami hedefleri olan ve bu hedeflere tutunmakta samimi olanların karşılaşacağı bir durumdur.
Sonuç İnsan hayatını değiştirmek üzere gelen bir kitabın, künhüne vakıf olarak anlaşılabilmesini akademik çalışmalara, tartışmalara ve araştırmalara bağlamak mümkün olmaz. Anlamak için yapılacak her çalışmayı takdir etmek gerekmekle birlikte, her anlama çabasının bir sınırı olduğunu da teslim etmek gerekir. Buna her türlü çaba dahil edilebilir. Dil, literatür ve birikim üzerine çalışarak anlamları çözmeye çalışmak bir çeşit aydınlanma sağlayabilir. Bu çaba, kimi zaman üzeri küllenmiş meselelerin tekrar ısıtılmasına da neden olabilir. Bu durum kimileri için fayda sağlarken kimileri için de tepki sebebidir. Yine de faydasından söz etmek mümkündür. Belli bir ba-
e- Tecrübe ve olgunluk problemi: Kur’an’ın anlaşılması ile ilgili bir noktayı daha belirtmek gerekir. Söz, kişi üzerinde her şart ve ortamda aynı etkiyi yapmaz. Diğer bir ifade ile sözün kişi üzerindeki etkisinde zaman ve zeminin fonksiyonu vardır. Duyulan bir söz, görülen bir eylem bazen yıllar geçtikten sonra gören için bir anlam ifade eder. Büyüklerin sözlerinin ve tavsiyelerinin evlatları üzerinde yıllar geçtikten sonra etki etmesi bu kabilden bir örnektir. İdeallerini heyecanlarının ve tecrübesizliğinin etkisi altında gerçekleştirmeye çalışanlar tavsiyelere kulak tıkayabilir veya öğüt aldıklarını zanne-
kış açısı ve zamanın şart ve ihtiyaçlarından doğan anlama ve okumaların da değişik faydalarından söz edilebilir. Örneğin: Rivayet esaslı okumalar, delilsiz konuşmamanın gereğini anlamamıza yardım ederken; rivayetlerin eksik ve yanlışlığından hareketle yorumun önemine vurgu yapanlar akletme sorumluluğumuza dikkat çeker ve bunun nasıl yapılacağına dair örnekler de ortaya koyar. Ahlak ve maneviyata dikkat çeken okumalar pozitivizme ve materyalizme; yeryüzü sorumluluklarımıza dikkat çekenler de ruhbanlığa sapmamızı engeller.
debilir. Ama karşılaştıkları durumlar, belli bir tec-
Kur’an’ın iniş amacına uygun olmak üzere, bü-
rübenin ürünü olan tavsiyelerin gerçekte ne an-
tün yaklaşım biçimlerinin bir haklılık payı var-
lama geldiğini zamanla ortaya çıkarır.
dır. Akletmeden bu Kitap anlaşılamaz. Aklet-
Bunun gibi; Defalarca okunan, anlamı üzerinde günlerce kafa yorulan bir ayet, karşılaşılan bir olaydan, musibetten veya zaferden sonra in-
mek Kur’an’ın kişi ve toplum ahlakını temizlemesinden müslümanları takva ehli haline getirme çabasından bağımsız değerlendirilemez. Diğer yandan Kur’an’ın, tarihin bir yerindeki insa-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
41
na kendi dili ile hitabettiği ve çoğunlukla onların motiflerini kullandığı da doğrudur. Ama aynı zamanda evrensel olduğu da doğrudur. Onların anlayış biçimlerine bakmadan kitap anlaşılamayacağı gibi, sonradan oluşanlar dışlanarak da anlaşılamaz. Böyle bir dışlama ile en azından aynı hataları tekrarlamak durumunda kalacağıtiği kadar sosyal hayatı da düzenler ve onun her alanına etki eder. Kur’an, kelimeleri, kavramları, ibareleri ve diğer dile ait özellikleri çözülmeden de doğru bir şekilde okunmuş olmaz. Burada söz etmeye çalıştığımız, her yaklaşım biçiminden bir şeyler devşirerek ortaklaşa ve uzlaşılabilir bir yaklaşımın makul olduğunu anlatma çabası değildir. Samimi niyetlere sahip okumaların sınırlarına, sınırları olmakla beraber faydalarına da dikkat çekmektir. Bunun ortaya çıkaracağı gerçeklik; ne kadar samimi olursa olsun okumalarda eksiklerle karşılaşma ihtimalimizdir. Zira eksiklik ve kusurlu olmak insana aittir. Hiçbir insan başka birinin aynı değildir, hiçbir toplum da diğerinin aynısı olamaz. Bütün samimiyetiyle Allah’ın Kitabını aslına uygun olarak anlamaya çalışırken insanlardan aynı sonuçlara varmasını beklemek doğru olmaz. Bugün Kur’an’ı doğru okumak neye bağlıdır; - Samimi bir niyete - Örnek okuma biçimini doğru anlama çabasına - En doğru okuma benimkinden ibarettir dememeye - Okumaların birbirini desteklemesine: hem yanılmalarını düzeltmeye çalışarak tavsiyeye hem de eksiklerini gidermek için tamamlamaya - Vahye ve hayata bütüncül yaklaşmaya - Doğru olması için ortaya konan bütün çabaya rağmen gerçekleştirilen okumanın yanlış-
www.islamiyorum.com
mız açıktır. Kur’an insan kalbini ve ruhunu eğit-
lar içermesi ihtimaline karşı yeni okumalara açık olmaya
42
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA - KUR’AN’I YENİDEN OKUMAK
“Kur’an’ı Yeniden Okumak” Üzerine Düşünceler Nuri Yılmaz Kur’an okumaları
mi Müslümanlardan bahsettiğimize göre, iman
Doğru bir şekilde okumanın ve ona göre hayatı
tetmediğimiz anlaşılıyor olmalıdır. Onun haricin-
düzenlemenin gerekliliği, Kur’an’ın indirildiği dönemden beri bilinen bir gerçektir. Ve hatta bu uğurda, kendilerinden sonrasına da ışık tutabilen birçok samimi çaba ve tecrübe ortaya çıkmıştır. Fakat bir başka tarihi gerçek vardır ki, önemsenmesi ve yararlanılması gereken fikirler tek tip olmamışlardır. Aralarında, bazı konularda zıtlıklara varacak ölçüde ayrılıklar ve farklılıklar meydana gelmiştir.
esaslarına kadar uzanan fikir ayrılıklarını kasdeki fikir ayrılıkları ise imani bir problem ortaya çıkarmaz. Nitekim samimi gayretlerle ortaya çıkmış değişik fikir ekollerinin doğuş süreci takip edildiğinde, her birisinin, kendi dönem şartları içerisindeki bazı problemlere veya ihtiyaçlara karşılık olarak vücud bulduğu görülecektir. Mesela, Emevi ve Abbasi iktidarlarının özendirdiği dünyevileşme, yani güce, paraya, zevke ve sefahate düşkünlük eğilimine karşı; dünya zevk ve imkanlarının insanı nasıl yoldan çıkardığını, Allah’ın rızasını kazanabilmek için bu eğilime karşı nasıl tavır belirlemek gerektiğini hatırlatma ihtayacı baş göstermiştir. Bu çerçevede ortaya çıkan Kur’an okumaları “zühd”1 ve “takva”2 kav-
Ayrılıklar ve farklılıklardan bahsederken samimiyetsiz ve art niyetli “okumaları” kastetmiyoruz. Bu tür okumalar zaten daha başta “doğrudan farklı” olmayı hedeflemişlerdir. Dolayısıyla; eğip bükme, gizleme, çarpıtma gibi birçok yolla hedeflerini gerçekleştirmiş, farklılıklar oluşturmuşlardır. Ancak ne var ki, hayra ve doğruya ulaşmayı arzulayan okuma çabaları da tek tip sonuç vermemiştir.
ramlarına vurgu yapan bir nitelik taşımıştır. Fakat daha sonra bu iyi niyetli okumalar, Emevi ve Abbasilerin İslam düşüncesini bulandırma gayretleri çerçevesinde ithal ettikleri İran mistisizmi ile birleşince, “tasavvuf” ekolü ortaya çıkmıştır. Tasavvuf ekolünün sırlar ve keşiflerle dolu okuma tarzı, İslam düşüncesini hurafelere ve dini merasimlere boğmaya başlayınca; İslam’ın sadece ibadetlerden ibaret olmadığını ve Kur’an’ın
Bu noktada şöyle bir soru gerekli olmaktadır: Aynı kaynaktan hareket eden ve hayra/doğruya ulaşmak gibi ortak bir hedef güden samimi insanlar arasında, bu tarz fikir ayrılıklarının ol-
bir hayat kitabı olduğunu hatırlatma ihtiyacı baş göstermiştir. Bu çerçevede, başlangıçta Emevilere karşı muhalefet için ortaya çıkmış olan Mute1
ması normal midir ve neden fikir ayrılıkları doğ-
Dünya zevk ve imkanlarına rağbet etmemek, inancın gerektirdiği karakter, ahlak, ibadet ve anlayışta
maktadır?
hassasiyet göstermek 2
Hayra ve doğruya ulaşmak için uğraşan sami-
Allah’tan korkmak; Allah’ın her şeyi gördüğü bilinciyle sorumluluklarını en güzel bir şekilde yerine getirmeye çalışmak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
43
zile, sonraki dönemlerde “akletme”nin önemine
ket eden ve bu mana-
ve gereğine vurgu yapan Kur’an okumaları ger-
lara ulaşmaya çalışan
çekleştirdi.
okuma biçimidir. Batıni/görünmeyen ma-
Fikir ayrılıklarının çokluğunu ve bunların zi-
naya ulaşmak için de;
hin üzerindeki bulandırıcı etkisini gören Selefi-
bir yandan ilham, fe-
ye ekolü ise, mevcut bütün birikimleri reddet-
raset ve rüya yoluy-
me, çağları atlayarak Resulullah dönemine dön-
la gelen bilgilere, bir
me gibi bir yol geliştirmiştir. Onun “okuyuş” bi-
yandan da kriptog-
çimi ise “Resulullah ne yaptı?”, “Resulullah nasıl
ramatik çözümleme
okudu?” soruları çerçevesinde olmuştur.
yöntemlerine müra-
Kısacası, anlayışlar ve fikirler:
caat eder.
İlham, tasavvufta “beş duyu ve akıl aracılığı ol-
1- Tarihi şartların ve şartların ortaya çıkardığı ih-
madan Hak Teala’nın kulunun kalbine koydu-
tiyaçların
ğu bilgi” olarak tanımlanır. İbni Arabi ilahiyat ko-
2- Kur’an’ı okuma yöntemlerinin belirleyici etkisiyle oluşmuşlardır. Tarihi şartlar ve bu şartların ortaya çıkardığı ihtiyaçlar ciddi bir araştırma konusudurlar. Derin bir tarih araştırmasını gerektirirler. Aksi taktirde, yukarıdaki kısa değerlendirmede olduğu gibi; kimi bakış açılarına göre doğru kabul edilebilecek, kimi bakış açılarına göre ise eksik kalan yüzeysel değerlendirmeler ortaya çıkar. Kur’an okuma yöntemleri ise tarihi şartların ve o şartların ortaya çıkardığı ihtiyaçların birer sonucudurlar. Dolayısıyla yöntemler üzerine konuş-
nularında ilhamla hasıl olan bilginin akıl ve fikirle kazanılan bilgiden daha sağlıklı ve güvenilir olduğunu söyler. Hatta ilhamın verdiği bilginin daha açık ve daha kesin olduğunu ifade eder (el-futuhatu’l-Mekkiyye. I. 375-79). Feraset sözlükte; “görüş, zan, tahmin ve dikkatli düşünerek isabetli hüküm vermek” (kamus, 978) anlamına gelir. Tasavvufta, “genel” ve “özel” olmak üzere iki çeşit fraset vardır. Özel firaset “Allah’ın evliyanın kalbine koyduğu bir nur” olarak tanımlanmıştır. “Bu sayede evliyaların; keramet, isabetli zan, tahmin ve hads/sezgi yoluyla insanların hallerini (hislerini, düşüncelerini, inançlarını, karakterlerini, iç dünyalarını) bildikleri” 3 iddia edil-
mak derin tarih araştırmaları gerektirmez.
miştir. Rüya ise mutasavvıfların üzerinde özel-
Bu gerçeklerden hareketle bu makale,
Fususu’l-Hikem isimli eserini rüyasında gördüğü
- Kur’an okuma yöntemleri üzerine yapılacak genel bir değerlendirmeden sonra - Günün ihtiyaçlarının nasıl okumalar gerektirdiğiyle ilgili önerilerde bulunmak üzere kaleme alınmıştır.
likle durdukları bir bilgi kaynağıdır. “İbni Arabi, Hz. Peygamberin elinden aldığını ve hiç değiştirmeden bunu halka sunduğunu anlatır. (Fususu’lHikem. 47, 63,85,99-103) Kriptogramatik çözümleme yöntemleri ise, kelime ve harflerin sayı değerlerinden yola çıkarak çeşitli manalara ulaşma çabasıdır. Her har-
Değişik okuma yöntemleri:
fin belli bir sayı değerinin olduğu fikrinden hareket edilir. Kelimelerdeki, isimlerdeki veya cümle-
Bilgi kaynakları ve bunları değerlendirme biçim-
lerdeki harflerin sayı değerlerinin toplanmasıyla
leri yönünden Kur’an okumalarını üç gurupta
değişik manalara ulaşılmaya çalışılır.
toplayabiliriz.
2- Uyulması gereken nass’ları (emir ve nehiyle-
1- İlham ve keşfe dayalı okumalar:
ri) devşirmeye dayalı okumalar:
Kelimelerin görünen (zahiri) manasının geri-
“Kur’an geçmişte olmuş, olan ve gelecekte ol-
sinde, ondan çok daha önemli ve görünmeyen (batıni) manalarının olduğu fikrinden hare-
44
3
Prof. Dr. Süleyman Uludağ. Tasavvufun dili. İkinci bölüm: Bilgi ve Marifet. Firaset
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ması muhtemel her sorun ya da durum için çö-
çalıştığı zihniyetle donanan bir akıl kendi yolunu
zümler gösterir”4 fikrinden hareketle, “hayatı
bulabilir ve günün meselelerine gerçekçi çözüm-
Kur’an’ın gösterdiği çözümlere göre oluşturma”
ler getirebilir. Hatta (bu okuma ekolünün bazı
arayışının bir sonucu olarak ortaya çıkan okuma
temsilcilerine göre) salim akıl varken Kur’an illa
biçimidir. Kur’an’da gizli ve görünmeyen manalar
gerekli bile değildir.
aramaz. Bilinmesi gereken her şeyin, Allah tarafından apaçık hükümler (nass) aracılığıyla ortaya konduğunu ve bunlara başvurulması gerektiğini kabul eder. Problemlerle karşılaşıldığında çözüm için üç yol/kaynak önerir: geçmiş ve gelecek bütün problemlerin çözümünü içeren Kur’an nassın esasını oluşturur. Ondan delil bulunamıyorsa Kur’an dışında gelen vahiylerin yönlendirmesiyle oluşmuş olan Resulullah’ın5 sünnetine baş vurulmasını söyler. Ondan da delil bulunamıyorsa Kur’an ve sünnette açık olan delillerin, açık olmayanlar ile kıyas yapılması, bu şekilde içtihatlar ve icma üretilmesi yöntemine müracaat edilmesini ister.
*** Çok genel olarak üç gurupta değerlendirdiğimiz “Kur’an okumaları”, değişik çağlarda ve değişik coğrafyalarda birçok farklı uygulamayla karşımıza çıkar. Her uygulamanın bir diğerine göre farklı yönlerinin olduğundan bahsetmek mümkündür. Her okuma biçiminin dengeli ve faydalı örnekleri de; çok uç, kabulü mümkün olmayan örnekleri de ortaya çıkabilmiştir. Bu okumalar içerisinde en sorunlu olanı ilham ve keşfe dayalı okuma biçimleridir. Çünkü ilham, feraset veya rüya güvenilir bilgi kaynak-
3- Aklı önceleyen okumalar: Keşfe dayalı okumaların vahyi, ispatı mümkün olmayan bilgi kaynaklarıyla açıklamaya çalıştığı; nassa dayalı okumaların ise vahyin iniş
sebebini yeterince anlamayarak hayatı 1400 yıl öncesinde dondurduğu fikrinden hareketle ortaya çıkan okuma biçimidir. İspatı mümkün olmayan yorumlardan Kur’an’ı arındırabilmek ve günün ihtiyaçlarına cevap verebilen okumalar gerçekleştirebilmek için akla müracaat etmek gerektiğini söyler.
ları olamazlar. Nefsin bütün zaaflarına açıktırlar. İstismara ve sahtekarlıklara yol açarlar. Ayrıca bir nevi kişiye özel bilgi kaynakları olduğu için, o yolla gelen bilgiyi ispat etmek mümkün değildir. Nitekim İslam inancına eklenen hurafelerin çoğu, bu okuma kanalından gelmişlerdir. Nasslar devşirmeye dayalı okuma biçimlerinin, hurafelerin etkisine kapılmadan okumalar yapılmasına çök önemli katkıları olmuştur. Ancak ilke olarak doğru ve keşfe dayalı okumalar karşısında çok da faydası dokunmuş olan, “bütün problem ve ihtiyaçlara Kur’an’dan delil arama” yaklaşımı; zamanla bir takım problemlerin ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Bu yaklaşımın yol açtığı en önemli problem, “kitaptaki çözümleri bulup çıkaran bir ulema sınıfını zo-
Bu okuma biçimine göre akıl, hiç bir dış tesirin etkisi altında kalmadan kullanıldığında insanı doğruya ulaştırma kabiliyeti olan bir özelliktir. Kur’an ise her ihtiyaç ve sorun karşısında kendisine müracaat edilip o soruna karşılık gelecek ifadeler aranması gereken bir kitap değil; zihniyet oluşturan bir kitaptır. Kur’an’ın oluşturmaya 4
İmam Şafii. Er-Risale
5
İmam Şafii’nin sünneti “nass” olarak değerlendirirken kullandığı en temel argüman, peygamberlere Kur’an ile birlikte hikmetin de verildiğinin belirtildiği ayettir.
runlu kılmasıdır.” Böylece Kur’an, üzerine ancak alimlerin konuşabileceği bir kitap haline gelmiştir. Diğer bir problem ise, “İslam medeniyetinin bir nass ve beyan medeniyetine dönüşmesidir.” Her şeyin kendisinden devşirileceği sabit bir kaynak algısı, değişen şartlar ve ortaya çıkan yeni toplum modelleri karşısında Müslümanları, belli bir dönemin şartları ve ihtiyaçları içerisinde ortaya çıkmış bir modeli canlı tutmaya ve sürdürmeye itmiştir. Yani mutasavvıfların şekilci ve kalıpçı bir yaklaşımla Resulullah’ın giyim ve
(“Hani Allah peygamberlerden; “size verdiğim kitap
davranışlarını taklit etmeleri, ehli sünnette; mo-
ve hikmetten sonra…” (Al-i İmran 3/81)) Şafii’ye
del ve uygulamaları sürdürmek şeklinde kendi-
göre hikmet sünnettir ve sünnetin tümünün vahiy ile
sini göstermiştir. “Kur’an’la aydınlanmış; vah-
verildiğini söyler. (H. Tayfur)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
45
yin eşyaya ve hadiselere getirdiği tefsirle mese-
sal ihtiyaçlar karşısında çaresiz kalan Müslüman-
lelere yaklaşan, düşünen; aklını, deneyimlerini,
lar, kalıpları zorlamayı göze alarak son yüzyıl-
insanlığın ortak tecrübesini ve marufu kullana-
da Kur’an’ı yeniden okumaya giriştiler. Bu oku-
rak korkmadan kararlar veren, içinde bulunduğu
ma biçiminin en göze batan yönü, ulema tekeli-
şartlara uygun çözümler ve modeller geliştiren;
nin kırılmış ve Kur’an ile Müslümanlar arasında-
doğru olan ve olmayan arasında tercihler yapa-
ki bazı engellerin kaldırılmış olması idi. “Kur’an’ı
bilen Müslüman tipi ortadan kalkmıştır. Bunun
anlamak için klasik İslam ilimlerine ve gelenek-
yerine ulema sınıfının, kitabın lafızları arasından
lere vakıf olmak gerekmez; Kur’an’ın mesajı-
türlü yollarla çıkarttığı hükümlere refere edilme-
nı anlatmak için kullandığı temel kavramların ne
dikçe asla bir adım bile atamayan bağımlı Müs-
anlama geldiğini bilen herkes Kur’an’ı anlayabi-
lüman tipi gelmiştir.”
lir” anlayışı sayesinde, mahallede bir araya ge-
Aklı önceleyen okuma biçimlerinin ise şekilci ve kalıpçı bir şekilde Resulullah’ın oluşturdu-
dılar.
ğu toplum modelini ve uygulamalarını yaşatma-
Acil ihtiyaç; önce kendi coğrafyasının, sonra sı-
ya çalışan okumalar karşısında, ufuk açıcı etki-
rasıyla tüm İslam coğrafyasının baskı ve sö-
leri olmuştur. Kur’an’ın oluşturmaya çalıştığı zi-
mürüden kurtarılması idi. Bu yüzden okuma-
hin yapısının anlaşılabilmesi noktasında, kalıpları
lar, “kurtuluş yöntemi”, “kurtuluş mücadelesi”
zorlayan en üretken çalışmaların bu okuma eko-
gibi meseleler üzerine yoğunlaştı. Kur’an’dan ve
lünden çıktığı söylenebilir. Çünkü onlar sabit mo-
sünnetten kurtuluş reçeteleri devşirilmeye giri-
del ve uygulamalar karşısında sorulmayanı sor-
şildi. Resulullah’ın kendi toplumunu kurtarma-
ma, tartışılmayanı tartışma başarısı göstermiş-
yı/değiştirmeyi nasıl başardığı araştırılmaya baş-
lerdir. Ancak hayatın Kur’an’a göre oluşturulma-
landı. Hangi yöntemlere baş vurduğu ve hangi
sıyla ilgili bu faydalı sorgulamaların yanında, as-
aşamalardan geçerek zafere ulaştığı tespit edil-
lında gerekli olmayan bazı şeylere de (mesela
meye çalışıldı.
müteşabih ayetlerin yorumlanması, kıssalardaki anlatımların hikayeleştirilmesi gibi) akla uygun izahlar getirmeye çalışmaları, tepki almalarına neden olmuştur. Hatta bu okuma biçimine göre Kur’an’a yaklaşan ekoller içerisinde, Kur’an’ın gerekli olmadığını, aklın kendi başına yolunu bulabilecek güce ve imkanlara sahip olduğunu söyleyerek, “aklı Kur’an’a önceleyen” yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu ise insanları “akıl mı?” “vahiy mi?” ayrımıyla karşı karşıya bırakmıştır. Bu ayrım içerisinde nasslar devşirmeye dayalı okuma biçimleri vahyi, aklı önceleyen okuma biçimleri ise aklı temsil eder hale gelmiştir. Böyle bir ayrım karşısında da doğal olarak vahiy, yani; naslar devşirmeye dayalı okuma biçimi seçeneği galip gelmiştir.
Sonuçta herkesin elinde, “Resulullah’ın yöntemi buydu” diyeceği sonuçlar vardı. Herkes tezini Kur’an ve sünnet ile delillendirmişti. Bu kadar delil varken başka yöntemleri tercih edenler ise -doğal olarak- yanlışlık içerisinde idiler. Herkese göre kendi yanındaki en doğru idi. Fakat bu kurtuluş reçeteleri istenilen sonucu vermedi. Coğrafyalar kurtarılamadılar. Her şeye rağmen doğru yaptığını düşününler elbetteki var ve Allah, onların samimi gayretlerini boşa çıkarmasın. Ancak bugün pek çok Müslüman havanda su dövülmeye çalışıldığını farketmiş, nerede hata yapıldığını sorgular hale gelmiştir.
*** Tarihi hesaplaşmanın vahiy, başka bir ifadeyle nass devşirmeye dayalı okuma biçiminin galip gelmesiyle sonuçlanmış olması, “Kur’an’ı nasıl okuyalım?” sorusunun cevap bulduğu anlamına gelmiyor.
Temel hata; bin yıl önceki toplum yapılanmasına karşı, günün imkanları çerçevesinde verilen mücadelenin, bugünün toplum yapılanması ve imkanları içerisinde şablonik olarak tekrarlanmaya çalışılmasındadır. Müslümanlar, -farkında olmadan- naslar devşiren okuma biçiminin bir versiyonunu sergilemişlerdir.
Emperyalist saldırılar ve hızla değişen toplum-
46
len gençler bile Kur’an dersleri yapmaya başla-
Çözüm yine Kur’an’dadır. Fakat onun doğru bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
şekilde okunması gerekmektedir. Şu halde; - Önce Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğuna yeniden bakalım ve hayat üzerindeki fonksiyonunu yeniden anlamaya çalışalım
Tarihin değişik dönemlerinde (Yahudilerin kullandığı kriptogramatik yöntemlere -ebced hesaplamaları vs- benzer yöntemlerle) Kur’an’dan bazı şifreli sırlar çıkarmayı deneyen birçok insan varolmuştur. Bunlar, kendilerince bazı sonuçlara da
- Sonra da onu nasıl okumamız gerektiğini tar-
ulaşmaktadırlar. Ama ulaşılan sonuçların hiçbiri-
tışalım
si, insanoğlunun herhangi bir ihtiyaç veya prob-
Kur’an nasıl bir kitaptır
dasız gereksiz bilgiler şeklindedir.
Kur’an pratiğin içinden seslenen bir kitaptır.
Kur’an bir sırlar kitabı olmadığı gibi ansiklopedik
lemine çözüm getirecek bir nitelik taşımaz. Fay-
Yüce Allah onu, olaylar, gelişmeler ve ihtiyaçlar üzerine parça parça ve gerektikçe indirmiştir. Ayetler belli bir olay ve gelişme üzerine inmiş olsa da, çoğunlukla genel bir hitabet üslubuna sahiptir. Yani sadece inmesine sebep olan durumu muhatap alarak değil, değişik ortam ve çağlarda ortaya çıkması muhtemel benzerlerini de kuşatacak bir üslupla inmiştir. Genel üslup böyleyken, belirli bir
muhataba hitap eden veya o döneme mahsus olaylarla ilgili gibi görünen ayetler de göze çarpar. Bu noktada şunları bilmek gerekir:
bilgiler içeren bir kitap da değildir. Başlıklardan ve başlıklar altında ele alınan konulardan oluşmaz. Dolayısıyla herhangi bir konuyu öğrenmek isteyen bir insan, ilgili başlığa gidip o başlık altındakileri okuyarak meselesini çözemez. Konuyla/problemle ilgili farklı yerlerde geçen ayetleri bir araya getirip, aralarındaki ilişkiyi ve bütünlüğü görmeye çalışması gerekir. Kullanılan kavramları tespit edip onların anlamlarını kavraması, verilen örneklerin ardındaki ilke ve prensipleri görüp onların günün şartlarında nasıl uygulanacağını düşünmesi gerekir. Bu çabanın sonucunda ise ihtiyaç ve problemlerine Kur’an’dan karşılık bulmuş olur. Kur’an bazı meseleleri ele alırken sembolik anlatımlara müracaat eder. Mesela her çağda karşı-
1- Kur’an belirli şahıslara inmiş bir kitap değildir. Dolayısıyla bir kişiye hitap ediyor gibi görünen ayetlerde bile, herkesi ilgilendiren bir yön
laşılması mümkün olan düşmanlıkları ortaya koyarken, düşmanlığın farklı boyutlarını farklı karakterlerle sembolleştirir (Din adamı kimliğiy-
ise ya o olayla ilgili verilecek mesajın evrensel
le ortaya çıkan düşmanlıkları Bel’am, sermayedar kimliğiyle ortaya çıkan düşmanlıkları Karun, yöneti için Firavun, bürokrat için Haman şahsında sembolleştirmesi gibi).
bir nitelik taşıması söz konusudur, ya da benzeri
Böylece onların hem daha anlaşılır, hem de daha
problemlerin nasıl çözüleceğiyle ilgili bir örneklik
kalıcı olmasını sağlar. Güzel veya yanlış davranış
durumu vardır
örneklerini ise bazen doğadan bir benzetmey-
bulunur 2- Bir döneme mahsus olaylarla ilgili ayetlerde
Fakat bununla birlikte Kur’an; harfleri, kelimeleri veya cümleleri arasında sırlar dolu olan bir kitap değildir. Rahmeti ve merhameti bol olan Rabbimiz, doğruları sır kapılarının arkasına değil, herkesin ulaşabileceği en görünür yerlere yerleştirmiştir. Akleden herkesin anlayabileceği şekilde açık ve anlaşılır hale getirmiştir. “Bak, iyice kavrayıp anlamaları için ayetleri nasıl çeşitli biçimlerde açıklamaktayız.” (En’am 6/65) “Düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık, haydi var mı düşünen?” (Kamer 54/17)
le (infak edenin yedi veren başağa benzetil-
mesi örneğinde olduğu gibi /Bakara:261) ya da yaşanmış hayattan bir kesiti nakletmek suretiyle ortaya koyar (bahçe sahipleri örneğin-
de olduğu gibi /Kalem:17-32). Fakat bununla birlikte Kur’an, her tarafı sembolik anlatımlarla dolu, verdiği her örneğin ve anlattığı her kıssanın farklı bir yorumu olan ve her noktada aklın yorumuna ihtiyaç duyan bir kitap da değildir. Böyle bir tarz “düşünüp öğüt alınması için kolaylaştırılmış” olmasıyla örtüşmez. Her örneği ve kıssası farklı şekillerde yorumlanmak zorunda olan bir kitap için, “kolaylaştırılmış” şeklinde bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
47
nitelemede bulunmak doğru olmaz.
ya bağlıdır.
Kur’an, her türlü ihtiyaç ve problem için detay-
Kur’an insanoğlu için bu kadar önemli bir konu-
lı çözüm reçeteleri içeren bir kitap da değildir.
ma sahip olduğuna göre; okuyup doğru bir şe-
Hayatını ona uygun bir şekilde oluşturmak iste-
kilde anlamak ve doğru bir şekilde hayatta ger-
yen bir kimse, mesela “İslam nasıl bir ekonomik
çekleştirmek hayati bir mesele olarak karşımıza
sistem öngörüyor?”, “İslam nasıl bir devlet mo-
çıkar. Öyle ki, dünyada ve ahirette mutlu bir ya-
deli öngörüyor?” gibi sorularla ona yönelse, so-
şam sürmenin de, sonsuz bir azaba uğramanın
rularına verilmiş detaylı cevaplar bulamaz. Za-
da kendisine bağlı olduğu bir mesele...
ten böyle olsaydı, Kur’an her çağ için sabit model ve uygulamalar sunan bir kitap haline gelirdi ve toplumların tekamülleri karşısında da eskiyip
Anlayabilen kimseler için bundan daha önemli ve daha hayati ne olabilir?
giderdi. Bu yüzden Rabbimiz, hayata dair prob-
***
lemleri ve ihtiyaçları tek tek çözmeye uğraşmamıştır. Bunların yerine, kavramlar, ilkeler ve örnekler aracılığıyla bir bakış açısı bir bilinç oluşturmayı seçmiştir. Bu kavramları, ilkeleri ve örnekleri kavramış olan bir insan, zamanın ihtiyaç ve problemleri karşısında uygulamalarının nasıl olacağını akleder ve o mantığa uygun olan çözümü bulur.
Kur’an okumanın ve hayatı ona göre oluşturmanın zorunluluğu bir gerçek olmakla birlikte bu tespit tek başına sorunu çözmemektedir. Çünkü günümüzde Kur’an’a yönelen herkes kendince farklı sonuçlara ulaşabilmektedir. Uzun bir tarihi süreç içerisinde Kur’an ile insanlar arasında birçok engel ve perde oluşmuştur. Ve insanlar perdeleri aralayıp gerçeğe ulaşmakta zorlan-
Peki! Kur’an:
maktadırlar. Sonuç olarak da perdelerin arkasın-
- Bir sırlar kitabı olmadığına - İçerdiği bilgileri ansiklopedi mantığına uygun bir şekilde vermediğine
daki gerçeği bulanık veya olduğundan farklı görmektedirler. Bu durumda Müslümanlar için ortak bir “Kur’an’ı
- Her türlü ihtiyaç ve problem için detaylı hazır reçeteler sunmadığına göre, onu nasıl okumak lazım ki, gerektiği şekil-
anlama yöntemi” önermek gerekmektedir. Öyle bir yöntem ki; -
hem yüzyılların oluşturduğu kültür tortularını
de faydalanabilelim ve nimetlerinden yararlana-
ve perdeleri aralamayı sağlasın
bilelim...
-
hem de samimiyetle Kur’an’a yönelen
herkesin doğru bir şekilde anlamasını kolaylaş-
Kur’an’ı nasıl okuyalım
tırsın.
Kur’an’ı bir sırlar kitabı olarak görüp farklı yön-
Kur’an’ı anlamada yöntem:
temlerle o sırlara ulaşmaya çalışan, ansiklope-
di olarak görüp genel kültürünü artırmak için
Kur’an’ı anlamanın en vazgeçilmez ve en önem-
Kur’an’a yönelen ve ihtiyaçlarının çözümü için
li unsuru, Kur’an’ı okuyan insanın niyetidir.
detaylı sabit reçeteler bul-
Niyeti ne olursa olsun, herkesin okuduğundan
mayı arzulayan herkes;
aynı şeyi anlamasını ve aynı sonuca ulaşmasını
onda aradığını bulabilir ve
sağlayacak bir yöntemin varlığından bahsedile-
bulduğuyla tatmin olabi-
mez. Samimiyetsizliğin ve kötü niyetin panzehiri
lir. Fakat Kur’an bu amaç-
yoktur. Ne kadar mükemmel olursa olsun hiçbir
lar için değil, Allah’ın razı
yöntem, anlamak istemeyen insanların hastalık-
olacağı bir yaşama reh-
larına çare olmaz.
berlik etmek için gönderilmiştir. Allah’ın rızasını kazanmanın yolu, hayatı Kur’an’a göre oluşturmaktan geçer. Bu ise okuyup anlamaya ve ona uygun bir şekilde yaşama-
48
Bu tespiti tersden şöyle ifade etmek de mümkündür: Anlamak için, samimiyetle Kur’an’a yönelen herkes, hangi yöntemle okursa okusun
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Kur’an’ın rahmetine ulaşır. Kullandığı yöntem işini zorlaştırabilir. Anlamasını ve doğrulara ulaşmasını geciktirebilir.
mekle mümkündür. Kökün anlamı ile türetilmiş kelimede ortaya çıkan anlam arasındaki ilişki, “aile benzerliği” ilişkisidir. “Buna göre, kelimelerin anlam alanları içerisinde, birbirine yakın (ve fakat aslında farklı) özellikler bulunabilir. Bu, bütün fertleri bir-
Ama çabasında sürekli olan samimi bir birey,
birine benzeyen bir aileye benzer. Nasıl ki ailede bütün
mutlaka Allah’ın yollarına ulaşır. Çünkü Allah,
fertlerin birbirlerine benzemesi, aileyi oluşturan fertle-
kendi uğrunda canla başla çaba gösterenleri yol-
rin aynı şahıslar olduğu anlamına gelmiyorsa; aynı şe-
larına eriştirmeye söz vermiştir.
kilde, kelimenin anlam alanı içerisindeki kimi özelliklerin benzeşmesi veya farklı kelimelerin anlam alanların-
“Uğrumuzda canla başla çaba gösterenleri, el-
daki kimi benzerlikler, bu kelimelerin birbirlerinin ay-
bette yollarımıza iletiriz. Çünkü Allah, iyilerle be-
nısı oldukları anlamına gelmez. Örneğin kedi ve aslan
raberdir.” (Ankebut 29/69)
aynı ‘familya’ya (aileye) mensuptur; fakat bu benzer-
Demekki Kur’an’ı anlamanın ilk şartı; iyi niyet, samimiyet ve canla başla çaba göstermektir.
lik, ne kediye aslan denmesini ne de aslana kedi denmesini haklı çıkarmaz. Benzerliklerine rağmen bu ikisi farklı varlıklardır ve ayrı isimler alırlar.”6
***
“Her kelimenin yapısında 1) değişmeyen öz/kök özel-
Bundan sonrası için ise, şöyle bir yöntem önere-
de, kelimenin anlamı bozulur; fakat tali özelliklerden
biliriz:
herhangi biri (veya tamamı) iptal edildiğinde, kelime-
Kur’an’ı anlamayı isteyen kimselerin göz önünde bulundurması gereken en önemli mesele, bütün dinlerde ve hayat görüşlerinde olduğu gibi, İslam’ın da mesajını insanlara ulaştırmak için kullandığı bazı kavramların bulunduğudur. Bu kavramlar, zaman içerisinde değişikliğe uğramış ve Resulullah döneminde ifade ettikleri anlamlardan uzaklaşmışlardır. Bu yüzden onları doğru bir şekilde anlamadan, Kur’an’ı doğru bir şekilde anlama imkanı da kalmamıştır. Şu halde, Kur’an’ı anlama çabaları içerisinde önemli bir bölümü, Kur’an’ın temel kavramlarını anlama çabası oluşturmalıdır. Peki, peygamber döneminde herkesin rahatlıkla anladığı; ama bin dört yüz senelik süreçte sırtına birçok anlamlar yüklenen bu kavramları, bugün biz nasıl aslına döndürebilir ve doğru anlayabiliriz?
lik, 2) tali özellikler vardır. Kök özellik iptal edildiğin-
nin anlamında esaslı bir bozulma olmaz.” Su ve kirlilik arasındaki ilişkide olduğu gibi: “Kirlilik, su için bir yan özelliktir. ‘Kirli su’ yine sudur. Fakat suyun iki hidrojen ve bir oksijenden oluşması özelliği, onun sabit/kök anlamını belirler. Hem kirli suda hem de temiz suda iki hidrojen ve bir oksijen vardır. Bu yüzden, bu iki su çeşidine de ‘su’ denilmektedir. … Aynı yöntemi, soyut bir terim olan, tartışmalı ‘demokrasi’ terimi için de uygulayabiliriz. Kelimenin sabit temel anlamı ‘halk egemenliği’dir. Yan anlamlar ise ‘iktidarın paylaşımı’, ‘iktidar kapılarının herkese açık olması’, ‘azınlıkların haklarının savunulması’, ‘sivil özgürlüklerin korunması’, ‘bilginin serbestçe dolaşması’ vs. olarak sıralanabilir. Halk egemenliği özelliği olmayan hiçbir yönetim demokrasi olarak adlandırılamaz; ancak bu özelliği olmakla birlikte, örneğin iktidarın paylaşımı veya sivil özgürlüklerin korunması gibi yan özellikleri bulunmayan bir rejim, yine de demokrasidir.” 7
Kur’an kavramları için de mesela, “zikr” kavra-
Arapçada bütün kelimelerin sessiz harflerden oluşan bir kökü bulunmaktadır. Dolayısıyla bir kavramı doğru bir şekilde anlamanın ve zaman içerisinde türetilerek oluşturulmuş anlamlarla ilişkisini doğru bir şekilde kavramanın ilk yolu kök anlamını tespit etmekten geçer. Bir kavramı, zaman içerisinde ortaya çıkmış ve sonra kavram ile özdeş hale gelmiş türevlerinin manasından ayırt etmek, sabit kök anlamını tespit et-
mı örnek olarak verilebilir. “Lügatlerde zikrin farklı anlamları şöyle sıralanmaktadır: 1) Hatırlamak, 2) yadetmek, 3) kadınları konuşmak, 4) sataşmak, diline dolamak, 5) ün/şan, 6) anlamak, akletmek, ibret almak, düşünmek, 7) şükretmek, Allah’ı hatırda tutup küfretmemek, 8) dua, 9) ibadet, 10) hayvan keserken besmele çekmek, 11) öğüt almak, öğüt vermek, 12) Tevbe, 13) peygamberlere gönderilen kitaplar (Tevrat, 6
M. Kürşat Atalar. On Tez. Kur’an’ı anlamada yöntem
7
M. Kürşat Atalar. On Tez. Kur’an’ı anlamada yöntem
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
49
Kur’an), 14) ilim, 15) namaz. Lugat yaklaşımında her
1- Her bir kavramın temel bir kök anlam ve
bir anlam, ayrı ayrı zikir kavramına karşılık gelebilir.
onun değişik açılımları niteliğindeki yan anlam-
Buna göre örneğin; ‘tevbe’ de ‘ibadet’ de hatta ‘hay-
lardan oluştuğu göz önünde bulundurulursa;
vanları keserken besmele çekmek’ bile zikrin karşılığı olarak kullanılabilir. Halbuki burada mantıksal bir çelişki vardır. Çünkü eğer böyle bir karşılamadan bahsedilebilseydi, Tevbe ya da ibadet kelimelerinin geçtiği her yere zikir kelimesini yerleştirdiğimizde, anlam yönünden sorun çıkmaması gerekirdi. Açıktır ki bu mümkün değildir.”8 “Kök anlam ve onunla bir şekilde ilgisi
bulunan yan anlamlar” ilkesi çerçevesinde baktığımızda ise şöyle bir durum ortaya çıkar: “Ze ke re fiil kökünden türeyen Zikr kelimesinin kök anlamı “hatırlamak”tır. … Düşünün ki, “bir gece vakti, eski bir dostunuzu hatırladınız; onu yadettiniz. Onunla yaşadığınız acı-tatlı olayları, serüvenleri, paylaştığınız üzüntü ve sevinçleri vs. andınız. Bütün yaşadıklarınız, bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçti. Sonra yaşadıklarınızdan bir takım sonuçlar çıkardınız. Başınızdan geçenleri düşünüp, kimi hadiselerden ibret/öğüt aldınız. İşlediğiniz hataları bir daha yapmama sözü verdiniz (yani Tevbe ettiniz). Kimilerinden dolayı da sevindiniz. “İyi ki yapmışım.” dediniz. Yani yaptığınız iyi işlerden dolayı şükrettiniz ve aynı gece dostunuzu arayıp halini hatırını sordunuz. Nihayet ona o eski günleri yeniden yaşamayı istediğinizi söylediniz ve bunun için (dua) ettiniz…” İşte o gece dostunuzu hatırlama eyleminizin muhtemel sonuçları böyle olacaktır. Dikkat edilirse burada, “hatırlama” fiilinin belirlediği (veya onun sonucu olan) eylemler söz konusudur. Dolayısıyla bu bağın yakalanması durumunda, kök anlam ile diğer anlamlar arasındaki fark görülebilecektir. Zikr ve zikrullah tabirlerini anlamak için, örnekteki ‘dost’un yerine Allah’ı koyduğumuzda da önemli neticelere ulaşırız. Allah’ı hatırlayan kişi, Allah’ın emir ve yasaklarını hatırlayacak, üzerine düşen sorumluluğu düşünecek ve gereğini yapacaktır. Allah’ı hatırlayan (ya da Allah’ın hatırını gözeten) bir kişi, O’nun kudretini, nimetlerini düşünür ve O’na teslim olur. Bu teslimiyetin gereği olarak O’na şükreder; her türlü yardımı O’ndan bekler, O’ndan ister. Duası O’nadır. Namazı (salat) O’nun için kılar. Hataları için Tevbe eder; bağışlanma ister… Görüldüğü gibi Allah’ın hatırlanması (zikrullah), birbiriyle bağlantılı bir dizi fiili beraberinde getirmektedir. İşte bu fiillerin hepsi, zikr kavramının günlük kullanımında yer alır.”9
anlamıymış gibi onun yerine konulmazsa; o zaman Kur’an’ı anlamanın önündeki ciddi bir engel aşılmış olur. Aynı lafızdan yola çıkıldığı halde farklı anlamlara ve farklı yorumlara ulaşma durumu asgariye iner. (“Ortadan kalkar” diyemiyoruz; çünkü “samimiyet ve iyi niyet” olmaksızın hiç bir yöntem sorunu çözmeye yeterli gelmez.)
Bu yeterli mi: “Anlama”nın önündeki engelin aşılması ve Kur’an okunduğunda (en azından temel konularda) ortak bir anlayışa ulaşılması, çok önemsenmesi gereken bir durumdur. Ancak tek başına yeterli olmayacaktır. Çünkü karşı karşıya bulunulan sorun sadece Kur’an okuma yöntemiyle ilgili değildir. Okumayı yapacak insanın bakış açısı ve tutumu da belirgin bir rol oynamaktadır. “Bakış açısı” ve “tutum”dan bahsederken samimiyetsiz ve art niyetli kimselerin yaklaşım tarzlarını kastetmiyoruz. Kastımız iyi niyetle Kur’an’a yönelen, ancak dar bakış açısı veya zihnindeki kalıplarla Kur’an okuma alışkanlığı yüzünden, aynı doğruları farklı yorumlayan kimselerdir. Tarih boyunca Kur’an okumayla ilgili farklı tarzlar gelişmiştir. Kur’an’ı doğru anlamak için; kimileri nüzul sırasına göre, kimileri mevcut diziliş sırasına göre, kimileri kavram araştırmaları şeklinde, kimileri ise konu araştırmaları şeklinde okumanın daha doğru olduğunu düşünmüşlerdir. Surelerin nüzul sırasına göre Kur’an okumak, hayatı ve zihni inşa ederken Kur’an’ın nasıl tedrici bir süreç izlediğini görmek açısından gerekli ve faydalı bir okumadır. Aynı onun gibi; Surelerin mevcut diziliş sırasına göre okumak Kur’an’daki bütünlüğü görmek açısından, kavram araştırmaları yapmak mesajın kendisiyle ulaştırıldığı temel kavramlara vakıf olmak açısından, konu araştırmaları yapmak ise ihtiyaç duyulan konularla ilgili bütüncül bir mantık edine-
Sonuç olarak:
50
2- Sonradan türeyen bir mana kavramın gerçek
bilmek açısından gerekli ve faydalıdır. Aslında ve
8
M. Kürşat Atalar. On Tez. Kur’an’ı anlamada yöntem
9
M. Kürşat Atalar. On Tez. Kur’an’ı anlamada yöntem
daha doğrusu, Kur’an okumanın her türlüsü ge-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
rekli ve faydalıdır.
lar doğmaktadır.
Yerine ve zamanına göre her okuma yöntemi-
O halde, Kur’an okunduğunda ortak bir anlayı-
nin diğerlerine göre daha faydalı olduğu anlar
şın ortaya çıkması çok önemli ve değerli olmakla
olabilir. Biri diğerine tercih edilebilir. Fakat han-
birlikte yeterli değildir.
gi okuma tarzı bayraklaştırılırsa, yani hangi oku-
***
ma tarzı tek yöntem haline getirilirse, o zaman problemler ortaya çıkmaya başlar. - Nüzul sırasına göre okumayı bayraklaştıranlarda ortaya çıkması muhtemel problem, şablonik bir bakış açısının gelişmesi ihtimalidir. Bundan sonrasında, “Kur’an hayatı ve mücadeleyi adım adım oluşturur” anlayışından hareketle; ayetlerin iniş sırasını takip eder ve onlara göre hayatlarını düzenlemeye girişirler. Kur’an’ın indiği dönemdeki ihtiyaçlar ve şartlar ile bugünkü ihtiyaçlar ve şartlar sanki birbirinin aynısıymış gibi, Kur’an’ın indiği dönemde ortaya çıkan tavır ve uygulamaları bugün aynen gerçekleştirmeye çalışırlar. - Kur’an’daki diziliş sırasına göre okumayı bayraklaştıranlarda ortaya çıkması muhtemel problem, Kur’an’ın hayat üzerindeki oluşturucu ve yönlendirici etkisini görmekte zorlanma ihtimalidir. Bunlar, hayatı Kur’an’a uygun bir şekilde inşa etmenin süreç işi olduğunu ve süreklilik gerektirdiğini anlamakta zorlanırlar. Dini kural ve emirlerden ibaret görme eğilimleri daha yüksektir. Bunları yerine getirdiklerinde Allah’a karşı sorumluluklarını da yerine getirmiş olacaklarını düşünürler. Hayatı Kur’an’a uygun bir şekilde oluşturmanın aynı zamanda bir mücadele olduğunu ve mücadele gerektirdiğini daha zor anlarlar.
Hiç bir uyarı veya izah tek tip bir anlayış ve uygulama ortaya çıkarmaz. Esasen böyle bir beklenti ve çaba içerisinde de olmamak gerekir. Bir yere kadar farklılıkları zenginlik olarak görmek daha doğrudur. Fakat bununla birlikte sağlıklı bir okuma ve doğru bir anlayış biçiminin gelişmesi için üzerinde durulması gereken iki nokta vardır: 1- Şabloncu yaklaşımın değerlendirilmesi 2- Hayatı Kur’an’a göre inşa edebilmek için, dönemin ihtiyaç ve şartlarını doğru anlamanın gerekliliğine vurgu yapılması
Şabloncu yaklaşımın değerlendirilmesi: “Sünnet” diyerek, Resulullah’ın giyimini, davranışlarını, hal ve hareketlerini taklit eden kimseler vardır. Bunlar bilinirler ve toplum içerisinde kolayca ayırt edilebilirler. Fakat bir taklitçilik biçimi daha vardır ki, yaptıklarının taklitçilik anlamına geldiğini o tavrı sergileyenler dahi çoğu zaman düşünmezler. Bu taklitçilik biçimi, “Resulullah’ın uygulamalarını örnek almak” gibi gayet kabul edilebilir bir mantık üzerinde yükselir. Kur’an Allah tarafından indirilirken bir bütün halinde değil “parça parça ve gerektikçe”10 indirilmiştir. Allah katından indi-
- Kavram ve konu araştırmaları için Kur’an’a
rilişi de, kalplerine indiği bireylerin hayatını oluş-
yönelenlerde ortaya çıkması muhtemel problem
turması da, tedrici bir karakter gösterir. Tedric
ise Kur’an’ı; merak ettikleri kavram ve konuları
kavramı, kainat ve içerisinde var olan bütün ya-
araştırıp buldukları bir bilgi kitabı olarak görme
ratılmışlarla ilgili temel bir kuralı ifade eder: Ka-
ihtimalidir. Hayatın her anının Kur’an’a uygun bir
inatta meydana gelen hiç bir değişim birden bire
şekilde inşa edilmesi gerektiğini, bunun ise sü-
aniden gerçekleşmez.
rekliliği olan bir çaba ve mücadele gerektirdiğini anlamakta zorlanabilirler.
Her şeyin bir başlangıcı vardır. (Kimileri kısa, ki-
Yukarıdaki açıklamalar ihtimal ifadeleriyle ortaya
vaş olgunlaşır. Sonra da ortaya çıkar. Bir takım
konmuştur. Ama tarih boyunca ve günümüzde bu anlayışların birçok örnekleri ortaya çıkmıştır. İslam hakkında ortak düşüncelere sahip kimseler arasında bile, kişilerin “Kur’an’a bakışları” ve
mileri ise uzun bir) Zaman içerisinde yavaş yahadiselerin aniden gerçekleştiği izlenimi vermesi, evveliyatını görememizden kaynaklanır. İnsan hayatında iyiye veya kötüye doğru ger-
“ona karşı tutumları”ndan kaynaklanan farklılık10
Furkan 25/32
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
51
çekleşen değişimler de, (varlığın doğasına uy-
nekleri taklit edilsin diye değil, o örnekle birlik-
gun bir şekilde) tedrici bir karakter izlerler.
te gündeme gelen prensip ve değerler kavransın
Tedric kavramı, İslam dünyasının sömürü altına girdiği ve zihinlerin “kurtuluş” için işlemeye başladığı 20 yy. başlarından itibaren, farklı bir şekilde meşhur oldu ve neredeyse temel kavramlardan birisi haline geldi. “Kurtuluş için, müca-
mın şartlarına uygun bir şekilde prensip ve değerleri yorumlar, sonra da hayatlarında gerçekleştirirler. Konuyu daha iyi anlayabilmek açısından şöy-
cen (adım adım) Kur’an’da ortaya konmuş, Re-
le düşünelim: Kur’an Hz. Muhammed’e değil
sulullah tarafından tedricen (adım adım) ger-
de, mesela yönetime talip olan Hz. Yusuf’a in-
çekleştirilmişti. Tek lazım gelen, Kur’an’dan ve
diriliyor olsaydı; veya gücün zirvesinde bulunan
Resulullah’ın hayatından mücadelenin adımlarını
Hz. Davud’dan, Hz. Süleyman’dan birine indi-
tek tek bulup çıkarmak idi.”
riliyor olsaydı; acaba yine aynı üslupla mı iner-
dan; “Resulullah’ın mücadelesi” adı verilen uygulamaları taklit etmeye doğru giden bir sürece girmiş oldular. Kur’an’ın lafızları arasında ve Resulullah’ın hayat hikayesinde, mücadelenin adımlarını aramaya başladılar. Oysa burada belirgin bir problem ortaya çıkmaktaydı. Yaklaşık 1400 yıl önce Kur’an, Resulullah’ın hayatında örnek bir yaşam ve örnek bir mücadelenin ortaya çıkmasını sağladı. Ama ortaya konan örneklik, sonradan gelenlerin birebir taklit etmesi için değil, hayatın Kur’an’a göre oluşturulma mantığının görülebilmesi için idi. Hatta bu mantığın pekişmesi için Kur’an, birçok başka peygamberden örnekler içermekteydi. Toplumlar, toplum yapılanmaları, imkanlar ve araçlar sürekli gelişim içerisindedirler. Dünden bugüne bile gündemler ve ihtiyaçlar değişir. Eğer yaklaşık 1400 sene önce ortaya çıkmış uygulamaları, mantığını bir kenara bırakıp bugün birebir uygulamaya kalkarsak, günün ihtiyaçlarını kuşatmakta yetersiz kaldığımızı görürüz. O zamanın ekonomik uygulamaları, bugünün ekonomik ihtiyaçlarına birebir karşılık gelmez. O zamanın devlet yapılanma modeli, bugünün devlet modeli ihtiyaçlarına birebir çözüm olmaz. O zamanın mücadele yöntem ve araçları, bugünün mücadele boyutlarını birebir kuşatmaz. Zaten böyle bir yaklaşım biçimi “vahyin evrenselliği” ile bağdaşmaz. Kur’an vermiş olduğu ör-
52
kavrayabilen kimseler, içinde bulundukları orta-
dele vermek gerekiyordu. Mücadele ise tedri-
Bu yaklaşımla Müslümanlar, doğru bir nokta-
diye vermiştir. Kur’an’ın ortaya koyduğu mantığı
di? Yani Resulullah’ın mücadele yöntemini birebir gerçekleştirmeye çalışan kimselerin, “mücadelenin adımları” diye ortaya koydukları; “gizlilik aşaması”, “kitlesel davet aşaması”, “devlet aşaması” gibi “standart/değişmez” aşamalar mı izlerdi. Taklitçi/şabloncu bir mantıkla bakıldığı zaman bu sorulara cevap vermek zordur. Mutlaka “ama”larla başlayan zorlama yorumlara başvurmak gerekecektir. Oysa vahyin ortaya koyduğu mantık çerçevesinde bakıldığında; ister halk içerisinden sıradan bir konum, ister iktidar koltuğu, ister fakirlik ve isterse zenginlik olsun, vahyin hiç bir başlangıç noktasına hayır demediği görülecektir. Ve bütün başlangıç noktalarında; yine tevhid esasına uygun ve yine tedricen, toplumda hayrın artması ve yaygınlaşmasının örneğini verebileceği anlaşılacaktır. İster bir diktatörlük, ister bir işgal ortamı, isterse fikirlerin açıkça ifade edilebildiği bir toplum olsun, bütün ortamlara uygun çözümleri bir bir gözler önüne serilecektir. Ve her ortamın karakterine uygun yöntem ve araçlarla hayırların nasıl arttığının ve yaygınlaştığının örnekleri bir bir ortaya çıkacaktır. Hiçbir ortamda ortaya çıkan örneklik, ortak ilke ve değerleri temsil ediyor olmasına rağmen, bir diğerinin aynısı olmayacaktır. İşte vahyin evrenselliği de buradan gelmektedir. Şu halde, Kur’an’ı doğru anlayabilmek için hiç bir konuda taklitçi/şabloncu, başka bir ifadeyle “nasslar devşirici” bir mantıkla hareket etmemek gerekir. Vahyin meselelere çözümler getirirken kullandığı kavramlar, verdiği örneklerin arkasındaki ilke ve değerler kavranmalı, sunduğu mantık anlaşılmaya çalışılmalı ve günün me-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
selelerine o mantık ışığında çözümler aranmalı-
remez. İçinde bulunduğu toplumun kültürel ve
dır.
ahlaki seviyesini kavrayamamış, çağın zaafları ve hastalıkları hakkında bilgi sahibi olmayan bir
Dönemin ihtiyaç ve şartlarını doğru anlamanın gerekliliği: Kur’an’ı anlamak demek, kavramlarına, değerlerine ve ilkelerine vakıf olmak demektir. Kur’an okunup anlaşılsın diye gönderilmiş bir kitap olduğu için, yazının önceki konularında belirtilen hususlara dikkat etmek kaydıyla, samimi bir yö-
Müslüman, günün ihtiyaçlarına cevap verecek bir hukuk sistemi ve anayasa oluşturamaz. (Daha önce de gündeme getirildiği gibi) Bu tür bilgiler, Kur’an’da açık reçeteler ve çözümler şeklinde ortaya konmamıştır. Ayetlerin lafızlarında nass taramaları yaparak tespit edilemez. Kur’an, ister ekonomi, ister siyaset, ister hukuk,
nelişle yönelen herkes Kur’an’ı anlayabilir11.
isterse başka bir alan olsun; hayatın bütün şu-
Fakat Kur’an’ın hayatta nasıl uygulanacağı
sunmuştur. Değişik çağların ihtiyaçlarına karşılık
meselesinde iki yön vardır:
gelecek çözüm önerilerini ise, kendisinin oluşturduğu bakış açısı ve bilinçle donanmış olan
1- Kur’an
akla bırakmıştır. Ekonomistlik, hukukçuluk, siyasetçilik gibi değişik alanlarda uzmanlaşmış olan
2- Hayat
akıllar, içinde bulundukları zamanın problem ve
Kur’an’ın kavramlarına, değerlerine ve ilkelerine vakıf olan bir kişi, İslam’ı biliyor demektir. Birey olarak; karakterini, davranışlarını, tercihlerini, ahlakını ve yönelişlerini İslam’a uygun hale getirebilir. Ama İslam’ın toplumsal hayatta nasıl uygulanacağı konusu, sadece Kur’an’ın ne dediğini anlamakla çözümlenecek bir konu değildir. -
Sürüp giden yaşamın
-
Birey ve toplum ihtiyaçlarının ortaya çıkardığı kurumların ve organizasyonların
-
İmar ve icad alanlarında meydana gelen gelişmelerin
örneklerin rehberliğinde çözümü anlarlar; sonra da bu çözümlerin, zamanın şartları içerisinde nasıl uygulanacaklarını belirlerler. Zamanın problem ve ihtiyaçlarına çözüm getirilmeye çalışılırken; hayatın aynı alanına dönük, farklı uygulama modelleri önerilebilir. Bu durumun temel sebebi, inanca konu olan meseleler haricindeki konularda tek bir doğrunun olmamasıdır. Aynı dönemde farklı model önerilerinin ortaya çıkması: 1- İnsanların akıllarının farklı farklı çalışması 2- Değişik coğrafyalardaki ihtiyaçların fark-
“İslam’a uygun hale
lı farklı olması
anlamak kadar hayatı da anlamayı ve bilmeyi gerektirir. Ekonomiden anlamayan bir Müslüman, günün şartlarını kuşatacak ve ihtiyaçlarına cevap verecek İslami bir ekonomik model ortaya koyamaz. İçinde bulunduğu toplumun yapısını ve ihtiyaçlarını bilmeyen, uluslararası ilişkilerde çağın gerekliliklerini kavrayamamış bir Müslüman, günün ihtiyaçlarına cevap verecek bir İslam’i devlet modeli öne11
ihtiyaçlarını görürler; kavramların, ilkelerin ve
Evet bütün bunların getirilmesi”, Kur’an’ı
belerine dönük olarak kavram, ilke ve değerler
gibi sebeplerle ilgilidir. Sakınca değil zenginlik oluşturur. Model önerileri insan kaynaklı olduğu için vahyin hükümleri gibi “mutlak doğru” niteliği taşımazlar. Doğrulukları, hayatla ilgili isabet oranlarıyla ölçülür. Herkesin kafasının yattığı ve doğru bulduğu bir uygulama modeli eksik veya yanlış çıkabilir. Böyle bir durumda da farklı önerilerin varlığının ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkar. İşe yaramadığı görülen bir modelin yerine başka bir alternatifi devreye sokulabilir.
İnsanların güçleri farklı farklı olduğu için herkes okuduğunu aynı boyutlarda anlamayabilir. Ama bu farklı bir değerlendirme konusudur.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
53
Sonuç Kur’an, hayatın tümüyle ilgili sabit çözüm reçeteleri içeren veya kelimeleri arasında hükümler saklı olan bir kitap değil; pratiğin içinden gelen bir sesleniş ve yaşanmış örneklerle, hayatın değişik alanlarıyla ilgili prensip, değer ve kavram-
Bunları anlayabilmek için, önce vahyin kavramlarını doğru bir şekilde anlamak gerekir. Kavramların doğru anlaşılmasını sağlayacak okuma yöntemleri sayesinde insanlar, İslam’ı doğru bir şekilde anlama imkanı elde etmiş olurlar. Ancak İslam’ın hayatta doğru bir şekilde uygulanabilmesi için, hayatı da
doğru bir şekilde anlamış olmak gerekir. Şekilci, şabloncu ve lafızlar arasında hükümler, emirler ve nehiyler arayan yaklaşım tarzı, hayatın Kur’an’a göre oluşturulması sürecinde dar bir bakış açısının ortaya çıkmasına neden olur. Hem Müslümanları günün gerçeklerinden uzak düşürür, Hem de hayırların yaygınlaşması ve şerrin ortadan kalkması için harcanan enerjileri boşa çıkarır. Bu yüzden Kur’an’ı, “yeniden” ve “doğru bir şekilde” okumayı başarmak gerekir.
54
www.islamiyorum.com
lar ortaya koyan bir kitaptır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA - KUR’AN’I YENİDEN OKUMAK
“Kaynaklar” Meselesi Üzerine
Hamdi Tayfur
İslam dünyasında yaşanan problemlerin geri
len eserler, mehaz1, yani araştırma ve inceleme-
planında yatan önemli sebeplerden bir tanesini,
de yararlanılan belge2, delilleri aldığımız yer an-
“kaynaklar” ve “kaynakların kaynaklığının mahi-
lamına gelmektedir.
yeti” konusu oluşturur. Bu konuda yaşanan düşünce ve yaklaşım farklılıkları önemli tefrikaları ortaya çıkarmakta, ayrılık ve çatışmalar çözümsüz halde devam etmektedir. Bu nedenle bu mesele, duyarlı her Müslüman’ın gündeminden düş-
Eğer söz konusu ettiğimiz şey İslam’a ilişkin bir konunun ilmi araştırması olmuş olsaydı, yukarıdaki tanım “kaynaklık” problemini ortadan kaldıran bir tanım olarak addedilebilirdi. Hatta bu-
memesi gereken bir meseledir.
nunla ilgili pek çok kaynak sıralanabilir ve bun-
Konunun boyutlarının genişliği nedeniyle tek bir
Ama mesele sadece bir araştırmada kullanılacak
yazıda bu meseleyi her yönüyle ele alıp analiz
belge, doküman ve vesikalar meselesi değildir;
etmek mümkün değildir. Çok boyutlu analizi ile-
hayata ilişkin problemlerin çözülmesinde kendi-
riki yazılara bırakarak burada sadece, “kaynak-
sinden bilgiler ve deliller devşirilen ve kendisine
lar” konusuna getirilen farklı yaklaşım biçimleri-
dayanılan kaynaklar meselesidir.
nin her birinin kendi içinde var olan problemlerine basitçe ve özlü bir biçimde işaret etmeye çalışacağız. Amacımız, bu konuda yapılacak derinlikli çalışmalara yardımcı olacak açılımlara katkı sağlamaktır. Üzerinde pek çoğumuzun uzlaşacağı bir metodolojiye şiddetle muhtacız. Bu metodoloji oluşturulup işler hale geldiğinde, beraberinde müzmin hale gelen pek çok sorunun çok hızlı bir şekilde çözüleceğine inanıyoruz. “Kaynaklarımız” meselesini kendince çözdüğünü düşünenler ve kafalarındaki formülasyonla kendilerini rahat hissedenler, bu konforu terk etmeli ve formüllerini ciddi olarak tekrar gözden geçirmelidirler.
lara müracaat etmede bir meşruiyet aranmazdı.
Yani, “devam eden hayatımızda davranışlarımızı belirleyeceğimiz, düşüncelerimizi şekillendireceğimiz, problemlerimizi çözeceğimiz bilgi, delil, belge ve ilkeleri hangi kaynaktan alacağız, kime müracaat edeceğiz, bu kaynak edinmede yöntemimiz ne olacak?”, sorusu çerçevesinde üreyen bir meseledir. Öncelikle kaynaktan anladığımız şeyin ne olduğundan, çok kısa bir şekilde bahsetmemiz gerekmektedir. Böylece devam eden bölümde muhtelif kaynak anlayışları ve edinilen kaynaklar sıralandığında bunlarla bizim yaklaşımımız arasındaki fark ortaya çıkmış olacaktır. Bir şeyi kaynak edinmede ortaya çıkan en temel
Kaynak Nedir?
problem, kaynağa güven meselesidir. Güven ko-
Kaynak kelimesi bizi ilgilendiren yönüyle Türkçe-
nusuna verilen ehemmiyetle orantılı olarak, edi-
de; bir fikrî, ilmî çalışmaya esas teşkil eden, ki-
1
tap, vesika, makale vb. şeyler, müracaat edi-
2
D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük http://www.tdksozluk.com/sozara. php?qu=kaynak&ne=a
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
55
nilen kaynak veya kaynaklar azalıp artabilmek-
kaynaklardan gelecek verilerin insana sunulma-
tedir. Tekçi yaklaşımlardan başlamak üzere, kay-
sı ve bunlar vasıtasıyla insanın aklederek doğru
naklardaki sınırlandırmalar çoğunlukla kaynak-
olanı bulup seçmesi meselesidir. Bu noktada akıl
ların dogmalaştırılması gibi bir problemin orta-
bir kaynak veya ölçü görevi görmez. Kaynak de-
ya çıkmasına yol açmaktadır. “Kaynağa güven”in
diğimiz, doğruyu ortaya çıkarmak için önümü-
maksimize edildiği dogmatik kaynak anlayışında
ze gelen verilerin alınacağı yerken, ölçü dedi-
“insani etkinlik, kaynağın sorgulanması ve ak-
ğimiz şey ise bu verilerden ortaya çıkan doğru-
lederek delilin kritiğe tabi tutulması” minimize
lardır. Bu doğrular, koşullar ve zamanın ruhuy-
edilmiştir. İnsan dogmatik kaynak karşısında pa-
la veya maslahatla sınırlı olabilir. Dolayısıyla akıl
sif bir alıcı ve uygulayıcı konumundadır. Bu anla-
tarafından her kullanılışında yeniden kritize edil-
yışta, dogma haline getirilen kaynağın dışında-
mek zorundadır. Akletmek böylece bir ölçü ola-
ki kaynaklara retçi bir yaklaşım sergilenir. Çün-
rak değil, bir ölçü aleti olarak kullanılan bir araç
kü onlara asla güvenilmez. Onlardan gelen de-
olma fonksiyonunu yerine getirir. Akıl ölçü değil,
lil, belge ve verilere yaklaşım analizci bir yakla-
ölçü aletidir, bir araçtır. İnsani bir fonksiyondur.
şım değildir. Çoğunlukla kısır bir kıyas yaklaşı-
Akletmek durağan/statik değil, fonksiyoneldir.
mıdır. Karşı karşıya kalınan her delil ve veri dog-
İnsan kendisine sunulan verileri aklederek ölçer
malaştırılan kaynakla kıyas edilir, eğer kaynakla
ve bunlar hakkında yargılarda bulunur. Doğru,
bir paralellik kurulursa kabul edilir; kurulmazsa
yanlış, iyi, kötü, geçerli, geçersiz, faydalı, fayda-
şiddetle reddedilir.
sız gibi hükümleri verebilmek için insanın “aklet-
Bir şeyi kaynak edinmede ortaya çıkan ikinci temel problem, “akletme”nin kaynak karşısında konumu ile ilgilidir. Çoğunlukla birinci problemin, yani güven probleminin ortaya çıkardığı sonuca göre, eğer kaynak dogma haline dönüşmüşse akıl tamamıyla atıl hale gelmekte ve devre dışı kalmaktadır. Çoğunlukla kaynaktan anlaşılan şey
yeterli veri ile dış ve iç tesirlerin etki alanından kurtulup doğru istikamette bir iradi kararlılık gösterebilirse, yeterli cehti yerine getirebilirse, akletmenin onu getireceği yer, doğru hüküm yani hikmetten başka bir şey olmayacaktır. Akleden bir insanın, kendisine gelen veriler hak-
de, güvenilir kaynak veya kaynaklar olduğun-
kında yukarıda sıraladığımız türden hükümle-
dan, kişi bunların karşısında sorgusuz bir tesli-
re varabilmesi, gözümüzle gördüğümüz bir mey-
miyetle hareket etmektedir. Tüm bu problemler çerçevesinde Kur’an asla dogma olsun diye indirilmiş bir kitap değildir. Özü itibariyle o, insan aklına bir sunum ve doğru belgeleri içeren bir veridir. Kendi karşısında insanı, insan aklını ve insana ait muhtelif yetileri pasifize etmek, bastırmak ve onun sorgulamasını engellemek için inmiş değildir. İlahi olması itibariyle Kur’an’ın kaynak oluşuna güven tam olmalıdır. Ancak Kur’an karşısında insanın ona güvenmeme hakkı vardır. Kur’an ona bu hakkı verir. Körü körüne teslimiyeti değil sorarak, sorgulayarak, aklederek kabul etmesini ister. Eğer akıl etmezse zaten Kur’an’ın sunduğu delilleri kabul etmeyecektir. Bu yorumumuzdan çıkan sonuç şudur ki, meselenin dönüp dolaştığı merkez, Kur’an’ın veya her hangi bir kaynağın “tek kaynak”, “temel kaynak”, “kaynakların birincisi veya ikincisi” oluşu meselesi değildir. Söz konusu edilebilecek tüm
56
me” fonksiyonunu işletmesi gerekir. Eğer insan,
venin elma ya da portakal olduğuna hükmetmemiz, gördüğümüz bir kişinin tanıdık veya yabancı olduğu yargısına varmamız; işittiğimiz bir sesin kime ait olduğunu seçip ayırabilmemiz, tattığımız bir yiyeceğin acı mı tatlı mı olduğunu bilebilmemiz gibidir. Göze, kulağa, dile, deriye ve diğer tüm organlarımıza bu fonksiyonları yükleyen Rabbimiz akla/kalbe de doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı, geçerli ile geçersizi ayırt edebilme yeteneği bahşetmiştir. Bu yetenek kendiliğinden vardır, fıtridir. Bu yetenek olmadığında, -örneğin akıl hastalarında olduğu gibi- insan sorumlu da tutulamaz. Çünkü bu, insanın iradesini doğru olarak kullanmasını engelleyen adil olmayan bir sorumluluk biçimi olurdu. Kur’an, ileride ayrıntılı olarak ortaya koyacağımız şekilde, bizden kendisini tek kaynak kabul etmemizi istemez. Aksine akletmemizi sağlayacak her türlü veriye ulaşabileceğimiz tüm kaynaklara yönelmemizi tavsiye eder. Bu anlamda insan özgür bırakılmıştır. Ancak bu durum, gü-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ven anlamında kaynaklar arasında bir derecenin
sıralamada bunların tarihte ortaya çıkışlarındaki
olmadığı anlamına gelmez. Aynı şekilde, güve-
önceliği değil, kaynakların sayısal olarak azdan
nilir bir kaynağa sahibiz diye, buradan elde et-
çoğa artışları esas alınmıştır.
tiğimiz verilerin akletmeden kabul edilmesi anlamına da gelmez. Çünkü en güvenilir kaynak olan Kur’an bile, dediğimiz gibi, esasen akla bir sunumdur ve insana sunduğu delil ve ayetleri o akletsin; bilerek, anlayarak kabul etsin diye verir.
Kaynaklara ilişkin gerek İslam tarihinde gerekse günümüzde yaklaşık olarak aşağıda sıraladığımız formüller ortaya çıkmıştır: 1- “Kur’an” tek kaynaktır, “sünnet” de dahil olmak üzere hiçbir şey Kur’an’ın yanı sıra kay-
Yaptığımız bu açıklamalar çerçevesinde diyebiliriz ki “kaynak”; kişinin doğruyu bulması ve hayatıyla ilgili isabetli karar ve hükümleri verebilmesi için, elde ettiği verilerin alındığı yerdir ve bunlar üzerinde düşünen insan, sahip olduğu en değerli nimet olan “akletme” yoluyla, hayatının her adımında doğru yargılarda bulunma imkan ve kapasitesine sahip olabilmektedir. Bu tanım çerçevesinde düşündüğümüzde görürüz ki, vahyin ilahi oluşu ve peygamberin hak oluşu bile, öncelikle insanın akletmesiyle kabul edebileceği hakikatlerdir. Kişi önce akledip, vahyin ilahiliğine ve peygamberin hak resul oluşuna karar verir ve bundan sonra bir kaynak olarak vahyin verileri-
nak olamaz. 2- “Kur’an” tek kaynaktır. Sünnet Kur’an’ın açıklayıcısıdır. 3- “Kur’an ve Sünnet” kaynaktır. 4- Kaynaklarımız “Kur’an, sünnet, icma-i ümmet ve Kıyas-ı Fukaha”dır . Sıraladığımız bu kaynak yaklaşımlarına bazen örfler, sahabe kavilleri, istihsan3, istishab4, mesalih-i mürsele5 de eklenebilmektedir. Özellik İstihsan: Bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih
3
etmek. Hukukçunun adalet ve insafla hareket
ne güven duymaya başlar. Ancak iş burada bit-
ederek, özel bir delile dayanılmak suretiyle genel
mez. Bu kabulün ardından da vahiy tarafından
kuraldan ayrılması anlamında bir fıkıh usulü terimi.
insana sunulan her delil, ancak akledilip mak-
Hanefî hukukçularından es-Serahsî (ö. 490/1097), istihsanın; Kıyası terk edip, insanlar için en uygun
sat ve maslahatı gözetildiği sürece kıymete de-
olanı almaktan, şahıs veya toplum bir meselede
ğer olacaktır. Çünkü vahiy, körü körüne tabi olu-
sıkıntıya düşünce müsamaha, kolaylık ve ruhsatlarla
nan bir dogma değildir. Bu yüzden Kur’an ne tek
hareket etmekten ibaret olduğunu belirttikten sonra
kaynaktır, ne kendisini tek kaynak olarak tanıt-
şöyle der: “Bunlardan çıkan sonuca göre istihsan;
maktadır, ne de son kaynak olacaktır. Ama tarih-
kolaylık sağlamak için zorluğu terk etmektir. Bu da
te bu, her zaman böyle anlaşılmamıştır.
dinin aslı ve esasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah, sizin için kolaylık diler, zorluk murat etmez” (el-Bakara, 2/185). Hz. Peygamber de bir hadisinde
Kaynak Formülasyonları:
şöyle buyurmuştur:”Dinininiz en iyisi, en kolay olanıdır” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 32). Buna göre,
“Kaynak nedir ve neler kaynak edinilmelidir?”
dinde zorluk çıkarılmaması, kolaylık yollarının ortaya
tarzında sorduğumuz bu soruya cevap sadedin-
konulması asıldır. İstihsanın aslı da bundan ibarettir
de gerek İslam tarihinde, gerekse günümüzde
(es-Serahsî, el-Mebsut, X, 145; M. Ebû Zehra, Usûlü’l-
muhtelif cevaplar verilmiş ve kaynakların neler olduğu hususunda farklı formüller ortaya konmuştur. Biz bu formülleri önce basit bir tarzda sıralayıp, mensuplarının görüşlerinden kısaca bahsettikten sonra, bu sıralamalarda söz konusu edilen kaynakların kaynak edinilmesinde ortaya çıkan temel sorunlara işaret edeceğiz. Aynı zamanda birli, ikili, üçlü… tarzda oluşturulmuş kaynak formülasyonlarının bir arada veya ayrı ayrı olmasının ortaya çıkardığı problemleri de tespit etmeye çalışacağız. Aşağıda yaptığımız
Fıkh, Kahire, t.y., 253, 254 İstishab; geçmişte sabit olan bir hükmün,
4
sonradan değiştiği bilinmiyorsa ve/veya değiştiğine dair bir delil bulunmuyorsa, aynı kalmasına hükmetmektir. 5 “Mesâlih”, yerine göre gerekli olan iş, söz, davranış, iyilik, düzen, barış yolu, kârlı iş, uygun iş anlamındaki “Maslahat” kelimesinin çoğulu; “Mürsele”, “Resele” den türetilmiş olan “İrsal” mastarından ism-i mef’ul olup, salıverilmiş, başıboş bırakılmış, kayıt ve şarta bağlanmamış şey; “Mesalih-i Mürsele” her hangi bir kayda bağlı olmayan maslahatlar anlamında bir İslâm hukuku terimi. Mesâlih-i Mürsele yerine
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
57
le fıkhın asli kaynakları olması itibariyle dördün-
nakları bile bile merci edinmesi durumunda ka-
cü maddeye bu beş kaynak fer’i kaynaklar ola-
bul edilebilecek bir görüşken, doğruyu tespit için
rak, birlikte veya birkaçı olacak şekilde eklene-
arayışın bir sonucu olarak muhtelif kaynaklara
bilmektedir. Ancak belirtmemiz gerekir ki özel-
her yönelişi, bu kategoride değerlendirmek aşırı
likle istihsan, istishab, mesalih-i mürsele ve kı-
ve insafsız bir görüştür.
yas kendilerinde doğrudan bilgi ve delillerin olduğu kaynaklar olmaktan ziyade fıkhi yöntemle-
Mealcilerin ve “ehl-i Kur’an” akımının çıkışın-
re işaret etmektedirler.
da da inançla ilgili benzer kaygılar etkili olmak-
Birinci maddenin yani “Kur’an tek kaynaktır”
nete bağlılıkta ölçüyü kaçıran ehl-i Hadis veya
yaklaşımının savunucuları günümüzden yak-
Selefiye mensubu kimi aşırı gruplara karşı olan
laşık yüzyıl önce ilk defa Hint alt kıtasında or-
tepkileridir. Bu nedenle onlar sünneti ve hadisle-
taya çıkmış ve Abdullah Çekralevi tarafından
ri kökten reddedip “Bize Kur’an yeter” söylemini
1902 yılında Ehlü’z-Zikr ve’l-Kur’ân ismiyle tesis
bayraklaştırdılar.
la birlikte onların asıl meselesi hadislere ve sün-
edilmiştir. Yaşadığımız topraklarda bu düşün6
ce “mealcilik” adıyla anılmaktadır. En çok bilinen temsilcisi de Edip Yüksel’dir. Yaşar Nuri Öztürk bu düşünceyi “Kur’an İslamı” tarzında aynı man-
dar uzanan bu iddia dolayımında Kur’an, dinî ve dünyevî konularla ilgili her şeyin bilgisini ihtiva
tıkla formüle etmiştir.
eden bir ansiklopedi gibi algılanmış ve pratik ha-
“Tek kaynak Kur’an’dır” söylemi aslında “meal-
insanların bütün ihtiyaçlarını karşılama potansi-
ci” veya “ehl-i Kur’an” olarak nitelenemese de
yeline sahip bir metin olarak algılanmıştır.
yatın tüm alanlarını düzenleme ve her dönemde
kimi radikal yaklaşımlarca da savunulan bir düşüncedir. Ancak, İslamcı söylemlerin çıkış noktası ile mealcilerin çıkış noktası tam ayırt edilemediğinden, “Kur’an’ı tek kaynak olarak gören” herkes mealci sınıfına sokulmaktadır. Oysa mealcilerin Kur’an’ı tek kaynak görmeleri sünnete nispetle olurken, bu radikal yaklaşımların Kur’an’ı tek kaynak görmeleri uluhiyet nokta-i
Ekolün temsilcileri Kur’an’ın her yönüyle mükemmel bir kitap olduğu hususunda hemfikir olmakla birlikte, sınırlı sayıda ayetten müteşekkil olan Kur’an metninin insanoğlunun her gün bir yenisi ortaya çıkan problemlerinin tümünü çözme keyfiyeti konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu noktada, Çekrâlevî, halefi Haş-
nazarından olmaktadır.
met Ali ve Belâğu’l-Kur’an çevresi, Kur’an’ın ge-
Kaynak edinmeye tamamıyla inanç noktasından
larının her türlü ihtiyacını karşılayacak nitelikte
yaklaşarak “Allah’ın gönderdiği kaynaktan başka
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çekrâlevî şöyle de-
kaynağa müracaat etmek ve bunu kabul etmek
miştir: “Biz, Kur’an’ın her bakımdan eksiksiz ol-
Allah’tan başkasını ilah edinmektir” demektedir-
duğu inancını taşıyoruz. Zira bu kitapta İslâmî
ler. Bu, Resul bile olsa istisna değildir. Kim Re-
konulara ilişkin gerek farz, gerekse nafile ve
sulü, onun sünnetini ve hadislerini kaynak edi-
ibâha türünden olan her mesele zikredilmiştir.”7
rek tümeller gerekse tikeller açısından muhatap-
nirse Resulü Allah’ın yanı sıra ilah edinmiş olur!
Kur’an’ın her bakımdan eksiksiz olduğu iddia-
Bu görüş, kişinin hakikat ayan beyan önündey-
sıyla bazı uygulamalara Kur’an’dan deliller bul-
ken, Allah’a açık bir düşmanlık kastıyla ortaya
ma yarışına giren “ehl-i Kur’an” mensupları ba-
çıkarak, O’nun bizden istediklerinin tersine hare-
zen ayetlerin manalarını komik denebilecek tarz-
ket etmek amacıyla başka kaynaklara veya ken-
da yorumlara tabi tutmuşlardır.
di hevasına dönmesi ve hakikate uymayan kayMaslahat-i Mürsele terimi de kullanılır. İslâm’ın gözettiği maslahatlar beş şeyi koruma esasına dayanır. a) Dini koruma, b) Canı koruma, c) Aklı koruma, d) Soyu koruma e) Malı koruma. 6 Doç. Dr. Mustafa ÖZTÜRK, “Tefsir Tarihinde Ehl-i Kur’an Ekolü”, Ç. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 3, Sayı 1, Ocak-Haziran 2003
58
Tarihsel kökenleri İslâm’ın ilk dönemlerine ka-
Mealcilerden farklı olarak Kur’an’ın tek kaynak oluşunu inanç noktasından ele alan kimi İslamcı görüş sahipleri, sünnet problemini iki yaklaşımla çözmeye çalışmışlardır; birincisi, tıpkı mealciler gibi sünnetten gelen kimi uygulamaları olabildiğince yok farz etmeye çalışmışlar, bunları gör Doç. Dr. Mustafa ÖZTÜRK, ag makale
7
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
mezden gelmişlerdir. Zihinlerinin geri planında “Kur’an’da bulunmuyorken Resul bunu uygulayamaz veya söylemiş olamaz” düşüncesi yer ettiği için direkt Kur’an’la
ederek, bundan böyle içtihat kapısının kapandığını ilan etmiştir. İnsanlara düşen de önceki dönemlerde verilen içtihatlara tabi olmak ve mezhep imamlarını taklit etmektir.
irtibatlandıramadıkları, Resulden kaynaklanan
Oysa bu bakış açısı İslam dünyasını büyük bir
kimi uygulamaları yok farz ederek bunlardan
gerilemeye sürüklemiş ve sonunda işgal ve sö-
uzak kalmaya çalışmışlardır. Sonuçta ortaya çı-
mürgelerle Batı karşısında müthiş bir yenilgi-
kan durum mealcilerin durumundan farklı olma-
ye uğramasına sebep olmuştur. Bu duruma karşı
mıştır.
çözüm köklere geri dönmektir. Yani Kur’an’a ve
Kur’an’ın tek kaynak oluşu yanı sıra sünnetin kaynaklığına ilişkin problemi çözmede ikinci yak-
peygamberin örnek uygulamalarına dönüş, bizim tek çıkış yolumuz olacaktır.
laşım tarzı da, sünnetin Kur’an’da Allah tarafın-
İşte bu yaklaşım biçimi sebebiyle, bu söyle-
dan kaynak olarak gösterildiği ve bu yüzden za-
min mensupları, hem geleneğe, hem de meal-
ten işin dönüp dolaşıp Kur’an’a geldiği, sünne-
ciliğe bir tepki olarak kaynak formülasyonları-
ti kaynak edinmenin Kur’an’ı kaynak edinmek
nı “Kur’an+sünnet” tarzında oluşturdular. Hem
anlamına geldiği tarzındaki yaklaşımdır. Bu gö-
Kur’an’ın hem de sünnetin kaynak oluşunun ma-
rüşün uç noktası ise, peygamberin her hareket
hiyeti ile ilgili yazının ilerleyen bölümlerinde dile
ve sözünün esasen bir Kur’an ayetine dayandığı
getireceğimiz meseleler çerçevesinde iyi düşü-
veya dayanmak zorunda olduğu görüşüdür. Bu
nüldüğünde, aslında bu söylem sahiplerinin de,
nedenle az da olsa bazı araştırmacılar peygam-
ortaya çıkan problemlerin çözümünde çok da iş-
berin verdiği hükümlerin ve söylediği sözlerin
levsel bir formülasyona sahip olmadıkları görü-
hangi ayetlere dayandığına ilişkin deliller sunma
lecektir.
girişiminde bulunmuşlardır.
Yukarıda kaynaklara yaklaşımda dördüncü mad-
“Tek kaynak Kur’an’dır sünnet onun açıklama-
de olarak belirttiğimiz “Kur’an+sünnet+icma-i
sıdır” görüşünün dayandığı temel de esasen bu
ümmet+kıyas-ı fukaha” formülasyonunun geç-
husustur. Yani Resul Kur’an ayetlerine dayana-
mişi İmam Şafii’ye kadar dayanmaktadır.8 Daha
rak uygulamalarda bulunmuş, hükümler koymuş, Kur’an’daki emir ve yasakların nasıl uygulanacaklarını hem hayatı ile hem de hadisleri ile ortaya koyarak Kur’an’ı açıklamıştır. “Kaynağımız Kur’an ve sünnettir” tarzındaki görüş, üstte belirttiğimiz görüşlere göre nispeten daha mutedil bir görüş olduğu için daha ge-
Bu formülasyonun icma ve kıyas kısmını içtihat
8
olarak tek başlık altında ele alırsak aslında sıralama peygambere ve ashaba kadar uzatılabilmektedir. Aşağıdaki hadis bunu göstermektedir; “Peygamber Efendimiz onu, İslâm’ı anlatıp öğretmek ve Kur’an-ı Kerim’i ezberletmek üzere, Hicretin dokuzuncu yılında Yemen’e göndermişti. Yolculuk öncesi Hz. Peygamber’le aralarında geçen konuşmayı Muâz (r.a)
niş bir kesim tarafından kabule mazhar olmuş-
söyle anlatır: “Allah Resulü beni Yemen’e gönderirken
tur. Ancak bu söylem de tıpkı “Tek kaynağı-
söyle dedi: “Sana bir mesele sorulduğunda ne ile
mız Kur’an’dır” söyleminde olduğu gibi tepkisel bir söylemdir. Bu tepki biraz mealcilik veya ehl-i Kur’an’a karşıyken, biraz da dördüncü maddede ifade ettiğimiz fıkhi söyleme karşıdır. Kur’an’ın
hükmedeceksin?” Ben: “Allah’ın kitabındakilerle” diye cevap verdim.”Eğer Allah’ın kitabında bulamazsan ne ile hükmedeceksin?” dedi.” “Allah Resulü’nün hükmettiği ile dedim. Eğer onda da bulamazsan?” dediğinde: “Kendi reyimle içtihat ederim, diye cevap
yanı sıra sünnetin de kaynak olarak ısrarla ifa-
verdim. “Bunun üzerine Allah Resulü: “Nebisini, râzı
de edilmesi metodolojik bir çerçevenin var olu-
olduğu şeyde başarılı kılan Allah’a hamdolsun” dedi. Ve
şundan değil, ”sünnet” ifadesi “Kur’an” ifadesinin yanından düşürüldüğünde mealcilik suçlamasına uğrama tehlikesinin ortaya çıkması korkusundandır. Diğer taraftan asıl tepki geleneğe-
Yemenlilere, size ashabımdan ilmi ve dini en iyi bilen hayırlı bir kimseyi gönderiyorum diye bir de mektup yazdı (ibn Sâ’d, Tabakat III, 583-590).” Bu hadisteki sıralama, İslam hukukunun kaynakları konusunda daha sonraları yapılan sıralamayla çok benzerlik arz
dir. Çünkü tarihte gelenek, fıkhı dogmalaştırmış
etmektedir. Bu da hadisin, kendi kaynak sıralamalarına
ve her meselenin fıkhi olarak çözüldüğünü iddia
yine kaynaklarından delil bulunması ve peygambere dayandırılması için uydurulmuş olma ihtimalini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
59
doğru bir ifade ile tarihte, fıkıhta bu dört kaynağı ilk defa metodolojik hale getiren İmam Şafii’dir. Şafii Kur’an’ın Arapça oluşundan yola çıkarak Kur’an’ın mutlak kaynaklığını delillendiren bir teori ortaya atmış; kitabın değişik yollarla geçmişte olmuş, hali hazırda veya gelecekte olması muhtemel her sorun ya da (hukuki) durum için çözümler verdiğini ileri sürmüştür.9 Şafii şöyle söyler: “Allah’ın dinine mensup herhangi bir kimsenin başına şöyle ya da böyle bir olay
da beraberinde getirmektedir. “Şafii’nin usulünde dördüncü ve en son asıl (kaynak) olan kıyas/içtihat ise, önceki üç asıldan oluşan nasstan istinbatta bulunmak içindir. Esasen delilleri (kaynakları) bu şekilde sıralamak ‘nass olmayan’ı ‘nass’a çevirmeye ve onu, delalet gücü ve teşrii kuvveti en temel nass olan Kur’an’dan daha az olmayan bir nass olarak sunma esasına dayalı bir sıralamadır.”15
gelsin de, Allah’ın kitabında ona ışık tutacak delil bulunmasın, bu mümkün değildir.”10
Kur’an’ın Kaynak Oluşu
Sünnete gelince Şafii, Resulün yaptığı ve söyle-
Kur’an’ı tek başına veya başka kaynaklarla bir-
diği her şeyi vahiyle söyleyip yaptığını iddia ede-
likte kaynak edinmede ortaya çıkan problemle-
rek Kur’an’da geçen “hikmet” kelimesini “sün-
ri daha iyi irdeleyebilmek için konuyu aşağıda sı-
net” olarak yorumlamıştır. Şafii böylece sünne-
ralayacağımız sorular üzerinden açmaya çalışa-
ti Kur’an’a dayandırmakla kalmamış, üstelik onu
cağız:
delaleti yönünden kitabın yapısı içinde organik bir parça olarak kurmaya çalışmıştır. Kitap ve sünnet, delaleti aynı olan organik bir yapı olunca, Şafii bunun üzerine “icma”yı kurabilmiştir.11 Şafii’den önceki imamlarda “icma” kavramı hemen hemen “sünnet” ile hatta “yorumlanmış sünnet” ile eşdeğerde iken, dışarıdan empoze edilmiş ya da uydurulmuş statik bir olgu değilken ve devam ede gelen demokratik bir süreçken12, Şafii icmayı ayrılığa hiçbir şekilde imkan tanımayan bir görüş birliği halinde anladı13. Böylelikle icma da, delaletini kitap ve sünnetin kompleks nassının delaletinden alan teşrii bir nassa dönüşmüştür.14
Kur’an’ın dışında başka kaynaklar olduğunu söylemek hangi durumda inanca zarar verir? 2- Kur’an bizden sadece kendisini mi kaynak edinmemizi istiyor, yoksa hakikatin peşinde koşarken başka kaynaklara yönelmemize de izin veriyor mu? 3- Kur’an, içeriğinin mahiyeti ve indiriliş amacına bağlı olarak neye kaynaklık etmektedir? Kur’an’ın her şeye kaynaklık etmek ve tüm zamanlar için ortaya çıkması mümkün her problemi çözmek gibi bir amacı var mıdır? Kur’an’da her şey var mıdır?
Ümmetin tümünün bir hususta icma etmesinin imkanını tartışmak lazım. Ama bu icmayı Fazlur Rahman gibi bir meselenin üzerinde genel olarak uzlaşı sağlanması gibi anlamayıp da herkesin aynı fikirde birleşmesinin zorunluluğu ve bu durum ortaya çıkınca, bunun teşrii bir kaynağa dönüşmesi ve itiraz etmenin tıpkı Allah’a isyan olarak değerlendirilmesi pek çok yanlış sonuçları
4- Kur’an’ın her bir ifadesi ve lafzı, değişmeyen bir ilkenin serdedilmesi mi demektir, yani Kur’an’ın her bir ayeti evrensel ilkeler mi içermektedir, yoksa Kur’an değişmeyen hüküm ve ilkelerin yanı sıra yerel ve tarihsel hükümleri de içermekte midir? 5- Hakkında açık Kur’ani bir hüküm bulunan bir mesele ile ilgili değişen şartlar ve zamana
güçlendirmektedir. Nasr Hamid Ebu Zeyd “İmam Şafii ve Orta Yol
9
İdeolojisinin Tesisi” Sünni Paradigmanın Oluşmasında Şafii’nin Rolü, hazırlayan: Hayri Kırbaşoğlu s:97 10
İmam Şafii, Risale s:20
11
Nasr Hamid Ebu Zeyd, age s:91
12
Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu s:43
60
1- Kur’an’ın tek kaynak olması mümkün müdür?
13
Fazlur Rahman, age s: 43
14
Nasr Hamid Ebu Zeyd, age s:91
bağlı olarak farklı bir uygulamada bulunmak mümkün müdür? 6- Allah’ın adıyla hükmetmekten veya Kur’an’la hükmetmekten ne anlamak gerekmektedir? Amacımız sorduğumuz bu soruların tümünü bir 15
Nasr Hamid Ebu Zeyd, age s:91
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çırpıda ve tüm ayrıntılarıyla cevaplamak değil,
Bunun mahsurlarından bir tanesi, sınırlı sayıdaki
konuyu gündeme taşımak ve bir yazı boyutunun
ayetlerden ibaret olan Kur’an’a sınırsız sayıdaki
kaldırabileceği kadarıyla meseleyi tartışmak ol-
tekil problemleri çözdürmeye çalışmak olacaktır
duğundan sorularla ilgili meselelerin bir-iki yö-
ki, böyle de yapılmaya çalışılmaktadır. Gündem-
nüne değinmekle yetineceğiz.
de olan problemle aslında çoğunlukla ilgisi ol-
Kur’an’ın tek kaynak olduğunu söylemek, tüm tekçi düşüncelerde olduğu gibi, izahı tam yapıla-
mayan ayetler biraz eğilip bükülerek delil olarak kullanılabilmektedir.
mayan bir söylemdir. Öncelikle Kur’an eğer dinin
Kur’an’ın tek kaynak olabilmesi ve insanın onun
tek kaynağıdır denilmek isteniyorsa, “din” veya
dışındaki hiçbir kaynağa müracaat etmeksizin,
“İslam”ın kapsamı ortaya konmadan söz konu-
sadece onunla yetinerek hayatını sürdürebilme-
su edilebilecek bir genelleme içinde Kur’an’ın
si mantıken imkansızdır. Hatta daha ileri bir şey
İslam’ın tek kaynağı olduğunu söyleyebilmek
söyleyelim; Kur’an’ın dışında en az bir kayna-
imkan dışı bir şeydir. Çünkü önümüzde bir tane
ğa müracaat etmeden Kur’an’ı bile kaynak edin-
değil çok sayıda İslam ve din anlayışı vardır.
mek mümkün değildir. Söz konusu ikincil kaynak
Bunların hepsi belki şu ya da bu şekilde Kur’an’ı
Arap dilidir, Kur’an Arapçasını anlayabilmemiz
referans almışlardır ama çok daha fazla miktar-
için gereken dilbilim eserleridir.17 Arap dilindeki
da başka kaynaklara da dayanmışlardır.
kelimelerin delalet ettikleri anlamları ve bunların
Eğer söylenmek istenen Allah’ın razı olduğu dinin/İslam’ın tek kaynağının Kur’an olduğu ise, bilmek gerekir ki bu din Kur’an’ın inmesiyle ilk defa icat edilmemiştir. O, bir silsilenin devamı olarak gönderilmiş bir kitaptır16 ve gerçeği yeniden üretmez. İnsanın ve varlığın özünde ve yaratılış hikmetinde var olan tüm gerçekleri, ontolojik hakikatleri ve hayata ilişkin değişmeyen yönleri, insanlar tarafından ortak olarak kabul edilmiş doğruları/marufu yeniden onaylayarak mesajını iletir. Öyleyse hakikat Kur’an geldiği için var olmamış, onun mükemmel üslubu
Kur’an’da Rabbimiz tarafından hangi anlamlarda kullanıldığını bilmek için ya Arapçayı Kur’an’ın indiği dönemde kullanıldığı şekilde çok iyi bilmemiz ya da bilenlerin eserlerine müracaat etmemiz gerekmektedir. Dolayısıyla Allah tarafından indirilmiş ilahi kitaba müracaat için birinci müracaatımız kitabın kendisine değil insanlar tarafından üretilmiş eserlere olmaktadır. Bu yüzden Peygamberden sonraki dönemlerde Kur’an üzerine yapılan ilk çalışmalar Kur’an’da anlaşılması zor olan kelimelerin araştırılması esasına dayalı Garibu’l Kur’an çalışmaları olmuştur.18
ve çağrısıyla yeniden gözler önüne serilmiştir.
Kur’an’ın genel mesajını anlamak için Kur’an dı-
Bir kaynağın varlığı veya yokluğu ile hakikat or-
şında Arap dilini anlamaya dönük dilsel kay-
tadan kalkmıyorsa ve varlığa içkin öylece orada
naklara müracaat etmek yeterli olmakla bir-
duruyorsa ve hakikati durduğu yerde bulmanın
likte, kitabın ayrıntılı bilgisine vakıf olabilmek
sadece ve sadece hakikatin varlığından sonra
için Kur’an ve dilsel kaynaklar dışında üçün-
bir rahmet olarak indirilen Kur’an’ı kaynak edin-
cü bir kaynağa daha ihtiyaç vardır ki o da nüzul
mekle mümkün olabileceğini söylemek ve insanı
sebepleridir.19 Evet, biz Kur’an’dan ayrıntılı bilgi
bununla sınırlandırmak ne dereceye kadar reali-
ve delil devşirmek istiyorsak daha baştan Kur’an
te ile uyuşmaktadır?
dışında minimum iki kaynağa müracaat etme-
Mutlaka ki Kur’an, Allah’ın sözü olması, değişmeden bize kadar ulaşması ve bizi hidayete yönlendirmede eşsiz bir kaynak olması açısından
yi kabul etmekteyiz; Arapça ve nüzul sebepleri… Bu bile “Kur’an’ı tek kaynak kabul etme” iddiasını havada bırakan bir durumdur.
çok büyük bir rahmettir. Ama bunun böyle olu-
Kur’an’ın dinin tek kaynağı olduğunu söylemek,
şu, bizim hakikat arayışımızda kafamızı sadece
diğer kaynakların kitap tarafından onaylanması
Kur’an’ın sayfaları arasına gömmemiz ve onun
sebebiyle kaynak oldukları ve Kur’an’ın referans
ötesindeki her şeyi tekçi bir tavırla inkar etme-
olarak zikretmediği şeyler kaynak olamayacağı
miz manasına gelmemektedir. Kur’an’ın bizden istediği de bu değildir. Bkz. KK 12/Yusuf/111
16
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an s:175
17
İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü s:154
18
Fevzi Zülaloğlu, age s:191
19
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
61
için sonuçta kaynaklık meselesinin Kur’an’a dö-
Aynı şekilde tarihte ve toplumda meydana
neceği, bu yüzden Kur’an’ın tek kaynak olduğu
gelen olaylar da bizlere önemli vesikalar, ibret-
manasına geliyorsa bu da oldukça zorlama bir
lik dersler vermektedir:
yaklaşım tarzı olmaktadır. Hatta Kur’an’ın kendi
“Onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler
dışında bazı kaynaklara onay verdiğinin peşinen
vardır.”23
kabulüdür. Zaten bizim de savımız budur. Yani Kur’an kendi dışındaki kaynaklara da insanla-
“Yurtlarında dolaştıkları nice kuşakları helak et-
rı yöneltmektedir. Bunu fazlasıyla teşvik etmek-
miş olmamız, onları doğru yola iletmedi mi? Kuş-
tedir. Önemli olan, Kur’an’da dahil kaynakların
kusuz bunda akıl sahipleri için ibretler vardır.”24
kaynak oluş biçimi ve onlardan yaralanma şekli-
“Sizden önce nice olaylar oldu. Yeryüzünde do-
dir. Kitap bütün delillerin aslını teşkil ediyorsa bu
laşın da bakın ki, yalanlayanların sonu nasıl
Kur’an’ın tek kaynak olduğunu değil, temel kay-
olmuştur.”25
nak olduğunu ve kaynakların aslını oluşturduğu-
“De ki: Yeryüzünde dolaşın da bakın ki Allah ya-
nu gösterir. Bu nedenle biz Kur’an’ın “tek kay-
ratmaya nasıl başlamıştır. Sonra Allah son ya-
nak” olarak değil “temel kaynak” olarak nitelen-
ratmayı da aynı şekilde yapacaktır. Kuşkusuz
dirilmesinin daha doğru olduğunu düşünüyoruz. Kur’an Bizden Neleri Kaynak Edinmemize İzin Veriyor?
Allah’ın her şeye gücü yeter.”26
Resulün kendi şahsı bizim için en önemli örneklerden biridir:
Kur’an’ın tek kaynak değil, temel kaynak oldu-
“Kuşkusuz sizden Allah’a ve ahiret gününe ka-
ğunun en önemli delilleri yine Kur’an’dadır. Al-
vuşmayı uman ve Allah’ı çok ananlar için Allah’ın
lah Kur’an’da bizim tek bir noktaya kilitlenmemi-
elçisinde güzel bir örnek vardır.”27
zi değil, hakikatin delillerini bulabileceğimiz her
“Allah ve peygamberi bir işi emrettiğinde, hiçbir
türlü yöne yönelmemizi istemiştir.
inanmış erkek ve kadının o işte tercih hakkı yok-
Bu kaynakların başında muhakkak ki kitabın
tur. Kim Allah ve peygamberine karşı gelirse ke-
kendisi gelir:
sinlikle apaçık bir yanlışa düşmüş olur.”28
“İndirdiğimiz bu kitap (ne) mübarektir. (Öyley-
Bir konuyla ilgili bilgiye ulaşmak veya ortada-
se) ona tabi olun. Sorumlu davranın, umulur ki
ki bir bilginin doğruluğuna sağlam deliller ve bil-
merhamete erişirsiniz.”
20
“Biz sana insanlar arasında Allah’ın sana gösterdikleriyle hüküm veresin diye gerçeklerle dolu bu kitabı indirdik. Sakın hainlerin tarafını tutma.”21
giler temin etmek bu konuda uzman veya bilgi sahibi oldukları bilinen mercilere müracaat edilmesi, aşağıdaki örnek ayette olduğu gibi Kur’an tarafından önerilen bir durumdur: “Biz senden önce de sadece kendilerine vahyet-
Ardından kevni hadiseler yani tabiat, gören
tiğimiz erkekleri peygamber olarak gönderdik.
gözler, işiten kulaklar, akleden kalpler için birçok deliller içermektedir: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün farklılığında, insanlara faydalı şeyleri denizlerde taşıyan gemilerde, Allah’ın gökten yağmur yağdırıp onunla ölümünden sonra yer yüzüne hayat vermesinde, orada her türlü canlıyı yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gök ve yer arasında dilediği yöne seyreden bulutları hareket ettirmesinde akleden bir kavim için ayetler vardır.”22 6/En’am/155
20
62
Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun”29
Ayette geçen zikir ehlinden kasıt kitap ehlidir. Kur’an verdiği bir bilgiye kuşkuyla bakan muhataplarını “karşınızda Allah’ın kitabı var, bunu böyle kabul edeceksiniz” tarzında tekçi ve dogmatik bir yaklaşıma sürüklememiş, tersine ehl-i kitaba yönelterek onlardaki delillere de müraca23
12/Yusuf/111
24
20/Taha/128
25
3/Al-i İmran/137
26
29/Ankebut/20
33/Ahzab/21
27
21
4/Nisa/105
28
22
2/Bakara/164
29
33/Ahzab/36 16/Nahl/43
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
at etmelerini tavsiye etmiştir. Kur’an belli konularda hükümler verirken vahyin indiği Arap toplumunda önceden beri cari olan bazı uygulamaları dikkate almış ve hatta bunları birer Kur’ani hükme dönüştürmüştür. Yani Kur’an’ın hükümlerinin oluşumuna bazen cahiliye dönemi uygulamaları, bazen de ehl-i kitabın uygulamaları kaynaklık etmiştir. Kur’an’da olmasa bile bazen Resul bu uygulamaları hiç çekinmeden uygulamıştır.30 Yani daha sonraki dönemlerde sanki vahyin uygulanmasıyla ilk defa uygulamaya konmuş gibi görünen kimi hükümler zaten o toplum tarafından bilinen, uygulanan hükümlerdi. Buradan varmaya çalıştığımız husus, Kur’an ayetleri inerken bile Allah, toplumdaki cari ve doğru uygulamaları toptan reddetmemiş ve hatta bunları
demektir. Münker ise fıtratın kabul etmediği, ret ve inkar ettiği, içine sindiremeyip benimseyemediği şeyler demektir. Maruf, topluma yabancı olmayan, garipsenmeyen, devamlılığı olan, inkar edilemeyen davranış ve alışkanlıkların iyi olan yönüne işaret eder. Örf kelimesi de benzer nedenlerle tıpkı maruf kelimesi gibi Arapçada tanımak anlamına gelen A-R-F kökünden türemiş, sürdürülen toplumsal gelenekler, adetler anlamına gelen bir kelimedir. Münker ise genele yaygın bir şekilde olmak şartıyla marufun ve örfün ifade ettiği anlamların tam zıddına anlamlar taşır Bu anlamlar çerçevesinde düşündüğümüzde maruf ve münkeri sadece Kur’an’daki emir ve yasaklarla sınırlandıramayacağımızı net bir şekilde görmüş oluruz. İşte Kur’an maruf ve münkeri işlerin yürütülmesinde bir ölçü kılmış ve bunu
emir haline getirerek ayetle ebedileştirmiştir.
hayırlı ümmetin vasfı olarak göstermiştir. Bu da
Konu farklı boyutlara da işaret ettiğinden bu ka-
olarak almamızı tavsiye ettiğini göstermektedir.
darla yetinerek, aynı paraleldeki bir başka hususa geçelim. Bu da maruf ve münker meselesidir. Bilindiği üzere Allah Kur’an’da marufla emretmeyi münkeri de nehyetmeyi emretmiş31, bunu hayırlı ümmetin bir vasfı olarak32 dile getirmiştir. Ayetlerde emretme işi Kur’an’la veya Allah’ın indirdikleriyle emretme veya Allah’ın veya peygamberin yasakladıklarıyla yasaklama tarzında gelmemiş, maruf ve münker kelimeleri kullanılmıştır. Ancak bu yorumumuz kitapta buyrulanlarla emredilmeyeceği veya yasaklananlarla nehyedilmeyeceği manasında değil, maruf ve münker kelimelerinin Kur’an’da mevcut emir ve yasaklardan daha geniş bir sahaya işaret etmesi olarak anlaşılmalıdır. Eğer Rabbimiz sadece Kur’an’la sınırlı bir emir ve nehiy işini kastetseydi, burada maruf ve münker kelimelerini kullanmazdı.
bize Kur’an’ın bizim maruf ve münkeri kaynak
Kur’an Nasıl Bir Kaynaktır ve Neye Kaynaklık Eder? Kur’an’ın kaynak oluşu meselesi üzerinde önemli gördüğümüz bir hususa daha işaret etmemiz gerekmektedir. Kur’an bizim temel kaynağımızdır. Kur’an bizden kitaba yönelmemizi ve ona tabi olmamızı istemektedir. Ancak Kur’an’ın nasıl bir kaynak olduğu, ne amaçla indiği ve neye kaynaklık ettiği meselesi net bir şekilde anlaşılmadıkça, Kur’an’a yaklaşımdaki sakatlıklar sürmeye devam edecektir. Yukarıda “Kur’an’ın kaynak oluşu” ara başlığına girerken sorduğumuz sorulardan üçüncüsü üzerinde dikkatle düşünmek gerekmektedir. Bu soruyu tekrar soralım: “Kur’an, içeriğinin mahiyeti ve indiriliş amacına bağlı olarak neye kaynaklık etmektedir? Kur’an’ın her şeye kaynaklık etmek ve tüm zamanlar için ortaya çıkması müm-
Maruf iyiliğe delalet ederken münker de kötülüğe delalet eder. Maruf, kök anlamı itibariyle tanınan ve bilinen, insan fıtratında karşılığı olan şey Bu konudaki örnekler için bkz: Mehmet Erdoğan,
30
Vahiy-akıl dengesi açısından sünnet s:147-149, Dihlevi,
kün her problemi çözmek gibi bir amacı var mıdır? Kur’an’da her şey var mıdır?” Kur’an, Alemlerin Rabbinden insanları hidayete sevk etmek için indirilmiştir.”Ramazan ayı, insanlara bir hidayet, hidayetin açıklaması ve doğ-
Hüccetullahi’l Baliğa-1 s:431 ve Ahmet Emin, Fecrul
ru ile yanlışı ayırt eden Kur’an’ın indiği aydır.”33
İslam s:227
İnzal olan ayetler sayesinde insanlar sağlam bir
Bkz. 9/71, 22/41, 31/17
31
Bkz. 3/110
32
Bkz. 2/Bakara/185
33
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
63
yola girmeye çağrılmakta ve buna tabi oldukla-
göre sistemler, çözüm paketleri, anayasalar vs.
rında oraya hidayet olunmaktadırlar.”Kuşkusuz
üretecek, doğru hükümler koyacak olan insanın
bu Kur’an en sağlam yola hidayet eder. Sa-
kendisidir. Ama bunu hidayetten sapmadan ya-
lih amel işleyen müminlere de kendileri için bü-
pacaktır. İdeal olan budur.
yük bir ödülün olduğunu müjdeler.”
34
Kitapta in-
sanların hidayeti için gerekli her şey zikredilmiştir. “Biz sana bu Kur’an’ı her şeye bir açıklama, bir hidayet, rahmet ve teslim olanlara bir müjde olarak indirdik.”35
Çünkü “ ‘Hidayet’, yol gösterme, rehberliktir. Yol göstermede aslolan, insanı nihai hedefine kadar bilfiil götürmek değil, yeterli ayetler (işaret taşları/nirengi noktaları/röperler) vererek onun, kendi irade ve inisiyatifiyle o hedefe varması-
Kur’an, ayetlerde kendisini pek çok ifade ile tanıtır. Ancak bunların hepsinin birleştiği nokta, kitabın aslen insanı hidayete sevk etmek, ona doğru yolu göstermek için inmiş bir hidayet ki-
na yardımcı olmaktır. Aksi halde, insanın aklının ve iradesinin fonksiyonu göz ardı edilmiş olur ve içgüdüleriyle hayatını idame ettiren canlılardan farkı kalmaz.
tabı olduğudur. Kur’an esasta ve özde hidaye-
İşte son ‘ilahi-sözlü hidayet’ veya -artık özele in-
te kaynaklık etmektedir. Bu doğrultuda bir çağrı-
dirgersek- Kur’an hidayeti, insanlara öncelikle
dır ve insanın hidayeti için gerekli şeyleri ortaya
röper noktaları vermiştir.”36
koymaktadır. Bunun için kitapta hiçbir şey eksik bırakılmamıştır. Bu amaca dönük olarak, bazen insandan bahsetmekte, onu uyarmakta veya müjdelemektedir, bazen tarihten örnekler vermekte, bazen uhrevi hakikatleri hatırlatmakta, bazen cehennem ve cennet sahnelerini canlı bir tablo gibi gözler önüne sermekte, bazen toplumsal ilişkilerdeki çarpıklıkları ele almakta, bazen kadınlardan ve aile meselelerinden bahsetmekte, kısacası insanı ilgilendiren ve onu hidayete sevk edecek her noktaya parmak basmaktadır.
Kur’an’ın insanın hidayeti için koymuş olduğu bu röper noktalarının veya değişmeyen ilkelerle yol işaretlerinin neler olduğu hususunda ayrılıklar olmakla ve bu husus üzerinde ciddi çalışmaları gerektirmekle birlikte, biz konunun ayrıntılarına girmeden sadece aydınlatıcı olması açsından bir-iki örnek vermekle yetineceğiz. Temel inanç konularında tevhit ilkesi ve ahiret gününe iman, insan eylemlerinde ıslahata dönük işlerin yapılması zorunluluğu, sürekli Allah’ı
Ama bütün bunların var olması, Kur’an’ın bilim-
hatırda tutmak ve eylemlerde Allah’a mutta-
sel, sosyal, hukuki, ailevi, ekonomik her mesele-
ki olarak davranmak ve bunu sağlama amacı-
yi insanlara açıklamak için geldiği anlamına gel-
na dönük Allah’ı zikretmek, ona dua ve hamdet-
memektedir. Kur’an bilimsel gerçeklerden bah-
mek amacıyla ibadet/salat etmek ve bu aslı sa-
seder ama o bir bilim kitabı değildir. Sosyal, hu-
lat olan ibadetlerin muhtelif şekillerini (oruç ve
kuki ve ailevi meselelerden bahseder ama o bir
hacc da buna dahildir) yerine getirmek bu ne-
hukuk kitabı değildir. Siyasi meselelerden bah-
videndir. Yine, helal ve haramda tayyibatı esas
seder ama o bir siyaset kitabı değildir. Ekonomik
alıp habaisten kaçınmak, eşyanın özünde temiz
konuları ele alır ama o bir ekonomi kitabı değil-
olması (mübahlık esası), fahşadan, münkerden,
dir. Ve Kur’an burada saydığımız veya saymadı-
bağyden, kötülükten, günahtan, saldırganlıktan,
ğımız insanı ve toplumu ilgilendiren tüm alan-
yalandan kaçınmak, canın korunması, malın ko-
lardaki problemleri bir kerede ve bir çırpıda çöz-
runması, din özgürlüğü, ailede güven (neslin ko-
mek için indirilmiş bir çözümler paketi veya ana-
runması), adaleti yerine getirmek, ihsanda bu-
yasa değildir.
lunmak, zekat/ita/sadaka vermek gibi hususlar Kur’an’da geçen asıl konulardandır.
Böyle bir şeyin iki kapak arasındaki bir kitaba sığması zaten mümkün olmadığı gibi, insanın yeryüzünde icra edeceği fonksiyonla da denklik arz etmemektedir. Tüm bu hususlarda çözümler üretip imkanları ve yaşadığı zamanın şartlarına Bkz. 17/İsra/9
34
16/Nahl/89
35
64
Kur’an’ın temel amacı hidayet olduğu halde, yukarıda belirttiğimiz gibi bazı ayetlerde sosyal, siyasi, ekonomik meseleler hakkında da yönlendirmelerde bulunur ve hükümler verir. Bunlar Hikmet Zeyveli, Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler,
36
s:141
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bazen sıraladığımız örneklerdeki gibi asıl konulardan olmayabilir. Her ne kadar kitabın hacmine göre düşük bir oranı oluştursa da söz konusu hükümlerin kitapta mevcudiyeti bir realitedir. “Kur’ân’da genel hukukla ilgili (anayasa hukuku, medenî ve ceza yasası, uluslararası ilişkiler, ekonomik düzen...) yaklaşık (6238 ayet arasında) 228 ayet mevcuttur. Kur’ân’ın ancak yüzde 3’ünü oluşturan bu ayetlerle herhangi bir toplu-
*** Konu bu noktaya gelmişken artık, Kur’an’ın kaynaklığı bağlamında yukarıda sorduğumuz sorulardan dördüncüsüne net bir cevap verebiliriz: Evet, Kur’an’ın her bir ifadesi ve lafzı, değişmeyen bir ilkenin serdedilmesi demek değildir. Yani Kur’an’ın her bir ayeti evrensel ilkeler içermez, Kur’an değişmeyen hüküm ve ilkelerin yanı sıra
mun ihtiyaçlarına cevap vermek imkânsızdır.”37
yerel ve tarihsel hükümleri de içermektedir. An-
Bu kadar az sayıdaki ayetle tüm çağlar boyun-
lerle ve dinin maksatlarıyla çelişen hükümler de-
ca ortaya çıkacak problemlere cevap verme-
ğildir.
nin imkansızlığına rağmen Kur’an’da bu tarz ayetlerin varlığını nasıl anlamak gerekmektedir? Eğer Kur’an’ı tüm zamanlara yaygın tikel sorunların cevaplayıcısı ve kaynağı olarak anlarsak, Kur’an’daki hükmi ayetlerin azlığını manalandırabilmemiz mümkün değildir. Demek ki Kur’an en genel anlamda bir hidayet çağrısı olarak belli bir mekanda ve sınırlı bir dönemde yaşayan, kendilerine has problemleri olan bir topluma, kendi dilleriyle 23 yıl gibi uzun bir süreçte inerken, realiteyle uygun bir şekilde prototip bir toplum inşa edebilmek amacıyla hükmi ayetleri de içerecek şekilde inmiştir. Ama asıl amaç, bu hükmi ayetlerle tüm zamanların tikel problemlerine çözümler üretmek değil hidayetin yolunu göstermektir.
cak bu yerel ve tarihsel hükümler değişmez ilke-
Kur’an bu özellikte bir kaynak olduğu için, kitap kaynak edinilirken bu yönü dikkate alınarak ayetlerden deliller çıkartılmalı ve Kur’an bu vasfı göz önünde bulundurularak -bir hidayet kitabı olması yönüyle- okunup ondan, kendisinin bizden istediği şekilde istifade edilmelidir. Aksi takdirde bu durum bizi onarılmaz bir evrenselciliğe itecek ve tarih dışı bazı durumları hiç de uygun olmayan ortamlara uyarlamak için boşuna zaman kaybetmemize yol açacaktır. Öyle de olmaktadır. Bu çerçevede mutlak tarihselci, mutlak evrenselci ve laik yaklaşımlar konuyu çözümsüzlüğe iten önerilerde bulunmaktadırlar. Çözüm, mut-
“İlk muhatap toplumun dilini araç olarak kullanan Kur’an’ın bizzat kendisi de o toplumun arka planını ve örfünü göz önüne alarak ahvale uygun özel hükümler vazetmiştir. Evrensel prensipleri taşıyacak ya da uygulayacak vasıtaların hususi olması aklen de gereklidir. Zira soyut (mücerret) kavramlar, ancak somut (müşahhas) vasıtalarla kavranabilirler.
lak tarihselciliğe düşmeden Kur’an’ın hangi yönlerden ve hangi sabitelerle bize kaynaklık ettiğinin tespit edilmesinde; mutlak evrenselciliğe düşmeden Kur’an’ın tarihsel ve yerel yönlerinin bulunduğunun zaman geçirmeden kabul edilmesinde ve laikçi yaklaşımlardan kaçınarak Allah’ın bizden istediği erdem, ahlak, takva, iman, adalet, cihat/ceht vs. özelliklerle donanmış insanın ve bu insanlardan oluşmuş toplulukların veya
Bu itibarla, Kur’an’ı Kerim’in, 23 senelik nüzul ve uygulama ortamı içerisinde, hidayet ettiği toplumun gelişmesine uygun olarak ve tedrice riayet ederek evrensel inanç ve amel esaslarının yanı sıra yerel ve özel ve hatta geçici hükümler koyması çok tabii görülmelidir. Müslüman cemaatin düçar olduğu problemlerin acil çözümünden, Hz. Peygamberin aile hayatına kadar uzanan düzenlemelere varıncaya Kur’an’ı Kerim’de birçok özel hükme rastlamak mümkündür.”38 Tarık Ramazan, İslam/Medeniyetlerin Yüzleşmesi s:45
37
toplumların bir an önce yeryüzünü imar etmeye dönük salih ameller işlemesindedir. Son iki sorumuz, yaptığımız bu son izahlarla kısmen cevaplanmış oldu. Evet, hakkında Kur’an’la konulmuş hükümler bulunan konularda da içtihatlar yapmak zorunda kalabiliriz ve bu asla Allah’ın hükmünün dışında bir hüküm koymak anlamına gelmez. Çünkü Kur’an’da mevcut yerel bazı hükümler, eğer bugün bizim için maksada, maslahata (kamu/genel yarar) uymuyorsa ve bu hükümlerin delaleti artık bugünkü meseleler
Hikmet Zeyveli, age, s:141-142
38
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
65
için geçerliliğini yitirmişse, biz yeni delaletler-
edinme noktasında kastedilen ise; bir önder, bir
le, maksada ve maslahata uygun yeni hüküm-
devlet başkanı, bir komutan, bir aile reisi olması
ler koyabiliriz. İsabet ettiğimizde bunun da tam
yani bir insan olarak yerine getirdiği şeyler, ha-
Allah’ın razı olacağı hüküm olacağına inanmamız
yatı boyunca yaptığı tüm işler olmaktadır. Yani
gerekir. Çünkü Allah’ın adıyla hükmetmek aslın-
peygamberin bizi davet ettiği vahye tabi olmak
da kamu yararına/genel faydaya veya dinin de-
noktasında Resulün nübüvvetine iman edip ona
ğişmez hedeflerine uygun hükümler koymak de-
itaat etmekle mükellefiz, bu konuda hiçbir kaça-
mektir.
mağımız veya ihtiyar hakkımız yok. Peygambere iman etmenin anlamı da budur.
Konunun fazla uzamaması için serdettiğimiz son meselelerin ayrıntılı tartışmasını ve bu konu üzerinde ortaya atılan görüşlerin analizini başka yazılara bırakarak, sünnetin kaynaklığı hakkındaki problemlere işaret etmeye geçelim.
Sünnetin Kaynak Oluşu Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Kur’an, Resulde bizler için güzel bir örnek olduğunu belirtmiş (33/21), ona itaati Allah’a itaat olarak kabul etmiş (4/80), verdiği hükümleri “Allah’ın ve Resulünün verdiği hüküm” olarak niteleyip bunlar karşısında müminlerin seçme hakkının olmadığını söylemiş (33/36) ve tayyip/güzel olan şeyleri helal, habis olanları haram kılan Resule tabi olmalarını emretmiştir. (7/157) Peygamber bu kadar çok nitelikle nitelendiğine göre, onun kaynaklık konusunda bir konumunun olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Ancak peygamberin bu özel konumu yanlış değerlendirildiği için ifrat noktasına varan yaklaşımlar, “ehl-i Kur’an”, “mealci” ve kimi “İslamcı” söylemlerin tefrit noktasında davranıp Resulün konumunu hiçe saymalarına yol açmıştır. Problemi farklı boyutlarıyla tartışmadan tam ret-
Ama iş, peygamberin vahyi tebliğinden sonra bir insan olarak yaptıklarına tabi olmanın mecburiyeti meselesine gelince, ayırt etmemiz gereken ikinci nokta ortaya çıkmaktadır. Acaba, yaptığı ve söylediği her şeyin bizim için uyulması mecburi bir kaynak olduğu iddia edilen peygamber, hadisler ve sünnete konu olan fiil ve sözlerini tıpkı Kur’an gibi vahiy alarak mı yapmıştır, yoksa bir insan olarak kendi cehtini mi ortaya koymuştur? Peygamberin yaptığı şeylerin ve söylediği sözlerin tamamıyla vahiy (vahy-i gayri metluv) olduğunu veya en azından bir kısmının vahiy olduğunu iddia eden görüşler olmakla birlikte, ortaya sürülen delillerin hiç biri Resulün Kur’an dışında bir vahiy aldığını net bir şekilde ispat edecek kadar açık değildir.39 Eğer bu böyleyse üçüncü ayırt etme noktasına gelmiş bulunmaktayız; eğer Resul vahyin dışında yaptığı işleri ve söylediği sözlerini kendi iradesi ve içtihadı ile yapıyorsa, üstelik Kur’an bile Allah’tan gelmiş olmasına rağmen tüm zamanların tikel sorunlarına çözüm üretmede kaynak olmak gibi bir özelliği yoksa, sünnetin tüm çağlar boyunca ortaya çıkacak problemlere çözüm
çi ve tam kabulcü bir tavra girmemek gerekir.
üretmede kaynak olabilmesi nasıl mümkün ol-
Ayırt etmemiz gereken birinci nokta şudur; Al-
şarabilir mi? Daha da önemlisi Allah ona böyle
lah bize peygambere itaat etmemizi, onu örnek
bir görev vermiş midir ve bize de Resule tabi ol-
edinmemizi, helal kıldığını helal, haram kıldığı-
mamızı onu örnek almamızı isterken, sünnetini
nı haram kabul etmemizi emrederken bununla
Kur’an’ın yanında ikincil delalet kaynağı edinme-
peygamberin Allah’tan alıp tebliğ ettiği vahyi mi
mizi istemiş midir?
kastetmiştir, yoksa hayatının her bir noktasında yaptığı şeylerin ve söylediği sözlerin tümünü mü kastetmiştir?
maktadır? Peygamber bir insan olarak bunu ba-
Bu soruları müspet olarak cevaplandırmak mümkün değildir. Çünkü peygamberin tüm çağlara yaygın problemleri çözmeye dönük sözler
Çok net bir şekilde söyleyebiliriz ki, peygambere itaat ve tabi olma noktasından kastedilen, vahiy ve vahyin çağrısı meselesi iken, onu örnek
Peygambere Kur’an dışı vahyin gelip gelmediğine ilişkin
39
delillerin değerlendirmesi ile ilgili olarak bkz: Mehmet Said Hatipoğlu, “Hz. Peygamber ve Kur’an Dışı Vahiy”, Mehmet Yaşar Soyalan, “Vahiy Savunması”
66
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sarf ettiğini söylemek, onun gelecekte ortaya çı-
Tarihte böyle yapılmayıp, peygamberin otori-
kabilecek her türlü durumu bildiğini de söyle-
tesi bir insan olması itibariyle örnekliği üzerin-
mek anlamına gelir. Oysa peygamber gaybı bil-
den değil de, yaptıkları ve söylediklerinin mut-
mez. Hatta kendi yaşadığı zamanda bile, kendi-
lak kaynaklığı üzerinden yapılınca, hadis uydur-
sine ulaşmamış durumlardan haberdar değildir.
mak birer problem çözme makinesine dönüştü-
O zaman peygamber vahiy almaksızın ve gay-
rüldü. Hakkında hadis uydurulmayan hiçbir konu
ba da muttali olmaksızın nasıl olur da kendisin-
kalmadı. Gelmiş gelecek her mesele, uydurma
den sonraki tüm çağların sorunlarını çözmelerini
hadislerle peygambere(!) çözdürüldü. Uydurulan
sağlayacak sözler söyleyebilir? Bu mümkün de-
bütün hadisler külliyat haline getirilse ve müm-
ğildir. Öyleyse biz peygamberin bizim hayatımıza
kün olsa da bunlar peygamberin önüne konsa,
kaynaklık etmesini, herkesin kendi çağındaki so-
acaba peygamberin 23 yıllık risalet süresi, sa-
runlarını çözmede kaynaklık etmesi noktasından
dece bunları birer kere tekrar etmesi için yeterli
ele alamayız. Ancak onun insan olarak örnekliği
gelir miydi? Evet, konu bu kadar ironiktir.
üzerinden ele alabiliriz.
Diğer taraftan, sahih hadis olarak aktarılan kül-
Peygamberi örnek edinmenin, hayatında yap-
liyat da, oluşturulma biçimindeki eksiklikler ve
tıklarını birebir taklit etmek anlamına gelmediği
değerlendirmenin büyük ölçüde rivayet zincir-
daha sahabe devrinde yaşanan örneklerle ortaya
leri üzerinden yapılması, söylendiği bağlam-
çıkmıştır. Çünkü Resul uzunca bir süre Kur’an’ın
dan koparılarak sadece söz olarak aktarılmala-
yanı sıra kendi sözlerinin de yazılmasına izin
rı, Kur’an’a, tarihsel gerçeklere, bilimsel gerçek-
vermemiş, sahabe de Resulün sözlerinin vahiy
lere, akla vurularak kritize edilmemesi nedeniy-
olup olmamasına göre kabul veya itiraz gibi ta-
le hala bir muamma olarak durmaktadır. Aynı
vırlar takınabilmiştir. Yani Resulün sözü vahiy ise
şekilde hadislerin sıhhati üzerine yapılan değer-
itirazsız kabul etmiş, değilse kendi görüşlerini
lendirmeler tamamıyla içtihadidir. Bir “sahih” sa-
açıkça ifade etmekten çekinmemiştir. Peygam-
hibinin sahih dediğine diğeri zayıf demektedir.
ber de bazen kendi görüşünden vazgeçerek öne-
Hadisin isnadındaki zayıflık Kur’an’a, akla, tari-
rilen şeyi yapmıştır. Ama bu durum peygamberin
hi hakikatlere vs. uygunluğu açısından onu zayıf
bir örnek olmasını asla ortadan kaldırmamış ve
yapmayabileceği gibi, tersine rivayet zincirleri
farklı görüşler getiren sahabeler de dahil genel
itibariyle güçlü, isnadı sağlam, sahih hadis diye
anlamda örnek edinme anlamında onun izlerini
nitelenmiş bir hadis, verdiğimiz ölçülere göre di-
takip etmişlerdir. Çünkü Resulün vahiy dışındaki
rekt inkar edilmesi gereken bir hadis de olabilir.
güncel meselelerde arkadaşlarına danışması bile
Bu konuların aydınlığa kavuşturulması için bu-
onun vahyin kendisine emrettiklerinden anladığı
gün bireysel de olsa daha ciddi çalışmalar yapıl-
şeylerin bir sonucudur.
maktadır.
Tam da burada diyebiliriz ki, peygamberin Dün-
Ancak bu çalışmaların yapılmasından daha da
ya işleri ile ilgili sahabeleri ile istişarede bulun-
önemli olan husus, hadis ve sünnetin fıkıh tari-
masını örnek alıp bizim de işlerimizle ilgili gü-
hinde anlaşıldığı gibi hükümlere delalet etmesin-
vendiğimiz kimselere danışmamız tam da Resu-
deki değer tartışılmalıdır. Özellikle ibadetler ko-
lü örnek almaktır. Tersine, “Resulün dünyevi bir
nusu, -zamanın tağyirine bağlı bir husus olmadı-
işimizle ilgili bir sözü var, başkasına danışmakla
ğından- hadisler ve sünnetle ilişkisi bakımından
niye vakit geçireyim” deyip, peygamberin kendi
aydınlığa kavuşturulmalıdır.
şartlarında verdiği bir kararı düşünmeden uygulamamız onu örnek edinmememizdir. Çünkü Resul bugün bizim aramızda yaşasaydı böyle yapmaz, bilgisine güvendiği kişilere danışarak karar verirdi ve belki de kendi yaşadığı koşullarda benzeri bir problem için getirdiği çözümü bugün için getirmez, bugünün şartlarına uyan çözümler üretirdi.
Bilindiği üzere “ehl-i Kur’an” veya “mealciler” ibadetlere Kur’an’dan buldukları kadarıyla bir anlam vermektedirler. Oysa peygamberden sonra tarih boyunca ibadetlerin uygulama şekli sadece Kur’an’da ifade edildiği kadarıyla olmamıştır. İbadetin dinin içinde değişmezlik ve bir sabite olması açısından anlam değeri daha iyi tetkik edilmeli ve ibadete tarihsel süreçte karışan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
67
fazlalıklar ayıklanarak, ibadetin ruhunu daha iyi
olarak emir ve sözlerinin (ganimet dağıtımı ör-
yansıtan bir “ibadet fıkhı” veya ilmihali üretil-
neğindeki gibi) bağlayıcılığıyla alakalıdır.
melidir. Çünkü düşünebilen pek çok insan tarafından görülmektedir ki, Resulden bize intikal eden ibadetler, hem içine karışan hurafeler ve hem de ruhunu kaybetmesi nedeniyle bir seremoniye dönüşmüştür. Peygamberin bu ibadetleri ilk uygulayışı, bunları arttırma ve azaltmaktaki ölçüsü, ibadet seçerken neyi kaynak edindiği, ibadetlerdeki sabiteler vs. gibi konular Kur’an’ın yanı sıra Resule de dönerek çözebileceğimiz hususlardır. Çünkü ibadetler günlük hayattaki herhangi bir hükmi konu gibi kolayına zamana bağlı olarak anlam değerini yitirmemektedir. Peygamberin örnekliği konusunda bir hususun daha üzerine parmak basmamız gerekmektedir. Peygamberle beraber yaşayan sahabenin peygambere tabi olup onu örnek alması ile ondan farklı bir zamanda yaşayan bizlerin onu örnek almasının arasında bazı farklılıklar vardır. Çünkü onlar açısından peygamber, sadece bir elçi değil aynı zamanda bir devlet başkanı, bir komutan, hukuki meselelerde bir yargıç hatta bir aile reisi ve bazılarının akrabası, dostu ve arkadaşıdır. İstişare ve görüş serdetmedeki özgürlüğün varlığı ile birlikte, sosyal ilişkilerin gerektirdiği itaat, emirlere boyun eğme, peygamberin elçilik vasfından da öte beraber yaşamanın getirdiği bir zarurettir. Bu açıdan onlar Resule bu vasıflarıyla da itaat etmek zorundaydılar. Kur’an’da peygambere itaati ve verdiği hükümleri tereddütsüz kabul etmeyi emreden ayetlerin bir kısmının çıkışı da biraz o günkü insanların peygamberle bir arada yaşıyor olmasındandı. Buna örnek olarak Beni Nadir ganimetlerinin paylaştırılması esnasında ortaya çıkan hoşnutsuzluk üzerine, peygamberin yaptığı taksimata Müslümanların razı olmalarını emreden “Resul size neyi verdiyse alın, neden menettiyse ondan uzak durun”40 ayetidir. Bu ayet sonraları peygamberin her sözünün ve her davranışının bire bir taklit edilmesi anlayışının ve sünnetin delaletinin en temel argümanı olmuştur. Oysa ayetin bağlamını düşündüğümüzde, Rabbimizin ayeti indirmesinde sünneti veya hadisleri anlaşıldığı tarzda delalet kaynağı yapmak gibi bir amacının olmadığı ortadadır. Tamamıyla o günkü toplumsal ilişkiler bağlamında peygamberin bir lider
Biz ise peygamberin devlet reisliği, komutanlığı, aile babalığı veya akrabalığı altında yaşamıyoruz. Her ne kadar onu örnek almamız bu hususları genel ilkelerin uygulanışında örnek edinilmesi bağlamında kapsıyor olsa da, birebir yaşıyor olmanın getirdiği gibi bir tabiiyet ve itaat mekanizması söz konusu olmayacaktır. Hatta bu tür emirlerin o zamandan bu zamana uzandığını düşünsek bile, bunların günümüz koşullarına uygulanmaya çalışılması büyük sıkıntılar yaratacaktır. Peygamber bir devlet reisi olarak, bir komutan olarak, bir baba olarak, hatta bir insan olarak nasıl değişmez ilkeleri kendi imkanları ölçüsünde pratik bir uygulamaya geçirdi, hangi hususları esas kabul etti gibi hususlar, bizim için daha çok örnek alınmayı gerektiren durumlardır. *** Son olarak içtihat konusunda bir-iki hususa değinerek konumuzu bitirelim. İçtihat konusunda pek çoğumuzun üzerinde uzlaştığı yeni yaklaşımlar üretilebilirse bu, problemlerimizin çoğunu halletmede bir çıkış yolu olabilir. Ama tarihte anlaşıldığı şekilde bir içtihat anlayışını sürdürmeye devam edersek böylesi bir içtihat anlayışı bize çözüm sunmayacak, tersine önümüze engeller koyacaktır. İçtihatla ilgili birinci problem, içtihadın sadece hakkında nass bulunmayan hususlara çözüm için uygulanan bir yöntem olması meselesidir. İkinci problem; içtihadın sadece hukuki meselelere münhasır bir eylem olduğu hususudur. Üçüncü problem; içtihadın tarihte sadece klişeleşmiş alim tiplerinin yapabileceği bir iş olduğuna dair anlayıştır. Oysa günümüzde işler artık her konuda uzman, her şeyi bilen süper imamlar aracılığıyla değil, alanlarında uzmanlaşmış kişilerin komisyon halinde çalışarak problemleri çözmesiyle yürüyor. Eğer biz bugün tarihteki gibi özel tip alimlerin yetişip bize içtihat ve fetvalar vererek sorunlarımızı çözeceğini ve bize önderlik edeceklerini bekliyorsak, bu bekleyiş epeyce uzun sürecektir. İçtihat az sayıda alimin her ko-
59/Haşr/7
40
68
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
nuda ahkam kestiği ruhani bir makam olmaktan çıkıp ümmetin ortak zeminine dönüşmelidir. Dördüncü problem; taklitçilik problemidir. Avamın taklidinin meşru olduğuna dair görüş ve mezheplere bağlılık hala yaygın bir davranış biçimidir. Büyük bir bu kesim taklitçi zihniyetten mazhar olmayacaktır. Bunu körükleyen diğer bir nokta ise, mezhep farklılıklarından menfaat, maddi imkan ve iktidar devşiren otoritelerin varlığıdır. Hem Şii hem de Sünni dünyada ağırlıkları ümmetin omurgasını çatırdatan bu otoriteler önemli bir problem kaynağıdır. Ümmet bu otoritelere değer vermekten kurtulup bu otoritelerin iktidarlarının dayanak noktalarını ortadan kaldırmadıkça, yani taklitten kurtulup Kur’an’ın bize gösterdiği akletme ve ceht etme yoluna koyulmadıkça İslam alemi aydınlık sabahlara hasret kalmaya devam edecektir.
www.islamiyorum.com
kurtulmadıkça reformist içtihat anlayışı kabule
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
69
DOSYA - KUR’AN’I YENİDEN OKUMAK
Kur’an’a
Çağdaş Yaklaşımlar
1
Bu yazı müellifin ‘Kur’an ve Tefsir Kültürümüz’, Ankara Okulu, 2008, isimli kitabının 139-163 sayfalarından alıntılanmıştır.
1
Doç. Dr. Mustafa Öztürk Hint Alt Kıtası: Modernistler, Kur’an’cılar ve Faz-
dığı, muhtevasında gerçeğe aykırı hiçbir beyan
lur Rahman
bulunmadığı gibi görüşler malumu ilam kabilin-
Kuran ve tefsir araştırmalarına ilişkin bir literatür taraması, rüzgarın ıslahattan yana estiği son iki yüzyıla damgasını vuran ilmî eserlerin hemen tamamıyla Hint alt kıtası ile Mısır’da ortaya çıktığını, buna mukabil dönemin Osmanlı Türkiye’sinde muhalled bir eser üretilmediğini gösterir. Bu durumu hem Osmanlıdaki meraksız-
fiyetiyle ilgili düşünceler geleneksel Sünnî telakkiden epeyce farklıdır. Zira ona göre vahiy, reel ve müstakil bir varlık olduğuna inanılan melek (Cebrail) vasıtasıyla değil, doğuştan sahip olunan meleke-i nübüvvet sayesinde Hz. Peygamberin kalbine inzal ya da ilham edilmiştir.1
lık hasletiyle, hem de Batı’dan gelen sadmelerin
Belli ölçüde Fazlur Rahmanın vahiy telakkisi-
en şiddetli biçimde bu iki coğrafyada hissedilmiş
ni de anımsatan bu görüşünden başka Ahmed
olmasıyla izah etmek mümkündür.
Han’ın Kur’an okumalarındaki en temel vur-
Hint alt kıtasındaki Kuran ve tefsir çalışmaları söz konusu olduğunda akla gelen ilk isimlerden biri Seyyid Ahmed Han’dır. Yaşadığı çevredeki Müslümanların beka ve salâhını İngilizlere sadakatte gören ve bu siyasi tercihine koşut çabalarından ötürü İngiliz hükümetince “Sir” unvanıyla taltif edilen Seyyid Ahmed Han (ö. 1898) ilmî ve entelektüel faaliyetleri arasında Kuranın tamamını içermeyen bir tefsir ile bu alanda yeni bir metodoloji sunma iddiası taşıyan Tahrîr fi usûli’tTefsîr adlı iki esere de imza atmıştır. Bu son eserinde Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin (ö. 1762) el Fevzü’l-kebîr adlı kitabına da atıflarda bulunan Ahmed Han Kuranın nasıl anlaşılması gerektiğine dair temel görüşlerini on beş madde hâlinde sıralamıştır. Bunların bir kısmı, mesela Kur’an’ın bütünüyle Allah kelâmı olduğu, her türlü ziyade ve noksandan masun kılın-
70
den olmakla birlikte vahiy ve Kuranın nüzul key-
gu tabiat kanununa (kânun-ı fıtrat) mütealliktir. Ahmet Han’a göre Allah evrene ezelden beri değişmeyen bir fıtrat kanunu koymuştur. Tabiat, âdet dışı hiçbir müdahaleye imkân tanımayan ve tamamen sebep-sonuç dairesinde işleyen kapalı bir sistemdir. Öte yandan Allah’ın biri kavli, diğeri fiilî olmak üzere iki sözü vardır. Tabiat kanunları Allah’ın fiilî sözüdür. O’nun hiçbir sözünde/yasasında tebdil vuku bulmadığına göre Kur’an’da da ezelden beri değişmeyen tabiat kanununa muhalif hiçbir beyan yoktur. Dolayısıyla İslâm ulemasının mucize diye kavramlaştırdığı hâdiselerden söz eden Kur’an pasajları aslında bilindik doğa olaylarına işaret etmektedir. Bizce Ahmed Han’ın on beş maddelik tefsir normunu oluşturan görüşleri arasında yeni sayılabilecek tek görüşü budur. Gerçi o, “Allah’ın 1
Bkz. İsmail Albayrak. Klâsik Modemizmde Kurana Yaklaşımlar, İstanbul 2004. s. 65-66.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kelâmını şairin not defterine dönüştürmek” şek-
sa bağlamında melek ve şeytan gibi varlıkla-
linde nitelendirdiği klasik nesh anlayışına da iti-
rın aslında bir kuvve ve meleke olduklarını söy-
raz etmiştir. Ancak bu itiraz asırlar öncesin-
ler. Cennet, cehennem gibi gaybî âlemle ilgi-
de Mutezilî müfessir Ebû Müslim el-İsfahânî (ö.
li beyanları ise temsil, teşbih ve mecaza hamlet-
322/934) tarafından da etraflı bir şekilde vaz
meyi yeğler. Buna karşılık ahkâm ayetlerindeki
edilmiştir. Tabiat kanununun değişmezliği pren-
içeriğin tüm zamanlarda lafzen ve aynen tatbik
sibine ilişkin görüşlere gelince, Ahmet Han’ın bu
edilebilecek bir keyfiyete sahip olduğu inancın-
konuyla ilgili görüşleri özgün bir hüviyete sa-
dan olsa gerek, ilgili ayetlerin yorumunda, söz-
hip olmaktan öte dönemin Batı dünyasında hü-
gelişi talak, çok eşlilik ve faiz gibi konularda yine
küm süren rasyonalist ve naturalist felsefeden
savunmacı bir üslupla Kur’an ahkâmının çağdaş
mülhemdir. Dolayısıyla Ahmet Han burada yeni
hukuk ve değerler sistemiyle örtüştüğünü ispat-
ya da özgün bir usul vazetmekten ziyade, bir öl-
lamaya çalışır.2
çüde İbni Sina (ö. 428/1067) ve İbni Rüşd (ö. 595/1198) gibi ortaçağ İslâm filozoflarının mucize konusundaki radikal görüşlerini de ihya edici bir yaklaşımla Kuranı rasyonalist ve naturalist
Netice itibariyle Ahmet Han’ın özellikle Allah’ın sözü ile fiili arasındaki çelişmezlik prensibiyle bağlantılı fikirleri, hem gelenekten muazzam
bakış açısıyla okumayı teklif etmektedir.
bir kopuşu ifade eder, hem de kendisine yönelti-
Ahmet Han bu teklifi sunarken Kuranın tabiat
ti geçmişte arayan geleneksel paradigmayı, do-
kanununa, dolayısıyla bilimsel bilgiye ters düşen
layısıyla Sünnî yorum monopollülüğünü epey-
hiçbir beyan içermediği noktasında ısrar eder.
ce sarsmış gözükür. Bu noktada Ahmet Han’ın
Yine bu bağlamda Allah’ın kendi koyduğu kanu-
İslâm tefsir geleneğine katkıda bulunmadığını
nu ihlal etmesi anlamına gelen mucizenin hem
söylemek haksızlık olur. Katkısının sunumunda
imkânını reddeder, hem de faydasız ve anlam-
ne kadar ilkeli davrandığı tartışmaya açık olmak-
sız oluşunun altını çizer. Kur’an’da peygamberle-
la birlikte, gerek kendi döneminde gerekse daha
re atfedilen olağanüstü işlerle ilgili pasajları ge-
sonraki nesiller üzerinde belirgin bir iz bıraktığı
len eleştirilerden anlaşıldığı kadarıyla meşruiye-
leneksel mucize telakkisine uygun şekilde anla-
kuşkusuzdur. Mesela, onun Âdem kıssasına iliş-
yıp yorumlamak yerine Arap dilinin mecaz, tem-
kin izah tarzının esas itibariyle Muhammed Ab-
sil, teşbih gibi zengin imkânları dâhilinde alter-
duh (ö. 1905) ve Muhammed İkbal (ö. 1938)
natif yorumlar üretmenin pekâlâ mümkün olabi-
tarafından da benimsendiğine tanık olunabilir.
leceğini söyler. Bu çerçevede, söz konusu pasaj-
Keza Hz. Musa’nın denizi ikiye yarması, balığın
lardaki irrasyonel anlatıları kimi zaman Arap di-
Hz. Yûnusu yutması, cin, melek, şeytan, cennet
linin imkân ve sınırlarını zorlama pahasına ras-
ve cehennem gibi konularla ilgili izahatına Ömer
yonelleştirmeyi dener. Mesela Hz. Yunus’un bü-
Rıza Doğrul (ö. 1952). Muhammed Esed (ö.
yük bir balık tarafından yutulmasından söz eden
1992) ve Süleyman Ateş’in meal-tefsirlerinde de
ayetle (37/Sâffât 142) ilgili olarak, Kur’an’da bu
rastlanabilir.
manayı doğrulayacak sarih bir ifadenin mevcut olmadığını, ayrıca ilgili ayette “yutma” anlamına gelen ibtele’a fiilinin değil, “ağzıyla yakalamak” manasındaki iltekame fiilinin kullanıldığını söyler. Böylece ayette anlatılan hâdiseyi makul bir çerçeveye oturttuğunu düşünür. Keza Hz. Musa’nın asa darbesiyle denizin ikiye yarılmasından söz eden ayeti (26/Şuarâ, 63) met-cezir olayıyla açıklamayı makul görür. Kuranın bilimle sorunu yoktur fikrini açımlarken oldukça apolojetik bir üslup kullanan Ahmet Han. Âdem-İblis gibi diğer bazı kıssaların tefsirinde ise bir tür mitolojiden arındırma (demitolojizasyon) tekniğine başvurur. Yine anılan kıs-
Hint alt kıtası bağlamında Abdullah Çekrâlevî (ö. 1914) tarafından 1902’de Ehl-ü’z-zikr ve’l-kur’an ismiyle kurumsallaştırılan Ehl-i Kur’an ekolünden de söz etmek gerekir. Esasen Seyyid Ahmet Han, Çırak Ali (ö. 1895) ve Seyyid Emir Ali (ö. 1928) gibi modernistlerce temsil edilen düşüncenin biraz daha tekemmül etmiş biçiminden 2
Seyyid Ahmed Han’ın Kuran ve teisir anlayışı hakkında daha geniş bilgi için bkz Abdülhamit Birışık. Hint Alt Kıtası Düşünce re Tefsir Ekolleri. İstanbul 2001. s. 324-342: Albayrak, Klâsik Modemizmde Kur an a Yaklaşımlar, s. 43-81; Şaban Ali Düzgün, Seyyid Ahmed Han ve Entelektüel Modenizmi. Ankara 1997: a. mlf. “Rasyonalist Düşüncenin Kur’an Yorumuna Etkileri”. II. Kur’an Sempozyumu, Ankara 1996. s. 305-324.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
71
ibaret olan bu ekol, klasik ‘Ulûmü’l-kur’ân ede-
rekse rasyonalist paradigmayla örtüşmeyen bir-
biyatındaki bahisleri Kur’an’ın doğru anlaşılması-
takım beyanlar içermesi birtakım ciddi sıkıntıla-
na engel teşkil ettiği düşüncesinden yola çıkarak
ra yol açmıştır. Bu badireyi aşmak için evvela lü-
bütünüyle yok sayma yoluna gitmiştir. Çağdaş
gatler kurcalanarak bahse konu olan kelimenin
Kur’an İslamcılığı söyleminin en güçlü teorisyen-
Kur’an terminolojisinde karşılığı bulunmayan ve
lerinden oluşan ekolün hareket noktası, ismin-
fakat meşrulaştırılmak istenen görüşe uygun dü-
den de anlaşılacağı gibi, Kur’an’ın her bakımdan
şen sözlük anlamı esas alınmış; kimi zaman da,
şâfî ve kâfî bir kitap olduğu iddiasıdır.
sözgelimi “üç” kelimesinin zikredildiği bir ayet
Bu iddia Müslümanlar için gerekli olan her bilginin nassen veya işâreten Kur’an’da içerildiği, dolayısıyla sair bilgi kaynaklarının zait olduğu fikrini içerir. Nebevi sünneti de ihtiva eden rivayet malzemesinin en başından reddedilmesinin doğal sonucu olarak namaz vakitleri ve rekâtları da dâhil olmak üzere her şey Kur’an’dan istihraç
Özetle, 19. yüzyıl Müslümanlarını çepeçevre kuşatan taahhur badiresini aşma iddiasıyla ortaya çıkan bu ekol, sağlam temellere dayanan bir usûl ve/veya çözüm önerisi sunmak yerine dinin taabbudî yönünü reforme etme ve bazı fıkhî tadilatlar yapma yoluna gitmiştir.4
edilmiştir. Ancak bunu başarabilmek için kimi
Hint alt kıtasındaki çağdaş Kur’an okumalarına
zaman Kur’an metnine tasallut edilerek tahrifle
Muhammed İkbal, Ebü’l-Kelâm Âzâd (ö. 1958),
eşdeğer yorumlar üretilmiştir. Mesela, “Her türlü
Ferâhî (ö. 1930) ve Islâhi (ö. 1997) gibi şahsi-
övgü, gökleri ve yeri yoktan var eden: melekle-
yetler de önemli katkılarda bulunmakla birlikte
ri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a
özellikle Fazlur Rahman İslâm ve Çağdaşlık adlı
mahsustur” mealindeki ayet (35/ Fâtır, 1), “Ey
eserinde önerdiği tefsir usulüyle haklı bir şöhret
gök ve yer ehli! Allah’ın rızasını kazanmak için
kazanmıştır. 1919’da şimdiki Pakistan’da dünya-
beş vakit namazınızda Fatihayı okuyun. O Allah
ya gelen Fazlur Rahman’ın ana projesi, modern
ki sizi, altı rüknü [kıyam, kıraat, rükû vs.] bulu-
zamanlarda Müslüman kalarak çağdaşlaşmanın
nan namaza yöneltmek için melek elçilerini gön
imkânını öngören bir yenilik ve yenileşme tale-
derir
3
şeklinde yorumlanabilmiştir.
Hadis ve rivayet malzemesine rezerv koyma ve mucizenin imkânını reddetme hususunda Sir Ahmet Han’ın izinden giden Ehl-i Kur’an ekolünde, dinî değer ve kavramları 19. yüzyıl Avrupa akılcılığı ve koyu determinist tabiat felsefesinin ve-
bi olarak özetlenebilir. Bu konuda fikri dürüstlük ve ödünsüzlüğü kendisine ilke edinen Fazlur Rahman kendi döneminde yaşayan birçok İslâm modernistini suskunluk, iki yüzlülük, geleneği istismar ve Seküler Batıcılık gibi vasıflarla muttasıf bir ilkesiz yenilikçilikle suçlar.5
rileriyle test eden, böylelikle İslâm dünyasında-
İlkesiz yenilikçilerin Müslümanlar karşısında ıs-
ki çok boyutlu krizi özdeşleşme yoluyla aşmaya
lahatçı, Batı karşısında savunmacı bir tavır ta-
çalışan apolojetik, eklektik ve konformist bir an-
kınmalarının “eklektisizm” neticesi verdiğine de
layış egemen kılınmıştır. Bu arada İslâm dünya-
dikkat çeken Fazlur Rahman, özellikle Kur’an’ın
sındaki inhitat ve inkırazın faturası geleneğe ke-
ahlâkî bir rehberlik belgesi olarak okunması ge-
silmiştir. Daha açıkçası, yaşadıkları dönemde-
rektiğinde ısrar eder. Ahlâkı hukuka mukaddem
ki olumsuzlukların tüm günahı İslâm ilim ve kül-
kılmanın gerekliliğini savunan Fazlur Rahman’ın
tür mirasına yüklendiği için, ibadetler dahi gele-
bizzat kendi ifadesiyle, “Kur’an her şeyden önce
neksel formlarından soyutlanarak yeni bir kalıba
ne bir kanun kitabıdır ve ne de böyle bir amaç
sokulmaya çalışılmıştır.
güder. O kendisini hüden li’n-nas (insanların yol
Sünnet en başından devre dışı bırakıldığı için, sınır tanımayan yorumdan en fazla nasibini alan nass Kur’an olmuş ve bu bağlamda her
göstericisi) diye adlandırır ve insanlardan, koyduğu emirlere göre yaşamalarını ister. Fakat 4
Ehl-i Kuran ekolü hakkında daha geniş bilgi için bkz.
şey Kur’an’da aranmıştır. Ancak Kur’an’ın ge-
Muştala Öztürk, “Tefsir Tarihinde Ehl-i Kuran Ekolü”.
rek kimi konularda mücmel bir kitap olması, ge-
ÇÜÎFD, cilt: 3. sayı: 1, 2003. s- 167-200: İlâhîbahş.
3
el-Kuraniyyun, s. 25 vd.: Birışık, Hind Alt Kıtası, s. 318-395
Hadim Hüseyin İlâhîbahş. el-Kur’aniyyûn, Taif 1989. s. 367-368.
72
akşam namazının farzına delil gösterilebilmiştir.
5
Fazlur Rahman, İslâmi Yenilenme, s. 44-81.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bu emirler umumiyet itibariyle ve esas olarak
de genellikle nassın suskun kaldığı alanlarda iş-
hukukî olmayıp ahlâkîdirler.”6 Bu itibarla, mü-
letilmiştir. Fazlur Rahman ise “kural içeren bir
fessirler ve fakihlerin Kur’an’daki muayyen emir
nassın veya geçmişteki emsal bir durumun ma-
ve yasakları son derece dikkate alıp kutsal ki-
nasını anlama ve o kuralı öyle bir şekilde teş-
tabın ahlâkî ilkelerine oldukça az önem verme-
mil, tahsis ya da aksi halde tadil ederek değiş-
leri ve bu ahlâkî ilkeleri emirden ziyade öğüt ya
tirme çabası”10 olarak tanımladığı içtihadı nassın
da tavsiye olarak telakki etmeleri esef verici bir
konuştuğu yerlerde de işletmeyi önerir. Çünkü
hatadır.7
ona göre naslarda bahsi geçmeyen yeni durum
Burada sözü edilen hata, formalizm ve literalizmdir. Kur’an’daki şer’î ahkâmın asırlar öncesindeki verili bir duruma cevap olarak vahyedildiği düşüncesinden hareketle, bugün aynen tatbik edilmesinin işe yarar bir sonuç vermeyeceğine inanan Fazlur Rahman lafzın ardındaki mak-
ve sorunların zuhur etmesi bir tarafa, Kur’an ve Sünnet ilgilendikleri her konuda son adımı atmış değildir. Bu yüzden, Kur’an ve Sünnet’in adımlarını Müslümanların atacakları yeni adımların izlemesi, yani “yaşayan sünnet”in etkin kılınması gerekir.11
sadı kavramanın peşindedir. Bunun için de iki
Netice itibariyle, son dönem Kur’an okumaların-
etaplı bir yöntem önerir. Kur’an’ı anlama ve yo-
da en ciddi yöntem teklifi Fazlur Rahman’a ait-
rumlamanın birbirini izleyen iki ayrı süreç ol-
tir. Nitekim Kur’an’ı anlama ve yorumlama ko-
duğu fikrini içeren bu yöntem, hem Kur’an’daki
nusuyla ilgili güncel tartışmaların merkezinde de
mesajın keyfî anlam belirlemelerinin tasallutun-
hâlen onun iki etaplı anlama modeli yer almak-
dan korunmasını, hem de farklı tarihsel durum-
tadır. Kuşkusuz bu modelin yorumlama ve tat-
lara taşınabilir nitelikteki aslî mesajın kavrana-
bik sürecini içeren ikinci etabında ulaşılacak so-
bilmesini hedefler.8
nuçların nesnellik oranı tartışılabilir; ancak Faz-
Şöyle ki, ilk etapta bugünden Kur’an’ın vahyedildiği döneme gidilerek her ayet kendi tarihselliği içinde anlaşılır. Böylece ayetlerdeki tikel hüküm ve buyruktan vahyin tümel ilke, değer ve hedefleri de çıkarsanır. Bu anlama sürecidir. İkinci etapta ise nüzul döneminden modern zamana avdet edilerek Kur’an’ın temel gaye ve ide-
lur Rahmanın, “durum her ne olursa olsun, benim içtenlikle inandığım şey, biz Müslümanların, Kur’an’ın görüş ve gayelerini tarihin enkazı altından yeniden canlandırmayı kendimize ve tüm dünyaya borçlu olduğumuzdur”12 diyen samimi ve sancılı bir Müslüman olduğu asla unutulmamalıdır.
alleri doğrultusunda “şimdi’nin soru ve sorunla-
Fazlur Rahman’ın ahlâk ve maksadı hukuk ve
rına cevap üretilir. Bu da yorumlama ve tatbik
lafza önceleyen Kur’an telakkisi 1982’de Müslü-
sürecidir. Fazlur Rahman, bu ikinci etabın, yani
manlığını ilan eden Roger Garaudy tarafından da
Kur’an’daki temel hedef ve maksatların bugün-
aynen benimsenmiştir. Tıpkı Fazlur Rahman gibi
kü tikel problemlere nasıl tatbik edileceğine iliş-
Kur’an’ın bir ahlâk rehberi olduğunu birçok defa
kin yorumların öznellik riskine açık olduğunu ka-
tekrar eden Garaudy 13 ilâhî mesaja hayatiyet
bul etmekle birlikte anlama sürecinde nesnelli-
kazandırmanın ancak aşk -ki buna takva ahlâkı
ğin imkânına inanır.
da denilebilir- ve ictihad yoluyla mümkün oldu-
9
Fazlur Rahman’ın önerdiği bu yöntem aslında içtihadın işlerlik alanını maksimize etmeyi hedeflemektedir. Zira içtihad İslâm hukuk tarihin6
Fazlur Rahman. Allah’ın Elçisi ve Mesajı Makaleleri, çev.
7
Fazlur Rahman. Allah’ın Elçisi ve Mesajı, s. 55. Daha
Adil Çiftçi. Ankara 1997. s. 1 10.
ğuna inanır. Bu bağlamda dinî veya siyasî bir anlayışı, geçmiş dönemlerde sahip olduğu kültürel ve kurumsal kalıpla özdeşleştirmek suretiyle mutlak doğruya malik olduğuna inanmak ve bunun kabullenilmesini dayatmak şeklinde tanım10
Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, s. 77.
11
Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, s. 121-124.
geniş bilgi ve değerlendirme için bkz. Çiftçi. Fazlur
12
Fazlur Rahman, İslâmî Yenilenme, s. 12.
Rahman, s. 225-249.
13
Roger Garaudy, Entegrizm, çev. K. Bilgin Çileçöp,
8
Ömer Özsoy. Kur’an ve Tarihsellık Yazıları, Ankara 2004.
İstanbul 1995, s. 93-94; a. mlf. Yaşayan İslâm. çev.
s. 122.
Mehmet Bayrakdar, İstanbul 1995. s. 72; a. mlf., İslâm
9
Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, çev. Alpaslan
ve İnsanlığın Geleceği, çev. Cemal Aydın, İstanbul
Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu. Ankara 1990, s. 72-82.
1995, s. 72.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
73
ladığı entegrizmin çağdaş İslâm dünyasında çok
Hâlbuki Kur’an’daki aksiyolojik sistem belirlen-
ciddi bir sorun olduğuna dikkat çeker.14
diğinde Allah’ın bizden ne istediği doğru biçim-
Kur’an’daki hükümlerin ne maksatla vaz edildiğini belirlemenin imkânı konusunda da Fazlur Rahman gibi düşünen Garaudy Müslümanlara şunu sorar: “Köleliğin hüküm sürdüğü bir toplum içinde efendinin hak ve görevlerini açıklayan metinlerin lafzî uygulaması için ne yapmalı? Bunu mümkün kılmak için köleliği geri mi getir meliyiz? Sonra efendinin kölesini, ‘savaş esirlerini’ cariyesi olmaya zorlamasını kabul mü etmeliyiz? (33/52; 4/25). Allah’a hoş görünmek için yol’ bu mu? Yoksa peygamberin en yamanlarıyla mücadele ettiği, [ama kendi] zamanında hepsini ortadan kaldıramadığı İslâm öncesi âdetlerini yaşatmak mı?”15
de anlaşılacaktır. Keza, bu sayede vahyin ruhunu kavramamız ve irademizi onun rehberliğine teslim etmemiz mümkün olacaktır. Yine bu sayede Kur’an ve Sünnetteki talimatların zahirine koşullanmaksızın daha üstün ve ideal değerleri kavrama imkânımız olacaktır. Dolayısıyla -tıpkı Hz. Ömer gibi-Kur’an ve Sünnetin zahirine ters düşme durumunda ulaştığımız sonucun yine de Allah ve elçisinin istediği sonuç olduğu hususunda kendimizden emin olacağız. Sözgelişi, Allah suçu sübut bulmuş hırsızın elinin kesilmesini emretmiştir (5/Mâide 38). Bu ayetin zahirinde gözetilen değerler, suçluluk hissettirmek suretiyle vicdanı temizleme, örnek vererek eğitme ve nihayet suçun cezasını vermektir. Ancak bu üç de-
Sonuçta “Allah’a hoş gelen hayat”, der Garaudy, ne şekilcilikte ne de merasimciliktedir. Kısaca, Kur’an her şeyden önce dinî-ahlâkî bir mesajdır ve temel hedefi de iman, ihsan, takva, sıdk, merhamet gibi hasletlere sahip bir ahlâk insanını inşa etmektir. Dolayısıyla Kurana sadakat, hırsızın elini kesmek veya kadına erkeğin miras pa-
ğer aynı düzeyde değildir. Daha açıkçası, suçun cezasını verme amacı güden ve fakat diğer iki değeri göz ardı eden bir el kesme cezası zorunlu bir emir olarak görülemez. Bunun da ötesinde bu üç değer, daha üstteki sosyal adalet ve ümmetin selameti gibi değerlere göre birer araç mesabesindedir.17
yının yarısını vermekten öte hayatın her ânını Allah’ın murakabe ettiği bilinciyle yaşamaktır.16 Burada sırası gelmişken Filistin asıllı İsmail Râcî Fârûki’nin (ö. 1986) Kur’an aksiyolojisine iliş-
19. yüzyılın son çeyreğinde Kur’an’ın hidayet ve
kin görüşlerinden de kısaca söz etmek gerekir.
kudretini tecdit yoluyla hayata aktarmayı amaç-
Türkiye’de daha çok bilginin İslâmîleştirilmesi
layan İslâmî akımlar arasına Mısır’dan başka bir
teziyle tanınan Fârûki’ye göre de Kur’an esas
hareket daha katıldı. Cemâleddîn Afgânî’nin (ö.
itibariyle ahlâkî bir mesajdır. Kur’an metninde
1897) çabalarıyla varlık kazanıp Muhammed Ab-
ahlâkî değer içermeyen konulardan söz edilme-
duh (ö. 1905) ve Reşide Rızanın (ö. 1935) çok
si, aslında dinî-ahlâkî bir ilkenin beyanına ilişkin
ciddi katkılarıyla gelişen bu hareket çağdaş dö-
tarihsel bir örnektir. Bugün Müslümanlara dü-
nem Kur’an yorumlarına farklı bir boyut kat-
şen görev. Kur’an’ın değer öğretisini (aksiyolo-
tı. Tefsir tarihi kitaplarında “içtimâi tefsir ekolü”
ji) sistematik bir şekilde ortaya koymaktır. Yani
olarak anılan bu hareketin en meşhur ismi Mu-
Kur’an’daki hangi değerlerin araçsal hangileri-
hammed Abduh’tur. İslâm’ın temel meseleleri-
nin amaçsal olduğunu belirlemek ve bu değer-
ni sosyal reformcu bir kimlikle okumaya çalışan
lerin hiyerarşik yapısını düzenlemektir. Aksi hal-
ve bu çerçevede fikrî tecdit ile iyi yetişmiş insan
de araçsal değeri amaçsal olarak görmek, diğer
unsuruna dayanan bir Rönesans idealinin pe-
bir deyişle, ilâhî buyrukların tümünü sırf Kur’an
şinde koşan Abduh’a göre İslâm alemindeki çok
metninde yer aldığı için deontolojik olarak eşit
boyutlu inhitat-inkıraz badiresini aşmak için dinî
addetmek bizi çok yanlış sonuçlara götürecektir.
tefekkürde yenilik şarttır. Bu projenin başarıya
14
Garaudy, Entegrizm. s. 9-10.
15
Garaudy, Entegrizm. s. 99.
16
74
Mısır: Menar Ekolü ve Islah-Tecdit Çağrısı
Garaudy. Entegrizm, s. 99-100, 103-104; a. mlf., İslâm
ulaşabilmesinin en temel koşulu ise İslâm’ı mez17
Daha geniş bilgi için bkz. İsmail Râcî el-Fâruki,
ve İnsanlığın Geleceği, s. 29. 47, a. mlf., İslâm ve
“Kur’an’ın Yorumunda Yeni Bir Metodolojiye Doğru”,
İnsanlığın Geleceği, s. 29; a. mlf., Yaşayanlara Çağrı. s.
İslâmî Araştırmalar, cilt: 7. sayı: 3-4 (1994), s. 305-
230-231.
313.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
hebi ihtilaflardan önceki saf hâline avdet ettir-
rüne yönelik en sert eleştirilerinden biri de
mektir. Bunun yanı sıra taklidi reddetmek, nas-
İsrâiliyyât’la ilgilidir. İsrâilî nitelikli rivayet mal-
sı anlamada aklı işlevsel kılmak ve çağdaş bilim-
zemesi Kur’an’ın sağlıklı biçimde anlaşılmasına
lerden faydalanmak da başarının önemli koşulla-
engel teşkil ettiği için kesinlikle itimada şayan
rı olarak görülmelidir.
olamaz ve hiçbir şekilde delil gösterilemez. Nitekim Reşit Rıza İsrâiliyyât’ı reddetmekle kalma-
İslâmî Rönesans giden yoldaki ilk uğrak Kur’an’dır. Bu yüzden Kur’an’ın yeni bir bakış açısıyla yorumlanması elzemdir. Yorum faaliyetindeki temel prensip Kur’an’ın vahyediliş maksadını gözetmek, yani ilâhî hitabın varlık sebebinin, insanları doğru yola eriştirme hedefinden başka bir şey olmadığını asla unutmamaktır.18 Dolayısıyla Kur’an’ı anlayıp yorumlamayı, klasik
mış, bu konuda kaynak gösterilen Yahudi asıllı Ka’b el-Ahbâr’ı (ö. 32/652-653) İslâm inancını tahrif teşebbüsüyle itham etmiştir. Bu bağlamda geleneksel olarak sahih addedilen Deccal, kıyamet ve Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili rivayetleri İsrâiliyyât kategorisinde değerlendirmesi eleştiri konusu olmuştur.21
tefsirlerde âdet olduğu üzere metin çözümleme
Klasik tefsirleri kimi zaman çok ağır bir dil-
faaliyetine indirgememek gerekir. Ayrıca sıhha-
le tenkit eden Abduh ve Reşit Rıza, Kur’an’ı
ti sübut bulmamış rivayet malzemesine de itibar
Kur’an’la tefsir etmenin en güzel yöntem olduğu
edilmemelidir. Bilakis Kur’an öncelikle Kur’an’la
kanaatindedir.22 Bu konuda İbni Teymiyye’nin (ö.
yorumlanmak ve bu süreçte akıl da olabildiğince
728/1328) izinden giden Menâr ekolü, bilhassa
etkin kılınmalıdır. Kur’an’ı tefsir etmekteki gaye,
Abduh’un akla atfettiği rol itibariyle Mu’tezile’yi
iman ve güzel ahlâkla donanmış insanların te-
anımsatır. Abduh’un “furkan” payesi verdiği ak-
şekkülüne katkı sağlamaktır. Bu itibarla tef-
lın fonksiyonu en belirgin şekilde kıssaların yo-
sir akademik bir faaliyet değil Allah’ın insan-
rumunda kendini gösterir. Bu bağlamda Ab-
dan beklentilerine cevap vermenin aracıdır. Do-
duh mucizenin imkânını reddetmemekle birlikte
layısıyla müfessirin aslî görevi de Kur’an’ın ger-
Kur’an’da aklın verileriyle bağdaşmaz gözüken
çek nüzul sebebi olan hidayet misyonuna işlerlik
ifadeleri mecaz, temsil gibi yorum enstrüman-
kazandırmaktır.
larıyla minimize etmeye çalışır. Âdem’in cennet-
19
Abduh ve Reşide Rızaya göre klasik tefsirler detaylı gramer izahları, belagat ve edebî sanatlarla ilgili nükteler, kelâmî problemlerle ilgili bahisler, usulcülerin istinbatları, mukallit fıkıhçıların hü-
teki yaşamı, yasak ağaca yaklaşması ve cennetten kovulmasını ise insan hayatındaki çocukluk, gençlik ve olgunluk çağlarına işaret sayarak ilgili kıssayı bir tür demitolojize eder.23
küm ve fetvalarıyla meşbudur. Bu malumat yı-
Abduh’un akla atfettiği önem, bir bakıma gele-
ğını Kur’an’ın Müslüman gözüyle okunup anla-
neksel ictihad kurumundan hak talebidir. Nite-
şılmasına katkı sağlamak şöyle dursun, Allah’ın
kim o Mısır genel müftüsü iken bazı cesur fetva-
hedef gösterdiği dinî-ahlâkî faziletlerle donan-
lar vermiş ve bu yüzden faizi helal saymak gibi
mak isteyen insanlar için birer maniadır (savârif-
tenkitlere maruz kalmıştır.24 Ancak Menâr tefsi-
şevâgıl). Kuşkusuz Kur’an’ı doğru anlamak için
rine baktığımızda, ahkâm ayetlerinin savunma-
Arap dili başta olmak üzere usûl, rivayet ve sair
cı bir anlayışla yorumlandığı görülür. Daha açık-
bilgilerden de istifade etmek gereklidir. Ancak
çası, çok eşlilik, kadının şahitliği ve kocası tara-
bu tür bilgileri lüzumu hâlinde ölçülü bir şekil-
fından dövülmesi gibi konulardan söz eden ayet-
de kullanmak, yani klasik tefsirlerdeki gibi ara-
ler, ustalıklı tevillerle çağdaş değerler sistemine
cı amaca dönüştürmemek ve bilhassa Arap dilin-
uyarlanmaya çalışılır. Bir koltuğa iki karpuz sığ-
deki gramer kurallarını Kur’an nazmını denetle-
dırmak diye de ifade edebileceğimiz bu durum,
yen bir merci hâline getirmemek gerekir.
yani hem Kur’an’a mutlak değer atfetmek hem
20
Abduh ve Reşit Rızâ’nın klasik tefsir literatü-
21
Mesela bkz. Hasîb es-Sâmerraî. Reşit Rızâ el-Müfessir. Bağdat 1976. s. 327-359.
Muhammed Abduh-Reşid Rıza. Tefsiru’l-menâr. Beyrut
22
Abduh-Rıza, Tefsiru’l-menâr. I. 34.
1999. I. 25.
23
Abduh-Rıza, Tefsiru’l-menâr. I. 282-283.
19
Abduh-Rıza, Tefsiru’l-menâr, I. 25-26.
24
20
Abduh-Rıza, Tefsiru’l-menâr. I. 46-47: III. 48: IV. 392.
18
Bkz. Hayreddin Karaman. Gerçek İslâm’da Birlik. İstanbul trz., s. 90-93.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
75
de insanlığın bugün ulaştığı seviyeyi terakki ad-
en güzel yöntemidir. Çünkü bu sayede okuyucu
detmek ister istemez savunmacı bir üslubu do-
hem Kur’an’ın nüzul merhalelerini daha açık ve
ğurmaktadır. Bu üslup aynı zamanda Kur’an’ın
net biçimde izleyecek, hem de Hz. Peygamberin
her yönüyle tarih üstü bir nitelik taşıdığı inan-
siretine vukufiyet kesbedecek ve böylece vah-
cından kaynaklanmaktadır. Zira Abduh ve Reşit
yin nazil olduğu atmosfere girip Kur’an mesajıy-
Rıza Kur’an’daki tüm buyrukların tarih-üstü ge-
la duygudaşlık tesis edecektir.26
çerliliğine inanır ve buna bağlı olarak, “Kur’an’da miadı dolmuş hiçbir buyruk yoktur. Bilakis her ayetin her zaman ve zeminde söyleyecek bir sözü vardır.” fikrini hararetle savunur. Kur’an’ı vücut bulduğu tarihsel vasattan koparmak suretiyle onu her insanın kendi tarihselliği içinde okumasını salık veren bu tarih-üstülük düşüncesi, Muhammed Esed’in meal-tefsirine damgasını vuran anakronik zihniyeti de epeyce şekillendirmiş gözükmektedir.25
nüzul sıralaması oldukça kabataslaktır. Fakat ortaya konan ürün İslâm tefsir tarihinde bir ilk olması hasebiyle takdire şayandır. Ayrıca müellifin bazı ayet ve surelerin Mekkî ve Medenî oluşuyla ilgili tespit ve değerlendirmeleri de son derece dikkate değer niteliktedir. Yine onun Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı adlı eseri Kur’an’ı kendi tarihinde okuma çabasının çok değerli bir ürünü olarak telakki edilmelidir.
Sonuç olarak, Abduh ve Reşit Rıza, klasik tefsir anlayışına çok sert tenkitler yöneltmiş olsalar da bu ikilinin ortak ürünü olan Menâr tefsiri, içerdiği bilgi malzemesi itibariyle geleneksel formattan çok farklı değildir. Belki en belirgin farklılık, bilhassa Abduh’un tefsir anlayışında aklın olabildiğince işlevsel kılınmasıdır. Öte yandan Menâr’ın mukaddimesinde en güzel tefsir yöntemi olarak kaydedilen Kur’an’ı Kur’an’la açıklama formülü de aslında adı var kendi yok hükmündedir. Çünkü hangi ayetin hangi ayetle açıklandığı, çok kere müfessirin dirayetine bağlı bir husustur. Kur’an’daki tüm beyanlara tarih-üstü değer atfedilmesine gelince, bu anlayışın apolojetik ve anakronik yaklaşımı zorunlu kılması gibi ciddi sorunları vardır. Bütün bunlara rağmen Menâr tefsiri, son dönem Kur’an araştırmalarına sağladığı katkı ile çok değerli bir eser hüviyetindedir ve hâlen de birçok Kur’an araştırmacısına rehberlik etmektedir.
Seyyid Kutub ve Radikalizme Davet Afgânî ve Abduh’un reform (ıslahat) çağrısı özellikle bu ikilinin yollan ayrıldıktan sonra siyasal bir harekete dönüşmemiştir. Ancak Reşit Rıza hocası Abduh’un çizgisinden ayrılarak Vehhâbîliğe sıcak bakabilecek kadar Selefî-Hanbelî bir eğilimi benimsemiş ve bu neo-selefî eğilim Mısır’daki Müslüman Kardeşler (İhvân-ı Müslimin) Teşkilatı’nın oluşumuna da zemin hazırlamıştır. Diğer taraftan Mısır’da Hasan el-Bennâ’nın (ö. 1949) 1928’de temellerini attığı İhvan-ı Müslimîn Teşkilatı ile Mevdûdî’nin 1941’de İslâmî nizamı tesis idealiyle Pakistan’da kurduğu Cemaat-i İslâmî son dönem Kur’an okumalarına farklı bir boyut kazandırmıştır. Bu iki hareket birbirinden bağımsız olarak ortaya çıktığı halde ayrı iklimlerde hemen hemen aynı görüşleri savunmuştur. Radikal-Siyasal İslamcılık namıyla tarihe geçen bu hareketin mümes-
Abduh ve Reşit Rıza’nın “her mümin Kur’an’ı kendisine vahyedilmiş gibi okumalıdır” önerisine mukabil Filistinli alim M. İzzet Derveze (ö. 1984) Kur’an’ı kendi tarihiyle ilintili biçimde okuma teklifinde bulunmuş ve bu teklifini nüzul sırasına göre düzenlediği et-Tefsir-ul hadîs adlı eseriyle somutlaştırmıştır. Tefsirin müsveddelerini Türkiye’de zorunlu ikamete mahkum edildiği yıllarda (19411945) yazan Derveze’ye göre nüzul sırasına göre tefsir Kur’an’ı doğru anlamanın 25
Kabul etmek gerekir ki Derveze’nin tefsirindeki
Bkz. Muhammed Esed. Kur’an Mesajı, çev. Cahit
sillerine göre Müslüman olan ile İslâmî olan arasında çok esaslı bir fark vardır. Buna göre bir toplumu oluşturan bireylerin Müslüman kimliği taşımaları o toplumun İslâmî olduğu anlamına gelmez. Toplum ancak temeli ve yapısı itibariyle İslâmî olabilir. Şu anki dünyada hiçbir İslâmî toplum yoktur. Bu yüzden, İslâm dünyasında hüküm süren yozlaşmış devlet modellerine karşı isyan bayrağı açılmalı, egemenler aforoz (tekfir) edilmelidir.27 26
Koytak-Ahmet Ertürk, İstanbul 1996. xxvi-xxvn |Müellifin önsözü].
76
M. İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis. çev. Şaban Karataş ve dğr.. İstanbul 1997. I. 4
27
Olivier Roy. Siyasal İslâmın İflası, çev. Cüneyt Akalın,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İslâm’ın modernleşme ya da çağa ayak uydur-
ku değildir! Aksine, İslâm hukukunu ortaya çı-
maya ihtiyaç duymayan kâmil bir sistem oldu-
karıp geliştiren İslâm toplumunun, İslâmî bir ya-
ğuna inanan bu siyasal-radikal anlayış, Batı kar-
şamın ihtiyaçları karşısında benimsemiş olduğu
şısında uzlaşmacı veya savunmacı bir tavır ta-
gerçekçi tavırlardır.”29
kınmamış, aksine İslâm ve Batı arasında sürekli bir tenazur oluşturmaya çalışmıştır. Bununla birlikte, Batılı siyaset teorilerinden ödünç aldığı kavramsal bir ana-kalıbı, modern siyasal bir kontekstte cahiliye, tağut, tevhid, şura, hizip, mustaz’af, mele’, mütref vb. Kur’ânî terimlere uyarlamak ve bu suretle Kur’an metnini siyasal egemenlik, seçim, meclis, yasa, anayasa, siyasal parti, kapitalizm, emperyalizm, sınıfsız toplum, demokrasi, burjuvazi, insan hakları gibi modem kavramların tartışıldığı bir platforma dö-
Kutub’a göre İslâm hukukuna ait hükümlerin dinamik yapısını kavrayabilmek için bu gerçeği göz önünde bulundurmak gerekir. Ne var ki bazı kimselerin nassları ve kayda geçmiş hükümleri değerlendirirken, vahyin indiği ve hükümlerin doğduğu koşulları göz önüne almadıkları, ayetlerin bir karşılık, bir çözüm olarak indiği, hükümlerin biçimlendiği, bir yanıt olarak yaşama geçirildiği ortam ve durumun niteliğini özümseyemedikleri anlaşılıyor. Bu sebeple de
nüştürmekte de beis görmemiştir.28
Kur’an hükümleri adeta boşlukta doğmuşçasma
Siyasal İslamcılığın Kur’an okumalarında vah-
çalışılıyor.30
yin gayr-i İslâmî toplumlardaki sorunlara ilişkin hiçbir çözüm önermediği düşüncesi merkezî bir önemi haizdir. İstikbaldeki müphem bir zamana ertelenmiş İslâmî nizam idealinin beslediği bu düşünceyi, Mısır’daki mücadelesini Müslüman Kardeşler Teşkilatından daha radikal bir kulvarda sürdüren ve bu yüzden 1966’da Cemal Abdünnâsır (ö. 1970) tarafından idam edilen Şehit Seyyid Kutub’un “yirminci yüzyıl câhiliyesi”, “câhili ve tâğûtî rejimler”, “sahte rabler” gibi tabirlerden mürekkep birçok sloganik ifade içeren Fi Zilâli’l-Kur’ân adlı tefsirinde görmek mümkündür. Örneğin Seyyid Kutub. Hz. Yusuf un Mısır’da göreve talip olduğundan söz eden ayet münasebetiyle (12/Yusuf 55). “Devlet yö netiminden görev talep etmek sakıncalı bir durum değil mi?” şeklinde bir soru sorar ve bu soruya, “Peygamberlerin şeriatları farklıdır” diye kestirme bir cevap verdikten sonra şunları söyler: “İslâm hukuku, hayali ya da salt kurgusal bazda yaşanıp kavranmış olmadığı gibi, hayali ya da salt kurgusal bazda doğmuş da değildir! Tam tersine Müslüman bir toplumda ve de bu toplumun reel bir İslâmî yaşamın gereksinimleri karşısında takındıkları tavırlar sonucunda doğmuştur! İslâm toplumunu doğuran İslâm hukuİstanbul 1994. s. 61. 28
Roy. Siyasal İslâmın İflası, s. 61-62. Söz konusu
ve boşlukta yaşanabilirmişçesine uygulanmaya
Doğrusu bu fikirler heyecan vericidir. Çünkü Kutub burada Kur’an’ın “şimdi’ye dair ne söylediğini doğru anlamak için nüzul dönemindeki olgusal durumu bilmek gerektiğine işaret etmektedir. Ancak kadınların dövülmesinden söz eden ayeti güçlü-kuvvetli erkeklerin hâkimiyeti altında yaşamak ve koca dayağı yemekten zevk alan kadınların ihtiyacını karşıladığını söyleyecek kadar da vahyin nüzul ortamına bigâne kalabilen Kutub’un
31
bu işareti, Kur’ânî hükümlerin vahiy
ortamındaki illetlerini kavramak ve bu kavrayışla birlikte güncel problemlere çözüm bulmak gibi bir hedef göstermemektedir. Çünkü o, söz konusu hükümlerin tıpkı Medine’deki gibi bir İslâm toplumunda uygulanabileceğine, dolayısıyla bugüne dair hiçbir şey söylemediğine inanmaktadır. Kutub’a göre çağdaş toplum cahiliye toplumu olduğu için Müslüman araştırmacıların faiz, sigorta, nüfus planlaması gibi sorunlarla uğraşmaları ve bu sorunlara ilişkin fetva istemlerine cevap yetiştirmeye çalışmaları hem komik hem de abesle iştigaldir. Bugün yapılması gereken iş, mevcut toplumun problemlerine Kur’an ve Sünnetten cevaplar üretmek değil, bu iki kurucu metindeki hükümlerin tam anlamıyla uygulanabileceği toplumu inşa etmektir.32
uyarlamaya örnek metinler olarak bkz. Seyyid Kutup. İslâm’da Sosyal Adalet, çev. M. Beşir Eryarsoy, İstanbul
29
Kutub. Fi Zilâli’lKıır’an. VI. 279.
1986; a. mlf.. İslâm-Kapitalizm Çatışması, çev. Y. Nuri
30
Kutub. Fi Zilâli’lKıır’an, VI. 279.
Öztürk, İstabul 1985; a. mlf., İslâm ve Emperyalizm,
31
Kutub. Fi Zilâli’lKıır’an. II. 464.
çev. Ramazan Nazlı. İstanbul 1983.
32
Kutub. Fi Zilâli’l Kur’an. VI. 285.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
77
Kendisini tarihte yaşanmış muayyen bir zamanın
kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek elbet-
aynen tekrarına adamış gözüken Kutub bu ideal
te câhiliyedir; ama “Hür insan zina eder mi?” di-
toplum oluştuğunda her şeyin büsbütün değişe-
yen, mazlumun âhına kulak verip Hılfu’l-fudûl’ü
ceğinden çok emindir. Bu millet-i mev’ûde’nin ne
tesis eden de aynı câhiliyedir. Keza abdest, na-
zaman teşekkül edeceği bilinmese de günü ge-
maz, gusül, zekât, hac, oruç, kurban gibi dinî
lince bu özel toplum cahiliye karşısındaki varoluş
vecibelerin tümünden haberdar olan, zina ve
ve duruşunu tahkim ettikten sonra bankalara,
hırsızlık gibi suçlara müeyyide uygulayan da
sigorta şirketlerine, nüfus planlamasına ihtiyaç
yine aynı câhiliyedir.,34
duyulabilir de duyulmayabilir de. Şimdiki toplum gayr-i meşru olduğu için cahiliye oluşundan kay-
Diğer taraftan Allah Kur’an’da “cahiliye” olarak
naklanan ihtiyaçlarını dikkate almak gerekmez.33
andığı bu kültürü yok saymak şöyle dursun, bir-
Kuşkusuz her müfessir yaşadığı çağın ve çevre-
çuna terettüp eden el kesme cezasını cahili-
nin çocuğudur. Dolayısıyla Kutub’un bu düşün-
ye devrine ait bir uygulama olduğu gerekçesiyle
celeri İslâmî taleplerde bulunan Müslümanlara
ilga etmemiştir. Dahası Kur’an, zannedildiği gibi
“had bildiren” bir siyasi iradenin hüküm sürdü-
bir hukuk devrimi değil, ıslahat gerçekleştirmiş-
ğü zamanlarda vücut bulmuş olması hasebiy-
tir. Zira Kur’an’ın cahiliye dönemine ait uygula-
le kendi bağlamında anlamlıdır. Ancak bu du-
maları ilga etmesine örnek olarak ancak nikâh-ı
rum Kutub’un büyük toplumsal ütopyaların çiz-
makt, nikâhı şiğar, fuhuş, içki ve kumar gibi bir-
gisiyle kesişen bir düşünceyi seslendirdiği gerçe-
kaç husus sayılabilirken ibkâ, ıslah ve ikmal et-
ğini değiştirmez. Çünkü Kutub İslâm’ın en mü-
tiği uygulamalara dair yüzlerce örnek zikredile-
kemmel hayat nizamı olduğuna inanmakta ve bu
bilir. Hülasa Kur’an, iyiyi “cahili iyi” sayıp ilga et-
ideal nizamın tahakkukunu bilinmeyen bir zama-
mek yerine, bunu iman ve ubudiyet köprüsüyle
na, daha doğrusu hayale bırakmaktadır. Kaldı ki
müteâl olana bağlamış ve böylece dinî-ahlâkî bir
onun sözünü ettiği nizamı temsil eden bir top-
boyut kazandırmıştır.35
lumun gerçeklik imkânı da tartışma konusudur. Zira Kur’an’ın bir hayat nizamı olarak tatbik edilmesinin sosyal vetiresi olarak İslâm tarihi ne yazık ki bu hayale gölge düşürmekte ve hatta asr-ı saadet diye nitelendirilen dönem bile Kutub’un hayalini kurduğu bir toplumsal yapının gerçeklik imkânına cevaz vermemektedir. Netice itibariyle Kutub’un ütopik bir toplum modelini öngören düşüncelerine göre Kur’an bugünkü Müslümanların pratik sorunlarına cevap teşkil edecek hiçbir beyan içermemektedir. Çünkü Kur’an cahili sistemin sorunlarını çözmek zorunda değildir. Acaba gerçekten öyle midir? İşte tam bu noktada, “Allah’ın vahiy aracılığıyla ber taraf etmeye çalıştığı şirk, fuhuş, riba vb. sorunlardan hangisini Hz. Peygamber üretmişti?!” diye sormak gerekir. Buna bir de “katıksız bir cahili toplum var mıdır?” sorusu eklenmelidir.
çok konuda ibkâ etmiştir. Sözgelişi, hırsızlık su-
Bilimselci Tefsir Apolojizmi Hindistan ve bilhassa Mısır merkezli çağdaş Kur’an okumalarında dikkati çeken bir başka hususiyet de bilimselcilik, yani Kur’an’ın modern bilimleri öncelediği varsayımını tanıtlama çabasıdır. Sir Ahmet Han ve takipçilerinin mucizeyi inkar düşüncesi bağlamında ürettikleri yorumlardan bir kısmı bilimsel tefsir hüviyetinde olmakla birlikte36 Kur’an’ı bilimselci nazarla okumanın literatür düzeyindeki ilk mahsulleri Mısır’da ortaya çıkmıştır. Bu alandaki ilk eser, asıl mesleği hekimlik olan Muhammed b. Ahmet el-İskenderânî’nin (ö. 1889) Keşfu’lesrâri’n-nûrâniyyeti’l-kur’âniyye’sidir. Taş kömürünün oluşumuna dair bir girişle başlayan bu ilginç tefsiri Abdurrahman el-Kevâkibî’nin 34
Kaynaklardaki bilgilere bakıldığında, İslâm öncesi cahili Arap kültürünün dahi zannedildiği
1994. I. 457 vd. 35
gibi büsbütün bir rezîletten ibaret olmadığı görülür. Puta tapmak, içkinin küpüne girmek, fuhşu sektör hâline getirmek, lokal düzeyde de olsa 33
78
Kutub, Fizilalil Kuran. VI. 285
Geniş bilgi için bkz. Şah Veliyyullah Dihlevi, Hüccetullâhi’l-Bâliğa. çev. Mehmet Erdoğan, İstanbul Mehmet Erdoğan, “Kur’an Vahyinin Nüzul Dönemi Olgusallığıyla İlişkisinin Fıkhî Yorumu”, İslâmiyât V// (2004). sayı: 1. s. 66-68.
36
Bkz. J.M.S. Baljon, Kur’an’ın Yorumunda Çağdaş Yönelimler, çev. Şaban Ali Düzgün, Ankara 1994. s. 113-124.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
(ö. 1902) Tabâiu’l-istibdâd ve mesâiru’l-isti’bâd
kendisi Kur’an’daki muhtelif ayetlerin yer çekimi
adlı eseri takip eder. Yine bu tarihlerde Muham-
kanunu (13/Ra’d, 2), taş kömürü (87/A’lâ, 4-5),
med Abduh’un, 105/Fîl 3. ayetteki tayran eba-
elektrik (36/Yâsîn, 80), vapur (11/Hûd, 40), lo-
bil (sürü sürü kuşlar) ibaresine “mikroplar”
komotif, otomobil, bisiklet ve diğer otomatik
(cerasím) gibi bir manâ takdir ettiği görülür.
âletlere (27/Nemi, 82) delâlet keyfiyetlerinden
20. yüzyılın ilk çeyreğine gelindiğinde Tantavî
söz eder.43
37
Cevheri (ö. 1940) el-Cevahir adlı ansiklopedik eseriyle ilmî tefsir literatürüne çok büyük bir
Bilimsel tefsir ekolüne İzmirli İsmail Hakkı (ö.
katkıda bulunur.38
1946). M. Hüseyin ez-Zehebî (ö. 1978) ve Emîn
Mısır’daki bu faaliyetler dönemin Türkiyesin-
eleştiriler yöneltilmişse de Kur’an’dan bilim üret-
de de makes bulur ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa
me gayretleri pek hız kesmemiş; tam tersine
(ö. 1918), Elmalılı M. Hamdi Yazır (ö. 1942) ve
yakın geçmişte Maurice Bucaille, Afif Abdülfettah
Said Nursî (ö. 1960) gibi şahsiyetler bilimsel tef-
Tabbara, Haluk Nurbaki ve Süleyman Ateş gibi
sir ekolünün Türkiye mümessilleri olur. Kur’an’da
ilim adamlarının eserleriyle daha da aktüel bir
bahsi geçen mucizelerin terakkiyâta birer mik-
boyut kazanmıştır. Haddi zatında Kur’an’dan bi-
yas ve numune olduğuna inanan Said Nursî, 6/
lim üretmeye yönelik tüm çabalar son iki asırdır
En’am 59. ayette Allah’ın sonsuz ve sınırsız il-
süregelen savunma psikolojisinin ürünüdür.
el-Hûlî (ö. 1966) gibi şahsiyetler tarafından ciddi
mine işaret eden kitâb-ı mübîn terkibini -tıpkı Sûfîler, Şiîler ve pek tabii ki bilimselci tefsirciler gibi-elimizdeki Mushaf metnine hamlederek bu metinde her şeyin bilgisinin zâhiren-bâtınen, nassen-delâleten, remzen-işâreten mevcut oldu-
Bu psikoloji genelde İslâm’ın, özelde de Kur’an’ın ne kadar yüce olduğunu cümle âleme göstermek gibi bir iradeyi tazammun etmekle birlikte, maalesef skandal düzeyinde bazı fiyas-
ğunu söyler.”39
kolara da yol açtı. Mesela yakın geçmişte bazı
Sözler adlı eserinde “beşerin sanat ve fen cihe-
bugün ulaştığı kabul edilen göz kamaştırıcı sevi-
tindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârik-i
yeyi İslâm’ın çoktan fethettiği merhaleler olarak
san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elekt-
değerlendirdi. Neredeyse Batıniliğe varan zor-
rik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gel-
lamalarla demirin özgül ağırlığında, hidrojenin
miş ve beşerin hayat-ı maddiyyesinde en büyük
atom sayısında Kur’ânî-İslâmî verileri doğrula-
mevki almışlar. Elbette nev-i beşere hitap eden
yan bir dizi hikmet keşfedildi. Derken, Kur’an’da
Kur’an-ı Hakim şunları mühmel bırakmaz. Evet
zikredilen bir kıssaya istinaden Firavunun cese-
bırakmamış.”
40
dergilerin etrafında öbekleşen bir grup Batı’nın
diyen Said Nursî, İşârâtü’l-i’caz’ın
dinin bulunduğu, bir bal peteğine arıların “Allah”
son kısmında da uçak, santrifüj aleti ve radyo
yazdığı, J. Custeau’nun (Kaptan Kusto) Müslü-
gibi teknolojik aygıtların Kur’ânî referanslarını
man olduğu gibi haberlerle çalkalandı ortalık,
gösterir.”41 Yine aynı zaman diliminde Elmalılı M.
ama kısa bir süre sonra hepsinin asılsız olduğu
Hamdi Yazır bir taraftan Abduh’un mezkur yo-
anlaşıldı. Yine yakın geçmişte Mısırlı bilim ada-
rumunu tahrif olarak niteler.42 Diğer taraftan da
mı Reşat Halife, 74/Müddessir 30. ayette geçen tis’ate aşer (on dokuz) rakamından yola çı-
37
Bkz. Muhammcd Abduh, Tefsîru cüz’i amme. Kahire 1994, s. 120.
38
Geniş bilgi ve değerlendirme için bkz. Dücane Cündioğlu, Tefsirde Helenizm: Bilimsel Tefsir’ Zaafı ve Eleştirisi”, Bilgi veHikmet, Güz-1993/4, s. 167; J.J.G. Jansen. Kur’an’a Bilimsel-Filolojik-Pratik Yaklaşımlar, çev. Halilrahmân Açar. Ankara 1993, s. 69-103.
39
Said Nursî, İşârâtü’l-i’câz, çev. Abdülmeeid Nursî, İstanbul trz., s. 237-238.
40
42
cizesini izhar etmeyi denedi ve fakat bu deneme 19 hesabına uymayan 9/Tevbe 128-129. ayetlerin Kur’an’a sonradan ilave edildiği yolunda bir ilhâdî hezeyanla sona erdi.44 Kimi zaman bu tür hezeyanlar ve skandallarla noktalanan bilimsel tefsir denemelerinin te-
Said Nursî, Söz/er, İstanbul 1993, s. 246 (xx. söz. ikinci makam).
41
karak bilgisayar ortamında Kur’an’ın sayısal mu-
43
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul 1979, IX. 6134.
Yazır, Hak Dini. IV. 2781. 2945, V. 3701. VI. 4042. VIII. 5751-5758.
Said Nursî, İşârâtü’l-i’câz. s. 238-240. 44
Daha geniş bir değerlendirme için bkz. Alkan, Ateş Tecrübeleri, s. 159-160.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
79
melindeki zihniyet belki biraz da aşağılık komp-
te kadar belki de hiç aşina olmadığı türden bir-
leksiyle maluldür. Çünkü Mehmet S. Aydının de-
çok yeni görüşle karşılaşılmaktadır. Ancak bu
yişiyle, Batı’nın ezici gücünü savaş meydanla-
görüşlerin önemli bir kısmı Ömer Rıza’ya de-
rında fark etmiş olmamızdan dolayı modernleş-
ğil, Mirza Gulam Ahmed’in (Ö.1908) kurduğu
menin bizde ilk defa kurşun ihtiyacı olarak orta-
Kâdıyânîlik mezhebinin bir kolunu temsil eden
ya çıkması, “Bu silah bizde niçin yok? Bunu ya-
Lahor Ahmedîleri’nin lideri Mevlana Muhammed
pan bilgi niçin yok?” gibi soruların zuhuruna ve
Ali’ye (ö. 1951) aittir. Kaldı ki müellif Ömer Rıza
dolayısıyla Müslüman entelektüellerin halet-i
da Mısır’da eğitim görmüş ve aynı zamanda Hint
rûhiyesinde çatlaklar oluşmasına yol açtı. Bu
alt kıtasındaki Müslüman kitlenin mücadelesini
arada Batı’dan gelen ağır tenkitler Müslüman-
çok yakından takip ve takdir etmiş biridir.
lar üzerinde adeta şok etkisi yarattı.
45
En büyük
şoklardan biri Ernest Kenan’ın (ö. 1892), “Müslümanlarda bilim ve felsefe üretecek kafa yok.” şeklindeki eleştirisiydi.46 Gerçi bu ağır eleştiriye Namık Kemal (ö. 1888) ve Cemaleddin Afgânî tarafından cevap verildi; fakat Afgânî’nin cevap mektubu da maalesef özür dileyici bir üsluba sa-
Bu durum hem son iki asırdaki yeni yaklaşımların Hindistan ve Mısır menşeli olduğuna ve hem de bu tür yaklaşımları benimseyen bir zihniyetin Türkiye dışında neşv-ü nema bulduğuna işaret etmektedir. Diğer taraftan Ömer Rızanın meal-tefsirine yönelik ilk tepkiler dönemin
hipti.
Türkiye’sinde durumdan dinî bir vazife çıkaran
Türkiye: “Uydum Kalabalığa” Diyerekten
dafaa etmede çok kararlı olduğunu göstermekle-
Eskinin Tekrarı
dir. Zira Doğrul’un eseri piyasaya çıktığı günden
ulemanın geleneksel yaklaşımı muhafaza ve mü-
Hindistan ve Mısır, 19 ve 20. asırlarda Kur’an ve tefsir alanında yeni ufuklara yelken açmaya çalışan Seyyid Ahmet Han, Emir Ali, Ebü’l-Kelâm Azâd, Ferahı, Islâhı, Muhammed İkbal, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Fazlur Rahman, M. İz-
itibaren şiddetli tenkitlere maruz kalmıştır. Bu meyanda müellifin masonluğuna da dikkat çekilerek eserde ciddi hatalar ve tahrifler bulunduğundan, hatta Kâdıyânîliğin propagandasını yaptığından söz edilmiştir.47
zet Derveze gibi birçok düşünür ve ilim ada-
Eserin 1980 yılında A. Muhtar Büyükçınar ve
mı yetiştirmiş olmasına karşın Türkiye, biraz da
Mustafa Uzun tarafından hazırlanan dördüncü ve
Osmanlı’daki “meraksızlık” âdetinden olsa gerek
son baskısında ise müellifin bazı ayetlere, me-
ilmî ibda ve inşâ cihetiyle İslâm âlemine riyaset
sela Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi, beşikte iken
edecek bir rol üstlenememiştir. Gerçi bu zaman
konuşması ve çamurdan kuş maketine üfleyip
zarfında fıkıh, usûl-i fıkıh ve kelâm gibi alanlar-
canlı bir kuşa dönüştürmesi gibi mucizelerinden,
da kayda değer yenilik arayışlarından söz etmek
Hz. Süleyman’ın asasını kemiren kurttan, erkek-
mümkündür. Lakin Kuran ve tefsir sahasında
kadın arasındaki statü ya da derece farkından
“yeni” nitelemesine hak kazanacak bir mahsul-
söz eden ayetlere ilişkin bazı izahları ya metin-
den bahsetmek oldukça zordur. Bununla birlikte
den çıkartılmış veya orijinal metni tahrifle eşde-
Ömer Rıza Doğrul’un (ö. 1952) Tanrı Buyruğu:
ğer nitelikte müdahaleler yapılmıştır. O kadar ki
Kur’ân’ı Kerim’in Tercüme ve Tefsiri isimli ese-
müellifin, “okuyucularımız eserimizde birçok ye-
ri bir ölçüde istisna olarak zikredilebilir. Zira bu eser müellifinin de belirttiği gibi okuyucularına birçok yeni fikir sunan ve bu yönüyle onları düşünmeye sevk eden bir meal-tefsir çalışmasıdır. Eserdeki tevcih ve tevillere göz atıldığında, gerçekten de Türkiye’deki Müslüman halkın o vak-
47
Mesela H. Basri Çantay (ö. 1964) kendi mealinin önsözünde şöyle demiştir: “Ömer Rıza Doğrul Beyin Tanrı Buyruğu’ adlı eseri şekli, tertibi, tanzimi itibariyle güzeldir. Fakat gerek ayetlerin meallerinde, gerek bu meallerin notlarında sayılmayacak derecede hata lar, hatta bazı tahrifler vardır. O eserin Lâhur’daki Ahmediyye=Kadiyâni mezhebi reisi Mevlânâ Mehmed Ali’nin İngiliz diliyle yazdığı ve o cemiyetin İşâa-i İslâm
45
46
80
Mehmet S. Aydın, “Modernleşme Çabaları ve
Encümeni’nin bastırdığı tefsirli Kur’an tercemesinin bir
Kur’an’ın Yeniden Okunuşu”, III. Kur’an Haftası Kur’an
kopyası olduğuna dair merhum Hamdi Akseki’ Beyin
Sempozyumu, Ankara 1998, s. 327-328.
vaktiyle bize gönderdiği mektub elimizde mahfuzdur”.
Bkz. Ernest Renan, Nutuklar ve Konferanslar. Ankara
Hasan Basri Çantay, Kuranı Hakim ı« Mecû-i Kerim,
1946, s. 186-201.
İstanbul 1984, Birinci Baskının Önsözü, I. 7
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
niliklerle karşılaşacaklardır. Bu yeniliklerin onla-
çe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri adlı eseri için de geçer-
rı ürkütmeyeceğine, bilakis onları düşündürece
lidir. Çünkü bu tefsirde de özgün olarak nitele-
ğine kaniiz.” şeklindeki ifadesi,
48
eseri yayma
nebilecek hemen hiçbir görüş ve yorum mevcut
hazırlayan zatlar tarafından, “üzerinde düşünül-
değildir. Bu noktada Elmalılı Muhammed Ham-
mesi için, ürkütücü de olsa yeni görüşler” şek-
di Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili için ayrı bir ba-
linde tağyir-tahrif edilmiş ve bu tahrif, “eseri le-
his açmak gerekir. Bilhassa akademik çevrelerde
keleyen müfrit izahların kaldırılması ve gerekti-
rağbet gören ve çok sayıda tez çalışmasına konu
ğinde Ehl-i Sünnet ulemasının görüşlerini ilave
olan bu tefsir, T.B.M.M’deki uzun tartışmalar ne-
etme zarureti” olarak gerekçelendirilmiştir.
ticesinde Diyanet riyasetinin Elmalılı’ya tevdi et-
49
Kur’an’a çağdaş yaklaşımlar bağlamında Türkiye bidayetten beri pek mümbit bir toprak olmamıştır dersek herhalde maksadı aşan bir söz söylemiş olmayız. Zira bu alandaki ürünlerimizin kali-
tiği vazife üzerine kaleme alınmış ve müellif ile Diyanet riyaseti arasında imzalanan bir protokolle de tefsirin çerçevesi işin başında tayin edilmiştir.
te düzeyine muttali olmak için geçen son asırda
Elmalılı’nın tefsiri bu alanda bir çığır açmak-
telif edilen Kur’an tefsirlerini incelemek yeterli-
tan öte söz konusu protokolün 5. maddesinde-
dir. Mesela 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Mehmed
ki, “İtikatça Ehli Sünnet mezhebine ve amel-
Vehbi Efendi’nin (ö. 1949) telif ettiği Hulâsatü’l-
ce Hanefî mezhebine riayet olunarak âyâtın mu-
beyûn fî tefsîri’l-kur’ân adlı eser klasik tefsir-
tazammın olduğu ahkâm-1 diniyye, şer’iyye ve
lerdeki izahattan bir kısmının sorunlu bir dille
hukukiye, ictimâiyye ve ahlâkiyeye...”51
Türkçe’ye aktarımından müteşekkil bir derlemedir. Eserin özgünlük açısından ne denli fakir olduğu İsmet Ersöz tarafından şöyle ifade edilmiş-
kaydından da anlaşılacağı gibi Eş’ari ağırlıklı klasik Sünnî doktrini hem ustalıklı yorumlar-
tir:
la Kur’an’a dayandırmak, hem de çok güzel bir
Bir tefsirde bulunması gereken sağlam dil, akıcı
rakine sunmak gibi mühim bir vazife görmüş ve
üslup, kelimelerin ince ve özlü anlamlarının açık-
böylece Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya çı-
lanması, düzgün tercüme, ayetlere mana yö-
kan dini yayın boşluğu, siyasi iradenin izniyle te-
nünden doyurucu tahliller getirilmesi, orijinal so-
lif edilen bir otoriter metinle kısmen doldurul-
nuçlara ulaşılması gibi özelliklerden pek azını bu
muştur.
dille güncelleyerek Müslüman Türk halkının id-
tefsirde bulmak mümkündür, mevcut bulunanlar da kaynak olarak kullanılan tefsirlere aittir. Bu kusurlarına rağmen ve aynca dili de ağır olduğu halde eser halk tarafından çok sevilmiş ve tutulmuştur. Elmalılı Muhammed Hamdi, ‘Benim tefsir hocanın tefsirine göre bakir mazmunlar, ince ilmî ve felsefî neşelerle dolu olduğu halde yine o rağbette... Allah’ın ona bir lütfu bu’ derken buna
Gerçi müellif yaşadığı dönemde epeyce gürültü koparan Türkçe Kur’an ve ana dilde ibadet tartışmalarında dirayetli bir tavır takınmış ve eserinin mukaddimesinde ısrarla Kur’an’ın Arabîliğine vurgu yaparak muhalif görüşe yönelik tavrını, “Türkçe Kur’an mı var behey şaşkın!” gibi bir ifadeyle dile getirmiş ve yine muhtemelen tef-
işaret etmek istemiştir.50
sirindeki ayet meallerinin Kur’an yerine ika-
Mehmed Vehbi Efendi’nin tefsirine ilişkin bu
le ilâhî bir kumaş olan Kur an-ı Arabi’yi baş-
değerlendirmeler büyük ölçüde Ömer Nasu-
ka bir dilde aynen üretmenin imkansızlığına iliş-
hi Bilmen’in (ö. 1971) Kur’ân-ı Kerim’in Türk-
kin muhkem inancından dolayı eserin meal kıs-
48
Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu: Kur’an-ı Kerimin Tercüme ve Tefsiri, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1947, İlk Basımın İlk Sözü.
49
me edileceği endişesinden ve/veya her yönüy-
mında -tefsir kısmındaki mükemmel dil ve üslubun aksine- Türkçe’nin gramerine ters düşen bir üslup kullanmıştır.52 Bütün bunlara rağmen bu
Eserdeki tahrifatın boyutları hakkında daha geniş bilgi
tefsir siyasal otoritenin dinî alandaki boşluktan
ve değerlendirme için bkz. İlhami Karabulut, Tanrı
doğması muhtemel fikir anarşisini kuvveden fii-
Buyruğu ya da Bir Tahrifin Anatomisi”, İslâmiyât III 50
(2000), sayı 1, s. 185-204
51
İsmet Ersöz. “Hulâsatü’l-Beyân”, DİA, İstanbul 1998,
52
XVIII. 321
Yazır. Hak Dini, I. 19 [Mukaddime]. Muştafa Bilgin. “Hak Dini Kur’an Dili”. DİA, İstanbul 1997. XV. 163
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
81
le çıkmadan zaptu rabt altına alma projesinin bir
makla birlikte eserdeki genel fikrî kompozisyon
parçası olarak vücut bulmuştur.
entelektüel düzeyde ufuk açıcı bir niteliğe sa-
Merhum Elmalılı’nın Abduh’a -ki bu zatın panislamizm (ittihâd-ı İslâm) idealini gerçekleştirmek maksadıyla son dönem Osmanlı yöne timiyle müdâvele-i efkârda bulunan Ccmâleddîn Afgânî’nin öğrencisi olduğuna dikkat edilmelidir- sert eleştiriler yöneltmesi de muhtemelen Abduh ve Reşit Rızanın öncülük ettiği İslâmî ıslah ve tecdit hareketinin Türkiye’deki siyasal
hip değildir. Daha açıkçası Hak Dini Sünnî tefsir geleneğindeki muhafazakâr tutumu pekiştiren bir eser hüviyetindedir. Bazı ayetlerin modern çağdaki bilimsel keşiflere uygun biçimde yorumlanması -ki bu yorumların büyük bir kısım da İskenderâni’nin anılan eserinden iktibas edilmiştir- ise bilimsel tefsir anlayışının o dönemde moda olmasıyla açıklanabilir.
konjonktür açısından sakıncalı görülmesi sebe-
Geride bıraktığımız asrın son çeyreğine gelindi-
biyledir. Zira Elmalılı’nın 105/Fîl suresinin tefsi-
ğinde Süleyman Ateş’in “çağdaş” diye isimlen-
rinde Abduh’u Kur’an’ı tahrif etmekle suçlama-
dirdiği tefsir çalışması Türkiye’de belli ölçüde bir
sını ve “güzel bir başlangıçla başlayan kelâmını
canlanmaya vesile olmuştur. Ancak geniş halk
güya bir incelik göstermek üzere mikroplara bu-
kitlelerinin bu tefsir sayesinde tanıştığı farklı ya
lamıştır”
53
şeklinde bir alaycı ifade kullanması-
da daha vazıh bir ifadeyle, geleneksel telakkile-
nı salt ilmî bir eleştiri olarak okumak bizce saf-
re ters düşen yorumlar incelendiğinde bunların
dillik olur. Gerçi Elmalılı buradaki eleştiri sebe-
sadece Türkiye’deki avam-ı nas için yeni olduğu
bini, “Bin dört yüz sene evvel, henüz insanla-
görülür. Daha açıkçası, Ateş’in özellikle ilk insa-
ra mikrobun bildirilmemiş, gösterilmemiş olduğu
nın yaratılışı, nesli, recm, kadın ve Ehl-i Kitab’ın
bir zamanda vak’anın sebebi zahirîsi olmak üze-
uhrevî statüsü gibi konularla ilgili görüşleri ya
re bilmedikleri mikroptan bahsedip de onunla fili
Ebû Müslim el-İsfahânî gibi klasik dönem müfes-
mukayeseye davet etmeye kalkışmak manasız
sirlerden veya Muhammed Abduh-Reşit Rıza’nın
olurdu.”
54
şeklinde tasrih etmiştir.
Menâr tefsiri ile İzzet Derveze’nin et-Tej’sîru’l-
Ne var ki bu makul gerekçe nazarı itibara alın-
hadis adlı eserinden alıntılanmıştır.
dığında Elmalılı’nın da benzer eleştirileri hak et-
Çok yakın bir geçmişte Diyanet İşleri Başkanlı-
tiğini belirtmek gerekir. Mesela insanın bir dam-
ğı yayınları arasında piyasaya çıkan Kur’an Yolu
lacık sıvıdan yaratıldığını bildiren 86/Tânk 5-7.
adlı meal-tefsirde de en azından birçok okuyu-
ayetlerin tefsirinde, İskenderâni’nin Keşfu’l-
cu açısından bazı yeni yaklaşımların mevcudiye-
esrâri’n-nûrâniyye adlı eserinden yirmi küsur
tine tanık olunabilir. Gerçi bu tefsirde de kadının
sayfalık embriyoloji bilgisi aktarması,
55
herhalde
dövülmesi, şahitliği ve miras payı gibi konularla
ilk Müslüman neslin anatomi, fizyoloji ve emb-
ilgili ayetlerin yorumunda hem Kuran ahkâmına
riyoloji gibi alanlarda yeterli ilmî donanımı haiz
mutlak ve tarih-üstü değer atfeden hem de mo-
olduğu inancının bir eseri olmalıdır. Aksi halde
dern durumu terakki addeden klasik İslâm mo-
bu tür malumatın tefsir kabilinden sunulması,
dernizmindeki savunmacı üslup hakimdir.56 Bu-
Kur’an metnine tazyik veya en azından bir ma-
nunla birlikte kimi ayetlerin yorumunda klasik
lumat israfıdır. Aynı hüküm, 27/Neml 82. ayette-
dönem fıkıh ulemasının genel kanaat ve içtiha-
ki dâbbe mine’l-arz ibaresinden lokomotif, oto-
dına itiraz edilmesi,57 kimi ayetlerdeki hüküm-
mobil vb. araçların keşfine işaret çıkarması için
lerin tarihsel süreçte menâtını kaybetmiş oldu-
de geçerlidir.
ğuna ilişkin görüşlere yer verilmesi, kimi ayetle-
Sonuç itibariyle merhum Elmalılı, Türk dilini kullanımındaki maharet, kavram tahlillerindeki vuküfiyet, klasik yorumların tercihe şayan olanını belirlemedeki muvaffakiyet gibi yönleriyle tebarüz eden çok değerli bir esere imza atmış ol-
rin yerelliğinden ve/veya tarihe intikal etmiş hükümlere mevzu teşkil ettiğinden bahsedilmesi58 bu eserin muhtemel okuyucu kitlesi dikkate alındığında cesur bir yaklaşım olarak kaydedilmelidir. Keza 2/Bakara 62. ayetin tefsirinde, S. 56
82
Mesela bkz. Heyet, Kuran Yolu, I 315-316; II 17-18, 44-46
53
Yazır. Hak Dini. IX. 6126-6143
54
Yazır. Hak Dini. IX. 6142.
57
Mesela bkz. Kuran Yolu. IV. 50. V. 6
55
Yazır. Hak Dini. VIII. 5702-5725.
58
Mesela bkz. Kuran Yolu. II. 32. 47: IV. 50. 1 16-117
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Ateş’in yakın geçmişte “Cennet müminlerin tekelinde midir değil midir?” şeklindeki ilginç tartışmaya konu olan görüşlerini -ki bu görüşlerin özü Menâr tefsirinde de mevcuttur- anımsatan bir izahatta bulunulmuş olması da yine bu kabilden addedilebilir.59
la ilgili ifadeler eserin ikinci baskısında buharlaşmıştır. Bu ilginç durum tefsirde ortodoksi ya da resmî tefsircilik şeklinde kavramlaştırılabilir. Esasen, Diyanet’in Elmalılı ve Hak Dini tecrübesine benzer şekilde salt belli bir mezhebi yorumun arkasında durması bizce kaygı verici bir gelişmedir. Dahası Kur’an Yolu adlı eser, son kertede resmi tefsirciliğin bir ürünüdür. Eserin takdim yazısında. “Herhangi bir tefsirin Diyanet İşleri Başkanlığınca neşredilmiş olması, o tefsire resmî bir hüviyet kazandırmaz” denilmiş olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Bilakis eserin ilk baskısındaki kimi cesur yorumların hâkim Sünnî anlayışa ters düşmesi nedeniyle ikinci baskıdan çıkarılmış olması60 söz konusu gerçeği teyit ve tescil etmekledir.
59 60
www.islamiyorum.com
Ne var ki anılan ayete ilişkin bu esnek yorum-
Bkz. Kuran Yolu. 1. 69-70 Bu konuda ilginç bir örnek olarak 4/Nisa 24. ayetin tefsirine de bakılabilir. Zira eserin ilk baskısında bu ayet muta nikahıyla ilişkilendirilmişken ikinci baskıda bu yorum tamamen izale edilmiştir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
83
DOSYA - KUR’AN’I YENİDEN OKUMAK
Örnek Neslin Hayatında Kur’an’ın Yeri ve Ondan Yararlanma Biçimi 1
Bu makale; Seyyid Kutub’un Kur’an konusundaki yaklaşımına ışık tutabilmesi için ‘Yoldaki işaretler’ kitabının “eşsiz bir
1
kur’an nesli” konusuna, “İslam düşüncesi ve kültür” konusundan alıntılar yapılarak oluşturulmuştur.
Seyyid Kutub Her zaman ve her yer-
yunca benzeri bir kez daha gelmemiş ilk dönem
de İslam davetçilerinin
(sahabe) neslinin önünde olduğu gibi, bizim de
üzerinde dikkatle dur-
önümüzde... Tek eksiğimiz Allah Elçisi’nin kişi
maları gereken tari-
olarak aramızda olmayışı... Bütün giz burada mı
hi bir gerçek vardır. İs-
saklı acaba?.
lam davetçilerinin bu gerçeğin önünde uzun uzadıya dikilmeleri gerekir. Çünkü gerek davetin metodunda ve gerekse davete yönelişinde bu gerçeğin kesin etkisi olacaktır.
Allah elçisinin kişisel varlığı kesin bir zorunluluk olsaydı, Cenab-ı Hak onu, sonsuza dek yeryüzünde yaşayan insanlar için son mesaj kılmazdı; insanların bütün işlerini onun üzerine yüklemezdi. Oysa Allah ilâhî vahyi koruma sorumluluğunu bizzat üstlenerek bu davetin Allah Elçisi’nden sonra da ayakta kalabileceğini ve üretken olabi-
Bu dava, İslâm ve insanlık tarihinde eşine rast-
leceğini öğretmiştir. Elçilik görevinin üzerinden
lanmayan, sahabe nesli gibi seçkin bir kuşağı in-
23 yıl geçtikten sonra Rasûlünü katına yükselt-
sanlar arasından ortaya çıkarmış bir davettir.
miş, din ise sonsuza dek kalmıştır. Öyle ise, Al-
Tarihî süreç içerisinde bu evsafta ikinci bir kuşak
lah Elçisi’nin şahsiyetinin aramızda olmayışı, bu
yetişmedi... Evet, tarihte bu neslin yaşam tar-
başarısızlık fenomenini izah edemez.
zını sürdüren fertler olagelmiştir; ancak davetin ilk yıllarında olduğu gibi aynı zaman ve aynı mekânda bu denli çok sayıda insan unsurunun bir araya gelmesi mümkün olmamıştır. Bu olgu, üzerinde uzun uzun durmamızı gerektiren bir olgudur; belki bu duruş, onun gizemini çözme yolunu bize gösterebilir.
Bu bağlamda söz konusu başarısızlık fenomeninin ardında başka bir neden aramalıyız. Örneğin ilk dönem neslinin susuzluğunu giderdiği kaynağa bakmalıyız. Belki orada bir değişiklik vardır. Ardından onların eğitildiği yöntemi irdelemeliyiz; burada da bir değişikliğe rastlamamız olasıdır.
Davetin yegâne kaynağı Kur’ân önümüzde... Allah Elçisi’nin fiilî ve amelî sünneti de, tarih bo-
84
Bu davetin fonksiyonel ve üretken kılınması için
Herşeyden önce o ilk neslin beslendiği kay-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
nak yalnızca Kur’ân idi. Allah elçisinin sö-
Allah Elçisi, yüreği bütün pisliklerden arınmış
zel (kavli) ve eylemsel (fiilî) sünneti, sadece bu
yepyeni bir nesil yaratmak istiyordu. Beyni, dü-
kaynağın pratiğe aktarılmış biçimiydi. Nitekim
şüncesi ve bilinci Kur’ân’ın içerdiği ilâhî yöntem-
Hz. Âişe’ye Allah Elçisi’nin ahlâkı sorulduğunda,
den başka şeylerden tamamen arınmış, saf, arı-
o şu karşılığı vermişti: “Onun ahlâkı Kur’ân’dı”
duru bir nesil...
(Nesâî).
işte o nesil sadece ve sadece bu kaynaktan su-
Bu durumda,”söz konusu ilk neslin susuzluğu-
suzluğunu gideren bir nesildi. Tarihteki eşsizliği
nu giderdiği, eğitildiği ve kişiliğini biçimlendirdi-
bu yüzdendi.
ği yegâne kaynak Kur’ân idi. Bunun böyle olması o dönemde yaşayan insanlığın medeniyetsiz, kültürsüz, bilgisiz, kitapsız ve eğitimsiz oluşundan değildi. Kesinlikle! Zira Batı dünyasının bugünkü yaşamını bile ya doğrudan, ya da dolaylı olarak üzerine kurduğu Roma kültür ve medeniyetinin kitapları, yazılı yasaları o dönemde de vardı. Bunun yanı sıra Batı düşüncesinin günümüze dek kaynağı olan Grek medeniyetinin kalıntıları; bu medeniyetin mantığı, felsefesi ve sanatı mevcuttu. Ayrıca bu medeniyetler arasında önemli bir yere sahip olan Pers uygarlığının şiiri, efsaneleri, inanış biçimi ve yönetim şekli yaşıyordu. Bunlardan başka Arap yarımadasına uzak ve yakın olan Çin ve Hind uygarlıkları gibi uy-
Sonra ne oldu?.. Kaynaklar karıştı, safiyet bozuldu! Bu neslin ardından gelen kuşakların beslenme kaynaklarına Grek felsefesi ve mantığı, P.ers efsaneleri ve düşünce biçimleri, yahudi israiliyatı ve Hristiyanlık mistisizmi, bunların dışında kalan diğer kültür ve medeniyetlerin tortuları karıştı. Bütün bu sayılan kültür ve medeniyet öğeleri Kur’ân tefsirlerine, kelâm ilmine, fıkıh ve fıkıh metodolojisine de bulaştırıldı. O nesilden sonra gelen bütün nesiller bu bulanık kaynaktan beslendiler. İşte bundan dolayı o evsafta ikinci bir nesil kesinlikle gelmedi. O nesil ile öteki nesiller arasındaki açık farklılıktaki birincil faktörün kaynakta meydana gelen bu bulanıklıkta olduğunda
garlıklar da vardı.
kuşku yoktur.
Öte yandan Roma ve Pers uygarlığı gibi iki
Ana kaynağın doğasının değişimi dışında bura-
devâsâ uygarlık Arap yarımadasını kuzeyinden ve güneyinden kuşatmıştı; Yahudilik, Hrıstiyanlık gibi iki büyük din, yarımadanın yüreğinde yaşıyordu... Demek ki, bu nesli, oluşum döneminde sadece Allah’ın kitabına bağlı kılan faktör, evren sel bir kültür ve medeniyetten yoksun olması değildi; bu tutum çizilmiş bir plan ve amaçlı bir yöntemden kaynaklanıyordu. Bunun böyle olduğuna şu olay işaret etmektedir: “Allah Elçisi (as) Tevrat sayfasını Hz. Ömer’in (ra) elinde görünce kızar ve şöyle buyurur: ‘Andolsun, Musa (as) aranızda olsaydı, bana uymaktan başka bir yol tutması caiz olmazdı.’1 Allah Elçisinin böyle davranmaktaki asıl amacı, söz konusu nesli ilk oluşum döneminde benliklerini yalnız onunla arındırmaları ve susuzluklarını gidermeleri için doğrudan Allah’ın kitabına bağlamaktı. Çünkü böylelikle ancak yalnız Onun yöntemine dosdoğru olarak dönebilirlerdi. Allah Elçisinin Ömer’e kızması, onun başka bir kaynaktan beslenmeye yöneldiğini görmesinden dolayı idi. 1
Hafız Ebu Yala Hammad, Şa’bî aracılığı ile Câbir’den...
da diğer bir faktör daha vardır: bu faktör, o eşsiz kuşağın bilgilenme yönteminde meydana gelen farklılıktır. İlk dönemin eşsiz nesli, Kur’ân’ı; bilgilerini, görgülerini, kültürlerini arttırmak, müzikal bir zevk almak ya da dünyasal bir çıkar sağlamak amacıyla okumuyorlardı. Kur’ân’ı kendisiyle kültür edinilen, ilmî ve fıkhî konularda dağarcık doldurulan bir kaynak olarak algılamıyorlardı. Onlar kendilerinin ve içinde yaşadıkları toplumun yaşamlarının her boyutunu düzenleyen Allah buyruğu olarak algılıyorlardı Kur’ân’ı. Bu buyruğu da, savaş alanında aldığı ‘anlık komut’u yerine getiren asker gibi duyar duymaz yerine getirilmesi gereken bir buyruk olarak kabul ediyorlardı. Bu yüzden onlardan hiçbirisi, bir oturumda ilâhî emirlerin çoğaltılmasını arzulamazdı. Çünkü o emir çoğalınca boynuna binecek yükümlülüklerin de çoğalacağının bilincindeydi. Ibn Mes’ud’un aktardığı hadiste anlatıldığı gibi onlardan her birisi, sadece on âyet alıp ezberlemek ve pratiğe geçirmekle yetinirdi. (Bu hadisi İbn Kesîr tefsirinin giriş bölümünde anlat-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
85
maktadır.)
de oluştururlardı.
İşte bu bilinç... Yalnız uygulamak için bilgi edin-
Uygulamak ve eyleme geçirmek için Kur’ân oku-
me bilinci... Bu bilinç, onlara, salt bilgi edinmek
ma yöntemi, ilk nesli yaratan yöntemdi. Onla-
için araştırma ve inceleme amacı ile Kur’ân oku-
rın ardından gelen nesillerin yöntemi ise araştır-
manın sağladığı bilgi ve haz ile kıyası mümkün
ma yapmak, dünyasal veya psikolojik yarar sağ-
olmayacak bilgi ve haz alma ufuklarını açıyor-
lamak amacı ile Kur’ân okumak oldu. Bu ikin-
du. Bu bilinç sayesinde Kur’ânî buyrukları eyle-
ci metod, ilk nesli, daha sonradan gelen nesiller-
me geçirmeleri kolay oluyor, ilâhî yükümlülükle-
den ayıran temel etkendir.
rin ağırlığı hafifliyordu. Kur’ân benlikleri ile bütünleşerek nefis ve hayatlarını gerçek bir yönteme çeviriyordu. Kur’ân mushaf sayfaları arasında yazılı veya zihinlerde ezberlenmiş bir halde kalmayıp âdeta yaşanan bir kültür haline gelmişti. Kısaca Kur’ân, yaşamın seyrini tamamen kendi çizdiği plana göre değiştirmişti. Kuşkusuz Kur’ân ancak, eylem için bilgi edinme ruhu ile kendisine yönelen ruha açar, bütün zenginliklerini. Çünkü o beyinsel yararlanma, edebiyat, sanat, öykü ve tarih kitabı olarak gelmemiştir bütün bu anlatı yöntemlerini içeriyor olsa da o sadece bir çeşit yaşama yöntemi, katıksız ilâhî yöntemler manzumesi olarak indirilmiş bir kitaptır. Zira Cenab-ı Hak bu yöntem gereği Kur’ân âyetlerini birbirini izleyen bölümler halin-
mesi gereken üçüncü bir faktör daha var. İlk neslin yaşadığı dönemde kişi İslâm’a girdiği zaman, cahiliyye dönemindeki geçmişini, İslâm’ın eşiği önünde tamamen bırakıyordu. Kişi İslâm’a girdiği andan itibaren yaşamında yepyeni bir sayfanın açıldığı bilinci ile hareket ediyordu. Geçmişte cahiliyye döneminde yaşadığı hayattan tamamen ayrı ve farklı bir hayat... Cahiliyye döneminde bellediği bütün tutum ve davranışların herbirisini kuşkulu, korkulu, sakınılması gereken tutum ve davranışlar olarak kabul eder; bunların hepsim İslâm’la uzlaşmayan pislikler olarak algılardı. İslâm’ın yepyeni yaşama biçimini işte böylesi duygular içeri-
de indirmiştir. Şöyle buyuruyor:
sinde algılardı müslüman olan kişi. Nefsine ye-
“Kur’ân’ı insanlara üzerinde dura dura okuyasın
benisine kapıldığında, İslâmî yükümlülüklerinde
diye parça parça indirdik.” (İsra, 106)
bir zayıflama belirtisi hissettiğinde... Derhal bu
İşte bu amaçtan ötürüdür ki, Kur’ân bir kerede toptan indirilmemiştir. Yeni yeni meydana gelen ihtiyaçlara, düşünce ve dünya görüşlerindeki sürekli gelişmelere, birey ve toplum hayatındaki değişimlere, müslüman toplumun gerçek ha-
86
Burada dikkatle üzerinde durulması ve kaydedil-
nildiğinde, geçmişteki kötü alışkanlıklarının al-
gibi durumların bir günah, bir yanılgı olduğunun farkına varır, içine düştüğü bu durumdan nefsini temizlemesinin gerektiğini algılar; hemen yeniden Kur’ân’m getirdiği “hidâyet” üzere yaşamaya yönelirdi.
yatta karşılaşması olası pratik sorunlara uygun
Burada ortaya çıkan gerçek şu: Müslüman olan
düşecek biçimde indirilmiştir. Özel bir olay veya
kişinin geçmişte cahiliyye döneminde yaşadı-
durum hakkında inen âyet veya âyetler o dö-
ğı hayat ile bugün İslâm’da yaşadığı hayat ara-
nemde yaşayan insanların benliklerinde değişik-
sında tam bir bilinç ayrılığı söz konusu idi. Bu bi-
likler meydana getirir, o olay veya durum karşı-
linç ayrılığından, cahiliyye ortamında kendisini
sında düşünce yapılarını biçimlendirir, olay karşı-
çevreleyen cahiliyye toplumu ile olan ilişkilerin-
sında takınılacak tutumlarını belirler, bilinçlenme
den tam bir kopuş meydana geliyordu. Bu bilinç
ve yaşamada düşülmesi olası yanılgıları düzel-
sayesinde geçmişte birlikte olduğu, içice oldu-
tir; bütün bu olay ve durumlar karşısında insan-
ğu cahiliyye ortamından tamamen kopup, bugün
ları Rabb’lerine bağlar; insana olayın oluş süre-
içinde yaşadığı İslâm toplumuna tamamen en-
cinde Allah’ın etkin olan sıfatını öğretir; sonuçta
tegre olabiliyordu. Günlük rutin hayat içerisinde
insanlara Mele-i Â’lâ’da Allah’ın gözetimi altında
bazı müşrik çevrelerle birtakım ticarî ilişki içeri-
ve sonsuz gücünün sınırları içerisinde yaşadıkla-
sine girse bile durum değişmiyordu. Çünkü bi-
rını duyumsatırdı. Böylelikle insanlar gerçek ha-
linçsel bir kopuş başka, günlük rutin hayat içeri-
yatlarını sapasağlam ilâhî yönteme uygun biçim-
sinde girilen ilişkiler başka bir şeydi.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Ayrıca cahilî bir çevreden, gelenek ve görenek-
lerinden sıyrılmalıyız. Ardından, ilk neslin dayan-
ten, dünya görüşünden, ilişkiler sisteminden ta-
dığı ve beslendiği her türlü şaibeden arınmış saf
mamen soyutlanma söz konusu idi burada. Şirk
kaynağa dönmekle işe başlamalıyız. Mutlaka ona
âkidesinden sıyrılmak tevhid akidesini; cahilî
dönmeliyiz; bütün varlığın hakikati, insanî varlı-
dünya görüşünden ayrılmak ise İslâm’ın dünya
ğın hakikati düşüncelerimizi, bu iki varlık türü ile
görüşünü ve “varlık” anlayışını meydana getiri-
gerçek yetkin ve aşkın varlık olan Cenab-ı Hak
yordu. Bütün bu soyutlamalar cahilî bir toplum-
arasındaki bütün bağlantıları o kaynağa dayan-
dan tamamen koparak yepyeni bir İslâm toplu-
dırmamız gerekir. Bundan dolayı yaşam felsefe-
muna entegre olmaya, onun yönetimi altına gir-
mizi (dünya görüşümüzü), değerlerimizi, ahlâkî
meye vesile oluyordu. Bu yeni toplum ve yeni
yapımızı, yönetim metodlanmızı, politika, ekono-
yönetim biçimi o kişinin bütün sahip olduğu de-
mi, bütün hayat dinamiklerini mutlaka bu kay-
ğerleri, bütün itaatini ve izlemesi gereken bütün
nağa dayandırmak ve oradan almak zorundayız.
yolları biçimlendiriyordu.
O kaynağa döndüğümüzde salt araştırma, dün-
İşte burası bir nevi yolların ayrıldığı bir kavşak
yasal bir yarar ve haz elde etme tutkusu ile de-
noktasıdır. Yeni yolda yürüyüşün başlangıç nok-
ğil, uygulama ve eyleme dökme bilinci ile döne-
tası... Yeni yoldaki yürüyüşe, bu noktadan baş-
ceğiz. Bizden nasıl olmamızı istediğini öğrenip
lanacaktı. Cahîliyye toplumunun koyduğu gele-
öyle olmak için döneceğiz o kaynağa... O kay-
nekler, orada hakim olan düşünceler ve değer-
nağa varmak için çıkacağımız bu yolculuğumuz
ler sisteminin dayattığı bütün baskıların etkisin-
sırasında Kur’ân’ın olağanüstü sanatsal esteti-
den kurtulmanın hafifliği ile çıkılan yepyeni bir
ği, efsunkâr anlatım tekniği ile anlattığı kıssala-
yürüyüş... Bu yürüyüş sırasında müslüman kişi
ra rastlayacağız; Kur’ân’daki kıyamet sahneleri-
işkence ve aldatmacadan başka bir şeyle karşı-
ne, vicdanlara nüfuz eden olağanüstü mantığı-
laşmıyordu. Ne var ki, o kendi benliğinde kesin
na ve araştırmacıların aradıkları bütün ilmî zevk-
kararını vermişti; bu yolda yürüyecek ve men-
lere tanık olacağız... Fakat bütün bunlarla, bi-
zile ulaşacaktı sonunda. Cahiliyye düşüncesinin
rincil hedefimiz olmadan karşılacağız. Bizim bi-
dayatmaları, cahili toplum geleneklerinin zorla-
rincil hedefimiz, Kur’ân’ın bizden ne yapmamı-
ması artık onu yolundan çeviremezdi.
zı istediğini, bizden nasıl düşünmemizi istediği-
Bugün biz, İslâm’ın çağdaşı olduğu cahiliyye dönemini, belki de daha karanlığını yaşıyoruz. Cahiliyye herşeyi ile çepeçevre kuşatmış bizi. İnsanların dünya görüşleri, inanç biçimleri, gele-
ni, Allah’ı nasıl algılamamız gerektiğini, hayattaki gerçek düzenlerimizin, tutum ve davranışlarımızın, yasalarımızın nasıl olmasını istediğini öğrenmek olacaktır.
nek ve görenekleri, kültürel kaynakları, sanat
Bundan sonra benliklerimizin tâ derinlikleri-
ve edebiyatları, yaşama biçimleri ve yasaları...
ne kadar işleyen cahiliyye gelenek ve görenek-
İslâm kültürü, îslâmî kaynaklar, İslâm felsefe-
lerinden, cahiliyye yönetim biçiminden, cahiliy-
si ve İslâm düşüncesi... olarak bellediğimiz un-
ye dünya görüşünden ve cahilî toplumun dayat-
surların çoğu dahi bu cahili unsurlardan meyda-
malarından tamamen kurtulmalıyız. Bizim göre-
na gelmiştir...
vimiz bu cahilî toplumun gerçekleriyle uzlaşmak
Bu yüzdendir ki, İslâmî değerler” benliklerimizde tam olarak yerleşemiyor, kafamızdaki “İslâm düşüncesi” netleşemiyor, bunların sonucu olarak İslâm’ın ilk döneminde meydana gelen tipte insanların oluşturduğu bir nesil aramızdan çıkamıyor.
ve onun egemenlik hakkını onaylamak değildir. O bu niteliğini, yani cahiliyye niteliğini taşıdığı sürece onu onaylamamız mümkün değildir; çünkü onu onaylamamız halinde, onunla uzlaşmış oluruz. Bizim başlıca görevimiz içinde yaşadığımız bu toplumu değiştirebilmek için, ilk önce kendi benliğimizi değiştirmektir.
Öyle ise İslâmî hareket yöntemi gereği ilk önce yapmamız gereken nedir? Öncelikle İslâmî hareketin oluşum sürecinde şu an yaşadığımız ve kendisine dayandığımız cahiliyyenin bütün etki-
“İslam, pozitif bilgilerin ve bunların pratik tatbikatının gerisinde meydanda iki çeşit kültürün varlığını kabul eder: İslami düşünce temellerine dayalı İslam kültürü; çeşitli metodlara dayan-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
87
makla birlikte netice itibariyle Allah’a değil, be-
“Felsefe” çalışmalarının tamamı, “Tarih yorumu”
şer düşüncesini ilah olarak Kabul eden cahiliyye
çalışmalarının tamamı, genel yorum karakteri
temeline dayanan cahiliyye kültürü…”
taşımayan bazı gözlem ve görüşler dışında “psi-
2
Gerçek odur ki bir Müslüman; gerek inanç gerçekleri ile ilgili konularda, gerekse bilimum varlıklarla ilgili genel düşüncede; gerek ibadet ile gerekse ahlak ve davranış prensipleri ile ilgili; gerek değer ve ölçülerle ilgili, gerekse siyasi, ekonomik ve sosyal ilkeler ve prensiplerle ilgili; yahutta insani gelişmelerin faktörlerini açıklamak ve insanlık tarihinin hareket seyrini beyan etmekle ilgili olsun, bu meselelerin tümünde, sadece Rabbani kaynağa dayanır. Rabbani kaynaktan başka hiç bir kaynağa dayanma yetkisine sahip değildir. Müslüman bu ko-
koloji ilmi”nin tamamı, “ahlak” konularının tamamı, “karşılaştırmalı dinler tarihi” konusundaki incelemelerin tamamı, bazı gözlem ve istatistiğe dayalı olarak doğrudan elde edilen veriler hariç “sosyal doktrinler”in tamamı, istatistik ve gözlemlerden hareketle bazı genel tahminler yürütmek, sonuçlar çıkarmak ve bunlarla ilgili yorumların tamamı... Bütün bu branşlar, İslam dışı olan cahili düşüncenin sınırları içinde, eskisi ve yenisi ile cahiliyyenin inanç ve düşüncelerinin doğrudan doğruya etkisi altındadırlar ve bu düşüncelere dayanırlar.”5
nuların hepsinde; dinine sadakatini, takva-
“Yukarıda geçen hususlar asla benim şahsi gö-
sını ve inancını pratik hayatıyla ispatlayan
rüşüm değildir. Çünkü mesele, şahsi görüşlere
diğer Müslümanlardan bilgi alabilir. Fakat
dayanarak fetva verilmeyecek kadar önemli bir
Müslüman pozitif ilimlerde hem Müslümanlar-
meseledir. Müslüman’ın kendi re’yine dayanarak
dan hem de Müslüman olmayanlardan bilgi ala-
fetva vermesi, Allah nizamında mesuliyeti çok
bilir. Mesela Müslüman kimya, fizik, biyoloji, ast-
fazla olan bir meseledir. Çünkü bu söz Allah’ın
ronomi, tıp, teknik, ziraat gibi pozitif bilgi dalla-
sözüdür. O söylüyor. O’nun peygamberinin sözü-
rında; işletmecilik mesleği, yönetim, sanat, sa-
dür. Mü’minlerin Allah’a ve Resulüne her anlaş-
vaş ve vuruşma usullerinde ve bunlara benzer
mazlık konusunda başvurdukları ve bütün ihti-
bütün çalışma şekillerinde… Müslüman bunların
laflı konularını Allah’a ve Resulüne havale ettik-
tümünde hem Müslümanlardan, hem de Müslü-
leri gibi biz bu konuda O’nu hakem tanıyoruz. Ve
man olmayanlardan bilgi alabilir. … Bu konular-
her şeyi Allah’a ve Resulüne havale ediyoruz.
da hem Müslümanların hem de gayri müsimlerin emek ve tecrübelerinden yararlanabilir. Çünkü bu konular Resulullah’ın: “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” hadisi ile işaret bu-
Allah Yahudilerin ve Hıristiyanların Müslümanlara ilişkin genel niteliği ile nihai hedefleri hakkında şöyle buyuruyor:
yurduğu alanların kapsamına girer … Bu konu-
“Kitap sahiplerinden çoğu, hak kendilerine belli
larda Müslüman olmayanlardan faydalanmanın,
olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan do-
inancı sarsmak veya yeniden cahiliyyeye dönüşe
layı sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek is-
yol açmak gibi bir tehlikesi yoktur.”3
terler. Allah’ın onlar hakkındaki hükmü gelinceye kadar onlara göz yumun, hoş görün. Şüphesiz
“Müslüman cahiliyyeye ait her türlü çalışmalara ve eserlere göz atabilir. Fakat bu alanlardaki bil-
Allah her şeye kadirdir.” (Bakara: 109)
gi ve düşüncesini o eserlerden edinmek için de-
“Ey mü’minler, kitap verilenlerden herhangi bir
ğil: Cahiliyyenin nasıl saptırdığını; bu beşeri sa-
fırkaya uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndü-
pıklıkları sağlam temellere oturtup düzeltme-
rüp kafir yaparlar.” (Al-I İmran: 100)”6
nin nasıl mümkün olacağını öğrenmek için… İslam akidesinin gerçeklerine uygun sağlıklı esaslara dayandırmak sureti ile bu sapıklıkları düzeltmek için…”4 2
88
lerine güvenmek, çok gülünç bir gaflet olur. Bu
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. İslam düşüncesi ve
kültür. Dünya yayınları, s. 139 5
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. İslam düşüncesi ve
6
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. İslam düşüncesi ve
kültür. Dünya yayınları, s. 139
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. İslam düşüncesi ve kültür. Dünya yayınları, s. 137
4
şüncesinin metodlarına ve bu düşüncenin verimyüzden, pozitif bilimleri etüd ederken de ihtiyatlı
kültür. Dünya yayınları, s. 141 3
“Bunun içindir ki, İslami araştırmalarda Batı dü-
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. İslam düşüncesi ve
kültür. Dünya yayınları, s. 143-144
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olmamız gerekir. Günümüzde içinde bulunduğumuz şartlar itibari ile batılı kaynaklardan almak zorunda olduğumuz pozitif bilimleri; bu bilimlerin felsefi gölgelerle, felsefi yorumlar ile ilişkisi olup olmadığını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Çünkü bu felsefi gölgeler, genel olarak, cesine kökten düşmandırlar. Ne kadar az olursa olsun, bu yorum ve gölgeler, saf İslam pınarını zehirlemeye yeterlidir.”7 Birinci vazifemiz, şu içinde yaşadığımız toplumun gerçeklerini kökünden değiştirmektir; bu cahilî realiteleri kökten değişime uğratmak. Bu realiteler, Islâmî yöntemle taban tabana çelişir, İslâmî düşünce ile çatışır. Bunlar, dayatmaları ve üzerimize uyguladıkları baskıları ile ilâhî yöntemin bizden istediği hayatı yaşamaktan bizi mahrum bırakırlar. Bu yolda atacağımız ilk adım, bu cahili toplumun değerler sisteminin ve dünya görüşünün üzerine çıkmayı başarmamız, yolun yarısında onunla karşılaştığımızda az ya da çok değerlerimizden ve düşüncelerimizden dönmememiz, ödün vermememizdir. Hayır... Kesinlikle ödün veremeyiz, onlarla uzlaşamayız. Çünkü “biz” ve “onlar” tam bir yol ayrımında bulunuyoruz. Ona bir adım bile eşlik ettiğimizde maazallah yol ve yöntemin tamamını yitiririz! Bu yolda elbette sıkıntı ve meşakketle karşılacağız. Bu yol bize ödemesi zor bir fatura sunacaktır. Ancak ilâhî bağışa mazhar oldukları bizzat Allah tarafından onaylanan, cahilî yöntem karşısında kendisine yardım edilen ilk neslin yolunda yürümek arzusu ile bu yola girdikten sonra başka seçeneğimiz yoktur. ilk eşsiz İslâm neslinin çıktığı gibi biz de bu cahiliyye bataklığından çıkabilmemiz için yürüdüğümüz yolun, tutum ve davranışlarımızın, meto-
www.islamiyorum.com
tüm dini düşüncelere, özellikle de İslam düşün-
dumuzun özelliklerini her zaman çok iyi bilmek zorundayız. Bu bilgi, bu yolda yürümek isteyen kimsenin kesin hayrına olacaktır.
7
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. İslam düşüncesi ve kültür. Dünya yayınları, s. 148
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
89
DOSYA - KUR’AN’I YENİDEN OKUMAK
Kur’an’ın Aktüel Değeri Üzerine 1
Bu makale müellifin “Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler” isimli kitabının 127-155 arasından alıntılanmıştır.
1
Hikmet Zeyveli Giriş
ma aşamasına geçmiş değildir. Evrensel ilke ve
Her ideoloji, evrensel olduğunu iddia ettiği birta-
hedeflediği prototip toplumu, 23 senelik bir za-
kım ilke ve prensiplerle yola çıkar ve her ideoloji, ancak uygulama imkânını elde edince geçerliliğini ispatlamış olur. Uygulama imkânını hiç elde
man zarfında oluşturarak gerçekliğini ve geçerliliğini ispatlamıştır.
edemeyen ideolojilerin, geçerliliği de evrenselliği
Bu ‘özel uygulama’ aşamasını da tekeffül eden
de tartışılır durumdadır.
ve yöneten Kur’ân-ı Kerîm’de teorinin, yani ev-
İdeolojiler, yalnızca bir defa uygulama imkânını elde etmekle de evrenselliklerini ispatlamış olamazlar. Ancak değişik zamanlarda/mekânlarda uygulanabilen ideolojilerin evrenselliği ileri sürülebilir.
rensel olanın yanısıra pratiğin, yani özel ve yerel olanın da yer alması, ilk İslâm toplumu için rahmetin tâ kendisi olmuştur. Ancak, sonraki İslâm toplumları için, bu ilk ‘özel uygulama’, rahmet olmakla beraber aynı zamanda imtihan da olmuştur. Bu imtihan; zamanın/mekânın değişi-
Her ideolojinin uygulaması, teorisyenine nasip olmamıştır. Birçok ideolojinin teorisi ve pratiği farklı insanlar, farklı toplumlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Nitekim Marksizm’in ilk uygulaması, teorisinin doğum yeri olan İngiltere’de değil, Rusya’da mümkün olabilmiştir. İdeolojiler, pratiğe intikal ederken, kaçınılmaz olarak yerel ve özel araçlar kullanmak zorundadırlar Pratiğin zorladığı özel ve yerel araçlar; top-
lumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değiş-
tiğinden ilke ve prensiplerin dışında kalan bu vasıtaların değişkenliği ve dolayısıyla yerelliği kabul edilir. Bu itibarla, değişken olan bu araçlar evrensel addedilemeyeceği gibi, evrensellik iddiasındaki teoriler de şartların dayatmasıyla -teori bazında da- değişmek zorunda kalıyorlarsa evrensellik vasfını yitirmiş olurlar. İslâm, teorisini ve pratiğini beraber getiren -ve yaşatan- yegâne ideolojidir. Diğer ideolojiler gibi, teorisini yazıp bitirdikten sonra uygula
90
prensipleriyle uygulaması beraber ve iç-içe olup
mi ile nelerin sabit kalacağı ve nelerin değişebileceğinin tespitinde, diğer bir ifadeyle, evrensel olanla tarihsel ve yerel olanın ayırt edilmesinde söz konusu olmuştur. Mamafih, bu problem, Hz. Peygamber sonrası ilk İslâm toplumunda varlığını fazla sürdürememiştir. Çünkü, tebliğine me’mur bir peygamberden uygulamasını gördükleri Kur’ân’ın temel esprisini kavramış güzîde insanlar yönetimde söz sahibi olmuşlardı. Bu dönemin en güzel uygulama örneklerini Hz. Ebubekir’le Hz. Ömer’de buluruz. Kur’ân’ın uygulama sünnetini en iyi kavrayanlardan olmaları cihetiyle onlar, İslâm’ın evrensel dinamizmini yaşatmak için alınacak tedbirlerde tereddüt etmemişlerdir. Onların örnek yönetimleri döneminde alınmış olan karar ve tedbirler, bize, Kur’ân’ın evrensel temel ilkelerini tayinde rehber olacak niteliktedir. Fakat ne yazık ki Hz. Ebubekir ve Ömer’in dinamik Kur’ân anlayışları, Hicret’in 1. asrının sonuna doğru, giderek yerini tutucu bir zihniyete terk
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
etmeye başlamış, daha sonraları Abbasi Halife-
ci şıkkını evetliyenler: helal ve haramda, ve ge-
si Mütevekkil’in benimsemesiyle de bu tutucu ve
nel olarak teşride, illet ve gâiyyetın mücib sebep
şabloncu zihniyet, artık resmî devlet politikası
alınamayacağını ileri sürüyorlardı.
olarak toplum hayatına girmiştir.
Giderek yaygınlaşan bu zihniyet Kur’ân’ın dina-
Hz. Peygamber’e karşı, müşriklerce dayatılan
mizmini yok edince, taklide razı olmak ve ihtilaf-
ecdâdperestlik psikozu, bu defa, âdeta dinî bir
lı konularda sevad-ı a’zam’a (büyük çoğunluğa)
söylem kazanmıştı. Kur’ân’ın bildirdiği üzere,
ya da cumhura uymak, ‘bid’atlerden kaçınmak
Hz. Nuh’a ve Hz. Musa’ya atalar geleneğiyle kar-
ve Sünnet’e temessük etmek (yapışmak)’ için
şı çıkıldığı gibi (28/36, 23/24) son peygamber
yegâne yol addedildi.
Hz. Muhammed’e karşı da aynı atalar geleneği dayatılmıştır. (43/22, 7/28)
Tarihî seyrinin detaylı verilmesi bu çalışmamızın
İşte bu gelenekçi psikoz, aynı statükoculuğu, bu
rumlaşması ve bazı yönetim politikalarıyla des-
defa, Hz. Peygamber’in ilk uygulamasını, yani
tek görmesi sonucu, bu ahval, birtakım -kaideyi
Kur’ân’ın ilk yorumunu bütün teferruatıyla şab-
bozmayan-istisrıalarla. milâdî XX. yüzyılın baş-
lonlaştırmak suretiyle sürdürmeye çalışıyordu.
larına kadar sürüp gelmiştir. Asırların birikimiy-
Önce bid’at kavramı geliştirildi. Hemen-hemen her yeniliği kapsayan bir tarif yapılarak1 en masum yenilikler bile bu kapsam içerisin de mahkûm edildiler. Öyle ki, pazarda ne alacağını unutmamak için küçük parmağına ip bağlayan dindar bir Müslüman, Hz. Peygamber zamanında bu âdetin mevcut olduğunu tahkik edinceye kadar parmağını avucunun içinde gizlemek zorunda kalıyordu.2 Çünkü “Her yenilik bid’at. her bid’at sapıklık ve her sapık cehennemde, sloganı, Hz. Peygamberin hadisî olarak tedavüle konmuştu.3
net’ kavramı hem statiklesti, hem de yarı-vahiy (gayrı metluv vahiy) karakterine büründürülerek dogmalaştırıldı. Kur’an hükümlerinde illet ve gâiyyet aranması, âdeta Allah’ın, şanına ‘naqíse’ addedildi. Kelâmdaki meşhur “Husn ve qubh emir ve nehyin mucibi midir, yoksa med4
le sürüp gelen bu zaaflar, İslâm dışı ideolojilerin ve özellikle Batı’daki siyasal, kültürel ve teknolojik gelişmelerin dayatmasıyla birleşince, içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarında, İslâm’ı temsil eden son siyasî otorite de dağılıp parçalanmış; yerini, birtakım küçük siyasi yönetimlere bırakmıştır. Bu yönetimler, özellikle galipleri konumundaki Batı karşısında mağlup milletler psikolojisi ile İslâmî kimliklerini süratle yitirmeye başlamış; Batının geliştirdiği siyasî ve kültürel değerler karşısında, ya laik bir siyasî çözümü benimsemiş, yani dini, sadece ‘kişisel inançlar’ seviyesine indirgeyerek İslâmın toplumsal
Daha sonraları, bid’ate karşı geliştirilen ‘sün-
lulü müdür?”
sınırlarını zorlayacak olan bütün bu zaafların ku-
tartışmasında: sorunun ikin-
1
Muslim, Sahih, Kitabu’l-Cumu’a, Hadis No: 43; Ahmed
yönü ve fonksiyonunu reddetmiş; ya da zahiren Islâmın siyasi otoritesini kabul etmiş görünmekle beraber, yine galiplerin dayattığı değerlerle varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Bütün bunların tevlid ettiği kimlik krizi, artık parça parça olmuş -sözüm ona- İslâm âleminin, galipleri tarafından sömürü odağı haline gelmesine sebep olmuştur. İslâmî siyasi otoritenin parçalanmasından gü-
b. Hanbel, Dârimî ve Ebu Davüd da aynı rivayeti
nümüze gelinceye kadar geçen bir yüzyıla ya-
vermişlerdir.
kın zaman zarfında, İslâm-dışı resmi-siyasi
2
Muhammed Talbî, Bid’atler. (Çev. Dr. Mehmet Şimşek), A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXIII. s. 445-460
3
En kapsamlı haliyle bu anlamdaki rivayeti Nesâî’nin Sünen’inde buluyoruz (K:19, Salâtu’l-’îdeyn, B: 22, Keyfe’l-Hutbe) c. 3, s. 188-89)
4
Yani, “Allah’ın emrettiği veya yasakladığı fiillerde ya
otoritelere rağmen, başlangıcında olduğu gibi, İslâmın toplumların hayatına hükmetmesi için, ne yapmak gerektiğini araştıran samimi Müs lümanları temsil eden düşünürlerin zihinlerini en çok işgal eden soru şuydu: ‘Nerede hata ya-
da haram kıldığı eşyada illet (emre veya yasağa esas
pılmıştı ki bu duruma düşülmüştü?’ Konulan ilk
olacak bir gerekçe) aranmalı mı, yoksa aranmamalı
müşterek teşhis ise. İslâmın ilk ve en sağlam
mı?” Bu soruya “hayır, illet aranmamalıdır” diye cevap veren Eş’ari ekolü, nass’ın bulunmadığı ahvalde kıyas ve istinbat yoluyla hüküm koymanın yolunu kesiyordu.
kaynağı Kur’ân’dan uzaklaşılmış olması vakıasıydı.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
91
Fakat bu beylik teşhisle yola çıkanlar, çözümler-
det) bütün uygulama ve değer ölçüleri evrensel
de birbirinden ayrılıyorlardı. Bunun belli başlı se-
niteliğinde olup yerel veya tarihsel olanı yoktur.
beplerinden biri ve en önemlisi, Kur’ân-ın tem-
Hz. Ömer’in tassarrufları da bize, nass’lar üze-
sil ettiği İslâmın kapsamını belirlemedeki ihti-
rinde ictihad etme konusunda delil olamazlar.
laflardı. İslâm, sadece Kur’ân’dan mı ibaret idi?
‘Mevrid-i nass’ta içtihada masağ yoktur’ kura-
İslâmın, Kur’ân’dan ibaret olduğu kabul edilme-
lı en kapsamlı bir şekilde geçerlidir. Bid’atlardan
si halinde, onun referans olarak gösterdiği Hz.
sakınmak, Sünnet’e sarılmak şiar edinilmelidir.
Peygamber örneği de bizi bağlar mıydı? Bu kaynak veya kaynaklardan bize gelen hükümlerin
Bu katı şablonculuğun ya da taklitçiliğin bir teza-
evrenselliği veya tarihselliği tartışılabilir miydi?
hürü olarak, günümüzde, mesela, zil sesleri’nin
Genel olarak İslâmın, özele indirgersek Kuranın
madığı hala tartışılabilmektedir.7
(saat, telefon veya kapı zillerinin) caiz olup ol-
aktüalize edilmesinin problemleri diye özetlenebilecek bu konuda, günümüzde gelişen temayüller şöyle sıralanabilir:
3) Mutediller Bunlar, Kur’ân’ın âdete ve örfe bina edilen ah-
1) İfrat Görüş Sahipleri
kam ve muamelâta dair bütün hükümlerinin,
Kuran’da, inanç esasları dışında hiçbir evrensel
ise, değişebileceğini, çünkü bu konulardaki Ku-
özellikle zaman ve coğrafya farkları söz konusu
sabite kabul etmeyip ahkâm’ın hepsinin değişe-
ran âyetlerinin bir kısmının tarihsel veya yerel
bileceğine inananlar. Bu görüşü savunanlardan
özellikte olduklarını kabul etmişlerdir. Bunlar da
biri olan Celal Nuri İleri, şöyle der: “Dünyada
“zamanın tağayyürü ile ahkâm tağayyür eder”
her kaide-i hükmiyye değişir. Bunun bir istisnası
prensibini kabul ederler, ancak bu kuralın, illeti
vardır. O da “Zamanın tağayyürü ile ahkâmın ta-
değişmiş olan ahkâm için söz konusu olacağı gö-
ğayyürü inkâr olunamaz’ hükmüdür.”5
rüşündedirler. Aralarında bazı düşünce farklılık-
Bu alanda en ileri giden biri olarak gördüğümüz Mısır’lı çağdaş âlim Hasan Hanefî ise, bu değişme gereğini Kur’ân’ın inanç esaslarına da teşmil eder.6
larına rağmen, eski âlimlerden et-Tûfî, çağdaşlardan Mehmed Akif Ersoy, Hüseyin Kâzım Kadri ve Fazlurrahman bu gruba örnek verilebilirler. Bize gelince, bu hassas konuda tercihimizi be-
Laik yönetimleri benimsedikleri ve İslâm adına endişeleri olmadığı halde, resmi ideolojileri ve statükoları İslâm adına meşrulaştırmaya ça-
lirtmeden önce, üç konuda mülahazalarımızı serdetmek isteriz. a) Risaletin Son Bulmasının Anlamı
lışanlar.
Kur’ân-ı Kerîm, kuşkuya mahal olmayacak şekilde, Alemlerin Rabbinden bir inzaldir. İnsanları
2) Tefrit Görüş Sahipleri
hidayet etmek için nazil olmuştur (2/ 185).
Klasik taklidi temayülleri aynen sürdürenler:
Onları “en qavím (en sağlam) bir yola kılavuzla-
Bunlara göre; İslam’ın ilk döneminin (Asr-ı Saa-
maktadır (17/9).
İslâmî Araştırmalar Dergisi, sayı 1 (Temmuz 1986)
5
“İslâmın Aktüel Değeri Üzerine”, Prof. Dr. M. Said Hatiboğlu, s. 12 (Celal Nuri’nin İctihad Mecmuası, sayı 67’de yayınlanan makalesinden naklen.) 6
Hasan Hanefî, Teoloji mi Antropoloji mi? (Çev. Dr. Sait Yazıcıoğlu), A.Ü. İlahiyat Fa kültesi Dergisi, c. XXIII. s. 505-531, Ayrıca, İlahiyatçı Dr. İlhami Güler’in, Hasan
Yaratıcı, beşere lütfettiği bu hidayetini, gene beşer olan Rasuller (Peygamberler) vasıtasıyla gerçekleştirmeyi sünnet (teamül) edinmiştir. Bu hidayetinin sebep ve gayesini ise şöyle beyan buyurmuştur:
Hanefî ile yaptığı ve Türkçe’ye çevirdiği “Hasan Hanefî
“insanlar tek bir ümmetti. Allah peygamberleri
ile ‘Tecdid’ Projesi Üzerine Bir Söyleşi”; keza aynı
müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; insanla-
yazarın, yine İlhami Güler tarafından Türkçeleştirilen
rın ayrılığa düştükleri hususlarda aralarında hü-
“Dini Değişme ve Kültürel Tahakküm” isimli makalesi
küm vermek için onlarla birlikte Kitab’ı indirdi...
için bkz. İslâmî Araştırmalar Dergisi, c. 6, sayı: 3, s. 149-56 ve 157
92
Nebevi Sünnet, Muhammed Gazzâlî
7
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
(12/111, 16/89)
demektir.9
Bu Kitab’da, insanların hidayeti için, gerekli her-
Süleyman Ateş’in bu âyete düştüğü not ise:
şeyi zikretti.(12/111, 16/89). Dolayısıyla bu anlamda mufassal olan Kitab’ın hidayetine teslim olmaktan başka insanın bir seçeneği yoktur (6/114).
“âyet, (...) Âdemin birden bire değil, bir tekâmül neticesinde yaratılmış olduğunu bildirmektedir” şeklindedir. (Kur’ân-ı Kerîm ve Yüce Meali, ilgili âyet.)
Bu itibarla Kuran, Yaratıcının insanlara bahşettiği
Ve Allah, sizi yerden bir bitki olarak bitirdi
son prospektüs, son mesajdır. O mesajı insan-
(71/17).
lara iletme şerefine nail olan Hz. Muhammed de son ‘nebi/son peygamber olmuştur. Geçmişin her döneminde bir çok topluma peygamber gönderilmişken, neden acaba, Hz. Muhammed’le bu olgu sona erdirilmiştir? Bu gerçek, bazılarının sandığı gibi, Son Peygamber’le kıyametin birbirlerine çok yakın
Bu âyet için de Süleyman Ateş mealinde şöyle bir not düşülmüştür: “...insanın menşeine çeşitli yerlerde işaret eden Kur’ân, bu yaratmanın bir tekâmüle tabi kılındığını gösterir. Ancak insan herhangi bir hayvandan değil, kendi kökünden tekâmül ettirilmiştir. Bu tekâmülün nasıl olduğunu ancak Allah bilir.”
oluşuna mı delalet eder, yoksa başka bir şekilde
Gerek arzdan (yerden) inşa ettiği, gerek anala-
izahı var mıdır?
rınızın rahimlerinde ceninler halindeyken sizi(n durumunuzu) en iyi bilen O’dur (53/32).
‘İnsan’ olarak yaratılan canlı türünün, yaratılışından itibaren bir gelişim süreci içerisinde oldu-
Burada sanki, insanın yeryüzündeki yaratılışıy-
ğu konusunda, aklî-tecrübî bazı bulgulara sahip
la, ana rahmindeki oluşumu, tekâmülü arasında-
bulunmaktayız. Acaba ilâhî mesajda bu konu-
ki benzerliğe îma vardır.
da bazı ipuçları elde etmek mümkün müdür? Bu
insanın üzerinden, henüz anılmaya değer bir
konuda, aşağıdaki âyetler, anılan gelişimin nakli
şey olmadan (önce) uzun bir süre geçmedi mi!
ipuçları olarak ileri sürülmüşlerdir: Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra meleklere, “Âdem’e secde edin” dedik; İblisten başka hepsi secde etti... (7/11).
Bu âyette; önce yaratılış, sonra şekilleniş, daha sonra da Âdem’e secde emri sırasına, ve yaratılan objeden ‘sizi’, ve ‘size’ diye çoğul zamirle söz edildiğine dikkat edilmelidir. Yani, yaratılan varlık tekil değil, çoğuldur; gelişimini tamamladıktan sonra Adem olmuştur ve işte bu merhalede,
(76/1)
Bu âyetten de, klasik müfessirlerin ifade ettikleri, “insanın ana rahmindeki gelişiminin yanı sıra, tür olarak varoluşundan sonraki gelişmesi de kastedilmiş olabilir. İnsan türünün gelişmesinin, ana rahmindeki bireyinin gelişmesine benzerliği noktasından yola çıkarsak; insan türünün, tarih boyunca ve toplum bazında, müşahede edemediğimiz geliş-
meleklere, Adem’e secde etmeleri emredilmiştir.
mesini, insan bireyinin müşahede ede geldiği-
Bu konuda Muhammed İkbal şu görüştedir:
san bireyinin ana rahmine düşmesinden doğma-
“Kur’an’da Âdemin hikâyesi bütün insanlığın
sına, büyüyüp rüştüne erişmesine, tefekkürü-
hikâyesidir.”
nün gelişip kıvamına ulaşmasına ve yaşlandık-
8
İsmail Cerrahoğlu da aynı konuda şunları söyler: “Kuran-ı Kerîm’de çeşitli sûrelerde zikredilen Âdem, genellikle insanı temsil eder. Daha doğrusu Hz. Âdem’in hikâyesi, her insanın hikâyesi 8
Islamda Dînî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü,
miz gelişmesiyle sembolize edebiliriz. Yani, in-
ça gerilemesine, sonunda ölüp yok olmasına kadar bu teşbihi (kıyası) sürdürebiliriz. Bu durumda insanlığın da bir ceninlik, bir sebâvet, bir ergenlik, bir yaşlılık döneminin olabileceğini kabul edebiliriz. 9
A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XX, ‘Kur’an’da İnsanın
Muhammed İkbâl, (Çev. Sofi Huri), İstanbul, 1964, s.
Yaratılış Sahnesinin Düşündürdükleri’, Doç. Dr. İsmail
100
Cerrahoğlu, s. 88
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
93
İnsan bireyinin, rüştünü ispatlayıncaya kadar ebeveyninin vesayetine muhtaç olması ve ancak rüştünü ispatladıktan sonra vesayetten kurtulabilmesi olgusunu, toplum bazında insan türüne uygularsak; insanlığın da rüştünü ispatlayıncaya kadar ‘peygamberlerin vesayetinde’ yaşaya geldiğini, ancak rüştünü ispatladıktan sonradır ki peygamberliğin son bulduğunu ve dolayısıyla
sonraki şeriatla neshedilmesi vakıasıdır. Şeriatlar-arası ‘neshe kâil olan İslâm fukahası, aynı şeriat içerisinde de neshi kabul etmiş ve ‘nâsih ve mensûh’a, fıkhın en önemli ko nularından biri olarak yer vermişlerdir. Bir çelişkiyi ifade ettiğine inanan bazı ilim adamları, Kur an’ı böyle bir zaaftan berî görerek neshi redde-
vesayetten muaf tutulduğunu söyleyebiliriz.
derken, diğer bazı ilim adamları, bu vakıanın,
O halde peygamberliğin son bulması, insanlı-
olarak hükümlerin tedrici değişimi olduğunu ile-
ğın rüştüne ermiş olduğunu simgeler. Bu da akli
ri sürmüşler ve Kur’an’da mensûh ayetleri tes-
melekelerin gelişmesi sonucu elde edilen ente-
pit ve tayine çalışmışlardır. Mensûh ayet adedi-
lektüel bağımsızlık ortamıdır.
nin tespitinde çok mübalağalı rakamlar ileri sü-
Ancak risaletin (peygamberliğin) son bulması,
denler de olmuştur.
toplumun gelişmesinin son bulması demek de-
bir çelişkiden ziyade, toplumun gelişimine uygun
rüldüğü gibi, onların sayısını birkaç ayete hasre-
ğildir. Tıpkı rüştünü ispatlayarak vesayetten kur-
İlâhî bir hidayete çelişki izafe etmenin, onun
tulan insan bireyi gibi hayatının baharını idrak
ilâhî olmadığını ileri sürmekle eş-anlamlı ola-
etmiştir ve tarih boyunca -yine insan bireyinde-
cağını bizzat Kur’ân ifade ettiğine göre, neshi,
kine benzer şekilde- kabiliyetlerinin gelişimi de-
‘ahvâl ve şeraite göre hükümlerin tedrici olarak
vam etmektedir.
inzali’ şeklinde anlamak daha sağlıklı bir anlayış
İşte böyle bir yorumla biz, hem şeriatlar-arası farklılıkların izahını, hem de son şeriatın doğru yorumlanmasının imkânını elde edebiliriz.
olmalıdır. b) İlâhî Hidayetin Kapsamı Allah, insanı fıtraten, akıl ve duyular gibi bazı
Peygamberler vasıtasıyla insanlara gönderi-
kabiliyetlerle donatmış ve hayatta, yolunu se-
len mesajların, aynı ilâhî kaynaktan gelmele-
çip tercih ederken bu kabiliyetlerini mutlaka faal
ri itibariyle, temel düstur ve inançlarda aynîlik
tutmasını ondan istemiştir:
gösterdikleri aklen kabul edilmiş ve tarihen doğrulanmıştır. Fakat bunun yanı sıra, yukarıdaki mülâhazalarla, toplumların gelişmekte olduğunu düşünürsek, bu gelişmeye paralel ve uygun olarak, mesajların muhtevalarında bazı farklılıkların olması kaçınılmaz olur.
“Bilmediğin şeyin ardına düşüp gitme; doğrusu kulak, göz ve kalp. bunların hepsi ondan sorumludur” (17/36).
İnsanın nefsinde ve çevresindeki tabiatta âyetler yaratan Allah, o fıtrî kabiliyetlere tabii done-
Kuran, bu konuda şöyle buyurur: ... Her biriniz için bir yol (şeriat) ve bir yöntem belirledik; Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir... (5/48) “...Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir âyet getiremez. Her süre için bir kitap vardır.” (13/38)
ler (veriler) sunmuştur. Sahip olduğu kabili yetleri seferber edip tabiattaki/tabiatındaki sözsüz ayetleri done alan insanoğlu, bir yere kadar varlığının manasını kavramak ve qâlû bela” temsiliyle ifade olunduğu üzere rabbini birleyerek O’nu itiraf etmek sorumluluğundadır (7/172-73). Bununla beraber, insan, bütün zaaflarını bertaraf edememiş; Allah’ın özel hidayetinden müstağni kalamamıştır. İnsanoğlunun, doğrudan-hidayete en çok muhtaç bulunduğu
İlâhî mesajlarla bir topluma öngörülen hukuk ve muamelat esaslarının daha sonraki bir toplumda değiştirilmesinin hikmeti, toplumların gelişme süreçlerine paralel olarak hükümlerin de yeni-
sahaları tespite çalışırken, yeryüzündeki mücadelesi boyunca, üç tür varlıkla olan münasebetlerini doğru oluşturmak için çabalayıp durmuş olduğunu görürüz:
lenmesi, fıkhî bir ifadeyle, bir önceki şeriatın, bir
94
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Mâ-dûnu (alt-varlık) olan kendi dışındaki varlık-
yetin hedefi ne onu, ne de diğerini ifade etmek-
larla,
tir. Kur’ân için insana yakın olan, onun hayatın-
Mâ-fevkı (üst-varlık) olan Yaratıcısıyla, Hemcinsi olan insanlarla ve dolayısıyla kendisiyle.
da olan gerçekler önemlidir. “Dünyanın yuvarlak olduğu” şeklindeki inancın, insanın mutluluğu ve erdemi ile doğrudan ilgili olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Mah-
İnsanoğlu; mâ-dûnu olan varlıklar, yani kendi cinsi dışında kalan hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar üzerinde, fıtraten yeterli kabiliyetlerle donatılmış olduğundan, ilâhî doğrudan-hidayetin (sözlü ayetlerin/vahyin) konusu, bu sahadaki ilişkileri tanzim etmek olmamıştır. Yaratılışta sahip bulunduğu kabiliyetleriyle insanın, bu varlıklara yönelmesi için Kur’ân sadece bazı şevkler, impuls’lar vermiştir.10 Bu alanda Kur’ân’dan elde edilebilecek olanlar, sadece, ilk muhatap toplumu etkileyebilecek edebî ve diyagramatik tasvirlerdir. Bu tas virlerden hareketle, günümüzde Bucaillizm diye adlandırılan, “Kur’ân âyetlerini, ilmin ya da teknolojinin ulaşmış bulunduğu bazı sonuçlarla intibak ettirme” gayretkeşliğine düşmemek gerekir. Bu yolda ileri sürülmüş bulunan iddialarının çoğunun, Kur’ân diline ve üslûbuna vukufsuzluğun bir sonucu olduğunu kanıtlamak pek zor olmadığı gibi, bu teşebbüslerin, Kur’ân’ın hidayet he-
şer gününde, “dünyanın düz olduğu ya da yuvarlak olduğu” yolundaki inancından dolayı insanların sorguya çekileceğine dair elimizde aklî veya naklî bir delil de yoktur. Çünkü orada geçerli değerler, Allah’a olan şirksiz imanımız ve salih amellerimizdir. Aktüel olanın önemini, Alexis Carrel gibi bir düşünür şöyle ifade eder: “İnsan için, bir ağacın gerçekliği, beş kilometre yukarısından bir helikopterle çekilen kuşbakışı fotoğrafındaki gerçeklik değildir. Gölgesinde istirahat ettiğimiz, yapraklarının hışırtısını zevkle dinlediğimiz ağaç önemlidir bizce.14” Kur’ân’ın sadece aktüel yönüne önem verdiği, ve işin ilmî yönünü -din haline getirmeksizin- insanın kabiliyetine ve tecessüsüne tevdi ettiği, bu maddi alemle ilgili bazı edebî tasvirlerin din/akide telakki edilmesinin müncer olduğu vahim bir anlayışa -günümüzden- bir örnek verelim:
defini saptırmaktan başka bir işe yaramadığı da
Suudi Arabistanlı meşhur Şeyh Abdu’l-Aziz
görülmektedir.
b. Baz, ei-Edilletu’l-’Aqliyye ve’l-Hissiyye ‘alâ
Örnek verirsek, bir döneme kadar bazı tefsir kitaplarında, Kur’ân âyetleri delil getirilerek dünyanın ‘sath’ (düz)11 ya da ‘sakin (hareketsiz)12 olduğu iddia edilmiştir. Günümüzde ise, yine Kur’ân âyetlerine da yanılarak dünyanın ‘küre’ veya ‘elipsoid’ şeklinde olduğu ya da ‘dönmekte’ olduğu ispata çalışılmaktadır.13 Oysa ilâhî hida10
Birçokları meyanında 3/190; 29/20; 38/2
11
Mesela,bkz. Celâleyn Tefsiri, Ve yeryüzüne [bakmazlar
mı] nasıl düzeltilmiş?” ayetinin tefsirinde şunları okuyoruz:”Âyetteki ‘düzleştirilmiş’ sözü, dünyanın, astronomi âlimlerinin inandıkları gibi ‘küre’ şeklinde değil, düz olduğunun delilidir. Maamâfih, onların bu inancı dinin esas larından birini nakzetmez.” 12
Mefâtihu’l-Gayb, Fahruddîn er-Râzî, Tahran, tsz. c.
2, s. 102-103 (Râzî, burada, aklî ve naklî delillerle (!) dünyanın hareketsiz olduğunu ispatlayamaya çalışır). 13
Hasan Basri Çantay, Kur’ân ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, c. 3, s. 1143; Süleyman Ateş, Kur’ân-ı Kerîm ve Yüce Meali; her iki mealde de 79/30 ayeti... Ve bkz. Dr. Celal Kırca, Kur’an-ı Kerim’de Fen Bilimleri, İstanbul, 1984, s. 72-78
Cereyanı’ş-Şemsi ve Sukûni’l-Ardi ve Imkâni’sSu’ûdi ila’l-Kevâkib (=Dünyanın Sakin, Güneşin Hareketli Olduğuna ve Gezegenlere Çıkmanın İmkânına Dair Aklî ve Hissî Deliller) isimli, 1975 yılında Medine’de, resmi makamlarca basılan risalesinde “güneşin yerinde durduğunu ve dünyanın onun etrafında hareket etmekte olduğunu” iddia edenleri, bakınız, ortaçağ kilisesinin engizisyoncu zihniyetiyle nasıl mahkûm etmektedir: “...Kim bunu iddia ederse küfür ve dalâlete düşmüş olur. Çünkü bu iddia, hem Allah’ın, hem Kur’ân’ın, hem de Peygamberin (s) tekzibidir... (Bunu iddia eden kişi) tevbeye davet edilir. Ederse ne âlâ; aksi takdirde, kafir ve mürted olarak öldürülür ve malı da Müslümanların Beytulmâline irad kaydedilir. (...) Eğer ileri sürdükleri gibi dünya dönüyor olsaydı; ülkeler, dağlar, ağaçlar, nehirler, denizler bir kararda kalmazdı, insanlar batıdaki ülkelerin, doğu14
Alexis Carrel, insanlar Uyanın
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
95
ya; doğudaki ülkelerin batıya kaydığını görür-
Yaptığı yasalardan hiçbir çıkarı olmamalıdır
lerdi, Kıble’nin yeri değişir, insanlar Kıbleyi tayin
(müstağni olmalıdır).
edemezlerdi. Velhasıl (bunların hiçbiri müşahede edilmediğine göre) bu iddia (‘dünyanın hareketli olduğu’ iddiası) sayması uzun sürecek bir-çok
1778). bu konu üzerine yazdığı eserinde ‘yasa
nedenden dolayı bâtıldır.”15
koyucu’da aranması gereken vasıfları yukarıda
Bu ilginç örnekte, Bucaillizm’in negatif olarak iş-
şunu ilâve eder: “İnsanlara yasalar vermek için
letildiğini görüyoruz: Kur’ân’ın zahirine aykı-
tanrılar gerek.”16 Jean Jacques Rousseau’nun
rı görülen ilmî buluşlar karşısında, onları ih-
“tanrılar” şeklinde pagan bir söylem içerisinde
bar eden nass’lar aramak psikozuna karşılık, bu
verdiği çözümü, “Yaratıcı, Adil, Kadîr, Ganî, Hik-
defa, onları kesin reddeden ve savunanlarını da
metli, Rauf, Rahîm..olan ALLAH” şeklinde düzel-
engizisyoncu kilise zihniyetiyle mahkûm eden bir
tirsek, bu ezelî ve ebedî gerçeği doğru ifade et-
zihniyete şahit oluyoruz.
miş oluruz.
İnsanın, yeryüzündeki mücadelesi boyunca, mü-
İlâhî mesajlar, tarih boyunca kainatın varlığının
nasebetlerini doğru oluşturmak için çabalayıp
ve insanoğlunun bu uçsuz-bucaksız kainat içe-
durduğu üç varlıktan ikinci ve üçüncüsüne, yani
risinde yaşamının anlamını bildirmişlerdir: Dün-
mâ-fevkı olan Yaratıcı ve hem-cinsi olan insanla-
ya hayatı geçicidir, baki olan ahiret hayatıdır. İn-
ra gelince: bu sahalarda insanoğlunun, Yaratıcı-
san, bu geçici Dünyada Rabbine ‘kulluk’ etmek
nın hidayetine olan ihtiyacı bariz olarak kendini
üzere yaratılmıştır; Rabbinin varlığına ve ölüm-
her zaman hissettire gelmiştir:
den sonra O’nun huzurunda ‘hesap vereceğine’
Yaratıcıyla olan alâkasını doğru teşhis ve düzenlemede, insanın çoğu zaman ayakları sürçmüş, şirk ve inkâr şeklinde tezahür eden sapmalara duçar olmuştur.
verdiklerimize benzer şekilde sıraladıktan sonra
seksiz bir iman içerisinde, erdemli (salih amelli) bir hayat yaşamaya talip olmalıdır. Bunun için de Allah’ın hidayetine tâbi olmaktan başka çıkar yolu yoktur. Allah, hayat prospektüsünü en doğru sunacak güçtedir; zira ‘yaratıcıdır’.
Yine insanoğlunun, hem-cinsi olan ‘insan’la münasebetlerini tespit ve düzenlemede de başarı-
c) Kur’ân Hidayetinin Özelliği
sız kaldığına tarih tanıklık ede gelmiştir. Özellikle
‘Hidayet’, yol gösterme, rehberliktir. Yol göster-
insanın birey ve toplum olarak tâbi olması gere-
mede aslolan. insanı nihai hedefine kadar bilfi-
ken asgari müştereklerin tespiti ve yeryüzünde
il götürmek değil, yeterli ayetler ‘işaret faşları/
zulmü bertaraf edecek adaletli bir düzen ikame
nirengi noktalan/röperler) vererek onun, kendi
etme çabaları hep hüsranla sonuçlanmıştır.
irade ve insiyatifiyle o hedefe varmasına yar-
‘Toplumsal Sözleşme’ diye adlandırılan, insanları yönetecek yasaların konulmasında, öncelikle ‘yasa koyucu’da (Şâri’de) olması gereken vasıflar, işin uzmanlarınca, uzun-uzadıya tartış-
dımcı olmaktır. Aksi halde, insanın aklının ve iradesinin fonksiyonu gözardı edilmiş olur ve içgüdüleriyle hayatını idame ettiren diğer canlılardan farkı Kalmaz.
ma konusu yapılmıştır. Bir yasanın yeterli, âdil
İste son ilahi-sözlü hidayet veya -artık özele in-
ve toplum bireylerince itaat edilebilir (eski ifa-
dirgersek Kur’ân hidayeti insanlara öncelikle rö-
deyle ‘mâ bihi’l-ittibâ’) olabilmesi için, ‘yasa
per noktaları vermiştir Ancak, bu soyut yönlen-
koyucu’nun, aşağıdaki vasıflara sahip olması ön-
dirmelerin yanı sıra -örneklemelerin insan tabiatı
görülmüştür:
üzerindeki müspet etkilen gerçeğinden hareket-
İnsanı çok iyi tanımalı, ihtiyaçlarını çok iyi takdir etmelidir; İnsanın -gerçekten- iyiliğini (hayrını) istemelidir; 15
Edip Yüksel, Türkçe Kuran Çevirilerindeki Hatalar s:
48-50
96
Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau (1712-
le- ilk muhatap toplum üzerinde tatbikatını da beraber sunmuştur. Bu yönüyle Kur’ân, herhangi bir hukuk kitabına benzememektedir. Zira o, bir defada vücuda ge16
Jeann Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Adam
Yy. İstanbul, 1982, s. 51
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tirilmiş bir hukuk mecellesi olmayıp 23 senede,
yaç ve problemlerin oluşması ve bunları karşı-
gerekçesini, uygulamasını ve ahlakî değerlerini
lamak için eski hükümlerin tâdili ya da birtakım
beraber getirmiş ve bu süre zarfında prototip bir
yeni hükümlerin ikâmesi kaçınılmazdır.
Kur’ân toplumu oluşturmuş gerçekten benzersiz bir kitaptır. Bu ilk uygulamada, yerel ve özel şartların dikkate alınmasında, Hz. Peygambere yeteri kadar inisiyatif verildiğini görüyoruz. Allah’a itaatin yanı sıra Hz. Peygamber’e de itaati şart koşan âyetler17 Peygamber’in (s) bu ‘uygulama’ sürecindeki misyonunu vurgulamaktadır. Buna rağmen, bu yerelleştirmede bütün inisiyatif, Hz. Peygamber’e bırakılmamıştır. İlk muhatap toplumun dilini araç olarak kullanan Kur’ân’ın18 bizzat kendisi de, o toplumun arkaplânını ve örfünü (mütearefini) gözönüne alarak ahvale uygun özel hükümler vazetmiştir, evrensel prensipleri taşıyacak ya da uygulayacak vasıtaların hususi olması aklen de gereklidir: Zira soyut (mücerredi kavramlar, ancak somut (müşahhas) vasıtalarla kavranabilirler. Bu itibarla Kur an-ı Kerîm’in, 23 senelik nüzûl ve uygulama ortamı içerisinde, hidayet ettiği toplumun gelişmesine uygun olarak ve tedrice riayet ederek evrensel inanç ve amel esaslarının yanı sıra yerel ve özel, hatta geçici hükümler koyması çok tabii görülmelidir. Müslüman cemaatin duçar olduğu problemlerin acil çözümünden, Hz. Peygamber’in aile hayatına kadar uzanan düzenlemelere varıncaya kadar. Kur’ân’ı Kerim de birçok özel hükme rastlamak mümkündür.
Öncelikle, insan-insan ve insan-Allah münasebetlerini tayin ve tanzimde rehberlik eden ilâhî mesajlarda, -insanlığın gelişmesi de göz-önüne alınmış olduğundan- Kur’ân’da, evrensel nitelikte vaz’edilen prensip ve hükümler çok az sayıda tutulmuştur. Bu az ve kapsamlı prensip ve hükümlerin dışında kalan sahalarda, özellikle insan-madde ilişkilerinde, insana geniş bir inisiyatif alanı bırakılmıştır. İlâhî hidayetteki teamül gereği, Kur’ân’da, evrensel inanç ve amel esaslarının yanı sıra, özel ve yerel uygulama ve yorumlara da yer verilmiş, yani ilk muhatap toplumun özel ihtiyaçları ve mütearifi (örfü, kültürü) dikkate alınmıştır. Bütün bu hususlar gözönüne alındığında; ilk muhatap toplumun örf ve âdetine bina olunan ve zaman/mekân değişmesi sonucunda, vaz’ edilmelerine esas olan illetleri değişmiş bulunan ahkâm ve muamelâta dair hükümlerin değişebileceği sonucuna varabiliriz. Hz. Peygamberin vefatından sonra, özellikle Hz. Ömer’in bazı uygulamaları bu kanaatimiz; te’yid edici niteliktedir. Mut’a’yı (muvakkat evliliği; yasaklaması, fethedilen arazileri muqatikye (savaşanlara) pay etmemesi, zekâttan ‘muellefe-ı qulub’a hisse ayırmaması,19 Tağlib kabilesinden ‘kırkta-iki’ zekât alması... gibi uygulamaları, onun, Kur’anî ve Peygamberi uygulamaların zahirini değil, ruhunu/esprisini esas aldığın; ortaya koymaktadır.
Kur a n ı n nüzülu tamamlandıktan sonra geçici hüküm mesabesinde kalan nassa örnek olarak, Hz. Peygamber’in vefatından sonra, geriye bıraktığı eşleriyle kimsenin evlenemeyeceğine dair hüküm verilebilir (33/53). Buraya kadar serdettiğimiz mülâhazalarımızı şöyle özetleyebiliriz:
Bu konuda Fazlurrahman şöyle yazar: Hz. Ömer, Irak ve Mısır’ın fethedilen arazilerini muqatileye dağıtmakla ‘daha sonrakilerin nass veya muhkem diye tanımladıkları Kur’ân âyetlerini ve Peygamber sünnetini harfiyyen uy gulamak yerine, sosyo-ekonomik şartların, do19
İnsanlığın gelişimi son bulmamıştır. Son ilâhî yazılı mesajın inişinden sonra da bu gelişim devam etmektedir. Bunun sonucu olarak da, yeni ihti-
Muellefe-i qulub ve Kur’ânî ifadeyle el muellefeli
qulubuhum, kalbleri İslama ısındırılmak ya da İslâm’a olan düşmanlıkları bertaraf edilmek maksadıyla zekâttan bir nevi ‘örtülü ödenek’ hissesinin tahsisen ödediği kimseler idi. Kur’ân’ın zekâtın sarf yerlerinden
17
Birçokları meyanında 4/59
18
Kur an Arapça inmiştir. (26/195; 12/2; 13/37; 20/113;
biri olarak tayin ettiği (9/60) böyle bir ödeneğin ayrılmasını Hz. Ömer o günkü İslâm toplumunda
39/28; 41/3; 42/7; 43/3, 46/ 12): “...ki akledesiniz...”.
böyle bir zümrenin varolmadığı mülahazasıyla gerekli
Çünkü bu gerekli ve kaçınılmazdır:
görmemiştir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
97
layısıyla Hz. Peygamber’in, hayatı boyunca te-
Namazı ikame etmek (nefsi arındırın en önem-
sis etmeye çalıştığı adalet ilkesinin gereğini yeri-
li bireysel ibadet),
ne getirmiştir.
20
Zekât vermek veya infak etmek (malı arındırıcı
Mamafih bu konuda karar vermek pek o kadar kolay değildir. Kur’anî ya da genel olarak İslâmî bir hükmün, başka zaman/mekânlarda da geçerliliğini koruyup-korumadığının tayini konusunda göz önüne alınması gereken bazı husus-
en önemli toplumsal ibadet) Oruç tutmak, haccetmek ve diğer bütün hayırlı amellerin hepsi bu iki salih amelin lâzimeleri addedilebilirler. Onun içindir ki Kur’an’da ‘namaz-
lar vardır:
zekât’ ikilisi çok sık tekrarlanmıştır.
Herşeyden önce, Kur’an’ın evrensel sabitele-
İslâmî yasamanın, temel hak ve hürriyetlerin te-
ri, İslâmî yasamanın amaçları ve genel ilâhî
mini sadedinde hedeflediği hususlar ise İslâm
düstûrlar çok iyi bilinmelidir;
hukukçularına şöyle tesbit edilmiştir:
Sözkonusu hükmün illeti (gerekçesi) doğru tes-
Dini korumak, Aklı korumak ,
pit edilmiş olmalıdır. İlleti kesin bilinmeyen ilâhî bir hükmün değişmesi gereğinden bahsetmek
Nesli (Canı) korumak, Malı korumak,
doğru olmaz;
Nesli korumak,
Sözkonusu hükmün illeti, İslâm-dışı ideolojile-
Özet bir ifadeyle; fikir ve inanç hürriyeti, can ve
rin dayatması sonucu olmaksızın, tabiî bir şekilde değişmiş olmalıdır: Sözkonusu hüküm; Kur’ân’ın nüzul ve tatbik seyri, uygulamasındaki tedriç dikkate alınarak mütalaa edilmeli, uygulamada hükmün öncelik ve sonralığı göz önüne alınmalıdır.
mal güvenliği ve neslin sağlıklı idamesi.. Kur’ânî Bazı Temel Prensipler Helâl ve haramın ölçüsünü ancak Allah tayin eder: “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötü-
Kur’ân’ın Evrensel Sabiteleri ve Yasamanın
rü “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin, son-
Amaçları
ra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz..” (16/116)
İnsanın yücelişini hedef alan Kur’âni hidayet ilkeleri (özetle):
“De ki: “Gördünüz mü, Allah’ın size rızık olarak indirdiği şeylerin bir kısmını haram bir kısmını helâl yaptınız”. De ki:” Allah mı size böy-
a) İnanç esasları
le izin verdi, yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsu-
Allah’a şirksiz (eş koşmaksızın) iman (Tevhîd inancı).
nuz?” (10/59)
Helâl ve haramların, emir ve nehiylerin mûcib
Ahirete seksiz (şüphesiz) iman (Hesap Günü
karakterleri: Kur’an’da, helâl ve haram kılınmış
inancı) .
örnek nitelikte eşya ve fiillerin yanı sıra, bu hü-
Meleklere, peygamberlere, kitablara iman yuka-
leri de verilmiştir. Bu cümleden olarak tayyibat
rıda verilen iki temel inancın lâzimeleridir. Onun içindir ki Kur’an’da “Allah’a ve âhiret gününe iman’’ sekli daha çok kullanılmıştır.
kümlere gerekçe olacak külli (genel) karakter(iyi/temiz/güzel şeyler) helâl, bunun karşıtı olan habdis (kötü/pis/çirkin şeyler) haram kılınmıştır: “...Size verdiğimiz rızıkların ‘iyi/temiz’lerinden
b) (Salih) Amel 20
(tayyibât’tan) yiyin...” (2/57, 172):
İslâmî Araştırmalar Dergisi, Fazlurrahman’m Sünnet
Anlayışı ve ‘Yaşayan Sünnet’ Kavramı Üzerine - İ. Hakkı Ünal, s. 291 (Fazlurrahman “Social Change and Early Sunnah”’m Islamic Methodology, pp. 171-192’den naklen.
98
“Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: “Size iyi/temiz şeyler (tayyibât) helâl kılındı... Bu gün size iyi/temiz şeyler helal kılındı...” (5/4-5)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“Ey inananlar, Allah’ın size helâl kıldığı iyi temiz
gun’ davranılması emredilmektedir. (2/180,
şeyleri (tayyibât’ı) haram kılmayın, sınırı asma-
288), [7/199]
yın. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez” (5/87).
Bütün bu kelimelerin manalarının doğru anlaşıl-
“De ki: “Allah’ın, kulları için çıkardığı zîneti ve rı-
ması, yasamada Allah’ın gözettiği illet (gerek-
zıktan iyi/temiz olanları (tayyibât’ı) kim haram
çe) ve gayeleri anlamamıza vesile olacak ve yeni
kıldı?”... (7/32)
yasamalara gerekçe olarak alınabileceklerdir. Bu
“O (Peygamber) ki, kendilerine (fıtraten) iyi bilinen şeyleri (marufu) emreder, kendilerini (fıtraten) kötü görülen şeyler’den (münker’den) meneder; onlara iyi/temiz şeyleri (tayyibât’ı) helâl, kötü/pis şeyleri (habâıs’ı) haram kılar...”(7/157). Demek ki Allah, ‘tayyibât’ı helâl kılmış, ‘habâis’ı haram kılmış, ‘ma’rûfu emretmiş ‘münker’den nehyetmiştir. (Habâ’is için ayrıca bkz. 16/72, 20/81, 23/51, 40/64). Fahişe, fevâhiş, fahşâ [çirkinlik(ler)] ve sû’ [kötülük] haram kılınmıştır:
kelimelerin daha kapsamlı tahlillerine girmiyoruz. Müslümanlar arasında alınacak kararlarda şura (müşavere) emredilmiştir: “(Yapacağın) iş(ler) hakkında onlarla müşavere et... “(2/159);”... işleri, aralarında müşavere iledir...”(42/38)
Göklerde ve yerde her şey insanın istifadesine sunulmuştur. [“Eşyada asi olan ibahedir (mubah olmasıdır)” prensibinin temeli.]
“...Çirkinliklerin[fevâhiş’injaçığına da, kapalısına
“Görmediniz mi, Allah, göklerde ve yerde ne var-
da yaklaşmayın...” (6/151);
sa hepsini size ram (musahhar) kıldı...” (31/20)
“De ki: “Rabbim, ancak çirkinlikleri [fevâhiş’ij
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden
gerek açığını, gerek gizlisini; günahını ve saldır-
(bir lütuf olarak) size râm (musahhar) kıldı...”
ganlığını... haram etmiştir.”(7/33).
(45/13)
“Onlar bir çirkinlik [fâhişe] yaptıkları zaman ‘Ba-
“O (Allah) ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin
balarımızı bu yolda bulduk, ve bunu bize Allah
için yarattı...” (2/ 29)
emretti’ derler. De ki: ‘Allah çirkinlikleri [fahşâ’yı] emretmez. Allah’a karşı bilgisizce şeyler mi söylüyorsunuz?’”(7/ 28) “... Şeytanın adımlarını izlemeyin; çünkü o, sizin apaçık düşmam-nızdır... O size daima kötülük [sû’] ve çirkinlikler [fahşâ] (yapmamanızı)... emreder” (2/168-169).
Aşağıdaki âyet ise, Allah’ın en genel nitelikli emir ve yasaklarını ihtiva etmektedir:
Kur’ân’dan, yukarıdakilere benzer başka küllî (genel) prensip ve kaideler çıkarmak mümkündür. Biz sadece bazı örneklerle yetindik. Günümüzde Çokça Tartışılan Bazı Meseleler Günümüzde Kur an etrafında oluşturulan problemlerin büyük bir kısmını, Kur’ân-dışı rivayetlerle yanlış olarak elde edilen yorumlar teşkil eder. Örnek vermek gerekirse; Kur’ân’da mürtedin (İslâm’dan, başka bir dine dönenin) öl-
“Allah adl’i (adaletli ihsan’ı [âlı-cenaplığı], ya-
dürüleceğini emreden hiçbir nass mevcut de-
kınlarına îfâ’yı [vermeyi] emreder; fahşa’dan
ğilken, bu hüküm, âdeta tartışmasız bir İslâmî
[çirkinlikler’den], münker’den [(fıtraten) kötü
ceza olarak kabul edilmiştir. Oysa böyle bir hü-
görülen şeyler’denl ve bağy’den [taşkınlıktan]
küm, birçokları meyanında (2/217, 5/54), “Din-
meneder...” (16/90).
de zorlama yoktur...” (2/256) âyetine de aykırı
Bir taraftan adl, ihsan ve ifa emredilmiş; diğer
düşmektedir.21
taraftan fahşâ, münker ve bağy yasaklanmıştır. Bu kelimelerin hepsinin genel karakterli kavramlar olduklarına dikkat edilmelidir. Kur’ân’da 38 defa geçen ma’ruf ve bunun karşıtı olan mün-
Bir kısım problemler de, vahyin nazil olduğu farklı ortamların, farklı sosyal yapıların, farklı ih21
Bu konuyu tartışan Reşit Rıza’ya ait bir makale,
ker, Kur’ân’ın en genel karakterli kavramların-
tarafımızdan tercüme edilerek Kelime dergisi, sayı:
dandır. Bazı âyetlerde ‘ma’rûf ile ya da ‘örfe uy-
15 Eylül/87, s. 57 de “Din hürriyeti ve mürtedin öldürülmesi Meselesi” adıyla yayınlanmıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
99
tiyaçların doğurduğu problemler olarak tezahür
ber (2/178, 4/92); hemen akabinde “...ve her
ederler. Böyle bir durumda Kur an nassının ön-
kim kardeşi tarafından bağışlanırsa...” şeklin-
celikle doğru anlaşılmış olması, sonra da doğru
de bağışlamanın, Allah katında daha faziletli ol-
yorumlanması gerekir. Bir de, resmî ideoloji ve
duğunu da ilave etmiştir (2/178). Ancak bu ba-
statükoların dayatma ve etkilerinden, mümkün
ğışlama mazlum tarafın gönül rızasına dayandığı
olabildiğince azade (bağımsız), yani objektif ol-
takdirde intikam duyguları bertaraf edilmiş olur.
manın yolları aranmalıdır.
İbtidaen hayata kasdetmiş bir zâlimi affetmek
Bu şartlar yerine getirilerek yapılacak Kur’ânî yorumlarla; nassların mefhumlarına uygun ve problemlerimizi çözücü makul ve tatmin edici izah ve sonuçlara ulaşılabileceğine inanıyoruz. Günümüzde çokça tartışılan Kur’ânî konuları şöyle özetleyebiliriz:
hakkının, hayatına kastedilen mazlum tarafa ait olması kadar âdil bir hüküm tasavvur edilemez. Ve böyle bir hakka sahip kılınmış tarafın affetmesi de gerçek fazilet olur. Bununla beraber, Kur’ân’ın başka bir âyeti, açıkça, adam öldürme suçunu, sadece aileye karşı işlenmiş bir suçtan ziyade, topluma karşı işlenmiş bir suç olarak ifade etmektedir.
Ceza Hukuku, özel olarak hadd’ler; dört kadınla evlenme; miras hukuku; kadının tanıklığı, nüşûzu halinde dövülebileceği, tesettürü, musahafasi; enflasyonist ekonomik düzenlerde riba/ faiz tanımı, v.s...
Hırsızlığın cezasını takdir ederken, Kur’ân, gene İslâm öncesi uygulamayı23 , yani el kesmeyi öngörmüş olmakla beraber (5/38), hemen arkasından “Kim ettiği zulümden sonra tövbe edip (halini) düzeltirse, bilsin ki Allah onun tövbesini ka-
Bu konuların birkaçı üzerinde kısaca duralım;
bul eder. Allah bağışlayandır, merhametli olan-
Ceza Hukuku ve Özel Olarak Haddler
ği, ve tövbesi halinde Allah’ın affının söz konusu
Kur’ân, öncelikle cezalardan değil, Allah’tan korkan bir toplum oluşturmayı hedeflemiştir. Önce âdil insanî prensipler üzerinde temel hak ve hürriyetler temin ve ikame edilmiştir. Çeşitli imanî ve ahlâkî değerler ve insanî müesselerle bütün bu hak ve hürriyetler sağlandıktan sonradır ki, özgür iradelerle tercih edilen böyle bir düzeni ihlâl eden fiil ve davranışlar takbih ve mahkûm edilerek müeyyideler vaz’ edilmiştir. Ancak bütün cezai müeyyidelerde Kur’ân’ın siyaseti; suçluyu yoketmek, aforoz etmek ya da ona işkence yapmak değil, öncelikle ‘suçu’ mahkûm etmek, suça karşı caydırıcı bir ortam oluşturmak, kamu vicdanını da tatmin ederek birtakım intikam duygularının yaşamasına fırsat vermemek; kısacası insanlara kardeşçe bir yaşama ortamı temin etmektir.
dır” Burada da ‘samimi pişmanlığın’ hedeflendiolabileceği vurgulanmıştır. Zinanın Kur’ân’la öngörülen celde cezasına gelince (24/2); aile gibi, toplumun temel taşı olan bir müessesenin tahribine müncer olacak böylesi bir cürmün cezasız kalmasını isteyecek bir sağduyunun varlığına inanmak mümkün değildir. Dikkat edilirse, Kur’ân-ı Kerîm, “zina etmeyin” demiyor, “zinaya yaklaşmayın” (17/32) buyurarak ona yaklaşılmasını bile yasaklıyor. Burada da şu önemli âdil prensibi hatırlamak gerekir: İslâm, sadece bir kötülüğü yasaklamayla yetinmez, o kötülüğe götürecek yolları da kapatır. Fıkıhçıların seddu’z-zerâyi’ diye isimlendirdikleri bu Kur’ânî prensibi, İslâm’ın bütün yasaklarında görmemiz mümkün. Nitekim zinaya yaklaşmayı zorlaştıracak, dolayısıyla zina yasağı-
Genel olarak ahkâmla, özel olarak ceza hukuku ile ilgili âyetlerin hemen hepsinin Medine döneminde ve birçoğunun risaletin son birkaç yılında
na riayeti kolaylaştıracak tedbirlerin, zina ceza-
nazil oldukları tarihî bir vakıadır.
ni tahrik etmeyecek şekilde giyinmelerini, ihtilât
Adam öldürme konusunda; Kur’ân; gerek diyet, gerekse kısas şeklindeki, İslâm öncesi Araplara ait22 çözüm şekillerini kabul etmiş olmakla bera22
İslam ve Çağdaşlık, Fazlurrahman, Ankara, 1990 (Fecr
Y), s. 270
100
sından daha önce ikame edildiğini müşahede etmekteyiz. Kadın-erkek, her iki cinsin birbirlerive halvet gibi baştan-çıkarıcı konumlara düşmemelerini kural haline getirmesi; ve her şeyden önce meşru evliliği kolaylaştırarak teşvik etmesi seddu’z-zerâyi ‘nin en güzel örneklerin23
Kitaba’l-Muhabbar, Muhammed b. Habîb, Beyrut, tsz.
s. 327-28
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dendir. Bu kabil tedbirlerin tarihselliğini iddia et-
Nisa: 11-12 ayetleri ise ‘Allah size tavsiye eder:”
mek için ileri sürülecek gerekçeler inandırıcı ola-
diye başlamaktadır:
mazlar. Zira kadın-erkek iki türün, biyolojik ve psikolojik yapılarında bu zaman zarfında büyük bir değişikliğin meydana geldiğini hiç kimse iddia edemez.
Allah size... tavsiye eder (...) yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra... (4/11-12)
Bu ayetler, Bakara’daki ayetin genel hükmünün,
“Recm” denilen, zina eden evli kimselere uygulanması öngörülen ve ölümle sonuçlandırılan ‘taşlama’ cezasının ise; Kur’an’da yer almadığı; Kur’ân’ın bu konuda öngördüğü genel ‘celde’ hükmüyle bağdaşmadığı ve buna mesnet olarak ileri sürülen birkaç rivayetin Kur’ân hükmüne aykırı düşmeyecek şekilde yorumlanmalarının mümkün olmaları sebebiyle genel bir İslâmî ceza addedilmesini doğru bulmamaktayız. Nitekim bu cezanın, Tevrat’ın hükmü olduğu bilinmektedir.
o günkü aile yapısı ve sosyal şartlan içerisinde Allah’ın ‘tavsiye ettiği’ özel bir uygulaması olamaz mı? Dört kadınla evlenme konusunda da hâlâ genel yanlış kanaatler muhafaza edilmektedir. Doğrusu, Kur’ân’da, ne genel olarak ‘dört kadınla evlenme cevazı’, ne de evlenmelerin ‘dörtle tahdidi’ konusunda ayetler yer alır. Sadece fevkalâde bir durum için, ‘birden fazla evlenmeye teşvik’ var. Bu ‘fevkalade durum’, Uhud Savaşı sonrasındaki durumdur. Bilindiği gibi, Uhud Savaşın-
Bütün bunlara ilave olarak, cezaî müeyyideler söz konusu olduğunda, ‘olayın dışındaki insan’ın, genellikle duygusal davrandığı, ‘olaydan mağdur olan insan’ın ise -cezalandırma konusundakontrolü elden kaçırdığı çok kolay gözlemlenebilen bir vakıadır. İnsanların bu zaafını bilen Yaratıcı, zina cezasının uygulanması konusunda bizi şöyle uyarmıştır:
da 70 küsur Müslüman şehit düşmüştür. Bunlardan geriye kalan dul ve yetimlerin, o günün küçük Müslüman cemaati tarafından himayeye alınması için, birden fazla evlenmeye razı olmaktan başka insanî bir çözüm düşünülemezdi. İşte Kur’ân’ın yaptığı da bu olmuştur. Kadınerkek arasında sayısal dengenin bozulmuş bulunduğu bir savaş-sonrası ortamda birden fazla evliliğe teşvik etmiş, erkek ve kadın evli çift-
“...Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın cezasını uygulamada sizi, onlara karşı bir acıma duygusu sarmasın. Ve inananlardan bir topluluk, onların cezalandırılmalarına şahit olsunlar” (24/2).
lerden fedakârlık istemiştir. Ve hemen arkasından, normal şartlarda ideal evliliğin “tek-eşlilik” olduğunu vurgulamıştır: “Eğer yetimler hakkında âdil davranamayacağınızdan endişe ediyorsanız, o zaman, sizin için
Miras Konusunda, nesh’e kâil olan âlimlerin ço-
meşru olan kadınlardan ikişer, üçer dörder ni-
ğunluğu, bu konuyla ilgili olarak inmiş bulunan
kahlayın. Şayet, aralarında adaletsizlik yapmak-
Bakara süresindeki âyetin (2/180), daha sonra
tan kor-karsanız bir tane ile yetinin. (...) Haksız-
nazil olan Nisa süresindeki âyetlerle (4/11-12)
lık etmemeniz için en uygunu budur “ (4/3).
neshedildiğine hep inana gelmişler, âyetleri te’lif cihetine gitmemişlerdir. Bakara: 180 ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
Dikkat edilirse ayette “yetimler hakkında adil davranmamak” ve “haksızlığa düşmemek endişesi” var. Bu faktörlerin ve böyle fevkalâde ah valin bulunmadığı ortamlarda, günümüzün yan-
“Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bıra-
lış temayülü içerisinde, birden fazla evliliğe ce-
kıyorsa, ana babaya, akrabalara, ‘ma’rûf üzere’
vaz aramak, bu ayetleri çarpıtmadan mümkün
vasiyet etmesi- Allah bilinciyle yaşayanlar üze-
olamaz.
rinde bir borç olarak- size farz kılındı.”(2/180)
Dikkat edilirse, ayette, ölümü yaklaşan her mü’mine. akrabalarına ‘ma’ruf üzere’ vasiyet etmesi farz kılınmıştır. Bizce, bu emrin genel karakteri ve ma’rûf üzere’ ifadesi üzerinde durulursa âyeti mensûh saymamıza gerek kalmaz.
Diğer konular üzerindeki tartışmalara -çalışmamızın sınırlarını zorlayacağından- giremiyoruz. Ancak bu konulardaki araştırmalarımızda daima ihtiyatlı ve şu ilâhî uyarıların her zaman bilincinde olmak zorundayız:
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
101
mezden gelmemelidir.
Genel olarak: “...Allah biliyor, siz bilmiyorsunuz!” (2/232) “... ilimleriyle kavrayamadıklarını tekzib ettiler...” (10/39).
Faiz/riba konusunda “Bu onların ‘alışveriş de faiz gibidir’ demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. ...Allah faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir.”(2/275-76)
Hadler konusunda “...Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın cezasını uygulamada sizi, onlara karşı bir acıma duygusu sarmasın... (24/2)
Bu ayetler, insanın her zaman objektif olamayacağı, birtakım zaaflarının her zaman söz konusu olabileceği gerçeğini hatırlatmakta ve Allah’ın sınırlarının gözetilmesini talep etmektedirler. Son Sözler Kanaatimizce problemlerin çoğu, ‘Kur’ân dışı rivayetlerle yaşatılan İslamın getirdiği problemlerdir. Mürteci için ileri sürülen cezaî hüküm buna örnek verilebilir. ‘Kur’ân dışı rivayetlerle yaşatılan İslâm’ ifadesiyle, Hz. Peygamber sonrası uygulama ve içtihatları -onlardan yararlanması gerekirken- dogmalaştırman bir İslâm anlayışını kastediyoruz. Öncelikle Kur’ân-dışı rivayetler, Kur’ân’ın önüne geçirmemek, ona tahakküm ettirmemek suretiyle bir çok problem bertaraf edilmiş olur. Geriye kalan problemler ise, Kur’ân’ın doğru anlaşılmasına mütevakkıf (dayanan) problemlerdir.
Bu konuda, Endülüslü meşhur âlim Şatıbî şöyle yazar: “Kur’ân’ın iktiza (ihtiva) ettiği şeyleri inkâr etmek nasıl doğru olmazsa, onun iktiza (ihtiva) etmediği şeyleri ona izafe etmek de caiz değildir Şeriat’ın anlaşılmasında ümmî Arapların ma’hûduna riâyet etmek gerekir”.24 Kur’ân’ın mefhûm ‘unu doğru anlamak aşamasında ise, Kur’ân’ın uygulama seyri ve grafiğini en doğru elde etmek için, onun; nüzul sırası, nüzul ortamı ve arka planı içerisinde ele alınması taraftarıyız. Böyle bir mesai, Kur’ân’ın ‘mefhûmu’nun doğru anlaşılmasına, yani onun doğru yorumlanmasına esas olacak ilke ve prensiplerinin tespitine imkân sağlar. Kur’ân âyetlerini nüzul sırası içerisinde (genel bir arka plan içerisinde) inceleme teşebbüsüne, Mehdi Bazargân’ın örnek mesaisi25 dışında bir çalışmaya maalesef rastlayamadık. Biz de ‘son sözü söyleme çekingenliği hakkımızı’ kullanarak diyoruz ki: Kur’ân-ı Kerîm’de, kıyamete kadar değişmez ve değiştirilemez evrensel hükümler ve prensiplerin yanı sıra, ilk uygulamasının gerektirdiği özel ve tarihsel hükümler de yer almaktadır. Müslümanların, samimiyetle ve açık-kalplilikle bunları tespit etmeleri, evrensel olanından asla taviz vermemeleri ve fakat yerel ve tarihsel olanlarını da çok doğru tayin ederek, onların yerine, Kur’ân’ın ruhuna ve ümmetin maslahatına en uygun olan hükümleri ikame etmeleri gerekmektedir. Böyle bir davranış, Kur’ân’ın “kıyamete kadar geçerli” bir rehber olma özelliğini asla rencide
Kur’ân’ın anlaşılmasında iki aşama çok önemlidir:
etmez.
K u r a n ı n “mantuqunu (zahir ifadesini) doğru anlamak, (anlama aşaması).
miştir. Doğru ama, yine de biz -pratikte- aynı ır-
Kur’ân’ın ‘mefhumunu (esprisini/ruhunu) doğru anlamak (ictihad aşaması).
Bu anlamda Kur’ân ‘bir kere ve bütün zamanlar-
Kur’ân’ın mantuq’unu doğru anlama aşamasında, nass’ların nüzul döneminde ifade ettikleri mânâsını elde etmek çok önemlidir. Bunu elde etmeğe çalışırken nass’ların sınırlarını zorlamamak esas alınmalı; diğer bir ifadeyle, Kur’an’da olmayanı ona izafe etmemeli, onda olanı da gör-
Heraklitus ‘Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz demakta yıkandığımızı ifade ediyoruz.
da geçerli’ bir hidayettir.
24
El-Muvafaqat fi Usuli Şeria Ebu İshaq İbrahim b. Musa
eş-Şatibi Beyrut 1411 cüz:2 s:62 25
Seyri Tahauvul-i Kur’ân, Mehdi Bazargân, (3 cilt),
Tahran, 1360-62 (H-Ş)
102
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA - KUR’AN’I YENİDEN OKUMAK
Kur’an
1
Bu yazı Fazlurrahman’ın ‘İslam’ isimli eserinin 41-58. sayfalarından alıntılanmıştır.
1
Fazlurrahman Kur’an Nedir? -
sonra bu bütünüyle Başka varlıktan ne anlaşıldı-
Kur’an’ın Öğreti-
ğını daha kesin bir şekilde ortaya koymağa ça-
si - Kur’an’da Yasama
lışacağız.) İşte bu sebeple o, bu bilincin sonucu
- Kur’an Tefsirleri
olarak, Yahudi ve Hıristiyanların Hz. İbrahim ve diğer peygamberler hakkında ileri sürdükleri en
Kur’an Nedir?
esaslı tarihi iddialardan bazılarını reddetmiştir. Bu “Başka” varlık şu veya bu şekilde mutlak bir
Kur’an sayıca 114 bö-
yetki ile Kuran’ı “imlâ” ettirmiştir. Hayatın derin-
lüm veya sureye ay-
liklerinden gelen bu ses, açıkça, şüpheye yer bı-
rılır. Sureler arasında
rakmayacak bir şekilde emredercesine konuş-
uzunluk bakımından
muştur. “Okuma” anlamına gelen Kur’an kelime-
bir eşitlik yoktur. İlk
si açıkça bu hususa işaret etmekle kalmamak-
Mekki sureler en kısa
ta, bizzat Kur’an’ın metni de birkaç yerde onun
olanlarıdır; zamanla giderek uzunluk kazanırlar.
sadece anlam ve fikir olarak değil, sözlü olarak
İlk surelerdeki ayetler, son derecede derin ve
vahyedildiğini belirtmektedir. Kur’an’da “ilahi bil-
güçlü bir “psikolojik etki” ile yüklüdür; kısa fakat
dirinin” karşılığı olarak, “ilham”a oldukça yakın
şiddetli bir volkan fışkırmasını andırır. Bir ses,
bir anlamı bulunan “vahiy” kelimesi kullanılmış-
hayatın ta derinliklerinden haykırır ve şuur sevi-
tır. Ancak “ilham” sözünün zorunlu olarak şifahi-
yesine çıkıp açık ifadesini bulmak için Hz. Pey
liği dışarıda bıraktığı düşünülmemelidir (şüphe-
gamberin zihni üzerinde güçlü bir etki yapar. Bu
siz “Kelam”dan biz “ses”i anlamıyoruz.) Kur’an
ton özellikle Medine devrinde, iyice örgütlenme
diyor ki: “Allah bir insanla ancak vahiy suretiy-
ve yeni doğan cemaat devletinin yönetimi için
le (seslerden meydana gelen kelimelerle de-
gerekli hukuki muhteva arttıkça, gitgide daha
ğil, fikrin meydana getirdiği kelimelerle) veya
akıcı ve kolay bir üsluba bürünür. Bu, kesinlikle
perde arkasından konuşur, yahut elçi (bir me-
sesin yatıştığı, hatta keskin niteliğini değiştirdiği
lek) gönderir ve bu melek vahiyle konuşur... İşte
anlamına gelmez: Bir Medeni ayette şöyle buy-
sana da bizim emrimizden bir ruhla vahyettik...”
rulur: “Eğer biz Kur’an’ı bir dağa indirmiş olsay-
(Şûrâ,XLII, 51-52).
dık, sen, onun Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün” (Haşr, lix, 21). Sadece görevin kendisi değişmiştir. Kur’an tamamıyla ahlaki ve dini uyarının güçlü ifadesini terk ederek, gerçek sosyal düzeni kurmaya yönel-
Bununla birlikte, İslamın ikinci ve üçüncü yüzyılları sırasında Vahy’in mahiyeti hakkında kısmen Hristiyan akideden etkilenen ciddi fikir ayrılıkları ve tartışmalar Müslümanlar arasında or-
miştir.
taya çıkınca, o sırada kesin muhtevasını oluştur-
Kur’an’ın kendisi ve dolayısıyla Müslümanlar için
lindeki sünni İslam, vahyin ‘başkalığını’, objek-
Kur’an, Allah’ın kelamı’dır. Hz. Muhammed de,
tifliğini ve sözlü niteliğini korumak için, onun dış
kendisinin vahyi Allah’tan, bütünüyle Başka var-
hakikati üzerine ağırlık vermiştir. Bizzat Kur’an
lıktan aldığı sarsılmaz inancı içerisindeydi (biraz
vahyin “başkalığını”, objektifliğini ve sözlü niteli-
mak gibi nazik bir merhalede bulunan doğuş ha-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
103
ğini kesinlikle belirtmiş, fakat yine aynı kesinlik
değildir. Ancak İslam tarihiyle ilgili gerçekleri ele
le onun Hz. Peygamberin karşısında bir hakikati
alacaksak, Kur’an’ın kendisi hakkındaki gerçek
bulunduğunu reddetmiştir. Kur’an şöyle buyuru-
ifadeleri, bir ölçüde incelemeyi gerektirir. Aşa
yor: “Uyaranlardan olman için Rûh el-Emîn onu
ğıda ana hatlarıyla verilmiş kısa malumatta hem
senin kalbine indirmiştir” (Şuarâ, XXVI, 194).
tarihi, hem de îslami taleplere hakkını verecek
Ve yine buyuruyor ki: “De ki: Cebrail’e düş-
bir teşebbüste bulunulmuştur. Bir önceki bölüm-
man olan kimseyi (bırakın), çünkü Kur’an’ı se-
de Kur’an’ın temel hareket noktasının ahlakî ol-
nin kalbine indiren odur” (Bakara, II, 97). Fa-
duğunu ve buradan onun sosyal adaleti olduğu
kat Sünnilik (hatta bütün Ortaçağ İslam
kadar tektanrıcılığı da vurguladığının ortaya çık-
düşüncesi), akideyi oluştururken, bir yan-
tığını açıkça ifade etmiştik. Ahlak Kanunu de-
dan vahyin başkalığı ve sözlü niteliğini, öte
ğişmez: O, Allah’ın “emri”dir, insan Ahlak
yandan vahyin Hz. Peygamberin yaptıkları
Kanununu ne meydana getirebilir ne de or-
ve dini kişiliğiyle yakın ilişkisini birleştire-
tadan kaldırabilir. O, bu kanuna boyun eğ-
cek gerekli fikri araçlardan yoksundu. Baş-
mek zorundadır, bu boyun eğme hususu-
ka bir deyişle Sünnilik, “Kur’an hem tama-
na, islam ve onun hayattaki uygulaması-
mıyla Allah Kelamı’dır, hem de olağan an-
na da ibadet veya “Allah’a kulluk” adı veri-
lamda tamamıyla Hz. Muhammed’in ke-
lir. Kur’an’ın Ahlak Kanunu üzerine son derece
lamıdır” diyecek fikri yeterlikte değildi.
büyük ağırlık vermesi dolayısıyladır ki, Kur’an’ın
Kur’an açık bir şekilde her iki hususu da ka-
Allah’ı, çoğu kişiye öncelikle Adalet Allah’ı gibi
bul etmektedir, çünkü vahyin Hz. Peygamberin
görünmüştür. Fakat Ahlak Kanunu ve manevi
“kalbi”ne geldiği üzerinde ısrar ettiğine göre, va-
değerlerin, uygulanmak için, bilinmeleri gerekir.
hiy nasıl onun dışında olabilir? Şüphesiz bu, mu-
Bu durumda insanlar, hiç kuşkusuz, anlayış ve
hakkak surette Hz. Peygamberin, hadislerde
kavrayış güçleri bakımından, büyük ölçüde fark-
görüldüğü gibi, aynı zamanda dışa aksettirilmiş
lılık arzederler. Ayrıca, ahlaki ve dini kavrayış ta
bir şahsı algılamadığını da göstermez. Ancak şu-
tamamıyla aklî kavrayıştan büyük ölçüde ayrı-
rası dikkate değer ki, bizzat Kur’an bu hususta
lır, çünkü birinci tür kavrayışın kendi öz niteli-
herhangi bir şahıstan söz etmemektedir: Sadece
ği, “kavrayışla birlikte olağanüstü bir ağırbaşlılık
bazı özel tecrübelerle (genel olarak Hz. Peygam-
duygusu getirmesi ve konuyu önemli ölçüde şe-
berin Miracı ile ilgili bazı özel tecrübelerle) ilgili
kil değiştirmiş olarak bırakması”dır. Öyleyse kav-
olarak Kur’an, Hz. Peygamberin “en uzak uçta”
rayışın, aynı zamanda ahlaki kavrayışın derece-
veya “ufukta” bir şahsı veya bir ruhu, yahut ta
leri vardır. Farklılık sadece farklı bireyler arasın-
bir başka nesneyi gördüğünden söz etmekte-
da olmayıp, belli bir bireyin deruni (iç) hayatı da
dir. Ancak son bölümün I. Kesiminde işaret etti-
bu açıdan farklı zamanlarda değişiklikler göste-
ğimiz gibi, burada da bu tecrübe manevi bir tec-
rir. Biz burada farklılığın en açık olduğu özgün
rübe olarak nitelendirilmektedir. Fakat Sünnilik,
ahlaki ve fikri gelişme ve evrimden söz etmi-
Hz. Peygamberden kısmen amaca uygun bir şe-
yoruz. Ancak ortalama fikri ve ahlaki niteliği ve
kilde yorumlanarak, kısmen uydurularak rivayet
durumu, bir anlamda, sabit olan iyi ve olgun bir
edilen hadisler ve büyük ölçüde bu hadislere da-
insanda bile bu değişmeler ortaya çıkmaktadır.
yanan Kelam ilmi vasıtasıyla, Hz. Peygambere indirilen Vahyi kulak vasıtasıyla işitilen, onun dışında olan bir şey haline getirdi ve “kalbe gelen” melek ya da ruhu tamamıyla dışarıda bulunan bir aracı olarak gördüler. Bugün batılıların Hz. Peygambere indirilen vahiy hakkında çizdikleri tablo, sıradan Müslümanların inancında olduğu gibi, Kur’an’dan ziyade geniş ölçüde bu sünni
Buna göre, Hz. Peygamber bir insandır; onun ortalama genel karakteri, onun fiili davranışının bütünü, genel olarak insanlarınkilerden çok daha üstündür. O, başlangıçta insanları ve onların ideallerinden çoğunu tahammülle karşılamayan bir kişidir; tarihi yeniden yaratmak ister. Böylece İslam Sünniliği, mantıken doğru olan şu so-
anlayışa dayanmaktadır.
nucu çıkarmıştır: Peygamberlerin günahlardan
Bu eser, Kur’an’a dayanan bir vahiy nazariyesi-
si), işte Hz. Muhammed böyle bir kimse idi; hat-
ni ele alıp ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz bir eser
ta gerçekte, tarihin tanıdığı bu türden tek insan-
104
azade olarak görülmeleri gerekir (ismet öğreti-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dı. Bu nedenledir ki, onun bütün davranışı Müs-
lesine herhangi bir anlam vermek hususunda
lümanlarca sünnet, başka deyişle, “mükemmel
hiçbir yol tanımamaktadır.
örnek” sayılmıştır. Fakat, bütün bunlarla birlikte, onun, bilindiği gibi, kendi kendini aştığı, ahlak anlayışının son derecede keskin ve canlı olduğu ve böylece bilincinin (şuurunun) ahlak kanunuyla aynılaştığı anlar bulunmaktaydı. “İşte sana da emrimizden bir ruhla vahyettik: Sen Kitap nedir, önceleri bilmezdin. Fakat biz onu bir nur (aydınlık) kıldık” (Şûra, XLII, 52). Ancak, ahlak kanunu ve dini değerler Allah’ın emridir; onlar Allah’la tamamen aynı olmasalar da, O’ndan bir parçadır. Dolayısıyla Kur’an tamamıyla ilahidir. Ayrıca, olağan bilinç söz konusu olduğu zaman bile fikir ve duyguların onda rastgele dolaşması ve mekanik bir şekilde kelimelere bürünebileceği hususu hatalı bir düşüncedir. Aslında duygular, fikirler ve kelimeler arasında uzvi bir münasebet mevcuttur. Vahiyde, hatta şairin ilhamında, bu ilişki o derece tamdır ki, duygufikir-kelime kendine özgü bir canlılığı olan karmaşık bir bütündür. Hz. Muhammed’in ahlaki sezgiye dayalı kavrayışı en yüksek noktasına ulaşıp, bizzat ahlak kanunu ile aynılaşınca, (gerçekten de bu gibi anlarda onun zaman zaman takındığı tavır, bir önceki bölümün ikinci kesiminde gösterildiği ve Kur’an ayetlerinde de açıkça görüldüğü üzere, Kur’an’ın eleştirisine uğramıştır) Kelam bizzat vahiyle birlikte verilmiştir. O halde Kur’an salt İlahi Kelam’dır, fakat aynı ölçüde Hz. Muhammed’in iç kişiliği ile de yakından münasebettedir. Ancak Hz. Muhammed’in Kur’an’la olan ilişkisi, bir kayıtta olduğu gibi mekanik bir şekilde kavranamaz. İlahi Kelam Hz. Peygamberin kalbinden süzülerek dışarı akmıştır. Bununla birlikte, eğer Hz. Muhammed, vahiy aldığı anlarda, ahlak kanunu ile kendisini bir hissettiyse, onun mutlaka Allah’la, hatta O’nun bir parçasıyla aynılaşmış olduğunu düşünmek gerekmez. Kur’an böyle bir şeyi kesinlikle yasakla makta, Hz. Muhammed de ısrarla bundan kaçınmaktadır. Öte yandan Müslüman adına layık herkes, şirki en büyük günah olarak kötülemektedir. Bunun sebebi, hiç kimsenin “Ben Ahlak Kanunuyum” diyememesidir. İnsanın ödevi bu kanunu dikkatle ifadelendirmek ve bütün fiziki, zihni ve ruhi yetileriyle ona bağlanmaktır. Bundan başka, İslam “falan falan şey ilahidir” cüm-
Kur’an’ın Öğretisi Yukarıda Kur’an’ın temel hamlesinin ahlaki olduğunu tekrar tekrar vurguladık ve Kur’an’da bu ahlaki hamleyi hemen izleyen sosyal ve ekonomik adalet kavramlarına işaret ettik. Bu husus, insan ve onun geleceği söz konusu olunca, kesinlikle doğrudur. Kur’an kendi dünya görüşünü giderek daha tam bir şekilde ortaya koydukça insanları amaçlayan ahlak düzeni, sadece yüce bir dini duyarlıkla yüklü olmayıp, aynı zamanda hayranlık uyandırıcı bir tutarlılık ve devamlılık gösteren tam bir evren düzeni tablosu içinde ilahi ilginin ana noktası olmaya başlar. Kainatın mutlak yapıcısı olan bir Allah kavramı geliştirilmiş; bu gelişme içerisinde yaratıcılık, düzen ve rahmet sıfatları sırf birbirine iliştirilmek ve eklenmekle kalmamış, bütünüyle içice girmiştir. “Yaratma”, “tedbir” (düzen) veya “emr” O’na aittir (A’râf, VII, 54)., “Benim rahmetim her şeyi kaplamıştır” (A’raf, VII, 156). Nitekim “Rahman”, Kur’an’da Allah’tan sonra O’nun özel ismi olarak çok sık bir şekilde kullanılan tek sıfat isimdir. Şüphesiz, son araştırmaların da ortaya çıkardığı üzere, Rahman’ın İslam’dan önce Güney Arabistan’da “ilah” karşılığı olarak kullanıldığı doğrudur, fakat bu ismin güneyden nakledilmiş olması bizim görüş açımızdan açıkça imkansızdır. Şu an için insanı, onun ruhi-ahlaki yapısını bir tarafa bırakıp, kainatın geri kalan kısmını ele alırsak, bu üç üstün sıfatın yorumu şöyledir: Allah her şeyi yaratır; bu yaratma fiilinin bizzat kendisinde düzen ya da ‘emr’, nesnelere iyice yerleşmiştir: böylece bu nesneler aralarında tutarlılık kazanır ve bir kalıba girerler; emredildikleri yoldan ‘sapmak’ yerine, bir kosmos (düzen)’a intikal ederler; nihayet bütün bunlar sırf Allah’ın rahmetinden başka bir şey değildir, zira varlık en nihayet herhangi bir şeyin mutlak kazancı değildir; varlığın yerinde sırf, boş bir yokluğun bulunması da aynı ölçüde mümkündür. Aslında Kur’an’ın bir bütün olarak okuyucu üzerinde bıraktığı en şiddetli izlenim, Hristiyanların genellikle ortaya koydukları gibi, ne gözetleyen, asık suratlı ve cezalandıran bir Allah ne de İslam hukukçularının san-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
105
dıkları gibi, bir baş yargıç şeklinde olmayıp,
nı yaratmaya niyet edince, melekler, kendileri-
evrendeki düzenin yaratıcısı olan birleşti-
nin ilahi iradeye mutlak itaatkar oldukları hal-
rici ve amaçlı bir irade şeklindedir: Kudret
de, insanın kötülüğe yatkın olacağını, yeryüzü-
veya celal, gözetleyicilik (inayet) veya ada-
nü bozup kan dökeceğini söyleyerek Allah’a kar-
let ve hikmet gibi Kur’an’da kesin bir ısrar-
şı çıkmışlar; bunun üzerine Allah şu cevabı ver-
la Allah’a isnat edilen sıfatlar, gerçekte, ev-
miştir: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” (Ba-
renin yaratıcı bir düzen içinde bulunmasın-
kara, II, 30). Diğer kıssa ise bize şunları anlat-
dan doğrudan doğruya yapılan bir takım
maktadır: Allah “Emaneti” (sorumluluğu) gökle-
sonuçlamalardır. Kur’an’da yer alan bütün te-
re ve yeryüzüne teklif edince, bütün kainat bunu
rimlerden, evrenin ilahi mahiyeti hakkında en
kabule yanaşmadı, ancak insan bu sorumluluğu
temelli, kapsamlı ve de açıklayıcı olanı, yukarıda
yüklenmeyi üzerine aldı. Kur’an, insanın bu dav-
“düzen”, “düzen içinde olma” veya “buyruk” şek-
ranışına, tatlı bir eleştiri ile şunları ilave eder:
linde tercüme ettiğimiz ‘emr’ terimidir. Yaratıl-
“İnsanoğlu pek zalim ve çok cahildir” (Ahzâb,
mış olan her şeye, yaratılmış olduğundan ötürü,
XXXIII, 72). Beşeri durumun, insanın zayıflığı-
onun kendi emri nakledilir; bu emr, onun kendi-
nın ve kararsız tabiatının daha derin ve daha et-
sine ait olan, fakat aynı zamanda onun bir sis-
kin bir anlatımı hemen hemen yok gibidir; an-
tem içinde bütünleşmesini de sağlayan bir ka-
cak onun doğuştan gelen cesareti ve “mevcut
nundur. Bu emrin, yani Allah’ın düzeni ya da
olandan ideal olana yükselme” iradesi, eşsizliği-
buyruğunun sonu yoktur. Emr’in, insan dahil,
ni ve büyüklüğünü meydana getirir. Şeytanla il-
her şeye nakledilmesini göstermek için kullanı-
gili bu gerçek, insan açısından tamamıyla yeni
lan terim ise vahiy’dir. Biz bu kelimeyi bir önceki
bir boyut yaratır. Allah “ona (insan nefsine) iyilik
kesimde “inspiration” (ilham, vahiy) şeklinde
ve kötülüğü kavrama yeteneğini yerleştirmiştir”
tercüme ettik. Cansız nesnelerle ilgili olarak, bu
(Şems, XCI, 8); fakat şeytanın aldatması o den-
kelimenin, ‘yerleşme, kökleşme’ şeklinde çeviril-
li kurnazca ve güçlüdür ki, normal olarak insan-
mesi gerekir. Bunun sebebi ise. özel bir durum
lar, Allah’ın insan kalbine yerleştirdiği bu ezeli
arz eden insanla ilgili olarak, onun sadece yuka-
yazgıyı uygun bir şekilde çözmek hususunda bile
rıdan gönderilen emr olmayıp, Kur’an’ın da sık
yetersiz kalırlar; onu çözebilen bir kısım kimse
sık belirttiği gibi bir “emirden rûh” olmasıdır.
ler ise onun tarafından yeterince güçlü bir şekil-
İnsan (hatta muhtemelen kainatın görünmeyen düzeni, insanla aynı durumda olan, fakat ateşe benzer bir cevherden (tözden) yaratıldığı söylenen, genel olarak kötülüğe daha yatkın ve şeytanın da kendisinden çıktığı kabul edilen insanın bir çeşit benzeri, cin) ile ilgili olarak ta, hem emrin mahiyeti hem de muhtevası bir başka şekle bürünmüştür, çünkü emr burada gerçekten ahlaki buyruk halini alır: O, fiilen bir düzen olmayıp, bir düzensizliktir ve orada bir düzenin tesisi gerekir. Fiili alanda ahlaki bozukluk, tedavisi gereken kökleşmiş bir ahlaki gerçeğin sonucudur ve bu konuda Allah’la insanın işbirliği içinde olması gerekir. Bu ahlakî gerçek şeytanın insanla aynı
de harekete geçirilememiş ve zorlanmamışlardır. Bu tür buhran anlarında Allah bir beşeri bulur ve seçer; ona “Kendisiyle birlikte” bulunan “Rûh el-Emr”i, meleği gönderir. O’nunla birlikte bulunan Emr, tasdik ve reddettiği hususlarda öylesine emin, öylesine kesindir ki, bu durumuyla o, gerçekten de, ‘Levh-i Mahfûz’da yazılı ‘Gizli Kitap’, (bütün) Kitapların Anası’dır (Vakıa. LVI, 78; Burûc. LXXXV, 21-22; Ra’d. XIII, 39). İnsanlığa gönderilen bu önemli bildirilerle yüklü insanlar peygamberlerdir. Hz. Muhammed’e gönderilen Kur’an, Emr’i vahyeden Kitap’tır: Hz. Muhammed son peygamber; Kur’an ise bu şekilde vahyedilen son kitaptır.
anda yaratılmış olması ve onu sürekli olarak al-
Bu nedenle bu destekleyici bildiri ile Kur’an, ba-
datmasıdır.
şından sonuna kadar, insanın yaratıcı faaliye-
Kur’an, insanın, ahlaki mücadeleye yol açan karakterindeki ahlakî ikiliği (dualism) ve sadece insanın sahip olduğu güçleri, çarpıcı bir etkinlikte olan iki kıssa ile tasvir etmektedir. Bu kıssalardan birine göre, Allah, halifesi olarak insa-
106
ti için gerekli olan bütün ahlaki gerilimleri vurgulamak isteyen bir belge olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim temelde Kur’an’ın ilgili merkezi insan ve insanın ıslahıdır. Bunun için gerekli olan, insanların, kendilerinde bizzat Allah’ın yarattı-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ğı bazı gerilimler çerçevesinde faaliyet göster-
den gecenin kararmasına kadar” (İsrâ, XVII, 78)
meleridir. En önemlisi, insan “gönlünün istedi-
olan namaz ikiye ayrılmış ve yine öğle namazı
ği” şekilde ahlak kanununu tesis ve iptal edebi-
da aynı şekilde ikiye ayrılarak beş sayısına ula-
leceği vahim sonucuna, bu kanunun kendisi için
şılmıştır.
orada bulunduğu açık gerçeğinden bir anda intikal edemez. Dolayısıyla Allah’ın mutlak yüceliği ve üstünlüğü en göze çarpar bir şekilde Kur’an tarafından vurgulanmıştır. Öte yandan tüm yaratıklar arasında insana en geniş imkanlar verilmiş ve bütün yaratıkların korkuyla üzerlerine almaktan kaçındıkları “Emanet” ona tevdi edilmiştir. Yine adalet fikri de doğrudan doğruya ahlak kanununun üstünlüğü fikrinden doğmuş ve bu fikir de Kur’an tarafından aynı ölçüde vurgulanmıştır. Fakat Kur’an yine aynı ısrarla Allah’ın rahmetinden umut kesmeyi, çaresizliği kötülemiş ve bu gibi durumların büyük bir küfür olduğunu belirtmiştir. Aynı şey, insanın kudret ve zaafı, bilgi ve bilgisizliği, tahammül göstermesi ve karşılık vermesi vb. gibi hususlar dahil olmak üzere bütün ahlaki gerilimler alanıyla ilgili olarak da doğrudur. İnsanın imkanları son derecede geniş olduğu gibi, kendi başarısızlığının bir sonucu olarak mutlak surette çekeceği cezalar da son derecede fazladır.
Bununla birlikte namaz vakitlerinin aslında üç olduğu hususu Hz. Peygamberin, hiçbir sebep olmaksızın, bu dört vakit namazı iki vakit namaz şeklinde birleştirdiğinin rivayet edilmesinden de anlaşılmaktadır. Namazların sayısının başka hiçbir seçeneğe yer bırakmaksızın değişmez bir şekilde beş olarak saptanması Hz. Peygamberden sonraki devirde olmuş ve namaz sayısının aslında üç olduğu hususu, namazların sayısının beş olduğu fikrini desteklemek için ortaya atılan Hadis dalgası altında kaybolmuştur. Tanyerinin ağarmasından gün batımına kadar oldukça zahmetli bir iş olarak yemek ve içmekten tamamen kesilmek şeklinde uygulanan bir aylık oruç, Kur’an’da emredilmiştir (Bakara, II, 183 vd.). Hasta olanlar (veya güçlüklerle karşı kar şıya kalanlar), seyahatte olanlar, orucu daha uygun bir zamana erteleyebilirler. Kur’an’ın ilk olarak Ramazan ayında vahyedildiğine inanılmak-
Bu tablonun sonucu olarak “bir Allah’a inanmak”, Kur’an’dan elde edilen İslâm inanç sisteminin zirvesinde yer alır. Bu inançtan Allah’ın tebliğini insana nakleden meleklere (ervah elemr), ilahi vahyin beşeri alıcıları olan peygamberlere (peygamberler dizisinin sonunda Hz. Muhammed yer alır), peygamberlerin bildirdiklerinin, ‘Kitab’ın doğruluğuna ve Hesap Günü’ne inancın doğduğu kabul edilir. Kur’an ibadet üzerinde ısrarla durur, çünkü ibadet kötülükten alıkoyar ve özellikle ‘sabırla’ birleştiğinde insanın güçlükleri fethetmesine yardımcı olur. Beş vakit namazın hepsinden Kur’an’da söz edilmemiş olmakla beraber, bunun Hz. Peygamberin daha sonraki tatbikatını yansıttığı kabul edilmelidir, çünkü bizzat Müslümanların Kur’an’da sözü edilen üç vakit namaza sonradan iki yenisini ilave ettikleri görüşünü tarihi açıdan desteklemek imkansız görünmektedir. Bizzat Kur’an’da iki vakit namazdan, sabah ve akşam namazlarından söz edilmiştir. Daha sonra Medine’de öğle namazı bunlara eklenmiştir. Fakat öyle görünüyor ki, Hz. Peygamberin haya tının son yıllarında “güneşin batıya yönelmesin-
tadır. Küçük İslam cemaati Mekke’de bulunduğu sırada, sadaka, çok sık olarak vurgulandığı halde, Cemaatin daha fakir kesiminin refahı için ihtiyarı olarak verilen bir yardım olarak kalmıştır. Medine’de ise zekat ya da refah vergisi Cemaa tin refahı için haklı olarak vazedilmiş ve zekat toplayıcıları tayin edilmiştir. Kur’an’ın bu hususa verdiği ağırlık o kadar kuvvetlidir ki, namazdan bile zekatla birlikte olmadan nadiren söz edilmiştir. Yine ilk olarak Mekke’de ahlaki kötülüğü üzerinde durulan ribâ yasağı, ribânın borcu ana paraya nazaran birkaç kat arttırması ve adil bir ticarete aykırı düşmesi nedeniyle, bir dizi hüküm içinde ifadesini bulmuştur. Bunlardan biri Allah’ın ve Peygamberinin ribayı uygulayanlara karşı savaş uyarışıdır. ‘Mali gücü yerinde olanların’, yani sadece Mekke’ye gidiş-dönüş yapabilecek kadar parası olanların değil, aynı zamanda yokluklarında ailelerinin geçimlerini de sağlamış olanların hayatlarında bir kez Mekke’ye haccetmeleri farz kılınmıştır. Hac müessesesi İslam kardeşliğini ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
107
farklı ırk ve kültürlerden olan Müslümanlar ara-
Kur’an’da şöyle denmektedir: “Sana içki ve ku-
sında İslami duyguları geliştirmenin son derece-
marı sorarlar, de ki: ikisinde insanlara hem bü-
de güçlü bir vasıtası olmuştur.
yük zarar, hem de yararlar vardır, fakat zararı
Kur’an, inananları cihada davet eder. Cihad ‘malını ve kendi nefsini Allah yolunda’ terketmek demektir; bundan amaç ise ‘namaz kılmak, zekat vermek, iyiyi emredip kötü olanı yasaklamaktır’. Başka bir deyişle, İslami bir sosyal ve ahlaki düzen tesis etmektir. Müslümanlar Mekke’de küçük ve mazlum bir azınlık iken,
yararından daha1 büyüktür” (Bakara, II, 219). Sonunda ise, içki ve kumar “(onlar) şeytan işidir... şeytan aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister” (Mâide, V, 90-91) hükmüne dayanılarak yasaklanmıştır. Bu husus, sorunların, ortaya çıktıkça, hukuk açısından yavaş ve tecrübi bir şekilde ele alındığını göstermektedir.
İslami hareketin müspet ve teşkilatlı bir hamle-
Ancak Kur’an’ın en önemli hukuki hükümler
si olarak cihadın düşünülmesi imkansızdı. Medi
ve genel ıslahata yönelik beyanları kadın-
ne’de ise durum değişmiştir; dolayısıyla muh-
lar ve kölelik konusunda olmuştur. Kur’an
temelen namaz ve zekat dışında cihattan daha
kadının durumunu bir kaç yönde büyük ölçüde
fazla vurgulanan herhangi bir şey yok gibidir.
düzeltmiştir. Fakat bunlardan en temelli olanı,
Sonraki fıkıh mezhepleri arasında cihadın ‘ima
kadına tam bir kişilik sağlanmış olmasıdır. Karı-
nın esaslarından’ biri olduğunu ileri sürenler yal-
kocanın birbirlerinin ‘elbiseleri’ olduğu belirtil-
nızca mutaassıp Hariciler’dir. Diğer mezhepler
miştir: Erkeğin karısı üzerindeki haklan, kadına
ise cihadın önemini azaltmışlardır; bunun açık
aynen tanınmıştır; ancak erkek, ailenin geçimini
nedeni, o sırada İslam’ın genişlemesinin, Cema-
sağladığı için, daha üstün bir durumdadır. Sayı-
atin iman bakımından iç tesanütüne oranla çok
sız kadınla evlenme kesin bir şekilde kurala bağ-
daha süratle vuku bulmuş olmasıdır. Her can-
lanmış ve kanların sayısı dörtle sınırlandırılmış-
lı ve genişleme eğiliminde olan ideolojinin,
tır, ancak buna kocanın, karıları arasında adaleti
bir yerde kendi kendisine şu soruyu sorma-
sağlayamayacağı korkusu içinde ise, sadece bir
sı gerekir: “Eğer varsa, diğer sistemlerle
tek kadınla evlenmesi gerektiği şartı getirilmiş-
birlikte yaşama şartlarım nelerdir?” “Doğ-
tir. Bütün bunlara “adil hareket etmeye ne kadar
rudan doğruya genişleme yollarını ne ölçü-
uğraşsanız, kadınlar arasında adaleti hiçbir za-
de kullanabilirim?” Çağımızda Rus ve Çin ko-
man sağlayamazsınız” (Nisa, III, 129) şeklinde-
münizmi aynı sorunlar ve seçeneklerle karşı kar-
ki genel ifade2 eklenmiştir. Bu beyanların genel
şıyadır. Tarihi nedenlerle en kabul edilmez ola-
mantıkî sonucu, normal şartlar altında çok ka-
nı ise ilk İslam cemaatinin cihadının tamamıyla
dınla evlenmenin yasaklanmasıdır. Buna rağmen
savunma tarzında olduğunu izaha çalışmış olan
daha önceden mevcut olan bir müesse-
modern Müslüman yazarların tuttukları yoldur.
se olarak çok kadınla evlilik hukuki sahada kabul edilmiş; ancak zamanla sosyal şartlar
Kur’an’da Yasama
daha uygun bir hale geldiğinde tek kadınla
Kur’an, her şeyden önce, bir dini ve ahlaki ilke ve uyanlar kitabıdır; hukuki bir belge değildir. Bununla birlikte Medine’de bir cemaat devleti kurma işlemi sırasında vazedilen bazı önemli hukuki sözleri de ihtiva etmektedir. Ekonomik hükümlerden bazılarına önceki kesimde dikkati çekmiştik. Alkol kullanma yasağı Kur’an’ın yasama metoduyla ilgili olarak ilginç bir örnek ortaya koyar ve bizzat yasamanın tabiatı ve işlevi bakımından Kur’an’ın takındığı tutumu aydınlatır. Görünüşe göre, alkol kullanmaya ilk yıllarda hiçbir kayıt konmaksızın izin verilmişti. Sonra alkolün etkisi altında iken namaz kılmak yasaklandı. Daha sonra ise
108
evliliğin tesis edilebilmesi için açık yol gösterici istikametler gösterilmiştir. Bunun nedeni de etkin olmak amacındaki hiçbir ıslahatçının gerçek durumu görmezlikten gelemeyeceği ve sırf hayali bir takım buyruklar vazedemeyeceğidir. Bununla birlikte sonraki Müslümanlar Kur’an’ın ortaya koyduğu bu yol gösterici istikametleri gözetmemiş ve gerçekte onun amaçlarına ket vurmuşlardır. Kur’an’ın kölelik müessesesini ele alışı, aile müessesesini ele alışı ile paralellik göstermek1
İngilizce metinde “çok daha”
2
İngilizce metinde “ilke”
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tedir. Bir ilk çözüm olarak Kur’an, hukuki saha-
ma o sırada mevcut olan toplumu, başvuru-
da kölelik müessesesini kabul etmektedir. Baş-
lacak bir örnek olarak kısmen kabul etmek
ka seçenek de mümkün değildir, çünkü köle-
zorunda kalmıştır. Bu açıkça demektir ki,
lik toplumun bünyesinde iyice kökleşmişti. Onun
Kur’an’daki fiili yasamanın, bizzat Kur’an
bir gecede tamamıyla ortadan kaldırılması, çö-
tarafından lafzi anlamda ezeli olduğu kas-
zümü mutlak surette imkansız olan birtakım so-
tedilmiş olamaz. Bu hususun, Kur’an’ın ön-
runların doğmasına yol açmış olurdu. Sadece bir
cesizliği (kıdemi) görüşüyle veya buna
hayalci böylesine hayali bir ifadede bulunabilir.
bağlı olan Kur’an’ın sözlü vahyi görüşüy-
Fakat aynı zamanda köleleri azad etmek ve kö-
le hiçbir ilgisi yoktur. Bununla birlikte, is-
leliğin ortadan kalkmasını sağlayacak bir orta-
lam hukukçuları ve kelamcılar çok geçme
mı yaratmak için her türlü hukuki ve ahlaki çaba
den meseleyi karıştırmaya başlamışlar ve
gösterilmiştir. ‘Köle azad etmek’ (fekk rakabe.
Kur’an’ın tamamıyla hukuki olan emirleri-
boynu kurtarmak) bir erdem olarak sadece övül-
nin şartları, yapısı ve iç hayatiyeti ne olur-
mekle kalmamış; fakiri ve yetimleri doyurmak-
sa olsun, herhangi bir topluma uygulanaca-
la birlikte, köle azad etmenin, insanın geçme-
ğını sanmışlardır. Zamanla İslam hukukçu-
si son derecede lüzumlu bir ‘sarp yol’ olduğu da
larının kelimelerin lafzına giderek daha faz-
belirtilmiştir (Beled, XC, 10-16). Nitekim Kur’an
la bağlandıklarının açık bir delili, II/VIII.
Müslümanlara; eğer bir köle, kendi durumu-
yüzyıl sıralarında bir ara İslam hukuk dokt-
na göre saptanacak bir meblağı taksitle ödemek
rininin, açık nassla ondan çıkarılabilecek
suretiyle kendi hürriyetini kazanmak isterse, sa-
sonuç arasında son derecede kesin bir ayı-
hibinin böyle bir akde izin vermek zorunda oldu-
rım yapmaya başlamasıyla kendini göster-
ğunu, onu reddedemeyeceğini kesinlikle belirt-
mektedir. Pek erken bir devirde Müslüman-
miştir: “Kölelerinizden hür olmak için bedel ver-
ların Kur’an’ı oldukça serbest bir şekilde
mek isteyenlerin, onlarda bir iyilik görürseniz,
yorumladıklarına inanmak hususunda bol
bedel vermelerini kabul edin. Onlara Allah’ın size
miktarda delil bulunmaktadır. Fakat I/VII.
verdiği maldan verin. Dünya hayatının geçici
yüzyıl sırasında ve II/VIII. yüzyıl boyunca
menfaatini elde etmek için, iffetli olmak isteyen
(belirgin özellikleri Hadisin doğuşu ve tek-
cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna
nik bir usulün, yani kıyas’ın gelişmesi olan)
zorlarsa, bilsin ki, Allah hiç şüphesiz onu değil,
bir hukuki tekamül devrinden sonra, hu-
zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder”3
kukçular kendilerini ve toplumu Kur’an-ı
(Nûr, XXIV, 33) Burada da biz yine Kur’an’ın ta-
Kerim’in metnine sıkı sıkıya bağlamışlar ve
kındığı tutumla ilgili açık mantığın tarihin gerçek
böylece İslam Hukuku ve Kelam’ın muhte-
seyri içinde Müslümanlarca göz önüne alınmadı-
vası, lafza bağlı kalmanın ağırlığı altında
ğı bir durumla karşı karşıyayız. Kur’an’ın, “eğer
ezilip gitmiştir.
onlarda bir iyilik görürseniz” şeklindeki sözleri, doğru bir şekilde anlaşıldığı takdirde, sadece şu anlama gelir: Eğer bir köle geçimini temin etme gücünden yoksunsa, azad edilse bile, onun kendi ayakları üstünde durması beklenemez; do layısıyla onun hiç değilse efendisinin himayesine
Yüzyıllar boyunca Müslümanlar farklı açılardan, hatta birbirleriyle çatışan farklı eğilimlerde sayısız Kur’an tefsirleri yazmakla kalmamışlar, Arapça dilbilgisi, ilm el-luga, hadis, Kur’an ayetlerinin iniş sebepleri gibi birtakım yardımcı ilim dalları
sığınması daha iyi olabilir.
ile birlikte Tefsir ilmi de (ilm et-tefsîr) geliştir
Böylece bu örnekler de büyük bir açıklıkla gös-
tamamıyla dünyevi olmayan bütün ilimlerin, or-
teriyor ki, Kur’an’daki yasama ruhu, hürri-
taya çıkışlarını Kur’an’a borçlu olduklarını id-
mişlerdir. Nitekim İslam bilginlerinin İslam’da
yet ve sorumluluk gibi esaslı beşeri değer-
dia etmelerinde büyük haklılık payı vardır. Bun-
lerin her zaman yeni bir yasama biçimi-
dan başka Kur’an’ın, Arap edebiyatının ve ede-
ne bürünmesi şeklinde açık bir yön çizdiği-
bi üslubunun gelişmesine ölçüsüz tesiri olmuş
ni sergilediği halde, Kur’an’daki fiili yasa-
ve bugüne kadar da aynı etkiyi sürdürmüştür. Kur’an’ın sadece muhteva bakımından de-
3
İngilizce metinde “Eğer onlar zorlanırlarsa, Allah
ğil, edebi biçim bakımından da taklit edilemezliği
bağışlayıcı ve merhamet edicidir.”
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
109
(i’caz) görüşü hemen hemen bütün İslam mez-
tiyaç duyulmuştur. Bu nedenle ilk olarak sade-
hepleri arasında yaygındır. Bu husus, son dere-
ce Arap dilini değil, aynı zamanda Hz. Peygam-
cede büyük bir önem kazanmış ve özellikle bu
ber zamanındaki Arapça deyişleri de bilmenin
konuya hasredilmiş çeşitli risalelerde ifadesi-
Kur’an’ı doğru olarak anlamak için gerekli ol-
ni bulmuştur. Sünnilik, Kur’an-ı Kerim’in Arapça
duğu ilkesi kabul edildi. Bunun sonucu olarak
metni olmaksızın herhangi bir yabancı dile ter-
Arap grameri, lügat ilmi ve arap edebiyatı yo-
cüme edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Bunun,
ğun bir şekilde işlendi. Daha sonra ‘illet el-vahy’
dünya çapında her gün Kur’an’ı namazlarda beş
adı verilen, Kur’an ayetlerinin iniş sebepleri,
kez Arapça olarak okuyan Müslümanların birliği-
Kelamullah’ın doğru anlamını tespit için lüzumlu
ne katkısı az değildir. Sadece yakın zamanlarda
bir yardımcı olarak kayda geçirildi. Üçüncü ola-
Mustafa Kemal’in Türkiye’sinde Kur’an tercüme
rak Kur’an’la ilk kez karşı karşıya gelen kimse-
edilmiş ve Arapça metin olmadan Türkçe ola-
lerin, onun emir ve deyişlerini nasıl anladıkları
rak yayınlanmıştır; bununla birlikte Arapça me-
hakkında söylenenleri ihtiva eden tarihi rivayet-
tin namazlarda okunmaya devam etmiştir. An-
lere büyük ağırlık verildi. Bu şartlar yerine ge-
cak Türkiye’de bile sırf okumak için Arapça met-
tirildikten sonra insan aklının serbestçe faaliyet
ne yeniden dönülmüştür. Arapça metni anlamak
göstereceği bir saha açılmış oldu. İlk nesillerden
amacıyla çeşitli bölgesel dillerde bu metnin ya-
rivayetlere dayanan geleneksel bir tefsir abide-
nında tercümelerinin de bulunmasına izin veril-
si Taberî (ölm. 310/922)’nin geniş eserinde bir
miştir.
araya getirildi. Zamanla çeşitli itikadi mezhepler, fikir ve manevi cephesi olan muhtediler or-
Kur’an Tefsirleri
taya çıktıkça, birtakım tefsirler de kendini gös-
Hz. Peygamber hayatta iken Kur’an pek çok kimse tarafından ezberlenmiş ve namazlarda okunmuştur. Ayrıca yapraklara, kemiklere, parşömenlere ve elde bulunan benzeri başka malzemeler üzerine de yazıldığı olmuştur. Kur’an’ın tamamı ilk Halife Ebû Bekr tarafından bir araya toplanmıştır. Bununla birlikte herkesçe kabul edilen metin Halife Osman zamanına aittir. Hz. Osman, bu amaçla tayin edilen ve başkanlığını Hz. Peygamberin sadık bendesi Zeyd b. Sâbit’in yaptığı heyetin tavsiyesi üzerine, Kur’an’ın bugünkü tertibinin yapılmasını da sağlamıştır. Bu tertip, kronolojik düzen yerine, bir ölçüde surelerin uzunluğuna dayanmaktadır. Hz. Peygamberden sonra ilk nesilde, insanların ne şekilde olursa olsun Kur’an’ın tefsirinden kaçındıklarına ve buna karşı çıktıklarına dair bazı tespitler varsa da, bu tutum çok geçmeden bir ölçüde yeni ihtida edenlerin inançları ve eski düşünceleriyle renklenen her türden tefsir kitaplarına yol vermiştir. Muhtemelen bazen gözle görülür bir şekilde Kur’an’ın açık anlamından sapan ve keyfi bir nitelik gösteren bu türlü tefsirler “reye göre yapılan tefsirler” (tefsir bi’r-re’y) olarak şiddetle saldırıya uğramıştır.
termeğe başladı. Nitekim Müslümanların ortaya atmak ve savunmak istedikleri herhangi bir görüşün Kur’an tefsiri şekline büründüğünü söylemek tamamıyla doğrudur. Kur’an’ın dili ve üslubu da aynı şekilde Arap edebiyatının gelişmesi üzerinde son derecede güçlü bir etki icra etmiştir. Müslümanlar daha ilk zamanlarda Kur’an’ın edebiyat ve sanat bakımından ‘aşılamayacağı’ görüşünü geliştirmişlerdir, fakat Müslüman olmayan Arap için bile o, bugüne kadar ideal bir edebi eser olarak kalmıştır. Kur’an, Hz. Peygambere hasımları tarafından nispet edilen ‘şair’ adını şiddetle reddetmiş ve hiçbir zaman kendisine şiir denmesine izin vermemiştir. Bununla birlikte duyguların derinliklerine nüfuz edişi, ifadesinin kesinliği ve etkileyici ahengi bakımından Kur’an, en yüksek derecedeki şiirden daha aşağı bir düzeyde değildir. Nitekim Müslümanlar ‘tecvîd’ adı verilen özel bir kıraat (okuma) sanatı geliştirmişlerdir. Kur’an bu şekilde okunduğu (tilavet edildiği) zaman, Arapça bilmeyen birini bile mutlaka etkilemektedir. Şüphesiz tercümede onun sanat güzelliğini ve ihtişamını muhafaza etmek imkansızdır. Biz aşağıda farklı tarihlere ait olan üç parçayı okuyucuya, onun sanat bakımından mükemmelliğini
Böylece tefsir ilminin gelişimini denetlemek
iletmek için değil, muhtevasının aşama aşama
amacıyla bazı bilimsel araçları geliştirmeye ih-
uğradığı gelişmeleri göstermek için buraya alıyo-
110
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ruz. İlk Mekki surelerden birine ait olan ilk parça şöyledir: “Rabbin, denemek için bir insanı yüceltip, ona nimet verdiği zaman, o, Rabbim beni şerefli kıldı, der. Ama onu sınamak için rızkını kıstığı zaman, Rabbim beni hakir gördü, der. Hayır, (budır; siz yoksulu doyurmak konusunda birbirinize özenmiyorsunuz.4 Size kalan mirası hak gözetmeden5 yiyorsunuz. Malı pek çok seviyorsunuz. Ama yer, öğütülüp parçalandığı zaman; melekler sıra sıra dizilip Rabbin gelince... “ (Fecr, LXXXIX, 15-22). Aşağıdaki ayetler son Mekke devrine aittir: “Namazda huşu içinde olan, boş sözlerden yüz çeviren, zekatlarını veren, eşleri ve cariyeleri dışında iffetlerini koruyan mü’minler saadete ermişlerdir. (Onlar, bunlardan ötürü yerilemezler). Fakat bu sınırları aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir. Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler; namazlarına riayet ederler, işte onlar, temelli kalacakları Firdevs cennetine varis olan mirasçılardır” (Mü’mimûn, XXIII, 1-11). Şu parça ise Medeni bir sureden alınmıştır: “Bu, indirip, hükümlerini kesinleştirdiğimiz suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik. Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah’a ve ahi-ret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini konusunda o ikisine acımayın.6 Onların ceza görmesine, inananlardan bir topluluk ta şahit olsun. Zina eden erkek, ancak zina eden veya putperest bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da, ancak zina eden veya putperest olan bir erkek evlenebilir. Bu müminlere yasak edilmiştir. İffetli kadınlara zina isnat edip de, sonra dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun; ebediyen onların şahitliğini kabul etmeyin, işte onlar yoldan çıkmış kimselerdir. Ama bundan sonra, tövbe edip dü-
www.islamiyorum.com
nun sebebi) yetime cömert davranmamanız-
zelenler bunun dışındadır” (Nûr, XXIV, 1-5).
4
İngilizce metinde “(başkalarını) teşvik etmiyorsunuz”
5
İngilizce metinde “doymak bilmeden”
6
ingilizce metinde “onlara karşı merhametiniz sizi Allah’a itaatten alakoymasın”.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
111
ARAŞTIRMA - İNCELEME
Akıl Savunması
-1 Hamdi Tayfur
GİRİŞ
basar, nazar, tefekkür, tezekkür, tedebbür, tefak-
“Akıl insanın içindeki peygamber, peygamber insanın dışındaki akıldır” (İmam Cafer)
nıldığını dikkate aldığımızda Kur’an’ın bu meseleye ne kadar çok önem verdiğini daha iyi anla-
“Allah akletmeyenleri rezilliğe mahkum eder.”
maktayız.
“Derler ki: ‘Keşke dinleseydik veya akletseydik,
Kur’an’ın akletme kelimesi, bu kelimeye yakın
şimdi ateş ashabı içinde olmazdık.’”2
anlamlı kelimeler ve akletmenin çevre kavramla-
1
Niçin Akıl Savunması? “Akıl” kelimesi, tüm düşünce tarihi boyunca hakkında pek çok şey söylenmesine, pek çok tartışmalara konu olmasına rağmen, üzerinde ortak bir tanımın yapılamadığı ilginç kelimelerden bir tanesidir. Batı düşüncesi, epistemolojik düzlemde Yunan kültür sisteminin ilk düşünürlerinden Heraklitos ve Anaksagoras’tan başlamak üzere günümüze gelinceye kadar düşünce metotlarını “akıl”a yaklaşım biçimlerinin üzerine kurmuştur. İslam düşünce tarihinde de tüm ekollerin akla bir yaklaşım biçimi vardır.
yin akletmenin merkezi olan kalbe indiğini net bir biçimde söylemiş3 ve tüm insanları öncelikle düşünmeye ve akletmeye davet etmiştir. Kendisinden akıl dışı mucizeler talep eden Arap müşriklerine Allah’ın cevabı daima menfi olmuş ve insandan akledemediği hiçbir hususu kabul etmesini istememiştir.
munda geçmektedir. Bu kavrama yakın anlamlardaki kelimelerin ve “akletmenin çevre kavramları” diyebileceğimiz kalp, sadr, lübb, fuad, Yunus, 10/100 Mülk, 67/10
2
3 Şuara, 26/192-194
lerde korunamamıştır. Merkezinde iktidar kavgaları, kabile taassubu, ganimet-mal tutkusu, dış etkenler gibi faktörlerin yer aldığı çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerde, kendilerini herkesçe onanan ve otoritesi tartışılmayan kaynaklarla haklı kılma çabasına giren muhtelif akımların mensupları akıl-vahiy, nakil-rey ikilemlerini üreterek “akletme” kavramını vahiy tarafından ortaya konan anlam dünyasından uzaklaştırmışlardır. Akletmek vahyin karşısında yer alan, vahyin alternatifi olan, serbest kaldığında veya işlevsel hale geldiğinde vahye muhalif olacağından kor-
Öyle ki akletmekten bahsetmek şeytanı savunmak gibi görülmeye başlamış ve “ilk akledenin şeytan olduğu ve düşünüp aklettiği için saptığı” gibi anlayışlar iyice yerleşmiş, akla tabi olmak, şeytana uymakla veya hevaya kapılmakla bir tutulmaya başlanmıştır. Kur’an’da hiçbir yerde “aklın ilahlaştırılması” kullanımı mevcut olmadığı ve akletme’nin geçtiği her yerde bu kelime
“Akletme” kelimesi Kur’an’da 49 yerde fiil for-
1
rı ile oluşturduğu anlam düzlemi, sonraki süreç-
kulan bir kötülük kaynağı gibi algılanır olmuştur.
Kur’an’daki hitap da insan aklınadır. Kur’an, vah-
112
kuh, fehm gibi kavramların pek çok ayette kulla-
olumlu anlamda kullanıldığı halde Casiye suresinde geçen “hevanın ilahlaştırılması”4 tabiri “aklın ilahlaştırılması” gibi görülmüş ve heva ile akıl bir tutulmuştur. Oysa akıl ilahlaştırılamaz. Çünkü Kur’an’ın insandan istediği akletme eyleminin onu götüreceği nokta Allah’a imandan başka Casiye, 45/23
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bir şey olmayacaktır. Oysa ayette de ifade edil-
na gelmektedir. Bu ise taklidi yok sayan, aklede-
diği gibi ilahlaştırılan şey hevadır ve heva akıl-
rek meseleleri çözen ve akla aykırı hiçbir husu-
dan çok farklı bir özelliktir. Hatta Razi’nin de ifa-
su asla kabul etmeyip tabi olmayan bir davranı-
de ettiği gibi aklın tam zıt anlamı “heva”dır.
şı beraberinde getirmektedir. Böyle davranmak,
İslam toplumlarının tümünde yaygın bir biçimde akletmeyi küçümseyici ve engelleyici bir tavır hakimdir. “’Akıl şeytandandır.’, ‘Kim Kur’an
aklederek vahiyle çelişmek değil tam da vahyin bizden istediğini yerine getirmek anlamına gelmektedir.
hakkında reyi ile söz söylerse, isabet etmiş olsa
Klasik baskın zihniyet, kendi otoritesini sağla-
bile hata etmiş olur.’5, ‘Akıl şeytandan, aşk ise
ma almak için hükümlerini nasslara dayandır-
Adem’dendir.’ (Mevlana)” gibi bazıları hadis ola-
mak zorundaydı. Esasen insanın kendi verdi-
rak ifade edilen aklı küçümseyen pek çok söz
ği bir hükmü nassın bir lafzına bağlama zihniyeti
yaygın olarak kullanılmaktadır.
özü itibariyle akıl dışı davranışı beraberinde ge-
Akletmeyi ve düşünceyi ön plana çıkartmaktan korkan ve ürken Müslümanlar, onun başıboş kalabileceğini, başıboş kalınca da (sanki İblis gibi) isyankarlığa sapacağını düşünerek aldanıyorlar. Oysa insanı saptıran, başıboşluğa sürükleyen, dalalete düşüren akletmesi değil akletmemesi ve hevasının tesirine girmesidir. Dalalete düşmenin faturası akletmeye değil akletmemeye kesilmesi gerekirken genelde buradaki suçlu akıl olarak gösterilmektedir6. Oysa akletme ile ilgili ayetler dikkatle incelenirse bu işin hakikatinin
tirmektedir. Çünkü vahyin temel amacı, insanlık tarihi boyunca karşılaşılacak problemlerin tümüne uzanan referansları bir kerede vermek değildir. Vahiy insanı akletmeye, yola düşmeye, insanca ama dalalette olmayan davranışlar sergilemeye, tarih, tabiat ve toplum karşısında sahip olduğu erklerle doğru hükümler verip doğru işler yapmaya teşvik etmektedir. Vahyin onadığı hükümler bile esasen insan aklına bir sunumdur. Çünkü Kur’an hiçbir hükmünü akla muhalif olarak vermemektedir.
hiç de böyle olmadığı görülecek ve Allah’ın hida-
Oysa klasik zihniyet nasslara dayanarak ve her
yete dönmeleri için insanlardan ısrarla akletme-
hükmüne nasslardan bir delil bulma çabası ile
lerini istediği ayan beyan anlaşılacaktır.
yöneticinin siyasal erkini, kadıların hukuki erki-
İslam düşünce tarihinin ilk dönemlerinde farklı akımların etkisi nedeniyle oldukça canlı, üretken, yenilikçi ve icatçı olan dönemler, “nass”a yaslanan ve “Allah ve peygamber konuşurken reyin, düşüncenin ve aklın ne hükmü olabilir?” yargısı ile rakiplerini sindirip kesin otoritesini ilan eden baskın zihniyet yüzünden yerini, geçmişin kültürel mirasını tekrar ve taklide dayanan, zihniyeti dogmalaştıran ve her türlü çözümün geçmişte zaten üretildiğine inanan dönemlere terk etti.
çıkartıp meşrulaştırmaktadır. Verdikleri her fetvayı nassla refere eden bu ricalin otoriteleri tartışılmaz kılınmış ve adeta Tanrı’dan cevaz almış otoritelere dönüştürülmüştür. Karşınızda Tanrısal otoriteler varken aklederek ve aklın referanslarını kullanarak karşı çıkmanız mümkün değildir. Siz aklederek ve reyinizle bir şey söylerseniz aklınızı yani hevanızı putlaştırmış ve şeytana uymuş olursunuz(!) İslam düşünce tarihinde aklın vahiy karşısında
Nasslara bağlılık, çoğunlukla reyin ve düşüncenin ötelenip sindirilmesi ve lafızların arasından dinsel otoritelerin delillerini çıkartarak vereceği fetvalar anlamına gelir oldu. Keşke bu zihniyet iddia ettiği gibi vahyin kastettiği anlamda nasslara bağlı kalsaydı. Vahye Allah’ın bizden istediği şekilde bağlı olmak “akletme”nin anlam düzlemini kavrayıp buna göre hareket etmek anlamı Hadis, Tirmizi, 2950-2951
5
Metin Önal Mengüşoğlu, Akletmek Farzdır, s:52-53
6
ni, ulemanın entelektüel erkini kutsal düzleme
kategorize edilerek iki ayrı rakip gibi değerlendirilmesi, akletme eylemini pek çok kişinin işlevselleştirmesini engellemiştir. Allah’tan gelen vahiy karşısında bir kaynak olarak konumlandırılan aklın, böylesi bir otoriteye rakip olabilmesi zaten beklenemezdi. Üstelik bütün insanların dertlerinin çaresinin kitapta yer aldığı tartışma götürmez bir öngörü haline geldikten sonra, akıl için sadece kitabı okuyup doğru olarak anlamaktan başka bir çıkar yol kalmamaktadır. Bunun uzmanlarının kim olduğu da zaten ortadadır. Onlar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
113
okuyacak delilleri bulacak ve her derde şifa ki-
“Çünkü Batı’da ‘akıl’ denile gelen şey ‘pozitivist’
taptan çözümleri sergileyeceklerdir.
bir akıldır. Yani temel boyutları koparılıp alınmış,
Belirttiğimiz gibi vahiy akla bir gönderme, hitap ve teklif olduğu halde, akla rağmen insanoğluna bir dayatmaymış gibi görülmesi onun bir dogma gibi algılanmasına yol açmıştır. “Vahyin akla, aklın da vahye bırakmak zorunda olduğu alanlar vardır.” deyip iki alan ayrımı yapmak da meseleye çözüm olmamakta hatta meseleyi karıştırmaktadır. Çünkü aklın ilgi alanı da vahyin insan aklını yönlendirdiği ve akletmeye yönelmesini istediği alan aynı alandır. Yani vahiy de akıl da esasen aynı sorunu sorun etmektedir. Akleden bir bireyin gideceği yer vahyin onu yönlendirdiği yönden farklı bir yön olmayacaktır.
Rasyonalizmin etkisi Akletmeye karşı menfi yaklaşımın önemli gerekçelerinden bir tanesi de özellikle son birkaç yüzyılda rasyonalizmin gerek batı ülkelerinde gerekse diğer toplumlarda ürettiği olumsuz tablolardır. Akıldan yana tavır almak ve akletmek bir tür rasyonalistlik olarak görülmüştür. Ne zaman bir düşünür akletmekten, düşünmenin öneminden bahsetse ona takılacak payanda bellidir: Rasyonalist(!) Oysa Kur’an’daki “akletme” kelimesi kesinlikle Aydınlanma (felsefesi) ile tanımlanan rasyonel aklın karşılığı değildir. İslam’ın akla yükledikleriyle Aydınlanmanın yükledikleri bambaşka şeylerdir. Modern rasyonel akıl, yeri ve yapısı itibariyle Kur’an’daki “akletmek”ten farklıdır. Modern akıl beyin kabuğunun bir fonksiyonudur; yaptığı iş de hesap etmek, mantık yürütmektir.7
kötürüm bir akıl. Bu akıl artık gayeler problemini hiç ortaya atmaz, sadece vasıtalar problemiyle uğraşır. O kadar ki, herhangi bir gaye ve hatta cinayetle ilgili bir gayeye erişmek için bile bugün elimizde devasa imkanlar bulunmaktadır. Sadece nasıl sorusunu sormak ve niçin sorusunu asla sormamak suretiyle pragmatizm, eylem felsefesiyle karıştırılmıştır. Bu yolda bilim; bilimcilik, teknik; teknokrasi, siyaset de Makyavelizm şeklinde yozlaşır, soysuzlaşır. Kötürüm pozitivist aklın bu sapmaları, vasıtaların olmayışından değil, gayelerin olmayışından ötürü, dünyayı ölüme sürüklüyor. Bugün batıda karşılaşılan temel problem budur: Öncelikle gayeler, değerler, mana problemi… Sadece bilimler ve tekniklerin imkanları ve metotlarına değil, fakat her şeyden önce gayelere dayanan bir derin düşünce lazım.”8 Görüldüğü gibi batının rasyonalizmi insani değerleri ve gayeleri hiçe sayan, Tanrısız, varlığı gördüğü ve ölçebildiği ile sınırlı zanneden bir tür körlüktür. Batıda akıl (ratio), duyusal alanda elde edilen sonuçlara sonsuz imanken; Kur’an’da akıl, duyuların ayetleri müşahedesi ile bunu önce gayba bağlamak ve ardından uzun erimli faydayı gözeterek seçim yapmak doğrultusunda karar verip buna göre hareket etmektir. Rasyonalizm ise akletmek değil, ahmaklıktır. Çünkü rasyonalist kafa gözünün önündeki apaçık ayetlerin kendisine gösterdiği derin hakikatleri görememekte ve bu alanda elde ettiği sebep-sonuç ilişkilerini, uhrevi alanı yok sayıp pragmatik amaçları için kullanmaktadır. Kısa erimli menfaatlerini, uzun erimli menfaatlerin-
Rasyonalizm özde, fizik ötesi alemi reddeder ve tüm gerçekliği insanın duyularıyla idrak edebildiği alanla sınırlar. Oysa Kur’an’ın tavsiye ettiği akletme, tam da duyularla idrak edilebilen delillerden yola çıkarak duyu ötesini anlayabilme ve bu alemdeki görünen hakikati, görünmeyen hakikatle bağlayabilme işinin adıdır. Batıdaki rasyonalizm insanı Allah’tan kopartırken, Kur’an’daki “akletme” eylemi tersine olarak Allah’a daha çok bağlar.
den üstün tutmakta ve sınırlı zevkleri için teknik yönden mümkün olan her tür imkanı ahlaksızca kullanabilmektedir. Batı düşüncesine tepki olsun diye Kur’an’daki akletmeyi batının rasyonalizmi ile özdeş gören ve bu yüzden akletmeye karşı çıkanların tavrı, tarihte İslam filozoflarının kendilerini Aristo aklıyla temellendirmesine karşı ortaya çıkan Selefi refleksin, felsefeye saldırırken akla da saldırmasına ve bu durumun felsefeye olduğu kadar “akletme”ye de bir düşmanlığın oluşması-
Mehmet Bekaroğlu, 1.İslam Düşüncesi Sempozyumu,
7
Bildiriler tartışmalar, s:168
114
na yol açmasına ne kadar da çok benzemekte Roger Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s:91
8
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dir. İşte modern dönemde rasyonalizme karşı çı-
larını ona göre düzeltir. Bu esaslar dahilinde bu
kılırken benzer refleksler yeniden ortaya çıktı ve
ikisi arasında bir uyum bulunduğu şüphesizdir;
Kur’an’ın önerdiği “akletme”, rasyonalizme kur-
ancak bu, denk ve eş oldukları manasına gel-
ban edildi.
mez. Hem vakıalar dünyasında kusursuz ve noksansız bir akıldan bahsetmek mümkün değildir.
Seyyid Kutup’un etkisi Giriş bölümüne, “akıl savunması” yapma ihtiyacı hissetmemizin buraya kadar sıraladığımız gerekçelerine bir tanesini daha ekleyerek son verelim:
Bu ancak ideler alemi için bahis mevzu olabilir.11 Abduh ve talebelerinin bu görüşten etkilendiklerini ve hatta akla uydurabilmek için nassların tevil edilmesi gerektiğini birkaç yerde söylediklerini ifade eden Kutup, bunu tehlikeli bir yöntem
Seyyid Kutup, “İslam Düşüncesi” ismindeki ki-
olarak bulur ve “Akıl kelimesi, sözcüğü realite-
tabının birinci bölümünde metodunu açıklarken,
nin ötesine taşır. Bir kere benim aklım, senin ak-
akla yaklaşım biçimini Abduh, Reşid Rıza, Mağ-
lın; onun, bunun, şunun aklı gibi ortalıkta birçok
ribi ve İkbal’e eleştiriler getirirken ortaya ko-
akıl mevcuttur. Kur’an ayetlerinin, ilkeleri doğ-
yar. Ve “Belirli bir sapmayı yahut noksanlığı ele
rultusunda değerlendirilme konusu edilebilece-
alarak izale etmeye çalışmak, İslam düşüncesi-
ği, noksanlıklardan, cehaletten, şehvetten, nef-
nin gerçeklerini sadece onu karşılayacak şekil-
sin emel ve arzularından etkilenmeyen mutlak
de tanzim etmek ve bir anti-tez gibi sunmak çok
bir akıldan bahsedilemez”12 der.
tehlikeli bir yöntemdir. Böyle bir davranış, İslam düşüncesinde meydana gelen eski bir sapmayı düzeltmek isterken yeni yeni sapmalara yol açmak demektir”9 diyerek, bu düşünürlerin buna
Kutup’un burada yapmaya çalıştığı şey her ne olursa olsun, aklın kendi başına bırakılamayacak bir özellik olduğunu ve mutlaka vahyin şem-
benzer bir tavır sergilediklerini iddia eder.
siyesi altına girmesi gerektiğini ispat etmeye ça-
Abduh’a yaptığı eleştiri şudur: İslam dünyasın-
insan, nassların tevilsiz muhkem hükümlerine
da aklın dumura uğradığı, batıda ise bilimsel ge-
bağlı kalmakla yetinecektir.
lişmelerin had safhaya ulaştığı ve müsteşriklerin İslam düşüncesine büyük çaplı bir taarruza giriştikleri bir dönemde yaşayan Abduh, müsteşriklerin kaza ve kader inancının müspet bilimler hususunda insan aklını ve potansiyelini dumura uğrattığını yüksek sesle söylemelerine karşı aklın değerini ispatlamaya girişti. Aklın dinde ve hayatta önemli bir yer işgal ettiğini savundu. Ancak bunu yaparken, hidayete erme hususunda beşer aklına vahye eşdeğer yüksek bir mevki verdi. Oysa vahiy hiçbir şekilde akılla kıyaslanıp bir tutulamaz.10
Kutup’un akla yaklaşım biçimi, yaşadığı dönemden bugüne kadar İslam dünyasındaki pek çok görüşü ve hareketi etkisi altına almıştır. Esasen bu yaklaşım tarzının kökenleri akıl-vahiy, nakilrey tartışmalarının yapıldığı ilk yüzyıllara kadar uzanır. Ve Kutup bu tartışmada Selefi zihniyeti günümüze taşıyarak Neo-Selefi bir yaklaşım üretmektedir. Kutup akıl-vahiy ikileminde vahiyden yana taraf olduğu için tartışmaya daha baştan güçlü bir argümanla -yani vahyin ilahiliği dolayısıyla yanıl-
Kutup daha sonra akıldan ne anladığını ortaya koyar. Daha doğrusu vahiy karşısında aklın değersizliğini vahyin ise üstünlüğünü ispat etmeye çalışır: Akıl ile vahyin eşdeğerde olamayacağı göz ardı edilmemelidir. Vahiy her bakımdan yüksek ve kapsamlıdır. Vahiy aklın başvuru kaynağı olmak üzere gönderilmiştir. Demek ki vahiy; aklın fikir, kavram, ilke ve delillerini kendisine vurabileceği bir mihenk taşı olup sapma ve hata Seyyid Kutup, İslam Düşüncesi 1, s:25
9
Seyyid Kutup, age, s:27-28
10
lışmaktır. Vahiy akla göre tevil edilmeyecek ve
mazlığı, aklınsa insaniliği dolayısıyla noksan ve eksik olduğu argümanıyla- tartışmaya katılmaktadır. Oysa Kutup, tartışma boyunca “akıl” kelimesini Kur’an’da kast edildiği manasıyla kullanmamakta, tarihte ortaya atılan akıl-vahiy ikileminin varlığını peşinen onaylamakta, bunu şiddetle savunmakta ve hem akla ve hem de vahye ayrı alanlar tahsis etmektedir. Seyyid Kutup, age, s:29
11
Seyyid Kutup, age, s:29-30
12
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
115
Kutup “akıl”ı her an sapmaya meyilli, doğru ile
Vahiy akla yardımcı olmak, onun önünü açmak,
yanlışı ayırt etmede istidatsız, vahiy olmazsa
apaçık delilleri insanın akletmesine sunmak, onu
doğruyu asla bulamayacak olan ve ancak vahyin
aydınlatmak ve yeryüzündeki yürüyüşünde insa-
nasslarını anlayıp kabul etme gibi bir fonksiyonu
na akli faaliyetlerini yerine getirmesi suretiyle fi-
olan basit bir insani özellik olarak görmektedir.
iliyatına hız katmak için inmiştir. Aklı sınırlandır-
Yani vahyi okuyup doğru anlamak ve bu sınır-
mak, akla rağmen alternatif üretmek, “bu ana
dan öte geçememek aklın olmazsa olmaz fonksi-
kadar aklediyordunuz, büyük yanılgılara düştü-
yonudur. Bu zaten Selefiye’nin akla yaklaşım bi-
nüz, artık akletmeyi bırakıp vahyin kesin çözüm-
çimidir. İbni Teymiyye de akla, peygamberi gö-
lerine teslim olun” demek için inmemiştir.
revlendirdikten sonra kendini azletmek gibi bir rol biçmektedir. Akıl, Resul’ü veli göstermiş sonra da kendisini azletmiştir.13 Gazali de benzer bir söz söyler: “Akıl, peygamberin doğruluğuna de-
Oysa Kutup aklı her an yanılma ihtimali olan kaypak bir haslet olarak görmektedir. Onun bu anlayışı Kur’an’ın tanımladığı kelimeler arasında
lalet eder, sonra kendini azleder.”14
“akıl” kelimesine değil, “heva” kelimesine kar-
Kutup’un akıl karşısında vahyi savunurken düş-
vasına uyduğu için sapar. Ve insanın iç dünya-
tüğü temel yanılgısı, aklın Kur’an’da hangi kav-
sında “akletmek” ve “hevaya uymak”, birbirinin
ramsal çerçeve içinde kullanıldığını dikkate al-
tam zıddına iki ayrı özelliğe karşılık gelmektedir.
maması veya peşinen kabullendiği Selefi zihni-
Ve Kutup’un eleştirip yerden yere vurduğu “se-
yeti savunmak için, bunu görmek istememesidir.
nin aklın, benim aklım…” dediği husus akla konu
Oysa Kur’an akletmeyi, Kutup’un yaptığı gibi ne
olan husus değildir, hevaya konu olan husus-
olumsuzlamakta, ne onu sınırlandırmakta, ne de
tur. Kutup bu cümleyi şu şekilde kursaydı doğru
akletmeyi engellemek için buna dönük bir eleşti-
olurdu: “Senin hevan, benim hevam, hangimizin
ri yapmaktadır. Tam tersine akletmeyi önermek-
hevasına uyalım?”
te ve bunu emretmektedir. Kur’an akletmekten kaynaklanan tek bir yanılgıdan söz etmez. Daha da önemlisi tüm delil ve önerilerini akla takdim eder. Aklın bunları anlamasını ve kavrayarak ka-
şılık gelmektedir. Çünkü insan aklına değil he-
Kur’an bu yüzden, akletmesi nedeniyle insanın sapmasından hiç bahsetmeyip ancak aklederek hidayetin mümkün olabileceğini söylerken, he-
bullenmesini ister.
vasına tabi olanları kıyasıya eleştirir ve bazıla-
Kutup’un iddiasının tersine akıl ve vahiy iki ayrı
“aklın ilahlaştırılması”ndan bahsetmez.
rının hevalarını ilahlaştırıldığını söylerken asla
alanın olguları değildir. Vahyin ve aklın alanı, insana ait olan ve insanın varlığı ve Allah’ın ona verdiği imkanlarla anlayıp, buna göre kendisini biçimlendireceği hayat alanıdır. Eğer gayba ait olan hakikatleri insan anlayamayacak ve bunları keşfedip onaylayamayacak bir kapasitede yaratılmış olsaydı, vahyin gelişi de bu hakikatlerin insan açısından ortaya çıkışını sağlayamayacaktı. Oysa bu istidat insanda vardır. Vahyin gelişi insanın bu hakikatleri anlamasını daha kesin delillerle hızlandırır. Ama alan, gene aynı alandır. İnsanın nazarına konu olan ve bu alandaki delillerle akıl sayesinde nazar ötesi hakikatlere gidilmesi alanıdır. Tabii ki insanı ilgilendirmeyen mutlak gayb alemi, akletmenin ötesindedir. Ancak zaten dediğimiz gibi bu alan insanı ilgilendirmemektedir.
zin aklı?” sorusuyla meseleyi temellendirmeye çalışması, metodunun aksine hiç de “nassların muhkem hükümlerini en son hüküm olarak almak” olarak görülmemektedir. Yaptığı tam olarak mantıksal bir çıkarımdır. Aynı mantıkla şöyle bir önermede bulunmak da mümkündür: “Senin aklın, benim aklım; hepimizin aklı birleşince güçlü ve doğru bir akıl olur.” Dediğimiz gibi yanılgının başlangıç noktası, akılvahiy ikilemini kabul etmektir. Oysa vahiyle aklın birbirlerine karşı konumu denklik, eşlik, üstlük, altlık, birbirlerinin alternatifi olma, biri meydana çıkınca diğerinin ortadan silineceği bir ilişki durumu değildir. Akıl hep vardır. İnsanın varlığının olmazsa olmazıdır. Sorumluluk aklın var-
Ramazan Altıntaş, İşlevsel Akıl, s:383
lığı nedeniyle vardır ve insan aklederek hakika-
Muhammed Abid el-Cabiri, Kur’anda Akıl ve İman,
ti bulur, anlar ve onaylar. Hatta vahyin Allah’tan
13 14
Kur’ani Hayat dergisi, sayı-2
116
Kutup’un “senin aklın, benim aklım, hangimi-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
mı, şeytandan mı olduğunun seçilebilmesi için
Burada yarışan mimarlara düşen, gerek çevrede
bile akletmeye ihtiyaç vardır. İnsan akletmediği
serpiştirilmiş delillerden, gerekse patronun za-
zaman tasdik gelmez, heva ortaya çıkar ve inkar
man zaman yaptığı uyarılardan yola çıkarak öz-
devreye girer. Bu nedenle vahyin en temelli iniş
gün planlarını oluşturmak ve amaca en uygun
amacı aklı harekete geçirmek, açık ve kesin de-
binayı yapmaya çalışmaktır. İşte tam bu anda
lilleri akla sunmaktır.
mimarlardan bazılarının patrondan gelen ikazla-
Vahiy dogmatik kurallar dizisi değildir. Eğer o bu amaçla inmiş olsaydı, yani dogmatik kuralları insana dayatmak ve aklın fonksiyonunu ortadan kaldırmak amacıyla inmiş olsaydı; bu, insanın seçme hürriyetini ortadan kaldıran ve sorumluluğunun gerekçelerini yok eden bir durum olurdu. İbni Teymiyye’nin ifadesiyle, peygambere gelen vahyi vekil tayin edip kendini azleden bir akılla ne insan tam sorumluluğunu idrak ede-
rı, kendilerine ayrılan köşedeki binanın en uygun plan ve projeleri olarak algılaması ve bu sözlerin derinlikli anlamlarından planlar üretmeye çalışması, tam da Kutup tarafından da onaylanan Selefi akıl ve zihniyetin yaklaşımına denk düşmektedir. Oysa kendilerinden beklenen vakıayı çözüp, her yere serpiştirilmiş delillerden kendi üretkenlikleri ile vahyin ikazlarını da dikkate alarak varoluşlarını gerçekleştirmeleridir.
bilir, ne de yeryüzündeki varoluş amacına uygun
Oysa onlar, plan yapmayı ve uygulamayı patro-
hareket edebilir.
nun kendilerine yaptığı uyarılarda, gizli mesaj-
Allah’ın Kur’an’dan çıkan ifadelerinden anladığımız kadarıyla, “akletmek” bağlamında nasıl bir insan istediğini ve bunun gerek Kutup, gerekse Selefi öncülerinin anladığı akıldan farkının ne olduğunu ortaya koyabilmek için bir misal verelim:
larda aramakta, etraflarında var olan pek çok delil üzerinde düşünmeyi ise ya patronun zevkini ve zenginliğini övmek için, ya da onlara karşı cömertliğinin büyüklüğünü hatırlamak için kullanmayı yeterli görmektedirler. İşte Kutup’un önerdiği akıl ile Kur’an’da ifadesini
Sahibi tarafından çok geniş bir arazi üzerinde bina yapmak üzere birçok mimarın görevlendirildiğini farz edelim. Arazinin sahibi mimarla-
bulan “akletme” eylemi arasındaki fark, örnekteki iki ayrı mimar tipinin davranışları kadar birbirinden farklıdır.
ra bina yapmaları için gerekli her türlü imkanı
Kutup’un bu akıl anlayışı, birçok İslami olu-
hazırlamıştır. Onlardan istediği ise kendi zevki-
şuma sirayet etmiş ve ne zaman akla dair bir
ne en uygun binayı yapmalarıdır. Herkes patro-
konu olsa, “senin aklın, benim aklım, hangimi-
nun beğenisinin derecesine göre bir karşılık ala-
zin aklı?” sorusu dillere pelesenk edilmiştir. Bu
caktır. Önlerine sunulmuş açık imkanları suiisti-
zihniyet sebebiyle İslami oluşumlarda aklet-
mal edip yolsuzluk yapanlar ise cezalandırılacak-
mek, cemaatin ortak aklına uymak olarak al-
tır. Patronun ne tür bir bina sevdiğini, zevkinin
gılanır olmuştur. Eleştirel akıl ortadan kalkmış,
nasıl olduğunu çıkarsamak ise arazide daha ön-
her yapılan iş güya vahyin kılavuzluğunda ce-
ceden yapılmış muhtelif eserleri incelemek yo-
maat önderlerinin vereceği karara bağlanmış-
luyla olacaktır. Patron sürekli yapıları kontrol et-
tır. Bu ise sorgulamayan, eleştirmeyen ve aklı-
mekte ve zaman zaman zevk ve tercihinin ne ol-
nı başka akıllara emanet eden ucube ilişki biçim-
duğu hususunda tavsiye ve yönlendirmelerde
leri ortaya çıkarmıştır. Oysa emanet edilen sade-
bulunmaktadır. Ama bu yönlendirme, yarışma-
ce akıl değildir. Akılla birlikte irade ve imtihanın
nın mantığını ortadan kaldırmamak için asla ke-
doğru bir biçimde gerçekleşme koşulları da orta-
sin bir planın-projenin sunulması şeklinde olma-
dan kalkmıştır.
maktadır. Bunlar yarışmanın zaten bilinen ilkelerini hatırlatma ve patronun zevkinin ve amacının ne olduğunun muhtelif işaretlerini verme ve mimarları alacakları mükafatla teşvik, yapabilecekleri yolsuzluklara karşı başlarına gelecek cezayla uyarma şeklindeki hatırlatmalardır.
Aklın içine düştüğü bu durumlar göz önünde bulundurulduğunda “akıl savunması” yapmanın ne kadar gerekli ve öncelikli bir durum olduğu ortaya çıkmaktadır. Aklı tatile gönderip, vahyi aklın vekili ilan eden zihniyetlere karşı, Kur’an özelinde bu kavramın ifade ettiği anlam çerçevesi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
117
ortaya konmalıdır. Bunu yaparken yöntemimiz, öncelikle konuyu temellendirmemizde esas teşkil eden bazı kelimelerden ne anladığımızı ortaya koyarak başlamak olacaktır. Özellikle zihniyet kelimesi ve bunun akletmekle ilişkisi ve akletmekten farkı, akletmekten özde neyi anladırusu bağlamında akletmekten ne anlamamız gerektiği, kalp kavramı, akletmenin önündeki engeller ve heva kelimesi gibi hususlardır. Çünkü bu gibi kavramları hangi anlamda kullandığımız ve sıraladığımız, hususlardan neyi anladığımız ortaya çıkmadıkça “akletme”nin çerçevesi de çizilemeyecektir. Ardı sıra, akla ilişkin tartışmaların nereden başlayıp bugüne nasıl geldiğinin daha iyi anlaşılması için tarihsel arka planı ortaya koymaya çalışacağız. Tüm bunlar okuyucunun kafasında netleşince Kur’an’da “akletmek” kavramının anlam panoramasını, bu kelimeye yakın anlamlı kelimelerle ve çevre kelimelerle oluşturmaya çalışacağız.
(Devam edecek) NOT: Bir sonraki yazı başlığı: ‘Zihniyetlerin zindanından akletmenin özgürlüğüne’
118
www.islamiyorum.com
ğımız, akıl-vahiy ilişkisi, “vahyin niçin indiği” so-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ARAŞTIRMA - İNCELEME
KUR’AN ve
ŞAHİTLİĞİMİZ Osman Uzun
İnsanı ahlaki, sosyal, siyasi ve iktisadi anlamda
ne az rastlanır tarzda azgınlığa sürükleyen, kibir,
tam bir çıkmaza sokan, her anlamda insani bir
hırs ve büyüklenmeyle fıtratına yabancılaştıran
felakete yol açan batıl ideolojilerin, düşünce ve
Batı düşünce ve yaşam tarzları, bırakın bu iddi-
yaşam biçimlerinin yeryüzünde üretebileceği bir
alarını gerçekleştirmeyi insanı en büyük pranga-
değer kalmamıştır. Yeni çözüm yolları olarak in-
ların, en alçak bağımlılıkların ve sahte kutsallık-
sanlığın önüne konulan açılımlar mevcut felaket-
ların mahkumu kılmıştır. Böylesi bir hal yeryüzü-
lerin ve zulmün boyutlarını daha da büyütmek-
nün cehenneme çevrilmesidir. Mutluluk yoktur,
te, vicdanları kanatmakta ve en kötüsü de değer
anlamsızlık ve hiçlik duygusu egemen olmuştur.
yoksunluğu ve aldırmazlık iyiden iyiye kanıksan-
Değer yüklenmiş insan, alınır-satılır bir meta ha-
maktadır.
line dönüştürülmüştür.
Süreç, modernizmin sekülarizmi dayatan belki
İnsanlığın çok değişik veçheleri-yönleriyle karşı-
de tarihin gelmiş geçmiş en tahrip edici zemin-
laştığı sosyal, siyasi ve ekonomik krizler, özün-
lerini güzel ambalajlanmış, albenili ve etkileyi-
de gelip geçici krizler değil, köklü insan ve me-
ci söylemlerle insan hayatı üzerindeki tahakküm
deniyet krizleridir. Şu açıktır ki, “Aydınlanmış İn-
(baskı) ve tasallutunu (saldırısını) en üst düze-
san” gerçekten de son iki yüzyılda ürettiği her
ye çıkaran bir noktadan postmodernist söylem-
kavrama, her türlü bilgi ve teknolojiye, her ku-
lere evrilmiştir. Modernizme getirdiği yüzeysel
ruma ihtiras, kin ve tahakküm etme gibi zaafla-
kimi eleştirilerle değişik insan gruplarının ilgisini
rını yüklemiştir. Tüm sorunlar da ontolojik (varlı-
çeken bu akım, mutlak doğru ve hakikat anlayı-
ğa dayalı) olarak zaaflarla yüklü insanın haddini
şına karşı alaycı tavrıyla insanlık için daha fark-
bilmemesinden ve hümanistik tasarımlarla “her
lı boyutlardaki yıkımın habercisi olmuştur. Buna
şeyin üstesinden gelebilen üstün insan” olarak
göre, insan için sabit ve değişmez birtakım de-
kendisini tanrılaştırmasından kaynaklanmakta-
ğerlerin olması ve bunlara “yakin” (kesin bilgi)
dır. Bu bakış açısı, beşeriyet için evrensel doğ-
derecesinde bağlılık ve iman olacak şey değildir.
ruları tayin etmeye kalkmakta; neyin doğru ne-
Her şey izafi-görecelidir. Sabit olan bir şey var-
yin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğunu belir-
sa o da bizzat her şeye izafiliğin egemen oluşu-
lemeye kendini yegane merci görmekle birlikte;
dur. Bu bakış açısının varacağı sonuç insan için
konuşurken sadece kendi adına değil tüm insan-
tam bir anlamsızlık ve hiçlik girdabı yani kopko-
lık adına konuşmaktadır. Arkasına sığındığı, içe-
yu bir nihilizmdir.
riğini haktan ve adaletten yana tutarlı hiçbir de-
İnsanı özgürleştirmek, kendini sınırlayan bağlardan azade kılmak, mutluluğu yakalayıp yeryüzü cenneti kurmak gibi büyük iddialarla yola çıkan fakat insanı çok boyutlu ve daha önce eşi-
ğerle donatmadığı ve kendi hegemonyasını idame ettirmeye koşullandırdığı bir takım kavramları da (çağdaş demokrasi, globalleşme, küresel barış vs) yedeğine alarak yeryüzünde terör es-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
119
tirmektedir.
istedik ki, insanlığa şahitler olasınız ve Resul de
Bunun yanı sıra insanlık, bugün küresel egemenler tarafından içinde yaşamaya mahkum kılındığı -ki aslında bu mahkumiyet kararına kendileri razı oluyorlar- bir dünyadan daha iyi ve
size şahit olsun.”(Bakara/143) “Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran bir ümmet olun. İşte onlardır saadete erecek
daha adil bir dünyanın kurulamayacağına, olabi-
olanlar.”(Al-i İmran/104)
leceğin en iyisinin bugünkü dünya sistemi oldu-
“Allah uğrunda gereği gibi hakkıyla cihad edin.
ğuna, postmodernist farklı söylemlere kapı ara-
Sizi O seçti ve din konusunda da size hiçbir zor-
lanmasına rağmen var olana razı olmaktan baş-
luk yüklemedi. Tıpkı babanız İbrahim’in dinin-
ka çarelerinin olmadığına imana davet edilmek-
de olduğu gibi. O, daha önceki kitaplarda ve bu
tedir.
Kuran’da da sizi Müslümanlar olarak isimlendirdi.
Bugün bu cari-mevcut düzenin karşısında kendine has köklü inanç, tasavvur, değer ve pratik düşünce sistemiyle durabilen yegane güç İslam’ın bizatihi kendisidir. Müslüman fert ve toplumların üzerlerinde taşıdığı tüm zafiyet unsurlarına rağmen İslam’ın fıtri ve evrensel gerçekliği, insandaki “bilkuvve” (potansiyel) hak, adalet ve erdem gücünü harekete geçirme imkanlarına haizdir. İşte günümüz cahiliyesinin Müslümanları hedef tahtası seçmesinin arkasında yatan temel neden, vahyin “kamil insan ve toplum inşa etme” potansiyelidir.
Ta ki peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahitler olasınız.”(Hacc/78)
Vasat ümmet olmayı yani; hayatla ilişkin her bağlamda dengeyi-muvazeneyi gözeten bir tutum içersinde olmayı başarmak Müslümanlar için apaçık bir hedef olarak gösterilmektedir. İnançta, tasavvurda ve pratik eylemlerde; bireysel olanda ve toplumsal olanda, hayatın her alanında… Müslümanlar bu sorumluluklarının farkında mıdırlar? Ve vakit hala gelmiş değil midir? “Müminlerin kalplerinin Allah’ın zikrine (vahyine) karşı yumuşayacağı ve ürperti duyaca-
Bu sebeple, İslami yönelişleri akması gere-
ğı vakit hala gelmedi mi? Ta ki kendilerine daha
ken yataktan alıkoymaya çalışmakta, iddiaların-
önce vahiy verilip de üzerlerinden uzun za-
dan, ideallerinden ve değerlerinden soyutlayarak
man geçtiği için kalpleri katılaşan kimseler gibi
mevcut küresel, totaliter ilişkiler ağına, ona za-
olmasınlar.”(Hadid/16)
rar vermeyecek kimi farklılıklarıyla monte olmaya çağırmaktadırlar.
edenlere güvenerek yeryüzünde hakkın şahitli-
Bunun karşısında Müslümanlar tüm iyi niyetli çabalara, Allah yolunda ceht ve gayretlere rağmen son elli yıldır yaşanan tecrübelere ilaveten geniş ufuklu yaklaşımlar geliştirmek noktasında büyük sancılar çekiyorlar. Müslümanlar karar vermek zorundadırlar; ya çer çöpten bir nesne misali, kendisi ve geleceği hakkında karar vermekten aciz bir biçimde tarihin akan yatağında sürüklenecekler ya da Allah’ın izni ve yardımıyla, O’nun kendilerine kimlikleriyle birlikte bahşetmiş olduğu izzet ve onura sahip çıkıp kendilerinden önceki salih toplumlar gibi tarihin yatağını değiştireceklerdir. Allah-u Teala’nın kendilerinden istediği tam da budur: “İşte böylece sizin dengeli bir ümmet olmanızı
120
Allah-u Teala mümin sıfatıyla kendisine iman ğini tahakkuk (gerçekleştirme) ve adaleti ikame etme (ortaya koyma) görevini ümmetler arasında sadece onlara tahsis etmiştir. Mesele, Müslümanların bu güvene karşılık olarak Rablerinin kendilerini layık gördüğü mevkiye, misyona ve verdikleri ahde sadık kalıp kalmamaları meselesidir. Yani tercih bizlerindir; bizler ahitlerimize riayet etmeyip emaneti hakkıyla yüklenmezsek, Allah’ın dini bizlere muhtaç değildir, yeryüzünün birçok yerinde Allah’ın arza varis kıldığı salih kulları bu emaneti yükleneceklerdir. “Müminler içerisinde Allah adına verdikleri söze sadık kalan nice yiğitler var; onlardan kimi kendini adak olarak sunmuş kimi de sırasını beklemekte, fakat asla sözünden dönmemektedir.”(Ahzab/23)
Her mümin içinde yaşadığı çağın tanıklığına davet edilmektedir vahiy tarafından… Bu tanıklık,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
içinde yaşadığımız dönemin sorumluluklarını taşıyıp taşımamakla sorgulanacağımız bilinciyle hareket etmeyi Müslümanlara zaruri kılmaktadır. Buradan hareketle bize dayatılan anlayışlardan, yaşam biçimlerinden ve gündemlerden temizle-
kaynağıdır.”(Furkan/1) “Ey insanlık ailesi! Rabbinizden size bir öğüt ve kalplerde oluşabilecek her tür hastalık için bir şifa; iman edenler için de bir rehber ve rahmet gelmiştir.”(Yunus/57)
nerek -Ver rucze fehcur (tüm pisliklerden uzak-
Kuran vahyine yönelme biçimimiz, Allah’a kar-
laş)- insanlığın muhtaç olduğu zamanının şa-
şı taşıdığımız emaneti yüklenme ve sorumlulu-
hidi Müslüman şahsiyeti ve Müslüman toplumu
ğu taşıma bilincimizle (takva) doğrudan bağlan-
inşa etmekle mükellef olduğumuz bilinciyle vah-
tılıdır. Yanısıra biz O’na nasıl muamele edersek O
yin hayat veren soluğuyla kendimizi diriltmeliyiz.
da bize buna paralel karşılık verecektir;
“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeye ça-
“Şüphesiz O, muhatabına değer yükle-
ğırdığı zaman Allah ve Resulünün çağrısına ica-
yen (kerim) bir hitaptır. Korunmuş bir ki-
bet edin…”(Enfal/24)
tap içindedir. O’na ancak temiz olanlar
Müslümanlara çalınan kimliklerini iade edip şah-
dokunabilir.”(Vakıa/81-83)
siyet kazandıracak, onurlu ve izzetli bir hayatın
“Kuşkusuz bu (vahiy), senin ve kavmin için bir
müjdecisi, kendilerini hayatın ve tarihin bir nes-
şeref ve itibar kaynağıdır. Fakat zamanı gelince
nesi değil de içinde yaşadıkları çağın aktif bir öz-
hepiniz (ona karşı aldığınız tutuma göre) hesaba
nesi kılacak tek seçenek Allah’tan en büyük ha-
çekileceksiniz.”(Zuhruf/44)
ber olan Kur’an’dır:
Kur’an’a muhatap olmayı en büyük onur ve iz-
“De ki: O muazzam bir haberdir. Siz O’ndan yüz çeviriyorsunuz.”(Sad/67-68)
Müslümanların hayat ve hareket karşısındaki durumlarını belirleyen biricik unsur vahye karşı olan tutumlarıdır. Bunun en bariz misalini ilk İslam toplumunun oluşum süreçlerinde müşahede ediyoruz. Bu bağlamda Kur’an vahyinin dönüştürücü gücünü gerçek anlamda idrak etmeden o toplumun hayat sahnesine çıkışını anlamlandırmak da, kavramak da mümkün değildir. Ve şuna bütün varlığımızla iman ediyoruz ki, bu toplumun Resulün önderliğinde Allah’ın izniyle tahakkuk ettirdiği o kapsamlı değişim ve dönüşümün arkasındaki temel etken, Kur’an vahyine teslim olmaktır.
zet olarak görmek ise onunla bizatihi kendisinin istediği tarzda bir alaka kurmayı zorunlu kılıyor. Aksi takdirde tüm “Kuran’a yöneliş” söylemlerine rağmen vahyin hedef gösterdiği değişimler bireysel ve toplumsal bağlamda gerçekleşmiyor. Kuran’ın hedef gösterdiği yeryüzünde fitneyi ortadan kaldırıp yalnız Allah’a kulluğu ikame etme sorumluluğunu yüklediği Müslümanlar, insanlık için şahit olma görevini, vahye hakkıyla yönelemedikleri için gerçekleştirmekte acze düşüyorlar. Yeryüzünün tümünde cahili hayat tasavvurları ve düzenlerinin değişik çapta krizlerle sarsılmasına rağmen Müslümanlar, Kur’ani kavram ve değerleri temsil etmekte ve bir model sunmakta çelişkiler yaşıyorlar. Halbuki kavram ve iddiaları yaşatmak, o kavramların karşılığını ve bedeli-
“Şüphesiz bu Kur’an en doğru yola iletir; erdemli ve güzel davranış sergileyenleri, kesinlikle muhteşem bir karşılığın beklediğini müjdelemektedir.”(İsra/9) “Elif-Lam-Mim! İşte bunlar, her hükmünde tam
ni eylemlerle ödemekle mümkündür. Kavramlarla hayatın bağlantısını kopardığınızda o kavramlar bir inanç kaynağı olmaktan çok bir tüketim nesnesine dönüşüyor, eyleme dönüşmedikçe de muhataplarına sürekli usanç veriyor.
isabet kaydeden ilahi kelamın ayetleridir. Allah’ı
Buradan hareketle, Kur’an’a yönelme ve “O’nu
görür gibi hareket eden için bir rehber ve rahmet
gereği gibi okuma” noktasında yaşanılan prob-
olan.”(Lokman/1-2)
lemleri ve doğru okuma biçimine yönelik tes-
“Bütün insanlığa bir uyarı olması için, kuluna iyi ve kötünün arasını kesin hatlarla ayıran vahyi indiren (Allah) ne yüce bir bereket
pitlerimizi bir başka yazıya bırakarak şunun altını çizerek ifade edelim ki; tevhit gerçeğini ruhumuza giydirmek, hücrelerimize vahyi içirmek, sadece idraklerimizi değil, duygu ve his-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
121
lerimizi terbiye etmek, “iç dünyamızı, kalbimi-
“Bu deliller Allah’ın bir elçisinin okuduğu tertemiz
zi inşa etmek” olmazsa olmaz bir sorumluluğu-
sahifelerdir. Bu sahifelerde hayatın içinden sesle-
muzdur. Tek boyutlu, insan şahsiyetini ve idra-
nen dosdoğru ilkeler vardır.”(Beyine/2-3)
kini tarumar eden (dağıtan) parçacı yaklaşım-
“Allah’ı ne kadar övseniz azdır. Çünkü o sağdu-
lar, Kur’an’ın hayat üzerine bina ettiği tevhidi ze-
yudan şaşmadan ve hayatın içinden seslenerek
mini tahrip ediyor, müjdelediği Müslüman karakterini ortaya çıkarmıyor. Halbuki tevhit, bir tek
kuluna kitabı indirdi.”(Kehf/1-2)
Nitekim O, sadece kuru ve ölü bir metin değil-
Allah gerçeğiyle insanın kendi yöneliş ve bağlı-
dir. Arka planında 23 yıl süren bir yaşayan oku-
lıklarını, duygu ve düşüncelerini, ahlak ve şah-
ma vardır.
siyetini ve tüm eylemlerini cahili tüm unsurlardan temizleyerek tek bir noktada toplamasıdır.
“Kur’an fildişi kulelerinde oturarak yazılmamıştır.
Lailaheillallah’a şahitlik etmek Müslümanın ken-
Yaşanan hayatın içinden gelen ve insana hitap
disini dağınıklıktan kurtarıp (düşünce dağınıklığı
eden bir sesleniştir (ivecen kayyime). İnsanoğ-
ve duygu dağınıklığı vs) toplamasıyla hayata ve
lunun dert ve acılarını dindirecek tarzda hemen
harekete karşı tam bir farkındalık halini zorunlu kılıyor. Bugün belki de Müslümanların yaşadığı en büyük problemler vahyin hayat veren çağrısına bu dağınıklıktan, kafa karışıklığından ve kişilik bölünmesinden kendilerini kurtarıp O’na sarılmamalarından kaynaklanıyor.
yanında yer almayı, üzerine titremeyi ifade eder. Bu hitapla ortaya çıkan din de tapınak dini değil, yaşayan dindir (Din-ul kayyime). Ve bu kitap yaşanan hayatın içinde okunur (Kitabun kayyime). Masa başında ise kendisi hakkında bilgi sahibi olunur.”2
“De ki: Şüphesiz benim salatım, ibadetle-
Yani Kur’an bizlerin kalplerine ve hayatına yeni-
rim, hayatım ve ölümüm kendisinden baş-
den nazil olmuyorsa, O’nun dirilten ve yaşatan
ka ilah olmayan alemlerin Rabbi olan Allah
vasfını idrak etmemiz mümkün değildir. Allah-u
içindir.”(Enam/162)
Teala ise gereği gibi vahye yönelenlere, onu
Kur’an yalnız Allah adına okumanın kitabıdır. O
kavramaları ve yaşamaları için melekleriyle vah-
halde tarihin meydanlarında yürüyerek insan
yin diriltici soluğunu taşımayı vadediyor:
hayatının tüm boyutlarına yönelik yeni perspektifler getirmek suretiyle yalnızca Allah bilinciyle,
“Elbet onu kadir gecesinde biz indirmişizdir. Bi-
“insana, hayata, varlığa, eşyaya, nasıl bakılır, iyi
lir misin nedir o kadir gecesi? O kadir gecesi bin
insan nasıl olunur, erdemli ve adil bir dünya na-
aydan hayırlıdır. Melekler vahiyle beraber o gece
sıl kurulur ve yepyeni bir dünya nasıl inşa edilir”
inerler de inerler. Rablerinin izniyle, hayatın her
1
alanına dair tarifsiz bir mutluluğu (getirirler); bu
kaygısı yüreğimizi yakmalıdır.
durum şafak atıncaya kadar sürer.”(Kadir suresi)
Vahyin ilk nağmelerinin bize ilk verdiği mesaj tam da budur. Çağımıza tanıklık edecek şekilde; tüm eşyayı, tüm hadiseleri, tüm ilişkileri Allah adına vahyin değerleriyle yeni baştan bir okumaya tabi tutmak bizler için birer borçtur. Şunu bilmeliyiz ki, evet vahyin nağmeleri Resule bir kere vahyolunmuştur. Ancak Müslümanlar olarak bizler, O’nun mirasçıları olarak sanki vahiy bizim şu anımıza, günümüze iniyormuş gibi O’nu bu çağın idrakine nakşettirecek bir “dil ve üslup” geliştirmek durumundayız. Kur’an’ın insanlık için sunmuş olduğu değişmez değerleri “bu asrın idrakine taşımak”, O’nun “kitabun kayyime” oluşunun bir sonucudur. 1
122
Recep İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an Türkçe Meal ve Tefsiri
Bu bağlamda Kur’an okumak, insana vahyi ile tenezzül buyuran Rabbimizin rızasını kazanmak adına O’nu anımıza, günümüze taşımak değil midir? Ve bundan sadece kendisine ilk muhatap olanlar değil, O’na muhatap olanların hepsi ayrı ayrı sorumlu değil midir? Bunun cevabı evetse -ki öyle olmalıdır-, geçmişte O’nu anlamak, kavramak ve hayatta ikame etme çabası içerisinde olanların gayretleri bizler için kendisinden istifade edilmesi gereken verilerdir. Kendi tarih ve dönemlerinin özverili ve fedakar her yorum ve eylem biçimi, Resulullah’ın Kuran’ı hayata uyarlama metodu referans alınarak bir değer olarak karşımızda durmaktadır. Fakat vahyi hayat içerisinde yeniden üretmek, O’nu tarihin herhangi 2
Recep İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an Türkçe Meal ve Tefsiri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bir noktasında dondurmamakla ve sürekli üzerinde tefekkür ve tedebbür etmeyi (geleceğe yönelik düşünmeyi) zorunlu kılmaktadır. Bizden öncekiler doğrularıyla yanlışlarıyla, sevaplarıyla kusurlarıyla Allah’a karşı sorumluluklarının ve imtihanlarının karşılığını görecekler… kendi imtihanımızın derdine düşmeliyiz. Selam hidayete tabi olanlara olsun…
www.islamiyorum.com
Onların kazançları ve kayıpları kendilerine, bizler
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
123
GÜNDEM
Gündem Kavramı ve Müslüman’ın Gündemi METİN YILMAZ - MURAT ÖZBAY Gündem Kavramı
çıkan-fark edilen fikir insanı öyle etkiler ki; de-
“Gündem” kavramı, zamanın belirli bir nokta-
ları yıkar ya da yeni ümitler yeşertir ve yeni
sında önemlilik sırasına göre dizilmiş konu ya da olayların listesi biçiminde tanımlanır.1 Kavramın sözlük anlamı da “toplantılarda görüşülecek konuların bütünü” şeklindedir.2 Kavram, dinamik bir etkileşim içindeki konular bütününü ifade eder. İçinde bir önem ve öncelik sıralaması ba-
rinden sarsar, allak bullak eder, hayalleri, umutufuklar açar. Ona karşı ilgisiz ve kayıtsız kalamazsınız, sizi kendine çeker, etkisi altına alır ve peşinden sürükler. Bazen anlık bir ilgi ile yetinirken, bazen de onunla yatar, onunla kalkar ve günlerimizi onunla doldururuz.
rındırır. Ve akışkan-değişken bir özellik gösterir.
Söz konusu bireyler olduğunda insan öncelikleri-
Önde olan kimi konular zamanla önemini yitirir-
ni, hangi konuda zihnini ne kadar yoracağını ve
ken kimi konularda öne geçer.
hangi olayla ne kadar ilgileneceğini kendisi belir-
Gündem çoğunlukla bir ortamı, bir toplumu, bir aileyi, bir kişiyi yahut bütün bir dünyayı kendisiyle meşgul eden bir olay, fikir, durum ve gelişmedir. Muhataplarını kendisiyle ilgilenmek zorunda bırakır, kendisini konuşmak zorunluluğuna iter. Bir anda her şeyin önüne geçer, kendisiyle meşgul eder, yönlendirir, yapılacaklara etki eder. Bir konu ya da olayın gündem olmasını sağlayan unsur, insanın ilgisini çekmesi ve zihnini meşgul etmesidir. Her sabah uyandığımızda “bugün” yapacağımız işlere ilişkin zihnimizde bir sıralama yaparız. Kimi işleri erteler, kimilerine öncelik veririz. Zihnimiz bazı konularla daha fazla meşgul olur, bazı konularda ise hiç kendini yormaz. Bazen bir konuyu düşünmekten kendimizi alamayız, bazen de ne olursa olsun kafa yormaya değer bulmayız, görmeyiz bile. Bazen ansızın gerçekleşen bir olay ya da ortaya 1
Dearing, J.W. ve Rogers, E.M.(1996). Communicati-
2
http://www.tdk.gov.tr
on Concepts 6
124
ler. Gündemini kendisi oluşturur. Önünde birçok olay olur, birçok gelişme yaşanır. Fikirler havada uçuşur. Ancak bunlardan bir kısmı ilgimizi çeker, zihnimizi meşgul eder. Burada belirleyici olan etken, kişinin benimsediği yaşam biçimi, önüne koyduğu hedef ve bunlara göre şekillenen öncelikleridir. Farklı hayatlar yaşayan ve farklı hedefler peşinde koşanların gündemlerinin de farklı olması ya da var olan gündemi farklı okumaları doğaldır. Öte yandan oluşan gündem de kişinin aynasıdır. İnsanın gündeminde ne varsa hayatında da o vardır. Günlük hayatta yapılacak işlere yönelik öncelik sıralamasını bireyler kendileri oluştururken, acaba toplumsal sorunların çözümü için oluşturulacak öncelik sıralamasını kim, nasıl yapmaktadır? Bu sorunun cevabı, “gündem belirleme” kavramında gizlidir. “Gündem belirleme” kavramı ile ilgili tanımlardan bir kısmı şöyledir: Medyanın önemlilik ya da öncelik verdiği konula-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
rın kamunun zihninde de önemli ya da öncelikli
ve imkanları alınarak zayıf bırakılabilir ama zi-
konular haline gelmesidir.3
hin esareti kabul etmedikçe esaretten kurtulma
Kitle iletişim araçlarının izleyici ya da okuyucuların ne hakkında düşüneceklerini, neyi önemli olarak algılayacaklarını zamanla etkilemesidir. “Bir ya da daha çok insan bir duruma ya da algılanan bir soruna önem atfettiğinde bir gündem yaratılmış olur.” (Halkla İlişkiler kuramcıları, Grable ve Vibbert)4
imkan ve ihtimali her zaman vardır. Ancak zihin esareti kabul edince elde bir güç ve imkan varsa bile bir anlamı kalmaz. Kulluk her şeyden önce zihinde başlar. Ve zihnin işleyişi değişmediği sürece de bu durum devam eder. Düşünme yönlendirilebilir bir faaliyettir. Nelerin düşünülüp nelerin düşünülmeyeceğine ve nasıl düşünüleceğine etki etmek mümkündür. Güç sahipleri asla insanları kendi hür iradeleri ile baş başa bırak-
Allah insanı irade sahibi olarak yaratır, ona hakkı ve batılı göstererek tercihlerinde onu serbest bırakır. Gerçekleri açıkça ortaya koyar, öğüt verir. Karar-tercih ise insana aittir. “Dinde zorlama yoktur”. Ancak haddini aşan insan sınır tanımaz, hak ve hukuk bilmez, kul olduğuna bakmaksızın ilahlık davasına girişir, hakim olmaya, hükmetmeye çalışır. Ve had bilmezlikte o kadar ileri gider ki, eline geçirdiği güçle hemcinslerine bile efendilik yapmaya kalkışır. Allah’ın kullarına tanıdığı hakları ellerinden almanın yollarını araştırır. İster ki, insanlar kendisinin istediği gibi düşünsün ve yaşasın. Kendisine boyun eğsin. Kul köle olsun. Ve çizdiği sınırların dışına çıkmasın. Ancak yanlış bir fikrin, sahte bir iddianın ve temelsiz bir düşüncenin arkasından gitmek kolay değildir. Çünkü zulüm ve yalan insana her zaman itici gelir. Ama bir yandan da bu iddialar kabul görmelidir ki, tağutların saltanatı gerçek olsun ve kölelik düzeni kurulabilsin. Peki, bu nasıl olacaktır? Ne olacaktır da yalan yanlış iddialar gerçek kabul edilecek ve ilahlık davasına kalkışan kullara kul olmaya rıza gösterilecektir. Bunun için güç sahipleri, Hak’tan ve halktan utanmadan, çekinmeden her yol ve yönteme
mazlar. Onu belirlemeye, yönlendirmeye, sınırlandırmaya çalışırlar. Bu maksatla, gerçeklerin ortaya çıkmaması için çalışırlar. Gerçekleri haykıran sesi baskı ile ya da daha güçlü sesler çıkararak gürültü ile bastırırlar. Buna rağmen önünü alamazlarsa gerçekleri çarpıtırlar, ses sahibini karalarlar ya da eğip bükerek sesin yanlış algılanmasını sağlarlar. Yalanlarını ve temelsiz fikirlerini ise sureti haktan görünerek (gerçekmiş gibi) sunarlar. Ve bunu da öyle yoğun bir şekilde yaparlar ki, başka sesi duymaya, anlamaya fırsat bırakmazlar. Her dönemde güç sahiplerinin insanları yönlendirmek için kullandığı araçlar olagelmiştir. Ama modern çağda, gelişen kitle iletişim araçlarının güç sahiplerine sunduğu imkanlar bir başkadır. En ücra köşelere, en uzaktaki insana bile yedi gün yirmi dört saat ulaşmak mümkün hale gelmiştir. Bu gün TV, radyo, gazete, dergi, sinema, tiyatro ve en sonunda interneti ile medya, insanları ve toplumları yönlendirmede en güçlü silahtır. Öyle ki siyasi, askeri, ekonomik gücün yanında dördüncü güç olarak kabul edilmektedir. Bazı zamanlarda hepsinin de önüne geçmektedir.
başvururlar. Bazen güce başvurur, zor ve baskı ile insanları ikna etmeye çalışırlar. Ama çoğunlukla da, yalan ve kandırma yolunu seçerler. Zira
Medya Nasıl Gündem Belirliyor?
zor ve baskı karşısında bir direnç ortaya çıkarır-
“Medyanın yayın politikası, medya üzerinde ege-
ken, insanların kandırılması tam anlamı ile esa-
men ve söz sahibi olanların gücünü meşrulaştırır
reti ortaya çıkarır ve bu kanma devam ettiği sü-
ve pekiştirir.” (Pierre Bourdieu)
rece esaret de devam eder. İnsan esir alınabilir, tutsak edilebilir, elinden güç 3
Erkan Yüksel, Medyanın Gündem Belirleme Gücü, 2001:27-30
4
Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmelik, James Grunig sh.163
Medya, sahibinin-güç sahiplerinin sesidir. Efendisine hizmet eder. Hayata ve hadiselere onun gözünden bakar, onun gözü ile okur. Okuyucununhalkın da, hayatı ve hadiseleri güç sahiplerinin menfaati doğrultusunda okumalarını sağlamaya çalışır. Bilgilendirme yerine kanaat oluşturur.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
125
Haberleri objektif olarak vermek yerine yönlen-
kime ve neye muhalefet edeceğine kadar belir-
dirmek amacı ile mutlaka kendi yorumunu kata-
lemeye kalkar. Modern çağa medya damgasını
rak ulaştırır, kanaat güçlendirir. Görülmesini is-
vurmaktadır. Ve kölelik, bugünkü modern şek-
tediğini gösterirken, su yüzüne çıkmaması gere-
lini medya ile kazanmaktadır. Üstelik bu, öyle
kenleri büyük bir maharetle saklar. Hem hakim,
sinsice gerçekleşmektedir ki; medyanın önleri-
hem savcı gibi davranır. Gerçekleri çarpıtmak-
ne koyduğu hayatları yaşayan insanlar bu mo-
ta mahirdir; çamur atmaktan, karalamaktan im-
dern köleliğin farkına bile varmaz, doğal bir şey-
tina etmez; yalan yanlış bilgilendirmelerden ka-
miş gibi yaklaşırlar. O kadar bilgi ve haber bom-
çınmaz; hırsızı, sahtekarı namuslu, namuslu-
bardımanı ile karşı karşıyadırlar ki, her şeyi bil-
yu ise arsız ve iffetsiz olarak göstermede üstüne
diklerini, her bilgiye kolayca ulaştıklarını sanır-
yoktur. İmaj oluşturur. Dilediğini vezir eder, dile-
lar. Ama sadece gösterileni gördüklerinin farkına
diğini rezil. Konuşulması gerekeni belirler, önce-
bile varmazlar. Bir konu-olayla ilgili o kadar çok
likleri oluşturur, dilediğini öne çıkarır. Hayati bir
yorum yapılır ki, düşünce özgürlüğü var diye dü-
konuyu basitleştirmek, ceviz kabuğunu bile dol-
şünülür, ama büyük bir maharetle aynı-benzer
durmayacak kadar basit bir konunun günlerce
yorumların farklı imiş gibi ortaya konulduğu fark
ve hatta aylarca zihinleri meşgul etmesini sağla-
edilmez bile.
mak da onun işidir.
Gündem belirleme ile ilgili en çarpıcı örnekler-
Gazetelerde bir haberin verildiği yer, kullanılan
den birisi olarak; 28 Şubat darbesi sürecinde,
fotoğraf, haberde kullanılan dil, haberin uzunlu-
medyanın kamuoyunu nasıl belli koşullara taşı-
ğu, kullanılan başlıklar gibi unsurlar aslında far-
yıp korku ve güvensizlik aşıladığını hatırlamak
kında olmadan bir kanaate zorlandığımızın ipuç-
lazım. Türkiye’de siyasetin kimyasını bozan, ka-
larıdır. Kitle iletişim araçları “istedikleri” haber-
muoyunun algılarıyla sürekli oynayan bir me-
leri önemseyip büyütmekte, yine “kendi istedik-
kanizma var. Bu mekanizma Türkiye’nin siyasal
leri” haberleri de küçülterek önemsizleştirmek-
ve sosyal değişim çabalarını engelleyen en güç-
tedirler. Medya bir konuya dikkat çektiğinde kit-
lü engeldir. Özellikle köşe yazarları, bir fikri (bir
leler o konunun önemli olduğuna inanma eğilimi
düşünceyi) kamuoyuna benimsetmek için ısrarlı
içine girerler. Dikkat çekilen konu farklı yayın or-
ve hedef odaklı yazılar yazmaktadır.
ganlarında da yer alarak mesajın tekrarlanarak pekiştirilmesi sağlanır. Eğer siyasi konjonktürün değiştirilmesi isteniyorsa taraflar maniple edilerek “güvensizlik” ortamı oluşturulur. Daha sonra bu güvensizlik ve istikrarsızlığın sorumlusu olarak yıpratılmak istenilen hedef suçlanır. (28 Şu-
Gerçek tartışmaların sümen altı edilmesinin nedeni de doğru gündemlerin oluşmamasından kaynaklanmaktadır. Gerçek sorunların-konuların tartışılamaması o sorunlarla baş etme yeteneğimizi de yok ediyor. Medyanın dayattığı gündem
batta olduğu gibi)
kamuoyunda suskunluk sarmalına dönüşüyor. Ve
Medya o kadar mahir ve etkindir ki, insanlar
çek sorunları görme ve çözme melekelerini za-
onun dikte ettiği hayatları yaşarlar. Onun kav-
manla kaybediyoruz. Hayatın ve dünyanın ger-
ramları ile hayat ve hadiseleri okurlar. O bir şeye
çekliğinden uzaklaşıp sanal alemde, sanal so-
kötü diyorsa kötüdür, iyi diyorsa iyidir. Onun
runlarla uğraşarak yaşamaya başlıyoruz.
böylece neyin öncelikli olduğunu kavrama, ger-
ortaya koyduğu şekilde-çeşitlilikte düşünürler. Onun öncelediği, önem verdiği konuya dikkat kesilir, başka şeyleri görmez, görseler bile önemsemezler. Medya onlar yerine düşünür, araştırır ve hatta gerekirse muhalefet bile eder. Ya da nasıl muhalefet edileceğini bile öğretir. İnsanlar ve toplumlar her neye ihtiyaç hissedecekse medya onu ortaya koyar, ihtiyacın nasıl giderileceğini de söyler. Ne yiyeceğinden, ne içeceğine, ne giyeceğine, ne seyredeceğine, ne dinleyeceğine, ne düşüneceğine, kime inanacağına,
126
Yeni dünya düzeni, küreselleşme (medya gücü) ile gerçekleştirilmektedir. Egemen güçler, baskı ve dayatmacı politikalarını sahip oldukları medya gücü ile sürdürmekte, buna karşı çıkanları yine ellerindeki medya gücü ile susturmaktadırlar. Uluslararası haber ajansları, gündem belirleme gücüne sahip önemli televizyon, gazete ve internet portalları bugün küresel hegemonya peşinde koşan ülkelerin ellerinde bulunmakta, onların belirlediği gündemler tüm dünyaya daya-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tılmaktadır. Medya gücüne sahip olan egemen-
kede konuşmasına “selamünaleyküm” ile başla-
ler aynı zamanda sahip oldukları sömürü ve iş-
ması ile bir anda her şeyi unutuvermedik mi?
gal zihniyetini de medya aracılığıyla tüm dünyaya yaymaya çalışmaktadırlar. Öyle ki, bugün Irak’ın haksız bir şekilde işgal edilmesi, on binlerce sivil masum insanın öldürülmesi karşısında “uygar dünyanın” derin bir sessizlik içinde sadece seyretmekle yetinmesi, işte bu tehlikeli gördüğümüz işgal ve sömürü zihniyetinin medya aracılığıyla tüm dünyaya empoze edilmesinin bir sonucudur.
Dünyanın birçok coğrafyası fesat ve kana boğulurken, insanlık acımasız sömürü çarklarına kurban edilirken, koskoca bir kıta açlık ve sefalet içinde bırakılarak adeta ölüme terk edilirken, kadın ve kızlarımız pazar metaına dönüştürülürken… İnsanlar neye kafa yoruyor, hangi dertle geceleyip hangi dertle sabahlıyor. Bir araya geldiklerinde hangi sorunu konuşuyor, hangi derdi paylaşıyor ve neyin peşinden koşuyor? Bir derbi
Müslüman’ın Gündemi Günümüzde özellikle internetin yaygınlık kazanmasıyla birlikte Müslümanlar, bir grup egemen gücün kendi çıkarları doğrultusunda manipüle ettiği gündemin barındırdığı yalan haber ve bilgi kirliliği bombardımanı altındadır. Ve birçoğu da bunun arka planını göremeyerek olumsuz etkilenmekte, mevcut gündemi kendi gerçek gündemi olarak takip etmekte ve kendilerine dayatılan gündemlerce esir alınmış bulunmaktadır. Kendi gözleri yokmuş gibi başkalarının gözleri ile görmeyi, akılları yokmuş gibi başkalarının aklı ile düşünmeyi, kavramları yokmuş gibi başkalarının kavramlarını kullanmayı tercih ediyorlar. Allah’ın kendilerine verdiği iradeden birileri lehine vazgeçmiş durumdalar. Ne düşünüyor, ne üretiyor, ne de bir direnç ortaya koyuyorlar. Önlerine konulanı tekrar edip duruyorlar. Irak ve Afganistan, Amerika tarafından işgal edildiğinde ne düşündük? Milyonlar, yaşasın demokrasi oraya da gidiyor diye sevinmedi mi? Iraklı çocukların Amerikan uçaklarını gördüğünde “kaçın demokrasi geliyor” diye korkudan kaçışlarını, saklanacak yer aramalarını kaçımız duydu ve kaçımızın dikkatini çekti? Ebu Gureyb’de yaşananlardan hicap duyduğu için “ne olur burayı bizimle beraber yıkın” diyen kadın ve kızların feryatlarını kaçımız yürekleri yanarak işitebildi? Guantanamo’da yaşananlar ne kadar ilgimizi çekti? Bunları görmezden gelip yapanları alkışlamadık mı, ülkemize gelmelerinden kendimize pay çıkarmaya kalkmadık mı? Dünyanın birçok coğrafyasında askerlerince masum canlara kıyılırken verdiği bir iki barış mesajı ve özellikle Ayasofya’da bir kediye gösterilen şefkat gösterisi hepimizi mest etmedi mi? Başka bir ül-
maçı kimin kazanacağı kadar, ligde kimin şampiyon olacağı kadar bir ülkenin işgali, bir kıtanın sefaleti, toplumların birbirlerine düşürülmesi konuşulmuyor, tartışılmıyor. Bir dizide gelecek hafta ne olacağı kadar dünyada yarın neler olacağı merak edilmiyor. Hakemin bir maçta tuttuğumuz takım aleyhine verdiği yanlış karar kadar bile masumlara yapılan haksızlıklar öfkemizi kabartmıyor. Yapılan zulümlere dur demesi, zulmü adaletle önlemesi gereken insanlar egemen güçler karşısında o kadar yenilgi içindeler ki; haksızlık var, zulüm var demeye bile mecalleri yok. Aklınızı kullanmazsanız akıl veren çok olur. İrade ortaya koymazsanız yönlendirmeye ve kullanıma açık hale gelirsiniz. Ve bir gündeminiz yoksa başkalarının gündemine mahkumsunuz demektir. Özne iken nesne durumuna düşer, hızla değişen dünyada bir piyon olmaktan öte yer işgal etmezsiniz. Sayıları bir milyarı aşmasına, eşsiz ve bütün insanlığı hem dünyada hem de ahirette huzur ve barışa kavuşturacak bir dünya görüşüne sahip olmalarına ve Allah’ın yer altında ve yer üstünde birçok imkan ve zenginliği önlerine koymuş olmasına rağmen Müslümanların içinde bulunduğu durum söze hacet bırakmayacak kadar açıktır. Müslümanlar bugün içinde bulundukları şu konumda neyi konuşmalı, yazmalı, tartışmalı, neyin üzerinde düşünmeli ve kafa yormalı, neler için çözüm yolları keşfetmeli ve neleri gerçekleştirmeye çalışmalıdır? Gündemlerini neler oluşturmalı, gündem olarak neleri önermelidir? Belirlenen ve dayatılan gündeme nasıl karşı koymalıdır? Belki de işe buradan başlamak gerekir. Çünkü Müslümanlar bu soruların doğru cevaplarını tespit edip yürürlüğe koymadıkça, daima içinde bulundukları şartlardan etkilenerek dü-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
127
şünmeye ve davranmaya devam edeceklerdir. Öncelikle söylenmesi gereken Müslüman’ın, kendisine dayatılan suni ve batıl gündemin yönlendirdiği bir insan haline gelemeyeceğidir. Zira onu Müslüman yapan şey, gündemlerin yönlendirdiği bir insan olmaktan çıkıp vahyin yönlendiriciliğine geçmesidir. O, yeryüzünün halifesi olarak yaratılmıştır (2/Bakara, 30). Yeryüzündeki fitne-
“Hülagu Bağdat’ı kılıçtan geçirdiği esnada Müslüman alimlerin hünsa-i müşkil meselesini tartışmakta oldukları rivayet edilir. Yani, ana rahmindeki bir çocuğun dişiliği ve erkekliği belli olmayan hünsa olarak dünyaya gelmesi durumunda -ki bu milyonda bir ihtimaldir- böyle bir çocuğun miras durumunun ne olacağının tartışıldığı rivayet edilir.”5
yi (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39) ve fesadı kaldır-
“Caddede aniden bir gürültü, acı bir fren sesi
makla görevli, (11/Hûd, 116-117) yeryüzünü ıs-
duydunuz ve o tarafa doğru koştunuz, ora-
lah etmekle sorumludur. Zalim ve fasitlerin dü-
da büyük bir kalabalık oluştu. Vardığınızda şöy-
men suyunda giderek bunların hiç biri başarıla-
le bir manzarayla karşılaştığınızı farz edelim:
maz. Müslüman elbette bu sorumlulukları doğ-
Orta yerde tamponu ezilmiş bir otomobil, beş
rultusunda kendi gündemini de oluşturacaktır.
on metre ötede yere uzanmış, ağzından bur-
Doğru yoldan alıkoymaya veya çıkarmaya çalı-
nundan kan gelen bir kişi. Olayın bundan son-
şanlara rağmen hedefine emin adımlarla ilerle-
rasının da şöyle geliştiğini var sayalım: Kalaba-
yecektir. Sözü-mesajı olan, önerisi-çözümü olan
lıktan bir bayan, çantasından çıkardığı iğne ip-
biri gibi davranacaktır.
likle adamın ceketinin kopmuş düğmesini dik-
Elbette Müslümanlar; insanları, toplumları derinden etkileyen ve kıskacına alan bu mevcut gündeme gözünü kapatıp yokmuş gibi davranamazlar. İçinde yaşadığı dünyaya-topluma ve sorunlarına karşı ilgisiz kalamazlar. Vahyin ona kazandırdığı feraset ve basiretle gündemi gözden geçirmeleri, vahyin penceresinden olan biteni okumaları gerekir. Ancak hayata ve hadiselere vahyin penceresinden bakan Müslümanlar, mevcut gündemi değerlendirmekle yetinemezler. “Gündem öneren” bir noktaya ulaşmayı da hedeflemelidirler. Üstelik bu, insanlık açısından da bir ihtiyaca ve öze dönüştür. Zira hak ve gerçek olan İslam’dır. Bu noktadaki çabalar arttıkça da yapay-boş gündemler artık ilgi görmeyecek ve yerini gerçeklere bırakacaktır. Hak ve gerçeklerin ortaya çıkma istidadı sanılandan daha güçlü-
meye, bir başkası da cebinden çıkardığı tarakla adamın dağılmış saçlarını taramaya başlasa; bir başka kişi kaza esnasında adamın cebinden düşen cüzdanını yerden alsa, içinden düşen kartlarını itina ile yerine yerleştiriyor olsa, bir başkası da adamın fırlayan ayakkabısını bulup bağlarını çözerek giydirmeye çalışsa… Siz de bu adamlara “ne yapıyorsunuz böyle?” diye çıkıştığınızda, bu insanların size verecekleri cevapta hiç birinin yanlış bir şey yapmadıklarını, bir aksaklığı giderdiklerini, bozulan bir şeyi düzelttiklerini söyleyecekler. Gerçekten de bu insanların yaptıklarının hiçbirisi de yanlış değildir. Fakat hepsi de sıralama hatası yaparak yaralının kan kaybına ve dolayısıyla hayatını kaybetmesine sebep olmaktadırlar. Çünkü ilk önce yapılması gerekeni yapmamaktadırlar.”6
dür. “Hakkı batılın tepesine atarız da onu param-
Belki güç zamanla oluşur. Ama doğru sonuçlara
parça ettiğini görürsün.”
ulaşmanın, doğru gündemler oluşturmakla ger-
Gündeme tabi olmaktan gündem belirleyenöneren noktaya gelmek… Şüphesiz kolay değildir. Egemenlerin karakteri değişmeyeceğine, güçleri ile daha fazla ses çıkarıp bütün sesleri bastırmaya çalışacaklarına göre değişmesi gereken Müslümanlardır. Bu işin başlangıcı da, Müslümanların kendi gündemlerini doğru belirleme-
çekleşeceğini bilir ve gerçekleri hemen dillendirmeye başlarsak… Hele bir de kendi kabuklarımızı kırar, duyduğumuz hak sese kulak verir ve seslerimizi yan yana getirebilirsek… Hangi hayırların ortaya çıkacağı hayallerimizi bile aşar. Rahmeti bol Rabbimiz dilerse çabaları öyle bir bereketlendirir ki.
leridir. Bu konuda Mehmet Göktaş hocanın aşa-
Amacımız kimseye gündem dayatmak değil, ak-
ğıdaki tespitleri üzerinde durmak ve anlamak
lımız yettiğince ve dilimiz döndüğünce Rabbi-
gerekir.
128
5
Kudüs yolu dergisi, Mehmet GÖKTAŞ
6
Kudüs yolu dergisi, Mehmet GÖKTAŞ
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
mizin bereketine mazhar olacak çabalar ortaya koymaktır. Bazen mevcut gündemi okuyarak, bazen gündem önererek, bazen önerilen gündeme omuz vererek hayırların çoğalmasına katkı yapmaktır.
KAYNAKÇA Doç. Dr. Erkan Yüksel, “Kamuoyu Oluşturma ve Gündem Belirleme Kavramları” Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 7 (1), ss. 571-586, 1997) Doç. Dr. Erkan Yüksel, “Asıl Gündem”, “Yapay Gündem” Tartışması 29.12.2005 Faruk Yazar, “Medya Nasıl Gündem Oluşturuyor?” 27 Mayıs 2008 Dr. Abdullah Özkan, “Düzenin Bekçi Köpeği: Medya…” 29.07.2005 Milli Gazete Ahmed Kalkan, Gündemi Takip mi, Gündemi Belirlemek mi? Vuslat Dergisi 19.05.2008 Doç. Dr. Erkan Yüksel, Medyanın Gündem Belirleme Gücü, 2001
www.islamiyorum.com
Çaba bizden, takdir ve yardım Allah’tandır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
129
GÜNDEM
Açılım METİN YILMAZ
Her toplumda zaman zaman bazı kavramlar/slo-
ti de selefleri gibi davranabilirdi. Yani sorunları
ganlar öne çıkar ve o gün olan biteni anlamamı-
ile beraber mevcudu korumaya çalışabilir ya da
zı sağlar. Mesela, Menderes dönemi “her mahal-
pansuman tedbirler ya da kuru vaatlerle günü
leye bir milyoner sloganı” ile anılır. 12 Eylül bir
geçiştirebilirdi. Ancak O, sorunun adını koymayı,
“darbe” dönemidir. Serbest piyasa ve hayali ih-
tartışmayı ve çözüm aramayı tercih etti (bunları
racat Turgut Özal’ın literatürümüze kazandırdığı
ne kadar başardığı ya da başaracağı tartışmaya
kavramlardır. İrtica ve irtica ile mücadele de 28
açıktır). Zira bu sorunlu yapı devam ettirilemez,
Şubat sürecini anlatır bize.
bu sorunlu mantıkla bir yere varılamazdı.
Ak Parti’nin seçimi kazanıp hükümet olduğu ilk
Zira sorunlarla boğuşmakla geçen süreçte toplu-
yıllarını “iktidar ama muktedir değil” ifadesi ade-
mun en değerli kaynakları, imkanları heder edil-
ta özetlemektedir. Sonraki yıllarda ise “açılım”
mişti. Sadece PKK ile silahlı çatışmaların baş-
bir kavram olarak gündemi, zihinleri, gazete ve
ladığı dönemden itibaren kaybedilen kişi sayı-
TV ekranlarını meşgul etti ve yaşananların etra-
sının 30 bini, güvenlik mensubunun yaklaşık 5
fında döndüğü merkez kavram haline geldi. Bu-
bini bulduğu, 5 bin 887 vatandaşımızın yaralan-
günlerde en çok tartışılan konu olmaya da de-
dığı, Bin 248 siyasi cinayet işlendiği, kaybolan
vam ediyor. Öyle sanıyorum, uzun bir süre daha
194 insanımızdan bir daha hiç haber alınamadı-
da gündemi meşgul etmeye devam edecek.
ğı, 20 yılda yaklaşık 300 milyar dolar harcandığı,
Bu yazıda “açılım”ın ne anlama geldiğini, neleri içerdiğini, hangi ihtiyaçtan kaynaklandığını ve ne yapılmaya çalışıldığını anlamaya ve ortaya koymaya çalışacağız. Her şeyden önce “açılım”, bir değişimi, değişim niyeti ve isteğini ifade etmektedir.1 Mevcut durum, sorunlar içermektedir. Bu sorunları yok saymak, görmezden gelmek ya da olan bitenden/olumsuzluklardan başkalarını sorumlu tutmak bir devlet politikası haline gelmiştir. Belki de ilk defa iktidardan birileri sorunların farkına varıyor, kabul ve ikrar etme basireti gösteriyor ve çözüm arayışı içine giriyordu. Aslında Ak Par “Açılım bir şeyin kendi mevcut ve sınırlı varoluşunun
1
bin kişinin de göçe zorlandığı ifade edilmektedir. Bu rakamlar dahi bu sorunun büyüklüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca etnik, dini, mezhebi, ideolojik farklılıklar kullanılarak halk kamplara ayrılmış ve oluşturulan suni kamplar arasına husumet tohumları ekilerek birlikte barış içinde yaşama imkanları zora sokulmuştur. Sorunlar her geçen gün küçüleceğine daha da büyümektedir. Önü alınamazsa toplum kendi kendinin kurdu olmaya adaydır. Peki, sorun nedir ya da ne değişirse sorunlar ortadan kaldırılmış olacaktır? Cevap hayati bir öneme sahiptir. Ve sorunun
dışına taşarak kendini daha mütekâmil kategoride
doğru teşhisi çözüme ilişkin ümitleri de artıra-
gerçekleştirme ve kendi varoluşundaki eksiklikleri
cak, arkasından doğru adımlar atılması halinde
tamamlayarak olduğundan daha iyi olmayı mümkün
de kangrene dönen sorun/sorunlar ortadan kal-
kılacak adımları atma çabası ve iddiasıdır.” Milay Köktürk (http://www.haber10.com/makale/ArticlePrint. aspx?id=18009)
130
2 bin köyün yakılarak boşaltıldığı, yaklaşık 357
dırılabilecektir. Şüphesiz sorun nasıl insanlardan kaynaklanıyorsa çözüm de onların eli ile gerçek-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
leşecektir.
nik ve dini aidiyetleri ile bir toplum vardı. Kurtu-
Devlet erkânına/geleneksel devlet erbabına göre sorun bölgeseldir ve sorunun altında bölgenin/ doğunun ekonomik ve sosyal anlamda geri kalmışlığı vardır. Ülkenin batısında ise her şey güllük gülistanlıktır. Zanlarınca karınlar doyar, insanlara iş ve aş verilirse, ağalık düzeni ortadan kalkarsa sorunlar da ortadan kalkar. Sorun devleti parçalamaya çalışan/kendi devletlerini kurmak isteyen Kürtler, düzeni yıkmaya ve onu bir başkası ile değiştirmek isteyen aşırı sol
luş savaşından muzaffer çıkan kadrolar, muasır medeniyet denilen Batı’dan aldıkları ilhamla yeni bir toplum inşa etme çabasına giriştiler. Batı’dan ithal ettikleri düşüncelerle yeni bir din, yeni bir devlet, yeni bir eğitim düzeni ve hukuk, kısaca yeni bir toplum inşa etmeye kalkıştılar. Yeni devlet/toplum: Bir ulus devletti, Türk milletinin devleti idi.4 Laikti, din devlet işlerine karıştırılamazdı.
gruplar ya da radikal Müslümanlardı.
Kemalist’ti, Mustafa Kemal’in ilke ve devrimle-
Sorun PKK’nın varlığı ve estirdiği terördü.
yaptıkları da sorgulanamaz, eleştirilemez, erişi-
Ülke içinde sorunu kendinde değil de başkaların-
ri uyulması gereken temel ilkelerdi. Kendisi de, lemez bir lider, ulu önderdi.
da/farklılıkta gören bu yaklaşım uluslararası iliş-
Yönetim biçimi olarak da cumhuriyet tercih edil-
kilerde de düşmanlar üretmekten geri kalmadı.
mişti.
Ve Türkiye üç tarafı denizle dört tarafı ise düşmanla çevrili bir ülke olarak tanımlandı. Komşularımız topraklarımızda gözü olan, bölmek parçalamak için fırsat kollayan ve sürekli karışıklıklar çıkarmak için düzenler kuran, terörü destek-
Ve devlet, ideolojisi ile yapısı ile sınırları ile kutsaldı. Kimse onu eleştiremez, daha iyi olsa bile alternatif getiremez, getirmeye kalkanlar vatan haini ilan edilip sakıncalı muamelesi görürlerdi,
leyen düşmanlar olarak algılandı.
takibe alınır, hak mahrumiyeti, hapis, işkence ile
Devletin kendisinde, felsefesinde, devlet anla-
let ebedi olarak yaşamalı, yaşarken de değişme-
yışında, din ve millet anlayışında, hukuk anla-
meli değerlerinden asla vazgeçmemeliydi. Zira
yışında, komşuluk anlayışında sorun görmeyen
bu değerler mükemmeli ifade ediyordu. “Hayat-
bu yaklaşım, sorunun hep başkalarında olduğu-
ta en hakiki mürşit ilimdir” diye yola çıkan ve
nu kabul ediyor ve bunun neticesidir ki, başka-
dine dogmatik olduğu gerekçesi ile karşı çıkan
larını kendine göre değiştirmeye dönük politika-
insanlar yeni bir dogma icat etmişlerdi. Her şey
lar izliyordu. Farklılıkların düşmanı oluyor, kendi-
değişir, ama devletin laik, cumhuriyet, Kemalist,
ni dayatıyor, baskı ile ikna etmeye çalışıyor, sopa
Türk devleti oluşu değiştirilemez, değiştirilmesi
gösteriyor, sürgün ediyor, hapsediyor… İkna ede-
teklif bile edilemezdi.5
mediklerine, hizaya sokamadıklarına karşı ise
cezalandırılır, daha da olmadı imha edilirdi. Dev-
4
yok etme politikaları üretiyordu. Tenkil2, tehcir3,
Madde 1.- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. Madde 2.- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli
köy yakma ve boşaltma, sürgün, sıkıyönetim,
dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına
darbe, muhtıra, OHAL, koruculuk, ıslahat plan-
saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
ları vb. pek çok yöntem süreçte uygulamaya ko-
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
nuyordu. Yeni cumhuriyet kendini gerçekleştir-
Madde 3.- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez
mek ve kökleştirmek için dayatmacı ve baskı-
bir bütündür. Dili Türkçedir.
cı yol ve yöntemleri tercih ediyor ve halkının dini
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al
inançlarına, fikrine ve hatta etnik kimliğine ve
bayraktır.
kültürüne düşman kesiliyordu.
Milli marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.
İnançları, yapısı, ilişkileri yaşam biçimleri, et-
Madde 4.- Anayasanın 1 inci Maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2
2
Uzaklaştırma. Herkese örnek olacak bir ceza verme.
nci Maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü
Düşman veya zararlı kimseleri topluca ortadan
Maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
kaldırma. TDK 3
Göç ettirme, göç etmesine sebep olma, sürme. TDK
5
Bunlardan birinde, Şark Islahat Planında yapılacaklar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
131
Devlet kendini gerçekleştirirken militer tarzı be-
tı ve uygulamaya koydu.6 Demokrasi militer bir
nimsedi ve “halka rağmen” şiarı ile hareket etti.
şekilde uygulandı,7tesis edildiği iddia edilen öz-
Halkın ne düşündüğünün, ne istediğinin, neye
gürlükler fikir, inanç, seçme, seçilme vb. hiçbir
razı olacağının bir önemi yoktu. Zorla ve bas-
zaman tam anlamıyla gerçekleşmedi.
kı ile de olsa ilke ve devrimler uygulanacak, halk istemese de benimsemek durumunda bırakılacaktı. İnsanın en doğal ihtiyaçlarına/tercihlerine, alışkanlıklarına, inancına, kültürüne, geleneklerine rağmen devlet kendini dayatacaktı. Herkes devletin istediği gibi inanmak, yaşamak, giyinmek, konuşmak zorundaydı. İnançlar değişecekti, yaşam biçimleri değişecekti, dil değişecekti, kültür, gelenek değişecekti. Bu dayatma o kadar ileri gitti ki, bir ırkın varlığı, Kürtlük inkar edildi, Kürtlere Türklük dayatıldı. Analarından Kürt olarak doğan ve yüzyıllardır biz Kürt’üz diyen insanlara siz Türk’sünüz dendi. Ve ana dillerini konuşmaları engellendi. İnançlara müdahale etmeye kalkışıldı. Müslümanlara devletin, beş şarttan ibaret olan İslam anlayışı dayatıldı. Her tür farklılığa düşman kesilen devlet, farklılıkları ortadan kaldırmak ve tekleştirmek, toplumu homojenleştirmek için kısa ve uzun vadeli birçok plan yap-
Yeni nesiller yetiştirmek için oluşturulan eğitim sisteminde sırf dinle, geçmişle bağ kalmasın diye alfabe değiştirildi ve öğretmeye değil dayatmaya, ezberletmeye dayalı bir eğitim uygulandı. “Ne mutlu Türk’üm diyene” ifadesi dağlara taşlara kazındı ve her sabah çocuklara tekrarlatıldı.8 “Biz doğruyuz ve mükemmeliz” mantığı, dayatmadan başka bir neticeye ulaşmaz. Ve mantık değişmediği sürece de baskıcı tutum devam eder. Baskıcı ortam ise kaçınılmaz olarak tepkilerin yeşermesi ve büyümesine zemin oluşturur. Tepkilere karşı dayatmacı politikalara devam edilmesi bir devletin ya da sistemin kendi sonunu hazırlaması anlamına gelir. Tarih, zulüm ve dayatmayla hüküm sürmeye çalışanların hazin sonlarını çokça yazmaktadır. Cumhuriyet tarihi adeta bir yönüyle devletin dayatmalarına karşı ortaya konan mücadeleler ta-
şöyle kararlaştırılmıştı. “13) Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan berveçhi ati Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van,
rihidir de. Ve bu süreçte sorunlar azalacağına artmış, küçük yaralar derinleşerek kangrene dö-
Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat,
nüşmüştür. Zira kendini dayatan devlet, tepkiler
Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur,
karşısında da koruma içgüdüsü ile hareket et-
Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve
meye başlamış, duygusal bir şekilde muhalifleri-
kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair mücssesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evamir-i hükümete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler. 14) Aslen Türk olan fakat Kürtlüğe temessül etmek üzere olan bulunan mevkide ve Siirt, Mardin, Savur,
ni ezmenin uğraşı içine girmiştir. Hem de acımasızca, hukuksuzca. Kutsallaştırılan devleti korumak adına yapılan her şey meşru kabul edilmiştir. Bu içgüdü ile hukuku birçok kere rafa kaldırmış, içinde illegal birimlerin oluşmasına müsaade etmiş, tetikçiler yetiştirmiş ve tehlikeli gör-
gibi ahalisi Arapça konuşan mahallerde Türk Ocakları
düğü kişi ve hareketlere karşı onları kullanmış,
ve mektep açılması ve bilhassa her türlü fedakarlık
özellikle gençleri sağ ve sol olarak, toplumu da
iktiham olunarak mükemmel kız mektepleri tesis ve
alevi-Sünni, laik-şeriatçı, Türk-Kürt vb. şekiller-
kızları mekteplere rağbetlerinin suveri adide ile temini lazımdır.
Militar, bir sorunu çözerken, müzakereden ziyade zor
6
araçlarına başvurarak sonuç alınacağına inanan kişidir.
Hassaten Dersim, tercihan ve müstacelen leyli iptidailer açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır.
Militar, itaate, sadakate ve disipline inanır. Her sabah tekrarlanan andın metni şöyledir. “Türküm,
7
doğruyum… Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
16) Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında
Ey bugünümüzü sağlayan ulu Atatürk; açtığın yolda,
dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin
kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan
Kürtçe konuşmaları behemehal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların
132
yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene. Her sabah tekrarlanan andın metni şöyledir. “Türküm,
8
Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır.” 8 Eylül 1341
doğruyum… Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Tarihli Kararnameye Göre Teşkil Olunan Encümen’in
Ey bugünümüzü sağlayan ulu Atatürk; açtığın yolda,
Başvekâlet Vasıta sile Vekiller Heyetine Verdiği 24 Eylül
kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan
1925 Tarihli Rapor[dur].
yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
de kamplara ayırarak birbirine düşürmüştür. Her
tesindeki köşesinde meseleye şu şekilde açıklık
zaman bütçenin en büyük kısmını askere, silah
getiriyordu: “Çok muhtemelen Menderes da-
ve teçhizata ayırmış, 10 yılda bir yol verdiği as-
hil kimse, …1938 öncesinin sayfalarını açmaz-
keri darbelerle, askerin sivil yöneticileri ve hal-
dı. Çünkü o dönemin insanları, 19 Mayıs 1919-
kı hizaya getirmesini sağlamaya çalışmıştır. Güç
10 Kasım 1938 arasındaki devletin, “Devrim
kullanmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiş, tam
Devleti” olduğunu bilirdi. Devrim sürecinin,
tersine caydırıcı olsun, ibreti alem olsun diye asi
“hukuk”la değil, “aldığı sonuçla” değerlendi-
başları ezmek için çoğunlukla ona başvurmuş-
rilmesi gerektiğini takdir ederdi. Eleştiriler de o
tur, vatandaşına karşı orantısız güç kullanmak-
yüzden 10 Kasım 1938 sonrasına yani “Kanun
tan imtina etmemiştir.
Devleti” dönemine yöneltilirdi. Onu 1961 Ana-
Uluslararası ilişkilerde de komşuları ile arası-
izledi.”
na hep mesafe koymuş ve bir sorun varmış gibi
yasası ile başlayan “Hukuk Devleti” dönemi
davranmış, kendisi dostça bir tutum takınma-
Sorun başkalarında olduğuna göre değişmesi
dığı gibi hep de düşmanlık beklemiştir. Yunan-
gerekenler de başkaları idi.
lılarla Kıbrıs’tan, Suriyelilerle Hatay’dan, Irak’la Kerkük’ten, Ermenilerle soykırım iddialarından kaynaklanan ve son dönemde de terör örgütü PKK’ya destek olma iddiasıyla sürdürülen gerginlikler yaşanmıştır. Bu sorunların çözümünden değil devamından fayda beklenmiş ve içerdeki sorunlara karşı, özellikle de milliyetçi eğilimleri güçlendirmek, canlı ve diri tutmak için kullanılmıştır. Öte yandan dünyayı dizayn eden güçlere karşı bir irade ortaya konulamaması ve onların politikalarına mahkum olunması bir sorun olarak görülmemiş, Amerika ve Batı hep dost ve müt-
Açılım da bu mantıkla okununca ortaya şöyle bir tablo çıkıyordu. PKK silahı bırakmalı, terörden vazgeçmeli ve hatta teslim olmalı, Müslümanlar devletin izin verdiği kadar Müslüman olmaya razı olmalı, düşünen kafalar devletin istediği şeyleri söylemeli, Kürtler biz Türk’üz demeli, aleviler dersimden ders çıkarmalı, Ermeniler soykırım iddialarını terk etmeli, Rumlar Kıbrıs’ı Türklere bırakmalı, ıraklılar şunu yapmalı Suriyeliler bunu, Araplar şöyle davranmalı, İranlılar böyle… Değişen bir şey yok yani. Devlet, değişi-
tefik kabul edilmiştir.
me, kendini değiştirmeye direniyordu.
Onca yaşanana ve yaptıklarına, yapılanların or-
Bu konuda en ileri düşünenler bile açılımda ta-
taya çıkardığı olumsuz sonuçlara rağmen devlet hala kendini sorgulamaya, sorunu kendinde arama ya da sorundaki payını tespite yanaşmamak-
raflar olduğunu ve açılımın devamı için karşılıklı adımlar atılması gerektiğini kabul ediyor ve buluşulması gereken orta bir nokta tasavvur edi-
tadır. Kutsal olanda sorun olur muydu hiç?
yorlar. “Ben bir adım attım hadi sen de bir adım
Akşam gazetesinden Özlem Çelik: “Dersim’de
ya da karşılık gecikince de açılımın bitmesi bek-
at” yaklaşımı yani. Adımlar karşılık bulmayınca
doksan binden fazla insan öldürüldü. Masum in-
leniyor ya da fazla taviz verildiğinden bahsedili-
sanlar da vardı aralarında, siz bunları yok mu
yor.
sayıyorsunuz?” diye sorduğunda CHP’li Onur Öymen şöyle cevap veriyor. “Ben mi bastırdım Dersim isyanını? O zaman Atatürk niye böyle davrandı? Celal Bayar Başbakan’dı. Fevzi Çakmak da Genelkurmay Başkanı. Onlar da mı faşistti? Biz kimseyi üzmemek için bildiklerimizi kendimize saklıyoruz. Kimseyi rencide etmemek için tarihi kurcalamıyoruz... Biz orada kimin ne yaptığını anlatmıyoruz. Atatürk ne dedi yaşananlarla ilgili, söylemiyoruz. Hiçbir şey bilmiyo-
Evet, başkalarının kendini değiştirmesine yönelik beklenti ve planların her zaman boşa çıkması muhtemeldir. Ancak değişmesi gereken kimdir/nedir diye sorduğumuzda vereceğimiz cevap başkaları ile değil bizzat devletin kendisi ile ilgilidir. Değişmesi gereken öncelikle yapısı, işleyişi, ilişkileri, vatandaşlarına ve komşularına yaklaşımı ile devletin kendisidir, açılım yapması gereken odur. Bu yüzden değişim devlette başla-
ruz anlamına gelmiyor bu.”
malı ve karşılık bulmasa bile devam etmeli, so-
Oktay Ekşi “22 Kasım 2009” de hürriyet gaze-
si, yapısı, yaklaşımı ilişkileri vb. onların tümünü
runlu olan ve sorun çıkaran neyi var ise; felsefe-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
133
değiştirmelidir.
hebin, sınıfın temsilcisi gibi davranıyor. Ve teba-
Devlet kendini yeniden tanımlamalı, yeniden inşa etmelidir. Sorunların kaynağı olan kavramlar- ki bu kavramlarla devlet kendini tanımlamakta ve yaptıklarını meşrulaştırmak için bu kavramların arkasına saklanmaktadır- yeniden ele alınmalıdır. Yeni bir devlet tanımına ihtiyaç vardır, yeni bir demokrasi, yeni bir cumhuriyet ve yeni bir liderlik tanımına ihtiyaç olduğu gibi. Devletin dinle, fikirlerle, etnik ve siyasi gruplarla/kimliklerle, uzak ve yakın komşuları ile ilişkisi yeniden tanımlanmalı, yeniden dizayn edilmelidir. Yargı, yasama ve yürütme organlarının, askerin rolleri yeniden belirlenmeli, devlet ile tebaa arasındaki ilişki yeniden şekillenmelidir. Devlet içinde derin devletlerin oluşması engellenmeli, oluşanlar da Ergenekon gibi tasfiye edilmelidir.
asına elindeki güç ile kendini, ideolojisini, dinini, hukukunu dayatıyor. Yaratanın irade verdiği insana ipotek koymaya kalkışıyor. Bir grup adına diğerleri üzerinde baskı kurup söz sahibi olmaya çalışıyor. Güçle beraber gelen zenginlik ve imkanlardan taraftarlarını alabildiğince yararlandırırken diğerlerini mahrum bırakıyor. Böyle bir devlet anlayışının toplumda huzur ve barışı gerçekleştiremeyeceği açıktır. Devlet tartışılmalı ve nasıl bir devlet sorusuna cevap aranmalıdır. Bu tartışma yeni zulümlere meydan vermemek için önemli. Bir dayatmadan kurtulup başka bir dayatan tesis etmemek için gerekli, hak sahibine hakkını teslim etmek ve hak yenmesini engellemek için önemli, toplumu fıtri temeller üzerine bina edebilmek için kaçınılmaz. Devlet kendini değiştirmeye razı olmaz/edilemez
Devlet ideolojiden arındırılmalı, Kişiler, kurumlar, fikirler ve dönemler birer tabu olmaktan çıkarılıp tartışmaya açılmalı, İnkar politikalarından vazgeçilmeli, küstürülen halkların gönlü alınmalıdır. Devlet halkı ile barışmalı,
ise ve doğru şeylere imza atmaz ise açılım, beklentilere cevap vermekten çok ama çok uzaklarda kalacağı, bir oyalama çabasından öte gitmeyeceği ve sorunlar çözülemez ise daha da derinleşeceği için önemli. Nitekim görülen şey devletin değişime direnmekte olduğudur. Açılımın bayraktarlığını yapan hükümet, devleti değişime zorluyor ancak dev-
Bir efendi gibi hükmeden, belirleyen, kendini da-
let içinde statüko sahipleri, menfaat odakları,
yatan olmak yerine tebaasının emrinde olmalı,
devlet içindeki devletler, kemikleşen yapı direni-
Hak ve adaleti temel ilkeler edinmeli,
mın önünü kesmeye çalışıyor. Muhalefet partileri
“Farklılıklara rağmen, farklılıklarımızla beraber birlikte barış, adalet ve huzur içinde yaşamak mümkün” ilkesinden hareketle, etnik, dini, mezhebi ve fikri farklılıklara karşı dayatan ve taraf olan değil eşit mesafede duran olmalı, ayırım yapmamalı, birini diğerine üstün tutmamalı, Eğer halkın talep ve beklentileri bu yönde ise
yor, değişmemek için elinden geleni yapıp açılıCHP ve MHP, asker, yargı ve bir kısım medya direnen safın en önünde yer alıyor. Ve projeyi vatana ihanet, ülkeyi bölme ve hatta satma projesi olarak adlandırmaya varacak kadar ileri gidiyorlar. Sürecin kendini bitireceğinin farkına varan PKK (Abdullah Öcalan), devlet gibi açılıma direniyor ve derin devlet ile derin işbirlikleri içine giriyor. Kürt halkının temsilcisi olma iddiasındaki
çok hukukluluk gibi uygulamalara hazır olmalı,
DTP ise halkın değil örgütün temsilcisi gibi dav-
Beşeri tecrübelerin gelişen sonuçlarına kendi-
nin dışına çıkamıyor.
ni açmalı.
ranıyor ve liderin (Abdullah Öcalan) direktifleri-
Açılımın kendisi için yapıldığı halklara gelince,
Bunlar ilk etapta akla gelenlerdir. Bunlarla anlat-
onların da sürece katılmadıkları, sorumluluk üst-
maya çalıştığımız şey şudur: Birlikte yaşamanın
lenmekten kaçındıkları ve seyretmekle yetindik-
sağlıklı bir zeminde gerçekleşmesi için yeni bir
leri gözlenmektedir. Herkes kendi küçük dünya-
devlet anlayışına ihtiyaç var. Var olan bütün an-
sında küçük sorunlarının hallolmasını bekliyor
layışlarda devlet bir gücü ifade ediyor. Bir etnik
adeta. Ama katkı yapmayı ya da nasıl katkı ya-
kimliğin ya bir ideolojinin ya da bir dinin, mez-
parımı düşünen çok az. Hepsinin kendince ma-
134
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
zeretleri var. Kimileri projeyi bir Amerikan pro-
zenlenmektedir. Bir yandan AB’ye girme çabala-
jesi olarak gördüğü için, kimileri AKP’ye/devlete
rı, öte yandan bugüne kadar sırt dönülen İslam
güvenemediği için, kimileri sisteme eklemlenme
coğrafyasıyla ilişkiler geliştirilmekte ve Türkiye
kaygısından, kimileri yapılmaya çalışılanı anla-
İslam ülkelerine de yaklaşmaktadır. Bunun neti-
madığı, kimileri de sahip olduğu şovenist düşün-
cesidir ki bugüne kadar uygulanan vizeler teker
celerden dolayı mesafeli durmayı tercih ediyor.
teker kalkmaktadır. (Bu açılımların her birisi ayrı
Herkesin kendine göre bir mazereti var. Halkla-
bir çalışma konusu yapılmaya değerdir.)
rın projeye ortak olmaması, hem AKP’nin onları sürece dahil etmede zayıf kalması, açılımı yeterince anlatamaması ile ilgilidir, hem de halkların bizzat kendileri ile. Maalesef geçen süreç zihinlerde yıkımlar, tahrifler meydana getirmiştir. Bunun neticesidir ki milliyetçilik, mezhepçilik, herkesin farklılıkları konusunda içinde beslediği/ biriktirdiği şovenizm9 açılımın önünde bir engel olarak durmakta ve her kesimden birileri kolayca provoke edilebilmektedir. En önemlisi de açılımla ilgili tartışmalar; kavramlar, ilkeler ve olması gerekenden çok günlük siyaset ve olaylar üzerinden yapılıyor. Bu da süreci provokasyonlara açık hale getiriyor. Ağızdan çıkan bir söz, bir eylem, sokak gösterileri, taşkınlıklar süreci sıkıntıya sokmaya yetiyor. Oysa açılımın; kısır siyasi tartışmaların, siyasi rantın, kişisel hırs ve menfaatlerin kurbanı olmaktan kurtarılmasında, anlaşılmasında ve anlayanlar tarafından tekrar tekrar anlatılmasında fayda var. Üstelik açılımı açacak, ufkunu genişletecek ve daha da geliştirecek diyaloglara, fikir alış ve-
Açılımla ilgili yapılanlar şuna işaret etmektedir. Ortadan kalkmaya yüz tutan birlikte yaşama zemini daha sağlıklı bir şekilde yeniden inşa edilmeye çalışılmaktadır. Hem içinde yaşadığımız toplumda, hem de coğrafyada. Sorunlu yapı sorunlar üretir. Sorunları kısmen çözmekle, ya da bir kısım sorunları ortadan kaldırmakla da çözüme ulaşılamaz. Yani sadece Kürtlere bazı hakların iade edilmesi yetmez, her etnik kimlik sahibi aynı haklara sahip olmalıdır. Sadece etnik ayrımcılığın sona ermesi sorunları çözmez, fikir ve inanç ayrımcılığı da bitmelidir. Ayrımcılık konusunun bitmesi de sorunu çözmez; hak, hukuk ve adalet de tesis edilmelidir, sosyal adalet de gerçekleşmelidir, kula kulluk da ortadan kalkmalıdır. Hiçbir kul/insan diğerinden daha fazla imtiyaza sahip olmamalı, kimse ırkından, dininden, inancından, fikrinden, mezhebinden, zenginlik veya fakirliğinden, makamından dolayı bir ayrımcılığa uğramamalıdır. Bu da yetmez, komşu toplumlara karşı da her türlü fa-
rişlerine, derin tefekkürlere ihtiyaç var.
şizan yaklaşımlar ve kompleksler terk edilmeli
Yapılmaya çalışılan ne sadece etnik kimlikler-
mümkün olsun.
le ilgilidir, ne sadece din ve inançlarla ve ne de komşularla. Bu yüzden ad koymada da bir belirsizlik yaşanmakta ve öne çıkan çalışmalara göre bazı isimler de öne çıkmaktadır. Bir gün Kürt açılımı, bir gün Alevi açılımı, başka bir gün de Kıbrıs ya da Ermeni açılımı adını almakta, genel bir isim olması açısından demokratik açılım adına sıcak bakılmaktadır. Aslında açılım çok yönlü ve boyutlu bir içerik taşımaktadır. Etnik kimliklerle ilgili açılım Kürt açılımı üzerinden, din ve inançlarla ilgili açılımlar Alevi çalıştayları üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmakta, komşularla ilişki ise “sıfır sorun” sloganı ile yeniden dü Her sabah tekrarlanan andın metni şöyledir. “Türküm,
9
ki, sağlıklı ilişkiler gelişebilsin, birlikte yaşamak
Ulaşılmak istenen hedef göz önünde bulundurulduğunda kat edilmesi gereken mesafenin uzun, engellerin de çok olduğu görülecektir. Toplumsal değişimlerin tabiatı da belirli bir süreçte adım adım, yavaş yavaş gerçekleşmesidir. Her şeyin bir anda olup bitmesini beklemek boşuna, ama atılması gereken adımı geciktirmek de yanlıştır. Şu anda açılım AKP’nin yaptığı kadar ilerlemekte, önüne çıkarılan engellerden dolayı da mesafe katetmekte de bayağı zorlanmakta, hatta zaman zaman tıkanma durumlarına gelmektedir. Değişime direnen odak o kadar çok ki. Üstelik sesleri de daha gür çıkıyor. Provoke etmeyi, sa-
doğruyum… Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
bote etmeyi de iyi beceriyorlar. İmkanları da ol-
Ey bugünümüzü sağlayan ulu Atatürk; açtığın yolda,
dukça geniş. Ve her an bir şeyler engel olarak
kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan
öne çıkarılıyor. Bu yüzden süreç azim ve karar-
yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
135
lılık istiyor, sabır istiyor ve en önemlisi de des-
sına ne ırkından dolayı ne de inancından ya da
tek istiyor.
fikrinden dolayı bir üstünlüğü vardır. “Üstünlük
Ancak ne yazık ki, açılım AKP hükümetinin yaptıklarına ve söylediklerine endekslenmiş durumda. Ufku da onun ufku kadar. Hükümetin bu işe
ancak takva iledir” ve “Dinde zorlama yoktur”. İşte bu, tam da bugün, çokça tekrar edilmesi ve her platformda dile gelmesi gerekendir.
ön ayak olması önemli tabii. Ancak yeterli değil,
Açılımın kutsanmasından ve açılıma ya da
yeterli de görülmemeli. İşte bu noktada daha
AKP’ye eklemlenmeden bahsetmiyorum.
adil ve daha iyi bir toplumda yaşama ve kendini topluma karşı sorumlu kabul eden insanların sürece sahiplenme, sürekliliğini sağlama ve hem fikren hem de fiilen daha ileri taşınması konusunda sorumluluk üstlenmeleri beklenir. Yapılmaya çalışılan şey-birlikte yaşamanın alt yapısını oluşturma- önemlidir/önemsenmelidir. Hem de gelip geçici bir hükümete, seçilme kaygıları olan bir partiye terk edilemeyecek kadar önemlidir. Üstelik AKP içinde bile açılımı anlama noktasında farklılıklar, yüzeysel yaklaşım sahipleri vardır. Bu durumdan sorumluluk sahibi her insan, parti,
Zira Müslüman olarak, Hakk’ın arkasında durmaktan başka bir sorumluluğumuz olamaz. Kişiler ve kurumların kutsallaştırılmasına, en önce Müslümanlar karşı çıkar. Zalimin zulmüne son vermek için önce onlar atılır ve adaleti haykırırlar. Kula kulluğu ortadan kalkması için canla başla onlar mücadele ederler. Hem kendi aralarında hem de başkalarına karşı “emri bil maruf” ile eleştiri mekanizmasını sonuna kadar işletir, kimden sudur ederse etsin yanlışa yanlış demekten geri kalmazlar. Doğruya doğru - yan-
dernek, grup kendine pay çıkarmalıdır.
lışa yanlış dendiğinde, eksiğe eksik diye söylen-
Bu durum özellikle Müslümanların açılım çalış-
lındığında neye arka çıkmaktan, neye eklemlen-
maları ile ilişkilerini gözden geçirmelerini zaruri
mekten bahsedilebilir.
kılmaktadır. Toplumun onların ufkuna, fikrine ve Asr-ı Saadet tecrübelerine ihtiyacı vardır. Farklı din, mezhep, fikir ve etnik kimlik sahiplerinin bir arada yaşayabilme formülü Allahın kitabında ve Resulün örnekliğinde bulunmaktadır.
Oysa Müslümanlar bir yandan her şeyi devletten/hükümetten bekleme, öte yandan sisteme taviz verme ya da eklemlenme korkusuyla gelişmelere uzaktan bakma tavırları arasında sıkışıp kalmış durumdadırlar. Sunabilecekleri bir çö-
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir di-
züm olduğu, sürecin sağlıklı bir şekilde işlemesi-
şiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi
ne ve istenilen noktalara ulaşmasına katkı yapa-
kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Al-
bilecekleri halde geri durmaktadırlar.
lah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.”Rum 49/13
Ey insanlar! Şüphesiz ki sizin Rabbiniz birdir, babanız birdir. Dikkat edin, hiçbir Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” Hz. Muhammed Veda hutbesi “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.” Bakara: 2/256
“İşte bu (kuran) bir öğüttür. Artık kim dilerse Rabbine (varan) bir yol tutar.” Müzzemmil: 73/9 Bu gerçeklerin hatırlanması ve hatırlatılması bile bir katkı olacak, toplumun faşizan yaklaşımlardan ve ön yargılardan kurtulmasına katkı yapacak, bir faşizmden bir başkasına savrulmanın önüne geçecektir. Zira hiç kimsenin bir başka-
136
diğinde, ilkeler öne çıkarılıp da onlara sadık ka-
Evet, açılımın Müslümanlara dönük kısmı yok denecek kadar azdır/eksiktir. Onların talep ve ihtiyaçları gündemde yer almamakta, onların sorunlarını çözmeye dönük adımlar atılmamakta, atılan küçük adımlar ise boşa çıkarılmaktadır. “Beni kale almayanı bende almam” demek ve süreçten uzak durmak mümkün. Ama Müslüman’dan beklenen hayra öncü olmasından, hayırların çoğalmasına katkı yapmasından başka bir şey mi? İnsanların yanlış düşüncelerden kurtulmasına, ırkçılık gibi, mezhepçilik gibi, cahili taassupları aşmasına katkı yapması değil mi? Devletin baskısından, ırkçılıktan, din ve fikir özgürlüğünün olmamasından en fazla zarar görenler ve mağdur olanlar Müslümanlardır. Açılımın hedefleri göz önüne alındığında toplumun ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Müslümanların hayrına birçok şey içermekte olduğu görülecektir. Irkçılığın aşılması, hem devlet hem de muhalif terör faaliyetlerinin sona ermesi, hukukun devletin de üstüne çıkması ve hakkıyla uygulanması, inanç ve fikirlere özgürlük tanınması, komşularla ve özellikle de İslam dünda hayrına olan şeylerdir. Duvarların yıkılmasını, fikirlerin özgürce dile gelebilmesini en çok İslam ister. Herkese ulaşmak onun amacıdır ve o, ulaştığı kalplerde mutlaka bir etki bırakır. Çünkü O, Hak ve gerçek olandır, fıtrata uyandır ve bu yüzden hayırların ve bereketlerin kendisinden fışkırdığı membadır. Yeter ki o gündeme gelsin, konuşulsun.
www.islamiyorum.com
yası ile yakınlaşılması vs. bunlar Müslümanların
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
137
GÜNDEM
Toplum Mühendisliğinin Yeni Silahı
Seçimler mi? Murat Özbay 13.05.2009/Hürriyet- İran’da seçim anketlerinde Ah-
Seçimlerden sonra İran’da yaşanan olaylar, ol-
medinejad önde
dukça dikkat çekici idi.
İran genelinde yapılan son kamuoyu araştırmalarına göre muhafazakar aday Ahmedinejad’ın oyu yüzde 58,6’ya yükselirken, en yakın rakibi reformcu aday Mir Hüseyin Musevi’nin oyu yüzde 21,9’a geriledi.
sında yaşanan gerilim değildir. Çünkü devrimden sonra İran’da oluşan “İslam Cumhuriyeti” modeli, gerilim ve sıkıntı potansiyelini bünyesinde ba-
12.06.2009/Hürriyet- Reformculara e-ayar
rındırmaktadır. Bu model, “Devrimci Şii İslami
Bugün cumhurbaşkanını seçecek İran, oy verme işleminin
Yorum” olarak tanımlanabilecek tek tip bir dü-
başlamasına saatler kala gerildi. Cumhurbaşkanlığı’nın en
şünceyi temsil etmektedir. Onun haricindeki gö-
güçlü iki adayından ’ılımlı’ Musevi’nin arkasında toplanan
rüş ve yorumların yönetim kademelerinde temsil
’reformcuların’, “Ahmedinejad sahte oylarla seçilirse soka-
edilmesi büyük ölçüde sınırlanmıştır. Farklı gö-
ğa dökülürüz” uyarısına, güçlü Devrim Muhafızları’nın in-
rüşler için çizilmiş olan hudutlar, bazı anayasal
ternet sitesinden yayımlanan bir ’e-muhtıra’ ile anında ya-
kurumlar tarafından çok sıkı bir şekilde korun-
nıt geldi: “Kadife devrim başlatırsanız, ezeriz.”
maktadır. Bu anayasal kurumların ilki velayet-i
13.06.2009/Hürriyet- Ahmedinejad’la 4 yıl daha Dünya dört gözle bu sonuçları bekledi. Batı’da umut “değişim”den yanaydı. Ama bu sabah umutlar başka bahara kalmış görünüyor. Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, seçimle iiktidarı “yeniden yükleniyor”... 15.06.2009/Hürriyet- Tahran’da çatışma başladı İran’da seçimlere hile karıştırıldığı gerekçesiyle yapılan gösteriler devam ediyor. Başkent Tahran’da reformcularla, muhafazakarlar çatışmaya başladı.
fakih makamıdır. İran Anayasasının 5. Maddesine göre “12. İmam’ın gayb olması nedeniyle iktidar ve imamet; adil, takva sahibi, zamanın icaplarını bilen, gözüpek, becerikli, tedbirli fakihlerce temsil edilir.” 57. maddeye göre de, “İran İslam Cumhuriyeti’nde egemenlik güçleri: yasama gücü, yürütme gücü, yargı gücü Velayete Fakih’in denetimi altındadır.” Velayet-i Fakih’ten sonra Cumhurbaşkanı ve parlemento şeklinde güç dağılımı devam eder.
15.06.2009/Hürriyet- ’Sonuç şaibeli’
Ancak İran siyasi sisteminde yürütme üzerinde
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, İran’da yapılan cumhur-
etkin role sahip üç organ bulunmaktadır. Bun-
başkanlığı seçimlerinin sonucunun, “şaibelerle dolu olduğunu” söyledi.
138
Dikkati hak eden şey iktidar ile muhalefet ara-
lar sistemi dini yönden kontrol altında bulunduran; Ulema Meclisi, Anayasa Muhafızlar Konseyi ve Seçici Kurul’dur. Ulema Meclisi: Dev-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
rim Rehberi’ni seçme, performansını değerlen-
la, her geçen gün ekonomik ve sosyal sıkıntılara
dirme ve görevden alma yetkisine sahip 86 üye-
sürüklenmektedir. Aklı selim sahibi olan insanlar
li meclis, 8 yılda bir halk oylamasıyla belirle-
ise bu gidişe dur diyebilmek için yollar ve çare-
nir. Anayasa Muhafızları Konseyi: Görev sü-
ler aramaktadırlar.
releri 6 yıl olan 12 üyeden oluşur. Üyelerin yarısını Devrim’in Rehberi din adamı olma şartı gözeterek seçer, diğer yarısını ise hukukçu olmaları koşuluyla parlamento atar. Parlamentodan geçen tüm yasalar Anayasa Muhafızları Konseyi’nin önüne gelir. Yasalar hem anayasaya, hem de İslam’a uygunluk bakımından denetlenir. Anayasaya uygunluk, tüm üyelerin oylarıyla belirlenirken, İslam’a uygunluk için ise sadece Devrim’in Rehberi’nin atadığı altı üye karar verir. Bununla birlikte Konsey’in yasa iptal etme hakkı yoktur. Ayrıca ulusal seçimleri denetleme ve seçimlerde aday olanların uygunluğunu araştırmak bu organın görevleri arasındadır. Seçici Kurul: Yasama, yürütme ve yargı erklerini denetleme yetkisine sahiptir. 2005 yılında yetkileri genişletilerek bir nevi Devlet Denetleme Kurulu haline getirilmiştir. Ulusal siyasette önemli konuların kararı aşamasında dini makamlara tavsiyede bulunur. Yasama, yürütme ve yargının başındakiler ile Devrim’in Rehberi’nin atadığı 10 üyeden oluşur. Rejim açısından sıkıntı yaratacak tüm sorunlara çözüm arayan bir uzlaştırma organı olarak tasarlanmıştır. Örneğin parlamento ile Anayasa Muhafızları Konseyi arasında anlaşmazlık konusu olan bir yasa olursa, Seçici Kurul devreye girer. Bu yasaya yeni hükümler koyabilir ya da yeniden düzenleyebilir. Diğer bir deyişle parlamentonun da üstünde bir yasama organı işlevine sahiptir.
Belki de seçimlerden sonra başlayan olaylar, sıkıntıları her geçen gün artmakta olan kesimin tepkisini kontrolsüz bir şekilde ifade etmesine zemin hazırlamış oldu. Keşke böyle başıbozuk ve kimin çıkarına hizmet ettiği belli olmayan bir yöntemle gerçekleşmeseydi ama İran’da oluşan ortam bu duruma açıkça zemin hazırladı. Fakat başta da ifade ettiğimiz gibi İran’da yapılan seçimlerin dikkatimizi çeken yönü, seçim sonrasında ortaya çıkan olaylardan ziyade, olayların gerçekleşme biçiminin düşündürdükleri/hatırlattıklarıdır. *** Kasım 2003- Gürcistan: Gürcistan bölgede Rusya ile en çok sorun yaşayan ülkeydi ve Devlet Başkanı SSCB’nin son Dışişleri Bakanı Eduard Şevardnadze, Ruslar tarafından SSCB’yi dağıtmakla ve Batı yanlısı olmakla suçlanmaktaydı. Gerçekten de Şevardnadze Batı yanlısı bir politikacıydı ancak, Batının çizdiği yeni “lider” tiplemesine uymamaktaydı. 2 Kasım’da Batı destekli muhalefetin zorlamasıyla parlamento seçimleri yapıldı. Seçim sonuçlarına göre Şevardnadze, muhalefet liderlerinden Aslan Abajidze ile ittifaka giderek iktidarını sürdürebiliyordu. Ancak Batı’nın desteklediği lider Saakaşvili, hile yapıldığını söyleyerek seçimlere itiraz etti. Kendisini destekleyenlerle birlikte sokakla-
İran İslam Cumhuriyeti devlet sistemiyle ilgili vermiş olduğumuz bu detaylara, devletin ideolojisinin nasıl korunduğunu gösterebilmek için girilmiştir. Şu ana kadar gerçekleşen uygulamalarda, anayasal kurumlar tarafından oluşturulan ideoloji duvarının, farklı bir ses tarafından aşılması mümkün olmamıştır. “Farklı bir ses” deyince hemen akla bölücü, yıkıcı düşünceler gelmesin! Sistem belki bunu da önlüyor ama beraberinde tek tip bir İslam anlayışını dayatıyor. O anlayış ki, tevhid ilkesi çerçevesinde bakıldığı zaman da problemler içermekte, günün ihtiyaç ve problemlerine cevap verme noktasında da yetersiz kalmaktadır. Ve İran, katı ideolojik yaklaşımının da katkısıy-
ra çıktı ve parlementoyu bastı. Bunun üzerine Şevardnadze istifa ederek yeniden seçim kararı aldı. 45 Gün sonra yapılan seçim sonuçları ise Saakaşvili’nin zaferini ilan ediyordu. Saakaşvili ve taraftarları, uzun süre kuşatma altında tuttukları parlamentoya ellerinde güllerle girdikleri için Gürcistan’daki devrime “Gül Devrimi” dendi. Kasım 2004- Ukrayna: Batı destekli Viktor Yuşçenko ve Rus yanlısı Viktor Yanukoviç, 21 Kasım 2004 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday oldular. Seçim sonucu Yuşçenko’nun 46,69 oy oranına karşılık Yanukoviç’in 49,42 ile seçimleri kazandığı ilan edildi. Yuşçenko Donetsk ve Lugansk bölgelerinde seçime hile karıştırıldığını belirterek taraftarlarından Kiev’de gösteri dü-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
139
zenlemesini istedi. Uluslararası bağımsız göz-
fı. … Soros tarafından finanse edilen ve Ameri-
lemciler de seçime hile karıştırıldığını açıkladı-
kan Hükümeti tarafından da siyasi ve diploma-
lar. Gösterilerin büyümesiyle birlikte parlemen-
tik yollarla desteklenen “Hollywood yapımı renk-
to seçimleri geçersiz ilan etti ve tekrarlanan se-
li devrimler” karşımızdadır. ABD projesiyle rad-
çimlerin sonucunda, 10 Ocak 2005’te Yuşçenko
yo, kitap, televizyon, fon, burs ve ödüllerle ülke
%51,99 oy oranıyla cumhurbaşkanlığını kazandı.
aydınlarını kazanmaya yönelik faaliyetler başla-
Yuşçenko ve taraftarlarının turuncu kaşkollarla
tıldı. Projeye göre bu çalışmalar “beyinde iktidar
meydanlarda boy göstermesi sebebiyle Ukrayna
kurmak” anlamına geliyordu. Bu politikalar so-
devrimine “Turuncu Devrim” adı verildi.
nucu yeni bir aydın tipi ve yeni liderler yaratma-
Mart 2005- Kırgızistan, Kırgızistan’da 13 Ekim’de yapılan parlamento seçimlerinde muhalefet, sadece birkaç sandalye kazanabilmesi üzerine Askar Akayev’in istifasını iste-
ya çalışan ABD, bir yandan uzun süredir yatırım yaptığı genç liderleri iktidara taşımanın yollarını ararken, diğer yandan hedef ülkelerin iç dinamikleriyle sürekli oynamaya başladı.”1
yerek ayaklandı. AGIT, seçimlere hile karıştı-
Renkli devrimlerden birisinin daha gerçekleştiril-
rıldığını açıkladı. AB Dış Politika Temsilcisi Ja-
meye çalışıldığı Azerbaycan’da, muhalefet lider-
vier Solana, Kırgızistan’daki hadiseler ile il-
lerinden birisi, devrimlerin nasıl yapıldığına ışık
gili olarak Brüksel’de bir bildiri yayınlayarak;
tutacak şekilde şu yorumu yapıyor:
“Kırgızistan’daki olayları yakından takip ediyoruz. Parlamento seçimlerinin uluslararası normlara uymaması ve halkı tatmin etmemesi konusunda endişeliyiz. Bu durum ülkede gerilim yaşanmasına neden oluyor” dedi. Kırgızistan’ın güneyinde başlayan gösteriler başkente sıçradı. Kırgızistan’da yaşanan olaylar o kadar hızlı gelişti ki, Kırgızlar devrimlerine henüz bir isim bile bulamadan Devlet Başkanı Askar Akayev ülkeden kaçtı. Kırgız devrimi herhangi bir direnişle karşılaşmadan gerçekleşmiş oldu. Bu tür devrimlerin adını bile belirleyen ve “renkli” isimler takmayı seven Batı medyası Kırgız devrimine önceleri “Lale Devrimi” demeyi yeğledi. Daha sonra Soros’un Kırgızistan’a binlerce metre “sarı bez” gönderdiği yönünde basına haberler sızması üzerine bu defa da Kırgızistan’da gerçekleşen devrim “Sarı Devrim” olarak adlandırılmaya baş-
“Seçim öncesi ve sonrasında narıncı (turuncu) gömlekler, kravatlarla toplantılar yapanlar içinde benim arkadaşlarım da vardı. Bu arkadaşlar Halk Cephesi kökenlidir. Fakat durum tam bir tiyatroya benziyordu. Ben de bir muhalefet partisinin başkanıyım ama iktidara kimin, hangi yolla geleceğini bilmemiz gerekir. Maalesef o toplantılarda yurt dışındaki güçlerin, ABD’nin ve ona bağlı vakıfların istekleri seslendiriliyordu. ABD, Soros üzerinden ancak birkaç bin kişiye para verip bu halk hareketlerini örgütlüyordu.”2 İşte 2000 yılı başlarından itibaren dünyada olup bitenlerle ilgili kısa bir süreç... Bu olaylardaki benzerlikler dikkat çekici değil midir?
ladı.
Demokratik rejimlerde seçim, halkın kendisini
“Bu malum halk hareketlerinin hepsi birbirinin
desini sandıkta ortaya koymasıdır. Ve bu 20 yy’ın
kopyası özelliklere sahip... İlk adım seçimden hemen sonra, sandıkta hile yapıldığı iddialarıyla başlıyor ve devreye AGİT’in (Avrupa Güvenlik Örgütü) tarafsız (!) gözlemcileri giriyor. AGİT’ci gözlemciler, kendilerine yakın muhalefet partisi adına çözüm üretip gerekeni yapıyorlar. Hemen ardından ikinci adıma sıra geliyor; sokaklarda operasyonel görev yapacak gençlik gruplarının ve de özellikle kadınların eğitilmesine geçiliyor. Şimdi dikkat; tüm bu halk hareketinin arka planında da genellikle aynı “sivil toplum örgütü” oluyor; ünlü Yahudi yatırımcı Bay Soros’un vak-
140
yönetecek lideri ve partiyi seçmesi üzerine, irayükselen değeridir, çağdaşlık ve medeniyetin göstergesi olarak kabul edilmektedir. Seçme ve seçilme hakkı öyle bir kutsanmaktadır ki, varlığı ile bütün hak ve özgürlükler var olmaktadır. Öyle yoğun bir propaganda yapılmakta ve öyle methiyeler dizilmektedir ki, toplumlar demokrasiye mecbur ve mahkum edilmektedir. Artık seçimler, yöneticileri belirlemede kullanılan genel geçer bir 1
Güler Kömürcü – Akşam gazetesi, 29 03 2005
2
Sabir Rüstemhanlı (Azerbaycanlı ünlü şair, yazar, milletvekili ve Vatandaş Dayanışma Partisi Başkanı) ile röportaj.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
yöntem haline gelmiştir.
açıklamalar, muhalefetin iddialarını boşa çıkardı.
Ama ne görüyoruz?
Belli ki bu operasyon dış destekli değildi. Dünya-
Halkın iradesini yansıtması beklenen seçimler, yönlendirilebiliyorlar.
daki gelişmelere özenen muhalefetin (veya Ergenekonun) kendi tertiplediği bir plandı. Ve tutmadı.
Bir ülkenin istikrarına hizmet etmesi gerekirken,
***
dış kaynaklı kaos ve karışıklığın sebebi olabiliyorlar.
İran’daki seçimlere bir de bu yönden bakmak,
Seçimi kaybedenler, seçimler hakkında oluşturulan şüpheler sonucu hem galip hem de demokrasi kahramanı haline getirilebiliyorlar.
SEÇİMLER konusuna bir de bu yönden dikkat etmek gerekiyor. Toplum mühendislerinin yeni silahını fark etmezsek; “halk iradesi” yoluyla çözülmesi beklenen
Neden?
yönetim sıkıntıları, bakarsınız bambaşka bir tab-
Demokrasi havariliği yapan güçler, hangi seçimin
loyu ortaya çıkarıvermiş!
geçerli olduğunu da kendileri belirlemekte başka bir deyişle menfaatlerine uygun sonuçlanan seçimlere methiyeler dizerken tersi durumlarda hile var diyerek ya da seçim şartlarında eksik ve kusur bularak asıl kendileri hileli yollara başvurmaktadırlar. Demokrasinin gerçekleşme yolu olan seçimleri arzu ettiklerini gerçekleştirmek için bir silaha/argümana dönüştürmektedirler. Ta ki sandıktan kendi belirledikleri sonuç çıkana kadar. *** İlginçtir! Ülkemizde de böyle bir deneme oldu. 28 Mart 2008 tarihinde yapılan yerel seçimlerde, muhalefetin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Murat Karayalçın, oy sayımının başlamasından 2 – 3 saat sonra televizyonlarda canlı yayınlara çıkarak, bazı seçim bölgelerinde elektriklerin kesildiği, oyların çalındığı şeklinde yaygara kopardılar. Sandıkların bulunduğu yerlere çöp kamyonlarının yanaştırıldığını, sandıkların değiştirildiğini veya boşaltıldığını söyleyerek, halkı sandıklara sahip çıkmaya davet ettiler. Televizyon ekranlarından olayın veriliş biçimi ve İstanbul’dan, Ankara’dan arka arkaya yapılan bağlantılar, sanki bir “suç üstü” durumu varmış havası oluşturmayı hedefliyordu. “Sandıklara sahip çıkın!” çağrısı ise sokaklara dökülmeye dönük bir davet idi. Ama neyse ki, rüzgar çabuk geçti. Elektrik kurumundan ve yüksek seçim kurulundan yapılan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
141
TERCÜME YAZILAR
Kur’an
Tefsirinin İlkeleri 1
İngilizce’den çeviren: Fatih Peyma
1
Kur’an tefsirinin prensipleri hakkında bir konuş-
Emin Ahsen Islahi istiyorum.
ma yapmam için beni davet etmiş bulunuyor1
sunuz. Öncelikle konuşmama peygamber ve ashabından sonra, Kur’an tefsiri için benimsen-
Muhaddisler ya da Gelenekselciler
miş, çeşitli düşünce ekollerine bağlı olan müfes-
Kur’an müfessirleri arasında en muteber düşün-
sirlerin farklı yaklaşımlarını özetleyerek başla-
ce ekolü bunlardır. Onlara göre, Kur’an tefsiri
yacağım. Akabinde ise bu yaklaşımların eleştirel
yazımı aşamasında müfessirler, Kur’an’ın ilk dö-
kısa bir analizi gelecek ve sonra konumuz, pey-
nem müfessirlerinin ve ashabın dediklerine bak-
gamberin ashabı arasında bulunan ilk müfessir-
malı, hadis rivayetlerinde bulunan açıklamala-
ler tarafından, hem akla uygunluğu hem de uy-
ra güvenilmelidir. Bu samimi çabalarında, Kur’an
gulanabilirliği açısından tasdik edilmiş, uygun ve
tefsiri sırasında hadis kitaplarında bulabildikleri
olması gereken Kur’an tefsirinin ilkelerini izah
kadar konuyla alakalı hadisleri, Kur’an’ın her bir
ederek bitecektir. Kanaatimce konuyu bu şekil-
ayeti altında kullandılar. Bazen bu hadisler bir-
de ele alış biçimimiz dinleyiciler için daha fayda-
biriyle çelişse bile, herhangi bir mutabakat ara-
lı olacaktır. Bu şekilde, peygamber ve ashabın-
maksızın iktibas ederlerdi. Bu şekilde yazılmış
dan sonraki müfessirler tarafından benimsenen
olan, İmam İbni Cerir et-Taberi2’nin “Cami’ül-
farklı yaklaşımları dinleyicilere açıklamakla kal-
Beyan Tevil’il Kur’an” adlı tefsiri meşhur bir tef-
mayacağım, aynı zamanda bu tür yaklaşımların
sirdir. Aslına bakarsanız, bu tefsir Kur’an’ın er-
karşılaştırmalı ve çözümsel incelemesi için ge-
ken dönem meşhur müfessirlerinin sözle-
rekli olan şeyin ne olduğunu ortaya koymuş ola-
ri ve Kur’an tefsiri ihtiva eden hadislerle dolu-
cağım. Bu nedenle bu türden yapılacak bir çalış-
dur. Okuyucu her bir ayet altında, bu rivayet-
ma, bu yaklaşımların her birinin değerleri ve ku-
lerden ya da ashabın sözlerinden örnekler bula-
surları hakkında bir fikre varmada yardımcı bir
bilir. Ama neyin doğru neyin uydurma olduğu-
girişim olacaktır.
nu ayırt edebilmek neredeyse imkansız gibidir.
Tarih boyunca yazılmış tefsirleri incelersek dört farklı düşünce ekolüne ait tefsir türüyle karşılaşırız. Şimdi teker teker Kur’ani tefsir üsluplarını ve bu dört düşünce ekolünü sizlere açıklamak 1
Islahi, 15 Aralık 1951 tarihinde, Pencap Üniversitesi’nin
Taberi’den sonra yazılmış tefsirler, az ya da çok onun yazdıklarını tekrar etmişlerdir. Bir mumun başka bir muma ışığını vermesi gibi bu tefsir de diğer tefsirlere ışığını vermiştir. Okuyucu, müteakip dönemlerde yazılmış tefsirlerin Taberi’nin tefsirinin kısaltılmış versiyonu olduğunu hemen
yüksek lisans öğrencilerine “Kur’an Tefsirinin İlkeleri”ni anlatması için davet edildi. Bu konuşma, birkaç küçük
142
2
Ebu Cafer, Muhammed İbni Cerir et-Taberi (ö.310/923)
değişiklikle birlikte www.mountly-renaissance.com
–Tarih el-Taberi ve Cami el-Beyan- eserleriyle bilinen,
adresinde verilmiştir.
tanınmış din alimi ve tarihçidir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
fark edecektir. Hatta İbn-i Kesir’in meşhur tefsiri
cesini ve görüşlerini benimsemiş, onlardan et-
bile Taberi’nin tefsirinden meydana gelmiştir di-
kilenmiş kişilerdir. Yunan felsefesi altında yeni
yebiliriz.
bir söylem geliştirmiş, kendi uydurdukları fikirleri kanıtlamak adına Kur’an’ın anlamını eğip-
Kelam Ehlinin Yaklaşımı
bükmüş ve kelama dayalı çelişkiler yumağına dalmış ve bu yüzden başka tüm gerçeklere ku-
Müslümanlar, toprakları genişledikçe ve Arap ol-
laklarını tıkamış kelam ehli gibi, modernistler de
mayan milletlerle irtibata geçince, o bölgelerde-
Batı ideolojisinin etkisi altına girdi ve Batı ideo-
ki moda olan felsefe ve akademik bilgi kolları-
lojisiyle Kur’an mesajını aynı potada eritebilmek
nın etkisine maruz kaldılar. Sonuç olarak, dün-
adına, acımasızca, Kur’an’ın anlamını çarpıttılar.
ya görüşleri çok çabuk değişikliğe uğramaya
Ülkemizde, bu hareketin öncüsü Seyyid Ahmet
başladı. İşte “kelam ilmi” bu sonucun en çarpı-
Han3’dan sonra bu akım, yuvarlanan bir karto-
cı örneğidir. Kelam ilmi, dalga dalga yeni düşün-
pu gibi büyümeye devam etti. Bu akımın ne za-
ce ekolleri ortaya çıkardı. Bu ilmin temsilcileri
man son bulacağını ve Allah’ın kitabının ne za-
Kur’an tefsirleri yazarak görüşlerini halka tanıt-
man, böyle ben-merkezci ve cahil insanların sal-
maya çalıştılar. Karşılaştıkları felsefelerden ve il-
dırılarından uzak kalacağını Allah bilir.
ginç ilim dallarından elde ettikleri görüşler doğrultusunda zaman harcarlarken, neredeyse hiç Kur’an tefsiri kaleme almadılar. Bu şekilde yazıl-
Bu Üç Yaklaşımın Eleştirisi
mış tefsirler arasında iki tefsir, Müslümanlar ara-
Şimdi, doğaları gereği var olan hatalarına dikkat
sında büyük ün kazandı ve “yaygın şekilde ka-
çekmek için bu yaklaşımları eleştireceğim.
bul” gördü. Bunlar Zemahşeri’nin El-Keşşaf ve Razi’nin Tefsir-i Kebir adlı eserleridir. “Keşşaf” Mutezile’nin sözcülüğünü yaparken, “Tefsir-i Kebir” ise Eşarilerin sözcülüğünü yapmaktaydı. Geleneksel müfessirler arasında İbni Cerir’in tefsiri ne ise “Keşşaf” ve “Tefsir-i Kebir” de kelam ehli arasında aynı yere sahiptir. Onlardan sonra kim bu şekilde bir tefsir yazmak istediyse, sadece onların adımlarını takip etmişlerdir.
Mukallitlerin Yaklaşımı Mukallitlerden kastım, dört mezhep ya da onların ardından gidenler değil, Kur’an tefsiri yazarken yalnızca seleflerini takip eden müfessirlerdir. Örneğin İbni Cerir’den, Zemahşeri’den ve Razi’den sonra yazılan tefsirlerin çoğu, ya onların düşünceleri kopya edilerek ya da onların kısaltılmış versiyonu yazılarak onları takip etmiştir. Yani onlardan, varsa bile sadece birkaçı, bağımsız temellere dayalı bir şekilde yazılmıştır. Bu durum öyle bir boyuta ulaştı ki, neredeyse meşhur bir müfessiri taklit ederek bir tefsir yazmak, sonraki nesillerin müfessirleri için “olmazsa olmaz kural” haline geldi.
Modernistlerin Yaklaşımı Modernistlerden kastım, modern Batı düşün-
Muhaddislerin yaklaşımından başlayalım. Hiç şüphe yok ki tefsir yazarken en güvenli ve hayırlı yaklaşım budur. Böyle bir tefsirin en çekici özelliği, peygamberden gelen rivayetlerin, ashabın sözlerinin ve ilk dönem müfessirlerinin sözlerinin bize ulaşabiliyor olmasıdır. Herkes bilir ki kimse ashabın anladığı gibi Kur’an’ı anlayamaz. Onların sonraki nesillere, Kur’an’ın anlamını aktarma-açıklama gibi bir ayrıcalıkları vardır. Dünyada kim, onların Kur’an anlayışından daha doğru ve uygun bir tefsiri ortaya koyabileceğini iddia edebilir ki? Fakat müfessirlerin bu tefsir anlayışı ve yaklaşım biçimleri bazı belli başlı problemler ihtiva ediyor. Bu problemler öylesine aşikar ki, kimse bunları inkar edemez. Örneğin: 1. Kur’an tefsiri hakkında, peygamberin sadece sınırlı sayıda merfu rivayetleri vardır. Bir de bu konuda güvenilir bir şekilde ashaba atfedilmiş sadece birkaç hadis vardır. Bu yaklaşım altında yazılmış tefsirler genellikle sonraki dönemde yazılan müfessirlerin-alimlerin sözleriyle doludur. Bu tefsirlerdeki sözler kesin bilgi olarak ele alınamaz. Sağlıklı delillere dayanmadığından dolayı, kimsenin mutabık olamadığı bir şeye ke3
Hintli meşhur din alimi, eğitimci ve devlet adamıdır. Müslümanlar arasında modern eğitimin gerçekleşmesi hareketine öncülük etti –bu konuda önemli bir başarı kazandı. 1898 yılında öldü.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
143
sin bilgi olarak bakılmayacağı su götürmez bir
sefi fikirlerle aynı hizada-uyumlu olduğunu gös-
gerçektir.
termeye çalışmalarıydı. Sonuç olarak, ne zaman
2. Muhaddis tefsirciler, Kur’an tefsiri hakkında rivayet toplarken ve bunu iletirken, bizzat kendileri etraflı bir inceleme yapamadıklarını ifade etmişlerdir. Ahmet bin Hanbel net bir şekilde bu rivayetlerin asılsızlığını dile getirmiştir. Ve herkes bu konuda onun kararının ne kadar önemli olduğunu bilir. Özetleyecek olursak, bu şekilde yazılmış tefsirler böylesine asılsız rivayetlerle doludur ve doğru olanı, uydurulmuş olandan ayırmanın objektif bir ölçütü yoktur.
ön yargılı felsefi düşüncelerinde ve Kur’an arasında uyuşmazlık olsa onlar, Kur’an ayetlerine öncelik vermek yerine, kendi fikirleriyle uyumlu hale getirmek amacıyla Kur’an mesajını çarpıtmaktan kaçınmazlardı. Bir de onlar, İslam’ın ilk dönem alimlerine atfedilen sözler arasından az da olsa seçim yaparlar, ama bu sözler kendi fikirleriyle çeliştiği takdirde görmezden gelirlerdi. Bu türden pek çok örnek, Razi’nin tefsirinde bulunabilir. O, Eşarilerin görüşlerinin sağlamlığını göstermek için, Kur’an kendisini yalanlasa
3. Akademik, ciddi bir tetkik sonucu doğru olmayanı, doğru olandan ayırt etsek bile, Kur’an tefsiri yazarken bu şekilde ayırt edilmiş sağlam rivayetleri, mutlak surette delil olarak kabul edemeyiz. Yani bu rivayetler Kur’an tefsirinde “son söz statüsünde” değerlendirilemez. Mantıklı olan şudur ki, ne kadar araştırma yaparsak yapalım, bu rivayetler tamamen şüphe unsurundan arındırılamaz. Bir tefsirde bu rivayetleri kesin bir bilgi olarak kullanmak, Kur’an’ın kesinliğine telafisi mümkün olmayan zararlar verebilir.
bile fikirlerinden caymaz. Çünkü onun bu bakış açısı kesin, rasyonel delillere dayalıdır. Ve ayrıca Kur’an mesajı, kesinlikten yoksun sözlü aktarım yoluyla yayılmış delillere dayanmaktadır. Bu ön koşul ile Kur’an’ın statüsü geri bir pozisyona, yani ilahi bir kitaptan daha çok, sıradan bir kitap konumuna çekilmiş olmaktadır. “Kur’an tek başına yol göstermez, ancak kelam ehlinin görüşleriyle yol gösterebilir.” Bu ilahi kitaba saygısızlık değil de nedir?
Bu bizim için tamamen kabul edilemez bir şey-
Mukallitlerin yaklaşımında da, mezhepleri takip
dir. Bu rivayetler, bir tefsirde yalnızca destekleyi-
edenlerinkine benzer hatalar vardır. Selef fakih-
ci argüman ya da doğrulayıcı kanıt olarak kulla-
ler, kendi başlarına Kur’an ve sünnet hakkında
nılabilir. Ama bu konuda sadece ve sadece bun-
en büyük merci, mutlak otorite olmadığı için se-
lara güvenemeyiz.
lefi müfessirler de Kur’an tefsiri bağlamında her-
4. Bu yaklaşımla yazılan tefsirlerde, genellik-
hangi bir özel statüye sahip değillerdir.
le her bir ayet altında birden çok rivayet olabi-
Akli (rasyonel) ve nakli (metne dayalı) deliller-
liyor. Bu da, ilk müfessirin vermiş olduğu delil-
le bildirilmedikçe hiçbir şey, sadece bazı ilk dö-
leri tanımlayıp-değerlendirmeden yapılmakta-
nem müfessirler savundu diye doğru kabul edi-
dır. Sık sık bu rivayetler birbirleriyle çelişmekte-
lemez. İbni Cerir’in ve Razi’nin tefsirinde savu-
dir. Şurası kesin ki, bu tarz bir tefsir kabul edi-
nulan her şey objektif bir değerlendirmeye tabi
lemez. Kur’an, mesajı itibariyle “tek anlamlı”dır.
tutulabilir. Onların sübjektif iddiaları, hiç şüphe-
Belli bir meselede tutarsız görüşler ona mal edi-
siz yazdıklarını geçerli kılamaz. Yazdıklarının ge-
lemez. Bu nedenle, genel anlama, metne ve ha-
çerliliğini tasdik etmeden önce, teste tabi tutul-
lihazırdaki delillere uyan hadisler ve sözler önem
maları gerekmektedir.
arz etmektedir. Aksi takdirde, Kur’an’ın mesajı itibariyle tek sesli olduğuna inanmak hüsnü ku-
Aynı sorun modernistlerde de vardır. Tek fark,
runtudan başka bir şey olmayacaktır.
kelamcılar görüşlerini Yunan felsefesi altın-
Şimdi Kur’an’ın kelami tefsirlerine dönelim. Ke-
ni Batı düşüncelerinin etkisinde geliştirdiler. Bu-
lam ehlinin yaklaşımındaki en büyük hata,
nunla birlikte, kendi düşüncelerini halka ulaş-
Kur’an hakkındaki çalışmalarında felsefi fikirleri-
tırırken, önyargılı fikirlerini Kur’an’la aynı hiza-
nin mutlak doğru olduğuna dair zanlarında hak-
ya sokmak için, Kur’an mesajını çarpıtmakta bir
lı olduklarına inanmalarıydı. Onlara göre, akade-
sakınca görmediler. Hindistan’da Seyyid Han ve
mik çabalarının doruk noktası, Kur’an’ın bu fel-
Mısır’da Tantavi modernist hareketin İslam dün-
144
da ifade ederlerken, modernistler ideolojileri-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
yasına damgasını vuran iki etkin örneğidir. Bazı
bunlar art arda kullanılmalıdır. Art arda kullanıl-
yönlerden bu hareket, kelam ehlinden daha kö-
dıkları takdirde tefsire kesinlik ve doğruluk ka-
tüdür. Yaklaşımlarındaki pek çok hataya rağmen
zandırırlar. Başka bir şekilde onları ayrı ayrı kul-
kelam ehli, gramer ve dilin köklü prensipleri ile
lanmak, bu yöntemin bize sağlayacağı “Kur’an
Kur’an’ı tefsir etmeye çalışıyorlardı. Hiç olmazsa
kesinliği”ni bozacaktır.
onlar, Kur’an’ı tefsir ederken mütevatir sünnetle çatışmaya cesaret edemiyorlardı. Mantığa aykırı gibi görünse de modernistler, nakli tefsirin bü-
1. Kur’an’ın Dili
tün köklü ilkelerini öylesine küstahça yoksaydı-
Birinci kaynak, Kur’an’ın nazil olduğu dildir.
lar ki, takipçilerini cahil ve bilinçsiz yerine koy-
Arapça derken, günümüzde konuşulan ve ya-
dular. Açıkçası onların sözüm ona, tefsirlerine
zılan Arapçayı kast etmiyorum. Kur’an dilinin,
tefsir demek hiç doğru değildir. Aslında bu tef-
günümüz Arapçasıyla ilişkisi çok fazla değildir.
sirler dinle alay ediyor gibiler.
Kur’an’ın nazil olduğu Arapça, ne bu bölge yazarları tarafından kaleme alınan eserlerde ne de
Doğru Tefsir Yaklaşımı
Mısır’da, Suriye’de yayınlanan gazetelerde bu-
Şimdi doğru bulduğum Kur’an tefsir metodunu
nin Arap şairlerinin şiirlerine; İmru’l-Kays, Lebid,
sizlerle paylaşacağım. Bu yaklaşım hem akılla
Züheyr, Amr bin Kulsum, Haris bin Hiliza gibi şa-
hem de bize ulaşan nakli delillerle uygunluk arz
irlere müracaat etmeliyiz.
ediyor. Aynı zamanda bence, ilk dönem alimlerin tefsir yazarken takip ettikleri yöntem de bu ol-
lunabilir. Kur’an dili için biz, cahiliye dönemi-
Deyimleri anlamak, ifade şekillerine vakıf olmak,
muştur.
belli bir yazı parçasının artı ve eksikleri için yapı-
Bu yaklaşım iki kategoriye ayrılabilecek kaynak-
lagat tarzını anlamak için onların tarihlerine dair
lara dayanır ve onlardan oluşur:
göndermelerini ve başka başka izleri hakkın-
lan kriterleri özümsemek, ifadelerin yanı sıra be-
Birincisi, tamamen kesin ve kuşkuları ortadan kaldırabilen kaynaklardır. Bunlar geçerlilikleri hakkında en ufak şüphe barındırmazlar. Tefsir yazarken, bu kaynaklar her durumda rehber olarak alınmalıdır. Yine de bu şekilde yazılmış bir tefsir hatasız kabul edilmemelidir. Çünkü insanın her zaman hata yapabileceği gerçeği, netice itibariyle göz ardı edilemez. İkincisi, kesin olmayan (zanni) kaynaklar kategorisidir. İçlerindeki şüphe unsuru yüzünden mutlak surette güvenilmemesi gerekmekle birlikte, Kur’an tefsirinde yardımcı kaynaklardır. Kur’an’ın ışığında kullanılmaları gerekmektedir. Yani aralarında herhangi bir fark ortaya çıkarsa, Kur’an metni daima öncelik hakkına sahip olmalıdır. Onlar, tefsir sürecinde destek sağlamada akla yatkın bir duruma ulaşmak için, Kur’an’a uymalıdırlar.
da iyi bir temel oluşturmak ve dilde güvenilir olmayanı, güvenilir olandan ayırt edebilmek için Arapçada ehil olmamız gerekecektir. Şüphesiz, dilde böyle bir ehliyet-liyakat kazanmak hiç de kolay değildir. Allah’ın kelamını anlamak isteyenlerin, ilahi metni anlayıp kavrayabilmek için bu kabiliyete ulaşmaktan başka bir alternatifi olamaz. Böyle bir niyeti olan insanlar, erken dönem çevirilerinden ve tefsirlerden elde ettikleri yazılara kendilerini hapsetmemelidirler. Maruf kullanıma uygun olarak Kur’an metninde var olan her şeyi; deyimi, kelimeyi tefsir etmek onların üzerine bir görevdir. Nadir olan anlamlarıyla onları tefsir etmek çok büyük bir hatadır. Böyle bir şeyden ne pahasına olursa olsun kaçınmalıyız. Kur’an Arapçasının maruf bir söylemle vahyedildiği inkar edilemez bir gerçektir. Kur’an’da bir deyimin ya da kelimenin nadir kullanımına rastlayamayız. Bu gerçeği göz önünde bulundurmayanlar, bazen Kur’an’ın belli bir bölümünü, bir
I- Kesin Kaynaklar Kur’an, tefsir edilirken mutlak şekilde kesin olan dört kaynak vardır. Şimdi her birini ayrı ayrı açıklamaya çalışacağım ama Kur’an tefsirinde
kelimenin ya da deyimin nadir kullanımına göre tefsir ederler. Bu hata, maruf kullanıma göre yorumlanmayan ayetler haricinde büyük sonuçlar oluşturmazlar. Fakat bazen büyük kayıplara neden olurlar. Pek çok sapkın mezhepler orta-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
145
ya çıkmış ve şaz kullanıma göre Kur’an ayetleri-
belagat üslubunu ölçmede kullanmak maksadıy-
ni yorumlayarak bu yorumlarına sıkı sıkıya bağ-
la ellerinden geleni yaptılar. Fakat onlar çıktıkları
lanmışlardır. Bu şekilde Müslümanları yok etmek
bu yolculukta hiç de başarıya ulaşamadılar. Ya-
için giriştikleri sinsi propagandalarını destekle-
pabildikleri tek şey, bu teknikle Arapça şiirini tek
mek için büyük destek veriyorlardı. Bunların ta-
bir şekle sokabilmek olmuştur. Yani ikisini kay-
rihlerine şöyle bir göz atarsak, Kur’an’ı bu şekil-
naştırabilmek olmuştur. Arap şiirinin kaynağı ve
de tefsir etmelerinin hatası hakkında hiçbir şüp-
Yunan şiirinin tamamen farklı bilgi kaynağı göz
he kalmaz.
önünde bulundurulursa, bu alandaki başarıların
Kur’an’ın nahiv alanında, dilbilgisi alimlerinin eserlerinde yazmış olduklarını taklit etmek yerine Arap dilinin bu zengin kaynağına müracaat etmek daha güvenilirdir.
da sınırlı olduğu görülecektir. Bu kitaplarda yapılabilecek tek şey, olsa olsa, Arap şiirinin bazı inceliklerini takdir edebilmek olacaktır. Hepsi bu! Demek istediğimiz, bu tür kitapların yardımıyla Kur’an’ın belagat inceliklerinin farkına varıp an-
Dilbilgisi alimleri, kendi eserlerindeki yetersizlikleri yüzünden nadir anlamları, pek çok maruf kullanıma dahil etmişlerdir. Kur’an Arapçasının, günlük dildeki maruf kullanımına uygun bir şekilde vahyedildiği gerçeğini göz önünde bulundurursak, Kur’an’ın nadir kullanım şekillerini ihtiva etmediği sonucuna varabiliriz. Üstadım İmam Ferahi, engin birikimiyle, dilbilimcilerin nadir kullanımlar listesine dahil ettiği pek çok kelimenin aslında, maruf kullanım olduğunu ortaya koymuştur. Bu araştırma, nadir kullanım oranını azaltırken maruf kullanım listesini genişletmek için bir girişim değil elbette. Bilakis Kur’an tefsir sürecine, yani Kur’an ayetlerinin gerçek manasını tamamlamada büyük et-
layabilmemiz mümkün değildir. Bunlar böyle bir beceriden fersah fersah uzaktadırlar. Bunlar bırakalım faydayı, Kur’an’ı anlamada bizleri yanlış yola bile sevk edebilirler! Kur’an, ilahi vahiy toprağından filizlenmiş ve oldukça belagatli, düşünce ve duygularını rahatça ifade edebilen Arapların ellerinde büyümüş, gelişmiştir. Gürül gürül akan bir ırmağın dalgalarından daha güçlü akan ve Arap yarımadasında bir şimşeğin hızından ve gücünden daha hızlı çarpan bir kitap… Mevcut, yetersiz bilgi temelleriyle böle bir kitabın özelliklerini ölçüp biçmek, bir mimarın ölçeği ile gökyüzünün genişliğini ölçmeye çalışmak gibi bir şeydir.
kiler sunuyor. Böyle bir çalışmayı sadece akade-
Şimdi, üstadım Hamiduddin Ferahi’nin Kur’an
mik bir merak olarak değerlendirmek yanlış ola-
belagati hakkında yazdığı “Cemheretü’l-
caktır.
Belaga”nın basıldığını söylemek istiyorum. Bu
Dile ait bilimler arasında, belagat ilmiyle uğraşmalıyız. Çünkü biz Müslümanlar, Kur’an’ın dil olarak mucizevi olduğunu ve onun belagatini göz önüne aldığımızda tamamen eşsiz olduğunu savunuyoruz. Zaten Kur’an’ın bu mucizevi özelliğini herkes fark ediyor. Maalesef, belagat ilminin öyle kolay anlaşılmayan yönlerini bize anlatabilecek düzgün bir eser yok. Belagat ilmi hakkında yazılmış kitaplar var. Ama bu kitaplar Antik Yunanistan’dan ihraç edilmiş bilgi temelli belagat kitaplarıdır. Bunlar Yunan edebiyatının belagatini ölçmek için kullanılabilir. Ama Kur’an belagatini tanımada kullanılamaz. Kur’an belagatini anlayıp tanımada bu bilgileri kriter olarak kullanmak, altın tartmak için dizayn edilmiş bir tartıyı kömür tartmak için kullanmaya benzer. Dil-
kitapta yazar, belagat ilminde şimdiye kadar ortaya çıkmış edebiyattaki belagat üslubuna işaret ediyor ve Kur’an belagatinin inceliklerini ölçmede, edebiyat için kullanılmakta olan belagat üslubunun geçersizliğine dikkat çekiyor. Yazar, aynı zamanda Kur’an belagatini ölçerken gözlemlediği doğru ilkelerin neler olduğunu anlatıyor. Şimdi yapılması gereken, İmam Ferahi tarafından tanımlanan ilkeleri pekiştiren örnekler bulabilmek amacıyla Arap edebiyatını ve Kur’an’ı derinlemesine okumak. Bu şekilde, belagatle ilgilenen öğrenciler onun çabalarından maksimum fayda elde edebilirler. Allah’a şükür ki, bu tür çalışmalara yönelen insanlara, faydalı olacak eserler gittikçe artarak yayınlanıyor.
bilgisi alimlerimiz ihraç ettikleri bu belagat bilgi-
2. Kur’an’ın Nazmı
lerini, Arapçadaki bir metnin ya da konuşmanın
Kur’an’ı tefsir ederken bize yardım edecek ve
146
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bize doğru anlamı vermede kılavuzluk edecek kaynak, Kur’an’ın nazmıdır. Nazım, Kur’an’ın her bir suresinin belli bir konusu olduğu ve bütün ayetlerinin bir mantık içinde birbiriyle bağlantılı ve bir konu etrafında, bir ağ gibi birbiriyle örülmüş olduğu anlamına gelir. Bu “konu” (umud) etrafında, ayetlerin sürekli ve dikkatli bir tetkiki yapıldığında ve birbiriyle bağlantısı ortaya çıktığında sureler; birbirinden bağımsız, kopuk kopuk ayetler yığını olarak kalmaz, birbiriyle bağlantılı bütün bir parça olarak görülmeye başlar. Kur’an’ı bu şekilde anlayabilmek için her bir surenin nazmını çözmek, sureye başlamadan önce yapılması gereken en öncelikli şeydir. Surenin nazmı keşfedilmediği sürece; ne surenin gerçek değeri, ne onun altında yatan hikmet anlaşılabilir ve ne de ayetlerin birbiriyle bağıntısına göre bir tefsire ulaşmak mümkün olabilir. Kuşkusuz bu, çok zor bir görev ve belki de müfessirlerimiz bu meseleye çok az ehemmiyet gösterdiler. Bu bağlamda bir şey yapmak isteyenler marjinal çabalara giriştiler, bu nedenle bu konuda somut neticeler elde edemediler. Aslında onların, bir surenin ayetleri hakkında ortaya koydukları ilişki türü çok yüzeysel görünüyor. Bu türden bir bağıntı-ilişki her ne kadar farklı farklı olsalar da, bir metnin herhangi bir parçası arasında da görülebilir. Biz, Kur’an nazmından bahsederken, bu türden bir ilişkiyi kastetmiyoruz. Aksine, demek istediğimiz nazım türü, yüce bir metinde ve çok sağlam söylemde bulunabilir. Bunun yansımasını İmam Hamiduddin’in tefsirinde görebiliyoruz. Müfessirler Kur’an’ın bu yönüne çok az ehemmiyet verdiklerinden (aslında bazıları çözemedikleri hususları tutarsızlık olarak adlandırmışlardır) pek çok insan, Kur’an’da nazım arayışını beyhude olarak görmektedir. Böyle bir çabaya girişmek, onlara göre “boşa kürek çekmek” demektir. Aynı zamanda bu tür insanlar, Kur’an’ın farklı farklı ahlaki ve dini emirlerle dolu olduğunu, bu gerçeği akılda tutarak Kur’an okumamız gerektiğini iddia etmektedirler. Şu gerçek ki, sayıları oldukça fazla olan bu türden insanlar, Kur’an’daki nazmı keşfetmeyi amaçlamış bir çabayı fark edip anlayamazlar. İlk başta yapılaması gereken iş, Kur’an’ın bu özelliği hakkında insanları eğitmek. Bu nedenle, meselenin düzgünce anlaşılması için elimden geldiğince anlaşılır ve ikna edici bir tarzda, nazmın kon-
septini açıklamaya çalışacağım. 1. Bu konuda evvela, nazım düşüncesinin yeni bir şey olduğu yanlış fikrinden vazgeçilmelidir. Pek çok alim Kur’an’ın nazımla bezeli olduğunu ifade etmiştir. Aslında bazıları Kur’an nazmı hakkında özel-seçkin eserler kaleme almışlardır. Allame Ebu Cafer Şeyh Ebu Hayan, Kur’an nazmı hakkında özel bir eser kaleme almıştır. Eserin adı, “Kur’an Surelerinin Dizilişindeki Bağlantıların Delilleri”dir. Ve çağdaş yazarlardan Şeyh Burhaneddin Baki’nin kitabının adı, “Surelerin ve Ayetlerin Dizilişinde İncilerin Çeşitliliği”dir. İmam Suyuti de sadece Kur’an’ın nazmını dile getirmeyip, aynı zamanda onun mucizevi yönlerini tartıştığı kitabı da bu konudaki başka bir eserdir. O, aşağıdaki sözlerinde, Kur’an nazmının önemini anlatıyor: “Ayetlerin bağıntısını keşfetme, asil bir ilimdir. Müfessirler onun anlaşılması güç doğasıyla çok az ilgilenmişlerdir. İmam Razi Kur’an’ın nazmına çok fazla ilgi göstermiştir. Ona göre Kur’an’ın incelikleri, Kur’an’ın ayetlerinin birbiriyle bağıntısında ve dizilişinde gizlidir.” Şüphesiz, Razi Kur’an nazmı meselesine özel bir dikkat göstermiştir. Ama çabaları pek verimli olmamıştır. Çünkü Kur’an nazmını çözmek için gereken enerji ve zamanı, onun gibi faal bir yazar ayıramamıştır. Onun için bu meselenin ne kadar önemli olduğunu tefsirinde kaleme aldığı yorumlarında görebiliyoruz. Razi Fussilet suresi 44. ayeti tefsir ederken, şunları yazar: Bazıları, surenin “Eğer Kur’an Arapça dışında başka bir lisanda indirilseydi, daha iyi olurdu.” diyerek alay eden kimi insanlara, cevaben nazil olduğunu söylerler. Kanaatimce, böyle bir şey söylemek büyük bir adaletsizliktir. Onların sözlerindeki ima, Kur’an ayetleri arasında bir ilişki olmadığına dair iddialarıdır. Böyle bir şey, Kur’an’a haksızlık eden bir sözdür. Bu sözü göz önüne aldığımızda, bırakalım mucizevi bir kitap olduğunu iddia etmeyi, kendi içinde uyumlu bir kitap olduğunu iddia etmek bile mümkün değildir. Benim bu sure hakkındaki görüşüm, onun başından sonuna kadar tutarlı bir hitap olduğu yönündedir. Bunun ardından, Razi hemen hemen on dokuz
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
147
satır boyunca Kur’an tefsirine devam ediyor ve
nın önemli bir örneğidir. Bu da nazmın, Kur’an’ın
sonra diyor ki:
hitabının vazgeçilmez bir özelliği olduğunu or-
“Gerçeği inkara kalkışmayan her dürüst insan şunu kabul edecektir ki, bu sure bizim yaptığımız gibi tefsir edildiğinde, bütüncüllüğü içinde tek bir hedefe yönelen ve tek bir konuyla ilgilenen birbiriyle ilintili bir hitap gibi görünüyor.” Bu konuda, önemli bir başka kişilik de Allame Makdum Maha’imi’dir. Genel olarak “tefsir Maha’imi” olarak da bilinen, “Tebsir el-Rahman ve Teysir al-Mennan” adlı tefsiri kaleme almıştır. Bu tefsirinde o, Kur’an nazmını belirleyebilmek için elinden geleni yapmıştır. Bu gayretlerinde başarılı olup olmadığını sorgulamak gerekir. Eğer başarılıysa, ne ölçüde başarılı olmuştur? Onun düşünce ekolünden bir başka alim ise “Allame Veliüddin Malvi”dir. Kur’an nazmı hakkında şöyle der:
na bilerek değinmedim. Çünkü o, az önce değindiğim iki saygın alimden farklı bir duruma sahip. O, çeşitli ifadelerinde de belirttiği gibi, Kur’an nazmının gerekliliğine ve ağır basan önemine kani olmuş gözükmektedir. O, Kur’an’ın bu kendine özgü özelliği konusunda somut sonuçlara gitmese de çoğunlukla nazmın ışığında tefsir etmeye çalışmıştır. Nazmın önemi ve gerekliliğini düşünmelerine rağmen Kur’an’ın ondan yoksun olduğunu iddia edenler, bu konuda çok zayıf argümanlar sunmuşlardır. Nasıl bu argümanlarla kendilerini ikna edebiliyorlar, anlayamıyorum. Onlar, Kur’an’ın şartlara göre peyderpey-aşama aşama nazil olduğunu söylerler. Bu inkar edilemez gerçek göz önüne alınırsa Kur’an, onların savunduklarına
“Mademki Kur’an tedricen nazil oldu, o yüzden Kur’an’da nazım aramaya çalışmak boşunadır.” diyenler yanılmaktadır. Kur’an’ın peyderpey nüzulü hakkında hiç şüphe yoktur. Fakat aynı şekilde su götürmez hakikat şu ki, gerçek hikmet onun şu anki düzenlenmiş halinde görülebilir. Sanırım bu açıklamalar, Ferahi’nin ve onun gibi düşünenlerin, Kur’an’ın bu özelliğini ortaya koymada yalnız olmadıklarını kanıtlamak için yeterlidir. Gerçekten de nazmın varlığını gözlemleyebilmiş ve onun hakkında düşüncelerini dile getirmiş başka başka insanlar da vardır. 2. Bir diğer önemli gerçek de şu dur ki, nazmı yok sayan alimler bile bir konuşma-hitap için onun önemini hissetmeden edememişlerdir. Bu nedenle, bir anlam yerine alternatif diğer bir anlama öncelik verdiklerinde, konteksti (ifadenin genel anlamını) savunmuşlardır. Şu açıktır ki, bir delil olarak konteksti kullanmak, bir bütünün parçalarının anlamlı bir şekilde birbiriyle bağlantılı olmasını gerektirir. Meşhur tefsirler arasında, Taberi’nin ve Zemahşeri’ nin tefsirleri bu konuda iki seçkin örnektir. Pek çok defa onların ikisi de, Kur’an’ın nazmıyla yakınlığa sahip yorumlar arasından nazma yakın yorumu tercih etmişlerdir. Bu, onların Kur’an nazmını tamamıyla ortaya çıkarmamalarına rağmen, belli bir ayet tefsiri hakkında karar verirken, nazmı kullandıkları-
148
taya seriyor. Burada İmam Razi’nin bakış açısı-
göre tutarlı ve tertipli bir kitap olamazmış! Gerçek şu ki, bir kerede vahyedilen uzun surelerin bazıları ve kısa surelerin çoğu, bu argümanlarını çürütür niteliktedir. Neden mi? Çünkü onlar, en azından bu surelere bakıp, aşama aşama nazil olmuş surelerin doğal olarak dağınık bir hitap (onlara göre) olduğunu iddia edemezler. Bu gerçek üzerine İmam Razi, az önce iktibas ettiğimiz soruyu sormuştur. Bana göre Kur’an’ın nazım özelliğini yalanlamayok saymaları için hiçbir mantıklı sebep yoktur. Bu inkar, belki de Kur’an’ın kutsallığı hakkındaki endişelerinden kaynaklanmaktadır. Belki de onlar, eğer bu bakış açısını kabul ederlerse, Kur’an’ı tefsir ederken her adımda nazmı ifşa etmek, açıklamak zorunda kalacaklarını düşünmüş olabilirler. Yani bu uğurda yapılacak bir hata Kur’an’ın kutsallığına ve İslam ümmetine tamiri zor zararlar verebilir. Nazmı yok sayma sebepleri bu olsa gerek. Onların böyle bir amacı elbette övgüye değer ama bu şekilde pek çok çözülemez problemlere sebep oldular. Aslında ümmete verdikleri zarar, olmasından korktukları potansiyel zarardan çok daha büyük olmuştur. Onlar nazmı tanımlamada, uygun gördükleri yerde çekinmeden bunu yapmalıydılar. Uygun görmedikleri yerde, kendi yetersizlikleri yüzünden kutsal kitabımızı lekelemeden kifayetsizliklerini itiraf etmeliydiler.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
3. Kur’an surelerinin-ayetlerinin sıralanışını ve kıssaları tetkik edenler, Kur’an tedrici şekilde nazil olmasına rağmen, peygamberimizin Kur’an ayetlerinin sıralanışına karar veren kişi olduğunu inkar edemezler. Her ne zaman vahiy gelse o, Kur’an katiplerine talimatlar vererek, o ayetleri belli bir surede belli bir yere koymalarını isterdi. Katipler de Resulün takdir ettiği şekilde peygamberin gözetiminde yazarlardı. Bu yüzden, Kur’an’ın düzeninin (sure-ayet dizilişi) peygamberin buyurduğu şekilde yapıldığına dair İslam ümmetinde fikir birliği vardır. Kur’an gelişi güzel ayetler yığınıysa, neden Kur’an ayetlerinin belli yerlere konulmasını emretmiştir. Herhangi bir vahiy sonrası planlı bir düzenleme olmasaydı, ayetleri en iyi sıralama-düzenleme yöntemi, kronolojik düzenleme olurdu. Nazil olan her vahiy, düşünülmeden, bir önceki vahyin yanına yerleştirilirdi. Bu yüzden, sorun şu ki neden vahiy için yeni bir düzenlemeye-sıralanışa ihtiyaç duyuldu. Bu sorunun tek bir cevabı olabilir. Bu yeni düzene koyma işi, anlamlı bir içi bağlantı temelli olması ve Kur’an’ın anlamlı bir şekilde bağlantılı olmasıyla açıklanabilir. Yukarda Allame Malvi’den
nun başka bir ikna edici delilidir. Demek istiyorum ki, neden bütün Kur’an kopyaları, herhangi bir değişiklik söz konusu olmadan, aynı düzene sahip surelerden oluşmaktadır. Eğer bu düzen, Kur’an’ın düzenleniş ve bir araya getiriliş şeklinin ilahi iradenin bir parçası olmasaydı, herhangi bir değişiklik yapmamak hususunda bu kadar sıkı sıkıya bağlı olunmazdı. Hiç olmazsa bu değişiklik, surelerin boyutlarına göre ayarlanırdı. Fakat böyle bir şey söz konusu olmamıştır. Örneğin Fatiha suresi, aralarında dünyalar kadar fark olmasına rağmen Bakara suresinin önüne konulmuştur. Benzer şekilde Kur’an’ın en küçük suresi olan Kevser suresi, Kur’an’ın uzun sayılabilecek surelerinin önüne konulmuştur. Bir diğer gerçek de, bu surelerin düzeninin, nüzul zamanına göre yapılmamış olmasıdır. Çünkü nüzul zamanına göre kronolojik bir düzenleme yapılsaydı, Alak suresi, Kur’an’ın ilk nüzulü hakkındaki meşhur rivayete uygun olarak ilk sıraya konulması gerekirdi. Fakat herkes onun Kur’an’ın son cüzüne konulduğunu bilir. Bu tür örnekler bizi, halihazırdaki sure düzenlemesi için kronolojik ya
yaptığımız alıntı bu gerçeği işaret ediyor.
da boyut bakımından bir sure düzenlemesinden
Bu bakış açısı, aynı zamanda, önceden verilmiş
ediyor. Çalışmalarımız ve analizlerimize göre, bu
bir emirde değişikliği ya da belli bir hafifletme-
sure düzenlemesi her bir surenin bir diğeriyle
yi ilan eden ayet(ler)in yanına, Allah’ın ilk verdi-
anlamlı bir yakınlığı olduğunu gösteriyor. Burada
ği emri tanımlayan ayet(lerin) konulması gerçe-
biri çıkıp şöyle diyebilir; mademki surelerin sıra-
başka bir sebebi olduğunu düşündürmeye sevk
ği ile desteklenmektedir. Bu hususta, Kur’an’da
lanışı, peygamberin vefatından sonra ashap ta-
birkaç örnek görülebilir.
rafından belirlendi, öyleyse bu düzen arkasında
4. Kur’an’ın surelere ayrılması, Kur’an’ın nazımla bezeli olduğunun güçlü bir kanıtıdır. Eğer nazımdan yoksun olsaydı, neden bu sürelere ayrılma söz konusu olmuş olsun? Her makul insan, eğer hitabında hiçbir anlamlı değişim yoksa ve belli bir konusu yoksa surelere göre Kur’an’ın içeriğinde fark gözetmenin-ayrım yapmanın gereği olmadığını anlayabilir. Nazım olmasaydı, Kur’an, ezber ve rahat okuma amacıyla eşit parçalara taksim edilmesi daha uygun olurdu. Bu böyle olmadığından, bilakis Kur’an’ın içindekilerinin de-
ilahi bir hikmet aramak boşunadır. Bu iddiayı çürütecek sebeplerim var. Evvela, surelerin mevcut düzenlemesi peygamber tarafından kararlaştırılmıştır. İkinci olarak, farz edelim ki bu düzen ashap tarafından belirlendi, surelerin birbiriyle yakınlığı hesaba katılmadan rastgele yapıldığı nasıl saptanabilir. Herkes bilir ki, Tevbe suresinin yeri hususunda bir ihtilaf zuhur ettiğinde, bu mesele, Kur’an’ın nazmı ışığında çözülmüştür. Konusunun, Enfal suresiyle yakınlığından dolayı, bu sureden sonra konulmuştur.
ğişik boyutlarda farklı surelere bölündüğünden,
Bu örneği, “Bu sure düzenlemesi, peygambe-
konularına göre özel bir bütünlüğe sahip olduğu-
rin vefatından sonra ashap tarafından yapılmış-
nu düşünmekten başka neden kalmıyor.
tır.” diyenlerin fikirlerini göz önünde bulundura-
5. Herhangi bir fikir ayrılığı olmadan bütün Kur’an kopyalarında mevcut olan, Kur’an’ın halihazırdaki sure-diziliş şekli, nazmın var olduğu-
rak söyledim. Biz, bu sure düzeninin, Allah’ın talimatlarına göre peygamber tarafından karar verildiğine inanıyoruz. Bu bakış açımız hem Kur’an, hem de hadis rivayetlerinde kanıtlanmıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
149
Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Onu (senin kalbinde) toplamak ve (sana) okutmak bize düşer. O halde sana Kur’an okuduğu-
Kur’an hakkında bu gerçeği anladıktan sonra, nazım ile ilgili pek çok soru cevap bulmuş oluyor.
muz zaman okunuşunu takip et. Sana onu açık-
Üstat Ferahi’nin, Kur’an’ın bizzat içinden tefsir
lamak bize düşer.(75/Kıyamet/17-19)
ederek yaptığı araştırma, ilahi rehberliğe uygun
Üstat Ferahi bu ayeti tefsir ederken şöyle yazmıştır: “Bu ayet tarafından takviye edilmiş üç mesele var. Birincisi, Kur’an, belli bir düzende tamamlandıktan sonra peygambere hayatta iken okunacaktır. Çünkü vefatından sonra bu yapılacak olsaydı, yeniden bir okuma talebini takip etmesi istenmezdi.
şekilde, peygamber hayattayken tamamlanan Kur’an’ın mevcut sure düzeninin şüphelerden münezzeh olduğunu kanıtlıyor. Bununla birlikte, kağıdın az bulunan kaynak olmasından dolayı, uzun bir süre boyunca Kur’an, hafızların kalbine yazıldığı gibi hurma ağacı yapraklarına, kemiklere ve taş tabletlere yazılıyordu. Hz. Ebubekir, peygamber dönemindeki aslına uygun olarak,
İkinci mesele şu ki, peygamberimiz, bu yeni bir okumadan sonra ashabına Kur’an’ı okumakla mükellefti. Bunun aksi yani peygamberin Allah’tan aldığı vahyi, insanlara ulaştırmaktan beri durması, hem nakli hem de akli delillerden dolayı mümkün değildi. Kur’an şöyle buyuruyor:
Kur’an’ı tek ciltte toplayan ilk kişidir. Hz. Osman ise İslam topraklarının farklı önemli bölgelerine yollanması için Kur’an’ı çoğaltan ilk kişidir. 6. Kur’an nazmının başka bir ikna edici delili, Kur’an’ın mükemmel hitabı hakkındaki fikir birliğidir. Nazımdan yoksun bir şey, mükemmel ola-
“Ey elçi, Rabbinden sana indirilenleri tebliğ et.
rak addedilemez. Başka bir deyişle, bir hitabı
Sen onu yapmadığın sürece Rabbinin mesajını
güzelleştiren, süsleyen nazımdır. Onu, bu nazım-
(hiç) yaymamış olursun” (5/Maide/67)
dan yoksun bırakmak, sadece onun edebi özel-
Bu ayet, Allah’tan gelen “yeni-en son okumadan yani levh-i mahfuzda kayıtlı olan” okumadan sonra, peygamberin ashabına Kur’an’ı baştan sona yeniden okumak zorunda olmasını gerekli kılmaktadır.
liklerine zarar vermez, aynı zamanda onun yapısal ve tematik özelliklerinde de tamiri zor kayıplara neden olabilir. İnsanlar genellikle, nazımdan yoksun olan şeylere boş gözüyle bakarlar ve onu incelemek için zaman harcamaktan kaçınırlar. Herkesin malumudur ki, Kur’an Araplar-
Üçüncü mesele şu ki, Allah hangi emri tek tek ayrıntılarıyla belirttiyse ve genelleştirdiyse onu, bu “en son okumadan sonra” ona göre yapmış-
dan, Kur’an’ın bir benzerini getirmeleri konusunda meydan okumuştur. Fakat onlar, belagatin inceliklerine hakim olsalar da, edebiyatta iddiaları
tır.
hayli fazla olsa da, Kur’an’ınkine benzer küçücük
Kur’an, peygamber döneminde bütün bu evre-
diği bu mükemmel durumu göz önünde bulun-
lerden geçti. Herkes bilir ki peygamber, insanla-
durarak yapılacak ilk iş, Kur’an nazmına yoğun-
ra, Kur’an’ın bütün surelerini baştan sona oku-
laşmamız olacaktır. Kur’an nazımla bezelidir. Bu
du ve bu, eğer Kur’an belli bir düzen içinde,
yüzden, Kur’an farklı farklı ayetler yığını olarak
peygambere okunmamışsa, böyle bir şey na-
görülmemiş, belagatli Arapları bu nedenle büyü-
sıl mümkün olabilirdi ki? Ashap, bu sure düzeni-
lemiştir.
bir sureyi bile getirememişlerdir. Kur’an’ın bildir-
ni takip ederek Kur’an’ı ondan öğrendi. Pek çok rivayete göre, peygamberin belli ayet(ler)in nereye konulacağını bildirdiğini, o yönde talimatlar verdiğini biliyoruz. Katipler de peygamberin talimatlarını canla-başla harfi harfine uygulamışlardır. Daha sonra nazil olan açıklama niteliğindeki ayet(ler), uygun bir yerde tutulmuş; Kur’an baştan sona tamamlanınca, Cebrail son bir kez peygambere, Kur’an’ın tamamını okumuştur.
150
Tekrara gireceğim ama Kur’an’ın bu meydan okuması karşısında Arapların bir benzerini getiremedikleri Kur’an’ın en temel özelliği, ilahi metnin mucizevi tarafı olan nazımdan başka bir şey değildir. Ne zaman Kur’an onlara meydan okusa, onlardan böyle bir kitap getirmelerini, ya da on sure getirmelerini, hiç olmazsa ona benzer bir sure getirmelerini istemiştir. Arap olsun ya da olmasın, belagat sahibi bütün insanlar, bir hita-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bın özünün nazım olduğu konusunda hemfikirdir.
leri sizlere açıklamak olacaktır. Kur’an çalışmala-
Bütün faziletler nazımdan akar. Bu konuda şüp-
rı esnasında, bir insanın yüzleşmekte olduğu üç
he duyan biri, belagatli bir metni eline almalı, o
büyük engel vardır. Prensipleri betimlerken be-
metni karma karışık hale getirip ve daha sonra
nim odaklandığım husus, eğer bunları yok eder-
bu hareketi sonucu kaybolmuş olan değerin bo-
sek, neredeyse bütün potansiyel sorunları orta-
yutlarını ölçmelidir.
dan kaldırmak anlamına gelen bu engeller kalk-
Sizlere Kur’an’ın bir hitap olmadığı yönünde-
mış olacaktır.
ki şüpheleri yok etmek, Kur’an’ın asıl değeri-
Birinci engel, Kur’an’ın kendine has olan keli-
nin nazım olduğu ve Kur’an’ın içindekilerin birbi-
me ve cümle kullanımıdır. İşte bu, nazmı fark
riyle tutarsız olduğu fikrini silmek için bazı delil-
edip anlamalarında insanlara zorluk yaşatabilir.
ler sundum. İnşallah, tefsir süreciyle sürekli bir
Bu insanlar, Kur’an’ın kendine has ifade biçimi-
ilişki içinde olması gereken nazmın, Kur’an’ın en
ni anlamada başarısız olmaktadır. Aslında günü-
önemli özelliği olduğuna kani olabilirsiniz.
müzde yazılan, konuşulan Arapça ile klasik dönemdeki Arapların nasıl yazdıkları ve konuştuk-
Nazmı Anlama Prensipleri
ları birbirinden dünyalar kadar farklıdır. Bilakis Kur’an dili, günümüz Arapçasından çok çok fark-
Nazmı anlamanın prensiplerini tanımlamak,
lıdır. Bu fark, sadece dilin terimlerindeki farklılık-
Kur’an’da onun varlığını kanıtlamak için, delil-
tan değil, aynı zamanda tarz ve tat olarak da te-
leri sıralamaktan çok daha önemlidir. Bir insan,
rimlerin farklı oluşundan kaynaklanır. Klasik dö-
Kur’an’da nazmı anlamaya kendini pek mec-
nem Arapçasının bu tat ve tarzıyla tanışık olma-
bur hissetmez, çünkü onun önemini ve ihtiyacı-
dığımızda, bununla dokunmuş olan Kur’an’ı ince-
nı hissetmiyor olabilir. Ya da onun lehindeki de-
lerken pek çok sorunla karşılaşmamız işten bile
lillerin gücünü göremiyor olabilir. Sık sık naz-
değil. Klasik dönem Arap edebiyatıyla haşir neşir
mı reddeder, çünkü onu görebilmek, anlayabil-
olan herkes, Arapların bir hitabı nasıl başlattıkla-
mek çok zor bir iştir. Bu yüzden Kur’an’da nazmı
rını ve daha sonra nasıl konudan sapıp da sonra
keşfedemez. Bir şekilde nazmı bulmak kolay bir
tekrar başlattıkları yere döndüklerini iyi bilirler.
şey olsaydı, eminim Kur’an’ı anlamadaki nazmın
Bir yanda, söz konusu meselenin enginliği; bir
anahtar rolü de, insanların idrakine kolay yansı-
yanda, diğer insanların haricinde, Arap dili uz-
mış olurdu.
manlarının anlayıp, takdir edebildiği özlülük ve
Bu kısa konferansta, Kur’an’daki nazmı tanımlamak, bütün ilkeleri ortaya koymak gerçekten de zor. İşin aslı, birkaç tur yapılacak konferans -ki çok faydalı olurdu- bile ilkelerin takdirini ortaya koymaya yeterli olmazdı. Bu türden bir çalışma için doğru yaklaşım evvela, bu ilkelerin düzgün bir şekilde anlayışını ortaya koymak, daha sonra da bunları tamamen özümsemek için uygulamaya koymanıza yardımcı olmaktır. Nazmın önemini anlama meselesine gelince, çağımızda Kur’an’ın hizmetinde ömrünü tüketmiş İmam Ferahi’nin akademik çalışmalarına başvurabilirsiniz. Özellikle, Kur’an nazmı hakkındaki eseri “Dela’il Nizam’ül-Kur’an” basıldığında, okuyucu bu prensipleri daha iyi anlayacaktır. Yine de bu
kısalık. Bazen Araplar, bir meseleden bahsederler ve akabinde derhal, dinleyiciyi önceden bilgilendirmeksizin, az önce bahsettiği mesele için iddialarını delillendirmek amacıyla kanıt sunarlar. Konuşmanın genel gidişatı esas alınarak onu anlamak, dinleyicilerin zekasına kalmıştır. Aynı şekilde, onlar cevap verirler ama itiraz mı ediyorlar, yoksa cevap mı veriyorlar açıkça belli değildir. Burada, cümle ve konuşmanın genel gidişatından sonuç çıkarmak, dinleyicinin entelektüel becerisine bırakılır. Bazen bir konuşmacı belli bir noktadan başlar ve daha sonra konudan sapar; o kadar uzar ki, dinleyiciler çok dikkatli değilse, konuşmanın başlangıç noktasını unutabilirler.
prensipleri çalışmalarınızda uygulamak ve kul-
Bu ve benzeri şeyler, klasik dönem hatipleri-
lanmak, sizlerin araştırma ve zihni kabiliyetleri-
nin belagatli konuşmalarına ve Arap edebiyatına
nize kalmış. Bu kısa konferansta, sizin için yapa-
tam hakim olmadıkça anlaşılamaz. Kur’an, kla-
bileceğim şey, halihazırdaki meselenin daha iyi
sik Arapçanın bütün güzel özelliklerini barındı-
anlaşılması için belli başlı göze çarpan prensip-
ran eşsiz bir örnek olduğundan, o dönem Arapça
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
151
özelliklerinin çok iyi bilinip öğrenilmesi, Kur’an
şım, Kur’an’ın direkt olarak nasıl bir çevreyi ta-
çalışmalarında vazgeçilmez bir unsurdur.
nımladığını bilmekten geçer.
İkinci engel ise, insanların Kur’an’ın nasıl bir ki-
Kur’an’ın doğrudan ya da dolaylı olarak kime hi-
tap olduğunu anlayamamalarıdır. Bu nedenle na-
tap ettiğini ve hitap edilen kişilerin ne şartlarla-
zım ararlarken gösterdikleri çabaları sonuçsuz-
çevrelerle yüz yüze olduğunu bulduğumuzda;
başarısız kalmıştır. Onun için, asıl önem arz
hem dostlar hem de düşmanlar tarafından ceva-
eden soru şudur ki; Kur’an ne tarz bir kitap-
bı bekleyen sorular gün yüzüne çıktığında, düş-
tır? Bilimsel bir kitap mı, şiirlerle ve kehanetler-
manların kinlerinin nasıl tehlikeye dönüştüğünü,
le dolu bir kitap mı? Hatiplerin hitaplarına ben-
kimlerin İslam safına katıldığını, düşman safına
zeyen şeylerle dolu bir kitap mı? Eskiden kafir-
kaç tane grubun katıldığını ve ne tür savaş tak-
ler Kur’an’ı şairlerin, sihirbazların konuşmalarıy-
tikleri güttüklerini bulduğumuzda, Kur’an naz-
la kıyaslarlardı; günümüzde ise bilimsel konular-
mının gerekliliği bir kez daha önem kazanacak-
la özdeşleştiriliyor. İşin aslı şudur ki iki grup da
tır. Tüm bu saydıklarımız, Kur’an çalışmalarında
çok büyük bir yanılgı içindedirler.
elde edilen gerçeklerdir. Araştırmacı kişiye bun-
Eğer yeryüzünde Kur’an’ın üslubu ile kıyaslanabilecek bir şey var ise, o da klasik dönem hatiplerin konuşma üslubudur. Fakat bunun, olabile-
ları tanımlarken biraz çaba göstermesi düşüyor. Sonuç olarak Kur’an nazmı belirgin hale gelecek ve ortaya çıkacaktır.
cek en yakın emsalle yapılan bir kıyaslama oldu-
Üçüncü sorun, belli ayetlerde hitap edilen din-
ğunu bir kez daha belirtmek isterim. Kur’an baş-
leyicilerin kim olduğunu bilmektir. Kur’an üze-
ka hiçbir şeye benzemeksizin üslubuyla-hitabıyla
rinde düşünen bir kişi, muhatapların kim oldu-
hiçbir şeyle kıyas kabul etmez. Bu yüzden,
ğundan daha güçlü bir sorunla yüz yüze gele-
Kur’an’ın, klasik dönem hitabet edebiyatını ta-
mez. Böyle bir kişi sık sık, hemen hemen her
mamen yansıttığını söylemek doğru bir şey de-
ayette Kur’an’ın muhatabının değiştiğini göz-
ğildir.
lemleyebilir. Bazı örneklerde hitap Müslümanla-
Kur’an’ın Arap hatiplerinin konuşmalarıyla üslup olarak benzeştiğini iddia etmek, Kur’an’ın konuştuğu kendine has çevresinde bağımsız düşünülemeyeceği anlamına gelir. Kur’an’ın bu özelliği göz önünde bulundurulduğu vakit, o bölgeyi tamamen anlayabilmenin önemi, Kur’an’ın bizatihi yazı dilinin Arapça olması sebebiyledir. Belirtmeye hiç gerek yok ki, bu gerçek sebebiyle Kur’an kendi kendini açıklayan bir kaynağa sahiptir. Kur’an’ın ışığı parıldar ve bütün gerekli ayrıntılar gözle görünür hale gelir. İnsanın tek
radır; bazen müşrikler, bazen de ehli kitap muhataptır. Ara sıra, hitap tekil şekilde gelir, bazen de çoğula dönüşür. Benzer ayetlerde, hitap eden de anında değişebilmektedir. Bir ayette konuşan Allah iken, akabinde peygamber konuşana dönüşür, bazen de Cebrail’in konuşan olduğunu görebilmekteyiz. Kur’an’la yeni muhatap olan biri, konuşanların ve hitap edilenlerin değişiminden dolayı sarsılabilmektedir. Aslında, bu değişim yüzünden Kur’an’ın nazmını, doğru bir şekilde takip etmek gerçekten zordur.
yapması gereken Kur’an metninin istediği anla-
Kur’an’ın, hitabete dayalı kitaplarla tarz ola-
mı belirleyebilmektir. Bu doğru şekilde yapıldı-
rak yakınlığa sahip olduğunu bilmek, hitaplarda-
ğı takdirde, Kur’an nazmı o kadar aşikar olur ki,
ki bu değişim hakkında bazı kafa karışıklıkları-
ne kadar metin detaylarla örülü, karışık olsa da,
nı giderebilir. Hatipler konuşmalarındaki değişi-
okuyucu derhal onu anlar.
me dikkat çekmek için ne yaparlar. Onlar bunu,
Bazı insanlar, Kur’an’ın anlatmak istediğini belirleyebilmek için nüzul sebebiyle ilgili rivayetlere başvururlar. Bu tür rivayetler, tefsir kitaplarında bolca bulunabilir. Bu türden yaklaşım doğru bir yaklaşım değildir. Bu tür rivayetler, Kur’an nazmını çarpıtmada büyük bir rol oynamıştır. Zaten çoğu temelsiz, akla aykırı şeylerdir. Doğru yakla-
152
duruşlarını değiştirerek, kaşlarını oynatarak, ses tonlarını değiştirerek yaparlar. Benzer şekilde Kur’an da hitabındaki değişimi kendine has bir tarzda yapar. Okuyucu Kur’an’ın bu özelliği konusunda müteyakkız olursa, kitaptaki herhangi bir değişim, kitabı anlaşılmaz hale getirmeyecektir. Okuyucu kendini ayetlerin akışına kaptıracak, Kur’an’ın kendine özgü dinleyici kitlesi,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
nazmı görebilmede hiçbir güçlük yaşamayacak-
dir. Bazen Allah’ın iletmesini istediği şeyleri söy-
tır. Bununla birlikte eğer okuyucu nazmı keşfet-
lerler, aynen aktarırlar; bazen de kendi başla-
mek için tüm enerjisini seferber etmezse, hitap-
rına Allah’ın mesajını-vahyini iletirler. Bazen de
lardaki bu değişimin sebeplerini fark etmeyecek
Cebrail, peygambere bir öğretmen gibi bir şeyler
ve pek çok önemli hususu gözden kaçıracaktır.
söyler. Kur’an işte bir uyarı olmaksızın bu tür-
Şimdi burada, Kur’an’daki hitapların değişimi hakkında zorlukları çözmede çok yardımcı bir tefsir olan, Ferahi’nin, “tefsir Nizam’ül-Kur’an” adlı tefsirinin ön sözünden bir alıntı yapacağım: Biz Müslümanlar arasında, Kur’an’ın Allah tarafından peygambere nazil olmuş ilahi bir kitap olduğunda, tam bir fikir birliği vardır. Ama bununla beraber Kur’an’da bazı ayetler vardır ki hitap eden, konuşan Allah değildir. Fatiha suresindeki ifade buna örnektir (yalnız sana kulluk ederiz). Açıkça görülüyor ki bunu da konuşan Allah’ın kullarıdır. Müfessirler, Allah’ın insanoğluna bunu böyle söylemeleri gerektiğini, Allah’ın bizden böyle dua etmemizi istediği şeklinde yorumluyorlar. Şüphesiz, burada (de ki) diye bir emir cümlesi olmadığı halde biz bunu nasıl tespit
den şeylerin karışımı olan bir kitaptır. Bu konuda bize yardımcı olabilecek tek şey konteksttir, yani metinde bir kelime veyahut ayetin önü ve arkasını iyice tespit edebilmektir. Söylemeye gerek yok ki bu, Kur’an’a özgü bir şey değildir. Bu, bütün ilahi kitapların kaçınılmaz özelliğidir. Bu konuda yol gösterecek prensip şudur ki, bir hitap Allah’tan geliyorsa O; güç, otorite, büyüklük anlatır. Sonuç olarak bu tür hitap şekli sık sık ortaya çıkmaz, ama çıkınca çarpıcı bir tarzda ortaya çıkar. Örneğin Alak suresi, Cebrail tarafından nazil olunan ayetlerle başlar; sure kafirlerin Allah’ın öfkesinin ortaya çıktığı safhaya gelince, hitabın kontrolü birden Allah’a geçer ve şöyle buyurur: “Hayır, eğer bundan vazgeçmezse, onun perçeminden yakalarız.” (96/Alak/15)
edeceğiz? Bir kitap okurken düşünülecek iki un-
Son (münteha)da -yani ayetin son kısmın-
sur vardır. Birincisi konuşanın kim olduğu, ikinci-
da- genellikle hitabın genel olarak müminlere
si ise kime hitap edildiğidir. Bu iki unsur hakkın-
mi yoksa bizzat peygambere mi olduğunu belir-
daki gerçek şudur ki, doğası itibariyle bazen ge-
lerken, bir kafa karışıklığı ortaya çıkar. Böyle bir
nel olsa da, maksat bakımından özeldirler. Ba-
durumda peygamberin durumu, ülkesi adına ko-
zen ise durum bunun tam tersi olabilmektedir.
nuşan ve dinleyen bir temsilci gibidir. Bu sebep-
Mademki genel-özel konusunda asıl maksat ve
le ona bu şekillerde hitap edilmektedir. Tevrat’ta
konuşmadaki değişim, metnin anlamını bilme-
buna benzer pek çok örnek vardır. Mesela, hitap
de gizli, o zaman, böyle bir çaba içindeyken bize
Musa’ya iken aslında hitap edilen kişiler onun
yardımcı olabilecek ilkeleri ortaya koymak büyük
topluğudur. Kur’an’da ne zaman bu tarz hitap
önem arz etmektedir. Bir konuşmada, bir baş-
şekliyle karşılaşırsak, bunu ancak surenin kon-
langıç (masdar) ve birde son (münteha) vardır.
teksti (siyak-sibak ilişkisini) ve genel gidişatını
Bu başlangıç (masdar), ya Allah ya Cebrail ya da
düşünerek bulabiliriz. Tevbe suresindeki bu ayet
peygamberdir. Benzer şekilde son kısım (mün-
buna tipik bir örnektir:
teha), ya Allah ya peygamber ya da insanlardır. İnsanlar arasından ise ya Müslümanlar ya münafıklar ya ehli kitap ya İsrailoğulları ya bu grupların karışımı ya da hepsi olabilir. Ehli kitap arasında Yahudiler ya da Hristiyanlar ya da her ikisi de olabilir. Bunlar görülebilen türden örneklerdir. Fakat yine de kafa karışıklığı ve belirsizlik nazmı tanımlarken karşı karşıya kalacağımız hususlardır. Örneğin, ayetin başlangıcında masdarın Al-
“Eğer sana bir iyilik ulaşsa, bu onların hoşuna gitmez ve eğer sana bir kötülük ulaşsa, kendi kendilerine biz önceden bizim için gerekli tedbirleri almıştık derler.” (9/Tevbe/50)
Bu ayette hitap tekil formundadır, fakat aslında kastedilen Müslümanlardır. Neden? Bu ayete cevap veren bir sonraki ayet anlayışımızı doğrular:
lah mı, Cebrail mi, peygamber mi olduğu hala
“Bizim için başımıza asla Allah’ın bizim için takdir
belirsiz olabilir. Teyakkuz içinde olmadan Kur’an’ı
ettiğinden başka bir şey gelmez. O bizim yüce-
okuyup anlamaya çalışan biri, bu üçü arasından,
ler yücesi efendimizdir. O halde inananlar yalnız-
konuşanın kimliğini tespit etmede güçlük yaşa-
ca Allah’a güvensinler.” (9/51)
yacaktır. Peygamber ve Cebrail Allah’ın elçileri-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
153
Benzer şekilde, İsra suresinde hitap edilen açık-
da açıklanmalıdır. Nedeni şu ki sadece peygam-
ça peygamber iken aslında hitap inananlaradır:
ber bu terimlerle kastedilen şeyleri açıklama ay-
“Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.” (17/İsra/23)
şey peygamberden bize ulaşan bu açıklamaların doğruluğunu ortaya koyabilmektir. İşin aslı şu ki bu açıklamaların, doğruluğunu sorgulamanın hiçbir yolu yoktur. Çünkü bunlar, İslam dünya-
Hitabın kişiye özel olduğu ama asıl maksadın genel olduğu pek çok örnek vardır.
sında uygulanan ritüellerle korunmuştur. Bu uygulamalar bizlere tevatür yoluyla ulaşmıştır. Tevatür, aynı şekilde Kur’an’ın bizlere ulaşmasında kullanılan bir yöntemdir. Bu yüzden, Kur’an’ın
3. Kur’an’ı Kerim
metnini korumada araç olmuş olan tevatür, bize
Kur’an tefsir ederken yararlanacağımız üçüncü kesin kaynak, Kur’an’ın bizatihi kendisidir. Kur’an kendini “kitaben müteşabihen” yani kendi kendini açıklayan bir kitap olarak niteler. Bu, kitabın bir bölümünün diğer bir bölümüyle benzer olduğu anlamına geliyor. Şu anlaşılmalı ki, Kur’an içinde kısaca bahsedilen bir mesele başka bir bir yerde etraflıca açıklanır. Başka bir yerde bir iddia gibi algılanan bir ayet başka bir yerde kesin delillerle kanıtlanır. Bir meseleyi farklı şekillerde sunmak onun doğru iletilmesine faydalıdır. Bu eldeki meselenin anlaşılmasını kolaylaştırır. Çünkü bir örnekte gözden kaçırılan bir yönün bir diğer örnekle yakalanması kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle, Kur’an’ın tefsirinde, Kur’an’ın bizatihi yardımcı kaynak olduğu vurgulanması gerekir. Kur’an’ın yardımıyla, karşılaştığı tefsirle alakalı problemleri çözmeye çabalayan biri, bir hususta anlayamadığı nazmın başka bir yerde kendisine açıklanmış olduğunu ya da Kur’an’ın iddia ettiği bir konuda kanıtı başka bir ayette bulduğunu fark eder. Öyle ki Kur’an’ın linguistik zorlukları, diğer benzer linguistik ifadeler düşünülüp anlamaya çalışılarak kaldırılır. Mademki Kur’an metni mutlak surette kesindir ve onun sunduğu açıklamalar, belli bir bilgi topluluğundan başka bir şey değildir. Sonuç olarak, ne kadar inatçı olursa olsun muhalif biri bu bilginin sağlamlığını sorgulamaya cesaret edemez.
4. Mütevatir ve Meşhur Sünnet Kur’an tefsirinde dördüncü kesin kaynak mütevatir ve meşhur sünnettir. Şöyle ki namaz, zekat, oruç, hac, kurban, mescid-i haram, safa, merve, say, tavafla alakalı, Kur’an’i kavramlarla ilişkili meselelerde ancak sünnet ışığın-
154
rıcalığına sahiptir. Bu meselede geriye kalan tek
yukarıda bahsettiğimiz bu terimlerin önemini ve anlamını aktarmıştır. Bu yüzden Kur’an’ın güvenirliliğini kabul eden biri, bu terimlerin önem ve anlamının doğruluğundan şüphelenemez. Kur’an’a inanan bir kişinin sünnet temelli bilgiye de inanması kaçınılmazdır. Sünnetin kendine özgü şekli içinde bazı küçük farklılıkların dinimizde hiçbir önemi yoktur. Bütün Müslümanlar kesin şekilde günde beş vakit namazla yükümlü olduklarını bilirler. Bu gerçeğe Kur’an’ın gerçek olduğuna inandıkları kadar inanırlar. Dua sonunda söylenen “amin”in yüksek sesle mi yoksa kısık sesle mi söylenmesi gerektiğine dair bir tartışma çok da önemli değildir. Özellikle yapıla gelen uygulama tevatür yoluyla değil de, birkaç kişiye dayandırılarak uygulanıyorsa ikinci dereceden önem arz eder. İkinci dereceden önem arz eden bu tür konularda bir birey, doğru olduğunu düşündüğü bir görüşü benimseyebilir. Ama buna karşı görüşte olan, kendisinden ayrı düşünenleri karşısına almadan yapmalıdır. Şu iyice anlaşılmalıdır ki tevatür yoluyla doğrulanmış İslam bilgilerini reddetmek, Kur’an’ın ta kendisini reddetmekle aynı şeydir. Dinimizde böylesi sapkın görüşlere yer yoktur. “Münker hadis” konusunda o kadar saygısız ve cüretkar oldular ki; oruç, namaz, zekat, umre ve kurban gibi terimlerin mütevatir anlamlarını bir kenara ittiler ve kendi kendilerine, uydurup durdukları çıkarlarına uygun bir şekilde tanımlamaya başladılar. Daha önce açıkladığımız gibi, bu Kur’an’ı yalanlamaktan başka bir şey değildir. Sebep şu ki Kur’an’ı bize ulaştıran kanal, bu terimlerin anlamını bize ulaştırmada yardımcı unsurdur. Bunları kabul etmemek, Kur’an’ı anlamaya çalışan kişiyi seçeneksiz bırakacaktır. Kesin olarak, tevatür yoluyla ortaya konmuş olan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bu terimlerin anlamlarını çarpıtmaya çalışan ca-
lak gerçeklik sunamayacağıdır. Bilakis bu kay-
hil insanların yaptıkları bu akademik hata türü
naklar, belli bir miktar şüphe unsuru barındı-
(zaman zaman gazetelerde görüldüğü gibi) kur-
racağından, ancak Kur’an’a uygunluk arz etti-
ban hakkında kaleme aldıkları çeşitli makaleler-
ği oranda güvenilebilirler. Bu kaynaklar Kur’an’a
de gözlemlenebilir. Bu tür insanların bu kötü ni-
muhalif bir şey ortaya koyduklarında, Kur’an baz
yetlerinin bir örneği, onların dünya ve ahiret gibi
alınmalı, öncelik Kur’an’a ait olmalıdır. İşte bu
kelimelerin yerleşik anlamlarını sorgulamaları-
bahsettiğimiz kaynaklar şunlardır:
dır. Onlara göre dünya “günümüz-mevcut olan” anlamına gelmekte, ahiret ise “istikbal-gelecek” anlamına gelmekteymiş. Bu yüzden ahiretin ni-
1. Hadis Kitapları
metlerine ulaşmak için “Allah yolunda harcama-
Zanni (kesin olmayan) kaynaklar arasında, en
lıyız” emrini, “her kuruşumuzu harcamamalıyız,
takdis edilen ve en çok önem verileni peygam-
yarın daha iyi bir hayat yaşamak için biriktirme-
berin hadislerini barındıran külliyatlardır. Bu ki-
liyiz” diye anlamamız gerektiğini iddia etmekte-
taplar, doğru olanın yerleşmiş kriterlerini or-
dirler.
taya koymadığı takdirde mütevatir sünnet ka-
Bu konuda, İmam Hamiduddin Ferahi, tefsirinin ön sözünde şöyle yazmıştır: Aynı şekilde, namaz, zekat, cihat, oruç, mescid-i haram, safa, merve ve menasik-i hac ve bunlarla alakalı tüm kavramlar tevatür yoluyla, önceki nesillerden günümüze kadar koruna gelmiştir. Bunlar hakkındaki küçük farklılıklar kayda değer değildir. Örneğin, aslan deyince herkesin zihninde farklı bölgelerde küçük farklılıklara sahip olsa da, aynı aslan imajı belirir. İşte Müslümanların ettikleri dualar da, bazen farklılık gösterse de buna örnektir. Bir kusur bulma hevesiyle bunları araştıranlar, Kur’an’da adlandırıldığı gibi din-i kayyumun (dosdoğru yolun) doğasından haberi olmayanlardır.
dar öneme ve tercihe sahip olurlar. Fakat onların sağlamlığı hakkında şüphe unsuru tamamen ortadan kaldırılamadığından dolayı, bu kaynaklar ne sunarlarsa sunsunlar, sadece daha önce bahsettiğimiz “kesin olan kaynaklara” uygun olduğu kadarıyla kullanılmaları gerekir. Bu külliyatlara aşırı önem vermeyi abartanlar, sadece Kur’an’a zarar vermekle kalmıyorlar, aynı zamanda bu külliyatların gerçek manada konumunu ortaya koymada başarısız olmaktadırlar. Aksine Kur’an çalışmalarında hadislerin rolünü tamamen inkar edenler, Kur’an’ın ima ve referanslarını ortaya çıkarmaya yardımcı olan bu hadislerin yüce ışığından kendilerini mahrum edenlerdir. İki yolun ortasını bulan bir yaklaşımla hareket etmeliyiz ve bizler Kur’an’ın imalarını çözmede gerektiği kadar hadis literatüründen fay-
Bundan dolayı, doğru olan davranış şekli, bu te-
dalanmalıyız, bunun ötesi ise tamamen sarfı na-
rimlerin yapısı ve kesin şekli hususunda bir soru
zar edilmelidir. Sağlamlığı kesin denilen bir hadis
ortaya çıktığında, bütün Müslümanlarca kabul
Kur’an’a zıt bir şey dediğinde, hemen reddetme-
edile gelen görüşlere bağlı kalmaktır. Tek tük ri-
meli, şöyle etraflıca üzerinde düşünmeli, Kur’an
vayetlerle tanımlanan şeylerde ısrarcı olmak
ışığında bir açıklamasını bulamadığımız ya da İs-
doğru değildir. Çünkü bizi şüphe ve kafa karışık-
lam dininin herhangi bir zorunlu esasını çiğne-
lığına sürükleyecek, diğer insanların amellerine
diği vakit, bu hadisi bir kenara koymalıyız. Sağ-
karşı yargıda bulunmaya sevk edecek ve doğru
lam kaynaklı hadis rivayetleri meselesi göz önü-
ve eğrinin ne olduğuna karar vermemizi sağla-
ne alındığında Kur’an mesajı ve hadisler arasın-
yacak bir kriterimiz olmayacaktır.
da nadiren ayrılık söz konusu olmaktadır. Yine de şu unutulmamalıdır ki, Kur’an bütün böyle
II- Kesin Olmayan Kaynaklar (Zanni Deliller) Şimdi Kur’an tefsirlerinde sık sık karşılaştığımız kesin olmayan kaynaklar (zanni deliller) üzerinde duracağım. Zanni kelimesi ile kast edilen, bu kaynakların, Kur’an öğrencisine, tek başına mut-
durumlarda önceliğe sahiptir. Nüzul sebepleri ile ilgili rivayetler hakkında bilinmesi gereken birkaç husus vardır. Rivayet zincirinin doğruluğunu ortaya koymanın yanında, şu da akılda tutulmalıdır ki Kur’an’ın belli ayet(ler) inin birinci nüzul sebebi, bu kategorideki riva-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
155
yetler tarafından açıklanmayabilir. Bilakis bu ri-
Bu açıdan görüldüğü gibi, Kur’an sadece gerçek
vayetler genellikle, emir ve talimat ihtiva eden
ilahi rehberlik alanında değil aynı zamanda, ta-
ilgili ayet(ler) için koşulları naklediyor gibi gö-
rihsel bilgi verme alanında da insanlığın en bü-
rünmektedir. Bu, pek çok değerli müfessir tara-
yük yardımcısıdır. Bunun için insanoğlu ne kadar
fından kabul edilen bir görüştür. Bu bakış açısı-
şükretse azdır. Tarih ilmi o kadar zavallıdır ki,
nı benimsemek, Kur’an çalışması yaparken, kar-
ondan ne gelse hayal ürününden başka bir şey
şılaşacağımız sorunların çoğundan kurtulmamı-
olmaz ve insana boş gurur verip durur. İnsanla-
zı sağlayacaktır.
rın tarihten anladıkları, ataları hakkında övünüp durmaktır. Kur’an nazil olduktan sonra, insan-
Nüzul sebepleri ile ilgili rivayetlere başvurmak,
lık tarihine yeni bir bakış sundu. Kur’an, dinleyi-
ancak Kur’an belli bir olaya imada bulunuyor-
cilerin etkili dersler çıkarması için güçlü deliller-
sa vazgeçilmez olmalıdır. Örneğin Kur’an, Tah-
le toplumların tarihteki iniş-çıkışlarını anlattı ve
rim suresinde bazı olaylara imada bulunur. Böyle
bir toplumun asıl refahının onun erdemli oluşuy-
bir olayın detaylarını Kur’an’a uygunluk arz eden
la mümkün olduğunun altını çizdi. Kur’an, insan-
hadislerden bulabiliriz.
lık tarihine bu yeni anlayışı vererek, tarihi boş
Şu sonuç çıkıyor ki, Kur’an metni izin vermiyorsa veyahut Kur’an tarafından değerli olduğu ifade edilen kişilerin karakterlerine zarar veriyorsa, o rivayetler hemen terk edilmelidir.
bir yığından, insanoğluna rehberlik adına değerli bir kaynağa dönüştürdü. Bu konuda en büyük örnek İsrailoğulları ve İsmailoğulları tarihidir. Özelde bu milletlerin soyundan gelenler, genelde ise dünyanın geri kalan milletleri, onların tarihini Kur’an sayesinde öğrenmekteler. On-
2. Tarih
ların tarihleri, neyi-ne zaman yaptıkları, seya-
Kur’an tefsir ederken ikinci zanni kaynak, milletlerin yerleşik tarihidir. Kur’an farklı şekillerde, çeşitli insanların tarihlerine imada bulunur. Bazen Araplardan önce yaşamış Ad, Semud, Medyen halkı, Lut kavmi gibi toplulukların başına gelen felaketlere imada bulunur. Bazen de Kur’an, Mekke’ye oğlu İsmail ile gelen İbrahim’e, onların bu bölgede kalışlarına ve Kabe’yi inşa edişlerine dikkat çeker. Başka zaman, ehli Kitabın tarihlerinin dönüm noktaları, o dönemdeki milletlerin
hatnameden öte Allah’ın o toplumlara gönderdiği elçilerin başından geçenleri anlattığı dini-ilahi bazlı kayıtlardadır. Onların tarihlerinin çarpıtılması, tüm dünya için bir kayıptır. Bu şu anlama geliyor ki, insanlığı doğru yola ileten bütün işaret taşları, Allah’ın hakiki kulları için kaybolmuştu. İşte bu işaret taşlarının tekrar ortadan kaybolmaması için Kur’an, onların tarihini, kıyamete kadar insanlığa rehber olması için, insanlığın bilgisine sunmuştur.
belli olaylarıyla yan yana zikredilir. Özetle Kur’an tarihle hiçbir işi olmamasına rağmen bu şekilde tarihi gerçeklerden bahseder. Bu ayetlere tam vakıf olabilmek için, o milletlerin tarihleri ve özel durumları hakkında bilgi sahibi olmalıyız. Yoksa Kur’an’ın dikkat çekmeye çalıştığı dersler ve sonuçlar okuyucuya müphem kalacaktır. Bu nedenle, elbette bizler, Kur’an’ın manasını bütünüyle kavrayabilmek için bu kaynaklara güvenmeliyiz. Bu durum, eğer bir uyuşmazlık baş gösterirse Kur’an üzerine bu kaynakları tercih ettiğimiz anlamına gelmez. Kur’an bu kaynaklardan meydana gelebilecek her hangi bir bilgiyi değerlendirmede mutlak ölçüttür. Kur’an’la uyum içindeyse kabul edilecektir, eğer uyum içinde değilse reddedilecektir.
156
3. Önceki İlahi Kitaplar Kur’an tefsirinde üçüncü kesin olmayan kaynak, önceki ilahi kitaplardır. Peygamberin Allah’ın elçilerinden olduğuna ve Kur’an’ın peygambere nazil olmuş diğer kitaplar gibi bir kitap olduğuna kimsenin şüphesi yoktur. Bu fikir birliği göz önünde tutulursa, günümüze kadar gelmiş kitaplardan istifade edilebilirdi. Gerçek şu ki, tahrif edilmiş kitaplardan gerçeği öğrenmemiz mümkün olmayacağından, bizim bu kitaplara ihtiyacımız da yoktur. Hakikate ulaşmada, rehberimiz Kur’an’dır ve her türlü eksiklikten münezzeh olduğundan, o bize yeter. Güneş doğduktan sonra yıldızlara ihtiyacımız yok. Yine de, Kur’an’ın mesajını anlamamıza yardım etmesi için onlardan faydalanabileceğimiz birkaç kü-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çük fayda olabilir. Birinci olarak, Kur’an’ın bazı imalarını anlayabilmek için, müfessirlerimiz, ehli kitaptan gelen bazı rivayetleri kabul etmişlerdir. Fakat bu rivayetler kulaktan dolma şeyler olduğundan kesinlik payı yoktur ve de kitap ehlini tanımlamada lacak bir iddia, bu rivayetler kadar çürük olacaktır. Kesin bir şey söyleyebilmemiz için kesin bilgiyle muhatap olmamız gerekir. İkinci olarak, Kur’an kendinden önceki kitapların mesajını tamamlamıştır. Kur’an onların tahrif edilmiş yerlerini düzeltmiştir. Sonuç olarak, biri bu kitaplarla beraber Kur’an okuduğunda zaten Kur’anın önemini ve otoritesini fark edecektir. Kur’an sayesinde Allah bu ümmete nimetini tamamlamış, Kur’an sayesinde her şey gözler önüne serilmiştir. Üçüncü olarak, Kur’an ilahi buyruklarını ve bazı olayları açıklarken, pek çok tarihi olaya göndermede bulunmuştur. Bu tarihsel referansları anlayabilmek için, bu kitaplarla yakınlık kurmak kaçınılmazdır. Müfessirlerimizin çoğu, Tevrat ve İncil’den pek haberdar olmadığından, böylesi referansları idrak etmede başarılı olamadılar. Dördüncü olarak Kur’an; Yahudileri ve Hristiyanları, Allah mefhumunu değiştirmekle, bu mefhum içine yabancı unsurlar doldurmakla, bu mefhuma ait gerçekleri yok etmekle suçlamıştır. Bir diğer suçlamalar da onların meşru olanı, gayri meşru ya da tam tersi yapmaları, peygamberlerinin apaçık emirlerine itaat etmemeleridir. Bu suçlamaları destekleyici delilleri bulmak için bir araştırmacı, bu kaynakları iyice taramalıdır. Aksi takdirde ehl-i kitapla girişilecek hiçbir tartışma sonuca götürmeyecektir. Beşinci olarak, eksikliklerine rağmen bu kaynaklar, önceki peygamberlere gelmiş vahyin kalıntılarıdır. Bu kaynaklarda tahrif edilmemiş yanlar
www.islamiyorum.com
delil kabul edilemezler. Çünkü bu temelde yapı-
olabilir. Kur’an bilgisi olan herkes, bu tahrif edilmiş kitaplardan, bozulmamış kısımları kolayca fark edebilir. Neden etmesin ki? Allah’ın önceki peygamberlere vahyettiği, inananlar için bir hazine olmuştur. Herkesten daha çok onu aramaları ve buldukları yerde onu benimsemeleri gerekir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
157