6
Yaz 2011
in te rn e t d e rg i s i - ü ç ay l ı k e - d e r g i
Din Devlet ve Muhalefet Dört Halife Döneminde Muhalefet Hamdi TAYFUR
Mu’tezile’nin İktidar ile İmtihanı Mehmet AZİMLİ
Kitap:
Resmi Dini Söylemin Eleştirisi Asım ÖZ
İslam Düşüncesinde Muhalefet
İçindekiler EDİTÖRDEN
Bu Sayıda.................................................................................................................... 3
ANA KONU: Din, Devlet ve MUHALEFET
Muhalefet / Yusuf İMAMOĞLU...................................................................................... 5
“islam’da muhalefet” Fikri neden Olumsuz Manalar Çağrıştırıyor / Nuri YILMAZ.................... 19
İslam Düşüncesinde Muhalefet / Nuri YILMAZ................................................................. 30
Dört Halife Döneminde Muhalif Hareketler - 1 / Hamdi TAYFUR......................................... 41
Dört Halife Döneminde Muhalif Hareketler - 2 / Hamdi TAYFUR........................................ 49
Dört Halife Döneminde Ortaya Çıkan Muhalefetlerin Sebepleri / Hamdi TAYFUR................... 62
İslam’ın Özgürlükçü Yorumunun (Mutezile) İktidarla İmtihanı / Mehmet AZİMLİ.................. 91
ARAŞTIRMA - İNCELEME
İnsan Doğa İlişkisi ve Aşılamayan Ön Kabuller / Tamer ATAÇ.......................................... 100
GÜNDEM
Birlikte Yaşamak Mümkün mü? / Metin YILMAZ............................................................ 105
İslam Dünyasındaki Halk Hareketleri Nasıl Okunmalı? / Metin YILMAZ............................. 115
Uluslararası Müdahalenin Ahlaki Yönü / Murat ÖZBAY.................................................... 125
Mısır’ın Değişim Süreci / Uluslararası Demokrasi Araştırmaları Forumu Bildirgesi............... 131
Arap Baharı / Raşid HALİDİ....................................................................................... 135
BİYOGRAFİ
Muhammed Müçtehid Şebusteri / Abuzer DİŞKAYA....................................................... 138
KİTAP DEĞERLENDİRME
Dinamizmin Tıkanıklığı: İran’da Entellektüel Hayatın Dönüşümü ve Şebusteri / Asım ÖZ..... 140
EDİTÖRDEN
Bu Sayıda “İslam’da devlet” üst başlığı altında
toplum içerisindeki farklı düşünce ve çıkar
dosyalaştırdığımız konu dizisi, bu sayı ile birlikte
grupları; iktidarın gazabından korkmadan
tamamlanıyor.
eleştirebiliyorlar, kendi tezlerini halka sunup
Konu dizimiz, “Din ve devlet ilişkisi” sayısıyla başlamıştı. Ardından; İslam devleti fikrinin bazı kesimlerde niye korku oluşturduğu sorusuna cevap aranan; “Din, devlet ve İslamofobi” sayısıyla devam etmişti.
destek arayabiliyorlar ve halkın ilgi göstermesi halinde iktidar makamına gelebiliyorlar. İşte bu sayıda yazarlarımız; bu tablonun ne kadar sahici olduğunu, bu anlayış seviyesine nasıl gelindiğini ve İslam referanslı siyaset teorilerinin bu tablo karşısında nasıl bir noktada olduğunu araştırma konusu yaptılar ve şu
Daha sonra bu konuyla bağlantılı olarak, “Toplumlar nasıl değişir?” sorusuna cevap aranmış; “Bir toplumsal değişim yöntemi olarak Devrim” ve “Bir toplumsal değişim yöntemi olarak Demokrasi” sayıları çıkarılmıştı. Bu sayıda ise, günümüz siyaset anlayışları açısından en az iktidar kadar önemli bir kavram, yani “Muhalefet” konusunu ele alıyoruz. Muhalefet; eleştiri, itiraz, isyan ve yeri
sorulara cevap aradılar: Günümüz siyaset anlayışında muhalefet kurumu nasıl tanımlanmıştır? Muhalif sesler için oluşturulan legal kanallar, bu seslerin gereği gibi çıkmasına imkan veriyor mu? “İslam’da muhalefet” neden “İslam’a muhalefet” gibi algılanıyor?
geldiğinde başkaldırma şeklinde kendisini
Zorlama, İslam’da kabul edilmeyen bir
açığa vuran insani bir olgudur. İnsanoğlunun
tutum olmasına rağmen, İslam tarihinde
doğasında vardır. Statüko tarafından
neden hep tek merkezli, otoriter yönetimler
“memnuniyetsizlik” ile eşdeğer görülür ve
ortaya çıkmıştır?
hoş karşılanmaz. Hiç bir şeyi beğenmeyen memnuniyetsiz tipler gerçekten de yok değildir. Ancak statükoyu rahatsız eden memnuniyetsiz insanların fevri çıkışları değil; haksızlıklar, zulümler ve adaletsizlikler karşısında yapılan muhalefet olmuştur. İnsanlık tarihi; despot yönetimlere, haksızlıklara ve zulümlere karşı isyan örnekleriyle doludur. Fakat günümüz siyaset anlayışı, insanın doğasından gelen muhalefet olgusuna farklı bir bakış getirmiştir. Halkın iktidarı denetleyebilmesi ve kontrol edebilmesi için “yönetim sistemi” içerisinde kurumsal bir rol biçmiştir. Böylece
Günümüz Müslümanları “İslam devleti” denince neden hep; zorlayan, dayatan bir devlet anlamaktadırlar? Muhalefet fikrinin, İslam düşüncesi içerisinde bir karşılığı yok mudur? Birbirinden farklı birçok İslam anlayışının olduğu bir ortamda, muhalefet fikri barındırmayan bir bakış açısı, Müslümanlar arasındaki bölünme ve çatışmayı körüklemez mi? Daha kendi aralarındaki farklı yorumlara
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
3
tahammül gösteremeyen Müslümanlar; farklı kültürlerden, farklı ırklardan ve farklı renklerden oluşan geniş toplumları adil bir şekilde yönetmeyi nasıl başaracaklar? Günümüz siyaset anlayışının anahtar kavramlarından birisi olmasına karşın muhalefet çekmiş bir konu değildir. Üzerine yapılmış araştırmalar az ve içerik sınırlıdır. Oysa günümüz Müslümanlarının belki de gelecekte en fazla üzerinde duracakları konulardan birisi muhalefet olacaktır. Bu yüzden Muhalefet dosyası içerisinde ayrıca, İslam tarihinin ilk dönemlerindeki muhalefet hareket ve teşebbüslerini konu alan bir araştırma ve muhalefet fikrine en açık ekol olan Mutezile’nin, Abbasiler dönemindeki iktidar tecrübesini konu alan bir alıntı makaleye yer verdik. Gündem üzerine çalışan yazarlarımız, bu sayıda; İslam coğrafyasında yaşanan gelişmeleri ele aldılar. Soğumaya başlamış olayların ardından, yaşananlardan hareketle ilkesel bakış açıları geliştirmeye çalıştılar. Ayrıca, günümüz siyaset anlayışının şekillenmesinde öncülük yapan Batı’nın, “Birlikte yaşam” fikri karşısında nasıl bir pratiğe sahip olduğunu incelediler. Bir diğer makalede ise “insan ve doğa ilişkisi”ni değerlendirme konusu yaptılar. Tarihi öneminden dolayı, tercüme yazılarımız da İslam coğrafyasında yaşanan olayları konu alıyor Sayfalarımız arasında en son, İran’da yaşanan din-devlet tartışmalarının hangi boyutta ve hangi meseleler üzerinden yapıldığını görmemizi sağlayacak bir kitap değerlendirmesi bulunuyor. Yeni sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalın.
4
www.islamiyorum.com
konusu, Müslüman düşünürlerin fazla ilgisini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Din, Devlet ve Muhalefet
MAKALE 1 :
MUHALEFET Yusuf İmamoğlu Toplumlar farklı inançları, hayat görüşleri,
Sorulara “kimin kime muhalefet ettiğine bağlı”
hedefleri ve talepleri bulunan farklı çevrelerden
diye cevap verilebilir. Kestirmeden verilen bu
oluşur. Her bir çevre/topluluk da benzer
cevap doğruluk payı taşımakla beraber, “biri
farklılıklara sahiptir. Sayısal ölçek ne kadar
iyi ise diğeri kötüdür” şeklinde bir formüle
daraltılırsa daraltılsın çeşitlilik ve farklılığı
dayanmaktadır. İyi olan kalmalı, kötü olan
ortadan kaldırma ihtimali söz konusu değildir.
gitmelidir.
Muhalefet, temelini işte bu farklılık ve ona bağlı hak ve hakkı arama çabasında bulur. Farklılığın hayat bulma çabası, çeşit ve alternatif zenginliği olduğu kadar sosyal sorunların kaynağını da oluşturmaktadır. Muhalefete yaklaşım biçimi çoğunlukla onun oluşturduğu/oluşturacağı sorunlar merkezinde şekillenegelmiştir. Çünkü o farklıdır; alışılmışın, kolayca yapılanın dışındadır, ezberleri bozabilir. Rahatsız edicidir, mevcuda müdahale edip işleyişi değiştirmek ister. Sorgular, açıkları ortaya serer, statükonun temellerini, ona duyulan güveni sarsar. Farklı talepleri dile getirir, otoriteyi yerinden edip düzeni değiştirebilir. Ve daha fazlası… Gidişatın değişmesini isteyen hatta değişmesine ihtiyaç duyanlardan başka kim bütün bunlara
Oysa muhalefet, hâkim olanla olmayan/ olamayan arasındaki anlaşmazlığın hatta çelişkinin ürünü olduğu kadar, farklılığın ürünü de olabilir. Toplumun, kendi içindeki çelişkileri çözmekteki başarısı farklılıkları anlamasına ve onlara karşı geliştireceği doğru tavırlara bağlıdır. Farklı görüşleri sindirmek, tek sesliliği sağlayamadığı gibi tek sesliliğin başarıyı ve huzuru sağlayacağı da ispatı çok zor bir iddiadır. Ayrıca alternatif çözümlerin önünü kesmek anlamına da gelebilir. O halde sorulara doğru ve tatmin edici cevaplar bulabilmek, konu üzerine ciddi bir şekilde eğilmeyi gerektirmektedir. Bu makale işte bu sorulara bir cevap arama çabasıdır. Bunun için: - Önce muhalefetten ne anladığımızın
rıza gösterebilir?
sınırlarını çizmeye çalışacağız.
Egemenlerin bundan elde edebilecekleri bir şey görünmediği gibi zararlı çıkacakları kuvvetle muhtemeldir. Peki, statükocunun gözüyle değil de hayrı ve iyiliği arayan bir gözle bakıldığında da muhalefet; yine yıkıcı, tahrip edici, faydasız, huzur bozucu ve boş işlerle uğraşmaktan ibaret bir şey midir? Yoksa başı ezilmesi gereken bir fitne odağı mıdır? Yahut da kaçınılmaz bir durum olduğu için idare edilmesi, göz yumulması gereken bir vakıa mıdır?
- Sonra muhalefetin bir toplum/topluluk için nasıl bir fonksiyon icra edeceğini irdeleyeceğiz. - Ardından bugün anlaşıldığı şekliyle parlamenter sistem içinde, kabullenilmiş bir kurum haline gelene kadarki süreci görmeye çalışacağız. - Bu sistemin muhalefet bakımından ne kadar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
5
işlevsel olabildiğine değindikten sonra,
ve siyasal hayata hem bireysel hem de kolektif
parlamenter siteminin toplumsal talepleri
olarak katılma hakkının bir uzantısı olarak da
yeterince temsil edemediğinden yola çıkan
görmek gereklidir.4 Bu duruşa sadece sistem
yakın dönem anlayışının, kendisini nasıl ve
içi tavırları değil, sistemin çizdiği sınırlara
hangi yollarla ifade etmeye çalıştığını ortaya
muhalefetin de dâhil edilmesi gerekir. Ayrıca
koyarak konuyu tamamlayacağız.
“otorite” ile sadece resmi/siyasi olanı değil daha küçük ölçekteki sosyal örgütlenmelerin yapılanmasını da anlamak icap eder.
Kavramsal İnceleme Muhalefet, “h-l-f” kökünden gelen Arapça bir kavramdır. Onunla aynı kökten gelen “ihtilâf” kelimesi gibi, herkesin ayrı bir yol tutması ve görüş ayrılığı anlamına gelmektedir. Çağdaş siyasal anlamıyla “muhalefet” kavramı için ise çağdaş Arapçada, muhalefet değil başka bir kelime, “mu’ârada”, kelimesi kullanılmaktadır.1 Mu’ârada teriminin siyasal anlamda kullanılmasında, Arap siyaset dilinin Batı kültüründen etkilenmesi önemli nedenlerden biridir. Kelime olarak “karşılık verme, müzakere, tenkit, karşı görüş belirtme ve reddetme” anlamlarına gelir. Terim olarak da çok benzer bir şekilde “tenkit, sorgulama ve görüş ayrılığı” demektir.2
Bu durumda muhalefet; fiili bir ilişkinin söz konusu olduğu siyasi ya da sosyal otorite ile farklı görüş, talep ve hedeflere sahip olmanın sonucu uzlaşamama halidir. Sosyal bir olgu olarak muhalefetin bu noktada uzlaşamama halinden ibaret kalamayacağını belirtmek gerekir. Bu uzlaşmazlık fiili bir durum, bir tavır ve davranış ortaya çıkaracaktır. Uzlaşmazlığın fiiliyata dökülmesi, terim anlamıyla bir muhalefet olmakla beraber niteliğine bağlı olarak farklı kavramlarla da ifade edilmektedir. Örneğin “isyan” hareketleri de bir çeşit muhalefettir. Bu, muhalefetin en keskin biçimi ya da ürünü olarak tanımlanabilir. Taraflar arasında farklılıktan çok karşıtlık vardır. Keskin
Bugünün terminolojisinde muhalefet, daha çok siyasal bir içeriğe bürünmüştür. Her türlü “muhalif” düşünce ve yapıları çağrıştırmakla beraber iktidarda olamayan siyasi partilerin3 konumunu ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu siyasal kullanımda muhalefetin kelime anlamı içkin olmakla beraber, muhalefet edilen, sistem veya üst otorite değil iktidar partisi/hükümettir. Bu kullanımın çizdiği çerçeve, muhalefet olgusunu toplumsal boyutta doğru anlamaya uygun bir çerçeve değildir. Çünkü hem sistemin eleştiri ve değerlendirilmesini sınırlamakta hem de sistem denen şeyi, devlet yapısından ibaret kabul etmektedir. Muhalefeti, siyasi otoritenin davranışlarını değerlendirme ve tartışma olarak görmek kadar, bireyin kendi geleceğini belirleme isteğinin bir tezahürü olarak sosyal, kültürel 1 Recep ARDOĞAN, Teorik Temeller ve Tarihsel Gerilimler Arasında İslam Kültüründe Siyasal Muhalefet, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: VIII / 2, s.171-189, Aralık-2004, Sivas 2 Nevin Abdulhalık Mustafa, İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, İz Yayıncılık, S.46-47
görüş ayrılığının ötesinde otoritenin, zulüm ve haksızlıkta yola gelmez, ıslah edilemez olarak görülmesi söz konusudur. Dolayısıyla ona karşı tepki, söz ve nasihat içerse de onu ortadan kaldırma çabasına dönüşmüştür. Çaba, düzeltme/ıslah değil alaşağı etme çabasıdır. Burada rollerin değişimi gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü bu, sistemin bütününe karşı bir muhalefettir. Keskin görüş ayrılığının daha küçük sosyal gruplardaki tezahürü çoğunlukla, isyan veya fiili çatışma değil “ayrılık” şeklindedir. “Küskünlük” de bir çeşit muhalif davranış biçimidir. Çeşitli sebeplerle hâkim güçle karşı karşıya gelmemek için uzak durmayı tercih etmektir. Onu onaylamadığını, düşünce ya da eylemlerine karşı olduğunu ama bunu bir eyleme dönüştürmek de istemediğini anlatma şeklidir. Burada keskin değil nispi bir görüş ayrılığından söz edilebilir. Muhalifin tavrını belirleyen, görüş ayrılığının niteliğinden çok karşılıklı tutum ve davranışlardır. Bir beklenti ve hedefe matuf olmasından öte hâkim
3 “Demokraside iktidarın dışında olan parti veya partiler.” TDK 3. anlam
6
4 Recep ARDOĞAN
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olana duyulan tepkinin bir ürünüdür. Etkisi, tavır ortaya koyanın toplum içindeki itibar ve varlığına doğrudan bağlıdır. Özellikle, toplumun kendisinden beklentileri olan şahıs ya da grupların siyasi otoriteden ya da yapıdan
bütün anlamlarıyla kullanmayı tercih ediyoruz. Muhalefet kendisini çok farklı şekillerde ortaya koyduğuna göre bu çeşitliliğin biçimini belirleyen şey nedir?
uzaklaşması, başkalarının üzerinde etki meydana getirebilecek bir davranıştır. Bunlara, sistemin ürettiği araçları kullanmadığı
Muhalefetin Biçimini Belirleyen Etkenler
için sistem dışı muhalefet diyebiliriz.
Siyasi otoritenin tavır ve tutumları,
Sitemin araçlarını kullanarak gerçekleştirilen
muhalefetin biçimini belirlemekte en önemli
muhalefet ise sistem içi muhalefet olarak
etkendir. Kendi düşünce ve prensipleri ile çelişen
tanımlanmaktadır. Bunun en son ulaştığı
her türlü gelişmeyi bir tehdit olarak algılayan
biçim, parlamenter sistemdeki partileşme
iktidar örnekleri tarihte çokça görülebilir. Erkek
ve sivil toplum örgütü, sendika, dernek
çocukları katleden krallar, etnik grupları, farklı
gibi “demokratik kuruluşlar”dır. Bugünün
bir anlayışa mensup olanları sürekli baskı
terminolojisinde muhalefetten kastedilen
altında tutan iktidarlar gelip geçmiştir. Her türlü
de budur. Araçları kullanan her hareketin sistemi onayladığı söylenemez, sistem karşıtlarının da sistem araçlarını kullandığı görülebilir. Burada muhalefet, talepleri dile getirme ve eleştirmekten, sistemi değiştirme çabasına kadar bir yelpaze çizmektedir. İktidarı ele geçirme mücadelesi, onu amaca uygun bir araç olarak görmektendir. Kitlenin karşısına çıkan alternatifler; birbirine benzer veya aynı dünya görüşünün müntesipleri olabileceği gibi tamamen zıt ve farklı sosyal hedefleri taşıyor da olabilir. Bu yöntemin tercih edilmesi, birlikte yaşama zorunluluğu, kansız ve barışçıl bir değişim şekli olarak görülmesi gibi birçok sebebe bağlı olabilir. Fiili bir çatışmaya girmeden, hâkimiyeti, daha çok destek bulma temelinde arama şeklinde ortaya çıkar. Sonucu da tarafların sahip olduğu güç değil tercih edilme çoğunluğu belirler. Gittikçe karmaşıklaşan sosyal yapının, ihtilaflarını çözmek için ürettiği siyasi kanallar/ mekanizmalar, tarafların birbirini daha iyi anlamasını sağlama fonksiyonu da icra edebilir. Bu sınıflama, benzer bir biçimde başka şekillerde de yapılmaktadır. Bunlar, anayasal ve anayasal olmayan, parlamento içi ve parlamento dışı, sistem içi ve sistem dışı, yapısal (sistem dışı) ve yapısal olmayan (sistem içi) şeklindedir.5 Teknik bir terim olarak muhalefet, parlamenter sistem içindeki siyasi kuruluşları ifade ediyorsa da biz makalenin içeriğine de uygun olarak, 5 http://tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS00482.pdf
farklılığın gelişip güçlenerek iktidar karşısında bir güç haline gelme ihtimali bu anlayışın korkulu rüyasıdır. Bir noktadan başlayacak tavizlerin bir gün önü alınamaz bir noktaya geleceğini hesap eder. Esnek değil statiktir. Kuşatıcı değil dar görüşlüdür. Geleceğinden korku içindedir ve geleceğini korkular üzerine bina etmeyi sürdürür. İdare etme konusunda beşer tabiatından gafil olduğu da ilave edilmelidir. Muhalefetin böyle bir otoriteye karşı yumuşak duruşu söz konusu olamaz. Çünkü her türlü güçten arındırılmış bir duruş, ezilmekle eş anlamlıdır. Talep ve düşüncelerinin farklılığından dolayı aşırı baskı ile karşı karşıya kalanlar, yeraltına inmeyi ya da tepkilerini isyana dönüştürmeyi tercih etmek zorunda kalmaktadır. Otoritenin güç kullanması, muhalefeti de güç esaslı örgütlenmelere iter. Bu da şiddete dayalı direnişleri besleyen zihin yapısını oluşturur. Bu durum, farklılığın, farklı talep ve hedeflerin derinleşmesini de getirmektedir. Baskı ve şiddete rağmen pasif direniş hareketlerinin varlığı da bilinmektedir. Pasif direnişin tercih edilmesi, çelişkinin şiddetinden değil muhalefetin anlayış ve hedeflerinden kaynaklanmaktadır. Küskünlük tepkisinin oluşmasında, tek başına olmamakla beraber, otoritenin baskıcı tutumu göz ardı edilmemelidir. Otoritenin duruşundaki yumuşama ona karşı oluşacak tepkilerdeki yumuşamanın da önemli bir sebebidir. Zira farklılığı ve tepkiyi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
7
daha rahat bir şekilde dile getirme imkânı,
İktidarın, muhalif oluşumlara karşı geliştirdiği
tepkinin şiddete dönüşmesini de engelleyen
önemli bir politika da satın alma ve yoldan
bir faktördür. Otoritenin farklılıklara ve hatta
saptırmadır. Muhalif lider ve fikir ekollerinden
karşıtlıklara yumuşak davranışı ile sahip olduğu
yok edilmeye çalışılanlar olduğu gibi kimileri de
gücün etkinliği arasındaki denge göz ardı
satın alınmaya çalışılmış ya da saf değiştirmeye
edilmemelidir. Yumuşaklığın güç zafiyetinden
zorlanmışlardır. Bunun başarılı olmadığı
neşet etmesi tepkilerin şiddetini artırırken, güç
noktalarda ise bir ekole karşı başka bir ekol
zafiyeti söz konusu olmadan sağlanan baskısız
güçlendirilerek desteklenmiştir.
otorite, tepkinin de rahat ve çözümsel olmasına imkân tanır.
olabilir: Yönetsel yapıda muhalefetin kendisini
“Yumuşak duruş”un bu özelliği, baskıcı otoritelerin zaman zaman onu bir taktik olarak kullanmasına da yol açar. Baskı ve şiddetin muhalifleri yok etmediği, daha çok görünmez kıldığı ve yeraltına inmelerine sebep olduğu için, baskıcı iktidarlar, onları görünür hale getirmek maksadıyla yumuşaklık politikası izlerler. Ayrıca ortaya konabilmiş tepkilerin bir çeşit deşarja benzetilmesi de bu tutumu besleyen bir fikirdir. Ancak bu politikanın fazla uzun sürmesini beklemek doğru olmaz. Bu durum asıl değil taktik gereğidir.
ifade etmesine imkân tanıyacak mekanizmaların bulunup bulunmaması, eğer varsa niteliği, muhalefetin biçimini belirlemekte en önemli etkendir. Muhalefetin biçimi şüphesiz ki sadece iktidarın sahip olduğu niteliğe bağlı değildir. Muhalefetin taşıdığı özellikler, iktidara bakışı ve iktidarı nasıl tanımladığı da muhalefetin biçimini belirler. İktidar karşıtlığının kendisini üç farklı şekilde ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, taban tabana zıtlıktan kaynaklanan, iktidarla bir araya gelmesi
İktidarın muhalefete tanıdığı serbestlik, paylaşmak, dinlemek, istifade etmek gibi bir düşünceden değil de onu kontrol altına alma isteğinden kaynaklanıyorsa arkasından manipülasyonların gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Muhalefetin kendisini çok daha rahat ifade etmesine imkân tanıyan liberalizm veya parlamenter demokrasinin birçok ülkedeki uygulanış biçimi bu duruma örnek olarak verilebilir. Oluşumlara sağlanan özgürlüğün, daha oluşumu sırasında onları kontrol altına almaya yönelik olduğuna dair birçok veri sayılıp dökülebilir. Muhalefetin bizzat iktidar çevrelerince oluşturulup, sistem karşıtlarını bunların çatısı altında toplamak bunlardan en basitidir. Muhalefetin şeklini belirlemek,
8
İktidarın tutumuyla alakalı sonuç tespit belki şu
mümkün olmayan karşıtlık. İkincisi, sisteme ya da sistemin unsurlarına bütünüyle olmasa bile belli yönleriyle karşı olan, bu karşıtlığını da sistem içinde alternatifini üretmeye çalışarak ya da düzeltme çabası şeklinde ortaya koyan muhalefet. Üçüncü olarak da sistemle ilgili onaylamadığı şeylerden doğan küskünlük… Bunlardan her birisinin her zaman aynı tepki biçimini doğuracağı iddia edilemez. Sisteme bütünüyle karşı olmakla beraber ıslah etmeye çalışan bir tutumdan söz edilebileceği gibi belli yönlerine karşı olanlardan devrimci bir tutum takınanlar da olabilir. İktidar, zulmün sebebi veya hedefin önündeki tek engel olarak görülüyorsa, tâvizkâr davransa da muhalefet onun alaşağı edilmesini tek çare
kontrol altında bulundurmak, sınırlarını çizmek
olarak düşünme eğilimindedir. Her ne sebeple
gibi stratejiler aslında muhaliflerden çok
olursa olsun iktidarın kabul edilemez, birlikte yol
sistemin işine yarayan bir muhalefet ortaya
alınamaz olarak görülmesi sert bir muhalefeti
çıkarmaktadır, bunlar figüran değil gerçek
ortaya çıkarır. Buna yıkıcı muhalefet diyebiliriz.
aktörler olsa bile. Rollerin değişmesi ilkesi,
Muhalefetin yapıcı olabilmesi için iktidarın
sistemin alternatifini değil sistem içindeki
düzeltilebilir olduğunun kabul edilmesi gerekir.
alternatifleri üretme üzerine bina edilmiştir.
İktidar ve muhalefetin tamamen farklı inanç
Tepkileri yok edecek ya da minimize edecek
ve dünya görüşlerine sahip olması, birlikte
şekilde iktidardan pay vermek bile izlenen
yaşamaları mümkün olmayacak özellikler
siyasetler arasındadır.
taşımaları sert bir muhalefet ortaya çıkarırken,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
temelde benzerlikler ama ayrıntılardaki
sebeplerden doğanlar uzlaşmaya daha yakın,
farklılıklar daha ılıman tepkiler doğurur. Muhalif
şiddete daha eğilimlidirler.
olanların kapsamlı ve kuşatıcı taleplerinin olması ile sınırlı isteklere sahip olması da tepkinin niteliğini belirleyen başka bir etkendir. Örneğin
Fonksiyonları Bakımından Muhalefet
hayatın her yönünü kuşatan bir değişikliği
Muhalefetin nedeni olan ihtilafa ilişkin ileri
hedeflemekle, belli istek ya da ihtiyaçlarının
sürülen gerekçelerden birisi, insanın içgüdüsel
karşılanmasını hedeflemek aynı tepkiyi
davranışıdır. Buna göre muhalefet insan
doğurmaz.
tabiatının ayrılmaz bir parçasıdır. Çünkü insan
Muhalif hareketlerin, iktidara nasıl müdahale edeceğine dair düşüncesi de muhalefetin şekli üzerinde etki eden bir faktördür. Bunu, iktidara getirdiği tanımlamanın yanında ona takdir ettiği güç de etkiler. Otorite, muhalif hareket
hürriyetine düşkün bir varlıktır. Hiçbir şeyin kendisini kısıtlamasını istemez. Buradan doğan karşıtlık, başkalarına karşı beslediği düşmanlık hissinin makul bir uyuşmazlık olarak nitelenmesinden ibarettir. Sonucun öyle veya böyle olmasının çok fark etmediği, uzayıp gitmiş
tarafından ortadan kaldırılması gereken bir
tartışma ve çatışmalarda örnekleri görülebilir.
araz olarak değerlendirilse bile ona karşı fiili
Toplumsal asabiyetlerin altında büyük ölçüde bu
isyana kalkışmayabilir. Bu karara kalkışmanın
özgünlük ya da özgürlük içgüdüsünün olduğu
başarıya ulaşma ihtimali, neye mal olacağı ve
da söylenebilir. Diğer yandan bunu makul bir
sonucun nereye varacağı ile ilgili öngörüleri
tartışmanın itici gücü olarak görmek veya o hale
belirleyici olmaktadır. İslam tarihindeki sabır
getirmek de pek tabii mümkündür.
ekolü , kalkışmanın ümmete vereceği zararı yani 6
akacak kanı ve oluşacak kaos ortamını hesap ederek isyan hareketlerini meşru saymamıştır. Temekkün ekolü�7 ise kalkışmanın başarıyı garantilemesi durumunda meşru olacağı üzerinden hareket etmiştir. Bu sebeple de müsait anın kollanmasını doğru görmüştür. Son bir nokta olarak muhalefetin çeşidinin de biçimi üzerinde etkili olacağını söyleyebiliriz. Dini, sosyal, ideolojik hatta ekonomik, etnik; aynı zamanda silahlı, pasif muhalefet gibi çeşitlerden söz edilebilir. İşte bu çeşitler hareketin biçimi hakkında da fikir vermektedir. Bir muhalif hareketi silahlı, pasif muhalefet veya temekkün ekolü olarak tarif etmek doğrudan fikir verirken; dini, ideolojik veya sosyal muhalefet olarak tanımlamak doğrudan fikir vermez. Genel şeyler söylenebilir. Örneğin değer yargılarındaki çatışmadan/rahatsızlıktan doğan hareketler uzlaşmaya aynı zamanda da şiddete dayalı çatışmalara daha uzak iken, ekonomik 6 Hilafetin saltanata dönüşmesinden sonra iktidarı ele geçirenlerin meşru olmadığına inanan ama isyanın doğuracağı, kan dökülmesi, kaos oluşması veya kader anlayışı gibi sebeplerle sabretmek gerektiğini düşünen kesim. 7 Zalim ve yönetimi gasp etmiş sultana karşı isyanı,
İnsani ilişkilerde asıl olanın uzlaşmazlık, çekişme ve sürtüşme olduğuna dair görüşler, muhalefetin içgüdüden kaynaklandığı iddiasına dayanmaktadır. Buna göre toplumlardaki iktidar müessesesi bu sürtüşmenin nihayete ulaşmış bir biçimidir. Egemen olma çabasının başarıya ulaşması çatışmalara hâkim olmuş, ilişkinin ilkelerini yeniden belirlemiştir. İnsan her ne kadar özgürlüğüne düşkün, etki altında kalmak istemeyen, başkalarını özgürlüğü için tehlike olarak görmeye meyilli bir varlık olsa da, bir o kadar da sosyal bir varlıktır. Bu yönü onu, toplumsal bir organizasyona ve bu organizasyonun bir parçası olarak otoriteye mecbur kılmaktadır. Fakat otoritenin, haksızlık, baskı ve istibdat içermesi durumunda ona muhalefet etmek doğal bir insani davranış olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü muhalefet, zulüm ve baskıya karşı insanın gösterdiği başlıca tepkidir. İnsan fıtratının zulüm ve haksızlığa karşı oluşu bakımından da muhalefetin her toplumda olacağı, olması gerektiği kabul edilmelidir. Bu bakımdan ışık ile gölge, tez ile antitez ne kadar yan yana ise toplum ile muhalefet ya da iktidar ile muhalefet de o kadar birliktedir.
başarıyı garantilemesi durumunda meşru/doğru sayan anlayış.
Öyle anlaşılıyor ki, ihtilafın konusu ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
9
muhalefetten anlaşılan her ne olursa olsun onu
Sindirici tavırlar, hangi yapıda olursa olsun daha
topluluğun olduğu bir yerden söküp atmanın
iyi çözüm olabilecek seslerin önünü kesmektedir.
imkânı görünmemektedir.
Yönetme yetkisi, kurumsal olarak yönetici
Ancak muhalefetin gerekçesi sadece haksızlık ve
kesime tevdi edilen bir görev olmakla beraber
zulüm olarak ileri sürülürse şu soru zorunludur:
toplumun bütününün kendisini sorumlu
Amacı gerçekten ıslah olan, zulümden uzak
hissetmesi gereken bir alandır. Çünkü ortaya
durmaya, adaleti gerçekleştirmeye çalışan
çıkacak kötü sonuçlar, hem sorumluluk hem
toplum ve yapılarda muhalefet olmamalı mı,
de etki itibarıyla onları da ilgilendirir. Başkasını
olamaz mı? Bu noktada iktidarların, muhalefeti,
işe karıştırmak istemeyen iktidarların talip
doğruya karşı direnmek ve ifsat etmeye
olduğu, işin sorumluluğu değil iktidar gücünün
çalışmakla suçluyor olmaları hatırlanmalıdır.
cazibesidir. Bir idealin ve bu ideal çerçevesinde
Buradaki husus, beşeri bir uygulamanın mutlak doğru, hak ve adaleti temsil edip edememesiyle de doğrudan ilgilidir.
iktidarlarda bile bunu görmek mümkündür. Devrimi yapanlar zamanla idarede söz sahibi olmaktan, yönetimle alakalı eleştiriler
Hayrı, adaleti ve doğruyu arayan bir muhalefet, yanlışlığa ve zulme karşıdır; onu ıslah etmeye ve gerekiyorsa onu ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu zihniyetin, doğru ve adil olmaya çalışan bir iktidara karşı muhalefeti ise onu o çizgi üzerinde tutmaya yöneliktir. Dolayısıyla doğru bir istikamet üzere hatta kendine çizdiği herhangi bir rota üzerinde olmaya çalışan toplum ve yapıların da muhalefete ihtiyacı vardır. Muhalefetin asıl fonksiyonel olduğu yer de burasıdır. Zira muhalefetten beklenecek
yapmaktan menedilmiştir. Devrimin güvenliği adına tek tiplilik yerleştirilmeye çalışılmıştır. Başka görüş ve önerilere kapalı olmak, inandıklarının doğruluğunda hiçbir şüphe duymamak, bir görüşün hâkim olmasıyla bütün sorunların hallolacağına inanmak gibi masum bir gerekçe ile açıklanamaz. Bu, hırs ve korkuların beslediği bir durumdur. Toplumun/topluluğun ve iktidarın dayandığı esaslar ne kadar sağlıklı ve doğru olsa da prensiplerin hayata aktarılmasında hatalar
önemli bir fayda da savunulan şeyin meşruiyet
söz konusu olabilir, hatta bu kaçınılmaz bir
gerekçesini ispatlayabilmektir. Herkesin aynı
durumdur. Çünkü insan, her türlü alternatifi,
şeyi söylediği bir durumda sözün ne kadar
ayrıntıyı, ihtimali düşünebilecek bir donanıma
gerçekçi, doğru ve temelli olduğunu anlamak
sahip değildir. Birçok aklın bir araya gelerek
gerekli görülmediği gibi mümkün de değildir.
ürettiği bile yanlışlık/hata ihtimali taşır.
Toplum için doğrunun ne olduğunu bulmak kolektif bir çabayı gerektirir. Bu, doğrunun bulunamayacak bir yerde veya herkese göre değişken bir yapıya sahip olmasından kaynaklanmaz. Tam aksine insanın yanlışa sapma ihtimalinden ve de hayatın çok yönlülüğünden kaynaklanır. Bu sapma, güç ve
10
gerçekleştirilmiş bir devrimin eseri olan
Prensiplerin tespiti ve uygulama ile olan ilişkisini denetlemekte uygulayıcılar tutucu davranmaktan ne kadar uzak durur, tavsiyeye ne kadar açık olursa doğruyu bulmak da o kadar kolay olur. Kendi yorum ve tercihleri üzerinde ısrarcı olurlarsa anlaşmazlıkların kriz doğurması da kaçınılmaz hale gelir.
kuvvet sahibi iken daha muhtemel hale gelir.
Söz sahipleri, işlerinin ne kadar ehli olsalar
Bu noktada güç sahipleri ile onların hâkimiyeti
da biçilen gömleğin bünyeye uygunluğunu
altında bulunanlar arasındaki ilişkinin hassas bir
anlayabilmekte bünye çok daha şanslıdır. Art
konu olduğu unutulmamalıdır. Muhalefet tam da
niyetli tutumlar elimine edilebildiği takdirde
işte bu hassas ilişkiye taalluk eden bir husustur.
muhalefet, mevcut yapının sorunlarını
Muhalefetin hiçbir şekilde meşru sayılmadığı
keşfetmekte ve tıkanmalara karşı alternatif
toplumlara bakıldığında bu durum kolaylıkla
çözümler üretmekte, statüko safında olmadığı
anlaşılabilir. Tipik bir örnek olarak, komünist
için daha dinamik olma potansiyeline de sahiptir.
devletlerde bütün gücün tek elde toplanarak
Bu durum muhalefeti, eleştirel ve karşıt olsa
her türlü karşıt görüşün sindirilmesi verilebilir.
bile kıymetli bir denetim mekanizması, istifade
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
edilebilir bir kaynak haline getirmektedir. Toplumun karşı karşıya kaldığı sorunlardan
uzun olamaz. Toplumun rızası bu bakımdan uygulamanın doğruluğundan daha elzemdir.
kurtulma başarısı alternatif üretmekteki
Çeşitlilik, üretkenlik bakımından bir nimet
becerisine bağlıdır. Korku ve kendini müstağni
olmakla beraber, çeşitliliği idare etmek,
görme gibi sebeplerle aşağıdan gelen seslere
farklılıkları kuşatmak kolay değildir. Gerektiği
kapalı olan yapılar, toplumun üretkenliğini de
gibi kuşatıcı olunmadığında zorlamaların işi
dumura uğratmış olmaktadır. Sürekli engellerle
çözemeyeceğine, bir noktadan patlak vereceğine
karşılaşan, çabası dikkate alınmayan, çözümü
birçok tarihi olay şahitlik etmektedir. Hep aynı
başkalarından beklemeye alıştırılmış bir
doğrultuda düşünen ve davranan bir topluluğu
zihin doğal olarak üretmekten vazgeçerek
idare etmek kolaydır. Asıl yönetme başarısı
tembelleşecektir. Muhalefetin tasfiyesi, toplumu
farklılıkların olduğu bir ortamda ortaya çıkar. Bir
mevcut hâkimiyetin kapasitesine mahkûm
toplumun huzuru tek tip düşünce ve davranış
bırakmaktadır.
tarzına sahip olmaktan kaynaklanıyor veya
Muhalefetin engellenmesi üretkenliği ve sıhhatli çözüm alternatiflerini zayıflattığı gibi toplumsal uyumu da ortadan kaldırmaktadır. İktidarlarda, farklılıklara kapı açmanın toplumsal huzuru ve bu huzurun kendisine bağlı sayıldığı otoritenin gücünü tehdit ettiği algısı yaygındır. Muhalefetin oluşturacağı tehlike, onun toplumda karşılık bulması ile ilgilidir. Eğer bir eğilim toplumda karşılık bulmaya başlamışsa, onu dillendiren sesin bastırılması gelecek olanı ancak geciktirebilir. Yok, eğer karşılık bulmuyorsa bu zaten muhalefetin kendi iç sıkıntısıyla alakalı bir durum demektir. Zira muhalefet eğer tabanda bir karşılık bulabiliyorsa ya da bulabilecek bir
toplumsal huzur böyle bir yöntemle temin edilmeye çalışılıyorsa, farklılıklar belirmeye başlayınca sihir çözülecektir. Oysa farklılık ve çeşitliliğe rağmen sağlanabilen uyum daha kalıcı bir huzuru temin edecektir. Bu da olgunluk ve kuşatıcılıkla ilgilidir. Kurumsal ya da sistem içi muhalefet: Kurumsallıktan kasıt parlamenter demokrasi modelindeki muhalefet partisi veya sivil toplum kuruluşlarıdır. Bu, her ne kadar sistem içi bir çözüm arayışı ve sistemin genel kurallarına bağımlı kalarak, o genel çerçeve içindeki başka bir çözümü hükümete alternatif olarak uygulama
içeriğe sahipse anlamlıdır.
çabası olarak algılanıyor olsa da bugüne kadar
Eleştiriye karşı direnmenin önemli bir gerekçesi
vurgulamak gerekir. Bir parti veya sivil toplum
değişime karşı da direnmektir. Daha iyisini
kuruluşu olarak sistemin doğrudan kendisine
geliştirmeye çalışmak dururken var olanı elde
muhalefet eden hareketler de olmuştur. Ancak
tutma çabası, statükocu anlayışın ürünüdür.
rollerin değişimi ilkesi esastır. Müesseseleşmiş
Çünkü değişim çok şeyi yerinden oynatabilir.
muhalefettin, siyasi çatışmanın en gelişmiş
Koltuk, makam ve statüler altüst olabilir. Buna
biçimi olduğu iddiasını da not etmek gerekir.
karşı direnmenin bir yolu da muhalefetin iktidar hırsına sahip bir eğilim olarak gösterilmesi veya dış düşman algısı gibi korkulardan istifade edilmesidir. Bunlar küçük yapılanmalarda bile
görülen örneklerin hepsinin böyle olmadığını
Sistem içi bir bakış yapmak istersek: Günümüz dünyasında sistemler hükümete/iktidara ihtiyaç duyduğu gibi muhalefete de ihtiyaç duymaktadır.
görülebilecek bir durumdur.
Hatta “güçlü iktidarların güçlü muhalefetle
Dünyaya sıkı sıkıya bağlı, iktidar hırsına sahip
ve sıhhati ayrıca şaşması ya da aşırıya kaçması
yönetimlerin eleştirilere kapalı davranmasını
durumunda dengeye getirilmesi için muhalefetin
anlamak zor değildir. Ancak bir ideal uğrunda
de nitelikli olması arzu edilmektedir. Bu, çatışma
iktidara gelmiş; toplumun faydasını, hayrını
teorisine dayanmakla beraber muhalefetle ilgili
düşünen; adaleti gerçekleştirmeyi hedefleyen
yukarıdan beri saydığımız faydaların keşfedilmiş
yönetimlerin muhalefete tahammülsüzlüğünü
olduğunun da göstergesidir. Bu keşifte, gerçekte
anlamak mümkün değildir. Uygulama doğru
öncülüğü olmasa bile yaygınlaştırmaktaki başarı
bile olsa rızaya dayanmadıkça baskının ömrü
Batı’ya aittir.
mümkün olacağı” savunulmaktadır. İktidarın güç
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
11
Bu anlayışa göre muhalefet, sadece eleştiren
bir özelliği muhalefete sistem içinde yer
ve eksikleri gören değil projeler üreten bir
tayin edilmesidir. Modern liberal parlamenter
kurumdur. Ne istediğini ve neye muhalefet
sistemlerin inşasından önce muhalefetin
ettiğini de bilmektedir. Muhalefet ettiği konuyu
bütünüyle sistem dışı olduğu, sistemin emniyet
iktidardan daha iyi bilmek zorundadır. Bunun
supaplarının bulunmadığı iddia edilemez.
için kendini sürekli geliştirmesi gerekir. Yanlışları
Ancak muhalefetin sistem içinde yer alan bir
görüp eleştirmek kadar doğruları da görüp
unsur haline gelmesi, iktidar mücadelesinin
takdir etmesi gerekir. Yoksa muhalefet için
parlamenter sisteme evrilmesiyle eş zamanlıdır.
muhalefet etmiş olur. Bir teklifi yoksa, çözüm
Muhalefete sistem içinde bugün bilindiği şekliyle
üretemiyorsa iktidardan çok kendisini yıpratır.
yer açılmasını sağlayan, Avrupa’da reform
İktidar-muhalefet ilişkisindeki handikap ise
hareketleri sayesinde seslerin organize bir
aradaki çatışmanın sürekli seçim modunda
şekilde yükselmesiyle başlayan süreçtir.
hareket etme refleksi ve destek primini hedefleyen davranışları doğurmasıdır.
Bu süreç kaba hatlarıyla şöyledir: 18. yüzyılda
Kurumlaşma ile ilgili olarak bir husus da
önce de halk iradesinin, farklı seslerin yönetime
şudur: Kurumlaşma yoluyla muhalefete
yansımasını kabullenmek zorunda kalmıştı.
engel olmak bir yere kadar mümkün olsa
Daha önce krala muhalefet ihanet anlamına
bile hepten imkan dahilinde değildir. Çünkü
geldiği için sosyal ve ruhani liderlerden oluşan
muhalefet, kendisini bir kurum aracılığıyla
meclisler krala ancak tavsiyede bulunabilirken
ortaya koymak istediğinde bu sadece muhalefet
meşruti yönetimlerde oluşan meclisler, kimi
partisi ve meclisteki muhalefet sıralarından
ülkelerde kralları işlevsiz bile kılmıştı. Yasama
ibaret değildir. Zira “muhalefetin bir çıkış yolu
işine halkın müdahalesi ve siyasî hayata temsil
bulamadığı, siyasi müesseselerden yoksun
yoluyla gittikçe daha fazla katılması, bu süreci
ülkelerde kamuoyunun itirazları için gayri siyasi
kolaylaştırmıştır. Seçilmişlerden oluşan meclis
kuruluşlar kullanılır.” Ordu, gazete, kulüp, dini
sistemi zamanla bütün dünyada kabul gören
kurumlar, üniversiteler de pekâlâ bir muhalefet
bir sistem haline geldi. Kralların simgesel
müessesesi gibi çalışabilir, hatta ünlü kişilerden
veya etkin varlığını halen devam ettirenlere
biri ya da bir kaçı daha fazla ses getirebilir. Kitle
rağmen cumhuriyet, yaygın bir yönetim biçimi
iletişim araçlarının gelişip yaygınlaşmasıyla
olarak kabul gördü. Bu süreç, imparatorlara
medyadaki tartışmalar parlamentodakinden
karşı kralların, onlara karşı burjuvanın,
daha çok ilgi çeker hale gelmiştir. Muhalefetin
burjuvaya karşı yoksul ve işçi kesiminin
kurumlaşmadığı ülkelerde “üniversiteler
verdiği mücadelenin sürecidir. Sürecin her bir
siyasi faaliyetin kaynağı olmuş”, sadece din
merhalesinde tehditleri kendi lehine çevirmenin
hürriyetinin temsilcisi olarak savaşan kiliseler
yolunu bulan elit kesim yeni durumlardan
zamanla bütün hürriyetlerin temsilcisi haline
genelde kârlı çıkmayı başarmakla birlikte
gelebilmiştir.
tavizler de vermiştir.
İhtilaf ortadan kaldırılamayacak bir olgu ise
Avrupa aslında senato sistemine hepten yabancı
hayrın gerçekleşebilmesi için iktidarın ondan
değildi. Atina ve Roma gibi bir geçmişe de
istifade etmesini bilmesi, muhalefetin de
sahipti. Ancak kilise-kral işbirliğinin yarattığı
engellemelere rağmen doğruyu savunmaktan
karanlığı ve baskıyı aralamasını sağlayan,
vazgeçmemesi gerekir.
doğudan ve Endülüs’ten doğan İslam’ın ışığıdır.
yıkılmaya başlayan krallıklar dönemi, yıkılmadan
Bu ışık, iktidara atfedilen kutsallığı yıktığı gibi
12
Muhalefetin Serüveni
coğrafi keşifler de toplumsal yapılanmanın
Muhalefet insanlık tarihi ile yaşıttır. Geçmişte,
Böylece iktidarın baskısına söylem olarak
farklı seslere bugünkünden daha çok imkân
doğan tepkiler kendini ifade etme imkânı da
tanıyan toplumlar da olmuştur. Ancak tarih, çok
elde etmeye başladı. Sonuçta krallıkların yerine
hızlı geriye dönüşlere de şahittir. İmparatorluklar
halk egemenliğini ifade eden demokrasi kıta
çağından sonraki siyasi gelişmelerin önemli
geneline hâkim bir yönetim biçimi oldu. Süreç
güç merkezlerini değiştirmeye başlamıştı.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ve ulaşılan nokta bakımından Avrupa ülkelerinin
demokrasiye değişim sürecinde de sürecin
hepsi bir değildir. Örneğin reformlar konusunda
hemen akabinde de örgütlü veya örgütsüz
Fransa öne çıkan bir isimdir. Kuvvetler ayrılığı
muhalefet ayrılıkçı, toplumsal bütünlüğe zararlı
ilkesinin öncüsü olmasına rağmen siyasi tarihi
tepkiler olarak kabul ediliyordu. Monarşik
ve cumhuriyeti kabullenişi gelgitlerle doludur.
yapılanma döneminde oluşan zihniyet varlığını
8
Fransız İhtilali, Orta Çağ anlayış ve sistemine
monarşinin yıkılmasına rağmen bir süre devam
karşı direnişin simgesi gibidir. İngiltere, ikili
ettirmişti. 18. yy.da partiler, düzen bozucu
parti sisteminin yaratıcısı olması ve sisteminde
kuruluşlar olarak görülmelerine rağmen
halen avamı, lortlardan ayrı tutmasına rağmen
emniyet supabı olarak görüldüğü için göz
demokrasinin beşiği sayılmaktadır. ABD ise
yumulurken; aydınlanma ve güç dengelerinin
halk egemenliğinin ilk başarı örneği olarak
değişmesi bağlamında ilerleyen süreç, farklı
görülmektedir. Amerika’da İngiliz kralına karşı
görüş ve isteklere sahip örgütlenmelerin meşru
kazanılan zafer, halkın egemenliği ilkesinin
sayılmasına imkân tanımıştır. Siyasi itirazlara bir
benimsenmesine dayanmıştır. Amerikan
çıkış yolu bulma, değişik görüşlerin kendini ifade
modelinin özelliği, yasayı yapanların yasaya
etmesine imkân tanımanın yanında, bir hürriyet
boyun eğmesi idi. Amerika ve İngiltere’de
meselesi olarak da ele alınmaya başlandıkça
muhalefet, iktidarı elde etme mücadelesi
muhalefete hayat hakkı tanınmıştır. Muhalefetin
vererek ikili parti sistemi geliştirirken,
sistem içinde, anayasal bir güvenceyle anayasal
Fransa’da yöneticinin egemenliğine karşı halkın
bir kurum haline gelmesinde, krallara karşı
egemenliğini savunmaktan dolayı çoklu parti
verilen parlamenter mücadelenin hükümeti
sistemi oluşmuştur. İrili ufaklı partiler hükümet
krallardan bağımsızlaştırması önemli bir
alternatifi olmaktan ziyade belirli ilke, inanç ve
etkendir. Bugünkü liberal sistemlerin oluşması
çıkarların temsil edilmesine yarıyorlardı.
ulus-devletlerin teşekkülünden sonradır.
Ne bu üç ülkede ne de diğerlerinde otoriteye
Kamuoyunun, kendisini bir güç olarak kabul
ve toplumsal fikre karşı herhangi bir oluşum,
ettirmesi (1792’de resmen tanınmıştır)
parti veya örgütlenme 19. yüzyıla gelinceye
önemli bir dönüm noktası olmuştur. Kamuoyu
kadar olumlu karşılanmıyordu.9 Krallıklardan
adı verilen modern sosyal güç, egemenlik
8 Son şeklini ancak 1958’de kurulan Beşinci Cumhuriyet döneminde almıştır. Halkın özgürlük, eşitlik, kardeşlik
kavramından soyutlanamayan temsil teorisi, siyasi bir kurum olan parlamento, çağdaş siyasi
(Cumhuriyet’in bayrağının mavi-beyaz-kırmızı
gruplar veya partiler çoğulcu bir devletin temel
renklerde, marşının Marsaillaise, şiarının özgürlük,
unsurları olarak modern biçimlerini 18 ve 19.
eşitlik, kardeşlik olduğu kabul edildi) için verdiği
yüzyıllarda almıştır. Yasama ve yürütmenin
mücadele kendisini ihtilal ve 1792’de cumhuriyet ilanı şeklinde ortaya koysa da halk ile diktatörlük anlayışı arasındaki mücadele bitmedi. Diktatörlüğün hâkimiyeti tekrar tekrar ele geçirmesi nedeniyle 1848, 1870, 1946
denetimi, toplumun görüşlerinin organize bir biçimde ifadesi ve gerektiğinde hükümetin görevden alınması gibi fonksiyonları sağlayan bu
ve 1958’de olmak üzere dört kez daha cumhuriyet ilanı
müesseselerin bir arada bulunması ve birlikte
bu mücadeleyi sergilemektedir. - http://tr.wikipedia.
fonksiyon icra etmesi, siyasi müesseseleşmeler
org/wiki/%C4%B0kinci_Cumhuriyet_(Fransa) -
sonunda gerçekleşmiştir.10 Parlamento, yasama
9 Örneğin İngiltere’de bir sınıf veya grup adına muhalefet 18. yüzyılın sonuna kadar tedirgin edici bir düşünceydi. Zira yürütmeyi yani ”Kralın Hükümetini” eleştirmek ve gözetlemek parlamentoya ait bir görevdi. “Hatta,
yetkisi halkın iradesine doğru evrildiği oranda egemenlik organı haline gelmiştir. Yönetimin gerçek sahibinin halk olarak görülmesi ve
İngiltere’de kendini parti örgütüne ve kuramına adamış
parlamentonun bir temsil organı olması bu
bir kişi olan Halifax Markisi 1684’de en iyi partinin bile
durumu engelleyememiş, parlamento, iktidar
‘ulusun tümüne karşı bir çeşit suikast’ olduğunu ilan
talibi partilerin çekişmesine sahne olan
etti” (Klaus von Beyme, Robert V. Daniels, Muhalefet, Çeviren: Dr. Mehmet Turan, Ankara Üniversitesi
mücadele alanı haline gelmiştir.
Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 36, Sayı: 1-4, 1979, S. 189.) “Çoğunluğa karşı çıkan her topluluk, halkın
10 MUHALEFET, GHITA IONESCU - ISABEL DE
egemenliğine yönelik bir tehdit olarak görülüyor ve
MADARIAGE, Çeviren: Behzat Tanç, BOĞAZİÇİ
‘karşı devrimcilikle’ suçlanıyordu” (Klaus von Beyme, S.
YAYINLARI, 1988, Bir Müessese Olarak Muhalefet
191-192.)
Bölümü.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
13
Önemli bir nokta da, sanayi devrimi gibi
hususların; özellikle de yönetime karşı itirazları
sosyo-ekonomik farklılıkları artıran etkenler
dile getirme ve razı olmadığı iktidarı değiştirme
muhalefeti ihtilalcı davranışlar yönüne iterken,
hakkının halka verildiği yegâne model olarak
İngiltere’de uygulanan reformlar gibi nispi
kabul görmüştür. Onun dışında nerede böyle
düzelmeler sağlayacak etkenler aksi yönde bir
bir şey var diye aramaya çıkanlar primitif
etki meydana getirmiştir. Milliyetçi akımlar ise
örneklerden başkası ile dönmemektedirler.
muhalefetin fesatçılıkla damgalanmasına neden
Modern parlamenter sistemin gerçekten de
olmuştur. Daha yakın zamanda ise “Orta sınıfın
öncekilere göre birçok artısından söz etmek
genişlemesi fikir ve değer yargılarındaki kesin
mümkündür. Ayrıca son dönem dünya siyasi
ayrılıkları belirsizleştirmiş, orta yol zihniyetinin
gelişmeleri üzerinde zulme, baskı ve diktaya
oluşmasına yol açmıştır. Merkez partilerinin ve
karşı geniş çapta verilen mücadelelerde payı
ılımlı grupların güçlenmesini sağlamıştır.”
olduğu; kendisinden alınması gereken örnekler
19. yüzyılda muhalefetin oy hakkı üzerine kurulması, oy hakkının genişletilmesi, seçim ve
Avrupa dışındaki bölgelerde de krallıklar yıkılmış
seçmen problemlerine eğilmeyi gerektirmiştir.
halkın sesi yükselmiş, meşruti rejimler ortaya
Kitle partilerinin doğması ve belli ekonomik
çıkmış ve bunlar yerini zamanla cumhuriyetlere
çevre ve çıkarlarla (Alman Sosyal Demokrat,
bırakmıştır. Halkın yönetime katılması
İngiliz İşçi Partisi gibi) ilişkisi, oy hakkı,
için mekanizmalar oluşmuş, çeşitli temsil
seçmen ve seçim alanının genişlemesine bağlı
sistemleri hemen bütün ülkelerde uygulamaya
bir durumdur. Kamuoyu, temsil sitemi, siyasi
konulmuştur. Fakat itiraz hakkının ne kadar
gruplaşmalar ve partiler mevcut anayasal
tanındığı, farklı fikirlere ne kadar tahammül
çerçeveye bağlı, ihtilâlcı metotlara karşı
anlayışının geliştiği apayrı bir konudur.
kuruluşlar olarak temsilciler meclisinin ortaya çıkmasını sağlayan etkenlerdir. Bu meclis içindeki, önceleri iktidar karşıtı, sınırlayıcı ve denetleyici olan muhalefetin hükümet alternatifi haline gelmesi 18. yy. sonlarındadır. Muhalefetin resmen tanınması ancak 20. yüzyıldadır. *** Son dönem dünya siyasi gelişmeleri üzerinde, Batı’nın parlamenter demokratik sisteminin ilham kaynağı olduğu bilenen bir husustur. Onun her yerde ve her zaman başarılı olduğu ve olacağı anlamına gelmediğini düşününeler bile “Batı’nın parlamenter sisteminin siyasi bilim tarafından bütün siyasî süreçlerin kutlu bir amacı olarak yüceltildiğini, çoğulcu rejimlerin çağdaş insanın hürriyet ve onurunu koruyan en mükemmel mekanizma olarak tarihte
Kuzeyde ve uzak doğunun büyük kesiminde sosyalist ülkelerin muhalefete karşı hiçbir zaman tahammülü olmamıştır. Resmi ideoloji ya da çizgiye muhalif olanları revizyonizm, oportünizm veya teslimiyetçilikle damgalamıştır. Yeni gelenler genelde öncekileri ve karşıt unsurları tasfiye etmiştir. Muhalefet ideolojik oluşum sürecinde olumlu ama ideoloji otoriteye dönüşünce olumsuz bir olgu olarak ele alınmıştır.12 Bunun sebebi, yukarıdan beri Batı modellerinde parlamenter sistem/parti ve muhalefet arasında kabullenilmiş ilişkiden dolayı, tek parti sisteminin buraya hâkim olması değildir. Sosyalizm’e tek doğru ve doğrunun tek biçimi olarak sahip çıkılmasından, dikta rejim anlayışının güçlü olmasından, farklılığın tehlike olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır.
ebedî yerini aldığına” inanmaktadırlar. Çünkü
Benzer anlayışlar çok partili olmasına rağmen
çoğulculuğun zirveye ulaşmış örnekleri Batı’da,
tek tip siyaset anlayışına sahip diğer Orta
özellikle de yukarıda saydığımız üç ülkede
Doğu ve Asya ülkelerinde de halen bile varlığını
aranmaktadır.
korumaktadır. Türkiye’de örneğin, cumhuriyet
11
Batı modeli; çok seslilik, çoğulcu yönetim biçimi, cumhuriyet, demokrasi, fikir hürriyeti, bireysel hak ve de özgürlüklerin savunulması gibi 11 GHITA IONESCU - ISABEL DE MADARIAGE
14
ve ibretler olduğu unutulmamalıdır.
rejimi, kendisini halkın iktidarı olarak tanıtmasına, bununla hayat bulmasına rağmen 12 Klaus von Beyme, Robert V. Daniels, Muhalefet, Çeviren: Dr. Mehmet Turan, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 36, Sayı: 1-4, 1979, S. 201-222
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
daima ona karşı bir politika izlemiş, muhalif
yaklaşımla kabul edilebilir. Özgürlüklerin, insan
güçlere hiçbir zaman hayat hakkı tanımamıştır.
hakları savunuculuğunun ülkesi sayılmasına
“İslam coğrafyasındaki” durum daha da dikkat çekicidir. “İslami dünya görüşünün temsilcileri” olmaları sebebiyle, insani hakları savunmakta en sağlam argümanlara sahip olması, zulme karşı en çok ve hatta en organize direnişleri gerçekleştirmesi, hakkın ifadesinde en güçlü söyleme sahip olması, alternatif çareler üretmekte en başarılı olması gereken Müslümanların, dünyanın neden bu kadar gerisinde kaldıkları çok enteresan bir durumdur. Şu bir gerçektir ki onlar bir muhalefet anlayışına sahip olamamış, olduklarını da geliştirememişlerdir. Bunun için birçok sebep sayılabilir. Emperyalist Batı’nın sürekli saldırılarına maruz kalmaları, oluşturdukları
rağmen dünyada en büyük cinayetlerin merkezi de orası değil midir? Hem tarihinde hem bugün döktüğü kanı, sömürüp açlığa terk ettiği ülkeleri, ifsat ettiği toplumları, kurduğu/ kurdurduğu dikta rejimleri sayıp dökmeye gerek yok. Avrupa’da yaşayan Müslümanlara veya başka etnik kimliklere ne kadar tahammüllü olduğunu da irdelemeye gerek yok. Bir tek Bosna örneği yeter. Batı’nın güdümündeki BM’nin süper güçlerin jandarması olması bile tek başına her şeyi anlatmaya yetip artıyor. Tanıdığı özgürlük, Batı’nın dayandığı ideolojik, siyasi, ekonomik temellere aykırı olmamak şartına bağlıdır, özellikle de hevayı ilgilendiren konularla sınırlıdır.
sistemlerin çeşitli yollarla Batı tarafından
Örneğin alt ve üst kesim arasındaki
kontrol altına alınması, etnik farklılıkların
çatışmalardan13 doğan yasalar itiraz ve
çatışmaya dönüştürülmesi, sürekli diken
tepkilerin sonucunda gerçekleşmiş olsa da
üstünde bir iktidar anlayışının yerleşmesi vs.
sanıldığı gibi sadece zayıfların hakkını korumaya
Bütün bunlar iktidarların, farklılıkları bir tehlike
matuf değildir. Daha çok “lortların haklarını”
olarak algılamasına neden olmuş ve farklı
korumakta, daha da önemlisi isyanları bir
sesler susturulmuştur. Bu anlayış öyle veya
noktada durdurmakta, ilişkiyi kurallara
böyle zulme isyan ederek iktidara talip olan
bağlayarak yeni isyan ihtimalini minimize
yapılanmalara da yansımış, farklı sesler bölünme
etmektedir.
sebebi olmuştur. Ortaklık, farklılıklara rağmen ortak projeler geliştirmek, alternatiflerden istifade etmek, farklılığı zenginlik olarak görme olgunluğu oluşamamıştır. Dolayısıyla da dünyaya örneklik ve rehberlik edecek en değerli birikime sahip oldukları halde hevalarından başka rehberleri olmayan Batı ideolojisi kadar etkin olamamışlardır. Kuzey Afrika’dan başlayan yeni tepkiler umarız yeni umutları besleyecek bir gelişme ortaya çıkarırlar. *** Batı demokrasisi “adil yönetim” açısından gerekli bir kurum olan muhalefete sistem içinde yer vermiş bir tecrübe olmakla birlikte, bu kurumun gerçekten olması gerektiği şekilde çalışmasına imkan vermekte midir? Batı’nın değerler sistemi halkın tercihini esas almaya gerçekten müsait midir? Batı’nın oluşturduğu sistemin ideal olduğu, muhalefete özgürlük tanıdığı ancak hamasi bir
Halkın talep ve itirazlarının yönetime yansımasını sağlayacak temsil sistemi de birçok sorun barındırmaktadır. Doğacak sorunlar sadece uygulama hatalarına bağlanabilecek gibi değildir. Çünkü sistem sorun üretmeye müsaittir. Örneğin Fransa’nın getirdiği doğrudan doğruya ferdin temsili iken, İngiliz modeli çıkarların ve mevkilerin temsilini, ABD ise Temsilciler Meclisi’nin ferdi, Senato’nun çıkarları temsil etmesi sistemini getirmiştir. Genelde Batı’da ferdin temsili ile çıkarların temsili arasında bir çatışma yer almış, sonuçta genel çıkarların fertlere karşı korunması gerektiği fikrinde birleşilmiştir. Amerika ve İngiltere’nin çifte 13 Süreçte kilisenin muhalefete olumlu katkısından söz edilebileceği de ilginç bir noktadır. Bu iddia, kiliseimparatorluk çatışmasının evrensel bir monarşinin kurulmasını önlediği, millet ve devletin ortaya çıkmasına yol açtığı şeklindedir. Ayrıca kilisenin dış dünyanın yönetim biçimini iktibas ettiği kadar, temsil sistemi, seçim, gizli oy, yazılı ya da yazılı olmayan kurallar gibi kendine has ve dışarıya örneklik ettiği uygulamaları da buna ilave edilmektedir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
15
temsil sistemi, çıkarların savunulması için birer
yasama erkinin sınırları17 gibi sorunları çözmeye
siper vazifesi görmektedir.14
yetmemekte, parlamento hâkimiyeti yepyeni sorunlar oluşturmaktadır.
Seçim ve vekâlet sistemi; oy değeri, vekil-asil ilişkisi, vekile yetki devrinin15 ilkeleri konularında
Parlamentoların oluşması halkın isteklerinin
yapılan tercihlere bağlı olarak parlamentonun
yönetime yansımasına yarayan bir araçtır. Ancak
yeni bir egemenlik organına dönüşmesine engel
bunun oy hakkı ile kısıtlı olması, bu kurumun
olamamıştır. Halkı otoritenin gerçek sahibi
yine elitlerin kontrolüne girmesine kolaylık
olarak görmek, seçilmişlerin ehliyet ve liyakati,
16
14 Oluşan sistemlerde güç sahiplerine karşı hak
tanımaktadır. Hemen her ülkede sistemin sahipleri, sistemin çizilenin dışında bir çizgiye
sahiplerinin ne kadar temsil edilebildiği ciddi bir soru
meyletmesini engelleyen mekanizmaları da
işaretidir. Amerika’da ve İngiltere’de sınıfların temsili
oluşturmuştur. Alternatifler sisteme uymak
yıkılarak çıkarların temsili kavramı yerleşmiştir.
zorundadır. Uymazsa kolayca sistem dışı
Bu durum zamanla kökleşerek siyasî düşüncenin merkezini oluşturmuştur. İngiliz parlamento sisteminde klasik yapı kendisini korumuş, sınıfların
edilebilir. Alternatif olarak ortaya çıkmak isteyenlerin daha işin başında izlemeleri gereken
kalıntısı olarak “meşrutiyetçi düşüncesinde yerini
bir prosedür ve imzalamaları gereken kurallar
bulan çıkarların temsili, Locke bunun temel ilkelerini
vardır. Bunları kabul etmezlerse halk için bir
formülleştirdiğinden beri” var olmaya devam
alternatif olamazlar. Sonuçta alternatifler
etmektedir. Oluşan sistem, sanayi kentlerini de ihtiva edecek şekilde çıkarların ve mevkilerin temsili şeklindedir. İngiliz modeli mutlakıyetçi monarşiye karşı bir mücadeleyi anlatıyor olsa da siyasi ve coğrafi özel koşulları sebebiyle halkın iktidarını değil melez bir egemenliği temsil etmektedir. Amerika’da, devrimden önce de çıkarların temsili ile ferdin temsili kavramı arasında şiddetli bir çatışma hüküm sürmüştür. Kraliyete karşı kazanılan zaferle halk
sistemin kendisine ait alternatiflerdir. İşte bu nokta bir kilitlenme noktasıdır. Çok partili demokratik parlamenter sistem krallıklara bir alternatif olarak bir cazibeye sahipti. Sistemin iktidar hırsına alet edilme çabaları ve tıkanma noktalarının bulunması başka arayışları gündeme getirmiştir.
egemenliği doktrini doğrultusunda temsil meselesinde varılan sonuç, Temsilciler Meclisinin ferdi, Senatonun çıkarları temsil etmesi şeklindedir. “Senato’nun temsil sistemi bir ölçüde sınıfların temsiline benzemekteydi.” “Siyasî ferdiyetçiliğin sınıfların temsili ile birleştiği karmaşık bir sistem” getirmiştir. Fransız Devrimi ve Cumhuriyeti halkı tam egemen
Parlamenter sistem halkın seçim yoluyla yönetime katılmasını sağlayan bir sistemdir. Birçok eksiği barındırdığı da bir gerçektir.
konumuna getirmeye ve bu iktidar gücünün başka
alacakların birçoğunun oturacağı koltuk ciddi bir tecrübe
kuruluşlarca paylaşılmayan bütünlüğüne işaret olarak
ve donanım gerektirmektedir. Bu nokta seçilmemiş
algılanmıştır. Bu, klasik rejimin değiştirilerek sınıfların
olan profesyoneller devreye girmektedir. Buna siyasetin
temsili sisteminin yıkılması demekti. Getirdiği sistem
alanına giren konuların bilimselleşmesi denebilir. Hızlı
doğrudan doğruya ferdin temsili sistemidir.
gelişim ve sorunların karmaşıklığı, doğru ve zamanında
15 Seçilen vekilin yetkisinin neyle nasıl kısıtlanacağı ciddi tartışmaların konusu olmuştur. Halk, yönetimin tek ve sınırsız sahibi olarak kabul edildiği zaman onun yetkisini vekiline nasıl devredeceği önemli bir tartışma konusu
karar alma konusunda uzmanlığı gerektiriyor. Bu uzmanların bilgi ve tarafsızlıkları belki de seçilmişlerin denetleyebilme ve kuşatmalarından ötedir. 17 Örneğin İngiliz (Westminster) modeli demokrasisinin
olmuştur. Kimileri vekilin asıl gibi yetkili olduğunu
önemli bir özelliği meclis egemenliğidir. “Burada
savunurken başkaları da vekilin yetkisinin asıl gibi
parlamentoyu denetleyecek bir organ yoktur. Hukuki
sınırsız olamayacağını savunmuştur. Sınırlı olması,
açıdan yasama gücüne konulmuş hiçbir sınır yoktur.
vekilin hareket alanını daraltırken, sınırsız olması iktidar
Parlamento anayasal nitelikli kuralları da aynı adi
gücünün gerçekte fiili uygulayıcıda toplanmasına ve
yasalar gibi koyar veya kaldırır. Parlamentonun
aslın önemini yitirmesine neden olmaktadır.
dikkate aldığı tek etken kamuoyudur. Öte yandan
16 Temsil siteminin zafiyeti ile ilgili belirtilmesi gereken
16
Muhalefetin Ulaştığı Nokta
parlamentonun gücünü sınırlandırma işlevini
bir nokta da şudur: Demokratik sitemlerde karar yetkisi
görebilecek yazılı bir anayasanın olmaması kamuoyunun
genelde seçilmişlere tevdi edilmiştir. Seçilmişlerin
önemini daha da arttırmıştır.” (http://tr.wikipedia.
seçilme kriteri ise nihayetinde seçmenin takdirine
org/wiki/Birle%C5%9Fik_Krall%C4%B1k) Kamuoyu/
kalmış bir husustur. Seçtiklerinin, işin ne kadar ehli
halkın rızası bağlayıcı güç gibi görünse de bu durum
olduklarını anlamaları pek mümkün değildir. Oysa görev
parlamento egemenliğini oluşturmaktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Halk, iradesini ancak sandıkta bir oy olarak
“toplumun yararına görmedikleri konularda karar
gösterebilir, istemediğini değiştirmek için
alıcıları etkileyerek farklı kararlar almalarına veya
seçimi beklemesi gerekir, siyasal bir alternatif
kararlarını gözden geçirmeye sevk etmeye de”
olmak istediğinde sistemin çizdiği çerçeveye
çalışmaktadır. Bu yolla siyasal ve dolayısıyla sosyal
uyması gerekir, seçtiği vekil kendisini ne
hayata, ayrı bir güç unsuru olarak katılmaktadır.
kadar ifade edebilir vs. Bunun gibi birçok sorun ve tıkanma noktası muhalefetin yeni arayışlara eğilmesini getirmiştir. Sivil toplum kuruluşları bu arayışın adresi olmuştur. “Bu gelişmenin ardında yatan nedenlerden belki de en önemlisi, insanların geleceklerini belirleyecek konuları, seçtikleri temsilcilere de bırakmak istememeleri, doğrudan söz sahibi olmak istemeleridir.” Aslında ne sivil toplum ne de sivil toplum kuruluşu/örgütü yeni bir olgu değildir. Her toplumda devletin dışında kalan bir işleyiş mutlaka vardı/vardır. Özünü, halkın devletten bağımsız olarak sorunları karşılıklı “rıza” göstererek kendi içinde çözme katılımcılığından almaktadır. Yeni dönemdeki
Sivil toplum kuruluşlarının, talep ve itirazları dile getirmekte parlamentodan daha fazla kolaylık sağladığı söylenebilir. Ancak etkinliği arkasında topladığı güce bağlıdır. İcra edebileceği fonksiyon sadece eleştiri yapmaktan, karşı durabilme gücünden kaynaklanmaz. Hiçbir eleştiri yapmadan da bir muhalefet kurumu olarak çalışması mümkündür. Bir yardım kuruluşu sadece yardım ederken, bir dernek mağdur olanları kurtarırken de hiçbir söz kullanmadan sistem eleştirisi yapabilecek bir güce sahiptir. Yardım edilenlerin ya da şahit olanların, yardımın hangi kimlikten kaynaklandığını bilmesi çoğu kez yeterlidir.
şekillenişi, parlamenter sistemin gelişmesiyle
Fakat bu kuruluşlar sadece muhalif yapılanmalar
beraber başlamış ama yeni arayışların merkezi
değildir. Tam aksine sistemin daha güçlü
haline gelmiştir.
olması için fonksiyon da icra edebilir. Resmi/
“Sivil toplum kuruluşları, gönüllü, kendi kendini oluşturan, kendi desteklerine sahip, devletten özerk, özel alan ile devlet arasında aracı niteliğinde örgütlü bir sosyal yapılanmadır.” şeklinde tarif edilmektedir. “Devletin şekillendirmediği, kendine özgü olduğu gibi aktif ve örgütlü siyasal katılım sürecini de ifade ettiği” savunulmaktadır. “Yapı, faaliyet ve tür açısından çok çeşitlilik göstermektedir. Eğitim, çevre, kentsel-kırsal kalkınma, sağlık, sosyal hizmetler, teknik yardım ve danışmanlık, barışın sağlanması ve insan haklarının korunması, din ve yardım işleri gibi alanlarda vakıf, dernek, sendika, çeşitli meslek kuruluşları” şeklinde örgütlenmektedir. “Üyeleri arasında maddi ya da manevi çıkara bağlı,
politik yapılanma ile sivil olan arasında sürekli bir çekişme olagelmişse de birbirine ihtiyaç duydukları da bir hakikattir. İşin bu yönü sistemin de bu kuruluşlara aslında ihtiyaç duyduğunu anlatmaktadır. “Devletin yeterince nüfuz edemediği alanlarda faaliyet göstererek devlet faaliyetlerinin etkinliğine katkı sağlaması” da mümkündür. “Dolayısıyla, sivil toplum devletten özerk olmayı içerir, ama ondan yabancılaşmayı zorunlu kılmaz. Başka bir deyişle, sivil toplum devlet iktidarına karşı dikkatli ama saygılıdır.” Fonksiyonları arasında bu yönde işlevler de sayılmaktadır.18 18 Kamu kurum ye kuruluşlarıyla ortak projeler yapmak, akademik çevreyle birlikte aydınlatıcı
dayanışma bilincine sahip, iktidara geçmeyi
kongre, konferans, seminer, toplantı gibi aktiviteler
amaçlamaksızın siyasal sistemi etkilemeye çalışan
gerçekleştirmek.
menfaat ya da baskı gruplarıdır.” “Etkinlik alanları dikkate alındığında başlıca işlevleri, kamuoyu oluşturma yoluyla bireylerin taleplerinin dile getirilmesine yardımcı olmak, çoğulcu toplum yapısının sağlanmasına katkıda bulunmak ve devlet tüzel kişiliğinin gerçekleştirdiği uygulamalar ile pazar ekonomisinin dayattığı bazı mekanizmalara karşı koruyucu tampon işlevi görmek” şeklinde sıralanmaktadır. Aynı zamanda
Ülkenin öncelikli hedeflerine ulaşmasında kamuoyu desteği sağlamak için medya vb. iletişim araçlarıyla gündem oluşturmak. Yayın ve yayımlar yapmak. Dünya Bankası, UNESCO, Birileşmiş Milletler gibi kuruluşların mali kaynaklarından milli platformda yaralanmak için bu kuruluşlarla düzenli ilişkiler yürütmek. Gerektiğinde yapısal reform ve mevzuat uyum çalışmalarını gerçekleştirmek. Yurt içi ve yurt dışı fon ve desteklerden yaralanmak için araştırma ve geliştirme Merkezi kurarak sürekliliğini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
17
Bu bakımdan “sivil toplum örgütleri toplumsal kararların alınmasında seçilmişlerle birlikte rol almaktadır.”19 Muhalefetin sivil toplum kuruluşlarının dışında üniversite hatta ordu gibi alternatifleri de kullandığını belirtmek gerekir. Ayrıca dördüncü da daha rahat bir ifade imkânı sağlaması nedeniyle etkin bir muhalefet aracı olması söz konusudur. Birçok tartışma parlamentoda olduğundan daha çok medyada yürüyüp gitmektedir. Her şeye rağmen parlamento dışı alternatiflerin sorunlardan azade olduğu söylenemez. Sonuçta bunların da bir parti kadar olmasa da sistem içi bir araç olduğu, sistemin bu araçları da sistemin çizgisini taşmayacak şekilde kullandırmak istediği unutulmamalıdır.
www.islamiyorum.com
güç olarak meydana çıkmış bulunan medyanın
sağlamak. (Ali ÖZALP) 19 SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN TOPLUMSAL VE SİYASAL BAKIMDAN ÖNEMİ, (Dernekler Denetçiliği Yeterlilik Tezi), Ali ÖZALP, Dernekler Denetçi Yardımcısı. http://www.icisleri.gov.tr/ortak_icerik/www.icisleri/ tez9.pdf
18
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Din, Devlet ve Muhalefet
MAKALE 2 :
“islam’da muhalefet”
Fikri neden Olumsuz Manalar Çağrıştırıyor
Nuri Yılmaz
Resulullah’ın vefatından sonraki ilk yönetici
yargılayacak/sorgulayacak hiç kimse
olan Hz. Ebu Bekir, halife olarak seçildiği zaman
bulunmamasına rağmen ve hiç kimseye hesap
yaptığı konuşmada şu ifadelere yer vermiştir:
verme mecburiyetleri bulunmadığı halde, neden
Sizden daha hayırlı bir kimse olmadığım halde, sizin idareciniz olarak iş başına geçmiş bulunuyorum. … Eğer ben, bu vazifemde doğru iş görürsem siz de bana yardımcı olursunuz. Yanıldığım zaman da beni ikaz edecek, bana doğruyu siz göstereceksiniz.”1
Ondan sonra yönetici olan Hz. Ömer kendisini eleştirmek isteyen birisinin engellenmesi üzerine şu ifadelere kullanmıştır: “Onu serbest bırakın. Eğer bize söylemezlerse onlarda hayır yoktur. Eğer onların doğru sözlerini kabul etmezsek bizde hayır yoktur.”2
Bu sözler, yüklenmiş olduğu sorumluluğun büyüklüğünü ve taşımış olduğu vebalin ağırlığını
böyle bir yardım talebinde bulunuyorlar. Bu talep ki, makamlarını en üst makam olmaktan çıkarıyor; sözlerini ve davranışlarını denetime açıyor ve onları, birilerine hesap vermek zorunda bırakıyor. Yöneticilerin otoritelerini başka güçlerle paylaşmak zorunda kaldıkları yönetim modelleri, insanlık tarihinin sınırlı bazı dilimlerinde tecrübe edilmiştir. Ancak bu tecrübelerin hiç birisinde yöneticiler, otoritelerini gönüllü olarak paylaşmamışlar ve isteyerek denetime açmamışlardır. Bu yüce gönüllülük, Müslüman olmanın ortaya çıkardığı bir durumdur. Yeryüzünde adaleti tesis etmek hedefinin ve bununla imtihan ediliyor olma gerçeğinin ortaya çıkardığı bir durum… İşin ucunda, ya elde ettiği
kavramış olan yöneticilerin yardım talepleridir.
gücü şahsi çıkar ve menfaatleri için kullanıp
Bu insanlar, üzerinde başka bir makamın
toplumun huzurunu sağlamak için kullanıp
bulunmadığı, “yöneticilik” gibi bir konuma
Allah’ın rızasına kavuşmak yatmaktadır. İşte
erişmiş iken; sözlerini ve davranışlarını
bu yüzden yardım talep etmekte, otoritelerini
1 Taberi, C 2, s 450. İbn-i Hişam, Es-Siyret ün-Nebeviye, C 4, s 311. Kenz-ül Ummal, C 5, Hadis no 2261, 2264, 2268, 2278, 2291, 2299 2 Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harac, s 13
imtihanı kaybetmek ya da adaletin tesisi ve
denetime açmaktadırlar. Peki, onların yardım talebine toplum nasıl cevap vermiştir?
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
19
Hz. Ömer bir mecliste: “Ben bazı durumlarda
kendilerinden sonrası için örnek olan halifeler
yanlış yola girersem, siz ne yaparsınız” diye sorar.
bile, bilerek veya bilmeyerek sergiledikleri bazı
Bunun üzerine orada bulunan Bişr İbn-i Saad
tavırlarıyla bu anlayışı beslemişlerdir. Onların
elindeki sopayı göstererek: “Eğer sen eğri yola
dönemi için “siyasi manevra” olarak kabul
girersen, seni şu sopa ile düzeltiriz” der. Hz. Ömer
edilebilecek bazı olaylar, sonraki dönemler için
döner ve: “Böyle yapabilirseniz, o zaman sizin iş
devletin din ile özdeşleşmesinde referans görevi
adamı olduğunuzu anlarım” der.3 Kısacası onlar da
görmüştür.
kendi imtihanlarının farkındadırlar. Yeryüzünde adaletin tesis edilmesi ve sürekliliğinin sağlanabilmesi için sürekli çabalamak zorunda
Olaylar, Resulullah’tan sonraki ilk yöneticinin belirlenmesi tartışmalarıyla başlamıştır.
olduklarını kavramışlardır. Adaleti tesis etmenin sadece bir kişinin görevi olmadığını, onun sapması veya yanılmasıyla ortaya çıkacak sonuçtan kendilerinin de sorumlu olduğunu fark etmişlerdir. Ve kendi imtihanlarının bir gereği olarak, bu sorumluluğun yerine getirilmesinde
Ensar’ın halife seçmek için toplandığını haber alan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde onların yanına gitmişlerdir. Medinelilerin
yöneticiye yardımcı olmaya gönüllüdürler.
niyetini öğrendikten sonra Hz. Ebu Bekir onların
Fakat hal böyleyken ne oldu?
yardımlarını övmüştür. Sonra şöyle bir konuşma
Ne oldu da; otoriteyi paylaşmak, muhalefet, denetim gibi fiiller “kötü” hale geldi? İşte bu makale, bu sorulara cevap aramak üzere kaleme alınmıştır. Bu çerçevede, İslam tarihinin belli kesitlerinde cereyan etmiş bazı olaylar, “muhalefet olgusu” açısından yeniden değerlendirilmeye ve tahlil edilmeye çalışılacaktır.
üstünlüğünü dile getirmiş ve Resulullah’a yapmıştır: “Biz Resulullah’ın yakınlarıyız, akrabasıyız. Biz hilafetin sahipleriyiz. Araplar içinde insanların en soylusuyuz. Bundan dolayı hilafet, Kureyş’ten birine daha münasiptir.4 Sizler bizleri korudunuz ve
bizlere yardımcı oldunuz, ancak insanlar Kureyş’e tabi olurlar. Siz de bilirsiniz ki, Araplar halifeliğe sadece Kureyş’i uygun göreceklerdir; çünkü onlar, Arapların en değer verdikleri ve şerefli
Muhalefet fikri neden kötü görülüyor? Muhalefet fiilinin kötü anlamlara karşılık
kabul ettikleri yurdun sahibidirler ve İbrahim’in duasına muhatap olmuşlardır. Biz emir, sizler ise vezirlersiniz. Nitekim sizler, Resulullah’ın da vezirleri olmuştunuz.”5
gelmesinin temelinde yatan en önemli unsur,
Hz. Ebu Bekir’in bu konuşması Müslümanların,
otoritenin din ile özdeş hale gelmesi, yani; din
Resulullah’tan sonra otoritenin sürekliliğinin
ile devletin aynılaşmasıdır. Dini temsil eden
(din ile özdeş hale gelmiş) bir otorite, otorite makamındaki şahıs paylaşımcı bir yaklaşım gösterse bile; tartışılamaz ve eleştirilemez. Çünkü tartışıldığı ve eleştirildiği zaman, din tartışılmış ve eleştirilmiş olur. İslam tarihinde din ile devletin aynılaşması veya otoritenin dinileşmesi birdenbire ortaya çıkmış bir durum değildir.
nasıl sağlanacağı konusunda çok ciddi endişeler yaşadıklarını göstermektedir. Bu yüzden yönetici olarak seçilecek kişinin, Arapların yönetime en fazla layık göreceği Kureyş kabilesinden olması tavsiye edilmektedir. Nitekim Hz. Ebu Bekir’in yönetici seçilmesinin ardından bazı kabilelerin merkezi otoriteye isyan etmesi bu endişenin haklılığını ortaya koymaktadır. Ancak endişenin çözümü için başvurulan yol,
Resulullah’ın vefatıyla başlayan süreçte safha safha gelişerek serpilip boy verdiği görülür. Hatta öyle ki, tutum ve davranışları ile 3 Kenz ul-Ummal, C 5, Hadis no 2413
20
Hz. Ebu Bekir’in yönetici oluşu
yöneticiyle ilgili bazı anlayışların referans 4 Vakıdi, Ridde, s 35-36; İbn Kuteybe, el-İmame, I, 13; Taberi, Tarih, III, 206 5 Vakıdi, Ridde, s 36-37; İbn Hişam, es-Sire, IV, 310; İbn Sa’d, et-Tabakat, III, 182 vs.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kaynağı olmuştur.
zekattan muaf tutulmalarını önermişlerdir. Fakat
İmam Eş’ari, Abdülkadir el-Bağdadi, Maverdi
Hz. Ebu Bekir bu görüşü kabul etmemiş ve:
ve İbn Hazm, Hz. Ebu Bekir’in yukarıdaki
“Allah’a yemin ederim ki, namaz ile zekatın
konuşmayı yaptığı toplantıda Ensar’ın ikna
arasını ayıranlara karşı savaşacağım. Çünkü
edebilmek için “Halife Kureyş’tendir”6 hadisini
zekat malın hakkıdır. Onlar Resulullah’a verdikleri
dile getirdiğini, bunun üzerine Ensar’ın halifelik
zekat hayvanının başına bağlanan ipi dahi bana
talebinden vazgeçtiğini ileri sürmüşler ve
vermekten çekinirlerse, yine onlarla savaşırım.”9
halifenin Kureyşli olması gerektiğine dair hüküm vermişlerdir. Ebu Hanife, İmam Şafii, Ahmet b. Hanbel, İmam Maturidi, Gazali, Şehristani ve İbn Teymiyye ise aynı kanaati paylaşmaktadır. Kısacası İslam siyaset düşüncesi üzerine fikir beyan etmiş, Şii ve mu’tezili düşünürler haricindeki bütün düşünürler, Hz. Ebu Bekir’in seçimi esnasında yaşanan tartışmaları referans almışlardır. Tarihi süreç içerisindeki olumsuz sonuçları görülmese, sadece “siyasi bir manevra” denilip geçilecek bir olay, yöneticiyle ilgili bir kutsalın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu kutsal tek başına otoritenin din ile özdeş hale gelmesini sağlamamışsa da, yöneticiyi toplumun bir ferdi olmaktan çıkarıp dini bir kimliğe büründürülmesini sağlayan süreci başlatmıştır.
diyerek, bu kabilelerle de savaşmayı tercih etmiştir. İrtidat edenlere karşı yapılacak muamele, İslam siyaset düşüncesi açısından en sıkıntılı konulardan birisini oluşturmuştur. Üzerinde durulması gereken iki yönü olduğunu düşünüyoruz: 1. Devleti din ile özdeşleştiren ve devleti dinin bekçisi haline getiren siyaset anlayışını beslemesi İslam düşünce ekolleri içinde en büyük damarı teşkil eden Sünni anlayışa göre Ridde savaşları; dinin irtidat edenlerle ilgili hükmünün bir sonucudur. Tezini: “Kim dinini değiştirirse onu öldürün”10 şeklindeki hadislere
ve: “Onları bulduğunuz yerde öldürün”11 lafzının Ridde Savaşları
geçtiği ayetlere dayandırmaktadır. Sünni ekol
Otoritenin din ile özdeş hale gelmesine ve
konusunda ittifak halindedirler. Ahmet b. Hanbel
muhalefetin “kötü” görülmesine hizmet eden
ile başlayan, daha sonra İbn Teymiyye’nin
içindeki bütün mezhepler mürtedin hükmü
en önemli olaylardan birisi Ridde savaşlarıdır.
siyaset düşüncesi olarak yorumladığı selefi
Ridde savaşları, irtidat eden (dinden dönen) ve
çizgi de mürtedin hükmü konusunda aynı
sonra Müslümanlara karşı büyük düşmanlıklar
görüşleri sahiplenir. Hatta Selefi çizgi daha da
yapan kavimlere karşı Resulullah zamanında
ileri giderek, kafirlerin nerede bulunurlarsa
başlamıştır. Gönderilen ordu ile onların bir kısmı
öldürülmesini meşrulaştıracak kapıyı aralar.
7
etkisiz hale getirilmiştir.
Bu yaklaşım biçiminde iki temel unsur vardır:
Fakat Hz. Ebu Bekir halife olunca aynı kabileler
1- Şu veya bu sebeple dinden dönenler, 2- Dini
yeniden isyan etmişler, bu defa bunlara; dine
temsil eden ve irtidat edenlerle savaşan bir
bağlı kalacaklarını söyleyen ama zekat vermeyi
devlet…
reddeden bazı kabileler eklenmiştir. Başta Hz. 8
Ömer olmak üzere bazı Müslümanlar, dinden dönenlere karşı savaşı meşru görmekle birlikte, sadece zekat vermeyi reddeden kabilelerle savaşılmaması gerektiğini savunmuşlar; bir süre
İşte devletin din ile özdeş hale gelmesinden ve devletin dine bekçi olmasından kastedilen budur. Birileri bir zamanda ve coğrafyada bir devlet kuruyor; devleti kuranlar onu dinin temsilcisi ve dinin varlığının garantisi olarak görüyorlar;
6 Buhari, Menakıb, 1, 2, Ahkam 2, Enbiya 1; Müslim, İmaret 2, 3, 4; İbn Hişam, es-Sire, IV, 310 vs. 7 Ridde, irtidat; Bir şeyden dönmek, vazgeçmek, yüz çevirmek, reddetmek, gidilen yoldan geri dönmek 8 Vakıdi, Ridde, s 48
9 Vakıdi, Ridde, s51-52 10 Buhârî, Cihâd, 149; Ebû Dâvûd, Hudûd, 1; Tirmizî, Hudûd, 20; İbnu Mâce, Hudûd, 2 11 Bakara 2/191, Nisa 4/89, Nisa 4/91, Tevbe 9/5
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
21
sonra da dini korumak adına devleti korumaya
… Yakaladığınız yerde onları öldürün. … Ancak sizinle
girişiyor ve dinden dönenlerle, Müslüman
savaşmak istemeyenlere yahut ne size karşı ne de
olmayanlarla savaşa tutuşuyorlar. Bunun
kendi kavimlerine karşı savaşmak istemediklerinden
sonucunda ortaya çıkan siyaset düşüncesi, farklı
dolayı içlerinde bir sıkıntı duyarak size gelenlere
inançların varlığına tahammül göstermeyen,
dokunmayın”13 şeklinde geçmektedir. Tevbe
kendi uygulamalarını zorla herkese dayatan,
suresinde ise yaptığı anlaşmayı bozan kavimlere
totaliter bir düşünce oluyor. Kanla, baskıyla
karşı yapılması gerekenler anlatılmaktadır.
ve zorlamayla netice almaya çalışan bir devlet
Kısacası bu ayetler dinden dönenin veya kafirin
düşüncesi gelişiyor.
katledilmesini helal kılan ayetler değil, sadece
Oysa Ridde savaşları, sebebi “din” olan, yani; temelinde Kur’an’ın dinden dönenle ilgili bir hükmü yer alan savaşlar değildir. Çünkü geleneksel Sünni düşüncenin kabullerinin aksine, Kur’an’ın dinden dönenlerle ilgili yaklaşımı şöyledir: “Her kim İslam’ın dışında bir din edinmek isterse, bu din ondan asla kabul edilmeyecektir. O, ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır. Resul’ün hak
öneren ayetlerdir. Bu çerçevede Resulullah da sırf dinden döndükleri için değil, dinden döndükten sonra Müslümanlara savaş açtıkları veya potansiyel tehdit oluşturdukları için Ridde savaşlarına girişmiştir. 2. Muhalefetin fitne ve isyan gibi algılanması ve muhaliflerin şiddet kullanılarak yok edilmesi anlayışına yol açması
olduğunu gördükten ve kendisine hakikatin bütün
Ridde savaşlarının Hz. Ebu Bekir zamanında
kanıtları geldikten sonra inkara yönelen bir toplumu
gerçekleşen kısmı, Resulullah zamanında
Allah nasıl doğru yola iletsin! Allah zalim bir halkı
gerçekleşenlerden farklı olarak, tarih içerisinde
asla doğru yola iletmez. Onların elde edecekleri
şekillenen İslam siyaset düşüncesini bir yönden
tek şey, Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların
daha etkilemiştir.
lanetine uğramak olacaktır. Orada ebedi olarak kalacaklardır; ne azabı hafifletilecektir onların, ne de yüzlerine bakılacaktır. Ancak, daha sonra tövbe edip durumlarını düzeltmiş olanlar bunun dışında tutulacaktır. Çünkü Allah kullarını bağışlar,
onlara merhametle muamele eder. Ama tabii ki iman ettikten sonra yeniden inkara yönelip, sonra da inkarlarını iyice artıranların tövbeleri kabul edilmeyecektir. Onlar sapıkların ta kendileridir.” (Al-i İmran 3/85-90)
Görüldüğü gibi iman ettikten sonra inkara yönelenlere karşı ne savaş emredilmektedir, ne de görüldükleri yerde öldürmek! Hatta Yüce Allah, tövbe etmeleri halinde tövbelerinin kabul
Hz. Ebu Bekir zamanında zekat vermeyi reddeden kabilelere karşı verilen savaş; dinin bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmeyenlerle yapılmış bir savaş görüntüsü vermektedir. Bu ise devletin din ile özdeş hale getirildiği dönemlerde, devletin temsil ettiği görüşe uymayan din anlayışlarının dışlanmasını ve hatta onlara baskı uygulanıp, onlarla savaşılmasını meşrulaştırmıştır. Hz. Ebu Bekir, zekat vermeyenlere karşı Hz. Ömer’in (bir süre zekat almamak şeklindeki) görüşünü uygulayabilirdi. Sonuçta bu da bir seçenekti. Ancak Hz. Ebu Bekir bu meseleyi,
edileceğini bildirmektedir.
devletin sürekliliği noktasında önemli bir sorun
“Onları bulduğunuz yerde öldürün” ifadesinin geçtiği
siyasi karar verdi. Ne var ki (belki de o gün
ayetler ise, öncesi ve sonrasıyla okunduğu
için haklı gerekçelerle) vermiş olduğu bu siyasi
zaman bambaşka mesajlar vermektedir.
karar, zaman içerisinde “muhalefet” anlayışının
Mesela Bakara suresinde; “Sizinle savaşanlarla
yok olmasına ve gelişmemesine zemin
siz de savaşın. … Onları yakaladığınız yerde
hazırlamıştır. Farklı dinlere ve hayat görüşlerine
öldürün”
karşı tahammülü olmayan din anlayışı, farklı
12
olarak görmüş olmalı ki; “savaş” şeklinde bir
şeklinde geçmektedir Nisa suresinde;
“Kendileriyle aynı duruma düşesiniz diye, kendilerinin
İslami görüşlere de kapalı hale gelirken, bu
inkar ettiği gibi sizin de inkar etmenizi arzuluyorlar.
olaylardan da beslenmiştir.
12 Bakara 2/190-191
22
tehdit oluşturanlara karşı tedbir ve tutum
13 Nisa 4/89-90
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Yöneticinin yeryüzünde Allah’ın temsilcisi
ulaşmayınca zamanda birikmeye ve soruna
olarak görülmeye başlanması
dönüşmeye başlamıştır. Nitekim Vali Abdullah
Otoritenin din ile özdeş hale gelmesine ve muhalefetin kötü görülmesine hizmet eden bir diğer önemli olay, yöneticinin yeryüzünde Allah’ın temsilcisi olarak görülmeye başlanmasıdır. Bu kabulün ortaya çıkmasında
dönüm noktası oluşturan olaylardan birisi, “Allah’ın halifesi” kavramının kullanılmaya başlanmasıdır. Bu ise Hz. Osman zamanında gerçekleşmiştir.
b. Sa’d’ın kötü uygulamalarından iyice bunalan Mısırlılar, Kufeliler ve Basralılarla anlaşarak, seslerini duyurmak için hicretin 35. yılında (Nisan 656) Medine’ye doğru harekete geçmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Osman yönetime karşı büyük bir tehlike oluşturan isyancıları uzaklaştırması için Hz. Ali’den yardım istemiştir. Hz. Ali’nin uyarılara kulak asmadığı şeklindeki sitemli konuşması16 üzerine Hz. Osman, bu defa kesinlikle sözüne
“Halife” kavramını ilk kullanan isim Hz. Ebu Bekir’dir. Fakat onun kullanımında kavram özel kutsi bir mana taşımaz. Sadece “Resulullah’ın ardından gelen” anlamında, kendi vakıasını ifade eder. İbn Esir, Nihayetu’l-Lügat adlı eserinde şöyle kaydetmiştir:
uyacağını söyleyerek onu ikna etmiştir. Hz. Ali de isyancıları ikna etmiş ve Medine’den çıkmalarını sağlamıştır. Ne var ki dönüş yolunda isyancılar, Hz. Osman’ın kölesini rastlamışlar ve onu yakalamışlardır. Yanında, Mısır valisine yazılmış ve isyancıların önde gelenleri hakkında ölüm fermanı içeren bir
Arap’ın biri Ebu Bekir’in yanına gelerek, “Sen
mektup17 bulmuşlardır. Bunun üzerine derhal
Resulullah’ın halifesi misin?” diye sordu. Ebu
geri dönmüşlerdir. Hz. Osman böyle bir
Bekir, “Hayır!” dedi. Adam, “Öyleyse kimsin?”
mektup yazmadığını söylediyse de onları ikna
dedi. Ebu Bekir, “Ben ondan geriye kalan ve bir işe
edememiştir. İsyancılar ona, görevini terk
yaramayan bir şeyim.” dedi.14
etmediği sürece Medine’den ayrılmayacaklarını
Hz. Ömer “halife” kavramını kullanmayı istememiştir. Kur’an’da, insanın yeryüzündeki görevini ifade eden bir kavram olarak kullanılmış
bildirmişlerdir. Halife ise “Allah’ın giydirdiği elbiseyi kesinlikle çıkarmayacağını” söyleyerek
teklifi reddetmiştir.18
olması, onu endişelendirmiştir. “İleride yanlış
Bu olayın öncesinde, tayin ettiği valilerin kötü
anlaşılır, Yönetici ile Allah arasında bir ilişki
uygulamalarından dolayı Hz. Ali’nin şikayetlerine
kurulur” düşüncesiyle, kendisine “Emir’ül-
maruz kaldığı bir görüşmeden sonra yaptığı
Mü’minin” diye hitap edilmesini istemiştir.
konuşmada ise şu ifadeleri kullanmıştır:
Nitekim bu konuyla ilgili olarak Suyuti şu diyalogu nakleder.
“Allah’a yemin olsun ki, İbn Hattab’ı kınamadığınız hususlarda beni kınıyorsunuz. O size ayağıyla
Ömer halka, “Siz müminlersiniz, ben de sizin
tekme vurur, eliyle tokat atar, diliyle gerekeni
emirinizim.” dedi. Ondan sonra Ömer’i “Emirü’l-
söylerdi de, sesinizi çıkarmazdınız. Ama ben
Mü’minin” diye çağırdılar. Oysa daha önce
yumuşak davrandım. Elimi ve dilimi sizden uzak
onu, “Resulullah’ın halifesinin halifesi” diye
tuttum. Allah’a yemin olsun ki, taraftarlarımın
çağırıyorlardı. Ama o zamandan itibaren bunun
sayısı sizden daha çoktur. Çağırırsam hemen
yerine “Emirü’l-Mü’minin” lakabını kullandılar.15
Hz. Osman dönemine gelindiğinde ise bir yaklaşım farkının ortaya çıktığı görülür. Üçüncü halife, yönetime ilk geldiği zaman her ne kadar hatalarının düzeltilmesini talep etmişse de, kurduğu bürokrasi ile uyarı mekanizmasının işlemesini engellemiştir. Şikayetler halifeye 14 İbn Esir, Nihayetu’l-Lugat; Bu konu İbn Esir’in nakliyle Lisanu’l-Arab’da da geçer 15 Suyuti, Tarihu’l-Hulefa, s.137-138
16 “Ben sana defalarca gelip birçok şeyler söyledim, sana tavsiyede bulundum, fakat ben ayrıldıktan sonra yine bildiğini okudun. Bu gün meydana gelen olaylar İbn Amir’in, Muaviye’nin ve Abdullah b. Sa’d’ın yaptıklarının meyvesidir. Sen bu adamlara uydun, beni dinlemedin.” (Belazuri, Ensab, V, 67; Taberi, Tarih, IV, 358-360 vs) 17 İbn Asem, Futuh, I, 411; İbn Hibban, Kitabu’s Sikat, II, 258 18 Halife b. Hayyat, Tarih, s 126; İbn Sa’d, et-Tabakat, III, 66-67; Belazuri, Ensab, V, 90; Taberi, Tarih, IV, 355-356, 367-368, 371-372, 375-377; İbnü’l Esir, elKamil, III, 85
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
23
gelirler. Bu nedenle bana dil uzatmayın ve
Bir başka örnekte Cerir, bir şiirinde Ömer b.
valilerimi kötülemeyin.”19
Abdülaziz’i şöyle övmüştür:
Görüldüğü gibi Hz. Osman yöneticiliği; ateşten bir gömlek, ağır bir vebal veya taşınabilmesi için toplumun yardımına ihtiyaç duyulacak bir sorumluluk olarak değil, “Allah’ın giydirdiği bir elbise” olarak tanımlamıştır. Hz. Osman’ın bu tanımlamadan ne kastettiği, bilerek isteyerek mi yoksa o an sıkıştığı için mi söylediği bilinemez. Yapılacak tahminler de niyet sorgulaması olur. Ancak kesin olan, bu yaklaşımın yol açtığı sonuçtur. Tarih bize bunu net bir şekilde göstermektedir. Bu yaklaşım tam da Hz. Ömer’in çekince duyduğu manayı
Size karşı beklemiyoruz evimizde22
Abbasiler ise bu geleneği daha da ileri götürmüşlerdir. Me’mun döneminde (Miladi 813833) sikkelerin üzerine “Allah’ın halifesi” tabiri yazılmaya başlanmış, bu sıfat devlet başkanının resmi unvanı haline getirilmiştir. Yöneticinin kendisini yeryüzünde Allah’ın temsilcisi olarak görmesi önemli bir problemdir. Ancak halk tarafından benimsenmediği sürece bunun bir anlam ifade etmeyeceğini de
çağrıştıracak şekilde, yönetici ile Allah arasında
eklememiz gerekir. Ne var ki İslam tarihinde
irtibat kurulması sürecinin önemli bir köşe
“iddia” ve “benimsenme” süreçleri paralel
noktasını teşkil etmiştir.
yürümüş, oluşan siyaset teorileri yöneticilerin
Hilafetin saltanata dönüşmesiyle birlikte Muaviye, yönetim ile güç arasında ilişki kurarak, yönetimi eleştirmek veya yöneticiyi değiştirmek isteyenlerin savaşmayı göze almak zorunda olduğunu ilan etmiştir. Medine’de yaptığı bir açıklamada bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Hükümet işlerini elime aldığım zaman, iktidara gelmiş olmamdan hoşlanmadığınızı bilmiyor değilim. Hatta bu hususta kalbinizdeki kuruntuları da biliyorum. Fakat ben bu makamı kılıcımın kuvveti ile elde ettim. Devlet işlerini
belki istediğiniz gibi yürütemem. Fakat siz de yapabildiğim kadarıyla yetinin.”20
Güçle elde edilen ve el değiştirmesi için savaş gereken bir makam için, “Allah’ın halifesi” sıfatının ilk defa ne zaman kullanılmaya başlandığını bilemiyoruz. Ancak Emeviler tarafından kullanıldığını gösteren rivayetler bulunmaktadır. Örneğin Haccac, bir cuma namazı hutbesinde Mervan’ın yönetimi için şöyle demiştir:
iddialarını yerleştirecek şekilde gelişmiştir. Günümüze kadar gelen sürece rengini vermiş olan iki güçlü ekol; Şia ve Ehl-i Sünnet, siyaset teorilerini bu çerçevede oluşturmuştur. İslam siyaset düşüncesinde “imamet ve hilafet” nazariyelerinin doğuşu Daha önceki başlıklar altında tartıştığımız tarihi olaylar, İslam düşünce ekollerinden Şia’nın siyaset teorisinin oluşmasına direkt katkı yapmış olaylar değildir. Şia, başlangıçta bir muhalefet ekolüdür. Muaviye’ye karşı Hz. Ali, Yezid’e karşı Hz. Hüseyin ve Hişam bin Abdülmelik’e karşı Zeyd bin Ali örneklerinde olduğu gibi, sapmaya karşı red tavrı sergileyen ve başkaldıran bir geleneğe dayanmaktadır. Ne var ki sonradan bu özelliğini yitirmiş, “imamet” nazariyesi çerçevesinde dogmatik bir düşünceye dönüşmüştür. Şia, “imamet nübüvvetin devamıdır” diyerek, peygamberden sonra ortaya çıkacak meşru yönetimlerin Allah tarafından belirlenen
“Allah’ın halifesi ve onun seçkin kulu Abdülmelik Mervan’ı dinleyin ve ona itaat edin!”21 19 İbn Kuteybe, el-İmame, I, 132; Taberi, Tarih, IV, 338339; İbnü’l Esir, el-Kamil, III, 77; İbn Kesir, el-Bidaye, VII, 163 20 İbn-i Kesir. El-Bidaye ve’n-Nihaye. C 8, s 132. 21 Ebî Davud, c.2, s.210, hadis: 4645, “Hulefa” babı
24
Halifetullah ne emredersiniz bize
imamlarca gerçekleştirilebileceğini savunmuştur. Yani yönetici ile Allah arasında dolaysız bir ilişki kurup bunu iman ilkesi haline getirmiştir. Peygamberlik nasıl temel iman esaslarından birisi ise, onun uzantısı ve devamı olan imamet 22 Şerhu Şevahidi’l-Muğnî, Suyutî, Beyrut, Daru’lMektebi’l-Hayat, c.1, s 197
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
de, Şia’ya göre bir iman esasıdır. Fakat “imamet” nazariyesinde şöyle bir incelik yer alır: Peygamberin vefatından sonra imam olarak seçilen kimseler, ilki Hz. Ali olmak üzere on iki kişidir. Bunlar tıpkı peygamberler gibi masum sıfatına sahip olup asla günah işlemezler.23 Şii imamet anlayışına göre on bir imam tarih sahnesindeki yerlerini almış ve görevlerini yerine getirmişlerdir. On ikinci imam ise “Kayıp İmam” Mehdi’dir. O, insanoğlunun kendisine en fazla ihtiyaç duyduğu bir anda görevlendirilecek ve onun eliyle Müslümanlar zafere ulaştırılacaklardır. Yine “imamet” nazariyesine göre Mehdi gelene
Bu düşünceye göre yönetici belirlemek Allah’a değil, ümmete gereklidir. Allah ve Peygamberi kimlerin imam olacağı konusunda herhangi bir açıklamada bulunmamış, bunu ümmetin düzenlemesine bırakmıştır. Bu yönüyle imamet nazariyesine göre daha dünyevi, daha ulaşılabilir bir makamdır. Teorik olarak eleştirilebilir, karşı çıkılabilir ve hatta azledilebilir. Kadı Abdulcebbar Şia’da imamın masum olması ve hatalarından sorumlu tutulamaması karşısında şunları söylemiştir: “Bize göre, ulema ve salihler imamı sorumlu tutar. Onun yanlışlığına dikkat çekerler, yanlışından çevirirler ve kaybettiğini ona hatırlatırlar. Hak yolundan sapınca onu değiştirirler.” Fahreddin
Razi ise hata yapan imamı sorumlu tutanları
kadar ortaya çıkacak bütün yönetimler gayri
sadece ulema ve salihler ile sınırlamamıştır;
meşrudur. Onlara karşı, hep muhalefet edilmesi
gerektiren bir durum olduğunda onu azletmeyi,
gerekir.
ümmetin hakkı olarak görmüştür: “Mademki
Bu siyaset nazariyesiyle birlikte Şia’nın; zulümle, haksızlıkla, adaletsizlikle bir işi kalmamıştır. Mehdi’nin olmadığı bir ortamda her türlü kötülüğün var olmasını doğal karşılamış
imamı ümmet seçiyor, öyleyse onu denetlemek, muhasebe etmek ve gerektiğinde görevden almak ve değiştirmek de onun hakkıdır. Bu konuda ne o, ne de diğer görevlileri masum değildir” demiştir.25
ve hatta Mehdi’nin gelmesini hızlandırmak için
Cuveyni bu konuda şöyle demiştir: “Başka bir
bunların mümkün olduğunca artmasını dileyen
imam seçme imkanı olur, bu yeni imam için güç ve
mezhepler olmuştur. Mehdi’nin zuhuruna
kudretin gerçekleşmesinde ittifak edilir ve onun için
kadar kötülük, adaletsizlik ve zulüm ile birlikte
itaat sağlanırsa, görevden alınmak istenen imama
yaşamakta bir sakınca görmemiştir.24 Günün
karşı durulabilir. Şayet görevden alınan imam
haksızlıklarına dönük bir muhalefet geleneği
ümmetin kararını kabul etmezse, cemaatten ayrılan
geliştirmemiştir.
bağiler muamelesine tabi tutulması caizdir. Ama
*** Ehl-i Sünnet’in siyaset teorisi “hilafet” düşüncesi çerçevesinde oluşmuştur. Hilafet modelinde teorik olarak iktidara muhalefet edilebilir. Ancak hem muhalefetin niteliği, hem de uygulama imkanları çok sınırlıdır. “Allah’ın temsilcisi” olarak görülen halife figürü, iktidara muhalefet
görevden alınmak istenen imamın uzaklaştırılması, fitne doğmasına, kan dökülmesine, hak ve malların kaybolmasına sebep oluyorsa, imamın fesadından ortaya çıkan zarar ile görevden alınmasından beklenen zarar arasında mukayese yapmak gerekir. Şayet beklenen ortaya çıkandan fazla ise, ortaya çıkan zarara sabretmek, daha hafif olanına katlanmak gerekir.”26 El-İci de bu görüşü desteklemiş ve:
etmeyi, Allah’a/dine muhalefet etmek boyutuna
“Gerektiren bir sebep dolayısıyla ümmet imamı
taşır. Şöyle ki:
görevden alabilir, şayet fitneye sebep oluyorsa
23 Muhammed Rızâ el-Muzaffer, Akâidü’l-İmâmiye, Tahran ts., s. 34
zararların daha hafifine katlanılır”27 demiştir. 25 Bakıllani, Temhid, s 184 (Bu kaynağa “Nevin
24 Bu durum ancak, 20. Yüzyılda ortaya çıkan Velayet-i Fakih nazariyesiyle değişmiştir. Ayetullah Humeyni, “İmam Mehdi kayıp bulunduğu müddetçe devlet ve ümmetin yönetimi, halkın çoğunun tanıdığı ve liderliğini kabul ettiği adil, takva sahibi, çağı bilen, cesur, tedbirli ve yönetici fakihe ait olacaktır” diyerek Şia’ya yeni bir
Abdulhalık Mustafa, İslam siyasi düşüncesinde muhalefet” isimli eser aracılığıyla ulaşılmıştır.) 26 Cuveyni, Gıyasu’l-Umem, s 271 (Bu kaynağa “Nevin Abdulhalık Mustafa, İslam siyasi düşüncesinde muhalefet” isimli eser aracılığıyla ulaşılmıştır.) 27 İci, Mevakıf, s 400 (Bu kaynağa “Nevin Abdulhalık
yorum getirmiş, Şia’nın iktidar ve yönetimle yeniden
Mustafa, İslam siyasi düşüncesinde muhalefet” isimli
ilgilenmeye başlamasını sağlamıştır.
eser aracılığıyla ulaşılmıştır.)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
25
Ehl-i Sünnet fıkhına göre halifeyi görevden
öğüdü” diyerek imama öğüt verilmesi gerektiğini
almanın şartları şunlardır:
ifade etmekle birlikte, ayaklanmayı reddeden
1. Halifenin İslâm’dan çıkması (mürted olması) ve bunda ısrar etmesi 2. İyileşme ümidi olmayan sürekli deliliğe tutulması
ve sabrı yeğleyen tutumu sürdürmüştür. Ahmet b. Hanbel ise “Kur’an’ın mahluk olduğu”
yönündeki Mu’tezile görüşünü kullanarak fetva (Kur’an’ı yorumlama) gücünü ele geçirmek isteyen29 Abbasi yöneticilerine karşı çok sert bir duruş sergilemiş olmasına karşın, muhalefetini
3. Kendini yenen düşmanın eline esir
ayaklanmaya dönüştürmeyi asla düşünmemiştir.
düşmesi ve kurtulma imkanı ve umudunun
“Size kalben hoşnutsuzluk göstermeyi, elinizi itaatten
bulunmaması
çekmemeyi ve Müslümanların birliğini bozmamayı
Alimlerin görüşlerine ve fıkhi şartlara baktığımızda, Ehl-i Sünnet imamlarının, gerektiği durumlarda halifenin azledilmesi fikrini benimsediğini görmekteyiz. Ancak bununla birlikte imamlar dönem şartlarının etkisiyle otoritenin sürekliliğine daha fazla önem vermiş ve maslahatçı bir tutum takınarak, “sessizce
öğütlerim”30 diyerek Ehl-i Sünnet’in genel
tutumunu sürdürmüştür. Ehl-i Sünnet imamlarının sessizce reddediş şeklindeki, otoritenin devamını esas alan ürkek muhalefetleri, Maverdi (ö. 1063) tarafından siyaset felsefesi haline getirilmiş ve bu siyaset felsefesinde yönetici şöyle tanımlanmıştır:
reddediş” şeklinde isimlendirilebilecek bir
“Allah, melikleri yeryüzünde kendisinin halifesi,
tavır geliştirmişlerdir. Bu tavrın gelişmesinde;
kulların koruyucusu ve hükümleri uygulayacak
“Sizden bir kötülüğü gören onu eliyle düzeltsin, gücü
kimseler kılmıştır.”31 Muhalefet konusunda ise
yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse
şunlar dile getirilmiştir: “Düşman iki türlüdür:
kalbiyle buğzetsin. Bu sonuncusu imanın en zayıfıdır”
Dış ve iç düşmanlar. İç düşmanlar bağiler, yol
hadisinin önemli bir etkisi bulunmaktadır.
kesenler, cinayet işleyenler ve bid’at çıkaranlardır. Melik bunlarla kararlı bir şekilde mücadele etmelidir.
Böylece Ehl-i Sünnet imamlarının genel özelliği,
Özellikle aynı dinden olduğumuz bid’atçilerle önce
diğer fırkaların görüşlerine reddiye dışında
ikna yoluna gidilmeli; alimler, fakihler ve bilginler
siyasetten uzak durmak ve bütün ilgilerini fıkıh
meclisinde onlarla tartışarak ikna etmeye çalışılmalı;
ve hadise yöneltmek olmuştur. Hasan Basri
yanlış yolda olduklarına dair deliller sunulmalı; hala
Savaş ve ayaklanmalarla sarsılan bir dönemde yaşamıştır. İbnu’l Murteda onun hakkında şöyle
sultanın elinden çıkması ve alimlerden fetva aramak
çıkan yoktu.”
zorunda kalması gibi bir tali sonuca da yol açmıştır.
28
Fakat onun muhalefeti diliyle
hakkı söylemek noktasındadır. Takipçilerine de ayaklanma ve isyanı yasaklamış, sabrı tavsiye etmiştir. Ayaklanma ve isyandan önce kendilerini düzeltmelerini söylemiştir. Abbasi
Ehl-i Sünnet; Kur’an’ı aşırı yücelten, dini naslardan ibaret hale getiren ve beraberinde de alim sultasına yol açan genel tutumuyla bir yandan Kur’an’ı hayattan koparırken, bir yandan da fetva gücünü sultanların elinden uzaklaştırmıştır. “Kur’an’ın mahluk olduğu”
halifesi Mansur’un devrinde yaşayan İmam
yönündeki Mu’tezile söylemi ise bir yandan Kur’an’ı
Cafer Sadık ve ondan etkilenen öğrencisi İmam
yaşayan hayatın içine sokmayı hedeflerken, bir yandan
Malik de ayaklanmayı yasaklayan ve sabrı
yeğleyen görüşlere sahiptirler. Fakat İmam Malik doğruyu ifade etmekten çekinmeyen bir yapıya sahip olmuş nitekim bu sebeple Harun Reşid döneminde dayak bile yemiştir. İmam Şafii, “üç özelliği gizleyen kendine haksızlık etmiş olur: Doktordan hastalığı, dosttan ihtiyacı ve imamdan 28 İbnu’l-Murteda, el-Munye ve’l-Emel, s 14-15 (Bu kaynağa “Nevin Abdulhalık Mustafa, İslam siyasi düşüncesinde muhalefet” isimli eser aracılığıyla ulaşılmıştır.)
26
29 Hilafetin saltanata dönüşmesi, fetva yetkisinin
demiştir: “Haccac’a karşı, Hasan Basri gibi karşı
da fetvanın/alimin gücünü zayıflatıyor, sultanlara yorum yapabilme kapısını aralıyordu. İmam Ahmet b. Hanbel bu konuda ciddi bir direnç sergiledi. Gerçi onun çabaları, katı bir şekilciliğin ve her şeyi naslara dayandırma mantığının iyice yerleşmesine yol açtı ama küçük tesellisi, fetva kapısının sultanlara kapalı kalması idi. 30 Mustafa Hilmi, Nizamu’l-Hilafe fi’l-Fikri’l-İslami, s 346 (Bu kaynağa “Nevin Abdulhalık Mustafa, İslam siyasi düşüncesinde muhalefet” isimli eser aracılığıyla ulaşılmıştır.) 31 Maverdi, Nasihatu’l-Muluk (çev. Mustafa Sarıbıyık), “Maverdi’nin Siyasi Görüşleri”, İstanbul 2000, s 78.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
görüşlerinden dönmezlerse mürted muamelesine
Ne var ki uygulamada “Hilafet” nazariyesi çok
tabi tutularak etkisiz hale getirilmelidir.”32 Siyaset
ciddi problemler içermektedir.
tezine sahip bir başka önemli düşünür olan İmam Gazali (ö. 1111) ise şöyle demiştir:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e
“Sultan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Bilinmelidir
ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) de
ki Allah kime hükümdarlık verir ve onu yeryüzünde
itaat edin. …” (Nisa 4/59)
hakim kılarsa; halka onu sevmek, ona uymak ve itaat etmek düşer. İsyan etmek ve çekişmek caiz değildir. Allah’ın din verdiği herkesin hükümdar ve sultanları sevmesi, emrettiklerinde onlara itaat etmesi, sultanlık ve hükümranlığı onlara Allah’ın verdiğini, mülkü de dilediğine O’nun vereceğini bilmesi gerekir.”33
İslam fikir ekolleri içerisinde farklı bir düşünce çizgisini temsil eden İmam İbn Teymiyye ise, diğer alanlardaki fikir ayrılıklarının aksine aynı görüşü tekrarlamıştır: “Hadiste geçtiği gibi ‘Sultan yeryüzünde Allah’ın gölgesidir.’ ‘Zalim bir imamla geçen kırk yıl, sultansız geçen bir geceden daha iyidir.’ İnsanlığın geçirdiği tecrübe de bunu göstermektedir.”34
Sonuçta;
Bu ayete bakıldığında yöneticiye itaat, dinin bir emri ve gereği gibi ortaya çıkmaktadır. “Yeryüzünde Allah’ın temsilcisi olan yönetici” mantığıyla bakıldığında, itaatin en geniş anlamıyla değerlendirilmesi kaçınılmazdır. Allah’ı temsil eden birisi –hele ki Allah tarafından itaat emredilmişken- nasıl eleştirilebilir; nasıl yargılanabilir; nasıl görevden alınabilir? “Dikkat ediniz! Hepiniz çobansınız. Sürünüzden sorumlusunuz. En büyük lider halka çobanlık edendir. O da sürüsünden (raiyyesinden) sorumludur.”35
Hadiste kullanılan “ra’i” kelimesi, insana veya
1. Şia’daki gibi direkt değilse bile, Allah
bir şeye iyilik ve maslahat gözüyle bakmak,
ile iktidar arasında dolaylı bir ilişki
ahd ve emanete riayet etmek, gözetmek,
kurulmuştur. (10. Asırda siyaset teorisi
gereklerini yerine getirmek anlamlarını içerir
haline gelen düşüncenin mantık olarak
ve sorumluluğa işaret eder.36 Islah edilmeye ve
Hz. Osman döneminde, “Allah’ın giydirdiği
yönlendirilmeye ihtiyacı olan bir sürü, çobanına
elbise” yaklaşımıyla ortaya çıktığını burada yeniden hatırlatalım) 2. Allah ile yönetici arasında kurulan ilişki, kasıt bu olmasa ve ismi böyle konmasa bile yöneticinin uygulamalarının din ile özdeş hale gelmesine neden olmuştur. Bu da muhalefet kapısının kapanmasına yol açmıştır.
hangi durumlarda itiraz edebilir? “Yahudiler 71 fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerin hepsi cehenneme girer. Hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerin hepsi cehenneme girer. Bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacak, biri hariç hepsi cehenneme girer” 37
Kurtuluşa eren fırka “fırka-i naciye” hangisidir?
Söylem yönünden bakıldığında; insanlar tarafından belirlenen, görev ve sorumluluk alanları belli bir yönetici tablosu karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, belli sorumlulukları yerine getirmesi için seçilen birisinin; yanlış yaptığında kolayca uyarılabilmesi veya görevlerini hakkıyla yerine getirmediğinde kolayca görevinden alınabilmesi gerekir. 32 Maverdi, Nasihatu’l-Muluk (çev. Mustafa Sarıbıyık), “Maverdi’nin Siyasi Görüşleri”, İstanbul 2000, s 86-90. 33 Gazzali, Nasihatu’l-Muluk, Mektebetu’l-Cundi (çev. Osman Şekerci, Devlet Başkanlarına, Sinan yayınları, istanbul 1969), s 54. 34 İbn Teymiyye, es-Siyasetu’ş-Şer’iyye (çev. Vecdi Akyüz), Dergah y, İst 1999, s 150
Bu hadis onu her konuda kriter haline getirmiyor mu? İktidar gücünü elinde bulunduran kendisini kurtuluşa eren fırka olarak göreceğine göre ve eğer tek bir fırka hakikati temsil ediyor ise diğer fırkaların görüş açıklaması, toplumu dalalete çağırmak anlamına gelmez mi? Bir görüş “fırka-i naciye”nin görüşüne uyuyorsa haktır, değilse onunla ilgili iki ihtimal vardır; küfr veya dalalet. Bu durumda muhalefet; küfrün ya da dalaletin açığa çıkması olmamakta mıdır? 35 Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâret 20; Tirmizî, Cihâd 27; Ebû Dâvud, İmâret 1. 36 Ragıb el-İsfehani. El-Müfredat. 37 Tirmizi, iman 18; Ebu Davud, Sünnet, 1; İbn Mace, Fiten, 17; İbn Hanbel, 2/332
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
27
Bütün bu veriler ve sorular çerçevesinde
Hz. Osman değişik zamanlarda kendisine
bakıldığında, “hilafet” teorisinde “muhalefet”
yapılmış olan uyarılara kulak verseydi;
fikrine yer olmadığı görülür. İktidar ve
makamını, “Allah’ın giydirdiği elbise” gibi
muhalefet gibi rolleri tanımakla birlikte terazinin
görmeseydi; farklı fikirlere açık olsaydı…
dengesi belirgin bir şekilde iktidardan yanadır. Meşruiyetini kaybeden iktidar karşısında muhalefetin yönetimi devralması şeklinde cereyan edecek bir rol değişimi ise imkan dahilinde değildir. Muhalefetin eleştirinin ötesine geçmesini sağlayacak fıkhı oluşturamamıştır. Sadece; İyiliği emir, nasihat ve meşveret dairesi içerisinde gerçekleşen eleştiriyi onaylar. Yöneticiye itaat sınırları içerisinde gerçekleşmeyen muhalefet, Ehl-i Sünnet’in siyasi kültüründe “bağy (isyan), tefrika ve irtidat” kavramlarıyla isimlendirilmiştir. Eleştiri
sınırlarını aşan muhalefetin fiili hareketi ifade eden bir kavram ile tanımlanması, otomatikman onu; fitneci, bölücü, düzeni bozan bir teşebbüs durumuna düşürmektedir. Meşru muhalefet kanallarını kapatmakta, memnuniyetsizliği ifade etmek için çatışmayı, savaşı göze almayı gerektirmektedir.
Hz. Ayşe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir’e karşı otoritesini zorla kabul ettirme (Cemel vakası) yoluna gitmeseydi; geniş tabanlı bir meşruiyet arayışına girseydi… Kısacası Hülefa-i Raşidin döneminde gerçekleşmiş kritik birçok hadisenin farklı alternatifleri de bulunmaktaydı. “Bu alternatifler denenseydi her şey güllük gülistanlık olacaktı” demek istemiyoruz. Belki de onlar denendiğinde başka sorunlar ortaya çıkacaktı. Fakat şu ayrımı yapabiliyoruz: O günkü akıl, günün şartları ve algı biçimlerine göre şekillendi. Gün; otoriter yönetimlerin, güçlü sultanlıkların günüydü. Dolayısıyla Müslümanların zihinleri de ister istemez bundan etkilendi. Kritik meseleler; otoriter bir bakış açısı ve zorlayıcı bir tarz ile çözülmeye çalışıldı. Tabii ortaya çıkan sonucun, her halükarda gününün çok ilerisinde bir sonuç olduğunu; hatta beğenmediğimiz Emevi, Abbasi
Sonuç
yönetimlerinin bile kendi dönemlerine göre daha
Geçmiş hadiseleri geri döndürmenin imkanı bulunmadığı için onlar üzerinde faraziye üretmek çoğu zaman faydasız bir uğraştır. Ancak Resulullah’ın ashabı hakkındaki aşırı övgü ve yüceltme tavırlarının bir takım gerçeklerin
adil ve uygar yönetimler ortaya koyduklarını teslim etmemiz gerekir. Ama belli bir dönem ortaya çıkmış olan uygulamaları yüceltmemek ve din ile özdeş hale getirmemek adına, bu gerçeği de görmeliyiz.
görülmesini engellediğini düşündüğümüz için,
Şayet kritik hadiselerde otoriter, baskıcı ve
bazı olaylar hakkında; “başka türlü olamaz
zorlayıcı davranılmayıp, bugünden dönüp
mıydı?” sorusunu sormak istiyoruz. Çünkü
bakıldığında görülebilen alternatifler denenmiş
buradan çıkacak sonuçlar gereksiz faraziye
olsaydı: İşte o zaman bireylerin hataları
olmaktan ziyade “muhalefet” olgusunun
toplumu bu kadar etkilememiş olacaktı. Toplum
gerekliliği ve faydası üzerine fikirler verecektir.
daha açık bir şekilde irade gösterebilecekti.
Mesela; ilk halife seçilirken “Kureyşlilik” unsuru ön plana çıkarılmasaydı, Hz. Ebu Bekir halife seçilemez miydi?
Yaşanan olayların sorumluluğunu üstlenmek ve paylaşmak zorunda kalacaktı. Ve o alternatifler başka olumsuzluklara yol açsa bile; hata tek bir yöneticinin değil, toplumun hatası olacaktı. Yani
Mesela, Resulullah’tan sonra zekat vermeyi reddedenler “irtidat eden kavim” kategorisinde değerlendirilmeyip, Hz. Ömer’in tavsiyesinde
28
Hz. Ali halife seçildiğinde liderliğine itiraz eden
toplum neye layık ise onunla karşılaşacaktı. ***
olduğu gibi kendilerinden bir süre zekat
Halifelerin yönetime gelince söyledikleri sözler
alınmasaydı ne kaybedilirdi? Din elden gitmiş mi
ve ifade ettikleri beklentiler, İslam’ın özünde;
olurdu? Ümmet parçalanmış mı olurdu? Otorite
otoriter, yönlendirici ve baskıcı bir tarzın
onarılamaz bir şekilde zarar mı görmüş olurdu?
değil, toplumun imtihanını yaşamasına imkan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
veren paylaşımcı bir tarzın bulunduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Nitekim vahyin direktifleri ve Resulullah’ın uygulamaları da bu
halifenin emriyle bu uygulama iptal edilmiştir.41 Fakat bu kurum sonuçta sistem içi bir denetleme
yöndedir.
kurumudur. Sistemin kendisini ve başındaki
Resulullah’tan sonra küçük küçük ortaya
ona muhalefet etme konumunda değildir. Ne
çıkmaya başlayan “otoriter” yaklaşım, sonradan
var ki bu haliyle dahi; bırakın geliştirmeyi,
güçlenerek, İslam düşünce ekollerinin pek çok
sürdürülememiştir bile!
otoriteyi denetleme, eleştirme ve gerektiğinde
çoğunun siyaset teorisi (imamet ve hilafet)
***
haline gelse de; bu siyaset teorilerinin Kur’an’da dayanağı yoktur.
Bugün insanlık “muhalefet” olgusunun
Tam tersi İslam, “istişare”, “iyiliği emir, kötülükten nehiy” gibi kavramlar aracılığıyla, olana rıza gösteren değil; daha iyiyi arayan; eksik, kötü ve yanlış olana karşı mücadele veren; muhalefete, yani farklı görüş ve
kıymetini, hiçbir dönemde olmadığı kadar anlamış görünüyor. Oluşan siyasal sistemler ve geliştirilen siyaset teorileri içerisinde, muhalefet kurumunun önemli bir yeri ve değeri bulunmaktadır. İktidar ve muhalefetin, adil
düşüncelere açık bir tavır ortaya koyar.
bir yönetim için vazgeçilmez iki unsur olduğu
Bugüne kadar geçen zaman muhalefet, eleştiri
içerisinde bunların nasıl bir kurumsal yapı ile var
ve kontrol mekanizmalarının müesseseleşmesine
olacaklarını ve aralarındaki ilişkinin nasıl olması
imkan vermemiştir.
gerektiğini tartışmaktadırlar.
Aslında çok ciddi bir deneme olmuştur.
Denemeler ve tartışmalar, teorik olarak adalete
Birçok “ilk”e imza atmış olan Hz. Ömer, bu konuda da ileri adımlar atmıştır. Devlet yapılanması içerisinde Divanu’l-Mezalim isimli bir denetleme kurumu oluşturmuş, başına da Ensar’dan Muhammed b. Mesleme’yi getirmiştir.38 Bu müessese aracılığıyla göreve
fark edilmiştir. Teorisyenler, devlet yapılanması
yakın sonuçların ortaya çıkmasını sağlıyor ama uygulamaya geçildiğinde adalet üretemiyorlar. Çünkü orada insan hırsları, zaafları devreye giriyor. Gücün ve iktidarın yoldan çıkarıcı etkisi bir şekilde kendisini gösteriyor. Ve bir türlü iktidar gücü dengelenemiyor.
getirdiği idarecilerin mal varlığını tespit ettirmiş
İnsanlığın daha bugün ulaştığı olgunluk
ve servet hareketlerini inceletmiştir. Yapılan
seviyesini, İslam 1400 sene önce gündeme
incelemeler sonucunda mal varlıklarında aşırı
getirmiştir. Adil bir siyaset teorisinin hangi
bir değişme görülen; halka karşı hatalı veya
temeller üzerine oturması gerektiği konusu,
kusurlu davranışlar sergileyen yöneticiler, halife
Müslümanlar için bir zihin kabuğunun kalınlığı
tarafından uyarılmışlardır. Nitekim Mısır valisi
kadar ötededir. Otoriter ve baskıcı kadim siyaset
Amr b. El-As, görevi esnasında servetinde hızlı
teorilerinin zihinlerde oluşturduğu kabuğu
bir artış ortaya çıkınca denetlemeye uğramış,
kırmayı başardıkları an o gerçeklerle yüz yüze
sonuçta halife tarafından mal varlığının yarısına
geleceklerdir.
el konulmuştur.39 Aynı şekilde hakkında şikayet oluşan Sa’d b. Ebi Vakkas, denetleme sonrası Kufe valiliğinden alınmış, üstelik mal varlığının yarısına el konulmuştur.40 Tağlib Hıristiyanlarından bir Arap, kendisinden yılda
Sadece Müslümanlar için değil, Adaletsizlik ve zulümle her geçen gün daha da yıpranan insanlık için de ihtiyaç olan budur.
iki defa vergi almaya kalkışan vergi memurunu şikayet etmiş, yapılan incelemenin ardından 38 Taberi, Tarih, IV, 121
- BİTTİ -
39 Belazuri, Futuhu’l-Buldan, s 308 40 İbn Sa’d, et-Tabakat, III, 339; Taberi, Tarih, IV, 112, 121-122; İbnü’l-Esir, el-Kamil, III, 2
41 Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harac, s 146-147
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
29
DOSYA: Din, Devlet ve Muhalefet
MAKALE 3 :
İslam Düşüncesinde Muhalefet Nuri Yılmaz İslam ve muhalefet!
bölünme ve bunlardan doğan küfür ve dalalettir.
Genel geçer bilgiler çerçevesinde bakan pek çok kimsenin yadırgayacağı bir başlık! Ve zihinlerde peş peşe sıralanacak sorular:
çıkar ve “iyiliği emir - kötülükten nehiy” ilkesinde karşılığını bulur. İslam siyaset düşüncesi tarihinin hiç
Ne demek İslam düşüncesinde muhalefet?
bir döneminde muhalefet kurumsal bir
İslam’a muhalefet mi, İslam içerisinde
tam bir belirsizlik göze çarpar. “Uyarılara
muhalefet mi?
kulak asmayan bir yöneticiye ne yapılacağı”
Eğer kastedilen İslam’a muhalefet ise; ona kim muhalefet edebilir?
mekanizmaya dönüşememiştir. Bu konuda
sorusunun teorik cevabı bulunmakla birlikte; 1- Bu cevabın uygulamada karşılığı yoktur 2Hakkı savunan bir uyarıcının fitneci, isyankar
Yok, eğer İslam’ın kendi içinde bir
damgası yememesini sağlayacak bir fıkhi zemin
muhalefet olgusundan bahsediliyorsa; tek
oluşturmaz.
gerçeklik olan İslam’da, ikilik veya çokluk anlamına gelen muhalefetin ne yeri olabilir?
İçinde yaşadığımız çağın siyasal kültüründe muhalefet kavramına getirilen tanım ve ona
Ne yazık ki, bu ve benzeri önyargılı soruları
biçilen rol ile İslam siyaset kültüründe oluşan
mazur görmek gerekiyor.
tanım ve biçilen rol birbirinden ne kadar farklıdır.
Çünkü İslam ile muhalefet, Resulullah’ın vefatından sonra geçen bin yılı aşkın süre içerisinde, bir araya gelmesi imkansız iki kavram halini almıştır. Aralarındaki mesafe “zıtlık” ölçüsündedir. İktidar kavramının zihinlerde oluşturduğu anlam; birlik, güç ve bunlardan
30
Meşru muhalefet sadece şura sürecinde ortaya
Çağın siyaset kültüründe iktidarı tamamlayan ve onu dengeye getiren önemli bir unsur; zamanla oluşan İslam kültüründe, onun düşmanı haline dönüşmüştür. Peki, gerçekten böyle mi olmalıdır?
doğan iyilik ve hayr iken, muhalefet kavramının
İslam siyaset kültürü içerisinde “muhalefet”
zihinlerde bulduğu karşılık; fitne, isyan (bağy),
kavramına gerçekten yer yok mudur?
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İşte bu makale, günümüz siyaset teorileri
yanında siyasi hayatı bölüşen ikinci unsur,
içerisinde vazgeçilmez bir yeri olan “muhalefet”
yani “muhalefet” anlamında kullanılması,
olgusunun İslam açısından ne anlam ifade
son yüzyıllarda gelişen siyaset teorilerinin bir
ettiğini, din-devlet ilişkisi düzleminde tartışmak
sonucudur. Dolayısıyla İslam siyasi düşünce
üzere kaleme alınmıştır.
tarihinde muhalefet olgusunu araştırmak istediğimizde, -muhalefet kavramında olduğu
Bu çerçevede:
gibi- mu’arada kavramından yola çıkarak da bir
- Önce, günümüz siyaset dilinin ürettiği bir kavram olan “muhalefet”in, İslam açısından ifade ettiği anlam ele alınacak - Sonra da İslam düşünce mantığı içerisinde “muhalefet” kültürünün bir yeri olup olmadığı tartışılacaktır.
noktaya varamayız. Doğru meseleleri tartışabilmek için dikkatimizi; bağy, irtidat, tefrika gibi kavramlara yöneltmemiz
gerekir.
Bağy, “istemek; istemede ileri gitmek; çabayla arzulamak; sınırı aşmak; hakkıyla yetinmeyerek başkasının canına, malına, ırzına kastetmek; saldırıya
İslam siyasal düşünce tarihinde “muhalefet” kavramı Muhalefet “h-l-f” kökünden gelen Arapça bir kavramdır. Aynı kökten gelen “ihtilâf” kelimesinde olduğu gibi, “herkesin ayrı bir yol tutması ve görüş ayrılığı” anlatılmak istenir.
Kur’an’da, “Allah’a itaat ve Allah’ın sözünün (Kur’an ve diğer vahiyler) gerçek olduğunu kabul” konusunda ayrılığa düşmek (yani inkar) kötülenmiştir.1 Yani Allah’a muhalefet asla onaylanmaz. Ancak Allah’ın sözünün anlaşılması esnasında yaşanan görüş ayrılıklarına dönük bir vurgu yoktur. Dolayısıyla “h-l-f” fiil kökünden hareket ederek tartışılabilecek konular, bugünkü siyasal anlamıyla “muhalefet” kavramını aydınlığa kavuşturacak asli konular değildir. Türkçede muhalefet olarak kullanılan kelimenin Arapça karşılığı (ârada kökünden gelen) “Mu’ârada”dır. “Arada” fiilinin; “karşılaşmak, görüşmek; meydan okumak, rekabet etmek, yarışmak; Karşılık vermek, karşılık” gibi
birçok anlamı2 vardır. Eski bir kullanımına sahip3 olmasına rağmen, kavramın, iktidar 1 Bakara 2/176, Hud 11/110 vb. 2 Daha geniş bilgi için bkz. Nevin Abdulhalık Mustafa, İslam siyasi düşüncesinde muhalefet, muhalefet kavramı. 3 Tasavvuf büyüklerinden Sehl b. Abdullah et-Tusteri’ye
yeltenmek veya saldırmak; haksız yere yükselmek isteyerek tecavüzde bulunmak; kendisine sulhun yolları ve biçimleri gösterildiği halde haksızlıkla üst olma sevdası gütmek” gibi anlamlara gelir.
Bu kelime İslam tarihinde, “Müslümanlardan bir grubun kendi kanaat ve içtihatlarına göre ‘yanlış yolda’ olduğunu düşündükleri devlet başkanına başkaldırmalarını; onu devirmek, düzeni değiştirmek veya ayrı bir devlet kurmak istemelerini” ifade etmek için kullanılmıştır. İslam hukukçukları tarafından, “suç” olarak görülmüştür. Buna göre; “İsyancıların amacı adi suç işlemek olmayıp, tamamen siyasidir. İsyancı sıfatını taşıyanların Müslüman olduklarından kimsenin şüphesi yoktur. Fakat bunlar devlet başkanına karşı ayaklanarak düzenin değişmesini isteyen, esas amaçları fesat çıkarmak olmayan, kendilerine göre yaptıklarının İslam’ın hayrına olduğunu düşünen bir topluluktur. İsyancılardan, bir yere toplanıp grup oluşturmayanlar ile devlete başkaldırmayanlara dokunulmaz. Hukuken diğer insanlara davranıldığı gibi davranılır. Bozuk inançlarının haksız propagandasını yaparlarsa uyarılırlar. Devlete isyan ettiklerinde ise önce uyarılır, sonra savaşılır. Savaştan önce uyarılmaları şarttır. Savaşta, kaçan kovalanmaz, yaralı ve esirler öldürülmez, malları zapt edilmez. Çocukları esir edilmez. Zaruret bulunmadıkça, evleri, paraları, ürünleri tahrip edilmez. Zira bu savaşın amacı, yok etmek değil, yola getirmektir.”
(ö. 283) ait olan bir kitabın ismi, “Mezhep Mensuplarına
İrtidat “r-d-d” kök harflerinden türemiştir;
ve İhtilaf Edenlere Reddiye ve Muhalefet”tir. Burada,
“geri dönüş” anlamına gelir. Aynı kökten türemiş
“eleştiri, açıklama, eksik yönlerini sergileme ve karşı görüşlerini belirtme yoluyla tenkitçi bir tutum takınma” anlamında kullanılmıştır. (Nevin Abdulhalık Mustafa, İslam Siyasi düşüncesinde Muhalefet, İz yayıncılık
olan mürted ise, “bulunduğu halden geri dönen” kişiye karşılık gelmektedir. İyi bir halden kötü 1990, s 43)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
31
bir hale dönüşü ifade etmek için kullanılabileceği
teşebbüsler çağlar boyunca; dinde tefrika
gibi, bunun tam aksi bir kullanımla, kötü bir
çıkartmak, dine isyan etmek ve dinden dönmek
halden iyi bir hale dönüş için de kullanılabilir.
gibi isimlerle isimlendirilmişlerdir ve bundan
Fakat buna rağmen kavram İslam tarihinde,
sonra aynı durumun yaşanmaması için ne
“dinden dönmek” gibi özel bir anlam
yapılması gerektiğine dair bir cevap yoktur.
kazanmıştır. Ehli Sünnet fıkhına göre Müslüman
Zaman içerisinde oluşan liderlik modelleri
doğmuş birinin Müslümanlıktan çıkmasının
“kurumsal/toplumsal muhalefet” fikrine imkan
cezası ölümdür. İslam şer’i ceza hukukunun bir
vermemektedir.
hükmüdür. Hüküm; “Dinden döneni öldürün” veya 4
“Müslüman’ın kanını dökmek ancak şu üç durumda caiz olur: Evlendikten sonra zina etmesi, cinayet işlemesi ve dinini terk edip cemaatten ayrılması...”
şeklindeki hadislere dayandırılmıştır. Osmanlı Tanzimat devri Islahat Fermanı’yla kaldırılana kadar uygulaması sürmüştür.
Tefrika, “f-r-k” kökünden “iki şeyi birbirinden ayırmak, parçalamak” anlamlarına gelir. Yolun
çatallanması bu kökten türeyen kelimelerle ifade edilir. İslam tarihinde ise “dinde ayrılık çıkarmak, parçalara ve bölüklere ayırmak” gibi özel bir manada kullanılmıştır. “Karşılaşılan yeni durum ve ortaya çıkan yeni ihtiyaçları kuşatmak için görüş belirtme” şeklinde tarif edilen içtihat kavramı ve “içtihat ederken meselelerin muhteva ve mahiyeti üzerinde idrak ve anlayış yeteneğine göre değişik sonuçlar çıkarmak” şeklinde tarif edilen ihtilaf kavramından ayrı tutulmuştur. Parçalanma ve bölünmeye götüren ihtilaflar için kullanılmıştır. Bu kavramları gündeme getiriyor olmamız, bu kavramlarla yapılmış nitelemelerin hepsini yanlış gördüğümüz ve hiçbirine katılmadığımız anlamına gelmiyor. Ayrıca bu kavramları ele almamız “muhalefet” kavramıyla ilgili aydınlatıcı sonuçlara ulaşmamızı
1. İster “İmamet” modeli olsun, ister “Hilafet”; iki yönetim modeli de ideal iktidar peşinde olmuştur. 2. İdeal iktidar arayışı makamın kutsallaşmasına/dinleşmesine sebep olmuş, o makamda bulunan kişi, dinin ve Allah’ın temsilcisi haline gelmiştir. 3. İdeal olanın (Allah kaynaklı olanın, dini olanın) karşıtı olmaz. İdeal olana karşı ancak kör olunabilir, isyan edilebilir, çarpıtılabilir. 4. İdeal makam karşısında takınılacak tek meşru tutum, ideal tanıma uygun davranmadığı noktada eleştirmek veya düzeltmeye çalışmaktır. 5. İktidarda bulunan kişinin hata yapması veya görevini yapamaz hale gelmesi ihtimal dahilinde olmakla birlikte, geliştirilen çözümler; o makamda bulunan kişinin onayı olmadan görev değişimi gerçekleşmesine imkan tanımaz. İşte bu siyaset yaklaşımından dolayıdır ki, İslam düşünce tarihinde “muhalefet” fikri
da sağlamıyor.
gelişmemiştir. Ve düşünce tarihinde bir yeri
Sadece, İslam siyasal düşünce tarihinde,
incelemelerle muhalefet konusuna direk bir
bugünkü anlamıyla muhalefet unsurunun
kurumsal bir yerinin bulunmadığı gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. İslam düşünce mantığı içerisinde; iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, eğriyi doğrultmak, yanlışı düzeltmek gibi fiiller önemli bir sorumluluk olarak gündeme getirilmiş olmasına rağmen, bu sorumlulukların “toplumsal boyutta” nasıl yerine getirileceği belli değildir. Bu yöndeki 4 Buhari, cihad, 149; Ebu Davud, hudûd, 32
32
Meseleyi birkaç tespitle şöyle özetleyebiliriz:
bulunmadığı için de, kelime veya kavramsal katkı yapmanın imkanı yoktur. Ele aldığımız kavramlarla sadece ne kadar olumsuz manalar çağrıştırdığını ve İslam düşünce tarihinde nereye konduğunu göstermiş olduk.
(İslami) Yönetime muhalefet “İslam’a muhalefet” değildir Müslümanların genelde ön yargılı tutumlar içerisinde oldukları göz önünde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bulundurulduğunda, “İslam düşüncesinde
peygamberlerin hayatında doğrudan kontrol
muhalefet” gibi bir konuyu tartışmaya açmak,
eden ve yönlendirici bir rol oynar.
aslında bir risk üstlenmek anlamına gelir. Bunun birkaç değişik sebebi vardır. Birincisi, Kur’ani bir kavram değildir; ikincisi İslam fikir ekollerinde bir karşılığı yoktur. Üçüncüsü, var olan anlamı, zihinlerde, onaylanmayan kötü şeyler çağrıştırır. Bu sebeplerden dolayı, kavramın önemi ve gerekliliğine dair söylenecek her sözün, “zorlama” ve “gereksiz” görülmesi olasılığı yüksektir.
- Vahiyle olan bu ilişkisinden dolayıdır ki, peygamberler kendiliklerinden konuşmazlar; Allah’tan aldıkları ayetleri konuşurlar. - Vahyin hayatlarındaki bu rolünden dolayıdır ki, peygambere itaat Allah’a itaattir. - Ve bunların doğal bir sonucudur ki, “din” dediğimizde hem vahiy, hem de peygamber
Fakat biz, günümüz şartlarında bu meselenin, devlet veya iktidar meseleleri kadar önemli olduğunu düşünüyor ve “peşin hüküm” ihtimaline rağmen kavramın tartışılmasını arzu ediyoruz. Meseleyi sağlıklı bir zemine çekebilmek ve gerekliliğinin anlaşılmasını sağlayabilmek için öncelikle; “iktidar ile Allah” ve “uygulamalar ile din” arasında kurulan ilişkinin yol açtığı problemi tartışmak gerekir.
öncülüğünde oluşan pratik kastedilmiş olur. Peki ya peygamberin cismani varlığı olmadığında, doğrudan rehberlik yapma imkanı bulunmadığında ne olacak? Böyle bir durumda vahyin; yaşanan sıkıntılar, problemler ve ihtiyaçlar üzerine, parça parça ve gerektikçe indirilmesinden bahsedemeyiz. O bir kere olmuş ve geçmiştir. Yapmamız gereken; bir kere olup geçmiş olan bu özel ve örnek durumu doğru anlamaya çalışmaktır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “And olsun ki Allah, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, Kitabı ve hikmeti öğreten ve onları arındıran bir peygamber göndermekle inananlara büyük iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, bundan önce apaçık sapıklıkta idiler.” (Al-i İmran 3/164)
Bu noktada ortaya çıkan görüşlerden birisi şöyle demektedir: “Vahyin indiği dönemdeki sıkıntılar, problemler ve ihtiyaçlar, insan var olduğu müddetçe aynı kalacaktır. Bu yüzden de vahiy, insanlığın bütün problemlerinin çözümlerini içermektedir. Bize düşen; vahyin dediği ve peygamberin uyguladığı şeyleri aynen kendi zamanımızda ve coğrafyamızda
“Biz her peygamberi, –Allah’ın izniyle- sadece
tekrarlamaktır.” Bu görüş, birçok kimseye
kendisine itaat edilsin diye gönderdik. ...” (Nisa
doğru ve sempatik gelmektedir. Aslında kendi
4/64)
içerisinde bir takım açmazlar barındırdığı ve maksadı aşan anlamlar içerdiği, ancak pratikle
“Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan
yüzleşme imkanı bulduğunda, yani; bir devlet
anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp, sonra da
yönetme sorumluluğu ile yüz yüze geldiğinde
verdiğin hükme gönül rızasıyla boyun eğmedikçe,
görülebilmektedir. Nitekim bu fikrin ortaya
iman etmiş sayılmazlar.” (Nisa 4/65)
çıkardığı örneklerden Afganistan’daki Taliban
Peygamberlik, Allah tarafından seçilmiş kimselere, Allah tarafından verilen bir görevdir. Ayetleri okur, kitabı ve hikmeti öğretir. Ağır ağır ve gerektikçe indirilen5 vahiy, onun rehberliğinde oluşan yaşam biçiminin gelişim seyrini takip eder. Kah tıkandığı noktada yeni çözümler önerir, kah ümitsizliğe düştüğünde yeni bir ışık olur, kah yetersiz kaldığında takviye eder, yerine göre de uyarır ve sonrakilere örnek olması için hatalarını eleştirir. Kısacası vahiy 5 İsra 17/106
modeli, 1400 sene önceki yaşam tarzını Afgan dağ ve şehirlerinde yeniden kurmaya uğraşmakta; şeriat kurallarıyla yönetilen Suudi Arabistan veya Pakistan’daki Ziya-ul Hak yönetimi ise şeklen geleneksel İslam devleti modeline uysa da, İslam’ın ruhunu ve mantığını yansıtmaktan uzak bulunmaktadır. O halde peygamber dönemi için söylediğimiz “itaat ve din” eksenli sözlerin, peygamber döneminden sonra da aynen geçerli olup olamayacağı üzerinde yeniden kafa yormak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
33
oluşturulacağı problemiyle başlamış, daha sonra
zorundayız. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, elçisine itaat edin ve sizden olan yetki sahiplerine de itaat edin. ...” (Nisa 4/59)
ile özdeş hale getirmesiyle yıkıcı bir geleneğe dönüşmüştür. Kur’an’ın ve Resul’ün varlığına rağmen din, bir nevi insan sözü halini almıştır.
Geleneksel Sünni düşünce, bu ayetten yola çıkarak “yöneticiye itaat etmek farzdır” şeklinde bir mantık geliştirmiş ve muhalefet fikrine kapıyı kapatmıştır. Oysa ayet öncesi ve sonrası göz önünde bulundurularak okunduğunda başka bir tabloyla karşılaşılır: Ayetler, zalimlerin kararları peşinde koşan ve zulüm düzeninin devamını arzulayan kimselerden bahisle, Müslümanlardan; zulme boyun eğmemelerini, zalime uymamalarını; Allah’a, peygamberine ve içinde Allah korkusu taşıyan yöneticilere uymalarını istemektedir. Yani, “yöneticiye itaat” gibi bir hüküm koymamakta; zulüm ve zalimle kıyaslayarak, Allah’tan korkan yöneticilerin de kendisine uyduğu yola davet etmektedir. Şu halde, peygambere itaat edilmesi gerektiği gibi
Her gurup, her cemaat, her mezhep ve her ekol, dinin hükümlerini ve hudutlarını belirleme yarışına girmiştir. Siyasi olarak hangileri daha güçlü olmayı başarmışsa, sonraki nesillere “onların dini” taşınmıştır. “Onların dini” derken ağır bir ithamın ortaya çıktığının farkındayız. Ancak maksadımız, bugüne kadar yapıldığı gibi; onları damgalayıp, yok sayıp, din dışı ilan edip, sonra da kendi görüşümüzü din ile özdeşleştirmek değildir. İroni yöntemi ile durumun vahametine işaret etmek istiyoruz. Gerçek şudur ki: - Kur’an insanlığa rehber olacak temel
yöneticiye itaat etmek yoktur.
değerleri belirlemiş ama (siyaset, ekonomi,
“Din” ile belli bir zaman ve coğrafyada ortaya
hayatın bütün şubelerini kuşatan, her dönem
çıkmış “uygulamalar” arasında doğrudan kurulan
ve coğrafyada aynen geçerli olacak modeller
ilişkiye gelince:
(şeriat) belirlemeyi hedeflememiştir.
Peygamberin cismani varlığı ve vahyin doğrudan kontrolünün bulunmadığı hiç bir uygulama “din” olarak isimlendirilemez. Bunların hepsi beşeri uygulamalar ve beşeri yönetimlerdir. Öncülük makamında bulunanların dinden anladıklarına göre şekillenmiş ve oluşmuşlardır. Dine yapılabilecek en büyük kötülük, belli bir zaman ve coğrafyada ortaya çıkmış olan uygulamayı dinleştirmektir. Bu durumda beşerin eksiklik
hukuk, eğitim, sağlık, güvenlik vs. gibi)
- Resulullah vahyin değerlerini anlatmış, bu değerlerin hayata nasıl geçirileceğini kendi dönem ve coğrafya şartlarına denk düşecek şekilde örneklendirmiş ama o dönem ve coğrafya şartlarında ortaya çıkan uygulamaların dinle özdeş hale getirilmemesi için hadis yazımını bile yasaklamıştır. - Durum böyleyken farklı zaman ve
ve zaafları din ile meşrulaştırılmış ve beşerden
coğrafyalarda ortaya çıkan uygulamalar
kaynaklanan bütün kusurlar kaçınılmaz olarak
(şeriat), o dönemin Müslümanlarının
dine mal edilmiş olacaktır. Oysa aynı dönem
İslam’dan anladıkları olarak görülmeli ve
ve coğrafyada yaşamış olan başka kimseler,
dinle özdeş hale getirilmemelidir. Aksi
dinden başka şeyler anlamış olabilirler. İktidarda
takdirde farkında olmadan dini tekeline alma
bulunanların yorum ve uygulamalarını doğru
iddiasında bulunulmuş olur.
bulmamış olabilirler.
34
da her fikir gurubunun kendi anlayışını din
- Aynı dönem ve coğrafyada İslam adına farklı
Yorum ve anlayış farkları ve bunların din ile
görüşler vücut bulabilir. Bunları din dışı ilan
özdeş görülmesi problemi, (Resulullah’tan
etmek yerine, onları da kuşatan bir tarz
hemen sonra işaretleri belirse de) Resulullah’tan
geliştirme mecburiyeti vardır. Bu anlamda
hemen sonra ortaya çıkmış bir problem değildir.
“muhalefet” kavramı ve bu kavram etrafında
Önce farklı görüşlerin filizlenmeye başladığı bir
şekillenen kurumsal yapı, “sorun çözen” bir
ortamda hayatın dine uygun bir şekilde nasıl
niteliğe sahiptir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Eğer zaman ve coğrafya ile sınırlı
Açıklamalara geçmeden önce önemli bir husus
olan bir düşünce veya uygulamanın muhalifi oluşmuyorsa; toplum bitmiş, üretkenliğini kaybetmiş, ruhunu yitirmiş demektir. Allah tarafından
olarak şu noktaya dikkat çekmemiz gerekir.
gönderilmiş olan din mükemmel ve kusursuzdur. Ancak insan eksik ve kusurludur. Dinin değerlerini hayata geçirirken oluşturacağı modeller, kuracağı kurumlar, kullanacağı araçlar ve başvuracağı teknikler yanlış olabilir; başlangıçta iyiyken zaman içerisinde eskiyebilir ve ihtiyacı karşılayamaz hale gelebilir. Bununla birlikte insan, alışkanlık haline getirdiği şeylere karşı bakar kör olur. Bir vakit sonra eksiklik ve aksaklıkları görmemeye başlar. İşte bu
Kur’an’da, devlet kurmaya veya iktidarı ele geçirmeye dönük doğrudan bir emir yoktur. Fakat Allah’ın yüklemiş olduğu sorumlulukları yerine getirebilmek için Müslümanların; devlete de, iktidara da ihtiyaçları vardır. Başka bir ifadeyle dinin devlet gibi bir emri yoktur bu yüzden dinin devleti olmaz; ancak Müslümanların devlete ihtiyacı vardır bu yüzden Müslümanların devleti olur. Dolayısıyla muhalefetin düşünce temellerini ortaya koyup gerekliliğinden bahsettiğimizde:
noktada ruhu diri tutacak, körlüğü giderecek
Birincisi; dinin bir emrinden bir gereğinden
ve durgunluğa hayat verecek olan unsur
bahsetmiş olmayacağız. Devlet ve iktidar gibi,
sağlıklı muhalefettir. Müslümanlar bu kavramı
Müslümanların bir başka ihtiyacından bahsetmiş
içselleştirdiklerinde, bugüne kadar “tefrika”
olacağız. İktidarın baskıcı ve otoriter bir çizgiye
görevi görmüş olan farklı fikir ve düşünceler,
kaymasını engelleyerek dengeye getiren ve
bundan sonrasında; Müslümanlara hayat veren,
devletin adaleti sağlamasını kolaylaştıran bir
onları sürekli dinamik kılan bir rol üstlenmiş
ihtiyacından...
olurlar.
İkincisi; sadece parlamento içi uyarı ve karşı
Tabii burada ister istemez bir soru gündeme
çıkışlardan bahsetmiş olmayacağız. Çünkü
gelmektedir: Müslümanlar, Kur’ani olmayan bir
imtihanın gereği, bütün toplumun kendi iradesini
kavramı neden içselleştirecekler?
açıkça ifade edebilmesidir. Bu ise belli yönleriyle
Doğru ve adil bir siyaset modeli, iktidar kadar muhalefetin de doğru tanımlanmasından geçmektedir. İslam tarihinde hak ettiği yeri bulamamış olmakla birlikte, günümüz siyaset anlayışı ve devlet düzeni içerisinde muhalefet konusunun, iktidar konusu kadar önemli bir yeri vardır. Bu yüzden bu konunun, İslam’ın temel değerleri içerisindeki yerini doğru tespit etmek ve bu kavramı neden içselleştirmek gerektiğini iyi ortaya koymak zorundayız.
İslam’da muhalefetin temelleri Bireysel boyutta gerçekleşen ihtilaflar ve sözden öte gitmeyen eleştiri, İslam düşünce tarihinde genel kabul görmüş bir meseledir. Fakat biz bu başlık altında, toplumsal boyutta gerçekleşen kurumsal muhalefet fikrini ele almaya çalışacağız. Bireysel uyarı ve düzeltme çabalarını izah etmek çok kolay olmakla birlikte, günümüzdeki anlamıyla toplumsal muhalefet fikri geleneksel zihnin alışkın olduğu bir fikir değildir ve izahı zordur.
parlamento içi muhalefet aracılığıyla ama daha çok parlamento dışı muhalefet ve örgütlü veya örgütsüz sivil toplum hareketleri aracılığıyla gerçekleşir. Bu ön açıklamalar ışığında: - İslam düşüncesi içerisinde muhalefet olgusu, ilk olarak, “yönetimde mutlak otorite” fikrine aykırı olan tevhid ilkesinde kendisine zemin bulur. “İmamet peygamberliğin devamıdır” diyerek imamı yeryüzünün tek hükümranı haline getiren Şia ile “Allah’ın temsilcisi” olarak idealize ettiği halifeyi yeryüzünün tek hükümranı haline getiren Ehli Sünnet; İslam’ın en temel öğretisi olan tevhid ilkesine aykırı bir tutum sergilemiştir. Hakimiyet kavramını, “bir varlığın başka bir varlığın hareketlerini tahdid veya men edip, onu kendi isteği doğrultusunda, istediği yöne sevk etmesi, ona bir nevi gem takması”6 olarak tarif edebiliriz. İslam’a 6 A. Bülent Ünal. İlk devir İslam düşüncesinde egemenlik. İkinci bölüm: Kur’an’da hakimiyet. İzmir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
35
göre yerde de gökte de mutlak hakim Allah’tır.
iyiliğine, adilliğine ve gücüne bağlı değildir. Ne
Kainattaki her şey O’nun kudretindedir; O’nun
kadar iyi olursa olsun her insan hata yapabilir.
tarafından yaratılmış, O’nun tarafından düzene
Hatta çevresindekilerin yaklaşımından dolayı
konulmuş, O’nun tarafından kaderi belirlenmiş
farkına varmadan bile adaletten uzaklaşabilir.
ve O’nun tarafından yolları gösterilmiştir.
Ancak yönetim gücünü elinde bulunduran
“Rabbinin yüce adını övgüyle an! O’dur her şeyi yaratıp düzene koyan. O’dur her şeyi olması gerektiği gibi var eden; sonra da amacını gösteren.” (A’la 87/1-3)
kalmayacağı, bütün olarak topluma zarar vereceği için mutlaka bir denetim mekanizması oluşmak zorundadır. Allah’ın direk müdahalesi ve hataları düzeltmesi gibi
İnsan ise kainattaki yaratılmışlardan biri, mutlak efendi olan Allah’ın karşısında boyun eğmek zorunda olan aciz bir varlıktır. Bununla birlikte Allah’ın rahmetinin bir sonucu olarak kendisine eşyayla ilgili bilgi verilmiş ve yeryüzünün sahibi/ mirasçısı7 yapılmıştır. Ancak bu sahibiyet, mutlak veya Allah’a vekaleten gerçekleşen bir sahibiyet değildir. Yani bir hakkın, bir yetkinin veya bir salahiyetin sonucu olarak gerçekleşmez. İmtihan etmek için verilmiş bir sorumluluktur ve “adalet” şartına bağlıdır.
bir durum söz konusu olmayacağına göre, bu noktada görev tamamıyla toplumun diğer unsurlarına düşer. Eğer bir toplum, dini gerekçeler oluşturarak yönetime peşinen itaat etmeyi seçmişse, o toplumun denetim yapma imkanı kalmamış demektir. Kısa sürede yozlaşmaya ve adaletten uzaklaşmaya mahkum hale gelir. Ama bir toplumu oluşturan bireyler “yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek” gibi bir sorumluluğa sahipse ve hem bireysel olarak bu uğurda çalışıyor, hem
“... Aralarında hüküm verecek olursan adaletle hükmet. Çünkü Allah adil olanları sever.” (Maide 5/42)
de sorumluluk makamındakilerin çalışmalarını izliyorlarsa, sürekli uyanık ve dinamik bir toplum oluşmuş demektir. Bu sorumluluktaki bireyler, yönetimi bir kişi veya kadroya emanet
İşte bu ve farklı ayetlerde “hakimiyet” ile “adalet” arasında kurulmuş olan ilişki, yeryüzünde insana verilen sorumluluğun (mutlak hakim) Allah tarafından belirlenmiş olan sınırıdır. Kendi selameti için doğru olan, insanın bu sınıra uymaya çalışmasıdır. Fakat insan ne kadar adaleti gözetmeye çalışırsa çalışsın, fıtratından gelen zaaflar ve kusurlar, önünde bir engel olarak yükselirler. Şüphesiz ki Allah katında önemli olan, insanoğlunun ortaya koyacağı samimi çabadır. Fakat “yeryüzü hükümranlığı” açısından baktığımızda, bu zaaflar ve kusurlar “insan hakimiyeti” olgusunu şüphe duyulması gereken bir noktaya getirirler. Adı ister “imamet” isterse “hilafet” olsun, hiç bir beşer yönetimi mutlak olamaz. Yanılma, şaşma, unutma, azma, sapma, görmeme, işitmeme, akledememe gibi sayılabilecek daha birçok
etseler bile daima onu gözetler ve izlerler. Yeri geldiğinde eleştirerek ve uyararak adaletin en üst seviyede uygulanmasını sağlarlar. Böyle bir toplumun sürekli iyiye doğru gelişme göstermesi kaçınılmazdır. “Güçlü ve uyumlu bir toplum için her kafadan ayrı bir sesin çıkmaması” fikri, ilk anda kulağa hoş gelebilir. Ancak bunun çözümü, devlet bütünlüğünü yitirmektense zalim sultana boyun eğmek olmamalıdır. Yani bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltmeye çalışmak çözüm olarak görülmemelidir. Daha uygun olan çözüm, farklı seslerin kurumlaşmasına müsaade etmek; bunların eleştiri ve yorumlarını halka açık bir şekilde yapmalarına imkan tanımak; halkın desteğini almayı başarmaları durumunda da yönetime gelmelerine müsaade etmektir. Bu durumda, halk arasında yaygınlaşmaya başlayan
kusuru potansiyel olarak bünyesinde taşır.
bir fikri yanlış bulanlar da, aynı kanallarla onu
Bir yönetimin iyiliği, adalete uygunluğu ve
Bu sayede hem toplumun dinamizmini diri
gücü, sadece yönetimde bulunan bireyin İlahiyat Vakfı yayınları, 2006, s 49 7 Neml 27/62
36
bireyin hataları sadece kendisiyle sınırlı
eleştirebilirler ve yanlışlığını halka anlatabilirler. tutacak olan eleştiri mekanizması işlerlik kazanmış olur, hem de bir eleştiri isyana dönüşme ihtiyacı hissetmeden açıkça tartışılarak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kabul veya reddedilebilir. - İslam düşüncesinde muhalefet olgusu
kötülüğe rıza gösterenleri hesapların sorulacağı gün ile uyarır.
ikinci olarak kendisine “iyiliği emir ve
“Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden fazla yük
kötülükten nehiy” ilkesinde karşılık bulur.
yüklemez. Herkesin yaptığı iyilik kendi yararına,
İyilik ve kötülük, insanın kendi içinden
kötülük de kendi zararınadır. …” (Bakara 2/286)
(hevadan) veya dışından (tağuttan)
“De ki: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,
sebeplere bağlı olarak hayatın her anında
eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun
karşılaşabileceğimiz kavramlardır: söz, duruş,
gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza
davranış, tutum, hareket vb. şekillerde
giden evler sizin için Allah’tan, peygamberinden
kendilerini gösterirler. Zaman zaman bireysel,
ve Allah yolunda çalışmaktan daha değerli ise,
zaman zaman toplumsal olmak üzere hayatın
Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah
her an ve boyutunda karşılaşılabildiği için;
günah işlemeye istekli (fasık) kimseleri doğru yola
ne sadece bireylerle ne de sadece toplumla
eriştirmez.” (Tevbe 9/24)
ilgilidir. İyiliklerin çoğalması ve kalıcı olabilmesi, kötülüklerin azalması ve bir daha geri dönmemesi; toplumun bütün unsurlarının ortak hareket etmesine bağlıdır. Bu yüzden Yüce Allah bu sorumluluğu, fert fert bütün Müslümanlara yazmıştır.
Böylece iyiliği emretmek kötülükten alıkoymak ilkesi; her ferdi uygulayıcı, her ferdi denetçi haline getiren bir ilkeye dönüşür. Sorumluluğu sadece belli makamlara ve güçlere bırakmaz. “Sorumluluğun sadece belli makam ve güçlere
“Erkek ve kadın bütün iman edenler birbirlerinin dostudurlar. Birbirlerini iyi ve doğru olanın (maruf) yapılmasına özendirir, kötü ve zararlı olandan (münker) sakındırırlar. ....” (Tevbe 9/71)
bırakılmaması” sözünden kasıt; kimsenin kimseyi takmaması, her kafadan farklı bir sesin çıkması ve herkesin kafasına göre davranması değildir. Halkın otorite üzerinde denetçi olduğu bir toplumsal yapıdan bahsediyoruz. İslam
Organize olmayı başarmış toplum, her
tarihinin belli bir döneminden sonra ortaya
sorumluluğun kurumsal bir sahibinin bulunduğu
çıkan devlet modelleri tek merkezli, otoriter
ve bu kurumların uyum içerisinde çalışabildiği
devlet niteliğinde olduğu için, “halkın denetimi”
toplumdur. Dolayısıyla “devlet” olmak,
konusunda kurumsal bir çözüm gelişmemiştir.
toplumdaki mutluluğu artıracak iyiliklerin
Şia haricindeki ekoller teorik olarak “var
yaygınlaşması için çalışan, topluma zarar
olması” gerektiğini kabul etmiş, ancak tarihi
verecek kötülüklere karşı ise mücadele eden
tecrübe bu yönde bir pratiğin oluşmasına imkan
kurumların varlığını zorunlu kılar.
vermemiştir. Böylece hayrı ve adaleti sürekli
Peki bu durumda, organize devlet mantığı ile iyiliği emir ve kötülükten nehiy sorumluluğu arasında bir çelişki mi doğmaktadır? Otoriter devlet, güdülmesi gereken bir sürü olarak kabul ettiği için; halkın görüşüne değer vermez, her şeye burnunu sokmasını arzulamaz. Tam tersi, sessiz, itaatkar vatandaşlar arzular. Kargaşa çıkaracağı ve bütünlüğüne zarar vereceği endişesi ile çok seslilikten korkar. Her şeyin bir disiplin içerisinde gerçekleşmesini ister. İslam ise bambaşka bir tutum sergiler. Bir imtihan olarak tanımlamak suretiyle herkesi yaşadığı hayattan mesul tutar. Hatta otoritelerin baskısı, malını mülkünü kaybetme endişesi, sevdiklerinin hoşnutsuzluğu gibi sebeplerle
kılacak en temel unsur ihmal edilmiştir. Fakat bununla birlikte günümüz beşeri tecrübeleri; “muhalefet” kavramıyla isimlendirdikleri ve halkın otoriteyi denetlemesine kurumsal olarak imkan tanıyan güzel bir yöntem keşfetmiş bulunmaktadır. Fakat bu tecrübelerin özünde maddecilik ve ondan kaynaklanan rekabet / hırs zehirleri bulunduğu için, insanlığın faydasına olacak şekilde uygulamakta zorlanmaktadırlar. Bu güzel kurumu işler kılacak ana temeller ise İslam’da bulunmaktadır. Müslümanlar bu kavramı keşfettikleri ve iyiliği emir kötülükten nehiy ilkesi çerçevesinde işler hale getirdikleri zaman, bambaşka bir sonuç ortaya çıkacaktır. Zaten Müslümanların temel sorumlulukları arasında yer alan “denetim” sorumluluğu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
37
kurumsal bir karşılık bulmuş olacaktır. Böylece,
İşte bu çerçevede Kur’an, “işleri aralarında
Hz. Ömer gibi sorumlu yöneticilerin “Ben bazı
danışma iledir”9 dediğinde bilinmeyen yeni
durumlarda yanlış yola girersem, siz ne yaparsınız”
bir kavram ortaya atmış değildi. Toplumda
şeklinde gündeme getirdikleri yardım talepleri
bilinen ve var olan sisteme işaret ederek o
cevapsız kalmayacaktır. Elindeki sopayı
sistemin sürdürülmesinden yana olduğunu ilan
göstererek: “Eğer sen eğri yola girersen, seni
etmiş, zımnen bu sistemi insanlığın geleceği
şu sopa ile düzeltiriz” 8 diyen Bişr İbn-i Saad
bakımından güzel bir sistem olarak görüp
gibi sorumlu Müslümanların sözleri havada
onaylamıştı. Fakat şu farklarla ki:
kalmayacak; yanılan veya sapan yöneticiyi düzeltmek, düzelmiyorsa görevden almak gerçekten mümkün hale gelecektir. - İslam düşüncesinde muhalefet olgusu üçüncü olarak kendisine “şura/meşveret” ilkesinde karşılık bulur.
çıkarıp, bütün topluma ve bütün işlere yaygınlaştırmakta idi. 2. Ve sadece güçlülerin konuşup kendi menfaatleri doğrultusunda karar aldıkları bir mekanizma olmaktan çıkarıp, (iyiliği
“Ş-V-R” kökünden türemiş olan şura, meşveret,
emir kötülükten nehiy ilkesi çerçevesinde
istişare ve müşavere gibi kavramlar, Kur’an’da
düşündüğümüzde) bütün halkı denetçi
dört yerde kullanılmış olmasına rağmen,
haline getiren bir işleyişe büründürmekte
İslam siyaset düşüncesinin en fazla üzerinde
idi.
durduğu kavramlar olmuştur. Sadece Kur’an’da kullanıldığı bağlam çerçevesinde bakıldığı zaman, kavram ile siyaset arasında doğrudan bir ilişki kurmak zordur. Hatta bu yüzden kimi düşünürler, bu kavramların devlet düzeni ile ilgisinin olmadığını savunmuşlardır. Fakat söz konusu ayetleri indikleri dönem ile çağdaş kıldığımız zaman (yani o dönemin mantığı içerisinde anlamaya kalktığımızda) bağlamından farklı bir gerçekle karşı karşıya kalırız. Meşveret sistemi vahiy gelmeden önceki cahiliye toplumunun idari ve yönetim sisteminin adı idi. Uzun yıllar süren kan davalarından ve savaşlardan yorulmuş olan kabileler, çatışma ve savaşları engellemek için böyle bir sistem geliştirmişlerdi. Buna göre bütün kabilelerin temsilcileri bir araya geliyor, sorunları ve çözüm önerilerini tartışıyor, sonra da bunların gerektirdiği idari kararları hep birlikte alıyorlardı. Gerçi bu meclis, sadece kabileleri karşı karşıya getirecek konuların tartışıldığı bir meclis idi. Haksızlıkların, adaletsizliklerin ve zulmün tartışıldığı bir meclis değildi. Zayıfın ve ezilmişin görüşleri bu mecliste asla yer bulmazdı. Fakat bununla birlikte, her tarafta krallıkların bulunduğu bir dünya için, farklı görüşlerin tartışılmasına ve muhalefete imkan veren bir sistem idi.
Fakat o günün dünyası tek merkezli otoriter yönetimlerden oluşmaktaydı. “Şura” kavramıyla İslam’ın neyi kastettiği ve sıradan bir insan gibi yaşayarak Resulullah’ın ne yapmaya çalıştığı tam olarak anlaşılamadı. Birlikteliğe engel teşkil eden kabilecilik taassubunun son bulmasıyla birlikte zihinler, hemen tek merkezli otoriter yönetimlere doğru kaydı. Dolayısıyla bütün iyi niyetlere rağmen meşveret sistemi doğru bir uygulama alanı bulamadı. Yöneticiye itaat merkezli bir düşünce gelişti. Eleştirilere, uyarılara ve muhalefete kulak vermek yöneticinin insafına bırakıldı. Oysa bugünün Müslümanları, dünyanın farklı coğrafyalarında geliştirilen kimi fikirlerin bir sonucu olarak kurumlaşma imkanı bulmuş muhalefet olgusu sayesinde, şura sistemini öneren vahyin aslında neyi kastettiğini çok daha iyi anlayabilecek duruma gelmişlerdir. Güçlerini birleştirerek sivil toplum kuruluşları oluşturan; böylece eleştirilerini, uyarılarını daha güçlü bir şekilde ifade edebilen; eleştirilerine kulak asmayan veya projelerini beğenmedikleri yöneticiyi başkasıyla değiştirebilen bir muhalefetin, toplumu ne kadar dinamik kılabileceğini daha iyi görebilmektedirler. Bu uygulamalar, aslında Rabbimizin insanlığa
8 Kenz ul-Ummal, C 5, Hadis no 2413
38
1. İslam bu sistemi dar meclis salonlarından
9 Şura 42/38
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bir hediyesi idi. Fakat Müslümanlar kıymetini
öncekiler kendi sorumluluklarını yerine getirdiler
yeterince bilemediler. Günümüz siyasi
ve kendi günlerine hitap eden bir söylem, bir
değerlerinin yol açtığı bir sürü istismar ile ağır
mücadele ortaya koydular. Şimdi sıra bizdedir;
aksak yürüyen sistemin ilacı İslam’dadır.
bizim de kendi dönemimize hitap eden bir
Eğer devlet Müslümanlar için gerekli bir kurumsa –ki günümüz şartlarında öyledir-, o zaman muhalefet kurumu da önemli ve gerekli bir kurum olarak karşımıza çıkar. Müslümanlar, muhalefet kurumunun önemini ve gerekliliğini fark ettiklerinde, siyasal sistemler ve insanlık
söylem ve mücadele tarzını oluşturmamız gerekmektedir. Bunu; bizden öncekileri aynen tekrarlayarak yapmamıza imkan yoktur. Onlardan yararlanmaya çalıştığımız kadar, onlara eleştirel bakmayı da başarmak zorundayız. 2. İnsanlığın problemini çözmek gibi büyük
bambaşka bir mecraya doğru yürümeye
hedeflere yönelmeden önce, “Muhalefet”
başlayacaktır.
olgusunu önce kendimiz kabullenmek ve kendi cemaat ve kurumlarımızda yerleştirmek zorundayız.
Muhalefet olgusunu yeniden keşfetmeliyiz
Oluşturduğumuz guruplar, cemaatler;
Muhalefet fikrinin dünya çapında değer
kurduğumuz dernekler, vakıflar; çabalarımızı
kazandığı bugün, insanlığın doğru bir çizgide yürümesini sağlayabilmek için; Müslümanların muhalefet kavramını yeniden keşfetmeleri gerekmektedir. İslam siyaset düşüncesinde muhalefet olgusunu yeniden tanımlamalı ve muhalefeti kurumsallaştırmalıyız. Temeli bizde olan gerçeklere sahip çıkmalı, zulüm içerisinde kıvranan insanlığa öncülük yapmalıyız. Vahyin belirlediği köşe taşları içerisinde, insanlığın beklentilerine cevap verebilecek güçlü ve adil siyaset teorileri oluşturmalı ve siyasetin ayrılmaz bir parçası olan “muhalefet” unsurunu işler hale getirmeliyiz. Onu; imtihanın gereği, iradeyi açığa çıkaracak bir unsur ve hayrın yaygınlaşması noktasında bireyleri sorumluluk alanına çekecek bir olgu olarak görmeliyiz. Fakat bunu başarabilmek için: 1. Hangi düşünce çizgisinden olursa olsun;
ortaya koyduğumuz gazete, dergi ve yayınevleri kadim problemlerimizin birer aynası gibi! Sadece bizi yansıtıyor. Bünyesinde oluşan yapılanma biçimi ise; otoriter, baskıcı ve farklılığa tahammülü olmayan geleneksel siyaset teorilerine fazlasıyla benziyor. En gelişmiş kurumlarımız bile maalesef lider merkezli: Lideri Hz. Ömer gibi olan paylaşıma ve eleştiriye bir noktaya kadar açık; lideri Hz. Osman gibi olan, içinde bulunduğu kurumu kendisiyle kaim görmekte; lideri Muaviye gibi olan ise “ben ne dersem o!” mantığıyla hareket ediyor. Ama hepsi, öyle veya böyle “otoriter” ve “tek merkezli” bir görünüm çiziyor. Demokratik sistemin ortaya koyduğu parti yapılanma modelleri bile, Müslümanların cemaat ve kurum yapılanmalarından daha ileri bir görüntü vermektedir. Belli ortak paydalarda farklı görüşleri bir araya getirebilmesi; farklı
artık gelenek haline gelmiş ve bir ezbere
görüşlerin yönetimde yer almasına imkan
dönüşmüş olan düşüncelere karşı muhalif
sağlaması; alınan kararların dayatmayla değil
bir bakış açısı geliştirmeyi başarmak
ikna yöntemleriyle alınması; kitleleri grupsal
zorundayız.
bir hamaset etrafında değil “proje” etrafında
Her şeye karşı olan ve her meseleyi sulandıran bir yaklaşım tarzını kastetmiyoruz. Maksadımız, günün söylemini ve günün fıkhını oluşturmak çerçevesindedir. Bizden önce söylenmiş olanlar
toplaması; başarısız yönetimleri görevden alıp, yerine alternatif yönetimler çıkarabilmesi gibi özellikler, Müslümanlar tarafından dikkatle incelenmeyi hak etmektedir.
elbette ki önemli ve onlardan yararlanmanın
“Muhalefet” olgusunu kabullendiğimiz ve
yollarını bulmak zorundayız. Ama vahiy
yapılanmalarımızı bu mantığa göre oluşturmayı
haricindeki hiçbir söz evrensel değildir. Beşerden
başardığımız an; insanlığın problemlerini
çıkmış olan her söz kendi dönemi içindir. Bizden
çözecek isabetli öneriler sunmaya en fazla
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
39
yaklaştığımız an olacaktır.
Müslümanların, bu konular üzerinde kesin
3. Doğru muhalefet yapmayı başarmak zorundayız.
yargılar ifade edecek yeterlilikte zihni hazırlıkları bulunmamaktadır. Daha işin başında sayılırız. Bu konular üzerine daha çok kafa yormamız ve
Bir fikirden doğru bir şekilde yararlanabilmenin
tartışmamız gerekmektedir. Sağlıklı bir mecra
yolu, ön yargıyla bakmamak ama eleştirel
oluşabilmesi için, belki de “iktidar” kavramından
bir bakış açısını da korumaktır. Sağlıklı bir
daha çok “muhalefet” kavramı üzerinde
yararlanma ancak bu ikisi arasında kurulacak
durmalıyız. Çünkü bu noktada ulaşacağımız
dengeye bağlıdır.
olgunluk, iktidar konusunda da doğru ve
“Siyasal muhalefet” meselesi de böyledir. Peşinen her şeye karşı veya peşinen her şeye taraftar olduğumuzda, sağlıklı bir muhalefet gerçekleştiremeyiz. Kimden gelirse gelsin evrensel değerlere göre iyi olana iyi; kimden gelirse gelsin evrensel değerlere göre kötü olana kötü demeyi başarmak zorundayız. Yani bireylere, olaylara veya kurumlara değil; değerlere, muhalif veya taraftar olmalıyız. Bu çerçevede de, kimden gelirse gelsin “iyi” ve “doğru” olanı desteklemeli; kimden gelirse gelsin “kötü” ve “yanlış” olana karşı çıkmalıyız.
ayakları yere basan neticelere ulaşmamızı sağlayacaktır. Şu iki gerçeği asla unutmamalıyız: 1. Eleştirinin, muhalefetin ve düzeltmenin olmadığı yerde gelişme durur. Toplum/ cemaat/gurup ruhunu yitirir ve her geçen gün sermayesinden yemeye başlar. Ardından da kısa sürede yozlaşır, bozulur. Farklı sesler zenginliktir. Farklı düşünebilen kimseler varsa eleştiri ve uyarı gerçekleşebilir. Herkesi aynı
“İyi ve kötü”, “doğru ve yanlış” gibi kavramları
düşünmeye zorlamamızla kendi ayağımıza
hoyratça kullanmamak için de, bunlarla
kurşun sıkmamız arasında fark yoktur.
ne kastettiğimiz açık olmalı. Bir şeye karşı
Farklılıklar arasında yükselmesi muhtemel
çıkarken veya bir şeye destek verirken onu
çatlak sesler bile yerine göre gereklidir.
bir proje ciddiyetinde incelemeli; sadece belli bir dinin veya cemaatin değil bütün insanlığın problemlerini çözecek nitelikte çözüm önerileri ortaya koyabilmeliyiz. Toplum, projelerimizin inandırıcılığı ve uygulanabilirliği oranında bizlere destek verecektir. Eğer meseleleri bir proje ciddiyetinde ele almadan eleştirirsek; hiçbir şey beğenmeyen ama kendi çözümü de olmayan bir hareket durumuna düşer ve inandırıcılığımızı yitiririz.
Bir yandan toplumdaki tahammülü artırırken, diğer yandan çatlak seslere karşı söylenmesi gereken sözlerin daha güçlü söylenmesini sağlar. 2. Eleştiri, muhalefet ve düzeltme gibi mekanizmalar içermeyen bir yönetim modeli hem sağlıklı bir model olamaz, hem de günün beklenti ve ihtiyaçlarına cevap veremez.
Yapıcı muhalefet yanlışı eleştirmek ve protesto gösterileri yapmak kadar; doğruyu övmeyi ve destek gösterileri yapmayı da gerektirir. Eksik olan karşısında ise destek belirtmekle birlikte,
Müslümanlar bu alanlarda oldukça geride kalmış bulunmaktadırlar. İnsanlığın ufkunu açacak potansiyele sahiptirler ve kısa zamanda bu role
daha iyi olması için nelerin yapılması gerektiğini
ulaşabilirler. Ancak önce ezberlerini bozmaları,
ortaya koyabilmeliyiz.
kalıplarını kırmaları gerekmektedir.
Sonuç “Yapmalıyız, etmeliyiz” gibi yargılarla gündeme
- BİTTİ -
getirilen öneriler, sadece zihinleri harekete geçirmeyi hedeflemektedir. Çünkü aslında
40
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Din, Devlet ve Muhalefet
Dört Halife Döneminde Muhalif Hareketler - 1 Ebu Bekir ve Ömer Dönemi Hamdi Tayfur İslam tarihi boyunca ortaya çıkan bütün
kattığımızda- övünülecek bir meziyet değildir.
fırka ve mezheplerin kendilerine dayanak
Gelen rivayetler de göstermektedir ki Aişe,
yaptıkları dönem dört halife dönemidir. Bu
savaşın sonuçlarını gördüğünde bundan büyük
dönemde ortaya çıkan ihtilaflar, tartışma
bir pişmanlık duymuştur. Oysa kutsayıcı tarih
konuları, meydana gelen olaylar ve yapılan
anlayışı böylesi bir durumu bile sahabenin
muhalefetler, sonraki dönemlere ait hareketlerin
meziyetine delil kılabilmektedir.
kendilerini haklı çıkarmak için kullandıkları temel argümanlar olmuştur. Hangi tür İslam algısından bahsedersek edelim, bunların o döneme dayandırdıkları bir yönleri vardır. Bu yüzden o döneme bakışlarda her yönüyle büyük aşırılıklar bulmak mümkündür. Bazı olay ve kişilere dönük aşırı küçümseyici ve dışlayıcı yaklaşımların yanı sıra, özellikle sahabeyi aklayıcı ve yüceltici yaklaşımlar beraberinde uydurmacılığı da yaygınlaştırmıştır. Sahabeleri yaptıkları her işte haklı çıkarma çabası kabul edilmesi mümkün olmayan davranış ve olayların bile kutsanmasına yol açmıştır. Örneğin Hazreti Aişe’den bahsederken meziyetleri içinde onun ilk kadın ordu komutanı olduğunun da sayılması çarpık bir bakış açısını yansıtır. Aişe ne kadar komutanlık yapmıştır ayrı bir konu, Cemel ordusunun başında kadın komutan olmak –savaşın sebep ve sonuçlarını hesaba
O dönemin olaylarından neşet eden düşünce ve din algılarının taşıyıcıları olarak bize düşen; tarihi, ideolojik bir bakış açısıyla, kendi dini veya mezhebi yaklaşımımızı ispat etmek amacıyla gündemimize taşımak olmamalıdır. Tarih boyunca bu hep böyle yapıldığı için bugün bizler din olmayanı dinden sayıp inanılmaz ayrılık ve anlamsız ihtilafların kurbanları olmaya devam ediyoruz. Bu nedenle dört halife dönemine ait olaylar, bu tür tesirlerden kurtularak yeniden gündemimize taşınmalıdır. Amaç asla tarihi ve tarihte gelip geçmiş şahsiyetleri mahkûm etmek veya kutsamak olmamalıdır. Gözetilmesi gereken temel hedef, hadiselere anlam vermek, tarihi etkilerin düşüncemize vurduğu prangalardan kurtulmak olmalıdır. Bunun yolu o günün
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
41
olaylarına ideolojik değil; anlamayı esas alan bir yöntemle, sebep/sonuç merkezli bakmaktan
Dört Halife Döneminde Ortaya Çıkan Muhalefet Hareketleri
geçmektedir. Tabii ki tarihçilere düşen en büyük görev de, mümkün olduğunca nesnel bir yaklaşımla olaylar hakkında bize ulaşan kaynakları ciddi bir eleştiriye tabi tutmaları ve doğrusunu uydurma olanından ayırmaları
1-Useyd b. Hudayr liderliğinde Evs kabilesi ve
olmalıdır.
Sa’d b. Ubade liderliğinde Hazreç kabilesinden
Bu yazıdaki konumuz tarihe nasıl yaklaşalım
vefatından sonra Beni Saide Çardağı’nda
meselesi değildir. Konumuz dört halife
toplanarak yeni lideri seçmeye teşebbüs ettiler.
dönemindeki muhalefet hareketleri ve bunun
Ancak Evs’le Hazreç arasındaki kabilevi çatışma
değişim olgusuyla ilişkisidir. İşte bu girişi
bu birliği parçaladı ve Sa’d b. Ubade dışındaki
konumuzu neden kronolojik bir yaklaşımla,
tüm Ensar, Ebu Bekir’in halifeliğini destekledi.
oluşan Ensar Topluluğu. Bunlar Peygamber’in
sadece aktarmakla yetinmek yerine, olayların kökenindeki sebepler bağlamında ele aldığımızı açıklamak için yaptık.
2-Başını Ebu Bekir, Ömer ve Ubeydullah b. Cerrah’ın çektiği ve Kureyş’in zayıf kabilelerine mensup Muhacirlerin desteklediği topluluk.
İlk iki yazıda otuz yıllık süreçte ortaya çıkan muhalefetlerin listesini vereceğiz. Bu sıralamada kronolojik sıraya uymaya çalışacağız. Yaptığımız bu listede ortaya çıkan muhalefet hareketlerine sadece toplu hareketleri değil, bireysel muhalefetleri de dâhil ettik. Bu muhalefetler her zaman iktidara karşı ortaya çıkmış muhalefetler değildir kuşkusuz. Bazen hareketler birbirlerine muhalefet etmiştir. Örneğin Peygamber’in
Bu topluluk Ensar’ı ikna edip desteğini aldı ve Ebu Bekir’i halife seçtirerek başarılı oldu. Bu iki maddeye konu olan olaylar genelde bilinen hususlar olduğu için ayrıntılara girmiyoruz. Üçüncü yazıda sebepler üzerinden bu iki grup hakkında bazı değerlendirmeler yapacağız. 3-Liderliğini Peygamber’in amcası Abbas’ın yaptığı, Ali’yi halife adayı olarak gören Haşimoğulları. Ebu Sufyan’ın liderliğini
ölümünden sonra çok kısa süren, iktidarın
yaptığı Ümeyyeoğulları da başlangıçta
olmadığı, şaşkınlığın da buna eşlik ettiği bir
Ali’nin halife olmasına destek verdi. Çünkü
“anomi” dönemi yaşanmıştır. İşte bu dönemde
Ümeyyeoğulları’nın çoğu Mekke’nin fethinden
yönetimi ele geçirebilmek amacıyla birden çok
sonra Müslüman olan ve Peygamber
muhalif unsur birbiriyle yarışmıştır.
tarafından özgür bırakıldıkları için “tuleka/azad
Verdiğimiz listenin ardından, üçüncü yazıda bu muhalif unsurların muhalefet etmelerinin ortak sebeplerini, olaylarla örneklendirerek
edilmişler”dendi. Bunların o günkü konjonktürde halifelik iddia edebilecek bir konumları ve saygınlıkları yoktu. Bu nedenle Ensar’dan birisi veya Ebu Bekir’le Ömer gibi Kureyş’in zayıf
açıklamaya çalışacağız. Sebepler üzerinde
kabilelerinden birisi yerine nispeten daha güçlü
dururken kronolojik sıraya fazla uymadan
ve akrabalık olarak kendilerine daha yakın olan
dört halife döneminde ileri ve geri yolculuklar
Haşimoğulları’ndan olan Ali’nin halife adaylığını
yapacağız.
desteklediler.
Öncelikle belirtmemiz gereken bir husus da şudur: Tarihte meydana gelen bir olay asla tek bir sebebe indirgenerek açıklanamaz. O olayın tek bir sebebi olsa bile, en azından diğer
42
Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan Muhalif hareketler:
Ebu Bekir Dönemindeki Muhalif Hareketler: 4-Ali’nin Ebu Bekir’e muhalefeti. Ali Ebu Bekir
unsurlar da dikkate alınarak bu olay anlaşılmaya
halife ilan edildikten sonra -bu konuda farklı
çalışılmalıdır. Bizim konuyu sebeplere göre teker
rivayetler olmakla birlikte- ona uzun süre biat
teker ele almamız, olayları bu tekil sebeplere
etmemiştir. Çünkü Ali, Peygamber’in damadı
indirgememizden değildir; sistematiğimiz
olması, ona yakın akraba oluşu ve Peygamber’le
gereğidir.
arasındaki özel ilişki biçimi nedeniyle halifeliğe
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kendisinin hak sahibi olduğunu düşünüyordu.
kabilelerin Ebu Bekir döneminde irtidadı. İrtidat
Sahabeleri temize çıkarma kaygısında olan
eden kabilelerin içinde isyan etmeyen bazı küçük
bazı rivayet sahipleri onun apar topar –hatta
gruplar vardı şüphesiz. Ama bunlar o kadar
üzerindeki geceliğiyle- gidip Ebu Bekir’e biat
azınlıkta kalıyorlardı ki Ebu Bekir’in orduları
ettiğini söylerler ama genel kabul gören görüş,
neredeyse Mekke, Medine ve Taif dışındaki
eşi Fatıma’nın vefatına kadar onun Ebu Bekir’e
tüm kabilelerle savaşmak zorunda kaldı. Ebu
biat etmediğidir. Bu süre de dört ile altı ay
Bekir bu muhalif çıkışların tümüne aynı türde
arasında bir süredir.
cevap vermiştir. Yani kılıç ve kan… Eğer bu
5-Ensardan Sa’d b. Ubade’nin Ebu Bekir’e muhalefeti. Hazreç kabilesinin lideri olan bu
sahabi Peygamber’den sonra kendisini halife seçtirmeye çalıştı. Başarılı olamayınca Ebu Bekir’e de biat etmedi. Ömer halife olunca ona da biat etmedi. Ömer zamanında öldü. 6-Peygamber’in kızı Fatıma’nın Ebu Bekir’e muhalefeti. Fatıma ölünceye kadar Ebu Bekir’e
biat etmedi. Bu muhalefetin sebebi olarak Peygamber’in mirası gösterilir. Fatıma Ebu Bekir’den Peygamber’e ait olan bazı arazileri istedi. Bunlar, oldukça verimli ve büyük bir arazi olan Fedek arazisi ile Hayber civarındaki bazı arazilerdi. Ebu Bekir “Peygamberler miras bırakmazlar” hadisine dayanarak bu arazileri vermeyi reddetti. Oysa bu hadis Kur’an’la çelişen bir hadistir. Çünkü Süleyman Peygamber, babası Davut Peygamber’in tüm mülkünü – siyasi mülk de dâhil- miras olarak almıştır. Ebu Bekir’in bu tavrının geri planında, Peygamber’in mirasının Fatıma’ya verilmesiyle birlikte Peygamber ailesinin yönetimde mülk iddialarının haklılık kazanacağı gibi bir kaygı olabilir. Çünkü o dönemde bazı sembolik olayların büyük hak iddialarına gerekçe teşkil etmesi gibi yaygın bir anlayış vardı. Örneğin Peygamber hastayken namaz kıldırmak için Ebu Bekir’i görevlendirmesi, halife seçiminde bir gerekçe olarak kullanılmıştır. Aynı şey Peygamber’in mirası için de kullanılabilirdi. Ebu Bekir’in, Peygamber’in kızı Fatıma’ya söz konusu arazileri vermemesine Ömer muhalefet etmiş ve Fatıma’yı desteklemiştir. Ancak Ebu Bekir’i ikna edememiştir. Ömer halife seçildiğinde ilk yaptığı icraatlardan birisi Fedek arazisini Fatıma’nın varislerine iade etmek olmuştur.
konuda bize kadar gelen rivayetler doğruysa isyan eden kabileleri boyun eğdirmek için acımasız yöntemler kullanılmıştır. Buna esirleri özel odalarda kilitleyerek yakmak ve yüksek uçurumlardan aşağı atmak da dâhildir. Oysa bu kabilelerin hepsi aynı nitelikte değildi. Bir kısmı Peygamber’le yaptıkları anlaşmanın onun şahsını bağladığını, dolayısıyla o ölünce anlaşmaların da geçersiz kaldığını iddia ederek Medine’nin yeni liderine biat etmeyi ve ona bağlılık göstergesi olan zekâtı vermeyi reddettiler. Bunların içinde eski şirk dinine dönen olmadı. Müslüman kalmaya devam ettiler. Ama zekâtı Medine’deki yeni otoritenin toplamasına itiraz ettiler. Ebu Bekir bunları da irtidat etmiş yani dinden dönmüş saydı. Ömer ve bir grup sahabi Ebu Bekir’e bunlara farklı muamele etmesini önerdi. Ancak Ebu Bekir bu önerileri dinlemedi. Boyun eğdirinceye kadar bunlarla savaştı. İrtidat eden diğer grup ise aslında irtidat etmiş de sayılmazdı. Çünkü irtidat edebilmek için önce dine girmek veya Peygamber’le bir antlaşma yapmak gerekirdi. Çok sınırlı bir grubun belki gerçekten bu muhalif harekete katılarak irtidat ettiğinden bahsedilebilse de esasen bunların çoğu Peygamber’in sağlığında bile boyun eğmemişlerdi. Çünkü bu grup, yalancı peygamberlerin liderliğinde bir araya gelmiş kabilelerden oluşuyordu. Peygamber sağlığında sadece Hicaz bölgesine tamamen hâkim olmuştu. Onun dışındaki bölgeler – özellikle Yemame ve Yemen’le bazı kuzey Arap kabilelerinin yaşadığı bölgeler- tam olarak Müslüman olmamış veya Peygamber’le antlaşma yapmamıştır. Sadece kısmi antlaşmalar veya bazı kabileler içinde parçalı antlaşmalar vardı. Örneğin Yemame veya Yemen bölgesinden bazı kabilelerin içindeki parçalanmışlık bunlardan muhalif olan grupların baskın gruplara karşı güç kazanabilmek için gelip Peygamber’le
7-Mekke, Medine ve Taif’de yaşayan kabilelerin
antlaşma yapmalarına yol açıyordu. Oysa bu
dışında Arabistan Yarımadası’ndaki tüm
antlaşmalar söz konusu kabilelerin tümünü
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
43
bağlamıyordu. Diğer gruplar bu antlaşmalardan
Ömer’in halifeliğine Medine ehlinden
kendi kabilelerinin sorumlu olduğunu
biat alındıktan sonra diğer eyaletlere de
düşünmüyorlardı. İşte bu antlaşma yapmayan
haber gönderilmiştir. Onun halifeliğine tek
kabileler başlarındaki (yalancı) peygamberlerle
itiraz Şam’dan gelmiştir. Daha Ebu Bekir
birlikte, Muhammed’in ölümünden doğan
hastalandığında Ömer’in onun yerine halife
boşluktan istifade ederek Medine’yi istila edip,
tayin edilmesine sıcak bakmamışlardır. Hatta bu
tüm Arapları kendi liderliklerinde birleştirmek
amaçla Medine’ye bir de elçi göndermişlerdir.
istediler. Medine’ye karşı harekete geçtiler.
Ancak bu muhalefetlerini fiiliyata geçirmeden
Onlara gerçekten irtidat eden bazı gruplar da
Ömer’e bağlılıklarını duyurmuşlardır. Şam
katıldı. Ebu Bekir öncelikle bunların Medine’ye
bilindiği gibi Ebu Bekir zamanından beri
dönük saldırısını engelledi. Medine dışında
Ümeyyeoğulları’nın valiliğinde yönetilmiştir.
bir yerde onlara saldırarak geri püskürttü ve
Buraya Ebu Bekir tarafından gönderilen ilk
Medine’yi işgal etmelerini engelledi. Usame
komutan ve vali Ebu Sufyan’ın oğlu Yezid’dir.
ordusu geri gelince de üzerlerine ordular
Onun ölümünden sonra yerine Muaviye tayin
göndererek çok katı yöntemlerle bunları boyun
oldu. Muaviye antlaşma ile halifeliği Hasan’dan
eğdirdi.
devralıncaya kadar bu görevini zorla da olsa bırakmadı. İşte Şam’ın Ömer’in halifeliğine
Ömer Dönemindeki Muhalif Hareketler:
etkisi vardır. Ümeyyeoğulları tıpkı Ebu Bekir’in
8-Ömer döneminde önemli hiçbir muhalefet
halifeliğine itirazlarındaki gibi, Kureyş’in önemsiz
hareketine rastlamıyoruz. Bunun belki de
bir kabilesine mensup olan Ömer’in halife
tek istisnası Ebu Bekir’in Ömer’i yerine aday
oluşunu bir türlü kabul edemiyorlardı. Amaçları
seçmesine Ashab tarafından gösterilen
Ümeyyeoğulları’ndan birisinin halife olmasıydı.
tepkidir. Ancak bu tepki etki uyandıran bir
O olmazsa kendilerine akrabaca daha yakın
muhalefet hareketine dönüşmemiş ve bir
Haşimoğulları’ndan birisinin halife olması daha
kimlik kazanmamıştır. Hatta ulaşabildiğimiz
çok tercih ettikleri bir şeydi.
kaynaklarda Ömer’in halife oluşuna muhalefet edenlerin net olarak isimleri de belli değildir. Ancak bu grubun içinde hem Ensar’dan hem de Muhacirlerden kişilerin olduğuna dair rivayetler, Ömer’in istenmemesinin kabilevi bir dürtüden kaynaklanmadığını ortaya çıkarmaktadır. Nitekim Ebu Bekir sahabenin önde gelenleri ile istişare ettikten sonra kendi yerine Ömer’i tayin ettiğine dair bir yazıyı kâtibi Osman’a yazdırarak altını mühürletmiş ve duyurulmasını emretmiştir. Medineliler haberi duyunca Ensar ve Muhacirlerden oluşan karışık bir grup Ebu Bekir’e gelerek Ömer’in sert mizacından dolayı endişelerini dile getirmişlerdir. Demek ki muhalefetin gerçek sebebi Ömer’in karakterinden duyulan kaygılardır. Peygamber sağken de birçok olayda en sert tedbirleri uygulamaktan yana olan Ömer, şimdi halife olunca, yani gücü hepten tekeline alınca, aşırı baskıcı bir yönetim tarzı benimseyeceğini düşünen sahabeler onun halife olmasına soğuk bakmışlardır. Ancak Ebu Bekir bu itirazları dikkate almamış ve Ömer halife olmuştur.
44
itirazının geri planında Ümeyyeoğulları’nın bu
Ebu Bekir, Osman ve Ali dönemlerine nispetle Ömer döneminde ciddiye alınabilecek hiçbir muhalefet hareketinin çıkmamasının sebepleri üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Bunun en temel nedeni Ömer dönemindeki sosyolojik koşullardır. Aslında Ömer dönemi, Ebu Bekir’in Ridde Savaşları sonrasının bir devamı niteliğindedir. Ebu Bekir Ridde Savaşları ile tüm Arap Yarımadası’nı tek bir yönetim altında birleştirip derhal “Fetih Hareketleri”ne girişti. Onun ölümünün ardından Ömer, fetih hareketlerine onun kaldığı yerden devam etti. İrtidat hareketlerinde içe dönük bir parçalanma ve Medine’nin otoritesinin ortadan kalkması riski vardı. Ebu Bekir’in kararlılığı bu riskin hayat bulmasına imkân vermedi. Medine otoritesi altında birleşen Arap Yarımadası’ndaki kabilelerin tüm enerjileri dışa yönlendirildi. Irak, Suriye, İran içleri, Filistin Bölgesi ve Mısır’a dönük fetih hareketlerinin baş döndürücü hızı altında Arapların muhalefet etmeye ne vakitleri ne de enerjileri vardı. Ele geçirilen ganimetlerin bolluğu da muhalefet etmeyi gerektiren
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ekonomik sebepleri ortadan kaldırıyordu.
dayanmaktaydı.1
Ömer döneminde ciddi bir muhalefetin
Ömer’in ilginç bir taktiği de kabileler arası
olmamasının önemli sebeplerinden birisi de
denge politikasına rağmen Haşimoğulları’nı
Ömer’in yönetim anlayışıydı. Ömer’in şahsi
tüm idari görevlerden uzak tutmasıdır. Aslında
mizacının yönetim anlayışına yansımasının
Haşimoğulları sadece Ömer zamanında
da bunda ciddi bir tesiri vardır. Ömer sert
değil Peygamber hayattayken ve Ebu
karakterli ve adalete son derece önem veren
Bekir zamanında da hiçbir ciddi göreve
birisiydi. Kabilesi ve sosyal statüsü ne olursa
getirilmemişti. Bunda etkili olan sebep neydi
olsun karşısındakine adaleti uygulamaktan
diye düşündüğümüzde Ebu Bekir ve Ömer’in
çekinmezdi. Valileri hakkında gelen şikâyetleri
Peygamber’in yoluna uydukları gibi çok genel
derhal dikkate alır, gerekirse onları cezalandırır
bir cevap verilebilir. Haşimoğulları’nı ve Ali’yi
veya görevlerine son verirdi. Ömer’den herkes
biz daha sonra muhalefetlerinin sebepleri
çekinirdi. O adaleti oldukça sert yöntemlerle
bağlamında tartışacağız. Ancak burada kısaca
uygulardı. Bu özelliği kendisine karşı muhalefet
Ömer’in idare politikası açısından onlara görev
hareketlerinin oluşmasına engel olmuştu.
vermemesinin sebeplerini kısaca açıklamamız
Ömer’in idare stratejisi de muhalefetin
gerekiyor.
oluşmasına engel teşkil etti. O, layık olmayan ve
Ebu Bekir ve Ömer’in Peygamber’in yoluna
gönderdiği bölge insanlarının hoşlanmayacağı
uyduklarını söylemek yeterli değildir. Peki,
kişileri vali tayin etmezdi. Vali ve komutan tayin
Peygamber neden böyle davranmıştır? Bunun
ederken kabileler arası dengeyi dikkate alırdı.
cevabını Takıyüddin Makrızi’nin “Emevi-Haşimi
Ebu Bekir de benzer bir politika gütmüştü.
Çekişmesi” isimli risalesinden bir alıntı ile
Ömer kabileciliğin etkisini ortadan kaldırabilmek
cevaplandırmaya çalışalım:
için öncelikle kendi kabile mensuplarını idareden uzak tutmuştur. Böylelikle kendisine
”Resulullah’ın görevli tayin ettiği devlet işleri
dönük “kabilesini kayırıyor!” gibi bir itirazın
iki kısımdı, harp ve sadaka. O, Haşimoğulları’nı
üremesini engellemiştir. Kendisinden sonra oğlu
görev açısından sadakaya (Yani zekat toplama
Abdullah’ın halife adayı olmasını kabul etmemesi
memurluğu gibi işlere) tayin etmedi. Doğru
de bu nedenledir. İşin gerçeği bunda Abdullah’ın
olan da budur. Çünkü onlar ve Muttalipoğulları
idarecilik yeteneğine sahip olmamasının ve
sahip oldukları statüleri gereği sadaka
Ömer’in de bunun farkında olmasının bir etkisi
üzerine görevlendirilemezler. Sahabenin önde
mutlaka olmuştur. Ancak asıl neden Ömer’in
gelenlerinden birçoğu Ehl-i Beyt’in Allah indindeki
kendi kabilesini ve ailesini idareden uzak
yerlerinden dolayı Allah’ın onları dünya işlerine
tutma çabasıdır. Aynı zamanda Ömer eyalet
(zekat memurluğu, valilik gibi görevlere) müptela
valilerini ve komutanları farklı kabilelerden
kılmayacağını biliyorlardı.” (s.63)
seçerek, kabileler arasında idareden pay kapma noktasında bir kıskançlığın ve kinin oluşmasının da önüne geçmiştir. Aynı zamanda idareden pay kapamayan kabilelerin kendi aralarında birleşerek güçlü bir muhalefet hareketi oluşturmalarının da önüne geçilmiş oluyordu. Her ne kadar bu denge daha çok Kureyş içi bir denge politikası gibi görünse de –çünkü vali ve komutanların çoğu Kureyşliydi-, Ömer’in tayin ettiği vali ve komutanlar arasında Ensar’dan ve Yemenlilerden kişilerin bulunması oldukça genele yaygın bir denge politikası gütme amacının olduğunu göstermektedir. Yönetimin sosyal tabanı neredeyse tüm Arap kabilelerine
Aynı şekilde Ali’nin oğlu Hüseyin Yezid’den hilafeti geri almak için bir isyan başlatmak üzere Irak’a hareket ederken, Ömer’in oğlu Abdullah Hüseyin’e şunu söyledi: “Allah Resulünü dünya ve ahiret arasında muhayyer kıldı. O da ahireti tercih etti ve dünyayı istemedi. Sen de Resulullah’tan bir parçasın (akrabasısın). Vallahi hiç biriniz hilafete nail olamayacaksınız. Bu sizin hakkınızda hayırlı olduğu için Allah onu sizden uzak tuttu, geri dön.”
Görüldüğü gibi Peygamber’in Haşimoğulları’nı 1 Adem Apak, İslam Tarihi (2), s. 118
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
45
çeşitli görevlerden bilinçli olarak uzak tutmaya
yerleşmesine yol açmasıdır. Ki daha sonraları
çalışması, o dönemde sahabenin farkında
bu iddia, Şia’nın en temel iddialarından birisi
olduğu bir husustu. Peygamber davetini
olacaktır.
her türlü dünyevi menfaatten uzak tutmaya çalışıyordu. Bu nedenle Kur’an’daki pek çok ayette Peygamber’in daveti karşısında hiçbir ücret istemediği ısrarla vurgulanır. Aynı şekilde Peygamber, daveti sonucu oluşan toplumsal üstünlüğünden kendi yakın akrabalarının maddi olarak fayda sağlamasına şiddetle karşıdır. Çünkü bu durum davetinin güvenirliliğine ve amacının safiyetine aykırıdır. Bu yüzden mümkün olduğunca yakın akrabalarını ve Haşimoğulları’nı bu tür ilişkilerden ve görevlerden uzak tutmuştur. Bunun tabii ki bazı istisnaları vardır.
ortaya çıkmamasının sebepleri bunlardı. Bu dönemi asıl ilginç kılan husus ise; Ömer zamanında hemen hemen hiçbir muhalefet hareketi oluşmadığı halde, sonraki dönemlerdeki muhalif hareketlerin zemininin bu dönemde oluşmasıdır. Özellikle ekonomik ve sosyolojik hayattaki değişim, sonraki dönemlerin muhalif oluşumlarını ortaya çıkaran ve harekete geçiren en temel etkenler olmuştur. Fetihlerin etkisi, yeni yerleşim bölgelerine göçün ortaya çıkardığı farklılaşan sosyolojik yapı, Ömer’in ekonomik alanda yaptığı uygulamaların tesiri gibi önemli
İşte belki de bu nedenle ne Ebu Bekir ne de
sebepler daha sonraki muhalif hareketlerin
Ömer, Haşimoğulları ailesinden hiç kimseye
ortaya çıkması için gerekli zemini hazırlamıştır.
devlet işlerinde bir görev vermemiştir.
Muhalefetin sebeplerinden bahsederken bu
Haşimoğulları’nın Peygamber ile akrabalıkları
hususlar üzerinde ayrıntılı olarak duracağız.
sebebiyle başlangıçtan itibaren hilafette hak sahibi olduklarını iddia etmeleri, Ebu Bekir gibi Ömer’i de tedbir almaya sevk etmiş, bu sebeple Peygamber’in maddi-manevi mirasçısı olduklarına inanan bu aile mensuplarını devlet makamlarına getirmemiştir.2 Sadece Ömer nadiren bazı konularda Ali’nin fikrine başvururdu.
9-Bir kölenin muhalefeti ve Ömer’i şehit etmesi: Mugire’nin kölesi Ebu Lü’lü Ömer’e
camide pusu kurarak bir suikast düzenledi. Ebu Lü’lü’nün bir Hıristiyan veya Zerdüşt olduğuna dair farklı rivayetler vardır. Asıl isminin Firuz olması Zerdüşt olduğuna dair ihtimali güçlendirmektedir. Ömer yaralandıktan dört gün sonra öldü.
Ömer yine belki bu sebeple, özellikle Haşimi ailesinin ve onlara yakın olan Muhacir ve Ensar’ın Medine dışına çıkmasına izin vermemiştir. Hatta bu yasağın tüm Medineliler için geçerli olduğuna dair rivayetler vardır. Ama bu yasağın getirilmesindeki birinci neden Haşimoğulları’nın ve onları destekleyen bir grup sahabenin farklı beldelere dağılarak, buralardaki insanların Peygamber’e olan sevgilerinden yararlanıp onun yakın akrabaları -Ehl-i Beyti- olmaları hasebiyle onlara da aşırı bir teveccüh göstermelerini ve ayrı bir muhalif hareket haline gelmelerini engellemek olmalıdır. Ömer bu yasağı getirerek böylesi bir oluşumu engellemiş ve kendi döneminde bir Ehl-i Beyt Şiası’nın oluşmasının önüne geçmiştir. Bu tür bir muhalif hareketin oluşmasının en büyük riski, Peygamber soyundan olmanın mülkte veya idarede özel bir hak olduğuna dair algının 2 Adem Apak, age, s.119
46
Ömer döneminde ciddi bir muhalefet hareketinin
Bu suikastın sebepleri ile ilgili çeşitli görüşler vardır. Bir köle bu cesareti nereden bulmuştur veya bir köleyi halifeye suikast düzenletecek kadar kızdıran sebep nedir? Rivayetlere göre Ebu Lü’lü Ömer’e gelerek Mugire’nin kendisine ağır bir vergi yüklediğinden yakınmış ve vergiyi azaltması için efendisi ile görüşmesini talep etmiştir. Ömer, Mugire’nin aldığı vergiyi gayet makul bulunca, Ebu Lü’lü kızgınlıkla Ömer’i tehdit ederek çıkmıştır. Ertesi sabah da suikastı düzenlemiş ve birkaç kişiyi de yaralayarak kaçtıktan sonra intihar etmiştir. Olayın sebebi bu olabilir mi? Yani, haksızlığa uğramasının gerçek sebebi Mugire iken, Ebu Lü’lü neden bütün hıncını Ömer’den çıkartmıştır? Üstelik riskleri bol ve açık mesaj veren bir yöntemle bu suikastı gerçekleştirmiştir. İstese Ömer gibi korumasız gezen bir halifeyi öldürmek için çok daha iyi fırsatlar bulabilirdi. Eğer bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
köle Ömer’i gözünün dönmesinin bir sonucu
heyet oluşturdu. Halife adayı olmamak şartıyla
olarak öldürmemişse bu suikast sadece görünür
oğlu Abdullah’ı da bu heyete dâhil etti. Bu heyet
sebebiyle izah edilemez.
Abdurrahman b. Avf, Ali b. Ebi Talip, Osman b.
Bununla ilgili Cabiri’nin yorumu şöyledir:
Affan, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam ve Sad b. Ebi Vakkas’tan oluşuyordu. Heyetteki uzun görüşmelerden sonra iki halife adayı kaldı:
“Ömer’in katili Mugire b. Şube’nin kölesi Ebu
Ali ve Osman. Abdurrahman b. Avf heyetin
Lü’lü’nün hançerinin arkasında ‘Kureyşli’ ellerin
ortak kararıyla Ali ve Osman’dan birisini seçmek
bulunduğunu düşünebiliriz.”3
üzere hakem tayin edildi. İşte bu aşamadan
Cabiri’nin bu düşüncesine temel oluşturabilecek husus Kureyş’in -daha özelde Ümeyyeoğulları’nın- ekonomik anlamda Ömer’in özel uygulamalarına maruz kalmaları ve sıkı bir denetim altında tutulmalarıydı. Bu bir sebep olabilir mi? Mümkündür. Ama buna dolaylı olarak
sonra Ali’nin taraftarları olan Haşimoğulları ile Osman’ın taraftarları olan Ümeyyeoğulları iktidara aday iki ayrı muhalefet partisi gibi birbirlerine tavır alıp, halkı kendi lehlerine çekmeye çalıştılar. Çünkü Abdurrahman Medine’de halkın arasına karışarak bir tür
işaret edecek tek bir delilden bile yoksunuz.
kamuoyu yoklaması yapıyor ve çeşitli kabilelerin
Ancak en azından bazı işaretler bizi olayın
sadece Medine halkının fikrini almakla da
başka bir sebepten olabileceği ihtimaline
yetinmiyor, taşradan gelen kervanlara ve dış
götürmektedir. Öncelikle Ebu Lü’lü Firuz isminde
heyetlere de sorarak insanların kalplerinde nasıl
Fars kökenli bir köledir. Suikastı yapmadan
bir halife adayı modeli taşıdıklarını tespit etmeye
önce Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman bu
çalışıyordu. Sonunda tercihini Osman’dan
köleyi Hurmuzan ve Cufeyne ile görüşürken
yana kullandı. Haşimoğulları’nın Ali’yi, Ümeyye
görmüştür. Hurmuzan İran’ın ileri gelen devlet
Oğularının Osman’ı tercih ettikleri ve seçilmeleri
adamlarındandı. İran’ın fethinde esir düşmüştü.
için çaba gösterdikleri açıktı. Eğer Abdurrahman
Medine’ye getirildi ve sonradan Müslüman oldu.
tesir altında kalmadan objektif bir karar
Cufeyna ise Irak’lı bir Hıristiyan’dı. Medine
verdiyse, söz konusu iki kabilenin dışındaki
aristokratlarının çocuklarına okuma-yazma
kabilelerin ağırlıklı görüşünü dikkate alarak bu
öğretiyordu. Nitekim Ömer’in öldürülmesinden
kararını vermiş olmalıdır. O zaman Haşimoğulları
sonra bu haberi alan oğlu Ubeydullah bu iki
ve Ümeyyeoğulları’nın dışındaki kabilelerin
şahsı intikam hırsıyla öldürdü. İşte bu bilgiler
çoğunun Ali yerine Osman’ı tercih etmelerinin
bize önemli ipuçları vermektedir. İran’ın ve
ve Ali’nin hilafetine karşı olmalarının sebebi ne
Irak’ın önemli kısımlarının fatihi olan Ömer,
olabilirdi?
bu bölgelerin halklarının ona duydukları kinin kurbanı olmuş olabilir. Olay ne kadar planlıdır bunu bilmek mümkün değil. Ama en azından Ebu Lü’lü’nün hançerinin arkasında ülkesi fethedilen ve köleleşen büyük bir toplumun kin yüklü muhalefet duygusunu görmek mümkündür. Halifeliği döneminde Araplardan hiçbir ciddi muhalefete muhatap olmayan Ömer, döneminde fethedilen ülkelerin derin muhalefeti karşısında canını vermek zorunda kalmıştır. 10-Osman’ın halife seçilmesinde ortaya çıkan muhalefetler: Ömer suikasta uğrayıp öleceğini
anlayınca kendisinden sonra kimin halife seçileceğine karar vermesi için altı kişilik bir
ne düşündüğünü öğrenmeye çalışıyordu. Üstelik
Bunda etkili olması muhtemel sebepler şunlardır: - Haşimoğulları’na mensup olmayan sahabelerde, Haşimoğulları’nın Peygamber sülalesi olarak ümmetin başına geçip iktidarı bir daha bırakmayacaklarına dair bir korku vardı. - Peygamber’in döneminde Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlara iştirak eden ve bu savaşlarda Müslümanların müşrik olan akrabalarından birçoğunu öldüren Ali’ye karşı bunların yakınları, içlerinde gizli bir hoşnutsuzluk taşıyorlardı.
3 Muhammed Abid el-Cabiri, Arap-İslam Siyasal
Aklı, s.234
- Ümeyyeoğulları’nın Osman’ı seçtirmek
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
47
için yaptıkları kampanyada Ali aleyhine duyguları olumsuz olarak harekete geçiren propagandalar yapmış olmaları ihtimali. - Ali’nin sertliği ve tavizsizliği ile Ömer’i rahatsız olan bazı sahabeler ikinci bir Ömer devri daha yaşamak istemiyorlardı. Osman ise Ali’yle karşılaştırılmayacak kadar mülayim ve hoşgörülü idi. İnsanlar Ömer dönemine tepkiyle başlarında Ali gibi değil Osman gibi birisini görmek istiyorlardı. Sahabenin önde gelenleri de Ömer’e birçok konuda kendi dediklerini yaptıramamış olmanın acısıyla, daha fazla tesirleri altına alabileceklerini düşündükleri Osman’ı tercih ediyor olmalıydılar. Oysa Osman seçildikten sonra onun bu özellikleri sadece Ümeyyeoğulları’nın işine yaradı. - Ali’nin oldukça genç bir yaşta olması da aleyhinde olan bir şeydi. Araplar genelde başlarında daha ihtiyar kişileri görmeye alışkındılar. Çünkü onlara göre ihtiyarlık tecrübe ve akıl demekti. Tabii ki bunlar görünen/yüzeysel sebeplerdir. Daha derinlerde yatan köklü sebepleri üçüncü yazıda tekrar ele alacağız. NOT: Sonraki yazıda Osman ve Ali Dönemindeki Muhalefet Hareketlerini ele alacağız.
48
www.islamiyorum.com
andırması. Oysa Ömer’in bu katı tavrından
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Din, Devlet ve Muhalefet
Dört Halife Döneminde Muhalif Hareketler - 2 Osman ve Ali Dönemi Hamdi Tayfur Osman Dönemindeki Muhalif Hareketler: 11-Osman’ın Ömer’in oğlu Ubeydullah’a kısas uygulamamasına Ali ve bir grup sahabenin muhalefeti: Ömer, Mugire’nin kölesi Ebu
Lü’lü’nün gerçekleştirdiği suikasttan aldığı ağır yara ile şehit oldu. Ubeydullah, önceki yazıda belirttiğimiz gibi, suikasttan önce Ebu
onların velisi olma hakkına sahip değildi. Bu yüzden gerekçesini onlara değil Hürmüzan’a dayandırdı, diğerlerinden hiç bahsetmedi. Ali ve bir grup sahabe buna şiddetle karşı çıktılar. Osman hukuki bir meseleyi siyasi bir mesele olarak görmüş ve yanlı hareket etmişti. Oysa bu, işlenen suçu ve ona verilmesi gereken cezayı ortadan kaldırmıyordu.
Lü’lü, Hürmüzan ve Cufeyne’nin bir araya gelip
Ali’nin buradaki sert çıkışının geri planında
görüştüklerine dair bir duyum almıştı. Bunun
mazlumlardan yana oluşunun ve adaletin yerine
üzerine gidip bu ikisini öldürdü. Bununla da
gelmesi arzusunun etkisi olabilir. Bu, Ali’den
yetinmeyip intikam hırsıyla Ebu Lü’lü’nün kız çocuğunu da öldürdü. Suçluluğu kesinleşmeyen kişileri ve suç işleme yaşında olmayan bir kız çocuğunu öldürdüğü için Ubeydullah gözaltına alındı. Hukuka göre cezası belliydi; kısas tatbik edilmeliydi. Ancak Osman öldürülenlerden Hürmüzan’ın velisinin olmadığını, velisi olmayanların velisinin de halife olduğunu, öldürülenlerin doğal velisi olarak Ubeydullah’ı affettiğini ilan etti. Gerekçesi ise Ömer’in
beklenen bir durumdur. Ancak halife seçimlerinin henüz yeni yapılmış olmasının ve Ali’nin de bu seçimden mağlubiyetle çıkmasının buradaki şiddetli muhalefetinde tesiri var mıdır, diye sormak gerekiyor. İlginçtir daha sonra Ali halife olduğunda Osman’ın katillerine kısas uygulamak konusunda aynı hassasiyeti göstermemiştir. Osman’ın katillerini cezalandırmak bir yana, onlara ordusunda görev bile vermiştir.
ölümünden dolayı ailesinin ağır bir acı içinde
12-Mushafların Yakılmasına Yapılan Muhalefet:
olması ve Ubeydullah’ın işlediği cinayetten
Ebu Bekir zamanında toplanan Kur’an,
dolayı mazur görülebileceğiydi. Osman Cufeyne
Osman zamanında çoğaltılarak birer nüshası
ve Ebu Lü’lü’nün kızı Müslüman olmadığı için
eyaletlere gönderildi. İnsanların elinde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
49
bulunan nüshaların ise yakılması emredildi.
gözükmemektedir. Çünkü Kur’an o zaman
Bu nüshaların yaktırılması hadisesine İbni
noktalama işaretleri olmaksızın yazılırdı.
Mesud gibi bazı sahabeler muhalefet etti. İbni
Çoğaltılırken de böyle çoğaltılmış olmalı. Çünkü
Mesud’un görev yaptığı bölge olan Kufe halkı da
noktalama çalışmaları daha sonra yapıldı. Şimdi
Kur’an metinlerinin yakılmasına karşıydı. Bunu,
noktasız olarak yazılan Kur’an metni resmi
Kufe ve Basra’dan Medine’ye bazı taleplerini
metin bile olsa farklı lehçelere göre okunmaya
ve şikâyetlerini iletmek için gelen heyetlerin
müsait olmalıydı. Demek ki asıl sorun, Kur’an’ın
Osman’ı eleştirirken kullandıkları ifadelerden
hangi lehçeye göre okunacağı meselesinden
anlıyoruz. Bunun sebebini sorgulayacak yeterli
çok, yakılan diğer metinlerde var olan ayetlerin
bir bilgiye sahip olmamamıza rağmen, bu işe
çıkardığı sorunlar olmalıydı. Yakılan nüshalarda
açık bir şekilde muhalefet edenlerin olması olayı
Şamlıların temsil ettiği Ümeyyeoğulları’nın
ilginç kılmaktadır. Eğer o yaktırılan nüshalardan
aleyhine olan ama mevcut Mushaf’a konulmayan
bir kısmı bugün mevcut olsaydı ve elimizdeki
ayetler mi vardı? Acaba Kufeliler yakılan
Kur’an’la bunu karşılaştırabilseydik, belki bunun
metinlerde var olan bazı ayetleri Şam’ın
sebepleri üzerine daha net şeyler konuşabilirdik.
idarecileri olan Ümeyyeoğulları’nın aleyhine mi
Ancak rivayetler, Ermenistan ve Azerbaycan
kullanıyordu? Bilmiyoruz...
seferleri esnasında Irak’tan ve Suriye tarafından gelen askerlerin Kur’an’ın okunma biçimi üzerine tartıştıklarını göstermektedir. Şamlılar Kufelilere, “Bizim kıraatimiz (okuyuşumuz) diğer kıraatlerden daha doğrudur, çünkü biz onu Mikdad’dan aldık”; Kufeliler de Şamlılara: “Hayır, bizim kıraatimiz diğer kıraatlerden daha doğrudur, çünkü biz onu İbni Mesud’dan aldık” diye aralarında tartışmaya tutuşmuşlardır. Bu durumdan haberdar edilen Osman, farklılıkları gidermek için derhal çalışmaları başlattı ve bugün elimizde olan Kur’an nüshası (Mushaf)
Muhalefetler: Osman döneminde ortaya çıkan
muhalif hareket çeşitlerinden birisi de bireysel muhalefetlerdir. Bu muhalefetlerin temelinde Ömer döneminde başlayıp Osman döneminde zirveye çıkan sosyal ve ekonomik değişimin bir sonucu olarak toplumda ve idari makamları işgal edenlerde görülen dünyevileşmeye bir tepki vardı. Bu tarz muhalefetin sembol ismi Ebu Zer’dir. Daha Mekke döneminden itibaren bunlar toplumun mustazaf kesimindendiler.
ortaya çıktı.
Medine’de Ehl-i Suffa da bunlardandı. Öylesine
Osman’ın bu girişimi İslam ümmetinin birliğini
alıyorlar ve Dünyaya asla tamah etmiyorlardı.
sağlama girişimi olarak nitelenebilir. Ancak,
Tevbe suresindeki “Altın ve gümüş biriktirip de
ayrılığı körükleyecek birçok siyasi hatayı
harcamayanların vay haline” (ayet 34) ayetini
çekinmeden yapan Osman, bu konuda neden
hayat görüşlerinin temeli yapmışlardı.
bir dini bilince sahiptiler ki, Peygamber’i örnek
bu kadar titiz davranmıştır? Toplanma ve çoğaltma esnasında Kur’an nüshalarında tahrifat yapıldığına dair hiçbir rivayet olmadığı halde İbni Mes’ud diğer nüshaların yakılmasına neden karşı çıkmıştır? Bu konuda çıkan tartışmalarda İbni Mes’ud’un isminin geçmesinin itirazında bir etkisi var mıydı? Şam-Kufe ayrımı siyasi bir ayrımı ve Kur’an ayetleri üzerinden bu ayrılığın delillendirilmesi çabalarını mı ifade ediyordu? Evet, bu sorular ister istemez akla gelen ama
50
13-Osman’a ve İdaresine Karşı Yapılan Bireysel
Ama özellikle Osman döneminde, Peygamber’in ashabı da dâhil olmak üzere pek çokları zengin oldu. Ganimetler ve alınan maaşların üstüne bir de ticaret eklenince özellikle Kureyşliler fazlasıyla zenginleşti. İktidarın nimetlerine de sahip olan Ümeyyeoğulları daha da zengin oldular. Artık yaşam eskisinden çok farklıydı. Üstelik Bizans ve Sasani medeniyetlerinin yaşam tarzlarına karşı bir özenti ve taklit de ortaya
cevabının bulunması zor olan sorulardır.
çıktı. İşte bahsettiğimiz mustazaf sahabeler bu
Osman’ın yaptığı bu işin, Kur’an’ın Peygamber
yönelttiler. Karşılarındakilerin halife, vali,
döneminde yedi harf –yani yedi farklı lehçe-
komutan, aristokrat olması onların gözünü
üzerinden okunurken tek harfe –yani Kureyş
korkutmuyordu. Gayet sivri bir dille muhalefet
lehçesine- indirgenmesi olarak yorumlanması
ettiler. Bu sahabelerin arasında Ebu Zer’in yanı
da yeteri kadar tatmin edici bir amaç olarak
sıra Ammar b. Yasir, Ubade b. Es-Samit el-
durumlara açık bir dille itiraz ederek, eleştiriler
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Ensari, Abdullah ibni Mesud gibi sahabelerin
çıkan bu muhalefet Kureyş dışında Kureyşli
isimleri sayılabilir. İbni Mesud Osman’ın kanının
olan ve Kureyşli olmayan kabileler şeklinde
helal olduğuna dair propaganda yapıyordu. Ebu
kendisini gösteriyordu. Dış kabilelerin valilik
Zer, İbni Mesud ve Ubade gibi sahabeler sözle
ve komutanlık gibi görevlere Ömer zamanında
muhalefeti tercih etmişlerdir. Sözün dışında
bile yeteri kadar sahip olamamak gibi bir
doğrudan çatışma onların yöntemi değildi.
problemlerinin yanı sıra; Kufe, Basra, Mısır
Sadece Ammar çatışmacı ve hareketli bir
gibi eyaletlerdeki asker kabilelerin savaşarak
muhalefet yöntemini tercih etmiştir. Osman’a
elde ettikleri yerlerin, toprakların gelirinin
karşı yapılan kışkırtmalarda önemli roller
büyük ölçüde Medine’ye akması ve kendilerinin
oynadı. Ali’nin yanında yer alıp savaşlara katıldı.
bundan faydalanamamalarından duydukları
O pasif bir muhalefeti değil, devrimci tarzı tercih
hoşnutsuzluk gibi önemli bir gerekçeleri daha
etmişti.
vardı.
14-Kureyş Kabilelerinin ve Eyaletlerdeki
Eyaletlere tayin edilen valilerin tavır ve sözleri
kabilelerin Osman’a muhalefeti: Osman idareyi
de bu hoşnutsuzluğu ve Osman’ın idaresine
ele aldığında Ömer dönemindeki ekonomik,
muhalefet duygularını artırıyordu. Bunlarla
siyasi ve askeri yapının özünde bir değişiklik
ilgili kaynaklarda anlatılan olayların ayrıntısına
yapmadı. Aynı yapıyı sürdürdü. Ama özellikle
girmeyeceğiz. Ancak Ömer zamanında kurulan
siyasi ve ekonomik alana yaklaşımıyla ilgili
Basra, Kufe, Fustat gibi şehirler dış kabilelerin
temelli bir ayrılığa gitti. Ömer tıpkı selefi
merkezi otoriteye karşı muhalefetlerinin
Ebu Bekir gibi siyasette kabileler arası denge
organizasyon merkeziydi. Özelde valilere karşı
unsurunu gözetiyor ve yakın akrabalarını
gösterdikleri tepkileri gerekçe göstererek
siyasi ve askeri mevkilere getirmiyor, mümkün
Osman’a mektuplar ve heyetler aracılığıyla karşı
olduğunca her kabileden vali ve komutanlar seçmeye çalışıyordu. Yönetimle ilgili konularda ayırım yapmadan herkesin görüşünü alıyordu.
çıkıyorlardı. Osman’ın idaresine karşı yükselen bu muhalefet,
Eyaletlerden valiler hakkındaki şikâyetleri
eyaletlerden gelen muhaliflerin Medine’ye
göz önünde bulunduruyor, adil kararlar
toplu olarak gelmesi ve Osman’dan kararlı bir
veriyordu. Gerekirse valilerini değiştirmekten
şekilde taleplerde bulunmasıyla zirveye çıktı.
çekinmiyordu. Osman kendi yönetiminde onun
Kaynaklardan bazısı Basra ve Kufe’den gelen
anlayışını sürdürmedi. Yönetim kadrolarına ve
toplulukla Mısır’dan gelen topluluğun birlikte
ordu komutanlıklarına sadece yakın akrabalarını
hareket ettiğini söylemektedir. Bazı kaynaklar
tayin etti. Bunun istisnaları vardı şüphesiz. Ama
ise Osman’ın öldürülmesiyle sonuçlanan
denge tamamen Ümeyyeoğulları’nın lehine
kuşatmanın, başlarında Ebu Bekir’in oğlu
bozulmuştu. Artık şura Ümeyyeoğulları’nın
Muhammed olmak üzere Mısır’dan gelen
aile meclisinden ibaretti. Ekonomik anlamda
ekip tarafından gerçekleştirildiğini söyler.
da Ümeyyeoğulları diğer kabilelere göre bariz
Muhtemeldir ki, bazı tarih ravileri bu hadiseyi,
üstünlükler edindiler. Bu politika değişikliği
Medine halkının Mısırlılar tarafından Osman’ın
öncelikle Kureyş içinde Emevi-Haşimi rekabetini
evinin kuşatma altında bırakılmasına sessiz
körükledi. Osman’ın yönetiminden şikâyetçi olan
kalmalarına bir mazeret üretebilmek için, Basra
kabileler Ümeyyeoğulları’nın en büyük rakibi
ve Kufelilerin daha önceki bir zamanda valilerini
olan Haşimoğulları’nın etrafında toplanmaya
değiştirmek amacıyla, Hac bahanesiyle, topluca
başladı.
Medine’ye veya Medine yakınlarına gelmeleri
Ömer döneminde ve Osman’ın halifeliğinin ilk yıllarında fetih hareketleri nedeniyle enerjileri dışarı yönlenmiş olan diğer Arap kabileleri, Osman’ın yönetim tarzına ve tek bir kabile merkezli idaresine asabi duygularla
hadisesiyle birleştirmişlerdir. Böylelikle Osman’ın evini kuşatanların sayısı binleri bulmuştur. Bu kadar kalabalığa Medine halkı ne yapabilirdi ki! Oysa ayrıntısını aşağıda açıklayacağımız üzere Osman’ın evini ilk kuşatanlar Medinelilerdi.
muhalefet etmeye başladılar. Kureyş içinde
Osman kendisinden valilerini değiştirmesini
Emevi-Haşimi rekabeti şeklinde ortaya
isteyen Mısırlıların taleplerini yerine getirmiştir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
51
Ancak geri dönerlerken yolda yakaladıkları bir
Osman’a karşı tepkilerin önemli bir sebebiydi.
kölenin üzerinde halifenin ağzından, mevcut
Söz konusu uygulamalara dini, vicdani ve ahlaki
Mısır valisine dönük tam tersi istikamette bir
gerekçelerle karşı çıkmak da muhalefetin önemli
mektup bulunca geri dönüp Osman’ın evinin
sebeplerindendi.
kuşatmasına katılmışlar ve günler süren bir muhasaranın sonunda Osman’ın evine girerek onu katletmişlerdir.
ayrıntıları ve hangisinin daha derin bir etkiye sahip olduğu üzerinde genişçe duracağız. Ama
15-Muhalefetin Taşeronlaşması-Medine
burada daha çok muhalefete ilişkin olayları
Halkının Osman’a Muhalefeti: Osman’ın
olduğu şekliyle aktarmaya çalışıyoruz.
katledilmesiyle sonuçlanan ve tarihte “fitne” olarak isimlendirilen, başrolünde de eyaletlerden gelenlerin bulunduğu bu büyük muhalefet hareketinde Medinelilerin oynadığı rol neydi? İşte bu soru tarihin puslu sayfaları arasında cevaplandırılması oldukça zor bir sorudur. Bu soruya cevap vermeyi zorlaştıran en temel etken; tarihi kutsamacı bir mantıkla okuyan sonraki dönem tarihçilerinin elindeki o günlere ait rivayetlerin kirlenmiş olmasıdır. Medine halkını, yani Peygamber’in arkadaşlarını “fitne”nin muhatabı kılmamak, “fitne”ye yol açmışlar gibi bir görüntü ortaya çıkarmamak için Osman’a yapılan muhalefette onların rolü küçümsenmeye çalışılmış, hatta sanki Osman’dan yana hareket etmişler gibi bir
Ömer’in oğlu Ubeydullah’ın Osman tarafından affedilmesi meselesinden yukarıda bahsetmiştik. Halifenin bu tasarrufu, bazı sahabeler nezdinde, dinin ahkâmının uygulanacağı konusunda bazı kaygıların doğmasına yol açmış olmalıdır. Gelişmeler bu kaygıları haklı çıkardı. Osman’ın yanlış uygulama ve kararlarının ayrıntıları üzerinde kaynaklar uzunca dururlar. Gerçekliği konusunda herkesin ittifak ettiği bu yanlış uygulamalara, Medine’den ve eyaletlere yayılmış olan bazı sahabelerden ciddi eleştiri sesleri yükseldi. Ebu Zer ve İbni Mesud gibi sembol isimlerin eleştirileri ciddi tesirler uyandırıyor ve eyalet valileri bu durumdan rahatsız oluyorlardı. Bu tip isimlere uygulanan baskı ve
izlenim uyandırılmaya çalışılmıştır.
yaptırımlar tepkilerin daha çok yükselmesine
O günün olaylarının perde arkasında
Abdurrahman b. Avf bile onun aleyhine döndü.
yaşananlarla ilgili farklı rivayetler hep kenarda
Onun halife olmasına sebep olduğu için çok
ve dikkatlerden uzak tutulmaya çalışılınca,
büyük bir vicdan azabı çektiği rivayet olunur.
günümüzde bu türden kaynakları değerlendirip
Hatta cenaze namazını Osman’ın kıldırmamasını
yeniden gündeme taşıma işini şarkiyatçılar
vasiyet etmiştir. Ömrünün son anlarına doğru,
üstlenmiştir. Bu tabii ki acı bir durumdur.
halifeliğine karar verdiği Osman’ı, halifelikten
Oysa Medine ahalisi de en az eyaletlerdeki
52
Bu yazının devamındaki yazıda bu sebeplerin
yol açtı. Osman’ın halife olmasını sağlayan
azlettiği söylenir.
kabileler kadar Osman’ın icraatlarından
Eyaletlerden gönderilen şikâyet mektupları
rahatsızdılar ve ona muhalefet ediyorlardı.
Osman’da karşılığını bulamayınca, bu sefer bu
Bunu meşhur kaynaklarda yer alan bazı
mektuplar Medine’nin ileri gelen sahabelerine
bilgilerden bile çıkartmak mümkündür.
gönderilmeye başlandı. Ali, Talha, Zübeyr
Muhalefetlerinin geri planında farklı gerekçeler
gibi başlıca sahabelerin bu tür mektuplar
bulunmasına rağmen, Osman’ın çevresinde
aldıkları rivayet olunur. Şehrin ileri gelenleri
toplanan Ümeyyeoğulları’nın dışında tüm
bu mektuplarla Osman’a gidip durumu şikâyet
Medine halkı Osman’a muhalefette birleşmişti.
konusu yaptılar. Osman onlara ne yapabileceği
Haşimoğulları, tarihî Haşimi-Emevi çatışması
konusunda fikirlerini sorduğunda, selefi Ömer’in
nedeniyle Osman’a karşıydılar. Bazı Kureyş
yaptığı gibi eyaletlere müfettişler göndermesini
kabileleri gene asabiyetin tesiriyle, idarenin
tavsiye ettiler. Bunun üzerine Osman eyaletlere
tümüyle Ümeyyeoğulları’nın tekeline geçmesi ve
müfettişler gönderdi. İlginçtir; gönderilenler
kendilerinin bir pay sahibi olamaması nedeniyle
–Mısır’a gönderilen Ammar haricinde- olumlu
muhaliftiler. Osman’ın ve eyaletlerdeki valilerinin
rapor verdiler. Bunda gönderilenlerin iyi gözlem
açık haksız uygulamaları da Medine’deki
yapamamasının ve gittikleri yerlerde halk yerine
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
doğrudan idarecilerle görüşmelerinin etkisi
istediği düşüncesinin var olduğuna inanıyordu.
olabilir. Ammar ise Mısır’da vali ile tartışmış
Bu yüzden eleştirileri aslı olmayan abartılı
ve pek de müspet olmayan bilgilerle gecikmeli
eleştiriler olarak görüyordu. Bu düşünce
olarak Medine’ye dönmüştür. Dönüşünde
sadece ona ait değildi. Ümeyyeoğulları yapılan
Osman’a doğrudan suçlamalarda bulundu.
tüm muhalefetleri Osman’ın hilafetine karşı
Osman’ın etrafındakiler ise Ammar’ı fitne
Ali tarafından yürütülen birer komplo olarak
çıkarmakla suçladılar. O andan itibaren Ammar
görüyorlardı. Hatta Muaviye Osman’a; Ali,
Osman’ın şiddetli bir muhalifi oldu. Hatta
Talha ve Zübeyr’i öldürme teklifinde bile
Ammar’ın, “Osman’ı öldürdüğümüz gün, Osman
bulundu. Tablo ortadaydı: Bir tarafta Osman
kâfirdi” dediği rivayet edilir. Anlaşıldığına göre
ve onun etrafında kümelenip iktidarın tüm
daha sonraları Haricilerin meşhur ettiği “büyük günah işleyenin kâfir mi, yoksa Müslüman mı olduğu” tartışmalarının kökleri buralara kadar uzanmaktadır. Osman’a dönük bu bireysel eleştiriler birkaç sahabeyle sınırlı değildir kuşkusuz. Kaynaklar bize birçok sahabenin Osman’a direkt eleştiriler yönelttiğini hatta Osman’ın bu eleştirilere tahammül edemeyip eleştirenlere kırbaç cezaları verdiğini nakleder. Osman’a ağır eleştiriler yönelten bir isim de müminlerin annesi Aişe idi. Onun etrafa mektuplar yazarak Osman’a karşı halkı isyana teşvik ettiğine dair rivayetler vardır. Bu arada Ali insanlar nezdinde sahip olduğu saygınlık nedeniyle ikinci bir şikâyet makamına dönmüştü. Osman’dan bir karşılık bulamayanlar Ali’ye gidiyorlar ve ondan Osman’ı uyarmasını istiyorlardı. Ali Osman’a insanların şikâyetlerini aktardı. Osman, kendisine yöneltilen tenkitlere Ömer’in yaptığı icraatlarla kendi icraatlarını karşılaştırarak cevap verdi. Kendi açısından Ömer’den farklı bir şey yapmıyor, ama Ömer insanlara çok sert davrandığı için ona karşı seslerini çıkaramayanlar şimdi onu eleştirip duruyorlardı. Bu uyarılarda Ali’nin Osman’a dönük kullandığı “Bu ümmetin öldürülen imamı olmaktan sakın” sözü işin ne raddelere geldiğini göstermektedir. Demek ki artık başta Ali olmak üzere Medineliler Osman’ın ancak kılıç zoruyla veya öldürülerek halifeliği bırakacağına içten içe kani olmaya başlamışlardı.
nimetlerinden faydalanan Ümeyyeoğulları ve onlara yaslanan iktidar grubu varken; onun karşısında Ali’nin sembol isim haline geldiği, Talha ve Zübeyr’in başı çektiği ve Medineliler ile Şam hariç eyaletlerdeki kabilelerin desteğini almış muhalefet grubu vardı. Bu koalisyonu bir araya getiren tek ortak unsur ise “Osman karşıtlığı” idi. Osman’ın öldürülüp Ali’nin halife ilan edilmesinden sonra anında bu koalisyonun çatlayarak dağılması “Osman karşıtlığı”nın ne kadar zayıf bir birliktelik unsuru olduğunu ve Osman’a karşı olanların hepsinin aslında ayrı bir hesap peşinde olduğunu göstermektedir. Mısırlıların Medine’de Osman’ın evini muhasara ederek onu öldürmeleriyle sonuçlanan olaylarda Medinelilerin bir etkisi var mıydı? Osman ve etrafındaki taraftarlarının başta gelen iddiası bu işin planlayıcılarının Ali, Talha ve Zübeyr olduğudur. Olayı aslında iki kısma ayırarak incelemek gerekiyor: Mısırlıların Medine’ye ilk gelişleri ve Ali’nin de araya girmesi ve kefil olmasıyla Osman, Mısır valisini azlederek yerine Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’i vali tayin ettiğini açıkladı. Heyet geri dönmek üzere yola çıktı. Olay buraya kadar Ömer döneminden beri rastlanan eyaletlerden şikâyet için gelen sıradan bir heyet olayına benzemektedir. Belki diğerlerinden farkı heyetin oldukça kalabalık olmasıdır. Bu ise Mısırlıların taleplerini kabul ettirmede kararlılıklarını göstermek istediklerinin bir işareti olabilir.
Ali’nin Osman’a uyarıları bununla sınırlı
Bunun diğer bir sebebi ise heyetin gerçekten
değildir. Müteaddid olarak Ali bunu yaptı.
Osman’ı hilafetten uzaklaştırmak amacıyla
Hatta bir keresinde oğlu Hasan’ı bile gönderdi.
bir tertip içinde geldiklerinin bir göstergesi
Zaman zaman Medineliler aralarında heyetler
olmasıdır. Rivayetler bize Ali, Talha ve Zübeyr’in
oluşturarak Osman’a gönderdiler. Osman’ın
eyaletlerle mektuplaştıklarını göstermektedir.
bunlar karşısında ilginç bir psikolojisi vardı.
Her ne kadar Ali kendisinin eyaletlerdeki
Olayların geri planında Ali’nin kendisini
heyetleri bir tertip amacıyla davet ettiğine
hilafet makamından indirerek yerine geçmek
dair iddiaları inkâr ettiğini söylese de; bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
53
bilgiler, Ali’yi sonu kötü biten bir komplonun
Bu andan itibaren tam bir şekilde muhasara
(fitnenin) kurgulayıcısı olarak göstermemek
edildi. Köle ve azatlıları ve birkaç akrabası onu
için uydurulmuş bir rivayet olabilir. Talha
Dar içinde müdafaa etmekte idiler. Medineliler
ve Zübeyr’in eyaletlerle mektuplaştığı ve
Mısırlıları hareketlerinde serbest bıraktılar; istemiş
Osman’ın halifelikten azledilmesi gerektiğini
olsaydılar bu birkaç kişinin işini bitirmek onlar
açık şekilde dile getirdikleri kaynaklarca teyit
için hiç de güç olmazdı. Medineliler halife üzerine
edilmektedir. Ama Mısırlı heyetin Osman’dan
taarruza başlamışlardı, şimdi işin ikmalini hariçten
valilerinin değiştirilmesi garantisi aldıktan sonra
gelen asilere bırakıyorlardı.” (s. 22-23)
Medine’den ayrılarak Mısır’ın yolunu tutmaları bunun Osman’ı azledinceye kadar uğraşmak üzere tertip edilmiş planlı bir hareket olmadığını göstermektedir.
ayrılmasıyla başlayan süreç Medinelilerin olayın bizzat içinde olduğunu gösteriyor. Belki olay baştan itibaren planlanmış değildi.
Olayın asıl önemli olan ikinci kısmı heyetin Medine’den ayrılmasından sonra başlamıştır. “Arap Devleti ve Sukutu” isimli kitabını Taberi’nin de eserini dayandırdığı Ebu Mihnef, Ebu Ma’şer, Vakıdi, Medaini ve İbni İshak’tan gelen rivayetler üzerine bina ettiğini söyleyen şarkiyatçı Wellhausen, olayın bundan sonraki kısmını şöyle anlatır:
Ancak Osman’ın tavizsiz tutumu Medinelilerin sabrını taşırdı ve Osman’ın evini kuşattılar. Pek çok kaynakta aktarıldığının aksine evi ilk kuşatanlar Mısırlılar değil, Medinelilerdi. Mısırlılar geri dönünce olayın birinci bölümündeki valilerin azli çevresinde yürüyen tartışmalar tamamen halifenin azli meselesine kilitlendi. Evin muhasara işini Mısırlılar devraldı. Bazı Medineliler de onlara yardım etti. Ali, Talha ve
“(Osman) şikâyetlerinin giderileceğini vadettirmek suretiyle Mısırlıları geri dönmeye razı etmeye muvaffak oldu. Fakat bunlar uzaklaşır uzaklaşmaz Mervan ve Ümeyye ailesinin teşvik ve takviyesi ile yeniden kabardı. Takip eden Cuma günü camide, içinde Mısırlıların haksızlıklarını anladıkları için çekilip gittiğini belirten bir nutuk
54
İşte olayın bu ikinci kısmı yani Mısırlıların
Zübeyr’in oğullarını Osman’ı savunmak için kılıç kuşatıp göndermeleri hadisesi ise –eğer göstermelik bir şey değilse- tamamen uydurma olmalı. Çünkü Osman katledilirken bunların Osman’ı muhasaracılara karşı korumak için direndikleri yönünde tek bir bilgi yoktur. Eğer öyle olsaydı ortalık kan gölüne dönerdi.
söyledi. Bunun üzerine namaz kılan cemaati
Kısacası Medineliler Osman’ı istemiyorlar ve
teşkil eden Medineliler arasında bir hiddet
artık kendi rızası ya da zorla onu bu makamdan
fırtınası patladı. Bunlar kendisine yüksek sesle
uzaklaştırmakta kararlı görünüyorlardı.
ithamlarda bulunmakla iktifa etmeyip, bayılıp
Gerekirse Osman’ın öldürülebileceği fikri
evine götürülmeye mecburiyet hâsıl oluncaya
zihinlere yerleşmişti. Olaylar başladığında
kadar ihtiyar adam taşlandı. Bu onun camide son
halife bir adamını kamuoyunu yoklaması için
görünüşü oldu. Şimdi Medineliler kütleler halinde,
gönderdiğinde halktan bazılarının “Osman’ın
camiin yanında bulunan Osman’ın Dar’ının
kanı helaldir” dediklerini ona iletmişti. Osman’ın
(evinin) önünde görünerek dağılmaları hakkında
yakınları Ensar’dan yardım istediğinde onlardan
yapılan hiçbir talebe kulak asmadılar. Birkaç gün
bazısı “Vallahi, Osman’ın öğle ile ikindi arası bir
sonra birden bire Mısırlılar da çıkıp geldiler. Bunlar
ömrü kalsa, onu öldürerek Allah’a yaklaşacağız.”
beraberlerinde halifenin bir Urias mektubunu
cevabını verdi. Görüldüğü gibi hem Ensar hem
(içinde getiren aleyhine onu fena vaziyete
de diğer Medine ahalisi Osman’ın halifeliği
düşüren yazı bulunan mektup) getirmişler ve
bırakması veya öldürülmesinden başka bir çare
bunu Halifeye göstermişlerdi. Osman bu mektubu
kalmadığı düşüncesine sahipti. Bunu kendileri
yazmış olmayı reddetti ve bunun hakkında
yapamıyorlardı. Çünkü ortaya çıkacak durumun
hiç malumatı olmadığını bildirdi. Onlar: ‘Senin
nasıl bir sonuç üreteceğinden hiçbirisi emin
arzuna rağmen böyle bir şey yapılabiliyor mu?
değildi. Ali’nin Osman’a muhalefet konusunda
Şu halde sen hükümdar değilsin!’ dediler. Fakat
gösterdiği tereddütlerin geri planında bu
Osman istifa teklifini kat’i olarak reddetti: ‘Allah’ın
düşünce olmalıdır. Cabiri’nin tabiriyle Ali’nin tavrı
bana giydirmiş olduğu kisveyi çıkarmam!’ dedi.
“Ne emrettim, ne de beğenmezlikten geldim”
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Arap atasözüyle çok uyumludur.
olarak görmemiz de gerekmez.
Belki de onlar açısından en mantıklısı
Ancak asıl sebep bundan daha derinlerde
Osman’ın evini muhasara eden Mısırlı ve bazı
bir şey olmalı. Çünkü bize gelen rivayetlere
Medinelilerin hareketinin ne sonuç üreteceğinin
bakılırsa Ali’nin görevi kabul etmesi oldukça
beklenmesiydi. Halifelikten azletmek istedikleri
sıkıntılı olmuştur. Bunun sebebini Osman’ın
Osman’a karşı kalkışlarını kendilerine taşeron
öldürülmesinde arayabiliriz. Osman’ın evi
seçtikleri Mısırlılara havale etmişlerdi. Bu
muhasara altına alındığında belki de Ali ile
muhalefet hareketinin en iyi sonucu Osman’ın
birlikte pek çoğunun içinden geçen Osman’ın
istifa etmeyi kabul etmesiydi. En kötüsü ise
görevi rızasıyla bırakıp gitmesiydi. Ancak
Osman’ın öldürülmesiydi. Osman’ın öldürülmesi
öldürülmeyi hak ettiği görüşü de pek çoklarının
hadisesi ise ateşten bir kor gibi kimin eline
kafasında yer etmişti. Osman’ın istifa etmesi
düşse onu yakacaktı. İşte Ali’yi tereddüde
ne kadar sağlıklı sonuçlar doğuracaksa
düşüren en önemli hususlardan biri bu olmalı.
öldürülmesi hadisesi de o kadar problemli işlerin
Ancak korkulan en kötü şey oldu ve Medinelilere
üremesine yol açacaktı. Nitekim iş korkulduğu
muhalefet taşeronluğu yapanlar Ebu Bekir’in
gibi sonuçlandı. Bu yeni durumda sadece yeri
oğlu Muhammed’in öncülüğünde Osman’ı
doldurulması gereken bir idare makamı yoktu;
öldürdü.
bir de ortada hesabı verilmesi gereken kan dökme hadisesi vardı. Yani Osman’ın kanı…
Ali Dönemindeki Muhalif Hareketler: 16-Ali’ye Biat Etmeyi ve Onunla Birlikte Savaşmayı Reddedenler: Osman’ın
öldürülmesinden sonra Medine’de bulunan Mısırlılar Ali’ye halife olma teklifini götürdüler. Rivayetler başlangıçta Ali’nin bunu kabul etmediğini söyler. Israrların sonunda Ali bu görevi kabul etmiş ve Medinelilerden biat almaya başlamıştır. Ali başlangıçta neden halifeliği kabul etmemiştir? Oysa biz biliyoruz ki Ali Peygamber’in vefatından beri bu işe en çok layık olan kişinin kendisi olduğunu düşünüyordu. Haşimoğulları da onun en büyük destekçisiydi. Ömer’in ölümünden sonra Osman’la birlikte halifeliğin en güçlü adayı olarak seçilmek için yarışmış ve kaybetmişti. Ne olmuştu da şimdi bu görevi kabul etmekte tereddüt ediyordu? Bunda “Arap tevazusu” diyebileceğimiz bir tür geleneğin etkisi olabilir. Çünkü Araplar, liderlik ve mülke karşı istekli görünmeyi ve
Dökülen kanın mesuliyeti aynı zamanda iktidara talip olanın olacaktı. Osman’ın kanı, patlamaya hazır bir bomba gibi halifeliği kabul edenin kucağına düşecekti. İşte bu nedenle Ali görevi kabul etmekte tereddüt göstermiş olabilir. Ancak yapılacak fazla da bir şey yoktu. Görevi kabul etse de etmese de Ümeyyeoğulları tarafından suçlanacağının farkındaydı ve sonunda halifeliği ilan edildi. İnsanlar Ali’ye biat etmeye başladılar. Ancak bu sefer ilk üç halifeden farklı olarak topluluklar halinde bazıları Ali’nin hilafetine itiraz ettiler. Bunların başında Osman’ın kabilesi yani Ümeyyeoğulları geliyordu. Ebu Bekir ve Ömer’in biatinde de bazı bireysel muhalefetler olmuştu. Ama burada ilk defa ümmet büyük topluluklar halinde bölündü. Bazıları biat etmişken biatlerini geri aldılar. Bu toplu muhalefetleri ayrı başlıklar halinde inceleyeceğiz. Bu başlık altında ise Ali’ye bireysel olarak biat etmeyenlerden bahsedeceğiz.
buna talip olmayı hoş karşılamazlar bunu bir
Ali’nin halife olması ile birlikte siyasi olarak
çeşit alçaklık olarak görürlerdi. O dönemlerde
yaşadığı ilk ciddi kriz, herkesin biatini
meşhur olan söze göre: “O iş (yöneticilik işi)
alamamış olmasıdır. Osman’ın bu işe layık
istemeyene verilir”di. İşte Ali artık bu işin
olmadığı konusunda Ümeyyeoğulları ve onların
kendisinde kalacağı kesinleşince geleneklerden
bazı yandaşları haricinde ümmet ortak bir
kaynaklanan böylesi bir tevazu gösterisi yapmış
konsensüse varmış gibi göründüğü halde, ona
olabilir. Çünkü aynı tarz bir tevazu gösterisini
nasıl bir muamele yapılacağı ve muhalefet
Ebu Bekir ile Ömer de yapmışlardır. Buna bir
etmenin şekli hakkında derin bir çatlağın olduğu
gelenek olarak bakarsak, mahsurlu bir şey
Ali’ye biat konusu gündeme gelince ortaya
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
55
çıktı. Medinelilerin zihnini Osman’ın öldürülerek
Cemel savaşı için destek toplamak üzere
halifelikten azli meselesi çoktandır meşgul
Kufe’ye gelen Hasan ve Ammar’a karşı Ebu
ediyordu. İbni Mesud epeyce önce onun katlinin
Musa muhalefet etmiş ve halkı tarafsız kalmaya
vacib olduğunu ilan etmişti. Ammar da ona kâfir
çağırmıştır.
gözüyle bakıyordu. Ama herkes aynı fikirde değildi.
Bu grubun mensupları fitneden uzak durmak,
Bazı sahabeler ortaya çıkan fitne hareketinden
yerine geri durmak konusunda Peygamber’den
ve iktidar için dökülen kandan çok derin bir
birçok sözler rivayet ederler.
fitne çıktığında tarafsız kalmak, savaşa çıkmak
üzüntü duyuyorlar ve olayların bu şekilde gelişmesine şaşırıyorlardı. Bahsettiğimiz hadiseler olurken Medine dışında cihatta olan bir grup Müslüman geri döndüklerinde karşılaştıkları tabloya çok şaşırmışlar ve şöyle söylemişlerdir: “Biz, sizi birlik ve beraberlik içinde ihtilafsız olarak bıraktık, geri döndüğümüzde ise sizi ihtilaf içinde bulduk. Bazınız diyor ki: Osman haksız yere öldürüldü. O ve taraftarları insaf edilmeye daha layıktırlar. Diğer bir kısmınız ise diyor ki: Ali ve taraftarları daha haklıdır.” Ali’ye biatten kaçınan bu sahabelerden bazısının isimlerini kaynaklar verirler: Muhacirlerden Sa’d b. Ebu Vakkas, Usame b. Zeyd ve Abdullah b. Ömer; Ensar’dan Hassan b. Sabit, Mesleme b. Muhalled, Ebu Said el Hudri, Muhammed b. Mesleme, Numan b. Beşir, Zeyd b. Sabit, Rafi
savaşmayı reddeden bu grup daha sonraları ortaya çıkan, Mürcie mezhebinin de temelini oluşturdular. Daha da ilginci, Ali’yi zaman içinde gittikçe gerileten ve zayıflatan temel unsur etrafındaki destekçilerinin olayların gelişimine paralel olarak bu grubun görüşlerini kabul etmeye başlamaları olmuştur. Ali halifeliği döneminde girdiği hiçbir savaşı kaybetmedi. Ama bu kadar başarılı savaşlara rağmen tarihin kaydettiği en başarısız liderlerden biriydi. Çünkü rakiplerini alt etmede savaştan başka bir yöntem kabul etmiyordu. Uzlaşmacı değil, çatışmacıydı. Taviz vermeyi ilkesizlik olarak görüyordu. Onun bu tavrı, Osman’ın kanının dökülmesiyle birlikte
b. Hudeyc, Fudale b.Ubeyd. Ayrıca Kudame b.
Müslümanların kendi aralarında kan dökme
Mazun, Abdullah b. Selam ve Mugire b. Şube
dönemini de başlatmış ve dört yıl gibi kısa bir
biat etmemek için Medine’yi terk etmiştir.
sürede yüz binleri geçen sayıda kişi savaşlarda
Bunların düşüncelerinin geri planında ne vardı? Onlardan nakledilen şu sözler bize biraz fikir vermektedir: Usame b. Zeyd, kendisini yanına çağıran Ali’ye şöyle demiştir: “Seninle beraber savaşa çıkmaktan beni mazur gör. Allah’tan başka ilah yoktur diyen hiç kimseyle savaşmayacağıma dair Allah’a ant içtim.” Sa’d b. Ebi Vakkas da Ali’ye: “Müslüman’ı kâfirden ayıracak bir kılıç ver” demişti. Muhammed b. Mesleme ise Ali’ye: Peygamber’in kendisine “Müslümanlar çatıştığında fitneden kaçınmasını” buyurduğunu söyledi. Bu sözler her ne kadar Ali’ye biat hadisesinden çok sonraları Cemel, Sıffin gibi savaşlar nedeniyle söylenmiş sözler olsa da daha baştan bu sahabelerin nasıl bir zihniyet yapısına sahip
56
Ali’ye biat etmeyip, onunla Cemel’de ve Sıffin’de
öldürülmüştür. Dökülen kanların acısı ümmetin mensuplarının içine düştükçe, kan dökerek hiçbir şeyin hallolamayacağı gerçeği vicdan sahiplerince daha iyi anlaşılmıştır. İşte yukarıda bahsettiğimiz grubun, yani tarafsız kalmayı tercih eden grubun, ne kadar haklı bir tutum içinde olduğu olaylar gerçekleştikçe ortaya çıkmıştır. Bu yüzden her savaşın ardından Ali taraftar kaybetmiş, insanlar artık tarafsız ve sessiz kalmayı tercih etmeye başlamıştır. Bir süre sonra Ali yanında savaşacak kimse bulamaz oldu. Muaviye’ye karşı Sıffin’den sonra çıkaracak ikinci bir ordu toplayamadı. Çünkü baştan onun yanında yer alanlar ondan itizal etmiş ve düşünce olarak politik mutezili bir yaklaşım sergiler olmuşlardır.
olduklarını göstermektedir. Fitneden uzak
17-Talha, Zübeyr ve Aişe’nin liderliğini yaptığı
durmak ve çatışan hiç bir tarafın yanında yer
grubun Ali’ye muhalefeti: Ali’nin hilafetinin
almamak bunların muhalif tavırlarının temelini
yumuşak karnı “Osman’ın kanı” meselesiydi.
oluşturuyordu.
Bireysel amaçları farklı da olsa birçok kişi ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
grup, “Osman’ın kanı” meselesini kullanarak
Ali’nin daha halife olur olmaz ilk yaptığı
Ali’ye muhalefet etmişlerdir. Çokları için
icraatlardan biri de, eyalet valilerini değiştirip
gerçek amaç adaletin yerini bulması değildir.
yerine Haşimoğulları’ndan akrabalarını
Bireysel, siyasi, ekonomik ve kabilevi amaçlarını
atamak oldu. Bu nedenle Talha ve Zübeyr’in
gerçekleştirmek isteyenler “Osman’ın kanı”
valilik beklentileri de boşa çıkmış oldu. Artık
meselesini amaçlarına paravan yaparak ortaya
onlar için Ali’ye verdikleri biati geri almak ve
atıldılar. Arap geleneklerine göre, öldürülen bir
ona muhalefet etmekten başka bir çıkar yol
kişinin katillerinin cezalandırılmasını en yakınları
kalmıyordu. Onlar da bunu yaptı.
veya velileri talep edebilirdi. Hatta kısas cezasını elleriyle kendileri gerçekleştirirlerdi. Ancak iş Osman’ın kanı meselesine geldiğinde uzak yakın
Aişe’nin konumu da çok ilginçtir. Osman’ın halifeliği döneminde onu hep eleştirmiş,
pek çok kişi bunu kullanmaktan çekinmedi.
insanları ona karşı kışkırtmıştır. Olaylar
Aişe, Talha ve Zübeyr’in başını çektiği grup
yola çıktığında yolda Osman’ın öldürüldüğünü
Osman’ın kanını dökenlerin cezalandırılması
duymuş ve Mekke’ye geri dönmüştür. Medine’yi
talebiyle ortaya atıldılar. Talha ve Zübeyr
terk eden Talha ve Zübeyr’le buluşmuştur.
başlangıçta Ali’ye biat etmişlerdi. Onlar aslında
Burada Ümeyyeoğulları’nın Ebu Süfyan
Ali’den sonra halifeliğin en güçlü iki adayıydılar.
dışındaki diğer kolunun lideri olan Mervan ve
Ömer’in öleceğine yakın seçtiği heyette de yer
bir grup Mekkeli de bunlara katılmış ve Ali’den
almışlardı. Osman’a karşı en çok muhalefet
Osman’ın kanını talep etmeye karar vermişlerdir.
edenlerin başında yer alıyorlardı. Hatta bu işi
Mervan’ın ve diğer Ümeyyeoğulları’na mensup
organize ettiklerini, eyaletlerle görüşmeler
Mekkelilerin böyle bir talepte bulunması normal
yapıp, mektuplaştıklarını gizlemiyorlardı. Osman
ve anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü Osman’ın
öldürülünceye kadar Ali’yle birlikte hareket
yakın akrabalarıdırlar. Ancak Aişe halifeliğinde
ettiler. Basralılar Zübeyr’i, Kufeliler de Talha’yı
Osman’a karşıyken şimdi neden onun
halife adayları olarak görüyorlardı. Mısır’ın halife
kanlılarının cezalandırılmasını talep etmektedir?
adayı ise Ali idi. Medine’de fitne hadiselerinde
İşte bu, anlaşılması oldukça zor bir durumdur.
Mısırlılar başat rolü oynadıkları için Ali’yi halife seçtiler. Talha ve Zübeyr muhtemelen, Ali’nin “Osman’ın kanı” meselesi yüzünden halifeliği kabul etmede gösterdiği tereddütlere benzer nedenlerle halife olmak konusunda yeteri kadar istekli davranamadılar. Ali’ye başlangıçta biat ettiler. Ali’nin onlardan zorla biat aldığı bilgisi çok doğru olmasa gerektir. Çünkü aynı Ali yukarıda 16. maddede listesini verdiğimiz bazı sahabelerden zorla biat almaya kalkışmamıştır. Bunlar kendi gerekçelerini öne sürerek biat etmemişlerdir. Ali de bunları zorlamamıştır. Ama bazı rivayetler Talha ve Zübeyr’in Ali’nin yanında özel bir konumda bulunmak, iktidarı paylaşmak veya en azından önemli eyaletlerden birisine (Basra ve Kufe’ye) vali olmak istediklerini göstermektedir. Oysa Ali yanında iktidarını paylaşacak birilerini istemiyordu. Yönetim konusunda başkalarının fikirleriyle iş yapmayı küçümsüyordu. Eğer başkalarının dediğini yapacaksa neden halife olmuştu ki? Ali böyle düşünüyordu. Bu nedenle Talha ve Zübeyr’i yönetim işlerinde yakınında görmek istemiyordu.
sırasında Mekke’dedir. Medine’ye gitmek için
Bu soruya verilen cevaplardan birisi, Aişe’nin Ali’ye karşı güttüğü, kökü Peygamber dönemine kadar uzanan kindir. Aişe Ali’den nefret etmektedir. Çünkü İfk hadisesinde Ali, Peygamber’e Aişe’yi boşamasını tavsiye etmiştir. Aişe kindar, hırslı, kıskanç ve oldukça da zeki bir kadındır. Bunu biz Peygamber’in eşleri arasında geçen hadiselerde Aişe’nin oynadığı rolden de biliyoruz. Aişe yıllar önce olmuş bu hadiseyi unutmayıp Ali’ye karşı bir intikam hırsıyla hareket etmiş olabilir. Bunun bir diğer sebebi şu olabilir: Evet Aişe Osman’ı istemiyordu. Ama onun yerine Ali’nin halife olmasını da istemiyordu. O’nun halife adayları kız kardeşleriyle evli olan enişteleri Talha ve Zübeyr’den birisiydi. Özellikle Talha’yı daha çok tercih ediyordu. Buna eklenebilecek zayıf bir rivayet ise, Aişe’nin halife adayının kardeşi Muhammed olduğunu söyler. Oysa Muhammed, baştan beri Ali’nin yanında yer almıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
57
Bu iki sebebin dışında bir sebep daha olabilir:
Bu gruba asker desteği sağlayan başka bir yer
Aişe müminlerin annesidir. Müslümanlar
de Basra oldu. Çünkü Zübeyr’in Basra ahalisi
arasında özel bir konumu vardır. Talha ve Zübeyr
ile çok yakın ilişkileri vardı. Cemel ashabı
onu yanlarına aldıklarında pek çok kabilenin
başlarında Aişe olmak üzere Basra’ya doğru yola
desteğini alabileceklerini düşünmüş olabilirler.
çıktılar. Yolda Aişe’nin pişman olup geri dönmek
Bu nedenle yukarıda sıraladığımız gerekçeler
istediği rivayet olunur. Zübeyr’in oğlu Abdullah
üzerinden Aişe’yi ikna etmiş olabilirler. Ancak
onu geri dönmekten vazgeçirmiştir. Haveb
Aişe’nin oldukça zeki bir kadın olduğu dikkate
bölgesine gelindiğinde Aişe’nin uluyan köpekleri
alınırsa bu ihtimal zayıflamaktadır. Ancak en
işittiğinde Peygamber’in söylediği rivayet olunan
azından Aişe’nin Talha’yı halifelik konusunda
“Keşke Haveb köpeklerinin hanginize uluyacağını
önceden beri destekliyor olması ve geçmişe
bilseydim” hadisini hatırladığı ve bu yüzden
dayanan Ali kini, zekâsının önüne geçmiş olabilir.
dönmek istediği anlatılır. Oysa bu hadisin
Gerçeği Allah biliyor.
uydurma olduğu çok açıktır. Çünkü gaipten
Ali karşıtı bu ilginç koalisyonda yer alan Mervan ve Ümeyyeoğulları da irdelenmeye değer özellikler taşımaktadır. Cemel grubunda Ümeyyeoğulları’nın yer alması bazılarının, bu
doğru yapılan yolculukta devesinin üzerinde olayları sakin bir şekilde düşünme fırsatı bulan Aişe yaptığı yanlışlığı fark etmiş olmalıydı.
işin Muaviye’nin bir tezgâhı olduğu, böylece
Ali de ordusuyla Kufe’ye doğru yola çıktı.
Ali’yi güçten düşürmeye çalıştığı gibi yorumlar
İki ordu karşılaştı. Savaşın ayrıntıları ile
yapmalarına yol açmıştır. Oysa bunun
ilgilenmiyoruz. Ancak savaşın sonunda iki
Muaviye’nin planlı bir organizasyonu olma
taraftan on binin üzerinde insan öldü. Talha ve
ihtimali çok zayıftır. Çünkü olaylar o kadar
Zübeyr de öldürülenler arasındaydı. Böylece
hızlı gelişmiştir ki, o dönemin teknik şartlarını
her biri ayrı amaçlara sahip olan ama Ali’ye
da düşündüğümüzde Muaviye’nin Şam’dan
muhalefet etmekte birleşen Cemel ittifakı yok
bu kadar ince organizasyonlar yapması pek
edilmiş oldu.
mümkün görünmemektedir. Daha da önemlisi, Cemel grubuna dâhil olanlar Ümeyyeoğulları’nın Ebu Sufyan’dan gelen kolu değil, bizzat Mervan ve çevresidir. Bilindiği üzere Emeviler arasında Süfyaniler ve Mervaniler çatışması vardır. Bu çatışma Emevi Devleti döneminde iktidar çatışması şeklinde kendini ortaya çıkartmıştır. Bu çatışma Kureyş içindeki Emevi-Haşimi çatışmasının bir benzeridir. Dolayısıyla Mervan Muaviye’den bağımsız hareket eden birisiydi. Nitekim Cemel’den sonra Muaviye’nin yanında Sıffin savaşına katılmamış, Mekke’ye çekilmiştir. O zaman Mervan ve çevresinin Cemel grubuna katılmasının sebeplerini başka bir yerde aramalıyız. Bu sebep Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını kabilevi sebeplerle gerçekten istemiş olmaları olabilir. Talha, Zübeyr ve Aişe farklı amaçlarına “Osman’ın kanını” kalkan yaparlarken bunların gerçek amacı safiyane biçimde Osman’ın katillerinin cezalandırılması olabilir. Hatta Talha ve Zübeyr’i ayartanlar Ümeyyeoğulları değil, tersine Mervan ve çevresini ayartanlar bizzat Talha ve Zübeyr olabilir.
58
haber vermektedir. Muhtemeldir ki Basra’ya
18-Muaviye’nin Liderliğinde Şam’ın Muhalefeti:
Ali’nin halife olur olmaz ilk icraatlarından birisinin eyalet valilerini değiştirmek olduğunu söylemiştik. Aynı şekilde Muaviye’yi de azledip Şam’a yeni bir vali tayin etti. Ancak Muaviye bu yeni valiye görevini devretmedi. Gerekçesi ise Osman’ın cinayetinden Ali’yi sorumlu tutması ve katillerinin cezalandırılmamasıdır. Bu gerekçeleri öne sürerek Osman’ın katilleri cezalandırılmadıkça veya kendilerine teslim edilmedikçe Ali’nin halifeliğini tanımadığını açıkça ilan etti. Muaviye yönetim işlerinde ustaydı. Suriye ve civarını kendisine bağlamıştı. Halk tarafından seviliyordu. Ali ise Osman’ın katillerini cezalandırmaya veya onları Osman’ın akrabalarına teslim etmeye asla yanaşmadı. Ali’nin bu tavrı ilginçtir. Tüm muhalif hareketler kendilerini “Osman’ın kanı” meselesine dayandırdıkları halde ısrarla onları cezalandırmamış ve koruması altında tutmuştur. Aslında Ali Kureyş unsuruna karşı, Haşimoğulları, Ensar ve Yemen kabileleri dengesi üzerinden siyasetini yürütmek
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
istemişti. Mısır’dan gelenler Yemen kökenli
Muaviye tarafının hakemi Amr b. El-As, Ali’nin
Araplardı. Osman’ın katillerini cezalandırmak,
hakemi ise Ebu Musa Eşari idi. Hakemler bir
bir yönüyle Yemenli kabilelerle ilişkilerin
araya geldiler ve hem Ali’yi hem de Muaviye’yi
bozulması anlamına geliyordu. Çünkü katiller bu
halifelikten azletme ve yeni halifenin seçilmesi
kabilelerdendi. Onların başında ise Ebu Bekir’in
işini Ömer’in seçtiğine benzer bir şura heyetine
oğlu Muhammed vardı. O da Ali’nin üvey oğlu idi. Osman’ın evine girdiklerinde ona ilk darbeyi o indirmişti. İşte Ali olayı hukuki zemini üzerinden götürmek yerine bu siyasi dengeleri gözetmeye çalıştığından katilleri teslim etmeye yanaşmıyordu.
bırakma kararını aldılar. Buraya kadar olan kısım rivayetlerin ittifak ettikleri kısımdır. Olayın bundan sonrası için meşhur rivayetler Amr’ın Ebu Musa’yı kandırdığını söyler. Yaşı gereği ilk sözü alıp, kararı bekleyenlere duyuran Ebu Musa, her iki halifeyi de hal’ ettiklerini parmağındaki yüzüğü veya başındaki sarığı
Tabii bu olayın bir boyutudur. Diğer boyutu ise;
çıkardığı gibi onları halifelikten çıkardığını söyler.
Medine’deki muhasarada ve Osman’a karşı
Sözü alan Amr da, parmağına yüzüğü taktığı
girişilen harekette Ali’nin oldukça önemli bir
gibi Muaviye’yi halife tayin ettiğini açıklar.
rol oynadığını da düşünürsek, aslında Ali’nin Osman’ın öldürülmesini haklı bir öldürülme olarak gördüğünü düşünebiliriz. Ali gibi hukuku iyi bilen birisinin buna zihinde bir cevap bulmuş olması gerekirdi. Böyle bir anlayışla hareket etmiş olma ihtimali vardır.
Olayın anlatımı tam bir komedidir. Sonrasıyla ilgili ayrıntılara girmeyeceğiz. Ancak buraya kadar olan kısımla ilgili farklı rivayetler de vardır. Örneğin Mes’udi, hakemlerin görüşmesi hakkında farklı bir rivayet bulunduğunu, bu rivayete göre hakemlerin, başka bir isim üzerinde tartışmadan sadece her iki
İşte Muaviye bu olaya sığınarak görevini
adayı da hal’ edip, kararı şuraya bıraktığını
bırakmamak istiyordu. Medine’den Osman’ın
bildirmektedir.1
kanlı gömleğini ve Osman’ın eşinin kesilen parmaklarını getirterek bunları camide sergiledi. Halkı kışkırttı. Ali ile Muaviye arasında mektuplar yoluyla uzun tartışmalar yaşandı. Biz bunların ve Sıffin savaşının ayrıntısına girmeyeceğiz. Sadece gözden kaçan bazı hususları ve kutsayıcı tarihçilerin gözümüzden kaçırdığı bazı ayrıntıları vurgulamakla yetineceğiz. Muaviye’nin başlangıçtaki amacı kendi halifeliğini ilan etmek değil, Şam valiliğini bırakmamak, mümkünse bu valiliğine Mısır valiliğini de eklemekti. Muaviye’nin halifelik iddiası çok sonraları dile getirdiği bir iddiadır. Ancak tarihçilerin bir kısmı Muaviye’nin baştan beri halifelik iddiasında olduğu izlenimini verirler. Ali ile Muaviye arasındaki mektuplaşmalar bir sonuç çıkartmadı ve taraflar Sıffin’de karşılaşarak savaşa tutuştular. Birkaç gün içinde on binlerce kişi öldü. Bu rakam bazı rivayetlerde yetmiş bin olarak rivayet edilmektedir. Sonunda Şam tarafının Mushafları mızraklarına takıp Kur’an’ı hakem yapmayı teklif edince, Ali de savaşa son vermeyi ve kararı hakemlere bırakmayı kabul etti.
Aynı şekilde olayı farklı bir boyuta taşıyan bir rivayeti Wellhausen kitabı “Arap Devleti ve Sukutu”nda nakleder. Ebu Mihnef’e dayanan bu rivayete göre önce Ali’nin ordusunda grubuyla yer alan Hirrit b. Raşit daha sonra Ali’den ayrılmış ve buna gerekçe olarak Ali’nin, halife seçimini bir şuraya havale eden Ebu Musa’nın hükmünü kabul etmemesini göstermiştir. Wellhausen’in yorumuna göre, Ali’nin bu konuda suçlanabilmesi için Muaviye tarafının hakem kararını onaylamış olması gerekirdi. Aksi takdirde Ali’nin hakem kararına uymamakla itham edilmesinin bir anlamı kalmamaktadır. (s.43) İyi düşünüldüğünde, meşhur kaynaklar tarafından rivayet edilen hakem olayının yüzüklü kısmının olmasının Muaviye tarafına kazandırdığı bir şeyin olmadığı anlaşılır. Çünkü o zaten halife olmadığı için hal’ edilmiş olması onun için bir kayıp değildir. Tam tersine artık Ali ile eşit koşullara gelmiş ve iş şuranın yeni halifeyi seçmesine kalmıştır. Bu durumda o 1 Mes’udi, Mürûcü’z-Zeheb, II, 409-410; Makdisi,
Kitabu’l- Bed, V 229, Adem Apak, İslam Tarihi (2), s. 337 den naklen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
59
da adaylardan bir aday olarak yarışta yer
Allah’a ait olduğuna” dair ayetlere dayanırlar.
alabilecektir. Bu nedenle Amr’ın onu bir takım
Onlara göre insanlara ait görüşlere müracaat
laf oyunlarıyla halife ilan etmesi zaten onların
edenler ve hakemlerin görüşünü kabul edenler
lehine olan durumu sabote etmesi anlamına
Allah’ın hükmüne müracaat etmediklerinden
gelmektedir. Amr gibi Arap dâhisi kabul edilen
kâfir olurlar. Bu yüzden “Cemel”, “Sıffin”,
birisinin bunu görememesi mümkün değildir.
“Hakem” olayına katılanları, Ali ve Muaviye
Ancak Mesudi’nin işaret ettiği rivayete göre olayın gerçekleşmesi, Ali’nin tam aleyhine olan
Onlar bu yüzden Ali’nin, Muaviye’nin ve
bir durumdur. Çünkü artık halife değildir. Tekrar
hakemlerin katline karar vererek Irak tarafına
halife olabilmek için şuranın toplanıp karar
çekildiler. Ali ve Muaviye aleyhine savaşmak için
vermesini beklemek zorundadır.
taraftar toplamaya başladılar. Hz. Ali onlara karşı
İşte bu nedenle, Muaviye tarafının işi şûraya bırakan kararı onaylamasına rağmen, kararı bozan ve kabul etmeyen tarafın Ali olduğu sonucunu çıkartabiliriz. Dürüstçe olmayan bu davranış yüzünden Hirrit b. Raşit Ali’nin ordusundan ayrılmıştır.
en büyüğü Nehrevan’da olmak üzere birkaç savaş yaptı. Özellikle Nehrevan’da binlerce Harici katledildi. Ama bu savaş hariciliğin sonu olmadı tersine onların görüşlerine daha katı şekilde sarılmalarına yol açtı. Şia için Kerbela hadisesi ne ise, Hariciler için de Nehrevan aynı şey oldu.
Ali’nin dürüst olmayan bu davranışını aklama işi de kutsayıcı tarihçilere düşmüştür. Yüzüklü komedi sahnesi olaya eklenerek, Amr’ın işin içine hile karıştırdığı ispat edilmeye ve Ali’nin hakem kararına uymamasının ne kadar haklı olduğuna gerekçeler üretilmeye çalışılmıştır. Haricilerle uğraşıp savaşırken iyice güçten düşen ve taraftarlarını kaybedip zayıflayan Ali bir daha Muaviye’nin karşısına bir ordu çıkartamamıştır. Haricilerin suikastı ile şehit düştükten sonra, yerine geçen oğlu Hasan, artık kan dökülmesine müsaade etmemek adına anlaşmalı olarak halifeliği Muaviye’ye devretti ve ona biat etti. Zaten halifeliği sürdürecek güce ve taraftara sahip de değildi.
Hariciler zalim yöneticiye isyan etmeyi vacip görürler. İmamın azli ümmetin bir hakkıdır. İsyan etmek için kırk kişi olmayı yeterli görürler ve üç kişi kalıncaya kadar savaşmayı zorunluluk kabul ederler. Bu görüşleri nedeniyle Nehrevan’da yaklaşık altı bin hariciden sadece birkaç yüz kişi sağ kalabilmiştir. Yaralı olarak kurtulanların sayısının 400 kişi olduğuna dair rivayetler vardır. Bu görüşleri nedeniyle Hariciler sürekli muhalefeti esas alan bir hareket tarzı benimsediler. Hariciliğin en temel görüşlerinden birisi de iyiliği emredip kötülükten nehyetmenin vacip oluşudur. Cihat etmek imanın esaslarındandır. Bazı harici fırkaları cihada katılmayanı tekfir
19-Haricilerin Ali’ye Muhalefeti: Haricilerin Ali’ye
muhalefetleri ile ilgili kısa bir bilgi vererek, Dört Halife dönemindeki muhalefet hareketleri hakkındaki listemize son noktayı koyacağız. Harici ruhun etkileri Peygamber döneminde de görülmüş olsa da Haricilerin ilk ortaya çıkışlarına sebep olarak, Hz. Ali’nin Sıffin savaşından sonra tahkimi kabul etmesi gösterilir. Hariciler bu olaydan sonra Hz. Ali’den ayrıldılar (huruç)
60
taraftarlarını kâfir olarak görürler.
eder. Bu görüşleri de muhalefet ve cihadı hayat tarzı haline getirmelerine yol açmıştır. Hariciler için kâfir kavramı mümin kavramının oynadığı rolden çok daha büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle onlar müminin kim olduğundan çok, tekfir edilecek ve toplumdan dışlanacak olan kâfirlerin kim olduğu sorunu üzerinde daha fazla durmuşlardır.
ve hem onu, hem de Muaviye’yi insanlara ait
Hem Ali’yi ve taraftarlarını hem de Muaviye
hükmü/hakemliği kabul ettikleri için tekfir
ve taraftarlarını tekfir ettikleri için, herkesi
ettiler. O zamana kadar onlar Ali’nin ordusunda
karşılarına almışlardır. Yaşadıkları dönemin farklı
Muaviye’ye karşı savaşmışlardı. Hariciler tekfir
sosyolojik nedenleri, dönemin meşru muhalefete
düşüncelerinde Kur’an’daki “hükmün ancak
izin vermemesi gibi nedenler, muhalefetlerindeki
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
şiddeti artırmalarına yol açmıştır. Ali’nin karşısına aldığı iki büyük muhalifinden biri olan Hariciler onun canına kast edip şehit etmişken; diğer muhalifi olan Muaviye de ölümünden sonra halifeliği tümüyle ele geçirmiş ve Ali’nin hayatına mal olan iktidarı onun
Bir sonraki yazıda Dört Halife döneminde ortaya çıkan muhalefet hareketlerinin temelinde var olan sebepleri inceleyeceğiz. Bu iki yazıda bazı sebeplerden bahsettik. Ancak bu sebeplerin çoğu görünen sebeplerdir. Örneğin Osman’ın yanlış uygulamaları, muhalefetin ortaya çıkışının yüzeysel sebepleridir. Bu görünen sebeplerin derinliklerinde daha farklı sebepler yatmaktadır. İşte sonraki yazıdaki amacımız bu derin sebepleri ortaya çıkarmak olacak.
www.islamiyorum.com
evlatlarının elinden koparıp almıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
61
DOSYA: Din, Devlet ve Muhalefet
Dört Halife Döneminde Ortaya Çıkan Muhalefetlerin Sebepleri
Hamdi Tayfur
İlk iki yazıda Dört Halife döneminde ortaya
bağlı görünür sebeplerle izah ettiğimizde bu
çıkan muhalif hareketlerin bir görünümünü
yaklaşımlarda haklılık payı vardır. Ancak bu izah
ortaya koymaya çalıştık. Bunlar hakkında tarih
biçimleri, sebepleri yüzeysel/görünür sebeplere
kitaplarında göz ardı edilen bazı olaylara ve
indirgedikleri için eksik kalmaktadır. Çünkü
ayrıntılara özellikle dikkat çektik. Bu yazıda
olayların kökeninde çok daha derin sebepler
ise bu hareket ve yapılan muhalefetlerin geri planında var olan sebepleri irdelemeye çalışacağız. Görünümü ortaya koyarken bazı sebepler üzerinde durmuştuk. Ancak bunlar çoğunlukla yüzeysel sebeplerdir. Asıl önemli olan ise, görünür sebeplerin arkasında veya daha derininde yatan gerçek sebepleri ortaya koyabilmektir. İşte bu yazıda bunu yapmayı amaçlıyoruz.
vardır ve bu sebepler Osman dönemiyle sınırlandırılamayacak kadar erken dönemlerde ortaya çıkmıştır. Aynı sebepler Ebu Bekir ve Ömer döneminde de cari idi. Hatta denebilir ki; Ebu Bekir ve Ömer dönemindeki bazı uygulamalar ve gelişmeler Osman dönemindeki olumsuzlukların hazırlayıcısı olmuştur. Osman’ın yaptığı ise, yanlış uygulamaları ile menfi tablonun ortaya çıkışını hızlandırmasıdır. Eğer
Aradaki farkı ortaya koyabilmek için basit bir
Osman tıpkı Ömer gibi yüzeysel sebepleri
örnek verelim. Osman dönemi tarihçilerin çokça
ortadan kaldıracak politikalar izleyebilseydi,
üzerinde durdukları bir dönemdir. Bu dönemde
belki “fitne” olarak isimlendirilen olayların önüne
Osman’ın yaptığı bazı uygulamalar pek çok
geçilebilecek, fakat derin sebepler varlığını
tarihçi veya araştırmacı tarafından kritiğe
sürdürdüğü sürece, er ya da geç bu menfi tablo
tabi tutulmuştur. Aşırı kutsayıcı yaklaşımların
sonraki bir dönemde gün yüzüne çıkacaktı.
dışında Osman, yaptıkları yüzünden genellikle
62
eleştirilmiş ve yanlış yönetim tarzı nedeniyle
Muhalefetin derin sebeplerini dört ana başlık
kendisinden sonraki pek çok menfi gelişmeye
altında inceleyeceğiz: “Sosyal sebepler”,
kapı aralamakla suçlanmıştır. Bu dönemdeki
“ekonomik sebepler”, “dini sebepler” ve
olayların sebeplerini Osman’ın uygulamalarına
“bireylerin etkisi”.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
I-Sosyal Sebepler
1-Kabile Asabiyeti
Sosyal sebeplerle kastettiğimiz şey İslam
Asabiyet, taraftarlık veya tutkunluk halini ifade
öncesinde var olan ve İslam’ın hâkimiyetinden
eden bir kelimedir. Çoğunlukla kan bağına
sonra da varlığını sürdüren Arap toplum yapısının ürettiği etkilerdir. Varlığını yapısal olarak sürdüren bu derin etkileri yüzyıllara yayılan İslam tarihinde bir yönüyle görmek hep mümkün olabilir. Zaman zaman derinlere çekilen bu etkiler, varlığını gizlice ve fazla belli etmeden sürdürürken, bazen de bütün çıplaklığı ile kendisini gösterebilir. Bu derin etki “asabiyet”tir. Asabiyet, Dört Halife döneminde kabile asabiyeti
bağlı birlikteliklerin oluşturduğu bağlılık ve tutkunlukları anlatmak için kullanılır. Kan bağı veya ırk, asabiyet için tek bağlılık unsuru değildir şüphesiz. Bazen bir dine mensup olmanın, bir bölgede yaşamanın, ortak bir düşünce veya ideolojiye sahip olmanın ürettiği asabiyetler de vardır. Kabile asabiyeti ise, aynı kabileye mensup olmanın ürettiği taraftarlık, birlikte hareket etme ve kendi içinde tutkun olma halidir. Kabile ıstılahi olarak “Bir araya
şeklinde ortaya çıkarken, Emevilerle birlikte bir
gelmiş, birbirlerini kabul eden topluluk”
tür “Arap asabiyeti” şekline dönüşmüştür. Bu
anlamına gelir1. Kabile hakiki veya hükmi olarak
“Arap asabiyeti”, “Mevali etkisi” ve “Şuubiye”nin
aralarında bir nesep bağının mevcut olduğu
toplumda etkin olmaya başlamasıyla kendini
bireylerden oluşur.
göstermiştir. Bu dönemlerde Araplar, dışa karşı Arap asabiyetinin tesirindeyken, kendi içlerinde kabile asabiyetinin tesiri altındadırlar. Konumuz Dört Halife dönemi ile sınırlı olduğundan “Arap asabiyeti”, “Mevali etkisi” ve “Şuubiye” gibi konulara bu yazıda girmeyeceğiz. Asabiyet konusunu “kabile asabiyeti” ile sınırlandıracağız.
Arap toplumu gerek risaletten önce, gerekse sonra kabile yapısı şeklinde örgütlenmişti. İşte kabile yapısını anlayıp açıklamadan ve tarihen kabile temelinde o günkü toplumda ne tür bir bölünme ve ayrılığın olduğunu bilmeden, söz konusu dönemin gelişmelerini, ortaya çıkan ihtilaf ve kavgaları anlayamayız.
Değişmeyen etki olan ve derinlerde hep varlığını
Kabilenin o günkü Arap toplumundaki yapısını ve
sürdüren “asabiyet”in etkisinin yanı sıra, fetihler
başlıca Arap kabilelerinin neler olduğunu daha
ve yeni fethedilen yerlere yapılan göçler ve
iyi ortaya koymak için Takıyuddin el-Makrızi’nin
fetihlerin getirdiği zenginlikle birlikte ortaya
“Emevi-Haşimi Çekişmesi” isimli risalesinden
çıkan sosyal değişimin etkisi de önemle üzerinde
kısa bir alıntı yapacağız:
durulması gereken bir etkidir. Bu etkilerin içine Arapların sahip oldukları sosyal ve siyasi idealleri de katmak gerekiyor. Çünkü tüm toplumların tek tek bireyler bazında düşündüğümüzde hiçbir ferdinin itiraz edemeyeceği bir emeli/ideali vardır. Bu ideal bilinçaltına kazınmıştır. Her bireyin üyesi olduğu
“Bütün Araplar soy olarak Kahtan ve Adnan’a dayanır. Yemen Kahtanileri’ne ve Adnanoğulları’nın tüm boylarına el-Mudariyye ve’n Nizariyye denir, o da Kays’dır. Arab’ın tamamı altı tabakaya ayrıldı. Bunlar, Şuûb, Kabâil, Amâir, Butûn, Efhâz, Fesâil ve bunlardan ikisi arasında bir takım nesil daha vardır ki onları ancak bu işin ehli bilir.
toplumu görmek istediği yüksek bir ideal
Şuûb: “Şa’b”ın çoğuludur. O, kabileden daha
noktası vardır. Bu idealler bazen dini ve ideolojik
büyüktür. Şa’b için büyük bir kabile de denilir.
tesirlerle farklı kılıklara bürünebilir veya farklı
Mesela Rebia, Mudar, el-Evs ve’l Hazrec gibi. Ağaç
kavramlarla ifade edilebilir. İşte bu etkiye biz
dallarının dal budak salıp bir arada oldukları gibi
“Arap siyasal ideali” ismini verdik.
onlar için de bu isim verilmiştir. “Şa’b”ın bizatihi
Bahsettiğimiz bu üç durum şu başlıklar altında
sıygasıyla Acem nesiller için kullanılagelmiştir.
ortaya konulacaktır: “Kabile asabiyeti”, “Arap
Böylece Arap’ın işini küçümseyen kimseye de
siyasal ideali”, “fetih hareketleriyle ortaya çıkan
Şu’ubî denilmiştir.
sosyolojik değişim”.
1 İsfehani, Müfredat, s.1174
kabile anlamına geldiği de söylenir. Şuûb, cemi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
63
Kabâil: Bir babanın oğullarından olanlara kabîle
bu yapıya göre belirleniyordu. İşte gerek
denir ve o “şa’b”tan küçüktür. Rebia’ya bağlı olan
Peygamber’in davetine karşı ortaya çıkan
Mekr ve Mudar’a bağlı olan Temim gibi. Kabileye
tavırlarda, gerekse Dört Halife dönemindeki
bir kişiden meydana gelen (üreyen) cemaat de
çatışma ve muhalefetlerde bu olgunun, yani
denilir ve bir şey üzerine toplanan her şeye kabile
“kabile olgusu”nun derin bir tesiri vardır. Cabiri,
denilir.
özünü “ben ve kardeşim amcaoğluna karşıyız,
Kabile kelimesi, ağacın dalları anlamına gelen Ağaç kabilelerinden türemiştir. Aynı şekilde “kabile”nin, kafanın dört tabakası anlamına gelen
tanımladığı bu inanca “kabile çatışması yasası”2 ismini vermektedir.
baş kabailinden alındığı belirtilir. Ve yine denilir ki
Kureyş içi ve dışından kabile bölünmeleri ile ilgili
Amair onlara tekabül ettiği için kabile adını aldı.
bazı örnekler vererek, kabile temelinde ortaya
“Amair”in tekili “imara”dır, bu da kabileden daha
çıkan ayrılıkların o günün ihtilaflarına nasıl
küçüktür. “İmara”nın bizatihi tek başına büyük
zemin hazırladığını görmeye çalışalım:
bir kabile olduğu söylenir. Şa’b içinde kabileleri, imaraları; imara batınları toplar. “Butûn”un tekili batındır. O kabileden daha küçüktür. “Fahz”dan küçük, “imara”dan büyük olduğu söylenir. Batın içinde “fahz”ları toplar. Bir kimsenin fahzı, kendisine en yakın aşiretinin kabilesidir. Sonra fahz, fasileleri birleştirir. Bir kimsenin fasilesi, kendi aşireti ve en yakın cemaatidir. Fasilenin, bir
a. Adnani-Kahtani Ayrımı: Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Araplar Adnani ve Kahtani olmak üzere iki ana gövdeden gelmekteydi. Kahtaniler genelde güneyli Yemen kabilelerinden oluşuyordu. Orta Arabistan, Hicaz bölgesi ve kuzey bölgelerinde ise genellikle Adnani kabileler yerleşmişti. Adnan ve Kahtan’ın İsmail
adamın en yakın cedleri olduğu da belirtilir.
Peygamber’in evlatları veya torunları olduğu
Kinane kabile; Kureyş imara; Kusayy batın; Haşim
Kahtan’a dayandırmaya çalışırlar. Bundaki amaç
fahz, Beni Abbas ise fasiledir.” (s. 90-92)
aynı zamanda İsmail Peygamber’e akraba
Makrızi’den bu alıntıyı yapmaktaki amacımız Arap kabile yapısını ayrıntılı olarak ortaya koymak değildir şüphesiz. Zaten burada ve başka yerlerde verilen bilgilerde bunu tam olarak ortaya çıkartacak çok bir netlik de yoktur. Çünkü Arap dilinde dahi kullanımlar çok belirginleşmemiştir. Bazen “Şu’b”a kabile denildiği gibi en küçük birimler olan “fasile”ye bile kabile denilmektedir. Ancak bu nefis özetleme bize en azından Arapların tıpkı bir ağacın dalları gibi iki ana gövdeden –Adnan ve Kahtan- ve bu ana gövdelerin dallara, dalların daha ince dallara ayrılmasıyla ortaya çıkan kabile ismi verilen topluluklar şeklinde yapılandıklarını göstermektedir. Bütün insanlık belki böylesi şecerelere sahiptir. Ancak bir sosyal örgütlenme yapısı olarak o günkü Araplar kabile ilişkilerini, tüm ilişkilerinin merkezine oturtmaktaydılar. Onlar bir kabile toplumuydu. İlişkiler en yakın kan bağından başlamak üzere önem derecesine göre belirleniyordu. Beraberlik, karşıtlık, çatışma, rekabet, güvenlik, öç alma, dostluk ve düşmanlık “kabile” temeline dayalı
64
ben ve amcaoğlu yabancıya karşıyız” şeklinde
söylenir. Tüm Araplar kendilerini Adnan’a veya
olabilmektir. Oysa bu mantıken mümkün olmayan bir şeydir. Çünkü İsmail Peygamber Mekke’ye annesi Hacer ile geldiğinde burada ve civarında yaşayan pek çok Arap vardı. Eğer tüm Araplar Adnan ve Kahtan yoluyla İsmail Peygamber’in torunları iseler, İsmail Peygamber Mekke’ye geldiğinde burada ve Arap Yarımadası’nın diğer bölgelerinde yaşayan Araplardan üreyen nesiller nerededir? Demek ki asıl olan Arapların gerçek anlamda hangi nesebe sahip oldukları değil, hükmi olarak ilan edilmiş nesebe ait olduklarına inanmalarıydı. Bunun gerçek olup olmaması bir şey ifade etmiyordu. Araplar bunun böyle olduğuna inanıyorlardı. Önemli olan da buydu. Nesepler konusunda gelen rivayetlerin çoğunun uydurma olma ihtimali yüksektir. Bir çatışma üretmek veya bir birlik oluşturmak adına İslam’dan önce ve sonra Arap nesep âlimleri bu tür rivayetleri uydurmuş olmalıdırlar. Ancak biz bununla yani, nesebin gerçekliğiyle ilgilenmiyoruz. Önemli olan Arapların sahip olduklarını düşündükleri nesebe inanmaları ve buradan yola çıkarak toplumsal 2 Cabiri, Arap-İslam Siyasal Aklı, s.99
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ilişkilerinde tavır belirlemeleridir.
vardı.
b. Ahlaf-Mutayyebun Bölünmesi: Kureyş
d. Haşim-Ümeyye Çekişmesi:Haşim ve
içinde ortaya çıkan eski bir bölünmedir. Kureyş’i
Abdüşşems, Abdümenaf’in iki oğlu idi. O ölünce
Mekke’nin hâkimi yapan Kusayy, Kâbe ile ilgili
Kabe ile ilgili görevleri bu iki oğlu paylaştı.
görevleri iki oğlu olan Abdüddar ve Abdümenaf
Abdüşşems’in de vefat etmesiyle yerine oğlu
arasında paylaştırdı. Onun ölümünden sonra
Ümeyye geçti. Ümeyye amcası Haşim ile
Abdümenafoğulları Kâbe ile ilgili görevleri
Kureyş’in liderliği konusunda rekabete girişti. İş
tekellerine almak isteyince Kureyş ikiye
hakeme gitti. Hakem Haşim’i galip ilan edince
bölünmüş Abdüddar’ı destekleyen kabilelere
anlaşma gereği Ümeyye on yıllığına Şam’a
“Hılful Ahlaf”, Abdümenaf’ı destekleyen
sürgüne gitmek zorunda kaldı. İşte bu olay
kabilelere de “Hılf’ul Mutayyebun” adı verilmiştir.
Emevi-Haşimi rekabetinin ortaya çıkmasına
Arabulucular devreye girerek savaşın çıkmasını
yol açtı. İş sadece İslam öncesi dönemle sınırlı
önlemiştir. Ancak bu ayrılıkla ortaya çıkan kabile
kalmadı, Dört Halife döneminde ve sonrasında
bölünmesi daha sonraki bölünmelere de zemin
da rekabet ve çatışma sürdü.
hazırlamıştır. Artık o aşamadan sonra Kureyş içi ilişkiler çoğunlukla Ahlaf-Mutayyebun bölünmesi temelinde yürümüştür. Ahlaf ve Mutayyebun hilflerine bağlı olan kabileler, Kureyş içi ihtilaflarda iki ayrı hizip gibi hareket etmişlerdir. Örneğin, Peygamber’in davetine şiddetle karşı çıkanlar çoğunlukla Ahlaf grubuna mensup olan kabilelerdir. Çünkü Peygamber’in kabilesi olan
e. Evs-Hazreç Çekişmesi: Kahtani (Yemen) asıllı olan Evs ve Hazreç kabilelerinin ataları, Arim selinden sonra, o zamanki ismi Yesrib olan Medine’ye göç etmişlerdi. Evs ve Hazreç aynı babadan türeyen iki kardeş kabiledir. Medine’de önceleri boyun eğdikleri Yahudilere karşı hâkimiyeti ele geçirdiler. Bunun üzerine
Haşimoğulları, Mutayyebun hilfine mensuptu.
Yahudiler yaptıkları kışkırtmalarla bu iki kabileyi
c. Hılf’ül Fudûl: Mekke’deki Ahlaf grubuna
120 yıl boyunca savaşlar yapıldı. Hazreç kabilesi
mensup kabileler, ticareti kontrollerinde tutan
Evs’le yaptığı son savaştan mağlup ayrıldı.
ve Haşimoğulları öncülüğündeki Mutayyebun
Çünkü Evs bu savaşta Yahudilerle işbirliği
grubuna karşı Mekke içi ticareti baltalamak
yapmıştı. İşte bazı Hazreç mensupları, Evs’in
amacıyla dışarıdan gelen tüccarlara dönük
Yahudilerle kurduğu ittifaka karşı yeni ittifak
haksız uygulamalara giriştiler. Bunların
arayışları için Peygamber’le Akabe’de görüştüler.
ayrıntısına girmeyeceğiz. Tarih kitaplarında
Ancak İslam’ın mesajı onlarda kardeşleri
örnekleri anlatılmaktadır. Buna karşı
Evslilerle aralarındaki husumetin ortadan
Haşimoğulları öncülüğündeki Mutayyebun
kalkacağı umudunu yeşertti ve Evslilerle birlikte
grubu mağduriyete uğrayanları himaye etmek
Peygamber’e biat ettiler. Ama aralarındaki Evs-
amacıyla yeni bir anlaşma yaptılar. Buna Hılf’ül
Hazreç ayrımı tamamen ortadan kalkmadı.
Fudûl ismi verildi. Bu anlaşmadaki asıl amaç,
Peygamber’in vefatından sonra dahi sürmeye
Ahlaf grubu tarafından yabancı tüccarlara verilen
devam etti.
zararların Mutayyebun grubunun liderliğindeki Mekke ticaretine zarar vermesini engellemekti. Nitekim Ahlaf grubundan hiçbir kabile bu anlaşmaya katılmadı. Sadece Mutayyebun grubuna ait Haşim, Muttalib, Esed, Zühre, Teym gibi kabileler bu hilfin içinde yer aldılar. Mutayyebun grubunda yer alan kabilelere mensup bazı idealist gençler bu hilfe dâhil oldu ve hararetle bunu savundular. Bu hilfin bir üyesi de henüz genç yaşlarda olan Muhammed ile arkadaşı Ebu Bekir’di. Günümüz İslamcılarının argüman olarak çokça kullandıkları Hılf’ül Fudül antlaşmasının böylesi bir kabilevi arka planı
birbirine düşürdü. İki kabile arasında yaklaşık
f. Kureyşli-Kureyşli Olmayan Çekişmesi: Kureyş kabilesi Arapların en gözde kabilesi idi. Onlar, ataları Kusayy’la birlikte Mekke yönetimini ve Kâbe’nin kontrolünü ele geçirmişlerdir. Kâbe’nin ve Mekke’nin Araplar için hem dini, hem de ticari açıdan büyük bir önemi vardı. Tüm kabileler Kâbe’de bulundurdukları özel putlara sahiptiler. Hac mevsiminde Mekke’ye gelerek hem ticaret yaparlar, hem haclarını ifa ederler, hem de Kâbe’deki putlarına dua ederlerdi. Kâbe’ye ait görevleri üstlenmeleri nedeniyle Kureyşliler büyük bir prestije sahiptiler. Ayrıca
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
65
Kureyş’in Haşim’le birlikte kuzeydeki Bizans
koymaya geçebiliriz3.
imparatorluğu ve güneydeki Habeşistan Krallığı ile yaptıkları ticaret anlaşmalarıyla oluşturdukları “ilaf”, Araplar üzerinde ticari temele dayanan bir Kureyş hâkimiyet düzeni oluşturmuştu. “İlaf”tan
Kabile Asabiyeti:
faydalanmak isteyen her kabile, öncelikle
Peygamber vefat ettiğinde ümmetin karşı
Kureyş’le antlaşmak zorundaydı. Bu genel olarak
karşıya kaldığı ilk ciddi kriz, Peygamber’in yerine
kabilelerin hepsinin istifade ettikleri bir durum
kimin lider olacağı sorunuydu. Medine’deki iki
olmasına rağmen, Kureyş’in bu özel konumuna
büyük grup olan Ensar ve Muhacir bu soruna
karşı derinden bir karşı muhalefet de oluşmuştu.
kabile temelinde çözüm üretmeye çalıştı. Ortaya
Daha sonraki başlıklarda ayrıntısına gireceğimiz
üç ayrı hizip çıktı: Evs ve Hazreç’ten oluşan Ensar grubu, Ümeyyeoğulları ve Ali’ye olan
diğer bir husus ise, orta büyüklükte bir kabile
sevgilerinden dolayı onları destekleyen bir-iki
olan Kureyş’e karşı, yarımadanın başka
bireyle birlikte Haşimoğulları grubu ve en son
bölgelerinde konumlanan ve Kureyş’e göre daha
olarak Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde’nin
büyük olan, bu nedenle Arapların liderliğine
başını çektiği küçük Kureyş kabilelerine
kendilerinin daha layık olduğunu düşünen farklı
mensup Muhacirler grubu. Ensar grubu ve
kabileler de vardı. Bunun en bilineni Kahtani
Haşimoğulları grubunun bariz vasfı kabile
kökenli olan Yemen kabileleridir. Arabistan’ın
temelli bir birliktelik oluşturmalarıydı. Ebu
ortasında yer alan Yemame’deki bazı kabileler
Bekir ve Ömer grubu biraz farklı gibi duruyor
de aynı özelliği ve iddiayı taşıyor olmalıydılar.
olsa da, onların da en bariz vasfının Kureyş’in
Bunların taşıdıkları iddia önündeki en büyük
Haşimoğulları ve Ümeyyeoğulları gibi büyük
engel Kureyş’ti. Bu nedenle Kureyşli olmayan
kabilelerinin dışında kalan küçük kabilelerinin
kabilelerle Kureyş arasında bir tür rekabet ve
bir tür ittifakı gibi ortaya çıkmış olması, bu
çekişmenin varlığı gözlemlenebilen bir olguydu.
grubun da kabilevi etkiden yeteri kadar nasibini
Kabilelerin, kabile asabiyeti temelinde
kabilesinden, Ömer Adiy kabilesinden, Ebu
oluşturdukları ayrılıklar bu verdiğimiz örneklerle
Ubeyde ise Fihr kabilesindendir. Bunların hepsi
sınırlı değildir. Sürekli savaşmayı hayatlarının
Kureyş’in zayıf kabileleriydi. Bu kabileler tek
bir parçası haline getiren Araplar için pek
başlarına lider adayı çıkarttıklarında bunda
çok kabilevi sebep bu çatışmalar için zemin
muvaffak olamayacaklarını biliyorlardı.
oluşturabiliyordu. Büyük kabileler halinde
Dolayısıyla o günlerde kabilelerinin en popüler
savaşmak için sebep bulamayan kabileler
kişileri olan Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde’nin
kendilerine yakın bir-iki kuşak üstten kardeş
etrafında toplandılar. Ebu Bekir’in öleceğine
kabilelerle savaşıyorlardı. Bunun için bir sebep
yakın yerine Ömer’i halife tayin etmesi; Ömer’in
bulamazlarsa amcaoğullarıyla çatışıyorlardı. Buna da imkân bulamazlarsa kardeşleriyle kavga ediyorlardı. İş dışa döndüğünde önce kardeşleriyle, sonra amcaoğullarıyla, daha sonrada üst kuşaklardan kardeş çocuklarıyla ittifaklar kurup dışarıdan gelen tehdide karşı güçlü bir şekilde savaşmanın yollarını arıyorlardı.
aldığını göstermektedir. Ebu Bekir Beni Teym
de yaralanıp yerine kimin geçeceği sorunu ortaya çıkınca “Keşke Ebu Ubeyde hayatta olsaydı onu kendi yerime seçerdim” anlamında bir söz sarf etmesi, bize bu üçlünün arasında baştan itibaren özel bir antlaşmanın olduğu izlenimini vermektedir. Yani kim ölürse yerine diğeri geçecekti. Bu konuda anlaşmış olmalılar. Burada bir parantez açarak bir açıklama
Bu ön açıklama ve örneklerin kabile asabiyetinin mahiyetini ve parçalayıcı etkisini yeteri kadar aydınlattığını düşünerek Dört Halife döneminde ortaya çıkan muhalefet partileri ve hareketlerinde kabile asabiyetinin nasıl tesir ettiğini dönemsel örnekler üzerinden ortaya
66
Peygamber’den Sonra Halife Seçiminde
yapmamız gerekmektedir. O dönemin olaylarını 3 Peygamber döneminde, peygamberin
davet ve cihadına gösterilen muhalefetteki kabile etkisinden burada konumuz gereği bahsetmeyeceğiz. Bu konuda bilgi sahibi olmak isteyenler, bu yazı dizisinin sonunda verdiğimiz kaynaklara müracaat edebilirler.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kabile temelli açıklama çabamız diğer etki ve
olacağına Muhacirlerden birisi halife olsun
sebepleri yok saydığımız anlamına gelmemelidir.
bu daha tercihe şayandı. Nitekim öyle oldu.
Hiçbir olay tek bir sebebe indirgenerek
Haberi alan Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde
açıklanamaz. Ancak yöntemimiz gereği sebepleri
üçlüsü hemen Beni Saide Çardağına ulaştı.
teker teker açıkladığımız için burada diğer
Karşılıklı tartışmalar başladı. Ensar kendi
etkileri ortaya koymuyoruz. Sırası geldiğinde
kabilelerinin İslam’a ne kadar çok hizmet
onlardan da bahsedeceğiz. Örneğin burada ilk
ettiğini dolayısıyla bu işte hak sahibi olanların
oluşan hizipler kabilevi etkiyle oluşmuş olmasına
kendileri olduğunu anlatıyorlardı. Aynı şeyi
rağmen, Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde ve Ali
Muhacir kabilelerinin İslam’a hizmeti üzerinden
gibi sahabeler aynı zamanda İslam’ın derin tesiri
Ebu Bekir grubu da yaptı. Buradan bir sonuç
altındaydılar. Bu nedenle Ali, kişisel konumu
çıkması mümkün değildi. Çünkü hem Ensar’ın
itibariyle ve kabilevi etkilerle liderliğe kendisinin
hem de Muhacirlerin İslam’a büyük hizmetleri
daha çok hak sahibi olduğunu düşünmesine
dokunmuştu. Ensar’dan ve Muhacirlerden birer
rağmen, İslam’ın tesiri ve Peygamber’den
lider seçme teklifine de Ebu Bekir şiddetle karşı
aldığı eğitimin etkisiyle, Haşimoğulları ve
çıktı. Sonunda Ebu Bekir, meseleyi kabilevi bir
Ümeyyeoğulları’nın baskısına rağmen Ebu
gerekçeye getirdi. Bu da diğer Arap kabilelerinin
Bekir’e karşı fiili bir kalkışta bulunmadı. Sadece
ancak Kureyş’in hâkimiyetine boyun eğeceği
biatini geciktirdi. Aynı şekilde Ebu Bekir grubu
argümanıydı. Kureyş soyunun diğer Araplar
iktidarı ele geçirmek veya ellerinde tutmak
nezdindeki üstünlüğü bilinen bir gerçekti. Evs
için, o dönemin şartları gereği gerekli olan
ve Hazreç’te bu özellik yoktu. Ensar nesep
tüm araçlara başvuruyorlardı. Örneğin kabile
üstünlüğünün Araplar nezdinde taşıdığı önemin
unsurundan yararlanıyorlar, bir hizip gibi hareket
çok iyi farkındaydı. Ayrıca Peygamber’in Kureyşli
ediyorlar ve iktidar değişimindeki alternatifler
olması da diğer Arapları Kureyş’e boyun eğme
üzerine planlar yapıyorlardı. Ama bunları
konusunda daha ikna edebilecek bir nedendi.
yapmalarındaki temel amaç veya temel güdü
Tüm bunlar Ensar’ı ikna etmek için yeterli oldu.
İslami kaygılar ve sorumluluk duygusuydu.
Kısacası Kureyş asabiyetinin üstünlükleri Ebu
Ne Ebu Bekir ne de Ömer kendi kabilesinin
Bekir’in halife seçilmesi için yeterli ve hatta
iktidarı için mücadele etmiyordu. Ama bunu göz
gerekli bir şart olarak ön plana çıktı. Ebu Bekir
ardı etmiyor, bundan faydalanmanın yollarını
kabile asabiyetinin etkisiyle halife seçildi.
arıyorlardı. Oysa aynı şeyi bir Abbas için söylemek biraz zordur. Veya Ensar’ın Evs ve Hazreç’ten birisini lider seçtirme girişimlerinde kabilevi etki daha ağır basmaktadır. Ali ise İslami etki ile kabilevi etki arasında askıda kalmış gibidir. Eğer tamamen İslami tesirin etkisinde olsaydı, baştan itibaren daha sorumlu davranan Ebu Bekir grubuna daha yakın
Diğer taraftan Haşimoğulları grubunu bir araya getiren temel unsur da kabilevi etkiydi. Haşimoğulları’nın lideri Peygamber’in amcası Abbas’ın bu konu ile uzun süredir zihnen meşgul olduğu anlaşılıyor. Çünkü Peygamber’in ölümü yaklaşınca Abbas kendisinden sonra kimin lider seçileceği konusunda ona sorular sormaya
durması gerekirdi.
başladı. Haşimoğulları Kureyş’in en büyük
Peygamber vefat eder etmez, cenazesi bile
Kureyş’in liderliği konusunda Ümeyyeoğulları ile
kalkmadan Ensar, Beni Saide çardağında
çekişip duruyorlardı. İçlerinden bir peygamberin
toplanarak lider seçme işine girişti. Onları
çıkması onlara bariz bir üstünlük sağlamıştı.
bir araya getiren tek unsur Evsli ve Hazreçli
En büyük rakipleri olan Ümeyyeoğulları’nın
olmalarıydı. Hazreç’in lideri Sa’d halife
Peygamber’e şiddetli muhalefetleri ve İslam’a
adayıydı. Onun seçileceği anlaşılınca Evsliler
en geç giren kabilelerden birisi olması,
bu duruma katlanamadılar ve Ebu Bekir ve
insanların gözünde Ümeyyeoğuları’nın değerini
Ömer’e haber gönderdiler. İlginçtir kabilevi
düşürmüştü. Yani hem Kureyş’in hem de
etkiyle lider seçmek isteyenler, gene kabilevi
tüm Araplarla birlikte Müslümanların lideri
kıskançlık yüzünden bu seçime engel olmak
olma konusunda en avantajlı gözüken kabile
istemişlerdir. Mantık şuydu: Hazreçli birisi
Haşimoğulları idi. Ancak bir durum onların bu
kabilelerinden birisiydi. Peygamber’den önce
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
67
avantajını dezavantaja çeviriyordu. Peygamber kendi akrabalarına mümkün olduğunca önemli görevlere getirmemişti ve onları böylesi işlere tayin etmede çekingen davranıyordu. Bunun temel sebebi ise; Peygamber’in davetini her türlü dünyevi menfaatten uzak tutma konusundaki hassasiyeti idi. O dünyayı değil ahireti, mülkü değil fakirliği tercih eden bir peygamberdi. Üstüne üstlük davetiyle ortaya çıkan prestijin, kendisine ve yakın akrabalarına bir rant sağlamasına şiddetle karşıydı. İnsanlar nezdinde davetinin güvenirliliği ancak bu şekilde emniyete alınabilirdi. Bu nedenle yakın akrabalarını ve kabilesini mecbur kalmadıkça önemli mevkilerde görevlendirmiyordu. Abbas’ın ondan talep ettiği şeyi yani; kendisinden sonra yerine Haşimoğulları’ndan birisini geçirmeyi kabul etmesi asla mümkün olamazdı. Kaynaklarda “kırtas hadisesi” olarak geçen ve Peygamber’in öleceğine yakın kâğıt isteyip, ümmete kendisinden sonra asla sapmayacakları tavsiyelerde bulunacağını söylemesinin bununla yakından bir ilişkisi olmalıdır. Davetini tamamlamış bir peygamberin ümmetine kendisinden sonra onlara uyduklarında asla sapmayacakları tavsiyeleri ne olabilirdi? Bunlar zaten Kur’an’da mevcuttu. O, o güne kadar söyleyeceğini söylemişti ve ümmetini buna şahit de kılmıştı. Kim bilir belki de Ömer’in de dediği gibi Peygamber hastalığının da tesiriyle, Abbas’ın ısrarlarına dayanamayıp onu kırmayacak bir tavsiyede bulunmaya niyet etmiş olabilirdi. Ancak Ömer’in feraseti bunu engelledi. Haşimoğulları ve Ali, Peygamber’in defni ile meşgulken Ebu Bekir’in halife seçilmesi, Abbas ve Ali başta olmak üzere Haşimoğulları kabilesinde şok etkisi yaptı. Ali uzun süre biat etmedi. Ali’nin bu tavrının geri planında daha sonra değineceğimiz başka sebepler de olmasına rağmen, asıl sebep Ali’nin Peygamber’in akrabası olmaları nedeniyle halifelik hakkının Haşimoğulları’nda olduğuna dair düşüncesi yatmaktaydı. Yani sebep gene kabile asabiyeti idi. Onun bu düşüncesine dair, yani halifelik hakkının Haşimoğulları’na ve özelde Peygamber’e yakınlığı nedeniyle halifeliğin kendi hakkı olduğuna inandığına dair kaynaklar Ali’nin birçok sözünü naklederler. Hatta Muaviye ile mektuplaşmalarında bunu açıkça dile getirmiştir.
68
Ridde Savaşlarında Kabile Asabiyeti Ebu Bekir’in halife olur olmaz karşı karşıya kaldığı ilk ciddi kriz; Mekke, Medine ve Taif’in dışında kalan tüm bölgelerin küçük istisnalar dışında tümüyle isyan etmeleri ve Ebu Bekir’e itaat etmeyi reddetmeleridir. Bu hadisenin geri planındaki kabilevi etkiyi iyi görmek zorundayız. Peygamber’le anlaşma yapan kabileler, iş Ebu Bekir’e gelince neden isyan ettiler ve önceki anlaşmaların geçersiz olduğunu ilan ettiler? İşte bu soruya kabile etkisi çerçevesinde cevap vermeye çalışacağız. İrtidat hadisesine katılan kabileler iki ayrı gruptu. Bunlardan bir grubu dinden dönmemiş sadece zekat vermeyi reddetmiştir. Diğer grup ise sahte peygamberlerin liderliğinde Medine otoritesine savaş açmıştır. Ebu Bekir’in bu iki gruba da aynı tavrı göstermesi bunların karıştırılmasına ve sanki ikisinin de aynı grup gibi algılanmasına yol açmıştır. Biz bu iki grubu ayrı ayrı değerlendireceğiz. Birinci grup, yani zekât vermeyi reddedenlerin büyük bir kısmı aslında dinden dönmedi. İçlerinden bir grubun dinden irtidat ederek yalancı peygamberlere katıldığı doğrudur. Ancak önemli bir kısım sadece zekâtı reddetti. Bunlar genelde İslam’a yakın zamanda giren ve bireysel olarak dini bilince sahip olmayan, ancak topluca dine girişler esnasında Müslüman olan kabilelerin mensuplarıydı. Dini gerekçelerle değil, siyasi gerekçelerle Müslüman olmuşlardı. Peygamber’in Kureyş’e üstünlük sağladığı dönemlerde akın akın Medine’ye gelerek Peygamber’le anlaşma yapan ve Medine’nin üstünlüğünü kabul eden bu tür kabilelerin mensupları Kur’an’ın ifadesiyle teslim olmuş ama henüz iman kalplerinde derinleşmemiş kişilerdi. Arap kabile anlayışına göre yapılan antlaşmalar kişilerle sınırlıydı. Yani Peygamber’le anlaşan kabileler bu antlaşmalarını Peygamber’in yaşadığı süre ile sınırlı kabul ediyorlardı. Onların gözünde Peygamber ölünce bu antlaşmalar geçersiz kalmıştı. İşte Ebu Bekir’in kendisine “Resul’ün Halifesi” unvanını vermesinin geri planında böyle bir düşünce vardır. Ebu Bekir Resul’ün halifesidir. Dolayısıyla Arapların
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Peygamber’le yaptıkları her antlaşma onun
nedeniyle ona verdikleri zekâttan çok da
halifesi olan Ebu Bekir için de geçerlidir. Ebu
rahatsız olmuyor olmalılar.
Bekir halife unvanını alarak Araplara bu mesajı vermek istemişti.
Ancak o ölünce yerine gelenlere zekât
Bir de burada Peygamber’in özel konumunun
ne peygamberdi, ne de verecekleri şeylerle
Araplar üzerindeki tesirinin de ciddi bir
kendilerinin salah bulmasına ve arınmalarına
etkisi vardı. İslami bilinci içselleştirememiş
sebep olabilirdi. Bir peygamber gibi dua edip
bu Arapların gözünde Kur’an’da verilenden
huzur bulmalarına da vesile olamazdı. Ebu
biraz farklı bir peygamber algısı vardı. Onlar
Bekir de onlar gibi bir insandı. Eğer zekât
nazarında peygamber gökle haberleşebilen, ona
vererek arınacaklarsa bunu kendileri direk
dua ettiğinde duası kabul edilen bir tür kâhinle
yapabilirler veya Allah’a kendileri de dua
mecnun arasında veya bunun biraz fevkinde
edebilirlerdi. O zaman zekâtı Ebu Bekir’e neden
bir varlıktı. Onlar kâhinlerine para verip dua
versinlerdi ki? Eğer Ebu Bekir ısrar ediyorsa
ettirerek gök güçlerine veya Tanrı’ya isteklerini
amacı siyaseten kendilerine boyun eğdirmek
kabul ettirebileceklerini veya gelecekten
olabilirdi. Bu kabilelerin gözünde Ebu Bekir’in
haberler getirebileceğini düşünüyorlardı.
kendilerinden zorla almak istediği zekât,
Onlar Peygamber’e bağlanıp zekât vermeye
İslam’dan önce uygulanan “itavet”, yani yenen
başladıklarında, verdikleri zekâtın hala böyle
kabilenin yenilenden zorla aldığı bir mala karşılık
bir işe –yani Peygamber’e dua ettirme işine-
gelebilirdi. İşte bu tip kabileler bu durumu
yaradığını düşünüyor olabilirler. Oysa şimdi
Kureyş’in kendilerini boyun eğdirme çabası
Peygamber ölmüştü. Onun yerine geçen Ebu
olarak gördüler ve Kureyş’e boyun eğmemek
Bekir bir peygamber değildi. Öyleyse ona neden
için zekât vermeyi reddederek isyan ettiler.
vermeyi anlamsız buldular. Zekât verdikleri
zekât versinlerdi ki?
Ebu Bekir cephesinden olayın vahim denebilecek
Konumuzla ilgisi bakımından diğer önemli bir
yönü, bu anlayıştaki kabileleri ikna etme
husus ise Arapların Kureyş’e bakışıyla ilgilidir.
yolunu seçerek kaybedebileceği bir vaktinin
Peygamber her ne kadar Kureyş’e mensup
olmamasıydı. Daha sonraki maddelerde
birisi olsa da özel konumu sebebiyle, karizması
ayrıntılarına gireceğimiz üzere, Ebu Bekir hem
Kureyşliliğini aşıyordu. Onlar Peygamber’e
İslam’ın etki alanını genişletmek, hem de siyasi
Kureyşli olduğu için değil, bir peygamber olması
projesini hayata geçirebilmek için kritik bir
hasebiyle boyun eğip onunla anlaşmışlardı.
noktada bulunuyordu. Elinde iki seçenek vardı;
Üstelik Peygamber’in onlarla anlaşma
birincisi diplomatik yolu tercih edebilir ve zekâtı
biçimi gayet adilane ve onların durumlarını,
reddeden kabileleri ikna edip tekrar antlaşmalar
konumlarını dikkate alan anlaşmalardı.
yapma yolunu seçebilirdi. Ancak büyük bir
Peygamber asla onları boyunduruk altına
tehlike ile karşı karşıyaydı. Diplomasi ile vakit
almıyor ve idarelerine karışmıyordu. Aldığı zekât
kaybederken sahte peygamberlerin liderliğinde
bir boyun eğdirme haracı değildi. Ayet buna
harekete geçen diğer kabileler duruma hâkim
işaret etmektedir:
olup Ebu Bekir’in siyasi projelerini tamamen
“Bunun içindir ki, onların mallarından Allah için sundukları şeyleri kabul et ki belki bunu yapmakla onların salah bulmalarına,
akamete uğratabilirdi. Bu nedenle ikinci yolu seçti. Yani zekât vermeyenleri de irtidat edenlerden sayıp bunlara toptan savaş ilan etti.
arınmalarına önayak olursun. Ve onlar için
Görüldüğü gibi bu grubun Medine’deki yeni
dua et; çünkü senin duan onlar için bir huzur
siyasi otoriteye isyan etmesinde daha önce
(vesilesi) olacaktır.” (9/Tevbe/103, Esed)
bahsettiğimiz Kureyş-Kureyş dışı kabileler
Ayette görüldüğü gibi Peygamber, zekâtı siyasi amaçla bir boyun eğdirme aracı olarak görmüyordu. Zekâtın amacı bu değildi zaten. Araplar Peygamber’e biçtikleri özel konum
bölünmesinin büyük bir tesiri vardır. Yani isyanın geri planındaki gerçek neden Kureyş’e karşı duyulan kinin ürettiği kabilevi etkidir. Bahsedeceğimiz diğer grup ise yalancı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
69
peygamberlerin liderliğinde Medine’ye savaş
Eğer bir bölge ve o bölgenin en büyük kabilesi
ilan eden gruptur. Bunların isyanları Peygamber
bir peygamberin liderliğinde öne geçer ve
daha hayattayken başlamıştı. Nitekim Yemen
diğer kabileler de bu peygambere iman edip
bölgesinin yalancı peygamberi Esvedül Ansi,
onun liderliği etrafında toplanırsa bu birlik
Peygamber’in ölümüne yakın bir zamanda
sağlanmış olacaktı. Bunu o günün tüm büyük
öldürülmüştü.
kabileleri fark etmiş olmalıydı. Çünkü her
Bunların irtidat ettiğini söylemek ne kadar
çıkan bir peygamberin liderliğinde öne düştü.
doğrudur tartışmak lazım. Çünkü irtidat etmek
Yemen bölgesinde Ans ve Mezhic kabilelerinin
için önce İslam’a girmek gerekir. Bunların çoğu
desteği ile Esvedul Ansi, kuzeye doğru Esed
ise zaten İslam’a girmemişti. Kendi kabilelerinde
bölgesinde Esedoğulları kabilesinin lideri
ortaya çıkan sahte peygamberlerin etrafında
Tuleyha, Basra körfezi yakınlarında Beni Temim
toplanmışlardı. Bu kabilelerin bir kısmı yalancı
kabilesi önderliğinde kadın peygamber Secah
peygamberleriyle gelip Peygamber’le görüşmeler
ve Yemame/Necd bölgesinde Hanifoğulları
yapmışlardır. Ancak tam bir anlaşmanın
kabilesinin önderliğinde Museyleme
olduğunu söylemek zordur. Örneğin Müseyleme,
peygamberlik iddiası ile öne düştü. İlginçtir,
Peygamber’e Arap Yarımadası’nı ikiye bölmeyi
Arap Yarımadası Hicaz bölgesinin dışında
bölge, o bölgenin en büyük kabilesinden
veya Muhammed öldüğünde onun yerine peygamber olmayı önermişti.
bir yalancı peygamber düşmektedir. Hicaz
Bu öneriler bugünden o güne baktığımızda bize
Peygamber çıkmıştı. Bir hak peygambere karşı
komik ve saçma teklifler gibi görünebilir. Oysa
dört yalancı peygamber vardı. İşte bu dört ayrı
olayın siyasi ve kabilevi temelde ciddi bir anlamı
bölgeden yalancı peygamberlerin öncülüğünde,
vardı. Peygamberlik olgusu Arap Yarımadası’nda
Peygamber’in ölümüne yakın başlamak üzere,
Muhammed ile birlikte başlamadı. Ondan önce
ölümüyle birlikte hız kazanan, Medine’ye dönük
de peygamberlik iddiasında bulunanlar çıkmıştır.
savaş ilanları yapıldı. Büyük ordular toplandı.
Davetine başlamasından sonra da onu taklit ederek veya peygamberliğin toplumsal anlamda oynadığı rolü fark ederek peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkanlar oldu. Bu peygamberlik olgusunun kabilecilik ve Arapların zihnindeki ortak siyasal idealin gerçekleştirilmesi amacıyla doğrudan bir ilişkisi vardır. Bu ikinci olguyu daha sonra ayrıntılı olarak açıklayacağız. Kısaca bu siyasal ideali Arapların tek bir siyasi liderlik etrafında çevrelerini kuşatan süper güçlere karşı–Bizans ve Sasani İmparatorluğuüstünlük sağlaması ve Arapların o günün dünyasında süper bir güç olması ideali olarak tanımlayabiliriz. Bu ideal o gün hiçbir Arap’ın itiraz edemeyeceği bir idealdi. Sorun ise bu birliğin nasıl sağlanacağı sorunudur. Çünkü kabilecilik bunu baltalayan bir faktördü.
70
yaklaşık dörde bölünmüş olsa her bölgeye bölgesinde ise Kureyş’in içinden Muhammed
Sadece Müseyleme’nin altmış bin kişilik ordu topladığı söylenir. İlginç olan başka bir husus ise, yalancı peygamberlerin peşine takılan kabilelerin çoğunun bu peygamberlere samimiyetle değil siyaseten tabi olmalarıydı. Bununla ilgili, kaynaklar bazı olayları naklederler. Çünkü asıl mesele peygamberlik olgusunun bir birlik unsuru olarak kullanılıp diğer kabilelere önderlik yapabilmekti. Herkes içinden birliği arzuluyordu, ama bunun kendi kabilesinin öncülüğünde olmasını arzu ediyordu. İşte bu nedenle irtidat hadiseleri üstüne dini sos dökülmüş kabile isyanlarıdır. Medine’nin otoritesine karşı çıkmak Kureyş’in öncülüğündeki birliğe veya Kureyş’e karşı çıkmak anlamına geliyordu. Bu nedenle Medine otoritesine isyan ettiler.
Birleştirmiyor, tersine parçalıyordu. Diğer
Olayın Medine açısından değerlendirilmesi
yandan bütün büyük kabileler böylesi bir birliğin
de çok ilginçtir. Mekke, Medine ve Taif’teki
kendi liderliklerinde gerçekleşmesini arzu
kabileler, yani Hicaz bölgesinin merkezlerindeki
ediyordu. Ancak bu birliği sağlayacak başka bir
kabileler bu isyana kalkışmadı. Tersine özellikle
unsura daha ihtiyaç vardı. İşte peygamberlik bu
Kureyş ve Taif’teki Beni Sakife kabilesi irtidat
birleştirici unsurdu.
eden kabilelere karşı savaşta öncü birlikleri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
oluşturdular. İsyanları bunlar bastırdı. Oysa bu
İşte bu faktör, iyi niyetli ve ahlaklı yöneticilerin
kabilelerin mensuplarının çoğu daha birkaç yıl
görevlendirilmesini de sınırlandıran bir
öncesinde Peygamber’e karşı savaşıyorlardı.
faktör oldu. Özellikle Ümeyyeoğulları bu
Ne olmuştu da şimdi bu kadar samimi birer
denge politikasının nimetlerinden fazlasıyla
Peygamber müdafii olmuşlardı? Bu sorunun
faydalandılar. Şam bölgesinin valiliği onlara
cevabını Kureyş’in ve özellikle Ebu Süfyan
verildikten sonra, bunu Emeviler Devleti kurulup
liderliğindeki Ümeyyeoğulları’nın yukarıda
burası başkent ilan edilene kadar bir daha hiç
çerçevesini çizdiğimiz siyasi konjonktürü çok
bırakmadılar.
kısa sürede kavramalarında aramak gerekiyor. Onlar biliyorlardı ki; irtidat edenler özde Kureyş’in liderliğine isyan ediyorlardı. Bu durumda onlara düşen yeni siyasi durumun savunucusu olmaktır. İrtidat eden kabilelere karşı savaşırken aslında Kureyş’in liderliği için savaşıyorlardı. Dün karşı oldukları Muhammed bugün, Kureyş’in önderliğinde gerçekleştirilecek Arap birliğinin sembolü idi. Putlar “out”, Muhammed “in” olmuştu. Muhammed, yalancı peygamberlere karşı hak peygamberdi ve arkasında bir miras bırakmıştı. Bu mirasa sahip çıkarak Kureyş’i Arapların hâkimi yapabilirlerdi. İşte irtidat hadiselerinin kabile olgusu açısından diğer kabileler ve Kureyş cephelerinden böylesi bir arka planı vardır.
Bu denge politikasının bir diğer ayağı ise Haşimoğulları ve Ali’nin idareden uzak tutulması oldu. Ömer özelde Haşimoğulları’na genelde ise Peygamber’in ashabına Medine’de ikamet etme zorunluluğu getirdi. Bu durum, Haşimi-Emevi çatışmasında Haşimoğulları’nın elini zayıflatan bir durumdu. Ümeyyeoğulları eyaletlerde iktidar nimetinden faydalanıp güçlerine güç, çevrelerine çevre katarken Haşimoğulları ve Ali Medine’de bir şey yapmadan oturmak zorunda kalıyordu. Ümeyyeoğulları aynı zamanda yönetim konusunda da tecrübelerini sürekli geliştiriyorlardı. Ali’nin hilafeti sırasındaki başarısızlığının geri planında biraz da bu tecrübesizliği yatmaktadır. Ebu Bekir ve Ömer halifelikleri esnasında
Ebu Bekir ve Ömer’in Kabile Etkisine Karşı
asabiyetten bazı yönlerden faydalandıkları
Aldıkları Tedbirler
halde, uyguladıkları denge politikasının
Ebu Bekir ve Ömer, halifelikleri esnasında kabilevi etkinin muhalif bir unsur olarak açığa çıkmaması için bazı tedbirlere başvurdular. Uyguladıkları politika kabileler arası denge politikası idi. Bu politikanın iki önemli ayağı vardı. Birincisi; her iki halife de en yakın akrabalarını önemli mevkilere getirmediler. Ayrıca kendilerinden sonra çocuklarını hilafetin başına getirme teşebbüsünde bulunarak saltanata kapı aralamadılar. Ait oldukları kabileleri idari işlerden uzak tutmaya çalıştılar. İkincisi; eyalet valiliği, ordu komutanlığı gibi görevleri paylaştırırken kabileler arası denge politikası güttüler. Ancak belirtmemiz gerekir ki bu denge çoğunlukla Kureyş içi kabileler arası bir denge oldu. Böylece iktidar amaçlı mücadeleler ve muhalefet için kalkışmaların etkinliği minimize edildi. Bu denge politikası bir taraftan asabiyetin tesirini minimize ederken, diğer taraftan asabiyetten beslenen bir politika idi. Çünkü yapılan her tayin ve görevlendirmede asabiyet dikkate alınmak zorunda kalıyordu.
menfi tesirleri sonraki dönemlere miras olarak kalmıştır. Denge politikası yüzeysel olarak asabiyetin tesirini azaltmış ama gizlice varlığını sürdürmesine engel olamamıştır. Asabiyet sonraki dönemlerde bu iki dönemde bastırıldığından çok daha yüksek bir sıçrayışla olayların merkezine belirleyici sebep olarak oturmuştur. Osman Döneminde Kabile Asabiyeti Yeniden Meydanlarda Osman’ın halife seçimi İslam tarihinin gördüğü en adil seçim olmasına rağmen burada da kabile etkisini görmemek mümkün değildir. Ömer’in seçtiği altı kişilik heyetin her bir üyesi, Kureyş’in önemli bir kabilesine mensuptu. Ama bu heyette ne Ensar’dan ne de Kureyş dışı kabilelerden birisini görmek mümkün değildir. Yönetimde Kureyş’in bu bariz tekeli, diğer Arapların zihinlerinde kabilevi dürtüleri uyandıran sebepler oluyordu.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
71
Heyet tarafından halifenin seçimi ise Kureyş
isimleri atadıysa, Ali’de aynı şeyi yaptı. Tüm
içi kabile rekabetini çok net bir şekilde açığa
eyalet valilerini ve komutanları görevlerinden
çıkartmaktadır. Çekişme, en büyük desteğe
alarak yerlerine Haşimoğulları’ndan yeni
sahip olan Haşimoğulları ve Ümeyyeoğulları
görevliler atadı. O güne kadar iktidarda hiç
kabilelerinin adayları olan Ali ile Osman
görev alamayan Ensar’dan da bazı isimler bu
arasında geçti. Ümeyyeoğulları İslam öncesi
görevlerden pay sahibi oldular. Ali kabileler
dönemde sahip oldukları siyasi yeteneğe, Ebu
karşısında siyasetini Ebu Bekir ve Ömer gibi
Bekir ve Ömer döneminde eyalet valiliklerinde
denge siyaseti üzerine değil, Haşimoğulları’nın
kazandıkları tecrübeyi de ekleyerek büyük bir
liderliğinde, Ensar’ın ve Yemeni kabilelerin
propagandaya giriştiler. Haşimoğulları ise sönük
desteği üzerine kurdu. Bu politika denge
kaldı. İşe Ali’nin siyasi pragmatizm yoksunluğu
oluşturucu değil tam anlamıyla bölücü ve
da eklenince Osman’ın seçilmesi kaçınılmazdı.
parçalayıcı bir politikaydı. Haşimoğulları,
Denilmektedir ki; eğer o gün ortaya bir seçim
Ensar ve Yemenli kabileler bir blokken,
sandığı konma imkânı olsaydı ve insanlar tek tek
karşısında Kureyş’in diğer kabileleri ve özellikle
oy kullansaydı gene de seçilen Osman olacaktı.
Ümeyyeoğulları ile diğer kabileler muhalefet
Osman ilk büyük değişikliği idari görevlerdeki değişikliklerde yaptı. Ebu Bekir ve Ömer’in uyguladığı kabileler arası denge politikasını
blokunu oluşturdu. Bunlar arasında bir birlik yoktu kuşkusuz. Ama hepsi Ali’nin, dolayısıyla Haşimoğulları’nın iktidarına karşıydılar.
terk ederek, bazı istisnalar hariç tüm görevlere
Kureyş içi kabile bölünmesiyle ortaya çıkan
Ümeyyeoğulları’nı getirdi. Eyaletlerde valiler,
muhalefet Cemel savaşı gibi son derece hazin
bir valiye düşen sorumluluk bilinciyle hareket
olaylara yol açtı. Cemel’e katılanların temel
etmek yerine özelde Ümeyyeoğulları’nın genelde
amacı, Ali tarafından kendilerine verilmeyen
ise Kureyş’in temsilcisi ve haraç toplayıcısı gibi
iktidar payını elde etme çabasıydı. Ali adeta
davrandılar. Sanki her şeyin sahibi onlardı.
geçmişin intikamını alır gibi, Haşimoğulları
Adaletsiz ve zalimane uygulamalara imza
dışındaki Kureyş kabilelerine idari hiçbir görev
attılar, bulundukları eyaletlerdeki kabilelerin
vermedi.
mensuplarını küçümsediler.
Bu dönemde Haşimi-Ümeyyeoğulları çatışması
Merkezde ise tam bir Ümeyyeoğulları devleti
Ali-Muaviye çatışması şeklinde ortaya çıktı.
oluştu. Şura heyeti Ümeyyeoğulları’nın aile
Ali’nin amacı iktidarı Haşimoğulları lehine elinde
meclisi gibiydi. Osman’ın ekonomik anlamdaki
tutmaktı. Muaviye’nin amacı da Ümeyyeoğulları
haksız uygulamaları, valilerin ve devlet
lehine elindeki valiliği bırakmamak ve
görevlilerinin iktidar imkânını kullanarak aşırı
mümkünse tüm iktidarı alabilmekti. Bu uğurda
zenginleşmesi Kureyş’e ve Ümeyyeoğulları’na
yapılan Sıffin savaşı belki de İslam tarihinin en
olan kini artırdı.
anlamsız ve aynı oranda birçok cana mal olan
Sonunda eyaletlerden gelen grupların Medine’de
tarihteki yürüyüşünü sürdürüyordu.
Osman’ın evini muhasara altına alıp onu şehit etmesiyle Osman devri kapandı. Bu isyan aslında çevre kabilelerin, Ümeyyeoğulları ve Osman özelinde Kureyş’in idari tekeline kabilevi bir isyanı temsil ediyordu.
bir savaşıydı. Kabile asabiyeti bir gölge gibi
2-Arap Siyasal İdeali: “Sosyal sebepler” ana başlığı altında üzerinde duracağımız ikinci önemli alt sebep “Arap siyasal ideali”nin ürettiği sorunlardır. Aslında
72
Ali Döneminde Asabiyetin Tesirleri
bu etki hem müspet hem de menfi tesir
Ali’nin idari siyasetinde uyguladığı politikalar
ortak bir ideal etrafında toplanarak, siyasi
Osman’dan farklı değildir. Ali bu açılardan Ebu
bir hedefe yönelmeleri doğrultusunda onları
Bekir ve Ömer’den çok Osman’ın bir takipçisidir.
teşvik ederken, diğer yönüyle de bunun kimin
Osman nasıl halife seçilir seçilmez tüm idari
liderliğinde yapılacağı problemi ayrılıkları
görevlere Ümeyyeoğulları’nı ve onlara yakın
körüklemekte ve ortaya liderlik için yarışan
uyandıran bir sebeptir. Bir yönüyle Arapların
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
birçok muhalif unsurun ortaya çıkmasına yol
çatışmalar ve kan davaları, Arapları sürekli
açmaktadır. “Arap siyasal ideali” deyimi ile neyi
parçalayan ve birleşmelerini engelleyen bir
kast ettiğimizi açıkladığımızda problem daha net
unsurdu. Dışarıdan gelen baskı ise Arap
anlaşılacaktır.
Yarımadası’nın büyük süper devletler tarafından
Her toplumda bireylerinin ortak olarak benimsedikleri ve meydana gelmesine çoğunlukla muhalefet edemeyecekleri siyasal
kuşatılmış olmasıydı. Yarımadanın kuzeyinde Bizans ve Sasani Devleti yer alırken, güneyde Bizans’a bağlı Habeşistan Devleti yer alıyordu.
bir ideal vardır. İstisnaların olabileceğini kabul
İçerden gelen baskı Arapların bir kısmını
etmekle birlikte bu çoğunlukla gözlemlenebilen
rahatsız ediyor olmalıydı. O günün dünyasında
bir olgudur. Sorun genelde bu idealin hangi
var olan devlet ve imparatorluklar gibi bir
tür araçlarla gerçekleştirileceği ve bunun
devlete sahip olma duygusu Arapların içten
kimin liderliğinde yapılacağı hususunda
içe arzuladıkları bir duyguydu. Nitekim
ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Oğuz Türklerinin
kaynaklar Arapların zaman zaman krallıklar
“Kızılelma” ülküsü ortak siyasal idealin tipik
kurma çabasına girdiklerini ama kabileciliğin
bir örneğidir. “Kızılelma” Türklerin cihan
parçalayıcı etkisi, dış tesirler ve Bedevilerin
hâkimiyetinin simgesidir. Günümüzde Filistin
özgürlük tutkusunun bu tür krallıkların varlığını
topraklarında yaşayan Müslümanlar, İsrail’in
sürdürmesine engel olduğunu söylemektedir.
işgalinden kurtulmak ve Kudüs’ü Filistin devletinin başkenti yapmak gibi bir siyasal ideale sahiptirler. Marxist, liberal, İslamcı bütün Filistinliler bu ideali benimserler. Hatta bu neredeyse tüm dünya Müslümanlarının ortak olarak destek verdikleri siyasal bir idealdir. Kur’an’dan bir örnek verecek olursak; Musa’nın gönderildiği toplum olan İsrailoğulları’nın siyasal ideali, Firavun’un hâkimiyetinden ve köleliğinden kurtulup Mısır topraklarından çıkarak vaat edilmiş topraklara ulaşmaktı. Örnekler çoğaltılabilir. Peki, Muhammed’in peygamber olarak gönderildiği Arap toplumunun ortak siyasal bir ideali var mıydı? Bu soruya müspet cevap vermek zorundayız. Çünkü bu ortak idealin olmadığını söylersek, İslam’ın o en eski tarihinde yaşanan bazı ihtilafların ve kavgaların sebeplerini izah etmekte güçlük çekeriz. Daha da önemlisi, birbirleriyle savaşmaktan başını kaldıramayan Arap kabilelerinin birleşerek yaptıkları fetihlerle çok kısa bir sürede o günün dünyasının iki büyük süper gücünü nasıl alt edip büyük bir
Olay sadece bir özlemden de ibaret değildir. Bizans ve Sasani’den gelen baskı, aynı zamanda Araplar için bir tehdit unsuruydu. Her ne kadar ağır çöl koşulları buraların dış istilalara uğramasını engelliyor olsa da bu tehdit her zaman varlığını sürdürüyordu. Diğer taraftan bereketli hilalin zenginlikleri Araplar için bir cazibe unsuruydu. Kabileler olarak kendi aralarında otlak ve su kaynakları gibi imkânları sürekli bir savaş sebebi sayan ve bunları ele geçirmek için savaşan Araplar, Bizans ve Sasani’nin kontrolündeki toprakların kendi aralarında savaştıkları topraklara göre ne kadar büyük zenginlikler içerdiğinin de farkındaydılar. Bunlara gıpta ile baktıklarında şüphe yoktu. Rantla yaşamak o günkü Arapların temel ekonomik görüşüydü. Bu nedenle savaşarak hazır kaynaklara ve zenginliklere el koymayı, yani ganimeti ele geçirmeyi, üretmeye her zaman tercih ederlerdi. Bu nedenle ilk İslam devletinin –Peygamber ve Dört Halife dönemitemel ekonomik niteliği, savaşlardan elde edilen
imparatorluğa dönüştüğünü anlayamayız.
ganimetin –rantın- dağıtımı üzerine kurulmuş
Bu idealin ne olduğunu açıklamadan önce
ayetler hatta bu anlama gelen bir ismi taşıyan
o dönemin Araplarının içten ve dıştan
bir sure (Enfal) bile vardır. Bereketli hilaldeki
karşı karşıya oldukları baskı unsurlarından
zenginliklere göz dikmiş olan ve bu arzuyla
bahsedeceğiz. Araplarda bu durum bir tür
yanıp tutuşan Arapların bunları ele geçirmek için
kuşatılmışlık duygusu yaratıyordu. İçerden
ihtiyacı olan şey bir “birlik”ti.
gelen baskı, kabilevi etkiden kaynaklanıyordu. Kabileler arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen
olmasıdır. Kur’an’da ganimetin dağıtımına ilişkin
Arapları dışa karşı tahrik eden diğer bir husus
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
73
da Arap Yarımadası’nın popülasyonunun hızla
yeni topraklara ve kaynaklara duyduğu ihtiyaç;
artmasıydı. Çok evlat sahibi olmak Araplar için
Bizans, Sasani ve Habeşistan’ın kontrolündeki
hem bir gurur vesilesi, hem de kabile yapısı
topraklardaki ganimetler ve zenginliklere
içinde güçlü olmanın tek yoluydu. Bu nedenle
duyulan iştah Arapların zihninde bir siyasal
çok evlilik yapıp, çok çocuk sahibi oluyorlardı.
idealin temellerini atmış olmalıdır. İşte bu
Bu da yarımadanın dünya nüfusuna sürekli
siyasal ideal; tüm Arapların birleşerek Bizans,
ve hızlı bir katkıda bulunmasına yol açıyordu.
Sasani ve Habeşistan Devletine galip gelmesi
Ancak çöl şartlarının imkânları bu kadar hızla
ve buralardaki zenginliklere, topraklara
artan nüfus için yeterli olmuyordu. Bu nedenle
kısacası ganimete el konması idealidir. Bunun,
yarımadanın ortasından dışa doğru sürekli
o günlerde birazcık varlığının ve çevresinin
göçler yaşanıyordu. Fırat’ın güneybatısında
farkında olan ortalama bir Arap’ın asla itiraz
kurulan Gassani devleti, buralara göç eden
edemeyeceği bir ideal olduğu açıktır. İşte biz bu
Araplar tarafından kurulmuştu. Irak civarında da
ideale “Arap siyasal ideali” diyoruz. Bu ideal
bu türden irili ufaklı Arap devletleri kurulmuştur.
Arapların paylaştıkları bir ideal olmasına rağmen
Ancak bu devletler çoğunlukla Bizans’ın ve
belirttiğimiz gibi kabilecilik bu idealin hayata
Sasanilerin kontrolüne geçmiştir.
geçirilmesinin önündeki en büyük engeldi.
Araplar üzerinde derin bir baskı oluşturan, süper güçlerden gelen tehditleri Abdulaziz Duri’nin “İslam İktisat Tarihine Giriş” isimli kitabından yapacağımız bir alıntı ile ortaya koyalım: “Arap toplumları, Miladi 6. Yüzyılda son derece müşkül bir vaziyetle karşı karşıya geldi. Bu dönemde iki büyük devlet, batıda Bizanslılar, doğuda Sasaniler Arap toplumlarına saldırmaya başladı. Bizanslıların müttefiki olan Habeşliler, Yemen’i işgal ettiler. Buna Kinde’nin çöküşü eşlik etti. (Kinde; 5. yüzyıl sonları ile 6. yüzyılda özellikle Arabistan’ın orta kesimindeki çeşitli kabileleri merkezi bir otorite altında birleştirme yönündeki ilk girişimlerde bulunan kabilenin ismidir. Bu girişim 6. Yüzyılda başarısızlıkla sonuçlandı H.T.) Bizanslılar, Gassaniler’in Şam’daki varlığına darbe vurdular. Yine Sasaniler Münziroğulları’nın Irak’taki varlığına son vererek,
etrafında birleştiren farklı bir faktöre ihtiyaç vardı. İşte İslam’ın evrensel çağrısı Arapların zihnen etrafında kilitlendikleri bu idealin önündeki kabilecilik engelinin aşılması açısından birleştirici bir faktör oldu. Ebu Bekir zorla da olsa Ridde savaşlarının ardından bu birleştirici faktörü Araplara kabul ettirdi ve fetihlerin önünde hiçbir engel kalmamış oldu. Davetine başladığı andan itibaren Peygamber’in bu idealin farkında olduğu, kendisinin de bu ideali belli yönleriyle taşıdığı ve hatta ilerleyen süreçte bu ideali siyasi programının bir parçası yaptığı açıktır. Peygamber’in siyasi programı “Arap siyasal ideali”nden beslenmekteydi. Olaya bu açıdan baktığımızda, fetihleri ve savaşı dinin asli unsuru olarak gören din algılarının ne kadar temelsiz oldukları da ortaya çıkmaktadır.
onun ve Basra Körefizi’nin diğer bazı kısımları
Peygamber’in “Arap siyasal ideali”nin farkında
üzerindeki dolaysız hâkimiyetlerini genişlettiler.
olup bunu davetinde ve siyasi programında
Sasaniler’in nüfuzu altına girinceye kadar Yemen,
kullandığına ilişkin bazı örnekler verelim.
iki devlet arasında bir mücadele alanı olarak
İbni İshak’ın siyerinde Peygamber’in yakın
kaldı. Bu suretle Araplara ait yönetimler ortadan
akrabalarına şu şekilde hitap ettiği nakledilir:
kalkarak, Arap toplumu yabancıların direkt tehdidiyle yüz yüze geldi.” (s.18)
“Ey Kureyş cemaati, bana itaat edin ki, kıyamete kadar bütün insanlar da sizin arkanızdan
Böyle bir tablo ile karşı karşıya bulunan
yürüsün.” Bunun üzerine Ebu Cehil şöyle demiştir:
Arapların nasıl bir kuşatılmışlık duygusu içinde
“Vallahi ey yeğenim, biz sana biat edersek ne
yaşadıklarını tahmin etmek güç değildir. Bizans,
Mudar ne de Rabia eder.” Peygamber şöyle cevap
Sasani ve Habeşistan tarafından kuşatılmışlık
verdi: “İsteseler de istemeseler de (edecekler),
duygusu; Arap kabileleri arasında yüzyıllardır
vallahi onlar da, Acem de, Rum da biat edecek.”
süren çatışmalardan bıkkınlık ve Arap birliğine derinden duyulan arzu; sürekli artan nüfusun
74
Bu engeli ortadan kaldırıp Arapları bu ideal
İbni Esir’de şu olay nakledilir:
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Mekke’ye gelen bir tüccar Hatice ve Ali ile birlikte
“Şu adama bakın. Kalkmış, Suriye’nin köşklerini
namaz kılan Peygamber’i görünce Abbas’a
ve kalelerini fethedecekmiş. Hiç bunu yapabilir
bunun nasıl bir din olduğunu sormuş ve Abbas
mi?”
şöyle cevap vermiştir: “Yeğenim Muhammed, Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini, Kisra (İran hükümdarı) ile Kayser’in (Bizans imparatoru) hazinelerinin kendisine geçeceğini söylüyor.”
Genellikle gözlerden kaçırılan söz konusu hususu daha iyi izah edebilmek için bu konuda ulaştığımız tüm rivayetleri âdetimiz olmadığı halde aktardık. Rivayetler bize, gerek Peygamber’in çağrısından, gerekse müşrik ve
İbni Hişam’da şöyle bir rivayet geçer: Amcası Ebu Talib’in ölümüne yakın onun yanında karşılaştığı Kureyş önderlerine şunu söyledi: “Bir tek kelimeyi bana verin/söyleyin (yani La ilahe
münafıkların sözlerinden anlaşılacağı üzere, davetin baştan itibaren “Arap siyasal ideali” ile paralellik arz eden bir siyasi program içerecek şekilde yürüdüğünü göstermektedir.
illallah kelimesi) Araplara onunla hâkim olursunuz.
Nitekim Peygamber, Kureyş ve Yahudi
Acem de onu sizin lehinize kabul eder.”
problemini çözünce ilk işi Bizans’a yönelmek
Taberi’de geçtiğine göre, Ebu Cehil hicret öncesi, Peygamber’i öldürmek için toplanan gruba (alaylı bir dille) şunu söyledi:“Muhammed’in dediğine göre, ona uyarsanız, Arap’ın ve Acem’in hükümdarı olacakmışsınız”
olmuştur. Bizans topraklarına doğru yapılan Tebük seferi ve bundan önce yapılan Mute savaşı, elde edilen sonuç veya zarardan çok, Arapların siyasal idealinin temsilciliğinin ancak Peygamber’in önderliğinde Müslümanlar tarafından yapılabileceğini göstermek isteyen sembolik anlamlara sahipti. Mesaj, Bizans’tan çok diğer Arap kabilelerineydi. Şam’ın kızıl
Yine Taberi bize Hendek savaşı esnasında geçen şöyle bir olayı aktarır:
köşklerini, Fars’ın ve San’a’nın anahtarlarını istiyorlarsa Muhammed‘e tabi olmalıydılar. Mesaj buydu. Peygamber’in ölümüne yakın genç
Hendeğin kazılması esnasında çalışanların
Usame’nin komutasında hazırlayıp Rum diyarına
kıramadıkları bir kayayı balyoz darbeleriyle
göndermek istediği ordunun da en temel amacı
parçalayan Peygamber, birinci balyoz darbesinde:
buydu.
“Allahuekber! Bana Şam’ın anahtarları verildi. Buradan Şam’ın kızıl köşklerini görüyorum”, ikinci
Peygamber’in daveti özünde dini bir davetti.
balyoz darbesinde:”Allahuekber! Bana Fars’ın
Ama bu davet kendisini sosyal sorunlarla iç
anahtarları verildi. Buradan Medain’i ve onun
içe bir olgu olarak açığa çıkarıyordu. Putları
beyaz köşklerini görüyorum.”, üçüncü balyoz
reddederken adaletsiz uygulamalara, fuhşiyata
darbesinde ise: “Allahuekber! Bana Yemen’in
da karşı çıkıyor ve daha eşitlikçi, paylaşımcı ve
anahtarları verildi. Buradan San’a’nın kapılarını
daha ahlaklı bir davranış öngörüyordu. Çünkü
görüyorum” demiştir.
din, vicdanın sesi olduğu ve insanların dile
Bazı tefsir kaynakları (Zemahşeri) bize Peygamber’in Mekke’yi fethettiği gün, ümmetine Fars ve Bizans mülkünü vaat ettiğini, Münafıkların ise bunu küçümseyerek: “Muhammed kim, Fars ve Bizans mülkleri kim? Onlar Muhammed’den daha güçlü kuvvetli”
getiremediklerini gür bir seda ile haykırdığı sürece yeryüzünün ve hayatın dini olabilirdi. Aksi takdirde o din tapınak dini olarak kalmaya mahkûm olacaktır. Aynı zamanda din, o zamanın insanlarının ortak siyasi dili ve toplumsal ümidi de olduğu sürece anlamlı bir fonksiyon üstlenebilirdi. Arapların o dönemde boyun eğdikleri, üstünlüğü karşısında ezildikleri,
dediklerini söyler.
tam olarak işgali altında olamadıkları halde,
Yine aynı kaynaklarda Tebuk seferi esnasında
süper devletlere karşı birleşme ve ayağa kalkışta
münafıkların şu sözleri sarf ettiği rivayet
kullanılan siyasi dilin ifadelendirme temelini
edilmektedir:
bu din oluşturdu. Firavun’un köleliği altında
periferisinde sürekli baskısı altında yaşadıkları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
75
yaşayan İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışını
ederdi. İlk Müslümanlardan birisi olduğuna ve
sağlayan söylemin siyasi dilini ve öncülüğünü
o andan itibaren Peygamber’in yanından hiç
de Musa’nın daveti ile bu din üstlendi. Aynı
ayrılmadığına göre Peygamber’in “Arap siyasal
şey daha önce Mısır’da Yusuf’un dilinden
ideali” ile paralellik arz eden siyasal programını
ekonomik bir program diline dönüşmüştü.
Ebu Bekir’le birlikte oluşturmuş olması
Herhangi bir zaman ve yerde, baskı ve sömürge
muhtemeldir.
altında yaşayan insanlık için bu din “kurtuluş” veya “özgürlük” dilleri üretecek potansiyele her zaman sahiptir. Yeter ki bu perspektif kaybedilmesin. Ancak tabii ki belli bir bölgenin veya zamanın kendilerine özgü davaları bu din aracılığıyla özgün bir söyleme veya siyasi projeye dönüştürüldüğünde bunun dinin kendisi gibi algılanması doğru değildir. Bundan Peygamber bile istisna değildir. Arap siyasal idealinin Peygamber’in siyasi programında dillenmesi sadece o dönemi bağlayan bir durumdur, genelleştirilemez. Bize düşen kendi özgün koşullarımızı iyi anlayarak günümüz insanlarının pozitif ideallerini ve boğuşmak zorunda kaldıkları sorunlarını iyi anlayıp, bunları içeren ve güçlü bir sesle dile getirebilen, çözüm önerileri de içeren siyasi programlar ortaya koyabilmektir. Bunun yolu ise bu ideal ve problemlerin, dinin değişmez değerleri ile bağlantısının iyi kurulmasından geçmektedir. Bu kısa açıklamadan sonra konumuza geri dönelim. Peygamber’in ömrü siyasi programını tam olarak hayata geçirmek için yeterli olmadı. Onun ardından bu işi üstlenen kişi halifesi Ebu Bekir’di. Peygamber’in siyasi programını ve Arap siyasal idealinin bu programla ilgisini en iyi anlayanlardan birisi Ebu Bekir’di. O, yaşadığı çağın önemli entelektüellerindendi. Çok iyi bir nesep bilgisine sahipti. Başta Kureyş olmak üzere Arap kabilelerinin tarihini çok iyi bilirdi. Nesep bilgisine sahip olmak, toplumsal yapıyı iyi kavramak anlamına geliyordu. Bugünkü dille ifade edersek, Ebu Bekir çağının bir sosyologu idi. Toplumsal sorunlara son derece duyarlıydı. Kaynaklar bize halifeliğinden sonra onun hiç cariye edinmediğini söyler. Servetinin birçoğunu da köleleri satın alıp özgürleştirerek tüketmiştir.
Halife olunca Peygamber’in yarım bıraktığı yerden bu projeyi hayata geçirmeye girişti. Ama siyasi programın hayata geçmesini engelleyen önemli bir sorun vardı. Arap siyasal idealinin kendi liderlikleri altında gerçekleşmesini isteyen diğer Arap kabileleri başlarındaki yalancı peygamberlerle, Muhammed’in ölümünü fırsat bilip, Medine’yi de kendi kontrollerine almak istiyorlardı. Muhammed’in siyasi programını örnek alarak, kabileciliğin parçalayıcı etkisini yalancı peygamberlerin birleştiriciliği ile aşmak istiyorlardı. Özünde Arapların birliğini öngören “Arap siyasal ideali” burada ayrılığın, çatışmanın ve muhalefetin sebebi haline dönüşüyordu. Ebu Bekir’in Peygamber’den devraldığı siyasi programını uygulamak için çok fazla bir alternatifi yoktu. Ya diplomatik yöntemi seçecek, ya bu kabile isyanlarına karşı mağlup olacak, ya da savaş yöntemini seçip tüm kabilelere kılıçla boyun eğdirecekti. Peygamber’e verilen bir deve yularını bile onlardan alması gerektiğine dair kararlı sözleri, yaptığına Peygamber üzerinden meşruiyet sağlama çabasından başka bir şey değildi. Asıl amacı ise, bir an önce söz konusu siyasi programı hayata geçirmekti. Bunun için önündeki engelleri en kestirme yoldan geçmek istedi. Bu mazeret onu haklı kılar mı bilemeyiz, ama en acımasız yöntemleri seçerek, irtidat eden tüm kabilelere boyun eğdirmekte oldukça kararlı davrandı. Arapları İslam bayrağı altında tekrar bir araya topladı. Artık “Arap siyasal ideali”nin gerçekleştirilmesini hedefleyen siyasi programın uygulamasını başlatabilirdi. Birleşen Arapların tüm enerjilerini Bizans ve Sasani imparatorluklarının fethedilmesi için dışarı doğru yönlendirdi. Şimdi zaman fetih zamanıydı…
Son derece zahitti. Peygamber’in baş danışmanı ve sırdaşıydı. Daha Mekke’deyken Peygamber pazar yerlerinde kabilelerle davet ve antlaşma yapmak amacıyla görüşmeler yaparken, görüştüğü kabileler hakkındaki bilgileri ona Ebu Bekir verir, ona birçok konuda rehberlik
76
3-Fetih hareketleriyle ortaya çıkan sosyolojik değişim Fetihler, Arap siyasal idealinin hayata geçirilmesinin en önemli aracıydı. İslam, bu fetihlerin yapılmasında birleştirici rol üstlendi.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İslam’ın yayılması bu fetihlerin tek amacı
başladı. Fakat zayıf, sınırlı ve hedefsizdi. İslam
değildi. Hatta bu amaç oldukça zayıf kalan –
ise Arapları birleştirdi ve onlara yüce bir davet
bazılarına göre de olmayan- bir amaçtı. Çok
bahşederek, yalnız Münbit Hilal’e değil tüm komşu
sınırlı sayıda insan İslam’ın yayılması amacıyla
ülkelere itti. İslami akım da İslam dinini kılıçla
fetihlere katılıyordu. Ancak, ilayı kelimetullah,
yaymada değil İslam egemenliğinin yayılmasında
şehitlik, İslam kardeşliği gibi dini kavramlar fetih
sembolize edilir. İnsanlar, dini kabul etmek,
savaşlarına katılanların motive olması ve birlik
cizye ödemek ve boyun eğmek arasında seçim
içinde hareket etmesi için büyük bir fonksiyon
yapmakta özgür bırakıldılar… Arapların zaferi
üstleniyordu. Fetihlere katılanlar yaşarlarsa
birinci derecede İslami eğilime bağlıdır. Yeni dinin
büyük bir zafer ve ganimetler, ölürlerse şehitlik
itici kuvveti, Arap insanının cesareti, atılımı ve
ve hurileri bol bir cenneti elde etme gibi bir
(İslam sayesinde ortaya çıkan) birliği bu başarının
vaatle karşı karşıyaydılar. Sonuçları böylesine
sırrını oluşturur. Bizans ve Sasani devletlerinin
kesin bir vaat için savaşıyorlardı. Çöllerden ve
iç zayıflığı ise –dini ayrılık, toplumsal farklılık,
Arap Yarımadası’nın derinliklerinden çıkıp akın
vergi zulmü, uzun savaşlar sonunda yorulma gibi-
akın fetih hareketlerine katıldılar. Bu büyük
Arapların galibiyetine yardım eden bir etmendi.
motivasyon büyük zaferler getirdi.
Fakat bu etki negatif bir etkiydi. Pozitif etki ise,
Ama görülen o ki, Araplar özde gene rant için;
bizzat Arapların kendileriyle ilişkiliydi.
yani ganimet için savaşıyorlardı. Dolayısıyla
Arap yayılma dalgası (yani fetihler), İslami
fetih hareketleri özünde, yeni ulaştıkları
akımın gücünü sembolize ettiği kadar, İslami
beldelerdeki halkların vicdanlarının sesini dinin
akımın kabilevi akımı genel bir Arap akımına
ruhu ile yeniden dillendirecek ve onlara bu
dönüştürmesini temsil eder.” (s. 88-90)
ruhu taşıyacak hareketler olmaktan çok, birer ganimet ve toprak elde etme hareketleriydi. Bunu söylemekle İslami misyonerliğin gerekliliği savunusu yapmıyoruz. Zaten fetih hareketleri asla bir İslami misyonerlik hareketi olmadı. Evet, fethedilen topraklardaki halklara öncelikle Müslüman olmaları teklif ediliyordu, ama bu konuda asla bir zorlama söz konusu olmadı. Fetihlerin ruhunu tam olarak kavrayabilmek için bunu net cümlelerle ortaya koyan Abdülaziz Duri’den bir alıntı yapacağız. Duri “İlk Dönem İslam Tarihi” kitabında şöyle diyor:
İşte fetihlerin anlamı budur. Peki, fetih hareketleri sonucunda nasıl bir yeni sosyolojik durum ortaya çıktı ve bu yeni sosyolojik durumun ürettiği sonuçlar muhalefet hareketlerinin ortaya çıkmasına hangi yönden etki etmiştir, şimdi bunun üzerinde duralım. Fetih hareketleri beraberinde göç olgusunu da tetikledi. Arabistan’ın ortalarında kendilerini sıkışmış hisseden Araplar yeni fethedilen bölgelere hızla göç etmeye başladılar. Göç aynı zamanda teşvik edilen bir husustu. Ömer, Arapların cihat eden bir toplum olmalarını
“İslam ise Arap göçü açısından yeni bir şey
istiyordu. Bu cihada katılmayanlara maaş
ortaya koymadı, fakat yeni bir parola ve yeni bir
vermiyordu. Cihada katılmak için yeni yerleşim
düzenleme oluşturdu. Bu da İslam kuvvetlerinin
bölgelerindeki garnizonlara yerleşmek
fetihlerdeki büyük başarısının nedenini oluşturdu.
ve buradan hareket için emir beklemek
Buna göre Arap fetihleri, yarımadada iktisadi
gerekiyordu. Askeri hareketler için garnizon
durumun çökmesinden kaynaklanan sonuncu
amacıyla kurulan yeni yerleşim birimleri
büyük Sami göçüdür. İslam fetihlerinin İslam’ı
zamanla büyük birer şehre dönüştü. Bu
yayma olduğu yolunda yaygın söylentilerin de
şehirlerin tamamı Ömer zamanında kurulan
bir doğruluğu yoktur. Neşredilen İslam dini değil
şehirlerdir. Kabileleri veya aileleriyle buralara
onun siyasal egemenliğidir. Bunun kanıtı da fetih
göç eden Araplar, gene kabile düzeni içinde bu
sırasında ve sonrasında misyoner hareketinin
şehirlere yerleştiriliyordu.
olmayışıdır…
Bu anlamda fetihler, şehir yaşamına yani
Arap dalgası –eğer bu tabir uygun olursa-
medeni oluşa geçişi de temsil ediyordu İbni
fetihlerden iki yüzyıldan fazla bir zaman önce
Haldun’un deyimiyle Bedevilik artık Hadariliğe
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
77
dönüşüyordu. O güne kadar inanç, ibadet
Kabilelerin yeni şehirlere göçü beraberinde
sistemi ve şeriat kuralları olarak insanların
kabile parçalanmasını da getirdi. Bazı kabileler
hayatına giren İslam artık bir medeniyet dinine
bütün olarak bir şehre göçerken, bazen de
dönüşüyordu.
parça parça farklı merkezlere göçüyordu.
Fetihlerle ortaya çıkan şehirleşme olgusunu Wellhausen “Arap Devleti ve Sukutu” isimli kitabında şöyle açıklıyor:
karmaşık kabile yapılarını ortaya çıkardı. Ortaya çıkan problemlerde tek bir kabilenin gücü bu sorunların üstesinden gelmek için yeterli
“(Yeni şehirler) yeni şartlara uygun olarak fethedilen eyaletlerde tamamıyla bir ordu halinde organize ediliyordu. Vatandaş listeleri ordu tomarları idi, kabile ve aşiretler alay ve taburları teşkil ediyorlardı. Bunlara bütün Araplar değil sadece aktifler, “mukatile”, yani savaşçılar kabul olunuyorlardı. Evde kalanlara karşılık bu mukatile’ye “muhacire”, yani harbin idare edildiği büyük askeri ordugahlara hicret edilenler de deniliyordu. Çünkü hicretin manası artık kaçmak değil, bilakis (çoluk çocuk ile birlikte) vazife almak üzere bir siyasi-askeri merkeze göçmek idi. Yalnız orduda ve merkez ordugâh şehirlerde İslam’ın vatandaşlık haklarının bütününe sahip olunuyordu; gayri faal surette yurtlarında, sürüleri yanında kalan bedevilere tam vatandaş veya ümmetten nazarı ile bakılmıyordu. Asıl darü’l-hicre veya Dar’ül İslam Medine (şehir anlamında) idi. Önceleri faal şahısların akını oraya
olmuyordu. Bu durum yeni ittifakları ortaya çıkardı. Artık kabileler kendilerini ait oldukları küçük kabile birimleri yerine bunların bağlı olduğu daha büyük ana kabile gövdeleri ile ifade etmeye başladı. Artık küçük bir kabile mensubu olmaktan çok, örneğin Yemenli olmak veya Kahtani olmak daha önemli bir özellik haline geldi. Gelirlerin farklılaşması, Arapların o güne kadar tanışmadıkları veya çok da önemsemedikleri sosyal sınıf oluşumunu ortaya çıkardı. Maaş dağıtım sistemindeki adaletsizlik veya idari işleri ellerinde bulunduranların konumlarından faydalanarak zenginleşmesi bu tesiri hızlandırdı. Çölde yaşayan bedevilere göre ticareti bilen şehirli Arapların, yeni sosyal yapılaşmanın ortaya çıkardığı imkânları derhal fark ederek bundan faydalanmaları da farklılaşmayı artırdı.
yönelmişti. Sonraları buna eyalet merkez şehirleri
Fetihlerle genel anlamda zenginleşen Araplar,
katıldılar; hicret artık buralara da mümkündü.
yeni beldelerde gördükleri farklı yaşam
Suriye’de eskiden mevcut şehirler böyle merkez
biçimlerinden de etkilenerek çölde alışık
olarak seçildi. Diğer yerlerde yeni askeri şehirler
oldukları yaşam biçimini de değiştirdiler. Yiyip
tesis olundu; Mısır’da Fustat, Roma Afrikası’nda
içtiklerinden giydiklerine ve oturdukları evlere
Kayravan, fakat bilhassa Irak’ta Basra ve Kufe
kadar artık her şey daha lüks, daha zevkli ve
gibi.
daha farklıydı.
Araplar merkez haline getirdikleri bu noktalardan
Ömer döneminde enerjisini savaşmaya veren
eyaletleri itaat altında tutuyorlardı. Bu tam bir
Araplar yeni sosyal durumun sonuçlarını fazla
askeri hakimiyet idi. Kumandaları altında bir bölge
hissetmedi. Savaşlardan elde ettikleri bol
fethedilmiş olan emirler bu bölgenin ilk valileri
ganimetler onları yeteri kadar tatmin ediyordu.
oluyorlardı; bunların halefleri de öncelikle askeri
Ömer’in oluşturduğu atâ sistemi, Medine’de
reisler idi. Fakat nasıl ordu aynı zamanda ümmet
savaşlara katılmadan toplanan haraçlarla
idiyse, emir de aynı zamanda imam, mescitte,
yaşayan farklı bir sınıfı da ortaya çıkardı. Tüm
hassaten hutbeyi irad ettiği Cuma günleri, namazı
Araplardan farklı olarak Mekke ve Medine’de
kıldıran idi. Savaş ve ibadet beraberce onun
yaşayan sınırlı bir grup, bu atâ sisteminden
yetkisi altında idi. Bunun yanında tabiatıyla icra
-savaşlara katılmasa ve yeni yerleşim
ve bununla da kaza yetkisine sahipti, çünkü barışı
bölgelerine hicret etmese bile- en büyük payı
emretme kudreti de bu yetkiye bağlıdır. Önceleri
alıyordu.
emir adaleti de şahsen düzenliyordu. Sonraları başşehre bir kadı tayin edilmeye başlandı.” (s.12)
78
Bu durum genele şamil homojen olmayan
Osman zamanında bu sistemin sonuçları fethedilen bölgelerde daha fazla hissedilmeye
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
başlandı. Bunda Osman’ın Ümeyyeoğulları
sosyal yapılanmanın en önemli değişim unsuru
merkezli yönetim tarzının etkisi kadar fetihlerin
olan ekonomik değişimleri “ekonomik Sebepler”
yavaşlamasının da önemli ölçüde tesiri vardı.
başlığı altında daha ayrıntılı olarak ortaya
Osman’ın tayin ettiği valilerin eyaletlerde söz
koyacağız.
konusu ettiğimiz sınıfsal farklılık ve eşitsizliği şiddetle hissettirecek icraatlara imza atmaları eyaletlerdeki tansiyonu yükseltti. Yeni kurulan şehirlerde sınırlı miktardaki maaşıyla oturup yeni fetihler için emir bekleyen büyük bir kitle oluştu. Bu kitle artık çölün o mütevazı yaşam biçimine geri dönemezdi. Yeni yaşam biçiminin yüksek bir maliyeti vardı. Bu maliyeti fetihler devam ederken elde edilen ganimetler karşılayabiliyordu. Ancak fetihler duraksayınca ganimet geliri de bitti. Küçük miktardaki maaşlar yeni yaşam tarzının maliyetini karşılamıyordu. Bu nedenle yeni şehirlerde yaşayan Araplar dikkatlerini sosyal eşitsizliklere ve merkezdeki idare ile valilerin haksızlıklarına yönelttiler. Onların düşüncesine göre, bugüne kadar savaşarak elde edilen ve aslında kendi hakları olan bölgelerin gelirlerini Medine’de savaşmadan oturan bir grup Kureyşli ile bunların tayin ettiği vali ve komutanlar kendi aralarında paylaşıyordu. Kendilerine ise çok küçük bir pay düşüyordu. Savaşarak elde ettikleri fetih topraklarının nimetlerinden mahrum bırakılıyorlardı. Maaş dağıtımının kabile silsileleri dikkate alınarak çoktan aza doğru yapılması da kabileler arasında yeni bir kin sebebinin ortaya çıkmasına yol açtı. Maaş dağıtımında en büyük payı dağıtım pramidinin tepesinde yer alan Kureyş alıyordu.
II-Ekonomik Sebepler “Haberiniz olsun ki Mecusi Devleti kökünden yıkılmıştır. Artık onlar Müslümanlara zarar verebilecek bir karış toprağa dahi sahip değillerdir. Allah onların tüm varlıklarını sizlerin ellerine vermiştir. Bundan sonra Allah sizlerin nasıl davranacağınızı imtihan edecektir. Ben bu ümmet hakkında (dışarıdan gelecek tehlikelerden) kolay kolay korkmam, ancak sizin tarafınızdan gelecek kötülüklerden korkarım.” (II. Halife Ömer)
Dört Halife Döneminde Ekonomik Sistemin Şekli Dört Halife dönemindeki ekonomik sistem özü itibariyle Arap kabile yapısının ekonomik sisteminin bir devamı niteliğindedir. Antropoloji bize tarihi süreçte insanlığın geçirdiği evrelere göre bir-kaç farklı ekonomik sistemin hâkim olduğunu söyler. Avcılık ve toplayıcılık bunlardan en eski olanıdır. Bu sistemi toprağa bağlı üretim esasına dayanan tarım ekonomisi takip etmiştir. Avcılık ve toplayıcılıkta elde edilen şeyler derhal tüketildiğinden ticaret de yaygınlaşmamıştır. Ama tarıma bağlı ekonomik sistem, mal takasına bağlı ticaretin gelişmesine yol açmıştır. Bu ekonomik sistemler varlığını sürdürürken, bunlara bağlı farklı ekonomik yapılar da ortaya çıkmıştır. Örneğin tarımda elde edilen hâsılata veya ilkel üretimle elde edilen zenginliklere
Yeni kurulan şehirler muhalefetlerin merkezleri
savaşlar yoluyla el koyma esasına dayanan
haline dönüştü. Şehirler birbirleriyle çekişiyordu.
“ganimet ekonomisi” bunlardan birisidir.
Kufe Şam’la; Fustat Medine’yle; Basra ve Kufe
Tarıma bağlı üretim yapanlar genelde savaşçı
Medine’yle; Şam Medine’yle; bazen Basra
topluluklar değildir. Güçlü savaşçı toplumlar
Kufe’yle; bazen de tüm şehirler Medine ile
ise genelde üretme zahmetine katlanmak
çatışıyordu. Şehirlerin merkez başkent olan
yerine tarım veya ticaretten elde edilen ürün
Medine’ye isyanı böyle başladı. Osman’dan
ve zenginliklere zorla el koyarak hayatlarını
sonra başkenti Kufe’ye taşıyan Ali buradan
sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Arap kabile
Şam’da konumlanan Muaviye’ye karşı mücadele
yapısında toprağa bağlı üretim yaygın değildir,
etti. Medine önemini yitirdi.
çünkü çöl buna imkân vermemektedir. Tarım
Yeni sosyal yapının ortaya çıkardığı çekişme ve muhalefetin arka planında ekonomik nedenler çok büyük bir paya sahiptir. Bu nedenle yeni
Arapların bildiği ve onlara uygun olan bir üretim biçimi değildir. Sınırlı bölgelerde bu olsa da çoğu kabile hayvancılık yaparak hayatını sürdürürdü. Eğer güçlü iseler diğer kabile veya bölgelere
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
79
saldırarak buradan elde ettikleri ganimetlere el
ve devletin bu rantçı niteliği Ömer b. Hattab
koyarlardı. Bu nedenle Arap zihniyetine toprak
döneminden itibaren biçimlendi… Çünkü bütün
mülkiyeti kavramı oldukça geç bir zamanda
insanlar haraca ve ehline muhtaçtır. İşte bu,
yerleşmiştir. Araplar arasında hurma ağaçları
İslam’da rant ekonomisinin ve rant devletinin
satılır, ama ağacın büyüdüğü toprak pek de
özüdür.” (s.232)
satışa konu olmazdı.
Evet, görüldüğü gibi, Dört Halife döneminde
İşte Dört Halife döneminde geçerli olan
devlete “ganimet”e dayalı bir rant ekonomisi
ekonomik sistem, Arapların hayatında önceden
hakimdir. Devletin ekonomide oynadığı
beri zaten var olan bu “ganimet ekonomisi”dir.
rol; savaşlardan elde edilen zenginlikler ve
Fetihlerin en temel amacı yeni ganimetler elde
üretim yapan çiftçilerden toplanan “haraç”tan
etmekti. Çünkü Arap toplumu bu ganimete
oluşan bu ganimeti dağıtmaktan ibaretti.
muhtaçtı. Cabiri Arap-İslam Siyasal Aklı” isimli
Yani “haraç”ı toplamak ve “atâ”yı (maaşı)
kitabında “ganimet”i şöyle açıklıyor:
dağıtmak… Ancak bundan da önce ganimetin
“Ganimetten, ekonominin, efendi-köle, feodalservaj, ve sermayedar-işçi ilişkileri gibi üretim ilişkilerine değil, temelde “harac”a ve “rant”a dayalı olduğu toplumlardaki ekonomik etkenin oynadığı rolü kastediyoruz. “Haraç”tan kastedilen, Müslüman hukukçuların bu kelimeye yüklediği anlam değil, İslam’da devletin, Müslümanlardan ve gayri Müslimlerden vergi olarak aldığı her şeydir… Daha geniş anlatımla, burada “haraç”tan galibin mağluba geçici veya sürekli olarak yüklediği, bütün ayni yükümlülük ve vergileri kastediyoruz. Galip ister hükümdar, ister kabile, ister devlet olsun; tahsil işini ister kendisi yürütsün, isterse mültezimler veya her türden aracılarla yapsın; mağlup ister galibin tabileri ve reayası olsun, isterse kabile, halk ve devlet gibi yabancı olsun. Burada kullandığımız biçimiyle “haraç” kavramı ile modern anlamdaki “vergi” arasındaki fark, verginin kamu yararı adına, bir tür rızayla alınması, kanunla belirlenmesi, yöneten veya yönetilen herkesçe ödenmesi, “haraç”ın ise esasen güçlünün yüklediği zorunlu miktar oluşu, galibe boyun eğerek galip hiçbir şey ödemeksizin mağlup tarafından ödenmesidir. “Rant” ile kişinin “mülkleri”nden ya da “hükümdar”dan sürekli biçimde sağladığı, herhangi bir üretim işlemine gereksinim duymaksızın yaşadığı nakdi veya ayni geliri kastediyoruz. Sahibinin hiç bir üretim çabası harcamadığı ve bir artırım sonucu olmayan her türlü ham gelir, kaynağı ister ülke içinden, isterse dışından olsun, ranttır.” (s.61) “Ganimet ekonomisi iki temele dayanır: Haraç… Öte yanında da atâ (maaş yoluyla dağıtım). Bu çağdaş deyimle rant ekonomisidir, buna dayanan devlet de rant devletidir. İslam’da ekonominin
80
kaynağını üretebilmek için fetih organizasyonu yapmak devletin birinci fonksiyonu oluyordu. Fetihleri organize et, ganimeti topla ve bunu dağıt… İşte Dört Halife döneminde devletin en temel ekonomik icraatları –hatta tüm icraatı- bunlardan ibaretti. Bu nedenle fetihler özünde “ganimet” için yapılıyordu. Fethedilen bölgelerin halkından toplanan cizye ve haraçlar beytülmalin temel gelir kaynağını oluşturuyordu. Müslümanlar ise kırkta bir oranındaki zekât ve sınırlı miktardaki öşür dışında herhangi bir vergi ödemiyordu. Eğer arazilerin sahipleri Müslüman ise toprak vergisi olarak onda biri geçmeyen sınırlı bir vergi öderken, Gayri Müslimler yüzde elliye varan ağır vergiler ödemek zorunda kalıyordu.
Ömer Döneminde Ganimet Ekonomisinin Kurumsallaşması ve Bunun Topluma Yansımaları Ebu Bekir halife seçildiğinde irtidat eden kabilelerin bu muhalefetlerinin en temel gerekçesi zekât vermeyi reddetmeleriydi. Çünkü Peygamber’e özel bir anlaşma ile verdikleri zekâtı, Ebu Bekir’e de vermeyi ona boyun eğmek olarak anlıyorlardı. Yani rant ekonomisinin, kendi zenginliklerinden rant devşirilen mağlupları konumuna düşüyorlardı. Bu yüzden isyan ettiler. Ebu Bekir de savaşarak onlara boyun eğdirdi. Bu problemi çözen Ebu Bekir’in derhal fetihleri başlattığından bahsetmiştik. İşte rant ekonomisi sistemine dayalı yeni devlet bu fetihlerden elde edilen gelirleri dağıtım işini de üstlendi. Ebu Bekir, elde edilen haraç ve diğer gelirlerin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dağıtımında eşitliği esas aldı. Kimseye bir
bir karar daha vermişti. Fethedilen yerlerde
öncelik vermedi. Çünkü ona göre fazilet ve
çok geniş miktardaki araziler ganimet olarak
takvanın sevabını vermek Allah’a aittir. Dağıtılan
alınmıştı. Savaş ganimetleri hukukuna göre
mal ise geçim problemidir. Bu konuda insanlar
ele geçirilen bu arazilerin beşte biri haricindeki
eşit olmalıdır.
kısmının savaşanlar arasında dağıtılması
Ömer, Ebu Bekir’in sünnetini sürdürmedi. Müslümanlar arasında eşit dağıtım sistemini değiştirdi. Onun zamanında fethedilen bölgelerden büyük miktarlarda ganimetler Medine’ye akmaya başladı. Daha önceleri gelen ganimet anında dağıtılırdı. Ancak şimdi bunların muhafazası ve yıllık düzenli ödemeler halinde dağıtılması sorunu ortaya çıktı. Beytülmal kurum olma özelliğini Ömer zamanında kazandı. Divan, beytülmalde toplanan malların düzenli bir şekilde dağıtılması için oluşturulan kayıtlara verilen isimdir. Divan’ı ilk defa Ömer oluşturdu. Kaynaklar Divan sistemini Ömer’e İranlı iki kölenin önerdiği söylenir. Aynı köleler divan işinden de sorumlu oldu. Sasani Devleti idaresi altındaki topraklardan topladığı haracı belli bir divan sistemi çerçevesinde kayıt altına alırdı. İşte Ömer sistemi onlardan aynen devşirerek uygulamaya koydu.
gerekiyordu. Büyük ülkeler ölçeğindeki bu geniş toprakların dağıtılmasının anlamı ise, o noktada fetihlerin durması ve cihat eden kabilelerin bu topraklara yerleşerek çiftçilere dönüşmesiydi. Oysa Ömer daha önce de ifade ettiğimiz gibi cihat eden bir ümmet arzu ediyordu. Cihadın durmamasını fetihlerin arkasının kesilmemesini istiyordu. İkinci bir neden de şuydu: Eğer araziler dağıtılıp fetihlerin de arkası kesilirse beytülmale gelen gelirlerin arkası da kesilecekti. Devletin üzerine yükseldiği ganimet ekonomik sistemi bu durumu gerekli kılıyordu. Bu nedenle Ömer, söz konusu arazileri Mücahitler arasında dağıtmak yerine tümünün beytülmale ait olduğunu ilan etti. Üstelik bunu ganimetlerin dağıtılmasına ilişkin açık ayetlerle çelişme pahasına ve kendisine yapılan itirazlara rağmen yaptı. Tıpkı Bizans ve Sasani Devletlerinin yaptığı gibi, bu arazilerin gelirlerinin her yıl düzenli olarak beytülmale aktarılması ve
Ömer’in Ebu Bekir’den farklı olarak yaptığı bir diğer husus ise verilen maaşlarda (atâ) bir derecelendirmeyi esas almasıdır. Onun gerekçesi ise şuydu: “Ben” diyordu Ömer, “Resulullah’a karşı savaşanlarla, onun safında savaşanları bir tutmayacağım.” Maaştaki derecelendirmede esas aldığı birinci ölçü Peygamber’le birlikte mücadele etmeye, savaşlara katılmaya ilişkin bir dizi ölçüdür. Diğer bir ölçü ise Peygamber’e yakınlığına göre kabile listelerinin hazırlanmasıdır. Dolayısıyla Peygamber’in kabilesi Haşimoğulları’ndan başlamak üzere Kureyş ve ardından Ensar olmak üzere kabileler bir silsile halinde listelendi. Bunlara derecelerine göre farklı maaşlar belirlendi. Piramidin en üstünde yer alan küçük bir gruba çok yüksek maaşlar takdir edildi. Piramidin aşağısına doğru gidildikçe daha fazla kitlelere daha az miktarlarda maaşlar belirlendi. Kaynaklar bu dağıtım sistemini ve maaş miktarlarını ayrıntılı olarak anlatırlar. Biz bu ayrıntılara girmeyeceğiz. Ömer bu sistemi oluşturmadan önce çok önemli
buradan da yukarıda bahsettiğimiz atâ (maaş) sistemine göre Müslümanlar arasında dağıtılması kararını aldı. Araziler de eski sahiplerinde bırakıldı. Bu çiftçilerin Bizanslı ve Farslı efendilerinden sonra yeni efendileri Arap idi. Artık haraçlarını Arap efendilerine vereceklerdi. Fetihlerden bol haraç ve ganimetle, Ömer’in eşitsiz dağıtım sistemi bazı sonuçlara yol açtı. Atâ sisteminden yararlananlarla, savaşarak ganimetlerden pay alanların refah seviyesi yükseldi. Arap Yarımadası’nda o güne kadar hiç görülmemiş bir refah yaşandı. O güne kadar Araplar parasal ilişkilerinde binden daha büyük bir rakama ihtiyaç duymamıştı. Bu nedenle Arapçadaki en büyük rakam bindi. Şimdi binin bin katı (milyon) rakamlarıyla telaffuz edilen zenginliklere ulaştılar. Yaşantı tarzı değişti. Araplar arasında fethedilen yerlerin hayat standardına benzer yaşantı arayışları ortaya çıktı. Giyimden yemeğe, edinilen mekânlardan bineklere kadar her şey artık daha lükstü. Toplum artık Peygamber döneminin o kanaat ve fedakârlık toplumunu temsil etmiyordu. Her şey refah toplumunun standartları seviyesine
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
81
endekslenmeye başladı.
tarzını finanse etmek için yeterli olmuyordu.
Medine’de çoğu Kureyşli farklı bir zenginler sınıfı ortaya çıktı. Servet tekelleşmeye başladı. Ömer’in atâ (maaş) sistemi sayesinde diğer Araplara göre çok yüksek maaşlar alan bu sınıfın mensupları, çoğunlukla fetihlere katılmıyorlardı. Ayrıca Ömer bu sınıfın fetihlere katılmasına, hatta Medine dışına çıkmalarına dahi izin vermiyordu. Bunların çoğu tecrübeli tüccarlardı. Yaptıkları ticaretlerle servetlerine servet kattılar. Kaynaklar bize Zübeyr, Talha, Ubeydullah, Abdurrahman, Sa’d gibi sahabelerin devasa servetlerini miktarlarıyla aktarırlar.
Sadece rant (ganimet) ile yaşamaya alışan bir Arap için bu çok ağır bir durumdu. Bir anda dikkatler o güne kadar gördükleri ve hatta içlerinden bir kısmının zaman zaman itiraz ettiği bazı olumsuz durumlara döndü. Osman, yönetimde Ümeyyeoğulları merkezli bir yönetim sergiliyordu. Neredeyse tüm yöneticiler ve komutanlar onun ailesinden oluşuyordu. Ümmete ait olduğunu düşündükleri toprakları Ümeyyeoğulları, Kureyş’in bahçesi olarak görüyorlardı. Medine’de kendilerinden kat be kat fazla maaş alan bir sınıf vardı. Kendileri savaşırken bunlar orada oturup ganimeti kendi aralarında paylaşıyorlardı. Büyük miktardaki
Ömer Döneminde Başlayan Ekonomik Kurumsallaşmanın Osman Döneminde Muhalefete Yol Açmada Etkisi
servet, sahabenin ve Kureyşlilerin az bir
Ömer döneminde ortaya çıkan tablo, çok fazla
arazileri yakınlarına dağıtıyordu. Üstelik haksız,
bir rahatsızlık uyandırmadı. Dini ve ahlaki yorumlar nedeniyle valilere ve zenginlere dönük bazı eleştirilerin dışında ciddi bir muhalefet
hiçbir ölçü tanımadan kendi akrabalarına bol bol mal veriyor, hatta beytülmale ait olan adaletsiz kararlara da imza atıyor, itiraz edenleri cezalandırmaktan çekinmiyordu.
ortaya çıkmadı. İlginçtir, bu dönemin en büyük
Ömer’in, başlangıçta çok da önemsemedikleri,
muhalifi gene Ömer’in bizzat kendisiydi. Aşırı
arazilerin kendilerine dağıtılmak yerine
zenginleşme, lüks tüketim, şaşaalı yaşam,
beytülmale devredilmesi kararından ne
giyim ve yeme tarzlarını şiddetle eleştirdi. Aşırı
büyük bir zarara uğradıklarını ve fetihlerin
zenginleşmeyi önlemek için bazı valilerinin
nimetlerinden mahrum bırakıldıklarını geç de
servetlerinin önemli bir kısmını beytülmale
olsa anladılar. Şimdi ise en azından bu arazilerin
aktardı. Ancak sistemi kurumsallaştıran
gelirinin devlete değil, kendilerine ait olduğunu
da bizzat oydu. Kurduğu sistemin tehlikeli
bunların “mal-ı Allah” değil “malü’l-Müslimin”
sonuçlarını fark etmiş olmalıydı ki ömrünün son
olduğunu iddia etmeye başladılar. Eyaletlerin
anlarında atâ (maaş) sistemini eşit yapmak
kasalarında biriken paraların Medine’ye
istedi. Ancak bunu gerçekleştiremeden öldü.
aktarılmasına engel olmak ve bunun kendilerine
Bu sistemden kaynaklanan ciddi muhalefetlerin ortaya çıkmamasında Ömer’in şahsiyetinin ciddi rolü vardı kuşkusuz. Ama fetihlerin devam etmesi daha önemli bir etkendi. Fetihlerden dolayı hemen hemen tüm Arap toplumu tek bir ordu gibi cephelerdeydi. Peş peşe kazanılan zaferlerden elde edilen ganimetler, maaş dengesizliğinin göze çarpmasını engelliyordu. Osman halife olduğunda ilk yıllarda fetihler devam etti. Fetihler yavaşlama sürecine girdiğinde bolluk içinde yaşamanın tadına varmış olan Araplar bir şeyi fark ettiler; yeni yerler fethedilmediği için yeni ganimetler elde edemiyorlardı. Medine otoritesinin onlara maaş olarak biçtiği pay, alıştıkları hayat
82
bölümünün elinde yığılmıştı. Üstelik Osman
dağıtılması için itirazlarını yükselttiler. Çünkü tıpkı savaşta kazanılan ganimetlerin askerler arasında dağıtılması kuralında olduğu gibi, buraların gelirleri de askerlere verilmeliydi. Hatta bu gerekçe öne sürülerek eyalet kasalarına bazı yağmaların yapıldığı rivayet edilir. Aslında özde itiraz Ömer’in kurduğu sisteme idi. Ancak bunun gün yüzüne çıkması için gerekli şartlar ancak Osman zamanında olgunlaştı. Tüm bunlar Osman’ın iktidarına itiraz etmek ve onun hilafetten indirilmesini istemek için yeterli nedeni oluşturmuştu. Daha önce bahsettiğimiz sebeplerin üzerine, zengin fakir arasında oluşan uçurum ve yanlış ganimet dağılımının getirdiği ekonomik sebepler eklenince tüm beldeler
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
patlamaya hazır bomba haline geldi. Medineli
maaşları kendileri için istiyorlardı. Çünkü
muhaliflerle birlikte çevre eyaletlerden gelen
toplum değişmişti. Toplum Peygamber ve Ebu
muhalifler Osman’a karşı birleşerek “fitne
Bekir zamanındaki, o çöl hayatının mütevazı
dönemi” olarak isimlendirilen o dönemi başlatan
yaşamına alışkın, kanaatkâr ve fedakâr
İslam tarihinin en kritik muhalefet hareketine
toplum değildi. Bir lokma, bir hırkaya kanaat
giriştiler.
eden, boğaz tokluğuna gönüllü olarak ceht eden ve sorumluluklarına sarılanların sayısı
Ali Döneminde Ortaya Çıkan Muhalefetlerde Ekonominin Etkisi
iyice azalmıştı. Ali işte bu durumu anlamak istemiyordu. Tıpkı Peygamber döneminde ve ondan sonraki kısa bir dönemde olduğu gibi
Osman’ın şehadetinden sonra hilafete geçen
insanların daha aza kanaat etmesini, çok
Ali’nin ilk icraatlarından birisi atâ (maaş)
yüksek fedakârlıklar yapmasını, mala tamah
sistemini eşitlemek oldu. Artık herkes
etmemesini, cennet için çalışmasını ve infak
devletten eşit miktarda maaş alacaktı. Ali
etmesini istiyordu. Oysa toplumun çoğu çoktan
maaş dağıtımında Ömer ve Osman yerine Ebu
bu özelliklerini yitirmişti. Ancak bir karşılığı
Bekir’in yöntemini geri getirdi. Daha önce ifade
varsa bir şeye taraftar veya karşı olunuyordu.
ettiğimiz gibi halife olduğunda yaptığı önemli
Yeni moda, malı kim vaat ederse onun yanında
diğer icraat da valilik, komutanlık gibi önemli
yer almaktı. Bu nedenle Ali kendisine destek
idari makamlara Haşimoğulları’ndan akrabalarını
bulmakta ve taraftarlarını etrafında tutmakta
ve yakın çevresinden isimleri ataması idi. Ali
zorlandı. En yakınları bile –örneğin kardeşi
ekonomik alanda Ebu Bekir’in takipçisiydi. Ancak
Akil- mal vaatleri karşılığında Ali’den uzaklaşıp
siyasi kadro stratejisi Ebu Bekir ve Ömer’den
Muaviye’nin safına geçti. Bu yüzden Muaviye’nin
çok Osman’a benziyordu. Çünkü Osman da ilk
saflarında birçok sahabenin ve Kurra’nın
icraat olarak idari işlere Ümeyyeoğulları’ndan
bulunmasına şaşmamak gerekir.
akrabalarını ve yandaşlarını getirmişti.
Muaviye yaşadığı çağın ruhunu iyi kavradığı
Medine’de yüksek maaş alarak zenginleşmiş
için en hassas damar olan ekonomi faktörünü
aristokrat sınıf açısından maaşların eşitlenmesi
kullanarak çevresini sürekli genişletti.
kararı hiç de hoşnutluk uyandırmadı. Ali’nin
Taraftarlarının ve ordusunun sayısını artırdı.
idare ve ekonomi açısından ilk iki önemli kararını
Filibeli’nin anlatımıyla:
açıklamasından hemen sonra Talha ve Zübeyr gibi zengin aristokratlar derhal biatlerini geri çekerek Aişe ve Kureyş’in bir kısmının desteğini alıp Ali’ye isyan ettiler. Cemel savaşı Ali’nin siyasi ve ekonomik alanda yaptığı bu iki temel
“Muaviye yamalı Arap gömleğini haşmet tacıyla değiştirmiş ve Mekkeli bedevi, Suriye Kayseri olmuş, herkesi bağış ve bahşişe boğmuş, vatandaşına sistemli bir yönetim getirmişti. Ali
değişiklik nedeniyle çıktı.
ise Kufe’de pek yabancı idi. Sahabe ya şehit
Ali tarafından maaşların eşitlenmesi eyaletlerde
ahrete göçmüştü. (Hayatta olanların bir kısmının
düşük maaş alanlar açısından bu yönüyle
Muaviye’nin safına geçtiğini,bir kısmının da
sevindirici bir şeydi. Ancak Ali’nin anlamak
olaylar karşısında tarafsız kaldığını unutmamak
istemediği husus eşitlik talep edenler çoğunlukla
gerekiyor) Şimdi o manen kokuşmuş bir sosyal
daha mütevazı bir hayat istedikleri için değil,
topluluk içinde kalmıştı. Beni Haşim içinde İbni
mevcut ranttan daha fazla faydalanmak
Abbas gibi dahiler vardı. Fakat Ali onlardan
istedikleri için bu talebi dile getirmişlerdi.
istifade etmemiş ve her birisini bir şekilde (mal
Eğer eşitlik onların lehine bozulmuş olsa
vaadinde bulunmayarak) gücendirmişti.” (Filibeli
bu duruma pek de itiraz etmezlerdi. Ali’den
Ahmet Hilmi, İslam Tarihi, s.352)
beklentileri kendilerini ganimetten daha fazla yararlandırmasını sağlamasıydı. Osman’ın Ümeyyeoğulları’na yaptığını Haşimoğulları şimdi Ali’den bekliyorlardı. Eyaletler Ömer
olmuş yahut doğal ömrünü tamamlayarak
Filibeli’nin bu açık anlatımının üzerine, ekonomik faktörün Ali-Muaviye çatışmasında oynadığı rol üzerine fazla bir söze gerek kalmıyor.
ve Osman zamanında Kureyşlilere verilen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
83
III-Dini Sebepler
giriyor ve önceden sahip oldukları tüm kabilevi
Dini sebepler başlığı altında üzerinde
içlerinde taşımaya devam ediyorlardı.
duracağımız husus, İslam’ın doğuşundan itibaren Arap toplumunu nasıl tesiri altına
İşte bu durum, gelişen tarihi süreçte, saydığımız
aldığı ve o andan itibaren değişimde en temel
diğer etkileri de yedeğine alarak İslami
rolü oynadığı hususu değildir. Bu çok bariz bir
etkinin karşısında bir muhalefet unsuru olarak
meseledir. İslam, tesiri altına aldığı toplumda
dikilmesine yol açtı.
bireylerin ahlakı, dünyaya bakış açıları, inançları üzerinde çok büyük bir fonksiyon üstlenmiştir. Ancak Peygamber hayattayken dinin hedef haline getirdiği iki problemden birisi konusunda oldukça başarılı bir sonuç alınmışken, diğeri hakkında aynı başarının olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Bunlardan birincisi şirkin ortadan kaldırılarak tek Allah inancının yerleşmesidir. Bu konuda Muhammedi davet etkisi altına aldığı bölgelerde açık bir başarı gösterdi. Peygamber’in ölümünden kısa bir süre sonra tüm Arabistan Yarımadası’nda dikili tek bir put kalmadı. Hatta Peygamber’in hayattayken en büyük hedeflerinden birisi olduğunu söylediği; Arabistan Yarımadası’nda ikinci bir dinin barınmaması gerektiği hedefi o öldükten çok kısa bir süre sonra gerçekleşmiştir. Tabii ki yarımadada farklı dinlere mensup kişiler hep var oldu. Ama bunların siyasi veya muhalif bir güç olarak İslam’ın karşısına dikilmesi tamamen engellendi. Diğer husus ise kabilecilik olgusuydu. Peygamberi davet aynı zamanda kabileciliğe de muhalefet ediyor, onun yerine “takva”, “iman kardeşliği” ve “ümmet” kavramlarını ön plan çıkarıyordu. Ancak Peygamber hayattayken bu konuda net bir başarı elde edilemedi. İslam’ın karşısına kabilecilik bir engel olarak daima dikildi. Hatta Peygamber zaman zaman kabilecilikten yararlanmak zorunda kaldı. Bu husus tam olarak ortadan kalkmadı. Bunun iki temel sebebi vardı. Birinci olarak kabilecilik o günkü toplumun temel yapı taşıydı. Kısa bir sürede bunun değişmesini beklemek bir hayal olurdu. İkinci olarak, Hudeybiye antlaşmasından sonra kabilelerin hızla İslam’a girmeye başlaması, dini ilkelerin sindirilerek benimsenmesini engelledi. Kabilelerin çoğu İslam’a gerçekten samimi dini duygular ve ikna olmuşluk içinde değil, siyasi nedenlerle
84
dürtüleri, eski inanç ve alışkanlıkları bir yönüyle
A.Aziz Duri bu durumu “Kabilevi Akım” ile “İslami Akım”ın çatışması olarak nitelendirir: “Eski, burada kabile geleneklerinde karşımıza çıkıyor; yeniyi ise İslam daveti temsil ediyor. Daha Peygamber döneminde çatışma başlamıştı ve bu çatışma ölümünden sonra şu iki temel akım arasında cereyan etti: “Kabilevi akım” ve “İslami Akım”. İşte bu ikisinin çevresinde ilk dönem İslam sürecinde, tarihimizin en önemli olayları meydana geldi. İslami Akım’ın bakış açısı yarımadayı siyasi ve dini açıdan birleştirme ve bölünme etkenlerini ortadan kaldırıp İslam topraklarını genişletme, İslam’ın egemenliğini genel hayatta yayma yönündeydi. Kabilevi akım ise, merkezileşmeye karşı koyma, bazen İslam’ın eğilim ve ilkeleriyle çatışsa dahi kabilevi Arap geleneklerini sürdürme eğilimindeydi.” (A.Aziz Duri, İlk Dönem İslam Tarihi, 79)
A.Aziz Duri’nin bu ayrımını tüm süreçte net çizgilerle ayrılmış iki ayrı bloğun çatışması olarak anlamamak gerekiyor. Belki Peygamber hayattayken ve mücadelesinin belli bir aşamasına kadar bu bloklaşma oldukça netti. Ancak sonrasında ve özellikle Dört Halife döneminde tarafların, saydığımız sebeplerin tümünden az ya da çok etkilendiğini görüyoruz. Burada kimin hangi akımdan olduğunu netleştirmekten çok, hangi oranda hangi akımın tesirinde kaldığına bakmak, muhalefetlerin niteliğini anlamada daha faydalı olacaktır. Şunu da bilmek gerekir ki, İslam’ın tesiri bazen İslami bazı referansları iyi ya da kötü niyetlerle kendi özgün amacı için kullanma biçiminde de ortaya çıkabilmektedir. Daha Peygamber’in ölümünün ardından ilk halife seçiminde bu çatışmayı ve İslam’ın tesiri ile bundan faydalanma arzularını görebiliriz.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Beni Saide toplantısında Ensar İslam’a ne
kullanılmasının ilk örneklerini görüyoruz.
kadar hizmet ettikleri, Peygamber’in hamisi
Evlenmeyi zorlaştırdığı için mihre sınır getirmek
ve koruyucusu oldukları üzerinden halifelik
isteyen Ömer’e bir kadın Kur’an’dan bir ayet
hakkı talebinde bulunuyorlardı. Ebu Bekir ve
getirerek karşı çıkmış ve Ömer ona karşı bir
arkadaşları Kureyş’in (muhacirlerin) İslam’a
şey getiremeden kadının söylediğini tasdik
ilk girenler ve en çileli döneminde en büyük
etmek zorunda kalmıştır. Oysa Ömer’in
fedakârlıklara katlananların kendileri olduğunu
getirmeye çalıştığı kural Kur’an’ın getirdiği
anlatarak halifeliğin onların hakkı olduğunu
genel maksatlara daha uygundur. Ayet ise
savunuyorlardı. Bazıları ise Peygamber’in
daha spesifik gerekçelerin geçerli olduğu bir
hastalığında, yerine Ebu Bekir’i namaz imamı
bağlamda uygulanabilirdi. Ama şartlara göre
seçmesinin dini bir boyutu olduğunu söylüyor
Ömer’in yapmak istediği gibi bununla çelişen
ve Ebu Bekir’in bu nedenle halife olması
farklı hükümlerin de verilmesi değişen hayatın
gerektiğini iddia ediyordu. Haşimoğulları
şartlarına daha uygun bir uygulamaydı.
ve Ali ise Peygamber’in yakın akrabası olmanın, onun halifesi olmada temel dini bir gerekçe oluşturduğu üzerinden hak talebinde bulunuyorlardı. Aynı Ali, Haşimoğulları ve Ümeyyeoğulları kendisine açık destek verdikleri halde, Ebu Bekir’i kılıç/silah zoruyla indirme
Aynı şekilde Ömer fethedilen Irak arazilerini Mücahitler arasında dağıtmak yerine sahiplerinde bırakıp bunlardan elde edilen haracı beytülmale devretme kararını verince, insanlar ganimetlerin dağıtılmasına ilişkin ayetlerle itiraz
teklifini İslam’ın etkisiyle reddediyordu.
ettiler. Ömer bu ayete malların insanlar arasında
Ebu Bekir ve arkadaşları ise Peygamber’in daha
ilişkin bir ayetle cevap verdi. Tarihte ayetlerin,
hayattayken kendi yakınlarını makam, mevki
kişisel görüşlere bir delil kılınması döneminin
ve mal edinmeden uzak tutmasını gerekçe
kapısı artık açılmıştı. İlerleyen süreçte ayetler
göstererek Haşimoğulları’nın ve özelde Ali’nin
birbirleriyle çatıştırılacaktı. Bu yetmeyince
halife olmasının önüne geçmeye çalışıyorlardı.
sünnet ve hadisler, bu da yetmeyince sahabe
Ebu Bekir halife olunca isyan eden ve zekât vermeyi reddeden kabileler, zekât toplamayı
dolaşan bir devlet olmaması gerektiğine
sözleri ve uygulamaları deliller savaşının metodolojik kaynağına dönüşecekti.
Peygamber’le sınırlı bir ibadet olarak
Dört Halife döneminde fıkhın gelişmesiyle
algıladıklarından Ebu Bekir’e zekât vermek için
ortaya çıkan usuli/metodolojik yaklaşım
hiçbir dini gerekçe bulamıyorlardı. Ebu Bekir
henüz oluşmamıştı. Mezhepler yoktu. Kitabın
ise Peygamber’in halifesi, yani dini ve dünyevi
tartışılmaz bir otorite olarak güncel meselelere
uygulamalarda onu takip eden vekili olduğunu
getirilen yaklaşımların bir delili olarak
iddia eden dini bir gerekçe ile Peygamber’e
kullanılması ise yeni başlayan bir adetti. Bu
verilen her kuruşun kendi idaresine de verilmesi
nedenle Dört Halife döneminin ilk yıllarında
gerektiğini savunuyordu. Ebu Bekir’in kendisini
bu tür örneklere çok az rastlanırken, ilerleyen
Peygamber’in Halifesi olarak nitelendirmesinin
yıllarda bunların gittikçe çoğaldığına şahit
geri planında bu gerçek vardır.
oluyoruz. Ümmetin liderliğini yapan sahabeler,
Kabileler Arap siyasal idealini hayata geçirmek için yalancı peygamberlerin önderliğinde İslam’a alternatif birleştirici dinler üretmeye çalışıyorlardı. Ancak başarılı olamadılar ve İslam’ın bayrağı altında toplandılar. İslam fetih hareketlerinde, kabileciliğin parçalayıcı etkisine karşı birleştirici bir unsur olarak müthiş bir etki yaptı.
Peygamber döneminde alışkın oldukları, güncel işlerin yaşayan gelenek (sünnet) ve rey üzerinden çözümlenmesi yöntemini sürdürüyorlardı. Çünkü Peygamber onlara “Siz, dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” diyerek önlerini açmıştı. Onlar da öyle yapmaya çalışıyorlardı. Ancak bu dönem ilk örneklerini yukarıda
Ömer zamanında Kur’an ayetlerinin özel amaçlara hizmet için bir silah gibi
verdiğimiz yeni bir davranış biçimini ortaya çıkardı. Dünya işlerine ilişkin kendi görüşünü haklı çıkarmak için Kur’an ayetlerini bir delil
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
85
olarak kullanma alışkanlığı ilk defa bu dönem
edince Osman onu Rebeze’ye sürgüne gönderdi.
görülmeye başlandı. Cabiri’nin ifadesiyle Dört
Ebu Zer burada öldü.
Halife dönemi “tenzil”den (ayetlerin inişi), “te’vil”e (ayetlerin yorumu), davet devletinden fetih devletine geçiş çağı oldu.
belalılarındandı. Filistin’de bir süre kadılık
Osman döneminde ise, bireysel olarak dini
çarşılarında uygulanan şeriata uymayan ticareti
gerekçeleri öne sürerek muhalefet eden bazı
ve dolaylı faizleri şiddetle eleştirdi. Çarşıda
isimler ön plana çıkmıştır. Bu hareketin liderliğini
dolaşıp şarap ticareti yapanların kırbalarını delik
Ebu Zer, Ubade b. Samit, İbni Mesud, Ammar b.
deşik ediyordu. Ümeyyeoğulları’nın yönetimdeki
Yasir gibi sahabeler yaptı.
kusurlarını açığa çıkarıyor ve bunları herkesin
Bu sahabelerin çoğu Medine’deki Mescidin avlusunda kalan ve “Ehl-i Suffa” olarak isimlendirilen gruptandı. İslam’a ilk girenlerdendi. Peygamber’in hayatının
yaptıktan sonra Şam’a yerleşmişti. Şam
içinde dillendiriyordu. Muaviye onu da Medine’ye gönderdi. Osman kendisine niçin böyle davrandığını sorunca: “Yaratana isyan edene itaat yoktur” diye cevap verdi.
çoğuna tanık olmuşlar, onu örnek almak için
Ammar b. Yasir ise Medine sokaklarında
çalışmışlar ve buna uygun mütevazı bir hayatı
Osman’ın aleyhine propaganda yapıyor ve halkı
içselleştirmişlerdi. Ama fetihlerle birlikte
örgütlemeye çalışıyordu. Kaynaklarda Ammar’ın
zenginleşen ve yeni tanıdıkları dünyaların
“Osman’ı öldürdüğümüz gün, Osman kâfirdi”
yaşantı tarzlarını taklit edip şatafatlı ve lüks bir
dediği nakledilmektedir.
hayata geçiş yapan ümmet kısa sürede ciddi bir değişim yaşadı. Özellikle valiler, komutanlar ve Kureyş aristokratlarında bu değişim çok net olarak gözlenebiliyordu. Ama bahsettiğimiz bu sahabeler, İslam’a tam bir samimiyetle bağlıydılar. Zenginlik onları eski mütevazı yaşam anlayışları ve tarzlarından kopartmadı. Ayrıca ümmetteki ani değişimden büyük bir rahatsızlık duymaya ve buna tepki göstermeye başladılar. Muhalefetleri, saf İslami etkiden ve dini anlayış biçimlerinden kaynaklanıyordu. Bu nedenle çoğunlukla bireysel çıkışlarla hiçbir korku taşımaksızın vali, komutan, halife tanımadan herkese net bir dille marufu emredip, münkerden nehyettiler.
Osman’ın kanının helal olduğunu söyleyenlerden birisi de İbni Mesud’tur. O daha Kufe’deyken Osman’ın uygulamalarına şiddetle muhalefet ediyordu. Osman’ın dini ve ibadetle ilgili yanlış uygulamalarını herkesin içinde dile getirirdi. Kur’an’ın toplanıp çoğaltılması ve ardından mevcut tüm nüshaların yakılması emrine de şiddetle muhalefet etmişti. Osman’a dini sebepler veya dinin tevilindeki farklılıklar sebebiyle muhalefet edenlerin yanı sıra Ali’ye de benzer sebeplerle bazı bireysel muhalefetler yapıldı. Daha Ali halife olur olmaz onun halife oluş biçimini dinen meşru görmedikleri için ona biat etmeyenler vardı.
Mesela Ebu Zer Şam’da insanların yaşam standartlarının değişmesine, lüksün yaygınlaşmasına tepki göstererek “Altın ve gümüşü biriktirip sonra onları Allah yolunda sarf etmeyenler var ya, işte onlara acı bir azabı müjdele” (9/34) ayetini dillendirip, zaruri ihtiyaçların ve bir günlük yiyeceğin dışında mal biriktirmenin haram olduğunu ilan ediyordu. Hedefinde Şam’ın yöneticileri olan Ümeyyeoğulları vardı. Onları “ateş taşıyan kervan” olarak nitelendiriyordu. Durumdan rahatsız olanlar onu Muaviye’ye şikâyet etti. Muaviye de onu Medine’ye gönderdi. Ebu Zer yüksek sesli muhalefetine burada da devam
86
Yine Ubade b. Samir Muaviye’nin
Bunların biat etmemesinin geri planında siyasi, kabilevi, ekonomik sebeplerden çok; o dönemdeki hızlı gelişmeleri kendi kafalarında meşru bir zemine oturtamamaları vardı. Onlar mevcut dönemdeki çatışmalarda dinen kimin haklı olduğuna karar veremiyorlar ve ne Ali’den, ne de ona muhalefet edenlerden yana olabiliyorlardı. Bu yüzden ne Ali’ye biat ettiler, ne de ona muhalefet edenlerin safında yer aldılar. Kaynaklar bize bu sahabelerden bazılarının isimlerini bildirmiştir: Sa’d b. Ebu Vakkas (Ömer’in kendisinden sonraki halifeyi belirlemek
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
için seçtiği altı kişilik heyette yer alıyordu),
muhalefetlerde aktif rol oynayan bireylerin
Üsame b. Zeyd (Peygamber’in ölümüne yakın
kişisel özelikleri, psikolojileri, kişisel hırsları ve
Bizans topraklarına göndermek için hazırladığı
hedefleri ne derece rol oynamıştır meselesi,
ordunun genç komutanı), Ömer’in oğlu
üzerinde durulması gereken önemli bir konudur.
Abdullah, Hassan b. Sabit, Mesleme b. Muhalleb,
Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ebu Ubeyde,
Ebu Said el-Hudri, Muhammed b. Mesleme,
Abbas, Ebu Zer, Ammar, İbni Mesud, Muaviye,
Numan b. Beşir, Zeyd b. Sabit, Rafi b. Hudeyc,
Aişe, Talha, Zübeyr, Amr b. El-As, Ebu Musa ve
Fudale b. Ubeyd. Bu sahabelerin fikir, tavır ve
onlar gibi diğer isimler tarih sahnesinde bireysel
İslami yorumlarıyla daha sonra ortaya çıkacak
olarak yer almasaydılar veya farklı karakterde
Mürcie akımının ilham kaynağı olduğu söylenir.
insanlar olsaydılar tarihin akışı ve muhalefet
Dini yorumlarıyla o dönemin İslam dünyasını en çok etkileyen, siyasi ve kelami birçok tartışmanın ortaya çıkmasına yol açan dini muhalefet gruplarından birisi de Haricilerdir. Dikkat edilirse bu bölümde örneklerini verdiğimiz dini sebeplerle muhalefet edenlerin hemen hemen hepsi bu muhalefetlerini bireysel çıkışlarıyla ortaya koymuşlardır. Ancak Hariciler, Dört Halife döneminde ortaya çıkan ve dine
hareketlerinin yönü hangi doğrultuda değişirdi? Olup-bitmiş üzerinden boş spekülasyonlar yapmak derde şifa olmayacak, tarihi değiştirmeyecektir. Ancak en azından bireylerin bireysel özelliklerinin ve bu özelliklerini hangi tür durumlar ve sebepler nedeniyle kazandıklarının hayatlarına ait ayrıntılardan çıkartılmasının o döneme ait olayların daha iyi anlaşılmasında fayda sağlayacağı düşüncesindeyiz.
getirdikleri yorumla ön plana çıkıp bir hizip
Olaylarda rol oynayan her bireyin tek tek
halinde hareket ederek mezhepleşen ilk siyasi
irdelenmesi, bir yazının kapasitesini fazlasıyla
ve dini muhalefet hareketidir.
aşar. Bu nedenle örnek olması açısından tek bir
Haricilerin kendilerine dinden aldıkları iki temel delil; “şura” ve “iyiliği emredip kötülükten nehyetme” prensibidir. Hariciler en temel
birey üzerine bir tahlil yaparak konumuza son vereceğiz. Ele alacağımız kişi dördüncü halife Ali olacak.
görüşleri olan tekfir düşüncesinde Kur’an’daki
Ali ilk Müslümanlardandır. Hatta bazı rivayetler
“hükmün ancak Allah’a ait olduğuna” dair
onun ilk Müslüman olan erkek olduğunu söyler.
ayetlere dayandılar. Onlara göre insanlara ait
Müslüman olduğunda henüz çocuk yaştaydı
görüşlere müracaat edenler ve hakemlerin
ve Peygamber’in amcası Ebu Talip’in oğluydu.
görüşünü kabul edenler Allah’ın hükmüne
Ebu Talip maddi sıkıntı içinde olduğundan
müracaat etmediklerinden kâfir olurlar. Bu
Peygamber onu yanına almış ve çocukluğu onun
yüzden “Cemel”, “Sıffin”, “Hakem” olayına
yanında geçmiştir. Kaynaklar bize, Peygamber’e
katılanları ve Muaviye taraftarlarını kâfir olarak
vahiy gelmeye başladıktan bir süre sonra
gördüler. Onlar nazarında Ali, Aişe, Talha,
yakın akrabalarını bir yemekte topladığını ve
Zübeyr ve Muaviye ve onlara taraftar olanların
onlara davetini açıkladığını söyler. O gerekli
hepsi kâfirdir ve katledilmeleri de vaciptir. Zalim
açıklamasını yaptıktan sonra, Taberi ve İbni
olan imama isyan etmek vaciptir. Daha da
Hanbel’in “Müsned”inde verilen bilgiye göre şu
önemlisi halifenin Kureyş’ten olması gerekmez.
soruyu sordu:
Çünkü bu konuyla ilgili insanların eşit olduğuna dair ayetler ve hadisler vardır. Tüm örnekler gösteriyor ki; tenzil (vahyin inişi) sona erince, nazil olanın tevili (Kur’an’ın yorumu) muhalefetin ana gerekçelerini oluşturmada son derece etkili olmaktadır.
IV-Bireylerin Etkisi Dört Halife döneminde ortaya çıkan
“Aranızda kim vezirim, vasim ve kardeşim olarak bu yükü taşımamda yardımcı olur?”
Ali kendi ağzıyla olayın geri kalan kısmını şöyle anlatır: Ben o zaman ince bacaklı, içlerinde en küçük olandım. Ayağa kalkıp “Ben yardımcı olurum” dedim. Peygamber “sen otur” dedi. Sonra aynı soruyu tekrar sordu, yine benden başka kabul
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
87
eden olmadı, fakat beni tekrar oturttular. Soruyu
dedi. Necranlılar mübahele yapmaya cesaret
üçünce kez tekrarlayınca, yine ben ayağa kalkıp
edemediler. Bu ve benzeri başka olaylar da
aynı cevabı verdim. Bu kez omzumdan tutup “Sen
rivayet edilmektedir. Bunların Ali üzerindeki
vezirim, vasim ve kardeşim olarak bana yardım
tesiri, kendisini Peygamber’le iyice içli dışlı
et” dedi.
hissetmesi şeklinde olmalıdır.
İşte bu olay Ali’nin psikolojik şuuraltının temel
Medine’de ilerleyen yıllarda Peygamber’in Ali
belirleyicisi olmalıdır. Ali artık ömrü boyunca
karşısında tavrında bazı değişiklikler oldu.
attığı her adımı Peygamber’in veziri, vasisi ve
Ali’yi bazı işlerde görevlendirmede isteksiz
kardeşi olduğuna dair bir bilinçle –ya da bu
davranıyordu. Örneğin, savaş ve seriyyelerde
düşüncenin bilinçaltına işlediği itici bir kuvvetle-
ona görev vermekten çekiniyordu. Örneğin
hareket etmiş olmalıdır.
Tebük seferine onu götürmedi. Bu sefere
Yine Peygamber’in onun hakkında söylediği “Ben ilmin (hikmetin) şehriyim. Ali de onun kapısıdır” sözü Ali’yi ilme teşvik etmek için söylediği bir söz olmalıdır. Gerçekten de Ali ömrü boyunca ilim tahsil etmede büyük bir gayret göstermiştir. Mekke boyunca Peygamber’in yanından ayrılmayan Ali, o Medine’ye hicret ederken yatağında yatarak büyük bir riski üstlenmiştir. Çünkü suikastçılar onu gece karanlığında öldürebilirlerdi.
Peygamber çok büyük bir önem veriyordu. Herkesi teşvik ediyor, geriye kimsenin kalmaması için özel bir gayret sarf ediyordu. Tövbe suresinin tüm ayetlerine Tebük seferi bir yönüyle yansımıştır. Geride kalanlar hakkındaki ağır ifadeler hatırlanırsa, savaş için çıkmamanın o ortam için ne kadar utanç verici bir durum olduğu ortaya çıkar. İşte Ali böyle bir savaştan geri bırakılıyordu. Üstelik Medine’de Peygamber’in vekili olarak da bırakılmıyordu. Çünkü vekil Ümmü Mektum’du. Dedikodular oldu. Ali dayanamayıp ordunun arkasından yola
Medine’ye hicret gerçekleştiğinde Peygamber,
çıktı. Orduya yetişince Peygamber ona şöyle
bazı Muhacir Müslümanları Medineli Ensar’la
dedi: “Ben seni bıraktıklarım için bıraktım.
ikişer ikişer kardeş ilan etti. Ancak Ali açıktaydı.
Harun, Musa’ya göre neyse, sen bana göre öyle
Ona şunu söyledi: “Sen benim dünyada ve
olmaya razı değil misin? Şu kadar var ki, benden
ahirette kardeşimsin”. Böylece Ali’yi kendisiyle
sonra peygamber yoktur.” Ali bu sözlerden
eşleştirdi.
memnun kalarak geri döndü.
Ali Medine’de de Peygamber’e en yakın
Peygamber bu sözleriyle Ali’yi onore ederek
isimlerden birisi oldu. Savaşlarda onun
teskin etmeye çalışmış olmalı. Ama neden
yakınında duruyor, onun koruyucusu gibi
savaştan geri bıraktı. Ömrünün kalan zamanında
hareket ediyordu. Yapılan savaşlarda Ali çok
da çoğunlukla ona görev vermekten çekindi?
büyük yararlılıklar gösteriyordu. Savaşırken çok istekliydi. Karşısına çıkan müşriki deviriyordu. Bedir’de öldürülen yetmiş müşrikten yirmisini Ali’nin öldürdüğü rivayet edilir. Henüz genç bir yaşta olduğu için Peygamber ona çok ciddi görevler vermiyordu. Sadece Hayber savaşında sancağı ona verdi. Ali burada başarılı oldu.
Bir olayı daha aktardıktan sonra bu soruya cevap vermeye çalışalım. Peygamber’in Ali’ye verdiği nadir görevlerden birisi Yemen’e yapılan seferdi. Ufak tefek çarpışmaların dışında pek bir olay olmadı. Gidilen yerlerden epeyce ganimet toplandı. Ancak bu ganimetlerin paylaşımı konusunda Ali ile diğerleri arasında tartışmalar
Kendi kızı Fatma ile onu evlendirdi. Ali artık iyice
yaşandı. Ali oldukça hassas davranıyor ve
Peygamber’in ev halkından –Ehl-i Beyt’inden-
hatır gönül tanımıyor olmalıydı. Benzer bir
olmuştu. Peygamber Necran Hristiyanları
seferde de aynı türden tartışmalar yaşanmıştı.
ile yaptığı bir tartışmada mübaheleye girdi.
Ali’yi Peygamber’e birkaç kez şikâyet ettiler.
Mübahele bir tür lanetleşme idi ve ev ahalisi
Peygamber bu şikâyetler karşısında Ali’yi haklı
üzerine yapılıyordu. İşte Peygamber bu
buldu. Şikâyetçilere şu sözleri söylediği rivayet
olayda Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin’i alarak
edilir:
“Ey Allah’ım! Bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir”
88
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“Ali’den ne istiyorsunuz? Ali’den ne istiyorsunuz?
işi vermezse o zaman Araplar bizi bu işe asla
Ali’den ne istiyorsunuz? Ali bendendir ve ben
layık görmezler” demiştir. Demek ki Ali de artık
Ali’denim. Ali her müminin velisidir.” (Tirmizi hadis
Peygamber’in prensi olmadığının farkındaydı.
no:3978)
Ancak çocukluğundan itibaren edindiği, çeşitli
Diğer sözü şudur:
olaylar ve Peygamber’in onun için sarf ettiği
“Ali’den şikâyet etmeyin, ondan şikâyet olunmaz. O Allah hakkında en çok korkandır.” (İbni Hişam)
Bu konudaki son sözünün de şöyle olduğu rivayet edilir: “Allah ile Peygamberini seven ve Allah ile Peygamberinin sevdiği bir kişi hakkında ne düşünüyorsun?” (İbni Hanbel, Müsned)
sözlerle pekişen bu psikoloji, ölünceye kadar Ali’nin peşini bırakmamıştır. Ali’nin bilinçaltında Peygamber’in vasisi, veziri, Harun’u, Ehl-i Beyt’inin bir parçası, hatta kardeşi olduğu düşüncesi hep varlığını sürdürmüş olmalıdır. Bu duruma karşılık Ali’yi etkisi altında tutan diğer bir husus da İslam’ın onun üzerinde yaptığı derin tesirdir. O çocukluğundan itibaren Peygamber’in hep gözetimi ve eğitimi altında
Peygamber’in Ali’ye savaşlarda savaşçı olarak
olmuştur. Peygamber onu ilim edinmesi için
bile görev vermekten çekinmesinde en önemli
teşvik etmiştir. Bu konuda gösterdiği gayretler
etkenlerden birisi Ali’nin karakterini gün
sayesinde okuma ve yazmayı öğrenmiş ve
geçtikçe fark etmiş olması olabilir. Çünkü Ali
Peygamber’e kâtiplik de yapmıştır. İlk inen
muttaki birisiydi. Adalete önem verirdi. Ama
vahiyden itibaren son anına kadar Peygamber’in
aynı oranda yiğit, rijit ve sert karakterliydi.
mücadelesine an be an şahit olmuş ve bu
Savaşlarda karşısına çıkanı öldürürdü. Düşman
mücadeleye sonuna kadar omuz vermiştir.
bildiğini yakın uzak tanımaz, gözünü kırpmadan
Bu bilgisi ve tecrübesi onu daima frenleyen
öldürürdü. Doğru bildiğinde ısrarcıydı. Bu
ve psikolojik şuuraltının tesirine tam olarak
nedenle katıldığı savaşlarda düşmana en
girmesine engel oluşturan bir faktördü. İşte
büyük zayiatı o verirdi. İlk savaşlarda Kureyş
Peygamber’in ölümünden sonra Ali’nin hayatı bu
kabilelerinin çoğundan insanı öldürmüştü. Bu
iki temel etkenin tesiri altında geçmiştir. Bazen
nedenle sonradan Müslüman olan bu kabile
birinci etken baskın gelmiş ve Ali ona uygun
mensupları yakınlarını öldüren Ali’ye gizliden kin
davranışlar sergilemiştir. Bazen de ikinci faktör,
güdüyor olmalıydılar. Ayrıca aldığı görevlerde
birinci faktörün Ali’yi tamamen kontrolü altına
mahiyetindekilere tavizsiz bir tavır göstermesi,
almasına izin vermemiştir.
hoşnutsuzluklara yol açmış olmalıydı.
Örneğin ilk halife seçiminde şuuraltının tesirine
Ali’nin idari konulardaki yeteneksizliği daha
girerek Peygamber’in vasisi ve veziri olarak
o dönemlerde ortaya çıkmış olmalıydı. Bu
halifeliği kendi hakkı olarak görmüş ve Ebu
durumu fark eden Peygamber’in Ali’yi veziri
Bekir’e uzun süre biat etmemiştir. Bazı rivayetler
olarak görmekten vazgeçtiği söylenebilir. Tabii ki
bize Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde’nin Ali’ye,
Peygamber’in tüm bu tavırlarının geri planında
biat etmesi için büyük bir baskı kurduğunu
Haşimoğulları’ndan yakın akrabalarını idari
söyler. Hatta iş içindekilerle beraber Ali’nin evini
işlerden uzak tutma stratejisinin etkisi de olmuş
yakmaya kadar varmıştır. Sonunda Ali biat etti.
olabilir.
Ama kendisine Abbas ve Ebu Sufyan tarafından
Sonuç olarak Peygamber, risaletinin başlangıcında Ali için biçtiği vezirlik ve vasilik özelliğini ona vermekten vazgeçmiş veya zaman
yapılan Medine’yi atlılarla doldurma teklifini asla kabul etmedi. İşte bu noktadaki tavrında İslam’ın tesiri altında olmalıydı.
içinde bunun çok da doğru olmadığını fark etmiş
Ali’nin hayatında sarkaç misaline uygun
olmalıdır. Bu nedenle Peygamber’in ölümüne
buna benzer pek çok örnek vardır. Özellikle
yakın Ali, Abbas’ın ısrarlı tavırlarına rağmen
Osman’ın son anlarında Ali’nin takındığı ikircikli
kendisinin onun vasisi (halifesi) olup olmadığını
tavrın gerisinde de bu çift etkinin arasında
sormaya cesaret edememiş ve “Ya bize bu
gidip gelmesinin önemli ölçüde tesiri olmuş
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
89
olmalıdır. İşte Ali’nin bu psikolojisi ve sert, tavizsiz mizacı halifeliği döneminde inanılmaz hatalara imza atmasına yol açmıştır. Eğer o dönem Ömer’in halifelik yaptığı döneme benzer koşullarda olsaydı, bu özellikler belki çok fazla olumsuz tesir oluşturmazdı. Oysa onun halifelik döneminde şartlar çok farklılaşmıştı. Çok ince dengeler vardı. Bu dengeleri anlamayan ve ince bir siyaset stratejisi oluşturamayan hiç kimsenin o dönemde başarılı olma şansı olamazdı. Dönemin koşullarını iyi analiz eden ve kendi çıkarları için bu koşulları kullanmayı beceren şahsiyet Ali değil Muaviye oldu. Ali karakterindeki bu özellikler nedeniyle karşısında olmayacak düşmanlık ve muhalefetlerin üremesine sebep oldu. Sürekli taraftar kaybetti. Yanında ona destek verenlerin sayısı azalırken, muhaliflerinin sayısı arttı. Hakem olayındaki tereddütlü tavırları, karşısına Hariciler gibi onlar tarafından öldürülmesine de yol açan büyük bir muhalefetin çıkmasına yol açtı. Oysa düne kadar onun yanında yer almışlardı. Halife seçilmesinden sonra karakterinden kaynaklanan hatalar yüzünden, o ana kadar onu destekleyen, hatta ona biat edenleri bir anda karşısına aldı. Verdiğimiz bu örnekler Ali’nin bireysel özelliklerinin halifelik döneminde ortaya çıkan muhalefetlerin ortaya çıkışlarında nasıl önemli bir rol oynadığını göstermesi bakımından yeterlidir.
1. İlk Dönem İslam Tarihi, Abdülaziz Duri, Endülüs Y. 1984 2. İslam İktisat Tarihine Giriş, Abdülaziz Duri, Endülüs Y. 1991 3. Arap-İslam Siyasal Aklı, Muhammed Abid el-Cabiri, Kitabevi, 2001 4. İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, W.Montgomery Watt, Sarkaç Y. 2010 5. Emevi-Haşimi Çekişmesi, Takıyüddin elMakrızi, Rehber Y. 1993 6. Arap Devleti ve Sukutu, Julies Wellhausen, Ankara Ü.Y. 1963 7. İslam’ın En Eski Tarihine Giriş, Julies Wellhausen, İ.Ü Edebiyat F. Y. 1960 8. Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yapı, İrfan Mahmut Rana, Bir Y. 1985 9. Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, Ahmet Akbulut, Birleşik Y. 1992 10. Ana hatlarıyla İslam Tarihi (2), Adem Apak, Ensar N. 2007 11. Asabiyet ve Erken Dönem İslam Siyasi
Sonuç olarak; Dört Halife döneminde gördüğümüz muhalefetlerin görünen/yüzeysel sebeplerinin arkasında o dönemin toplumsal yapısını oluşturan kabilecilik, Arapların genelinin zihnine egemen olan siyasal ideal, fetihlerle gelen toplumsal ve ekonomik değişim, Dinden alınan referansların ürettiği iteleyici gücü ve son olarak da toplumsal muhalefette rol oynayan karakterlerin bireysel özelliklerinin bu muhalefetlere etki etmesi gibi derin sebepleri vardır.
Tarihindeki Etkileri, Adem Apak, Düşünce Y. 2004 12. İslam Tarihi, Filibeli Ahmet Hilmi, Anka Y. 2005 13. İslam Tarihi-İlk Dönem, Sabri Hizmetli, Ankara Okulu Y. 2006 14. İslam Tarihi’ne Giriş, İmadüddin Halil, Mana Y. 2010 15. İslam’ın Serüveni-I, M.G.S. Hodgson, İz Y.
NOT: Yazı boyunca akışı bozmamak için çok gerekmedikçe verilen bilgilerin kaynakları belirtilmemiştir. Bu yazıda aşağıdaki listedeki kaynaklardan yararlanılmıştır.
90
KAYNAKÇA
1993 16. İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti-I, “Raşit Halifeler ve Emevi Halifeleri” Bölümü, Laura Vescra Vagleri, Kitabevi Y. 1997
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
DOSYA: Din, Devlet ve Muhalefet
İslam’ın Özgürlükçü Yorumunun (Mutezile) İktidarla İmtihanı Doç. Dr. Mehmet Azimli Dicle Ün. İlahiyat Fak. İslam Tarihi Ve Sanatları Bölümü Öğr. Üyesi.
Giriş
dayatılması halkta özgürlükçü bir yapılanma
Bu çalışmamızda İslam tarihinin en önemli fikir hareketlerinden biri olan Mûtezilenin, savunduğu fikirlerle, iktidarda bulunduğu dönemdeki uygulamaları arasındaki çelişkilere değinmek istiyoruz. İslam tarihinde kısa, fakat önemli bir zaman dilimi olduğunu düşündüğümüz ve İslam düşünce hareketleri açısından önemli addedilen bu döneme, çalışmamızda kısaca göz atmaya çalışacağız. Bu konuyu izah sadedinde de dönemin ünlü hadis bilgini Ahmed b. Hanbel’in (v.h.241/m.855) ve ünlü bir komutan ve bürokratı olan Afşin’in (v.h.226/m.840), Mûtezilî iktidar ile olan problemlerini değerlendirmeye çalışacağız.
isteği doğurmuştu. Bunun neticesinde de halk kesimleri alternatif bir yönetim biçimi vadeden Abbasileri desteklemeye başladılar. Abbasilerin iktidara gelmeleri, halk kesimlerinin çoğunluğunda büyük umutlar oluşturmasına rağmen, Abbasiler özgürlükçü bir devlet yapısı ortaya koyamadılar. Bu dönemde de klasik saltanat dönemlerinde olduğu gibi, sultanın benimsediği fikrî düşünce, devletin resmi görüşü olmuş ve halka bu görüşler dayatılmak istenmiştir. Abbasilerde, bir devlet projesinin halka dayatılmak istenmesinin tipik bir örneğini, Ebû Cafer Mansur’un (v.h.258/m.774) İmam Malik’e (v.h.179/m.795) yaptığı bir teklifte
Dönemin Siyasî Ve Kültürel Durumu
görüyoruz. Abbâsî halîfesi Ebû Cafer Mansur’un, İmam Mâlik’in kitabı olan Muvatta’nın devletin
Emevîlerle birlikte başlayan devlet
resmi eğitim kitabı haline getirilmesi teklifine
yönetimindeki baskıcı yöntemler, Ehl-i Beyt’e
İmam Mâlik karşı çıkmış, resmî bir dinî
yapılan kötü muameleler, Arapçılık fikrinin halka
görüşün halka zorla dayatılmasının doğru
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
91
olmadığı gerekçesiyle bu teklifi reddetmiştir.1
olan olgular, iktidarın şiddete ve baskıya dayalı
Fakat sonraki dönemlerde de belli dinî görüş
Cebr ideolojisine bir tepki olarak gündeme
ve mezhebî eğilimlerin, bir devlet görüşü
gelmişti. Nitekim Emevî iktidarının sarıldığı bu
olarak halka zorla benimsetilmeye çalışıldığını
cebir düşüncesine karşı çıktığı için bir kısım
müşahede ediyoruz.
bilginlere o dönemde baskı uygulanmış ve bir
Abbasilerin İlk döneminde, siyasî gücü elinde
kısım alimler de öldürülmüştü.4
bulunduran Fars kökenli Bermekî ailesi,
Mûtezile fikrî yapılanmasını ortaya koyarken iki
Sasanîlerden gelen ulusçu ve devleti esas alan
konu ön plana çıktığı aktarılmaktadır: Birincisi
zihniyetin temsilcisi olarak bütün Sasanî kurum
onlar aklı ön plana alıyorlar ve aklı ikinci
ve adetlerini adeta yeni devletin içine transfer
plana iten söyleme ters bir şekilde aklın bilgiyi
ediyorlardı. Böylece Sasanî devlet teşkilatı
edinmede esas olduğunu vurguluyorlardı.5
büyük oranda Abbasi devletine aktarılmıştı.
İkincisi ise irade hürriyetine inanıyorlardı. Bu
Bu transfer sırasında İslam açısından uygun
inançla, insanların Allah’ın takdiri ile zorunlu
görülemeyecek bazı kültürel öğeler de transfer
olarak yaptıkları amellerden sorumlu olmalarının
ediliyordu.
adalete uymayacağı düşüncesinden hareketle,
Siyasî otoritede ki bu olumsuzlukların dışında toplum bazında düşündüğümüzde; Tevrat ve
insanın amellerinde özgür ve sorumlu olduğu tezini ileri sürüyorlardı.6
İncil değişik şekillerde İslam kılıfıyla aktarılıp
İlk başlarda insan iradesinin özgürlüğü
“Halk İslamı” oluşturulmuştu. İsrailiyât yayılmış,
düşüncesi Allah’ın amellerde bir zorlaması
halk Kassâslardan dinî öğrenir duruma gelmişti.
olmadığı bağlamında düşünülse de, sonraları
Ayrıca bunlara ilaveten, akla gereken değeri
Mûtezile irade hürriyetine ve dolayısıyla insanın
vermeyen ve sadece zahiri Nâss’ı esas alan
sorumluluğuna vurgu yaparak, yönetim biçimini
bir düşünce hareketi gelişiyordu. Bunlar kendi
saltanata dönüştüren ve bunun meşrûiyetini
fikirlerine ters gelen bütün fikirlere karşı
cebrî, ezelî kader doktrini ve ilahî kaynaklı
savaş açıyorlar, dönemin alimlerini dövüyorlar
iktidar iddialarıyla sağlamaya çalışan Emevî
kendi fikirlerine uymayan kişileri baskı altında
yönetimine karşı muhalif ve özgürlükçü bir tavır
tutuyorlardı. Taberî(v.h.310/m.922) bu tip bir
sergilemiştir.7
linç girişimlerine uğrayan alimlerden birisidir.2 Bu durumda baştan beri bu yaklaşımları doğru bulmayan ve alternatif düşünceler üretmeye çalışan Mûtezilî alimler harekete geçmeye baladılar.3
Mûtezile, bütün bu özgürlükçü düşüncelerini de ısrarla savunduğu “adalet prensibi” içinde ortaya koyuyordu.8 Mûtezilenin Cebriye ideolojisine karşı geliştirdiği yorum, iki farklı fiilden birini seçme kudretini, insanın özgürlük noktası olarak vurgulamasıydı.9 Bu anlamda bireyin özgürlüğü
Mûtezile’nin durumu
düşüncesini temel alarak, bununla insanı birey
Emevîler döneminden beri saltanatçı iktidar
olarak kendi eylemlerinden sorumlu tutmayı
zihniyeti, istikrarı devam ettirme adına her şeyin Allah’ın takdiri ile meydana geldiğini ve olaylarda insanın hiçbir dahlinin olmadığını savunan Cebriyye ideolojisini desteklemesine karşın, Mûtezile insan hürriyeti düşüncesini savunuyordu. Bunu da “Adl prensibi” içinde açıklıyordu. İnsan özgürlüğü temeline dayalı
4 Bkz. eş-Şehristanî, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut, 1975, 58. 5 Bkz. Ahmet Mahmut Subhî, Fi’l-İlmi’l-Kelam, Beyrut, 1985, 149; Cabirî, Felsefi Mirasımız ve Biz. Çev;Said Aykut, İst, 2000, 35. 6 Ahmet Mahmut Subhî, Fi’l-İlmi’l-Kelam, 145; W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri,
1 İbn Kesîr, el-Baisu’l-Hasîs Şerh-u İhtisari Ulumi’l-Hâdîs, 2 M.G.S.Hodgson, İslam’ın Serüveni, Çev; Heyet, İst, 3 Mehmet Emin Özafşar, İdeolojik Hadisçiliğin Tarihi Arka
92
İslami, Beyrut, 1983, 107. 8 Muhdî Carullah, el-Mutezile, Kahire, 1947, 92.
1993, I, 356. Planı, Ank, 1999, 39.
Çev; Ethem Rûhi Fiğlalı, İst, 1998, 289. 7 Edip el-Mardin, Allah vel İnsan Fi’l-Fikri’l-Arabi vel
Beyrut 1408, 27, 28.
9 G.E.Von Grune Baum, İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, Çev;İlhan Kutluer, İst, 1989, 53.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
amaçlıyordu.10
Harun er-Reşit’in oğlu Emin’den
Mûtezile ortaya çıktığı yıllarda her fırka gibi Emevîlerin iktidarına karşı Abbasilerin isyanını desteklemişlerdir. Fakat Abbasilerin de Emevîlerin çizgisinde saltanatçı bir yapıya dönmeleri üzerine Mûtezile’nin, Abbasi döneminde, gerektiğinde silahlı mücadeleye de önem vererek muhalefetteki isyanlara destek verdiklerini müşahede ediyoruz.11 Buna
(v.h.198/m.813) sonraki dönem ise artık Mûtezilenin iktidar dönemidir. Emin’i devirip yerine geçen Memun (v.h.218/m.833) ilmî birikimi çok yüksek bir halifedir. Zeki, ilme değer veren, cömert, fıkhî bilgilere hakim, feraiz konularında bilgin, tıp konusunda uzman, demokratik eleştiriye yatkın, halka saygılı,dinî hayatı mazbut bir halifedir.18
örnek olarak o dönemin önemli bir isyanı olan
Memun hocası olan ve aynı zamanda o dönemde
Muhammed Nefsu’z- Zekiyye(v.h.145/m.762)
Mûtezilenin lideri olan Ebû’l Huzeyl el-Allâf’dan
isyanını verebiliriz. Bu dönemde Mûtezile, daha
(v.h.235/m.849)19 çok etkilenmiş ve bu etkiyle
sonraları onun adıyla anılacak olan, adeta bir
iyi bir Mûtezile temsilcisi olmuştu. Memun
Mihne dönemi yaşıyor ve Mûtezilî alimler işkence
Mûtezile’yi iktidara taşıyan şahıstı ve iktidara
altında kalıyorlardı.
geçince Mûtezilî hocasından öğrendiği Mûtezilî
12
Bütün bunlara rağmen Mûtezilî alimler Harun Reşit (v.h.193/m.808) döneminin sonlarında olduğu gibi daha yeterli alimlerin bulunamamasından dolayı Maniheistler gibi sapık fırkalarla mücadele ve münazara için Sind taraflarına gönderiliyorlardı13 ve oralarda müthiş
düşünceyi devletin resmi ideolojisi olarak halka sunmayı ve bu şekilde halkı aydınlatmayı düşünmüştü. Böylece Mûtezile, muhalefet yıllarında savunduğu projeleri, Memun’un iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, uygulamaya başladı.
fikrî mücadelelerde bulunuyorlardı.14 Onlar yeni
Etrafında aklı ön plana alan rey mensubu
fetihlerle ortaya çıkan İslam’a ters yeni fikirlerin
fıkıhçılar ve Mûtezilî yorumu benimseyen
zararını göğüsleyerek sahih bir din felsefesi
kelamcılar bulunan Memun’un en önemli projesi
kurmak için gayret göstermişlerdir.
Beytü’l-Hikme idi. Bu proje ile bir çok dilden
15
Mûtezile’nin muhalefet döneminin, Bermekîlerin Harun Reşit tarafından bertaraf edilmesiyle sona yaklaştığını görüyoruz.16 Çünkü Sasanî geleneğin takipçisi kabul edebileceğimiz Bermekîler, bu gelenekteki katı saltanatçı yapı gereği daha özgürlükçü söylemlere karşı şiddet uygulama politikası güdüyorlardı. Bermekîlerin bertaraf
felsefi ve bilimsel tercümeler yapılacak ve bu yeni fikirlerle halk hem hurafelerden hem de aklı arka plana bırakan ve zahirî Nâssa dayanan bir düşünce yapısından kurtulacaktı. O, bu gayretleriyle uzun süredir insanı nesneleştiren düşünce yapısına karşı, aklı ve insanı tekrar devreye sokma çabasındaydı.
edilmesi, Mûtezilenin iktidara yürüyüşünün
Memun, taklitçi, eski bilgileri olduğu gibi
başlangıcı olduğu söylenebilir. Bermekîlerin
kabullenen, yeni bir şey üretmeyen bir zihin
gidişiyle Mûtezilî alimler hapishanelerden
yapısından (mükevven akıl) çok; üretici,
serbest bırakıldılar. (h.187/m.803)
sorgulayan, oluşturucu (mükevvin akıl)bir
17
zihniyetin gelişmesini istiyordu.20 Bu anlayış 10 Ali Bulaç, İslam Düşüncesinde Din-Ffelsefe Vahiy -Akıl İlişkisi, İst 1994, 91.
Müslümanları pasif bir nesne olma yerine, aktif bir özne olma konumuna getirecekti.
11 Bkz. Muhammed Ammara, Mutezile ve Devrim, Çev;İbrahim Akbaba, İst 1988.152 vd. 12 Cem Zorlu, Abbasilere Yönelik Dini ve Siyasî İsyanlar, Ank. 2001, 211. 13 Cabirî, Arap-İslam Aklının Oluşumu, Çev; İbrahim Akbaba, İst 2000, 155. 14 Melhem Chokr, Zındıklık ve Zındıklar, Çev; Ayşe Meral, İst 2002, 161.
üzerindeki olumsuz etkilerini de fark eden Memun bu kültürel saldırıya karşı savunmasız 18 Suyutî Tarihu’l-Hulefa, Mısır, 1952, 322; Nahide Bozkurt, Mutezilenin Altın Çağı, Ank 2002, 86. 19 Bkz. eş-Şehristanî, 49; Muhammed Ebu Zehra Ahmet
15 Nadim Macit, Kur’an’ın İnsan-Biçimci Dili,İst,1996,183. 16 İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut,1987, X, 204. 17 Ammara, 171.
Ayrıca Sasanî kültürel yapısının Müslümanlar
ibni Hanbel, Çev ; Osman Keskioğlu, Ank 1984, 59. 20 Muhammed Abid el-Cabirî, Arap-İslam Aklının Oluşumu, 19.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
93
duran Müslümanların zihinsel yapılarını, gereken
olmalıydı.O, halkın görüşünün önemini değişik
bir şekilde koruma yolunun ancak Beytü’l-Hikme
defalar söylemiş ve demokratik bir kişilik ortaya
gibi bir kurum ile olabileceği kanaatindeydi.
koymuştu25 ve bu özgür düşünce yapısıyla
21
Memun’un kurduğu ve çok önem verdiği Beytü’lHikme kurumunda, bir ilim merkezine yakışan kurallar yerleştirilmişti. Siyasî baskı altında ilmî faaliyetlerin gelişemeyeceği düşünülerek hiçbir
beraber affedicilikte de ilerideydi. Birçok Bizanslı esiri serbest bırakmış, bir çok suçluyu affetmişti. O “eğer insanlar bendeki affediciliği bilselerdi bana suç işleyerek yaklaşırlardı.”26 diyordu.
siyasî baskı uygulanmıyordu. Buradaki özgürlük
Memun bu affedicilik özelliğine ve Beytü’l-
ortamına bakarak siyasî bir yönlendirme
Hikme’ye verdiği bu özgür ortama rağmen,
olmadığını da rahatlıkla anlayabiliriz.
hilafetinin son yıllarına doğru tarihe Mihne yılları
Herhangi bir mezhebî kaygı bulunmuyordu.
olarak geçecek olan baskılara başladı. O, bu
Bu merkezde ilim ruhunun hakim olduğu,
işe karar verirken kendine göre dinî gerekçeler
mutlak manada ilim, inanç ve fikir hürriyetinin
bulmuştu. Ona göre, Hıristiyanlığa karşı halkı
bulunduğu, her şeyin akıl ve mantık ölçülerinde
korumak gerekiyordu. Bunun için dönemin
gerçekleştirildiği, orijinalliğin, yaratıcı düşünce
popüler konusu olan Kur’an’ın mahluk olduğu
ve araştırmacı zihniyetin ödüllendirildiği
konusunda baskılar yapılacaktı.
aktarılmaktadır.22
Bu anlayışa göre Kur’an’a mahluk denmesi
Burada Arapların aleyhine bir düşünce
gerekiyordu. Kuran mahluk olarak görülmez
geliştirilebiliyor, hatta genel kabul gören
ve ezelî olarak kabul edilirse “Allah’ın kelimesi”
İslamî yorumlara aykırı olsa bile bu fikirler
olarak Kuran’da geçen İsa da ezelî olarak
kısıtlanmıyordu. Bundan dolayı bu kurum’a
algılanmak zorunda kalınacaktı. Bu da İslam
Hıristiyan, Nebatî, Yahudi, Süryanî, Sabî,
akaidi açısından tehlike idi. Zaten böyle bir
Mecusî gibi değişik din ve kültürlerden insanlar
düşünceyi o günlerde Müslümanlara empoze
akın ediyorlardı. Dünyanın farklı yerlerindeki
etmeye çalışan Hıristiyanlar da bu meselenin
değişik ilim dallarından bir çok bilim adamı
bu kadar ileri boyutlarda tartışılmasına sebep
bu özgürlüğü duyup buraya gelmişti. Burada
olmuşlardı. Memun böyle bir düşünceye engel
görevlendirilenler için istenen kriter, siyasî ve
olma adına anlamsız bir baskıya başladı.27 Bunu
dinî görüşlerinden çok ilmi yeterlilikti. Buradaki
yapmakla halkın inancını ve devletin sürekliliğini
özgürlüğü ifade etmek için gayrimüslim bir
korumayı düşünüyordu.28
bilim adamı olan Thaumaturgos’un şu sözlerini aktaralım: “Hiçbir konuyu incelememiz yasak değildi.Gizlenen saklanan bir şey yoktu. Her doktrin incelenebiliyordu. Bu konuda tam bir güvenlik vardı. İlahî-Beşerî her şeyi araştırabiliyorduk”.23 Bu güvenli özgürlük ortamı yüzlerce bilgini Bağdat’a çekti. Nesturîler, baskı altındaki Sabîler, sarp dağlara çekilen papazlar buraya gelmişti. Eğer, en ufak bir baskı olsa,
Memun, ilk başlarda bu fikri halka aktarsa da kabul edilmesi yönünde pek olumlu işaretler almadığı için, kendi benimsediği fikirlerin halkta bir an önce yansımalarını görmek adına, acele ederek Mihne olayını sistemli ve kurumsal hale dönüştürmüştü.29 Anadolu tarafına sefere çıktığı yıl, verdiği bir kararla Bağdat’a mektuplar göndererek, Mihne olayına start verdi.
bunlar burada toplanamazlardı.24
Memun, mektuplarında halkı küçümsüyordu.
Memun özgür fikrî tartışmaları seven birisi
olarak insanlara Kuran’ın mahluk olup olmadığı
idi. O, huzurunda münazaralar yaptırıp bu
soruluyor, Memun gibi düşünmeyenler
tartışma sırasında herkesin fikrini söylemekte
kelepçeleniyor, kadılık gibi görevlerde olanlar
Bağdat’a gönderdiği ilk mektubuna uygun
hür olduğunu söylerdi. Ona göre insanları doğruya iletmek kaba kuvvetle değil, fikirlerle
25 Bkz.Bozkurt, 85. 26 Suyutî , 322.
21 Cabirî, Felsefi Mirasımız ve Biz ,41. 22 Mustafa Demirci, Beytü’l-Hikme, İst 1996, 138.
94
27 Taberî , Tarihu’l-Ümem ve’l-Müluk, Beyrut, 1997, V, 185.
23 G.E.Von Grune Baum, IV, 54.
28 Mahmut Ay, Mûtezile ve Siyaset, İst, 2002, 264.
24 Demirci, 139.
29 Özafşar , 22.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
görevlerinden alınarak sorgulanıyor ve hapislere atılıyordu.30
havale etmişti.37 Aynı uygulamalar Vâsık (v.h.232/m.846)
Memun, toplumun önde gelen şahsiyetlerini,
döneminde de devam etti. İşkenceler,sürgün ve
hizaya getirirse herkesin yola gelebileceğini
zulümler had safhaya çıktı.38 Bu dönemde Ebû
düşünerek iktidarını kabullenmeyen alimleri,
Duâd’ın Şamlı bir ihtiyarla tartışmadan mağlup
Bağdat’a bıraktığı valisi vasıtasıyla sorgulatmaya
çıkması39 Mûtezileyi biraz gözden düşürdü ise de
başladı. Meşhur tarihçimiz İbn Sad’ı
bu siyaset, Mütevekkil iktidara geçinceye kadar
(v.h.230/m.844) Rakka’da bizzat Memun kendisi
devam etmiştir. Sonuçta Mütevekkil’in iktidara
sorgulamıştır. Memun, Bağdat’a gönderdiği ikinci
gelmesiyle birlikte Mûtezilenin iktidardan düşme
mektubunda fikirlerini kabullenmeyen alimlerin
süreci hız kazanmıştır.40
tutuklanarak yanına gönderilmesini emretmişti. Daha sonra gönderdiği mektuplarında bu işlemleri ısrarla takip etmiş ve kabul etmeyenlerin boynunun vurulmasını emretmiştir. Bu sorgulamalarla iktidarın düşüncesine bazı iltihaklar gerçekleşse de bu iltihakların samimi
Mûtezile, yıllarca olgunlaştırdığı fikirlerini, kısa iktidar yıllarında iyi bir sınav vermeyerek harcamış ve iktidarını kötüye kullanmıştır. Kendi savunduğu özgürlükçü yapıya göre davranamayıp, kendisi gibi düşünmeyenleri
olduğu şüphelidir.31
ezmiş, ideolojisini siyasallaştırmıştır. Hür
Artık devletin resmi görüşünü kabul etmeyen
çıkan bu ekol, düşünceyi baskı altında tutan bir
herkes tutuklanıyor ve onlara eziyetler
ölüm aracı haline gelmiştir.41
düşüncenin ayakta tutulması amacıyla ortaya
yapılıyordu. Bu işkencelerin korkunçlukları tarih kitaplarında yer almaktadır.32 Bu yolla bir çok kişi hapislerde öldü.33 Devletin bu ayrımcı baskı politikası o kadar ileri noktaya kadar geldi ki Bizans’tan fidye karşılığı alınan esirler eğer Mûtezilî düşüncede ise fidyesi veriliyor, değilse verilmeyerek Bizansın elinde bırakılıyordu.34 Nihayet Memun bu sıralarda Tarsus’ta
Aslında Beytü’l-Hikme güzel bir proje idi. Bu projenin ikinci ayağı olan fikirleri halka zorla benimseterek halkın inancını koruma endişesi ise tamamen yanlıştı ve ilk projenin de kaduk hale gelmesine sebep oldu. Halka fikirlerin zorla dayatılması ve “anlayıştan yoksun halkın”(!) zorba yöntemlerle aydınlatılması düşüncesi42
seferdeyken öldü.35
iyi sonuç vermedi. Halk arasında Mûtezileye
Memun’dan sonra halife olan Mûtasım,
işkence siyaseti halkta büyük bir infial oluşturdu
(v.h.227/m.841) selefi gibi aydın biri değildi.
ve nihayet Mûtezile iktidardan uzaklaştırıldı.
duyulan kin arttı. On dört yıl süren baskı ve
İlme kıymet vermeyen, alime hürmeti olmayan, cahil bir kişiliğe sahipti. Daha çok askeri alanda temayüz etmişti. En önemli ilgi alanı, kurmuş olduğu yeni ordu olan Hassa ordusuyla ilgilenmekti.36 Onun döneminde Mûtezilenin iktidar dönemindeki uygulamalar aynen devam etti. Hatta halka Mûtezilî fikirleri kabul ettirme yönünde işkenceler arttı. Memun bu siyaseti bizzat kendisi yaparken, Mûtasım meseleyi Mûtezilî vezir Ebû Duâd’a (v.h.239/m.853)
Mûtezile, doğru düşüncelerini halka yanlış yöntemlerle uygulama yolunu benimsemişti. İnsan unsurunun doğası düşünülmeden yapılan bu yöntemler, toplum tarafından kabullenilmedi. Mûtezile toplumsal değişim yasalarını hesap edememişti. Burada, bazı ideallerin, şartlar olgunlaşmadan ve zemin müsait olmadan gerçekleştirilmek istenmesi gibi bir durum söz konusu olmuştur. Yani, amaçlar normal yol
30 Taberî, V, 186.
37 Ebu Zehra, 82.
31 Taberî,V,190.
38 İbn Kesîr, el-Bidaye, X, 304.
32 Zehebî, Siyeri Ağlamu’n-Nübela, Beyrut, 1413, X, 230.
39 İbn Kesîr, el-Bidaye, X, 319.
33 Hatip el-Bağdadî, Tarihi Bağdat, Beyrut, trz. XI, 74.
40 Osman Aydınlı, Mutezili İmamet Düşüncesinde
34 Henry Laoust, İslam’da Ayrılıkçı Görüşler, Çev; Ethem Rûhi Fığlalı, Sabri Hizmetli, İst 1999, 126. 35 Taberî,V, 197.
İktidara Eklemlenme Problemi, Bilgi ve Hikmet, sayı, 7,
36 Mehmet Azimli, Hassa Ordusu, Türkler, Ank 2002, IV,364.
Farklılaşma Süreci, Ank 2003 ,110. 41 Nâdim Mâcit, Kelami Ekollerin Ortaya Çıkış Sürecinde İst 1994. 42 İbn Kesîr, el-Bidaye , X, 272. 42 İbn Kesîr, el-Bidaye , X, 272.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
95
ve biçimlerle gerçekleştirilemediğinde baskı
Ahmet ibn Hanbel, elleri kelepçeli bir şekilde
yöntemi devreye girmiştir. Bu da başarısızlığa
ders mahallinden alınıp sırtındaki kamçı izleriyle
giden sonu hazırlamıştır. Aslında bu olay, hür
ve sürekli devam eden işkence altında Tarsus’a
düşünceyi temsil eden bir zihniyetin trajik
götürülüp hapsedildi. O sırada ölen Memun,
durumunun resmidir.
Halku’l-Kuran inancını kabul etmeyenleri takip
Mûtezile’nin, Hıristiyanlara karşı İslam’ın tevhit esasından taviz vermemek adına bir düşünceyle yola çıkmalarına rağmen başvurdukları bu
Hanbel, Tarsus’ta devam eden işkenceden sonra, Bağdat’a gönderilip işkenceye devam edildi ve on dört ay hapiste kaldı.
yöntemler sonuç vermemiştir. Bu noktada onların bu durumunu Hz Ali’nin (v.h.40/m.661)
Mûtasımın yanında yapılan münazaralardan
şu sözü çok güzel açıklamaktadır: “Doğru sözle
sonra ikna edilemeyen48 ibn Hanbel Mûtasımın
yanlışa vardılar”. Sonuçta ortaya çıkan durum
gözü önünde baygın düşünceye kadar devam
ise, İslam düşüncesinin önemli bir kolu olan ve
eden yoğun işkencelere maruz kaldı.49 Üstünde
İslamiyet’in kuvvetle gelişmesine hizmet eden
sadece pantolonu kalıncaya kadar soyuldu ve
Mûtezilenin tarih sahnesinden çekilmesidir.
kırbaç ile işkence edildi.50 Sonuçta Ahmet b.
43
44
Bu noktada Beytü’l-Hikme gibi kurumlarda çalışanlara bu kadar özgürlükler verilmesine rağmen, bazı meselelerde hiç de özgürce davranmayan Mûtezile iktidarı döneminden iki örnek olayla konumuzu açıklamak
Hanbel adeta direnişin sembolü oldu. Yirmi sekiz aylık bir işkence faslından sonra serbest bırakıldı. Fakat Vâsık devrinde ders vermesi ve halifenin olduğu yerde oturması yasaklandı. Bunun üzerine yıllarca gizli bir şekilde yaşamak zorunda kaldı.51 Bu durum Mütevekkilin iktidara
istiyoruz. Bunlardan biri Mihne olayında direnen bir alim, diğeri ise devleti önemli
gelmesine kadar devam etti.
bir badireden kurtarmasına rağmen ciddi
Mûtezile’nin, kendine göre doğru addettiği bir
olmayan problemlerle Mûtezile tarafından
fikri, halkın kabullenmesi için zorba yöntemlerle
ortadan kaldırılan bir bürokrat- komutandır. Bu
dayatması, tarihe Mihne yılları olarak not
örneklerle Mûtezilenin farklı düşüncelere yaptığı
düşülmesini gerektiren o sıkıntılı dönemi ifade
uygulamaları irdelemek istiyoruz.
etmesi açısından önemlidir.
İbn Hanbel
Afşin
Mihne döneminde devrin önemli hadis
Bu noktada Abbasi tarihindeki baskı sürecinin
bilginlerinden olan Ahmet b. Hanbel, Mûtezilenin
adı olan Mihne ile ilgili değilse de, akli izahlara
dayattığı Kur’anın mahluk olduğu şeklindeki
ve insan özgürlüğünü bağlamında Mûtezilenin
resmi görüşe katılmayarak sonuna kadar
hoşgörüsüzlüğüne bir örnek teşkil etmesi
direnmiştir.
açısından, o dönemin ünlü bir bürokratı
Mûtezile’nin iktidar olduğu dönemdeki baskı yıllarında bir kısım alimler Mûtezilî fikirleri kabul etmiş gibi görünse de yapılan baskılara sonuna
olan Afşin’in uğradığı kovuşturma sonucu öldürülmesini örnek vererek meselenin izahına katkıda bulunmak istiyoruz.
kadar iki kişinin direndiğini aktarılmaktadır.45
Afşin, Abbasi devletinde bürokraside en üst
Bu iki kişiden biri olan Muhammed b Nuh
düzeye ulaşmış ve ünü gittikçe artan Türk asıllı
(v.h.218/m.833) Tarsus’a Memunun yanına
bir komutandır. Afşin’in babası, Orta Asya’dan
götürülürken yolda ölmüş ve böylece Ahmet b.
savaşlarda kullanılmak üzere orduya getirilen
Hanbel muhalefette tek başına kalmıştır.
Türklerden idi. Afşin askerlik mesleğinde
46
43 Nehcü’l-Belağa, Çev; Heyet, Ank, 1990, 73.
47 İbnü Kesîr, el-Bidaye, X, 271.
44 Laoust, 177.
48 Isfehanî, IX, 198.
45 Taberî,V,190.
49 Zehebî, XI, 244.
46 Ebu Nuaym, el-Isfehanî, Hilyetü’l Evliya ve Tabakatü’l-
50 Isfehanî, IX, 195.
Esfiya, Beyrut, 1405, IX, 196-197; Ebu Zehra ,62.
96
işini halefi Mûtasıma vasiyet etmişti.47 İbn
51 Ebu Zehra, 83; Ay, 344.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
temayüz ederek gayet başarılı ve takdir
uğraştıran ve bir anlamda Batınî karaktere sahip
toplayan saygın bir komutan olmuştu. Mısır’da
olan Bâbek ile isyanında yaptığı savaşları çok
gerçekleşen isyanların bastırılmasında kendini
ciddi tutmazdı.
gösteren Afşin, stratejik bir Anadolu kenti olan Ammûriyenin fethedilmesinde de önemli rol
Mûtezilî temsilcilerin bu olaydaki
oynamıştı.
hoşgörüsüzlülüğü de dikkat çekicidir. Afşin’e
Afşin bu başarılarıyla dönemin hakim
mesnetsiz, önemsiz suç teşkil etmeyen şeylerdir.
unsuru olan Türk komutanlar arasında ilk
Fakat bunların karşılığı verilen ceza ise tamamen
sıraya yükseltildi.52 Bunun arkasından Afşin,
siyasîdir ve bu suçlamaların karşılığı değildir.
Mûtezile’nin iktidarda olduğu dönemin en
İktidar dönemi öncesi geçirdiği süreç boyunca,
büyük problemi olan Bâbek (v.h.223/m.837)
benzer bir şekilde önemsiz suçlamalarla itham
isyanını bastırarak Mûtezile’nin iktidar süresini,
edilen Mûtezile iktidar döneminde ise bu tip
hatta devletin iktidar süresini uzatmıştı. Sıra
uygulamaları başkalarına yapması ilginçtir.
yapılan ithamların hemen hepsi delilsiz,
ile gönderilen altı komutanın bastıramadığı bu büyük isyanı bastırması onu bir anda devlet bürokrasisinde zirveye taşımıştı. Bundan dolayı
Abbasileri tarihlerinin bu en zor ve en baş edilmez isyanından kurtaran Afşin, akıl kabul
kendisine Sind eyaleti valiliği verilmişti.
etmez işkenceyle öldürüldü. Tarihin bir cilvesidir
Afşin’in bu yükselişi çok göze battı. Onu
mantığı gerçekleşti. Bu olay devrin ordusunda
kıskananlar –ki bunların başında vezir Ebû
hakim bir güç olan, dinî olayları çok yakından
Duâd gelmektedir- bazı olayları onun aleyhine
takip etmeyen Türklerde bir hayal kırıklığına
kullanmaya çalıştılar. Afşin’in kayınbiraderi
sebep olacak ve Abbasilerle ilişkilerini gözden
Mengüçür (v.h.224/m.838) Azerbaycan’da isyan
geçirmelerine, hatta artık siyasete karışmaya
edince, Afşin’in ona destek olduğu iddia edildi.
başlamalarına yol açacaktı. Nitekim Türk
Ayrıca onun hakkında devletten para gasbettiği,
komutanlar Vâsık’tan sonra Mûtezile’yi ortadan
o sıralar isyan eden Mazyar’ı (v.h.224/m.838)
kaldıran Mütevekkil’e destek vereceklerdir.
isyana teşvik mektupları yazdığı, Sasanîliği ihya etmek için çalıştığı ve hatta Müslüman olmadığı iddiaları ortaya atıldı. Bu iddia ve suçlamalar üzerine Hazarlara kaçmak isteyen Afşin, (h.225/m.840) da tutuklandı. Mûtezilî vezir Ebû Duâd, mahkemede Afşin’i yukarıdaki iddiaların dışında sünnetsiz olmak, Zerdüşt mabedini camiye çeviren imama had uygulamak, Kelile ve Dimne isimli kitabı okumak ve evinde Batıni kitapları bulundurmakla itham etti. Afşin, mahkemede kendisine yöneltilen suçlamaları çok güzel mantıksal değerlendirmelerle cevaplandırdı.53 Fakat onun bu cevapları önemsenmedi. Mûtasım’ın Afşin’e gösterilen ilgi ve iltifattan korkması ve vezir Ebû Duâd’ın kıskançlığı sonucu Afşin 841 de hapiste kırbaç altında aç bırakılarak öldürüldü.54 Oysa Afşin iddia edildiği gibi Batınî inanışa sahip bir kimse olsaydı, Abbasileri yirmi yıldır
ki burada da “Devrim kendi evlatlarını yer”
Sonuçta Abbasiler bu yanlış politikalarının bedeli olarak, siyasî olaylara karışmaya başlayan Türklerin baskısına boyun eğmek zorunda kalkacaklardır. Hatta bu durum Abbasilerin eski hakimiyetlerini bir daha elde edemeyecek şekilde kaybetmelerine sebep olacaktır. Aklı ön plana alan bir yönelimin temsilcisi olan Mûtezilenin, Afşin gibi kendisine yapılan ithamları akli çerçevede çok güzel çözümlerle izah eden bir komutanı55, sırf başında bulunduğu saltanatçı yönetimin maslahatını düşünerek akıldışı yöntemlerle ortadan kaldırarak en ağır şartlarda öldürmesi izahı zor olaylardan biridir. Ayrıca bu olay, hür düşünceyi temsil ettiğini iddia eden Mûtezilî görüşün, çelişkiler yumağı haline gelen bir resmidir.
İktidardan düşüş Mütevekkil’in tahta geçmesi, Mûtezile’nin
52 İbn Kesîr, el-Bidaye, X, 284.
iktidardan düşüşünün başlangıcını gösteren
53 İbn Kesîr, el-Bidaye, X, 292. 54 İbnü’l-Esir, el-Kamil, Beyrut, 1995, VI, 518.
55 İbnü’l-Esir, VI, 514.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
97
tarihtir. Mûtezilî baskı müthiş bir Sünnî tepki
devlete ve siyasete bağlamaları olmuştur.
doğurmuştu. Bu bağlamda ilk olarak Mütevekkil
Sünnî bir ihtilalle devrilip toplum ve düşünce
tarafından kelamî tartışmalar yasaklandı.
alanında geri plana itilmekle birlikte gayrı
Mutevekkil, daha sonra Mûtezilî temsilcileri bürokrasideki mevkilerinden aldı, hatta bazılarının mallarını müsadere etti ve yerine de Mûtezile karşıtı düşünce sahiplerini bürokrasiye yerleştirmeye başladı.56 Bu bağlamda eski Mûtezilî vezir İbn Zeyyât (v.h.233/m.847)
mâkulun önünün açılmasına ve bu akımın Arap-İslam kültür sahasında yeni mevzîler kazanmasına sebep olmuştur.61 Böylece Mûtezile sonrası iktidara gelenler aklı devre dışı bırakıp durgunlaşmaya vesile olmuşlardır.
işkence ile öldürüldü. Mûtezilî alimler hapislere
Sonuç
girerken Hadisçiler ve Hanbelî düşünceyi
Abbasilerin yükseliş döneminde gerçekleşen
benimseyenler diyebileceğimiz muhalif düşünce sahipleri serbest bırakıldılar. Beytü’l-Hikme zor günler yaşamaya başladı. Kindî (v.h.252/m.867) gibi bilginler Abbasi sarayından uzaklaştırıldı. Mütercimlerin maaşları kesildi, Yunanca’dan tercüme yapmaları yasaklandı, hatta Mevalî kıyafeti giymeye zorlandılar. Böylece yakın bir zamanda Bağdat’a akın eden bilginler buradan uzaklaşmaya başladılar.57
kısa süreli Mûtezile iktidarı, tarihe çok önemli notların düşüldüğü bir dönemdir. İslam’ın tarihi boyunca gerçekleşen ilk ve tek uygulamaların barındığı bir kısa dönem de diyebiliriz. İslam kurumlar tarihinde ortaya konulabilen benzer bir örneğini göremediğimiz bir uygulama olan Beytü’l-Hikme kurumu bu dönemin gerçekleştirdiği dev bir projedir. Aklı ön plana alan ve insanın özgür iradesine vurgu yapan Mûtezile muhalefet yıllarında
Mûtezile düşüncesi devlet kurumlarından kovalanmakla kalmadı, halkın yanındaki etkisi de yok edilmek istendi ve muhaliflerin etkisinde kalan halife, bir emirname ile Mûtezilî uygulamalardan vazgeçtiğini ilan etti. Para ile Mûtezilî fikirler karşıtı hadisler okuyan hadisçiler tutuldu.58 Neticede Mûtezile karşıtı bir hadis edebiyatı ortaya çıktı.59 Mûtezilî bilginlerin yazdıkları eserlerin büyük çoğunluğu tahrip edildi.60
olgunlaştırdığı bu fikirlerini, iktidarı ele geçirdiği dönemde halka benimsetebilmek için baskıcı yöntemler kullanma yolunu seçmiştir. Muhalefette iken akla uygun ve insan özgürlüğüne dayalı güzel söylemler geliştiren Mûtezile, Abbasilerin resmi mezhebî olduğunda ise iktidarın gücünü arkasına alarak muhaliflerine karşı akıl-dışı ve baskıcı sindirme politikası uygulamıştır. Abbasi yönetimi, Mûtezilî temsilciler
Mûtezile artık belini doğrultamadı, yalnızlığa itildi, küçük düşürüldü, devlet gücü ile sindirildi ve Hanbelîler tarafından Cehmiyye sıfatı verilerek kötülendi. İktidar olduğu dönemdeki baskıcı uygulamalar yüzünden de kendisine yapılan bu uygulamalara karşın halktan bir destek bulamadı.
aracılığıyla Mûtezilî fikrî benimsemeyenlerin üzerinde resmi kovuşturma (mihne) sürecini başlatarak muhalefeti yok etme yoluna gitmiştir. Mûtezilenin devlet baskısıyla zorunlu tuttuğu İslam yorumu ise, halk tarafından benimsenmemiştir. Bu noktada sadece mihne olayıyla sınırlı kalınmamış saltanatın başındaki şahısların kendilerinin ikbali için tehlikeli
Mûtezilîlerin düştüğü en büyük hata kendilerini
gördükleri kişiler, değişik yaftalarla suçlanmış ve kovuşturmaya uğrayarak yok edilmiştir.
56 İbnü’l-Esir, VII, 59.
Akla ve insan özgürlüğüne değer veren Mûtezilî
57 Demirci,137.
temsilciler ise bu kovuşturmalara destek
58 Mesudî, Mürücü’z-Zeheb, Beyrut, 1997, IV, 88.
vererek bu akıl dışı haksızlıklara destek olarak
59 Özafşar, 88. Kuranın mahluk olmadığına dair Hz.İsa, Hz. Musa, Hz. Muhammet ve meleklerin şahadet ettiklerine dair rivayetler için bkz. Isfehanî,IX,193.
yıllardır savundukları değerlerden iktidarları dönemlerinde vazgeçmişlerdir.
60 Luis Gadret, İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, Çev; İlhan Kutluer, IV, 137.
98
61 Cabirî, Arap-İslam Aklının Oluşumu,156.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Bu politikaların uygulanmasında iktidar ile ortak hareket eden Mûtezilî temsilciler, bu sürecin sonuçlarına katlanmak zorunda kalmışlardır. İktidarı devralan Selefi-Sünni yapılanma resmi kovuşturmaların faturasını haklı olarak Mûtezileye biçerek, Mûtezilenin tarihteki hem Mûtezilenin hem de İslam düşüncesinin tarihi seyrini derinden etkilemiştir. Mûtezile gibi yeni filizlenen hür, akılcı, üreten, taklit etmeyen bir fikrî hareketin de tarihin sayfalarına gömülmesine neden olmuştur. Sonuç olarak akleden, düşünen insanlar oluşturması hedeflenen bir projede acele edilerek toplumsal değişiminin belli bir sürece ve şartlara bağlı olduğu ilkesi unutulmuş, değişim yasaları hesaplanamamıştı. Sonuçlar erken görülmek istenmişti. Sonuçta ise değişim yasaları işledi.
- BİTTİ -
www.islamiyorum.com
fonksiyonunu sona erdirmiştir. Mihne süreci
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
99
Araştırma - İnceleme
İnsan Doğa İlişkisi ve Aşılamayan Ön Kabuller Tamer Ataç Bu çalışma; enformasyonun gelişmesi ile yükselen
gibi düşünürlerle, Newton gibi fizikçilerin
bilgi teknolojisi ve akışkanlığının, insan ve doğa
kuramsallaştırdığı; mekanik parçalara ayrılabilir,
ilişkisinde yarattığı/yaratacağı tahribat, bunun
matematiksel düzlemde sistematize edilebilir,
nedenleri ve çözüm yolları gibi konuları ele almayı
duyumsuz evren algısı; doğaya egemen
hedeflemektedir.
olma anlayışıyla birleşince, ele geçirilmesi
Doğa ve insan ilişkisi, tarihte değişik medeniyet havzalarında farklı farklı tanımlanmıştır. Bu tanımlamalar, varlığın nedenlerine ilişkin sorulara verilen yanıtlardan ayrı düşünülemez. İnsan; zihninde oluşan varlık tanımlamaları sonucunda iş ve oluşa (eyleme) geçmektedir. Yani insanın eylemliliği, hayat algısı ile kopmaz bir bütünlük arz etmektedir. Bu çağın fikri oluşumunun başlangıcı olan aydınlanma düşüncesinden önce, insanoğlunun ontoloji algısı, kadim kültürler olan Hint, Çin ve tevhidi dinlerdeki gibi varlığın anlamlı ve değerli oluşu şeklindeydi. 16. ve 17. yy.a gelindiğinde, Batı’da aydınlanmayla beraber; anlamsız, faydalanılabilir, ilahi değil, ölçülebilir, hesaplanabilir, sayılabilir mekanik bir dünyanın algısı egemen olmaya başlamıştır. Daha sonra Francis Bacon, Descartes
100
ve baş eğdirilmesi gereken bir evren algısına dönüşmüştür. Bacon bu konuda şunları söyler: “Doğanın hizmetkarı ve yorumcusu olan insanoğlu, deney ve düşünme yoluyla doğa düzeninin sırlarını anladığı ölçüde eylemde bulunabilir ve bilgi edinebilir. Doğaya egemen olmanın koşulu, ona boyun eğdirmedir.” Bacon’un bu doğa tanımlamasını ve insanın onunla ilişkisini, bu günün modern insanının doğa ve insan ilişkisindeki algısının başlangıcı olarak görebiliriz. Bu düşüncenin ardından Charles Darwin’in türlerin kökeni tezi ile ondan önceki Batı düşüncesinin denetlenebilir insan doğa ilişkisi ve durağan evren algısından; kökeni rastlantıya dayanan, değişen, sürekli gelişen, güçlü olanın ayakta kaldığı, zayıfın elimine olduğu doğal ayıklama teorisiyle iç ve dış kuvvetlerle oluşan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
varlık algısına ulaşılmıştır. Bu algı tamamen
Kapitalizmin doymak bilmez talanını, insan doğa
rastlantıya dayanan nedensizlik gibi absürt bir
ilişkisinde insanın doğaya yabancılaşmasının
temele oturmuştur. Psikoloji ve sosyolojinin
asli sebebi olarak gören eko-sosyalizmle
önemli kilometre taşlarından olan Erich Fromm
ilgili olarak, eko-sosyalizmin manifestosunu
şunları söylemektedir: “İnsan doğanın bir
ortaya koyan Joel Kovel, Michael Löwy şunları
parçasıdır, onun fizik kurallarına bağımlıdır ve
söylemektedir: “Eko-sosyalizm ilk dönemdeki
bu kuralları değiştiremez, ama yine de doğayı
sosyalizmin özgürleştirici amaçlarını sürdürür
aşar, doğanın bir parçası olmasına karşın ondan
ve hem sosyal demokrasinin yumuşatılmış,
ayrı düşmüştür; yurtsuzdur, ama öte yandan
reformist hedeflerini hem de sosyalizmin
bütün öteki yaratıklarla paylaştığı bu yurda
bürokratik biçimlerinin üretimci yapılarını
zincirlerle bağlıdır. Bu dünyada rastlantısal bir
reddeder. Bunun yerine, sosyalist üretimin
yere, rastlantısal bir zamanda fırlatılmıştır ve
yolunu ve amacını ekolojik bir çerçevede
oradan yine rastlantı sonucu ve kendi istencine
yeniden tanımlamanın üzerinde durur. Özellikle
bağlı olmadan ayrılmak zorundadır.” Günümüzde
toplumun sürdürülebilirliği için hayati önemde
yaşanan ve doğaya da yaşatılan cehennemin
olan ‘büyümenin sınırları’ konusunda öyle yapar.
arka planında var olan düşünce ve onun pratik
Şaşırmamak gerekir ki, bunlar kıtlık, sıkıntı
açılımı böyle olmuştur.(1)
ve baskının dayatılması olarak karşılanıyor.
Bu süreç ister istemez kendi içinden çeşitli karşı duruşları da beraberinde getirmiş, değişik itirazlara ve önerilere neden olmuştur. Ortaya çıkan itirazların ortak dili olan ekoloji tanımını da ilk defa Heinrich Philipp August Haeckel kavramlaştırmıştır. (16 Şubat 1834 - 9 Ağustos 1919) Ekoloji kavramı; canlılar ve canlı çevre, insan, hayvan ve bitkilere ait bireyleri veya bunlardan oluşmuş toplumları ifade etmek için kullanılmıştır. Kavram sonraları çoğunlukla esası sorgulamadan, var olana getirilen eleştiri olan çevreciliğin dili haline getirilmeye çalışılmış, nihayetinde de bir itirazın disiplini şeklinde ifade edilmiştir.
Ancak amaç ihtiyaçların dönüşümü ve niceliksel boyuttan uzaklaşılarak niteliksel boyuta doğru keskin bir değişimdir. Meta üretimin dilinden bu, şu anlama gelir: Kullanım değerlerinin değerini değişim değerlerinin üzerinden belirlemekdoğrudan ekonomik faaliyeti temel alan ve geniş kapsamlı bir öneme sahip olan bir tasarı.”(2) Eko-sosyalizmin insan ve doğa ilişkisindeki yaklaşımı; kullanım değerini, değişim değerinin üzerine taşımak, bunu yaparken ekonomik faaliyetleri temel almak şeklinde olup. Görüldüğü üzere araçları aşan bir önermede bulunmamakta, ön kabullerin tartışılması kesinlikle gündeme getirilmemektedir. Bu anlayış varlığın anlamını tartışmaya açmadığından, esasa bir itiraz değil, esasın
Yukarıda özetlenmeye çalışılan algı ve onun pratik açılımı, sadece Batılı insanın süreci olmaktan çıkarılarak, tüm dünya insanlarının süreci haline getirilmiştir. Bu durum; tahribatı Batı’dan başlatarak, dalga dalga tüm yeryüzü coğrafyasına yaymıştır. Bu algı; ön kabulü olan aydınlanma anlayışına dokunulmadan, araçlarına yönelik çeşitli eleştiriler almış, itirazlara hedef olmuştur. Bunlar toplumsal ekoloji, (eko-sosyalist) feminist ekoloji, yüzeysel ekoloji, (çevrecilik) derin ekoloji vb. şeklinde nitelendirilmiştir. Bunun dışında bir de hayatı ve evreni anlamlı kılan bir ön kabulden hareket eden “amaçlı evren algısı” insan doğa ilişkisindeki kadim tanımlamalardan biri olarak hayatın içinde yerini almaktadır.
doğurduğu uygulamaların tartışılmasıyla yetinilmekte, bu yolla her şeyin düzeltilebileceği düşünülmektedir. Eko sosyalizme paralel olarak, Marksizm’in ve kapitalizmin ekoloji ve cinsiyet sorunlarını görmediği iddiasından hareketle eko-feminizm ortaya çıkmıştır. Eko-feminizm; kadının doğaya yakınlığı, erkeğinse kamu gücüne yakınlığı sonucu eşitsiz bir ilişki geliştiği ve kadının erkekten daha aşağı konumlandırıldığı tezini savunmaktadır. Bu yaklaşımda kadın doğa ile bir bütünlük ortaya koymakta, doğaya ve kadına verilen zarar, egemen kültürün doğa ve kadını nesneleştirmesinden kaynaklanmaktadır. Eko-feministlere göre erkeğin kadın üzerindeki egemenliği ile insanın doğa üzerindeki
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
101
egemenliği arasında bir bağlantı vardır.
Hareketi” adlı makalesinde çevre hareketi olarak
Onlara göre, doğanın tahribinden sorumlu
tanımladığı derin ekolojiyi, temellerde değişiklik
olan yaklaşım insan merkezcilik değil erkek
yapmayı önermeyen çevreci hareketten farklı
merkezciliktir. Bundan çıkış yolu olarak da
olarak, dünya görüşünde, insan değerlerinde ve
üretilmiş tüm hiyerarşik ilişki biçimlerini
amaçlarında, politikalar ve yaşam tarzında köklü
reddetmeyi görmektedirler.(3)
değişiklikler yapılması gerektiğini savunan bir
Yüzeysel ekoloji (çevrecilik) olarak nitelendirilen
hareket olarak tanımlar.
anlayış; ön kabulün içindeki öteki olmayı
Aine Naess’in ileri sürdüğü derin ekoloji kavramı
bile hak etmeyen bir yaklaşımdır. Yıkımla
8 temel ilke üzerine kurulmuştur:
ortaya çıkan sonucun tamir edilebilir bir süreç olduğunu iddia eden çevrecilik; sürdürülebilir kalkınma gibi bir argümanla, merkezin kendini değiştirmeden, varlık algısına yönelik esasa dokunmadın, insanlara kendi atıklarını toplattırarak tahribatını gizleyen bir manipülasyon sürecidir. Bu esasın gözden kaçırıldığı ve sürecin temellerini sorgulamayan anlayış; bir yandan yenilebilir ve yenilemezlerin listesini yaparken diğer yandan isteyerek veya istemeyerek kafa karışıklığına neden olmaktadır. Bu durum var olan insan doğa ilişkisi ve bunun ürettiği modern yaşam biçiminin hangi temelden üretildiğinin görülmesine engel olmaktadır. İnsan doğa ilişkisinde ortaya çıkan süreç konusunda bırakın esası sorgulamayı, araçları bile anlamaktan yoksun bir yapı arz etmektedir. Egosantrik yaklaşım tarzı olan yüzeysel ekoloji algısı; manipülasyona açık ve kapitalizmin kendi içindeki rekabetin aracı haline gelebilmektedir. “Yalnızca insanların ahlaki bir değere sahip
1. Yeryüzündeki her şey değerlidir. O halde insan merkezci düşünceden uzaklaşılmalıdır. 2. Ekosistemin önemi kabul edilip türlerin devamı sürdürülmelidir. 3. İnsanlar yaşamları için gerekli ihtiyaçlarını, çevreyi yok etmeden, en sade şekliyle ihtiyacı kadar almalıdır. 4. Ekosistemdeki tüm yaşam dengeli olmalıdır. 5. İnsanların çevreye olan olumsuz etkileri herkes tarafından kabul edilmesine rağmen pek çok kişi bu olumsuz etkiye katkıda bulunmaktadır. 6. Yapılacak değişmeler, ekonomik ve ideolojik kurumları mutlaka etkileyecektir. 7. Yaşamın niteliği her şeyden önemlidir. 8. İnsanların derin ekoloji ilkelerini kabul
olduğunu varsayan bu yaklaşımda, her ne kadar
etmeleriyle çok büyük değişiklikler
doğal dünyaya karşı sorumluluklarımız olduğu
yaşanacaktır. Buna gerekçe olarak,
söylenirse de, doğal dünyaya karşı ‘doğrudan’
mekanistik dünya görüşü ile gelişen
sorumluluğumuz yoktur. Yaklaşıma göre, doğaya
endüstri toplumunun gereklerine göre
verilen önemin ve getirilen korumanın amacı,
şekillenen yaşam felsefesinin maddeci,
insanın çıkarlarını kollamaktır.” (4)
faydacı ve insanı birbirinin kurdu
İnsan doğa ilişkisinde ortaya çıkan anlayışlardan birisi de derin ekoloji olarak adlandırılan ve
kabul eden bir anlayış olduğuna dikkat çekmektedir.
kendisini “doğa merkezli” bir düşünüş olarak
Derin ekoloji düşüncesi; aydınlanma ile
tanımlayan; tüm yaşam biçimlerini (bakteriler
başlayıp, kendi zindanının duvarlarını ören
ve virüsler de dahil olmak üzere) “içsel değerler”
anlayışın, zindandan kurtulma hamlesi olarak
açısından birbiriyle eşitleyen “bio-merkezcilik”
nitelendirilebilir. Modern zamanlarda oluşan
görüşünü paylaşan düşünce ekolüdür.
insan doğa ilişki algısına, ilk defa dağınık da
Düşüncenin teorisyenlerinden Aine Dekke Eide Naess’in (27 Ocak 1912 - 12 Ocak 2009) 1973 de yayınladığı “Sığ ve Derin Uzun Menzilli Ekoloji
102
olsa bir itiraz yükseltme yoluna gidilebilmiştir. Bu itiraz, bünyesinde barındırdığı zayıf yönler ve kafa karışıklıklarına rağmen, 400 yıllık çılgın ve absürt bir süreçten sonra, insanın
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
varlık bütünlüğünü keşfetmesi açısından
Tüm varlığın bir denge üzerine yaratıldığını ifade
önemsenebilecek bir durumdur.
ederken bu dengenin bozulmaması noktasında
Amaçlı evren algısına gelince “Doğanın düzeni sadece nedenlerin ve sonuçların maddi düzeni, anlayışımızı berraklaştıran diğer teorik kategorilerin düzeninden ibaret değildir. Doğa; eşit derecede her şeyin bir amacı yerine getirdiği, var olan dengeyi korumaya yardım ettiği bir amaçlar bölgesidir. Vadideki cansız çakıl taşından, okyanusun yüzeyindeki ufacık bir planktona, tahta kurdunun bağırsağındaki kamçı şeklindeki mikroba, galaksilere, güneşe, dev ağaçlara, balinalara, fillere kadar var olan her şey meydana gelmesi ve büyümesiyle, hayatı ve ölümüyle, diğer varlıklar için gereken, Allah’ın onlara tayin ettiği bir amacı yerine getirir. Bütün yaratıklar birbirine bağımlıdır. Tüm yaradılış kısımları arasında var olan mükemmel ahenkten dolayı sekteye uğramadan çalışır.(5) Amaçlı evren algısı tüm yaratılmışı organik bir
insanlığa çağrıda bulunur. “Ve semayı da (yarattı), onu yükseltti ve terazide (ölçüde, dengede) taşkınlık etmeyesiniz diye teraziyi (ölçüyü, dengeyi) koydu. Ölçüyü hakkaniyetle dikin/ayakta tutun, teraziye (ölçüye, dengeye) zarar vermeyin.(8) Bu evren algısı tüm varlığı ubudiyet mantığı içinde organik bütünlük olarak görürken, insanı bu bütünlük içinde, farkındalık temelinde sorumluluklarıyla ayırmaktadır. “Göklerdeki varlıkların ve imkanların, yerdeki varlıkların ve imkanların tamamı, Allah’ın koyduğu düzen içinde görevlerini yaparak, Allah’ı tesbih ve zikrederler. O kudretli, hikmet sahibi ve hükümrandır.” (9) O inkar edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine onlar inanmayacaklar mı?”(10)
bütünlük içinde algılar. Öncelikle doğa insanın
Pratik olarak insan da tabii varlığı itibarıyla bu
mülkiyetinde değil, Allah’ın mülkiyetindedir.
sistemin bir parçasıdır. Parçası olduğu bütünden
İnsana oradaki tasarruf hakkı Allah tarafından
sorumluluk anlamında ayrılmaktadır. Yoksa
verilmiştir. İnsan O’nun tarafından tayin
biyolojik, fiziksel, kimyasal, yapısal bir ayrılış
edilmiştir. İyi bir kiracı gibi yaratıcının mülkünü
değildir.
dikkatle korumak zorundadır. İnsanın elinde tuttuğu kullanma hakkı, ona doğaya zarar verme ya da onu istismar etme ve ekolojik dengeyi harap etme hakkını vermez. İnsan doğa ilişkisinde bütün araçları ile varlığın üzerine çökmüş ve onu yaratılışın dışına zorlayarak, temelinde rastlantısal varoluş anlayışını reddeden amaçlı evren algısı, ön kabullerde değişim olmadan hiçbir şeyin değişmeyeceğini ilan eder. “Şundan dolayıdır ki, bir topluluk kendi (iyi) durumunu değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimetini değiştirmez ve Allah işitendir, bilendir.” (6) Burada nimetleri insanın yaşamında araçlar olarak gören algı durumunun değişmesini de referans değerlerin yani ön kabulün değişmesi olarak görür. Amaçlı evren algısında varlık görüşü insanın, doğanın, hayatın, ölümün var edilişini bir anlama dayandırarak yeryüzündeki tüm eylemliliği bir anlam temeline oturtur. “Bir de şunu bilin ki gökleri ve yeri ve ikisi arasında var olan hiçbir şeyi bir oyun ve eğlence olarak yaratmadık.”(7)
Böyle bütünlük içinde bir bakış açısının açık ifadesi şudur; İnsanın doğaya, yaratılmışa karşı yaptığı tüm zarar verici eylemler aslında kendine karşı yaptığı bir yok etme eylemidir. Doğaya gösterilecek şefkat, merhamet ve uyumluluk kendi varlığına gösterdiği öz saygının farklı bir ifadesidir. Bu özsaygının getirdiği sorumluluk, diğer varlığın işleyişinde yaşanacak olan ifsadın önlenmesi, organik bütünlüğün korunması, adaletin ayakta tutulması sorumluluğunu insana verir. Bu temel tanımlamalardan ortaya çıkacak pratik; insan ve doğa algısını ubudiyette bütünleştirirken, hayatın problemli alanlarına müdahale hakkını ve sorumluluğunu insana vermektedir. Bu sorumluluk, ön kabulde bütünlüğü bozmadan, insanın sosyalleşmesiyle ilgilidir. Tüm saldırganlıklara ve doğaya karşı yapılan hak ihlallerine karşı durulması gerekir. Amaçlı evren algısı sonuçta bir ön kabuldür. Bu algının reddi ve kabulü diğer algılarda olduğu gibi hayatın araçlarını ortaya çıkarır. Davranış
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
103
önce varlığa ilişkin bir tanımlamayla başlar. En başta belirttiğimiz gibi var oluşun anlamına ilişkin sorulara getirilen cevaplar insanın eylemlerinin şeklini de belirleyecektir. İnsan bu anlamda var oluşun nedenleri üzerine getirdiği yanıtları şu yöntemle belirlemektedir: Beş duyu tarafından kavranan ve toparlanan bilginin akıl
7. Kuranı Kerim (Enbiya 16) 8. Kuranı Kerim (Rahman 7-9) 9. Kuranı Kerim (Haşr 1) 10. Kuranı Kerim (Enbiya 30)
tarafından bir ön kabul (paradigma-referans değer) temelinden hareketle kullanılması ve (tarım, sanayi, sanat, teknoloji) belirleyen bir yaklaşıma dönüşmektedir. Bu ön kabulün neyle oluşturulacağı, insanlığın tarih boyunca en çok üzerinde durduğu bir konu olmuştur. Bugün var olan hayat biçimimizin hangi ön kabulden üretildiği ve bunun bilime, sanata, teknolojiye, tarımsal faaliyetlerimize günlük ilişkilerimize nasıl yansıdığı ortadadır. İnsanlık bugün için araçlara bakarak esası gözden kaçırmak gibi bir çelişkinin içine düşmektedir. Bize düşen, esası perdeleyen tuzağa düşmeden araçların ötesine geçerek bugün var olan dünyaya ve onun ön kabullerine ayna tutarak, var olanın tutarsızlığı ve onun ürettiği ve üreteceği dünyanın durumunu göstermektir.
KAYNAKÇA 1. ”Zygmunt Bauman Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri sayfa 37 Erich Fromm ,The Anatomy of human Destructiveness (Harmondsworth:Penguin Boks 1977) S.302. 2. http://www.ecosocialistnetwork.org 3. “(Sınırları yıkmak feminist yeşil bir sosyalizme doğru ayrıntı yayınları. MELLOR Mary) 4. Türkiye’de Çevre Koruma Ve Ekonomik Büyüme İlişkisi İnsanmerkezli (Antropocentric) Yaklaşımlar- SENCAR Pelin S.49)
www.islamiyorum.com
pratiğe aktarılması, yaşamdaki tüm araçları
5. ”İsmail. R.Faruki. Tevhit sf.75 insan yayınları 6. Kuranı Kerim (Enfal 53)
104
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
Birlikte Yaşamak Mümkün mü? Metin Yılmaz Giriş
olarak gören, sorun haline getiren ve milletleri
“Mesafelerin yenilmesinin mümkün olduğu asır”
gelişmeleri birlikte yaşama tezleri ile karşıladı.
dersek, içinde bulunduğumuz asrı en iyi bir şekilde tarif etmiş oluruz” diyordu Muhammed Esed, “Yolların Ayrılış Noktasında İslam” kitabının girişinde.
bölüp parçalamak için kullanan Batı, bu Dün birlikte yaşayamayız/yaşayamazsınız diyenler istersek birlikte yaşayabiliriz demeye başladı. Etnik ve dini aidiyetlerin yerine insan ve insani değerler öne çıkarıldı, farklılıklar
Mesafelerin yenilmesi ile uzaklar yakın olurken, mesafeye/mekana bağlı sınır ve bağların da bir anlamı kalmadı tabi ki. Toplumlar ve ülkeler arası insan hareketliliği arttı. Farklı din ve kültürlere ait eserlerin aynı rafta buluşması gibi, farklı kültür, ırk, renk, din, mezhep ve ideoloji mensupları aynı mekanda yan yana gelir oldu. Herkes her yerde artık, her yer rengârenk. Beyaz ile siyah aynı mekanda kahve
zenginlik olarak tanımlandı. Küreselleşme, çok kültürlülük, dinler ve kültürler arası diyalog vb. tezler birbiri ardınca servis edildi. Bunlara paralel olarak da Batı toplumlarında yaşayan yabancılar için uyum politikaları geliştirildi. Görünürde herkes birlikte huzur içinde yaşamanın başarılabileceğini ve artık zamanının geldiğini kabul ediyordu.
içiyor, Müslüman ile Hristiyan aynı otobüste/
Ancak olmadı, olamadı. Batılı insan aynı iş
trende/uçakta yan yana seyahat ediyor, aynı
yerinde çalıştığı, aynı marketten alış veriş
mahallede oturuyor, aynı okula gidiyor, aynı iş
yaptığı, yandaki dairede oturan yabancıyı
yerinde çalışıyor, aynı gazete ve dergileri okuyor.
farklılıklarından dolayı benimsemedi, zoraki
Birbirleri için komşu, okul arkadaşı, mesai
beraberliği birlikte yaşama aşamasına taşımak
arkadaşı vb. yakınlık ifade eden kavramları
istemedi. Medeniyetler çatışması tezi ve 11
kullanıyor. Dünya küçülüyor, insanlar ve
Eylül’de çöken ikiz kulelerle birlikte yaşama
toplumlar fiziki olarak birbirlerine her gün biraz
ümit, tez ve çabaları da çöküntüye uğradı.
daha yaklaşıyor, iç içe giriyor. Hiçbir toplum tek bir etnik, dini, kültürel kimliğe sahip, homojen bir yapı değil artık. Daha düne kadar insanların sahip olduğu etnik, dini, mezhebi ve kültürel farklılıkları sorun
Batı birlikte yaşamayı başaramadı Bugün birlikte yaşama tezlerinin söylem olarak bile iflas ettiği bir noktada bulunuyoruz.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
105
“Ben Türklerin de başbakanıyım.” çıkışı ile
hayatını zorlaştıran yeni kararlar aldırma
uyum politikalarının öncü isimlerinden Angela
çabaları göze çarpıyor. Fransa 5 milyonluk nüfus
Merkel bile açıkça “bir arada, çok kültürlü bir
içinde sadece 2 bin kadının kullandığı burka
ortamda yaşamayı beceremedik” diyerek çok
için yasak çıkarıyor. Yarım milyon Müslüman’ın
kültürlülüğün “bütünüyle başarısız” olduğunu,
yaşadığı başka bir ülkede burka kullanan sadece
“yan yana yaşıyoruz ve bundan mutluluk
30 kadın için kanun çıkarmak isteniyor ve
duyuyoruz” politikasının çöktüğünü itiraf etti.
bir tek hayır oyu bile çıkmıyor. İsviçre ülkede bulunan sadece dört minarenin yasaklanması
2010 Ağustos sonunda, Alman Merkez Bankası yönetim kurulu üyesi Theo Sarrazin “Almanya Kendini Yok Ediyor” adıyla yayınladığı
için referanduma gidiyor, sonuçta minare yasaklı hale geliyor.
kitabında çok kültürlülük politikasını ağır
Hadisenin boyutlarını ve vahametini Türkiye’nin
biçimde eleştirirken, bu politikalar nedeni ile
Viyana Büyükelçisi Kadri Ecvet Tezcan, günlük
“Müslümanların Almanya’nın ortalama zeka
Die Presse adlı gazeteye verdiği demeçte şöyle
seviyesini düşürdüğünü ve Almanya’yı içten
ortaya koyuyor: “Türk çocuklarının yüzde 60-
çürüttüğünü” iddia etti. Daha önce de Eylül
70’le çoğunluğu teşkil ettiği okullar var. Neden?
2009’da bir başka yazısında, Türk, Arap ve
Çünkü onlar gettolarda yaşıyorlar. Viyana’da
Müslüman göçmenlerin Alman toplumuna
Türkler konut talebinde bulunduklarında, hep
uyum sağlamayı istemediklerini ve uyum
aynı semte gönderiliyorlar. Avusturyalı aileler
kabiliyetlerinin de olmadığını belirtiyor ve şöyle
de etnik azınlıkların çoğunluğu teşkil ettiği
diyordu. “‘Uyum, uyum sağlayanların çabasıyla
okullara çocuklarını göndermiyor. Böylelikle
gerçekleşir. Devlet yardımıyla yaşayan ve
Türkler kenara itiliyorlar. (Bu durum Almanya’da
devleti tanımayan, çocuklarının eğitimi için çaba
da çok farklı değil. Almanya’nın özellikle büyük
göstermeyen ve devamlı olarak başörtülü küçük
kentlerinde pek çok okulda göçmen gençlerin
kızlar üreten insanları kabul edemem!”
oranının yüzde 80-90 olduğu, hatta bazı
1
Merkel’in koalisyon ortağı Sosyal Hıristiyanlar Birliği’nin (CSU) Başkanı Seehofer, bunu şöyle gerekçelendiriyor: “Yahudi-Hıristiyan geleneği ve insani değerlerle yoğrulmuş Alman kültürüne” uyum sağlamaları mümkün olmadığı gibi, zaman içinde egemen kültür haline dönüşecekler.2 “Avrupa’daki Müslümanlar sürünün içindeki kurt ya da Truva atı, yani Avrupa ülkelerinin kalbine ulaşmış düşmanın öncü kuvvetleri olarak görülmektedir.”3
okullarda hiç bir Alman öğrencinin olmadığı biliniyor. Örneğin, göçmenlerin en yoğun yaşadığı Berlin-Kreuzberg’deki Gesamtschule’nin 10. sınıfına giden 120 öğrenci arasında sadece 7 Alman bulunuyor.) Türklere kermes yapmaları için her yıl halka açık bir alan, mesela bir park tahsis ediliyor. Orada yemek pişiriyor, oynuyor, dans ediyor, kendi kültürlerini sunuyorlar. O kermesi ziyaret eden yegane Avusturyalılar, seçmen oyu avındaki politikacılar oluyor. Yine de Türklerin yalnızca yarısı sandığa gidiyor. Viyanalılar bu tür şenliklerde pencereden bile
Sadece Almanya’da değil Avrupa’nın şu ya da bu ülkesinin kanaat önderlerinden İslam ve Müslümanlar aleyhine hakaret, alay ve saldırı içeren sözler duyuluyor. Hemen hemen her gün ırkçı partilerin yeni mevziler kazandığını ve siyaset aleminin yükselen değerleri haline geldiklerini gösteren haberler geliyor. Birçok ülkede yabancıların özellikle de Müslümanların 1 http://aksam.medyator.com/2010/09/06/yazar/18679/ deniz_gokce/almanya_da_thilo_sarrazin_olayi_.html 2 http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=Radika
bakmıyorlar. Tatil haricinde Avusturyalılar farklı kültürlerle ilgilenmiyorlar… Türklerin istedikleri sadece, kendilerine virüs muamelesi yapılmaması.”4 “Almanya’da 16 milyona yakın göçmenin ülkede nasıl algılandığı ile ilgili bir araştırma yapan Friedrich Ebert Vakfı’nın ulaştığı sonuçlar da hayli çarpıcı... Mesela Almanya halkının yüzde 30’u ülkesinin “yabancılar tarafından istila edildiğine” inanıyor. Göçmenlerin
lEklerDetayV3&ArticleID=1025618&Date=01.11.2010& CategoryID=42 3 Tarık Ramazan shf 285
106
4 http://www.cafesiyaset.com/haber/20101110/ Avusturyaya-Buyukelci-Tezcan-cevabi.php
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dini ibadetlerinin kısıtlanmasını isteyen Almanların sayısı ise yüzde 50’yi geçiyor. Almanya’da göçmenlik konusu öylesine
artmıştır.)9 Gidişat endişe vericidir.
gerilimli ve sert tartışmalara neden oluyor ki, kimi politikacılar Türkiye’den ve Arap ülkelerinden artık hiç kimsenin Almanya’ya kabul edilmemesini bile isteyebiliyor.”5
Bitlikte yaşama Batı’nın tabiatına aykırıdır Aslında Batılı insanın birlikte yaşamak gibi bir
Sahip olunan önyargılar yeni nesillerin
sorunu yok, hiç de olmadı zaten. Zira Batı’yı Batı
yetiştirildiği müfredatlara da yansıyor. “Her ne
yapan değerler/dinamikler onun başkaları ile
kadar her Müslüman terörist değilse de, her
birlikte yaşamasına imkan tanımamaktadır.
terörist Müslüman’dır” ifadesi Danimarka devlet okullarında okutulan din dersi kitabında yer alıyor.6
Nedir bu dinamikler: 1. Batı kendisini diğer milletlerden üstün
Batı’nın modern kentleşme anlayışına bile ötekileştirme, yabancılaştırma, ayrıştırma, iletişimden koparma, tek tiplilik ve homojenlik hakim. Yabancılar/ötekiler, oluşturulan gettolarda7 yaşamaya zorlanıyor. Yoksullar, isçiler, başka kültürden olanlar merkezin dışında belli uzaklıklardaki duvarlar arasına hapsedilirken varlıklıların, yoksulların erişemeyeceği korumalı duvarlar arasında “öteki”nden tecrit edilmiş olarak yaşamaları sağlanmaya çalışılıyor.8 Avrupa’da yaşayan yabancılar etnik ve dini kimliklerinden dolayı iş, eğitim ve barınma alanında ayrımcılıkla karşılaşıyor. Ve özellikle de 11 Eylül arkasından yapılan kara propagandadan sonra yabancılara özelliklede Orta Doğululara karşı şiddet olaylarında patlama yaşanıyor. (Danimarka’da %314,3, Fransa’da %210,6, İrlanda’da 138,1, Slovakya’da %172,5 oranında
görmektedir. Her şeyin en iyisine, en gelişmişine, en doğrusuna sahip olduğuna inanmaktadır. “Avrupa Yunan ve Roma’nın mirasıdır. Yunan ve Romalılar yalnız ve yalnız kendilerini medenî görürlerdi. Yabancılara ve özellikle Akdeniz’in doğusunda yaşayanlara ‘barbarlar’ adını verirlerdi. O zamanlardan bu yana Avrupalılar, kök bakımından başkalarından üstün olduklarına bir realite olarak inanmışlardır. Hangi millet ve soydan olursa olsun Avrupalı olmayan herkesi az çok küçük görmek, Garp medeniyetinin karakteristiği olmuştur.”10 Edward Said, bu gerçeğe şu katkıyı yapıyor. “Avrupa kendini pozitif olarak yorumlamak için dönem dönem çeşitli biçimlerde Doğu’yu ve daha sonra İslam’ı kapsayan ‘öteki’ni yarattı ve kendi beyazının karşısına karanlık bir Doğu manzarası çizdi. Bu ‘öteki’ bazen çocuk, ilkel, gelişmemiş, hain, tembel ve ilgisiz; bazen de
5 http://www.milligazete.com.tr/makale/cokkulturlutoplum-corba-mi-salata-mi-180287.htm 6 http://kutuphane.uludag.edu.tr/PDF/ilh/2008-17(2)/ M27.pdf shf 20 7 “Getto” terimi Venedik’te 1516’da oluşturulan, Venedikli yetkililerin şehrin Yahudilerini içinde yaşamaya zorladıkları bir Yahudi mahallesinin adından gelmektedir. TDK sözlüğünde Avrupa ülkelerinde Yahudilerin gönüllü olarak veya zorlanarak yerleştirildikleri ve her türlü
putperest, kafir, iblis, boş inanç sahibi, cahil anlamında kullanıldı. Avrupa’da yeni doğan bebekler bu inançlarla büyütüldü, eğitildi.”11 B. Lewis, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e bunları doğrularcasına şu tavsiyede bulunur: “Araplara yapılması gereken şeyin, iki gözleri arasına büyük bir sopayla vurmak olduğuna inanıyorum. Onlar yalnızca güce saygı duyar.”12
gereksinimini başka yere gitmeden karşılayabildikleri mahalle, Yahudi mahallesi olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu gün her yabancı için oluşturulan yerleşim
9 Fatma yılmaz Avrupa’da ırkçılık ve yabancı düşmanlığı shf: 42
bölgelerini ifade için kullanılmaktadır. Avrupa’da oluşan
10 Yolların Ayrılış Noktasında İslam
Türk mahalleleri gibi, ABD’de oluşan zenci mahalleleri
11 http://www.iku.edu.tr/TR/iku_gunce/C3S1Sosyal/75.
gibi.
8 http://www.iku.edu.tr/TR/iku_gunce/C3S1Sosyal/75. pdf
12 http://kutuphane.uludag.edu.tr/PDF/ilh/2008-17(2)/ M27.pdf
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
107
2. Avrupa için öteki hep bir tehditti, tehlikeydi, düşmandı. Ondan hem korktu hem de nefret etti, neticede sadece düşman bildi. Öyle ki, Avrupa bu korku, nefret ve düşmanlık sayesinde Avrupa oldu.
kalmıştı.”15 “Amerika’nın Irak’ı işgalinin dördüncü yılında ölen Iraklı sayısının 1 milyona ulaştığı tahmin edilmektedir. Ama ne önemi var! ABD’nin Eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Kasım
“Avrupa kalesi ve dayanışması iç barışla değil,
2003’te Fox TV’de yaptığı bir konuşmada, ölen
birçok yazara (Morley ve Robins 1997; Hamelink
Iraklılarla ilgili bir soruya “Biz başkalarının
1993; Fontana 1995) göre, ‘öteki’ne duyduğu
cesetlerini saymayız” diye yanıt vererek16
korku ve nefret üzerine inşa edilmiştir.”13
umursamazlığını da ifade etmekten
“Mübalağaya düşmeden diyebiliriz ki Avrupa,
kaçınmamıştır.
Haçlı savaşlarının ruhundan doğmuştur.
Fransızların, Cezayir’i işgal ettikleri 1830-
Bundan önce ortada Anglosaksonlar, Cermenler,
1962 yılları arasında yani toplam 132 yılda
Fransızlar, Normanlar, İtalyanlar, Danimarkalılar,
katlettikleri Cezayirli sayısı bir buçuk milyona
Slavlar... vardı. Fakat Haçlı savaşları sırasında
ulaşmıştır.17
‘Garp medeniyeti’ fikri doğdu ve bütün Avrupa milletlerinin hep birden kendisine doğru koştuğu
Bu tablo başkaları ile birlikte yaşamak
tek hedef haline geldi.”14
niyetinin değil olsa olsa “ben merkezli” güçlü
Yakın zamanda oluşturulan Avrupa Birliği
değer vermeyen hastalıklı bir ruh halinin
de (AB) atalarının mantığını ve yolunu
eseridir ve bu, Batı medeniyetinin gerçeğidir. O
sürdürmektedir.
karşısındakilere ölmek ve köle olmaktan başka
bir egonun ve başkalarına sinek kadar bile
3. Bu hastalıklı ruh hali, Batı’nın gücü ele geçirmesi ile emperyalizme dönüştü. Batı kendini dünyanın efendisi olarak gördü, şımardı, azgınlaştı, insana, tabiata ve dünyaya sahip olmaya kalkıştı. Üstelik ötekini bir tehlike ve tehdit olarak algıladığı için acımadı, elindekini alarak/sömürerek zayıf düşürmek ve köleleştirmek için mücadele etti. Kendi kültür ve menfaatini
bir seçenek tanımadı. Endülüs Müslümanlarına ve Yahudilerine karşı asırlar önce ortaya koyduğu yaklaşım şundan ibaretti. Ya terk etmek ya ölmek ya da din değiştirmek. Ama beraber yaşamak hiçbir zaman alternatifler arasına giremedi. Aynı tablonun yakın zamanda Bosna’da da ortaya çıkması Garp cephesinde değişen bir şey olmadığını gözler önüne serdi.
gittiği her yere ölümü, gözyaşını, kanı,
Birlikte yaşama tezleri zorunluluklardan kaynaklanmıştır
katliamları, soykırımları ve köleliği götürdü,
Niyeti olmadığı halde Batı’nın birlikte yaşamanın
dünya halklarına dayattı. Bu mantıkla
ora halklarına gün yüzü göstermedi. İşte onlardan sadece birkaç örnek;
imkanlarını tartışmaya açmasının ve birlikte yaşama projeleri ortaya koymasının iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi, Batı toplumlarında
“Avrupa’nın toplam nüfusunun aşağı yukarı elli
sayıları az da olsa farklı etnik ve dini kimlik
milyon olduğu bir dönemde, 1500’den 1650’ye,
sahiplerinin varlığı, ikincisi ise Dünya halklarına
Meksika’nın yerli nüfusunu yirmi beş milyondan
dair hain, emperyal planların varlığını devam
bir milyona, yeni kıtanın yerli nüfusunu seksen
ettiriyor olması.
milyondan on milyona indirilerek, yüz elli yılda insanlığın hemen hemen beşte biri yok edilmiştir. Bir başka rakama göre 54 milyon
Avrupa Avrupalılara aitti. Ancak 2. Dünya savaşında oluşan enkazı kaldırmak için dışarıdan
insanın yaşadığı kıtada 1860’lara gelindiğinde ancak 340 bin, 1910’da ise 220 bin yerli 13 http://www.iku.edu.tr/TR/iku_gunce/C3S1Sosyal/75.
somurge.pdf 16 http://www.sol.org.tr/arsiv/index.php?yazino=9229 17 http://www.internethaber.com/tecavuz-edip-hatira-
pdf 14 M esed yoların ayrılış noktasında islam
108
15 http://iys.inonu.edu.tr/webpanel/dosyalar/1046/file/
fotografi-cektirdiler-336046h.htm#ixzz1HLVNH2RV
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
özellikle İslam ülkelerinden işçi talep edildi.
ileriliği, ev sahipliği ve kendini dayatması
Gelen işçilerin işleri bitince ülkelerine geri
üzerine kurguladılar. Yabancılardan kendi
döneceği hesap ediliyordu. Fakat göçmenler
kimlik, inanç, kültürlerini terk etmelerini ve
ülkelerine dönmek yerine orada kalmayı tercih
bir Batılı gibi düşünmelerini, inanmalarını,
ettiler, yerleştiler, çoğaldılar. Ancak hiçbir zaman
yaşamalarını beklediler. Tarık Ramazan’ın ifadesi
benimsenmediler, eşit ve denk kabul edilmediler,
ile “Müslümanlardan, İslamsız Müslümanlar”
ihtiyaç olduğu için varlıkları sorun da edilmedi.
olmalarını istediler ve onların farklılıklarına
İhtiyaç bittiği anda ise göze batmaya başladılar.
kendilerine uydukları sürece tahammül
Sorun oldular, başta işsizlik olmak üzere sosyo-
gösterdiler.
ekonomik sorunların müsebbibi kabul edildiler, günah keçisine dönüştüler.
Yabancıların önüne “ya bu deveyi güdersin ya
Ev sahiplerinin benimsemeyen soğuk yaklaşımı
Gitmeyi teşvik ederken kalanların hayatlarını
göçmenlerin, orada yerleşik olmaya karar
ellerinden geldiğince zorlaştırmaya çalıştılar.
vermelerine rağmen oralı olmalarına engel oldu,
Mesela Almanya ve Fransa göçmenlerin aile
içinde yaşadıkları topluma dahil olamadılar,
birleşimini zorlaştırmak için dil bilme şartını
kıyıda köşede bir sığıntı gibi kaldılar, birlikte
ve çocuklar içinse DNA testi şartını ileri
yaşamayı denemeye cesaret bile edemediler.
sürdü.19 Danimarka Maliye Bakanı Claus Hjört
Asimilasyon baskılarına karşı kimlik ve
Frederiksen gündeme getirdiği bir tasarıda
kültürlerini koruma kaygısına kapıldılar. Uzun
Müslüman göçmenlerin, Danimarkalılardan
yıllar bulundukları ülkenin dilini öğrenmeye bile
daha düşük maaşlarla çalıştırılması ve sosyal
direndiler. Yeni nesiller bu psikoloji ile büyüdü,
haklardan faydalanmak için puan toplamak
ortada kaldılar, ne oralı olabildiler ne de buralı,
zorunda bırakılması, malulen emekli olanların
tam anlamı ile bir kimlik bunalımı içine düştüler.
yeniden kontrol edilmesi ve bazılarının yeniden
Batılılar için onlar öteki idi, göçmenler içinde
çalışma hayatına döndürülmesi için baskı
Batılı öteki kaldı.
yapılması önerilerinde bulundu.20 İzlenen uyum
da gidersin” den ibaret iki seçenek koydular.
politikalarına direnmeye kalkışanlar içinse para
Bu böyle gidemezdi.
cezası verilmesi, sosyal haklarında kesintiye
İşte bu aşamada “birlikte huzur içinde yaşayabiliriz” söylemi dillenmeye başladı. Ancak bir sorun vardı. Batı yabancı/barbar, ilkel, gerici, ikinci sınıf insan yerine koydukları ile birlikte yaşayabilecek, onların din ve inançlarına, adet ve geleneklerine, kılık kıyafetlerine tahammül edebilecek miydi?
gidilmesi; uyumu engelleyen aile bireylerine de cezai yaptırım uygulanması”21 gündemdeydi. Amaç birlikte yaşamayı temin etmekti. Ancak Müslümanlara, yabancılara, azınlıklara ne istedikleri, ne düşündükleri hiç sorulmadı, onlara hiçbir konuda söz hakkı tanınmadı. Batılı, nasıl birlikte yaşanacağını, yolunu, yöntemini belirledi, karşısındakine tabi olmaktan başka
Elbette hayır. Nitekim çok geçmeden anlaşıldı ki, Onların birlikte yaşamaktan maksadı yabancıların asimile18 olmasıdır. Bu yüzden birlikte yaşamak adına yapılması gerekenlerle ilgili bütün sorumluluğu yabancılara yıktılar, bütün fedakarlığı onlardan beklediler ve bütün planları onların değişmesi üzerine yaptılar. Bütün süreci tarafların eşit ve denkliği, anlaşması, uzlaşması üzerine değil, Batı’nın üstünlüğü, 18 Farklı kökenden gelen azınlıkları veya etnik grupları, bunların kültür birikimlerini, kimliklerini baskın doku ve yapı içinde eriterek yok etme sürecinin sonu. TDK Türkçe büyük sözlük
seçenek bırakmadı. Birlikte yaşamak, Batılının belirlediği şekilde yaşamanın adı oldu. Dolayısı ile Batılı için birlikte yaşamak kendisi gibi olanlarla mümkün, Batı’da yaşamak isteyenler Batılı gibi düşünmek ve yaşamak zorunda. Hem Batılı ile birlikte yaşayacaksın hem de dini ve kültürel değerlerine sadık kalacaksın. Batılının asla razı olamayacağı bir şey bu. Nitekim Batı’nın yükselen değeri ırkçılık ve 19 http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=728 20 http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2011/02/08/ dine_gore_maas 21 http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/631/ almanyanin-cok-kulturluluk-sinavi.aspx
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
109
yabancı düşmanlığıdır. Üstelik bu hastalıklı hal
Bir yandan birlikte yaşamak için tezler üreten,
normal ve meşru kabul edilmektedir. Öyle ki,
öte yandan kendi egemenliğini dayatan Batı
Batılı, bu tehlikeye dikkat çekme çabalarına ve
demek istiyor ki; “Ancak egemeni ve efendisi
karşısındaki ile denk ilişki öneren yaklaşımlara
olduğum bir dünyada birlikte yaşayabiliriz.
tahammül bile gösteremiyor.
Yoksa benimle ya da bensiz kimse birlikte
İngiltere’de Canterbury başpiskoposu Rowan Williams, Londra‘da yaptığı akademik bir konuşmada “Britanya hukuk sisteminin aile yasasına ilişkin Hristiyan olmayan mahkemelere de karar yetkisi vermesi gerekliliğini savundu. Tüm tarafların anlaşması şartı ve kadınların eşit haklara sahip olması kesin kuralıyla birlikte, evlilik, boşanma ve miras ile ilgili konularda İslam ve Ortodoks Yahudi mahkemelerine yetki vermeyi önerdi. Aksi takdirde Müslümanlar kendilerini, yaşadıkları ülkeye sadakat ile kendi kültürel değerlerine sadakat arasında sıkışmış hissedecekler dedi.” Bunun üzerine kıyametler koptu. Rowan Williams dinden dönmekle ve kiliseyi kargaşaya sürüklemekle suçlandı,
huzur içinde yaşayamaz.” Batı, başkaları ile birlikte yaşamak istemediği gibi menfaati gereği başkalarının da birlikte yaşamasına izin vermedi. Farklılıkları bir fitne vesilesine dönüştürdü, toplumları parçalamak ve insanları kamplara bölmek için kullandı. Dil, din, ırk, renk, mezhep ve kültür farklılıkları onun çabaları sayesinde büyük bir soruna dönüştü, büyük sorunların çıkmasına yol açtı. Ortaya atılan ulus-devlet fitnesine, çizilen suni devlet sınırlarına ve provoke edilen mezhep kavgalarına kendilerini mahkum eden insanlar, daha önce birlikte huzur içinde yaşamayı becerdikleri halde birlikte yaşayamaz oldular.
sözünü geri alması ve hatta istifa etmesi
Farklılıkların bir fitne vesilesine dönüşmesinin
çağrılarına muhatap oldu.
yıkıcı etkileri bütün dünyada görülmekle beraber
22
en çok zarar gören İslam ümmeti oldu, birlik ve Birlikte yaşama tezleri Batı’nın elinde
bütünlüğünü kaybetti, birbirlerine düşman küçük
silaha dönüştü
sömürge devletçiklere dönüştü. Aynı inancı
Batı’nın bu hastalıklı hali sadece kendisini değil bütün dünyayı etkisi altına alıyor. Zira küçülen dünyada güç her geçen gün daha fazla belirleyici oluyor, güç kimde ise onun borusu ötüyor, yaşanan süreçleri o belirliyor ve o hükmediyor. Ve ne yazık ki birlikte yaşama adına yeni imkanlar sunan küreselleşme süreci Batı’nın öncülüğünde yaşanıyor. O da imkanları
paylaşan, aynı dine mensup olan insanların kendi elleriyle aralarına aşılmaz engeller, yıkılmaz duvarlar ördüğü bir süreç başladı. Bu gün bu sürecin en amansız yaşandığı bir aşamada bulunuyoruz. Etnik ve mezhep farklılığı merkezli çatışmaların ortaya çıkardığı acıları, sorunları, zayıflığı yaşıyoruz.
fırsata çevirip zihinleri esir alma, zenginlikleri
İşin en acı tarafı kendi halimizi okumaktan bile
de kasasına aktarma sevdasından bir türlü
aciz oluşumuzdur.
vazgeçmiyor, gelişen her durumu önce nasıl bir menfaat elde ederim mantığı ile ele alıyor, yeni sömürge alanları oluşturmak için kullanmaya kalkışıyor. Durum böyle olunca küreselleşme
Müslümanlar birlikte yaşamaya hazır mı?
süreci halis niyetlerle, insanı ve insani değerleri
Konu Batı olunca gerçekleri şöyle ya da böyle
öne çıkaran bir mantıkla değil emperyal
bir şekilde gören, eleştiren, rahatsız olan
niyetlerle ve güç sahiplerinin kendi kültürlerini,
Müslümanlar söz konusu kendi durumları
inançlarını ve çıkarlarını dayatmalarının esas
olduğunda adeta körleşmekte, kendi
olduğu bir mantıkla yaşanıyor. Birlikte yaşamak
gerçeklerine gözlerini kapamaktalar. Bırak
adına ileri sürülen tezlerden menfaat kokusu,
Müslüman olmayanlarla birlikte yaşamayı
sömürü kokusu, başkalarını kullanma kokusu
Müslümanlara bile aralarındaki farklılıklardan
yayılıyor, küreselleşme ve birlikte yaşama tezleri
dolayı (bazı şeylere kendileri gibi inanmadığı
emperyal niyetlere hizmet ediyor.
için, bazı şeyleri kendileri gibi yapmadığı için)
22 http://www.derindusunce.org/img/ceviri.pdf
110
tahammül göstermekten, yan yana gelmekten,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
omuz omuza vermekten, dayanışma içine
mı birleşeceğiz? Birlikte yaşayacağız? Diye
girmekten imtina ediyorlar. En hayati konularda
soruyorlar.
bile bunu başaramıyorlar.
23
Üstelik küçümseme içeren bir eda ile “Bunlarla 23 “12 Temmuz 2006 günü İsrail, Lübnan’a saldırınca Suudi din adamlarından Şeyh Abdullah İbn Cibr’in ilginç bir fetva yayınladı. Cibr’in fetvasında Şiileri ‘Rafızi’ olarak isimlendiriyor ve şunları söylüyordu: “”Ehl-i Sünnet’e nasihatimiz şu ki, onlardan uzak (beri) durun, onlara mensup olanları aşağılayın; İslâm’a ve
Neden? Herkesin İslam’ın yanında bir kimliği (alt kimlik) daha var. Bu kimlik, bir milleti/kabileyi/aşireti, bir mezhebi, bir cemaat ya da tarikatı, bir lidere tabiiyeti ifade ediyor. Herkes bu kimliği önemsiyor ve cemaatinin, liderinin, mezhebinin… fikir ve amel olarak en doğruya sahip olduğunu
Müslümanlara düşmanlıklarını, geçmişte ve günümüzde
düşünüyor. Kendisinin dışındakileri ise değersiz
Ehl-i Sünnet’e verdikleri zararı açığa çıkarın.” Ajansların
ve hatta zararlı olarak değerlendiriyor.
verdiği haberle bakılırsa Cibr’in, Şiilere dua edilmesini
Cemaatler kurandan veya İslam’dan hareketle
dahi caiz görmüyor! Cibr’in yalnız da değildir. Ezher Şeyhi Muhammed Tantavî de benzer bir tutum içindedir. Şeyh, Hüsnü Mübarek gibi İsrail’in Lübnan’a saldırması ile başlayan savaşın sorumlusu olarak Hizbullah’ı
oluşturdukları görüşlerini mutlaklaştırarak dinin yerini koyuyor24, farklılıkları sapma, yoldan çıkma olarak değerlendiriyor. Hal böyle olunca
gösterir ve bu tür maceraların Arapların çıkarına aykırı
da alt kimlik olmazsa olmazlar arasına giriyor,
olduğunu savunur.” Ali Bulaç, bilgivehikmet.com,
İslam olmanın temel şartı haline geliyor ve
velfecr.com
hatta İslam’ın yerini alıyor. İslam alt kimliğe
Afganistan’da karşılaştığımız ilklerden biri de,
indirgeniyor. Hakkın dışında batıldan başka bir
mücahitlerin kendi aralarındaki çatışmalarıydı.
şey olmamasından ve fırka-i Naciye anlayışından
Cemiyetler, birbirleriyle savaştıkları zaman tamamen
hareketle de doğru yolda olanlar sapanlarla yan
merhametsizleşiyor ve son kurşuna kadar karşı tarafı imha etmeye çalışıyorlardı. Rus tanklarına, “roketsiz kalırız!” düşüncesiyle atmadıkları roketleri, bitinceye kadar birbirlerini imha etmekte kullanmalarına “aşiret mantığı” şeklinde bir yorum getirmekten başka anlam bulamıyoruz. Bir köyde karşı gruplara yaptıkları bir baskın neticesinde iki taraftan onlarca insan ölmüş, ancak köyde bulunan mücahitler baskın düzenleyenler tarafından muhasara altında tutulmuş ve köyde bulunanlarla birlikte tamamen imha edilmişlerdi. Bununla da kalmayıp, cesetlerin oradan alınmaması için günlerce mevzide kalmışlar ve cesetlerin kokuları kendilerini tamamen rahatsız edinceye kadar da oradan ayrılmamışlardı. Mücahit grupların böylesine merhametsiz olduklarına onlarca örnek veriyorlardı. Mücahitlerin, aşiret mantığıyla birbirlerini imha etmeleri ile ilgili en dramatik olayı Abdulhak Maruf anlatmıştı. Ramazan ayında mücahitler, Lağman bölgesinde iftar etmek için bir büyük mescitte toplanmışlar. Kasaba halkı kendi aralarında hazırladıkları yemekleri sofralara düzmüş; ezan okunduktan sonra namaz kılmış ve topluca sofralara oturmuşlar. Bölge, güvenilir olduğu için nöbetçi koymaya bile ihtiyaç duymamışlar. Bütün mücahitlerin sofraya oturmasıyla birlikte ateş başlamış ve kırılan camlardan içeriye yüzlerce el bombası atılmış. Bununla yetinmemiş, içeri girmişler ve tek bir canlı kalmayıncaya kadar hepsine kıymışlar. Cemiyet-i İslami, Hizb-i İslami mücahitlerine, Hizb-i İslami de bunun benzerini Cemiyet-i İslami’ye yapıyor. Bütün gruplar arasında böylesine yüzlerce olay yaşanmıştı.” http://
yana gelmek istemiyor. Benim düşüncem, anlayışım en doğru, Benim grubum, cemaatim fırkayı Naciye (Kurtulan fırka), Benim liderim her şeyin en iyisini bilir, Benim için O ne derse o; Bana ait olan ne varsa hak, gerçek ve üstün, Ah bir de diğerleri olmasa, İnsanlar bana gelecek, benim çatım altında toplanacak, ben de hakkı hakim kılacağım ama önce onlar engel oluyor, Asıl tehlike onlar, Bana benden başka dost yok 24 “Sakal, sarık, takke, elle yemek ve benzeri konularda tamamen işin şeklini gelenekleştiren Afganlılara, gelenekleri konusunda itiraz edemiyorduk; zira onlar, bunların tamamen ilahi mesaja dayandığını savunuyor ve bunları ifa ederken Allah’ın değişmez hükmü gibi davranıyorlardı.” http://haksozhaber.net/author_article_ detail.php?id=16739
haksozhaber.net/author_article_detail.php?id=16739
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
111
Ben, ben, ben (biz),
toplum, tek devlet, tek millet, tek halk, tek eğitim, tek din, tek mezhep…) çabalarından,
Ya başkaları
kaynaklanan zulümleri okuduk, tanık olduk,
Onlar batıl, dalalette, rakip, öteki, düşman, Ben onlarla mı bir arada yaşayacağım. Gözümün içine baka baka benim anlayışımdan farklı anlayışlar dillendirecekler, benim düşüncemden farklı düşünceler ortaya koyacaklar yani dinimi tahrif edecekler, fitne çıkaracaklar ben de seyredeceğim! Mümkün
yaşadık ve hala da yaşamaya devam ediyoruz. Yaşananlardan dersler çıkarıp birlikte yaşamanın yollarını arayacağımıza dayatmalara mahkumiyet yaşıyoruz. Etnik kimliğe karşı etnik kimliğimizi, mezhebe karşı mezhebimizi, ideolojiye karşı dinimizi öne çıkarıyor, egemeni alaşağı edip egemen olmak istiyoruz. Oysa asıl sorun bu zaten. İnsanlar eşit ve denk olduğu
mü?
halde birilerinin farklılıklarından dolayı kendini
Bir yanlışlık var.
birlikte yaşama imkanını ortadan kaldırmaya
üstün görmesi ve kendini dayatmaya kalkışması
Her şeyi tekleştirmek/tek tipleştirmek istiyoruz. Herkes aynı şekilde düşünsün, aynı şekilde yaşasın, farklılıklar olmasın, muhalif bulunmasın diye düşünüyoruz. Tek doğru var, o da bende/ bizde. Dolayısı ile herkesin benleşmesini/ bizleşmesini bekliyoruz. Şiiler Sünnilerin Şiileşmesini, Sünniler de Şiilerin Sünnileşmesini bekliyor. Türkler, Kürtlerin kendilerine Kürt değil, Türk demesini bekleme hakkını kendinde buluyor. Bizim gibilerle bir arada olurken, ötekilerden uzak durmaya, yan yana gelmemeye, konu komşu olmamaya çalışıyoruz. Her türlü sosyal organizasyonu, dernek, vakıf, parti, cemaat tek tiplilik esası üzerine bina etmeye kalkışıyoruz. Hatta oturduğumuz sitelerde bile bu şartı arar olduk. Medyaya yansıyan bir haber halimizi ne kadar da çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. “Antalya’nın Lara semtindeki Feyzi Efe Sitesi’nin girişinde Türk bayrağı ve Atatürk resmi bulunan tabelada, “Atatürkçü, laik, demokratik insanların yaşadığı sitedir’’25
yetiyor. Zira dayatmanın ortaya çıkaracağı tek insani sonuç, direnmektir. Birlikte yaşamak ise her şeyden önce anlaşabilmek/anlaşma yapabilecek bir zemine sahip olmakla mümkün. Bu da kendimiz için istediğimiz, düşündüğümüz, hak olarak gördüğümüz her şeye başkalarının da sahip olması gerektiğini kabulle başlar. Benim dinim, mezhebim benim için ne ise onun dini de, mezhebi de onun için odur. Benim etnik kimliğimi, kültürümü önemsediğim kadar onun da önemseme hakkı vardır. Benim liderim kadar onun lideri de saygı değerdir. Benim fikirlerim en fazla onun fikirleri kadar doğru, en az onun fikirleri kadar tartışmaya eleştiriye açıktır… O da bir “ben” aslında. Hem de benim gibi.
İslam ne diyor? Mensubu olduğumuz İslam, insana ve kendini nispet ettiği kimliğe saygıyı esas alır, onlara alay, hakaret, küçümseme içeren her türlü yaklaşımı yasaklar. İnsanın insana, toplumun topluma dinini, mezhebini, etnik ve siyasi
Pek çok vakıf, dernek, cemaatin kapısında böyle bir yazı yoksa da fiili uygulama aynen böyle. Burası bana, benim gibi olanlara ait, başkalarının burada işi yok. Bu yüzden başörtülüleri Arabistan’a , solcuları Rusya’ya 26
göndermeye kalkışanlar oluyor bu ülkede. Oysa hepimiz bu coğrafyalarda topluma bir kimliği, bir ideolojiyi dayatmadan, farklılıkları görmezden gelerek homojenleştirme/tekleştirme (tek 25 http://www.t24.com.tr/content/newsdetail. aspx?cat=34&newscode=113590
herhangi bir kimliğini ve çıkarını dayatmasını engeller; dayatana karşı direnmeyi bir sorumluluk ve erdem kabul eder. O hem kullar üzerinde ilahlık davasına kalkışmaya hem de kula kul olmaya karşı çıkar. Allah, akıl ve irade vererek tercih sahibi kıldığı insanın tercihlerine ipotek konmasına asla razı olmaz. “Dinde zorlama yoktur”, “dileyen iman eder dileyen de inkar”, “ancak dileyen öğüt alır”… ilkelerini ilan ederek dayatma değil teklifi, zorlama değil ikna etmeyi, davet, öğüt, uyarı vb. çeşitleri ile diyalogu öngörür. En başta kendisinin
26 S. Demirel
112
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dayatılmasına karşı çıkar, teklif, tercih ve talebi
ifade ediyorlardı. (Ey Müslüman topluluğu!
esas alır.
Sizler bize aynı dine inanıyor olmamıza rağmen Rumlardan daha sevimlisiniz. Sizler
İslam şu veya bu insanı, şöyle veya böyle
bize karşı daha vefalı, daha şefkatli, daha adil
olan insanı, şuna veya buna sahip olan insanı
ve dostça davranıyorsunuz. Hâlbuki Rumlar
şuralı ve buralı olan insanı değil sadece insanı muhatap alır. Ona değer verir, onun sorunlarına çözümler sunar. Onları bir tarağın dişleri gibi
bize galip geldiklerinde işlerimizi ve evlerimizi yağmaladılar.) Humus halkı şehrin kapılarını Heraklius’un yüzüne kapatmış ve Müslümanların
birbirlerinin eşiti ve dengi kabul eder. Türk’ün
yönetiminin ve adaletinin Rumlardan daha iyi
Kürt’e, Batılının Doğuluya, Beyaz’ın Siyah’a,
olduğunu ifade etmişlerdir.”28
Sünni’nin Şii’ye, Müslüman’ın Hristiyan’a, bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. O
“Bizler gayrimüslim her hangi bir taifenin
da Allah katındadır.
İslam’ı kabul etmesi için zorlandığı ya da Hıristiyanlıktan vazgeçmesi için baskıya
İslam haktan ve adaletten yana batılın ve zulmün karşısındadır. O bir topluluğu, bir kimliği, bir dini, bir mezhebi değil sadece zalimi/zulmü
maruz kaldığını işitmedik. Şayet Müslümanlar Ferdinand ve İzabella’nın İspanya’da Müslümanlara karşı yaptıkları, XIV. Louis’in
hedef alır, kimden neşet ederse etsin onu
Fransa’da Protestan mezhebine mensup olanlara
engellemeyi hedefler. Zalimler arasında ayırım yapmaz, zulmü kimin yaptığına bakmaz. Adaleti sadece müntesipleri için değil, bütün insanlar
yaptığını veya İngiltere’nin Yahudileri 350 yıl topraklarından uzak yaşamaya mahkûm ettiği gibi benzer yollara başvurmuş, ötekine yaşam
için ister ve Müslümanları bütün yeryüzünde
hakkı tanımamış olsalardı bu bölgelerde bir
adaletin gerçekleşmesinden sorumlu tutar.
tek Hıristiyan bırakmaz kolaylıkla köklerini kazıyabilirlerdi.”29
Bu ilkelerin ışığında birlikte yaşamayı temin etmek mümkün. O da kendi egomuzu aşmamıza ve kendimizi hapsettiğimiz duvarları yıkmamıza bağlı.
“Yukarıda anlattıklarımız İslam’ın uzandığı ve halkları ile iletişime geçtiği coğrafyalardan sadece bir bölümü olan Şam, Irak ve Mısır beldelerinden birkaç sahnedir. Arnold, sözünü
Tarihi gerçeklerde iddiamızı desteklemektedir.
ettiğimiz (İslam’a Davet) kitabında konuyla
Müslüman olmayan insanlar bile buna şahitlik
ilgili bahsi uzatarak; İran topraklarında, Asya
yapmaktadır.
ortalarında, Afrika, İspanya, Güney ve Doğu Avrupa’da, Hindistan ve Çin’de, Güney Asya’da
Thomas Arnold “İslam’a Davet” adlı kitabında
kısaca Müslüman fatihlerin ulaştıkları bütün
şöyle diyor: “Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında gelişmiş olan insani ilişkilerin boyutuna baktığımızda insanların İslam’a girmelerinde
yeryüzünde benzer örneklerin yaşandığını belirtmektedir.”30
ne maddi ne manevi hiçbir şekilde baskının söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. Muhammed
Sonuç
bizatihi kendisi bazı Hıristiyan kabilelerle antlaşmalar yapmış, onları himayesi altına almış
Küreselleşmenin sınırları anlamsızlaştırdığı ve
ve onlara dini inanç ve ritüellerini gerçekleştirme
ulus devlet projesinin çökerttiği bir noktada
özgürlüğü vermiş, ayrıca din adamlarına gayet
bulunuyoruz. Irk, dil, din, mezhep, kültür,
güven ve huzur içinde kendi inanç ve gelenekleri
ideoloji bir toplumu tek başına tanımlamaya
içinde statülerini korumalarına fırsat vermiştir.”
yetmiyor. Her toplumda farklı etnik kimlik,
27
“İslam ordusu Ürdün vadisine ulaştığında ordu komutanı Ubeyde askerlerini Fıhl denen bölgeye konuşlandırdı. Bölgenin Hıristiyan yerlileri Ubeyde’ye mektup yazdılar. Mektupta şunları
farklı din ve farklı kültür mensupları mevcut. Üstelik insanlar ve toplumlar ister istemez yakınlaşıyor ve her geçen gün birbirinden daha fazla etkileniyor, adeta bir topluma dönüşüyor. 28 İmadüddin Halil İslam Tarihine Giriş sayfa 146 29 İmadüddin Halil İslam Tarihine Giriş sayfa 146
27 İmadüddin Halil İslam Tarihine Giriş sayfa 145
30 İmadüddin Halil İslam Tarihine Giriş sayfa 147
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
113
Birilerinin israfı başkalarının açlık ve sefaletine neden olurken, sorunların çözümü el ele vermeyi gerekli kılıyor. Küçülen dünya birlikte yaşamayı başarmaktan başka seçenek bırakmıyor insanlara. Ama bunun nasıllığı önemli. Bu konuda ya Batı tarzı dayatma hakkına sahip olacak. Herkes kendisi gibilerden oluşturduğu cemaatlerde, gruplarda, derneklerde, topluluklarda yaşamaya devam edecek, cemaatini geliştirerek başkalarına galebe çalacağı, kendi değerlerini hakim kılacağı güce ulaşmaya çalışacak. Ya da İslami ilkeler ışığında birlikte yaşamanın imkanlarını yeniden oluşturacağız. Herkes kendisi olacak, dosdoğru olacak, eşit ve denk şartlarda gerçekleşen bir birliktelik için mücadele edecek. Müslüman olacağız, İslam’ı anlatacağız, ama kimseye de kendimizi dayatmaya kalkışmayacağız. Dileyen onu tercih edecek. İnsanın huzur ve barış içinde yaşayacağı bir dünya için İslam (selam) diyoruz. Selamun aleyküm. Belki sesimizi duyanlar, sesimize ses verenler olur.
114
www.islamiyorum.com
bir birlikteliğe razı olacağız. Güçlü olan kendini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
İslam Dünyasındaki Halk Hareketleri Nasıl Okunmalı? Metin Yılmaz 17 Aralık’ta üniversite mezunu bir seyyar
Aslında gösteriler sıradan bir tepki olarak
satıcının, zabıtaların aracına el koyması üzerine
başladı. Ancak ilerleyen süreçte elde edilen
kendini yakması, önce Tunus’ta sonra da İslam
başarılar ve karşılıklı etkileşim ile kendini
aleminde beklenmedik gelişmelerin başlangıcı
geliştirdi, hedeflerini ve alanını büyüttü. Bütün
oldu. Bekledikleri işareti almışçasına halklar,
zalim yöneticileri hedef alan bir mücadeleye
kitleler halinde meydanlara akın etti. Tunus’u
dönüştü. Ve bir kısmını alaşağı da etti.
Mısır, onu da çok geçmeden Libya, Bahreyn,
Haksızlığa, rüşvete, yolsuzluğa karşı hak ve
Yemen, Ürdün, İran, Cezayir, Fas, Suriye izledi.
adalet; baskı ve sindirmelere karşı özgürlük;
Muhammed Bouazizi’nin tutuşturduğu ateş çok
çete devlete karşı hukuk devleti; demokratik
kısa bir sürede bölgedeki bütün sarayları sardı.
diktatörlüğe karşı demokrasi; paylaşımdaki
Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali, Mısır’da Hüsnü
adaletsizliğe karşı sosyal adalet arayışına
Mübarek yönetimi bırakmak zorunda kaldı.
dönüştü. Yok sayılan halkların varlık iddiasına
“Yönetenler/otorite karşısında hiçbir etkinlik
evirildi, halk meydanlarda kendini yok sayanlara
gösterilemeyeceği” önyargısının aşılmasıyla,
karşı “ben de varım, benim de sözüm var” dedi.
meydanların kararlılık ve talepleri de arttı. Daha
“Ekmek, özgürlük ve onur” meydanların ortak
önce küçük tavizlerle ya da baskı ile sindirilen
sloganı oldu.
halklar, bu sefer başta zalim yöneticiler olmak üzere bütün dünyayı yanıltan bir performans ortaya koydu. Suriye, Ürdün, Yemen, Fas, Cezayir ve Bahreyn’de iktidar sahiplerinin kandırma girişimlerine, baskı ve zorlamalarına, kanlı operasyonlarına rağmen meydanlar hala dopdolu. Ve onlar direndikçe de diktatörler mevzi kaybediyorlar.
Devrimleri kimse beklemiyordu. Hazırlıksızlık yakalanma hali herkeste hemen fark ediliyordu. Başta zalim yöneticiler bu gelişmeleri/sonu beklemiyorlardı. İktidarları için her türlü tedbiri almış, halkı sindirmiş, sindiremediklerini de ya hapishanelere ya da mezarlara gömmüşlerdi.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
115
Muhalefeti bitirmiş ve tekrar organize
diktatörlere karşı kendilerini mahkum ve bir o
olmaması için de her türlü tedbiri uygulamaya
kadar da çaresiz hissediyor ve ellerinden bir şey
koymuşlardı. Halkta kıpırdanmalar olduğunda
gelmeyeceğini düşünüyorlardı. Ancak bıçağın
ya küçük tavizlerle ya da baskı ile sindirmiş,
kemiğe dayandığı durumlarda cılız tepkilerle
iktidarlarını tehlike altında hissettiklerinde
kendilerini ifade etmeyi ve küçük tavizlerle
katliam ve kıyımlardan geri durmamışlardı.
günü kurtarmayı tercih ediyorlardı. İşte bu
Son olaylarda da Bin Ali, gösterileri kolayca
zeminde; halkın bıkmışlıktan beslenen tepkileri
savuşturacağını sandı, yanıldı. Hüsnü
yöneticilerden ümit kesilmesiyle birleşti,
Mübarek kendisinin Bin Ali’ye, Mısır’ın Tunus’a
yöneticilerin tepkilere karşı ateşe körükle giden
benzemediğini iddia ederek direndi, ama
yaklaşımları da eklenince kimsenin beklemediği
başaramadı. Bin Ali’nin gitmesi ile kritik eşik
son gerçekleşti. Halk kitleler halinde meydanlara
aşılmış, zalim yöneticilerden kurtulmanın
aktı. Yıkılmaz denilen saltanatlar meydanlar
mümkünlüğü ortaya çıkmıştı bir kere. Bu ateşin
karşısında tutunamadı ve diktatörler devrildi.
kendi saraylarına ulaşmayacağını iddia edenlerin iddiaları asılsız çıktı, alevler hemen hemen her sarayı sarmış durumda. Ne şirin gözükmek için vaat ettikleri göstermelik reformlar, ne kabinelerinde yaptıkları değişiklikler, ne de sus payı olarak dağıttıkları akçeler kar etti. Şimdi de ülkeyi ateşe vererek, halkın üzerine paralı askerler salarak, tanklar sürerek, bombalar yağdırarak kendilerini bekleyen akıbeti geciktirmeye/engellemeye çalışıyorlar. Ancak korkunun ecele faydası olmadığı gibi yaptıklarının da inşallah kendilerine bir hayrı olmayacak. Tam tersine yaptıkları ile gidişleri hızlanacak. Zira artık bu yaşananlardan sonra bu topraklarda demokratik yollarla da gelseler diktatörlere, halkı dikkate almayan yönetimlere hayat hakkı kalmamıştır. Temennimiz zaferin yakın ve kesin olması, diktatörlerin bir daha geri gelmeyecek şekilde köklerinin kazınmasıdır. Gelişmeler o kadar ani oldu ki; fiilen olayların içinde yer alanlar/halk için bile gelişim seyri ve ulaştığı sonuçlar sürpriz oldu. Sorunlar büyüktü ve her geçen gün de büyümeye devam ediyordu. Elde imkan olduğu halde, çözüme dönük girişimler ortaya çıkmıyor ve bir grup azınlığın elinde harcanıyordu. Vaatler her seferinde boş çıkıyor, düzen aynı tas aynı hamam devam ediyordu. Yapılanlar halka rağmen yapılıyor, zor ve baskı ile insanlar iknaya mahkum ve mecbur ediliyordu. Sorun çoktu ama konuşmak, sızlanmak, çözüm aramak yanlıştı. Zindanlar boşalıp boşalıp doluyordu. Bir gelen gitmek bilmiyor, ölüm ya da darbe gibi yollarla yeni gelen gideni aratan politikalar izliyordu. Ve bütün bunlar karşısında halkta çaresizlikten başka bir şey artmıyordu. Halklar
Olayların gelişim seyrini Dr. Ahmet Emin Dağ, “Kimin Yeni Orta Doğu’su Kuruluyor?”1 adlı yazı dizisinde şöyle ortaya koyuyor: “Tunus’ta siyasi baskı ve yolsuzluklara duyulan sessiz tepki, Muhammed Bouazizi’nin kendini yakmasının ardından yaşadığı şehirde küçük gösteriler olarak başladı. Sol görüşe mensup sendikaların, demokrasi yanlılarının, işsiz gençlerin, İslami grupların ve mahkum yakınlarının internet üzerinden yaptıkları örgütlenme sayesinde, eş zamanlı olarak sokağa çıkmaları devrim sürecini başlattı. Başlarda; açıkça Zeynel Abidin Bin Ali’nin meşruiyetini sorgulamayan muhalif söylem, güvenlik güçlerinin sert müdahalesi ve ölümlerin olması sebebiyle, toplumsal tabanını genişletmiş ve taleplerinin seviyesini de yükseltmiştir. Sokaklara dökülmüş olan halkı, geleneksel baskı yöntemleri ile sindirebileceğini zanneden rejimin hesaplayamadığı, ordu içinde yaşanan yatay çözülmeydi. Rejimin daha fazla şiddet uygulanması emri, alt düzeydeki güvenlik birimlerinde çözülmeyi getirdi. Halka karşı silah kullanmaktan kaçınan bu güçlerin muhalefet yanında potansiyel bir güç dengesi yaratması, rejimin geri adım atmasına neden oldu. 200’ü aşkın insanın hayatını kaybettiği olaylar ardından 14 Ocak 2011 tarihinde Bin Ali, Suudi Arabistan’a kaçarak bir dönemi bitirmiş oldu.” Mısır’da da Tunus’taki olaylara destekle başladı gösteriler. Yine orada elde edilen başarıdan aldığı güçle siyasi muhalefete dönüştü ve 18 günde, 30 yıllık bir diktatörü koltuğundan 1 http://www.timeturk.com/tr/2011/04/13/kimin-yeniortadogusu-kuruluyor-4.html
116
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
indirdi. “Tunus’taki olayların Mısır’daki devrimde
İslami bayrak ve flamalar kullanılmamış aksine
büyük etkisi olduğunu söylemem lazım. Mısırlılar
göstericilerin kullandıkları dilde ve taşıdıkları
Arap dünyasında hep ilk olmayı isterler. Her
dövizlerde rejimin değişmesi, Mübarek’in
şeyi önce bizim yapmamızı sonra da diğer
gitmesi yönünde ortak, belli bir ideolojiden uzak
Arap ülkelerinin bizi takip etmesini bekleriz.
bir dil benimsenmiştir… Müslüman Kardeşler’in,
Bu noktada Tunus’ta olanların Mısır üzerinde
gençlik hareketlerinin yarattığı rüzgar içinde
büyük etkisi olmasının iki temel sebebi var:
kontrolü doğrudan ele almamasının bir başka
Birincisi, Tunus polisinin Mısır polisinden daha
sebebi ise Mısır halkının farklı kesimlerinden
güçlü ve korkulası olduğunu biliyor olmamız
destek alarak büyüyen protestoların ruhuna
ve Tunus polisinin 20 gün içinde pes etmiş
zarar vermemektedir. Kendi üzerinden bir
olmasıdır. İkincisi, Tunusluların bunu başaran
İslami devrim olarak sunulması halinde rejim
ilk ülke olmasının ardından bizim çok kötü
karşıtı bu halk hareketi, hem içerdeki desteğinin
göründüğümüzün ve bir şeyler yapmamız
bir bölümünü kaybetme tehlikesi yaşayacak,
gerektiğinin farkına varmamızdır. Bu iki sebeple
hem de uluslararası bir baskı ile karşı karşıya
bir şeyler yapmamız gerektiğinin farkına
kalabilecektir… Bu nedenle Müslüman Kardeşler,
vardık. Ancak kesinlikle devrim yapmayı
hareket olarak doğrudan gösterilerde yer
planlamamıştık. Ne olduğunu düzenleyen bir
almayacağını ancak üyelerinin katılımına izin
komitemiz yoktu. Her şey internette birçok
verdiğini söyleyerek orta bir yol benimsemeyi
facebook mesajı, sohbet, Tunuslulardan
tercih etmiştir. Gösteriler sırasında Müslüman
aldığımız ipuçlarıyla ilerledi. Tunuslular bize
Kardeşler’in genç üyeleri ön plana çıkmışlar,
göz yaşartıcı bombalarla, elektrikli sopalarla,
kitleleri harekete geçirmekte önemli bir rol
güvenlik araçlarıyla nasıl başa çıkabileceğimizle
üstlenmişlerdir.”3
ilgili ipuçları verdi, çünkü çoğumuzun bu tür bir tecrübesi yoktu.”2
Yaşanan bölgesel gelişmeler bölge içinden
Müslümanlar da olayların bu şekilde
edilemedi. Gelişmeler öyle ani ve hızlı oldu ki,
gelişebileceğini öngöremediler. Sürekli hedef
dünyayı dizayn etmeye çalışanlar/ettiklerini
tahtasında olmanın, yedikleri darbelerin ve
sananlar da hazırlıksız yakalandılar. Onların
maruz kaldıkları eziyet, sürgün, hapis gibi kötü
zihninde “Orta Doğulular kendi başlarına
muamelelerin etkisi ile “sütten ağzı yananın
becerme yeteneğinden yoksun, Batı’ya
yoğurdu üfleyerek yemesi” yaklaşımı içinde
mecbur ve mahkum toplumlardı.” Buralarda
hareket ettiler. Olaylara sonradan dahil oldular,
Batı istemeden yaprak bile kıpırdamaz,
güç odaklarına malzeme vermemek için her
onun haberi ve onayı olmadan bir değişim
zamanki yaklaşımlarının tersine öne çıkmadılar,
gerçekleşemezdi. CIA ve MOSSAD Mısır’da
çıkmaya çalışmadılar, hadiseleri kuşatmaya,
olup biten her şeyden haberdardı. Nitekim Orta
kendi renklerini vermeye kalkışmadılar.
Doğu adını4 onlar vermişlerdi. Nerede hangi
tahmin edilmediği gibi bölge dışından da tahmin
“Mısır’da isyan patlak verdiği ilk andan itibaren gözler, ülkenin en güçlü muhalif hareketi olan Müslüman Kardeşler’e çevrilmiştir. Ancak hareketten beklenen destek hemen gelmezken 25 Ocak’taki gösterilerde Müslüman Kardeşler’in katılımı bireysel düzeyde kalmış, resmi destek açıklaması ancak üç gün sonra ikincisi düzenlenen gösteri için yapılmıştır. Daha sonra
3 25 Ocak’tan yeni anayasa’ya: Mısır’da dönüşümün anatomisi www.setav.org 4 “İngiliz ordularının Doğu sömürgelerine lojistik destek vermek için Londra ve Doğu’nun ortasında bir merkeze ihtiyacı vardı. Orta Doğu terimi bu ihtiyaçtan ortaya çıktı. Bölge Doğu (Bombay) ve Batı (Londra) arasında Orta bir yerde yer alıyordu ve Uzaktaki doğu kolonilerinden daha yakındaydı. Böylece Britanya’nın Hindistan Bakanlığı ile Hindistan’daki sömürge yetkilileri
da protestolar boyunca Müslüman Kardeşler
arasındaki yazışmalarında bölge ilk kez Orta Doğu
arka planda kalmayı tercih etmiş, buna paralel
ya da Yakın Doğu adlarıyla anılmaya başlandı. Ancak
olarak sokaklarda İslami sloganlar atılmamış, 2 Mısırlı aktivist Ahmed Zehran’ın usak merkezinde
1900’lerde hatlar sıklıkla karışıyor, hudutlar belirsizliğini koruyordu. Dünya Savaşı bittiğinde ise Yunanistan ve Güney İtalya Yakın Doğu’da kabul edilirken, Yakın
yaptığı açıklama: http://www.usak.org.tr/dosyalar/
Doğu’nun doğusu ile Afganistan arasındaki bölgeye Orta
rapor-11-02.pdf
Doğu denmeye başlanmıştı.”
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
117
devletin kurulacağına, sınırlarının ne olacağına,
bir şey değil çünkü. Orta Doğu’da yerinden
kim/kimler tarafından ve nasıl yönetileceğine
oynayan taşlar yerini bulurken emperyalistler de
onlar karar vermişlerdi. O kadar hakimdiler ki,
orada olacaklar. Bütün güçleri ile Orta Doğu’nun
son yüzyılda bu topraklarda, Müslümanların
yeniden şekillenmesinde söz sahibi olmaya
nesne değil özne olduğu, onay vermedikleri
çalışacaklar. Çalışmalara hemen başladılar
halde gerçekleşen İran İslam Devrimi gibi
zaten. “Tunus ile ilgili Bin Ali’nin iktidarı
olayların sayısı bir eldeki parmakların sayısını
bırakması yönündeki ilk mesaj ABD’den geldi.
geçmiyordu. Ve bu topraklarda, yaşayanlar
Ayrıca Bin Ali sonrası Tunus’a ilk diplomatik
adına geleceği de onlar planlıyorlardı. Ya da
ziyaret de gene ABD tarafından gerçekleştirildi.”5
planladıklarını zannediyorlardı. Ancak yanıldılar. Gelişmeler onlar için de sürpriz oldu, ne tepki vereceklerini bilemediler ve pozisyon almakta zorlandılar. Mesela; ABD, önce Hüsnü Mübarek yönetimini “istikrar” unsuru olarak nitelendirdi, halk ayaklanmasının boyutları büyüyünce Mübarek’e “reform yap” çağrısında bulundu, durum kötüye gidince de “geçiş dönemi” diyerek Hüsnü Mübarek’in halkın talepleri doğrultusunda gitmesi gerektiğini söyledi. Orta Doğu’yu gözden çıkaramazlardı. Sahip oldukları pozisyonu korumanın ya da en az zararla çıkmanın, hatta mümkünse ve bir fırsat bulabilirlerse karlı çıkmanın peşine düştüler. Esen rüzgarın önünde durup kendilerini riske etmek yerine rüzgarın yönüne göre pozisyon aldılar. İlke merkezli değil her zamanki gibi menfaat odaklı idiler. Bu yüzden kendi elleri ile halkın başına diktikleri, destekledikleri diktatörlerden kolayca vazgeçtiler ve zalimleri sahipsiz bıraktılar. Bin Ali gidecek yer bile bulamadı. Ancak Tunus’ta, Mısır’da halklardan yana görünenler, Libya’da rejimi değiştirmek için askeri operasyona başvuranlar, Bahreyn ve Yemen’de halkın üzerine silahlı kuvvetlerini gönderdiler; bir yerde diktatörleri alaşağı edilmesine en azından sessiz kalanlar diğer yerde var güçleri ile zalimleri korumaya çalıştılar. Rejimleri ayakta tutmak için meydanlarda hak, özgürlük diyenleri kurşunladılar ve sokakları kan gölüne çevirdiler.
Olayın iyi tarafı halkın gücünün farkına varması ve kendine güven duygusunun artmasıdır. Artık emperyalistler bu topraklarda, antiemperyalist söylemin cılızlığına rağmen eskisi gibi istedikleri gibi at koşturamayacaklar. Halklar ne kadarına izin verirse ancak o kadar söz sahibi olacaklar. Gelen bazı haberler bu konuda ümidimizi arttırmaktadır. “Sarkozy Irak’taki Fransız büyükelçisini Tunus’a göndermiş, ancak bu atama Tunus hükümetinden herhangi bir onay almadan gerçekleştiği için büyük bir tepki ile karşılanmıştır. Bu tavrın altında Fransa’nın Tunus’tan kendisine “hayır” cevabı gelmeyeceğine dair oluşturduğu güven bulunmaktadır. Fakat gelişmeler bu durumun düşünüldüğü gibi olmadığını göstermiştir. İlk olarak atanan büyükelçinin geri çekilmesi, ikinci olarak Fransa devletinin Tunus’tan özür dilemesi ve son olarak da 1881’den 1956’ya kadar sömürgeci olduğu için Fransa’dan Tunus’a tazminat ödenmesi, protestolarda üç önemli talep olarak ön plana çıkmıştır. Tüm bu gelişmeler Fransa’nın Tunus’taki eski pozisyonunu kaybettiğini göstermektedir.6 Darısı diğer emperyalistlerin başına. Olayların dışında kalan ülkeler ve halkları ise (özellikle Müslümanlar), “olmaz” diye düşündüklerinin olduğuna, “bırakmaz, ABD izin vermez” dedikleri diktatörlerin bir bir gittiğine, gitmeyenlerin de gün saydığına tanık oldular.
Bu iki yüzlülük bizi şaşırtmıyor aslında. Yeni Britanya İkinci Dünya Savaşı sırasında en önemli cephaneliğini Mısır’a kurmuş ve buraya “Britanya Orta Doğu Lojistik Merkezi” adını vermişti. Resmi
Gelişmelere kayıtsız kalmadılar, sahiplenme hissiyatı ile destek olma arayışları içine girerek güzelliklere güzellik kattılar. Kimi meydanlara aktı, kimi anlaşılmaları için yazdı, zor durumda olanlara insani yardım seferberliği başladı,
yazışmalarda binlerce kere kullanılan ve özünde askeri ve kolonyal bir harç bulunan bu sözcük, savaş sonrası “normal” bir kavrama dönüştü. Orta Doğu’nun sözlük anlamı istikrara kavuşurken Orta Doğu halkları istikrardan oldu.
118
5 http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/ Dosyalar/2011322_orsam.rapor.no.36.pdf.dosyasi....pdf 6 http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/ Dosyalar/2011322_orsam.rapor.no.36.pdf.dosyasi....pdf
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dualarda hep onlar vardı. Gelişmeler nasıl okundu? Üzülerek söylemek gerekir ki, olayları okuma sırasında zaaflarımızın esaretinden kurtulamayanlarımız da oldu. Zihinsel sorunlarımız bakış açımıza yansıdı ve vicdanlarımız bile sakat mantığımızın esiri oldu. Aşağıdaki yaklaşımlar ortaya çıktı. 1. Pragmatik ya da reel politik yaklaşım 2. Batılı aydınların ortaya koyduğu küçümseyen, Araplardan ya da şundan bundan bir şey olmaz yaklaşımı 3. Anlamak yerine yargılayan yaklaşımlar; iç dinamikleri yok sayıp her şeyi ABD ile izah etmeye kalkıştılar. 4. Herkesin kendi zalimine zalim dediği, kendi mezhebinden olanların mücadelesine destek olduğu mezhepçi yaklaşım 5. Bardağın dolu değil boş tarafını öne çıkaran karamsar yaklaşım
önce siz adım atın. Orta Doğu toplumlarının daha aydınlık, daha özgürlükçü bir geleceğe adım atacaklarına inanıyorum...” Bu söylemle Tayyip Erdoğan meydanlara sahip çıktı, zalime karşı mazlumun, diktatörlere karşı halkın yanında yer aldı. Ancak Libya’da bu ilkeli duruş devam ettirilemedi. İlkeler reel politikaya kurban edildi. Orada Türk işçileri vardı, Türk firmalarının yatırımları vardı. Bunlara bir halel gelmemesi için temkinli davranıldı. Bu da açıklamalarda çelişkilerin ortaya çıkmasına yol açtı. Mesela başta NATO’nun Libya olaylarına müdahalesine karşı çıkıldı, sonrasında ise fikir değiştirilerek NATO’nun operasyonların komutasını üstlenmesi istendi. Daha da ötesi Türkiye bu operasyonlara savaş gemileriyle katıldı. Muhaliflerin oluşturduğu Libya Milli Konseyi’ni resmen tanımaya yanaşmadığı gibi, diktatörlüğe karşı halk ayaklanmasını ve diktatörlüğün bu ayaklanmayı kiralık katillerle bastırma çabasını kardeş kavgası diye niteledi. Ve İngiltere ziyareti sırasında düzenlediği basın toplantısında, Libyalı muhaliflerin silahlandırılmasına karşı olduğunu kesin bir dille ifade etti. Bunun üzerine Selman Avde
Pragmatik ya da reel politik yaklaşım tarzı
ve Yusuf Karadavi gibi Müslüman alimler
Türk ve İran hükümetlerinde ortaya çıktı.
Tayyip Erdoğan’a “Kaddafi’nin mi yoksa halkın
Türk hükümeti, Tunus’ta olayların seyrini
mı yanındasın, safını belli et” çağrılarında
öngöremediği için Bin Ali’nin gidişinden önce bir
bulundular.
tavır belirleyemedi, ancak görevi bırakmasından sonra meydanlara destek verebildi, ulaşılan sonucu memnuniyetle karşıladı. Mısır’da ise atak yaptı. Erdoğan, Tahrir Meydanı’ndan da canlı yayınlanan konuşmasında açıkça meydanlara destek vererek Hüsnü Mübarek’e “bırak git” diye seslendi. “Bu grup tüm dünyada mazlumların yanında olan bir grup olarak adını tarihe yazdırmıştır. Halkın demokratik taleplerine hiçbir iktidar duyarsız kalamaz. Tarihte baskıyla, sindirmeyle ayakta kalan hiçbir yönetim yoktur. Halka gözünü kapatan yönetimler bilesiniz uzun ömürlü olamazlar. Mazlumun ahı aheste de olsa çıkmıştır. Halkın çağrısı karşılıksız kalmaz. Halka rağmen hiçbir iktidar ayakta kalamaz… Buradan Mısır Devlet Başkanı Sayın Hüsnü Mübarek’e
Aynı sorun Suriye’de de ortaya çıktı. Beşar Esad tarafından gerçekleştirilen zulümlere karşı sessiz kalındı, Mısır meydanlarına verilen destek Suriye meydanlarına verilemedi. Bu durum siyasi, ekonomik birçok ilişki ile bu gerekçelendirilebilir, ama hiç biri ilkeli duramayışın mazereti olamaz. Bu Lübnanlı yazar Muhammed Nureddin’in ifade ettiği gibi tam anlamı ile bir “Makyavelizm”dir.7 Ve bu yaklaşım, şu sorunun altında kalmaya mahkumdur. “Suriye’nin komşularının politik ve ekonomik çıkarları, Suriye halkının kanından ve geleceğinden daha mı değerli ve daha mı önemli?”8
içten bir uyarıda bulunmak istiyoruz. …Halkın haykırışına kulak verin. Halktan gelen değişim arzusunu hiç tereddüt etmeden karşılayın. Halkı tatmin edecek adımlar atın. Mısır’ın iyiliği için
7 http://www.habervaktim.com/yazar/37091/ankara_ ile_tahran_arasinda_sam.html 8 İnsan hakları aktivisti yazar Osman Atalay, Milli Gazete
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
119
Reel politik yaklaşımın tek kurbanı Türkiye
Mesela; Mısır’da meydanlara destek veren,
değil şüphesiz. (Başta Batı olmak üzere) İran,
Libya’da “Yapabilirseniz, elinizden gelirse
Suudi Arabistan, Katar, Lübnan Hizbullah’ı da
Kaddafi’nin kafasına sıkın” diye fetva veren
benzer bir yanlışın içine düştüler. Ne yazık ki,
Üstad Yusuf Karadavi, Bahreyn’de olan bitenlerle
olayları ilkelerle değil menfaatleriyle, vicdanları
ilgili tek bir açıklama yapmadı. Bu durumu tespit
ile değil çıkarları ile değerlendirdiler, ilkeleri reel
eden Hizbullah lideri Nasrallah, 10 Nisan 2011
politikaya kurban ettiler. Bir yerde zalime karşı
tarihli konuşmasında, Üstad Karadavi’yi “Bazıları
olurken başka yerde zalimden yana göründüler.
Mısır’da insanları sokağa davet ediyor, Libya’da
Oysa Müslümanlardan beklenen ve yakışan
halkı Kaddafi’yi öldürmeye çağırıyor; ama
zalimlerin hepsine karşı tek ses olmalarıydı, ama
mesele Bahreyn olunca kaleminin mürekkebi
ne yazık ki başaramadılar.
kuruyor”10 diye eleştirdi. Bu eleştiriye katılan
Zulmün dini, mezhebi, cemaati yoktur aslında. Kimden kaynaklanırsa kaynaklansın zulüm zulümdür. Ve kaynağına, sahibine, nasıllığına bakmadan zulme karşı olmak İslam’ın temel şiarıdır. Müslümanların ve hatta hangi dinden olursa olsun insanların hiçbir konuda
Bülent Şahin Erdeğer de Nasrallah’a yazdığı açık mektubunda haklı olarak Nasrallah’ın Suriye konusundaki sessizliğini “Bazıları Bahreyn’de insanları sokağa davet ediyor, ama mesele Suriye olunca kaleminin mürekkebi kuruyor!” şeklinde eleştirdi.
anlaşamasalar bile zulüm karşısında birlik
Oysa hem Nasrallah hem de Karadavi bu
olmaları beklenir. Zira ona karşı olmak için
ümmetin kanaat önderleri. Onlardan, ümmetin
gereken tek şey vicdandır.
bütün renklerine karşı daha kuşatıcı ve kucaklayıcı olmaları ve diktatörlerden kurtulma
Mezhep odaklı yaklaşım
çabalarına mezhep ve meşrebine bakmaksızın
Ancak nasıl bir taassuba sahipsek; zulme, zalime yaklaşımımız bile taassuplarımızın esareti altında. Zulüm bizden olana, mezhep ve meşreptaşlarımıza yapılıyorsa zulüm oluyor, fakat mezheptaşın yaptığı zulüm görülmüyor, görülse de sessiz kalmak tercih ediliyor. Diktatörlere karşı mücadele verenler mezheptaş ise destekleniyor, diğer durumlarda diktatörlerden yana bile tavır alındığı oluyor. Özgürlük mücadelesi isyana, hak arama çabası teröre dönüşüveriyor. Bir yerde zalime karşı olanların diğer yerde zalimin yanında yer alması gibi garip ve izahı mümkün olmayan bir tablo
canı gönülden destek olmaları beklenir. Bilmeliler ki, bu konularda onların yapacağı küçük yanlışların ümmet içinde karşılığı büyük olmaktadır. Gün mezhep ve meşrep farklılıklarının hatırlanacağı değil, zalime ve zulme karşı tek ses, tek yürek olma günüdür. Ve ümmet kanaat önderlerini, alimlerini, liderlerini önde görmek istemektedir doğal olarak. Üstelik konu ne mezhebi, ne reel politik bir konu değil, tamamen insani ve ahlaki bir konudur, vicdanların sesine kulak verilmesi gereken bir konudur.
ortaya çıkıyor.9 Yalnız reel politik yaklaşımlar
Aynı yanlışa en tarafsız olması gereken
değil aidiyet merkezli yaklaşımlarımız,
kurumların da düşmesi ayrıca dikkat çeken,
taassuplarımız ya da taraftarlıklarımız da ilkeli
sorunun derinliğine ve vahametine işaret
davranma imkanımızı elimizden alıyor.
eden bir durumdur. Mısır, Tunus ve Libya’da rejimi devirmek için seferber olan El Cezire
9 İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mihmanperest’in,
televizyonu, aynı yayın politikasını sıra
Suriye’de göstericilerin katledilmesi ile ilgili soruya
Bahreyn ya da diğer Körfez ülkelerine gelince
verdiği cevapla katliam emrini veren Esad’ın söylemi
sürdüremedi.11 TV’nin Arapça yayın yapan kanalı
arasında hiçbir fark olmadığı görülmektedir. “Ancak eğer
Bahreyn’deki olayları görmezden geldi.
bir grup bir ülkede ayaklanma ve kargaşa çıkarmaya kalkar ve yabancıların desteğiyle emniyeti bozmaya çalışırsa devletin güvenliği sağlamak için tedbir almaya hakkı vardır.”
Onemli-Mesajlar.html
http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=27110&y=Ha kanAlbayrak
120
10 http://www.zeynebiye.com/76420_Nasrallah-tan11 http://www.gazeteciler.com/gundem/el-cezireye-ciftestandart-elestirisi-34204h.html
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Orta Doğu’da meydana gelen gelişmelerin
hakim olan söylemin “demokrasi, özgürlük” gibi
yeterince problemi ve sorunu var zaten.
Batı menşeli kavramlar olması, anti emperyalist
Gelişmelerin reel politik ya da mezhebi
söylemin yok denecek kadar az oluşu da bunu
ve meşrebi gerekçelerle bir bütün olarak
gösteriyordu zaten. Bütün olan bitenin tek bir
değerlendirilmemesi, sorunlara sorunlar
izahı vardı. Bir proje, ortaya konan bir senaryo,
eklemektedir. Zalime zalim deme konusunda
planlanan bir oyun. Bu oyunda Müslüman
bile mutabık kalınamaması herkesin bir (kendi)
halklar ve yerel dinamikler kendilerine yazılan
zalimin arkasında durması ile sonuçlanmakta,
senaryoyu oynayan bir piyondan öte bir anlam
bu ise hem bu ümmete yakışmayan bir tabloyu
taşımıyordu.
ortaya çıkarmakta hem de karşılıklı güven sorununa neden olmaktadır. Oysa gün, ilkeli davranma ve omuz omuza verme günüdür.
Yargılayan yaklaşım Yaklaşımlar bunlarla sınırlı kalmadı. Ne yazık ki Orta Doğu’daki gelişmeler değerlendirilirken değerlendirmeye değer bulmayanlarımız bile oldu. Bir kısmımız “Araplardan bir şey olmaz” diyerek şarkiyatçı bir kafayla olaylar üzerinde düşünmenin önüne geçti, bir kısmımızda
Yani değerlendirmeye, tartışmaya ve kafa yormaya değer bir şey yoktu. Ne anlamaya gerek vardı, ne de tahlil etmeye. Sonucu baştan belli olan bir oyunda neyi değerlendirecek, neyi tartışacak, neyi masaya yatırıp analiz edecek, nesini sahiplenecek ve ne önereceksin. Söylenecek tek şey “tezgaha gelmeyin” olabilirdi ancak ve böyle düşünenlerce o söylendi sadece. Peki; böyle demekle ne önerilmiş, nasıl bir çözüm sunulmuş oldu?
“bu bir projedir” diyerek. Bunlardan ilki
Diktatörlerin yıkılması sevinç vesilesi olacakken
değerlendirmeye değmeyecek kadar faşizan,
ve yeni ümitler yeşertecekken şüpheleri ve
basit ve önyargılı bir yaklaşım. Diğerini
korkuları besledi. “Müslümanlara özgürlük,
ise özellikle İslami camiada çok dile gelen
kahrolsun diktatörler!” söylemi ile sokaklara
bir görüş olduğu için üzerinde durmaya ve
dökülen halklar üzerinden bölgede eskisinden
değerlendirmeye değer buluyoruz.
daha kötü ama daha güçlü rejimlerin inşa
İslami camiada Türkiye’deki ve dünyadaki
edileceği korkusu işlendi.12
gelişmeleri “dış unsurlarla, Lobilerle, emperyalist
Bu tarz bir yaklaşımın bize bir şey katmadığını,
güçlerle izah etmeye çalışmak; komplo, proje,
kimseye bir şey katmadığını ve hatta güç
oyun vb. şekilde nitelemek alışkanlık haline
sahiplerinin işine geldiğini görmek gerek. Zira bu
geldi neredeyse. Özellikle tasvip edilmeyen
yaklaşım, gelişmelerin anlaşılmaya, tartışılmaya
gelişmeleri, söylemleri izah etmede sık sık
ihtiyacı varken düşünmenin, akletmenin önüne
başvurulan bir yöntem oldu. “Orta Doğu’daki
dikilen bir engeldir. Birbirlerine ihtiyacı olan, el
gelişmeler ABD’nin Orta Doğu’yu yeniden
ele, omuz omuza, kafa kafaya vermesi gereken
dizayn etmek istemesinin bir eseri idi. Büyük
insanların arasına mesafe koymaktır.
Orta Doğu Projesi’nin devamıydı. ABD ve AB arasındaki rekabetin bölgeye yansımasıydı. Diktatörlüklerden liberal demokrasilere geçiş için Rusya’dan ayrılan devletlerdeki renkli devrimler gibi, Soros’çu STK vasıtasıyla planlanan devrimlerdi. Halk meydanlarda kendisi için yazılan senaryoyu hayata geçirdi. ABD’nin diktatörlerin arkasında durmaması, onlar aleyhine açıklamalar yapması, demokrasi yanlısı grupları desteklemesi, onlara maddi kaynaklar aktarması, orduya sükunet çağrıları yapması,
Nasıl bir diyalog olabilir ki! Birileri kendi planını uygularken onlar başkalarının projelerini uyguluyorlardı. Birileri kendi söylemini dillendirirken onlar başkalarının ağzıyla konuşuyorlardı. Birileri kendi kavramlarını kullanırken onlar başkalarının kavramlarını kullanıyorlardı. Her şeyin en doğrusuna sahip olanlar, bütün sorunlarını çözenler başkalarının ağzına bakan, başkalarının piyonu olanlarla ne konuşulabilir, ne paylaşılabilirdi?
Mısır Genel Kurmay Başkanı’nın o günlerde ABD’de olması bunun işaretiydi. Meydanlara
12 http://haksozhaber.net/author_article_detail. php?id=20949
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
121
Oysa Müslümanlar her yerde o kadar birbirlerine
eleştiriyi, çözüm aramayı ve önermeyi koymak
benziyorlar ki, Tahrir’deki eksiklikleri İstanbul’un
gerek.
Beyazıt’ında, Tahran’ın Azadi’sinde de görmek mümkün. Tunus gençliğinin sorunları ile Türkiye, Suriye, Pakistan gençliğinin sorunları arasında da hiç fark yok. Bir yerdekinin eksiği diğer yerde de var, dertler de aynı problemler de. Yaşanan
Yapılacak değerlendirmeler kuşatıcı ve kucaklayıcı olmalı. Grup, hizip, mezhep, cemaat değil ümmet perspektifinden bakabilmeyi başarmak gerek. Söz konusu cemaatlerin,
süreçler de.
mezheplerin her biri en az diğeri kadar
Yok, aslında birbirimizden farkımız.
görmeyi hak ediyor. Ümmeti mezhep ya da
ümmetin bir parçası olmayı/olarak kabul
İçinde bulunulan durum sadece şuranın, buranın değil hepimizin durumu, sorunlar hepimizin sorunu, eksiklikler her birimizin eksikliği. Eğer birileri sorunlarını çözmüş olsa ümmetin bütün halkaları o çözüme rağbet ederdi, birileri ışık yaksa o ışığa doğru koşardı. Fakat yazık ki, zihinlerimiz çözüm üretmeye, çözüm konuşmaya
cemaate indirgeyen bakış açıları, ötekileştirme veya aynileştirme çabaları ümmet olmanın önünde duran engellerin başında gelmektedir. Bunu gidermenin yolu ise, herkesin düşünceyi sınırlayan, kucaklaşmaya engel olan mezhep ya da cemaat gibi aidiyetleri ümmete olan aidiyetin önüne geçiren yaklaşımlardan kurtulmasıdır.
dönük değil, birbirimize yaklaşım tarzımız
Yaklaşımlarımız mutlaka ahlaki olmalı. Bu ise
sorunların çözümüne katkı yapmaktan çok uzak.
ilkelerin öne çıkması, her yerde ve her zaman geçerli kılınması ile mümkün. Reel politik yaklaşımlar ya da mezhep ve meşrep merkezli
Doğru yaklaşım
yaklaşımların en büyük sorunu bu. İlkeler her
Yeni bir dile, yeni yaklaşımlara ihtiyaç var. Her şeyden önce değerlendirmeler içeriden olmalı, Tahrir Meydanı’ndaymış gibi, Bouazizi’nin
yerde geçerli olmayınca bir yerde zulme karşı olanların başka bir yerde zulümden yana olması doğal bir sonuç. Ahlak yoksa tutarlılık da yok.
komşusu ve arkadaşıymış gibi, Bahreyn,
Eksikler, hatalar, yanlışlar ümit var bir psikoloji
Suriye, Yemen sokaklarındaymış gibi. Bu,
ile ele alınmalı, ümit var olmalı, ümit vermeli.
bir meydandaki Müslümanların sorununu
Polyannacılık oynamak değil şüphesiz kastımız.
sorunumuz, eksiğini eksiğimiz, yanlışını
Ama ümidi olmayanın mücadelesi de olmaz.
yanlışımız olarak görmemiz anlamına gelir ve
Yarını da. Ve biz biliyoruz ki, Allah’tan ümit
ancak bu yaklaşımdan kafa kafaya verme imkanı
kesilmez. Zalimlerin planı varsa Allah’ın
ortaya çıkar.
da bir planı var. Ve O, zalimlerin planlarını
Anlamaya çalışmakla işe başlamalı. Meydanları, önü ve arkası ile içindekilerle ve dışındakilerle, olayların nasıl başladığı ve geliştiği ile görünen ve görünmeyen yönleri ile kullanılan kavramlarıyla, bu kavramlarla ne anlatıldığıyla, felsefi arka planı ile çok yönlü analiz edilmeli. Unutulmamalı ki, anlamak eleştirilere içerik kazandırır. İçeriği olan eleştiriler muhatabın yanlış ya da eksiğini görmesini sağlar. Ve Kur’an’ın “Emr-i bil maruf” olarak tanımladığı diyalog gerçekleşir. Yanlışa sürekli yanlış demek nasıl onun düzeltilmesine hizmet etmiyorsa; proje, plan, oyun, tezgah vb. nitelemeler de muhataplara bir katkı yapmıyor. Katkı analitik yaklaşımlarla, içi dolu eleştirilerle gerçekleşir. Bu yüzden yargı ifade eden yaklaşımlar yerine
122
boşa çıkarmaya ve planını gerçekleştirmeye muktedir olandır. Yeter ki biz kendimize bakalım, kendimize gelelim. Bize yakışan değerlendirmeler yapmaya çalışalım. Değerlendirme örnekleri Söz; anlamak için, katkı yapmak için, geliştirmek için söylenmeli, yazılmalı. Bunun başlangıcı da yaklaşımın doğru olmasıdır şüphesiz. Doğru yaklaşım her zaman sonucun doğru olması anlamına gelmeyebilir, ancak doğru yaklaşım varılan sonuç yanlış bile olsa düzeltme imkanını içinde barındırır. Bu da doğru değerlendirmek kadar önemlidir. Atasoy Müftüoğlu bir söyleşisinde gelişmeleri ciddi bir şekilde eleştirir, eksik bulur, ancak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
yargılamayı değil analizi öne çıkarması,
Öfke Cuması, Direniş Cuması, Şehitler Cuması,
anlamaya çalışması ve içeriden biri olarak
Sabır Cuması, Kurtuluş Cuması, Sebat Cuması
konuşması ile bizlere bir değerlendirme örneği
vs. diye isimlendiriyorlardı. Kahire’de Tahrir
sunar: “Bu gösterici gençler televizyon, medya
Meydanı’nda milyonlarca kişinin birlikte eda
vs. aracılığıyla neo-liberal demokratik dünyayı
ettiği Cuma namazları hala hafızlardadır. Bugün
görüyor ve öyle olmak istiyor. Orayı kıskanıyor,
mesela Suriye’de mitinglerin neredeyse sadece
oraya öykünüyor ve orada olmak istiyor.
ve sadece Cuma günleri yapılabiliyor olması
İmkan bulsa oraya gidecek, imkan bulamıyor,
da bunun ayrı bir delilidir. Bu sebeple hem
kısıtlanmış bir ülkede yaşıyor. Dolayısıyla bu
bu devrimlere hem de (Libya, Yemen, Mısır,
kitlelerin talepleri pragmatik ve demokratik
Bahreyn gibi) gerçekleşmesi mukadder diğer
taleplerdir… İslami talepleri yok. Bizi bu nokta
devrimlere şayet bir isim vermek gerekiyorsa
ilgilendiriyor. Gerçi şu da ilgilendiriyor: -haksızlık
bu isim ‘Cuma Devrimleri’ olmalıydı. Bu
etmeyelim- Yani Müslüman olmak demek, adalet
devrimler cami mahreçli olmakla, hatta içinde
sahibi olmak demek. Bir değişim ve dönüşüm
muhtelif renklerde İslamcı örgüt ve cemaatleri
talebi var. Bu değişim ve dönüşüm talebinin
de barındırmakla beraber İslamcı değil ama
içeriği konusunda konuşmamız gerekiyor
bütün içtimai tabaka ve sınıflarıyla birlikte
Müslümanlar arasında… Bir siyasal diktatörlüğü
Müslüman halkın devrimleridir ve bu devrimlerin
deviriyoruz, bu takdir edecek alkışlanacak bir
istikametini (tadlil edilmediği takdirde) Arap
şey. Diğer taraftan biz kendimizi neo-liberal
halkının talep ve beklentileri belirleyecektir.”14
diktatörlüğün kucağına atıyoruz. Neo-liberal diktatörlüğün biz diktatörlük olduğunun zaten ayırdında değiliz. Siyasal diktatörlüklere karşı önlem alabiliyorsunuz, çünkü o sizin fiziksel varlığınızı tehdit ediyor. Tavır alıyorsunuz, size düşman olarak, somut olarak karşınızda görüyorsunuz onu. Onun faşizmini görüyorsunuz, o faşizme maruz kalıyorsunuz, ona muhatap oluyorsunuz, o sizin hayatınızı doğrudan kısıtlıyor. Neo-liberal diktatörlüğü ise fark etmiyorsunuz, o sizin ruhunuzu yok ediyor.13
röportajında sorulara şöyle cevap verir: “Devrimi kim yaptı bir kesime mal edilebilir mi? Bütün kesimler hep birlikte Tunus devrimini yaptı. Tunus gençliği bu devrimi kendi ülkesine hediye etti. Tunus’un devrimci gençleri hala sokaklarda nöbet tutmakta, devrimi korumak için nöbet tutmaktalar. Çünkü diktatörlüğün kalıntıları daha tam olarak temizlenmedi. Bundan dolayı geçen bir ay içerisinde iki
Batılılar Tunus’ta başlayan olaylara “Yasemin devrimi” adını verdiler. Araplar ise “Arap baharı” adını uygun buldular. Olaylar üzerine kafa yoran bir kardeşimiz ise eldeki verilerden hareketle şunu önerir: “Bu devrimlerin gerçekleşmesini sağlayan büyük protesto mitingleri ve yürüyüşlerin hepsi cami mahreçliydi. İnternet ve mobil telefon bağlantılarının kesildiği ve insanların bir araya gelerek örgütlenebileceği mekânların kuşatıldığı anlarda camiler sivil direniş karargâhları haline geldiler. Yetişkin nüfusun % 75-80’inin musalli olduğu bir toplumda camilerin böyle bir rol üstlenmesinde aslında garipsenecek bir şey yoktu. Diğer yandan en kalabalık ve coşkulu mitingler Cuma günleri gerçekleştiriliyor, insanlar bu günleri 13 http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&Article ID=150292
Olayların içinden bir ses, Raşid El Gannuşi de bir
tane hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Sokakta çok devrimci güç var ve güç değişimi zorlamakta. Yobaz, statik güçler, statükocular ise sürekli ülkeyi geriye çekmek eski hallerini korumak için de direnmekte. Biz inanıyoruz ki ilerici güçler ülkede kazanacak. Orta Doğu’daki devrimleri aslında ABD’nin yaptığı yorumları hakkında düşünceleriniz neler? O yaklaşımı doğru bulmuyorum. Öyle demek ABD’ye hak etmediği bir değer vermek olur. Tunus halkının yaptığı bu devrimi ABD’ye atfetmek Tunus halkına haksızlıktır. Devrim, uluslar arası güçlere rağmen gerçekleşti. Biraz düşünürseniz ABD ve Batı’nın, diktatörleri sonuna kadar desteklediğini ama 14 http://www.timeturk.com/tr/2011/04/20/ortadoguda-cuma-devrimleri.html
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
123
devrileceklerinin kesinleşmesinin ardından dikta
rağmen bu coğrafyalarda yeni ümitler
yönetimlerine sırt çevirdiklerini görürsünüz. İran
yeşermesine sebep oldular. Kıymetini bilmek
Şahı’nın uçağı saatlerce inecek ülke aradı. Keza
gerek.
Bin Ali’nin uçağı... O da 7 saat boyunca havada kaldı. ABD ilah değildir. “Ol” dediğinde yaptırabilecek
- BİTTİ -
bir otorite değildir. Buralarda devrimleri halklar yapıyor. Sanki bizim ülkelerimizde halk, devrim önemsemeyip Batı’ya hak etmediği bir değeri veriyorsunuz. Bizim halklarımız devrim yapamaz mı?”15 Muhtar Eş Şankıti de gelişmeleri şöyle analiz ediyor: “Arap Müslüman halkların uyguladıkları yöntem barışçıl gösteriler, barış devrimi yöntemidir. Bu bağlamda değerlendirilmelidir Yasemin Devrimi. Uzun yıllar Arap dünyasında kanlı devrimler, iktidar çabaları, darbeler gerçekleşmişti. Bunların hiçbiri, bugünkü barışçıl devrimlerin ulaştığı sonuca varamamıştı... Özgürlüğün geri dönmesi sürecin tersine işlemesi mümkün değil! İstisnalar olabilir ama genel anlamda özgürlükler kolay kolay kaybedilmez. Müslüman yönetimlerin eğer bugün özgürlükçü iseler ilerde baskıcı olacaklarını da düşünmüyorum. Özgürlüğün kolay kolay kaybedilebileceğini düşünmüyorum, ama kaybedildiğinde de baskıcılığın, istibdadın İslamiliği olmaz; istibdat istibdattır… Arap ülkeleri arasında İslami bir yönetim istemeyen yok. Fakat totaliter rejimler, baskı rejimleri bu isteklerin önünde ciddi engel oluşturuyor. Şu anda gerçekleşen devrimler için İslami devrimler diyemeyiz, ama büyük hedefin önünde durmakta olan o totaliter rejimleri yok etme aşamasındalar. Bu engeller yok edildiğinde, halkın istediği olacak… Bırakın 100 seneyi, 20 sene sonrası için bile çok iyimser ve umutluyum. Allah’ın izni ile Müslüman halklar birbirlerine yakınlaşacak ve kaynaşacaklar. Engeller birer birer yıkılıyor. Bir ümmet bilinci; Müslüman halkların arasında bir dayanışma bilinci, ortak bir ruh canlanıyor.”
www.islamiyorum.com
yapamazmış gibi davranılıyor. Halkı neden
Meydanları dolduran halklar bütün eksiklerine 15 http://www.ozgundurus.com/Haber/ Soylesi/09032011/Gannusi-Degisim-ruzgaridinmeyecek.php ve http://www.milligazete.com.tr/ haber/gannusibiz-devrim-yapamaz-miyiz-192764.htm
124
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
Uluslararası Müdahalenin Ahlaki Yönü Murat özbay 2010 yılının son günlerinde Tunus’la başlayan
veren halka yardım etmek ve diktatöre dur
ve Mısır, Libya, Bahreyn, Suriye gibi yine
demek için dışarıdan bir müdahaleyi gündeme
Arap ülkelerinde devam eden isyan/direniş
getirmiştir.
hareketleri, tüm dünyanın gözü önünde günümüzün ulaştığı haberleşme teknolojisinin de katkılarıyla gayet yakından, sıcağı sıcağına takip ediliyor. Ve bu hızlı haber alma olanağı dolayısıyla bir Arap ülkesinde başlayan isyan, çok geçmeden aynı karakterdeki başka bir Arap ülkesindeki despot yönetime olan halkın birikmiş tepkilerini tetikleyebiliyor ve bu tepkiler kolayca ülke çapında büyük bir isyana dönüşebiliyor. Bu tablo aynı karakteri taşıyan başka Arap
Halkların gerçekleştirdiği isyanlar aslında barışçıl gösteriler şeklinde başlamıştı. Mısır’da ve Tunus’ta iktidarın fiili müdahalelerine karşı bile herhangi bir güç kullanımı söz konusu olmamıştı. Libya’da ise durum farklı seyretti. Hem Libya lideri Muammer Kaddafi’nin tepkisi diğer liderlere nazaran daha şiddetli oldu ve silahsız halkın üzerine paralı askerler saldı, hem de Libya’nın sahip olduğu kabileli yapı hadiseyi
ülkeleriyle de devam edecek gibi görünüyor.
kabileler savaşına dönüştürdü. Ancak iki taraf
Bu ülkelerdeki mevcut zalim, baskıcı otoriteye
orantısız bir fark vardır. Para, silah, eğitimli
karşı halkın ayaklanması ve akabinde bununla
asker vb. güç onun elinde iken muhalefetin
mücadelesi/savaşı bize yansıyan şekliyle hep
elinde ne para vardır, ne silah, ne de asker. Bu
kendi iç dinamikleri yani isyan eden halkın
şartlarda bir savaş olmaz, kıyım olur. Kaddafi ise
eliyle olurken ve bu mücadelenin sonunda,
karakter olarak (psikopat) bunu gerçekleştirecek
mesela Tunus ve Mısır’da diktatörler koltuklarını
bir yapıdadır. Onun gözünde halkın (fare,
kaybederken Libya’da durum tam böyle
işbirlikçi ve hain olduğundan!) hiçbir değeri
olmamış, halkın yoğun direnişi (diğer ülkelerde
yoktur.
olandan fazla bir güç kullanmasına rağmen) karşısında yönetim pes etmeyerek şiddetle karşılık vermeye devam etmiştir. Şimdiye kadar diğer Arap ülkelerinin kendi yağlarıyla kavrulmayı becerebilmeleri hasebiyle herhangi bir dışarıdan müdahale gerekli olmamışken, Libya’da gelinen bu durum; ezilen, can kaybı
arasındaki güç asla denk değildir, Kaddafi lehine
Evet, normal olarak bir insan -hangi inançtan olursa olsun- böylesi bir durum karşısında yaşanan zulüm ve kıyımın durmasını ister. Elinde imkan ve güç olsa kendisi zalimi durdurur, zulme engel olur. Güç yetiremediği durumlarda da müdahale edecek bir güç arar. Bu durum,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
125
dünyada zalime dur diyen, bir diktatörün
İşte bu yüzden Batılı devletlerin, özellikle de
halkına, bir halkın başka bir halka zulmetmesine
Fransa’nın Libya’ya müdahaledeki istekliliği,
engel olan caydırıcı bir gücün varlığının önemine
aceleciliği müdahaleyle ilgili endişeleri artırıyor.
işaret eder.
Müdahalenin gerekliliği, zamanlaması, niyeti,
Yakın zamanda BM ve NATO gibi uluslararası kurumlar biraz da ABD’nin zorlaması ile böyle bir vizyon üstlendi ve BM barış gücü, insani gerekçelerle aralarında Bosna, Sudan, Irak ve Afganistan’ın da bulunduğu bir çok ülkeye müdahale etti. En son da Libya’ya müdahale gündeme geldi ve fiilen de gerçekleşti. Normalde sevinçle karşılanması gereken bu durum, halklar tarafından özellikle de Müslümanlar tarafından kaygı ve endişe ile karşılandı.
tartışılıyor. Tartışılması da gerekli. Zira böylesi bir gücün kimin elinde olduğu, nasıl müdahale ettiği, hangi yöntem ve araçları kullandığı, nasıl bir niyet ve amacı olduğu da gücün varlığı kadar önemli. İlkesiz ve ahlaksız bir güç ancak zulüm üretir, yıkım üretir, kan ve gözyaşı üretir. Zulme karşı olması da bu durumu değiştirmez. İşte Afganistan: 11 Eylül olaylarından sonra “özgürlük harekatı” adı verilen bir operasyonla maruz kaldı, müdahale işgale dönüştü. Bu işgal/müdahale, 11 Eylül saldırısının sorumlusu
Bu makalede hazır konu sıcakken, önümüzde Libya örneği varken, Suriye için dillendirilirken uluslararası müdahaleyi tartışmaya açmak istedik. *** Vicdan sahiplerinin, böyle bir gücün varlığına ve gerekli durumlarda müdahalesine itiraz etmeyecekleri aşikar olduğu halde “tartışılacak ne var” demek mümkün. Aslında tartışılan müdahale değil, müdahaleyi gerçekleştiren gücün sabıkalı olması. Tartışma tamamen müdahale edenin kimliğiyle alakalı. Müdahil olan kim? Batı ve ABD’nin öncülüğünde BM’nin onayı ile NATO. ABD ve Batı, hayata ve dünyaya emperyal gözlüklerle bakmakta. Yapıp etmelerini belirleyen temel dinamik, menfaatleri; ilke yok, ahlak yok. Halkları menfaatleri icabı (Kaddafi de dahil) zalim diktatörlere mahkum eden, bu zalimlere akıl hocalığı yapan, besleyen ve güçlendirenler de onlar. Ve bugün, miadı dolan diktatörleri (sanki dün sırtlarını sıvazlayan onlar değilmiş gibi, sanki kendi adamları değilmiş gibi) yalnız bırakanlar da onlar. Bir yerde halka destek verirken başka yerde halka silah doğrultanlar da onlar. Üstelik bu güç, sabıkalı. Nereye müdahil olursa orası cehenneme dönüyor, gittiği her yere kan, gözyaşı, ölüm taşıyor. BM ve NATO ise işte böyle ilkesiz ve ahlaksız bir gücün emrinde
126
özellikle de Müslüman halklar arasında
ABD ve Batılı güçler tarafından müdahaleye
Neden?
olan kurumlar.
nasıllığı vb. pek çok konu uluslararası camiada
olarak gösterilen ve bu ülkede barındığı iddia edilen Usame Bin Ladin’i ele geçirmek, bölge insanını yoksulluktan/sefaletten kurtarmak ve çağ dışı Taliban rejimini devirmek gibi çok sağlam! gerekçelere sahipti. Fakat işgal 10 yıldır sürüyor ve değişen tek şey, işgalin en büyük gerekçesi ve yıllardır sürdürülen korku imparatorluğunun baş unsuru ve öcüsü olarak kullanılan Bin Ladin’in daha yeni, ölü olarak ele geçirilmiş olmasıdır. Ama bu flaş gelişme bile bölge için pek anlam ifade etmeyecektir. Çünkü bu zamana kadar on binlerce sivil hayatını kaybetti ve Taliban hala mevcudiyetini koruyor. Ülkeye ne demokrasi geldi ne de özgürlük, ne barış geldi ne de refah, kaybeden hep Afgan halkı oldu. Irak’ta ortaya çıkan tablo da farklı değil ne yazık ki. Onca yıl işbirlikçilik yapan Saddam Hüseyin; işgalci/saldırgan olması, diktatörlük yapması ve en sonunda “kitle imha silahları” bulundurması gibi yine son derece haklı! gerekçelerle gözden çıkarıldı ve ülkesine müdahale edildi. Neticede Irak’a demokrasi ve özgürlük gelecekti. Şu ana kadar 1 milyondan fazla Iraklı öldü ve ülkeye demokrasi ve özgürlük değil; ölüm, açlık ve kaos hakim oldu. Bu örneklerin dışında, Bosna’da BM Barış Gücü nezaretinde Sırpların soykırımı gerçekleştirmiş olması da endişeleri arttıran başka acı bir olay olarak tarihe geçmiştir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Son yüzyılda Batı’nın, müdahalede bulunduğu
Ama yine de “dünya düzeni böyle” deyip bir
hiçbir yerde özgürlük, demokrasi, halk
köşeye inzivaya çekilmek, ya da bir etkisiz
iradesinin hakimiyeti gibi amaçlardan hiçbiri
eleman gibi olaylara seyirci kalmak yerine,
gerçekleşmemiştir. Zira yapılan müdahalelere
sorumluluk sahibi her Müslüman bireyin
ahlak değil menfaatler yön vermekte, ahlakın
yapması gereken bir tavırla “bu konuya nasıl
olmadığı yerde hukuk da anlamını yitirmektedir.
bir katkı sağlayabilir, çözüm bulabilirim” diye
Bugüne kadar ahlakı olmayan müdahalelerden
zihnimizi zorlamalıyız. Bu konuda da eleştirmek
hiçbir yerde insanlık adına bir hayır ortaya
ve buğzetmek dışında katkılarımız olabilir. Ve
çıkmamıştır. Bundan sonra da çıkma ihtimali
bunu da en azından değindiğimiz konunun
yoktur. Aksine, ahlakı olmayan her müdahale,
problemli noktalarına yani müdahalenin
insanların ve toplumların başına yeni ve daha
ahlakiliği ve hukuku/hakkaniyeti boyutuna
büyük acılar doğuracak, yeni belalar musallat
değinerek yapabiliriz. Hedefimiz, yapılacak
edecektir.
herhangi bir uluslararası müdahalenin, yapanın
Siyasi bir konuda herkesin farklı bir tavrının ve yorumunun olması gayet normaldir. Çünkü insanlar, baktıkları açının ve sahip oldukları verilerin mahkumudurlar. Kimine göre taraflardan biri haklı diğeri haksız, kimine göre ise her iki taraf da haksız görülebilir. Ancak “bir topluma müdahale” söz konusu olduğunda, bu bilgi ve yorum çokluğu içerisinde gözden
keyfi uygulamalarına göre değil de standart bir ahlaki, hukuki temelinin olduğu bir yapıyla yürütülmesi noktasında insanlarda güçlü bir bilinç ve kamuoyu oluşturmak olabilir. Engelleyemediğimiz bu durum karşısında en azından bir kamuoyu oluşturma gerekliliğinden hareketle olabildiğince gür bir sesle hak, hukuk ve ahlaklı davranmaya ısrarla davet edebiliriz.
kaçan önemli bir nokta var: MÜDAHALENİN
Olaylar geçtiğine ve siyasi aktörler yapacaklarını
AHLAKI...
yaptıklarına göre, olayların duygusallığı ile değil,
Libya’ya müdahale konusu Müslümanlar
ilkesel bir bakışla meseleyi tartışabiliriz.
açısından da zor bir konudur. Zira bir yanda güç sahibi bir diktatör var, masum halka savaş açan; diğer yanda da gittiği yeri cehennem çukuruna çeviren ahlaksız, emperyal bir güç. Müslümanlar açısından durum, tam da “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” deyiminin anlattığı durum. Ve bu durumun müsebbibi başkası değil bizleriz. Keşke Müslümanlar kendi başlarına, Batılı güçlere muhtaç olmadan sorunlarını çözebilseler. Öncelikle Libyalılar zalim diktatörü alaşağı edebilseler. Müslümanlar, Libya gibi örneklerde müdahil olabilecek bir güç oluşturabilseler ya da uluslararası arenada etkinlik kazansalar da müdahaleyi yönlendirebilseler, müdahalelere ahlak ve vicdan ekleyebilseler. Maalesef bunların hiçbirini başaramıyoruz. Libyalı Müslümanların akıbetini ahlaksız bir gücün insafına terk etme zilleti ile karşı karşıyayız. Bir Irak olması, Afganistan’a dönmesi ya da Kaddafi’nin Batı’yla anlaşması neticesinde bir şekilde satılmaları gibi endişeler taşıyoruz. Bu, çaresizliğimiz üzerinde durup düşünmemiz ve acil çözüm bulmamız gereken bir konu. Ne kadar, nereye kadar devam edecek bu durum?
*** Birilerinin, evinizdeki kavgadan dolayı hanenize tecavüz ettiğini düşünün! (Çünkü toplumsal yapı da dokunulurluk veya dokunulmazlık itibariyle haneye benzer) Bu durumda, “haneye/topluma müdahale hangi durumlarda haklı, hangi durumlarda haksızdır?” şeklinde bir soru sormak gerekmiyor mu? Evdeki sorunların çözümünde olaya dahil olması, her iki tarafça da kabul edilen saygın, sözü dinlenen, akil, niyetinden endişe edilmeyen birileri vardır. Bu öncelikle aile büyükleri ve bu işle görevlendirilen mahkemelerdir. Bu durumda “kim müdahale etmeli” sorusu da önemlidir. Evde kavga var diye birileri kapıyı pencereyi kırarak içeri girdi, kavgaya karışanların ikisini de (mesela; karı ile kocayı) vurarak söverek ayırdı! Bu doğru bir müdahale şekli midir? Böyle bir durumda bir haneye veya topluma müdahalenin nasıl olması gerektiğini tartışmak gerekmiyor mu? Birilerinin evdeki kavgayı bahane ederek içeri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
127
girdiğini, bir yandan tarafların birbirine zarar
yönetim tarzı ve modeli olmadığından, ülke
vermesini engellerken diğer taraftan bulduğu
halkı aradaki ayrımı yapabilmiş ve ortaya konan
değerli eşyaları çaldığını veya evdeki çocuklara
provakatif söylem veya gösteri çağrılarına prim
zarar verdiğini düşünün! Böyle bir durumda
tanımamış, böylece bu girişimler de sonuçsuz
bir haneye veya topluma müdahale taraftarı
kalmıştır. Ama bahsettiğimiz şekilde uluslararası
olmadan önce, müdahalenin amacının ne
bir kabulü/standardı olan ilkesel, hakkaniyetli
olacağını netleştirmek gerekmiyor mu?
bir ölçü geliştirilemezse, yarın bir gün “ülkede
Bu durumda, “müdahaleye kabul edilen gerekçeler neler olmalı?”
muhalif sesler var” veya “Türkler, Kürt halkını öldürüyor yıllardan beri” argümanıyla bir dış güç, Türkiye’ye de müdahale etme hakkını
“Kim müdahale etmelidir?” Hangi durumlarda müdahale meşrudur? “Müdahalenin amacı ne olmalıdır?” Ve “müdahale nasıl olmalı, hangi yol ve araçları kullanmalıdır?” konularında düşünmek gerekiyor.
Müdahalenin gerekçesi: İnsanların ölmesi üzerine müdahaleye
kendisinde bulabilir. Meşru müdahalenin şartları olmalıdır. a) Değişim isteyenlerin toplumun genelinden destek bulmaları, sadece bu yetmez; b) Kararlılıklarını, yani değişimi hak ettiklerini; direnerek, acı çekerek ve hatta belli miktarda “can” vererek göstermeleri gerekir. Böyle bir durumda müdahale, “son noktada” bir destek niteliği taşır ve daha sağlıklı olur. “Bir millet kendi durumunu değiştirmedikçe Allah da
başvurmak yeterli bir gerekçe midir?
onların durumunu değiştirmez.” (Rad Suresi, 11)
“Ne şekilde olursa olsun bir ülkede/toplulukta
Ama muhalefet taban bulamamışsa veya
can kaybı olduğunda buna müdahale etmek gerekir” şeklinde bir ilke benimsenirse şayet, böylesi bir ilkesel bakış, olayın mefhumuna bakılmaksızın bir müdahale tavrı içereceğinden kesinlikle suiistimallere açık olacaktır ve gerçekten hak etmeyen veya hazır olmayan kimseleri de iktidara taşıyabilecektir. Böylesi bir isabetsiz tavır, mevcut otoritenin de bir süre sonra kendinden önceki devrik otoritenin durumuna düşmesini kaçınılmaz kılacaktır. Bu konuda Türkiye’ye baktığımızda, peşi sıra Arap ülkelerinde yaşanan isyan dalgalarının etkisiyle iktidar karşısındaki ana muhalefet partisinden kimileri de ilk etapta bu durumdan kendilerine vazife çıkarmak istemiş ve “Türkiye’de de benzeri bir baskıcı rejim
değişimi hak edecek tecrübeye ve olgunluğa sahip değilse; bu durumda müdahale, ya toplumu bölünmeye götürür, ya da kabul görmeyen bir yönetimin yerini, kabul görmeyen bir başkasının almasına sebep olur. Dolayısıyla hiç bir problemi çözmez. Hatta karşıt toplum kesimlerini birbirine daha da düşman ederek sıkıntıları ve karşıtlığı artırır. Unutmamak gerekir ki, hak edilmeden bulunan değişim hayır getirmez; ne kıymeti bilinir, ne de değişim sonrası süreç sağlıklı işler. Kim müdahale edecek: Her aklına gelen, “burada insanlar ölüyor” diyerek müdahale edebilir mi?
olduğundan, insanların aynı şekilde isyan
Eğer buna evet dersek, bugün iyi birisi
noktasına gelirse şaşılmaması gerekir” tarzı
müdahale eder ve sorun çözer. Ama yarın aynı
provakatif bir söylemi olmuştur. Kürt halkını
meşruiyeti kötü birisi kullandığında; ya daha
layıkıyla temsil etme iddiasındaki diğer bir
çok can kaybına sebep olur, ya hırsızlık yapar,
muhalif parti ise bu söylemi daha ileri götürüp,
ya da girince bir daha çıkmaz. Öyle bir ilke
aynı Arap ülkelerindeki gibi halkı örgütleme
ortaya konmalı ki, iyi de müdahale etse, kötü de
ve gösteriler tertipleme şeklinde pratiğe
müdahale etse istismar edemesin.
dökmek istemiştir. Ama elbette Türkiye’de Arap ülkelerindeki gibi totaliter, baskıcı bir
128
Uluslararası meşruiyet, keyfiliği engellemek için
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
önemlidir.
Kritik bir aşamanın gereği olarak müdahale,
BM veya NATO gibi çatılar sabıkalı organizasyonlardır. Bugüne kadar hep birilerinin çıkarlarına hizmet etmişlerdir. Ama her şeye rağmen bu veya benzeri (alternatif) uluslararası organizasyonlar keyfiliğin engellenmesi için
bombalama ile başlayabilir. Ama bu taraflardan birine askeri üstünlük sağlamaktan ziyade tamamen tarafsız, sadece ölümleri durdurmaya dönük olmalıdır. Mesela, bir topluluğu öldürmek üzere olan askeri konvoyun imha edilmesi gibi.
gereklidir. O kurumlara rağmen keyfi davranan
Esas yöntem ise çatışan taraflar arasında adil
devletler “kuralı/ilkeyi” çiğnemektedirler. Şayet
şartları temin etmek şeklinde olmalıdır. Mesela,
uluslararası anlamda bir kurum ve belirlediği
dış destekleri kesmek, kitle ölümlerine sebep
bir kural/ilke olmazsa, bu haydut devletler
olan hava saldırılarını engellemek, ekonomik
kendinden menkul meşruiyetlerini dünyaya
boykot, yiyecek ve tıbbi malzeme yardımı vs.
dayatabilirler. Ancak uluslararası zeminde
Takip eden süreçte çember her geçen gün
belirlenen ilke doğrultusunda, yapılan keyfiliğin
daraltılarak; bir yandan hakim gücü müzakereye
ve kuralsızlığın hiçbir meşruiyeti olmayacaktır.
zorlamak, bir yandan da tarafların kendi
Böylece insanlığın ortak vicdanı devreye girecek,
arasında uzlaşmalarına imkan vermek. Bu süreç
er geç o toplumlar insanlık vicdanında mahkum
külfetli ve uzun olabilir ama sorun yaşayan
edileceklerdir. Evet, o kurumlarda bugün kötü
topluma en az zarar verecek olan budur. En
(karakterli/niyetli) kimseler hakim olabilir
önemlisi de değişim isteyen tarafın olgunlaşıp
ama iyiler de söz sahibi olmaya başladığında
değişimi hak etmesine imkan verir.
ne kadar gerekli kurumlar oldukları daha iyi anlaşılacaktır.
Orantısız güç kullanımı hiç bir durumda onaylanamaz
Uluslararası kurumlarda etkin olmaya çalışmak gerekir.
Hiç bir gerekçe, on binlerin ölmemesi için yüz
Toplumların sorunlarına duyarlı bir insanın
meşrulaştıramaz. Böylesi bir müdahale neticede
yapacağı şey, “kim yaparsa yapsın, ama insanlar
insanların vicdanından onay alamaz. Dolayısıyla
ölmesin” veya “uluslararası kurumlar zaten
her türlü orantısız durumun da hesaba katılıp
bunların çıkarlarına hizmet ediyor, boş ver
daha adil bir müdahale çözümü gözetilmelidir.
binlerin ölümüne yol açacak bir müdahaleyi
onları” demek değil, uluslararası kurumlarda etkin olmanın ve buralarda alınan kararların “ilkeli” olmasını sağlamanın yollarını bulmaktır. Nasıl müdahale edilecek: Taraflı davranmamak gerekir.
Sonuç: Eğer yapılacak bir müdahaleyi herkesin üzerinde mutabık olacağı genel ahlak ve hakkaniyet ölçüsüne bağımlı kılabilirsek kişisel menfaat ve çıkarların yönlendireceği bir haksız müdahaleyi
Toplumsal olaylarda taraf tutmak müdahalenin
de önlemiş oluruz. Yoksa adil olan bir yönetimi,
sorumluluğuna (hakemlik) uymaz. Bir tarafa
sırf çıkarlarına ters düştüğü için devirmek
karşı sempati varsa bile iki tarafı da sonuna
isteyen karşıtlarının/muhaliflerinin uluslararası
kadar dinlemek, taleplerinin ne olduğunu doğru
bir yardım talebi olduğunda, yine aynı çıkarları
anlamak gerekir. (Adamlar belki senin kafanda
gözeten uluslararası bir güç, “halk memnun
çizdiğin toplumsal ortamı istemiyor. Belki
değil” diye yönetime müdahale etmeyi bir
diktatörü devirip kendi diktatörlüğünü kurmak
hak olarak kendisinde görebilir. Böylesi keyfi
istiyor. Belki demokrasi değil şeriat getirmek
ve haksız uygulamalara sebebiyet vermemesi
istiyor vs.) Aksi takdirde doğru müdahale
açısından “halk talep ediyor veya memnun
yapılamaz.
değil” şeklinde zuhur eden her gelişmeye
Haklı gerekçeler oluştuğunda bile paldır küldür müdahale edilmez.
müdahaleyle karşılık vermek yerine, öncelikle müdahaleyi gerektirecek şartların belirttiğimiz ahlak ve hakkaniyet temelli ölçülere uygun olması şartı aranmalıdır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
129
Ortak bir ahlak ve hakkaniyet terazisinden geçerek oluşturulmuş bir müdahale gücü/ yaptırımı, hali hazırda halkına zulmeden diktatörler ve despotlar için başlarında Demokles’in kılıcı gibi duracak ve sıranın kendilerine de geleceği endişesiyle gideceklerdir. Ayrıca böylesi bir ilkeli müdahale gücü, bundan sonra oluşma ihtimali bulunan diktatörlük girişimleri için de caydırıcı nitelikte olacaktır. İslam insanlığa adalet ve ahlak vadediyor. Bizler olaylara duygusal hezeyanlarla mukabele etmemeliyiz. Adalet anlayışımızı her olaya bakışımızda ortaya koyarak insanlığın vicdanı, adil, emin kimseler olabilmeliyiz. Taraftar gibi hareket etmemeliyiz. Zira taraftarlık adil olmayı engeller. Taraftarlığımız hep hak ve adaletten yana olmalı. Günümüzün geçerli değerlerinin (Batı kaynaklı) ahlak yönü eksiktir. Bizler; siyasetin, hukukun, uluslararası ilişkilerin vs. ahlaklı olmasını temin edebiliriz. Bunu başardığımızda, hem Müslüman olarak sorumluluklarımızı en iyi bir şekilde yerine getirmiş, hem de insanlık adına büyük bir iş yapmış oluruz.
- BİTTİ-
130
www.islamiyorum.com
diktatörlüklerini sonlandırma yoluna er geç
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
Mısır’ın Değişim Süreci iSLAMİ Yorum İçin Çeviren:
11 Şubat 2011’de, NED (Ulusal Demokrasi Fonu)’in “Uluslararası Demokrasi Araştırmaları Forumu” ve Georgetown Üniversitesi’nin “Demokrasi ve Yönetim Programı”, Mısır’da demokrasiye geçişi başlatmak, Mısır içerisindeki çabaları destelemek, seçenekleri ve zorlukları tanımlamak amacıyla seçim ve anayasa konularında, Mısır siyasetinin önde gelen uzmanlarının, demokrasi uygulayıcılarının ve hükümet yetkililerinin bir araya geldiği bir forum
Fatih Peyma
onlara fikir vermek için yapılacak çabalar; Mısır’ın öne çıkan simaları tarafından dile getirilen taleplere dayanmalı; Açık bir süreci ve değerlendirmeyi içermeli; Şeffaflığı, yerel siyasi aktörlerin bu sürece katılımını teşvik etmeli; Ve yerel aktörlerin kendi kararlarını
düzenledi.
verebilmelerine imkan tanımalıdır.
Burada sunulan özet, forumda ortaya çıkan
Önceki değişim sürecinin tecrübelerinden yola
önemli meselelerin bir kısmına ışık tutuyor. İlerleyen günlerde, Mısır’ın siyasi aktörlerinin kararlarını ve düşüncelerini bilgilendirmeye yardımcı olabilecek ve anayasaya ve seçime dayalı reform için seçenekler konusunda daha detaylı belge ortaya konacaktır. Başkan Hüsnü Mübarek’in istifası ve ordunun yönetimi ele almasıyla beraber, hala Mısır’ın demokrasiye geçiş için ilk adımı atıp atmadığı ya da bir tür otoriter idareyle karşı karşıya olup olmadığını kestirmek çok zor. Yine de Mısırlı demokratlar için, gerçek bir değişim sürecini başlatmak ve buna hız vermek için büyük bir fırsat söz konusudur. Mısır’ın demokratik güçlerini desteklemek ve
çıkarak, katılımcıların dile getirdikleri şey; eğer ordu, cidden gerçek bir değişim sürecini başlatmaya söz veriyorsa; Kesinlikle siyasi çevre için acil adımlar atmalı ve demokratik aktörler için uygun ortam sağlanmalı; Seçim süreci ve anayasal değişiklik için yol haritası yapılmalı; Bütün siyasi aktörleri cesaretlendirmek için somut adımlar atılmalıdır.
Öncelikli Meseleler Katılımcılar, demokratik değişimin güçlü bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
131
şekilde gerçekleşmek üzere olduğu ve değişim
edilmeli, bağımsız uzmanlar ve gençlik
için gerekli temelin kurulması için güven
temsilcilerini de dahil edecek muhalefetten
ortamını sağlayacak olan Mısırlıların demokrasi
simaları da içermelidir.
yanlısı sivil toplum gruplarının taleplerinin desteklenmesi yönünde açıklamalarda bulundular. Toplantıda çıkan ortak düşünceye
Aynı zamanda dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da; reform sürecindeki konsültasyon/
göre yüksek şura/meclis;
danışma için şeffaf ve kapsamlı bir mekanizma
Olağanüstü hali kaldırmalı;
komisyonları oluşturmada Tunus’un geçici
şartıyla beraber, ihtiyaçlara hitap eden siyaset
Anayasayı askıya almalı ve muhalefet unsurlarını ve bağımsız Mısırlı uzmanları içine alan bir
hükümetinin önderliğini takip etmek olmalıdır.
diyalog süreci başlatarak geçici bir anayasa
Yuvarlak Masa Süreci
yapmalı ya da alternatif olarak bu seçimlerden
Önceki demokratik değişimlerin deneyimlerine
sonra yeni bir anayasa yapma çalışmalarına devam etmeli ve serbest seçimleri engelleyecek o maddeleri değiştirmeli ya da kaldırmalı; İdari tutuklu bütün siyasi mahkumlar mahkemeye çıkarılmalı ve serbest bırakılmaları emredilmeli;
dayanarak yapılacak bir yuvarlak masa toplantısı; Hem dahili (yargıdan ve sivilden) hem de uluslararası gözlemciler tarafından denetlenen seçimlerin olması ve yurtdışında bulunan Mısırlıların oy vermelerine izin verilmesi,
Devlet, medyaya olan sansürü kaldırmalı ve siyasi partiler komitesi lağvedilmeli, politik partiler kanunu ve Sivil Toplum Kuruluşları kanununda sınırlayıcı hükümler yürürlükten kaldırılmalı ve meclise, derneklere, bilgi edinme ve ifadeye dair özgürlük kısıtlamaları kaldırılmalı;
önümüzdeki başkanlık seçiminin bütün muteber adaylarına serbest olmasının sağlanması ve hedeflenen anayasal değişiklikler üzerinde karara varılması; İçişleri Bakanlığı’ndan bu yeni tarafsız kuruma seçimler konusunda “yetki aktarımı” yapması, seçimleri denetlemesi ve idare etmesi için
Hem Halk Meclisi hem de Şura Meclisi feshedilmeli; Farklı grupların asgari çıkarlarını güvence altına almakla beraber siyasi değişim sürecinin genel hatlarını görüşmek için hükümetten, ordudan, yargıdan, muhalefetten ve saygın bağımsız simalardan oluşan ulusal yuvarlak masa
seçime dayalı yeni-bağımsız bir seçmen yönetim birimi ataması; Seçim sürecinin bağımsız gözetimini sağlaması için yargısal otorite kanunun yenilenmesi; Polise ve güvenlik güçlerine sivil gözetim sağlanması;
temsilcileri oluşturulmalı ve geçici hükümetin
Ordunun yasal kurumsal çıkarlarının nasıl ve
sorumlu tutulacağı açık-belli bir takvim ve yol
hangi şekilde daha geniş bir politik anlaşma
haritası ortaya konmalı;
bağlamında karşılanacağını düşünmesi;
Ve uluslararası yardım, değişim sürecinin
Ve başkanlık seçimini takip eden (belki de aynı
gözlenmesi için davet edilmelidir.
zamanda yeni bir parlamenter seçimi takip
Ordu zaten çoktan geçici bir hükümet atadı. Fakat foruma katılan heyetler, Mısırlı demokratlar tarafından yapılan daha kapsayıcı bir kabine teklifini ya da işleyişin güvenilirliğini
eden) yeni bir anayasanın oluşturulması için takvim ve uygun mekanizma üzerinde fikir birliğine varılması için müzakereler yapılması imkanını sağlayacaktır.
ve etkinliğini güçlendirecek ara hükümet
Önceki demokrasiye geçiş örnekleri şunu
çağrılarını destekliyor. Tipik olarak böyle bir
ortaya koyuyor ki; yuvarlak masanın meşru,
yapı, saygın bir teknokrat tarafından idare
güvenilir olarak kabul görmesi için bu süreçte,
132
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
anayasa hukuku uzmanları da dahil saygın
getirilmelidir. Demokrasi yardım çabalarının
bağımsız kişilerden, sivil toplumdan, gençlerden,
(hem sözle hem de maddi olarak) Mısır’ın
muhalefetten, yargıdan, ordu görevlilerinden ve
kozmopolit yapısını yansıtacak organize seslerin
hükümetten temsilciler de olmalıdır.
büyük kısmını desteklemeye vurgu yapması
Son günlerde ayrılığa düşmüş grupların,
gerekmektedir.
taleplerini dile getirmesi ve karar alabilmesi
Eğer geçici hükümet ve/veya Ulusal Yuvarlak
adına bir örgütlenme içersine girmesi veya
Masa, yeterli kredibilite ya da meşruluk
bir yöntem geliştirmesi gerekmektedir. Bunun
meydana getirebilirse başkanlık seçimlerini
teşvik edici ve zorlayıcı olması için muhalefetten
ertelemek mümkün olabilir. Diğer bir seçenek
ünlü bağımsız kimseleri de içeren bir yuvarlak
de erken başkanlık seçimi yapmak olacaktır.
masa toplantısı şarttır.
Ama yeni anayasa kabul edildiğinde ve yeni
Gerçek bir değişim süreci için kuralları belirleme noktasında yapılacak bir müzakere süreci, başkanlık sisteminin zamanlamasını, yeni yasama seçimleri için seçim sistemi ve zamanlamasını ve yeni bir anayasayı yapmak
seçimler yapıldığında, seçilen başkan geçici dönem başkanı olarak kabul edilmelidir. (Sürecin uzamaması için Mısırlılar, geçici başkanı 2 ya da 3 yılla sınırlamalıdır ve sadece meclisin onayıyla süreyi uzatmalıdırlar.)
için kullanılacak metot da dahil bir kaç zorluğu
Fakat başkanlık seçimini geciktirmede asıl
ele almak zorundadır.
sorun şudur ki, herhangi bir geçici dönem
Stratejik kararlar alınmasını ve zorlu değişimleri gerektiren bu meseleler, sadece herhangi bir yeni anayasayı oluşturmada önemli bir etkiye sahip değil aynı zamanda ülke siyasetinin sınırlarını şekillendirmede de önemli etkiye sahiptir. Başkanlık Seçiminin Zamanlaması: Eylüldeki başkanlık seçimi, son günlerde düşünüldüğü gibi usule ait ve siyasi sorunları ortaya çıkarıyor. Hatta gerekli anayasal değişikliklerin özgür ve adil bir süreci sağlamak için yapıldığını düşünsek bile bu böyledir. Bu sorunların çoğu erken “yasama seçimi” ihtimali için de söz konusudur: Usule dair sorunlar: Şu an oy kullanmak için kayıtlı olan okur-yazar halkın sadece %25 olması, ulusal kimlik kartları ve silinmez mürekkebin kullanımı gibi kimi prosedürde kusurların olması;
düzenlemelerinin meşruluğu muhtemelen bir kaç aydan sonra önemini yitirebilir ve halkın sabırsızlığı daha büyük huzursuzluğa dönüşebilir. Seçimleri ertelemek muhtemelen demokratik değişimi ağırdan almak için bir çaba olarak yorumlanacaktır. Uzmanlarımız, başkanlık seçimlerinin Eylül ayında olmasının tercih edilebilir olup olmadığı konusunda bir konsensüse varamadılar. Fakat eğer bu devam ederse, önceki anayasal düzenlemeler, başkanlık otoritesini özellikle sonraki anayasal reformu şekillendirmede ayrıcalıkların etkisini azaltacaktır. Yeni yasama seçimleri için seçim sistemi ve zamanlama: Teoride, ilerleyen süreçte, yürütme yetkisini artırmak amacıyla anayasayı yeniden yazmak ve yeniden düzenlemek için güçlü bir nedene sahip olacak bir başkanı seçmeden önce “yasama seçimleri”ni yapmak
Siyasi sorunlar: Eğer yeni “yasama seçimleri” vaktinden önce yapılırsa, demokratik muhalefet muhtemelen örgütlenmeyi sağlayamayacak ve eski rejimin ve diğer uzun süreçli siyasi grupların temsilcileriyle böylesi bir alanda rekabet kabiliyetini kendinde bulamayacaktır. Gruplara ve liderlere, organize seçim bölgeleri etrafında etkili siyasi partiler oluşturmalarına izin vermek için yeterli zaman ve alan meydana
daha iyi olacaktır. Fakat yeni siyasi partiler organize olmaya ve harekete geçmeye; yeni seçim uygulamasının örgütlenmesini oluşturmaya ve onu test etmeye; yuvarlak masa müzakere sürecinin farklı seçim sisteminin göreceli faydalarını düşünüp taşınmaya ve bu nazik zamanda Mısır’da adalete ve demokrasinin menfaatine en iyi şekilde hizmet edecek şekilde mücadelede
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
133
en iyi dengeyi sağlayacak yeni seçim kurallarını benimsemek için zaman bulana kadar yeni yasama seçimleri konusunda tavsiyede bulunmada forumdaki heyetler arasında konsensüs sağlanmıştır. Mısırlıların, adı çıkmış bu seçim sistemini olacak. Bu türden şartların muhtemelen karşılanması için 18 ay gerekecekmiş gibi görünüyor. Bizler, çeşitli seçim ve parti sistemlerinin artı ve eksilerinin ana hatlarını ortaya koyan çok daha detaylı bildiri sunarken, forumda söz alan heyetler, güçlü bir şekilde farklılığı destekleyecek “nispi temsili sistem”i önermektedir. Anayasal Değişim İçin Bir Takvim Belirlemek Yeni bir anayasa oluşturmak için seçenekler şunları içermelidir: 1. Taslağı meydana getirmek ve kabul etmek için Anayasal Meclis olarak yeni bir seçilmiş parlamento kanununa sahip olmalı; 2. Bir referandumda en çok oyu alarak kabul görmesi gerekecek olan bir taslağı meydana getirmesi için geniş tabanlı anayasa yapma komitesi atanmalı; 3. Bir anayasal meclis kurmalı ve akabinde referandum yapılmalıdır. Yeni bir anayasa yapmak için herhangi bir metot, demokratik olmalı ve herkesi kucaklayan bir katılıma ve diyaloga olanak sağlamalıdır.
134
www.islamiyorum.com
yenisiyle değiştirmek için de zamana ihtiyaçları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem Raşid Halidi
Arap Baharı iSLAMİ Yorum İçin Çeviren:
Fatih Peyma
Bu makale, ABD’de çıkan haftalık “The Nation” dergisinin 21 Mart, 2011 tarihli sayısından alınmıştır.
Aniden, bir Arap olmak iyi bir şey oluverdi. Tüm
yüzeysel ve ne kadar yanlış olduğunun ortaya
dünya genelinde Arap halkı, halkın isteklerine
çıkmasıdır. Gerçekte bu bölge hakkında
ve taleplerine hiç bir saygı duymadan iktidarda
duyduğumuz şeyler; her yere kök salmış
olan diktatörlükler altında, yıllardır süregelen
teröristler, her bir yere yayılmış sakallı
korkudan sinmiş pasifliği üzerlerinden atmanın
radikaller ve şeriatı empoze etmeye çalışan
gururunu yaşıyorlar. Ve bu Batı’da saygı
peçeli yol arkadaşları, böylesi arzu edilmeyen
duyulan bir şey haline geldi. Mısır, şu anda
şeylerin kaçınılmaz sonucu olan yozlaşmış,
heyecan verici gelişmelerin yaşandığı bir yer
acımasız diktatörlerdi. Amerikan Hükümeti ile
olarak düşünülüyor. Mısır halkının birliktelik
büyük medya kuruluşları tarafından sürekli
söylemleri, Madison’da göstericiler tarafından
tekrarlandığı gibi, bu yozlaşmanın ve zalimliğin
övgüyle karşılanıyor ve destekleniyor. Mısır
büyük bir kısmı, ılımlılar (yani istediğimiz gibi
halkının parlak genç aktivistleri 21.yüzyıla
konuşanlar ve yapanlar) gibi uydurma terimleri
mahsus yeni bir seferberliğin öncüleri olarak
kullanarak rötuş ediliyordu. Bu tabirin ve bölge
görülüyor. Arap dünyasında yaşanan olaylar,
halkını “Arap sokağı” diye kötüleyen söylemin
daha önce olduğundan çok daha geniş çapta
şimdi daimi olarak terk edilmesi gerekmektedir.
Batı medyası tarafından takip ediliyor ve eşi benzeri görülmemiş bir şekilde, olumlu bir tarzda bahsediliyor. Daha önce, Müslümanlar veya Orta Doğu ya da Araplar hakkında haberler çıktığında, neredeyse hep ağır şekilde olumsuz bir çağrışımla sunulurdu. Şimdi, bu Arap Baharı boyunca bu durum bitmiş gözüküyor. Adı daima siyasi durgunlukla birlikte anılan bir bölge, dünyanın dikkatini çeken hızlı bir değişime
Algılardaki bu değişikliğin ikinci özelliği, oldukça kırılgan/narin olmasıdır. Bütün Arap diktatörler devrilse bile, bölgedeki “bize karşı onlar” anlayışında büyük bir çıkar söz konusudur. Bu, sadece “terörle mücadeleye” angaje olmuş bütün bürokratik kodamanları, sadece bu savaşın gereksinimlerini temin eden endüstriyi ve bu hizmetleri için cömertçe
tanıklık ediyor.
ödüllendirilen danışmanları ve müteahhitler
Araplar, Müslümanlar ve Orta Doğulular
şekilde, bu Orta Doğu karikatürünü propaganda
hakkında algılardaki bu büyük ve ani değişim
etmeye kendilerini adamış bir sürü “terör
konusunda üç şey söylenmesi gerekiyor.
uzmanı”yla beraber, büyük çapta ideolojik,
Birincisi, bu bölgeye dair pek çok Batı
sahte uzmanlığın geniş bir alanını da içeriyor.
medyasında yer almış görüntülerin ne kadar
Bu sözüm ona, uzman geçinenlerin yaptıkları
topluluğunu içermiyor aynı zamanda yoğun bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
135
tek şey, teröristlerle Müslümanları her fırsatta
olmayan bir bölge olmadığı gerçeği. Kesinlikle
ilişkilendirmek olmuştur. Onlar Amerikalıların,
Orta Doğu bir dizi korkunç rejimler altında son
gerçek Arap dünyasını görmemeleri
yıllarda acı çekti. Fakat bu bölge aynı zamanda
için sistematik olarak sürekli telkinde
1870’lerin sonlarında Tunus ve Mısır’da aralıksız
bulunmaktadırlar: Yani hukukun üstünlüğüne
süren anayasal coşkuya ve 1876’da Osmanlı
bağlı olanları, sendikaları, teknolojiyi yakından
İmparatorluğu’ndaki anayasanın oluşumuna
takip eden gençleri, feministleri, sanatçıları ve
önderlik etmiş ve idarecilerin gücünün nasıl
aydınları, Batı kültürü ve değerlerinin akıllıca
sınırlanacağı üzerinde tartışmaların yaşandığı
bir bilgisine sahip olanları, yalnızca nasıl
bir bölgedir. O günlerde imparatorluk, sadece
yönetilecekleri konusunda bir katkı ve uygun
günümüz Türkiye’sini değil aynı zamanda
fırsatlar talep eden sıradan insanları. “Bu sözüm
Suriye ve Irak da dahil olmak üzere Doğu
ona uzmanlar” onun yerine bize, bu insanların
Arap dünyasının çoğunluğunu içeriyordu.
zarafetten yoksun bağnaz insanlar olduğunu ve
Daha sonraları 1906’da, İran anayasal rejime
Amerikan destekli korkunç yöneticileri hak etmiş
geçti. Akabinde, Dünya Savaşları sırasında ve
bir halk olduğunu öğrettiler. Bu ırkçılığa yakın
sonrasında bölgenin yarı bağımsız ve bağımsız
görüşleri savunan etki ve güce sahip olanlar,
ülkelerinin çoğu anayasal rejimler tarafından
-böyle bir ihtimal varsa bile- bu görüşlerini
idare edildi. Bunlar, aşırı yoksulluk ve cehalet,
hemen terk etmeyeceklerdir. Birinin, bu çirkin
yöneticilerin otokratik eğilimleri ve yerleşik
propagandayı görmesi için Fox News’e bir göz
çıkarlar ile karşı karşıya kaldığından dolayı
atması yeterli olacaktır.
engellerle karşılaşmış kusurlu tecrübelerdi. Yine
Üçüncüsü, olaylar Arap dünyasında kolayca ve çok hızlı bir şekilde daha kötü bir hale dönüşebilir. Ve bu hassas yeni algıları, hızlı bir şekilde aşındırabilir. Şu ana kadar herhangi bir Arap ülkesinde hatta despot liderlerin devrildiği ama gerçek bir dönüşümün belli belirsiz başladığı Tunus’ta ya da Mısır’da bile hiç bir şey çözüme kavuşmuş değil. Her iki ülke; bir anayasal hükümet, olgun bir demokrasi, ekonomik gelişme, sosyal adalet -mesela güçlü bir sivil toplum, geçmişi olan emek organizasyonu, pek çok eğitimli insan ve bazı güçlü kurumlar gibi- için kimi gerekliliklere sahip olmasına rağmen bu böyledir. Ve değişim talep ederken dövülenlerin, üzerlerine göz yaşartıcı gaz sıkılanların ve vurulanların cesaretine rağmen çok az komşu Arap ülkesinde değişim söz konusudur. Libya ya da Yemen’deki iç savaş; Tunus ve Mısır’daki eli kolu bağlanmışlık hali; ya da Bahreyn, Ürdün, Fas, Umman, Irak ve başka bir yerdeki iktidardakilerle sonu gelmeyen mücadele yüzünden bu değişim dalgası burukluğa dönebilir. Batı’daki insanlar, dünyanın bu önemli bölgesi hakkında daha da çok şey öğrenirlerken, haberlerde dile getirilmesi gereken bir kaç gerçek daha var. Birincisi, burasının demokrasiye uymayan ya da otokratik idareciler altında daima acı çekmiş ya da anayasal geleneği
136
de, sürekliliği olan anayasal ve parlamenter rejimler kurmadaki başarısızlıklar sadece bu sebeblerden dolayı değildir. Bu hükümetlerin bu çabaları, sistematik olarak emperyalist devletler tarafından engellendi. Çünkü bu devletlerin emelleri ve çıkarları; meclis, gelişmekte olan kamuoyu, milli egemenliği ve ülkelerinin doğal kaynaklarının adil paylaşımını savunanlar tarafından tehdit altındaydı. Avrupalı güçlerin 20. yüzyılın ilk yıllarında İran ve Osmanlı’nın anayasal hükümetlerinin önünü kesmesi, Lübnan ve Suriye’ye Amerika’nın müdahalesi ve 1950’lerde İran hükümetinin devrilmesi gibi pek çok örnek sürekli tekrarlandı. Batılı güçler Orta Doğu’daki demokratik idareye çok az destek vermekle (ya da hiç destek vermediler) kalmadılar, aynı zamanda sürekli etkin bir şekilde, kendi emirlerini yerine getirecek diktatörlerle işbirliği yapmayı tercih ederek bunu baltalama yoluna gittiler. Başka bir deyişle, kolaylıkla manipüle edilecek baskıcı rejimlere sağlanan Batı desteği örneği kesinlikle yeni bir örnek değildir. Arap dünyasına Türkiye modeli uygulamanın potansiyeli hakkında son haftalarda çok şey söylendi. Aslında, Türkiye ve Arap ülkeleri paylaşılmış bir Osmanlı tecrübesi sayesinde modernite meselesinde (ve bununla beraber anayasalar, demokrasi, sivil ve siyasi haklar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
konusunda) bir uzlaşıya vardılar. 1860’lardan
olduğuna dair inancının gelişigüzel reddiyle
1918 yılına kadar olan dönemde, hem Türk
alakalı olup olmadığını göz ardı etmekte de
hem de Arap milliyetçileri tarafından modern
büyük bir tehlike vardır. Eğer Arap dünyası
ulus-devletleri üzerinde herhangi bir Osmanlı
halkı, demokrasiye geçişi sorunsuz başarabilirse
etkisi şiddetle reddedildi. Aynı zamanda
ve toplumlarının karşılaştığı pek çok derin
bu dönemlerde, halkın bu kavramlara dair
problemle yüzleşmeye başlayabilirse, bu;
anlayışları belli bir şekle kavuştu. Bugün
özgürlük, sosyal adalet ve haysiyet mücadelesi
Türkiye, nüfusunun çoğunluğu arasındaki dini
için doğmuş, kendisine hak ettiği saygı ile
eğilim ile laik sistemi ve demokrasi ile güçlü
davranılan ve on yıllardır ilk kez kazanmaya
ordu kurumunun nasıl barıştırılacağının örneğini
başlayan yeni Arap dünyası için hayati bir
en güzel şekilde veriyor. Türkiye aynı zamanda
öneme haizdir.
bir kültürel sentez ve dünya sahnesinde nasıl etki uyandırılacağı noktasında da en güzel örneği sunuyor. Bütün bu unsurlardan dolayı Türkiye modeli, Arap dünyasında çoğunlukla başarısız bir alternatif olarak görülen 32 yıllık İran teolojik sisteminden çok daha çekici bir model olarak algılanıyor. Arap devletlerinin, bu Arap baharı boyunca halklarının evrensel talepleri olan sosyal adalet ve saygınlık, hukukun üstünlüğü, demokrasiye geçiş, durgunluk ve baskıdan kurtulma gibi konularda gidecekleri daha çok yolu var. Saygınlık terimi ikili bir talebi içeriyor: Birincisi, vatandaşlarını küçümseyerek ve haklarını görmezden gelerek davranan yöneticiler karşında bireyin saygınlık talebi; ikincisi, bir halk olarak Arapların ve Mısır gibi gururlu devletlerin kolektif saygınlık için bir talebinin olması. Bu talep, 1950’lerde başlayarak sömürgeciliği/ yeni-sömürgeciliği hedefleyen milliyetçi liderleri iktidara taşıyan talepti. O neslin başarısızlığından sonra, Batı tarafından oldukça değer verilen ve istikrar sağlayan diktatörler getirildi. Bu istikrar toplumun ve bireyin haysiyeti/saygınlığı pahasına satın alınmış bir istikrardı. Rabat’tan Manama’ya göstericilerin yok etmeyi amaçladığı, işte bu utançtır. Göstericiler şimdiye kadar, genel olarak kendi iç siyasetlerine dair sorunlarının asıl sebebine odaklandılar. Dış siyasete, Batı karşıtı duygulara ve İsrail ya da Filistin sorununa çok az vurgu oldu. Bu kolektif saygınlık talebini göz ardı etmekte büyük bir tehlike vardır. Bunun, Amerika’nın
www.islamiyorum.com
ekonomik başarı, Doğu ve Batı arasında işleyen
uzun zamandır bölgeye uyguladığı müstekbir tarzla alakası olduğuna ya da pek çok Arap’ın, adaletin olmadığı ve Filistinlilere uygulanmıyor
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
137
Biyografi
Muhammed Müçtehid Şebusteri Abuzer Dişkaya
1937 yılında Doğu Azerbaycan (İran)’ın
televizyondan canlı olarak yayınlanıyordu. 1980
Şebuster şehrinde dünyaya geldi. 1952 yılında
yılında “İslam Düşüncesi” adıyla iki haftada bir
İslami ilimlerde eğitim görmek için Kum İslami
yayınlanan teorik bir dergi çıkarmaya başladı.
İlimler Havzası’na girdi. Burada yaklaşık on
Ancak mali sıkıntılar yüzünden çok geçmeden
sekiz yıl kelam, İslam felsefesi, fıkıh usulü
henüz on beşinci sayısını çıkarmışken bu dergi
ve tefsir gibi dini ilimlerde eğitim gördü ve
kapanmak zorunda kaldı. Bu dergi, İslam
bu alanlarda değişik araştırmalar yaptı. Dr.
devrimini genel olarak sahiplenip savunmakla
Seyyit Muhammed Behişti’nin davetiyle 1970
birlikte dönemin siyasi uygulamalarını da
yılında Almanya’nın Hamburg şehrinde bulunan
açıkça eleştirmekten geri durmuyordu.
“Hamburg İslam Merkezi”nin başına geçti.
Devrimden sonraki ilk meclis seçimlerinde Doğu
Yaklaşık dokuz yıl bu merkezin yöneticiliğini
Azerbaycan’dan milletvekili seçilerek ilk dönem
yaptı. Avrupa’da bulunması ona Almancayı
yasama meclisinde yer aldı. Özgürlükçü bir
iyice öğrenme ve bu sayede Batı kültürü ve
siyaset talebini bu dönemde de dile getirerek
felsefesiyle tanışma fırsatı verdi. Bu süre
dönemin siyasi anlayışlarını eleştirmeye devam
içerisinde seminer ve konferanslara katılmak için
etti. Ülkedeki siyasi gidişattan memnun olmadığı
pek çok ülkeyi ziyaret etti ve böylece alanlarında
için ikinci dönem seçimlerine katılmadı. Aynı yıl
uzman olan pek çok önemli şahsiyetle tanışma
eğitim bakanlığı tarafından Tahran Üniversitesi
ve onlarla fikir alışverişinde bulunma imkânı
İlahiyat Fakültesi’nde ders vermek üzere
elde etmiş oldu.
davet edildi. Şebusteri bu daveti kabul ederek
Şebusteri 1979 yılında İran’a geri döndü. İran’ın daha iyi bir demokrasiye kavuşabilmesi için Almanya’da başladığı siyasi çalışmalarına İran’a dönünce de devam etti. Devrimin başarıyla sonuçlanmasının verdiği heyecan ve dinamizmle siyasi arenaya girdi ve bu konularda dönemin önemli gazetelerinde yayınlanan pek çok makale yazdı. Bu dönemde Şebusteri’nin konferansları
138
Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kelam ve İslam felsefesi dalında dersler vermeye başladı. Şebusteri, ilahiyat fakültesinde uzun yıllar karşılaştırmalı kelam, dinler tarihi ve irfan (İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm ve Hinduizm) alanlarında yüksek lisans ve doktora öğrencilerine ders verdi. M. M. Şebusteri 1998 yılında “Hermenötik,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Kitap ve Gelenek” adlı kitabını yayınladı. Böylece İran’da ilmi çevreler özellikle dini ilimler havzasının talebeleri ilk defa Kur’an ve sünnetin yeni bir metotla ele alındığına şahit oldular. Sonraki yıllarda bu kitaptaki görüşlerle ilgili lehte ve aleyhte olmak üzere sayısız makale (Hermenötik) dini ilimler içerisinde kendisine bir kapı aralamış oldu. Şebusteri bu konulardaki görüşlerine açıklık getirmek için sonraki yıllarda “İman ve Özgürlük”, “Resmi Dini Söylemin Eleştirisi” ve “İnsan Merkezli Bir Dini Anlayışı Üzerine Düşünceler” adlı kitapları kaleme aldı. Bütün bu kitaplarda farklı açılardan da olsa aynı konu işlenmektedir. Şebusteri son yirmi yıl içerisinde Batı’yla olan ilmi ve felsefi bağlarını da muhafaza etti. Beş yıl süreyle Viyana ve Bon üniversitelerinde hermenötik ve İslami metinler ile İslam, demokrasi ve insan hakları arasında bulunan nispetlerle ilgili dersler verdi. Yazarın bu konulardaki makaleleri pek çok dile çevrilmiş ve lehte ve aleyhte olmak üzere pek çok ilmi araştırmaya konu olmuştur. Şebusteri, 2007 yılında Kur’an’ın hermenötik yorumuyla ilgili son görüşlerini “Âlemin Nebevi Yorumu” adlı bir makale ve “Hermenötik; Alemin Dini Yorumu” başlıklı bir röportajda dile getirdi. O, bu makale ve röportajda ilk defa Kur’an’ın vahyin kendisi değil, İslam peygamberinin vahiy mahsulü olan nebevi sözleri olduğunu iddia etti. Ona göre nebevi kelam vahyin gölgesinde gerçekleşen âlemin tevhidi bir yorumundan ibarettir. Şebusteri bu konudaki görüşlerini “Âlemin Nebevi Yorumu” başlığıyla büyük İslam ansiklopedisinin birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci sayılarında makaleler halinde yayınladı. Ve bu makalelerin devamı da hala gelmektedir. Şebusteri’nin kurucuları arasında bulunduğu “Büyük İslam Ansiklopedisi”nde pek çok makalesi yayınlanmıştır.
www.islamiyorum.com
ve kitap yazıldı. Bu sayede yeni tefsir ilmi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
139
Kitap Değerlendirmesi
Dinamizmin
İran’da Entellektüel Hayatın Dönüşümü ve Şebusteri Tıkanıklığı:
Asım Öz
“Bence, yegâne ölçüt evrensel insan haklarının
görülmeyen hususlar yahut düşünülemeyenler,
korunmasıdır; 1948 yılına ait bildirgenin bu 30
doksanlı yıllara yakın bir zamanda düşünülür
maddesinin her yerde, her ülkede aynı biçimde
olmuştur. İslamcılığın yahut İslam toplumu
yorumlanmadığını ya da uygulanmadığını
oluşturma çabalarının tümünün yadsınması
biliyorum. Yine de başka bir olanak göremiyorum.
olan bu düşünsel eğilimler hem basında hem
(…)
de aydınlar arasında ciddi tartışmalara sebep
Bence, Müslümanlar bugün İslam’dan ayrılmadan demokrasiye sahip olabilirler.” Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ardından gelen liberal değerlerin kanıksandığı doksanlı yıllarla birlikte devrimci deneyimler “kalıcı” bir biçimde gözden düşmüştür. Devrimci toplumsal dönüşümlere duyulan güven bu yıllardan itibaren kademeli biçimde her geçen gün biraz daha da sarsılmıştır. Duvarın yıkımı, yıkılma ve çözülme çağının da başlangıcı olan sembolik bir eylem olmanın ötesinde, toplumsalın iktidar odaklı olarak tasarlanmasının bir tür zorbalık olarak algılanmasını beraberinde getirmiştir. Tabii bunun dolaylı yansımaları devrim sonrası İran entelektüel dünyasında daha baskın bir biçimde görülmüştür. 1978’den Ayetullah Humeyni’nin vefatına (Haziran 1989) kadar süren tam anlamıyla devrimci dönemde
140
olmaktadır. İslam adına yapılan bu devrim daha başka nedenlerle geçersizleştirilmeye çalışılmıştır. Şu iki sözcük, “dinsel” ve “siyasal” sözcükleri bir arada düşünülebilir mi, sorusunun peşinden giden entelektüeller bu noktada genel olarak İslamcılığın itibarsızlaştırılmasını sağladığı gibi liberal evrenselciliğin nihailiğini de savunmuşlardır. İslam ve siyasal alanı ayırmayı düşünen bu yaklaşım paradoksal olarak bir tür sekülarizasyonla yani dinin geri plana itilişi/itilmesi gerektiği hatta kimi noktalarının tarihselci bir bakışla yapısızlaştırılmasını da beraberinde getirmektedir. Çağdaş İran entelektüel dünyası üstüne yapılacak bir inceleme çok özel iki dönemin bilinmesini gerekli kılar. Birincisi, Batı dünyasında on yedinci yüzyıldaki püriten
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
hareketler dışında benzerine rastlanmayan
devrimci siyasallaşma deneyiminden derin bir
“dinsel devrim” dönemidir. İkinci dönem
dönüşüme uğrayarak çıkan liberal bir İslam
kesinlikle bir iç sekülarizasyon dönemidir.
algısı olmuştur. Artık İran’da İslam üstüne yeni
Bugün “post-İslamcı” olarak adlandırılan İslamcı
bir düşünce ortaya çıkmıştır, bu biçimiyle bu
İran’ın kurumları, aslen temel olarak siyasal
düşünceler İslamcılığa ilişkin olarak içeriden
bir mantığa boyun eğmektedir. Meşruluğunu
yapılan bir eleştiri hüviyetindedir. Hiç kuşkusuz
İslam’dan alan bu güç karşısında entelektüeller
mesele basit değildir. Devrim kurumsallaşmıştır.
de başka şeylerin yanı sıra dini ifadeleri farklı
Yeni toplumsal katmanları iktidara taşımıştır.
düşünsel gramerlere ekleyerek tartışma
İran toplumunu derinlemesine değiştirmiştir.
imkânlarından da yararlanmakta, din ve
Ama yaşanmakta olan tecrübe kendine özgü
siyasalın ayrımının gerekliliği noktasındaki temel
hususiyetleri içinde barındırsa da oldukça sarsıcı
yaklaşımlarını genel olarak Batılı okumalar ve
sonuçları olacak gibi görünmektedir. Hatta
kavramlar üzerinden güncelleştirmektedirler.
sekülarizasyonun –dünyevi olanın kutsalı ele
Burada sekülerleşme olarak ifade ettiğim durum,
geçirmesi– laiklikle –dinsel olanın özel alana
İran’ın iç tartışmalarında muhafazakârların
itilmesi– aynı şey olmadığından hareketle
ayrıcalıklı konumlarını kaybetmemek için ileri
Müslüman dünyada gerçek sekülerliğin
sürdüklerinden daha farklı bir duruma işaret
çökmekte olan “kurumsal din” karşısında
etmektedir. İran’da farklı düşünce öbeklerinin iç
yükselmekte olan “bireysel din” anlayışı
tartışmalarında muhafazakârların sekülerleşme
nedeniyle İran’da doğacağına ilişkin beklentiler,
olarak gördüğü şeyi, çoğulluğu içinde barındıran
bu düşünüş biçimi ile daha da güçlü bir sesle
reformist dini aydınlar demokratikleşme olarak
ifade edilmektedir.
anmaktadırlar. Farklı seslerin, üslupların ve görüşlerin içinden konuşan reformist aydınların kendilerini ifade ediş biçimlerinde geleneksel düşüncesizliğin ötesine geçerek kurucu temel metinlerin istikrarsızlaştırılmasına kadar uzanan “yıkıcı” boyutlar vardır. Söylemek istediğim, entelektüellerin daha önceden
1
Türkçe kültür dünyasında, devrim sonrası İranlı entelektüellerden en çok bilineni hiç kuşkusuz Abdülkerim Suruş’tur. Hem devrim sürecinde etkili olmuş hem de devrim sonrasında yaşananların entelektüel düzlemde yorumcusu 1 Bu beklentiyi haklılaştıracak şekilde “durum tanımı”
düşünmedikleri yahut ifade etmedikleri
yapan Muhammed Şebusteri şunları ifade eder:
konuların boşlukta meydana gelmediğidir.
“Öğrencilerimden birçoğu ne söylediğimi anlıyorlar,
Dolayısıyla bu düşüncelerin hangi teorik ve pratik temellerden beslendiği sorusu daha da bir önem kazanmaktadır Doksanlı Yılların Entelektüel İklimi Devrim sonrası entelektüel düşünce karmaşasında öne çıkan Abdülkerim Suruş,
çünkü İran’daki değişiklikler orada, böylesi ifadelerin bugün 15 yıl öncesine göre daha iyi anlaşılmasına yol açtılar. İnsanlar, siyasal önlemlerin sürekli eleştirilmesi gerektiğini, iyileştirilmeleri ve değiştirilmeleri gerektiğini yaşayarak öğrendiler. Politika yapanlar, din çerçevesinde konuşup konuşmamalarından bağımsız olarak, çok hata yapan insanlardır. Bu deneyimler, din hakkındaki tartışmanın ya da siyasal sorunlarla karşılaşmanın kendine özgü ölçütleri olması gerektiğini gösterdi,
Hüccetülislam Muhammed Müctehid Şebüsteri
bu da din ve devlet işlerinin ayrılması anlamına
gibi bir ölçüde aykırı eğilimli demokrasi
geliyor. Öğrencilerim, siyaseti eleştiriye açık kılmanın
yanlısı entelektüeller düşüncelerini belli epistemolojik temellere, insan anlayışına, sosyolojik bir zemine dayandırmışlar ve liberal değerleri onaylama biçimini din üstüne
politikayı, Allah’tan gelen ya da ölçütlerini Kur’an’dan ve sünnetten alan bir faaliyet değil insani bir faaliyet olarak görmenin gerekli olduğunu çok iyi anladılar.” Kuşkusuz çoğu noktada zamanın gerekliliklerinin belirlediği kararları alan siyasal alan temelde beşeri bir faaliyet
düşüncelerinden hareketle geliştirmişlerdir.
olduğu için kutsallaştırılamaz. Burada sorun Kur’an’dan
Bu isimler, birtakım kuramsal münazaraları
hareket ederek siyaset üretmenin gerekli olmadığını
başlatmaları, sürdürmeleri ve hatta dünya kamuoyuna yaygınlaştırmaları bakımından devrimi entelektüel düzlemde yapıbozuma uğratmışlardır. Öyle ki sürecin sonunda,
ifade etmektir. Dolayısıyla İran’ın iç tartışmalarında sorgulanamaz kurumları ve yapıları eleştirmeye dönük olan kimi yaklaşımlarla içtihadi faaliyeti aşan ve felsefi modernliğe ulaşan yorum bilgisinin birbirinden ayrıştırılması Şebusteri’nin metninde/söyleşisinde oldukça girift bir hâl almaktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
141
sayılması bakımından öncü sayılabilir. Öyle ki
Muhammed Müctehid Şebüsteri Resmi Dini
onun devrimin temel yaklaşımlarına itiraz eden
Söylemin Eleştirisi(2011) adlı eseri ile oldukça
tezleri, Yalçın Akdoğan tarafından kaleme alınan
gecikmeli olarak Türkçe kültür dünyasına dâhil
Muhafazakâr Demokrasi kitabına demokratik
oldu.4 Kitap, temelde Ayetullah Humeyni’den
bir siyasi yapının epistemolojik temellerini
sonra derin bir ideolojik sıkıntıya düşen İran’daki
benimsemeyi engelleyen sebepleri ortadan
reformist dini aydınların doksanlı yılların
kaldırma noktasında temel oluşturmuştur.
başlarından itibaren gündeme getirdikleri siyasal
Muhammed Müctehid Şebüsteri ise Türkçede
sistemin dinin ideolojikleştirilmesini eleştiriye
henüz okunup üzerinde tartışılabilmiş bir isim
açan tartışmaların ve bununla birlikte devrimin
değildir. Bunda, eserlerinin vaktinde tercüme
sönümlenişinin genel özeti mahiyetindedir. Onun
edilmemesinin başat bir etken olduğu rahatlıkla
bu eserinde serdettiği düşünceler İran, Mısır,
söylenebilir. Doksanlı yıllardan itibaren Arap
Türkiye gibi görece merkez olan Müslüman
ve Mağrip dünyasından çevrilen Hasan Hanefi,
dünyada şimdilik geçerli olan entelektüel ufkun
Muhammed Câbiri, Nasr Hamid Ebu Zeyd,
modern olarak anılan liberal dünya ile sınırlı
Muhammed Arkoun gibi isimlerin yanında pekâla
olduğunun hatta bunun evrenselleştirildiğinin
Muhammed Müctehid Şebüsteri de çevrilebilir ve
göstergesi niteliğinde olması itibariyle
düşünce dünyasına ilişkin yorumlar birikebilirdi.
merkezi bir önemdedir. Resmi Dini Söylemin
Ama bunun gerçekleşmemesinden dolayı
Eleştirisi’nde dillendiren merkezi temanın
Şebusteri’nin düşünce dünyasının yeterince fark
irdelenmesi ve Şebusteri tarafından sunulan
edilmediği ifade edilebilir.
seküler yorumbilgisinin kimi noktalarının açıklığa
2
Otuz yıl boyunca modernlik içinde daha önce hiç görülmemiş bir fenomen olarak İran İslam devrimi sürecini bilen, bu devrimin devleti
kavuşturulması, çağdaş Müslüman düşünce dünyasının bazı meselelerinin anlaşılmasına yapacağı katkılar nedeniyle yararlı olacaktır.
içinde yaşayan hatta İslam devriminin başlangıç
Şebusteri’nin bu metnini değerlendirmeden
yıllarında kendini bir öncü olarak gören ve
önce, entelektüel dünyasında yer tutan
nispeten genç olan Muhammed Müctehid
kimi yaklaşımları üzerinden Türkçe düşünce
Şebusteri’nin geliştirdiği felsefi, dinî ya da
dünyasına dair gözlemler yapmak da mümkün:
teolojik görüşlerinin, kişisel deneyimlerinden
Kur’an ve sünnetin yeni bir metotla ele
bağımsız olarak görülemeyecekleri de ifade
alındığı Hermenötik, Kitap ve Sünnet(1998)
edilebilir. İran’daki bilgi iktidar ilişkisinin birbiri
ile değişik yerlerde yayımlanan makale ve
içine giren iç biçimlenmesinden duyduğu
röportajların bir araya getirilmesinden oluşan
rahatsızlıkların, Şebusteri’nin düşünce
İman ve Özgürlük (1998) adlı çalışmaları da
dünyasının liberal evrenselciliğe kaymasında etkili olduğu tespiti hemen ilk elde yapılabilir.3
bulmayan bir düşünsel gövdenin mevcut olduğu da unutulmamalıdır. 4 Şebusteri’nin bu eseri ile paralellikler taşıyan Nasr
2 Abdülkerim Suruş, 1993 yılında Kiyan’da yayınlanan
kitabıyla karşılaştırmalı olarak kritik edilse
halkın oyuyla kurulması gerektiği, esasında dindar
oldukça anlamlı sonuçlara ulaşmak mümkün olur
halkların dindar devletleri işbaşına getirecekleri, bu
kanaatindeyim. Din siyaset ilişkisini farklı görünümleri
şekilde kurulan bir devletin dini olduğu ölçüde halkçı
üzerinden eleştirel bir incelemeye tabi tutan ve
da olacağını yazmaktaydı. Bu takdirde aynı anda iki
“dinsel söylem eleştirisini” şiddetli bir epistemolojik
hukuka riayet edilmiş olacaktı: İnsanın hukuku ve
gereklilik olarak gören iki düşünürün dini söylemindeki
Allah’ın hukuku.
benzerlikler gerçekten dikkat çekecek mahiyettedir.
3 Etkilenmeler söz konusu olduğunda dönemsel
142
Hamid Ebu Zeyd’in Dinsel Söylemin Eleştirisi(2002)
Dini Demokratik Devlet isimli yazısında devletlerin
Öte yandan bugün dinî metinleri anlamak bakımından
farklılaşmalar için şöyle bir tespit de yapılabilir:
gündeme taşınan hermenötik sorular ve sorunların
Dünyada başka bir dünyayı mümkün kılma ütopyası
her iki yazarın düşünce dünyasındaki yerini kavramak
olarak sosyalizmin gündemde olduğu yıllarda
açısından Nasr Hamid Ebu Zeyd’in İslâm’la Bir
dikkatlerini sosyal adalet üzerine yoğunlaştıran
Yaşam(2004) kitabında yer alan hermenötikle tanıştığı
aydınların, liberalizmin gündemde olduğu doksanlı
bölümlerin de dikkate alınması gerekir. Zikredilen
yıllarda demokrasi ve insan hakları üzerine yoğunlaşmış
görüşlerin sahipleri, söylemlerini büyük ölçüde
bulunması üzerinden etkiyi doğallaştırmak mümkün
hermenötik üzerine kurdukları için bu karşılaştırmalı
olsa da her iki dönemde bu tarz etkileşimleri doğru
okumalar mutlaka yapılmalıdır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dikkate alındığında, doksanlı yılların sonundan
etme gayreti içinde olmanın bayağılıkları
itibaren Türkiye’de yapılan kimi tartışmalar ve
ve aşırılıklarına temas ederek bu terkiplerin
yayınlarla İran’daki tartışmaların ve yayınların
durumu açıklamaktaki yetersizliğinden söz
çakışması hatta paralel bir söylem üzerinden yol
ederek eleştirel bir yaklaşım geliştirir. Ona
almaları durumu da rahatlıkla tespit edilebilir.
göre sosyal-siyasi hak ve özgürlükler, insan
Hatta kuramlar ile gerçekler arasında her
hakları, tolerans, demokrasi ve diktatörlük
zaman bir etkileme ve etkilenme hâli olduğu
gibi kavramların parçalanamaz tek bir felsefi
düşüncesinden hareketle, Müslümanların, adaleti
anlamı vardır. Buna karşın Batı’yı tenkit eden
yorumlamak suretiyle demokrasi ve siyasi
ve İslam’ın, temel olarak farklı bir karakter ve
sistemi, adaletin gerçekleşme mecrası hâline
telosa (kurtuluşa) sahip olduğunu bundan dolayı
getirmeleri gerektiği yolundaki görüşlerinin
da liberal dünya ile arasında varlıkbilimsel bir
Türkçe kültür dünyasında düşünsel ve kültürel
farklılık olduğunu düşünen entelektüellere de
parçalanmanın emarelerinin görünürlüğünü
hiç yakınlık duymaz. Bunu din dışı içeriğe sahip
ortaya koyan Adalet Devleti teorisine etki edip
olduğunu düşündüğü insan hakları öğretisini,
etmediğinin izi bile sürülebilir. Doksanlı yıllar
Batı ve modernite ayrımı eşliğinde işlerken
boyunca İran’daki düşünce dünyasında yer
şu şekilde ifade eder: “Maalesef ülkemizde
edinen siyasal eğilimlerden birinin esas olanın
insan hakları hakkında olumsuz bir yargı
İslam Cumhuriyeti değil Adil İslam Devleti
bulunmaktadır. Bazıları insan haklarını Batı’nın
olduğunu söylemesi bunun göstergelerinden
bir komplosu olarak görmektedir. Bunlara göre
biri olarak dikkat çekmektedir. Bundan dolayı,
seküler kökleri olduğu için din adamlarının insan
Şebusteri’nin düşüncelerini ele alırken seksenli
haklarına muhalefet etmesi gerekir. Bu, yanlış
yılların sonundan itibaren İran entelektüel
olduğu kadar tehlikeli de olan bir söylemdir.(…)
5
dünyasındaki kimi tartışmaları kabaca da olsa hatırlamak ve bu düşünürler arasındaki düşünsel ilişkilerin ortaya konularak karşılaştırmalar
Bizim İslamcı yazarlarımız genellikle Batı kültürünün bir ürünü olduğu için çağdaş insan
yapılması gerekmektedir.
haklarının Doğu’nun işine yaramayacağını
Müslüman dünyadaki entelektüeller nazarında
kültürlerinin farklılığını gündeme taşırlar. Bu
İslam ile demokrasi arasındaki ilişki üzerine
gerçek üzerinden farklı kültürlerin farklı insan
farklı bakış açıları söz konusudur. İslam’ın,
hakları anlayışından bahsetmeye başlarlar. İşte
demokrasi başta olmak üzere liberal dünya
bazıları, buradan hareketle İslami olan bir insan
görüşünün diğer kavramları hakkında ne
haklarından bahsetmektedir. (…) İnsan hakları
dediğine ilişkin reddiyeci ve eklektik yaklaşımları
modernitenin bir gerçeğidir, Batı kültürünün
eleştiren Şebusteri, bu kavramları Müslüman
ürünü ya da sonucu değildir. Modernite her
bilinçle irtibatlandırma noktasında devreye
nereye gelirse insan hakları da ister istemez
giren eklektikliği eleştirerek “İslami demokrasi”
orada gündeme gelir. Şu ya da bu kültürün
yahut “İslami insan hakları” söylemi icat
insan haklarından bahsedilemez.” Şebusteri’nin
savunurlar. Bu bağlamda Batı ve Doğu
kavramsallaştırmasında her ne kadar Batı5 İslam’ın devlet için öngördüğü çerçeve düzenlemelerin bulunup bulunmadığı konusundaki düşüncelerini İman ve Özgürlük adlı kitabının “İman, Siyaset ve Devlet” başlıklı bölümünde ayrıntılı olarak incelediğini ifade eden Şebusteri, bu konuda Türkiye’deki kimi
modernite ayrımı yapılsa da İslamcılık eleştirisi söz konusu olduğunda modernist sözcüğünün bir suçlama retoriği olarak gündeme getirilmesi de dikkat çeken bir başka noktadır. Günümüz
tartışmaları anlama noktasında da katkı yapacak olan
modern hayatının baştan aşağıya risk alabilme
düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: “Bence tamamen
ekseni etrafında dönmekte olduğunu ifade edişi
bambaşka bir konu olan İslam tarihinde değil ama
ile de sosyolojiye çağımızın içinde bulunduğu
Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilen Allah’ın mesajı ve vahyi olması yönüyle İslam’da devlet ve yönetim açısından hiçbir çerçeve düzenleme öngörülmemiştir. Bu ilahi mesajı illa da devletle irtibatlandırmak istiyorsak bunun gereği, her asırda adaleti gerçekleştirecek düzenlemelerin Müslümanlar tarafından meydana getirilmesi ve bunlara göre yaşanması olacaktır.”
durumu anlama görevi biçen Siyasallığın İcadı yazarı Ulrich Beck’in risk toplumu kavramını hatırlatmaktadır. Batı’nın ne’liği, Batı düşüncesi ile ilişkiler ve Batı’nın tahlili gibi noktalarda devrim öncesi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
143
İran entelektüellerinden önemli bir kopuşu
adlı eserinden beslenir. Önceleri Marksizm’i
ve farklılığı olan Şebusteri’nin yaklaşımları,
yadsımanın bir aracı olarak da kullanılan
cesaretli bir demokratik köktenciliği
bu eserin 1985 yılında Farsçaya çevrilmesi,
içermektedir. Resmi Dini Söylemin Eleştirisi’nde
düşünce ortamında özellikle epistemolojik
yer alan “Siyaset fıkhi mecrasını kaybetmiştir”
ilkeler ve siyasi yönelimler merkezinde çok
adlı yargısını dillendirdiği yazısının dikkatlice
ciddi tartışmaları beraberinde getirdi.6 Özellikle
okunması onun düşünsel yöneliminin temellerini
Humeyni’nin vefatından sonra belirginleşen açık
belirginleştirecektir. O bir yöntem olarak siyaset
toplumculuk üzerinden biçimlenen düşüncelerin
konusunda mevcut pek çok fetva ve teorinin
içselleştirilmesi zaman zaman imanın muhafızı
yerine insan hakları ve adalet anlayışından
olarak demokrasi ve insan hakları söylemini
doğmuş kurallar ve ilkeler geçirildiğinde sorunun
gündeme taşıdı. Şebusteri’nin ulema sınıfından
çözüleceğini düşünmektedir. Kanaatimce bu
bir isim olarak, bu tartışmalar içinde resmi dini
düşüncelerin devrim sonrasında katılaşan İran’ın
söylem olarak nitelediği geleneksel fıkhın kimi
somut siyasal koşullarıyla irtibatı olmakla birlikte
noktalarını açıkça eleştirmekte haklı olduğu
sadece bu durumla izah edilemeyecek boyutları
noktalar var muhakkak. Onun eleştirilmesi
var. Bundan dolayı bu düşüncelerin İran’ın
gereken ve düşünce dünyasının belkemiğini
epistemik temeline dönük radikal bir eleştiriyi
oluşturan yanı şurası: Ümmetin yüz yüze geldiği
gündemleştirerek kuramsal bir direniş olarak
çağdaş sorunlar ve meydan okuyuşlarla başa
görülmesi gerekmektedir.
çıkmaya muktedir olmak için dinamik bir fıkıh
Şebusteri, düşüncelerin ve felsefenin kozmopolit, bilginin ise sınırsız olduğu düşüncesinden hareketle, bir düşüncenin doğum tarihinin ve yerinin, o düşüncenin doğruluk ve meşruluğunu ölçmede değerleyici ölçütler olarak
oluşturmak yerine, çıkış arama endişeleri ile beslenen ve yavaş yavaş epistemolojik olarak 6 İranlı aydınlar arasında 60’lı ve 70’li yıllarda Sartre, Nietzche, Hegel ve son yirmi yıl içinde de Heidegger, Popper ve hermenötik literatür ilgi merkezi olmuşlardır.
iş göremeyeceğini hem ana metninde hem de
Genç kuşak arasında ise Foucault ve Habermas bir
kendisine yöneltilen yazılı eleştirilerin dayandığı
çekim merkezi oluşturmaktadır. İran’da 1984-1985’te
düşünceleri kritik ederken ortaya koymaktadır. Batı’yı Batılı ruhtan ayırt ederek katıksız ve çekincesiz biçimde demokratik bir siyasal sistemi kanıtlamaya çalışır. Batı’dan gelenlerin
Karl Raimund Popper’ın The Open Society and Its Enemies (Açık Toplum ve Düşmanları) kitabının üç çevirisi yayımlandı. İlk çeviri 1984’te Kaliforniya’da Melli Publishers tarafından yayımlandı. İzzetullah Fuladvend tarafından yapılan ikincisi 1985’te Tahran’da Harezmi
zorunlu olarak kötü olmadığında ısrarcılığı ile
Yayınevinden çıktı. Aynı yıl Mohajer’in ilk çevirisi
Abdülkerim Suruş’la ciddi paralellikleri vardır.
Tahran’da İntişar Yayınevince yeniden basıldı. Suruş’la
İnsanlara ait olan görüş ve düşüncelerin değiştirilmesi konusuna özel önem veren aynı zamanda kültürel alışverişe kuvvetli biçimde inanan Şebusteri’nin çıkış noktası ise şu:
polemiğe giren filozoflardan biri olan Rıza Daveri, Popper’in Açık Toplum ve Düşmanları üzerine Keyhan-i Ferhengi’de yazdığı bir yazıda Suruş’u hedef alarak “Bu Popper kim oluyor ki hem İslam Devriminin düşmanları ülke dışında onun eserlerini muhalefet aracı kılıyor,
Anlayışın sonucunda yakınlaşabilme özelliği.
hem de ülke içinde bir grup ona muhalefeti, mukaddes
İnsan, Allah’ın kendisinden tam olarak ne
değerlere muhalefetmiş gibi gösteriyor?” diye sordu. Bu
istediğini hiçbir zaman öğrenemeyecek. Allah’ın kanunu gerçekte nedir ve neyi amaçlamaktadır, insanoğlu için bu hep bir bilinmeyen kalacak. Bu konularda Bild gazetesinde yayımlanan söyleşisi oldukça öğreticidir.
yazıdan sonra Suruş dergiye yolladığı bir açık mektupla, “her görüşe açık bir dergi olma eğilimi gösteren” Keyhan-i Ferhengi’de yazmaktan vazgeçtiğini ifade eder. Buna karşın derginin çoğu öğrencisi olan editörleri onu yeniden yazmaya razı etmek için Daveri’nin yazılarını yayınlamama kararı alırlar. Bilhassa “eleştirel akılcılık ve “yanlışlama” ilkesine dayalı Karl Popperci görüşün
Şebusteri başta olmak üzere pek çok devrim
dünyanın gerçek halinin bilinebileceğine dayalı pozitivist
sonrası düşünürün Batı demokrasisi ve akılcı
ideolojiye karşı getirdiği eleştirilerin dini algılama
hareket üzerinden beslenen açık toplum rüyasına ulaşmayı önceleyen yaklaşımları, büyük ölçüde Karl Raimund Popper’ın The Open Society and Its Enemies (Açık Toplum ve Düşmanları)
144
dünyasına da taşınması İran entelektüel dünyasının anlaşılması açısından en az Gadamer kadar önemlidir. Her iki isim de İslam devrimine eleştirel bir bakışın oluşumunu doğrudan etkilemiş hatta temelde belirleyici olmuştur.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
liberal evrenselciliği savunur bir konuma
benzer düşünceleri savunanların düşüncelerini
yerleşmiş olması. Çağdaş Müslüman dünyanın
daha serbest biçimde açıkladıkları Kiyan dergisi
siyasal sorunlarının bu kavramsallaştırma
yayımlanmaya başlandı. Dergi, reformist dini
sayesinde baştan atılacağı, bu anlamda
aydınların kuramsal bir yayın mahfili olmaktan
düşünülebilir mi? Burası da müphemleşmektedir.
öte, yeni yetişen kuşakların gündemlerini
Bu şekilde yapılacak yeniden bir okumanın
etkileyen türlü tartışmalarla bütünleşmeyi
iddiacı yanı bir kenara bırakıldığında,
başaran bir çevre olarak şekillendi. Şebusteri’nin
yine karşımıza aynı sorunların başka bir
kitabında da bu dergide yayımlanan söyleşilerin
kavramsallaşmaya geçmeden öteye gidemediği
içeriği dikkatle irdelendiğinde derginin genel
çıkmayacak mıdır? Bu bir sorun olarak
söylemi anlaşılacaktır. Şebusteri’nin de
durmaktadır. İran’daki siyasal krizin sorunları,
katıldığı bir açık oturumda ifade ettiği “Bu
ucu sekülerliğe varan bu kavramsallaştırma
modernistler sol ideolojinin etkisi altındaydılar
sayesinde bertaraf edilebilecek midir? Burada
ve dinden siyasi bir ideoloji meydana getirmek
liberal dünyaya olan yaklaşımını ve yakınlığını
istiyorlardı” düşüncesi kanaatimce Ali Şeriati’nin
yeniden bir kavramsallaştırma sayesinde
düşüncelerini hedef alması bakımından İran
temellendirmeye çalışmakta ve bir bakıma
entelektüel dünyasının yeni yönelimlerini
da çok etkileyici olmaktadır; ancak başka bir
göstermektedir.
açıdan bakıldığında perspektiflerle okumanın ayrı ayrı meşrulukları ortaya çıkardığını ileri süren Nietzsche, Wittgenstein, Deleuze, Guattari, Veyne, Lyotard gibi düşünürlerden farklı bir şey söyleyememektedir. Öte yandan dinin kimi hükümleri noktasında dile getirdiği yaklaşımları açısından Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma metninde ifade ettiği düşüncelerden farklı nereye doğru gelebilmektedir ve neler üretebilmektedir, bu belli değildir. Bundan dolayı, onun yeniden okuma girişiminde karşımıza çıkan bu çıkışsızlık, görünürdeki canlılığın gölgelediği tıkanıklıktır. Şebusteri’nin bu konudaki yaklaşımları da ağırlıklı olarak bilgi dünyasının sürekli değişim halinde olduğu ve bu değişimin hukuk da dahil olmak üzere diğer sahalara da yansımasının kaçınılmaz olduğunu savunan Suruş’un İran kültürel ortamında önemli bir dergi olan Keyhan-i Ferhengi’de yayımlanan yazılarının açtığı benzer temaların yolundan gider. Suruş’un, 1988’de yayımlanmaya başladığı bu yazılar “anlam”, “gerçek”, “özgürlük” gibi mefhumları farklı biçimde tartışması nedeniyle hem laik entelektüeller arasında hem de ulema arasında sert polemiklere neden oldu. Humeyni sonrasında tartışmalar sertleştiğinde ise Keyhan-i Ferhengi dergisi 1990 Haziran’ında kapatıldı.7 Ardından Suruş ve 7 Abdülkerim Suruş’un Kabz-ı Basit-i Teorik-i Şeriat
Dini bilginin dönüşümüne yol açan bu entelektüel ortamda Suruş’un tüm kültürel cihetlerini etkileyen Poppergil epistemolojiden hareketle fıhk-i sünnetiye hücumunda en çok Hüccetülislam Muhammed Müctehid Şebüsteri tarafından desteklendi. Son derece sadık ve dindar olsa da Suruş’un düşünceleri din adamları tarafından sindirilemez addedildi. Çünkü o ilahiyat eğitimi almayan alaylı bir entelektüel olarak din tartışmalarında baskın bir figür haline gelmişti. 1990’da yayımladığı Kabz-ı Basit-i Teorik-i Şeriat’ta (Şeriatın Teorik Genişlemesi ve Daralması) dinin verili bir zaman ve mekânda nasıl okunduğu, alımlandığı ve yorumlandığı sorularının üzerinden giderek Şebusteri’nin de tartıştığı Ayetullah Misbah Yezdi gibi muhafazakâr dini otoritelerinin düşüncelerini alt üst etmeyi başarmıştı. Görebildiğim kadarıyla devrim sonrası İran düşünce dünyasında seksenli yılların sonu, insanların zihin hayatlarında köklü birtakım değişikliklere sahne olmuştur. Daha önceden tartışılması tabu addedilen konular bu dönemde masaya yatırılabilmiş, kurumsal din onaylamasa da farklı düşünceler serdedilebilmiştir. Düşünce dünyası açısından can alıcı husus, hermenötik üzerinden seküler yorum bilgisi mefhumunun öne çıkmasıdır. Kutsalın Kurumlaştırılmasına İtiraz
(Şeriatın Teorik Genişlemesi ve Daralması) başlıklı hayli tartışmalara yol açan kitabına temel oluşturacak
Cafer Subhani ve Nasır Mekaremşirazi’nin cevapları da
yazısının ilk tezlerini ve bu tezlere karşı Sadık Laricani,
Keyhan-i Ferhengi’de yayımlandı.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
145
1937 yılında Şebuster şehrinde dünyaya gelen
Siyaset yorgunluğu onun düşünce dünyasının
Şebusteri 1952 yılında Kum İslami ilimler
oluşumunda temel parametrelerden biri
havzasına girdi. Sekiz yıllık eğitimin ardından
olmuştur. Katıksız bir maneviyattan hareket
Kum Medresesini bitirdi. Almanca, İngilizce
edişin neticesi olarak Allah’la ilişkinin dünyevi
ve Arapça bilen Şebusteri Seyyit Muhammed
olana dair; yani toplumsal ve kurumsal
Beheşti’nin davetiyle 1970 yılında Almanya’nın
ilişkiler üzerinden bir düzenleyicilik iddiasında
Hamburg şehrinde bulunan Hamburg İslam
bulunmaması gerekir, eğer bu yapılamazsa
merkezinin başına geçti ve bu merkezde uzun
ilahi olanın safiyeti muhafaza edilemez.
yıllar çalıştı. Devrimin yılı olarak öne çıkan
Bild gazetesinde yayımlanan geç tarihli bir
1979’da Endişe-i İslamî (İslâmi Düşünce) adlı
söyleşisinde bunu görmek mümkündür:
haftalık ama kuramsal yönü olan bir dergi
“Bilimsel alandan siyasal tartışma alanına
çıkardı. Dergi İslam devrimini genel olarak
kadar birçok alanda, İslam’ın bir dinden daha
sahiplenip savunmakla birlikte dönemin siyasi
fazla bir şey olarak, siyasal bir kurum olarak
uygulamalarını da açıkça eleştirmekten geri
anlaşılmasından dolayı büyük endişelerim ve
durmuyordu. Devrimden sonraki ilk meclis 8
seçimlerinde milletvekili seçilerek ilk dönem yasama meclisinde yer alan Şebusteri, ülkedeki
anlayışının nüfuz ettiği İslam cumhuriyeti bağlamında bir tür “put kırıcı “söylem geliştirerek siyasallaşmayı içtihadı dondurmak olarak algılamakta ve şöyle
siyasi durumdan memnun olmadığı için ikinci
demektedir: “Dinin siyasallaştırılması belli bir anlayışa
dönem seçimlerine katılmadı. Avrupa’da
resmiyet kazandırıp diğer tefsirleri yasaklamadan
üniversitelerde uzun süreliğine ders vermek için birkaç teklif aldı, ama bu teklifleri reddetti. İman ve taklit yoluyla dindarlığın karşısına iman ve seçim yoluyla dindarlık tipolojisini koyan Şebusteri’nin düşüncelerinin farklı
mümkün değildir. Böyle bir davranış içtihat kapısının kapatılması ve dinî düşüncenin yok edilmesidir. Dinin siyasallaştırılması kavramının doğru bir anlama sahip olması mümkün değildir. Çünkü din ve siyasi güç, adı devlet olan tek bir koruyucuya sahip olursa her ikisi de yozlaşır. Çoğunluğunu dindarların oluşturduğu bir toplumda devletin görevleri asayiş ve sosyal
boyutları var. Taklitçi anlayışın ortaya koyduğu
yaşam açısından zorunlu olan maddi ihtiyaçların
muhafazakâr yüzeyselliği eleştirmesinde siyasi
karşılanmasından ibarettir. Eğer toplum dinî esaslara
kurumlar öne çıkmaktadır. Kurumsallaştırılan dindarlık beraberinde katılaşmayı getirmekte ve gerçek iman alanını süsleyen tartışmayı imkânsızlaştırmakta, baskıya dayalı suskunlaştırıcı bir toplumsallık inşa etmektedir.9
ve değerlere sadık kalırsa, doğal olarak halk tarafından seçilmiş olan devlet de yasama ve icra makamında bu dinî esas ve değerlere bağlı kalacaktır. Ama eğer devleti dinî kültür ve değerlerin kurucu unsuru olarak görürsek, bu, dinî baskıcılık ve diktatörlükten başka bir şeyle sonuçlanmayacaktır.” Bu düşüncelerin asli liyakatleri ne olursa olsun; iktidarı da hedefleyen ve
8 Muhammed Şebusteri İran devrimi hakkındaki
İslamcılığı tehlikeli addeden yıkıcı bir düşünce olarak
20 yaşımdan devrime kadar ve bugüne kadar geçen
görülebilecek bu düşünceler doksanlı yıllardan itibaren
yaklaşık 40 yıl boyunca her zaman dinle, İslam’la ve
İran düşünce dünyasının temel tartışmaları arasında yer
politikayla ilgilendim. Devrimden sonra bu devrime
almıştır. Öte yandan Şebusteri’nin bu düşünceleri bir
biz kendi çocuğumuz, halkımızın yetiştirdiği bir çocuk
yönüyle Amerikalı pragmatist kuramcı Richard Rotry’yi
gözüyle baktık. Bizim için öyleydi. Daha kadim çağlarda
hatırlatır. İran’da Rotry’ye gösterilen ilgi büyüktür.
büyük fedakârlıklarda bulunmuş olan ve sonra bu
Bunun bir örneği, bu düşünürün Kant’ın ölümünün
devrimi yaşamış olan büyük İran halkının çabalarını
yüzüncü yıl dönümü dolayısıyla Kültürel Araştırmalar
hiçe sayıp, basitçe ‘hadi ben gidiyorum’ diyemezdim…
Derneği tarafından 2004 yılının Haziran ayında İran’a
Evet, doğru bazı şeyler oldu, ama olması gerektiği gibi
davet edilmesidir. Rorty’ye göre hakikat arayışı, kişisel
olmadı. Devrim bizim için çok hatalar yapan, büyürken
tecrübe ve vicdani seviyede tarif edilmelidir, toplumsal
bize büyük zahmetler çektiren bir çocuktu. Onu kolay
alanda değil. Kişisel arayışlarla ulaşılan hakikatin diğer
kolay bırakamazdım, kalbim, özgürlük isteyen bir
insanlara da dayatılan nihai bir nokta veya kavrayış
politik olay olarak bu devrime bağlıydı. İslam dinine
olarak sunumu, hakikatin baskıcı bir devlet ideolojisine
aidiyetimi terk edemezdim, çünkü çocukluğumda dindar
dönüşmesi gibi bir sonuç doğurabilir. Düşünsel
bir evde büyümüştüm, dinle çok sıkı bağlarım vardı. Bu
etkileşimleri ve paralellikleri anlamak bakımından
iki nedenle Allaha şükür hiç ümitsizliğe kapılmadım ya
yılların başlarından itibaren İran’da meydana gelen
da dönmedim. Çok düşündüm ve kendim için bu yolu
toplumsal, siyasal ve kültürel değişimi konu alacak
oluşturdum.”
çalışmaların genel entelektüel haritayı da dikkate alması
9 Şebusteri, son derece politikleştirilmiş bir İslam
146
İran özelinde bu hedefine görece de olsa ulaşmış olan
düşüncelerini şu şekilde açıklar: “Gençliğimden itibaren,
gerekir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kaygılarım var. Kanaatimce İslam tam anlamıyla
temel düşünce, aynı zamanda entelektüel
bir dindir, siyasal bir program değildir. İslam
teslimiyetin de ilanı niteliğindedir. Ona
dünya dinlerinden birisidir, bu din günümüzde
göre insan haklarını kabul etmek bir şeyleri
Müslümanlara siyasal bir itilim verebilir;
konuşabilmek bakımından araçsal bir tercih
gelgelelim, sadece İslam değil, Hıristiyanlık
değil bir zorunluluktur. Dolayısıyla bu kavram
ve Yahudilik de siyasal itilimler verebilirler.
etrafında gelişen düşüncelerin ya kabul ya da
İslam’ı, mistik, dinsel, sanatsal, felsefi ve
reddedilebileceğini ifade ederken dayatmacı
hukuksal vb. türlerde birçok boyutu olan bir
bir söylem üzerinden şunları ifade etmekten
din olarak görüyorum. Bu din adil demokratik
kaçınmaz: “Bu tür kavramların Batılı ya da
bir devletin kurulması için de itilimler verebilir,
İslami vasıflarla birlikte kullanılması yanlış
ama bu dinin siyasal bir program olması,
olmasının yanında, siyaset felsefesinin de
benim için anlaşılmaz bir durumdur.” Aynı yıl
saptırılması anlamına gelmektedir. Bu, bütün
eğitim bakanlığı tarafından Tahran Üniversitesi
sosyal ve siyasi hayatı başıboş bırakabilecek
İlahiyat Fakültesi’nde kelam ve İslam felsefesi
kadar büyük bir hatadır. İran halkı şimdi bir
dalında dersler vermeye başladı. Şebusteri,
yol ayrımında bulunmaktadır. Ya bu kavramları
Suruş’la aynı yıllarda farklı bir alan üzerinden
kabul edecek ya da reddedecektir. Eğer cevabı
medreseleri eleştirirken sonraki yıllarda daha
ret olursa doğal olarak bu tercihinin tehlikeli
da geliştireceği düşüncelerinin ilk ürünlerini
sonuçlarına da katlanacaktır. Zira önlerinde
ortaya koyar. 1988 yılında medreselerin
üçüncü bir yol bulunmamaktadır.”
müfredatını eleştiren yazısında bunun ipuçlarını görmek mümkün: “Gerçek şu ki yollarını sosyal bilimlerinkinden ayırmış olan ve bu disiplinlerdeki gelişmelerin herhangi bir bilgisi olmaksızın kendi işleriyle meşgul olan medreselerimiz, ne bir medeni haklar felsefesi, ne de bir ahlâk felsefesine sahip olduğumuz bizi bugünkü duruma getirdi. Bundan başka biz ne siyasi, ne de iktisadi bir felsefeye sahibiz. Bu alanlarda sağlam savunulabilir bir kurma dizisine sahip olmaksızın evrensel veya kalıcı kanun ve değerlerden nasıl söz edebiliriz? Hatta uluslararası ilmi topluluklara nasıl girme hakkı
Entelektüel olarak hermenötikten beslenen düşünürün önyargısı evrensel olarak kabul ettiği ama aslında bir tikel olarak Batı’nın yaklaşımlarını dillendirmekten öteye gitmeyen Şebusteri’nin siyasete bakışındaki sekülerliği anlamak bakımından kaynaklara dönüş ve siyasal devrim durumlarına bakışı özelinde/n biraz daha açmak gerekirse şunlar ifade edilebilir: O, Kur’an’dan hareketle bütün zamanlar için geçerli ilkeleri olan bir devlet düşüncesi geliştirmenin ve devletin İslam hükümlerini uygulamakla yükümlü olduğunun
elde edebiliriz.”
savunulmasının Müslüman dünyanın
Bütünlüklü bir kitap olmanın ötesinde eleştirel,
yöneten elitlerin modernleşme çabası içine
dolayısıyla polemik yönü güçlü olan, yer
girmiş olmalarından kaynaklanan arızi bir
yer tekrarların söz konusu olduğu Resmi
durum olduğunu ifade eder. Şebusteri’ye göre
Dini Söylemin Eleştirisi’nde özellikle insan
modernleşmeye karşı duran entelektüeller ve
haklarıyla ilgili olan bölümünün İran’da önemli
ulema, çatışma dolu dünyada Müslümanların
tartışmaların yapılmasına katkı sağladığı, hem
kendi kimliklerini koruyabilmeleri için yeniden
yazarın kitaba yazmış olduğu sunuşta hem de
köklere/kaynaklara yani öze dönme düşüncesini
kitapta yer alan demokrasi ve dindarlık odaklı
izlediler. İçinde yaşanılan güne ilişkin olarak
kimi eleştirel metinlerde görülmektedir. Burada
da bir şeyler söyleme derdinde olan öze
ayrıca şu da dikkat çekmektedir: Şebusteri’ye
dönüş düşüncesi karşısında kimi zaman retle
karşı olan hatta onun yaklaşımlarını yerden
biçimlenen kimi zaman da haklı eleştirileri
yere vuran isimler bile nihai konuşma zemini
içinde barındıran yaklaşımı genel hatları ile
olarak demokrasi kavramı üzerinden hareket
şöyledir: “Ne var ki ben bu düşünüş tarzını
etmektedirler. Kitabın, insan hakları ve bu
reddediyorum. Bu düşünüş tarzı, yeni bir
liberal kavramın İslam ve İslam düşüncesiyle
model bulunamadığı için geçmişteki siyasal,
olan ilişkisi konusunun işlendiği bölümlerdeki
sosyal, iktisadi sistemleri yeniden kurmak
sömürgecilik deneyiminden sonra, devletleri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
147
istememiz anlamına geliyorsa, başka birçokları
anlamına gelmediğini belirtirken İslami inancın
gibi ben de bunu benimsemiyorum. Ancak,
çekirdeğinin, insan ile Allah arasında yani
siyasal-ahlaki ilkeler geliştirmek ve bu ilkelerle,
insanın Allah’la olan manevi ilişkisi ve ahiretle
günümüzde uygun bir devlet sistemi kurmak
ilgili meselelerinin düzenlenmesi olduğunu,
yönünde yeni bir yönelim ortaya çıkarsa,
insanlarla insanların ilişkisinin düzenlenmesi
ben buna varım. Eski sistemlere başvurarak
olarak siyasi alanın dinden bağımsız
bugün hayatta kalabilmeyi düşünmek, birçok
düşünülmesi gerektiğini savunur. Sahip olduğu
Müslüman’ın düştüğü bir yanılgıdır.” İşte
ön kabuller ve ön yargıların varlığı metinle,
geçmişe başvurmayı reddettiği noktada,
dolayısıyla Kur’an’la girdiği ilişkinin kaçınılmaz
modernliği bütünüyle aşma çabalarını gereksiz
şartları olarak öne çıkmış, bunun sonucunda da
görür. Şebusteri’nin nazarında Müslümanların,
dinî konular/kavramlar, bireyin özel hayatına
insanlığın bugünkü durumu hakkında bilgi
dâhil edilerek bir mahremiyet konusu haline
sahibi olarak dini köklerinden uzaklaşmadan
getirilmiş kamusal tartışmalar, liberalizmin
yaşayabilmeleri için modernliği aşmayı
kavramları üzerinden tahkim edilmeye
tefekkür etmek yerine modern olan hususlarla
çalışılmıştır. O yine bu zararlı ve tehlikeli
dini köklerin birleştirilmesi gerekliliği vardır.
gafletinin bir sonucu olarak Kur’an’da yer alan
Haklı eleştiriler yönelttiği İran deneyiminden
her şeyin din olduğunu kabul etmez. Ona göre
yola çıkan Şebusteri, modernlikle birlikte
Kur’an’da bulunan had cezaları, sosyal ve siyasi
yaşamak ama aynı zamanda dinin manevi
uygulamaların hepsi tarihsel uygulamaların
boyutunun korunması durumunun sağlanması
neticesidir. Dolayısıyla, onun nazarında,
konusunda siyasal devrimlerin bir çıkış yolu
kamusal bir davranış olarak siyaset “İslam” ile
sağlayamayacağını, çıkışın “günümüzde
temellendirilemez, çünkü siyaset ondan belli bir
insanlığın gereksinimleri ve bunalımları hakkında
uzaklıkta gerçekleştirilen seküler bir eylemdir.
temellendirilmiş bilgilere sahip olunduğunda ve bu sırada kendi geçmişine yönelik yeni bir yönelimle/yorumla oluşturmaya çalışıldığında ulaşılabileceğini”
düşünür.
Modern toplumun ortaya çıkmasına çok büyük katkı sağlayan Aydınlanma, toplumsal ve felsefî bir hareket olarak insan hayatının birçok yönüne işleyen bir düşünme ve eylem(e) tarzını
Kaynaklara dönüşü savunan ve bunu
ifade etmektedir. Öncesinde din, siyaset ya
önemseyen Müslüman düşünürler gibi Şebusteri
da iktisat arasında herhangi bir farklılaştırma
de Kur’an’ın yeniden yorumlanması gerektiğini
söz konusu değildi, aksine bütüncül bir dünya
düşünür: “Benim yorumuma göre Kur’an ve
görüşü olarak din algısı vardı. Bu sadece
sünnet, bir Müslüman için inanç kaynakları
Müslümanlara özgü bir durum da değildi.
değillerdir. Bakın, bence Hıristiyanlık ile İslam
Hemen hemen bütün dünyada durum buydu.
arasında büyük bir fark var. Hıristiyanlıkta
Din, siyaseti ve ekonomiyi birleştiren büyük
inanç, Kitabı Mukaddes’e dayalıdır ve bu
bir çatıydı. Şebusteri nazarında bu dönemde
Kitabı Mukaddes’in yorumlanması hassas bir
devletin dinî bir renge sahip olması, Allah’ın bu
meseledir. Kitabı Mukaddes hakkında herhangi
yöndeki kurucu iradesinin sonucu değil, sadece
bir şey söylendiğinde, bu yorumun inançsızlığa
bu tür toplumlarda bulunan sosyal şartların
yol açmasından kaçınılması gerekir. Bence
ürettiği bir gerçeklik olmasından kaynaklanır.
İslam’da durum farklıdır. İslami anlayışa göre
Zamanla insanların dine bakışlarında ilişkin yeni
her insanın kendi özünde, Allah’a giden bir yol
farklılaşmalar gerçekleştiğini bundan dolayı
vardır. Bunun vahiy yoluyla olup olmaması fark
da bugünün insanının din, sanat, iktisat ve
etmez. Basitçe, insanın fıtratı yani yaratılışı
siyaset denildiğinde tamamen başka bir şey
gereği böyledir. Vahiy, Allah’a giden bu akılcı
anladığını kısacası hayatın kurucu unsurunun
yolu ve bu akılcı tanrı bilgisini pekiştirmek için
bölündüğünü belirten Şebusteri, bugün
bir destektir. Bu savı açıkça ifade etmiş bulunan
hayatın farklı alanlarının birbirlerinden ayrılmış
İslam teologları, Mutezilelerdi.”
durumda olmasını sorgulamaksızın, dinin
Şebusteri, söyledikleri içinde yer alan netameli hususların vahyin önemli olmadığı
148
çekirdeğinin ne olduğunu Allah’ın kullarından ne istediğinin netleştirilmesi ve açıkça ortaya
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
konulması gerekliliği üzerinde dururken sınırlı
bir zeminden kaynaklanması yani dinin özünü
bir din telakkisi üzerinden düşüncelerini ifade
oluşturan şeyleri kabuğundan ayırmayı ve
eder. Velayet-i fakih kavramının kabulünün
dini, fenomenolojik bir yöntemle ele alarak,
tevhide aykırı düştüğünü ifade eden
bir takım inanç, ahlak ve uygulama olarak
Şebusteri, müminin modern toplumun parçalı
değil, gelişimsel bir süreç olarak görmesi ve
yapısını sorunsallaştırarak yadsımasını ve bu
anlaması nedeniyle tartışılmaya açık ama
sorunsallaştırmasını iman boyutu üzerinden
ciddi argümanları olan bir yaklaşım. Esaslı
gerekçelendirmesini doğru bulmaz. Hayatının
ve çok önemli olan bir noktayı vurgulamak
farklı alanlarını birleştirerek hareket etme
ve altını kalın çizgilerle çizmekte fayda var:
düşüncesi, İslamcılığın ve onun velayet-i
Yurttaşlara yönelik keyfî ve baskıcı şekilde
fakih versiyonunun yapmayı düşündüğü gibi
tezahür eden monarşik ve aristokratik yetkeye
gerçekleşme umudu olmayan olsa bile totaliter
karşı mücadele sonucunda ortaya çıkan modern
sonuçlar doğurabilecek bir çabadır. Meseleyi
bireycilikte olduğu gibi Şebusteri de liberal
kuramsal düzlemde çözmeyi fıkhi noktada
özerklik düşüncesini, hermenötik okumayı ve
çözme yaklaşımına önceleyen Şebusteri
insan hakları seçeneksizliğini ahlakî ve dinî bir
bu noktada, Alain Touraine’in Modernliğin
bağlama yerleştirmiştir. Bunun da bir anlamda
Eleştirisi (2000) kitabında ifade ettiği modern
“istisnai” İran’da İslami düzenin söylemsel
dönem öncesinde merkezî bir yere sahip olan
olarak çökmesi ve seküler kültürün oluşumunun
dinin modern hayatta ancak “özel yaşam”da
kök salmasıyla başlayan bir değişimin
anlamlı olabileceğini ifade eden yaklaşımlarla
sonucunda ortaya çıkan bir fenomen olduğu
ciddi oranda paralelleşmektedir. Bugünün
söylenebilir. Siyasal tartışmaların gerçekleştiriliş
şartlarında meşru olan tek yönetim biçimi olarak
biçimi bile dönemin temel yönelimlerinin
demokrasiyi görmesiyle de liberal demokrasiyi
anlaşılmasına vesile olabilir.
tarihin sonu olarak gören entelektüel hegemonyaya eklemleniyor. Öte yandan dini kavrayış ile dinin özü arasında yaptığı ayrım nedeniyle Abdülkerim Suruş’un düşünceleri benzeri epistemik yıkıma katkı sunan bir eğilimin ürünü olarak nitelemek kabildir. Buraya kadar söylediklerimizi birleştirecek olursak şunlar söylenebilir: Siyasal özgürlüğü her durumda dini yükümlülüklerin önünde gören Şebusteri’nin, geçmişteki içtihatların bir tür fetva yükü olarak bugüne taşınması durumunu sorunsallaştırırken eleştirel imkân olarak görülebilecek düşüncelerinin ötesinde, temelde seküler bir din anlayışının teolojisini oldukça güçlü argümanlarla geliştirdiğini rahatlıkla ifade etmek mümkün. İnsan hakları başta olmak üzere modernitenin önünde duran itikadi engelleri kaldırmanın ve bunu içinde yaşanılan sosyal-siyasi düzenin temeli yapmanın, bu çağda Müslüman olmanın gereklerinden biri olduğunu düşünmesi bu noktada hatırlanabilir. Dinin manevi değerlerle bağıntılı ve hiçbir biçimde dışsallığa dolayısıyla siyasete indirgenemeyeceği
Şu hâlde her şeyden önce bu bakış açısının ciddi biçimde tefekkür edilmesi ve eleştirilmesi gerekliliği vardır. KİTABİYAT ŞEBUSTERİ, Muhammed Müctehid (2011), Resmi Dini Söylemin Eleştirisi, Çeviri: Abuzer Dişkaya, Mana Yayınları, İstanbul. BOROUJERDİ, Mehrzad (2001), İran Entelektüelleri ve Batı, Türkçesi: Fethi Gedikli, Yöneliş Yayınları, İstanbul. AKTAŞ, Cihan (2004 ), Dünün Devrimcileri Bugünün Reformcuları: İran’da Siyasal, Kültürel ve Toplumsal Değişim, Kapı Yayınları, İstanbul. AKTAŞ, Cihan (2008 ), Yakın Yabancı, İz Yayıncılık, İstanbul. ROY-KHOSROKHAVAR, Oliver-Farhad (2000), İran’da Modern Olmak, Çeviri: İsmail Yerguz, Metis Yayınları, İstanbul.
düşüncesinden beslenen bu düşünüş dinin iç
EBU ZEYD, Nasr Hamid (2002), Dinsel Söylemin
eleştirisini sadece fetvalarla yahut İran’daki
Eleştirisi, Çeviren: Fethi Ahmet Polat, Kitabiyat
devlet uygulamaları ile sınırlamaması ve felsefi
Yayınları, Ankara.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
149
EBU ZEYD, Nasr Hamid (2004), İslâm’la Bir Yaşam, Çeviren: Celâdet Moralıgil, İletişim Yayınları, İstanbul. TOURAINE, Alain (2000), Modernliğin Eleştirisi, çeviri: Hülya Tufan, YKY, İstanbul.
Çeviren: Emine Ayhan Metis Yayınları, İstanbul. ABRAHAMİAN, Ervand (2002), Humeynizm, İslam Cumhuriyeti Üzerine Denemeler. İngilizceden çeviren: Mehmet Toprak, Metis Yayınları, İstanbul.
150
www.islamiyorum.com
DABASHİ, Hamid (2007), İran: Ketlenmiş Halk,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m