Sonbahar 2010
i n t e r n e t d e r g i s i - ü ç ay l ı k e - d e r g i
EDİTÖRDEN
Bu Sayıda
DOSYA-DİN, DEVLET VE İSLAMOFOBİ
İslam Devleti Tartışmaları ve İslamofobi / Yusuf İMAMOĞLU
Din Tanımları ve İslamofobiye Etkileri / Nuri YILMAZ
İslam’a Göre Din-Devlet İlişkisi / Nuri YILMAZ
İslami Camiada “Din-Devlet” Tartışmaları / Hamdi TAYFUR
İslam Devletine Kim İhtiyaç Duyuyor? / Abdulvahhab el-EFENDİ
Din ve Devlet Sorunu / Muhammed Abid el-CABİRİ
Kur’an’da Anahtar Siyasi Kavramlar / Manzuriddin AHMED
ARAŞTIRMA-İNCELEME
Akıl Savunması - 3 / Çoklu Etkilerin Mücadele Sahası Kalp / Hamdi TAYFUR
www.islamiyorum.com
SÖYLEŞİ
İslam, Batı ve Modernitenin Meydan Okumaları / Tarık Ramazan
GÜNDEM
Yargı Ne İçin Var? / Metin YILMAZ
Kırgızistan’da İktidar Üzerine Oyunlar / Hasan TALAŞ
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ
İslam’da İktidarın Temelleri - Ali Abdurrazık / Zakir AYDIN
Nasıl Bir Devlet? - Abdulvahhab el-EFENDİ / Zakir AYDIN
3
İçindekiler EDİTÖRDEN
Bu Sayıda................................................................................................................4
DOSYA-DİN, DEVLET VE İSLAMOFOBİ
İslam Devleti Tartışmaları ve İslamofobi / Yusuf İMAMOĞLU...........................................6
Din Tanımları ve İslamofobiye Etkileri / Nuri YILMAZ................................................... 20
İslam’a Göre Din-Devlet İlişkisi / Nuri YILMAZ............................................................ 31
İslami Camiada “Din-Devlet” Tartışmaları / Hamdi TAYFUR........................................... 44
İslam Devletine Kim İhtiyaç Duyuyor? / Abdulvahhab el-EFENDİ................................... 50
Din ve Devlet Sorunu / Muhammed Abid el-CABİRİ..................................................... 56
Kur’an’da Anahtar Siyasi Kavramlar / Manzuriddin AHMED........................................... 75
ARAŞTIRMA-İNCELEME
Akıl Savunması - 3 / Çoklu Etkilerin Mücadele Sahası Kalp / Hamdi TAYFUR . ................. 89
SÖYLEŞİ
İslam, Batı ve Modernitenin Meydan Okumaları / Tarık Ramazan ............................... 98
GÜNDEM
Yargı Ne İçin Var? / Metin YILMAZ.......................................................................... 114
Kırgızistan’da İktidar Üzerine Oyunlar / Hasan TALAŞ................................................ 123
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ
İslam’da İktidarın Temelleri - Ali Abdurrazık / Zakir AYDIN. ....................................... 129
Nasıl Bir Devlet? - Abdulvahhab el-EFENDİ / Zakir AYDIN.......................................... 137
www.islamiyorum.com
EDİTÖRDEN
Bu Sayıda Sonbahar–2010 sayımızda “din-devlet” ilişkisini
doğasına uygun yaptıkları iddia edilebilir mi?
“İslamofobi” üzerinden tartışmaya devam
İslamofobinin oluşmasında bizim ne rolümüz
ediyoruz.
vardır? Hangi davranışımız, anlayışımız ve
Komünizm’in ortadan kalkmasıyla, varlığını
düşüncemiz korku kaynağı olmaktadır?
ötekinin varlığıyla anlamlandırabilen Batı
Müslümanlar kendi bildiklerini ve kendi
dünyası (özelde ABD) kendisine yeni bir düşman
tecrübelerini, hakikatin yegâne temsilcisi
yaratabilmek için “İslamofobiyi” körükleyen
olarak görüp başkalarına karşı gösterdikleri
“anti-İslamist” söylemler geliştirmeye başladı.
tahammülsüz yaklaşımlarda haklı mıdırlar?
11 Eylül olayları Müslümanların insanlık skalasının en altına yerleştirilmesinin ve terörle özdeşleştirilmesinin zirve noktasını oluşturuyordu. Avrupa’da tarih boyunca Hıristiyanlığın ve haçlı zihniyetinin tesiriyle hep var olan bu korku, zirve yaptığı bu anda ABD’nin küresel hegemonyasını ve yeni planladığı işgallerini meşrulaştırıcı bir işlev görmeye başladı. 11 Eylül ve benzeri olayların İslamofobiyi körüklemek için maksatlı olarak kullanıldığı ve hatta ispat edilememiş olsa da belli odaklarca planlanmış olabileceğini düşünmemek için bir neden yoktur. Bu böyle olmakla birlikte İslam korkusunun oluşmasında sadece komplo odaklarının sorumlu olduğunu düşünmek için de bir neden yoktur. Yani İslamofobinin oluşmasının tek suçlusu sadece şer odakları değildir. Bunda Müslümanların din ve devlet algılarının ve öteki olarak tanımlanan dünya ile kurulacak ilişkiye bakış açılarının da önemli bir fonksiyonu vardır. İşte biz bu sayıda, bunu masaya yatırmaya çalıştık.
İslam tarihinde, İslam toplumlarında Müslüman olmayanlara gösterilen hoş görüyü, bazen Müslümanların mezhep taassubu ve dine bakış açılarından dolayı birbirlerine göstermemelerinin bugüne tesirleri nelerdir? Müslüman olmasına rağmen dini vecibelerini yerine getirmeyenlere otoritenin baskı yapma hakkı var mıdır? Tarihte ortaya çıkan yönetimlerde gücü ve otoriteyi övüp yücelten totaliter yapıların; muhalefeti, çok sesliliği, fikir özgürlüğünü ve düşüncelerin açıkça ilan edilmesini yasaklayan ve bunları yok edilmesi gereken birer fitne unsuru kabul eden zihniyetlerinin bu korkuların oluşmasında payı olmamış mıdır? Adaletin yerine gelmesini katı şeriat kurallarının uygulanmasına indirgeyen, İslam devletinin görevinin halkı zorla İslam’a göre yaşatmak olduğunu düşünen anlayışlar açık birer korku kaynağı değil midir? İslam devleti denilince dünyayı “darü-l harp, darü-l İslam” gibi işlerliği kalmamış Orta Çağ kavramlarıyla açıklayan bir mantığı dayatan ve
İslamofobi tartışmalarında her şeyin sadece bir komplodan ibaret olduğunu söyleyebilir miyiz? Müslümanların haklarında fobik kanaatler oluşması için karşı tarafa hiç prim vermedikleri söylenebilir mi? Müslümanların yaptıkları her
vatandaşlarını zimmi oluşlarına veya dinlerine göre birinci sınıf veya ikinci sınıf vatandaş olarak ayırmayı kafasına koymuş algıların karşısında yer alanların, bu tür korkulara kapılması körüklenmiş olmuyor mu?
şeyi eşyanın, toplumsal ilişkilerin ve insanın
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Müslüman dünyaya tahakküm eden tiranlar;
düzenlediği bir toplantıda gazetecilerin
başkalarını, kabul edilemez yaşam tarzlarına
sorduğu sorulara verdiği cevaplardan oluşan
uydurmaya çalışan Müslüman “fanatiklerin”
bir söyleşinin tercümesine de sayfalarımızda
insanlar üzerinde oluşturduğu korku ve
yer verdik. Ramazan’ın verdiği cevaplar kadar
tedirginlikle varlıklarını meşrulaştırmıyorlar mı?
sorulan sorular da, Batılı psikolojiyi ortaya
İslam tarihinin sadece bir işgaller/fetihler ve
çıkartması bakımından önem taşıyor.
despot saltanatlar tarihi olarak anlatılması ve
Araştırma-inceleme ve gündem yazılarının
Müslümanların gücü tekrar ele geçirdiklerinde
yanı sıra konumuzla ilgisi bakımından mutlaka
geçmişte fethedip de bugün kaybettikleri
okunması gereken iki kitabın (İslam’da İktidarın
toprakları tekrar ele geçirme arzularını her
Temelleri/Ali Abdurrazık ve Nasıl Bir Devlet/
fırsatta dile getirmeleri ve şanlı fetihlerine
Abdulvahhab el-Efendi) değerlendirmesine ilişkin
sürekli övgüler düzmeleri, acaba İslamofobinin
yazılara da derginin bu sayısında yer verdik.
oluşmasına katkı sağlamamakta mıdır?
Aynı sayının devamı niteliğindeki “İktidara
İslam’a, Müslümanların değer verdiği
gelme yöntemi olarak devrim” konusunu ele
şahsiyetlere ve kutsal sayılan her şeye dönük
alacağımız yeni sayımızda buluşmak ümidiyle
öne sürülen maksatlı ya da maksatsız eleştiri,
muhabbetle kalın…
alay ve düşüncelere tam bir olgunluk içinde, fikre fikirle karşılık verme yöntemi yerine şiddetle ve haddi aşan gösterilerle cevap vermek İslamofobiyi daha da kabartmış olmuyor mu? Kadının konumu ve kadının İslam toplumlarındaki sosyal statüsü hala bir problem olarak durmuyor mu? Bu ve benzeri pek çok soru ve sorun çerçevesinde yazar arkadaşlarımız konuyu yazılarında tartışmaya çalıştılar. Oluşturduğumuz dosyada yakın zamanlarda kaybettiğimiz Muhammed Abid el-Cabiri’nin konuyla ilgili bir yazısına ve Kur’an’daki anahtar siyasi kavramların ortaya konulduğu Manzuriddin Ahmet’e ait bir yazıya yer verdik. Abdulvahhab el-Efendi’nin “İslam devleti” kavramını eleştirmek için yazdığı ve Türkçeye “Nasıl Bir Devlet” adıyla çevrilen kitabının ikinci baskısının önsözünü de tercüme ederek dosyamızda yer verdik. Kitabı tercüme edip ikinci baskısını da yayınlayan İlke Yayıncılık, bizce meçhul bir nedenle bu önsöze kitapta yer vermemiştir. Ancak biz el-Efendi’nin önsözde ortaya koyduğu değerlendirmeleri önemli bulduğumuz için bunu tercüme edip yayınlamayı gerekli gördük. Tarık Ramazan’la “Pew Forum on Religion & Public Life (Din ve Kamu Hayatı Forumu)” isimli ABD merkezli bir think-tank kuruluşunun
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
5
Dosya: Din,Devlet Ve İslamofobi
İslam Devleti Tartışmaları ve İslamofobi Yusuf İMAMOĞLU 11 Eylül’de Amerika’da ikiz kulelere düzenlenen
Bugün bunların nispeten açıklığa kavuştuğu
saldırının ardından İslamofobinin yükseliş
söylenebilir. İslam adına üretilen terörizmin,
trendine girdiğini gördük. Amerika’dan başka İngiltere, Türkiye gibi başka ülkelerde de İslam’ın adı kullanılarak birçok terörist eylem
“İslamofobi” kelime anlamı olarak “İslam korkusu” demektir. Özgül fobi kategorisine sokulması gereken İslamofobi, terim olarak herhangi bir gerçekliğe
gerçekleştirildi. Bu eylemler İslamcı örgütlere,
dayanmadığı halde İslam’dan ve Müslümanlardan
Müslümanlara mal edildi. 11 Eylül’den sonra
korkma, çekinme içgüdüsünü ifade eder.
İslam, dünyada terörizmin en büyük kaynağı olarak gösterilmeye çalışıldı. Paralel olarak Türkiye’de de 28 Şubat’tan sonra siyasi çalkantıların, uyumsuzlukların, problemlerin
Tarihi kökleri, İspanya’da Endülüs’ün İslâm tarafından fethedilmesine kadar iner. Haçlı seferlerine asker devşirmek isteyen kilise mensuplarının yaptığı asılsız propagandalar ile fikrî zemini hayalî tehditler ve tehlikeler üzerinde oluşturulan “İslamofobi”,
kaynağı olarak yine İslam gösterilmek
yaklaşık son 10 yıldır yeniden popülarite kazanmıştır.
isteniyordu. Asker ve siyasi önemli bazı
Bunda Huntington’ın ünlü “Medeniyetler Çatışması”
kişilerin, gazetecilerin cinayetleri İslam’ın üzerine yıkılmaya çalışıldı. Bunların arkasından düzenlenen kampanyalar, mitingler dünyada olduğu gibi Türkiye’de de İslam karşıtlığına
makalesinde İslâm’ı Batı için bir potansiyel düşmanlık odağı olarak lanse etmesinin önemli bir etkisi olmuştur. İslamofobi, özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde NewYork’taki “İkiz Kuleler” saldırılarından sonra Batı dünyasında, daha önceki yabancı düşmanı ırkçı
dönüştü. Laiklik, demokrasi ve cumhuriyet
eğilimlerden kaynaklanan yeni bir durumdur. Batı
kendisine kalabalık ve fedakar savunucular
ülkelerinde işsizlik, nüfusun yaşlanması gibi yeni
bulurken, Müslümanlar bunların karşıtı olarak ilan edildi ve biran önce kendilerinden kurtulunması gereken zümre haline dönüştürülmeye çalışıldı.1
durumların beslediği yabancı düşmanlıklarının en önemli öznesi olarak Müslümanlardan korku giderek bir paranoyaya dönüşmüştür. Bu paranoyanın bazı güç odakları ve onların sözcüsü konumundaki Daniel Pipes gibi bazı kanaat önderi yazarlar tarafından maniple edildiği de bir gerçektir.
1
6
İslamofobi, son aylarda siyasi yetkililerden bilim
İslâm’ı ve Müslümanları, Batı kültürü ve materyalist
çevrelerine kadar geniş bir çerçevede dolaşımda olan
hayat tarzı için “potansiyel düşman” olarak gören Batı
bir terim olarak dikkat çekici bir kullanım alanı buldu.
entelijansiyası içindeki ırkçı eğilimler, politika belirleyici
İslamofobi terimini bir sosyal antropolog olan Prof.
odakları etkilemeğe başlamışlar ve “Avrupa’dan tüm
Dr. M. Nazif Şehrani, 20 yıl önce İKÖ toplantılarından
Müslümanların tehcir”i (sürülmesi) gibi bir aşırı noktaya
AB komisyonlarına kadar değişik mecralarda ilk kez
kadar işi vardırmışlardır.
gündeme getiren kişidir…
http://www.haber10.com/makale/2951/
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kargaşanın, din tüccarlığının, mağdur olduğunu
acımasız olduğuna dair bir algı vardır. İslam’ın
iddia edenler tarafından üretilip sahneye
sosyal hayata egemenliği daha çok şeriatla
konduğu ortaya çıkmıştır. Ne cumhuriyet
ilişkilendirilmekte; el kesme, recmetme ve kısas
mitinglerine konu olan olayların, ne birçok
gibi caydırıcılığı yüksek olan cezalar Müslüman
insanın ölümüne neden olan terör eylemlerinin,
kesim üzerinde bile korku sebebi olmaktadır.
ne de Irak işgali için sayılan sebeplerin gerçeği
Şeriat geldiğinde birçok sosyal sorunun
yansıtmadığı, bunlar için öne sürülen nedenlerin
çözüleceği dillendirilse bile kimse bu cezalarla
İslam’la ilgisinin olmadığı ortaya çıkmıştır. Ancak
karşılaşmak istememektedir.
bütün bunlar üzerinden üretilen İslamofobinin yok olduğu söylenemez. Yaratılan İslam korkusu kitleler üzerinde varlığını korumaya devam
İslamofobinin daha çok “İslam devleti” ile ilişkin bir husus olduğu söylenebilse de sadece bununla
etmektedir.
sınırlı olduğu iddia edilemez. Ancak makaleyi
Fobi,2 bir objeye, aktiviteye veya duruma karşı
ilgili tarafıdır. Bu makalede İslamofobi enine
duyulan korkunun kontrolden çıkmış hali olarak
boyuna tartışılmak istenen bir konu değildir. Bu
tanımlanabilir. Ortada gerçek bir tehlike söz
bağlamda İslamofobiye konu olan hususların
konusu olsa bile olağanüstü bir tepki biçimi
bir kısmı devlet talebi ile bir kısmı da böyle bir
olan fobi, kişinin yaşamını olumsuz yönde
otoritenin işleyişi ile ilgilidir. Devlet talebi ile ilgili
etkilemektedir. Gerçekte korku yaratması
kısmından kastedilen şey, bu talebe bağlanan
gerekmeyen nesne, aktivite veya durumun
şiddet eylemleri; İslam devletinin işleyişi ile
kişide kontrolsüz bir korku oluşturması,
ilgili kısmından kastedilen şey de, bu otoritenin
kontrolsüz tepkilere neden olmakta ve bu durum
vatandaşlarına uygulayacağı düşünülen baskıdır.
daha çok kişinin kendisine bağlanmaktadır. Bu
Diğer bir ifade ile İslam devleti talebinin terör
nedenle de tedavi edilmesi gereken önemli bir
doğurduğu, Müslümanların iktidara geldiklerinde
sağlık sorunu olarak görülmektedir.
kendi inançlarını herkese dayatacakları
ilgilendiren boyutu, İslam devleti tartışmalarıyla
İslam korkusunun değişik kesim ve
varsayılmaktadır.
bölgelere göre farklı şekillerde ortaya çıktığı
Konuyu anlamak ve açmak için öncelikle
görülmektedir. Batılı insan için örtülü bir kadın
İslamofobiye konu olan hususların neler
veya sakallı bir Doğulu korku duyması için
olduğuna bakmak gerekir. İslamofobi için
yeterlidir. Çünkü bu tiplerin Müslüman olduğu,
doğrudan veya zımni olarak ileri sürülen
terörist niyetleri ve yapısı gereği kendisine
gerekçeler şöyle sıralanabilir:
zarar verebileceği öğretilmiştir. Orta Çağ Avrupa’sının Doğu’ya bakışının neo versiyonu, kendisine zemin bulmak için elinden geleni yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir. Çünkü Afganistan ve İran’dan aktarılan görüntü ve haberler, İsrail’in nasıl bir kuşatma altında bulunduğuna dair verilen bilgiler, tıpkı Orta Çağ’daki gibi Doğuluları yamyam dindarlar şeklinde sunmaktadır. Demokrasi ve insan hakları fukarası memleketlerin hem dünya görüşleri çağ dışıdır, özgürlükleri kısıtlamaktadır hem de Batılılar için can ve mal güvenliğiyle ilgili tehditler içermektedir. Orta Doğu insanı için ise İslam korkusu daha çok şeriat korkusu ve özgürlüklerinin ellerinden alınacağı şeklindedir. Şeriatın katı ve 2
Fobi kelimesi, Yunanca Phobos kelimesinden gelmektedir. Phobos,
Kılıç zoruyla yayılma ve egemenlik. İslam’ın, imparatorluk mantığıyla hareket ederek kılıç zoruyla egemenlik kurduğu, egemenlik kurduğu yerlerde muhaliflerini yok ettiği, zorla İslamlaştırdığı düşüncesi. Otoritenin kendisini ve sahip olduğu dünya görüşünü dayatması. İslam’ın, kendisinden başkasını haklı ve doğru olarak görmediği için egemen olduğu ortamda başka dünya görüşlerinin yaşamasına izin vermeyeceği düşüncesi. Kendisini resmi ve meşru dünya görüşü olarak tanımladığı, başkasının dillendirilmesine bile müsaade etmeyeceği. Böylece fikir hürriyetinin olmadığı, tek sesliliğin hakim olduğu bir ortamın oluşması. Kısas, el kesme, recm gibi hükümler. Bu
Yunan mitolojisinde dehşet tanrısıdır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
7
hükümleri uygulamak için fırsat kollayan kolluk
özgürlüklerin kısıtlanması, şeriat hükümleri,
güçlerinin ortamı yaşanılmaz, çekilmez bir hale
Müslümanlardan İslam’ın emirlerini yerine
dönüştürmesi.
getirmeyenlerin cezalandırılacağı gibi böyle bir
Ortamın, İslami dünya görüşü ve hayat tarzının zorunlu olduğu bir ortam haline gelmesi. İslam’ın hakim olduğu ortamda bütün halkın, giyim kuşam ve davranışları da dahil genel İslami kurallara uymak zorunda olması, Müslümanların da İslam’ın hükümlerince yaşamak, emir ve nehiylere harfiyen uymak zorunda kalması. Bu zorunluluklara uymayanların şiddetle cezalandırılacağı. Hırsızlık, zina gibi suçlara belirli cezalar uygulandığı gibi genel esaslara uymayanların da öyle veya böyle bir ceza ile karşı karşıya geleceği. Zira devletin görevinin İslam’ın
*** Bütün bu eleştiriler öncelikle doğruluk ve samimiyet analizine muhtaçtır. Örneğin; Müslümanlara mal edilen terör eylemlerini ele alalım. Bu eylemlerin kimler tarafından yapıldığının ciddi bir şekilde araştırılıp gerçeklerin ortaya çıkarılması gerekir. Birçok terör eyleminin Müslümanlar tarafından değil, “mağdurların” kendileri tarafından yapıldığı veya organize edildiği bilinmektedir. Ayrıca İslam adına gerçekleşen yapılanmaların içine sızan
uygulanmasını sağlamak olması.
güçlerin, hedefinden saptırmak için bu yapıları/
Kadının sosyal haklarının kısıtlanması,
ortaya çıkan gerçekler arasındadır.
erkeklerin çok evlilik hakkı, mirasta ve şahitlikte
örgütleri bu tür eylemlere kanalize ettiği de
kadının yarım insan kabul edilmesi.
İslam, kitleleri hedef alan hiçbir şiddet eylemini
Sayılan gerekçelerin hülasası; şiddet ve terör
çıkmış yapılanmaları veya örgütleri yıpratmanın
eylemleri, zor, baskı, dayatma ve istibdat
en kolay yolunu da göstermiş olmaktadır.
rejimleri şeklindedir. Can ve mal güvenliği,
İslam’ın insan hayatına, toplumsal huzura,
özgürce yaşama hakkının kısıtlanması ve
adalete, hakka riayet etmeye hassasiyetinin
fikir hürriyeti, korkunun kaynağı olarak
yüksek oluşu, kitlelere karşı şiddet eylemine
görülmektedir. Görüldüğü gibi bütün bunlar
kalkışanların İslam adına karalanmasını ve
doğrudan devlet ve otorite ile alakalı konulardır.
güven kaybına uğratılmasını sağlamaktadır.
Demek oluyor ki;
Şiddet eylemlerinin Müslümanlara mal
İçinde bulunulan ortam gayr-i İslami bir mülk olarak tanımlanıyorsa orayı İslami yapmak yani İslam devletini kurmak için terör ve şiddet, Müslümanlardan beklenen doğal davranış tarzı ve onlara karşı beslenen korkunun nedeni olmaktadır. İş tabii ki burada bitmiyor. Bir yerde diyelim ki, Orta Doğu’da inşa edilmiş bir devletin devrim ihraç etmeye çalışması veya başka nedenler, dünyanın öbür ucundakilerin korkudan emin olamaması anlamına geliyor. Devlet talebinin neden olduğu İslam korkusunu, otorite tesis edildikten sonra devletten duyulan korkular takip ediyor. Bu korkular dışarıdakilerin değil, vatandaşlarının karşı karşıya kalacakları durumlarla ilgili endişeleri içeriyor. Bu endişenin nedeni olarak ileri sürülen gerekçe ise; kılık kıyafet dayatması, içki ve zina yasağı, fikir hürriyetinin, kadın haklarının, bireysel
8
otoriteden beklenen tutumlardır.
onaylamaz. Bu prensip, İslam adına ortaya
edilmesinde prensibin lafta kalan bir iddia olduğunu ispatlama çabası da vardır. Aksi takdirde şiddet eylemlerinin İslam’a mal edilmeye çalışılması gerekmezdi. İslam’ın bu konu üzerindeki bütün hassasiyetine rağmen, Müslümanların üzerine atılan eylemlerin Müslümanlar tarafından yapıldığını bunun da İslam’ın yanlış anlaşılmasından kaynaklandığını varsaysak bile; İslam korkusunu üretenlerin hatta taşıyanların da aynı konuda sorgulanması gerekir. Medeniyetin liderleri, özgürlük, demokrasi, insan hakları savunucuları tarafından icat edilip kullanılan bir tek atom bombasının katlettiği insan sayısına, kaç bin terör eylemi ile ulaşmak mümkündür! Korkunun kaynağı mal, can, namus emniyeti, özgürlük ve fikir hürriyeti olduğuna göre, İslam’ın bunları ihlal ettiği söyleniyorsa iddia sahipleri tarafından yapılanların da ortaya dökülmesi gerekir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Kendileri her türlü silahı bulundurma, kullanma,
fikir ve taleplerin simgesi olarak tanımlanıp
üretme ve satma yetkisine sahip iken özellikle
yasaklanması da bir baskı, zor ve dayatma
İslam ülkelerinin, silaha dönüşme ihtimaline
olarak tanımlanmak zorundadır. İslami
karşı nükleer enerjiyi, kullanmalarına bile izin
iktidarların başörtüsünü zorunlu görmesi
vermemeleri kimin daha çok korku kaynağı
korku kaynağı olarak algılanırken, modern
olduğunu izah etmeye yeterlidir. Eğer toplumsal
giyim biçiminin bir dayatma ve hatta korku
huzur ve barış için bir korku kaynağı aranacaksa
kaynağı olarak algılanmaması dikkate değer
bu, bugün dünyanın süper güçlerinin bizzat
bir husustur. Örtünenlerin uğradığı engelleme,
kendileridir. Emeği, namusu, değerleri sömüren
baskı ve aşağılanmalar ortada dururken
ve yok eden hileler ve bunları üretip kontrol
örtünenlerin yaygınlaşmasıyla diğerlerinin
edenler kendilerinden daha çok korkulması
mahalle baskısına maruz kalacakları rahatlıkla
gereken güçlerdir. Dünyanın birçok bölgesinde
ifade edilebilmektedir. Temiz bir toplumu,
edindikleri sömürgeleri, başka ülkelerin
adaletin ve huzurun egemen olduğu bir
kaynaklarını nasıl kendi memleketlerine
ortamı arzulayanların bu amaç ve arzuya
aktardıklarını, yaptıkları insan ticaretini,
hizmet eden hiçbir şeye karşı durmaları
katlettikleri yerlileri, yok ettikleri azınlıkları
beklenmez. Ahlaki olanın değil de nefse hoş
burada sayıp dökmeye gerek yok.
gelenin dayatılması, teşvik edilmesi elbette
Bugün medya, toplumların elinde bulunan en önemli güçlerden biridir. Haklıyı haksız, haksızı haklı göstermeye imkan tanımaktadır. Kıyıma uğrayan Gazze halkına karşı İsrail, işgale uğrayan Irak halkına karşı Amerika bu sayede haklı gösterildiği gibi, Filistinliler veya Orta Doğu’nun zulme uğrayan insanları, kendilerinden korkulması gereken birer terörist olarak dünyaya sunulmaktadır. Modernizm, kapitalizm, materyalizm, özgürlük gibi modern dünyanın ürettiği kavramlar kendilerinden daha çok hatta terör ve savaştan daha çok korkulması gereken değerlerdir. İnsan hayatına, emeğine ve hatta özgürlüğüne çok daha mütecavizdirler. Dünyanın birçok bölgesindeki insanı aç bırakan, bölgelerin insanlarını birbirine kırdıran bunlar değilse nedir! Doğulu insanın kendisinden korku duyulan olmasının nedeni yaptıklarını emperyalistler gibi yeterli bir sempati
toplumun ifsadına çok daha elverişli ortamlar yaratacaktır. Bugün modern yaşam biçiminin ve değerlerinin hakim olduğu Batı toplumlarında keyfiliğin meşrulaşması, Allah korkusunun yok olması sonucunda işlenen cinayetler ve terör eylemlerinde görülen keyfilik, modern değerlerin bir sonucu değilse nedir! Okullarda, sokakta ve toplu yaşam alanlarında keyif için insanları katledenler modern dünyanın ürettiği hastalıklara tutulmuş kimseler değil midir?! Aile kurumunun haysiyetini yitirmesi, küçük yaşlarda uyuşturucu kullanma ve birçok ahlaki suçun yaygınlaşması hatta ahlaki suçların tanımlarının yeni davranış tarzlarını meşrulaştıracak şekilde değişmiş olması modern dünyanın yarattığı ahlak faciası değil midir?! Bunları üreten bir dünya görüşü, fobi kaynağı olmaya bütün ideolojilerden daha yakın görülmesi gerekmez miydi?
maskesiyle yapmayı başaramaması mıdır? Yoksa
Eğer bir otorite talebinden veya dünyalıklarla
yaptıklarını demokrasi, özgürlük ve modernizm
ilgili bir talepten korkmak gerekirse bu kesinlikle
adına yaptığını söyleyecek bir medya sesine
materyalist dünya görüşüne sahip olanların
sahip olamaması mıdır? Evet öyledir. Batılının
talepleri olmalıdır. Bütün dünyayı yutmayı
cinayetlerinin adı özgürlük savaşı, Doğulunun
hedefleyen materyalist yaklaşım, herkesi
haklarını savunmaya çalışması terörizmdir.
tehdit eden taleplere ve entrikalara sahiptir.
Diğer yandan, zor, baskı ve dayatma sadece dini referans alan iktidarların ve hareketlerin başvurduğu bir araç değildir. Dayatılan yaşam biçimi de genelde dini, özelde ise İslami yaşam biçiminden ibaret değildir. Örneğin “modern yaşam biçimi” modern dünyanın öyle veya böyle dayattığı bir şeydir. Başörtüsünün belli
Sadece devlet, otorite ve mülkiyet konusundaki yaklaşımlarından dolayı değil, bu anlayışının sirayet ettiği dini görüşün de korkunun kaynağı olması gerekirdi. Engizisyon mahkemeleri, kitabın ötesinde hüküm yetkisine haiz kılınmış din adamları, toplumun ifsadından başka ne sağlayabilmişlerdi! Bütün kıyım, hile ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
9
aldatmalarına rağmen Hıristiyanlığın değil de
ve tehlikelerle ilgilidir. İslam, cezalandırmada
İslam’ın fobi kaynağı olarak görülmesi oldukça
da mükafatlandırmada da adaleti öngörür. Hiç
dikkat çekicidir. Evet, İslam bir tehdit unsurudur.
kimseye ayırım yapmaz. Ancak O’nun hangi
Ancak iyiliği, hayrı, adaleti ve huzuru arayanlar
suçlara hangi cezaları, hangi şartlar altında
için değil şerri, zulmü isteyenler, anarşiden çıkar
öngördüğünü yeterince bilmeden yapılan iddia
sağlayanlar, otoritesinin daim olmasını isteyenler
ve eleştiriler haksız bir İslam korkusuna neden
için.
olmaktadır. Diğer yandan suçlara uygulanan
İslam korkusunu yaratanların yanında, korkuya kapılanların nedenleri de üzerinde düşünmeye değer bir husustur. Toplumlarda ahlaki değerlere mugayir olduğu gerekçesiyle bazı hususların suç sayılması ve bunlara uygulanan cezaları özgürlüklerin kısıtlanması olarak değerlendirmek, günümüz dünyasında çokça dillendirilen bir konudur. Bütün kayıtlardan bağımsız, sınırsız bir özgürlük anlayışını benimseyen aydınlanma hareketinin yarattığı bu anlayış, İslam’ın insan davranışları üzerindeki kısıtlamalarını da özgürlüğün sınırlandırılması ve insan doğasına aykırı bir durum olarak görmektedir. Bilindiği üzere içki, zina, iftira, hırsızlık gibi suçlara İslam’ın öngördüğü cezalar vardır. Şüphesiz ki, cezalar caydırıcılık taşıması için vardır ve kendilerinden korkulması beklenir. Ancak özgürlüklerin korunması adına, suçlara uygulanacak cezalar neden fobi kaynağı olarak gösterilmektedir ve böyle bir fobi ne dereceye kadar haklı olabilir? Suç işleme isteği/ eğilimi yoksa suça uygulanacak ceza ile ilgili bir korkunun olması da beklenmez. Yok, hem suç işleme isteği var hem de işlenen suçun cezasız kalması isteniyorsa asıl bu kendisinden korkulması gereken bir durumdur. Yaşanabilir ortam, suçların cezasız kaldığı veya zayıflar cezalandırılırken güçlülerin cezalandırılmadığı bir ortam değil, suçların hiçbir ayırım gözetilmeden adaletle cezalandırıldığı bir ortamdır. Her toplum, kendisi için hassasiyeti yüksek hususlarda daha katı kurallar uygulamakta ve bunlarla ilgili suçlara caydırıcılığı yüksek cezalar vermektedir. Vahşi kapitalizmin egemen olduğu toplumlarda özel mülkiyete karşı işlenen suçların cezalarının çok şiddetli olduğu, ahlaki suçların cezalarından daha yüksek olduğu gözlenebilir. Bazı toplumlarda da ahlaki suçların cezalarının diğerlerinden daha ağır olduğu görülebilir. Bu, toplumun kendisini dayandırdığı temel değerlerle, geçmişi veya karşı karşıya bulunduğu durum
10
cezalar sistemlerle ilgili korku ve endişe kaynağı olurken, suçlara bulaşmayan kesim için suçların bizzat kendisinin endişe kaynağı haline geldiği atlanmamalıdır. Suç oranlarının arttığı bir ortam, masumlar için yaşanılması zor ortamlar haline gelmektedir. Tıpkı ahlaki erozyona uğramış, Allah ve kul hakkı tanımayan bir nesli yetiştirerek suç oranlarına tavan yaptırmış olan vahşi kapitalizmin yaratıcısı Batı medeniyetinin oluşturduğu ortamlar gibi. Dolayısıyla; Bugün çokça dillendirilen İslamofobi, bir gerçekliği yansıtmaktan daha çok sömürgeci Batılı güçlerin belli hedeflerine ulaşmak için yarattıkları bir durumdur. Tıpkı haçlı seferlerindeki gibi… Ancak konuyu böyle bir tavır ve tepki ile geçiştirmek doğru bir davranış mıdır? Her şeyin bir yanlış anlamadan veya yanılsamadan ibaret olduğu, Müslümanların bir komploya kurban gitmesinden başka bir durumun olmadığı söylenebilir mi? Veya her şey bir komplodan ibaret olsa bile Müslümanların, haklarında böyle kanaatler oluşması için karşı tarafa hiç pirim vermedikleri iddia edilebilir mi? Bütün bu ve benzeri sorulara karşı Müslümanların verecekleri cevaplar, masumiyetlerini ispat ediyor olsa bile kendilerini sorgulamak zorundadırlar. Dünya insanları tarafından doğru anlaşılıp anlaşılmadıklarını bilmek/anlamak, davranışlarının karşı taraftan nasıl görüldüğünü ve yorumlandığını düşünmek, yaptıklarıyla neye nasıl pirim verdiklerine vakıf olmak, onların yeryüzünde sahip oldukları misyonun gereğidir. Biz doğrusunu yapıyoruz, onların nasıl anladıkları bizi ilgilendirmez diyemezler. Onlar daha fazlasını yaparken bize laf söylemek onların hakkı değildir diye düşünemezler. “Herkesin bir zaafı ve eksiği varken bizim ki de bu olsun ne çıkar” şeklinde bir mazeret de ileri süremezler. Kaldı ki bütün bunlar doğruyu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gerçekleştirirken dikkat edilmesi gereken
ürettiği düşünceler üzerinde bu yapıların etkileri
hassasiyetin önemine işarettir sadece. Doğruyu
olmuştur. Sultanlara sunulan siyasetnameler
doğru bir şekilde yapmaya özen göstermelidirler
bu etkiye örnek olarak verilebilir. Sultanlar,
ki, insanlığa ulaştırmaya çalıştıkları vahyin
durumları ve iktidar gerekçeleri ile eleştirilip
mesajı ile muhatapları olan insanlar arasına
değerlendirilmesi gerekirken daha iyi yani
kendi davranış tarzları, ürettikleri insan
daha sağlam ve sarsılmaz bir iktidarı nasıl
tipi, adetleri, cehaletleri… girmesin. Halbuki
oluşturacakları bu siyasetnamelerle kendilerine
Müslümanların yaptıkları her şeyi işin ve
izah edilmeye çalışılmıştır. Bu sultanlar, dönemin
insanın doğasına uygun olarak yaptıkları iddia
oluşturduğu atmosferden kurtulamamış totaliter
edilemez. Kendilerine karşıdan bakmak ve ne
birer iktidar olmuşlardır.
yaparken neleri yıktıklarını bilmek zorundadırlar. İğnenin acısını bilmeden çuvaldıza sarılmak doğru olmaz. O halde durup düşünmek gerekir. İslam’la ilgili oluşan korkuda bizim rolümüz nedir diye. Hangi davranışımız, anlayışımız ve İslam’a mal ettiğimiz neler korku kaynağı olmaktadır, hatta korku kaynağı olma ihtimali taşımaktadır diye…
İslam adına kurulan veya Müslüman bir halkın idarecisi olarak iş başında bulunmuş/bulunan bir çok devlette görülen baskıcı, totaliter yapıların; amaçları, samimiyetleri ve dayandıkları ilkelerin sağlıklılığı bakımından analize ihtiyacı vardır. Kendileri Allah’ın yeryüzündeki gölgesi veya temsilcisi olarak görülen sultanlar, güçlerinin ve kararlarının sorgulanmasını hiçbir zaman
*** Hilafetin saltanata dönüşmesinden buyana İslam adına kurulan devletlerin büyük bir kısmı imparatorluk şeklindedir. 19. yüzyılın sonlarına kadar zaman, imparatorluklar çağı olarak tanımlanarak bir savunma yapılabilir. Zaten genel eğilim, ülkelerin imparatorlar tarafından bir aile mülkiyeti şeklinde yönetilmesi idi, insanlığın o günkü tecrübesi yayılmacı
istememiş ve sorgulanamaz bir kisvenin altında bulunmayı tercih etmişlerdir. Otoritelerinin kaynağı ve meşruiyeti, sorumluluk ve yetki alanlarının kapsamı ile ilgili hemen her konuya kapalı davranmışlardır. Mezhepler ve çağın imamları/şeyhülislamları ile desteklenerek otoriteleri tartışılmaz, kararları sorgulanamaz, dokunulamaz yönetim biçimleri oluşturmuş ve bunları yüzyıllarca devam ettirmişlerdir.
totaliter rejimlerle sınırlıydı denebilir. Ancak
Neredeyse her iktidarın kendisini nispet ettiği
bu, tam olarak gerçeği yansıtmaz. Zira
bir mezhebi olmuştur. Müslümanların tamamına
İslam’ın doğuşu ve Medine’de oluşturduğu
hoşgörülü ve müsamahakar davranmak
yapı tam olarak bunun zıddıdır. Ve kendi
yerine tabi oldukları mezhebin adamlarını
tecrübesi çağı aşmaya yeterlidir. İslam’ın
yüceltmiş, onlara makam ve mevkiler vermiş,
Medine’de oluşturduğu değerler yerleştirilip
maaşlar bağlamışlardır. Başka mezheplere ise
geliştirilmek yerine saltanatın yerleşmesiyle
memleketi dar etmişler, sürgüne göndermişler
imparatorlukların gelenekleri ithal edilerek asıl
veya hapislerde çürütmüşlerdir. Devir değişip
mecra haline getirilmiş ve böylece saltanat
bu mezhebi değil de örneğin liderleri hapiste
ideolojisi oluşturulmuştur. Bu imparatorluklar
bulunan bir mezhep tercih edilmişse her şey
da yönetim olarak baskıcı ve totaliter, çevreyle
tersine dönmüştür. Belli zamanlarda belli
ilgisi de yayılmacıdır. Daha sınırlı bir alanda daha
mezheplerin görüşleri devletin resmi ideolojisi
kaliteli bir toplum oluşturmayı değil mümkün
haline gelmiştir. Mezheplerin kendi tecrübe
olduğunca geniş bir coğrafyaya egemen olmayı
ve görüşleri doğrultusunda oluşturdukları
hedeflemiştir. Başarının ölçüsü ürettiği insan,
siyaset devletin görüşü haline gelmiş, yaygınlık
toplum kalitesi ve insanlığın faydasına yaptığı
kazanma imkanı elde etmiştir. Fikir hürriyeti
üretimlerde değil alt edebildiği iktidarların
ve istişarenin getireceği faydalar görülmeye
sayısında aranmıştır. Dolayısıyla da at sırtında
çalışılmadığı için belli sınırları aşamayan, gittikçe
geçirdiği müddetle, kılıç ve nal sesleriyle övünen
statikleşen bir dünya görüşü üretilmiştir.
bir toplum/gelenek oluşmuştur. Müslümanların toplum ve toplum idaresi ile ilgili
İktidarların belli dini mezhebi görüşleri tercih etmesi, bunların halk arasında nasıl yankı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
11
bulacağını da büyük ölçüde belirlemiştir.
örnekliğin, çevreleriyle olan ilişkilerinin,
Ehl-i Sünnet, gördüğü destekle geniş bir
sonrakiler tarafından yeterince anlaşılmamış
coğrafyada taraftar bulmayı, Şia da izlediği
olmasından kaynaklanmaktadır. Kendi
takiyye sayesinde yayılabilmeyi başarırken,
bildiklerini ve kendi tecrübelerini hakikatin
örneğin Mu’tezile, iktidarı eleştirmesi ve ona
yegane temsilcisi olarak gören anlayışları
muhalefeti nedeniyle yaygınlık kazanma imkanı
sebebiyle, başkalarına karşı tahammülsüz
elde edememiştir. Söz konusu iktidarların,
yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Bu tahammülsüz
başka dinlerin mensuplarına kendi dininin
yaklaşım, monarşi yönetimlerinde iktidarın dini/
başka mezheplerine tabi olanlardan daha
mezhebi/ideolojik tercihlerini dayatma veya
müsamahakar davrandıkları söylenebilir. Ancak
en azından diğerlerine mesafeli duruşlarına
gerek İslam adına kurulmuş olan totaliter
neden olurken, bireylerin ve yapılanmaların
iktidarların ve gerekse kendi mezheplerinin
da diğerlerini dışlayan bir tutum geliştirmesine
dışındakileri İslam dairesine almayan halkların,
sebep olmaktadır. İmparatorluk çağının
başka dünya görüşlerine mesafesi ve onlarla
geride kalmasıyla halkın seçtiği iktidarların
oluşan ilişkileri irdelenmesi gereken bir konudur.
işbaşına geçmesi geleneği Müslüman ülkeler
İnsanın yetiştiği ortamın, içinde şekillendiği bir ortam, tahayyül edebildiği dünyanın da ufku ile doğru orantılı olduğu doğrudur. Yani insan, inandığı değerleri yeterince anlamaktan, bu değerlerin nasıl bir insan ortaya çıkarmak istediğini kavramaktan gafil olabilir, fiili ortam ve yönlendirici faktörler onun üzerinde daha belirleyici bir etkiye sahip olabilir. Ancak bu, kendi dünya görüşünün/ mezhebinin dışındakilere canının istediği gibi davranmasını/dışlamasını ortaya çıkarıyorsa, sahip olunan İslam anlayışında bir sorun var demektir. Taşıdıkları mesajın bütün dünyanın kurtuluş reçetesi, kendileri de davranışları itibarıyla gıpta ile bakılması, örnek alınmak üzere parmakla gösterilmesi gereken kimseler olması gerekirken, “söylediklerini yap, ama yaptıklarını asla” durumuna düşebilmektedirler. Şüphesiz ki her türlü iyi davranış istismar edilmeye hatta karalanmaya açıktır, hele de haklının haksız, haksızın haklı gösterilebildiği günümüz dünyasında. Ancak bilmek ve kabullenmek gerekir ki hoşgörü ve iyi bir örneklikle karşılaşmayan bir topluluğun İslam’ı anlayış ve O’na tavır alışlarında Müslümanların da bir sorumluluğu vardır. Hoşgörünün olmadığı bir ortamda, ne İslam’ı olması gerektiği gibi insanların kabulüne sunmak, ne de toplumun ihtiyaç duyduğu üretici fikirleri ortaya çıkaracak akılları teşvik edebilmek mümkün olamaz. Gerek iktidarların, gerekse bu iktidarların zamanla kendilerine benzettiği insanların baskıcı ve dayatmacı kişilikler haline dönüşmesi, Peygamberin ve arkadaşlarının oluşturduğu
12
tarafından da benimsenmiştir. Bir nebze de olsa halk iradesinin iktidarda yankı bulmasını ifade eden bu gelişmeye ilaveten, gerek İslami hareketlerin gerekse dünyanın değişik coğrafyalarında kurulan İslam devletlerinin, diğerlerine hoşgörü bakımından bir hayli mesafe kat ettikleri de söylenebilir. Başka mezheplere, başka yapılanmalara daha ılımlı yaklaşmak gerektiği, müşterek noktaların kıymetini bilip müştereklerin mümkün olduğunca artırılması gerektiği son dönemlerde daha çok dillendirilen bir husustur. 12 Eylül öncesi grupları arasındaki çatışmalar düşünüldüğünde bu gelişmeler azımsanmamalıdır. Ancak insani iletişimin adalet, dünya ve ahiret huzuru için nasıl olması gerektiğini gösterebilmek bakımından Müslümanların dünyaya örneklik edebilme durumuna gelebilmiş değildirler. Halen imparatorluk geleneğinin oluşturduğu kültürel alt yapı varlığını birçok alanda korumaktadır. Orta Doğu ve İslam dünyası dendiğinde insanların zihninde bir çekince ile birlikte oluşan tasvirlerde planlı söylemlerin ve komploların payı olmakla beraber bugüne kadar ki otorite, yapılanma ve sosyal ilişki modellerinin de rolü vardır. Bu anlayışların yeniden bir iktidara dönüşmesi ihtimaline veya oluşmuş iktidarlara karşı duyulan endişe, korku veya fobinin nedeni olarak ileri sürülen sebeplerin analiz edilmeye ihtiyacı vardır. Böylece korkuların haklılığı veya haksızlığı ortaya çıkabilir: Fikir özgürlüklerinin kısıtlanması: Bu durum, değişik inanç ve dünya görüşlerinin seslendirilmesine ve propaganda konusu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olmasına karşı çıkılması olarak ifade edilebilir. İktidarın tercih ettiği ideoloji veya mezhep, resmi ideoloji haline gelir, kendisine hayat hakkı tanınır, hatta devletin hareket esaslarının asli belirleyici olarak kabul edilebilir, bunun dışında kalanlar yasaklı muamelesi görür. Yasaklılara karşı kimi zaman baskıcı ve engelleyici tedbirler uygulanabilir, hatta hapsedilebilir, sürgüne gönderilebilir. Çıkarcı ve hizipçi bakış açısının bilimsel konulardaki gelişmelere de yansıtıldığı
sahip olduklarını bilmez. Bireysel özgürlüklerin kısıtlanması: Dini esaslar bireylerin davranışları üzerinde kısıtlayıcı prensiplere sahiptir. İslam da insanın dilediği gibi/keyfince yaşamasını öngören bir dünya görüşü değildir. Yedikleri, içtikleri, oturup kalkması, bir aile kurması, bütün varlık alemiyle, komşusuyla, bütün insanlarla ve devletle ilişkisi ile ilişkin belli ilkeler ve prensipler getirir. Bunlar
dönem ve durumların olduğu da hatırlanmalıdır.
onun nefsinin tercihlerine ters olabilir. Mutlak
Şüphesiz ki bu tutum İslam adına ortaya
başkalarının haklarını dilediği gibi belirleme
çıkmış bütün otorite, hizip ve yapılanmaları
insana tanınan haklardan değildir. Zulme sessiz
içine alacak şekilde genele şamil kılınamaz.
kalmaması haksızlıkların önüne geçmesi,
Eleştiriye ya da fobiye konu olan, hakim
zulmün yayılmasına neden olabilecek ilişkilerden
görüşün diğerlerine karşı dışlayıcı tutumudur,
uzak durması gerekir. Adaleti, ahlakı ve Allah’a
ancak bu tutum sadece baskı ve şiddete maruz
gerektiği gibi kulluk etmeyi gerçekleştirecek
bırakmakla sınırlı sayılamaz. Başka fikir ve
prensiplere riayet etmek Müslüman olmanın
düşüncelere karşı mahalle baskısı oluşturulması
şartlarındandır. Bunlara bağlı olarak edindiği
da diğerleri için ortamı yaşanılır olmaktan
mallara, bunların tasarruf şekline, karşı cinsle
çıkarmaktadır. Örneğin Şii çevreler Sünni
ilişkisine, giyinme biçimine İslam’ın getirdiği
fikirlerin ifade edilmesinden, Sünni çevreler
sınırlar vardır. İçinde bulunduğu vakıaya göre
de Şii fikirlerin ifade edilip savunulmasından
bunların değişkenliği bir yana, resmi otoritenin
rahatsızlık belirtileri göstermeyi mezhebi bir
bunlara müdahale biçimi de İslam korkusuna
görev saymışlardır. Bir dünya görüşünü hatta bir
neden olarak ileri sürülen hususlardandır.
mezhep ve yapılanmayı doğrunun, hem de en iyi ifadesi olduğu için tercih etmiş olmak doğal bir durumdur. Fikir özgürlüğünün yok edildiği ortamlar bunun aşırıya götürüldüğü ortamlardır. İnsan, inandığının en doğru olduğunu düşündüğü için ona inanır, ama inandığı şeyin gerçekten en doğru olması konusunda bir yanılgı içinde olabilir. Bir yanılgı içinde olmayıp gerçekten de en doğruyu en doğru yöntemle biliyor olsa bile diğerlerini dışlamak, yok edilip ortadan kaldırılması gereken düşünce muamelesi yapmak birçok sorunu doğurmaya gebedir. Belli bir görüş ve fikrin dışındakilerin yasaklı olması diğerlerinin ne dediğinin bilinemeyeceği, hatta genel ve hakim ideoloji hakkında ne düşündüklerinin tespit edilemediği bir durum oluşturur. Diğerinin anlaşılamadığı bir ortam onun eleştirilmesini ve hatta reddedilmesini de haksız kılan bir ortamdır. Örneğin asırlık rakipler olarak görülen Sünni ve Şii ayırımı herkesin bildiği bir husustur. Ancak Sünnilerin tamamına yakın bir kısmı Şia’nın, Şia’nın tamamına yakın bir kısmı da Sünnilerin ne düşündüklerini ve nasıl bir dünya görüşüne
bir özgürlük, mülke dilediği gibi hükmetme,
Öncelikle İslam hakkında korkuya neden olan şeyin, sayıp döktüğümüz emirler ve yasaklar değil bunların bir iktidar tarafından uygulanma biçimi olduğunu tespit etmemiz gerekir. Zira emirler ve yasaklar, inanan bireylerin hareket alanını belli sınırlarla belirlemekle beraber, onları dayatan bir güç olmadıkça teorik birer söylemden ibarettir. Sınırsız bir özgürlükle insanın dilediğini yapabileceğini salık veren ideolojiler tarafından İslam’ın özgürlük düşmanı olarak işaret edildiğini unutmamakla beraber not etmek gerekir ki; tarihte veya günümüzde İslam’ı resmi din veya ideoloji olarak kabul eden yönetimlerin, ibadetlerin yerine getirilip getirilmediğinin denetçisi ve bekçisi olarak görüldüğü durumlar ve zamanlar olduğu, bunlara uymayanların cezalandırıldığı, zamanın alimlerince bu cezalara cevaz verildiği bilinmektedir. Afganistan’da kadınlara ilişkin engellemeler, kılık kıyafetleriyle ilgili zorunluluklar en yakın örnektir. Yasakların/ haramların otorite tarafından engellenmesi, içkinin, zinanın men edilmesi, kadın erkek ilişkilerinin kısıtlanması, bu otoritenin, emirlerin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
13
takipçisi olması, bireysel özgürlüklerin
seçiliyorsa burada ancak kasıt var demektir.
kısıtlanması olarak görülmektedir.
Düşünce, hayat görüşü ya da ideoloji ile
Bununla ilişkili olarak belki de fobiye en çok neden olan şey şer’i hükümlerin uygulanması ya da uygulanma biçimidir. Bunlar, zina edenlerin recmedilmesi, hırsızlık yapanların ellerinin kesilmesi, içki içenlere ya da iftira atanlara celde uygulanması gibi hadlerdir. Bireysel özgürlüklerin aydınlanma çağının rüzgarıyla tanımlandığı ve alabildiğine bir yaygınlık içinde yaşandığı günümüz dünyasında şeriat, çağ dışı uygulamalar olarak kabul edilmekte, şeriatın dayatılması özgürlüklerin sonu olarak görülmektedir. Zira bugün daha çok revaçta olan medeni kanun/lar, her türlü hayat görüşüne ve yaşam biçimine hayat hakkı tanımayı salık vermekte; toplumsal düzenin toplumsal iradenin sonucu olması gerektiğini, amacı her ne olursa olsun bir dayatmanın buna müdahil olamayacağını savunmaktadır. Suçların artık daha medeni cezalarla cezalandırılması
kurulmadan yapılacak değerlendirmeler, değerlendirme sahibini her zaman doğru bir sonuca götürmez. Eğer düşünce, bunca farklı pratiği ortaya çıkaracak veriler içeriyorsa gene denecek bir şey yok. Ancak şu bir gerçek ki, İslam’la ilgili yukarıda örnekleri görülen değerlendirme ve eleştirilerin hemen hepsi ya cahillikten ya da kasıttan kaynaklanmaktadır. İslam’ın bir topluma gelmesi, yani bir ortama egemen olması, bir otoritenin İslami bir şekle/ içeriğe dönüşmesi ile ilgili endişesi, korkusu, fobisi olanlar sormak zorundadırlar: “İslam bizim korkularımızı doğruluyor mu?” diye. “İslami otorite veya İslami devlet, korkuları haklı kılacak bir şekle, kendisini dayatan, kendi dışındakileri dışlayan, tek tip bir dünya görüşünün dışındakilere hayat hakkı tanımayan bir yapımıdır?” diye.
gerektiği, şeriatın insani cezalar olmaktan çıktığı
Kur’an insanlığı hem uyarmak, hem müjdelemek
da ifade edilmektedir. Burada cezaların nasıl
hem de korkutmak için gelmiştir. Allah’ın
ve dozajının ne kadar olması gerektiğinden
dinine riayet edenleri Allah’ın mükafatı ile
çok medeni yaşam biçiminin, İslam’ın suç
müjdelerken uymayanları da korkunç bir azapla
saydığı şeyleri özellikle ahlaki olanları bireysel
korkutmaktadır. Ayrıca Kur’an’ın korkuttuğu
özgürlükler arasında saydığını, bireyin sınırının
hususlar sadece Allah’a isyan etmenin cezası
ancak başkasının özgürlük alanıyla bittiği ile
olarak ahiretteki dayanılmaz azap değil dünya
daha çok ilgilendiğini tespit etmek gerekir.
ile de ilgilidir. Zira İslami değerlerin hiçe sayıldığı
Kadın konusu: Kadın erkek eşitliği ve kadınlara verilen haklar konusunda da İslam çeşitli çevrelerin eleştirileri ile karşı karşıya gelmektedir. Çok kadınla evlilik, mirasta kadınlara verilen payın erkeklere verilenin yarısı kadar olması, sosyal ve siyasi alanda kadınlara tanınan hakların erkeklere tanınanlardan daha az olması, başörtüsü meselesi… gibi hususlar da İslam’a bir çekince olarak öne sürülen konulardandır.
toplumlar, materyalizm ya da mistisizm yönünde dengenin bozulduğu, zulüm, anarşi, yozlaşma ile dağılma, yok olma tehdidiyle karşı karşıya olan toplumlardır. Ancak Kur’an’ın, insanı dünyada “fobi” şeklindeki bir korku içinde yaşatmak gibi bir hedefi yoktur. Böyle bir şeye neden olacak ne bir emri, ne yasağı, ne de bir direktifi vardır. Tam tersine İslam insana ahirette olduğu kadar dünyada da huzuru garanti etmektedir. Bu korkutmanın etkisiyle İslami değerlere uyma hassasiyetinin meydana getireceği kişilik,
***
psikolojik sorunlara sahip bir insan değil, ne yaptığını bilen bir kişiliktir. Fakat insanların onu
Bir ideoloji ve hayat görüşü değerlendirilirken
anlayışı hem kendileri hem de başkaları için
en çok yapılan yanlışlık hatta haksızlık, onu
fobi kaynağı olabilecek açıklamalara dönüşmüş
uygulayanların hayatlarına bakarak yapılan
olabilir.
değerlendirmelerdir. Eğer bu uygulamalar o hayat görüşünü doğru anlayan ve doğru uygulayan örneklerse denecek bir şey yok. Ancak iddiaya/maksada uygun örnekler
14
onun çeşitli pratikleri arasında doğru bir ilişki
İslam’ın insanlara kabul ettirilmesi: İslam’ın insanlığa anlatılması ve sunulması, onun kabul ettirilmeye çalışılması şeklinde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
değildir. Müslümanların sorumluluğu, insanlığı
tercihin bedelini ödemek durumunda ise de
kendisine çağıran yollardan hangilerinin azaba
Müslümanların görevi, hakkın bilinmemesinden,
götürecek tercihler olduğunu, bunlardan
batılın gizlenmesinden ve hakkı tercih etme
kurtulmanın nasıl mümkün olacağını ortaya
durumunda karşılaşılacak engelleri bertaraf
koymak, dünya ve ahiret huzurunun İslam’la
etmekten ibarettir. Tartışma, anlatma veya
mümkün olacağını izah etmektir. Böylece hak
kılıçlarıyla yaptıkları bunun ötesine geçemez.
insanlığın karşısına canlı bir şekilde çıkmış,
Bir coğrafya Müslümanların egemenliği
tercihi de onu görenlere kalmış olur. Hak ile batıl
altında bulunuyor olsa bile orada yaşayanların
insanların karşısında apaçık olarak gösterildikten
özel hayatlarına müdahale etmek, onları
sonra tercihler üzerine Müslümanlara hiçbir şey
İslamlaştırmak için zor, baskı veya hile
düşmez. Hakkın ne olduğu açıklanmalı, batılın
kullanmak Müslümanların hakkı değildir. Böyle
da ne olduğu ortaya konmalıdır. Gerçeklerin
bir otoritenin İslami değerlerin kök salmasıyla
üzerini örten perdeler, sis bulutları ortadan
alakalı işi, iyiliğin önünü açarak hakkın
kaldırılıp da gerçek ortaya çıktıktan sonra tercih
yayılmasını sağlayacak imkanlar oluşturmak,
hakkı, tercihlerle karşı karşıya kalanların işidir.
fahşaya ve münkere de engel olmaktır. Bunu
İslam’ı dünya görüşü olarak tercih etmek kişinin hayatında, sosyal düzenin belirleyicisi olarak kabul etmek de toplum hayatında önemli değişiklikler meydana getirecektir. İşte bu değişiklikten memnun olanlar ve
da bireysel alanlara müdahale ederek değil öncelikle hakkı özendirme, sevdirme ve eğitim ile bireylerin sınavlarını doğru yaşamalarına uygun ortamlar sağlamayı temin ederek yapmak durumundadır.
rahat bulanlar olduğu gibi zarar görecekler,
Fikir özgürlüğü, bireysel özgürlüklerle
rahatı kaçacaklar da vardır. Bireylerin ve
karışmaya meyillidir. Fikir özgürlüğü, bireysel
toplumun İslami yönde değişiminden rahatsız
özgürlük, sosyal alan, kamusal alan gibi konular
olacakların bu dönüşüme engel olmak için her
birçok toplumda tartışılan ihtilaflı konulardır.
şeyi yapacakları/yaptıkları malumdur. İşte bu
Fikir veya eylemle ilgili özgürlüklerin hangi
engelleme, hak ve batıl her ne kadar insanlığın
noktada son bulduğu, hangi noktadan sonra
önüne bütün açıklığı ile serilmiş olsa bile hür
otoritenin müdahalesinin meşru sayılabileceği
tercihlerin yapılabilmesine “imkan vermez”. Zira
çoğunlukla otoritenin karar verdiği bir husustur.
insanın hakkı tercin etmesinin karşısında içinden
Karşıt hatta farklı fikirler hakim ideoloji için bir
gelenlerden sonra en önemli engel dışardan
tehdit unsuru oluşturur. Bu tehdit, farklı fikirlerin
gelenlerdir. Şüphesiz ki hiçbir insanın hesap
hakim düşünce karşısında sadece eyleme
gününde bu tür engellerle ilgili ileri süreceği bir
dönük içerikler taşımasından kaynaklanmaz.
mazereti olmayacaktır. Hiçbir harici güç, doğru
Yanlışlığının ispatı statüko hakkında en azından
olanın tercih edilmesine nihai bir engel teşkil
güven kaybına neden olacaktır. Buradan
etmez. Ayrıca tercihler, bedelleri ödendikçe
başlayan sürecin karşıt eylemleri doğurması
kıymetli olur ve Allah yapılan tercihlerdeki
muhtemeldir. Otoritenin fikir beyanına
samimiyeti ölçmek üzere insanı çeşitli engel ve
sınırlamalar getirmesi bunu göze almamasının
denemelerle karşı karşıya bırakabilir. Fakat bu
sonucu olarak değerlendirilebilir.
durum, hür tercihlerin karşısına dikilmiş olan harici engellerle ilgili Müslümanlara düşen bir sorumluluk olmadığı anlamına gelmez. Haktan engellemek en büyük zulümdür. Batılın zail olması hakkın gelmesiyle mümkündür ve batılın zail olması için hakkın batılın üzerine atılması gerekir. Dolayısıyla tercihlere müdahale etmeye çalışan güçlerin bertaraf edilmesi hakkın en doğru şekilde izahından sonra gerçeğin açıklığa
İslam, kendisini en doğru hayat görüşü, kendisinin dışındakileri ise çeşitli şekillerde doğru olandan sapmış alternatifler olarak tanımlar. Başka inanç, düşünce ve ideolojilere meyletmenin, İslam’dan az veya çok bir şeyler almak suretiyle bile olsa dalalet olacağını ifade eder. İnsanın hidayetini tanımlamak, hakkın ne olduğunu ortaya koymak bakımından durum
kavuşması için önemlidir.
böyle iken farklı fikirlerin bir toplumda ifade
İnsan her ne sebeple olursa olsun yapacağı
susturmak değildir. Zira İslam’ın statüko
edilebilmesi hususunda İslam’ın tavrı onları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
15
oluşturmak yada söyleminin başkaları karşısında
edilebilir ancak evler tek tek dolaşılarak kimin
zaafa ve güven kaybına uğraması gibi bir sorunu
içki içtiğinin peşine düşülemez. Burada öncelikli
yoktur. Tam aksine İslam her şeyin apaçık
olan bunun yaygınlaştırılma eyleminin önüne
olmasını, tercih hakkının da saklı kalmasını ister.
geçmektir. Dolayısıyla özgürlüklerle alakalı
Edep, ahlak ve dürüstlük kurallarına aykırı olmadığı takdirde her türlü görüş, bakış ve düşünce kendisini anlatıp bir tercih olarak insanın karşısında durabilmelidir. Bunların kendilerini izah etmesinin önüne engellerin dikilmesi, hem tercih hem de hak ve batılın bütün açıklığıyla insanın karşısına çıkma hakkına aykırıdır. Dünya görüşleri kendilerini ifade etme hakkından, bireyler de bunlardan dilediğini tercih etme hakkından engellenmemelidir. Ancak bunun, dürüstlüğün gerektirdiği sınırlar içinde olmasının lazım geldiği de vurgulanmalıdır.
değil içkinin yaygınlaştırılmasıdır. Otoritenin bu tür konulara yaklaşımı/mesafesi böyle değil de içki içenlerin veya başka gayr-ı meşru işler/ilişkiler içinde olanların peşine düşmesi olarak tanımlanırsa, işte o zaman otoritenin fobi kaynağı olarak görülmesi haklı hale gelir. Fahşa ve münkerin alenen, bir engellenme ile karşılaşmadan hayat bulması hatta ticaretinin yapılabilmesi bir özgürlük meselesi olarak görülemeyeceği gibi bir hak olduğu da iddia edilemez.
Örneğin İslam’ı karalamak, bizzat kendisi
Otoritenin İslami emirleri topluma uygulatması,
hakkında yanıltıcı bilgiler vererek propaganda
haramlardan da men etmesi konusunda tarihten
yapmak dürüstlük ilkesine terstir.
ve günümüzden sorun teşkil edebilecek örnekler
Görüş ve düşünceleri açıkça ortaya koymakla fahşanın ve münkerin bil-fiil icra edilmesi aynı şey değildir. Bu noktadan itibaren söz edilen konu fikir hürriyeti değil, başka bir konudur. O da;
verilebilir. Afganistan’da Taliban’ın, İran’da Devrim Muhafızlarının, Suud’da Şeriat idaresinin yaptıkları gibi. “Kız çocuklarını okuldan alıkoymak, başını örtmeyenleri sokaktan alıkoymak”, İslam’ı topluma uygulatma çabası olarak tanımlanıp hoş karşılanabilir. Ancak bu
Bireysel özgürlükler bağlamında değerlendirilebilir.
hoş karşılama Müslümanların kendi inançlarının hayat buluyor olmasından duydukları sevinçten ibaret kalmaktadır. Bunun dışında namaz
Bireysel özgürlüklerin alanının belirlenip sınırlandırılması; tanımlanmasına, bu da hangi düşünce tarafından bu tanımlamanın yapıldığına bağlıdır. Modern dünya bireyin istekleri önüne dikilen engellere karşı çıkmaktadır. Bireyin, başkalarına zarar vermediği sürece hiçbir isteğini bastırması için ona göre bir neden yoktur. İslam’a inananların ise nefsin arzularına boyun eğmemek ne kadar cazip görünse de harama bulaşmamak gibi bir görevleri vardır. Bu doğrudan doğruya bireysel özgürlük meselesine karşı çıkıştır. Zira modern dünyanın tanımladığı bireysel özgürlük toplum için hayırdan çok şerri doğurmaya meyyaldir. İslam kendisine inananların hayatlarını böyle sınırlarken hakim olduğu toplumların hayatını da tümüyle sınırlar mı? Bir örnek üzerinden gidersek: İçki İslam’ın yasak ettiği ve bu yasağın altında birçok sebep ve hikmetin bulunduğu bir husustur. İmalatı, dağıtımı ve ticareti yasak
16
olarak engellemeye konu olan içkinin içilmesi
kılmayanlara uygulanması gereken cezalarla ilgili fetvalar veren zamanın alimleri veya oruç tutmayanların cezalandırıldığı yakın zaman örnekleri sıralanabilir. Otoritenin İslam’ı uygulatması, uygulamayanlara da ceza kesmesi konusundaki kendisine tanınan yetki daha çok Ehl-i Sünnet geleneğinden gelmektedir. Bu geleneğin etkisi ile oluşan genel kanaat, İslami idarenin İslam’ı uygulatmaktan sorumlu olduğu şeklindedir. İslam devleti veya şeriat devletinin gayr-i müslimlere farklı haklar tanıdığı, onları kendi inançlarıyla baş başa bıraktığı kabul edilir. Kendini Müslüman olarak ifade edenler ise İslam’ın emirlerini harfiyen yerine getirmek, haramlardan da uzak durmakla mükelleftir. Buna uymayanları otoritenin cezalandırma yetkisi çoğu kimse tarafından kabul edilir. Müslüman kesimin şeriatın gelmesinden duydukları korku, yerine getirmedikleri emirler, irtikap edecekleri günahlar nedeniyle karşı kaşıya kalacakları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
cezalarla ilgilidir.
Müslümanlara insanların ibadetlerini veya başka
Otorite gücüne, inançları ve onların uygulanmasını kontrol etme yetkisinin verilmesi Müslümanlara yüklenen sorumluluğun alanına girmez. Dinde zorlama olamayacağı ilkesi bireyin kendi sınavını bütünüyle kendisinin vermesi şeklinde olmalıdır. Şüphesiz ki dinde zorlamanın olmaması, İslam’ın nasıl anlaşılırsa öyle yaşandığında doğru olduğu anlamına gelmez. Dinin kişiye yüklediği sorumlulukların bireyin kendisi tarafından tanımlanabileceği ve arzu ettiği kadarından sorumlu olduğu demek de değildir. Müslümanlar birbirlerinin velisidir. Birbirlerini yanlıştan uzaklaştırmak, doğruyu birbirlerine göstermek zorundadırlar. Yanlış yaptıklarında birbirlerini ikaz etmenin ötesinde hizaya getirecek davranışlar içinde de bulunmaları gerekir. Cinayet, zina gibi suçlara getirdiği cezalarla Kur’an, Müslümanları sadece cezalandırmayı değil, onları bu suçlardan uzak tutmayı hatta eğitmeyi amaçlamaktadır. Müslümanların bu tür durumlarda birbirilerine uygulayacakları cezaların mantık ve amacı da Kur’an’ın verdiği yetki kadardır ve amacı da onunla aynı olmak zorundadır. Ancak kabullenmek gerekir ki, sınav bireyin sınavıdır.
bireysel sorumluluklarını zorla yerine getirtmeye çalışmaları kendi sınav gerçekliklerine de uygun bir davranış değildir. Zira zor ve baskı nefreti ve uzaklaşmayı artırır. Toplumsal yararlar düşünülerek yapılacak baskının bireysel tercihleri nasıl etkileyeceği dikkate alınmak zorundadır. Sevdirme ve bütün boyutlarıyla tanıtma çabası bilerek kabul veya reddi sağlarken, baskı ile yaptırmanın reaksiyoner bir tutumu doğurması kuvvetle muhtemeldir. Bu durumun somut örneklerini baskıcı Kur’an kursu eğitiminin sonuçlarından veya cemaatlerin ürünlerinden görmek mümkündür. Buralardan mezun olanların bir kısmı sıkı kurallardan kurtulup dış dünya ile karşılaştıklarında ya bütün sınırları aşmış kişiler ya da psikolojik bakımdan sorunlu bireylerler haline gelmektedir. Hayatında denge bulamayan bu kimseler sadece bir eğitim zayiatı sayılamaz. Çünkü onların bu hale gelmesinde maruz kaldıkları insan doğasına uymayan baskıcı eğitimin yoldan çıkarıcı etkisi vardır. Ve bu etki onların zamanla dinden nefret etmesine bile neden olabilir. Uyguladıkları baskıcı ve yıldırıcı eğitim ile onları bu hale getirenlerin bu durumda sorumlulukları vardır.
Zor ve baskı ile bir işin yaptırılması insanın
İslami bir otoritenin toplumsal alanda sahip
sınavına nasıl bir katkı sağlayabilir! Hele de
olduğu sorumluluklar elbette İslami değerlerle
bu iş Allah’ın, kulluk görevini yerine getirip
ilgilidir. Huzur, adalet ve emniyet de İslami
getirmediğini denemek üzere kuluna teklif ettiği
değerlerin hakim kılınabilmesiyle doğrudan
bir işse, bireyin kendi iradesi ile yaptığı bir iş
alakalıdır. Bunun ötesinde bireysel alanlara
olmak zorundadır.
konu her ne varsa müdahale etmek otoritenin
Otoritenin sorumluluğu bakımından genel ahlak kurallarını korumak elbette önemlidir. Ve genel ahlakı ihlal edecek yol ve tarzların oluşmasına gidecek yolları kapatmak için bir çaba içinde olması da gerekir. Ancak zor ve baskı, iyi niyete dayanıyor olsa bile sınavın şartlarına, insanın gerçeğine uygun olmayan durumlar ortaya çıkaracaktır:
yetki ve sorumluluğunda değildir. Bireyleri geliştirecek ve dönüştürecek şey eğitimdir. Bireylerin davranışları, ahlak ve alışkanlıkları zor ve baskı ile değil eğitimle değişebilir. Otoritenin genel tutumundaki tutarlılık, denge ve adalet bu eğitimin sağlıklı işlemesinde önemli bir etkiye sahiptir. ***
Her insan kendi sınavını vermektedir, zor ve
Bir düşünce veya sistem öncelikle kendi içinde
baskı altında yapılan bir iyilik ya da ibadet
anlaşılmak zorundadır. Bu, ne dediğinin enine
toplum için bir anlam ifade ediyor gibi olsa
boyuna anlaşılması olarak tarif edilebilir. Kendi iç
da yapan için bir anlam ifade etmeyecektir.
tutarlılığı ve ne demek istediği böyle anlaşılabilir.
Aslında toplum için ifade ettiği anlam da yanıltıcı
Belli bir konudaki spesifik bir ifadesini/
olmaya çok açıktır. Kişilerin gerçekliğini anlama
düşüncesini ele alıp değerlendirmek/eleştirmek
konusunda yanlış bilgiler verecektir. Allah
hem doğru bir sonuca ulaştırmaz hem de
insana hayatının sonuna kadar fırsat tanırken,
haklı olmaz. Örneğin, toplumun kesimlerine
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
17
tanıdığı hakların anlaşılması onlara yüklediği
şey değildir. Zira İslam’a göre bütün insanlar
sorumluluklardan bağımsız değerlendirildiğinde
Allah’ın karşısında tarağın dişleri gibi eşittir.
ne haklar nede sorumluluklardan ne kastettiği
Ancak Allah’ın insanlara yüklediği sorumluluklar
doğru bir şekilde anlaşılmış olmaz. Böyle bir
onların kabiliyetleri ve özellikleri ile orantılıdır.
konu kurguladığı hayat görüşü bağlamında ele
Bu orantı dikkate alınmadan kurulmaya
alınıp değerlendirilmediğinde ne demek istediği
çalışılacak eşitlikler, ne eşitlik sayılabilir ne de
ortaya çıkartılamaz. Genel olarak ne dediği neye
adil olur.
davet ettiği yeterince ele alınmadan spesifik konulardaki ifadeleriyle eleştirilme konusunda en çok haksızlığa maruz kalan İslam’dır. Belli konuları bağlamından ve içinde bulunduğu bütünden bağımsız ele alıp değerlendirme hatasını sadece O’na karşı olanlar değil
erkeğin de örtünmesi istenmiştir. Sınırlarının farklı olması onlara farklı roller biçilmesinden kaynaklanmaz. İslam, sosyal hayatın nefsin arzularından mümkün olduğunca uzak temiz
Müslümanlar da yapmaktadır.
ve iffetli yaşanmasını ister. Bu ise önlemler
Kadın konusu da işte böyle bir konudur.
onun hayattan uzaklaşması için değil, tam
Genelde insan, bireylerin toplumsal yapı ile
aksine izzet ve şerefine halel gelmeden toplum
ilgili üstlenmeleri gereken sorumluluklar,
içindeki yerini alabilmesi içindir. Örtündüğü için
insanın üstünlüğünün nasıl olduğu, hayatın
hayattan uzaklaştırıldığını iddia edenlerin kadın
nerede başlayıp nerede devam ettiği ve
üzerinden ne kadar kötü emellere ulaşmaya
bittiği, insanların birbiri üzerindeki hak ve
çalıştıkları, düşünen insanlar için açıktır. Hem
sorumluluklarının menşei ve sınırları ile ilgili
kadının hem de cazibesinin birçok yönüyle
İslam’ın ne dediği bilinmeden, anlaşılmaya
ticaret metaı haline getirilmesi, örtünmeye karşı
çalışılmadan kadınla ilgili sözlerine eleştiriler
çıkılmasına neden olmakta, bu yolla toplumlar
getirilmektedir. Biz burada konuyu bütün
saptırılmak istenmektedir. Tam aksine İslam,
boyutlarıyla irdeleme niyetinde değiliz. Buna bu
kadının hayat içinde toplumun ıslahı yolunda
yazının boyutu elvermediği gibi amacı da izin
aktif rol üstlenmesini ister. Ama bunu şerre
vermemektedir. Çünkü burada konu İslamofobi
ve iffetsizliğe neden olmayacak bir yöntemle
bağlamında ele alınmak istenmektedir. Söz
gerçekleştirmeyi amaçlar. Kadın özgürlüğünden
konusu eleştiriler/İslam hakkında endişeye
çokça bahsedenlerin, kadının istediği gibi
neden olan hususlar şöyle sıralanabilir:
açılabilmesini söyleyenlerin gerçek niyeti, onun
- Kanının erkekten daha aşağıda bir sınıf olarak ele alınması
almadan mümkün olmaz. Kadının örtünmesi
özgürlüğü için değil tam aksine onu belli bir endüstrinin kölesi haline getirebilmek içindir. Çeşitli sektörlerin ticaretine konu olan hususların
- Erkeklere çok kadınla evlenme hakkı verilmesi
çoğu, kadının iffeti ve kıyafetiyle alakalıdır. İffet, hayr ve insanın şerefli davranışı elbette belli isteklerden ve emperyalizmin tanımladığı
- Kadınlara mirasta yarım hisse verilmesi, şahitlikte erkeğin yarısı kadar söz sahibi olması
özgürlüklerden vazgeçmesi ile sağlanabilir. Bir toplumun huzurunu sağlamakta adalet, hakka riayet ne kadar önemli ise iffet ve namus
- Çarşaflara büründürerek
da en az o nispette önemlidir. Bunu hem
- Sosyal haklar elinden alınarak
başarmak insan doğasına uygun değildir. Hem
- Sosyal hayattan uzaklaştırılması, özgürlüğünün elinden alınması, böylece ataerkil bir toplumsal yapının oluşturulması İnsanları sosyal, ekonomik veya cinsiyetten dolayı sınıflara ayırmak İslam’ın öngördüğü bir
18
Sınırları farklı olmakla beraber kadının da
kadının hem de erkeğin örtünmesini istemeden toplumsal huzuru istemek hem de nefsin arzu ettiği gibi giyinmek veya giyinilmesini istemek çelişkili bir durumdur. İffetin sadece insanın üzerine giydikleriyle sağlanamayacak bir durum olduğu, asıl olanın takva örtüsü olduğu unutulmamalıdır. Ancak takva örtüsü de nefsin arzularını uyandıracak durumlardan uzak durma
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ve ona karşı önlemler alma çabasını gerektirir.
***
Erkek ve kadın arasındaki eşitlik ya da
İslam’ın bizatihi kendisinde İslam korkusunu
eşitsizlik ise onların tabiatıyla alakalıdır. Kadına
haklı çıkaracak bir emareye rastlanmaz.
yüklenecek roller, ondan istenecek sorumluluklar
İslam’dan korkmakta haklı olanlar, onun
tabiatına uygun olmadıkça ortaya bir kadın
yokluğundan istifade edecek çıkar odaklarıdır.
özgürlüğünün çıkma ihtimali yoktur. Böyle
Ancak Müslümanların İslam’ı anlayış ve
bir şeyin adaleti sağlaması da beklenemez.
uygulayış biçimleri bazı noktalarda hem kendi
Kadına mirasta yarım hisse verilmesi, şahitlikte
milletlerini hem de başkalarını endişeye sevk
iki kadının bir erkeğe denk tutulması gibi
edecek nitelikler taşımaktadır. Böylece İslam
konular ise hem Kur’ani ifadelerin doğru
dertlere deva olarak kabullenilip halklar
anlaşılması, hem de kadına verilen haklarla
tarafından kucak açılması, gelip ortamlarına
ondan istenen sorumluluklar bakımından doğru
hakim olması için özlem duyulması gereken bir
değerlendirilmelidir. Örneğin, mirasta yarım
dünya görüşü olarak bilinmesi gerekirken korku
pay verilirken beraberinde aile geçimiyle ilgili
ve endişe duyulan, rahatları kaçıracak olan bir
kendisine hiçbir sorumluluk yüklenmediği
düzen olarak bilinmektedir. Bunda en büyük pay
unutulmamalı ayrıca bu pay en asgari limit
ise Müslümanların kurgulayıp çeşitli şekillerde
olarak anlaşılmalıdır. Şahitlik konusuyla ilgili
dışa vurdukları devlet ve otorite anlayışlarına
zikredilen ayetin ticari konularla sınırlı olduğuna
aittir.
dair görüşleri hatırlatmakta fayda var. Hülasa, burada kadınla ilgili her bir eleştiriye tek tek cevap vermek gerekmez. Çünkü
- BİTTİ -
konuyla ilgili işin aslını bilmek isteyenlerin Orta Çağ dünyasında neredeyse insan sınıfından bile değerlendirilmeyen kadınla ilgili ayetlere bakması ve bunları, doğru anlamında ve doğru bağlamında anlamaya çalışması yeterlidir. Bununla birlikte; literatüre bakıldığında, “eğer yaratılmışlara secde etmek helal olsaydı kadınların kocalarına secde etmesi gerektiğini” ifade eden hadislere, Adem’i kandıran şeytanın, oyununda kadın/Havva vasıtasıyla başarıya ulaştığı için kadının şeytanın yardımcısı olarak tanımlandığına, hatta kadının şeytan olduğuna dair ifadelere rastlamak mümkündür. Halen Anadolu’da kadının mirastan mahrum edildiği, kocasının üç adım gerisinden yürümesi gerektiğine dair iddialar bilinmektedir. Gözleri de dahil kapanması gerektiği, en uygun mekanın içinden çıkmayacağı evi olduğu söylenebilmektedir. Taliban tarafından okullardan da men edilmektedir. Bunun gibi birçok örnek sıralanabilir. Bütün bunların İslami endişelerden değil daha başka endişelerden kaynaklandığı bilinmelidir. Gerek kadının kim ve ne olduğu, gerekse ona yüklenen sosyal roller konusunda İslam ve Kur’an’dan çok Orta Çağ Avrupa’sının, Hıristiyanlığın, Mistisizmin etkileri olmuştur.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
19
Dosya: Din,Devlet Ve İslamofobi
Din Tanımları ve İslamofobiye Etkileri Nuri Yılmaz İslam’ı etkisizleştirmeye ve Müslümanları
sonu Müslüman olmayla biten bir hikayenin
engellemeye çalışan kimselerin tarihin
ön yargısız şahitliğine başvurarak başlamak
başlangıcından beri başvurdukları yollardan
istiyoruz. Ki bu güzel ve etkileyici şahitlik,
birisi; İslam hakkında ön yargı ve korku
meselenin sadece İslamofobi oluşturmaya
oluşturmaktır. Özellikle de günümüzde, dünya
çalışanların penceresinden ele alınamayacağını,
çapındaki İslami eğilim güçlendikçe; bu konuda
Müslümanları ilgilendiren yönünün de olduğunu
daha bilinçli, daha kararlı politikalar izlenmeye
göstersin...
başlandığı, artık hiç kimse için bir sır değildir. Politika yapıcılar, stratejisyenler ve istihbaratlar; İslam aleyhinde kamuoyu oluşturmak ve Müslümanları olumsuz göstermek için daha bir özenle çalışmaktadırlar. En özel dezenformasyon ve toplum mühendisliği stratejilerini İslam’a
geçen bir senenin ardından, hayatın anlamını sorgulamaya başlar. Bu sorgulama onu bir arayışa çıkarır ve sırasıyla Hıristiyanlığı, Hıristiyanlığın bir mezhebi olan Mormonluğu,
karşı kullanmaktadırlar.
Yahudiliği, Budizm’i ve Hinduizm’i araştırır. Fakat
Masumiyeti çok ciddi bir şekilde sorgulanmaya
yaşadığı diyaloglar kendisini bir türlü tatmin
muhtaç iken, İslamofobinin nedenlerini İslam’da
etmez. Çok yakın bir arkadaşı, “İslam’a baktın
veya Müslümanlarda aramak, hem fobi/
mı?” diye sorar. Beklemediği bu soru karşısında
korku oluşturmaya çalışanların başarısı hem
şaşkınlıkla: “Ne! İslam mı?! Bunlar terörist. Ben
de bir nevi savunma psikolojisiyle hareket
bunları araştırmam” der, “Bunlar çıldırmış, ben
etmek anlamı taşıyacaktır. Ve belki de kimileri
niye bu dine bakayım ki?... ” Fakat merakına
tarafından, dünya egemenlerinin değirmenine su
yenik düşer ve bir gün kendisini bir camiye
taşımak gibi algılanacaktır.
girerken bulur. Ayağında ayakkabıları olduğu
yaptığı araştırmalar ve bu dinlerin mensuplarıyla
Ancak İslamofobi konusuna sadece bu korkuyu oluşturmaya çalışanlar üzerinden bakmak yeterince sağlıklı bir bakış açısı değildir ve eksiklikler içermektedir. “Meselenin bizden kaynaklanan bir yönü var mıdır” diye sormanın, Müslümanlar açısından faydaları olacaktır. Bu yüzden makalemize; kasıtlı ön yargıların ve korkuların oluşturulduğu bir konuda,
20
Avustralyalı bir genç, kendisi için çok problemli
halde direk içeri girer, halının üzerine basa basa ilerler. Namaz kılan birisinin tam önünden geçer. Öyle ki, secdeye giderken neredeyse kafasına basacaktır. Ne yaptığı hakkında hiç bir fikri yoktur. Etrafa bakınırken gür ve uzun sakallı bir adamın kendisine doğru gelmekte olduğunu görür. “Bugün öleceğim galiba” diye endişelenmeye başlar: “Bu hayatımın son günü. Ben ölü bir insanım. Ne yapabilirim ki
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
burada? Ben ölüyüm...” Direk üzerine doğru
dindiren, kalplerin kendisiyle huzur bulduğu bir
yürüyen şahıs ona, kocaman entari ve sakalıyla,
sığınaktır. Kısacası fıtratın sesidir.
Sahra Çölü’nden çıkıp gelen biri gibi görünür. O, bu düşünceler içerisinde panik olmaya hazırlanırken, şahıs ona; “İyi günler arkadaş. Nereye gidiyorsun?” diye sorar. Bir saniye öncesine kadar, önceki günün akşam haberlerinde duyurulan uçak kaçırma eyleminin faili olduğuna yemin edebileceği bu şahsın doğal karşılama biçimi onu çok etkiler. İçi birden ferahlar. Camidekiler çok misafirperver davranırlar, durmadan çay servisi yaparlar ve bisküvi ikram ederler. O da camiye gidip gelmeye başlar ve daha önce rahiplere, din adamlarına ve arkadaşlarına sorduğu gibi oradakilere de sorar. Ancak bu defa ilk sorulan soruların niteliği biraz farklıdır: “Bayanlar neden örtünmek zorundalar? Benim neden dört hanımım olabilir, fakat bir bayanın dört kocası olamaz? Vs.”
Peki, böyleyken niye İslam’a karşı bir kuşku doğuyor ve korku oluşuyor? Bu soruya verilecek cevap, öncelikle “oluşmaktan ziyade oluşturuluyor” diye başlamalıdır. Ancak başta da belirttiğimiz gibi bu makalede, meselenin Müslümanlarla ilgili yönü değerlendirilecektir. Müslümanlar açısından baktığımızda ise, problemin “din”de değil; din adına ortaya çıkan uygulamalarda olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Din aynı din olmasına rağmen, din adına ortaya çıkmış birçok farklı uygulama bulunmaktadır ve bu uygulamaların hepsi “din” olduğunu iddia etmektedir. Öldüren din adına öldürmekte, öldürmeye karşı çıkan din adına karşı çıkmaktadır. Başı zorla kapattıran din adına kapattırmakta, “örtü dinin aslından
Sorularına tatmin edici cevaplar almış olmalıdır
değildir” diyen de dini referans almaktadır.
ki, sonunda Müslüman olmaya karar verir.
“İslam dört eşe kadar izin vermiştir” diyen de,
Bu hikaye; “Avustralyalı gencin Müslüman
yönlendirmektir” diyen de dini yorumlamaktadır.
olma öyküsü” başlığı altında, Müslümanlara ait
Upuzun sakal bırakıp cüppe sarık giyen de dinin
internet sitelerinin birçoğunda yer almaktadır.
emirlerini yerine getirdiğini söylemekte, İslam
Muhtemelen birçok kişi tarafından da izlenmiştir.
bu değildir diyen de dine göre konuşmaktadır.
Ve bize şunu anlatmaktadır: İslamofobi
Şeriat kuralları adını verdiği katı ve sert cezaları
politikalarının tüm hızıyla sürdürüldüğü
titizlikle uygulayan, ama öte taraftan küresel
günümüzde, Müslümanların kimi uygulamaları
zulüm düzeninin önemli bir parçası olmaktan
“dört eşle sınırlamanın asıl mantığı tek eşliliğe
da bu politikaları beslemektedir. Müslümanların,
çekinmeyen de; dünyadan kopuk bir ortamda,
“dinin esasından” olarak görüp sorgulamadıkları
1400 sene önceki toplumsal şartları yeniden
bazı uygulamalar, “Batı”lı insanın zihninde
oluşturmaya çalışan da kendisini İslam devleti
soru işaretleri oluşmasına sebep olmaktadır.
saymaktadır.
İslam’ın; baskıcı, zorlayıcı, özgürlük düşmanı, sevimsiz ve sert olduğu imajı vermektedir. Sorunlara yaklaşım biçimi, çözüm önerileri ve gündemleriyle “çağa hitap etmediği” şüphesi doğurmaktadır
Din; çelişkilerle dolu, dolayısıyla birbirine zıt uygulama ve görüşlere zemin hazırlayan bir yapıya sahip değildir. Peki, gerçek bu iken, neden din adına birbirine zıt uygulama ve görüşler ortaya çıkmaktadır?
Aslında İslam’ın dile getirdiği evrensel değerler, sağduyu ile dinleyen hiç kimsenin reddedemeyeceği değerlerdir. İnsanın kendisine göre yaratıldığı gerçeklerle uyumludur. Bu yüzden kolayca karşılık bulur. Zulüm ve adaletsizlik karşısında insanlığın içten gelen feryadıdır. Haksızlıklar karşısında yükselen öfke, ahlaksızlık ve suç karşısında duyulan ayıplamadır. Aynı zamanda gönüldeki fırtınaları
Çünkü Müslümanlar, “din”den anladıkları çerçevede bir pratik sergilemekte ve ortaya koydukları pratiğe İslam adını vermektedirler. Kendi pratiklerine uygun düşmeyen uygulamaları dışlamakta ve reddetmektedirler. Böyle olunca da sergilenen pratik ile din özdeş hale gelmekte ve tehlike burada başlamaktadır. Allah’ın dini “adalet dini”dir, ama insanların tanımladıkları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
21
din gerçek anlamda adil olamaz. Allah’ın dini
deyişle Arap’ın zihninde dört esaslı tasavvur halinde
herkesin imtihanını özgürce yaşamasını ve
bulunduğu anlaşılmaktadır. ... Ancak onların bu dört
iradesini özgürce kullanmasını esas alır, ama
husus hakkındaki tasavvurları açıklıktan ve derinlikten
insan böyle bir özgürlüğe tahammül edemez.
mahrum olduğu için, din kelimesinin kullanılışı
Allah’ın dini akletmeyi öğütler, ama insanlar
karışıklık ve kapalılıktan kurtulamamıştır. ... Nihayet
kendi akıl ve mantıklarıyla sınırlıdırlar. Sonuçta;
Kur’an-ı Kerim nazil olmuş ve bu kelimeyi çeşitli
baskıcı, kısıtlayıcı, zorlayıcı, sevimsiz ve kötü
maksatlarını ifadeye uygun bulmuş; bu sebeple de
bir görüntünün ortaya çıkması kaçınılmaz olur.
onu en açık ve en belirgin anlamlarıyla kullanarak,
Dışarıdan bakanlar için; onların anlayışlarından
kendisine özgü bir terim haline getirmiştir. (Dağınık
kaynaklanan bütün eksiklik, kusur, hata ve
kullanımları bir düzene sokarak) “Din” kelimesini, dört
kötülükler dine mal edilir.
unsurdan meydana gelen ve en mükemmel nizamı
*** Müslümanlar açısından temel problemin, “din” kavramını doğru anlamamak olduğunu
ifade için kullanılan bir terim haline getirmiştir. Bu dört unsur şunlardır:”4
1- Hakimiyet ve yüce egemenlik 2- Bu yüksek egemenlik ve hakimiyete
düşünüyoruz.
itaat edip boyun eğmek
“İslam ve iktidar” konusunun, din-birey, din-
devlet ve din-hayat ilişkisi üzerine açılım
3- Bu hakim ve yüce egemen tarafından
gösterebilmesi; bu sorulara günün değişen
belirlenmiş olan düşünce, değer ve
şartları ve ihtiyaçlarına uygun bir şekilde cevap
yönlendirmeler
verilebilmesi için, öncelikle
4- Yaşantısını bu düşünce ve değerler sistemine uygun hale getirmek
- Din nedir?
karşılığında yüce egemenliğin verdiği
- Din-hayat ilişkisi nasıldır?
mükafat veya ona uygun olmaması halinde verdiği ceza.5
Din Nedir?
Bu terimle kişinin; yüksek bir otoriteye boyun
“İslam ve iktidar” konusunda, “din algılamaları”nın sahip olduğu belirleyici etki sebebiyle, kavram üzerine eğilme ihtiyacı
eğdiği; kanun, kaide ve sınırlamalarına itaat ve onlara uygun yaşamayı kabul ettiği; itaat halinde büyüklük, mükafat ve derecelerle
doğmuştur.
ilerleme umduğu; isyan halinde ise zillet,
Din; Pehlevice, İbranice ve Arapçada ortak
ilişki biçiminin kastedildiği görülür. Bu ilişkide;
olarak kullanılan bir kelimedir.1 Pehlevicede
Allah’tan insana doğru hakimiyet, buyruk;
din2, İbranicede hüküm3, Arapçada ise çeşitli
insandan Allah’a doğru ise boyun eğme, saygı
manalarda kullanılır. Bu anlamlara baktığımızda
ve emirlere itaat vardır. Bununla birlikte kavram,
“din binasının dört temele dayandığı, diğer bir
tarihsel olarak bir toplumda görülen, kurulmuş
aşağılanma ve kötü sonuçtan korktuğu bir
İlhami Güler. Sabit din Dinamik Şeriat. Ed-Din. Lügat
1
anlamı (etimolojik Köken). Ankara Okulu yayınları. S 10 Arthur Jeffery. The Foreign Vocabulary of the Qur’an.
2
Ahire 1937. S 132,133 (Bu kaynağa “İlhami Güler. Sabit din Dinamik Şeriat. Ed-Din. Lügat anlamı (etimolojik Köken). Ankara Okulu yayınları. S 10” kanalıyla
ve uygulanmakta olan sabit bir düzeni ve sistemi ifade etmez. Toplumsal ameller, toplumsal uygulama veya toplumsal pratik dediğimizde ulaşacağımız nokta Mevdudi. Kur’an’a göre dört terim. Din. Kur’an’da din
4
ulaşılmıştır.)
kelimesinin kullanılışı.
Hebrew and English Lexicon of the old testament.
3
22
Din kelimesini meydana getiren dört unsur
5
Oxford 1959. S 192; Wilfred Cantwell Smith. The
ifade edilirken, direk Mevdudi’den alıntı yapma
meaning and end of religion. Newyork, 1964. S 91 (Bu
yoluna gidilmemiştir. Bunun sebebi, Mevdudi’nin
kaynaklara “İlhami Güler. Sabit din Dinamik Şeriat.
tanımlamasında (makalenin ilerleyen kısımlarında
Ed-Din. Lugat anlamı (etimolojik Köken). Ankara Okulu
ele alınacağı üzere) “Din” ile “Şeriat” kavramlarının
yayınları. S 10” kanalıyla ulaşılmıştır.)
birbirine karışmış olmasındandır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
millet ve şeriat kavramlarıdır. Millet, belirli bir zamanda, belirli düşünce ve
değerlerden oluşan güncel uygulama üzerinde bulunan topluluktur. Yahudi ve Hıristiyanların Kur’an’da “din” değil de “millet” kavramıyla nitelenmesi buna örnek olarak verilebilir: “Sen onların milletine uymadıkça, ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar senden razı olacaklardır.”6 Düşünce, değer ve yönlendirmeler şeklinde
yaşayış, düzen ve yürürlükte olan sistemin kastedilmediğiyle ilgili olarak, bu ayetten sonra nazil olmuş bir ahkam ayetini örnek gösteriyor: Taberi’de rivayet edildiğine göre, Nisa 4/17610 nolu ayet, “Bugün sizin dininizi tamamladım ...” ayetinden sonra nazil olmuştur.11 Eğer bu ayette kastedilen mana; emir, hüküm ve yönlendirmeleriyle üzerinde bulunulan toplumsal uygulama olsa idi, sonrasında bir hüküm ayetinin inmemesi gerekirdi.
karşımıza çıkan dinin pratikte uygulanır hale
***
gelmesi; hukuk, siyaset, ekonomi gibi hayatın farklı alanlarına girmesi ve bir toplum teorisi
Din kavramı çerçevesinde ortaya çıkmış iki
halini alması, Kur’an’da şeriat kavramıyla ifade
temel yanlış algılama mevcuttur:
edilmiştir. Şeriat, bir dinin düşünce, değer ve yönlendirmeleriyle; tarihin herhangi bir anında,
1- “Din” ile dinin belli bir dönemde veya belli bir toplumda ortaya çıkmış
herhangi bir topluma, bir peygamber aracılığı
uygulaması olan “şeriat”ın özdeş hale
ile açılan yoldur. “Vahiy/kitap ve peygamber
getirilmesi
aracılığı ile indiği toplumun somut sorunlarını evrensel din (ed-din) açısından çözer. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah’a tapınma (ubudiyet)
2- Şeriatın kurallar yığını olarak algılanması ve bunun sonucu olarak da dinin,
Din’dir; fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir
“hayatın belli alanlarındaki emir ve
ve Şeriat’tır. Mirası adil bir şekilde paylaştırmak
yasakları yerine getirmek” haline
Din’dir; fakat bunun hangi oranlarda paylaştırılacağı
gelmesi. Yani ruhunu ve kuşatıcılığını
Şeriat’tır. Hırsızlığın, adam öldürmenin, zinanın
yitirmesi
kötü (ahlaksızlık) olarak nitelenmesi ve bunların engellenmesi, cezalandırılması gerektiği Din’dir;
Din ile şeriatın özdeş hale gelmesi şeklindeki
fakat bu suçlara hangi cezaların verileceği Şeriat’tır.
yanlış algılama, belli bir dönemde ortaya çıkmış
Sosyal ve siyasi ahlak Din’dir; fakat sosyal ve siyasi
olan uygulamanın evrenselleştirilmesi gibi bir
kurumlaşmalar Şeriat’tır.”7
“Bugün sizin dininizi tamamladım ...”8 ayetinde geçen “din”i ilk müfessirler müesses kurum olarak değil, temel içerikler olarak yorumlamışlardır. Örneğin, bu ifadeyi İbn Abbas şöyle yorumluyor: “Allah, Nebisine ve mü’minlere haber veriyor ki, imanı onlar için kemale erdirmiştir. Onlar bu konuda ebediyen bir ziyadeliğe ihtiyaç duymayacaklar. Allah, onu tamamlamıştır, ebediyen
probleme yol açmıştır. Bu algılamanın temelinde, dinin peygamberinin (Hz. Muhammed’in); peygamberliğinin bir gereği olarak, getirdiği din çerçevesinde bir şeriat tesis etmiş olması yatmaktadır. O dönem için İslam, hem Allah tarafından bildirilmiş olan düşünce, değer ve yönlendirmeler hem de bu düşünce ve değerlerin o gün şartlarında Resulullah 10
“Senden kendilerini aydınlatmanı isterler, de ki: “Allah
noksanlaştırmayacaktır. Allah onlardan razı olmuştur,
size ikinci dereceden mirasçılar hakkında şu açıklamayı
ebediyen onlara kızmayacaktır.”9 Taberi ise bu
yapıyor: “Şayet çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan
ayette geçen din kavramıyla toplumsal kural,
kimse ölürse, bıraktığının yarısı kız kardeşe kalır. Fakat kız kardeşinin çocuğu yoksa kendisi, ona tamamen varis
Bakara 2/120
olur. Eğer iki kız kardeş kalmışsa, bıraktığının üçte ikisi
İlhami Güler. Sabit din Dinamik Şeriat. Ed-Din. Şeriat-
onlaradır. Eğer mirasçılar erkek ve kadın kardeşlerse,
6 7
8
Din ilişkisi. Ankara Okulu yayınları. S 25
erkeğe, iki dişinin hissesi kadar vardır. Doğru yoldan
Maide 5/3
saparsınız diye Allah size açıklıyor.” Allah her şeyi bilir.” (Nisa 4/176)
el-Firuzabadi. Tenviru’l-Mikbas’an Tefsiri İbn Abbas.
9
(Sahifetu’Ali b. Ebi Talha). Kahire 1991. S 170. (Bu
11
et-Taberi. Cami’u’l-Beyan. 4/80. (Bu kaynağa “İlhami
kaynağa “İlhami Güler. Sabit din Dinamik Şeriat. Ed-
Güler. Sabit din Dinamik Şeriat. Ed-Din. Kur’an’daki
Din. Kur’an’daki anlam içeriği. Ankara Okulu yayınları. S
anlam içeriği. Ankara Okulu yayınları. S 13” kanalıyla
13” kanalıyla ulaşılmıştır.)
ulaşılmıştır.)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
23
öncülüğünde ortaya çıkmış uygulamasıdır. Allah’ın bildirdiği değerler (din); bütün insanların
ancak yararlanılması gereken bir örnek olabilir.
aynı ana babadan geldiğini; insanların birbirine
Nitekim Hz. Ömer konuyu böyle anlamış
üstünlüğünün, ırk, renk, güç veya zenginlikten
olmalıdır ki; ganimet konusunda yönlendirici bir
dolayı değil, takva ile olduğunu; birilerini zayıf
ayet12 ve Resulullah’ın kendi hayatı süresince
düşürerek onlardan menfaat sağlamanın zulüm
gerçekleştirdiği bir uygulama bulunduğu halde,
anlamına geldiğini söylemiştir. Kısacası, “kimi
bu uygulamanın değişen şartlar karşısında
insanların zayıf düşürülerek köleleştirilmesi” gibi
adaletsizlik üretmeye başladığını görüp
bir anlayış Allah’ın dininde zemin bulamaz. Fakat
ayeti yeniden yorumlamış ve Resulullah’ın
kölelik o günkü toplumun bir vakıasıdır. Aniden
uygulamasını değiştirmiştir. Mehir konusunda
kaldırıldığı takdirde yersiz, yurtsuz ve geçim
düzenleyici bir ayet13 ve Resulullah tarafından
imkanı olmayan önemli bir nüfusun ortaya
gerçekleştirilmiş bir uygulama olmasına rağmen,
çıkmasına sebep olacaktır. Bu gerçekler ışığında
değişen şartlar karşısında bu uygulamaya sınır
dönemin uygulaması, bu vakıa karşısında
koymaya kalkmış, hesaba katmadığı bir yönün
olabilecek en adil şekilde gerçekleşmiş; kölelere
kendisine hatırlatılması üzerine vazgeçmiştir.
adaletle davranılması emredilerek, köle azat
Kısacası o, din ile dinin Resulullah döneminde
etmek teşvik edilmiştir. Böylece köleliğin son
ortaya çıkmış uygulamasını özdeş görmemiştir.
bulmasına doğru giden süreç başlatılmıştır.
Dinin değişmez ilkelerinin bir dönem veya
Kölelik meselesinin bir benzeri, cariye konusunda da karşımıza çıkar. Uzak yerlerden savaş ganimeti olarak getirilen kadınlar, cinselliğinden ve iş gücünden yararlanmak üzere pay edilmişlerdir. Günün ulaşım ve güvenlik
coğrafyanın kendi şartlarında adalet sağlayan bir uygulamasının, farklı bir dönem veya coğrafyada adaletsizliğe sebep olabildiğini fark etmiş ve uygulamanın “adalet” ekseninde değişebileceğini düşünmüştür.
imkanları çerçevesinde, yerlerine ve yurtlarına
Ama sonraki dönemlerde şeriat ve dinin özdeş
dönme imkanları bulamamışlardır. Allah’ın
hale gelmesi, dinin dinamizmini yitirmesine
bildirdiği evrensel değerler (din), kadınları
sebep olmuştur. Değişen her türlü şart ve ihtiyaç
“savaş ganimeti” haline getirmeyi özendirmez.
karşısında adil çözümler üretme kabiliyetine
Ancak aniden varlığına son vermek, sahipsiz,
sahip iken, belli bir dönemin uygulaması
başıboş ve geçim imkanı olmayan önemli bir
etrafında donup kalmıştır. Bunun sonucunda
kadın nüfusunun varlığına yol açacağı ve daha
da, uygulandığı dönemde zamanın uygulama
büyük bir probleme sebep olacağı için, günün
ve kabullerine göre çok ileri ve çok adil olan,
şartlarında olabilecek en adil uygulama tercih
idari sistem, köleler ve cariyelerle ilgili hukuk
edilmiş; onlarla ilgili bir hukuk oluşturulup,
ve farklı suçlara dönük hadler; kabullerin
varlığına son verecek süreç başlatılmıştır.
gelişip insanın merkeze alınmaya başlandığı
Bu konuda, mesela: “Çok eşlilik” şeklindeki toplumsal vakıanın, dört adetle sınırlanması
dönemlerde, dinin gerici ve baskıcı olarak görülmesine zemin hazırlamıştır.
ve tek eşliliğe doğru yönlendirilmesi; kadının
Din ile şeriatın özdeş hale gelmesi bu sonuçlara
ticari hayattan tamamen uzak kalmış olması
yol açmışken, Şeriatın hayatın belli alanlarındaki
şeklindeki toplumsal vakıa sebebiyle ticari
emir ve yasaklardan ibaret hale gelmesi ise
konularda, bir erkeğin şahitliğinin iki kadının
dinin ruhunu ve kuşatıcılığını yitirmesine
şahitliğine denk sayılması gibi farklı farklı
sebep olmuştur. Böylece dini hayatın sınırlı
örnekler verilerek konu çeşitlendirilebilir. Fakat
alanlarına hapseden anlayışlar vücut bulup
sonuçta ulaşacağımız nokta; dinin ilahi, yani
gelişmiştir. Kimisi dini; cin, şeytan, cennet,
Allah katından olması; uygulamanın ise beşeri,
cehennem, melek, kıyamet gibi, hayatla direk
yani dine iman etmiş aklın ürünü olmasıdır.
ilgisi bulunmayan konularda Allah tarafından
Din evrenseldir, ama uygulama dönemsel ve
bildirilmiş (sorgulanamaz) dogmatik bilgiler
yerel özellikler taşır; din mükemmeldir, ama uygulama insana özgü eksikliklere ve kusurlara
24
sahip olabilir; din bağlayıcıdır, ama uygulama
12
Enfal 8/41
13
Nisa 4/4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olarak anlamaya başlamıştır. Kimisi, Allah’ın
giden evler sizin için Allah’tan peygamberinden
kendisine nasıl tapınılacağını öğretmek için
ve Allah yolunda çalışmaktan daha değerli ise,
bildirdiği, dua, ibadet ve merasimler olarak
Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah
görmüştür. Kimisi ise hayata dair bir iddiası
günah işlemeye istekli (fasık) kimseleri doğru yola
bulunmayan, sadece çeşitli konularda emir,
eriştirmez.” (Tevbe 9/24)
yasak ve direktifler bildiren bir kurallar yığını zannetmeye başlamıştır. Bu anlayışlara sahip olan kimseler, Avrupa’da ortaya çıkan düalizme kolayca uyum sağlamışlar ve din, Allah ile kul arasındaki bir inanca dönüşerek hayat sahasından tamamen uzaklaşmıştır. Din hayat ilişkisi nasıldır? 1- Allah’ın dini, sadece kalpte veya beyinde gerçekleşen bir inanç; hayatın belli alanlarında uyulan sınırlı bazı kurallar; önemli gün ve gecelerde artırarak yerine getirilen ibadet ve merasimler değil; hayatın kendisine göre oluşturulacağı ilke, değer ve yönlendirmelerdir. Kendisine uyulduğunda zulüm sona erer. Adaletsizlik ortadan kalkar. Haksızlıklar son
“İnananlar Allah yolunda savaşırlar. İnkar edenler ise, kendisi azmış ve başkalarını da yoldan çıkarmaya çalışanların (tağutların) yolunda. Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın, hiç şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa 4/76)
2- Din-hayat ilişkisi bakımından ele alınması gereken önemli bir başka konu: “dinde zorlama yoktur” ve “din Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” ayetlerinin ifade ettiği anlamlardır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Dinde zorlama yoktur. Doğru yol, eğri yoldan tamamen ayrılıp açıkça ortaya konmuştur. Artık her kim tağutları inkar eder, Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa tutunmuş olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara 2/256)
bulur. Hayatın bütün şubelerinde iyilik, güzellik,
“Fitne ortadan kaldırılıncaya ve din Allah’ın
adalet ve ahlak filizlenmeye başlar.
oluncaya kadar onlarla savaşın! ...” (Bakara 2/193, Enfal 8/39)
Allah’ın dinine uymak bütün insanlık için, sonunda kendilerinden hesap sorulacak bir sorumluluktur.
Bu ayetlerde, “dine zorlamamak” ve “din Allah’ın oluncaya kadar savaşmak” şeklinde, birbirine zıt gibi görünen iki farklı durum göze çarpmaktadır.
“Ey insan! Sana da “Her türlü batıldan yüz çevirmiş olarak gerçek dine yönel!” diye emredildi. Allah’ın yanı sıra başka varlıkları ilah edinen birisi olma!” (Yunus 10/104-105)
Sadece Allah’a itaat eden ve bu itaati; ibadetle; hayatın her anında adil ve ahlaklı olmakla; zulme boyun eğmeyen bir duruşla ve zulümlere engel olma çabasıyla gösteren kişi Allah’ın dini üzeredir, yani Müslüman’dır. İnsanların samimiyet, güç, kabiliyet ve imkanları farklı farklıdır. Ancak esas olan, herkesin, elinden gelenin en iyisini yapmasıdır. Ama Kur’an beraberinde şu uyarıları da ihmal etmez:
“Din Allah’ın oluncaya kadar savaşmak” ayetini esas alan Selefi düşünce çizgisinin kimi temsilcileri; gerekirse zor kullanarak dinin hakim kılınması gerektiğini, dinin hakimiyetinden sonra oluşan ortamda herkesin kendi inancını seçmekte özgür olduğunu söylemiştir. “Dine zorlamamak” ayetini esas alan geleneksel Sünni düşünce çizgisinin kimi temsilcileri ise “bütün dinlere hoşgörü” ve “dinler arası diyalog” tezini geliştirip, dinler arasında ortak bir payda oluşturmaya girişmiştir. Bahsi geçen her iki tez de, İslam dünyasının sömürge haline getirildiği son iki yüzyılda gelişmiştir. Aralarında zıtlığa varan derin farklılıklar bulunmasına rağmen, dinin hayata yansıması konusunda ortak bir
“İnsanlar, “İman ettik” demekle bırakılacaklarını,
paydada buluştuklarını söyleyebiliriz. Her iki
sınavdan geçirilmeyeceklerini mi sandılar?”
çizgi de din-hayat ilişkisini; İslam şeriatının
(Ankebut 29/2)
hayatta gerçekleştirilmesi temelinde ele
“De ki: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza
almaktadır. Yani her ikisine göre de dinin hayata yansıması; Kur’an ve sünnetle belirlendiği kabul edilen emirlerin, nehiylerin, düzenlemelerin ve yasaların bugün aynen uygulanmasıdır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
25
Ne var ki, (her düşünce ekolüne göre farklı
Putperestlik, toplumsal yaşayışın kendisine
yorumlanan) şeriat, mevcut uygulamalarının
göre oluşturulduğu düşünce ve değerlerin
ortaya çıkardığı sonuçlar sebebiyle; insanlara
temel karakteristiğini oluşturmaktaydı. Putların
sempatik gelmemekte, korku duymalarına ve
konuşma kabiliyeti olmadığı ve kendilerini
muhalif tavır sergilemelerine yol açmaktadır.
bile korumaya güç yetiremedikleri için,
Ne olursa olsun dini hakim kılmak düşüncesiyle
aslında düzen; putlar adına konuşan gücün
hareket edenler; bu muhalefet karşısında,
kontrolündeydi. Kabe’nin varlığı ve bütün
“insanlığın kurtuluşu için gerekirse zor
kabilelerin putlarının burada bulunuyor olması,
kullanmak” fikrini geliştirmiştir. Sünni çizginin
Kureyş’in elini güçlendirmekteydi. Onlara, hem
bahsi geçen temsilcileri ise dini sempatik
dinin merkezinde söz sahibi olma hem de din
göstermenin yollarını aramış, hatta bu uğurda,
turizmi sebebiyle ticari bir imtiyaz elde etme
dinden tek taraflı tavizler verme noktasına kadar
imkanı sunuyordu.
gitmiştir.
Kabilecilik, toplumsal yapının temelini
Peki, meselenin aslı nedir? Resulullah
oluşturuyor ve hakim düzenin sürmesinin
önderliğinde ortaya konan tecrübe, din-hayat
teminatlarından birisi görevi görüyordu.
ilişkisini doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı
Arabistan’da, herhangi bir şahsa karşı, onun
olacaktır.
bir insan olması gerçeğine dayalı genel
Anlama çabamıza yeni bir soruyla başlayalım; Resulullah’ın duyurduğu çağrı neye karşı çıkıyor ve nasıl bir hayat inşa etmek istiyordu? Bu soruyu cevaplayabilmemiz için, öncelikle; cahiliye dinini/düzenini doğru anlamamız gerekmektedir.
bir sorumluluk yoktu. Genel olarak çölde karşılaşılan bir adamı öldürmekte bir hata veya günah söz konusu değildi. Sadece güvenlik endişesi ve kısasla bağlantılı bazı hususlar, bir kimseyi onu öldürmekten alıkoyabilirdi.15 Topluluğun üyelerinden biri öldürülür veya bir zarara uğrarsa, diğerleri onun intikamını almak üzere derhal harekete geçerlerdi. Diğer
Vahiy gelmeden önce Arap yarımadasında hakim olan din/düzen, Mekke şehri merkezinde oluşmuş ve Kureyş kabilesi kontrolünde bulunmaktaydı. Bu düzenin beş temel unsuru vardı: Putperestlik, kabile asabiyeti, ilaf14, faiz ve fuhuş... Hakim dinin/düzenin; düşünce
ve değerler yönünü oluşturan putperestlik, siyasi yönünün temelini oluşturan kabilecilik ve ekonomik yönünün temelini oluşturan faiz, Kureyşliler tarafından uydurulmuş ve yerleştirilmiş kavramlar değildi. Ancak Kureyş kabilesi, Resulullah’ın dedelerinden Kusay ile başlayan bir süreçte; önce belirleyici bir güç haline geldi, sonra da Haşim b. Abdumenaf tarafından kurulan ilaf ile bir hakimiyet düzeni oluşturdu. Böylece bütün kavramlar, hakim din/düzen içerisinde bir yere oturdular ve ona hizmet eder hale geldiler. Ahid, antlaşma ve talebe binaen verilen beraat.
14
“Kureyş’in ilafı; Kış ve yaz yolculuklarında güvenli seyahat etmelerini (ve böylece güvenli ticaret
üyelere yardım etmek ve gerekirse onların intikamını almak, topluluğun her bir üyesi için kutsal bir görevdi. Zarar görenin haklılığı veya haksızlığı bile sorulmazdı. Cana karşı can temel kuraldı. Dolayısıyla hem herhangi bir kabileye bağlı olmayan “birey” düşünülemezdi hem de herhangi bir kabile mevcut siyasi dengeleri kolayca bozamazdı. Yani bireyler kabilelere, kabileler ise mevcut düzene sıkı sıkıya bağlanmaktaydılar. (Bir tür şehir meclisi olan) Dar’un-Nedve bütün kabilelerin soylularını bir
araya getiren bir yapı idi ve toplumsal kararlar birlikte alınırdı. Yapı itibariyle meclis, temsil edilen hiç bir kabilenin diğerlerinden daha etkili olmadığı bir nitelik taşıyordu. Ancak bu bütün kabilelerin eşit olduğu anlamına gelmiyordu. Teorik olarak bütün kabileler eşit temsil hakkına sahipseler de, alınan kararlarda hiç kimse zengin ve güçlü kabilelerle karşı karşıya gelmek istemez ve siyasi dengeleri bozacak bir adıma girişemezdi.
yapmalarını) sağlayan anlaşmalar sebebiyle, bu evin Rabbi için çalışıp kulluk etsinler. Ki O (böylece),
26
W. Montgomary Watt. İslam’da siyasal düşüncenin
15
kendilerini açlıktan doyurmuş ve korkudan emin
oluşumu. Hz. Muhammed döneminde İslam devleti.
kılmıştı.” (Kureyş suresi)
İslam öncesi Medine ve kabile devleti.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İlaf, Kureyş’in gücünün ve dolayısıyla
kurduğu düzenin ana unsuru idi. Haşim b. Abdumenaf’tan önce ticaret, Mekke’de üretilen
edemezdi. 3- Ticaret anlaşmalarının (İlaf) sağladığı imtiyazlar sayesinde güç Kureyşlilerin
az sayıdaki mamul istisna edildiğinde, tamamen
eline geçmişti ve sistemin tepesine onlar
yabancı tüccarlara bağımlı idi. Fakat Haşim,
yerleşmişlerdi.
kabileler üzerinde Kabe’nin sağladığı imtiyaz ve saygınlıktan istifade ederek, serbest ticaret antlaşmaları yapmaya başladı. Kabilelerle
4- Faiz ve fuhuş mekanizmaları sayesinde; zenginler fakirleri sömürdükçe
yapılan antlaşmalardan elde ettiği güç ona,
sömürüyor, güçlüler zayıfları ezdikçe
civar ülkelerle de benzer antlaşmalar yapmanın
eziyordu. Zayıf ve fakir insanların ne
kapısını araladı. Bu antlaşmalar, İlaf (ahit,
huzuru, ne onuru, ne de kendisini
antlaşma ve talebe binaen verilen beraat)
ayakta tutacak değerleri kalmamıştı.
ismiyle tarihe geçti.16 İlaf sayesinde Kureyşliler, senenin dört mevsiminde mal alım ve satımı için diledikleri ülkelere izin almaksızın gidip gelebilme imtiyazını elde ettiler. Değişik bölgeler arasında ticaret köprüsü haline geldiler. Bu sayede hızla zenginleştiler ve bölgede itibarları iyice arttı. Düzenin ve sistemin tepesine yerleştiler. Faiz ve fuhuş, Kureyş’in gücünün sürekliliğini
sağlayan unsurlardı. Hicaz kabilelerinin ileri gelenlerini kendilerine borçlandırdılar.17 Ticaret yapma imkanı veya becerisi olmayanlara da sıkıntıya düştüklerinde yüksek faizli borç para verdiler. Borcunu ödeyemeyenler, kendilerine borç verenin takdir ettiği kadar bir süre; ya ailesinden bir ferdi köle olarak vermek, ya da kendisi köleliği kabul etmek zorunda idiler. Köle olarak verilen kadınlar fuhşa zorlanır ve elde ettiği gelirle borcu ödemesi sağlanırdı. Genelevler, toplumun normal karşılanan unsurlarından biri haline gelmişti. Faiz girdabına kapılanlar, kendilerini bir daha kolay kolay kurtaramazdı. Bu da parası olanın gücüne güç katması anlamına geliyordu. Kısacası: 1- Hakim düzen/din zulüm, adaletsizlik ve mutsuzluk üretiyordu. 2- Putperestlik ve kabilecilik sayesinde güçlülerin hakimiyeti esasına dayanan bir sistem vardı ve bu sistemi değiştirmeye kolay kolay kimse cesaret Cengiz Kallek, “Mekke İktisadıyla İlgili Müesseseler”,
16
Bu durum vahyin gelmesine kadar böylece devam etti. İslam, tevhid, ahlak çağrısıyla ortaya çıktı ve
hayatın bir imtihan olduğunu açıkladı. Bu çağrı, insan fıtratına hitap eden düşünce ve değerler şeklinde kendisini gösterse de, Kureyş’in kurduğu düzene apaçık bir meydan okuma idi. Tevhid, Allah’tan başkasına itaat etmeme anlamı
taşıyordu. Bu: Alemlerin çekip çevrilmesi, yaratma, yok etme ve tabiat olaylarının düzenlenmesinde Allah’tan başka sözü geçen kimse bulunmadığı anlamına geldiği gibi; Allah’ın bildirdikleri dışında kalan düşünce ve değerlerin zulüm ve adaletsizliğe sebep olacağı, huzur ve mutluluk içerisinde bir yaşam için gereken adaletin sadece Allah’ın bildirdikleriyle18 gerçekleşebileceği anlamına geliyordu. Böylece tevhid inancı; putperestliği ve kabilecilik, ilaf, faiz ve fuhuş ekseninde gerçekleşen zulüm ve adaletsizlik düzenini tehdit etti. Cahiliyenin zulüm ve adaletsizlik dini karşısına, “Allah’a itaatten doğan adalet” esasına dayalı İslam dinini koydu. Hayatın bir imtihan olduğunu açıklamasıyla birlikte, gücü ve mülkü sorgulamaya açmış oldu. Ahlak çağrısıyla da ezilen ve fakir insanlara onur
vadetti. İşte ilk andan itibaren Kureyşlilerin İslam çağrısının karşısında yer alması, bu çağrının Aslında yaratılış özellikleri itibariyle insanoğlu da;
18
Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, ed. Vecdi Akyüz,
Allah’ın bildirdiği düşünce ve değerlere yatkın, hatta
İstanbul 1994, III, 406.
bağımsız düşünebilse onlara yakın değerler üretebilecek
M. G. S. Hodgson. İslam’ın serüveni. İz yayıncılık. Cilt
bir varlıktır. Ancak hırs, zaaf ve kusurlar çoğunlukla
1. S. 93
bunun önüne geçer.
17
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
27
kendi düzenlerini tehdit etmesinden dolayıydı. “İlahları tek ilah yapıyor. Herkes kardeştir diyor. Köleyle ve efendisini bir sayıyor” derken; putperestlik ve Kabe’nin sağladığı imtiyazlar ile kabilecilik ve ilafın sağladığı gücün ellerinden
görüş ve düşüncelerin bir araya getirilmesi idi. Adalet ve ahlak insanlığın ortak paydasıdır. Zulmün son bulmasını bütün insanlık arzu eder. Haksızlığın ortadan kalkması, gelir
kayıp gidiyor olmasına karşı çıkıyorlardı.
adaletsizliğinin düzeltilmesi, zayıf ve yoksulların
Kısacası:
istemediği bir şeyi zorla yaptırmaması ve
1- Resulullah, zulüm ve adaletsizlik dininin/ düzeninin karşısına açık bir şekilde dikildi.
gözetilmesi, gücünden dolayı kimsenin kimseye sömürmemesi, adaletin güçlü için farklı, zayıf için farklı çalışmaması herkesin ortak isteğidir. Dolayısıyla, çıkar ve menfaat odakları haricinde hiç kimse, insan fıtratının ortak sesi olan
2- Bu dini/düzeni bozmak ve yok etmek için gereken her şeyi yaptı. 3- Onun yerine; fıtratına kulak verebilen herkesin ortak buluşma noktası olan adalet ve ahlak değerlerini esas aldı ve ona dayalı bir din/düzen kurdu. Resulullah, zulüm düzeni karşısında bu kadar açık ve net bir tavır alırken, insanları İslam inanç ve şeriatına uyma konusunda zorlamadı.
bu değerlere itiraz etmez. İşte Resulullah, insanlığın ortak talepleri olan bu değerler etrafında bir hakimiyet düzeni kurup, adil ve huzurlu bir ortamda herkesin inancını özgürce yaşamasına imkan tanımıştı. Huzur ve adalete son vermek, zulüm ve adaletsizliğe dayalı bir düzen kurmak isteyenler haricinde hiç kimseye karşı baskı ve zor kullanmamıştı. Onlara karşı müdahalede bulunmak ise, zaten ezilen halkın ortak talebi olacaktı. ***
Medine’deki yapının toplumsal iş birliği zeminini oluşturan Medine Vesikası, Resulullah’ın bu konudaki tutumuyla ilgili açık ipuçları içermektedir. Bu toplumsal sözleşmeye göre: 1) Mü’minler ve onlara tabi olanlar tek bir toplum (ümmet) oluşturmaktadırlar. 2) Toplumdaki her bir kabile veya kabile kolu, kendi mensupları adına kan diyeti ve fidyelerden sorumludur (2 – 11. maddeler). 3) Toplumun üyeleri, suça karşı tam bir dayanışma gösterecek ve suçlu yakın bir akraba bile olsa ona destek olmayacaktır (13, 21. maddeler). 4) Toplumun üyeleri, inanmayanlara karşı savaşta, barışta ve himayeyi yerine getirme hususunda tam bir dayanışma gösterecektir (14, 15, 17, 19, 44. maddeler). 5) Çeşitli topluluklardan Yahudiler toplumun üyesidir ve kendi dinlerinde
Günümüze gelince: Günümüzde mevcut durum ile vahyin ilk geldiği dönemde Resulullah’ın karşı karşıya bulunduğu durum birbirine çok benzemektedir. Fakat bugün küresel ölçekli bir hakimiyet düzeni mevcuttur. Bütün dünya, paraya ve para babalarının hakimiyeti esasına dayanan zalim ve acımasız bir düzeninin esiri haline gelmiştir. Bugünkü düzen, materyalizmin fikir ve düşünceleri ifsad edici felsefesinden beslenmektedir. Gücünü; para ve serbest ticaret anlaşmalarından
almaktadır. Faiz ve spekülasyonlar gücünü artırmakta; (BM, NATO, IMF gibi) küresel kurumlar ve medya ise devamını sağlamaktadır.
serbesttirler. Onlar ve Müslümanlar, ihtiyaç
Materyalizm, insani değerleri anlamsız hale
halinde bir diğerine (gerekirse askeri) yardım
getirmiş, her şeyin fayda ve menfaat ekseninde
sunacaklardır (24 – 35, 37, 38, 46. maddeler).19
değerlendirilir hale gelmesini sağlamıştır.
Kısacası bu sözleşme, bir kesimin kendi yaşam biçimini diğer kesimlere dayatması ve zorla kabul ettirmesi değil; İslam mesajının özünü oluşturan adalet ve ahlak temelinde bütün farklı W. Montgomary Watt. İslam’da siyasal düşüncenin
19
oluşumu. Hz. Muhammed döneminde İslam devleti.
“Güçlü olan zayıf olanı yener” şeklindeki tabiat kanununu insan hayatına taşıyarak gücü kutsamış ve meşrulaştırmıştır. Böylece insanın toplumsal bir varlık oluşuna büyük bir darbe vurup, bencil bir varlık haline dönüştürmüştür. Bu felsefenin olduğu yerde, çıkar ve menfaat olmaksızın hiç kimse bir hedef için bir araya
Medine anayasası
28
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gelemez. Çıkar için bir araya geldiklerinde de
adaletine kavuşturmak ve dünyanın darlığından
zaten sistemi ihya etmiş olurlar.
İslam’ın bolluğuna ulaştırmak için, bizi buraya Allah
Para gücün anahtarıdır. Materyalist felsefede
para kimdeyse güç de ondadır. Serbest ticaret günümüz dünyasının “ilaf”ı
gibidir. Materyalizmin ilk ortaya çıktığı dönemlerde para kanallarını eline geçirenler, paranın imkanlarını kullanarak kendi çıkar
gönderdi.”
Resulullah kendisine karşı mücadele ettiği zulüm düzenine karşı panzehir niteliği gören değerler, günümüzün adaletsizlik ve zulüm dininin/ düzeninin panzehiri niteliğindedirler. -
İslam’ın zayıfların, ezilenlerin ve
ve menfaatlerine göre bir hakimiyet düzeni
sömürülenlerin sesi haline gelmesi;
kurmuşlardır. Bunların kaleleri fabrikalar,
paraya dayalı gücün (materyalizmin)
akıncıları uluslararası şirketler ve üsleri bankalardır. Fabrika kurdukları, şirket açtıkları
-
zulüm ve ahlaksızlık üreten düzenlerin
ve banka sahibi oldukları her ülke onlara mahkum ve bağımlı hale gelmekte; bir bakış açısıyla onların eline geçmektedir. Bir ülke
-
Kureyşlilerin, civar kabile ve ülkelerle yaptıkları ilafa benzer bir etki göstermektedir. Bu kavramlara göre yapılanmış ekonomilere
-
-
ve “ihtiyaçtan fazlasını infak edin”21 ayetlerinde ortaya çıkan prensipler
açık yöntemlerle emmekte; yerli halkı fakirlik
servetin belli ellerde toplanmasının
ve açlığa mahkum etmektedirler. Ekonomisini -
gücüne güç katan araçlardır. Bireyler, şirketler ve ülkeler faiz karşılığı borçlandırılırlar. Ham madde ve tüketim maddelerinin fiyatları ile borsa ve para üzerinde gerçekleştirilen
İnfak, zekat, sadaka gibi kavramlar fakirlik ve yoksulluğun
görememektedirler. Faiz ve spekülasyon, günümüz egemenlerinin
“Mal sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın”20
kurmaktadırlar. Ülkelerin zenginliklerini gizli ve
tamamen geri kalmakta, rahat ve huzur yüzü
Müslümanların kardeşliği kavramı emperyalizmin ve sömürünün
kolayca nüfuz etmekte ve hakimiyet
bu kavramlarla yapılandırmayan ülkeler ise
İnsanların kardeşliği kavramı bireyselliğin ve bencilliğin
ekonomisinin “liberal ekonomi, serbest ticaret, küreselleşme” gibi kavramlarla yapılanması;
Tevhid esasına dayalı adalet anlayışı,
sonunu hazırlar. Toplumların hazır hale gelmesiyle birlikte faiz ve fuhşun yasaklanması ise adalet ve ahlakın kalıcı hale gelmesini sağlar.
spekülasyonlar aracılığıyla faiz girdabına
Çıkar ve menfaat sahibi guruplar haricinde hiç
sokulurlar. Girdaba girdiği andan itibaren birey,
kimse, bunların sonunun gelmesinden dolayı bir
şirket veya ülke, küresel egemenlerin kölesi
sıkıntı duymaz. Aksine canı gönülden talep eder.
haline gelir. Onlar her geçen gün fakirleşirken
İnsanlığın ortak sesi olan adalet ve ahlak dini/
egemenler güçlerine güç katarlar.
düzeni kurulduktan sonra ise isteyen istediği
Küresel kurumlar ve medya ise düzenin
devamını sağlayan araçlardır. Ülkeleri, zulüm
inancı seçebilir ve ona göre yaşayabilir.
düzenine boyun eğmeye ve onun bir parçası
Sonuç:
haline gelmeye mecbur ederler.
Bu makalede ele aldığımız konular, sonuç
Böyle bir ortamda İslam’ın temel iddiası, doğal olarak zulüm ve menfaat düzenini bozmak ve Rebii bin Amir’in İran orduları başkumandanı
itibariyle bizi şu gerçeklere ulaştırmaktadır: 1- Din, yüzlerce yıl önce belirlenmiş sabit kurallar, kalıplar ve uygulama modelleri
Rüstem’e söylediği şu sözü haykırmak yönünde olacaktır: “Dileyenleri kula kulluktan kurtarıp İslam’ın
Haşr 59/7
20
Bakara 2/219
21
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
29
değildir. 2- Allah’ın dini, çıkar ve menfaatten uzak olan Allah’ın belirlediği düşünce ve değerler ve bunlar üzerine kurulu olan adalet düzenidir. Diğer dinler ise hangi düşünce ve değerleri paravan birilerinin çıkar ve menfaatleri üzerine kuruludurlar; zulüm ve adaletsizlik düzenleri ortaya çıkarırlar. 3- İslam’ın yeryüzünde gerçekleştirmeye çalıştığı adalet düzeni, aslında insanlığın fıtratının sesi, yani insanlığın ortak kabulüdür. Fıtratına kulak veren herkesin ulaşabileceği ortak doğrulardır. Ancak çıkar, menfaat ve hırs insanoğlunun bu değerlere uygun düzenler kurmasını engeller. 4- İslam zulüm düzenine karşı müsamahasız ve uzlaşmasızdır: “Baskı ve zorbalık kalmayıncaya ve sadece Allah’ın düzeni hakim oluncaya kadar” onlara karşı mücadele eder ve savaşır. 5- Zulmün varlığına son verdikten sonra, adalet ve ahlak değerlerinden oluşan bir çatı altında herkesi iradesi ile baş başa bırakır. Herkes dilediği inancı seçip, ona göre yaşayabilir ve inancını öğretebilir.
- BİTTİ -
30
www.islamiyorum.com
olarak kullanırsa kullansın, mutlaka
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: Din,Devlet Ve İslamofobi
İslam’a Göre Din-Devlet İlişkisi Nuri YILMAZ Din-devlet ilişkisini sağlıklı bir şekilde kurabilmek için çözüm bulması gereken ilk problem, “Din nedir?” sorusuna verilecek sağlıklı bir cevaptır. Bu soruya bir önceki makalemizde cevap aramış idik. Bu makalede ise, din-devlet ilişkisine dair bazı hususları tespit etmeye çalışacağız.
Dünyanın çözümsüzlük içerisinde kıvrandığı bir ortamda, Müslümanların örnek bir uygulama ortaya çıkaramamaları, Allah’a karşı hesap vermeyi gerektiren büyük bir sorumluluktur. Ve temelinde, zihinlerin sabit kalıp ve kurallar içerisinde donmuş olması yatmaktadır. Halbuki zihinlerdeki kalıplar kırılabilse; farklı İslam coğrafyalarında ortaya çıkan uygulamalar daha doğru anlaşılabilecek; eksikleri, kusurları daha net görülebilecek ve günün değişen ihtiyaçları karşısında daha ön yargısız arayışlar ortaya çıkabilecektir. Bu makalede; zihinlerdeki kalıpların kırılması ve günün şartlarına uygun doğru arayışların ortaya çıkabilmesi için, bazı konularda İslam’ın yaklaşımını ele almayı ve bunlardan anladıklarımızı paylaşmayı hedeflemekteyiz.
modellerine kısaca değinip - Sonra “din-birey” ve “din-devlet” ilişkisinde İslam’ın ortaya koyduğu temel yaklaşımları ele alacağız.
Modern Toplumlarda Din-Devlet İlişkisi İnsanlık tarihinin son iki yüz yılı, din devlet ilişkisinin nasıl düzenleneceği sorununa Hıristiyanlık tarihinde ortaya çıkan siyasi tecrübeler ışığında çözüm aranan bir dönem olmuştur. İslam dünyası hızla gerilerken Batı dünyasının sanayi ve teknoloji alanlarında hızla gelişmesi; bütün dünyanın gözlerini bu bölgedeki gelişmelere dikmesine yol açmıştır. Hıristiyan tarihinde Din-devlet ilişkisinin seyrine baktığımızda, üç ayrı ilişki modeli1 ile karşı karşıya kalırız: Bunlardan birincisi Hıristiyanlığın Ortodoks2 mezhebine özgü bir modeldir ve dinin devlete tabi olduğu, yani dinin devlet içerisinde bir kurum haline geldiği bir uygulamayla karşımıza çıkar. İkincisi Katolik3 mezhebine özgü bir modeldir ve on Ali Bulaç. İslam ve modern zamanlarda din-devlet
1
ilişkisi. Cogito (Yapı Kredi Yayınları). Sayı 1. Yaz 1994. Önder olarak İstanbul’daki Patrik’i kabul eden,
2
Yunanistan, Rusya, Bulgaristan, Romanya ve
Bu çerçevede;
Sırbistan’da etkin olan Hıristiyanlık mezhebidir.
- Önce günümüzde ortaya çıkan ilişki
Önder olarak Vatikan’daki Papa’yı kabul eden en büyük
3
Hıristiyan mezhebidir. 1054 Yılında Ortodokslukla
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
31
birinci yüzyılda Vatikan’ın nüfuzunu artırması;
kadar boğulursa boğulsun, önemli değil! Ne de
mezhebin en kıdemli dini önderi olan Papa’nın,
olsa dünya günah diyarı, herkes günah işler!
kralların üzerinde bir otorite ve konum elde
Fakat Mesih bütün insanlığın günahının bedelini
etmesiyle başlar. Ardından da; taç giydirme ve
ödedi. Bundan yararlanabilmek için; “İsa’nın
krallığın onaylanması gibi yetkiler, engizisyon
Rab olduğunu ağzınla açıkça söyle ve Tanrı’nın O’nu
mahkemeleri ve aforoz gibi mekanizmalar ile
ölümden dirilttiğine yürekten iman et.”
din (kilise) devlete hükmeder hale gelir. Üçüncü ilişki modeli ise Protestan4 mezhebinin tarihsel pratiğinde ortaya çıkmış olan Laik modeldir. Din ile devletin yetki hudutlarını belirlemek suretiyle, aralarındaki egemenlik yarışını sona erdirmeyi hedefler; (kimi ekolleri) din adamları sınıfını reddeder; (kimi ekolleri ise) her türlü idari yetkinin dışında tutar. Buna göre laik model, siyasi bir güç haline gelmiş olan kiliseyi, bireysel veya ruhani işlerle meşgul olacağı bir konuma getirir.
Bir şart daha var! O da “İncil’e dayalı bir kiliseye üye olmak”: “İsa Mesih’e iman edip kurtulan kişiler başıboş bir şekilde bir köşede kalmaz. Rab onları diğer iman edenlerin topluluğuna “katar” ve onlar da “kendilerini elçilerin öğretisine, ekmek bölmeye ve duaya adarlar.”6 “Hem Tanrı’nın yüceliği hem
de üyelerinin sıhhati için kilise kendi içinde, günahkâr olarak yaşayanları aforoz etmek ve
Din ile devlet arasında ortaya çıkmış olan bu üç ilişki modeli, din ve devletin ayrı birer alan ve ayrı birer kurumsal yapı olduğu kabulüne dayanır. Üçü de Hıristiyanlık tarihinin doğal şartlarında ortaya çıkıp gelişmiştir. Şöyle ki: Hıristiyanlık öğretisinde “Tanrı”, yeryüzünde iyilik ve adaletin hakim olmasını isteyen, iyilik ve adaleti gerçekleştirmesi için insanın elinden tutup ona yol gösteren ve nihayetinde de verdiği imkan ve nimetlerin hesabını soracak olan bir güç değildir. İlk yarattığı insanlar (Adem ile Havva) yasak meyveden yedikleri için onlara küsüp cennetten kovan, ama sonra onlara acıyıp yeniden cennete girmelerine imkan verebilmek için kendi oğlunu gönderen bir güçtür. “İsa’nın
aynı zamanda istekli üyeleri eğitmek için bir disiplin sistemi oluşturur.”7 Sonuç: Her türlü günahı görmezden gelen bir din; ne günah işlemiş olursa olsun Oğlu’na inananları cennete kabul edecek olan bir Tanrı
ve Tanrı adına konuşma, dine kabul etme veya dinden çıkarma yetkilerini elinde bulunduran bir dini otorite; kilise…
Günahları affetme yetkisi tanrısal bir güçtür. İnsanlar zalim krallardan ve acımasız yöneticilerden korkarlar, çekinirler ama cehennem korkusuyla kıyaslanabilecek hiçbir korku ve çekince yoktur. Ne kadar zalim ve ne kadar güçlü olursa olsun hiç bir dünyevi otorite;
Rab olduğunu ağzınla açıkça söyler ve Tanrı’nın
cennet ümidi ve cehennem korkusu verebilen
O’nu ölümden dirilttiğine yürekten iman edersen
bir güçle rekabet edemez, kimin cehenneme
kurtulacaksın” diyerek, yeniden cennete girmenin
gideceğine karar veren otoriteden daha üstün
5
anahtarını bildirir. Zulümle, adaletsizlikle, yoksullukla, açlıkla, gelir adaletsizliğiyle, ahlaksızlıkla bir işi yoktur. Nasıl bir hayat yaşıyor olursan ol; ne kadar ahlaksızlık yaparsan yap; insanlara ne kadar acı çektirirsen çektir ve ne kadar zulüm işlersen işle; senin yüzünden insanlar, yoksulluk ve sefalet içerisinde ne yolunu tamamen ayırmış; iki mezhep, karşılıklı olarak birbirlerini aforoz etmişlerdir. Bu durum 1964 yılına kadar sürmüştür. 16. Yüzyılda Martin Luther ve Jean Calvin’in
4
olamaz. Tanrısal bir gücün insan tarafından kullanılması insanı tanrılaştırır. Tanrı’yı alabildiğince etkisiz, o gücü elinde bulunduranı ise alabildiğince etkili hale getirir. Nitekim kilisenin tarihi, insanın Tanrı rolüne soyunma tarihidir. Hıristiyanlık tarihi ise Tanrı rolündeki kurumsal otorite ile toplumları yöneten devlet otoritesinin çatışması tarihi... İlk zamanlarda devlet, kilise otoritesini kontrol altında bulundurmuş (Ortodoks modeli), sonra
öncülüğünde Katolik Kilisesi’ne ve Papa’nın otoritesine karşı girişilen Reform Hareketi’nin sonucunda
6
doğmuştur (1529)
7
Kutsal Kitap – Korintliler 5–6, Galatyalılar 6:1–5, 1.
Kutsal Kitap – Romalılar 10:9
5
32
Kutsal Kitap – Elçilerin işleri 2:40–47 Petrus 3:15
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
devlet otoritesi tanrısal güce yenik düşmüş
nizamlar bütününün dini bir referanstan değil, bizzat
ve kilise, devletleri kontrol etmeye başlamış
dünyanın kendi içinden çıkarılmasını öngören bir
(Katolik modeli), ardından ise tanrısal gücün
kamu düzeni olarak tanımlanabilir. Laiklik, bizatihi bir
yıkıcı etkilerinin görülmesiyle kiliseyi siyasi güç
materyalizm ve ateizm (dinsizlik) değil, ‘lâ-dinîlik’tir;
olmaktan çıkaran üçüncü aşama başlamıştır
Din ile Kamu Düzeni arasına bir mesafe çekmek,
(Protestan modeli).
Din’i kamu hayatına karıştırmamaktır. Hıristiyan
*** Hıristiyanlık tarihinde, bütün bu aşama ve modellerin kabul edilebilir bir karşılığı bulunmaktadır.
(özellikle Katolik) kültüründe ve doktrininde mevcut olan kilise kurumuna karşı daima soğuk, mesafeli ve kuşkucudur.”8
Dinin bir kurumla özdeş hale geldiği, o kurumun da bir kral, bir imparator gibi güç arayışına
Fakat Protestan modelin vücut bulmaya başladığı dönem, Batı’nın; Rönesans ve Reform hareketleriyle genel anlamda uyanışa geçtiği bir dönem olmuştur. Bilimde, teknolojide ve sanayide ortaya çıkan hızlı gelişme Batı’nın hızla zenginleşmesine ve güçlenmesine yol açmıştır. Oluşan bu güç karşısında çaresiz kalan toplumlar, benzer bir aydınlanma yaşayabilmek için yollar aramaya başlamışlar; ne var ki Batı’yı aynen taklit etmekten başka çare bulamamışlardır. Çare
girdiği bir kültürel zeminde, dini diktatörlüğü engellemek için bu kuruma sınırlamalar getirmek anlaşılabilir bir tutum olabilir. Ama “kilise” gibi din ile özdeş ve Tanrı gibi davranan bir kurumun olmadığı farklı kültürel ortamlarda nasıl uygulanacaktır. Olmayan bir baskı nasıl engellenecek, olmayan bir şeye nasıl sınırlama getirilecektir. İşte bu noktadan itibaren “Laisizm” devreye girmiştir.
üretebilme potansiyeli taşıyan toplumlar ise
“Laisizm, Laiklik’in ideolojileştirilmesi; katı, sert, Din
gücünü sömürü için kullanmayı hedefleyen
karşısında agresif, despotik bir devlet politikası haline
Batı’nın saldırı ve dayatmaları karşısında fırsat
getirilmesi demektir. Laiklik’in Din (Batı özelinde
yakalayamamışlardır.
kilise) ile mesafeli olmasına mukabil, Laisizm; Din’e
Sonuçta, zorla da olsa, gönüllü de olsa, Batı’da esmeye başlayan güçlü rüzgarlar kısa sürede dünyayı etkisi altına almıştır. Protestan
karşı, hattâ Din ile kavgalı olmak demektir ve bu bakımdan da felsefî olarak ateizm şeklinde kategorize edilememekle beraber ateizme meyyaldir.”9
mezhebinin fikri zemininde gelişen laik model,
Böylece; Hıristiyanlık zemininde, Tanrı yetkisiyle
bütün ülkelerin izlediği ve taklit etmeye
hareket eden bir kurumun diktatörlüğünü
başladığı bir model haline gelmiştir. Oysa bu
engellemek maksadıyla ortaya çıkan arayışlar,
noktada iki temel sorun bulunmaktadır:
tam bir din düşmanlığına dönüşmektedir. Din
1. Bu modelin (ve önceki modellerin) Hıristiyan dünyası dışında birebir karşılığı yoktur.
düşmanlığı ise bir yandan yaratıcısıyla ilgisini kopararak insanı maddeye ve dünyaya mahkum eder, diğer yandan ise yaratılış sebebiyle ilgisini kopararak insanı hayvanlaştırır. Yeryüzünü
2. Din ve devlet ilişkilerinin doğru bir zemine oturtulmasında Hıristiyan dünyasının problemini bile çözememişken; Hıristiyan kültürü ile örtüşmeyen farklı kültürel ortamlarda ideolojik bir dayatmaya dönüşmüş, halklarının beklenti ve ihtiyaçlarından kopuk devlet yapılanmalarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
iyilik ve güzellikle imar edecek ulvi varlık gider, aklını zulüm ve adaletsizlik için kullanan vahşi bir yaratık gelir. Zulüm ve adaletsizliğin olduğu yerde ise mutluluk ve huzur kalmaz. Nitekim günümüz dünyasında (Batı toplumları da dahil) insanlığın çok büyük bir çoğunluğunun acılar ve yokluklar içinde kıvranıyor olması, laisizmin bir sonucudur. Batı dünyası Katolik Kilisesi’nin Durmuş Hocaoğlu. İslam, Laiklik, Sekülerlik ve Türkiye
8
pratiği. Zaman gazetesi, 30/07/1998 Pazar, s 2
Laiklik, “dünya hayatını yönlendirecek kanun ve
Durmuş Hocaoğlu. İslam, Laiklik, Sekülerlik ve Türkiye
9
pratiği. Zaman gazetesi, 30/07/1998 Pazar, s 2
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
33
zulmünden kurtulmaya çalışırken, zulmün
görmezden gelebiliriz. Peki, din-devlet ilişkisi
bütün dünyaya yayılmasına yol açacak süreci
çerçevesinde yapılan kadim tanımlamaların
başlatmıştır.
bir sonucu olarak İslam coğrafyasının farklı
Laisizm insanlık üzerinde böyle bir yıkıma sebep olmuşken, Katolik Kilisesi gibi Tanrı yetkisiyle hareket eden bir kurumun olmadığı farklı kültürel atmosferlerde ek bir problem daha vücut bulmuştur. Doğal gerekçeler olmadan halkının inanç ve beklentilerine düşman kesilen devletler halklarına tamamen yabancılaşmışlar, hatta inançlarını korumak isteyen halklarını tehdit olarak görmüşlerdir. Bu durum ise Hıristiyan olmayan toplumlarda, ayrı bir baskı, zulüm ve huzursuzluk sebebi olmuştur. Peki!
yerlerinde uygulanmakta olan modellerin, İslam dairesi içerisindeki farklı görüşlere karşı bile tahammülsüz ve baskıcı olması karşısında ne yapacağız! Aslında ciddi bir problemle karşı karşıyayız. Yüzlerce yıldır sorgulanmayan ön kabuller, eskisine göre şartların çok fazla değiştiği günümüzde İslam’ın insanlık için bir çözüm olmasını engelliyor. Batı kaynaklı düşüncelerin uğrattığı yıkım karşısında insanlık acil çözüm yolları ararken, İslam akıllara gelmiyor. Bu durumun sebebi İslam değildir.
- Bütün dünyanın çözüm diye sarıldığı dindevlet ilişkisi modeli, serpilip geliştiği kültürel atmosfer için bile çözüm olmamış, zulüm ve adaletsizliği meşru hale getirmiş ise...
Bu durumun sebebi, zihinlerindeki anlayışlarla dini eş tutarak, kendi anlayışlarını din sanan Müslümanlardır. Çağın ihtiyaçlarına cevap veremeyen İslam değil, Müslümanların din zannettikleri katı anlayışlardır. Ve haddizatında
- Üstelik Hıristiyan olmayan toplumların gerçeklikleriyle örtüşmüyor ve meşru
“fobi”ye sebep olan İslam değil, İslam adına sorgulanmadan gerçekleştirilen uygulamalardır.
hale getirdiği zulüm ve adaletsizliğin o toplumlarda daha da artmasına yol açıyorsa...
İslam’a göre birey/insan, kendisine ‘akletmek’
Çözüm nedir?
gibi büyük bir güç verilmiş ve bu nimete layık ***
olup olmadığı ortaya çıksın diye imtihan edilen bir varlıktır. Bu çerçevede Kur’an bize; dünya
Müslümanlar açısından bu sorunun tek cevabı
hayatının sınırlı oluşundan, herkesin bir gün
vardır; İslam... Bu soruya o cevabı vermemek,
ölümü tadacağından ve Allah’ın huzuruna
muhatap kişi hakkında imani kuşkular
dönüp yaptıklarının hesabını vereceğinden
duyulmasına yol açabilir.
bahseder.10 İnsanın önüne ‘eğri’ ve ‘doğru’
Ancak İslam ve iktidar meselesinin belli yönlerini ele almaya çalıştığımız makalelerde ortaya konan tespitler; Müslümanların bu cevabın altını henüz dolduramadıklarını da açıkça ortaya koymaktadır. Meseleye bir de İslamofobi açısından baktığımızda ise meselenin bir başka yönü ile karşılaşırız: Müslümanlar haricindeki insanlar, İslam’ı bir çözümden ziyade bir tehlike
olmak üzere iki seçenek konulduğunu;11 aklını doğruluk için kullanan ve ona uygun bir yaşam sürenlerin cennetle ödüllendirileceklerini, kötülük için kullananların ise cehennemle cezalandırılacaklarını anlatır.12 Vadedilen ödüle ulaşmak için sadece sözün yeterli olmadığını, sözü doğrulayan bir yaşam sürmek gerektiğini ısrarla hatırlatır.13 Enbiya 21/35
olarak görmektedirler.
10
“Başkalarının ne düşündüğünün bir önemi yok.
12
Beled 90/10
11
Sonuçta din bir iman işidir. İman etmeyenlerin ön yargılı olmaları normaldir” diyerek, İslam’ı tehlike olarak niteleyen yaklaşımı
34
İslam’a Göre Din-Birey İlişkisi:
Kehf 18/48-49 Ankebut 29/2-3. Ayrıca Enes’ten bir rivayette
13
Peygamberimiz şöyle buyurur: “İman, temenni ve dileklerle, ya da salih kişi gibi görünmekle olmaz. Kalpte yerleşmesi ve yaşayışın da doğrulamasıyla vücut bulur.”
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Bu gerçekler ışığında din ise (Kur’an’la ilgili
samimiyetsizlik olarak görür.19 Diğer dinleri,
tanımlamalardan yola çıkarsak) hak ile
‘Allah katında makbul olmayan dinler’ olarak
batılın ayırt edilmesini sağlayan bir ölçü ,
tanımlar. Onlara yönelmeyi ‘küfür’ olarak niteler.
karanlıklardan aydınlığa çıkaran değerler, yolu
İnsanoğlu için tek kurtuluş yolunun Allah’ın dini
aydınlatan bir nur , eğrilik ve kötülüğe karşı
olduğunu söyler.20
14
15
kalplerin şifası16 ve doğru yola ulaştıran bir rehberdir17. Tevhid cümlesinde ifadesini bulan temel düstur ekseninde insanlara; hak ve adalete götürecek düşünce, değer ve ilkeleri anlatır. Sınırlı sayıdaki bazı emir, yasak ve
Allah’ın dini ile diğer dinler arasında belirgin kimi farklar vardır. Diğer dinler: 1. Belli şartların ve eğilimlerin denk düşmesiyle sınırlı bir zamanda ve sınırlı
yönlendirmelerle ise dinin değerleriyle donanmış
bir coğrafyada ortaya çıkarlar. Bu yüzden,
bir aklın hangi yönde çalışması gerektiğini
düşünce ve değerlerini oluştururken şartları
gösterir.
ve eğilimleri göz önünde bulundurur, onlara hoş gelecek söylemler geliştirirler.
Din ile birey arasında olması gereken ilişkiye gelince; Kur’an bu ilişkiyi, ‘Müslüman’, ‘mü’min’ ve ‘Salih amel’ kavramlarıyla ortaya koyar. Yani
2. Bu dinlerin öncüleri gücü bir kere ele geçirince ve insanları kendilerine bir
Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşamak
kere boyun eğdirince; kanun, yasa ve
isteyen insanın din karşısındaki pozisyonu, onun
kurumlarla hakimiyetlerini teminat altına
getirdiği düşünce ve değerlere teslim olmak,
almaya çalışırlar. İnsanları ve toplumu
inanmak ve onlara uygun bir yaşam sürmek
kurallarına ve yasalarına uymaya zorlarlar.
şeklindedir.
Düzenlerini mümkün olduğunca kalıcı hale getirip, otoritelerini varislerine devretmeyi
Fakat bu noktada açılması gereken hususlar
isterler
vardır:
İslam ise:
1- Din bir zihniyettir:
1. İnsanlığın başlangıcından beri vardır
İnsanın hayatı boyunca elde edebileceği
ve kıyamete kadar da var olacaktır.
sıfatlardan ve unvanlardan birçoğu, ya eğitimini
Evrenseldir. Şartlara ve eğilimlere denk
görerek, ya imtihanını kazanarak, ya da
düşen bir söylem tarzıyla evrensellik
çekirdekten yetişme diye tabir edilen öğrenme
gerçekleşmez. Bu yüzden İslam, insanın
yöntemleri ile elde edilir. Fakat herhangi bir
kendisine göre yaratıldığı gerçeklere denk
dinin mensubu olabilmek için, o dinin gereklerini
düşen bir söylem tarzıyla; her dönem
bilmek ve itaatle ona uygun yaşamak gerekir.
ve ortamda geçerli olan, her dönem ve
Aksi takdirde mensubiyet, (başka bir ifadeyle
ortamda ihtiyaçları karşılayan düşünce ve
dinin kendi mensupları için öngördüğü sıfat/
değerler ortaya koyar.
isim) lafta kalmış olur.
2. İslam’da üstün otorite, her şeyin yaratıcısı
Bütün dinler için geçerli olan bu durum,
olan Allah’tır. Ve Allah, imtihanın bir
İslam dini söz konusu olduğunda çok daha
gereği olarak yeryüzünde adaletin tesis
net ve belirgindir. İslam dini, lafta kalmış
edilmesini, insanoğlunun sorumlulukları
bir mensubiyeti hoş karşılamaz18; uygulama
arasına yazmıştır. Bu yüzden Müslümanlar,
ve yaşayışa dönüşmeyen inanca şüphe ile
zalimlerin hakimiyetine son vermek
bakar; hayatın farklı cephelerinde ortaya çıkan
için çaba gösterirler. Başarılı oldukları
farklı yöneliş, tercih ve uygulamaları, inançta
coğrafyalarda adaleti tesis etmeye uğraşırlar. Adaletin kalıcı olması ve
Furkan 25/1
14
zulmün geri gelmemesi için, günün
Teğabün 64/8
15
şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun; kanunlar,
Yunus 10/57
16
Bakara 2/2
19
Ankebut 29/2-4
20
17 18
Zümer 29/29, Yusuf 12/39 Al-i İmran 3/83, 85
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
35
düzenlemeler, kurumlar ve uygulamalar
yer yer önayak olan) bir tutum içerisine girerler
oluştururlar. ‘Adaletin kalıcı olması’ veya
hem ahlaki zafiyetler içerisinde bulunurlar hem
‘zulmün geri gelmemesi’ belli kişilere veya
de yetimi, mazlumu, ezilmişi gözetmezler. İslam
her çağda aynı işlevi gören kurumlara bağlı
onların hayatında bir yaşam biçimine dönüşmez.
olmadığı için, “asla sorgulanamaz” olarak gördükleri kişiler ve kurumlar yoktur. Böylece yeni gelişmelerin ortaya çıkardığı şartlar içerisinde adaletin tesis edilebilmesi için yeni çözüm, düzenleme ve kurumlara açık olurlar.
Bu yüzden İslam kurallar ve kaideler belirlemekten ziyade zihniyet inşa ederek, insanları her an ve her durumda uyanık ve titiz olmaya sevk eder. İslam’ın zihniyetiyle donanmış olan bir kimse, Allah’ın kendisini her an gördüğünü, yaptığı her şeyden hesap
Kısacası İslam dışındaki dinlerin mevcudiyeti,
soracağını, bu yüzden her an ve her durumda
insanları kendilerine boyun eğdirmelerine, kendi
Allah’ın razı olacağı bir tutum içerisinde
kurallarına uydurmalarına, yani bir güç/devlet
bulunması gerektiğini bilir. Allah’tan sakındığı
tarafından temsil edilmelerine
21
bağlıyken;
ölçüde de, O’nun rızasını arar. Bireysel tercih
İslam’ın mevcudiyeti için, onun düşünce ve
ve alışkanlıklarından, hayat boyu karşılaştığı
değerleriyle donanmış ve yeryüzünde adaleti
bütün ilişki, sorun ve yönelişlere kadar her
tesis etmek için çaba gösteren Müslümanların
durumda, kendisine; “Allah’ı razı etmek
var olması yeterlidir. ‘İslam devleti’ diye
için nasıl davranmalıyım” diye sorar. Bu tür
tanımlanabilecek bir devlet olmasa bile, uğrunda
Müslümanların hayatında İslam bir yaşam biçimi
çaba gösteren Müslümanların varlığı, İslam’a
ve karaktere dönüşür. Müslüman olduğunu
fiili bir mevcudiyet kazandırır. Zaten vakıa bu
söyleyip, ibadetleri ve kimi emirleri yerine
olmasaydı, ‘belli bir coğrafyada hakimiyet’
getirip, hayatının geri kalan kısmında inancıyla
şeklini almamış hiçbir teslimiyet işe yaramazdı.
örtüşmeyen davranışlara ve işlere giren
Fakat Rahman olan Allah’ın bir lütfudur ki,
insanların çelişkisi bunlarda görülmez.
inanan ve uğrunda çaba gösteren tek kişi bile olsa, inancı ve çabası o kişiyi ‘Müslüman’
Şu halde Müslüman birey dini doğru algılamalı
yapmaya yeter.
ve karşılaştığı her durumda; “Allah’ı razı etmek
Eğer din, sabit/değişmez kurallar ve
İslam’ı bir karakter ve yaşam biçimi haline
kurumlardan ibaret olsaydı; bu kurumların
getirmelidir.
için nasıl davranmalıyım” sorusunu sorarak,
tesis edilebildiği ve kuralların yerine getirilebildiği coğrafyalar olmadıkça, Müslüman da olunamazdı. Fakat İslam; hayatın bütün alanlarıyla ilgili önceden belirlenmiş kanun,
Kur’an’da da emir ve nehiy şeklinde ayetler
kural, emir ve yönlendirmelerden ibaret değildir.
bulunur. Dolayısıyla İslam’ın hiç kural koymayan
Kurallardan ibaret bir din, herkesi hizaya sokmaya ve standart yaşamaya zorlayan kuru ve ruhsuz bir dindir. “Şu kurallara uy, sonra ne yaparsan yap” şeklinde özetlenebilecek bir kolaycılık ve gevşeklik içerir. Nitekim İslam’ı fıkhi kurallarla özdeş gören yaygın anlayışın da benzer bir insan tipi ürettiği görülmektedir. Bunların çoğu ibadetlerini yerine getirirler, kimi emir ve yasaklara uyarlar ama onun haricindeki zamanlarda; hem zulme rıza gösteren (hatta Burada kastedilen, İslam ile aynı kaynaktan geldiği
21
halde sonradan tahrifata uğramış Hıristiyanlık, Yahudilik gibi inanç temelli dinler değil, diğer beşeri ideoloji ve hayat görüşleridir.
36
2- Din ile şeriat birbirinden farklıdır:
bir din olduğunu söyleyemeyiz. Fakat bu tür ayetlerin sayısı az ve çoğunlukla İslam düşünce ve değerleriyle donanmış olan bir aklın hangi yönde çalışması gerektiğini gösteren örnek ve yol işaretleri şeklindedir. “Din nedir?” sorusuna cevap aradığımız bir önceki makalede dile getirildiği gibi; dinin belli bir coğrafyada nizam haline gelmesi, hayatın değişik alanlarında o nizamın hedefine uygun düzenlemeler ortaya çıkması ve kurum, kanun ve kurallarla temsil edilmeye başlanması şeriat kavramının kapsam alanına girmektedir. Gelişen ve değişen şartlar çerçevesinde Kur’an’ın indiği döneme göre; yeni yeni suçlar,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sosyal alanlar, yöntemler ve araçlar ortaya
zorunda kalırlar. Dini bu şekilde algılayanların
çıkmıştır. Dolayısıyla yeryüzünde adaleti tesis
başarılı olması, her şeye ezberler ve şablonlarla
etmeye çalışan Müslümanlar, belli bir coğrafyada
yaklaşan taklitçi zihniyetler üremesine yol açar.
zulmün varlığına son vermeyi başardıklarında,
Toplumsal bir güç kazanmaları ise, dini kendi
adaleti kalıcı hale getirmek için Kur’an’da ortaya
düşünceleriyle özdeş gören, farklı düşünceleri
konandan çok daha fazla kurumlar oluşturmak,
ayrı bir din veya bir fitne gibi gören, kendi
kanun ve kurallar koymak zorunda kalacaklardır.
düşüncesini kabul ettirebilmek için baskı
Buradaki temel espri, “dinin Allah’a ait olduğu ve asla değişmeyeceği, uygulamanın/
yapmaktan ve zorlamaktan çekinmeyen baskıcı bir düzenin ortaya çıkmasına sebep olur.
şeriatın ise insan anlayışının eseri olduğu ve
Oysa İslam coğrafyasında belli bir süre liderlik
değişebileceğidir.” Bu gerçek kavranmadığında,
yapmış ve liderliği bütün İslam ekollerinin22
herkes kendi İslam anlayışını “din” diye
övgüsünü kazanmış olan Hz. Ömer; dini,
dayatacak; ne kadar samimiyet ürünü olursa
zihniyet oluşturan düşünce ve değerler
olsun, farklı hiçbir görüşe ve uygulamaya hayat
olarak görmüş, uygulama ve kuralların bu
hakkı tanımayacaktır. Bu ise bir yandan farklı
zihniyete uygun bir şekilde zaman içerisinde
görüşlere kapalı Müslümanların despotizmine
değişebileceğini/değişmesi gerektiğini farklı
sebep olacak, bir yandan da onların kusur ve
örneklerle göstermiştir. Ganimet paylaşımı
yanlışlıklarının dine mal edilmesine yol açacaktır.
konusunu, müellefe-i kulub (kalpleri
Şu halde herkes, doğru olduğuna inandığı görüşleri için; “bunlar benim anladıklarımdır!” tevazusunu gösterebilmeli, açık çelişkiler
ısındırılacaklar) meselesini ve mehir olayını bu çerçevede hatırlatabiliriz: - Resulullah zamanında ganimetler, ayetle23
içermediği sürece farklı anlayışlara karşı
belirlenmiş bir pay olan ‘beşte bir’lik kısmı
tahammüllü olmalıdır. Farklı bir fikirle
dışında, savaşa katılanlar arasında pay
karşılaştığında ezberlerine uymadığı için
edilmekteydi. Fakat ardı ardına gelen
kestirmeden damgalayıp atmak yerine, “acaba”
zaferler ve aşırı derecede genişleyen
kuşkuculuğuyla anlayışlarını yeniden gözden
topraklar, çok büyük bir servetin ele
geçirmelidir. Bu yaklaşım tarzı, bireyleri “sabit
geçmesine yol açtı. Ganimet dağıtımının
fikir” sahibi olmaktan kurtaracak, gelişmeye ve
eskisi gibi devam etmesi durumunda gelir
ilerlemeye açık hale getirecektir.
dağılımının anormal bir şekilde bozulması ihtimali baş gösterince; hakkında inen bir
3- Din, bulunduğu yerde aklı ve iradeyi ortadan kaldıran bir unsur değildir: Kayıtsız ve şartsız bir teslimiyet öngörmesi bakımından, emir ve kurallardan ibaret bir din; dine girişi sağlayan “ilk tercih” aşamasından sonra, akla ve iradeye ihtiyaç duymaz. Her şeyin önceden belirlendiği ve kişiye sadece bunlara uymanın düştüğü bir ortamda; ‘akletmek’, ‘bilerek tercih etmek’ gibi değerler anlamsızlaşır. Din ruhunu yitirerek mekanik bir işleyişe bürünür.
ayet ve ayet çerçevesinde Resulullah’ın bir uygulaması bulunmasına rağmen, Hz. Ömer uygulamayı değiştirdi. Meseleyi değişen şartlara göre yeniden yorumladı. - Resulullah kendi döneminde bazı kimselere, kalplerini İslam’a ısındırmak amacıyla maaş bağlamıştı. Fakat Hz. Ömer, ‘bu vakte kadar ısınmadıysa, bundan sonra da ısınmaz’ diye düşünerek uygulamayı sona erdirdi. Bunu bir muhalefet düşüncesiyle değil, değişen şartlar karşısında uygulamayı dinamik kılmak için yaptı.
Zira emirlerden ve nehiylerden ibaret bir din, evrenselliliğini yitirir; bir süre sonra insanoğlunun gelişen ve değişen ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelir. Dini emir ve nehiylerden ibaret zannedenler, kabul görebilmek için irade ve aklı zincire vurmak
Halifenin yaklaşımını güzel bir şekilde ortaya koyan bir başka örnek olay ise mehir konusunda kendisini göstermektedir: Şia hariç
22
Enfal 8/41
23
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
37
- Mehir konusu Kur’an’da ayetle24 belirlenmiş bir konuydu. Fakat halife zaman içerisinde parasızlıktan dolayı evlenemeyen kimselerin bir sosyal sorun haline dönüştüğünü görüp çözüm aramaya girişti. Ve bir gün mehrin kaldırılmasını önerdi. Fakat ihtiyar bir kadının müdahalesi sonucunda, mehir kaldırılırsa boşanan kadınların sıkıntıyla karşılaşacağını ve bunun da başka bir sosyal soruna dönüşeceğini görüp, vazgeçti.
İslam’a Göre Din – Devlet İlişkisi: “İslam’da devlet” konusu, İslam tarihinin tartışmalı konularından birisi olagelmiştir. Aslında, “Mehdi gelene kadar ortaya çıkan bütün yönetimler kötüdür” diyerek kötüyle birlikte yaşamakta sakınca görmeyen Şia’nın ve “İbadetlere engel olmadığı, dini hükümlerin uygulanmasına müsaade ettiği, asayiş ve düzeni sağladığı müddetçe bütün yönetimler/devletler meşrudur” diyen Ehli Sünnet’in tavırlarına
Şayet Hz. Ömer uygulamayı ‘din’ ile özdeş görse
bakarak, bu meselenin tartışmalı bir konu
idi, Resulullah’ın uygulamalarını tartışmaksızın
olduğunu söylemek zordur. Ancak temelinde
taklit etmeye girişirdi. Fakat o, uygulamayı
zulme rıza göstermek yatan ve bu haliyle
temel esas olarak görmedi. Değişen şartlar
İslam’ın yeryüzündeki hedeflerinden uzak düşen
ve ihtiyaçlar karşısında uygulamaların, temel
bu iki güçlü damar, her dönemde kendi içinden
düşünce ve zihniyete uygun değişiklikler
farklı açılımlar doğurmuştur.
gösterebileceğini kabul etti.
Bu açılımlar içerisinde bugünkü devlet
Bu şekildeki bir yaklaşım tarzı, aklı zincire
taleplerini en çok etkileyen; İbn Teymiyye ile
vuran değil, akla her zaman ihtiyaç duyan
başlayıp, Mevdudi ve Seyyid Kutub ile devam
bir yaklaşım tarzıdır. İslam’ın düşünce ve
eden çizgidir. Şia ve Ehli Sünnet’in yol açtığı;
değerleriyle donanmış olan akıl dinin önünde
“zulümle, adaletsizlikle, yoksullukla işi olmayan,
bir tehlike değil, dinin dinamizminin ve farklı
fıkhi kurallardan ve dini merasimlerden ibaret
zaman ve coğrafyalarda ortaya çıkacak örnek
hale gelmiş” din algısının değişmesinde bu
uygulamalarının teminatıdır. Aklın olmadığı
çizginin, ‘düşüncede devrim’ sayılabilecek
yerde din adına herkes aynı gömleği giyer;
katkıları olmuştur. İslam’ı bir hayat görüşü
kimisine dar geldiği, kimisine bol geldiği,
olarak gören ve “bir yerde zulüm ve adaletsizlik
kimisine hiç gelmediği önemsenmez. Dinin
varsa, orada İslam’ın varlığı tartışmalıdır;
zihniyetiyle donanmış akıl ise onu, her zamana
İslam zulme ve adaletsizliğe rıza göstermez”
ve her coğrafyaya uygun hale getirir.
diyen kimseler, bu düşünce çizgisinden gelen
*** Sonuç olarak Müslümanlar; dinlerinin temel mesajını kavramış, ön yargı ve bağnazlıkla hareket etmeyen, sabit kural ve uygulamalar arasında sıkışıp kalmayan ve dinin gereklerinin günümüz ortam ve şartlarındaki doğru karşılıklarını bulmak için akleden insanlar olmak zorundadırlar. Bunu başardıklarında, insanlığın her türlü ihtiyaç ve problemine en doğru çözümler üreten din yeniden hayat sahnesine
Müslümanlardır. Katkıları küçümsenemez ve görmezden gelinemez. Fakat her düşüncede olduğu gibi bu düşünce çizgisinde de; söylendiği dönemde günün ihtiyaçlarına denk düşüyorken şartların değişmesiyle artık sorgulanır hale gelmiş veya o günün şartlarında hiç pratik değeri yokken şartların değişmesiyle çok önem arz etmeye başlamış farklı farklı konular vardır. Nitekim “İslam’da Devlet” konusu da bunlardan biridir.
inebilecektir. Zihni açık, akleden Müslümanlar
Din – Devlet ilişkisi açısından bakıldığında bu
eli ile materyalizmin bir enkaza çevirdiği
düşünce çizgisinin temelinde, İbn Teymiyye
dünyayı yeniden adalet ve mutluluk diyarına
tarafından formülize edilen şeriat devleti (şeriatı
dönüştürebilecektir.
uygulayan devlet) anlayışı yatar. İbn Teymiyye, “Allahu Teala iyiliği emredip kötülüğü yasaklamayı farz kılmıştır. Bunun gerçekleşmesi ise ancak güç, kuvvet ve devlet ile mümkündür.”25 diyerek, din ile
Nisa 4/4
24
38
İbn Teymiyye. “es-Siyasetu’ş-Şer’iyye fi Islahi’r-Ra’i
25
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
devlet arasında güçlü bir ilişki kurmuştur. İyiliği
olur?” sorusunu sormak gerekir. Allah adına
emredip kötülükten alıkoymayı ve İslam’ın emir
kurulmuş bir hükümranlıkta, yapılan her hata
ve hadlerinin uygulanmasını devletin görevleri
ve işlenen her kusur Allah’a ve dinine mal
arasında saymıştır. Bu yaklaşımın doğal
edileceğine göre, haddini bilen hiçbir insanın
sonucu olarak da devlet zorunlu hale gelmiş,
Allah adına hata yapmak gibi bir vebali üstlenme
Müslümanlar için asli hedeflerden birisi olmuştur.
cesareti göstermemesi gerekir. Diğer taraftan,
Mevdudi, “İslâm’ın siyasi yolu hakkında daha iyi bir isim bulunmak istenirse, buna İngiliz dilinde Teokrasi tabiriyle ifade olunduğu şekilde, “Allah’ın hükümranlığı” denilebilir. ... Bütün Müslüman halk devleti, Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine göre idare eder. Eğer yeni bir tabir koymama müsaade olunursa, ben bu türlü idare tarzına “teodemokrasi” diyeceğim”26 diyerek, “din devleti”
fikrini pekiştirmiştir. Seyyid Kutub ise, İslam dünyasının esaret altında bulunduğu kendi dönemi için çok anlamlı bir tavır göstermiş; “(İslam) toplum(u) meydana gelmeden önce fıkıh
“Allah’ın hükümranlığı” adına dayatmaya rıza göstermek demek, dinin farklı yorumlarına karşı bile tahammülsüz ve onlara yaşam hakkı tanımayan bir yönetime kapı açmak demektir; buradaki açmazı görmek gerekir. Kısacası, “Din” tanımından başlayarak; Allah’ın hükümranlığı, İslam ve iktidar, din devlet ilişkisi ve devlet toplum ilişkisine kadar bütün meseleler yeniden sorgulanmalı ve düşünülmelidir. Fakat: 1. İyiliği emredip, kötülükten alıkoymak ve şeriatı uygulamak devletin görevi olarak
ve yönetim biçimi ile ilgili hükümler alanında çalışma
tanımlanınca,
yapmak, havaya tohum serpmek gibi insanın kendini aldatmasıdır. Tohum havada yeşermediği gibi, İslâm fıkhı da boşlukta gelişmez”27 demiştir.
Fakat o günden bugüne çok şey değiştiğini; devlet meselesinin Müslümanlar için en önemli
2. Dine dayalı devlet fikri gelişip yerleşince, 3. Ve bu devletin; nasıllığı, yapılanması, problemlere karşı önerisi “tartışılmaz
problemlerden biri haline geldiğini fark etmeyen bazı kimseler, iyi niyetle sürdürdükleri bu tavrı, fikri gelişmenin önünde bir engel haline
(tartışılması gereksiz)” hale gelince, İslam dünyasının en dinamik kesimi, ön
getirmişlerdir.
kabulleri sorgulamaya ve yeniden düşünmeye
İdeolojik devletin dayatmalarından bunalmış
yerlerindeki İslam devleti denemelerinin
ve bu dayatmacı tavrı eleştiren bir topluluğun, kendi iktidarlarında “dayatacak” olmaları bir ironidir. İktidar gücünü elde ettiklerinde kendi hükümranlıklarını dayatacak olanların, başkalarının dayatmalarına da kızmamaları
kendisini kapatmaktadır. Dünyanın farklı başarısızlığı ve İslam devleti fikrinin “fobi”ye yol açması karşısında hiçbir fikir geliştirmez/ geliştiremez olmaktadır. Oysa sorulması gereken sorular vardır:
gerekir. “Kimin gücü kime yeterse” misalinde olduğu gibi; diğerleri üzerinde baskı kurmak, iktidar gücünü elinde bulunduranlar için
1- Devlet nedir?
doğal bir haktır. Ama “bizim iktidarımız
Devlet bir kurumdur, bir araçtır.28 İradesi olan
Allah’ın iktidarı/hükümranlığıdır” denilerek bir
canlı bir varlık değildir. Görev ve sorumluluklar
farklılık oluşturulacak ve İslam adına baskı
yerine getirilirken kullanılan birçok araçtan farkı;
meşrulaştırılmaya çalışılacaksa; hem bu iddiada
siyaset, hukuk, ahlak ve ekonomi gibi insan için
bulunmanın çok büyük bir vebal olduğunu
önemli birçok alanla ilgili olmasındandır. Onun
hatırlatmak, hem de “hangi İslam yorumu
haricinde; diğer araçlar nasıl iyilerin elinde iyi,
iktidar olursa Allah’ın hükümranlığı gerçekleşmiş
kötülerin elinde kötü oluyorsa, devlet de öyledir. O aracı kullanma/yönlendirme durumunda
ve’r-Raiyye” isimli risale. S, 149-150 “İslam’da siyaset anlayışı” isimli makale: 1939 yılında
26
Pencap Üniversitesinde sunduğu “İslam hukuku ve
olanlar, kendi inançlarını idarelerine yansıtırlar. Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır. Din ve Devlet İlişkileri:
28
anayasası” konusundaki tebliğinden alınmıştır.
Teokrasi ve Laiklik. Birinci bölüm: Din ve devlet
Seyyid Kutub. Fizilal’il Kur’an. Yusuf 12/55
ilişkileri. Devletin dini.
27
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
39
Böylece Müslümanların hakim olduğu devlet
söyleyemeyiz. İnsanoğlu böyle bir olgunluk
İslam devleti, Hıristiyanların hakim olduğu
seviyesine belki de hiç ulaşamayacaktır.
devlet ise Hıristiyan devleti adını alır.
Hatta değişen şartlar, olgunluk olarak ifade
29
Devlet, irade sahibi canlı bir varlık olmadığı için dini de olmaz. Devlet namaz kılmaz, oruç tutmaz ve ahiretle ilgili bir endişe taşımaz; 30 Devlet, toplumsal bir organizasyon olma yönüyle halkına karşı sorumlu bir mekanizmadır; üzerine ittifak edilmiş değerler çerçevesinde hakkı ve hukuku ayakta tutmak, bunların uygulanmasını sağlamak ve (eğer bir hukuk devletiyse) kendisi de bunlara riayet etmek zorundadır. Hukuka uymadığı zaman mahkemeye verilir ve hatta ceza alır. Ancak üzerine ittifak edilmiş değerleri (ki bunu anayasa olarak nitelendirebiliriz) korumak ve uygulamak haricinde devlet bir dindar gibi davranmaz. Herhangi bir dinin veya dinin herhangi bir yorumunun anlayışına uygun olarak iyiliği emredip kötülükten alıkoymaz. Din insanlar içindir ve dinin gerektirdiği sorumluluklar da insanların sorumluluklarıdır. Devlet ise toplumu meydana getiren farklı görüş ve unsurların üzerine ittifak ettiği anayasanın gereklerini yerine getirmekle mükelleftir. Devlet, bünyesinde birçok farklı inancı barındırabilir. Toplumun bütün unsurları aynı inanç üzerinde ittifak etmiş ise, devletin de aynı rengi taşıması doğal olur. Ama farklı inançlar, hatta aynı inancın farklı ekolleri söz konusu ise; dini bir kimliğe bürünmüş olan devlet, bir fikri dayatan devlet haline gelir. İdeolojik devlet böyle doğar.
götürecektir. Ama devletin niteliği ve önemi gibi meseleler toplumların olgunluğu ile çok irtibatlıdır: Fikrin yerini kaba kuvvete bıraktığı dönemlerde ortaya çıkan devlet kurumu sert ve baskıcı özellikler gösterir, böyle ortamlarda toplumu değiştirmek isteyenler için devletin önemi artar; fikrin geliştiği ve kaba kuvvete baskın çıkmaya başladığı dönemlerde ise devlet kurumu yumuşar ve esnekleşir, önemi, etkinliği ya da belirleyiciliği azalır, böyle ortamlarda ise toplumu değiştirmek için farklı farklı araçlar ortaya çıkar. Nitekim iki asır öncesine kadar bir kişi veya ailenin hakimiyeti esasına dayalı krallıklar varken, sonrasında bunların yerini, toplumun daha geniş kesimlerinin katılımıyla oluşmuş yönetimler almıştır. Değişik görüşlerin devlet yönetiminde temsil edilme imkanı daha da artmıştır.
2- Devlet iddiası dini bir iddia mıdır, insani bir iddia mı? Din ile güç birbiriyle irtibatlı kavramlardır. Her din hakim olmak ister. Çünkü bir dinin mevcudiyet kazanabilmesi, kendisine göre yaşayan insanların varlığına bağlıdır. İslam haricindeki dinler, insanların kendisine göre yaratıldığı gerçeklere uygun düşünce ve değerler ortaya koyamadıkları için, toplumları ancak kandırarak ikna edebilirler. Bu yüzden de devlet
Devlet, insanların birlikte yaşama ihtiyaçları
idaresinde söz sahibi olmak, onlar için bir
çerçevesinde ortaya çıkmış bir araçtır. Birlikte
varoluş meselesi halini alır.
yaşamayı temin eden bir organizasyondur. – Mu’tezile’nin ifade ettiği gibi- İnsanlar, sorun olmadan birlikte yaşamayı başaracak bir olgunluk gösterebilseler, devlet gibi bir kuruma da ihtiyaç kalmaz. Bugüne kadar ortaya çıkan tecrübeler, devlet gibi bir kuruma olan ihtiyacı ortadan kaldırmadığı gibi baskıcı ve kendi değerlerini dayatan devletler olmuşlardır. İnsanoğlunun birlikte yaşama konusunda eskisine göre bir hayli mesafe katettiğini ve olgunlaştığını söyleyebiliriz; ama devlete olan ihtiyacı ortadan kaldıran bir olgunluğa ulaştığını Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır. A.g.e
29
Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır. A.g.e
30
40
edilen tecrübeleri belki bir anda çok gerilere
Ancak varoluşu bir devlet aracılığıyla temsil edilmeye bağlı olan dinler, zaman ve coğrafya ile sınırlı kalmaya mahkumdurlar. Evrensel olamazlar. Evrenselliğin bir gereği olarak İslam ise varoluşu için devlete ihtiyaç duymaz. “Uygun olan budur” dediği sabit bir devlet modeli ortaya
koymaz. Kur’an’da, kurumsal bir devletten bahsedilmemesinin ve devlet ile ilgili unsurların yer almamasının temelinde de bu sebep yatar. Kısacası devlet İslam’ın yeryüzündeki varlığının gerekçesi veya Müslüman olmanın şartlarından biri değildir. Bir devletin olmadığı ortamlarda
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
da birey Müslüman olmayı başarabilir. Fakat
olmayanları ayırt etmeyi diledi. Bu yüzden
bununla birlikte Kur’an, yeryüzünde adaletin
imtihanı var edip, iyiliklere, güzelliklere ve
tesis edilmesini ve zulmün sona erdirilmesini
adalete ulaşmayı insanoğlunun tercihine ve
temel sorumluluklar arasında yazmıştır.
çabasına bağlı kıldı:
Bu sorumluluğun yerine getirilebilmesi ve kalıcılığının sağlanabilmesi için kaçınılmaz olarak geçilecek aşamalardan biri de devlettir. Kısacası İslam’a göre devlet dinin değil; -güç yetirebildikleri aşamada- dine iman etmiş, onu benimsemiş insanların iddiası olabilir. Hatta insanoğlunun güç hırsı göz önünde bulundurulduğunda, adaletin müesses ve kalıcı olabilmesi için böyle bir iddianın gerekli olduğunu da söyleyebiliriz. İnsanoğlunun kabulleri değişir ve adaletin sağlanabilmesi için ardında bir gücün bulunması icap etmezse,
“Ona doğru yolu gösterdik; buna isteyen şükreder, isteyen de nankörlük.” (İnsan 76/3) “Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah da onların halini değiştirmez.” (Enfal 8/53)
Bununla birlikte Rahman olan Allah, hayır dileyenleri kendi çabalarıyla baş başa bırakmaz. Onları daima yardımı ile destekler: “Uğrumuzda canla başla çaba gösterenleri yollarımıza eriştiririz. Hiç kuşku yok ki Allah, güzel ahlak sahipleri ile beraberdir.” (Ankebut 29/69)
bu iddiaya da gerek kalmaz. Ama insanlık
Şu halde, insanların adalet içerisinde birlikte
tarihinin şu ana kadar ki dilimini göz önünde
yaşayabilmeleri için önemli bir kurum olan
bulundurduğumuzda böyle düşünmemize imkan
devlet, sorumluluklarını kavramış Müslümanlar
verecek bir zemin göremeyiz.
tarafından, o sorumlulukları yerine getirmek üzere ve günün şartlarına denk düşecek şekilde
3- Devletin insani bir ihtiyaç/gereklilik olması, adaletin tesisi sorumluluğu açısından bir zaaf mıdır? Din, yeryüzünde zulmün son bulmasını ve
oluşturulur. Böylece imtihanlarını verirler ve Allah’ın vaat ettiği ödüle ne kadar layık olduklarını gösterirler. Allah ise uğrunda ortaya konan samimi çabaları yardımıyla destekleyerek, güzel sonuçlara ulaşmasını sağlar.
adaletin tesis edilmesini emrediyorsa; Fakat bu sorumluluğun yerine getirilmesi için gerekli kurumları tesis etmeyi insan aklına ve çabasına bırakıyorsa; Bu durumda insanoğlunun inisiyatifindeki bir kurum, adaletin teminatı haline gelmektedir. Devleti, ‘dinin bir gereği ve nasıllığı din tarafından belirlenmiş bir kurum’ olarak gören zihinlerin, bu durumu bir zaaf ve bir olumsuzluk olarak algılamaları ise kaçınılmazdır.
4- Müslümanlar tarafından oluşturulmuş bir devletin niteliği ne olacaktır? Müslümanlar tarafından oluşturulmuş bir devletin, her şeyden önce bir ‘din devleti’, ‘şeriat devleti’ veya ‘şeriatı uygulayan’ devlet olmaması gerekir. Böylesi bir durum, din ile devleti aynileştirir; insanlar tarafından oluşturulan ve yönetilen bir mekanizmanın bütün hata ve kusurlarının dine mal edilmesine sebep olur.
Oysa aslında imtihanın gereği bu değil midir?
Oysa din Allah’ındır, onda hata ve kusur olmaz;
Allah, iyiliği, güzelliği ve adaleti hak edenlere
insan anlayışlarının ürünüdür; eksiklik, hata
nasip eder. Dileseydi, herkesi doğru yola eriştirir ve Müslümanlar için sorumluluk haline getirdiği hiçbir şeyi onların inisiyatifine bırakmadan “ol” demesiyle yapılır hale getirebilirdi:
devlet de dahil dinin hayattaki uygulaması ise ve kusur taşıyabilir. Devlete dini bir kimlik yüklemek, dinden anlaşılanların ürünü olan bir kurumu din gibi göstermek manasına gelir. Devlet, insanların birlikte yaşama ihtiyaçlarının
“Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” (En’am
sonucu olarak doğmuş organize edici bir güç/
6/149, Nahl 16/9 vs.)
kurum olduğuna göre, temsil ettiği halkın
Fakat O, verdiği nimetlere layık olanlarla
rengini taşıması doğaldır ve devletin halkıyla iç içe olduğunu, sorunlarını gördüğünü gösterir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
41
Devletin bir rengin/dinin devleti olduğunu
modeller haline geldiğinde ise, Müslümanların
söylemek başka bir şeydir, bir rengi/dini
oluşturacağı devlet modeli de, daha açık
yansıtması başka bir şeydir. İlkinde, kendi
ve daha yumuşak olacaktır. Fakat İslam’ın
doğrularını din adına dayatan teokratik bir yapı,
yaklaşımını doğru kavramış Müslümanların
ideolojik bir devlet ortaya çıkar; ikincisinde ise
oluşturacağı bir devlet, kendi emsallerinden
dinin anlayış ve karakteriyle donanmış olan
her durumda daha ileri ve daha adil bir nitelik
insanların, kendi doğrularını mutlak doğru (dinin
taşıyacaktır.
doğruları) olarak dayatmadıkları ama inançlarını yansıtan adil bir yönetim tesis etmeye çalıştıkları bir yapı ortaya çıkar.
azınlıkta olduğu toplumlarda, toplumu oluşturan farklı inanç gurupları:
Müslümanların oluşturduğu bir devlet, doğal olarak İslam’ın rengini yansıtır, ama İslam değildir. Bir toplumda Müslümanlar ne kadar çok iseler ve toplumu oluşturan fertler bireysel sorumluluklarına ne kadar sadık iseler, devlet de o oranda toplumun aynası olur. Fakat Müslümanlar bir toplumda azınlıkta iseler orada daha özel şartlar devreye girer. Dinin bir devlet modeli olduğuna inanan ve oluşacak devletin din kurallarına uygun olması gerektiğini düşünen zihniyet için, Müslümanların azınlıkta olduğu coğrafyalarda
- “Zulmetmemek ve adaleti tesis etmek” fikri üzerinde ittifak edebilseler - Herkesin inancını dilediği gibi yaşaması ve anlatmasını evrensel bir hak olarak tanısalar - Ve devlet yapılanmasını oluştururken, inanç guruplarına ittifakı denetleme imkanı veren mekanizmaları kurabilseler Müslümanların böyle bir çatıda yaşamayı reddetmeleri için bir sebep kalmaz.
nasıl devlet oluşturulacağı sıkıntılı bir meseledir.
Bu noktada, “‘adalet’ ve ‘zulüm’ kavramları
Ya toplumu tümden Müslüman yapmanın
üzerinde nasıl ittifak edilebilir; bu kavramlar İslam’ın
yollarını bulmak zorundadırlar ya da azınlığın çoğunluğa tahakkümü anlamına gelecek yollara başvurmalıdırlar. Çünkü bu zihin yapısına göre dinin kurallarıyla yönetilmeyen bir devlet ‘küfür devleti’dir; böyle bir devlete itaat etmek ise ‘şirk’tir. Mesele bu noktada tıkanıp kalacaktır. Oysa İslam, zulmetmemesi ve adaleti tesis etmesi haricinde yöneticiye özel bir konum biçmez. Halife kavramının sonradan kazandığı anlamlarda olduğu gibi, yöneticiyi yeryüzünde Allah’ın temsilcisi olarak nitelemez. Aynı şekilde Kur’an’da, ‘devlet’ kavramıyla ilgili de özel bir kullanım göze çarpmaz. Fakat Yüce Allah, ‘hüküm’ ve ‘güç’ ile ilgili ayetlerde, Müslümanlar için sorumluluklar bildirir ve hedefler gösterir. Bu sorumlulukların ve hedeflerin bir kısmı için Müslümanlar iktidar mekanizmasının gücüne ihtiyaç duyarlar.
olduğu yerde gerçek anlamda var olabilirler”
gibi bir itiraz yapılabilir. Fakat esas olan, bu kavramlar üzerinde tam bir ittifak (yani İslam’ın kavramlara yüklediği manalar üzerine bir ittifak) değildir. Çünkü şirk ve zulüm; insanın hevasını ilah edinmesi31 ve kendi nefsine zulmetmesi ile başlar. Ve Yüce Allah’ın bahsettiği gibi insan nefsi üzerinde bekçi olabilecek, onu denetleyebilecek dünyevi bir güç yoktur.32 Bununla birlikte farklı inanç gurupları, birbirleriyle ilişkilerini belli esaslara bağlayabilirler. Kırmızı çizgilerini ortaya koyarak, uzlaşı noktaları belirleyebilirler. Her inanç gurubu kendi içinde inancını dilediği gibi yaşar, kendi şeriatını uygular ama toplumun tümünü ilgilendiren meselelerde toplumsal ittifaka bağlı kalır. Nitekim Aliya İzzetbegoviç, Bosna-Hersek
Dünya üzerindeki devlet modelleri tamamen baskıcı ve zorba iken, Müslümanların oluşturacağı devlet modeli de kendisini daha fazla koruyan bir devlet olacaktır. Dünya üzerindeki devlet modelleri geniş katılımlı
42
(Şahsi yorumum odur ki) Müslümanların
Cumhuriyeti’nin oluşumunda benzeri bir teşebbüste bulunmuş, ancak ömrü, projeyi tamamlamaya yetmemiştir. Müslümanların azınlıkta olduğu coğrafyalar için bu proje ilgiyi Furkan 25/43
31
Furkan 25/43
32
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ve incelemeyi hak eden bir niteliğe sahiptir. Bir İslam devletinin farkı, her inanç gurubuna; “senin dinini yaşamanın teminatı benim” demesindedir. İslam her durum ve ortamda insanların birlikte yaşayabilmelerinin imkanını oluşturur. Toplumu oluşturan kesimlerin
Müslümanlar zihinlerindeki kalıpları yıkıp, dünyayı doğru algılamaya başladıklarında, Resulullah döneminde örnek bir toplum oluşturmuş olan İslam hayat sahnesine yeniden inebilecek ve parmakla gösterilen örnek toplumları yeniden oluşturabilecektir.
üzerinde ittifak ettiği bir anayasa çerçevesinde,
Bu noktada Müslümanlar; anlayışlarının
bir kesimin diğerlerine kendi görüşünü
‘din’ değil, ‘dinden anladıkları’ olduğunu fark
dayatmasını engellediği gibi, öte taraftan bir
ettiklerinde önemli bir eşik aşılmış olacaktır.
kesimin davranışlarıyla diğer kesimi rahatsız
Bu eşik aşıldıktan sonra; uygulamaların ‘din’
etmesine de imkan vermez. Kendi ortamlarında
değil, ‘o uygulamayı gerçekleştirenlerin dinden
ve başkalarını rahatsız etmeden herkes kendi
anladıkları’ olduğu gerçeğinin fark edilmesi
inancının gereğini yapar, ama ortak yaşam
gelir. Böylece zihinler, “dinin emrettiği uygulama
alanlarında toplumsal ittifaka uygun bir şekilde
nasıldı?” şeklinde değil, “dine uygun uygulama
davranılır.
nasıldır” şeklinde çalışmaya başlar. Müslümanlar, (öncekileri örnek alarak) kendi dönemlerinin şeriatını oluşturmaya girişirler.
Sonuç İslam-iktidar veya din–devlet ilişkisi, böyle kısa makalelerle tamamlanabilecek bir konu değildir. Her biri bir araştırma ve tartışma konusu olabilecek birçok alt başlığa sahiptir. Hatta konunun, hayatın farklı alanlarındaki boyutları ile ele alınması hacmi ve sınırları çok daha fazla
Bu yöndeki bir süreç doğal olarak farklı farklı uygulamaların ortaya çıkmasıyla sonuçlanacaktır. Fakat 1. Bu durum imtihanın bir gereğidir. Allah’ın
genişletecektir.
rızasını kazanmak için samimiyetle çaba gösterenler olduğu gibi, farklı amaçlara
Konu bu kadar çok, problemler bu kadar fazla
hizmet eden art niyetli kimseler de çıkabilir.
iken; devlet konusunda en fazla isteğe sahip ve
Sonuçta herkes hesabını Allah’a verecektir.
bu uğurda en fazla gayreti gösteren Müslüman kesimler, henüz bu konuları tartışmaya açık
2. Art niyet olmadığı sürece farklı ortam
değildirler. Bu konular çerçevesinde gündeme
ve şartlarda farklı uygulamaların ortaya
gelen farklı fikirleri kolayca mahkum etmeye
çıkması doğaldır.
ve damgalamaya müsaittirler. Dolayısıyla bu konular, bir yandan da üzerinde konuşulması
3. Farklı uygulama ve sonuçlara ön yargı ve zihin kalıplarıyla değil, amel-niyet ilişkisi
riskli konulardır.
yönünden yaklaşmak gerekir.
Ne var ki, çabaların doğru yöne kanalize olabilmesi ve doğru sonuçlar elde edilebilmesi için bu konuların açıklıkla tartışılması
Müslümanlar bunu başardıklarında, köpüğün uçup gitmesi ve faydalı olanın geride kalması33
gerekmektedir.
gibi; art niyetli ve uç fikirler gidecek, fıtratın sesi
Biz burada, samimi Müslümanların doğru
geride kalacaktır.
olduğu için insanları ikna edebilen fikirler ise
adımlar atabilmeleri için sınırlı bazı başlıkları gündem ederek; bazı konularda dikkat çekmek, bazı konularda ise fikrin önünü açmak için
- BİTTİ -
çabaladık. Fakat ne gündem edilen konuların yeterli olduğunu söyleyebiliriz; ne de bu konular çerçevesinde söylenenlerin son nokta olduğunu iddia edebiliriz. Ra’d 13/17
33
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
43
Dosya: Din,Devlet Ve İslamofobi Depolitizasyon, Emperyalist Projenin Parçası Olmak, Tekelci Adalet ve Kinizm Üzerinden
İslami Camiada
“Din-Devlet” Tartışmaları Hamdi Tayfur “Din ve devlet” başlığı altında çıkarttığımız
dönüşmesine yol açmakta, hatta devletsiz
yaz–2010 sayısının ardından İslami camiada
Müslüman olmanın mümkün olmadığına dair
bu konuda muhtelif tartışmalar yapıldı. Yapılan
iddialar bile dile getirilebilmektedir. Oysa
tartışmalara ve eleştirilere başlıklar halinde biraz
devlet bir amaç değil, din tarafından öngörülen
değinmemiz gerekiyor.
muhtelif amaçların gerçekleştirilmesinin ve değişmez değerlerin hayata geçirilişinin bir
“İslam Devleti” kavramından vazgeçmek Müslümanları depolitize mi eder?
44
aracıdır. Devlet bir amaca dönüştüğünde kendisine tapınılan bir fetişe dönüşmektedir. Eğer insanlar arasındaki ilişkileri adil bir temelde yürütmenin daha rasyonel bir aracı bulunabilirse
Tartışmaların merkezinde yer alan bir konu
devlet, bırakalım amaç olmayı araç olmaktan
“İslam devleti” kavramından vazgeçmenin,
bile çıkar. Bu nedenle dinin devlet kurmak gibi
Müslümanların siyasi ideallerinden vazgeçmeleri
bir emri yoktur. Çünkü böyle bir emir verilmiş
ve tamamen depolitize olmaları anlamına gelip
olsaydı, devlet araç olmaktan çıkar amaca
gelmeyeceği meselesiydi.
dönüşürdü.
Bu tarz bir itiraz, “İslam devleti” kavramının
Dinin iktidar talebi yoktur. Din iktidar talep
yakın dönemlerdeki bazı düşünürler tarafından
etmez, ancak Müslümanlar akli bir gereklilik
İslam tarihinde oluşmuş algılardan yola çıkarak
olarak muhtelif amaçlarla iktidar talep
üretilmiş insani bir proje ve öneri olduğunun
edebilirler. Bu nedenle dinin devleti olmaz
anlaşılamamasından kaynaklanmaktadır. Oysa
ama Müslümanların devleti olabilir ve dinin
siyaset, insanın toplumsal bir varlık oluşunun
devleti olamayacağı için din tarafından
kaçınılmaz bir gerekliliğidir. Bu nedenle
önerilmiş sabit bir din devleti modeli de
Müslümanlar siyasetten bigâne kalamazlar.
olamaz. Oysa Müslümanlar muhtelif devlet
Sorun, “İslam devleti”, “hilafet” gibi muhtelif
modelleri üretebilirler, üretilmiş olanlardan
devlet projelerinin İslam’ın önerdiği sabit devlet
faydalanabilirler. Önemli olan bu modellerin
sistemleri olarak anlaşılmasındadır. İslam’ın
zulüm üretmemesi, adil bir temele dayanması
sabit bir devlet sistemi önerisinin olduğuna
ve insanlığın faydasına işleyebilen modeller
dair yanlış algı, devletin bir amaç haline
olmasıdır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“Din ve Devlet” tartışmaları yapmak emperyalist bir projenin parçası olmak mıdır? Dinin sabit bir devlet modeli öngörmediği, bu konuları insanlara bıraktığı, “İslam devleti”, “hilafet” gibi kavram ve modellerin tarihte insanlar tarafından üretilmiş kavram ve
savaşı kahramanı olarak gösteriliyorlardı. Şimdi ise birer teröristler(!) İngiltere yaklaşık yüzyıldır, “hilafet” ve “İslam devleti” savunusunu emperyal planlarının parçası olarak kullanmaktadır. Bazı İslami örgütler günümüzde bile İngiltere’nin aleti olmaya devam etmektedirler.
modeller olduğu, devlet sistemi oluşturulurken
İngiltere’nin, Pakistan’ı Hindistan’dan ayırmak
kim tarafından üretilmiş olursa olsun tüm
için Pakistanlı Müslümanlar arasında bağımsız
makul ve faydalı model ve önerilerden
İslam devleti fikrini yaygınlaştırmaya çalıştığı
faydalanılabileceğine dair görüşlere getirilen bir
bilinen bir husustur. İngiltere, birlikte yaşayan
itiraz da; tüm bunların emperyalist bir projenin
Hindu ve Müslüman halkları ulus-devlet
parçası olduğuna dair düşüncedir. Böylesi
temelinde ayırmak için, Müslümanlar arasında
tartışmaları yürütenler, emperyalist projelerin
“kâfir devletin otoritesi altında Müslüman
istediklerini yapmaktadırlar! Bu konuları tartışan
kalınamayacağı” fikrini yaygınlaştırmaya
herkesi hemencecik komplonun parçası olmakla
çalıştı.1 Aynı şekilde şeriatı şeklen uygulayan
veya sistemle uzlaşmaya çalışmakla suçlamak
Suudi Arabistan tarzı yönetimler ABD ve Batı
bir moda haline geldi.
tarafından şiddetle desteklenmektedir. Ayrıca
Oysa Müslümanların başına gelen şeyler biraz da, tartışmaları gereken sorunları düşmanlarının işine yarar kaygısıyla sürekli ertelemelerinden kaynaklanmaktadır. Sağlıklı bir zeminde sorunlar masaya yatırılmadığından, problemli alanlar tüm eksiklik ve yanlışlıklarıyla Müslümanlar tarafından gözü kapalı bir şekilde savunulan alanlar olarak kalmaya devam etmektedir. İlginç bir şekilde bunları tartışmak ve sorunlara yön vermek, gene Müslümanların düşman bildiği kesimlere veya marjinal kaldıkları için söyledikleri dikkate alınmayan Müslüman düşünürlere kalmaktadır. Olağan dışı anlarda, problemler fitili ateşlenmiş bir dinamit gibi ortaya düşmektedir. Bu anlarda bir taraf bağnazca sorunlu görüşlere sarılırken, diğer taraf da retçi bir tarzda saldırganlaşmakta ve problemler sağlıksız bir yöntemle tartışılmakta ve asla sonuç alınamamaktadır. Bu nedenle komplocu bir bakış açısına düşmeden asli problemlerimizi sağlıklı zeminlerde tartışma olgunluğuna erişebilmeliyiz. Ortaya atılan her tartışma konusunun arkasında bir bit yeniği arayan komplocu yaklaşım tarzıyla hareket edersek, emperyalistlerin sadece “ılımlı İslam” tartışmalarından değil, “İslam devleti” düşüncesinden veya radikal düşüncelerden de nemalanmak istediğini görürüz. Unutmayalım, Afganistan-Rus savaşında tüm Afganlılar Batı basınında birer mücahit ve kurtuluş
“yeşil kuşak” projesini de unutmamamız gerekmektedir. Görüldüğü gibi emperyalistler sadece “ılımlı İslam”, “Protestan İslam” vs. gibi projelerle değil, “İslam devleti” ve “hilafet” gibi radikal kavramlarla da projeler yürütebilmektedirler. Burada önemli olan düşünceyi ve tartışmayı sağlıklı bir zeminde yürütebilmek ve bunun kontrolünün emperyalist emellere sahip olanların eline geçmesine izin vermemektir. Eğer biz kendimize ve düşüncelerimize güveniyorsak, cinsi ne olursa olsun her türlü öneri ve fikri masaya yatırmanın bize zararı değil faydası dokunur. Yapmamız gereken de budur.
Adalet Müslümanların tekelinde midir? “İslam devleti” tartışmalarında ortaya atılan bir iddia da, İslamsız veya tevhitsiz adaletin olamayacağına dair görüştür. İnsanları yöneten rejimin temel niteliğinin, normatifliğin üzerinde başta adalet ilkesi olmak üzere insanlık tarihi boyunca değişmeyen evrensel değerler ve ilkeler üzerine kurulması gerektiğini söyleyenlere bir eleştiri olarak getirilen bu düşünceye göre, İslam’dan ve tevhitten bağımsız bir adalet arayışı adaleti “Allahsızlaştırmaktır”. Oysa bu düşüncede “Allahlı” bir adaletin nasıl olacağına ilişkin açık bir cevap da yer almamaktadır. Anlaşılan o ki tevhitli adalet mutlaka Samir Amin, Modernite Demokrasi ve Din, s.69
1
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
45
Müslümanların tekelinde olması gereken ve
mesajını pratik bir yöntemle indirdiğinden,
Allah’ın kitabında yer alan bazı sosyal, hukuki,
tüm bu alanlarla ilgili bazı örnekleri onda
ekonomik, medeni ve cezai hükümlerin hayata
bulmak mümkün olduğu halde, bunlarla
geçirilmesiyle gerçekleştirilecek olan bir adalet
kıyamete kadar insanların tüm problemlerini
anlayışıdır. Oysa bu adalet anlayışı, adaleti şeriat
çözmek ve bunlardan yola çıkarak her zaman
kurallarının şeklen uygulanmasına indirgeyen sığ
geçerliliğini sürdüren bir ekonomi, siyaset,
bir adalet anlayışıdır. Adalet, zannedildiği gibi
hukuk vs modeli çıkartmak mümkün değildir.
şeriatın bazı kurallarını şeklen uygulamaktan
Kur’an’ın böyle bir amacı da yoktur zaten. Bu
ibaret olsaydı, Hz. Ömer kıtlık yıllarında
bir realite olduğu halde, kitapta bu çözümleri
hırsızların elini kesmekten vazgeçmezdi.
ve modelleri bulamayacağımıza göre ve kendi
Adalet cezai hükümlerin yerine getirilmesiyle
çabamızla çözüm üretmemiz gereken çok
mümkün olsaydı Ömer her durum ve koşulda
geniş bir problemler alanı insana bırakılmışken,
yakaladığı hırsızın elini keser, bunda ön şart
bu alanların tümünde Allah’ın adıyla nasıl
falan aramazdı. Aynı şekilde bugün dünyanın en
hükmedilecektir? Ortaya çıkarılan hükümlerin
adil devletinin de şeriatın kurallarının harfiyen
Allah’ın hükmü olduğunun garantisi nedir?
uygulandığı Suudi Arabistan gibi devletlerin
Şeriatın şekli şartını, Allah’ın değişmez hükmü
olması gerekirdi.
olarak anlayanların bu sorulara vereceği klasik
Oysa adalet, normların çok üzerinde bir yerde aranmalıdır. Adaleti şeriatın kurallarında ararsak ve bununla sınırlarsak, üstüne bir de bunları uygulamak için zorlarsak oradan adalet çıkmaz, zulüm çıkar. Bu görüş sahiplerinin zihninde tevhit akidesine teslim olup, Allah’ın adıyla
olduğunu zannetmiyorum. Sonuçta içtihat eden kendi sahip olduğu bilgi ve akıl yürütmelerle bu içtihatları ortaya koyduğuna göre bu nasıl Allah’ın hükmü olmaktadır ve bunların adil bir hüküm olacağının garantisi nedir?
hükmettiğimizde adaletin de otomatikman tecelli
Aslında bu düşünce sahiplerinin Allah’ın
edeceği gibi bir algı vardır. Oysa sorun tam
hükmetmesi dediği şey, elitlerin
da burada başlamaktadır. Adalet, Kur’an’daki
hükmetmesinden başka bir şey değildir. Son
birkaç hüküm ayetiyle sınırlanamayacak kadar
dönem hilafet tartışmalarının merkezinde yer
geniş bir kavramdır. Bu sınırlı sayıdaki ayetlerin
alan Reşit Rıza da modern çağda hilafetin nasıl
uygulanması bile belli koşulların sağlanmasıyla
uygulanabileceğine ilişkin getirdiği önerilerde
mümkündür. Belli maksatlara racidir. Gerekli
devleti yönetecek halife ve müçtehitleri
koşulları oluşturmadan ve doğru maksatlara
yetiştirecek bir “Medrese-i Aliye”2 kurulmasını
hizmet etmeden bu emirleri uygulamak adalet
önermekte ve yönetimi tamamen bunların
değil zulümdür.
eline terk etmemiz gerektiğini söylemektedir.
Adaleti tevhit ön koşuluyla sınırlamak isteyen mantığın geri planında hâkimiyetin kayıtsız şartsız Allah’ın olduğu ve her alanda uygulanan hükümlerin sadece Allah’ın kitabından alınan hükümler olması gerektiği gibi bir anlayış vardır. Oysa bu mantığın sahipleri ne Kur’an’ın iniş mantığını ne de hüküm koyma mantığını anlayabilmiş değildirler. Bu nedenle Allah’ın hudutları denildiğinde kitapta yer alan sınırlı sayıdaki bu hükümleri anlarlar. Kur’an’da siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik, kamusal alanları
Halife de bu medresede yetişenlerin arasından seçilmelidir. Yani tam bir elitler yönetimi önermektedir. Bu elit takımın Allah’ın muradının ne olduğunu bilme yetkisi ve yeteneği var mıdır? Kimdir bunlar? Senden ve benden ne üstünlükleri vardır da Allah adına hükmedebilmektedirler? Sonuçta ortada hükmeden gene Allah değildir. Allah tekrar vahiy indirmeyeceğine göre elitlerin Allah adına verdikleri hüküm, nasıl en adil hüküm olmaktadır sormak gerekiyor.
düzenleyen ve yöneticilere bu alanlarda bol
Olayı sadece adalet meselesi ile de
bol çözümler sunan pek çok hükmün varlığı
sınırlamamak gerekiyor. Birçok alanda tekelcilik
gibi bir zanna sahiptirler. Oysa Kur’an ne bir
yapmak bazı Müslümanların ortak karakteri
siyaset kitabıdır, ne bir hukuk kitabıdır, ne
haline geldi. Bu problem sadece bugünle sınırlı
de bir ekonomi kitabı… Vermeyi amaçladığı
46
içtihatçı fıkhi yaklaşımdan başka bir cevapları
Reşit Rıza, Hilafet, s.170
2
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bir anlayış da değildir. Değerler ve değerlerin
topluluğun bir mensubu oldun mu cennet
üstünlüğü üzerinden yürütülen bir mantıkla
çantada keklik sayılmaktadır. Günahlar mı?
meselelere yaklaşmak yerine, dinsel asabiyet ve
Ne önemi var. Ümmetten olanlar cehennemde
üstünlük mantığı merkeze yerleşince “tekelcilik”
müebbet değildirler nasıl olsa, yanarlar çıkarlar
bir anda ön plana çıkıvermektedir.
öyle değil mi?! Yeter ki şirk koşma, gerisi
Olayın arkasında tevhidi yani Allah’ın tek oluşunu her alanda görme isteği yatmaktadır. Allah’ın tek oluşunu her şeyin tek olması olarak
kolaydır artık. Tekelci zihniyetin, seçilmiş İslam ümmetinin mensuplarını cehennemlik yapmaya bir türlü gönlü razı olmamaktadır.
anlayan tekçi mantık, hayatın her alanında
Tekelci zihniyet, dini milliyetçi bir dine
tekelcilik yapmaya kalkışmaktadır.
dönüştürdüğünden ne cennetini paylaştırır ne
Oysa Allah tektir, ama varlık tek tip değildir. Hakikate ulaşmanın ve insanlar arasındaki doğru ilişki biçiminin de tek bir yolu yoktur. Allah tektir, ama Allah’ın rızasını kazanmanın, O’nun razı olacağı bir hayatı yaşamanın yolu birçoktur. Çok değişik tipteki hayat tarzları, ilişki biçimleri ve modelleri Allah’ın rızasına uygun olabilir.
de Tanrısını… Rabb herkesin rabbidir. Onu ifade biçiminiz önemli değildir. İster Allah deyin, ister God, isterse Tanrı… Kendi dilinizle size kolay gelen her ifade Allah’ın ifadesidir. Oysa tekelci zihniyet Allah’ın ismini de tekeline aldığından O’nun Arap dilindeki isminden başkasının kullanılmasına tahammül edemez.
Bunların hiçbirisi yadsınamaz. Bu nedenle din,
Tekelcilik kutsal kitap algısında da kendini
değişebilen alanı sınırlamamış tersine önünü
gösterir. Tarihte Yahudi ve Hıristiyanlara karşı
açmıştır ve bu alanda insana çok geniş bir
ümmi bir topluluk oluşlarının ezikliğini Kur’an
hareket imkânı tanımıştır.
sayesinde aşan Araplar, bununla yetinmediler
Oysa tekelci zihniyete göre hakikate ulaşmanın tek bir yolu ve modeli vardır. Bu tip zihniyet sahiplerinin varsa yoksa tek amaçları, tüm insanları tevhidin gereği gördükleri bu tek tip modele uydurmak ve buna davet etmektir. Aksi takdirde kötü sonun insanı beklediğini muştulayıverirler. Cenneti kendi hayat tarzlarına tabi olanların tekellerinde zannederler. Oysa cennet bırakalım belli bir grup veya mezhebin tekelinde olmayı Müslümanların bile tekelinde değildir. Kur’an açıkça Yahudi, Hristiyan ve
ve onu kutsadıkça kutsadılar. Kitapta tekçilik veya tekelcilik anlayışı, meseleyi kitabın dışında hiçbir hakikat bulunamayacağı gibi tehlikeli bir noktaya getirdi. Vahyin inişi sırasında ehl-i kitabın kitaplarındaki doğru meselelere sahip çıkılırken ve hatta Hz. Muhammed onların bazı uygulamalarını tereddütsüz İslam’a mal ederken sonrakiler tekelcilik yolunu seçtiler. Hz. Ömer’in Tevrat’ı okumasını peygambere yasaklattırdılar. Bunu peygamber dönemindekiler yapmadı, sonrakiler tarihi böyle yazdılar.
Sabiiler’den belli şartları yerine getirdiklerinde
İş böyle olunca meselenin cennette tekelcilikten
Yahudi, Hristiyan ve Sabii kalarak cennete
mezhepte tekelciliğe ve hatta cemaat
gideceklerini açıkça ifade eder. (Bkz. 2/62,
tekelciliğine gelmesine şaşırmamak gerekiyor.
5/69) Hâlbuki Müslümanlar bu apaçık ayetlere
İnsan tipi tek, devlet tipi tek, yöntem tek,
rağmen kendilerinden önce ehl-i kitabın yaptığı
düşünce tek, cemaat tek ve nihayetinde dünyayı
gibi (Bkz. 2/111) cenneti tekellerine almakta,
yönetecek olanların adaletleri de tek. Buradan
“Müslüman olanlardan başkasının cennete
tekelci bir adaletten başka ne çıkar ki?
giremeyeceğini” iddia etmektedirler. Daha da vahimi bazıları sadece Müslüman olmamak bir yana kendi cemaati veya mezhebinden olmayanı
Oysa adalet insanlığın ortak paydalarından bir tanesidir. Çünkü adaletin çıkış noktası vicdandır.
da cennetten mahrum etmektedirler.
Müslüman olsun ya da olmasın vicdan sahibi
Ümmetçi olduklarından Yahudilerin kendilerini
olmadıkları halde sırf vicdan sahibi oldukları
kurtulmuş topluluk ilan etmesi gibi, tüm
için adalet mücadelesi veren örneklerle doludur.
ümmetin mensuplarını günahlarıyla sevaplarıyla
Bunun bizce bilinen en yakın iki örneğinin
kurtulmuş topluluk ilan etmekte, bir kere bu
birini peygamberin hayatından diğerini de
her insan adaleti arar. İnsanlık tarihi Müslüman
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
47
yakın dönemlerden verebiliriz. Peygambere
doğruluk ve hakikat üzerinde adaletle
siret gelmeden önce biat ettiği Hılfu’l Füdul
hükmedebilmektedir. Bunu biz söylemiyoruz.
anlaşmasını düşünelim. Bu anlaşmaya biat
Bizzat Hz. Peygamber söylüyor.
edenler Müslüman mıydı? Oysa adaletin peşinde koşuyorlardı. Yine birkaç ay öncesini hatırlayalım. Mavi Marmara gemisine Avrupa ülkelerinden ve Türkiye’den binenlerin içinde Hıristiyanlar, Yahudiler, ateistler yok muydu? Onların yaptığı, zulme karşı çıkmak ve İsrail’e karşı Gazzelilerin yanında adalet arayışı değil miydi? Demek ki insan Müslüman olmadan da adaletin peşinde koşabilir, adalet duygusuna sahip olabilir, adalet için mücadele edebilir, hatta Rachel Corrie gibi hayatını dahi feda edebilir. Bu tarz insanlar iktidar veya mevki sahibi olurlarsa mahiyetindekilere adaletle davranabilirler. Bundan daha normal bir şey olamaz. Ancak adaletten anlaşılan şey şeriatı uygulamak olarak anlaşılırsa bizim adil kişileri tarihin derinliklerinde, İran’da veya Suudi Arabistan’da aramamız gerekir ki oralardaki adaletin nasıl
Tersine olarak, Müslüman olmasına ve tevhit ilkesini kabul edip şirk koşmamasına rağmen bazı Müslümanlardan adaletsizlik ve zulüm sadır olabilir. “Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.”(5/ Maide/8)
Bu ayet kime hitap ediyor? “Ey iman edenler” diye başladığına göre Müslümanlara yani tevhit ilkesine sahip olanlara değil mi? Peki Müslümanlara neyi emrediyor? Kin duydukları bir topluma karşı adaletsizlik yapmamayı değil mi? O halde demek ki tek başına
olduğunu da çok net olarak görüyoruz.
muvahhit olmak adil olmak için yeterli değildir.
Kurân’dan bir örnek verelim:
olabilmektedir ki, Allah bu konuda uyarıda
“Ehl-i Kitaptan öyle kimseler vardır ki, sen onlara bir kantar (altın) emanet etsen onu sana eksiksiz öder. Yine onlardan öyle kimseler vardır ki, ona tek bir altın emanet etsen sen onu ısrarla istemedikçe onu sana ödemez.” (3/Al-i İmran/75)
İnsan Müslüman olduğu halde de adaletsiz bulunmuştur. Bunun tarihte pek çok misalini de görüyoruz. Hiçbir şekilde toz kondurmadığımız ve adını da mutluluk çağı (asr-ı saadet) olarak koyduğumuz dönemlerin insanları bile birbirlerine çok büyük adaletsizlikler yapmadı mı? En basitinden Cemel Savaşı’nı ele alın.
Ayetin bize açıkça söylediği şey şudur. Ehl-i
Bu savaşın tarafları kimlerdi? Bir tarafta Hz.
kitabın içinden yani Yahudi ve Hıristiyanlardan
Aişe, Talha ve Zübeyr; diğer tarafta Hz. Ali. Bu
emanete riayet etmeyenler olduğu gibi bu
savaşta on binlerce insanın kanının döküldüğü
konuda çok hassas olanlar da vardır. Emanetlere
rivayet edilmektedir. Ne için? Adalet için mi?
kuruşu kuruşuna riayet ederler ve onları hak
Bu mudur tevhitten ve Müslümanlardan çıkan
sahiplerine verirler. Bu emanetin verilen bir
adalet Allah’ınızı severseniz?
borç, emanete bırakılan bir eşya veya bir sermaye, emeğin karşılığı vs. olmasının arasında bir fark yoktur. Ehl-i kitaptan bazıları hakkı olana hakkını tereddütsüz vermekte ve adalete
Şunu çok iyi bilmemiz gerekir ki, tüm insanlığın üzerinde uzlaşabileceği ortak değerler üzerinden yürütülebilecek proje ve teklifler Dünyayı
riayet etmektedirler.
daha yaşanabilir hale getirecektir. Değerlerde
Müslümanlar Habeşistan’a göçerken Hz.
bizden değil diye dışlayıp onlardan da adalet
Peygamber onlara ne demişti? “Eğer istiyorsanız
veya iyilik tecelli etmeyeceğini düşünmek,
ve elinizden geliyorsa, gidip Habeşistan’a
asabiyetleri ve düşmanlıkları körüklemekten ve
sığının. Zira orada, ülkesinde kimseye
Dünya halklarını karşımıza almaktan başka bir
zulmetmeyen bir kral hüküm sürmektedir; orası
işe yaramayacaktır.
tekelcilik yapmak ve iyiye sahip çıkanları sırf
bir doğruluk ve hakikat ülkesidir.”3 dememiş miydi? Demek ki, Hıristiyan olmasına rağmen bir kral, ülkesinde vatandaşlarına zulmetmeden Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, s.104
3
48
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Müslümanlar “kinik” olmak zorunda mı? “Kinizm” (veya sinizm); konumuzla ilgisi bakımından zamanın tüm uygarlık değerlerine kökten karşı çıkmayı veya bunlara karşı aldırmaz bir tavır içine girmeyi ifade eden felsefi bir terimdir. “İslam devleti” tartışmalarında ortaya çıkan açık bir hakikat vardır ki, Müslümanlar kendi dışlarından gelen her türlü düşünce ve modeli iyi ve kötü diye tartmadan reddetme eğilimi içinde hareket etmektedir. Mevcut dünya düzenine dönük yapılan eleştiriler sistemin kökenindeki iyi ve kötü yönleri açığa çıkartma çabası üzerinden yürümemekte, tersine “kinizm” reaksiyonların çıkış noktasını oluşturmaktadır. Bunun tarihte yatan köklerinde ise Müslüman ümmetin çöküşünün müsebbibi olarak Batı medeniyetinin temsilcilerinin görülmesi yatmaktadır. Yaşanan çöküş anının meydana getirdiği travmatik örselenme nedeniyle Batı’dan ne gelirse kötü olarak görülüp reddedilmekte, hatta buna dinden gerekçeler de bulunabilmektedir. Oysa biz hikmeti nerede bulursak almaya aday bir medeniyetin çocuklarıydık.
yoktur. Din olumlu anlamdaki tüm değer, bilgi ve uygulamaların savunucusudur ve sahibidir. Dolayısıyla Müslümanlar da sırf Batı’dan geliyorlar ve insan mahsulü hükümler diye hemen bunlara şirk damgasını vurup reddetmek yerine, içinde iyi olan değerleri ayıklayarak kendilerine mâl etmesini bilmeli ve bundan da asla gocunmamalıdır. Bu anlamda biz, seçilmiş bir halk falan değiliz. Değerlerin tek sahipleri de bizler değiliz. Dinin emrettiği ve kendisine çağırdığı değerler de, keşfedilmeyi bekleyen tüm iyilikler ve olumlu modeller de evrensel bir karaktere sahiptir. Bunlar herkese ait iyiliklerdir. Bu nedenle ya adam oluruz ve öncelikle kendi değişmez değerlerimizle birlikte insanlığın keşfedilmiş değerlerinden iyi olanları seçerek bunları sahipleniriz ve üzerlerine modeller ve sistemler üreterek kaybettiğimiz “insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet” olma vasfımızı geri kazanırız, ya da Allah bizi yok eder ve yerimize yeni bir halk getirir. Bu yeni gelecek halk da bizim bize ait sandığımız ve kimseyle paylaşmaya razı olmadığımız adalet gibi değerleri hayata geçirerek “insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet” oluverir.
Yukarda verdiğimiz ayet (5/8) bizi kinlerimizin esiri olmadan adaletli davranmaya sevk etmektedir. Bir taraftan kinik davranıp bir taraftan hakikatin ve adaletin mutlak temsilcileri olarak kendimizi görerek nasıl adalet sahibi olabiliriz, bu mümkün değildir. Adil olmanın kendisi, muhatabındaki iyiyi görmeyi ve hiçbir komplekse ve üstünlük duygusuna kapılmadan ondan faydalanmasını bilmeyi gerektirir. Ortak bir iyide buluşulamayacağını veya rakiplerimizden asla iyilik sadır olamayacağını düşünmek dinsel asabiyetten başka bir şey değildir. Zaten din/İslam dediğimiz olgu, insana ait çift yönlülüğün iyi tarafına teşvikten başka bir şey değildir. Eğer bazı yönleriyle bu iyi taraf, Müslüman olmayanlarca da keşfedilmiş veya sahiplenilmişse bize düşen bu değerlere ve iyi uygulamalara sahip çıkanlar Müslüman değil diye bunları reddetmek değil, tersine sahip çıkmaktır. Çünkü sadece Müslüman veya muvahhit olmakla anlaşılabilen ve keşfedilebilen özel bir bilgi veya değer türü
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
49
Dosya: Din,Devlet Ve İslamofobi
İslam Devletine Kim İhtiyaç Duyuyor? Dr. Abdulvahhab el-Efendi İslami Yorum için Çeviren:
Fatih Peyma
Bu yazı el-Efendi’nin Türkçeye “Nasıl Bir devlet?” ismiyle çevrilen “Who needs an Islamic state?” isimli kitabının ikinci baskısına yazdığı önsözdür. Kitabın ikinci baskısını Türkçeye kazandıran ilke yayıncılık yeni baskıda bu önsöze yer vermemiştir.
Kitap hakikaten ilginç bir
uzun süredir pek çok insanın görmezden geldiği
şeydir. İnsan bir kitap yazıyor
belli başlı gerçeklere dikkat çekmekten ibarettir.
ve akabinde o kitap, kendine
Ne “liberal” ne de “ılımlı” Müslüman sıfatlarıyla
has bir hayat sunarak
(öyle bir izlenim vermek şöyle dursun) kendimi
hakimiyeti ele alıyor. Bu
tanımlama yoluna gittim. Bu yüzden Feriş
kitabın yazılma fikri yıllardır
Nur ve pek çoklarının bu türden moda sıfatlar
aklımdaydı ve sanırım eski
hakkındaki endişelerine hak veriyorum.
dostum Ziyauddin Serdar olmasaydı, bu fikir bir kitap haline dönüşemezdi. O ve Merryl Wyn Davies, Grey Seal Books’da “Çağdaş İslam dizisi” oluşturmaya giriştikleri zaman, ben onların ilk kurbanı oluverdim. Çağdaş İslam konusunda, bizzat seçeceğim bir konuda benden kitap yazmamı, bunu da kısıtlı bir zaman diliminde ve herkese hitap edebilecek, herkes tarafından anlaşılabilecek bir üslupta yapmamı istediler. Seve seve kabul ettim ve kendime konu olarak, çok tartışılan bir konuyu “İslam devleti”
baskısı hakkında dile getirilen coşkulu kabul sevindirici olsa da, bu benim öncelikli hedefim değildi. Öncelikli hedefim, özellikle İslami çevrede var olagelen İslam tarihi ve ilkeleri hakkında bazı ciddi yanlış anlaşılmalar bulunan “İslam liderliği” konusunu hak ettiği anlayışa kavuşturmaktı. Bazı okuyucular, tüm bunlara rağmen başka türlü düşüncelere kapıldılar ve benim, sapkın fikirler savunduğumu iddia ettiler. Bu tür iddialarda bulunanların çoğu son
konusunu seçtim.
on altı yılda meydana gelen fırtınalı gelişmeler
Bununla birlikte, akabinde ortaya çıkan tepkilere
farklı bir açıdan görüyor olmaları ilginç bir
hazırlıksız yakalanmıştım. Hemen burada
ayrıntı olsa gerek. Demek on altı yılda çok şey
şunu itiraf etmeliyim ki, bazı ciddi tartışmaları
değişebiliyormuş.
göz önüne alındığında, şimdi anlattığım şeyleri
harekete geçirmek gibi niyetim olmuş olsa da, bu kitabı ihtilaf oluşturayım diye yazmadım. Ben böyle düşünüyorum. Benim tüm yaptığım,
50
Batı’da ve akademik çevrelerde bu kitabın ilk
Haklı olarak, okuyucu kitlesi öncelikle Müslüman olan bir kitapta, başlıca İslami hareketlerin ve onların otoriter eğilimlerinin sert bir eleştirisini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
yapmanın hiçte iyi bir fikir olmadığı söylenebilir.
onu, iktidarın savunmasız bir hedefi haline
Ama aksini yapmak da çok doğru ve faydalı
dönüştürdü. Aynı zamanda demokrasiye bir
olmazdı. Ne yazık ki, bence, oldukça yumuşak
engel haline geldi. Çünkü İhvan, başarılı olduğu
ve yapıcı (hatta bir kez daha düşünüldüğünde
takdirde hem ülke içinde hem de uluslararası
fazlasıyla ılımlı) eleştiriler, bu hareketlerin
bir tepkiden çekindiğinden iktidara gelemedi ve
takipçilerinin savunmaya/tesis etmeye çalıştığı
çoğu muhalefet grupları, İhvan’ın gizli kapaklı
düşüncelerden yararlanmalarını engellemektedir.
niyetleri olduğundan şüphelendikleri için,
Ben bu eleştirileri düşünmeden yapmadım elbette. Çünkü ben bu sözleri söylemeden önce, yaklaşık yirmi yıldan beri, bu hareketlerin hem yazdıklarını, hem de yaptıklarını takip etmekteyim. O zamandan beri, gelişmeler benim burada dile getirdiğim hususları doğrular niteliktedir. Sudan’da modern Sünni bir İslami hareketin ilk kez iktidara gelişi, tam anlamıyla felakete dönüştü. Çünkü otoriter eğilimlere çabucak teslim oldular ve demokrasiyi öncülleştirmek için bu kitapta teklif edilen uyarılara aldırmadılar. Burada üzerine basa basa vurgulamaya çalışılan husus şu ki, Müslüman topluluklar özgürlüğe ve demokrasiye fazlasıyla öncelik vermeliler ve daha yaratıcı formüller bularak modern ulusdevlet adlı deli gömleğinden kurtulma yoluna gitmeliler. Az önce bahsettiğim Sudan’daki İslami hareketin, demokratik ilkelere ve fikirlere diğer pek çok hareketten daha açık olduğunu düşündüğümüzde durum daha trajiktir. Hamas ve diğer hareketlerin deneyimleri tam bir felaketti. Bu nedenle bu eleştirilerimin arkasındayım ve eleştirilerimin yeterince sert olmadığını belirtmek istiyorum. İslam dünyasında demokrasi olmadığı için İslamcıları suçlamak hiç de doğru olmaz. Çünkü onlar çoğu zaman despotluk (zulüm) yapan olmaktan çok onun kurbanları durumundadırlar. Bununla birlikte, bir kurbanın bile seçenekleri vardır; özellikle kurban, siyasi gelişmelerde söz sahibi olan önde gelen bir muhalif hareket ise. Bunu, Mısır’daki İhvan-ı Müslimin’in rolü ile örneklendirebiliriz. İhvan yaygın olarak Mısır’daki en önemli muhalif güç konumundadır. Fakat demokrasiye geçiş sürecine yardımcı bir öncü güç olmadı. Bunun başlıca sebebi, İhvan’ın rejime karşı birleşik bir demokratik cephe kurmak için diğer muhalif grupları ikna etmede başarısız olmuş olmalarıdır. Bu bakımdan İhvan’ın seçimlerdeki başarıları
onlarla koalisyona yanaşmadılar. Bu süreçte İhvan’ın sınırlı başarısı, hükümete, İhvan’ın demokratikleşmeye direnmesinden dolayı bir bahane sundu ve Mısır hükümeti İhvan’ın “demokrasi karşıtı İslamcılar” olarak iktidar olmak gibi bir gündemi olduğunu iddia etmeye başladılar. Böylesi durumlar hemen hemen her yerde bu şekilde oluyordu. İslamcıların demokrasi karşıtı yanlış üsluptaki konuşmaları pek çok despota, demokratikleşmeye karşı çıkmak için bir mazeret ve bahane sağlar hale geldi. Birkaç istisna elbette vardı. Bu istisnaya en önemli örnek, Türkiye’dir. 2001 senesinde bir grup İslamcı, Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde daha ılımlı demokrasi yanlısı bir parti kurmak adına dava arkadaşlarından ayrılmış ve ertesi yıl büyük bir başarıyla iktidara gelmişlerdi. O zamandan beri, Türkiye’nin demokratikleşmesinde aktif bir rol oynamakta ve hem içte hem de dışta büyük destek görmektedirler. En azından bu grup, demokrasiye mutlak öncelik verme çağrısına kulak veren kişilerden oluşan bir gruptur. Elbette bunda payım vardır demiyorum, ama 1994’te bu kitabım Türkçeye tercüme edildi ve söylendiğine göre büyük çapta bir okuyucu kitlesine ulaştı ve üzerinde yorumlar yapıldı. Ve bir de 11 Eylül olayları var elbette. Böyle bir olayın gelmekte oluğunu önceden tahmin ettiğimi söyleyemem. Ama bu kitapta bahsettiğim, soğuk savaş sonrası dönemde İslam’ın hoşnutsuzluk kaynağı olacağına dair öngörülerimi, 1985’te “Arabia” adlı dergideki bir dizi makalede ve aynı zamanda 1998’deki (yine Zia Sardar’ın talebi üzerine) diğer bir makalemde uzun uzadıya anlatmıştım. Bu yazılarımda (kitapta da kısaca değindiğim gibi) İslam’ın, Batı merkezli dünya düzenine karşı sürpriz bir dış güç rolü oynayacağını ve Batı’nın, İslam’ı istikrarsızlaştırmaya dönük politikalarla mevcut “İslam tehdidi”ne karşı yapacağı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
51
girişimlerin uluslararası barış ve güvenlik için
daha iyi yönde bir değişim için teşvik edici
ciddi sonuçlar doğuracağı yönünde uyarılarda
bir güç olacaktır. Bizim yapmamız gereken şu
bulunarak görüşlerimi dile getirmiştim. Demek
yöndedir ki, bütün bu haksızlıklara onun benzeri
istediğim kısaca şuydu: Müslümanlar mutlak
karşılıklar verilmemelidir. Çünkü Kur’an, bize
surette ortak olarak dünya düzenine dahil
yanlış muamelelerde bulunanlara iyilik yapmayı
edilmedikçe ve dahil edilecekleri güne kadar,
tavsiye etmektedir. Burada Müslümanların
dünya karışıklık içinde kalmaya mahkumdur. Bu
yalnızca uğradıkları haksızlıkları düzeltmek için
yöndeki tahminlerim son yıllarda meydana gelen
savaşmayıp, aynı zamanda dünyayı da ıslah
olaylardan da görüleceği gibi doğrulanmıştır.
etme endişesi gütmeleri gerektiğini söylemek,
Ek olarak, üzerine daha fazla çalışma yapmam gereken kısım buydu sanırım, şunu da kabul etmem gerekir ki; evvela, İslam ümmetini olduğundan çok daha mükemmel gösterdiğimingördüğümün ve onun maneviyatı ve birliği hakkında çok fazla hüsnü zanda bulunduğumu
gelebilir. Buna rağmen tekrar etmekte fayda var ki, yüksek ahlaki üstünlük adına bir arayış Müslümanlar için sadece, çok daha yüksek bir ahlaki düzen için gereklilik değil aynı zamanda yaşam için bir zorunluluktur.
fark ettim. Ümmet kavramının, dünyaya
Bu kitapta tekrar tekrar bahsedildiği gibi
ahlaki liderlik yapmak için çabalaması ve Batı
bu yazılarımızın hedef kitlesi, düşünen
egemenliği altındaki moderniteyi karakterize
Müslümanlardır. Bununla birlikte, burada
eden gücün aşırı merkezileşmesine ve tüketim
da sürekli vurgulamakta olduğumuz gibi bu
çılgınlığına alternatif bir model sunması
gezegende yalnızca bizim yaşamadığımızı göz
gerektiğine tüm kalbimle inanıyorum. Bence
önünde bulundurursak, başkaları da bizim
ümmet böyle olmalı. Ama Müslümanca hayatın
muhatabımız olmaktadır. Bu sebeple biz ne
ideali ve realitesi arasındaki uçurum her geçen
söylersek söyleyelim, bizim dışımızda kalan
gün büyüyor. Müslümanlar modern dünyayla
muhataplarımıza karşı söylediklerimiz ikna
tanıştıkça, en müsrif endüstriyel toplumlardan
edici, güven verici olmalıdır. Yaşadığımız dünya
bile daha materyalist ve tüketim çılgını oldular.
üzerinde Müslümanların diyaloga girmeleri ve
Ümmet ne yazık ki sürekli tüketmekte, üretime
bu Müslüman diyalogun modernite etrafında
de hiç katkıda bulunmadan varlığına devam
diğer toplumlarla bir noktada buluşması, hem
etmektedir. Egemen güçlere karşı bağımsız
kaçınılmazdır hem de arzu edilen bir şeydir. Bu
bir hale gelmek şöyle dursun, dış dünyaya
her şeye rağmen pek çok sorun ortaya çıkarsa
bağımlılığı arttıkça artmıştır. Biz bugün,
bile.
Müslümanlar insanlığa önder olmalı, ışık tutmalı, ahlaki liderlik ve örnek davranışlar sergilemeli dediğimizde, bu iddiamız çok gülünç duruyor. Şimdi biz, Müslümanlar intihar eylemleri yapmaktan ve bu süreçte masum insanların ölümüne sebep olmaktan vazgeçmeliler dersek
Müslümanların kendine has problemi, tabiri caizse “tribünlere oynamaktır”. Yani Müslümanlar gerçek bir diyalogdan çok, yapmacık bir hareketle Müslümanca davrandığını iddia etmektedir. Bu sadece, Batı’ya
daha gerçekçi oluruz.
ne kadar hoş ve emperyalizm yanlısı olduklarını
İnsan yine de umudunu kaybetmiyor. Müslüman
sınırlı değil, aynı zamanda cesur ve yılmaz
toplumları dünya düzenine entegre etmenin
olabildiklerini göstermeye çalışan Müslüman
güçlüğü konusunda sadece Müslümanları
yığınların büyük bir kısmıyla da alakalıdır. Bu
suçlamak hiç de adil olmaz. Güney Afrika’daki
iki eğilim, gerçek bir diyalogu imkansız hale
ırk ayrımcılığı halihazırda sona erdirildi -ki
getiriyor.
kanıtlamaya çalışan sözüm ona “ılımlı”larla
bu, egemen dünya düzeninde suç olarak en büyük adaletsizliklerden biriydi- ama İslam dünyasını etkileyen pek çok haksızlık/ adaletsizlik desteklenmeye devam ediyor ve bu türden haksızlıklar yıllardır yapılmaktadır. Bu dengesizliklerin devam etmesi, inşallah
52
insanların kulağına çok idealist bir yaklaşım gibi
Problemin en büyük belirtisi, diyalogun Müslümanlara ait bölümünü tanımlayan ve kolaylıkla görülebilen “çıkmaz”dır. Muhammed Abduh gibilerinin yüzyıl öncesinden sormaya başladığı aynı sorular, bugün de halen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tartışılmakta ve çok uzun zaman olmasına
İslam siyaseti hakkında başka bir tartışmanın
rağmen halen bu sorulara tatmin edici cevaplar
karara bağlanması ve neye uyması gerektiğini
verilememiştir. Günümüzde Müslüman aydınlar,
söyleyen bir ölçüt olarak görmüyoruz. Bununla
özellikle Batı’da yaşayanlar, günümüzdeki
birlikte, bizim burada ikili bir hedefimiz var.
tartışmalarda artık marjinal-toplum dışı unsurlar
İslami bir yönetim hakkındaki tartışmadan
ya da sadece dışarıdan olayları izleyen izleyiciler
yeni anlayışlar ortaya çıkararak, sosyal bilimi
konumunda değiller. Pek çoğu akademik
geliştirmek ve modern sosyal bilimden yeni
toplulukların tam üyeleridir ve birkaçı da kendi
anlayışlar çıkararak, Müslümanca tartışmanın
alanlarında önder durumundadırlar. Bazıları
seviyesini yükseltmek.
ise etkin Batı akademilerinin gelişmesinde ve onların ön yargılarının düzeltilmesinde (mesela oryantalizm hakkındaki tartışmalarda) pek çok katkıda bulunmuşlardır. Yine de daha geniş çaptaki insan ilişkileriyle ve İslami meseleler etrafındaki tartışmalarla meşgul olanlar arasındaki her geçen gün büyüyen uçurum,
Modern demokrasi teorisi, felsefi varsayımların, ideolojik yönlendirmelerin, gerçeklere dayanan gözlemlerin, tahminlerin ve aşırı beklentilerin ustaca bir kombinasyonudur. Bununla birlikte o, iyi bir yönetimin nasıl olması gerektiğine ışık tutuyor; eşit ve sağlam bir sosyal düzenin nasıl
çözüme meydan okumaya devam ediyor.
olacağını açıklıyor. İşte bu sorular insanoğlunun
Bu kitapta, ilk ve son olarak benzer tartışmaları
sorulardır.
birleştirerek, bu önemli değişiklikten yararlanmaya çalıştık. Biz, modern bir siyaset bilimcisi ve Müslüman bir entelektüel olmanın, kişilik bölünmesine yol açmaması gerektiğini göstermek istedik. Kişinin İslami geçmişi, ehil bir siyaset bilimcisi olarak onun yeteneklerini ve avantajlarını artırmalı ve zenginleştirmelidir. Ve elbette nitelikli bir siyaset bilimcisi olmak da, onun İslam tarihini anlamasında ve güncel siyasi sorunları yorumlamasında ona yeni ufuklar
(ve Müslümanların) zihnini yıllardır kurcalayan
Yıllardır var olagelen ve değişmeye devam eden, insanlara somut faydalar veren demokrasiler, halifelik hakkındaki yüzyıllardır süren bir tartışmanın kurbanı yapılıp göz ardı edilemez. Ve İslami kaynaklar (şura, icma vs.) üzerinden, demokrasi için dolambaçlı, anlaşılması güç meşrulaştırmalar yapmaya gerek yoktur. Çünkü apaçık gerçek şu ki, demokratik düzen, kıyaslanmayacak ölçüde despotizme, tek adama
açmalıdır.
dayalı ya da kliklere dayalı bir düzene tercih
Bu hedefi gerçekleştirmede elde edilen
İslam ile uyum halindedir. İslam, asırlardır
muhtemel başarı ölçüsünde, bunu, merhum
insanoğlunun benimsediği değerlerden farklı bir
İsmail Raci el-Faruki ve diğerleri tarafından
söylemle gelmedi. Ve insanoğlunun değerlerine,
öne sürülen “bilginin İslamileştirilmesi” tezinin
yeni ya da alışılmadık tanımlar getirmedi.
açık bir çürütülmesi olarak görüyorum. Sadece
Kendisinden önceki Hristiyanlık gibi İslam, asil/
Müslümanlara ulaşabilen, onlar tarafından
yüce değerlere uymayı talep ederken oldukça
elde edilebilen “gizli” bir İslami bilgi diye bir
titiz davrandı. Bu şekilde, insandan sadece
şey olamaz. Bir tarafta bilgi vardır, diğer bir
saldırganlıkta bulunmaması gerektiğini değil,
tarafta cehalet vardır. Bununla beraber hiç
aynı zamanda kendisine haksızlık yapanı da
kimse, bilginin yüce ve imtiyazlı bir şeklinin
affetmesini istiyordu. Peygamber, olası bir
var olduğunu ortaya koyarak modern siyaset
suikast tehdidi yüzünden Mekke’den ayrılmaya
bilimine gizli niteliklerle ayrıcalık vermemelidir.
mecbur kalınca, bütün borçlarının ödenmesi
Sosyal meselelerle alakalı bütün tartışmalar
talimatını bıraktı. Kimse, onu öldürmek
gibi, siyaset biliminin tezi (ve hatta pek çok
isteyenlere borcunu ödememe konusunda ona
ekonomi tezleri) tanımladıkları sosyal realitenin
bir şey diyemezdi. Nasıl olur da bu örnekte, bir
bizzat parçalarıdırlar. İtirazlara rağmen bu
Müslüman, yüksek ahlakın gereksinimi olarak
tezler, ideolojilerle bulanmış ve öncelikli (ve
bunu fark edemez.
edilir. Ve demokrasinin dile getirdiği değerler,
çoğu zaman tamamen tetkik edilmiş ve hatta tamamıyla kısıtlı) varsayımlarla doludur. Bu yüzden hiçbir şekilde, modern siyaset teorisini,
Dünya üzerindeki ilk katil olan Kabil’in hikayesinin Kur’an’daki anlatımında Kabil,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
53
sadece işlediği suçtan dolayı değil aynı zamanda
hareketlerin çoğu (benim burada eleştirdiğim)
Habil’in ölü bedeninden nasıl kurtulacağı
otoriter bir devlet vizyonu benimsiyorlarmış gibi
hakkında bir fikri olmadığından büyük bir sıkıntı
görünmektedirler.
içerisine girmiştir.
Burada, İslami hareketlerin otoriter eğilimleri
“Derken Allah ona kardeşinin cesedini nasıl
ve otoriter bir yapı olarak İslam devletinin genel
gizleyeceğini göstermek için, yeri eşeleyen bir
düşüncesi hakkındaki eleştirilerime bir açıklık
karga gösterdi. Bunu gören Kabil ‘eyvah’ diye
getirmek istiyorum. Burada halifeliğin, hayalden
haykırdı. Yazıklar olsun bana. Ben bu karganın
uzak ve daha gerçekçi olan anlayışını dile
yaptığını yapamayacak ve kardeşimin cesedini
getirdim ve “Müslümanlar için devlet” düşüncesi
gizleyemeyecek kadar aciz miyim? Ve bunun
lehine İslam’a dayalı devlet düşüncesinin terk
üzerine pişmanlık duyanlardan oldu.” (5-31)
edilmesini tavsiye ettim. Hem halifeliği yeniden
Kıssadan çıkarılacak ahlaki ders şudur: Eğer Allah insanlara, hayvanların davranışlarını gözlemleterek bir şey öğretebiliyorsa; mutlaka diğer insanlara da birbirlerinin davranışlarını gözlemleterek bir şeyler öğretebilir. Ve çağlar
İslam devleti kurmadaki başarısızlıkları göz önüne aldığımızda, inanıyorum ki çok daha makul, sade bir hedef olarak “öncü bir Müslüman devletin yaratılması” gerekmektedir.
boyunca toplumların (Müslümanlar dahil)
Böyle bir devletin fonksiyonu, Batı’da bir lider
zihinlerini kurcalayan pek çok soruya cevap
olarak ABD’nin oynadığı role benzer bir rol
veren demokrasi yönetimini gördüğümüz
olacaktır. Bu, hilafet fikrinden çok daha az hırslı/
zaman yapmamız gereken, el-Maverdi’ye ya
iddialı bir fikirdir. Ve eninde sonunda Müslüman
da diğer kaynaklara, bu türden iyi sistemlerin
devletlerin AB tarzı bir birlik inşa etmesine
İslam ile uyumlu olup olmadığına bakmak
önayak olacaktır.
olmamalıdır. Bu konuda yapılacak şey, Kabil gibi “Yazık bize! İşleyen bir demokrasimiz ve meclisimiz olamayacak kadar beceriksiz miyiz
İslam dünyasında halihazırda var olan kendimize has istikrarsızlığın sebebi, böyle bir devletin
biz” dememektir.
ortaya çıkmamasıdır. İstikrarsızlık, bu rol için
İslam devleti hakkındaki modern tartışmalar,
arasındaki rekabetten kaynaklanıyor. Böylesi bir
tekrar ediyorum, daha önce eşi görülmemiş ve
rol için iki aday devlet var: Malezya ve Türkiye.
birbiriyle bağlantılı iki gelişmenin arka planına/
Bu rol için aranan nitelikler; uygulanabilir
geçmişine karşı yürütülmüştür. İlki, yabancı
demokrasi, güçlü ve kendi kendine yeten bir
güçler tarafından kontrole ve istilaya maruz
ekonomi, canlı bir kültürel hayata sahip olmak
kalmış olan Müslüman topraklarının kaybedildiği
gibi niteliklerdir.
birbiriyle çekişen Arap ve Müslüman devletler
sömürge döneminin gelişidir. İkincisi (ki birincinin doğal sonucuydu), halifeliğin çöküşüyle İslam’ın tarihte ilk kez devletsiz bir dine dönüşmesiydi. Halifeliğin yüzyıllardır gerçek anlamından uzak olması önemli değildi. Çünkü asıl amacından uzakta da olsa hilafet rahatlatıcı bir unsurdu. Onun tarihten silinişi, Müslümanlar üzerinde travmatik bir etki yaptı. Resmi dini-siyasi otorite olan halifenin tarihten silinmesi, İslamcı grupların ortaya çıkmasına yol açtı ve diğer bağımsız aktörlerin kendilerini, bir dini otorite olarak lanse etmelerine sebep oldu. Bunda doğal olarak yanlış bir şey yok. Çünkü İslam’da dini otorite her zaman değişken ve kendi içinde çekişmeye/mücadeleye açık olmuştur. Bununla birlikte sorun şu ki, bu
54
tesis etmedeki hem de modern uygulanabilir
Her şeye rağmen şunun farkındayım ki, bizler geçmişe şöyle bir uzandığımızda orada bir haklılık aramaktan kendimizi alamıyoruz. Bu istek bir bakıma, Ludwig Wittgenstein’ın felsefe yapma isteği hakkında söylediği gibi bir aksaklık/sıkıntıdır. Bu, insanın kaşınmaya duyduğu güçlü bir isteğe de benzetilebilir. Bu durum, zevkten çok bir tedavi gerektirir. 1970’lerde Sudan’da, kanunların İslamileştirilmesi ve düzenlenmesinde görevli olan bir komitenin geleneksel ulema sınıfı temsilcileri ve Hasan Turabi arasındaki diyalog hayli ilginçtir. Anlatılana göre, ne zaman Turabi ulemanın bilmediği bir kanun ile ilgili bir şey teklif etse, ulema Turabi’nin teklif ettiği görüşün
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
geçerli bir delilini talep ederek, o görüşün
edebilmektir. Benim burada bahsettiğim “Şam
hangi kitapta/kaynakta yazdığını sorarlarmış.
modeli”, Medine modelinin silinişinden sonra
Turabi de her seferinde referansları ve alıntıları
ortaya çıkmış değil; aslında Medine modeliyle
layıkıyla verirmiş. Cevaplarına sürekli bir
beraber yan yana yaşamışlardır. Bu yüzden Şam
sorgulama geldiğinden dolayı sinirlenmiş
modeli oldukça sağlam temelli bir modeldi. Ve
ve şöyle demiş: “Bu fikirlerim, Moğolların
dönemin ihtiyaçlarına daha çok uygundu ve
nehirlere attığı kitapların birinde yazıyordu.”
özellikle devletin genişleme/yayılma politikası
Demokrasinin apaçık avantajlarını göremeyenleri
taleplerine hitap ediyordu.
ben, günümüzde İslami olmayan kitaplara havale ediyorum. İnanıyorum ki Moğolların Dicle’ye attığı o kitaplar yeniden elde edilse bile sorulan bu sorulara herhangi bir cevap bulunamayacaktır. Çünkü klasik İslam eserleri
Son olarak bu kitabın basılmasında emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Wan Saiful Wan jan, Ziyauddin Serdar ve Merryl Wyn Davies bu kitapta emekleri olan saygıdeğer dostlarımdır.
bu tür konularda hiç akıl yormamıştır. Şunu paylaşmak istiyorum ki az önce bahsettiğim dürtüye bende eğilim gösterdim ve halifelik meselesini genişçe anlatan bir eki kitabın
- BİTTİ -
sonuna koydum. Onun amacı, bu kurumun gerçekçi bir değerlendirmesini sunmaktır. Bunu yaparken, onu yeniden canlandırmaya yönelik yorumların ve klasik okumaların tarzından uzak bir değerlendirme sunmaya çalıştım. Bununla birlikte, benim “realist” okuma biçimim, bu konuda oldukça şüpheci/küçümseyici bir görüş benimseyen pek çok oryantalist ve İbni Haldun gibilerin fikirlerinden ayrı değerlendirilmelidir. Ek 2’deki “Şam modeli” adlı tetkikim bu kitapta benimsediğim aynı yaklaşım tarzını takip ediyor. Bu yaklaşım, genel çerçeveyi hesaba katarak çok daha bütüncül bir bakış açısıyla bu modelin sınırlandırmalarına ve Raşit Halifeler anlayışının doğasına yeni anlayışlar getirmeye çalışıyor. Bu, sadece ahlaki, siyasi ve teolojik tartışmaları ve meşrulaştırma, haklı çıkarma sorunlarını incelemekle kalmıyor; aynı zamanda eski dönemdeki toplumların yüz yüze kaldığı sorunlara göz atıyor. Böylece bu yaklaşım, Emevilerin halifeliği zorla gaspı ile Raşit Halifeler arasındaki zıtlığa fazla kafa yormuyor. Onun yerine iki modelin “mimarisi” ve yapısını tahlil etmeye çalışıyor ve aynı zamanda, onların sorunlarını ve sınırlarını daha geniş perspektifte ortaya koymak için onları diğer tarihi modellerle kıyaslıyor. Ne Raşit Halife modeli dışlanmalı, ne de pek çoklarının yaptığı gibi Emevi modeli yüceltilmelidir. Asıl yapılması gereken, her iki deneyimden değerli ve faydalı dersler çıkarabileceğimiz gerçekçi bakış açıları elde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
55
Dosya: Din,Devlet Ve İslamofobi
Din ve Devlet Sorunu Muhammed Abid El-Cabiri Bu yazı, yazarın “Çağdaş Arap Düşüncesinde Yeniden Yapılanma /Kitabiyat-2001” isimli kitabının 77-108 sayfalarından alıntılanmıştır.
1. Geleneksel Referansta Din ve Devlet
konusunda, başka bir alandan beslenen sorun olarak, belirli bir alanda ortaya atıldılar. Ele aldığımız ikilem, modern Arap düşüncesinde din ve devlet ikilemidir. Bu ikilem, sonuncu türden
1.1. Hükümlerin Tatbiki Sorunu
yoksa devlet midir?” sorusu, İslam’ın ortaya çıkmasından geçen asrın başlarına kadar, İslam
Bakış açısını, sahte
düşüncesinde kesinlikle sorulmamış bir sorudur.
sorular kadar yanıltan,
Bu soru, yalnızca geçen asrın ortalarında, İslam
vicdani ve fikri sapıklığa
geleneğine dayanan içeriğiyle değil, usulünü ve
düşüren başka bir şey
ayrıntılarını, Arapların hâlâ kendi ülkelerinde
yoktur. Sahte sorular, -çocukların soruları gibi-
gerçekleştirmek istedikleri, özellikle ilerleme ve
bilincin, gerçek sorunlarmış gibi algıladığı sah
kalkınmayla alâkalı olarak Avrupa medeniyeti
te sorunları gündeme getiren sorulardır. Sahte
örneklerinde bulan uyanıştı içeriğiyle ortaya
soruların tehlikesi, sahte sorunlara neden
atılmıştır.
olacak çarpık cevaplar çağrıştırmasında gizlidir. Çünkü her soru ancak cevap tasarısıyla birlikte ortaya atılır. Soru, “İslam, din midir; devlet midir?” gibi birbirine karşıt bir ikilem biçiminde sorulduğunda, sorunun muhatabını ve dola yısıyla da düşünceyi, sınırlı bir akli ikilemle karşı karşıya getirir; yani iki durumdan birini şart koşar: Ya “İslam dindir, devlet değildir” ya da “İslam hem dindir hem devlettir.” Üçüncü ihtimal olan “İslam devlettir, din değildir.” seçeneği ise söz konusu değildir; çünkü İslam tanım gereği dindir.
56
olan sorunlardandır. Şöyle ki, “İslam din midir,
Evet, sorunlar, ancak haklı bir gerekçe bulunduğu zaman bir yerden başka bir yere taşınmayı kabul ederler. Yani önceden bir iç hazırlık olmadıkça, dış etkenlerin etki edebileceği bir alan yoktur. Bununla birlikte, taşınan sorunlar, bu durumda bile, tam ve başarılı bir biçimde taşındığı çevreye uyumlu hâle getirilmedikçe, taşındığı yerde karışıklık ve çarpışmalara neden olacak biçimde yabancı ve yalnız kalacaktır. Geçen asırda ve bu asrın başlarında Arap dünyasına taşındığı şekliyle din ve devlet arasındaki ilişki sorunu, geldiği Avrupa
Sahte sorular genellikle, sorunsalını realiteden
realitesinin kaygı ve beklentilerini değil, kendi
değil, ütopik ya da soyut metafiziksel
kaygı ve beklentilerini bilfiil ifade etmek üzere
düşünceden alan veya içerik ve belirlemeleri
Arap dünyasının fikrî ve medeni realitesiyle
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
henüz uyumlu hâle getirilememiştir. Dolayısıyla, biz, sahte sorunun bağlarından kurtulmaya çalışacağız. Bu da, bizzat onu soru konumuna koymakla olur. Öyle ki, çarpıtma unsurlarından kurtardığımızda, bu soruyu Arap realitesinin geçmiş ve bugüne ait özel verilerini ve Arap milletinin geleceğe ilişkin beklentilerini ifade eden bir formda ortaya konulması mümkün olacaktır. Bu amaçla biz, konuyu
dünyadır. Bu referansı kuran ve onun yönünü belirleyen ilke şudur. “İslam’ın karşısına konulan her şey, İslam dışıdır.” Özellikle burada bizi ilgilendiren din ve devlet ikileminin, geleneksel referansımızda, dinin devletten ayrılmasını ifade eden Avrupa kökenli içeriğiyle ortaya konul ması hâlinde, bunun, “İslam’a saldırı” ve onu “yok etmek” üzere ortaya çıkmış bir çaba olarak anlaşılması kaçınılmazdır. Peki niçin?
dört aşamada ele alacağız. Bu aşamaların her
Bu soruya doyurucu bir cevap vermek için,
birinde sorunun bir yönünü, modern ve çağdaş
“yobaz” ve “örümcek kafalı” türünden kolaycı
Arap düşüncesinde ortaya konduğu şekliyle
suçlamalardan kaçınmak gerekir. Çünkü bu
tartışacağız. Öncelikle, aynı referansa dayanan
tür suçlamaların, geleneksel referanstan
bir cevabı alabilmek için, geleneksel referans
hareket eden düşüncenin temel dinamiklerini
içerisinde meselenin ortaya konma biçimine
anlamamayı yansıtması bir tarafa, yararından
bakacağız. İkinci olarak, bu referansın verdiği
çok zararı vardır.
cevabın belirlediği unsurları analiz edeceğiz. Üçüncü olarak, sorunun, modern ve çağdaş Arap uyanışçı referansta ortaya atılış biçimini ele alacağız. Dördüncü ve son olarak, sorunun, mevcut Arap realitesi ve onun geleceğiyle
Öyleyse, şimdi, din-devlet ikilemini barındırmayan geleneksel referansımız içinde, “dinin devletten ayrılması” ifadesinin anlaşılma biçimine bakalım. Genel olarak, İslam tarihinde,
ilişkisini irdeleyeceğiz.
dinin kendisinden ayrılmasını kabul eden bir
Şimdi, meseleyi birinci düzeyde ele almaya
ondan ayrılmayı kabul eden bir “din” de söz ko
başlayalım. Burada, amacımızın akademik
nusu değildir. Gerçekten, cihad ya da bidatlere
bir analiz yapmak olmadığı acıktır. Bizim
karşı koymak gibi dinî meseleler konusunda
amacımız, sadece, bu konu için, anlama,
gevşek davranmakla suçlanmış birtakım
anlatma ve anlaşmanın asgari seviyesini
yöneticiler olmuştur; ancak, İslam tarihinde,
sağlayacak bir çerçeve oluşturmaktır. Bunu
dine bağlılığını açıklamaya ihtiyaç duymamak
amaç edinmemizin nedeni, çağdaş Arap düşünce
gibi bir lükse sahip hiçbir yönetici de olmamıştır.
akımları arasındaki, karşılıklı birbirlerini anlama
Çünkü hiçbir idareci, idaresinin meşruiyetini dine
ve irtibatın önündeki en önemli engelin, bu
hizmet etmek ve onu yüceltmek maksadının
akımlardan her birinin kendi özel referansı
dışında arama imkanına sahip olmamıştır.
içine kapanıp, ona mutlak surette bağlanarak,
Durum bir yönüyle böyledir. Diğer yönden ise,
onun dışındaki her şeyi, ya bilmemekten ya
İslam tarihinin hiçbir döneminde, devletten ayrı,
görmezlikten gelerek ya da “düşman görüşler”
salt dine özgü bir kurum olmamıştır. Fakihler,
anlamında ideolojik kategorizasyona tâbi tutarak
bir kurum oluşturmuyorlardı, aksine onlar, dinde
yok saymak olduğu yönündeki kanaatimizdir.
bireysel olarak içtihat yapan, toplumdaki ge
Geleneksel referans, İslam’ın zuhurundan geçen asrın başlarına kadar, siyasi, fikrî ve
devlet asla olmadığı gibi, devletten ayrı ya da
lişmelerin ortaya koyduğu yeni olaylara fetva veren kimselerdi.
özellikle de resmî niteliği itibariyle İslam
Dolayısıyla, “dinin devletten ayrılması” ya da
tarihinden oluşmaktadır. Bu dönem, İslam’ın
“devletin dinden ayrılması”, geleneksel referans
çözüm bulamadığı hiçbir sorunla karşılaşmayan
içerisinde zorunlu olarak su iki durumdan biri
ve kendi kendine yeten, medeni bir dünya
ya da her ikisini birden ifade eden bir anlama
oluşturduğu dönemdir. Kapalı, bağımsız ve kendi
gelecektir. Bu iki şeyden biri, dini dışlayan,
sorunlarını çözebilen bu dünya, içinde sadece
yani İslami olmayan bir devletin kurulması
şeyhlerin ve alimlerin değil, Arap dünyasının
ya da hükümleri uygulamakla yükümlü olan
aydınlarının, hatta genç aydınlarından büyük
“yönetim”den İslam’ın uzak tutulmasıdır.
bir kısmının kendi verileriyle düşündüğü bir
Evet, sadece geleneksel referans çerçevesinde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
57
düşünen bir kimse, işin kesinlikle dini dışla
başlangıcında, bir devlet inşasını hedeflediği
yan bir devlet kurmak ve toplumdan İslam
konusunda bir cümle sarf ettiğine rastlamak
kisvesini soyutlamakla ilgili olmadığı konusunda
kesinlikle mümkün değildir. Ne hadislerde ne
ikna edilebilir ve amacın şu veya bu olmadığı
de sahabeden gelen rivayetlerde bu meseleyi
hususunda en sert yeminle “Allah en iyisini bilir.”
kanıtlayacak bir bilgi vardır. Aksine, Hz.
diyerek susturulabilir. Fakat o, “dini devletten
Peygamber, davetin başlangıcında, Mekkelilerin
ayırma”nın, İslam’ı, hükümleri uygulamakla
sundukları, yeni dine davetten vazgeçmesi
görevli otoriteden mahrum etme anlamına gel
karşılığında başkan olma önerisini kesin ve
mediği konusunda asla ikna olmayacaktır. Bu
sert bir dille reddetmiştir. Bu, Hz. Peygam
takdirde, hükümleri yürütmekle yükümlü olan
ber’in hedefinin -en azından başlangıçta- yeni
“otorite” ile “devlet” diye adlandırılan toplumsal
dini yaymak olduğunu, bir devlet kurmak ve
kurum arasında ayrıma gitmekten başlamak
liderliği elde etmek olmadığını kesin bir şekilde
gerekir. Peki, neden oradan başlamak gerekir?
göstermektedir.
Çünkü geleneksel referans çerçevesinde
Aynı şekilde, Kur’an’da da, İslami davetin; bir
düşünen kimseye göre, din, uygulanması
devlet, bir krallık, bir imparatorluk kurmaya
gereken hükümleri kapsar, devlet ise o hü
çağrı olduğunu açık bir şekilde ifade eden bir tek
kümleri uygulama sorumluluğunu üstlenmesi
ayet bile yoktur.
gereken “kurum”dur.
Öte yandan, buna karşılık, tartışma götürmez iki
Hareket noktamız olan, “İslam, din ve devlet midir?” sorusu, İslami anlamını, yani ‘din’ kelimesi yerine ‘ahkam’ kelimesini ve ‘devlet’ kelimesi yerine de ‘iktidar’ kelimesini koyarak yeni bir forma sokmadıkça, İslam medeniyeti deneyimi içinde cevabını bulamayacak bir
Öncelikle Kuran, Müslümanların icra etmesini istediği birtakım hükümler içermektir. Bu hükümler arasında, hırsızlık cezası gibi, uygulanması, toplum adına o uygulamaları icra
sorudur
edecek bir otoriteyi gerekli kılan hükümler de
1.2. Hilafet ve Güçler Dengesi
İkinci gerçekse şudur: Cihad gibi hükümlerin
bulunmaktadır.
Geleneksel referansta din-devlet ilişkisi, aşağıdaki tarihsel gerçeklik çerçevesinde belirlenir: İslam, devleti olmayan bir toplumda ortaya çıkmıştır. Arap-İslam devleti, tedricî bir tarzda, fakat birbirini izleyen süreçlerde ortaya
uygulanması, sonuçta, İslam davetinin, İslam dünyasının coğrafi, medeni ve düşünsel anlamda genişlemesine paralel olarak gelişen ve büyüyen birtakım kurumlara sahip, örgütlü bir devlete dönüşmesine yol açmıştır.
çıkmıştır. İslami davetin yayılması, Peygamber’in
İkişerli grup hâlinde birbirini dengeleyen ve
savaşlarda üstün gelmesi ve özellikle de
bu konudan kesin bir sonuç çıkarmaya imkan
Mekke’nin fethi ve daha sonra fetihlerin
vermeyen bu dört gerçeğin yanı sıra, bir de,
yayılması, Arapların evrensel bir güç olarak
tarihsel İslami deneyim ve bu deneyimi yansıtan
ortaya çıkmayı başarmaları, dolayısıyla da, geniş
fıkhi düşünce vardır.
uluslararası ilişkilere katılması...
Tarihsel olarak bilinmektedir ki, Müslümanlar
Bu, tartışma kabul etmez tarihsel bir gerçektir.
arasında ortaya çıkan ilk ciddi ve tehlikeli ihtilaf
Ancak bu tarihsel gerçeğin, tek tip hukuki
-ki bu Hz. Peygamber’in vefatından hemen
sonuçlar çıkarılmaya müsait bir şekilde
sonra vuku bulmuştur-, halifenin kim olacağı
yorumlanması kolay bir iş değildir. Çünkü belli
konusundadır. Anlaşmazlık, muhacirin ile ensar
bir perspektifi kanıtlayabilecek deliller, ona zıt
arasında meydana gelmiştir. Bu konuda tarih
başka bir bakış açısını kanıtlayabilecek delillerle
kitaplarının kaydettiklerine göre, iki grubun
aynı seviyededir.
da ileri sürdüğü akli ve naklî delillerin birbirine
Hz. Peygamber’in (s.a.v.), davetin
58
gerçek daha vardır:
denk olduğu görülmektedir. Sonuçta, işi bitiren, muhacirinin Medineli kardeşlerine yaptıkları,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“Araplar, sadece Kureyş kabilesine itaat ederler.”
bulunur. Halife dilerse, durum ve şartlara
hatırlatması olmuştur. Yani liderliğe layık tek
göre yetkisinin bir kısmını onlara devredebilir.
kabile Kureyş kabilesidir. Dolayısıyla, meseleyi
Bununla birlikte, fıkhi teoriye göre, Müslümanla
sonuca bağlayan, güçler dengesidir. Nihayet,
rın halifesi yine tektir. Birden fazla halifenin
“bizden ve sizden birer emîr” düşüncesinden
meşruiyetini kabul etmek caiz değildir. Bağdat’ta
uzaklaşılarak, Ebû Bekir’e biat edilmiş ve
Abbasi hilafetine ilaveten Endülüs’te Emevi
onun da ensara hitaben yaptığı “Bizler emiriz,
ve Kahire’de Fatımi hilafeti kurulduğunda,
siz de yardımcılarsınız” açıklamasıyla, konu
bunlardan her biri ve tebaaları onu gerçek
muhacirinin lehine sonuçlanmıştır.
meşru halife olarak kabul ediyordu. Tabii ki, bu,
Bu olay, yani halife seçimi için Medine’de Sakife’de muhacirin ve ensarın toplanması olayı, Ehl-i Sünnet fakihlerinin hilafet konusundaki teorilerini desteklemek için dayandıkları, -yegane olmasa da- başlıca referans olmuştur.
fıkhi teoriye göre böyledir. Oysa gerçekte İslam ülkeleri, aynı anda birbiriyle rekabet eden ve hatta bazen birbirleriyle savaşan birçok devlete tanık olmuştur. Bunların hepsi İslami devletti ve hâlâ da öyledirler.
İslam tarihinin tanık olduğu, bütün yöneticilere
Üçüncü unsur ise; Ehl-i Sünnet’e göre, hilafetin,
İslami meşruiyet kazandırma konusundaki
nass ile değil, ‘seçim’le olmasıdır (Bu, Şia’ya
birtakım içtihatlarına rağmen, fakihler, Sakife
karşı ortaya atılmış bir ilkedir). Çünkü mademki
toplantısında meydana gelen olaylar ve varılan
sahabe Hz. Peygamberin vefatından sonra fikir
sonuçları, kanun gücünde ve geçmiş örnek
alışverişinde bulunmuş, ihtilafa düşmüş, ittifak
İslami uygulamalar olarak görmeye devam
etmiş ve sonuçta Ebû Bekir’e biat etmişlerdir;
etmişlerdir. Bir başka deyişle, o olayları, benzer
öyleyse bu, Resulullah’ın kendisinden sonra
hususların kendisine kıyas edileceği bir ‘asıl’
birisini halife olarak tayin etmediği anlamına
olarak kabul etmişlerdir. Bu asıl, başlıca üç
gelmektedir. Şu kadar var ki, Ehl-i Sünnet’in
unsurdan oluşur:
hilafet teorisinde seçim, “Hz. Peygamber,
Birincisi; sorunun, “Hz. Peygamberden sonra halifenin kim olacağı” konusuna odaklanmış olmasıdır. Dolayısıyla, Sünni hilafet teorisi, devleti bir kurum olarak gündeme getirmez; bilakis, sadece kurumlar ve organlara özgü, kayıtsız, şartsız ve sınırsız bir sürede Allah’ın Kitabı ve Resulün Sünneti’yle hükmetmek üzere kendisine biat edilecek kişi üzerinde yoğunlaşmışlardır. Buna göre, İslam toplumu, hükümleri uygulama, devlet organlarını kurma, vezirler, yardımcılar, valiler seçme konusunda bütün yetkiyi halifeye devretmiş olur. Nitekim İslam toplumunun yöneticiyi denetleme hakkı da yoktur. Çünkü halife, biatin verdiği yetkiyle, kendisine biat edenlere karşı değil, Allah’a karşı sorumludur. Dolayısıyla, halifenin emir ve
kendisinden sonra hiç kimseyi halife olarak ta yin etmemiştir.” tespitini aşamamıştır. “Halifenin seçiliş” biçimi ise, güçler dengesinin karar vereceği bir konudur. Kim kendisi için hilafet talebinde bulunup, kaba kuvvetle üstün gelerek -isteyerek ya da zorla- insanları etrafında toplayabilirse, halife odur. Evet, İslam’ın ilk dönemlerinde çoğunluk, halifenin Kureyş’ten olmasını şart koşmuştur. Ancak bu koşul, açık şer’i bir temele dayanmadığı gerekçesiyle diğer gruplar tarafından tartışma konusu edilmiştir. Durum ne şekilde olursa olsun, tıpkı biatin hilafet talebinin zaferinden sonra gerçekleşmesinde olduğu gibi, söz, soyun değil gücün olmuştur. Pratik bakımdan biat, fiilî durumu kabul etmek türünden bir şeydir.
uygulamaları, “Allah’a isyanın söz konusu olduğu
Şu hâlde, Ehl-i Sünnet’in hilafet teorisi,
hususlarda insana itaat edilmez.” şeklindeki
genelde, fiilî durumun meşrulaştırılması
İslami ilkeye ters düşmediği sürece, halka,
çabasıdır. Dolayısıyla, fakihlerin hilafet teorisiy
sadece itaat etmek düşer.
le İslam tarihindeki uygulamalar arasında
Sünni hilafet teorisinin ikinci unsuru ise, hilafetin tek oluşudur. Yani halife, bütün İslam ülkelerinde sadece bir tane olur. Evet, halifenin kendi adına işleri yürütecek vezir ve valileri
büyük bir fark yoktur. Geleneksel referansın bizi götürdüğü yegane sabite şudur: Kur’an’ın açıkça emrettiği ve İslam toplumu adına uygulanması bir ‘veliyyu’l-emr’e ihtiyaç duyan birtakım hükümler vardır. İslam’daki ‘veliyyu’l-
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
59
emr’ kavramı -ister vali, ister emîr isterse halife
düşüncesi’ konusunda ılımlı ve radikal yazar-
olsun- İslam ülkesindeki Müslüman yöneticiyi
çizerlerin, çağımızın gerekleri bakımından temel
ve fakihleri kapsadığı gibi, aile reisi ve kabile
ve yapısal olan şeylerin detayına girmekten
reisini de içine alan geniş bir kavramdır. Bu
kaçınmaları ve günümüzde karşılaşılan
bağlamda kayda değer hususlardan birisi de
meydan okumalara nazaran daha az öneme
şudur: Kur’an’da, yönetim meselesine referans
sahip konularla ilgileniyor olmalarıdır. ‘İslami
olan ayette veliyyu’l-emr ifadesi tekil olarak
eğilim’ diye isimlendirilen içerikte yazanların
değil, çoğul olarak kullanılmıştır (ulû’l-emr): “Ey
öne çıkardıkları slogan “Tek yol İslam”
iman edenler! Allah’a, Resulü’ne ve sizden olan
sloganıdır. Fakat bu slogan, Müslümanlara
ulu’l-emr’e itaat edin.”1 Bunun anlamı şudur:
karşı söylendiğinde, hiçbir önemi olmayan bir
‘Veliyyu’l-emr’in, sayı olarak tek olması dinen
sorunu gündeme getirir. (Çünkü bir kimsenin,
zorunlu değildir.
İslamiyet’in tüm zaman ve mekanlarda ge
Özetle, Hz. Peygamber, bu işi sahabeye bırakmış olduğundan, sahabe ve onlardan sonra gelen halifelerin yaptıkları, fakihlerin hilafet konusunda söyledikleri vs. bütün bunlar, sonuçta içtihada dayanmaktadır. Çözümü Müslümanlara bırakılan bir meselede yapılacak içtihadın ise, zaman ve şartların değişimine göre farklılık arz edeceği kesindir. Dinî bakımdan değişmeyen tek şey, dediğimiz gibi, uygulanması ‘veliyyu’l-emr’in
çerli ve tek çözüm olduğuna inanmadan Müslüman olması mümkün değildir. Aynı durum Hristiyan, Yahudi ve Budistler için de geçerlidir.) Bu sloganı öne çıkaranlar, onu sadece başka sloganlara karşı siyasi ve ideolojik bir slogan olarak kullanmayı amaçlamaktadırlar. Böylesi bir durumda tartışmanın, bu slogana belirli bir ortamda ve belirli sorunlar ekseninde yüklenen içerik(ler) etrafında sürmesi gerekir
bulunmasını gerektiren birtakım hukuki
Burada öne çıkan soru şudur: “Tek yol
hükümlerin varlığıdır. İslam devleti ise,
İslam” siyasi sloganına, sahibi tarafından
Müslümanların işlerini, ta Sakife’deki toplantıdan
yüklenen içerik(ler) ne(ler)dir? Burada, araş
itibaren maddi ve manevi güçler dengesinin
tırmacı, sorgulayıcı, bunları izleyen kişi ve
dikte ettiği şeye göre karar vererek yönet
şu ya da bu biçimde bu sloganla ilgilenen
tikleri bir devlettir. Ancak o yönetimlerin tamamı
herkes kendisini bir boşlukta bulacaktır. ‘İs
Müslüman olduğu veya en azından, bu sıfatla
lami’ olarak nitelenmeyi kabul eden ve aynı
hareket ettiği için, din-devlet ilişkisi gündeme
zamanda, ihtiyaçlara ve tarihsel gelişmelere
gelmemiştir; gelmesi de mümkün değildi
cevap verecek, çağımızın şartlarına uygun olan
zaten. Çünkü bu konu, üzerinde düşünülmesi
siyasi sistem nedir? İslam’da yönetimin ‘şûra’,
mümkün olmayan meselelerdendi. Aynı
‘adalet’ ve ‘kardeşlik’ üzerine kurulduğunu
şekilde, İslam toplumunda, Kuran ve Sünnet’in
söylemek yetmez. Çünkü bütün dinler, siyasi
haram kıldıklarının dışındaki her şey, İslam’dı.
ve toplumsal ekoller, bu tür sloganları, ölümsüz
Müslümanları belirli bir yönetim biçimiyle
insani değerleri, tüm insanlığın her zaman
bağlayacak bir nass olmadığı gibi, Müslümanları
gerçekleştirmek istediği yüksek idealleri ifade
herhangi bir yönetim biçiminden meneden bir
etmesi nedeniyle öne sürerler.
nass da yoktur. İşte bu durum, İslami fırkalara mensup bazı kimselerin mutlak surette halifeye, dolayısıyla devlete ihtiyaç olmadığını söy lemelerine neden olmuştur. Herkes dinî açıdan kendi üzerine düşeni yaparsa, bir yöneticiye ihtiyaç kalmaz.
Dikkatleri çeken bir konu da, ‘çağdaş İslam Nisa, 4/59
düzenleyen hukuki bir nass olmadığı, Hz. Peygamber’in (s.av.) de kendi yerine geçecek şahsı belirlemeden, halifenin tayin yöntemini açıklamadan, onun görev alanlarını ve görev süresini belirlemeden vefat ettiği için, bu
1.3. Hilafet ve Anayasal Boşluklar
1
Ayrıca, Kur’an ve hadiste, yönetim meselesini
mesele, tümüyle, Hz. Peygamber’in, “Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz.”2 hadisinde ifadesini bulan meselelerden birisi olarak kalmaktadır. Öyleyse, bu mesele, ‘akıl’a ve ‘içtihat’a Muslini, Fedâil, hadis no: 4358; Ahmed b. Hanbel, el-
2
Müsned, hadis no: 22563
60
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bırakılmıştır. Dolayısıyla, “Tek yol İslam” sloganı,
halife seçmek üzere Sakife’de alelacele
siyasi bir slogan olarak kullanıldığı zaman, bu
toplanma girişimleri nedeniyle işlerin tartışmayı
sloganı kullanan kimse, siyaset ve özellikle de
kızıştıracak bir tarzda yürüdüğünü ve şayet
yönetim meselesi konusunda belirli, açık ve
Ömer, Ebû Bekir’e biat edip muhacir ve ensar
detaylı birtakım içtihatlar vaat etmedikçe, içi boş
da onu takip etmeseydi, anlaşmazlığın hiç de
bir slogan olarak kalacaktır.
hoş olmayan bir sonuca doğru gitmek üzere
Tüm diğer din ve mezheplerde olduğu gibi, İslam’da da içtihat, boşluktan, yani bir hiçten hareket etmez. Bir hiç üzerine kurulu hiçbir şey yoktur. İslam’da içtihat, ya hakkında nass bulunan şer’î bir hükme dahil edilebilecek meselelerde ya da hakkında nass bulunmayan meselelerde olur. Bu durumda da çağın şart larına uygun olan genel maslahat referans alınır. Burada yönlendirici olan, İslami karakterdir; İslam toplumunun tarihsel tecrübesi ise, ders alınması gereken ibret tablosudur. Bu son cümleden hareketle soralım. Yönetim konusunda Arap toplumunun tarihsel deneyiminin bize sunduğu temel ders nedir? Bu soruya verilecek tartışmasız cevap şu olsa gerek: Arap-İslam tarihinde en temel siyasi olay; “hilafetin saltanata dönüşmesi”dir. Buradan hareketle şu sorunun sorulması kaçınılmazdır: Peki, “Niçin hilafet saltanata dönüştü?” Hz. Osman döneminin sonlarında başlayan siyasi krize, neden toplumu hilafetin saltanata dönüşmesiyle biten iç savaş ve fitnelerden uzaklaştıracak ve ortamın yatış masını sağlayacak siyasal ve anayasal çözümler bulunamamıştır?
olduğunu gösteriyor. Bu iş aceleye getirilmiştir; ama sonuç, olabilecek en iyi biçimde gerçekleşmiştir. Ebû Bekir, sahabenin hoşnut luğunu ve tercihini elde etme bakımından en şanslı kimseydi. Ebû Bekir, insanlarla istişare edip rızalarını aldıktan sonra Ömer’i seçmekle, bu ‘oldu-bitti’nin tekerrürünü önlemiştir. Ömer de altı kişiyi, içlerinden birisi seçilmek üzere aday göstermekle, hem kendisi hem de Ebû Bekir’in belirlenme biçimindeki hataları telafi etmiştir. Sonuçta Osman halife seçilmiştir. Şu hâlde, halifenin tayininde tek bir yöntem olmayıp, mesele, her türlü içtihada ve ihti male açıktır. Osman’ın taraftarları ile Ali’nin taraftarları arasında kızışan çekişmeye neden olan Osman aleyhtarı ayaklanmanın köklerini, ‘şûra’ günlerine, yani Osman’ın tayini ile sonuçlanan tartışmalara kadar götürmek mümkün olduğundan, zikrettiğimiz hu suslara ilaveten, şayet, aşağıdaki iki sorunda somutlaşan anayasal boşluklar olmasaydı, Osman’ın öldürülmesiyle son bulan kanlı çatışma ve siyasi kargaşalar da, bu şekilde meydana gelmeyecekti. 2. Halifenin görev süresinin sınırlandırılmaması: O dönemde halifenin esas görevinin,
Hz Osman döneminin son altı yılında meydana gelen büyük fitne olaylarından siyasi dersler çıkarmak istediğimizde “olanların, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefatından sonra yönetimde meydana gelen büyük anayasal boşlukların varlığına işaret ettiğini söylememiz gerekir.” Bugün bu hoşluk, 20. yüzyılın insanları olarak bizim açımızdan şu üç temel meselede kendini göstermektedir:
Müslümanlara ‘emîr’ olmak ve onlara önce ridde savaşlarında, daha sonra da fetihler sırasındaki savaşlarda komutanlık yapmak olduğunu göz önüne alırsak, halifenin görev süresinin neden sınırlandırılmadığını anlamamız mümkün olacaktır. Eski Arap terminolojisinde ‘emîr’, savaşta ordunun komutanıdır. Hiç kimse savaşın ne kadar süreceğini bilemediğinden, ‘emîr’in emirlik süresini sınırlandırmak asla makul değildi. Çünkü emîrin görevi, savaşlar olduğu
1. Halifenin tayini için tek bir hukuki yöntemin
sürece devam eder; sadece, azledildiğinde
bulunmayışı: Hz. Ebû Bekir’in tayini, ara
veya öldürüldüğünde yerine başkası tayin
dönemin acil koşulları altında gerçekleşmiştir.
edilirdi. Fakat onun görevi, savaşların bitmesiyle
Onun tayini, Hz. Ömer’in dediği gibi, bir ‘oldu-
kesin bir şekilde biter ve emîr unvanını yitirip
bitti’den ibaretti. Hz. Ömer’in bu sözü, Hz.
sıradan insanların konumuna dönerdi. Kur’an
Ebû Bekir’e biat edilmesi için bir ön hazırlık
ve Sünnet’te yönetim meselesini düzenleyen
yapılmadığını ve ensarın, içlerinden birisini
bir nass bulunmadığından ve Arapların da
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
61
yönetim ve devlet alanında köklü gelenekleri
geçecekti? Hangi ‘kanun’ ya da teamülle ondan
olmadığından, Hz. Peygamber’in (s.a.v.)
istifa etmesi istenecekti? Ancak kanla çözüle
vefatından sonra Müslümanların hayallerinde
bilecek tehlikeli bir anayasal kriz söz konusuydu.
var olan emîr örneği, ordu komutanı örneğidir.
Çünkü kanunun olmadığı yerde, kılıç konuşur.
Bu örnek, o dönem Arap siyasi aklına egemen olan bir örnek olacaktır. Sahabe, Hz. Ebû Bekir’e, Hz. Peygamberin (s.a.v.) halifesi olarak biat ettiğinde, bunu, büyüyen devle tin işlerini yürütmek için yapmıştı. Bu devlet işlerinin başında da irtidad etmek suretiyle zekat vermekten kaçınanlara karşı savaş mak geliyordu. O hâlde, onlar, Ebû Bekir’e, Müslüman ordusunun başkomutanı olarak biat etmişlerdir. Dolayısıyla, süresinin belir lenmesinin akıllarına gelmesi de makul değildi. Ebû Bekir, tayininden sadece iki yıl sonra vefat ettiğinde, insanlar Ömer’e biat ettiler ve ona,”ey Resulullah’ın halifesinin halifesi” diye hitap etti ler. Ömer, bu ifadeyi ağır bulmuş, bunun üzerine sahabeden birisinin emîru’l-mu’minun şeklindeki hitabını uygun bulmuştu. Çünkü bu hitap, onun, mürtedlere karşı, daha sonra Irak’ta Farisilere, Şam’da da Rumlara karşı yürüttükleri savaşta Müslüman ordusuna komutanlık etmek olan görevinin özünü ifade etmekteydi. Ömer, İslam ordusunun başkomutanı, emirler emîri idi. Dolayısıyla, Müslümanların büyük fetihlere giriştiği bir ânda görev süresinin belirlenmesi makul değildi. Savaşlar devam ettiği sırada Ömer bir suikast sonucu öldürüldü. Onun yerine aynı görevi üstlenmek üzere Osman tayin edildi ve yine aynı sebeple onun görevinin süresini
sınırlandırılmaması: Bu, ne Ebû Bekir, ne Ömer, ne de Osman’ın biatinde olmuş bir şeydir. Bunun sebebi ise, o dönemde Arap siyası aklına egemen olan ‘ordu komutanı’ örneğinin, sorumluluk meselesinin ortaya atılmasına izin vermemiş olmasıdır. O dememde görev ve sorumluluklar meselesi, ‘üzerinde düşünülen’ bir konu değildi. Çünkü o dönem, fetih, ganimet ve yeryüzüne yayılma dönemiydi. Ganimetler çoğalıp, insanların durumu, ancak itiraz ve protesto konusu edile rek hallolunur bir hâl alınca, sorumluluklar meselesi gündeme gelmiştir. Bu, isyancıların Osman aleyhine aldıkları kararlar esnasında ve tek sorunda özetlenen keskin bir şekilde ortaya atıldı: Osman’ın, önemli görevlere akrabalarını tayin etmesi ve ganimetlerin 1/5 şeklinde paylaştırılmasında görev sınırlarını aşması... İsyancılar ona karşı ayaklandıkları zaman onlara şöyle seslenmişti: “Hangi hakkınız çiğnenmiştir? Allah’a yemin olsun ki, kendisi hakkında ihtilafa düşmediğiniz selefinin (Ömer’i kastediyor) seviyesine ulaşma konusunda kusur etmedim. Mal artacağı kadar arttı, bu artan konusunda istediğimi yapma hakkına sahip değilsem, niçin halife oldum?” İsyancılar, onu
sınırlandırmak da uygun değildi.
ablukaya aldıklarında ona şöyle dediler: “Fasık
Hz. Osman döneminde yeni olan tek şey, görev
malımız konusunda güveneceğimiz kimseleri
süresinin “insanlar kendisinden bıkıncaya
tayin et! Ve haklarımızı bize geri ver!” Hz.
kadar” devam etmiş olmasıdır. O, 70 yaşında
Osman şöyle cevap verdi: “İstediklerinizi ta
biat edilen yaşlı bir adamdı. Görevinin son
yin edip istemediklerinizi görevden alacaksam
yıllarında sorunlar birikti, anlaşmazlıklar
ya ben kimim? O zaman her şey sizin elinizde
doğdu ve anayasal kriz patlak verdi. Halife ise,
demektir!”
yaşlanmış ve etrafını kuşatan akrabaları ve çıkar çevrelerinden oluşan bir topluluk, onun adına karar vermeye başlamış, yanlış tasarruflarda bulunmuşlardı. Ortamın düzeltilmesinde nasihat da bir fayda sağlamamıştı. Çünkü ‘baskı gücü’nü ve karar mekanizmasını ele geçirenler, onu, ıslaha ilişkin vaatlerinden dönmeye nasıl zorlayacaklarını biliyorlardı. Böylece, isyancıların önünde, Osman’dan istifa etmesini istemekten başka bir yol yoktu. Ama nasıl? Onun yerine kim
62
3. Halifenin yetki ve tasarruflarının
görevlilerini başımızdan uzaklaştır! Canımız ve
Bizzat Halife’nin ağzıyla üçüncü anayasal boşluk kendini dışa vurmuş oluyordu. O, isyancılara boyun eğmeyip onların taleplerini reddetmişti, çünkü malın fazlalığı üzerinde istediği gibi tasar ruf etmenin kendi somluluğunda olduğuna inanıyordu. Memurları ve valileri tayin etmek de sadece onun görevlerindendi. Otorite, bu yetki ve sorumluluklardan soyutlanırsa, içerik ve anlamını yitirmiş oluyordu. Talha, Zubeyr ve Ali’nin desteklerine karşın Ammâr b. Yâsir gibi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sahabenin önde gelenleri de isyancıların yanında
meşruiyetini, bir yandan kaza ve kaderde,
yer alıyordu. Yöneticinin sınırsız yetkileri
diğer yandan da, özellikle maddi nimetlerden
olduğunu kabul eden bu tür bir anlayışa karşı
yararlandırılacaklarını ima ederek, insanların
isyancıların cevabı şu olmuştur: “Allah’a yemin
memnuniyetlerini kazanmada arama cihe
olsun ki, ya dediğimizi yapar, fasıkları görevden
tine gitmiştir. Onun, Ali ile arasında meydana
alırsın ya da seni öldürürüz. Gerisini sen düşün.”
gelen savaşın ve kendisinin zafer kazanarak
Osman da, “Allah’ın bana giydirdiği bu gömleği
yönetimi ele geçirmesinin “Allah’ın kazâ ve
asla çıkarmam” diyerek, halifelikte ısrar edip
kaderi” olduğunu; dolayısıyla da, devlet işleri
onların taleplerini yerine getirmemekte direnin
konusundaki tecrübeleri ve ona ehil olmaları
ce, onu kırk gece kuşatma altında tuttular.
nedeniyle Allah’ın ‘ezelî bilgisi’yle Emevilerin iş
Ve nihayet olay, Muhammed b. Ebî Bekr’in
başına geçmesini takdir ettiğini hutbelerinde
önderliğinde bir grubun, evinin duvarlarını aşıp
sürekli tekrarladığını görüyoruz. Memurları da
içeri hücum ederek o ânda Kuran okuyan Hz.
bu fikri bizzat dile getirmişlerdir. Onlardan biri
Osman’ı öldürmeleriyle son buldu.
olan Ziyâd b. Ebîh, ‘el-Betrâ’ diye meşhur olan
Sonuç olarak, İslam’ın kurumsal bir yapı olarak önerdiği bir yönetim sistemi yoktur. İslam davetinin gelişimiyle birlikte, başlangıçta ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra, ‘savaş emîri’ örneği üzerine dayanan bir yönetim sistemi kuruldu. Bu, zamanın ihtiyaç duyduğu, koşulların dayattığı bir durumdu. Arapİslam devleti, fetihler, ganimetler ve İslam’ın
hutbesinde: “Ey insanlar! Biz sizin yöneticileriniz olduk, Allah’ın bize verdiği güçle sizi yönetmeye devam ediyoruz...” demektedir. Mu’âviye, oğlu Yezîd’in veliaht olarak tayinine muhalefet edenlere karşı şöyle demiştir: “Yezîd’in durumu Allah’ın takdiridir, kulların kendi işlerinde seçim hakları yoktur.”
olarak dayandıkları keyfiyet olmak üzere, öne
Bu, işin bir yönü; diğer yönü ise, Mu’âviye’nin ‘gerçekçi’ bir siyaset izlemiş olmasıdır. O tüm çabasını, insanların, yönetim meselesine, emrivakiye teslimiyet üzerine kurulu ‘bir siyasi realite’ olarak bakmalarını sağlamaya hasretmiştir. “Cemaat (birlik) yılında”, kendisine biatin tamamlanmasından sonra Medine’de insanlara şöyle hitap etmiştir: “Biliyorum, ben sizin rızanızla iş başına gelmedim. Yönetime geçmeme de sevinmediniz. Bu kılıcımla sizi yola getirdim.” Sonra, kendisini Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın yolunda gitmeye zorlamaya çalıştığını, fakat buna güç yetiremediğini söylemiş ve şunları ilave etmiştir: “Benim ve sizin için faydalı olan bir yol izledim ki, o yolda güzel yiyecekler ve tatlı içecekler vardır. Beni kendiniz için en hayırlınız olarak görmeseniz de, ben, yöne tici olarak sizin en hayırlınızım.” Ondan sonraki Emevi ‘halifeleri’ de işte bu yolu takip ettiler; bir ideoloji olarak ‘cebr’e, siyasi bir eylem olarak da ‘bağış/bahşiş’e dayandılar. İşte, yönetimlerini üzerine bina ettikleri meşruiyet temeli bu iki husus olmuştur.
çıkarılması gereken başka birtakım hususlar da
Abbasi devrimi, devletini kurmayı başardığı
yayılmasıyla birlikte genişledikçe, ‘savaş emîri’ örneği, meydana gelen gelişmeleri ifade et mek için yeterli olmamaya başladı ve böylece sunduğumuz bu süreçlerde anayasal bir boşluk meydana geldi. Mesele, barışçı ve hukuki bir çözüme kavuşturulamadığından kılıç konuşmaya başladı. Böylece “hilafet, saltanata dönüştü”. 1.4. Saltanat İdeolojisi ve İslam Ahlakı Hz. Osman’ın son dönemlerinde ortaya çıkan ve “hilafetin saltanata dönüşmesi”nin arka planını oluşturan anayasal boşluklar, Arapİslam toplumunun tarihsel deneyiminden çıkarılabilecek yegane siyasi dersler değildir. Özellikle İslam’da ilk ‘kral’ olan Mu’âviye’den başlayarak, yönetimlerini meşrulaştırma konusunda Müslüman yöneticilerin bir alışkanlık
vardır.
zaman, yandaşları arasında, başta ‘kader’
Mu’âviye, yönetimi zorla gasp ettiğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden, o, Ebû Bekir’den beri İslam’da yönetimin üzerine kurul duğu meşruiyeti, yani ‘şûra’ meşruiyetini aramıştır. Mu’âviye, kendi yönetiminin
sloganı olmak üzere Emevi sloganlarına karşı, insanların hürriyeti, seçim hakkı ve kendi amelinden sorumlu olduğu gibi sloganlar öne sürerek Emevilere muhalefet eden ve onlarla savaşan lider konumunda insanların bulunması sebebiyle, Abbasi idarecilerinin,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
63
Emevi cebr ideolojisine dayanmaları mümkün
gelecek yönetimlere ilişkin bir düzenleme olarak
değildi. Bundan dolayı, kendi yönetimlerinin
değil, raşit halifeler dönemi başta olmak üzere,
meşruiyetini, Emevilerin yaptığı gibi kazâ ve
önceki dönemlerin yönetim biçimlerine İslami
kaderde değil, “Allah’ın iradesi ve dilemesi”nde
açıdan hukuki meşruiyet kazandırma çabası
aramaya başladılar ve dediler ki: “Bizim sizi
şeklinde gelişti. Evet, Mâverdî, kendi dönemin
yönetmemizi Allah istemiştir ve sadece onun
deki yönetime, idari görevler (el-ahkamu’s-
iradesiyle tasarrufta bulunuyoruz.” Abbasi
sultâniyye) ve yargı vb. konularda ‘dinî görevler’
Devletinin kurucusu Ebû Ca’fer el-Mansûr
düzeyinde bir düzenleme getirmeye çalışmış;
hutbesinde şöyle demişti: “Ey insanlar! Ben Al
ancak, onun bu çabası, realiteyi resmetmek
lah’ın yeryüzündeki otoritesiyim, onun tevfiki
ve ona bir çeşit hukuki meşruiyet zemini
ve desteğiyle sizi yönetiyorum, O’nun malının
hazırlamaktan öteye geçmemiştir. Mâverdî’den
bekçisiyim, O’nun arzusu ve iradesiyle o malda
sonra ‘siyaset fıkhı’, imametle ilgili öne sürülen
tasarrufta bulunuyorum ve O’nun izniyle o
bazı şartlardan vazgeçme süreci yaşamış ve
malı veriyorum...” Raşit halifeler döneminde,
mesele, yönetimi kaba kuvvetle ele geçirmenin
Hz. Peygamber’in halifesi (Ebû Bekir), onun
meşru olduğunu kabul noktasına kadar (Gazâlî
halifesinin halifesi (Ömer), onun halifesinin ha
ve ondan sonrakilerle) varmıştır. Daha sonra
lifesinin halifesi (Osman) gibi tamlamalarda
mesele, fakihlerin, ‘siyaset fıkhı’nı tamamen
kullanılan ‘halife’ nitelemesi, Abbasi döneminde
geçersiz kılan ‘genel bir ilke’ ortaya koymasıyla
‘Allah’ın halifesi’ ve “O’nun yeryüzündeki
son bulmuştur. Söz konusu ilke de şudur: “Ka
otoritesi” şekline dönüştü ve bu nispet, halifenin
ba kuvvetle yönetimi ele geçirene itaat etmek
meşruiyetinin temeli oldu. İslam’dan tamamen
vaciptir.” Bu durum, Mağrib’de şöyle ifade edilir:
uzak olan bu anlayış, İbnu’l-Mukaffa ve başka
“Allah, yönetimin başına geçene yardım eder.”
küttapların (kuttâbu’s-selâtîn) naklettikleri, Fars saltanat ideolojisi ve zalim yöneticiyle Tanrı’yı denk tutan, bazen de yöneticiyi bir ilah olarak
deneyiminin bize sunduğu siyasi derslerdir;
gören diğer birtakım anlayışlarla iyice yerleşti.
yani “hilafetin saltanata dönüşmesi”nin he
‘Siyaset fıkhı’/yönetim hukuku ise, daha geç bir
ortaya çıkan anayasal boşluklardan (bkz. bir
dönemde, özellikle Mâverdî’yle birlikte ortaya
önceki alt başlık) ve ardından da, hilafetin kendi
çıkmıştır. Bundan önce, ‘yönetim hukuku’,
meşruiyetini ideolojik çarpıtma ve siyasi bağış/
Ehl-i Sünnet kelamcılarının imametle ilgili
bahşişte arayan bir sistem hâline gelmesinden
olarak, Şia ve özellikle Rafizilerin görüşlerine
çıkarılacak derslerdir. Burada en önemli şey, güç
cevap niteliğinde ileri sürdükleri bir ‘kelami
ve yönelimi ele geçirmedir. Ancak, Arap-İslam
tartışma’dan ibaretti. Şia ve özellikle Rafiziler;
toplumunun tarihsel deneyimi, sadece bu siyasal
Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul
pratiklerden ibaret değildir; aynı zamanda
etmemiş ve Hz. Peygamber’in, kendisinden
burada, yönetimde ‘İslami karakter’ diye ifade
sonra hilafete Ali’yi vasiyet ettiğini ile
ettiğimiz bir şey daha vardır. Bu karakter, öz
ri sürmüşlerdir. Bunun üzerine Ehl-i Sünnet;
gür düşünceyi ilham eden ve reform ile değişim
Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin hilafetlerinin
konusunda umutları yeşerten bir karakterdir. Bu
geçerliliğini ispat etmek için tarihsel gerçeklere
karakterin, Hz. Peygamber döneminde aranması
dayanarak cevap üretmeye çalışmıştır. Daha
gereken temel unsurları şunlardır:
sonra, hilafete ilişkin işlerin raşit halifeler döneminde yürütülüş biçimini “önceki (emsal) hukuki uygulamalar” biçiminde görme çaba sı içine girerek, imamet ve imamın tayin yöntemiyle ilgili ileri sürdükleri birtakım şartları da bu esas üzerine oturttular. Bütün bunlar, Bâtıni hareketlere ve Şia’nın bazı kollarına karşı koyma amacına matuf çabalardır. Dolayısıyla, idare hukuku, gerçekte ve özünde, mevcut ve
64
Bunlar, Arap-İslam toplumunun tarihsel
men öncesinde, Osman’ın son dönemlerinde
1. Şûra: Kur’an, şûrayı Allah’a iman, tevekkül, büyük günahlardan sakınma ve namazla birlikte övmüştür. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Size verilen şeyler dünya hayatının geçimidir. İnanıp Rab’lerine dayananlar için ise, Allah’ın yanında bulunan ödül daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Onlar büyük günahlardan kaçınırlar; kızdıkları zaman da affederler. Rab’lerinin çağrısına gelirler, namazı kılarlar. İşleri,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
aralarında şûra iledir. Kendilerine verdiğimiz
karakteri oluşturan üçüncü unsur ise, “Siz dünya
rızıktan hayır için harcarlar. Bir zulüm ve
işlerinizi daha iyi bilirsiniz.” şeklindeki hadis
saldırıya uğradıkları zaman, kendilerini
tir. Hz. Peygamber, bir gün birtakım insanların
savunurlar.3 Kur’an-ı Kerim, bu mânâya vurgu
yanından geçerken, onların hurma ağaçlarını
yapmış ve Hz. Peygamber’den (s.a.v.), şûrayı, kendisi
aşıladıklarını gördü. Onlara bunun nedenini
ile ashabı arasındaki ilişkiyi üzerine kurabileceği
sordu. Onlar da, bunu, verimi artırmak için
güzel bir nitelik hâline getirmesini istemiştir:
yaptıklarını söylediler. Hz. Peygamber, “Bunu
“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak
yapmasanız olmaz mı?” dedi. Bunun üzerine
davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın,
o insanlar aşı yapmaktan vazgeçtiler. Fakat
çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse, onların
hurma ağaçları meyve vermedi. Durumu
kusurlarını görme, onlar için mağfiret dile. Yapacağın
Hz. Peygamber’e bildirdiler, o da: “Siz dünya
işler hakkında onlara danış.”4
işlerinizi daha iyi bilirsiniz.”6 dedi. Hz. Peygam
2. Sorumluluk ve bunun toplum bünyesindeki dağılımı: Mısır, Babil, İbrani ve Fars gibi eski Doğu medeniyetlerinde siyasi düşünce, bir koyun sürüsünü güden çoban örneği üzerine kurulmuştu. Yönetici ‘çoban’, geriye kalanlar ise ‘sürü’yü teşkil ediyordu. Bu örnek, kainatın çobanı (Allah) ile insan ‘sürüsünün çobanı’ arasındaki uyum üzerine kuruludur. İslam’da ise -saltanat ideolojisinin egemen olduğu dönemdeki değil, nübüvvet dönemindeki İslam’da- ‘çoban’ kavramı başka bir içerik
ber, kendisinden sonra halifeyi tayin metodunu, onun sorumluluğunu ve bunların dışındaki yönetim ve siyaset işlerini belirlemek -sizin vefat ettiğinden, yönetime ilişkin hususları da, “Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz.” hadisine katmaktan başka çare yoktur. Hz. Ebû Bekir, kendisine biat edildiğinde bunu vurgulamış ve şöyle demiştir: “Ey insanlar! Ben sizin hayırlınız olmadığım hâlde başınıza geçtim. Eğer benim doğru yaptığımı görürseniz destek olun, yanlış yaptığımı görürseniz düzeltin.”
kazanmıştır. Bu da, Hz. Peygamber’in şu meşhur
İşte bunlar, bize göre, yönetim ve siyaset
hadisinde dile getirilmiştir: “Unutmayın ki,
işlerinde ‘İslam ahlakı’nın üzerine oturduğu
hepiniz birer çobansınız ve güttüğünüz sürüden
temellerdir. Biz burada ‘ahlak’ kelimesini
sorumlusunuz: İnsanların başındaki idareci bir
kullanıyoruz, çünkü bu ilkeleri koyan nasslar,
çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur. Erkek,
hukuki nasslar değildir veya en azından böyle
ev halkının çobanıdır ve sürüsünden sorumludur.
kabul edilmektedir. Bu da, yönetim konusundaki
Kadın kocasının evi ve çocuklarının çobanıdır
içtihat alanını, İslam’ın onayladığı yüksek
ve onlardan sorumludur. Köle, efendisinin
değerlerin koyduğu sınırlar dışında, hiçbir
malının çobanı olup o da onlardan sorumludur.
sınırlama olmayacak kadar genişletmektedir.
Unutmayın, hepiniz çobansınız ve güttüğünüz
Burada açıkça görülmektedir ki, İslam’da
sürüden sorumlusunuz.”5 Burada açıktır ki,
siyasi düşüncenin yeniden yapılandırılması işi,
riaye/çobanlık, emaneti koruma ve sorumluluğu
Mâverdî ve onun gibi alimlerin görüşlerinden
yüklenme anlamındadır. Bu da, bir tek kişinin
değil, -ki o görüşler bizi bağlayıcı görüşler
sorumluluğunda olmayıp, en yukarıdan en
olmayıp o dönemin koşullarına bağlı görüşlerdir-
aşağıya kadar toplumun tüm bünyesine
yukarıda işaret ettiğimiz üç ilkenin yeniden
dağıtılmıştır. Bu ilkenin kapsadığı siyasi önem,
temellendirilmesinden hareket etmelidir. Bu da,
kendisinde hiçbir tekelciliğin ve istibdadın
söz konusu ilkeleri, çağımızın ihtiyaç ve istekle
olmadığı bir sorumluluğun dağılımı esasına
rine cevap verebilir hâle getirecek biçimde
dayanmasında kendini gösterir.
olmalıdır. ‘Şûrâ’yı uygulama yönteminin özgür
3. Yönetim, siyaset ve hakkında herhangi bir nass bulunmayan diğer dünya işlerinde İslami
demokratik seçimlerle belirlenmesi, krallık ve cumhuriyet rejimlerinin bir arada olması hâlinde, yürütme erkinin parlamentoya karşı sorumlu bir hükümete verilmesiyle beraber,
Şûra, 42/36-39
3
cumhuriyet rejiminde devlet başkanının görev
Âli İmrân, 3/159
4
Buhârî, “Cum’a”, hadis no: 844; Müslim, “İmâre”, hadis
5
no: 3408., Tirmizî, “Cihâd”, hadis no: 1627; Ebû Dâvûd, İmâre, hadis no: 2539.
süresinin tespiti ve devlet başkanı, hükümet ve Muslim, Fedâ’il, Had. no: 4358.; Ahmed b. Hanbel, el-
6
Müsned, hadis no: 22563.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
65
yasamanın tek kaynağı olan parlamentodan her
dolayı, yapı itibarıyla birbirinden farklı ve ilgi
birinin görev alanlarının belirlenmesi... Bütün
alanları birbirine zıt olan bu iki otoritenin, karma
bunlar, kabul edip uygulamaya koymaksızın
hâle getirilmesi, aramızda ihtilafa neden olacak
çağımızda ‘şûrâ’nın uygulanmasının mümkün
ve açıkça dinlere zarar verecektir. Hatta şöyle
olmayacağı ilkelerdir. Bu ilkeler, Hz. Osman’ın
dersek abartmış olmayız: Böyle bir anlayışla
son dönemlerinde ortaya çıkan ve “hilafetin
uygarlaşmak imkansızdır.”
saltanata dönüşmesi”ne neden olan üç anayasal boşluğu dolduracak yegane ilkelerdir.
Bunlar, Butros Bustânî’nin I860 yılında Lübnan
İmdi, bize göre, bazı (İslami) siyasal
ilgili olarak, o dönemde çıkarttığı Nefir Sûriyye
hareketlerin modern demokrasi karşısında
(Suriye Topluluğu) adlı gazetede yazdıklarıdır.
tutucu davranmalarını haklı gösterecek bir du
Birçok metin gibi bu metin de, metnin ifade
rum yoktur. İslam’da halifenin, bir veya birden
biçimi, söyleyenin durumu ve metnin bağlamıyla
fazla kişinin biatiyle belirlenmesi, biat akdinin
sınırlıdır. Bu üç hususu biraz irdelediğimizde,
dönüşü olmayan alışveriş akdine benzediği
bunların, modern Arap uyanışçı referansta din
ve bu biat gereğince tüm işlerin halifeye
ve devlet’ meselesinin belirlendiği unsurların
havale edildiği gerekçesiyle görev süresinin
aynısı olduğunu göreceğiz.
belirlenemeyeceği ve görev alanlarının da belirlenmemiş olmasına rağmen, bu anlayışın haklı gösterilmesi ne akli ne de şer’î bir temele dayanmaktadır. Bu sadece Mâverdî ve diğer siyaset bilginlerinin görüşlerini çağrıştırmaktadır ki, bu görüşlerin, fakihlerin, kendi dönemlerinin ihtiyaçlarına çözüm bulmak üzere, ya Şia’nın bazı kollarına cevap vermek ya da mevcut durumu meşrulaştırmak için ortaya koydukları görüşler olduğunu söylemiştik.
ve Suriye’de alevlenen hizipçilik olaylarıyla
Metnin ifade biçimi gayet açıktır; dini devletten ayırma, dinler ile medeniyetler arasına bir sınır koyma, manevi güç ile siyasi güç arasına bir duvar koyma zorunluluğuna açık bir çağrıdır. Meşhur deyimiyle: Tanrı’nın hakkını Tanrıya, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek... İşte bu, ilerleme ve uyanışın koşuludur. Bu çağrının, ancak Tanrı ile Sezar’ı birbirinden ayıran düşünceye göre bir anlamı vardır ve bu anlam, ya birbirinin rakibi ya da dostu olarak
2. Uyanışçı Referansta Din ve Devlet
Tanrı’yı bir tarafa, Sezar’ı da diğer tarafa koyan bir anlayışa yön veren ve onu çerçeveleyen
2.1. Bölgesel Sorunları Genelleştirmekten
66
zihinsel kalıplar içinde yer alır. Hristiyan Avrupa
Kaçınmanın Zorunluluğu
deneyiminde, bu durumu, en önemli şu üç
“Milletimiz, kul ile Allah arasında olması gereken
ortaya çıktığı ilk ânda karşılaştığı durumdur.
dinlerle, kişiyle kendi ülkesinin vatandaşları
Bir tarafta, hükümdar vasfıyla hiçbir dine
veya hükümeti arasında olan ve aynı zamanda
inanmayan Roma İmparatoru Sezar’ın başkanlık
toplumsal ve siyasi yapının da üzerine kurulu
ettiği devlet, diğer tarafta ise Meryem oğlu
olduğu medeniyetleri birbirinden ayırmadığı,
İsa ve ondan sonra da, Hristiyanlığı Roma
yapısal ve dinî bakımdan birbirinden farklı olan
İmparatorluğu bölgelerine yaymayı görev bilen
bu iki ilke arasına net bir çizgi koymadığı sürece,
‘papazlar’ vardı. Buradaki din-devlet ilişkisi bir
görüldüğü gibi, birisinde ya da her ikisinde
düşmanlık ilişkisiydi. Devlet, Hristiyanlığa savaş
birden bir başarı sağlaması beklenemez.”
açmış ve onu yıkıcı faaliyet olarak tanımlamıştı.
Bundan dolayı, “manevi otorite ile siyasi otorite
İkincisi, Kral I. Konstantin (Büyük Konstantin)
arasına bir duvarın konulması şarttır. Çünkü
ile başlayan aşamadır. 1. Konstantin, miladî 312
riyaset/manevi otorite, özü ve doğası gereği,
yılında girdiği bir savaşı kazanmasından sonra,
zaman ve koşulların değişimiyle değişmeyen
Hristiyanlığı, Roma İmparatorluğunun dini olarak
sabit içsel durumlarla ilgilidir. Siyaset/dünyevi
kabul etti. Bununla, devlet içinde bir devlet,
otorite ise, bunun aksine; zaman, mekan ve
hatta Avrupa tarihinin uzun dönemlerinde
durumlara göre reform ve değişimi kabul eden,
devletten daha yüce, manevi hayatta
sabit olmayan haricî durumlarla ilgilidir. Bundan
egemenliği, toplumsal, iktisadi ve siyasi hayatta
biçimiyle görmekteyiz: Birincisi, Hristiyanlığın
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
da etkisi ve gücü olan bir kurum olması için
Son olarak, metnin bağlamı kalmaktadır; o da
kapıları Katolik Kilisesi’ne açmış oldu. Üçüncüsü
1860 yılında Hristiyanlarla Dürziler arasında
ise, Avrupa Rönesansı’nın koşullarıyla ilgili olan
Lübnan’da meydana gelen çatışmalardır. Butros
ve dinin devletten ayrılmasıyla, yani ‘laiklik’le
Bustânî, bu çatışmaların neden olduğu dinî
son bulan aşamadır. Laiklik ise, dine karşı
nefret sorununu hafifletmeyi görev edinmiştir.
olmak ve ona savaş açmak anlamına gelmez. O
Görüldüğü gibi, o, Lübnan’daki dinî hizipçilik
sadece dünyevi olanın uhrevi olandan ayrılması
sorununun çözümünü, dini devletten ayırmakta
anlamındadır. Bu da, siyasi otorite, eğitim ve
görmüştür.
tüm kamusal alanları, dinî yönden tarafsız olan insanların eline vererek, keşiş, papaz ve kiliseyi temsil eden herkesi ondan uzaklaştırmakla
Dolayısıyla, yukarıda zikredilenlerden, Arap uyanışçı referansta din-devlet ikilemini
gerçekleşir.
belirleyen başlıca etkenlerin üç tane
Bütün bu aşamaların hepsinde, ya birbirlerine
deneyiminden yararlanmak, dinî hizipçilik
düşman ya birbirleriyle iç içe ya da birlerinden
sorunu ve uyanışı din-devlet ayrımına bağ
tamamen ayrı bir biçimde, din ve devlet vardır.
lamak, yani yine Avrupa Rönesansı’ndan ilham
Yine her halükârda din, kilisenin ve toplum içi
almaktır. Bu üç etken, geleneksel referansta
ne nüfuz etmiş olan uzantılarının temsil ettiği
din-devlet ilişkisini belirleyen etkenlerden
bir kurum; devlet de, toplum içindeki etkili
tamamen farklılık arz eder. İşte bu durum, bu
uzantıları bulunan organların temsil ettiği bir
referans çerçevesinde düşünen kimseyle, söz
başka kurumdur.
konusu etkenlerin belirlediği uyanışçı referans
olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar, Avrupa dinî
İşte söz konusu metnin ortaya koyduğu tespitler bundan ibarettir. Bu metin, Avrupa’nın dindevlet ilişkileri düzeyinde tanık olduğu deneyimi bir referans olarak almaktadır. Metnin yazarı Butros Bustânî’ye gelince, o, geçen yüzyılda, yani Lübnan’ın diğer tüm Arap bölgeleri gibi Osmanlı’nın bir eyaleti olduğu dönemde yaşayan modern Arap uyanışının önderlerinden, Lübnanlı Hristiyan bir Araptır. Bilindiği gibi, Osmanlı İmparatorlu ğu, hilafet adına hükmediyor, İslam adına, Müslüman ve Hristiyan Araplara zulüm ve istibdat uyguluyorlardı. Burada uyanış, özellik le Hristiyan olan diğer düşünürlerin zihninde olduğu gibi, Butros Bustânî’nin zihninde de, dini devletten ayırmakla ilgilidir. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, onların düşünce konusunda esas aldıkları uyanış örneğinin Avrupa Rönesansı olmasıdır. İkincisi ise, Türklerin istibdadının, adını kullanarak hükmettikleri hilafetin ve Türklerin Araplarla olan tarihsel ilişkilerinin, onları Arapların gözünde geri kalmışlığın tek kaynağı kılmış olmasıdır. Bu da, ilerlemenin, Türklerden bağımsız hâle gelmeden mümkün olmadığı anlamına gelir. Türklerden bağımsız olmak ise, ‘hilafet’ten kopmak, dolayısıyla din ile devleti birbirinden ayırmaktır.
çerçevesinde düşünen kimsenin -özellikle de uyanış sorunu, dini devletten ayırmakla ilgili olduğu zaman- birbirlerini anlamasını imkansız kılmasa da zorlaştırmaktadır. Burada meseleye geleneksel referans içinden bakan kimse, durumun ‘laik’ düşünürün söylediğinin tam aksine olduğunu ve Arap-İslam toplumunun tarihsel deneyiminin, kendisini tartışmasız tarihsel bir gerçeğe götürdüğünü görecektir. Bu gerçek de şudur. Araplar, ancak kendilerine bir devlet kurma, çeşitli ülkeleri fethetme ve medeniyetlerini güçlendirme imkanı veren İslam’ın ortaya çıkışıyla uyanmışlardır. Bu gerçek, meseleye geleneksel referans çerçe vesinden bakan kimsenin zihninde resmettiği yapıyı, zikzak yapmayan, değişmez bir şablon hâline getirmektedir. Bu şablon, tıpkı laikliği savunan Arap düşünürün, dini devletten ayırmayı uyanış için bir koşul olarak öne sürmesi gibi, geleneksel referans çerçevesinde düşünen kimsenin de, dine bağlı kalmayı uyanış için şart koşması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Çağdaş Arap düşüncesindeki din-devlet ikilemi içinde gizlenen çarpıklık, kendini, her iki tarafta yer alanların, kendi referansları nın sunduğu şeyleri, yegane nihai gerçek olarak kabul etmesinde göstermektedir. Oysaki uyanışın koşulları, tek değil, aksine birden fazla, karmaşık ve konjonktüre göre değişen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
67
niteliktedir. Belirli bir tarihsel deneyimdeki
din-devlet ikilemini analiz ederken şu sonuca
herhangi bir unsur, uyanışın bir koşulu olabilir.
varmıştık: Arap dünyasındaki, yaşlı, yetişkin
Bazen de bu, uyanışa karşı tarafsız ya da onu
ve gençlerden oluşmuş geniş bir kesimin kendi
engelleyen bir unsur olabilir. Çağdaş Arap
içinden meseleye baktığı geleneksel referans, bu
düşüncesindeki din-devlet ikilemi sahte bir
ikilemi onaylamamaktadır. Yani din-devlet ilişkisi
sorundur. Çünkü o, var olan sorunları kamuf
sorunu, ister ikisini birleştirmek, isterse birini
le etmekte, onları görmezlikten gelmekte ve
diğerinden ayırmak amacıyla olsun, geleneksel
bunun yerine, çözümünü uyanış için bir koşul ve
referansta, dolayısıyla, bu referans içinden
gelecek için bir zorunluluk hâline getiren başka
meseleye bakanların zihninde yer almayan bir
birtakım sorunlar gündeme getirmektedir.
sorundur. Aynı sorun, modern Arap uyanışçı
Biz, bu ikilemin ortaya attığı çarpıklıktan kurtulma yolunun, her şeyden önce, din-devlet arasındaki ilişki sorunuyla uyanış ve ilerleme sorununu birbirinden ayırmakta ve dolayısıyla da, bu ikisine, pek çok değişikliğe maruz kalan -ki başta gelmese de, bu değişikliklerden bazıları şunlardır: Toplumsal yapının türü, yaygın sosyoekonomik ilişkiler türü, siyasi otoritenin türü ve yapısı vb...- birbirlerinden bağımsız birer sorun olarak bakmakta saklı olduğuna inanıyoruz. Daha öz bir ifadeyle, din-
bütün Arap dünyasını kapsayacak ulusal bir sorun olmaktan çok, değişik biçim ve oran larda yankılar bulan ve belirli Arap ülkelerine özgü toplumsal ve siyasi bir durumdur ki bu da, dinî hizipçilik olarak ifade edilebilir. Böylece, şu genel sonucu çıkarmış oluyoruz: Din-devlet ilişkisi meselesini her Arap ülkesinin kendi verileri ışığında çözmek ve bölgesel sorunları ulusal sorunlar hâline gelecek şekilde genelleş tirmekten kaçınmak gerekir.
devlet ilişkisi, kesin olarak bütün Arap ülkelerine
O hâlde, sorunu, ulusal çıkara hizmet edecek
özgü realiteye ait veriler ışığında ele alınması
şekilde bölgesel düzlemde nasıl ele alabiliriz?
gereken bir meseledir.
Herhalde, aşağıdaki tespitler, mesele üzerinde
Öyleyse, realiteden hareket etmek gerekir. Bu realite de şudur: Bugün Arap dünyası, tek bir ülke ve tek bir toplum değil, -biz böyle olmasını istiyor ve bunun için çalışmamız gerektiğine inanıyoruz- birçok ülke ve toplumdan oluşmaktadır. Bu durum, mevcut tarihsel ortamda, din-devlet ilişkisi gibi, tüm sorunlara kendi damgasını vuran güçlü bir karakter olma özelliğini sürdürmektedir. Dolayısıyla, bu meseleye, tek tek her bir Arap ülkesinin kendi realitesi ışığında bakmamız gerekir. Bölgesel sorunları, ulusal sorunlar yapacak genellemelerden, keza Arap birliği çağrısını da, problemlerin özel çerçevesinden çıkarıp genel bir çerçeveye taşındığı bir çağrıya dönüştürmekten
ciddi bir tefekkür için alanı genişletecektir. Arap ülkelerinin realitesine -hızlı bir biçimde de olsa- genel olarak bir göz attığımızda, dindevlet arasındaki ilişkinin, toplumun temel dinamiklerinden biri olarak dinî hizipçiliğin bulunduğu ülkeler olan Lübnan, Mısır, Suriye ve Sudan hariç, ne düşünce, ne toplum, ne de yönetim düzeyinde bir sorun olarak gündeme geldiğini görürüz. Geriye kalan diğer Arap ülkeleri, yani Fas, Libya, Tunus, Cezayir, Moritanya, Ürdün, Suudi Arabistan, Yemen, Kör fez ülkeleri ve Irak, kesinlikle dinî hizipçilikten sıkıntı duymuyorlar ya da bu ülkelerdeki dinî azınlıklar, dinî hizipçiliği toplumsal ve dolayısıyla
de kaçınmak gerekir.
da siyasal bir sorun yapacak güçte değildirler.
Arap dünyasında din-devlet ilişkisi sorunu,
Dinî hizipçilik sıkıntısı çeken Arap ülkeleri,
ulusal bir sorun değil, bölgesel bir sorundur. O hâlde, ulusal meseleye hizmet edecek bir tarzda onu nasıl ele alabiliriz?
bu sorunu, aynı oranda yaşamamaktadırlar ve bu ülkelerdeki sıkıntının şiddeti de aynı değildir. Örneğin, Lübnan’daki hizipçilik sorunu Suriye’dekinden farklıdır. Mısır’da ise mesele,
2.2. Hizipçilik ve Demokrasi Geçen başlık altında, çağdaş Arap düşüncesinde
68
referansta gündeme geldiğinde, bu, gerçekte
hizipçiliği birlik içinde çokluk kılan tarihsel bir özelliğe sahiptir. Orada hizipçilik, vatan, hat ta millî şuur birliğidir. Sudan’da ise durum
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
daha farklıdır. Zira orada sorun, din, dil ve aynı
bir bileşimin özetinden başka bir şey değildir.
zamanda etnik düzeyde gündeme gelmektedir.
Öyleyse, şu ya da bu Arap ülkesindeki hizipçilik
Bu şu demektir, örneğin Lübnan’daki sorunun
meselesini oluşturan ‘özel’in arkasına saklanan
doğasına uygun olan çözüm, Mısır, Suriye
‘genel’i de unutmamamız gerekir.
ve Sudan’a kesinlikle uygun olmaz; aksine, sorun, bir ülkeden diğerine az veya çok farklılık gösteren özel bir çözüm gerektirir. Durum böyle devam ettikçe, yani zikredilen her bir ülkeye uygulanabilecek tek bir çözüm olmadıkça, şu ya da bu ülke insanlarına, uygun ve istenilen çözümün dışarıdan dikte edilmesi mümkün olmayacaktır Onlar kendilerine uygun çözümü
Şimdi, Arap dünyasında dinî hizipçilik sorununa ‘genel’ çerçevesinden baktığımızda, bu sorunun tartışmasız toplumsal ve tarihsel bir realite olduğunu görürüz. Fakat bu olgu, ancak genel bir sorunun sıkıntısını çeken, bütün hâlinde bir toplumsal realite mevcut olduğu zaman bir sorun olarak gündeme gelmektedir. Bütün Arap
tek başlarına aramak zorundadırlar.
dünyasının sıkıntısını çektiği genel sorun, siyasi
Dolayısıyla, özel bölgesel sorunları düşünmede,
Bu sorunu göz önüne aldığımızda, hizipçilik
kendini şu veya bu Arap ülkesindeki insanların
ve din-devlet arasındaki ilişki sorunu, yalnızca
yerine koymak, ne bizim ne de herhangi bir
bunun bir neticesi olarak ortaya çıkmaktadır.
Arap düşünürün hakkı ve görevidir. Bu tutum, bir kaçış değil, ulusal çıkarların dayattığı nesnel ve bilimsel bir tutumdur. Çünkü çabası ve samimiyeti ne olursa olsun, bir Arap düşünürün yapabileceği en büyük hata, kendisini, bir başka Arap ülkesinin düşünürü yerine koyarak, yalnızca onların karşılaştığı sorunlar üzerine onlar adına düşünüp çözümler sunmasıdır. Bu düşünürün yaptığı hata, bilgi ve çözümün doğruluğu düzeyinde bir hata değil, millî çıkarlar
ve toplumsal boyutlarıyla ‘demokrasi’ sorunudur.
Örneğin, Lübnan’ı ele alalım, dinî gruplarla siyaset arasındaki ilişki, 40’lı yıllardan itibaren, başlangıçta büyük ölçüde Lübnan gerçeğini yansıtacak biçimde dizayn edilmişti. Grup olarak güçler dengesi Marunilikten yanaydı; çünkü o, yeni Lübnan toplum yapısında daha gelişmiş ve daha hareketliydi. Bunun da, herkesin bildiği tarihsel birtakım nedenleri vardır. İlişkilerin ‘demokratik olarak’ bu olgu temeline göre
düzeyinde kesin bir hata olacaktır.
düzenlenmesi doğaldı. Marunilik, iktidardan
Çünkü genelde Arap düşünürü, kendisinin
(meşru olsun veya olmasın; burada, bu mesele
tâbi olduğu ülkeden başka bir ülkeye özgü
hakkında hüküm verme durumunda değiliz)
bölgesel bir sorunu düşündüğünde, ulusal
veya en azından gruplar arasında görünen gü
perspektiften düşünür, sonra da ilgili sorunu
cünü yansıtıyordu. Diğer grupların maruz kaldığı
genelleştirme tehlikesine düşer; örneğin, bütün
tüm zulümlere rağmen, Lübnan, siyasi, fikrî
Arap ülkelerini Lübnan, Suriye ve Mısır’a özgü
ve en azından basın düzeyinde belli bir oranda
durum bağlamında düşünebilir. Bu durumda
demokratik bir ülke olarak kalmıştır.
o, her zaman olduğu gibi, şöyle haykıracaktır: Arap ülkelerinin sorunlarının tek çözümü, laikliği benimsemekle mümkündür. Kuşkusuz, Lübnanlı, bu ifadeyi doğru bulup, onu ilerleme ve müca dele sloganı edinecektir. Fakat Faslı, Moritanyalı, Cezayirli, Tunuslu, Libyalı, Ürdünlü ya da Suudi Arabistanlının tepkisi ise, “Laiklik nedir ve niçin gereklidir?” gibi -problemle pek de ilgili olmadığı
aslan payını almıştı. Bu, onun fiilî gücünü
Ne var ki, Lübnan ‘demokrasi’si, bizzat Lübnan gerçeğinin gelişimine paralel olarak gelişmek yerine, ilk kurulduğu sistem ve ‘düzenleme’ içerisine hapsedildi. Maruniliğin siyasal ve ekonomik egemenliği devam etmiş ve hegemonyası, aynı Lübnan demokrasisinin gölgesinde daha da artmıştır. Aynı zamanda,
görülen- soruları sormaktan ibaret kalacaktır.
diğer gruplar da, demografik, ekonomik, siyasal
Tüm bu açıklamalar, meselenin ‘özel’ yönüyle
ile ‘Lübnan niteliği’ arasındaki fark bir bütün
ilgiliydi. Fakat mutlak ve saf bir ‘özel’in varlığı
hâlinde sıfır noktasına doğru yönelmiştir. En
söz konusu değildir; ‘özel’de sürekli bir
azından bu, bilinç düzeyinde böyle olmuştur.
‘genellik’ vardır. Nitekim ‘genel’ olan da, ‘özel’
Bu durumda da Lübnan demokrasisi, laiklik,
olanın unsurlarından meydana gelmiş ortak
düşünce ve ifade özgürlüğü alanında siyasi
ve düşünsel olarak gelişmiş, ‘Marunî nitelik’
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
69
ve ekonomik olarak ikna edici bir baskı aracı
Arap düşüncesindeki sloganlardan, ‘laiklik’ (el-
olmaya başlamıştır. Haliyle, laiklik ve düşünce
’ilmaniyye) sloganı kadar karışıklığa ve yanlış
özgürlüğü, başka alanlardaki farklılıkların yerini
anlaşılmaya açık olan başka hiçbir slogan yoktur.
dolduramamıştır. Nitekim bu ikisinin, yönetim
Bu kelime Fransızca olan laicisme kelimesine uygun
ve ekonomiden en büyük payı alma konusunda
olarak tercüme edilmemiştir. Çünkü laicus kelimesi,
herhangi bir grubun tercih edilmesinden
el-’ilm (bilgi) lafzıyla hiçbir etimolojik ilişki içinde
kaynaklanan zulmü sonsuza dek hafifletmesi
değildir. Kelimenin aslı Yunanca olup laikus, halka
de mümkün değildir. Lübnan, kendisine 40’lı
ve kamuya ait olan şey anlamındadır. Bu da, clergy
yıllarda giydirilen ‘demokrasi’ elbisesine
kelimesinin, yani ruhbanlığın karşılığı olup, özel bir
sığmamış; dolayısıyla, burada özel bir anlam
grup olan din adamlarını (Hristiyanlığa göre Kilise
kazanan -ki o da, belli bir grubun diğer grupları
adamları) ifade etmektedir. O hâlde, laik; ruhban
doğrudan ya da dolaylı olarak sömürmesidir-
olmayan ve Kilise adamlarından olmayan herkestir.
hizipçilik hastalığına maruz kalan bir bünyenin gerçekliğini ortaya çıkarmak için, bu elbisenin yırtılması kaçınılmaz olmuştur. Lübnanlılar, farklı grupların tanık olduğu gelişmelere uygun yeni bir demokrasi elbisesi yapmayı başaramadıkça, iç savaş devam edecektir.
İşte bu, kelimenin asıl mânâsıdır. Daha sonra kelimenin (Fransızca) kullanımında bir çeşit haddi aşma meydana geldi ve din ve din adamlarına karşı düşmanlığı ifade etmek için kullanılmaya başlandı. Din eğitimi Kilise’nin sorumluluğunda olup, Kilise okullarında
Lübnan örneği, top seslerini andırırcasına,
tamamlandığından, devletin verdiği genel
demokrasinin yokluğunu haykıran Arap
eğitim, genellikle, matematik, doğa ve beşerî
hizipçiliğinin örneği gibidir. Bir de, Arap
bilimlerle sınırlıydı. Böylece laiklik, Fransa’da
dünyasında aynı olguyu başka metot veya aynı
eğitimle de bir tür ilişki içine girdi ve “bilimin
araçlarla ve fakat bu kez Sudan’da olduğu gibi
okulda, din eğitimininse Kilise’de verilmesi”
farklı bir biçimde ifade eden başka gruplar da
anlamına gelmeye başladı. Jean Lacroix’nin
vardır. Dinî hizipçilikten sıkıntı çekmeyen diğer
dediği gibi “laiklik düşüncesi, din düşüncesinin
Arap ülkelerinde ise vatandaşlar, toplumun
alternatifi ve ona karşıt olarak kullanılan bir şey
demokrasiye ve sosyal adalete olan ihtiyaçlarını
değildir; fakat o en azından, profan olanla kutsal
farklı birtakım sloganlarla dile getirmektedir
olanı birbirinden ayırmaya çağırmaktadır. Laiklik
ler; kimisi bizzat demokrasi sloganını, kimisi
düşüncesi, insan yaşamının, dinî (iğretilere
Sedat’ın tatbiki sloganını, kimisi azınlık
teslim olmayan veya en azından din adamları
hakları sloganını, kimisi de sektörlere karşı
otoritesinin dışında bulunan bir yönünün
ayaklanmanın zorunluluğu sloganını gündeme
olduğunu varsaymaktadır.” Buradan anlaşılıyor
getirmektedir.
ki, laiklik, hayatın kamusal alanının din ve din
Modern ve çağdaş Arap düşüncesindeki dindevlet ikilemi sorunu, sahte bir sorundur. Bu bir çarpıtmadır; çünkü bu, belli bir oranda, başka gerçek bir sorunun, yani bazı Arap ülkelerindeki hizipçilik sorununun üstünü örtmektedir. Bu sorun sadece göreli bir gerçeği yansıtmaktadır.
adamlarının otoritesine teslim edilmemesini talep eden bir sistemdir. (Dinin buradaki anlamı, insanları yönetme konusunda devletle çekişen bir kurum olması itibarıyla Kilise öğretileridir: Devlet onların bedenlerine, Kilise ise ruhlarına sahip olur.)
Çünkü bütün Arap dünyasını kapsamamaktadır.
Öyleyse, laiklik düşüncesinin esas itibarıyla özel
Bu sorunun gündeme getirilmesiyle yapılmak
bir durumla ilgili olduğu açıktır. Bu özel durum,
istenen şey, genel bir gerçeği örtmektir ki o
içinde Kilise’nin manevi otoriteyi üstlendiği
da, tüm Arap dünyasında siyasi ve toplumsal
toplumsal durumdur. Bu toplum da, dinin, Allah
demokrasinin olmadığı gerçeğidir.
ile insan arasındaki doğrudan ilişki üzerine değil, din işini meslek edinen ve kendisini manevi
2.3. Laiklik Yerine Demokrasi ve Akılcılık Genel olarak şunu söylemek mümkündür: Modern
70
alanda yegane kanun koyucu olarak kabul eden yüksek dinsel kurumla ilişki içindeki ‘din adamları’nın aracılığına dayandığı toplumdur. Bundan daha açık olanı şudur: Bu düşünce
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İslam’a ve Müslümanlara tamamen yabancıdır.
sloganı, bilindiği gibi, Osmanlı’nın ‘Türkleştirme’
İslam, insanla Allah arasındaki doğrudan
siyasetine karşı ortaya atılmıştı.
ilişkiye dayanır ve herhangi bir aracı kabul etmez. İslam, bir grubun tekelinde bulunan manevi otorite ve bir başka grubun tekelinde bulunan siyasi otorite şeklinde parçalanmış bir yapıyı tanımaz. Özetle, laiklik sloganının, halkı Müslüman olan bir toplumda ortaya atılması, haklı ve meşru bir davranış olmadığı gibi, bunun bir anlamı da yoktur. Öyleyse, bu slogan, Arap dünyasında gündeme niçin getirilmiştir? Bununla
Özetle, Şam (Büyük Suriye) bölgesinde laiklik’ sloganının ortaya atıldığı temel çerçeve budur. Bu sloganın, Mağrip Arap ülkeleriyle Arap Yarımadası’nda ve civar ülkelerde asla gündeme getirilmediğinin göz önüne alınması gerekir. Bu slogan belki Mısır’da bile, önemli ölçüde bir Kıpti azınlığın bulunmasına rağmen, bu sertlikte ortaya atılmamıştır. Arap
halledilmek istenen sorunlar nelerdir?
bölgeleri bağımsızlıklarına kavuşup, Araplık
Arap dünyasında ‘laiklik’ sloganı, ilk kez,
rak temellendirilmesine başlandığında, özellikle,
geçen asrın ortalarından itibaren gündeme
bünyesinde dinî azınlıklar (özellikle Hristiyanlar)
geldi. Onu gündeme getirenler, Şamlı Hristiyan
bulunan Arap ülkelerinde ‘laiklik’ yeniden
düşünürlerdi. Şam o günlerde, birçok Arap
gündeme geldi. Azınlıkların, Arap milliyetçiliğinin
ülkesi gibi (açık veya gizli) ‘İslam hilafeti’ adına
seslendirdiği bir Arap devletinde, Osmanlı
büyük bir imparatorluğa hükmeden Osmanlı
yönetimi zamanındaki duruma benzer yeni bir
Türk devletinin yönetimi altındaydı. O gün
durumun doğmasına yönelik endişeleri, yani
lerde ‘laikliği’ savunan Hristiyan Araplar ise,
Müslümanların ezici çoğunluğu oluşturacakları
düşüncesi ve Arap milliyetçiliğinin teorik ola
“Türklerden bağımsız olma” düşüncesini taşıyan
yönündeki endişeleri, laikliğin bu şekilde
başka Arap düşünürlerin açıkça söylediklerini,
gündeme getirilmesini haklı gösteriyordu. Şu
çekingen bir tavırla ifade etmek istemişlerdi.
hâlde, bu yeni çerçevede, yani tek devlet fikrinin
Daha sonra, bu iki slogan veya akım tek bir
teorik açıdan temellendirilmesi çerçevesinde,
slogan ve akımla buluştu. O slogan da, önce
‘laikliğin’ gerçek anlamı, dinî azınlıkların hakları,
‘Araplık’ bilahare de ‘Arap milliyetçiliği’ diye ifade
özellikle de onların, çoğunluğun dinine mahkum
edilen slogandır. Dolayısıyla ‘laiklik’ sloganı,
olmama haklarına ilişkin sorunla organik bir
Arap dünyasında “Türklerden bağımsız olma”
bağ içindeydi. Buna göre, ‘laiklik’, devletin dinî
sloganıyla organik bir ilişki içinde gündeme
esaslar üzerine değil, demokratik, akılcı temeller
gelmiştir. “Türklerden bağımsız olmak”, aynı
üzerine kurulmasını ifade eder. Fikrî akımlar ve
zamanda -en azından doğuda, yani Osmanlı’nın
gruplar arasındaki siyasal ve ideolojik tartışma
Arap eyaletlerinde- tek bir Arap devleti kurmak
hengamesinde, kimileri bunu “dini devletten
anlamına geldiğinden, bu üç kavram (la
ayırma” şeklinde ifade etmiştir ki, bu İslami bir
iklik, bağımsızlık ve birlik) tek bir şeyi ifade
toplumda kesinlikle doğru olmayan bir ifadedir.
etmek üzere birbirleriyle organik bir ilişki içine
Çünkü İslam’da dinle devlet arasında çatışma
girmiştir. İşte Arap milliyetçilik düşüncesi;
diye bir şey yoktur. Böyle bir çatışma, ancak,
anlamı, bağımsızlık ve birlik sloganının içeriği
devletin yürüttüğü siyasi otoriteye karşılık,
ile karışmış olan laiklik sloganını buradan
insanlar üzerinde manevi otorite kurma hakkını
hareketle benimsemiştir. Karşı bir hareket, Arap
kendisinde gören örgütlü bir kurumun din
bölgelerinin bağımsızlığına bir çeşit muhalefet
işlerini yürütmeye başladığı zaman söz konusu
sayılan ve Osmanlı otoritelerinin yönlendirme ve
olacaktır.
destekleriyle oluşturulan ‘İslam birliği’ sloganını gündeme getirmeye başladığında, iki eğilim arasındaki çatışma netleşmeye başladı. Birinci eğilim, Türklerin önderliğinde bir İslam birliğine çağırmakta, ikincisi ise bir Arap devletine ya da Arap birliğine çağırmaktaydı. ‘Araplığa’ çağıranlar, ne İslam’ı, ne de başka bir dini bir kenara itmeyi amaçlamıştı. Aslında ‘Araplık’
Arap dünyasında ‘laiklik’ meselesi birtakım ihtiyaçları kendileriyle örtüşmeyen içeriklerle ifade etmesi anlamında sahte bir sorundur. Bu ihtiyaçlar; tek bir ulusal kimlik çerçevesi içinde bağımsızlık, azınlıkların haklarına değer veren demokrasi ve siyasetin akılcı bir şekilde uygulanmasıdır ve bütün bunlar, gerçekten nesnel ihtiyaçlardır. Bunlar, Arap dünyasında
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
71
makul ve zorunlu taleplerdir; ancak, ‘laiklik’
Okuyucunun bizim düşündüğümüz çerçevede
gibi belirsiz bir sloganla dile getirildiğinde,
düşünmesini sağlamak, dolayısıyla da, tek
akliliğini, zorunluluğunu, hatta meşruiyetini
bir olgudaki değişik düzeyleri birbirinden
kaybedecektir.
ayırmamaktan kaynaklanan yanlış anlaşılmaya
Varmak istediğimiz sonuç, Arap düşüncesinin kendi kavramlarını tetkik edip, bunların içeriklerini, ortaya çıkan nesnel ihtiyaçlara uygun hâle getirmek suretiyle yeniden gözden geçirilmesinin gerekliliğidir. Kanaatimize göre, Arap düşüncesi terminolojisinden ‘laiklik’ kavramının çıkarılıp, yerine ‘demokrasi’ ve ‘akılcılık’ kavramlarının konması gerekmektedir. Bu iki kavram, Arap toplumunun ihtiyaçlarını en iyi ifade eden kavramlardır. Demokrasi, bireylerin ve toplumun haklarını korumak; akılcılık ise, siyasette keyfilik ve tutuculuktan değil, akıl ve onun mantıki ve ahlaki ölçülerinden hareket etmek demektir. Diğer taraftan, kesinlikle, ne demokrasi ne de akılcılık herhangi bir şekilde İslam’ı dışlamak anlamına gelir. Sadece nesnel verileri esas almak, şunu söylememizi gerektiriyor: Şayet gerçekten, Araplar, “İslam’ın ham maddesi” iseler; bu durumda, İslam, Arapların ruhudur/ özüdür. Buradan hareketle, İslam’ın, Arapların varlığının temel bir dinamiği olduğunu kabul etmek zorunluluğu ortaya çıkar. Müslüman Araplar açısından ruhsal boyutuyla İslam, Müslüman olsun olmasın tüm Araplar açısından ise medeni boyutuyla İslam... Millî düşüncenin, laiklik yerine demokrasi ve akılcılık ilkeleri üzerine yeniden kurulması, İslam’ın teori ve pratikte olması gereken yere konması vb. hususları, Arap birliği ve tek Arap ülkesi sloganını öne çıkaran düşüncenin yeniden yapılandırılmasında hareket noktası olarak kabul edilmesi gereken temellerdir.
meydan vermemek için, burada bir kez daha, bir yandan, dini devletten ayırma anlamındaki laiklik ile diğer yandan, ezici çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir toplumda ahlaki ve hukuki bir sistem olarak İslam’ı birbirinden ayırdığımıza dikkat çekmenin zorunlu olduğunu düşünüyoruz. Dini devletten ayırma anlamındaki laiklik, ancak dini temsil eden, onun adına konuşan ve aynı zamanda otorite konusunda devlete karşı bir devlet gibi rekabet eden, sonuçta aynı toplumda devlet içinde bir devlet hâline gelen bir kurum bulunduğu zaman, doğru, gerçeğe uygun ve olumlu bir görev yerine getirebilir. Böylesi durumda çözümün, her birinin görev alanlarını belirleyerek, biri diğerinin sınırlarını aşmayacak bir tarzda aralarını ayırmak olduğu açıktır. Avrupa’da bu ayırım, birinin görevini, manevi otorite (Kilise); diğerininkini ise, siyasi otorite (devlet) şeklinde belirlemek suretiyle gerçekleştirilmiştir. Halkı Müslüman olan ve bünyesinde dinî bir kurum bulunmayan toplumun (çünkü İslam açısından din bireysel olup, kişi ile Allah arasındaki ilişki, aracısız, doğrudan bir ilişkidir) ihtiyaç duyacağı şey, dini ‘siyaset’ten ayırmaktır. Bunun anlamı, dinin mutlak ve değişmez olanı, siyasetin ise göreli ve değişken olanı tem sil etmesi itibarıyla, dini, siyasi amaçlar için kullanmaktan kaçınmaktır. Siyasetin hareket noktası çıkarlar olup, onu elde etmeye çalışır. Oysa dinin bundan uzak tutulması gerekir; aksi takdirde din, özünü ve ruhunu kaybeder. Dinin özü ve ruhu ise, ayırıcı değil, birleştiricidir. İslam dini mutlak surette bir ‘tevhid’ dinidir. Bu tevhid, hem inanç düzeyinde (tek ilah),
3- Din-Siyaset ve İç Savaş
hem toplum düzeyinde (tek ümmet), hem de
Modern Arap düşüncesinde, din-devlet sorununu
(“fırka fırka olup dinlerini parçalayanlar...”)10 bir
ele aldığımız makaleler serisini bitirmeden önce, mevcut Arap siyasi gerçeğine damgasını vuran dinin siyasete alet edilmesi ve bununla bağlantılı olarak da, Lübnan’daki gibi açık veya diğer bölgelerde olduğu gibi gizli bir iç savaşın kısa bir analizini yapmamız gerekmektedir.
dinin doğru anlaşılıp uygulanması düzeyinde tevhiddir. Siyasetin özü ve ruhu ise ayırmaktır. Siyaset, ihtilafın olduğu ya da olması mümkün olan yerde vardır. Dolayısıyla, siyaset daha çok, “farklılıkları idare etme sanatıdır.” Burada idare ve işleri yürütme, ya var olan farklılıkları idare etmek ya da yeni olan başka bir farklılığı yaratma çabası anlamına gelir. İşte bundan
72
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dolayı, dini siyasetle ilişkilendirmek -bu ilişkinin
dolayısıyla da, maddi çıkarların dağılımının,
türü ve oranı ne olursa olsun- kaçınılmaz bir
kuruluş aşamasında Lübnan devletinin üzerine
biçimde ihtilaf mikrobunun dine sokulmasına
oturtulduğu adil olmayan aynı hizipçilik esasına
neden olacaktır. Dindeki ihtilafın aslı siyasi
göre yapılması anlamındadır.) Çünkü ekonomik
olursa, bu da kaçınılmaz bir biçimde hizipçili
ayrıcalıklarını koruma sorununu siyasi olarak,
ğe, oradan da iç savaşa götürecektir. Bugünü
açık bir biçimde gündeme getirmek, onun işleri
ve geçmişiyle tarih buna tanıktır. Hz. Osman
ne gelmemektedir. Bu çıkarları koruyacak olanın
döneminden, yani İslam toplumunda dinin
siyasi otorite olmasından ötürü, hizipçilik, bu
siyasete ilk alet edilmesinden beri, ihtilaflar
siyaseti değiştirilmesi doğru olmayan sabit bir
ve yeniden alevlenmek üzere hiç dinmeyen iç
olgu hâline getirmeye ve onu dinle ilişkilendirip,
savaşlar hep var olagelmiştir. Bu da, şu ya da
farklı dinlere mensup olma hakkını siyasetteki
bu biçimde, ama her halükârda, dinin bir şekilde
(sınıfsal) farklılıklar kapsamına sokma cihetine
siyasete alet edilmesiyle meydana gelmiştir.
gitmiştir. Diğer yandan, Lübnan’daki yoksul
Peki, nasıl oluyor da dinin siyasete alet edilmesi iç savaşa yol açıyor? Bu, sorulması ve açık bir biçimde cevaplanması gereken temel bir sorudur. Çünkü “Dinin siyasete alet edilmesi, iç savaşlara yol açar.” sözü, dinin özüyle, yani tevhidî doğasıyla çelişiyor gibi gözükmektedir. ‘Mantık’, birleştirici bir unsur olmasından dolayı dinin, siyasette, en alt düzeyde ihtilafların bir iç savaşa kaymasını engellemek olan bir çeşit ‘birliği’ sonuç vermesini gerektirir.
halk kitlelerinin de -ki onlar Marunilerin siyasi ve ekonomik otoriteyi tekellerine almalarından en çok zarar görenlerdir- maruz kaldıkları bu zararı siyasi bakımdan doğrudan gündeme getiremediklerini görmekteyiz. Çünkü onların toplumsal ve ekonomik varlık koşulları, kendilerini, bir sınıf olarak sorunlarını günde me getirebilecekleri bir düzeye ulaştırmamıştır. Buna, onların temel hasımlarının (siyasi ve ekonomik sömürüyü sürdüren Marunilerin) kendini toplumsal bir sınıf olarak değil, dinî bir grup olarak sunmasını da ilave edecek olursak, Lübnan’daki yoksul ve ezilmiş halk kitleleri
Oysa durum bunun tam tersine olup, realite
nezdinde sömürü bilincinin, grupçu (Şii, Dürzî ve
şudur: Sosyoekonomik sorunların siyasi
Sünni gruplar) bir biçimde nasıl rol üstleneceğini
bakımdan açık ve uygun bir şekilde dile
kavrayabiliriz. Böylece, başlangıçta sınıfsal bir
getirilmesi işine gelmeyen kesimin -çünkü
çatışma görünümünde bile olsa, bu, kolaylıkla
bu, sorunun maddi karakterini su yüzüne
hizipçiliğe dayalı bir iç savaşa kayar.
çıkaracaktır- ya da bu sorunları şeffaf biçimde dile getirebilecek bir seviyeye ulaşamamış bulunan kesimin sahip olduğu ‘siyasi anlayış’, dinin siyasete alet edilmesine sığınmaktadır. Her iki durumda da, dinin siyasete alet edilmesi; eski bir anlaşmazlığın yeniden gündeme getirilmesi ve sembolleri ve ideolojik içerikleriyle birlikte bu anlaşmazlığa yeniden hayat verilmesi temeline dayanan grupçu ya da mezhepçi bir karaktere bürünür. Bu ise, dini siyasete alet eden grubun, ‘ruhani bir kabile’ye dönüşmesi için gereklidir. (Bu kaçınılmazdır, çünkü bu grubun sosyolojik varlık koşulları, onu sosyal bir sınıf seviyesine getirmemektedir.)
Lübnan’daki olaylar, dini siyasete alet etmenin siyasi bir ihtiyaç hâline geldiği başka ülkelerde de meydana gelebilecek olaylar için bir örnekten başka bir şey değildir. Genel olarak tüm Arap ülkeleri, bir şekilde bu ihtiyacın sıkıntısını çekmeye namzettir. Bundan dolayı, bugün ‘İslami eğilim’, ‘kökten dincilik’ ya da ‘siyasal İslam’ diye adlandırılan anlayışlar, çok büyük ve ciddi bir sorumlulukla karşı karşıyadırlar. Çünkü dinî davetin, ayrılıkçı bir çağrıya dönüşmesinden; dolayısıyla, dinin birleştirici bir unsur olarak kalmak yerine, ayırıcı ve bölücü bir unsur hâline gelmesinden daha kolay bir şey yoktur. Bugün ‘siyasal İslam’ın tarihsel varlığını
Lübnan’da olanlar, bizim için bu durumu
haklı gösterecek şey, devletin ve devleti yöneten
açıklayan en güzel örnektir. Marunî cemaati,
elitlerin tutumlarına damgasını vuran ve yoksul
dini siyasete alet etmiş, yani hizipçiliğe
kesimlerin, bunların kırsalda ve kentlerdeki
tutunmuştu. (Bu, önemli idari görevlerin,
manevi öncülerinin maddi ve psikolojik sıkıntısını
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
73
çektiği istibdat ve zulümdür. Arap dünyasında modern ideolojik akımlar, bu istibdat ve zulme karsı duramamış ve demokrasi alternatifini ortaya koyma konusunda başarılı olamamış lardır. Şayet meseleye bu açıdan bakacak
olursak, ‘siyasal İslam’ın bugün, bir grubun bir başka gruba karşı mücadelesini temsil teorik planda, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturmaktadır ve bunlar, genelde, ezilmiş kesimlerdir. Diğeri ise, teorik ve pratik planda, iktidarı elinde bulunduran elit tabaka ve onlardan yararlanan kesimdir. Birinci grup, esas itibarıyla grupçu bir kesim değildir; çünkü nes nel olarak ezici çoğunluğu oluşturmaktadır. Buna rağmen, bu kesim, her halükârda hizipçilik için elverişli bir ortam hâline gelme tehdidi altındadır. Zira çıkar çatışması ve hasma karşı yürütülecek mücadelenin tarzı konusunda farklı bakış açılarını ifade eden siyasi farklılıklardan kaçınmak mümkün değildir. İşte, dini siyase te alet eden grupların sıkıntısını çektiği kronik hastalık, yani birbirini tekfir eden gruplara bölünme hastalığı, buradan kaynaklanmaktadır. Bu da, gerçek hasmı unutup, iç bölünmeyle meşgul olmaya neden olan durumdur. O hâlde ‘siyasal İslam’ın, varlığının ve bu varlığı haklı çıkaran hususların kendine sağladığı tarihsel amaçlarına ulaşması, ancak, kendini bu amaçlar düzeyine yükseltmesi, istibdat-zulüm ve bunlardan kaynaklanan siyasi, toplumsal ve ekonomik meseleleri, açık bir siyasi söylemle ortaya koyması ve siyasete de onun çağdaş ve geniş kapısından giriş yapmasıyla mümkündür. İslam tamamen bir ‘örtü’, bir ‘el kesme’ meselesi vb. konulara indirgenirse, bu, gerçek siyasi sorunları gündeme getirmekten ve sorumluluk tan bir kaçış ya da bir acziyetin ifadesi demektir ve “fırka fırka olup dinlerini parçalayanlar...”7 durumuna, yani iç savaşa doğru gidişin bir başlangıcıdır. Öyleyse, siyasetin; dinin, özünde var olan birleştirici bir unsur olarak kalması
www.islamiyorum.com
ettiğini görürüz. Bu gruplardan biri, en azından
yerine, bölücü bir unsur olmasına neden olacak tavırlardan kaçınması gerekir.
- BİTTİ -
En’âm, 6/159
7
74
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: Din,Devlet Ve İslamofobi
Kur’an’da Anahtar Siyasi Kavramlar Manzurıddın Ahmed Bu yazı “İslam’da Siyaset Düşüncesi-Derleme/İnsan Yayınları/1995” isimli kitabın 75-105 sayfalarından alıntılanmıştır.
Modern çağda Müslüman siyaset teorisinin
Bu zorluklar açısından, belki de, İslâm’ın
klasik ve Orta Çağ nosyonlarını yeniden üretme
siyasî terimlerini İslâm siyaset teorisinin
teşebbüsü, birçok metodolojik ve semantik
temel kaynakları olan Kur’ân, Sünnet ve ha
problemlerle kuşatılmış durumdadır. Modern
dis, tarihî kayıtlar ve İslâm anayasa hukuku
sosyal bilimcinin klasik ve Orta Çağ İslâm’ına
hakkında Orta Çağ’da yazılmış eserlerin ışığında
dair anahtar siyasî kavramlarını anlamaya
sınıflandırmak gereklidir. Kur’ân’ın metninde,
çalışırken karşılaştığı en önemli zorluk, bu
ümmet (topluluk), kavm (grup veya halk),
kavramların Kur’ânî ilahiyat doktrinlerine otur
şa’b (büyük kabile), hilâfet (halefiyet), imamet
tulduğu ölçüde benzersiz olmasından ileri
(liderlik), mülk (krallık) gibi, sosyal ve siyasî
gelmektedir. Bu kavramlar, Yahudi, Hıristiyan,
mânâlar taşıyan çok sayıda terimle karşılaşırız.
Roma ve Yunan siyasî fikirlerinin nüfuz ettiği
Bütün bu terimler Kur’ân’da hem genel, hem de
Batı siyaset teorilerinden farklıdır. İslâmî siyasî
teknik anlamda kullanılmıştır. Fakat hadis, tefsir
kavramlar, tamamen farklı sosyal, ekonomik,
ve fıkıh gibi diğer kaynaklarda, bu terimler genel
siyasî ve tarihî ortamların çizdiği çerçeve içinde
anlamından ziyade teknik anlamda yer alır. Aynı
gelişmiştir. Bu da tanım ve anlam problemle
zamanda, bu terimlerin İslâm’ın tarihî gelişim
rini ortaya çıkarmıştır. Bir taraftan modern
seyri içindeki insicamlı gelişmesini keşfetmek de
sosyal bilimciler Batılı siyaset terminolojisindeki
zor olmayacaktır. Bu bağlamda, klasik ve Orta
arka planları ile İslâmî terimleri anlayamazken,
Çağ İslâm’ında Müslüman toplumun büyümesi
diğer taraftan bu terimler modern siyaset
ile teknik düşüncenin gelişmesi arasındaki yakın
bilimi sözlüğü ne tercüme edildiklerinde,
ilişki de görülecektir. Netice olarak, bu terimler
orijinal mânâları değişikliğe uğramıştır. Söz
kendi ideolojik, tarihî ve sosyal perspektifleri
gelişi, gerçekte, İslâm’da net bir modern
içinde tanımlanmalıdır.
devlet kavramı yoktur, ama insanlar hâlâ İslâm devletinden söz ederler ve bu anlamda ümmet, hilâfet gibi İslâmî kavramlar, modern devlet ve hükümetin dengi olarak kullanılır. Ama ümmet ve hilâfetin kendilerine has ayrı anlamları vardır.1
CEMAAT Ceme’an, cema’ gibi türevleri birçok sûrede kullanılmakta birlikte2, cemaat terimi Kur’ân Shah, Rev. Ahmad, Miftâhul Qur’an, Bölüm I,
2
Concordance of the Qur’an, (Benares, E. J. Lazarus
Ahmed, Manzooruddin, Pakistan, The Emerging Islamic
1
State, (Karachi,Allies Book Corporation,1966), p.17-26.
& Co., 1906) cemaat’in Kur’ân’da geçen on beş türevinin listesini verir. İki grup anlamındaki cemaat,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
75
metninin hiçbir yerinde geçmez. Kullanılan
kullanıldı.4 Bu Müslümanlar, çoğunluğu
ifadeler de hiçbir yerde, modern sosyolojik
oluşturdukları, Peygamberin Sünneti ile ilk
anlamdaki toplum fikrini ifade etmez ve akla
dört halifenin de dahil olduğu sahabeleri sıkı
getirmez, İslâm öncesi çağda bile, sık sık
şekilde takip ettikleri için böyle tanımlandı
başvurulmakla birlikte, cemaat ifadesi toplum
lar. Buna karşılık, çoğunluğun görüşlerine
anlamında kullanılmamıştır. Fakat toplum
karşı çıkan Ali taraftarı Şia ile Haricîler gibi
anlamındaki terim, büyük hadis külliyatında
azınlık gruplar, tecrit ve mahkûm edildi. Bu
ortaya çıkmıştır.3 Birkaç örnek:
yüzden, cemaat teriminin bu azınlık grupları
1. Cemaatle ve halkla birlikte olun (Müsned-i Ahmed).
içine almadığını belirtmek ilgi çekici olacaktır. Terimin, Müslümanların çoğunluk grubu için bu özgün kullanımı, ilk halifelerin son döneminde
2. Allah’ın Eli cemaatin üzerindedir; cemaatten ayrılanlar ebedî cehenneme mahkûm olur (Ebu Davud).
Müslüman toplumdaki siyasi dinamiklerin sonuçlarını yansıtır. Böylece, cemaat teriminin kullanım ve anlamında, İslâm öncesi çağdaki genel anlamına doğru izlenebilecek bir
3. En büyük cemaati takip edin (İbn Mâce). Bu hadisler, İslâm’ın ilk döneminde terimin, “toplum”un teknik anlamında kullanıldığının yazılı delili olarak aktarılmıştır ve bu yüzden, tarihî muteberlikleri ile çok fazla ilgili değiliz. Cemaat terimi daha sonraki İslâm döneminde çoğunluktaki grup anlamında da kullanıldı. Bu dar anlamda Ehl-i Sünnet ve Cemaat terimi, Ortodoks Müslüman çoğunluğu, muhalif azınlıktan ayırmak için tanımlamak maksadıyla
şu sûrelerde geçer: lmran-3: 149, 160; En-fal-8: 42 ve Şuarâ-6: 61. Cemaa ise Tâha-22: 62; Maâric-7: 18 ve Hümeze-104:2’de geçer. Bkz. s. 89. Bu terimlerin
gelişmenin farkına varmış oluruz. Cemaat terimini tanımlama sürecinde, iki önemli soruyu araştırmak faydalı olacaktır. Birincisi, bu terim ümmet, millet, kavm ve şa’b gibi diğer benzer Kur’ân terimlerinden mânâ olarak nasıl ayrılır? İkincisi, onu modern sosyal bilim terminolojisine nasıl tercüme ederiz? Genel mânâsı içinde ele alınıp ilk kullanımında mu hafaza edildiği zaman, cemaat terimi herhangi bir insan topluluğunu ifade eder. Bu geniş anlamda, cemaat teriminin—siyasî, dinî, savunmaya yönelik ve biyolojik—belirli ve özel gruplar mânâsında kullanılan ümmet, millet, kavm ve şa’b kavramlarından ayırd edilmesi
anlamları için bkz. A Complete Glossary of the Qur’an,
gerekir. Böylece, cemaatin, yalnızca spesifik
s. 20. Bir başka çalışma için bkz. Mirza Abdul Fadl bin
sosyal grup formlarını ifade eden ümmet,
Fayyaz Ali bin Naw-ruze Ali bin Haji el-Şirazî, Gharîb
millet, kavm ve şa’b kavramlarını da içine
al-Qur’an fî Luqhat al-Furqan, (Hyderabad, Do minion Book Concern, 1947), s. 64-65. Daha kapsamlı altı ciltlik bir eser için bkz. Nu’manî, Muhammad Abdal-Rashid, (Delhi, Jadîd Barqi Press, 1945), c. II,
alan kucaklayıcı bir terim olduğu sonucuna varabiliriz. Fakat tedricen, cemaat terimi daha ziyade toplumun sosyolojik anlamı için
s. 253-254. Nu’manî’ye göre cemaa, grup ve asker
de kullanılmaya başlandı. Orta Çağ tarihçisi
anlamına da gelir ve bunun için Kur’ân’ın 25:2, 27:10
İbn Haldun, İslâm’da genel toplum teorisini
ve 28:15 âyetlerini örnek verir. Arapçadaki en standart
geliştirirken, “içtima” terimine başvurur.5 Modern
eser, Raghib el-Isfahanî’nin al-Mufradâtu fî Gharîb alQur’an’ıdır; ed. Muhammad Say-yid Kilani, Mısır, 1961,
Hughes, Dictionary of Islam, (Londra, W. H. Allen
4
& Co., 1935), bkz. Sünni maddesi, s. 623. Şia ve
s. 96-7.
Sünnî mezhepleri arasındaki doktrin farkları için
Cemaatle ilgili Peygamberden çok sayıda rivayet
3
vardır ve bunlar büyük hadis kitaplarında el-Emâreh
bkz. Chyygan, Ali, Essai sur Listoire Du Droit Public
başlığı altında bulunabilir. Al-Aimmatu başlığı altındaki
Muslsman, (Paris, les Editions Do-mat-Montchrestien,
rivayetler için bkz. Wensick, A.E.,
A
1934), s. 44-48. Ayrıca bkz. Ahmad, Manzooruddin,
Handbook of
Mohammadan Traditions ve Arapça tercümesi için bkz.
Pakistan the Emerging Islamic State, s. 39-41. Yine
Abdulbaqi,
bkz. Aghanides, N.P., Mohammedan Theories of Finance
Muhammad Fuwad, Miftah Künûz al-Sun-
(New York, 1916), s. 134.
nah, Mısır, 1937. Yine bkz. Mishkat, c. II, al-Amârah wal-Qadâ bölümü, bilhassa 3482 ve 3483 no’lu hadisler.
76
Ibn Khaldun, Muqaddimah, (Mısır, Mustafa Muhammad
5
35.
Bu rivayetlerin mükemmel bir tartışması, Azâd, Ebul
Press, tarih yok), s.
Kalâm’ın Masala-i Khilâfat’ında (Lahore, tarih yok)
Muqaddimah, c. I (New York, Panthezon Books Inc.,
bulunabilir, s. 49-54
1958),
s.
Bkz. Rosenthal çevirisi, The
89.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Arapçadaki kullanımı içinde, bu terim sosyolojik
Nadir Yahudilerinin Peygamberi öldürmek için
bir anlam kazanmıştır. Bu sayede, devam
tasarladıkları, ama ilâhî müdahale sayesinde
eden tartışmaların ışığında, cemaat kelimesi
gerçekleşmeyen suikast olayına dolaylı bir
ile türevlerinin, ne Kur’ân’ın metninde, ne de
atıf yapılır.11 Bir başka Kur’ân âyetinde kavm,
klasik ve Orta Çağ İslâm siyaset teorisinin diğer
hem erkek, hem kadın grubu için kullanı
kaynaklarında, herhangi bir teknik anlamda
lır. Benzer şekilde, bir başka âyette Allah,
kullanılmadığı sonucuna varmak mümkündür.
isyankâr Müslümanlara öğüt verir: “Eğer siz
Bu mânâ ile ilgisizliği yüzünden de, bertaraf
akın etmezseniz, Allah size elem verici bir azap
edilebilir.
verir. Başka bir kavim ile sizi değiştirir.”12 Kavm kelimesinin bütün bu mânâ nüansları karşısında, bu kelimenin özel maksatlar için bir araya gelen
KAVM
bir grup veya halkı ifade etmek için genel mâ
Modern Arap lisanında kavm terimi “milliyet” mânâsında iken, kavmiyye de “milliyetçilik” karşılığıdır.6 Her iki terim de modern siyaset biliminde dikkatle kullanılır. Kavmel-Arabiyye ifadesi Kuzey Afrika’daki Fas’tan Yakın Doğu’daki Irak’a kadar uzanan Arap ülkelerindeki bütün Arap halklarını ifade eder. Arap halklarının, ortak dil bağıyla birbirlerine bağlandıkları için tek bir milliyet oluşturduğu kabul edilir. Modern Arap milliyetçiliğinin dil temeli, bütün Arap milletlerini geniş, bir siyasî birlik içinde toplamayı
nâda kullanıldığı sonucuna varılabilir. Bu yüzden, terim toprakla ilgili veya etnik bir referans taşımaz. Kur’ânî anlamda ise, ortak bir lider etrafında toplanan takipçiler grubunun sadakatli bütünlüğü fikrini ifade eder. Netice olarak da, ortak dil, kültür, gelenek, tarih, ekonomi ve siyaset bağlarıyla bir araya gelen ve aynı topraklarda yaşayan bir topluluğu ifade etmez. Bu sebeple, modern milliyet kavramı veya milliyetçilik anlamındaki kavmiyye mânâsını da taşımaz.
hedef alan Pan-Arabizm hareketine sebep olmuştur. Ama Pan-Arabizm, Pan-İslâmizm’den ayrılmalıdır. Pan-Arap hareketi Arap birliği çatısı
MÎLLET
içinde Arap olmayan Müslümanları dışlarken,
Cemaat ve kavm terimlerinin her ikisi de,
Pan-İslâmizm Fas’tan Endonezya’ya uzanan ve
Kur’ân’ın metninde kendisine has bir mânâda
daha geniş olan İslâm dünyasını kapsar.
kullanılan millet teriminden ayrılmalıdır13. Millet, ilâhî rehberlik temeli üzerinde bir peygamber
Bununla beraber, modern anlamdaki kavm terimi, Orta Çağ İslâm’ındaki çerçevesi içinde kullanılmaz. Kavm kelimesi ve türevleri Kur’ân’ın metninde sık sık geçer.7 Kökleri olan küme ve kavâ-me’nin mânâsı ayağa kalkmak, dikilmektir.8 Böylece kavm, bir lideri takip eden halk veya grup anlamına gelir. Bu özel anlamda, Kur’ân’ın metninde9, iyi halkları
tarafından birleştirilen insan grubunu ifade eden tipik bir Sâmî kavramıdır. Peygamberlik ve ilâhî rehberlik kavramlarının her ikisi de Sâmî dinleri olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’ın karakteristik özellikleridir. Bu yüzden millet, bir peygamber tarafından ilâhî hukuk temeli üzerine kurulan bir dinî topluluk anlamını taşır.
“kavmes-sâlihîn,” kötü kavimleri “kavmez-
Millet kelimesi, gerçekte din ve şeriat anlamına
zâlimîn” şeklinde niteleyen çok sayıda atıf
gelir14. Millet, millet-i İbrahim, millet-i Abâ
buluruz.10 Kur’ân âyetinde, Medine’deki Benî
ifadeleri Kur’ân’da sık geçer15. Bütün bu atıflarda bütünleşmenin odak noktası, ilâhî
Menahem, Mansoor, English-Arabic Dictionary of
6
Political Diplomatic, an Conference Terms (New York). Shah, Rev. Ahmad, Miftâhal Qur’an, bölüm I, s.
7
170.
Mânâsı için bkz. bölüm II, s.
77.
169-
vahiy mesajıyla gelen bir peygamberin 7:81; kavmun 7: 93; el-kavm el-hâsirûn, 7: 99; li kavmin yü’minûn, 7: 203.
Kelime, halk
kavmun musrifûn, A’raf Sûresi,
anlamında tercüme edilmiştir. Ayrıca bkz. Isfahan!,
416-418 416. 9 Shah, Aâd, 139, Thamûd, s. 85,
kâfırûn,
Raghib, al-Mufradat, s.
Isfahanı, al-Mufradat, s.
Maide Sûresi, 5: 11.
8
11
Nuh, s.
223.
li kavmin ta’kilûn, düşünen, aklını kullanan insanlar,
10
2: 164; el-kavm ez-zâlimîn En’am Sûresi, 6: 144; el-kavmel-mücrimîn, 6: 147; Bakara Sûresi,
Tevbe Sûresi, 9: 39.
12
Shah, Rev. Ahmad, bölüm I, s. 202.
13
Isfahanı, Raghib, s. 471-472.
14
A.g.e., s. 471.
15
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
77
etrafında merkezîleşir. Fakat Kur’ân’da millet
değildir. En’am Sûresinin 38. âyetinde21, hayvan
ile din arasında açık bir ayrım yapılmamıştır,
ve kuş türleri anlamında kullanılır. Kur’ân’ın
inanç anlamındaki din, millet kelimesinden
metin tarihi ışığında, ümmetin ilk Mekke sû
daha geniş bir mânâda kullanılır. Allah’ın ve
relerinde çok çeşitli mânâlarda kullanıldığı
peygamberin dini de din terimi ile ifade edilir. Bu
görülebilir. Bu görüş, Medine safhasında
çerçevede, Kur’ân’da sıklıkla geçen iki ifadeye,
Muhammed’in, toplumu inşa etme problemle
“dinullah” (Allah’ın dini) ve millet-i İbrahim
riyle uğraşmak mecburiyetinde olduğu
(İbrahim’in dini) ifadelerine atıf yapılabilir. Fakat
gerçeğiyle tamamen mutabakat halindedir.
“milletulhıh” ifadesi Kur’ân’ın hiçbir yerinde
Bu yüzden, Kur’ân’ın son Medine âyetlerinde
yoktur.16 Böylece, millet peygambere bağlı
ümmet terimi yeni ortaya çıkan Müslüman
olarak değişebilirken, din hem Allah, hem de
toplumu tarif için kullanılmıştır22. Medine’de
peygamber için kullanılır. Bu da, millet teriminin
ümmet, “ümmet-i vusta” (dengeli toplu
Kur’ân’da kullanıldığı dar ve sınırlı anlamı
luk) ve bazen de “ümmet-i vahide” (birleşik
doğrular.
topluluk) olarak adlandırılmıştır23. Medine’de
Benzer şekilde, millet ve din terimlerinin, mezhep ifadesinden de (çoğulu mezahib) ayrılması gerekir. Mezhep, gerçekte yol anla mındadır, fakat teknik olarak İslâm hukukunun Sünnî ekollerini ifade eder. Mezahib-i erbaa olarak bilinen ve büyük Sünnî hukukçuların adını taşıyan dört hukuk ekolü vardır: Hanefî, Mâliki, Şafiî, Hanbelî.17 Bununla beraber, Urdu ve İran dillerinde mezhep, Hıristiyanlık, Yahudilik ve Hinduizm gibi dinler için kullanılır. Fakat Arapçada, hiçbir zaman bu anlamda kullanılmaz. Dinî topluluk ise millet terimiyle ifade edilir.
toplumun inşası safhasında, yeni ortaya çıkan ümmetin temelleri olarak birlik, bağlılık ve itidal prensiplerine büyük vurgu yapılmıştır24. İslâm’ın kendisi, Arap kabilelerinin kültür, dil, ahlâk, hukuk ve moral bütünleşmesinin odak noktası olmuştur. Böylece Arap kabile yapısı, peygamberliğe, ilâhî hukuk ve rehberliğe dayalı yeni bir sosyal birliğe dönüşmüştür25. Ümmet olarak tanımlanan şey, kabile yapısının zirvesini oluşturan şa’bdan (büyük kabile) tamamen farklıdır.
ŞA’B Şa’b, aslında “başın üstü” mânâsındadır26. Bu
ÜMMET Milleti çağrıştıran ümmet terimi de Kur’ân’da sık kullanılır, fakat milletten tamamen ayrı bir anlama sahiptir. Terimin Kur’ân’da şeriat, tarikat, din, kabile, hayır kurumu ve hayvan türleri gibi farklı mânâları vardır.18 Bakara Sûresinin 134. âyeti ile19 Nahl Sûresinin 36. âyetinde20, ümmet kelimesi sıradan halk anlamında kullanılmıştır. Bu özel anlamda, yukarıda tartışılan kavm teriminden çok farklı
yüzden, sayı olarak, çok fazla sayıdaki kabileden oluşan en büyük akraba grubunu tarif eder. Ebul-kabail (kabilelerin babası) olarak da adlandırılır. “Şa’b”ın altında, “yüz” anlamındaki kabile vardır. Kabile klandır ve çok sayıda klan bir araya gelerek “şa’b”ı oluşturur. Bu klanlar, vücudun aşağı kısımlarını ifade eden fasıla, fahz, batn ve amâra gibi dahs küçük ünitelere bölünürler. En küçük akrabalık ünitesi ailedir (ayala işara)27- Kabile ilişkilerinin birliktelik En’am Sûresi, 6: 38.
21 22
Aghanides, N.P., Mohammedan Theories of Finance
17
(New York, 1916), s.
Bakara Sûresi, 2: 143.
23
Bakara Sûresi, 2: 213.
24
Isfahan!, Raghib, s. 23. Bkz. Massignon’un makalesi,
18
Ahmad, Manzooruddin, Pakistan the Emerging Islamic
25
“L’umma et ses synonymes: notion dc’communaute social’ en Islam,” Revenue des Etudes Islami-ques
State, s. 20. Roberts, Robert, The Social Laws of Islam (Londra,
26
(Paris, 1941-1946), s. 151-157. Ayrıca bkz. Watt’in
Williams and Norgate, Ltd, 1925), s. 4.; kabile
bir makalesi, “Ideal factors in the orijin of Islam,” The
hiyerarşisi ile ilgili bir tartışma, Tyan, Emile, Le Califat, Beyrut’ta bulunabilir.
Islamic Quarterly II, no. 3, Ekim 1955, s. 161 -174. Bakara Sûresi, 2: 134.
19
Nahl Sûresi, 16:36.
20
78
Watt, M., Muhammad at Madina, ve bkz. yine Watt’in Islam and the Integration of Society.
A.g.e., s. 472.
16
Zaydan, Jurji, Umayyads and Abbâsids (çev. D.S.
27
Margoliouth), (Leyden, E. J. Brill, Londra, Luzac & Co.,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
temeli, akrabalıktır, Bu yüzden, kabile yapısı
Müslüman halkların birbiriyle çatışan milliyetçi
biyolojik bir kavramdır. Ümmet kavramından
liklerini uzlaştırma zorluklarına yol açar. Bu
ayrılmalıdır.
yüzden, günümüzde Müslüman halkların karşı
Kur’ân’da şa’b teriminin çoğulu olan şuûb, bu anlamda geçer. Bu âyete göre, Allah şöyle buyurur: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek le bir kadından yarattık. Sizi milletlere ve
karşıya oldukları en önemli meydan okuma, modern çağda yeni milliyetçi güçler ile İslâmî evrensellik arasındaki temel çelişkiyi çözme gerginliğinde yatar.
kabilelere ayırdık ki, tanışasınız. Ve bilin ki,
Devam eden analizin ışığında, bu Kur’ânî
Allah katında en iyiniz, en takvalı olanınızdır.”28
terimlerin modern terminoloji içindeki
Bu âyet ilk Arapları, akrabalığın sadece
tanımlarını yeniden yapmak, siyasî ve sosyal
kimliğin tespiti için gerekli olduğuna ve kabile
anlamlarını belirlemek durumundayız. Grup
ilişkileri temeline dayalı maddî veya manevî bir
anlamındaki cemaat teriminin sosyal tedaileri
üstünlük iddiasının geçersizliğine ikna etmiştir,
olabilir, ama net siyasî anlamı yoktur. Halk
İslâm, insan davranışlarının manevî kalitesini
anlamındaki kavm ifadesi, Kur’ân’daki
yargılamak için yegâne kriter olarak, takva ve
kullanımında ne sosyolojik, ne de siyasî bir
amelde mükemmellik prensiplerini getirmiştir.
öneme sahip değildir. Fakat ümmet terimi
Böylece İslâm, birbiriyle savaşan kabileleri bir
Kur’ân’da hem sosyolojik, hem siyasî anlamda
ümmet halinde birleştirmek için yeni bir temel
kullanılmıştır. Modern toplum kavramına
sağlamıştır. Fakat bu hedefi başarma sürecinde,
yakındır31. Modern sosyologlara göre, toplum
İslâm sosyal bütünlüğün akrabalık temelini
terimi “öncü yerleşim yeri, köy, şehir, kabile ve
ortadan kaldırmamış; yalnızca bedevi kabilelerin
millet” için kullanılır. Mclver’e göre, “büyük ve
kolektif enerjisini yüksek ve asil maksatlarla
küçük herhangi bir grubun üyeleri, ortak bir
korumak için yeni bir istikamet vermiştir.
hayatın temel şartlarını bir şekilde paylaşarak
Orta Çağ İslâm’ının önde gelen sosyal filozofu İbn Haldun, iki çeşit asabiyeden (sosyal dayanışma ve grup anlayışı) söz eder. Biri kabile ilişkilerine, diğeri dinî inanca dayalıdır29. Ona göre, bu iki gücün İslâm’ın tesiri ile birleşmesi, Arap kabilelerinin kuvve halindeki enerjisini öylesine harekete geçirmiştir ki, çok uzun süre devam eden bir imparatorluk kurabilmişlerdir30. Modern terminolojiye tercüme edildiğinde, bu, millî bütünlük (ittihad el-kavmî) ve ideolojik birliğin (ittihad el-fikri) İslâmî rönesansın temel şartları olduğu anlamını taşır. Bununla beraber, bu yaklaşım, üstesinden gelinemeyecek problemleri de getirir. Bir taraftan, milliyetçilikle İslâmî ideolojinin manevî evrenselliği arasındaki
birlikte yaşadıkları zaman, biz bu grubu bir topluluk olarak adlandırırız.”32 Bir topluluk oluşturmak için üç temel unsur önem taşır: Kendi kendine yeterlilik; topluluk bağlarına dayalı sosyal bütünlük duygusu ve yerellik referansı. Peygamber zamanında Medine’de topluluk inşasının ilk şamalarında, bütün bu unsurlar mevcuttu. Arap olmayanları da kapsayan bir imparatorluğun kurulmasıyla birlikte, dünya ümmetine dönüşen Arap ümmeti kavramının, tedricen toprağa bağlılık kavramının yerini aldığını fark ediyoruz. Bu, İslâm’ın Medine’deki mahallî muhtevasının, bir dünya görüşüne dönüşmesine de tekabül ediyor.
ikiliği çözme problemini ortaya çıkarırken, diğer
AHD, AKD VE MİSAK
taraftan, Arap, Türk, İran, Endonezya ve diğer
Millet, yukarıda tanımlandığı gibi, ümmetin
1907), bkz. Introduction, s. 3-4.
özel bir formudur ve tek başına dinî bütünlük
Hucurat Sûresi, 49: 13; ayrıca bkz. Isfahanı, al-
temeli üzerine kurulmuştur. Bu yüzden,
Mufradât, s. 261.
politik anlamda, farklı dinî toplulukların,
28
Ibn Khaldun, (Rosenthal çevirisi), Muqaddimah, c. I, s.
29
219-230. A.g.e., s. 320-32; ayrıca bkz. Rabi’, Muhammad
30
Mahmoud, The Political Theory of Ibn Khaldun (Leiden, E. ). Brill, 1976), s. 58. Daha detaylı bir tartışma için
kendi dinî dayanışmalarını tahrip etmeden, beraberce yeni bir siyasî ve sosyal birlik oluş turmaları mümkündür. Böyle bir siyasî birlik, sözleşen toplulukların hak ve yükümlülüklerini
bky. Rosenthal, E. I. J., Polilical Thought in Medieval
31
Islam (Cambridge, University Press, 1958), s. 95-97.
32
Ahmad, Manzooruddin, Pakistan..., s. 19. Mclver, R.M., Community (Londra, 1928), s. 22.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
79
belirleyen bir sosyal sözleşme temeli üzerinde
ve çok cahildir.”38 Bu âyette, emanet kelimesi,
oluşturulabilir. Peygamber Muhammed
şeriatı uygulama sorumluluğu mânâsında
tarafından hazırlanan Medine Sözleşmesi,
tefsir edilmiştir. Ümmet siyasî otoriteyi, şeriatı
gerçekte Medine’deki dinî topluluklar arasında
icra etmek için teşkilâtlandırmıştır. Benzer
yapılan bir anlaşmadır .
şekilde, velayet terimi de siyasî otorite fikrini
33
Sözleşmenin Kur’ânî terimleri ahd34 akd35 ve misaktır36. Sözleşme fikrinin Sâmî geleneklerinde derin kökleri vardır ve başlan gıç mahiyetindeki manevî akid, siyasî karakterdeki sözleşme ve hukukî kontrat fikrine referans olmak gibi çeşitli anlamlarda kullanı lır. Sosyal sözleşme teorisinin37 terimleriyle yorumlandığında, Peygamberle takipçileri arasındaki sözleşme milleti meydana getirmiş; Allah’la dindar insanlar arasındaki misak, insanlar içinde ahlâkî bir düzenin temel taşını yerleştirmiş; farklı dinî topluluklar arasındaki sosyal kontrat ise ümmeti doğurmuştur. Bu
ifade edecek şekilde yorumlanmıştır39. Bu safhada temel bir soru ortaya çıkabilir: ilâhî hukukun muhafızları kimlerdir? İlâhî kanunlar nelerdir? Yasama prosedürü nedir? Daha ileri bir araştırma için, bir dizi böyle sual ortaya atılabilir. Felsefî düzeyde, İslâm’da peygamberli ğin mahiyeti tartışılabilir. Hukukî düzeyde de, Müslüman topluluğun gelişme seyri içinde, ilâhî, tabiî ve pozitif hukuklar arasındaki ilişkiler araştırılabilir. Siyasî anlamda ise, şu problemi ortaya çıkarır: Müslüman ümmetin gelişmesinde siyasî otorite kavramı hangi noktada ve ne şekilde ortaya çıkar?
yüzden, Kur’ân’daki millet, din ve ümmet
Emanet ve velayet kavramları, sözleşme fikriyle
kavramlarının temelde sözleşme fikrine
insicam ve mutabakat halinde görünmektedir.
dayandığı sonucuna varabiliriz. Benzer şekilde,
Herhangi bir sözleşme iki tarafı gerektirir.
İslâm fıkhında, evlilikte ve ticarî muamelelerde
Ortaya çıkan soru ise şudur: Bu iki taraf
sözleşme fikri çok iyi tesis edilmiştir.
kimlerdir? Ümmet, Allah’la insan arasındaki misak fikri üzerine kuruludur, insan, iradesini Allah’ın iradesine teslim etmiş; karşılığında Allah
EMANET VE VELAYET
da insanlığa peygamber vasıtasıyla sürekli ilâhî
Bu bağlamda, Kur’ânî terimler olan emanet
rehberlik vadetmiştir. Böylece insan, kendisine
(güven) ve velayet (sorumluluk) kavramlarına
peygamberler tarafından verilen ilâhî kanunların
da başvurulabilir. Bu terimler İslâm dev
hizmetkârı olmuştur.
letinde siyasî otoriteyi ifade edecek şekilde yorumlanmıştır. Bu yüzden, mânâlarını, siyasî muhtevalarını belirlemek için Kur’ân’ın kullandığı çerçevede araştırmak faydalı olacaktır. Kelime Kur’ân’da Ahzab Sûresinin 72. âyetinde geçer: “Gerçekten Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onu taşımaktan çekindi ler ve ondan şiddetle korktular. Fakat insan, o emaneti yüklendi. Şüphesiz insan, çok zalim
Bir diğer sual daha ortaya çıkabilir: ilâhî kanunları icra sorumluluğu peygamberin midir, ümmetin midir? Veya toplulukta ilâhî kanunların muhafazasında kolektif ve ferdî sorumluluk alanları40 arasındaki sınırlar nasıl çizilecektir? Bir defa, ümmetin manevî ve psikolojik temelleri, başlangıçtaki sözleşmeye dayanır. Ümmetin gelişmesindeki ikinci safha, teşkilâtlı bir otoritenin ortaya çıkışını beraberinde getirir.
Taqrib al-Sîrah al-Nabawiyah li-Ibn Hisham (Ed.), al-
Şekillenme safhasında, Muhammed Peygamber,
Shabrwai, Muhammad bin Abd al-Aziz ismail, (Mısır,
teşkilâtlı otoritenin vekili olarak, ümmetin
33
1961), s. 201 204. Shah, Ahmad, Miftâhul Qur’an, bölüm I, 151; Isfahan!,
34
Al-Mufradât, s. 350.
odak noktası olmuştur. Bu sebeple insanlar, Ahzab Sûresi, 33:72. Diğer referanslar için bkz. Shah,
38
Ahmad, Miftahul Qur’an, bölüm I, 37.
A.g.e., s. 145; Isfahanı, Al-Mufradât, s. 341.
35
A.g.e„ s. 211.
Kehf Sûresi, 18:44. Bkz. Kur’ân’ın Urduca çevirisi,
36
39
Ahmad, llyas, Social Contract and the Islamic State,
Daryabadi, Abd al-Majid’in yorumlarıyla; c. 4, s. 610,
(Allahabad, Urdu Publishing House, 1940) ve Khadduri,
dipnot: 64. Velayet doktrininin detaylı bir tartışması
37
için bkz. Ahmad Manzooruddin, Pakistan..., s. 29-30.
M. de sözleşme teorisini War and Peace in the law of Islam’ında tartışır (Baltimore, Johns Hopkins Press, 1955), takdimine bkz.
80
İslâm hukukunda farzı kifaye (kollektif sorumluluk) ile
40
farz-ı ayn (şahsi sorumluluk) ayrılır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Peygamberin ümmeti ilâhî bir emirle yönettiğine
peygamberlik görevi, ya ümmetin liderliği, ya
inanarak yanılmışlardır. Bununla beraber,
da her ikisidir. İlâhî hukuku icra sorumluluğu,
onun bir hükümdar olmadığı, liderliğinin, pey
halifenin yetkisindedir. Bu gibi kaziyelere
gamberlik görevinin bir parçası ve sonucu
dayanan İslâm siyaset teorisinin, dört temel
olduğu gerçeği ortadadır.
41
Fakat onun birinci
kavramı gerektirdiği farz edilir: 1) Allah’ın nihaî
görevi ilâhî kanunları anlamak, onları kendi
hükümranlığı, 2) insanoğlunun yeryüzündeki
davranışıyla örneklendirmek ve topluluğun
vekâleti, 3) Hem Peygamberin halifesi, hem de
bütün üyelerine emanet olarak devretmektir.
ümmet tarafından icra edilen siyasî otorite ve
Bu sebeple, Peygamberin hayatı boyunca,
4) Siyasî otoritenin nihaî hedefi olarak şeriatın
peygamberlik görevi ile laik liderliği arasındaki
uygulanması. Bu kavramların İslâm siyasetinde
sınır müphem ve belirsiz kalmıştır. Sonuçta,
rasyonelleştirilmesini araştırırken, ümmetteki
tabiî olarak, Peygamberin vefatından sonra,
siyasî otoritenin nihaî odağını belirlemede güçlük
peygamberlik sona ermiş ve bu görevine haleflik
çekebiliriz. Bir başka ifadeyle, İslâm ümmetinde,
ihtimali gibi bir problem çıkmamıştır. Öyleyse
hukukî anlamından ziyade pratikte nihaî hüküm
hilâfetür-Resul (Peygamberin halefi) veya
ranlığın kimde olduğunu söylemek zordur. Nihaî
hilâfetullah (Allah’ın vekili) gibi ifadelerin mânâsı
hakimin hukukî açıdan Allah olduğu doğrudur.
nedir?
Ancak yeryüzüne Kendisi inmez; ilâhî kanunları alıp uygulayan ve ümmeti organize eden peygamberler gönderir. Böyle bir muhakeme
HİLÂFET VE İMAMET
zincirini takip edersek, pratik anlamdaki siyasî
Hilâfet terimi ve çok sayıdaki türevi Kur’ân’da,
otoritenin peygambere ait olduğu sonucuna
büyük hadis literatüründe, ilk tarihî kayıtlarda
varırız. Buna karşılık, Peygamberin rolünü
ve Orta Çağ hukuk kitaplarında sık geçer.
Allah’ın elçisi olarak sınırlarsak, gerçek siyasî
Genelde bir diğer Kur’ânî ifade olan imametin
otorite başka yerde, ya Peygamberin halefine,
eş anlamlısı olarak kullanılır. Etimolojik olarak
ya kolektif bir teşkilât olarak ümmete, ya da
hilâfet, birinden sonra gelmek anlamındaki
ilâhî kanunların özü olan şeriata ait olacaktır.
Teknik açıdan,
Eğer otoritenin Peygamberin halefinde olduğunu
İslâm topluluğunun başı olarak, Peygamberin
farz edersek. Peygamberin rolünün sınırlı olduğu
halefinin seçimi müessesesi için kullanılır Bu
ve vefatından sonra sona erdiği, dolayısıyla
klasik kurumdaki halefiyet fikri, dört önemli
topluluğun idaresi için bir halefinin bulunmadığı
unsuru ihtiva eder: 1) Selef, 2) Halef, 3)
ileri sürülebilir. Bu iki kaziyeyi bertaraf ettikten
Halefiyetin hedefi ve 4) Halefiyetten doğan hak
sonra, geçerlilik taşıyan yalnızca iki açıklama
ve yükümlülükler. Hilâfet kavramını incelerken,
kalır: 1) Siyasî otorite ya bütün olarak topluma,
bütün bu unsurlar tanımlanmalıdır.
ya da 2) Şeriata ait olacaktır. Fakat bu son
halefe kökünden türetilmiştir.
42
Halifelikle ilgili dokümanları incelerken, iki önemli ifade ile karşılaşıyoruz: Hilâfetullah ve hilâfetürresul. Bu ifadelerin etrafında iki teori dizisi inşa edilebilir. Eğer hilâfetullahı43 İslâm’da bir siyasî otorite kavramı inşa etmek için bir başlangıç hipotezi olarak kabul edersek, yukarıda sözü edilen dört unsurla ilgili olarak
kaziye de, şeriatın hükümranlığı fikrinin, aktüel yasama, uygulama ve icra süreçlerinde şeriat her zaman yorumlara konu olduğu için iddia edilemeyeceği gerekçesi ile bertaraf edilebilir. Bu sebeple, otorite, ümmette ilâhî kanunların yasama, tatbik ve icrasından sorumlu olanlara ait olmalıdır.
farklı cevaplar alırız. Halife Allah’ın vekili ise,
Bununla beraber, halifetürresul ifadesinde
Allah seleftir. Peygamber ve topluluk da halef
dile getirilen faraziye ile yola devam edersek,
olarak görülmelidir. Halefiyetin maksadı, ya
farklı kaziyeleri takip etmek durumun
Bu noktanın tartışılması için bkz. Raziq, Ali Abd al,
41
al-İslam va Usul al-Hukm, s. 39-80. Bu görüşlerin tartışılması için bkz. Ahmad, Manzooruddin, Pakistan...,
dayız. Peygamber nihaî kanun koyucu olarak hükümran olacak; Peygamberin halefi, halefiyet yoluyla siyasî otoriteyi elinde bulunduracak
s. 63-64.
ve sonuçta halife şeriatın yasama, tatbik ve
Isfahanı, Al-Mufradât, s. 156.
icrasında mutlak ve tek yetkinin sahibi olacaktır,
42
Ibn Khaldun, The Muqaddimah, c. 1, s. 389.
43
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
81
ikinci hipotez bizi derhal meşruiyet problemine
mânâsında. Zaten kelime olarak, alışveriş
götürür. Şia imamet teorisi, masum imamlar
anlamında el değiştiren şey mânâsını taşır46.
ve halefiyetin intikali yoluyla ilâhî rehberliğin
Belki bu sayısal anlamda, tek elde bulunmayan
devamlılığı prensibi üzerine kurulduğu için, daha
siyasî otorite için kullanılır. Fakat modern siyaset
tutarlı görünmektedir ve gerek siyasî, gerekse
bilimine göre, devlet kavramı, belirli bir toprak
dinî otoritenin Peygamber ailesi mensuplarına
parçasında yaşayan bir halk, hukukî olarak oluş
dayandığı inancıyla ortaya çıkar. Öte yandan,
turulan bir hükümet, toplum içinde yüksek bir
Sünnî hilâfet teorisi bu faraziyeleri reddeder ve
iktidar ve yabancı kontrolünden bağımsızlık gibi
çoğunluk yönetimine hak veren karşı faraziyeler
unsurların toplamından teşekkül eden soyut bir
üzerine kuruludur. Gerçi Şia gibi Sünnîler de
hukukî şahsiyettir. Sonuç olarak, İslâm’da buna
peygamberliğe inanırlar, ancak ilâhî rehberliğin
tekabül eden bir devlet teorisi bulamayız.
masum imamlar vasıtasıyla devam ettiği fikrine inanmazlar. Tam tersine, Sünnî teori hilâfetin akdî temelini, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esasına göre vurgular. Halife şeriatı,
SİYADET (HÜKÜMRANLIK), MÜLK (KRALLIK)
ümmetin ehl-i hail ve akd denilen seçilmiş
Modern devlet sisteminin ana kavramı,
temsilcilerinden oluşan bir organla istişare
onu diğer insan grubu formlarından ayıran
ederek icra eder44. Bu organ daha önceleri
hükümranlık teorisi ile ilgilidir. Hükümranlığın
Peygamberin sahabelerinden oluşan ehl-i şûra
geleneksel olarak kabul edilen tarifi, Agustin
olarak biliniyordu. Kur’ân’da ulül-emr olarak
tarafından verilmiştir. Ona göre devletin
tanımlanır. Sünnî teori, icma teorisinin üzerinde
hükümranlığı insanın üstünlüğüne dayanır47.
de ısrarla durur (icma: ümmetin temsilcileri
Böyle bir insanî üstünlüğü bulduğumuz yerde,
vasıtasıyla mutabakat ve çoğunluğu).
bu grup devlet olarak adlandırılabilir. Modern
Bu iki hilâfet teorisi, yani insanoğlunun yeryüzünün halifesi olma kavramı ile tarihî hilâfet kurumu, klasik halifeliği rasyonalize edip meşrulaştırma çabasındaki hadisçiler, tarihçiler ve hukukçular tarafından birbirine karıştırılmıştır. Bu sebeple, İslâm’da bir siyasî otorite teorisini yeniden inşa etmek için, gerçekleri hayalden,
Arap terminolojisinde, “seyyid”den türetilen siyadet terimi, hükümranlık için kullanılır.48 Kur’ân’da, kabile reisi anlamında seyyid49 terimine atıflar vardır, ancak siyadetle ilgili bir atıf bulamayız. Bu durumda, siyadet teri minin Kur’ânî çerçevede kullanılmadığı ve İslâm siyaset teorisine uymadığı sonucuna varabiliriz.
teoriyi pratikten, ideali realiteden ayırmak
Bununla beraber, mülk terimi Kur’ân’da
gereklidir.
sık geçer. Kelime olarak mânâsı krallık, hükümranlık, sahiplik ve efendiliktir.50 Kur’ân’da
DEVLET
mülk kavramının menşeini ve gelişmesini
Modern siyaset bilimine göre anlaşılan devlet
muhtemelen yabancı kökenli olduğunu, orta
kavramını, Kur’ânî terminoloji çerçevesinde
Arabistan’ın lûgatına, güney Arabistan’dan
keşfetme gayreti abestir. Modern Arapça
göçen kabileler tarafından getirildiğini müşahede
sözlüğündeki devlet kelimesi bu mânâyı
etmiştir. Güney Arabistan’daki yerleşik tarım
araştıran bir Fransız müsteşrik,51 kelimenin
karşılar45. Fakat devlet için Kur’ânî bir terim
46
bulamayız. Kur’ân’da devlet terimi geçer, ama
47
bugünkü devlet anlamında değil, zenginlik
Isfahan!, Al-Mufradât, s. 174-175. Ahmad, Manzooruddin, Pakistan..., s. 25. Jami’at al-Duvval al-Arabiyah, bkz. herhangi bir
48
anayasanın girişine, ayrıca bkz. Menahem, Mansoor,
Ehl-hall ve akd ifadesi ilk defa olarak belki de Ebul
44
English-Arabic Dictionary...
Hasen Ali Eş’arî taraın-dan Kitabül Ibâne’sinde kullanıldı (Hyderabad, Daeccn, 1938), s. 79. Tabir önceleri
49
Ehl-i Şûrâ’nın yerine kullanıldı, fakat kavramı hukukî
50
Yusuf Sûresi, 12: 25. Shah, Ahmad, Miftahul Qur’an, bölüm I, s. 202;
anlamda kullanan Mâverdî idi.
Kur’ân’daki farklı anlam ve
Jami’at al-Duwal al-Arabiyah, Ma’had al-Dirâsat al-
kullanımları için ayrıca bkz. Isfahanı, Al-Mufradât, s.
45
472-473.
Arabiyah al-Aliya, Wat-haiq wa Nusus Dasâtir al-Bilâd al-Arabiyah (Kahire, 1955),’ ayrıca bkz. Menahem, Mansoor, English-Arabic Dictionary...
82
Ryckmams, J., L’Institutions Monarchicque en Arabia
51
avant l’Islam, (Lo-uvaim, 1951).
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
topluluklarında krallık kurumu tesis edilmişti,
tek başına Allah’ın sıfatı olduğunu ifade
İslâm öncesi çağın Güney Arabistan krallıkları
etmişlerdir. Siyasette ilâhî hükümranlık teorisini
da, Sâsâni ve Habeş imparatorluklarının tesiri
bu kavramdan çıkarmışlardır. Eğer Allah
altında kurulmuştu.52 İran’da uygulanan krallık
bütün kâinata hakim ise, siyasî anlamdaki
kurumu ise, hanedan yönetiminin babadan oğla
hükümranlığın da sahibi O olmalıdır57.
intikali fikrine dayalı idi. Kral mutlak, bölünmez ve devredilemez yetkilere sahipti. Hiç kimseye hesap vermek zorunda değildi. Krallık için kullanılan İran teriminin daha spesifik olmasının, İran lisanındaki padişah ve şehinşah terimlerinin kral ve krallar kralı anlamı taşımasının sebebi budur. Benzer şekilde, eski Hindistan’da aynı anlamda Mihrace53, krallar kralı anlamında da samrat54 kelimesi kullanılır. Bu ifadeler, yetkinin bir kişide toplandığı ve babadan oğla intikal suretiyle aynı hanedanda devam ettiği üstün siyasî iktidar fikrine işaret eder. Sonuç olarak, krallık kavramı hükümdar ile tebaası arasındaki tâbi kılma ilişkisini ifade eder. Halkın kral karşısında hiçbir hakkı yoktur. Böylece, krallık kurumunun gelişmesi, eski çağların kutsal krallık
Fakat İslâm siyaset teorisini yeniden inşa etmek için, Batı siyasî düşüncesindeki hükümranlık teorisinin gelişimini de unutmamalıyız. Hükümranlık terimi ile suprema potestatsve majestas gibi karşılıkları, bir insan toplumunda üstün bir merkezî iktidar fikrine işaret eder. Avrupa’da böyle üstün bir merkezî iktidarın ortaya çıkmasına, Orta Çağ Avrupa’sındaki siyasî iktidar ve siyasî kültürden menfî şekilde etkilenen dinî ve siyasî hareketlerin büyüyen tesiri yol açmıştır. Neticede iki devrim, siyasî otorite kavram ve yapısında önemli bir değişiklik meydana getirmiştir: 1) Kilise ve devlet ayrımı için hazırlık yapan Reform ve 2) Orta Çağ kültürünü bağımsız, entegre ve
kavramına kadar götürülebilir.
bütüncü millî kültürlere dönüştüren Sanayi
Kur’ân’da mülk kelimesi münhasıran Allah
ortaya çıkışı iktidar odağını krallardan halka
için kullanılır. Tabii ki, kral anlamındaki malik
kaydırmış ve bunu krallarla halk arasında uzun
kelimesi de Süleyman, Davud ve Tâlût’a
bir mücadele takip etmiştir. Bu mücadelede
Devrimi. Milliyetçiliğin bir kitle hareketi olarak
atfedilerek kullanılmıştır . Bu oluşumda malik,
halk, sivil toplumun menşeiyle ilgili geçerli bir
peygamber-hükümdar anlamına gelir. Bu iki
açıklama olarak, sosyal sözleşme temelindeki
istisna ile birlikte, mülk ve malik kelimeleri
hükümranlık iddiasını savunmada başarılı
daima Allah’a işaret eder. Bu yüzden, bu
olmuştur. Siyaset alanında olduğu gibi, halk
terimler Kur’ân’da, benzeri olmayan bir anlamda
hükümranlığı fikri, hukuktakine benzer şekilde
kullanılır. Böyle bir kullanım, İslâm siyaset
zemin kazanmış, ulus devlet fikri tedricen ortaya
teolojisinin temelini oluşturan İslâm’daki ilâh
çıkmıştır. Düşüncenin bu iki kolu birbiriyle
kavramıyla da tutarlılık arz eder. Allah, kâinatın
kaynaşmış ve devletin hükümranlığı kavramını
yaratıcısı, sahibi ve muhafızıdır. Bu bağlamda,
doğurmuştur.
55
bir diğer Kur’ânî ifade olan rububiyete de başvurulabilir.56 Rububiyet, Allah’ın bir sıfatı, Rab da isimlerinden biridir. Hükümranlık kavramı, Allah’ın bütün bu sıfatları ile tutarlılık içindedir. Böylece, Müslüman düşünürler evrensel hü kümranlığın insana ait olamayacağını, çünkü Arnold, T. W., The Caliphate (Londra, Routledge 8c
52
Kegan Paul Ltd., 1965), bkz. Ek-E, s. 203. Aynı zamanda “büyük krallar” anlamında Sanskritçe bir
53
İslâm tarihinin klasik ve Orta Çağ dönemlerinde, İslâm topluluğu böyle bir siyasî gelişme tecrübesi yaşamamış; sonuçla devlet ve hükümranlık kavramları ortaya çıkmamıştı. Bu Batılı kavramlar, İslâm dünyası Batılı güçlerin sömürge hakimiyetine maruz kaldığı zaman, 19 ve 20. yüzyıllarda İslâm düşüncesine girdi. Orta Çağ siyasî kurumları, Osmanlı halifeliğinin
kelimedir.
1924’te son bulmasına kadar devam etti. Bu
Aynı zamanda “krallar kralı” anlamında Sanskritçe bir
tarihte M. Kemal Atatürk’ün liderliğinde modern
54
kelimedir. Süleyman için bkz. Makara Sûresi, 2: 102; Davud için
55
Ahmad, llyas, Sovereignly Islamic and Modern (Karachi,
57
bkz. 2: 251; Tâlût için bkz. 2: 247.
The Allies Hook Corporation, 1965). Pakistan’daki
Detaylı tartışma için bkz. Mevdudi, Abul Alâ, Al-
gelenekçi bir siyaset bilimci tarafından hazırlanan bu
Mustahalat Arb’ah fi al-Quran, al-llâh, al-Kabb, al-
eser, konunun en ayrıntılı, ama sistematik olmayan bir
ibâdah, al-dîn.
incelemesidir.
56
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
83
Türkiye, ilk defa, Orta Çağ kurumlarını yıkmaya
tamamen yabancıdır. Kur’ân’da, bu modern
ve modernleşmenin rehberi olacak hukukî,
terimlere tekabül eden terim ve ifadelerle
siyasî ve kültürel değerleri kabul ederek, Avrupa
karşılaşmayışımızın sebebi budur. Böylece,
çizgisinde genç bir cumhuriyet organize etmeye
hükümranlık ve mülk terimlerinin birbiriyle
karar verdi. Türkiye’nin yeni anayasasında,
uyuşmadığı sonucuna varmak, yanlış olmaz.
Türk halkının hükümranlığı ilân edildi ve laiklik,
Daha ötesinde, bu terimlere dayanarak tutarlı
milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, devrimcilik
bir İslâm siyaset teorisi inşa edilemeyeceği
ve cumhuriyetçilik prensipleri, millî bir yeniden
sonucu da çıkarılabilir.
inşa hamlesinin araçları olarak benimsendi. Bu yeni felsefe, mazinin geleneklerinden tamamen kopuktu. Türk elitlerinin, yeni bir siyasî düzen kurarken, devrimin başlangıç safhalarında, modernizasyon yaklaşımlarını İslâmî terminoloji içinde rasyonalize etme girişiminde bu
Genel olarak krallık için kullanılan saltanat ifadesi de vardır ve sultan kelimesi kral mânâsına gelir59. Bu özel anlamdaki ifadeler Kur’ân’ın hiçbir yerinde geçmez. Kur’ân’da geçen sultan, sultanin, sultâten, sultaniyye
lunduklarına dair yeterli tarihî delillere sahibiz58.
gibi kelimeler ise delil ve güç mânâsındadır60.
Yukarıdaki tartışmanın ışığında, modern siyaset
halifeliği döneminde kullanılmaya başlanmıştır61.
bilimi anlamındaki hükümranlığın, modern
Eyalet valileri halifenin kontrolünden bağımsızlık
devletin en önemli vasfı olduğunun farkına
iddiasında bulunmuşlar, ama bu iddia halifenin
varabiliriz. Modern devlet herhangi bir yabancı
hükümranlığından tam bağımsızlık mânâsını
kontrolden bağımsız ve toplum içinden gelecek
taşımamakla birlikte, fiilî bir otorite denemesi
herhangi bir sınırlamadan âzâde olmalıdır. Böyle
olmuştur.
bir modern devlet kavramı, yukarıda belirtilen İslâmî hükümranlık kavramı ile uyuşmaz. İslâmî inanca göre, hiçbir insan veya grup, mutlak, daimî, devredilemez ve bölünemez bir hükümranlık iddiasında bulunamaz. Çünkü bütün kâinatın yegâne hakimi Allah’tır ve sonsuz kudret sıfatları O’na aittir. Bu, bir İslâm toplumunda siyasî otoritenin Kur’ân’daki ilâhî kanunlara tâbi olduğu mânâsına gelir. Müslüman devleti ne dış ilişkilerini yönetirken serbesttir; ne de iç politikasını kendi başına tanzim yetkisine sahiptir; otoritesi Kur’ân kanunlarıyla sınırlanmıştır. Bunun mânâsı, Müslüman ülkelerin sınırsız siyasî hükümranlık iddiasında bulunamayacaklarıdır. Bu sonuçlar; Allah’ın bü tün kâinatın hükümranı olduğu ve bu sebeple, Müslümanların nerede olurlarsa olsunlar, Allah’ın hakim iradesine tâbi oldukları fik rinin tabiî gereğidir. Böylece, ilâhî hükümranlık inancı, Batılı anlamdaki devlet hükümranlığı kavramını kökünden keser. İslâmî inanca göre,
Fakat kral anlamındaki sultan kelimesi Abbasî
Benzer şekilde, emr, emare62 ve veliyyül-emr63 gibi Kur’ânî terimler de belirli siyasî işaretler taşır. Bu ifadeler Kur’ân’da, çok sayıda türemiş formlar halinde geçer. Emr kelimesi emir, kumanda, iş ve şey anlamında kullanılır. Bu sebeple, emîr terimi, mü’minlerin komutanı olarak halifeye tatbik edilir (emîrül-mü’minîn)64. Kur’ân’da emrun kelimesi üçüncü çoğul şahıs için kullanılır65. Bu yüzden, Kur’ân’ın “sizden olan ulül-emr” ifadesi, sıklıkla, yöneticilere atıf yaparak yorumlanırken, Müslüman hukukçuların önemli bir çoğunluğu bunun ulemâ heyetine atıf olduğu kanaatindedir66. Eyalet valileri âmil veya umma! olarak adlandırılırken67, daha sonra emîr veya umrâ68 olarak bilinmiş ve böylece valilik Arnold, bkz. Ek-D, s. 202.
59
Shah, Ahmad, Miftahul-Qur’an, s. 123.
60
Kur’ân’daki mânâlar için bkz. Isfahan!, Al-Mufradât, s.
61
238. Shah, Ahmad, Miftahul-Qur’an, s. 37-38.
62
Waliui-Amr, otorite sahibi anlamındadır. Kur’ân’daki
63
devlet fikrini karşılayan herhangi bir kavram mevcut değildir. Benzer şekilde, Batılı çerçevede anlaşıldığı biçimde milliyetçilik, demokrasi, sosyalizm ve kapitalizm kavramları da İslam’a Ahmad, Manzooruddin, Pakistan..., s. 57-61. Ayrıca
58
çoğul hali için bkz. Nisa Sûresi, 4: 58-59. Shah, Ahmad, Miftahul-Qur’an, s. 31-32.
64
Shah, Ahmad, Miftahul-Qur’an, s. 38. Tevbe Sûresi,
65
9:112. Ahmad, Manzooruddin, Pakistan..., s. 27.
66
A.g.e, s. 34. Am ilin anlamı “memur’dıır, çoğul hali
67
bkz. Arnold’un The Caliphate’inin yeni baskısında, Sylvia G. Haim imzasıyla yer alan yeni bir bolüm: “The Abolition of the Caliphate and it Aftermath,” s. 205-218.
84
“avânıil”dir. Chaygan, Ali, Essai sur I.’histoirc du Droıl Public
68
Musulman, s. 65-72.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
müessesesi emaret şeklinde tanımlanmaya
da şûra alanının dışındadır. Aynı şekilde, birçok
başlanmıştır.
bilgin şûranın sınırını sahabenin tatbikatı ile
Kur’ân’da hukm terimi ile türevleri de geçer69. Bu terimler bazen karar verme anlamına gelir. Fakat terimlerin daha yakından incelenmesi, hükümet veya valilerin siyasî anlamında kullanılmadıklarını gösterir. Bununla beraber, hakimin çoğulu olan hukkâm kelimesi70, yargılayanlar veya yönetenler anlamındadır. Bu durumda, bu terimlerin muteber olan kullanımları, kelime mânâlarıyla çok fazla bağlantılı değildir. Kur’ân’da hakeme kelimesi de geçer; mânâsı yargılamaktır71. Bu anlamda kelime İslâm öncesi çağda bile kullanılmıştır. İslâm öncesi çağda kamu adaleti kavramı yoktu, halk özel adalet peşindeydi. İhtilaflı dâvalarda papazlar ve kâhinler hakemlik yapıyordu72. Organize bir adalet kurumu mevcut değildi. İslâm öncesi uygulama, İslâm’ın Medine’ye gelişinden sonra da devam etti. Fakat bu tercihli hakemlik kurumu, yerini tedricen organize hukuka bıraktı. İkisi arasındaki fark şudur: Kadı’nın kararları yönetici otorite tarafından icra edilirken, hakemin kararı, ihtilâf halindeki tarafların anlaşmasına bağlı olarak bağlayıcılık kazanır, ilk hakemin devlet tarafından tayin edilen hakime dönüşmesi, ilk İslâm topluluğundaki organize hükümetin siyasî karakterinde belirli bir yapısal değişikliğin işaretidir.
şeriatı tedvin eden ilk hukukçuların kararlarına kadar götürür. Peygamberin yakın arkadaşları na ehl-i şûra denir ve bunlar Peygamberin Bedir Savaşı sırasında istişare ettiği sahabelerdir. Bu sebeple bazı Müslüman tarihçiler onlardan Ehl-i Bedir olarak söz ederler.74 Peygamberin hayatında tatbik edildiği şekliyle bu şûra kurumu İslâmî bir yenilik değildi; en-nedve olarak bilinen İslâm öncesi bir kabile kurumunun deva mı idi. Nedve, kabilenin yaşlılarından oluşan bir kabile meclisi idi. Kabilenin önemli meseleleri bu mecliste görüşülerek karara bağlanırdı. Bununla beraber, kabile meclisi, kabile yapısı sebebiyle, halkın seçimiyle oluşmuyordu. Aile reisleri her bir akraba grubunun mümessili olarak temsilci durumunda idi. İslâm’ın gelişiyle birlikte, bu kurum, akrabalık esasından ziyade dinî ilişki temeli üzerinde yeniden organize edildi. Kabile yapısının akrabalık temelini yıkan İslâm, yeni topluluğun yapısında büyük bir psikolojik devrim meydana getirdi. Topluluğun her bir ferdi, inançlarına binaen, toplumun tam bir üyesi oldu. Kabile komüncülüğünün İslâmî ferdiyetçiliğe dönüşmesi, İslâm topluluğu tartışmalarına yeni tür bir halk katılımı için uygun şartlar oluşturdu. Şûra kurumu böyle bir İslâm topluluğu çerçevesi içinde gelişti. Bununla beraber, şûranın etkili bir şekilde
Şûra, modern demokrasiyi İslâm’da rasyonalize etmek için çağdaş Müslüman bilginler tarafından vurgulanan bir başka Kur’ânî terimdir. Şûra, danışma anlamına gelir ve Kur’ân bütün işlerin idaresinde danışmayı emreder73. Toplumun meseleleri geniş bir faaliyet yelpazesini kapsar, ama aynı zamanda Kur’ân’da kesin ilâ hî rehberliğin bulunduğu bazı alanları hariç tutar. Benzer şekilde, Ortodoks inançlara göre, Peygamberin tatbikatının rehberlik ettiği alanlar Shahh, Ahmad, Miftahul-Qur’an, s. 85. Bkz. Isfahanı,
69
Al-Mufradât, s. 126-128.
organize edilemediği ve yalnızca kısa bir dönem için uygulandığı görülmektedir. Bu sebeple, Emevî döneminde kabileci grup hissinin yeniden ortaya çıkmasıyla birlikte, başlangıçtaki şûra kurumunun yerini, tedricen, otokratik karar alma sistemi aldı. Buna karşılık, şûra, halkın katılımı temeli üzerinde bir İslâm siyaset teorisini yeniden inşa etmek için anahtar bir Kur’ânî kavramdır. İtaat75, siyasî yükümlülük doktrinini ifade etmek için Müslüman anayasa hukukçuları tarafından yorumlanan bir başka önemli Kur’ânî ifadedir.
Memur anlamında Bakara Sûresi 2: 198. Urducadaki
Müslüman hukukçular toplumun bütünlüğünü
hakimiyet kelimesi buradan gelmiştir ve hukukî
korumak için teşkilâtlı bir otoriteye olan ihtiyacı
70
anlamda hükümranlık için kullanılır. Nisa Süresi, 4: 35-38.
71
Ibn Qutaibah, Al-Siyâsah wa’l-Imâmah (Mısır, al-Fütûh
74
Tyan, E, llisloire de reorganisation ludicıaire en Pays
al-Adabiyah, tarih yok). Muhammad Mustafa Fehmi
diskim, 2 cilt, bkz. c.1 (Londra, 1943).
tarafından yayınlanmıştır, s. 41. Ehl-i şûra vç ehl-i Bedr
72
ifadeleri birlikte kullanılır.
Şûra Sûresi, 42: 38; bkz. Isfahanı, Al-Mufradat, s.
73
270.
Nisa Sûresi, 4: 80.
75
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
85
önemle vurgulamışlardır. Onlara göre, böyle
Bu safhada el-huruc,77 fitne,78 fesat79 ve
bir siyasî otoritenin yokluğunda, şeriat ümmet
bağy80 gibi terimlere de kısaca temas etmek
içinde icra edilemez. Bu sebeple, hukukî anarşi
faydalı olabilir. Fitne, fesat ve bağy terimle
durumunda şeriat tesirini gösteremez. Şeriat
ri, siyasî anarşi, iç savaş ve isyanla ilgili olarak
olmadan da, ümmetin hukukî bir varlığı olamaz.
gelişen teorilerin malzemesini sağlar. Fakat
Ümmet içinde şeriatın etkili bir şekilde icrasını
huruç terimi, ayaklanmayı meşrulaştırmak için
sağlamak için, bir imam veya halifeye sahip
kullanıldı. Bu yüzden, Kur’ânî temel üzerinde
olmak gereklidir. Ve imam veya halifeye itaat
bir İslâm siyaset teorisi inşa etmek için, bütün
etmek de, her mü’min için bir zorunluluktur.
bu terimleri, anarşi, iç savaş, ayaklanma ve
Meşhur Kur’ân âyeti “Allah’a, Peygambere ve
isyan kavramları arasındaki farkları çok iyi
sizden olan ulül-emre itaat edin” , hukukçular
belirleyerek tanımlamak gerekir. Böylece bu
tarafından, ümmetin halifeye zorunlu itaati
kavramlar, meşru isyan kavramının alanı içinde
teorisinin temeli olarak açıklanmıştır. Kur’ân
meydana gelen olaylarla, kargaşa, iç savaş ve
müfessirlerine göre, “sizden olan ulül-emr”
ayaklanma şeklinde tasnif edilebilecek diğer
ifadesi, açıkça halifeye işaret etmektedir.
olayları yargılamak için, İslâm tarihini yeniden
Bununla beraber, âyetin bu bölümünün idareci
yorumlamanın anahtarı olarak kullanılabilirler.
76
lere değil, şeriatın gerçek hizmetkârları olan ulemânın kararlarına itaati ifade ettiğini ileri süren hukukçular da vardır. Siyasî statükoyu koruma endişesi, birçok Müslüman hukukçuyu, tiranlık ve despotizmi mazur görmeye yöneltmiş ve bu yüzden, halife ve sultanların gayrimeşru otorite kullanımına karşı halkın siyasî direnişe
Siyasî direniş, iç savaş, kargaşa ve ayaklanma kavramlarının tartışılmasıyla bağlantılı olarak, bu kavramlarla İslâm’daki cihad teorisinin ilişkisine dair bir soru sorulabilir. Eğer Kur’ânî cihad terimi zalimlere karşı savaş anlamında alınırsa, ümmetin iç siyasî çatışmalarıyla ilgisi
başvurma hakkını reddetmişlerdir.
yoktur. Fakat daha geniş mânâda cihad, toplulu
Bu sebeplerle, Orta Çağ hukukçuları, saltanat
geliştirme ve yayma yolunda kolektif gayretini
süren halifelere karşı halk direnişiyle ilgili
de ihtiva eder. Bu anlamda tiranlığa, despotizme
herhangi bir teori geliştirmeyi ihmal etmiş
ve yolsuzluk yapan idarecilere huruç (siyasî
ve gözden kaçırmışlardır. Bu özel konuyla
direniş), bir cihad şekli olarak düşünülebilir.
ilgili bölümler kısa, müphem ve karışıktır. Fakat Kur’ân’ın daha yakından tetkiki, siyasî otoriteye karşı halk direnişi kavramının mevcut olduğunu gösterir. Aslında İslâm bizatihi kendisi kabileciliğe, organize sosyal adaletsizliklere ve kralların mutlak hükümranlığı fikrine karşı büyük bir sosyal, siyasî ve ekonomik ayaklanmadır. Fakat tarihin seyri içinde, Müslüman siyaset teorisinin, ayrılıkçı çizgilerde gelişmesi nin bir sonucu olarak, ümmet içinde hilâfet etrafında merkezîleşen büyük hizipler ortaya çıktı. Çoğunluktaki Ehl-i Sünnet ve Cemaatin hukukçuları siyasî statükoyu savunurken, öte yanda azınlıktaki muhalif kesimler devrimci ideolojileri müdafaa ettiler. Bu sebeple, çoğunluğun doktrinleri devrimci ideolojilerin cesaretini kırdı ve onları baskı altına aldı.
ğun İslâmî değerleri bizzat kendi içinde koruma,
Kur’ânî terminolojinin geniş bir araştırmasını yaptıktan sonra, şimdi, bu terimlerin İslâm’da ahenkli ve mantıklı bir siyaset teorisi inşa etmeye uygunluğunu muhakeme edebilecek durumdayız. Siyaset teorisinin fonksiyonu herhangi bir insan grubunda siyaset teorisinin menşeini, tabiatını, alanını ve yapısını açıklamak olduğu için, İslâm siyaset teorisinin inşasında, bu farklı tezahürlere doğrudan veya dolaylı ışık tutan kavram ve terimleri seçmek zorundayız. İslâm siyaset teorisi Kur’ân’ın temel ilahiyat doktrinlerine dayanak olunca, iki farklı teori oluşturabiliriz: 1) İslâm siyaset ilahiyatı ve 2) İslâm siyaset teorisi, ilk örnekte odak, Kur’ân’ın tevhid, kozmoloji, ahiret ve ahlâk gibi ilahiyat doktrinlerinde toplanmıştır. Bununla beraber, bu temel kavramlar üzerinde kurulan İslâm Isfahanı, Al-Mufradât, s. 145-146, “harace” maddesi.
77
A.g.e., s. 372.
78
A.g.e., s. 379-380.
79
Nisa suresi, 4:59
76
86
A.g.e., s. 55-56.
80
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
siyaset teorisi, kimin nasıl yönettiği sorusu
teslim olmak, her bir mü’mini, aşağı idrak
üzerinde merkezîleşir. Fakat ne yazık ki,
seviyelerinden (Kur’ân’ın deyimiyle küfür ve
Müslüman siyaset düşünürleri iki farklı açıklama
manevî anarşi halinden) yüksek iman seviyesine
seviyesini birbirinden ayırt edemediler. Bu
çıkarır. Bu şekilde iman, yeni bir sosyal bütünlük
ayrımı yaptığımızda ise, iki ayrı terim grubunu
prensibini sağlar. Kur’ân, İslâm’ın, teslimiyetin
ve bunlara dayalı iki açıklamayı tartışıp sonuca
sonucu olarak ortaya çıkan topluluğu millet
bağlayabiliriz.
olarak tanımlar. Peygamber, ilâhî rehberlik
İslâm siyasî ilahiyatı Rabb, mülk, hilâfet, risalet, şeriat, kıyamet, ceza, seza, nâr ve cehennem gibi terimlere dayanır. İslâm siyaset teorisi ise, kelimenin tam manâsıyla ümmet, velayet, tarihî anlamıyla hilâfet, emr bil-mâruf ve nehy anil-münker, şûra, içtihad, icma ve
kaynağı olarak, bu topluluğun merkezini oluş turur, ilâhî rehberlik, Peygamberin vefatından sonra nihayet bulmuştur. Peygamber ise, arkasında iki şey bırakmıştır: 1) cemaat ve 2) topluluğun ferdî ve toplu idaresi için Kur’ânî emirler.
huruç, fitne, fesad, bağy ve cihad terimlerine
Peygamberden sonra yeni bir safha başladı.
dayanmalıdır. Tevhid (Allah’ın birliği inancı),
Topluluk yeni ruhî ve sosyal birliğinin şuuruna
İslâm’da merkezî bir kavramdır. Allah, yaratıcı
vardı ve Kur’ânî emirleri uygulamaya gayret etti.
(Hâlık), terbiye edici (Rabb), muktedir (Kadir)
Bu, siyasî otoriteyi teşkilâtlandırma konusunu
ve dolayısıyla bütün kâinatın (mülk) hakimidir.
düşünmeye başladıklarında, siyasî şuurlarının
Âdem’i yaratmış ve onu yeryüzündeki halifesi
gelişmesine de başlangıç teşkil etti. Aralarından
kılmıştır. Hayır ve şer güçler serbest bı
birini, Kur’ânî emirleri icra etmek ve toplu
rakılmıştır. Peygamberler hayrın taşıyıcıları,
luğun yeni sosyal bütünlüğünü korumak için
şeytan ise şerrin teşvikçisidir. Bu dünyadaki
seçtiler. Topluluğun bu yeni ve zorunlu kolektif
hayatında insan, bu iki kutup arasındadır.
otoritesine halife denildi. Peygamberden sonra
Peygamberleri takip eder ve hayır işlerse,
geldiği için ona bu unvan verildi, ama hukukî
Allah’ın hükümranlığını icra edeceği hesap
ve dinî anlamda Peygamberin halefi değildi. Ne
gününde yargılanacak ve mükâfatlandırılacaktır.
ilâhî bir rehberliğe mazhardı, ne de Peygamberin
Şer işleyip İblis’i takip ettiği takdirde ise,
görev ve yetkilerini kullanıyordu. O sadece
cezalandırılacak ve ebedî cehenneme mahkûm
ümmetin içinden çıkan bir aday ve Kur’ân’daki
edilecektir. Bir başka ifadeyle, Allah bütün
ilâhî emirlerin bir hizmetkârı idi. Bu sebeple,
kâinatın hakimidir ve insan O’na tâbidir; fakat
dinî topluluk, siyasî topluluğa dönüşüyordu,
bu hükümranlığını hesap gününde icra edecek,
ikisi arasındaki fark, dinî topluluk peygamber
herkesten amellerinin hesabını soracak ve
otoritesi ile kontrol edilirken, siyasî topluluğun,
sonuca göre insanları ya cezalandıracak, ya da
kendi eliyle meydana getirdiği siyasî otorite
mükâfatlandıracaktır.
tarafından yönetiliyor olması gerçeğinde ya
Kişi eğer tevhid doktrinine inanıyorsa, bu mantıkî ve tutarlıdır. Bu sebeple, İslâm temel iman esaslarına dayanır: Tevhid, risalet (Peygamberlik), Kur’ân (vahiy), Kıyamet Günü (hesap günü), ahiret, ceza (mükâfat), seza (ceza), nâr (cehennem) ve cennet, İslâm kelime olarak Allah’ın iradesine teslim olmak anlamındadır ve ancak bu esaslara imanla başarılabilir. İman, her ferdin iki psikolojik dönüşüm safhasından geçmesini gerektirir: 1) Diğer bütün inanç doktrinlerinin reddi ve diğer herhangi bir dünyevî, kozmik veya tabiatüstü güce inancı terk etmek, 2) bütün varlıkların yegâne Yaratıcısı, Rabbi ve Hâmisi olan Allah’ın iradesine teslim olmak. Böylece İslâm, Allah’a
tar. Eğer bu tez kabul edilirse, İslâm halifesinin, Resulün veya Allah’ın halifesi olduğu yolundaki geleneksel görüşün reddedilmesi gerekecektir. Oysa bu ikinci görüşü kabul ettiğimiz takdirde, halifenin Peygamber veya Allah tarafından tayin edildiğinin bir delili mevcut olmalıdır. Ama tarihî olarak böyle bir delil yoktur. Aksine, tarihî delil, halifenin topluluk tarafından seçildiği istikametindedir. Böyle bir teori iddia edilse dahi, Sünnî teoriyi değil, sadece Şia halife teorisini teyit eder. Şia teorisi, halifenin Peygamber tarafından tayin edildiğini vurgular; Şiîler ilâhî rehberliğin, ilâhî tayinle gelen imamlar vasıtasıyla devam ettiğine inanırken, Sünnî teori seçim esası üzerinde durur.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
87
Ümmette siyasî otoritenin ortaya çıkmasıyla birlikte, ümmet siyasî bir topluluk statüsünü elde eder. Bu açıdan İslâm siyaset teorisinin ana prensipleri şu şekilde ifade edilebilir: 1) Mü’minler İslâm’da bir inanç topluluğu oluştururlar; 2) Kur’ân’da ve Peygamberin bir düzenleri vardır; 3) Şeriatın tesirli bir şekilde icrasını sağlamak için, kendi içlerinden ehil bir kişiyi seçerek siyasî otoriteyi—hilâfet kuru munu—organize ederler; 4) Reis mutlak ve keyfî yetkiler kullanamaz; şûra süreci vasıtasıyla alınan kolektif kararlarla kayıtlıdır ve 5) Topluluk, toplum çıkarlarına aykırı hareket ettiği ve sorumluluklarını yerine getirmediği takdirde, halifeyi itham etme ve uzaklaştırma hakkına sahiptir. Bu beş prensip, mantıklı bir İslâm siya set doktrininin düğümünü oluşturur. Bu tartışmanın ışığında, şu Kur’ânî terimleri ifade edecek durumdayız: Ümmet, şeriat, şûra ve huruç, belirli siyasî çağrışımlar yaptıran kavramlardır. Bu sebeple, tutarlı bir İslâm siyaset teorisi oluşturma sürecinde, bu terimleri Kur’ân ve Peygamberin örnekleri çerçevesinde ve klasik Orta Çağ İslâm tarihindeki gelişmelerin ışığında derinlemesine incelemek gerekir. Böyle bir teori istikametinde atılacak ikinci mantıklı adım, bu kavramları modern siyasî düşünce ışığında incelemek ve sonuçta modern çağın ihtiyaçlarına uyarlamak olacaktır.
- BİTTİ -
88
www.islamiyorum.com
örneklerinde mevcut ahlâkî talimatlardan oluşan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Araştırma - İnceleme Akıl Savunması - 3
Çoklu Etkilerin Mücadele Sahası:
Kalp
Hamdi Tayfur
“Kalp” Kelimesi ve kelimenin yakın anlamlıları “Kalp” kelimesi Arapçada “Ka-Le-Be” fiilinden
dalının ortasındaki yumuşak yere, ağacın ortası anlamında “kulb-uş-şecer” denilmektedir. “Kalib” ise bir şeyin içi ve özüdür.7
mastardır. Sözlükteki temel anlamı, “Bir nesneyi
Bu iki temel anlama göre biz “Kalp” kelimesinin
bir durumdan diğerine, bir işten diğerine; ve
1- Bir şeyin bir halden başka bir hale dönmesi/
bir yönden diğerine döndürme(k)” tir. Bu
döndürülmesi veya çevrilmesi, 2- Bir şeyin özü
anlama göre “K-L-B” fiili Kur’an’da değişik
anlamlarına geldiğini söyleyebiliriz.
1
türevleriyle kullanılmıştır. Örneğin “Ve biz elbette Rabbimize çevrilip-döneceğiz”2 denilirken “münkalibun” olarak, kafirlerin şehirlerde dönüp dolaşmasından bahseden3 ayette “tekallabu” olarak, “Zulmetmekte olanlar, (yakında) nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”4 ayetinde “münkalabin” ve “yünkalibune” olarak kullanılmaktadır. Bu kelimenin kelime anlamı itibariyle kullanıldığı ayetlerin numaraları dipnotta5 verilmiştir. Kalp kelimesinin sözlüklerde ifade edilen ikinci bir anlamı daha vardır ki o da; “bir şeyin öz ve halis olanı”6 dır. Bu anlamda Arap dilinde ağaç Ragıb el İsfehani, Müfredat s:1227
1
Zuhruf, 43/14
2
Mümin, 40/4
[İnsan kalbi(nin)] “çok evrilip çevrildiğinden, bir ileri bir geri hareket ettiğinden” dolayı böyle adlandırıldığı söylenmiştir.8 Her ne kadar kalbe, bir ileri bir geri hareket ettiği, vücuda kan pompaladığı/kan çevrimini sağladığı için “kalp” ismi verilmiş olsa da, Kur’an’da kalpten bahseden ayetlerin hemen hemen tamamında maddi kalpten, yani göğüs boşluğumuzda yer alan organımızdan bahsedilmez. Kelime mecazen kullanılır ve kastedilen çoğunlukla insanın içi/özüdür ve insanın içi veya manevi yönü itibariyle çeşitli etkilere maruz kalarak değişim ve dönüşümlere uğramasıdır.
3
Hz. Peygamber “Dikkat ediniz! Bedende bir et
Şuara, 26/227
4
“Ka-Le-Be” fiilinin değişik türevleriyle kök anlamı ile
5
bozuk olursa bütün beden de bozulur. İşte o
7/119, 7/125, 26/50, 26/119, 26/227, 12/62, 40/4,
kalptir!”9 şeklindeki hadisinde kalbi hem maddi
43/14, 18/18, 18/36, 18/42, 16/46, 67/4, 84/9, 29/21, 83/31, 22/11, 2/143, 2/144, 3/127, 3/144, 3/149,
7
3/174, 3/196, 33/66, 47/19
8
Asım Efendi, Kamus Tercemesi
6
parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur;
Kur’an’da kullanıldığı ayetler: 24/44, 5/21, 9/48, 9/95,
Asım Efendi, age Ragıp el-İsfehani, age, 1228 Buhari, “İman” 39, Müslim “Müsakat” 107
9
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
89
kalp hem de manevi kalp anlamında kullanmış
saklanan kötü duygu, his, kin, şehvet, öfke,
ve maddi kalbimizin vücudumuzda oynadığı
heva ve sıkıntı anlamlarında kullanılmıştır.
fonksiyondan yola çıkarak manevi kalbimizin
Kalbimizdeki idrak duygusu açıldığında sadrımız
sağlıklı olmasının önemine dikkat çekmiştir.
açılmış demektir. Örtü kalkar ve göğüsler
Kelimenin iki temel anlamını göz önüne alarak, kalbin insanın iç dünyasındaki her türlü idrakin, düşüncenin, hissiyatın; oluşum, etkileşim ve değişiminin gerçekleştiği “manevi bir duyu merkezi” veya “manevi bir organımız” anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
İslam’a açılır.12 Bu tarz Kur’ani ifadelerden biz sadr kelimesinin kalbin daha çok menfi yönlerine işaret etmek için kullanılan bir kelime olduğu sonucunu çıkartabiliriz. Şu ayet buna bir örnektir: “De ki: Sadırlarınızda olanı gizleseniz de, açığa
Kur’an’da kalp kelimesine yakın anlamlı olarak kullanılan diğer kelimeler; fuad, sadr ve nefs kelimeleridir. Fuad ve sadr kelimeleri kalp kelimesine oldukça yakın bir anlamda kullanılırken nefs kelimesi, anlamındaki bir yönüyle bu kelimeye benzer bir manada
vursanız da Allah bilir. Ve göklerde olanı da yerde olanı da bilir. Allah her şeye kadirdir.”13
Görüldüğü gibi fuad kelimesi ne kadar kalbin iç yönüne ve derinliğine işaret ediyorsa, sadr da iç de var olup da onu gizleyen veya hissiyatın dışa taşmasına/açılmasına engel olan dış engele
kullanılmıştır.
işaret etmektedir. Bu engel aşıldığında sadr/ göğüs açılmış olur, kişi Enam suresi 125. ayette
Kur’an’da 16 kere isim olarak geçen fuad
ifade edildiği gibi göğsünü ya İslam’a açar ya
kelimesi, “F-E-D” kökünden türeyen Arapça
da Nahl suresi 106. ayette ifade edildiği gibi
bir kelimedir. Lügat manası, yanıp tutuşmak
göğsünü küfre açar. Yani sadırlar/kalpler sadece
ve pişmektir. Kalp sözcüğüyle eş anlamlıdır,
İslam’a değil küfre de açılabilir.
fakat eğer “tefe’üd yani gayret duygusuyla, ya da şevkle, arzuyla heyecana gelme, tutuşup yanma” anlamı göz önünde bulunduruluyorsa, o zaman (kalp yerine) fuad sözcüğü kullanılır.10 Fuad kelimesine “için de içi” manası verilebilir. Köz nasıl içten içe yanarsa kalbin içi yani fuad da öylece kalbin içinde yanıp tutuşan ve kalbi canlı tutan bir merkez gibidir. Bu da fuad kelimesinin kalbe göre daha fazla duyarlı, kalbin de derinliklerinde yer tutan bir iç yönümüzü ifade ettiğini gösterir. Necm suresinde Hz. Peygamberin yaşadığı tecrübeden bahsedilirken “Fuad/gönül gördüğünü yalanlamadı”11 denilmesi, peygamberin hissiyatının derinliğini göstermektedir. Öyle ki peygamber adeta gözüyle görür gibi bu tecrübeyi kalbinin derinliklerinde/fuadında yaşamıştır. Sadr kelimesi, Arap dilinde vücudun boyunla karın arasındaki ön yüzünü ifade etmek için kullanılır. Maddi kalp göğsün içinde yer aldığı
Kur’an’da kullanılan ve tıpkı kalp kelimesi gibi insanın iç dünyasına işaret eden diğer bir kelime de nefs kelimesidir. Bu kelime Arap dilinde değişik anlamlara işaret etmek için kullanılır. Bu anlamlardan bir tanesi de konumuzla ilgili olan “kalp, gönül, iç dünya” gibi anlamlardır.14 Nefs Kur’an’da bu anlamlara gelecek şekilde kullanılmıştır. Örneğin; “Biz insanı yarattık, nefsinin ona neler fısıldadığını biliriz.”15 ayetinde nefisle kastedilen insanın iç dünyasıdır. Yine “Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz”16 ayetinde geçen nefisler, “kalpler” veya “kendi içleri” manasındadır. Bu kelimelerin dışında lübb kelimesinin de “ulü’l-Elbab” formunda kalp kelimesine yakın bir anlamda kullanıldığı söylenmiştir.17 Arap dilinde, kabuğu atılıp içi yenen çerez ve meyvelerin içi, her şeyin özü anlamına gelen bu kelime, “bir nesnenin halis, seçkin ya da en iyi kısmını
için, sadr kelimesi de mecazen kalp anlamında kullanılmaktadır. Ancak sadr bir tür örtü veya
12
kapak görevi gördüğünden bu kelimenin
13
Kur’an’da geçtiği yerlerde genelde içlerde
Enam 6/125 Al-i İmran 3/29 Ahmet Ögke, Kur’an’da Nefs Kavramı, s:28
14
Kaf, 50/16
15
Ragıp el-İsfehani, age, 1158
16
Necm, 53/11
17
10 11
90
Fussilet, 41/53 İslam Ansiklopedisi,24.cilt s:230
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ifade eder”.18 İnsanda bulunan şeylerin en iyisi
Bu ön bilgiyi vermemizdeki amaç, Aristo
ve dolayısıyla insanın özü olduğu için akla lübb
ile Platon’un karşılaştırmasını yapmak
denilmiştir.19 Kur’an’da bu kelime 16 yerde
değildir. Amacımız, Aristo’nun duyularla ilgili
“ulü’l-Elbab” şeklinde kullanılır ve geçtiği her
sınıflandırma yaparken, pek çok görüş ve
yerde anlamı olumludur. Bu yönüyle aklın
kavramını Platon’un görüşlerini çürütmek
Kur’an’da kullanılışıyla benzerlik arz eder.
amacıyla geliştirdiğinden, materyalist/maddeci
Bazıları da lübbün, aslında aklın yeri olan kalbin ismi olduğunu söylerler.20 Kur’an’da bu kelimenin geçtiği yerlerde bu vasıf; tezekkür sahibi(13/19), muttaki(2/179), Allah’ın ahdini yerine getiren ve misakı bozmayan(13/20), Allah’ın birleştirilmesini istediği hususları sürdüren, Rablerinden çekinip, kötü hesaptan
bir yaklaşımla duyu organlarını görünen ve maddi duyu organlarıyla sınırlandırma çabasına girdiğini ve iç duyularımızı da dış duyularımızın sınırlarına sokmaya çalıştığını ortaya koymaktır. Aristo’dan sonra genel olarak duyu organlarımız ve duyularımız denildiğinde beş duyumuz anlaşılır olmuştur.
korkan(13/21), Rablerinin rızasını isteyip
Oysa biz bugün çok iyi biliyoruz ki, duyularımız
sabreden, salatı ikame eden, infak eden,
beşle sınırlı değildir. Hatta dış duyularımızı
kötülüğü iyilikle savan(13/22) kişilere ait olarak
algılayan duyu organlarımız bile beşle
gösterilmiştir.
sınırlandırılamaz. Biz bugün tıptaki gelişmelere
Demek ki ulü’l-Elbab olmak, Allah’ın övgüsüne mazhar tüm özelikleri üzerinde toplamayı gerektirmektedir. Buradan çıkaracağımız sonuç; bu kelime kalp anlamına geliyorsa, kalbin ancak en müspet yönlerine işaret etmek
bağlı olarak, Aristo’nun yaşadığı zamanda bilmesinin mümkün olmadığı altıncı bir duyu organımızdan daha haberdarız. O organımız da orta kulağımızdır. Biz orta kulağımız sayesinde denge duyusuna sahip olabiliyoruz.
için kullanılmaktadır. Yani kalbin icra ettiği
Aynı şekilde cinsel duyularımızı cinsel
olumlu fonksiyonlar “ulü’l-Elbab”a ait olabilir.
organlarımızla elde edebiliyoruz. Demek ki cinsel
Eğer bu kelime akıl anlamına geliyorsa, zaten
organlarımız da tıpkı tatma duyu merkezimizin
sıraladığımız özellikler ancak akıl sahibi olmakla
dil organımız olması gibi, cinsel duyularımızın
kazanılabilir. Yani “lübb” kalbin olumlu yönünü
merkezi olmaktadır.
ifade etmek için de, aklı ifade etmek için de kullanılsa sonuç değişmemektedir.
Manevi/İç Duyu Merkezi: Kalp Günümüzde duyular dediğimizde genellikle aklımıza beş duyu organımız gelir. Duyulara ilişkin bu sınıflandırmanın geçmişi, Aristo’ya kadar gitmektedir. Bu beş duyu, bilindiği gibi, görme, duyma, dokunma, tat alma ve koku alma duyularıdır. Aristo’ya göre insan duyu organları aracılığıyla gerçek dünyayı doğrudan algılama yeteneğine sahiptir. O bu saptamasıyla Platon’dan ayrılır. Platon’a göre, duyu organlarıyla algılananlar, nesnelerden bize yansıyan gölgelerdir. “İdea”lar aleminde, gölgelerini duyumsadığımız nesnelerin gerçekleri yer alır.
organlarımızla edindiğimiz duyuların dışında, bunlarla bağlantılı veya bağlantısız, farklı duyulara da sahibiz. Bunların sayısı epeyce fazladır. Duyularımızın sayısının genelde bilinenden fazla olduğunu söylemekteki kastımız, altıncı his/duyu denilen ve belli şahıslarda/velilerde inkişaf ettiği iddia edilen özel yeteneklerin varlığını iddia edip ispat etme çabası da değildir. Biz her insanda bulunan duyulardan bahsediyoruz. Evet hepimiz acıkıyoruz, susuyoruz, korkuyoruz, seviyoruz, üzülüyoruz, öfkeleniyoruz, heyecanlanıyoruz, nefret ediyoruz, kıskanıyoruz, endişe ediyoruz, acıyoruz, arzuluyoruz, tiksinti duyuyoruz, seviniyoruz, utanıyoruz, tasavvur ediyoruz, düşünüyoruz, düş kuruyoruz, inanıyoruz, karar veriyoruz, hatırlıyoruz, vehmediyoruz.
Ragıp el-İsfehani, Müfredat, s:1315
18
Mustafa Şentürk, Kur’an’da Akıl, s:105
19
Mustafa Şentürk, age, s:106
20
Yine çok açık bir hakikattir ki, bizler duyu
Bunların her biri birer duyu veya iç dünyamızda gerçekleştirdiğimiz birer eylem/amel değil midir? Bunların birer duyu veya eylem olmaları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
91
hasebiyle görme, işitme, dokunma vs. gibi dış
Karıştırmaya yol açmamak için tekrar etmek
duyulardan veya dış organlarımızla yaptığımız
gerekirse buradaki kalbin maddi kalp olmadığı
amellerden bir farkı var mıdır?
dikkate alınmalıdır. Kur’an’da kalp kelimesi
O zaman şöyle bir soru sorabiliriz: Görme duyumuzu gözümüzle, işitme duyumuzu kulağımızla sağlayabiliyorsak; neremizle korkuyoruz, endişe ediyoruz, acıyoruz, seviniyoruz, utanıyoruz, heyecanlanıyoruz, düşünüyoruz, ya da hangi organımızla iman ediyoruz veya inkar ediyoruz? Tüm bu duyu, duygu ve yetilerimizin fizyolojik olarak bir merkezinin olması gerekmez mi?
mecazen kullanılmaktadır. Bu nedenle duyuların, düşüncelerin veya akletmenin merkezi kalp midir, yoksa beyin midir, tarzında bir tartışma yapmanın fazla bir anlamı kalmamaktadır. Çünkü Kur’an’ın ortaya koyuşu ve bizim yaklaşımımız itibariyle tüm bunların merkezi ne göğüs boşluğumuzdaki kalbimizdir, ne de kafamızın içinde yer alan beynimizdir. Tüm bunların merkezi, Kur’an’ın mecazen insanın iç dünyasını ifade etmek için kullandığı “kalp”tir.
Bunların beynimiz, sinir sistemimiz, beyin kabuğumuz (korteks), hatta bazı araştırmalara göre maddi kalbimiz ile bir ilişkisinin olduğu bilinmektedir. Ancak fizyolojik yapımız ile bu duyuların arasındaki ilişki, tıpçılar, psikologlar ve filozoflar tarafından bu yönde yapılan çalışmalar ve ortaya atılan teoriler olmasına rağmen, tam olarak açıklanabilmiş değildir.
Kur’an’da Kalp Kelimesi Kur’an’da yaklaşık 160 ayette geçen kalp kelimesi, insanın insan olması itibariyle diğer varlıklardan farklı olarak sahip olduğu; duyumsama, anlama, kavrama, düşünme, akletme, eşyanın hakikatini araştırma ve bilme, ayırt etme, seçme ve irade etme yönünü ifade
Ama biz bir genel sınıflandırma yaparak tüm
etmek için kullanılır. Ancak insanın diğer bir
bu duyularımıza “iç duyular” diyebiliriz. İslam
yönü, yani menfi yönü de vardır. Seçme ve
filozofları da benzer bir sınıflandırma yaparak
ayırt etme özelliği, kişinin kendisi için iyi ve
duyuları “iç duyular” ve “dış duyular” olarak
kötü olanı bilmesi şeklinde tebarüz eder. İşte
ikiye ayırmışlardır. İbni Sina iç duyulara
bu yüzden kalp menfi bir yöne de sahiptir.
tasavvur, hayal, hatırlama, düşünme ve
Müspet ve menfi, insana ait her hal, onun iç
vehmetmeyi dahil etmiştir.21
dünyasında ortaya çıkar ve bunlar kalpte karşı
Biz olayın fizyolojik boyutunu ihmal ederek iç duyularımızın tümünün tek bir merkezde toplandığını farz edelim. Ve bunun maddi bir merkez değil de manevi bir merkez olduğunu öngörelim. Tüm bu duyuların toplandığı merkezin genel olarak “iç dünyamız” olduğunu
karşıya gelirler. Kalp, Kur’an’ın ortaya koyduğu bu tabloda, adeta zıtların savaş alanı/arenası gibidir. İnsanı insan yapan, iç dünyasına ait hangi tür bir hal varsa, Kur’an bu durumu ifade etmek için kalp kelimesini ve bu kelimeyle benzer anlamlara sahip kelimeleri kullanır.
kabul ederek buna mecazen “kalp” ismini
Bu nedenle insana nispetle sorumluluk kalbe
verelim. İşte Kuran da kalp kelimesini
yüklenmiştir.
kullanırken iç duyularımız da dahil olmak üzere manevi dünyamızdaki tüm oluşum, etkileşim ve hareketleri tek bir manevi merkeze hamletmektedir. Orası soyut bir mekandır.
“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bütün bunlar yaptıklarından sorumludur.”22
Manevi duyu merkezidir. Yani kalbimiz bizim
“Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir
görünen maddi yapımızın dışındaki, bizi biz
sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalplerinizin kasıt
yapan veya insan olmamızı temin eden,
gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda vardır.
aynı zamanda diğer varlıklardan da ayıran
Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”23
yönümüzü belirleyen her türlü müspet ve menfi özelliğimizin ortaya çıktığı içsel yönümüze işaret etmektedir.
“Allah sizi, yeminlerinizdeki ‘rastgele söyleyiverdiklerinizden’ dolayı sorumlu tutmaz; İsra, 17/35
22
İslam Ansiklopedisi, cilt 10 duyu maddesi
21
92
Ahzab, 33/5
23
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
fakat kalplerinizin kazandıklarından dolayı sorumlu
hidayetin vuku bulması kalbi bir yönelişle
tutar.”24
olmaktadır. Yani hidayete yönelmek de kalple
İnsan kalben sahip olduğu nitelikler nedeniyle sorumludur ve ilahi hitaba muhatap olmuştur. Kalben onaylanmayan bedeni eylemlerin sorumluluk anlamında bir değeri bulunmaz.
olur; “Kim Allah’a iman ederse, onun kalbini hidayete yöneltir. Allah her şeyi bilendir.“27
Bu çift yönlü bir durumdur. Yani kişi, kendine
Hidayete yönelen ve iman eden bir kalp
has özel sebeplerle, kalben onaylamadığı
takvanın da merkezidir;
iyi davranışlara sahip olsa da bu durum sorumluluğun yerine getirilmesi anlamına gelmediği gibi; şartların ve dış tesirlerin dayatması sonucu kalben onaylamadığı olumsuz bir davranış içine düşen birisi yaptığından sorumlu tutulamaz. Tabii ki ideal olan kalbi eylem ile dış eylemin tam bir mutabakat içinde olmasıdır.
“İşte böyle; kim Allah’ın şiarlarını yüceltirse, şüphesiz bu, kalplerin takvasındandır.”28
Kalp, hidayete yönelme, iman ve takva gibi olumlu eylemlerin merkezi olduğu gibi, olumsuz pek çok nitelik ve amelin de üreticisi veya merkezi olabilmektedir. Örneğin kalp eğrilir, kayar ve inkar eder;
Bunun gerçek sebebi, kalbin insanı insan yapan, manevi amellerin merkezi bir organ niteliğine sahip olmasıdır. Kur’an kalpten, kendisiyle birçok amelin gerçekleştirildiği bir organ gibi bahseder. Bu eylemlerin el ve ayaklarımızla gerçekleştirdiğimiz işlerden bir farkı yoktur. Ancak bu eylemler maddi eylemlerimize temel oluşturan, iç dünyamızda
“Eğer sizler (Peygamberin iki eşi) Allah’a tevbe ederseniz (ne güzel); çünkü kalpleriniz eğrilik gösterdi.”29 “Andolsun Allah, Peygamberin, Muhacirlerin ve Ensarın üzerine tevbe ihsan etti. Ki onlar -içlerinde bir bölümünün kalbi nerdeyse kaymak üzereyken ona güçlük saatinde tabi oldular.”30
gerçekleştirdiğimiz eylemlerdir. İnsanlar kalben
“Sizin ilahınız tek bir ilahtır. Ahirete
nasıl bir eylemliliğe sahipseler, dış dünyalarını da
inanmayanların kalpleri ise inkarcıdır ve onlar
buna göre biçimlendirip amellerine yön çizerler.
müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır.”31
Kalbin yerine getirdiği bu amellere Kur’an’dan örnekler verelim:
Bu yüzden günahkarlık da kalbe atfedilir; “Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, artık
Kur’an’a göre iman kalbe ait bir ameldir. Aşağıdaki ayetlerde imanın mekanı kalp olarak gösterilmektedir;
şüphesiz, onun kalbi günahkardır. Allah, yaptıklarınızı bilendir.”32
Nifak da kalpte vuku bulan bir özelliktir.
“...Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine
“Böylece O da, Allah’a verdikleri sözü tutmamaları
imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile
ve yalan söylemeleri nedeniyle, kendisiyle
desteklemiştir. …”25
karşılaşacakları güne kadar, kalplerinde nifakı
“Bedeviler, ‘İman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz
yerleşik kıldı.”33
iman etmediniz; ancak İslam (Müslüman veya
Olumlu ve olumsuz, insanın dış dünyasında
teslim) olduk deyin. İman henüz kalplerinize
vuku bulan hayat biçimine, kalbinde yer eden
girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat
hasletleri ve amelleri şekil vermektedir. İman,
ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç bir şeyi
inkar, takva, hidayet, günah, eğrilik, nifak ve
eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok Tegabün, 64/11
27
esirgeyendir.’”26
Hacc,22/32
28
İmanın merkezi kalptir, çünkü insan için
Tahrim, 66/4
29
Tevbe, 9/117
30
Bakara, 2/225
31
Mücadele, 58/22
32
Hucurat,49/14
33
24 25 26
Nahl, 16/22 Bakara, 2/283 Tevbe, 9/77
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
93
hidayet hep kalple gerçekleştirilen hallerdir.
çoğunlukla böyle anlaşıla gelir olmuştur.
Kur’an bize kalbin gerçekleştirdiği başka bir
Zikrin merkezi de kalp olduğu için mutasavvıflar
amel çeşidinden daha bahsetmektedir. Kalbin
kalbe büyük bir önem vermişlerdir. Onlara
bu yönü bizim asıl konumuz olan “akletmek”
göre kalp, keşfin merkezidir. Bilgiye ancak
meselesiyle ilgili amelleridir. Aslında hepsi
bedeni yüklerden kurtulup kalbe önem vermek
aynı anlam düzlemine ait olan zikretmek,
suretiyle elde edilecek kalbi makamlarla ulaşılır.
tedebbür etmek, fıkh etmek ve akletmek kalbe
“Mutasavvıflar, kalp tasfiyesi veya nefis tezkiyesi
ait özelliklerdir. Kur’an bize kalbi zikreden,
denilen bir yöntemle temizlenen kalbin dini ve
tedebbür eden, fıkheden ve akleden
ilahi hakikatleri doğrudan ve aracısız olarak
organımız olarak tanıtmaktadır.
bileceğine inanırlar. Kalbin gayb alemine bakan
“Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.”34
bir penceresi vardır. Buna kalp gözü denir. Üzeri günah kiri ve bilgisizlik pası ile örtülü olan bu göz mücahede ve riyazet denilen bir usulle temizlendiği takdirde manevi alemi ve oradaki
“Öyle olmasa, Kur’an’ı iyice tedebbür etmezler
gerçekleri görebilir. Bu yolla kazanılan bilgilere
miydi? Yoksa birtakım kalpler üzerinde kilitler mi
marifet, irfan, ilham, batıni ve ledünni ilim gibi
vurulmuş?”
isimler verilmiştir.”38
“Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan
Mutasavvıflar akletmeyi kalbe göre önemsiz
çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır
bir noktada görürler. Bilgi edinmenin nihai
bununla fıkhetmezler, gözleri vardır bununla
yöntemi kalp ile akletmek değil kalbetmektir.
görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler.
Kalbe yüklenen bu fonksiyon Kur’an tarafından
Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar.
onaylanmaz. Kalbin gayb alemini görmek gibi
İşte bunlar gafil olanlardır.”36
bir özelliği Kur’an’ın hiçbir yerinde geçmez.
“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece
Gayba ait durumları bizi ilgilendirdiği kadarıyla
35
onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları olsun? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.”37
Kalbin düşünmeye ilişkin zikir, tedebbür, fıkh ve akletme gibi hasletlerinden bahsederken, Kur’an’da kalp kelimesinin kullanılışına ilişkin örnekler vermeye kısa bir ara verip, bu kelimenin yanlış kullanılmasına ilişkin bir
anlamak, dış duyularımızdan bize gelen delillerin kalbimizdeki delillerle birleştirilmesi suretiyle akletmemizden geçmektedir. Yani mutasavvıfların önemsiz gördükleri “akletme” hasleti, bizim idrak dünyamızın en merkezi hususiyetlerindendir. Kalbetmek ve kalp gözüyle gaybı görmek ve buradan doğrudan bilgi almak ise, hakikati olmayan bir safsatadır.
açıklama yapalım. Zikir kelimesini Kur’an’da
Bu ara açıklamadan sonra tekrar Kur’an’da kalp
kullanıldığı anlamdan farklı manalarda kullanan
kelimesinin kullanılışına dair örnekler vermeye
tasavvuf erbabı, bununla bağlantılı olarak
dönelim. Kalbin bir iç duyu merkezi olduğunu
kalbe de olması gerekenden fazla manalar
söylemiştik. İşte Kur’an bazı ayetlerde kalbin
yüklemiş, aynı şekilde kalbin olumsuz yönlerini
kaynaklık ettiği veya ürettiği bu duyulardan ve
çoğunlukla görmezlikten gelerek, bu kelimeleri
hallerden bahseder.
Kur’an’da kullanılan mana düzleminden uzaklaştırmıştır. Zikir Kur’an’da hatırlamak ve birinin hatırlatmasıyla düşünmek ve bundan öğüt almak anlamında kullanılırken, tasavvuf erbabı zikri, Allah’ın isimlerini dille veya kalple sürekli tekrar etmek olarak yorumlamış ve zikir
Buna göre kalp; korku duyan (34/23, 33/26), titreyen, dehşete kapılan, ürperen (79/8, 23/60), kuşkuya kapılan (9/45), öfkeye kapılan (9/15), şefkat ve merhamete sahip olan (57/27), katılaşan ve yumuşayan (2/74, 57/16, 6/43, 39/23), muhtelif şeylerin sevgisiyle
Rad, 13/28
yoğrulan (2/93), tutkulara ve vesveselere sahip
Muhammed, 47/24
olan (114/5), içinde hayrı barındıran (8/70) bir
34 35
Araf, 7/179
36
Hacc, 22/46
37
94
İslam Ansiklopedisi, 24. Cilt s:231
38
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
organımızdır. Bazen boşluk içine düşer, sonradan
kalp tarafından üretilen duyular, gerek insanda
pekişir (28/10), kalpler birbirleriyle uzlaşır
var olan arzu ve istekler, gerekse hariçten
(8/63, 3/103). Bazı kalplerde hastalık bulunur
gelen tesirler bu etkileşimin farklı yönleridir.
(74/31, 24/50, 5/52). Tabii ki bu hastalık
Kalbe afaktan ve enfüsten birçok etkenler
koroner kalp hastalığı türünden bir hastalık
oklarını yöneltir. Kalp bu etkilerin mekanıdır.
değildir. Manevi bir hastalıktır. Kalpte olması
İslamoğlu’nun deyişiyle kalp, vücut ülkesinin
gereken müspet hasletler ortadan kalkıp yerine
başkenti olduğundan dolayı iman, ruh gibi
kötü hasletler istihdam olunca kalp hastalanmış
dostlar da, şeytan, nefs gibi düşmanlar da orada
demektir. İyi özelliklerden uzaklaşan kalp gaflete
örgütlenmeye çalışır.42
düşer (23/63), pas tutar, kirlenir, (83/14). Bu nedenle hastalıklıdır. Kalbi bu durumdan kurtarmanın yolu onu bu gaflet, pas, kir ve hastalıklardan arındırıp temizlemektir. (3/154, 33/53) Böylece kalp selim bir kalp (26/89, 37/84) olma niteliğine, yani “her lekeden salim, Allah sevgisinde hâlis, tamamen ona teslim
İnsanlardan ve cinlerden şeytanlar vesveselerini insanların suduruna/kalbine verirler. “O sinsi vesvesecinin şerrinden ki o, insanların kalplerine/sudurlarına vesvese verir. (O vesvese vericiler) cinlerden ve insanlardan(dır).”43
olmuş, şirkten, kinden, hasetten, isyandan,
“(Allah) şeytanın (kalplere) attığını, kalplerinde
akîdevî ve ahlâkî noksanlıklardan arınmış,
hastalık bulunan ve kalpleri/iç dünyaları kararmış
kendisinde eğrilik bulunmayan, kısaca bütün
olan kimseler için imtihan aracı kılar.”44
kötü duygulardan arınmış kalp”39 olma özelliğine kavuşur. Selim bir kalp Rabbini sürekli zikreder, yani işlediği her amelde Allah’ı gözetir, O’nu
Bu nedenle vahiy de, insanları uyarsın diye tam da Resulün kalbine inmektedir.
unutmaz. Bu durum kalbin Allah’a yönelişidir,
“De ki: ‘Cibril’e kim düşman ise, (bilsin ki)
kişinin takvasıdır ve amellerinin sıhhatinin
gerçekten onu (Kitabı), Allah’ın izniyle kendinden
garantisidir.
öncekileri doğrulayıcı ve mü’minler için hidayet ve
İşte Kur’an bu haslete sahip kalbe Münib kalp ismini vermektedir. (50/33) “Münîb lügatte, yönelmek, tevbe etmek, taata dönmek mana larına gelir.”40 “Pusula ne tarafa yönelirse yönelsin, ibresi nasıl tek bir yönü gösteriyorsa kalb-i münib de her şeyden ve her taraftan yüz çevirip, Allah’a dönecek ve hayat boyu
müjde verici olarak senin kalbine indiren O’dur.” “Uyarıcılardan olman için, (vahyi) senin kalbinin üzerine (indirmiştir).”46
Bu vahiy Resulün dilinden diğer insanlara ulaştığında asıl amaç bundaki örnek ve delillerle kalplere tesir etmektir.
karşılaştığı her çeşit acı, tatlı hâdiseler arasında
“Hiç şüphesiz, bunda, kalbi olan ya da bir şahid
devamlı Yaratan’a yönelecektir.”
olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt
41
45
(zikir) vardır.”47
Kalp böylece değişik haller içinde dönüp durmaktadır. Eğer Allah sürekli zikredilir, yani her amelde Allah hatırlanıp, sorumlu davranılırsa kalp selim kalır ve bu durum kalbi tatmin eder.
Akletmenin vahiy ve kalple ilişkisi tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. İçten ve dıştan gelen muhtelif duyu ve tesirler; heva, arzu ve Mustafa İslamoğlu, Yürek Devleti, s:54,
(13/28, 22/54)
42
İslamoğlu’ndan yaptığımız bu alıntıda kalbi zıtların örgütlenmeye çalıştığı bir mekan benzetmesine katılıyor
Vahiy ve Akletme ile Kalbin İlişkisi
olmamıza rağmen, nefsi tümüyle şeytanın safında gösteren yaklaşımına muhalefet şerhi koyduğumuzu
Buraya kadar Kur’an’dan verdiğimiz örnekler
belirtmeliyiz. Ayrıca imanın yanında “ruh” kelimesini
gösteriyor ki, kalp sürekli etki altındadır. Gerek
“vahiy” anlamında kullanmıyorsa buna da katılmamız mümkün değildir.
Hatice Cerrahoğlu, Kuranı Kerimde Akıl ve Kalp
39
Nas,114/4-6
43
Kavramları ve Bunların birbirleriyle münasebetleri,
44
Yüksek Lisans Tezi, s:97
45
Hac,22/53 Bakara,2/97
Hatice Cerrahoğlu, agt, s:99
46
Mevdudi, Tefhimul Kuran 5. Cilt s:447
47
40 41
Şuara,26/194 Kaf, 50/37
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
95
istekler, insan ve cin şeytanlarından gelen her
fail olarak daima kendisini gösterir. Bunun böyle
tür vesvese ve ilkalar kalbi olumsuz olarak tesir
oluşu insan iradesinin de merkezine karşılık
altına almaya çalışır. Tüm bunların en önemli
gelen kalbin kontrolünün tamamıyla insanın
etkisi, kalbin “akletme” başta olmak üzere
dışında olduğu manasına gelmemektedir.
olumlu fonksiyonlarını ortadan kaldırmaktır.
Allah bu ifadelerle insanın iç mekanizmasının
İşte vahiy Resulün kalbine inip onun dilinden
kendi kanunları çerçevesinde yürüdüğünü
diğer insanlara ulaşırken asıl maksat kalpleri
söylemektedir. Bu ifadeler; Allah’ın kalpler
tüm bu olumsuz tesirlerden uzaklaştırarak
üzerine örtüler ve engeller koyması (6/25,
kişinin akletmesini sağlamaktır. Vahiy, olumsuz
41/5), Allah’ın bazı kalpleri çevirmesi (9/127),
tesirlerin sarmalında, hakiki fonksiyonunu yerine
kalpleri bağlaması (10/88), Allah’ın kişi ile
getiremeyen paslanmış kalplere elektro-şok
kalbinin arasına girmesi (8/24), kalplere kilitler
etkisi yapar. Kişi vahyin çarpıcı mesajı karşısında
vurulması (83/14), kalplerin mühürlenmesi
biranda tüm olumsuz tesirlerden kurtularak
(63/3, 9/87, 9/93) gibi ifadelerdir.
akletmeye başlar. Akletmenin kişiyi ulaştıracağı yer ise hidayetten başka bir şey olmayacaktır.
Bu ifadelerle Rabbimiz insanın mahkum olduğu
Vahyin yanı sıra afaktan ve enfüsten gelen
muhtelif halleridir. Tüm haller sonuçta Allah’ın
ayetler, tarihsel vakıalar kişinin kalbine olumlu
mutlak iradesi dahilinde olduğundan iflah olmaz
olarak tesir eden önemli faktörlerdir. Ancak kişi
hale gelmiş kalp sahiplerinin halleri de son
tüm bunları gözleriyle görebilmeli, kulağıyla
kertede O’nun iradesi dahilinde mühürlenmekte
işitebilmeli ve kalbiyle/aklıyla değerlendirip
veya kilitlenmektedir.
anlayabilmelidir. Vahyin oynadığı esas fonksiyon da kişinin kalbine tüm ayetleri güçlü bir tarzda sunarak nasıl akledeceğini ona göstermesidir. Bunu bir yandan gerek afak ve enfüsten, gerekse tarihsel olaylardan çarpıcı deliller sunarak yaparken, diğer yandan da kalbe tesir eden ve kişinin akletmesine engel olan menfi etkileri tarumar ederek, onların ne kadar boş, hakikatten uzak, gayri akil durumlar olduğunu ortaya koyarak yapar.
Kalpler üzerine yerleşen engeller, kalbin en önemli düşünme faaliyetlerinden olan fıkhetmeye engel olmaktadır. “Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa biz, onu fıkhetmelerine (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi ‘apaçık-belgeyi’ görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: ‘Bu,
Ancak bu söylediğimiz durum ölmemiş, mühürlenmemiş ve kilitler altına alınmamış kalpler için geçerlidir.
öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir’ derler.”48
Kalbin üzerine tesir eden, örten ve onu
Kur’an’da Allah, örtülü, engelli, bağlanmış, paslanmış, üzerine kilitler ve mühürler vurulmuş kalplerden bahseder. Tüm bu ifadeler mecazen, insanın iç dünyasının iflah olmaz bir şeklide menfi tesirlerin etkisine mahkum olduğunu anlatmak için kullanılır. Tüm bu etkilere mahkum olan kalp esasen akletmeyen, öğüt almayan, derinliğine düşünüp fıkhetmeyen bir kalptir. Onu sarmalayan tesirler, kalbin akletme, öğüt alma, hidayete tabi olma, takva, iman gibi eylemler üretmesine değil, inkar, nifak ve günah gibi eylemler üretmesine yol açmaktadır. Allah’ın kalp konusunda işleyen kanunları vardır. Rabbimiz bu kanunları Kur’an’da bize aktarırken
96
cebri bir durumdan bahsetmiyor. Anlatılan kalbin
kilitleyen bu durumlar asla aşılamaz ve ortadan kaldırılamaz haller olarak görülmemelidir. Zaten insanın imtihanı bir ömrü boyunca bu etkilerden kurtulması ve hangi hal ve durumla karşılaşırsa karşılaşsın akletmeyi, fıkhetmeyi, Allah’ı sürekli hatırda tutmayı (zikir) terk etmeyerek iradesini doğru kullanmasıyla amacına ulaşabilecektir. Aksi takdirde her akılsızca karar kalp üzerine eklenen yeni bir örtü, yeni bir kılıf ve akletmeye engel yeni bir set anlamına gelir. Ve bu böyle devam ettiğinde Rabbimizin kalbin işleyişine koyduğu yasalar gereği öyle bir an gelir ki kalp mühürlenir. Mühürlenen kalp artık tamamıyla, hevanın, inkarın, günahın, fıskın, insanlardan 48
Enam, 6/25, ayrıca bkz. İsra, 17/46,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ve cinlerden gelen vesveselerin tesirine girmiş
onun çalışmasını sağlayan afaktaki ve enfüsteki
ve akletmeyi, fıkhetmeyi, Allah’ı zikretmeyi terk
ayetlere ve bu ayetleri bir elektro-şok makinesi
etmiş kalptir.
gibi insana sunan vahye açarsa muttakilerden
Kalpleri mühürlenenlerin kimler olduğuna dair Kur’an’dan vereceğimiz örnekler söylemek istediğimizi daha iyi ortaya koyacaktır. Kalpleri mühürlenmiş olanlar; imanın ciddiyetini kavrayamayıp, bir iman edip bir de inkar edenlerdir(63/3), zengin/imkan sahibi oldukları halde savaştan kaçan ve geri kalanlarla birlikte kalmayı tercih edenlerdir(9/87, 9/93), günah işlemeyi hayat tarzı haline getirenlerdir(7/100), haddi aşanlar ve büyüklenen zorbalardır(10/74,
olarak hidayete ulaşacaktır. Ancak kalp buna değil de menfi tesirlere açıksa tabii ki tersi durum gerçekleşecektir. Bu nedenle, “akletme”nin ne olduğunu anlamak aynı zamanda, kalbin üzerine çöreklenen, onu perdeleyen, hatta mühürlenmesine yol açan akletmeye engel hususların neler olduğunu anlamaktır. Bu yüzden bir sonraki yazımızda “akletmeye engel hususlar”ı daha ayrıntılı olarak ortaya koyacağız.
40/35), insanları köleleştiren önderler ve
Kalp konusunu bir hususa daha değinerek
onun yandaşlarıdır (10/88), körü körüne
bitirelim. İslam düşünce tarihinde bazı akımlar
düşünmeden inkar edenler ve sırt çevirenlerdir
ve düşünürler kalbin akıl, aklın da kalp anlamına
(41/5, 41/24, 18/57, 2/88), bildikleri halde
geldiğini söylemektedirler. Bu tanımlama kalbin
hevalarını ilah edinenlerdir(45/23, 47/16),
bir fonksiyonu olan akletmeyi ifade etmek
gaflet içinde olup, bilmeyen ve bilmek için
için kullanıldığında doğru olmakla birlikte,
çaba göstermeyenlerdir(16/108, 30/59),
genelleştirilmemesi gereken bir isimlendirmedir.
sürekli sözlerini bozanlar, peygambere ihanet edenlerdir(4/155).
Yani kalp akletme fonksiyonunu da icra etmesi
Kalbe ve kalbin bir fonksiyonu/ameli olması
Aklediyor olması özelliğiyle kalbin akıl olması,
açısından akletmeye ilişkin Kur’an’dan
görüyor olmasıyla gözün göz olması veya işitiyor
verdiğimiz bu örnekler bir hususu net hale
olmasıyla kulağın kulak olması gibidir. Yani
getirmektedir: Kalbin Rabbimiz tarafından
akletmenin kalbe nispeti, görmenin göze ve
onaylanan doğru fonksiyonlar icra etmesini
işitmenin kulağa nispeti gibidir. Ancak buradaki
engelleyen etkenler içinde akletmek gibi bir yön
fark gözün fonksiyonu sadece görmek, kulağın
yoktur. Yani insan aklettiği, tefekkuh, tedebbür
fonksiyonu da sadece işitmek iken, kalbin tek
ve tezekkür ettiği için kalbi paslanmaz ve kalp
fonksiyonu akletmek değildir. Kalbin yukarıda
iman etmekten engellenmez. Tam tersine kalp
saydığımız birçok fonksiyonu bulunmaktadır. Bu
ancak bu fonksiyonlarını icra ederek iman edip,
nedenle biz kalbe “akıl” ismini ancak akletme
hidayete erebilir ve kişi bu sayede dış dünyasını
fonksiyonunu ifade ederken verirsek doğru
salih amellerle süsleyebilir.
bir isimlendirme yapmış oluruz. Aksi takdirde
bakımından “akıl” olarak isimlendirilebilir.
Tersine olarak kalbin imana ve hidayete kapanmasına neden olan hususlar, heva ve
bu, kalbin diğer fonksiyonlarını görmemizi engelleyecektir.
nefsin sınırsız arzularına teslim olmak gibi içten gelen tesirler ve nefsi ayartmak ve kişinin aklına perdeler germek için kalbe çöreklenen dış tesirlerdir. Kişi aklettiği ve iradesini doğru
NOT: Bir sonraki yazı başlığı: “KUR’AN’IN IŞIĞINDA AKLETMEYE ENGEL HUSUSLAR”
kullandığı sürece hidayet üzere olacaktır. Tersi durumda ise inkar ve dalalet kaçınılmaz olacaktır. İşte kişinin iradesini doğru kullanması için kalbin akletmek, tezekkür, tedebbür etmek gibi çok önemli hasletleri vardır. Eğer kişi bu yönünü,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
97
SÖYLEŞİ Tarık Ramazan İle Söyleşi / 27 Nisan, 2010
İslam, Batı ve Modernitenin Meydan Okumaları İslami Yorum için Çeviren:
Fatih Peyma
Burkanın Avrupa’da
Ramazan, “Pew Forum on Religion & Public Life”1
yasaklanması için
ın düzenlediği, basın mensuplarının iştirak ettiği
kampanyalar, yeni
bir yemekte bu soruları ve ilgili konu başlıklarını
minarelerin inşasını
cevapladı.
engellemek için İsviçre’deki oylama ve en son Amerika’da teşebbüs edilen terörist hareketler, Batı toplumu ile İslam’ın uyuşabilirliğini ve bu konudaki endişeleri ve soruları yeniden gündeme getirdi. İsviçre doğumlu Müslüman filozof ve alim Tarık Ramazan, geniş çapta tartışma ve tepkileri de beraberinde getirerek konuşmalar yapmakta, yazılar kaleme almaktadır.
Ramazan, Oxford Üniversitesi St. Antony’s College’da İslami araştırmalar profesörüdür, aynı zamanda merkezi Brüksel’de bulunan “European Muslim Network (Avrupa Müslüman Ağı)” adlı bir think-tank kuruluşunun başkanı, 20’den fazla kitabın da yazarıdır. “What I Believe (Neye İnanıyorum)” adlı kitabı Kasım 2009’da yayımlanan Ramazan, “Foreign Policy (Dış Politika)” adlı dergi tarafından 2009 yılının dünya çapında en etkin 100 düşünüründen biri seçilmiştir. KONUŞMACI: Tarık Ramazan, İslami
ABD Dışişleri Bakanlığı bu günlerde onun ülkeye giriş yasağını kaldırdı. Artık ABD’yi ziyaret edebilmekte ve burada konuşmalar yapabilmektedir. Tarık Ramazan’ın tecrübeleri, radikal İslam reformu ve kültürel farklılıkların kaynaştırılması hakkındaki görüşlerini nasıl etkiledi? Batılı Müslümanlar inancı ve moderniteyi dengelemek için ne yapabilirler? Avrupa’da, ABD’de ve dünyanın geri kalan ülkelerinde İslam’ı nasıl bir gelecek bekliyor?
Araştırmalar Profesörü, Oxford Üniversitesi St. Antony’s College MODERATÖR: Luis Lugo, Direktör, Pew Forum on Religion & Public Life LUIS LUGO: Davetimizi kırmayıp geldiğiniz için çok teşekkür ederiz, Prof. Ramazan. Sizi dinlemeyi ve sohbetimize iştirak etmenizi sabırsızlıkla bekliyoruz. Hoş geldiniz. Pew Forum on Religion & Public Life (Din ve Kamu
1
Hayatı Forumu), ABD merkezli bir think-tank kuruluşudur.
98
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
TARIK RAMAZAN: Başlangıçta çok fazla
pek çok konudan bahsediyor. Bunun, herkesi
söz almak istemiyorum. Çalışmalarımdan ve
kapsayan bir kitap olmasını istedim. Hem
sadece Batı’da değil, aynı zamanda Müslüman
Müslüman ülkelerdeki Müslümanlar için hem de
(çoğunluklu) ülkelerde de yapmaya çalıştığım
Batı’daki Müslümanlar için kaleme aldım. Bunlar,
şeylerden kısaca bahsettiniz. Eğer yıllardır
yaygın ve ortak sorunlardır. Benim burada ileri
yapmaya çalıştığım şeylere bakacak olursanız,
sürmeye çalıştığım şey, kutsal kitapları ele
son 25 yıldaki çalışmalarımın iki farklı aşamada
aldığımız tarzda bir radikal reformdur. Bunu
ve alanda olduğunu göreceksiniz.
da dini kaynakların klasik okuma yöntemlerini
Akademik alandaki bu iki aşamadan birincisi, oldukça önemli bir husus olan geleneksel ve klasik İslam anlayışını irdeleyecek, eleştirecek düşünceler ve kitaplar meydana getirmek. Biraz daha açacak olursak, İslami geleneğin içinde
yeniden düşünmek ve aynı zamanda günümüz için İslam ahlakını uygulamaya koymanın ve onu daha da ilerletmenin, çağdaş problemleri dile getirerek gerçekleştirmekle sağlanacağını söylemek istiyorum.
İslami sorunları ve aynı zamanda Batı’daki
Adaptasyona dayalı reformdan dönüşümsel
İslami sorunları ele alan kitaplar meydana
reforma geçmemiz gerekiyor. Kastettiğim şey,
getirmektir. Bunu gerçekleştirirken, akademik
kendimizi şartlara, meselelere adapte etmek
seviyeye saplanıp kalınmamalı ve halka da
değil, daha iyiyi elde etmek adına bir şeyleri
hitap edilebilmelidir. Çünkü Batı’daki Müslüman
değiştirmek için uygulamalı etiği önermektir. Bu
topluluklarla birtakım sorunları ele alıp onları
da Müslüman ülkelerdeki Müslüman aydınların
çözebilmek için Müslüman ülkelerle akademik
katkısıyla ve Batı’daki aydınların katılımıyla
çabalar yanında, halka hitap eden çabalar içinde
olacak bir şeydir. İşte bu sayede reformun
de olunması gerekmektedir. Bahsettiğim iki alan
gerçek manasını anlamaya varabiliriz.
ve aşama işte budur.
Bunun yanında bir diğer önemli husus ise,
Kitaplarda, Müslüman ülkelerdeki sorunlar
İslam’da yetki/otoritenin ağırlık merkezinde bir
hakkında yazılara rastlayabiliriz. Örneğin
değişim ortaya koymaktır. Kitapta bahsettiğim
bugünkü sohbetimizin başlığı “İslam, the West
şey de işte budur. Yani metne bağlı kalan
and the Challenges of Modernity (İslam, Batı
alimlere/bilginlere bel bağlayamayız. Eğer
ve Modernitenin Meydan Okumaları)” aslında
çağdaş/günümüze ait problemlerle mücadele
benim, Müslüman ülkelerdeki hedefler/ilkeler
etmede ciddiysek, kontekste bağlı kalan alimler/
ve İslami sorunları sorguladığım, ele aldığım bir
bilginler yetiştirmemiz gerekiyor. Bu, oldukça
kitabımın adıdır. Bunun hakkında bir dizi kitap
önemli bir şeydir. Fakat bunun, otoritenin ağırlık
yazdım. Biraz daha açacak olursam, mesele
merkezindeki bir değişimle ilişkisi vardır. Neden
aslında Müslüman ülkelere yapılan günümüz
mi? Çünkü bizim alışkın olduğumuz şey, yalnızca
meydan okumaları karşısında Orta Doğu’da,
ve yalnızca metne dayalı alimlerden/bilginlerden
Asya’da neler olup bittiği hakkındadır.
gelen bir şeylerin bizlere ulaşmış olmasıdır.
Diğer kitaplarım Batılı Müslümanlar hakkındadır.
Mesele sosyal bilimlere ve tıp bilimine geldiğinde
Bu konuya 90’larda, seküler toplumlarda
(kitabımın ikinci yarısında yedi pratik alanda
Müslümanlar hakkında bir kitap yazarak
örnek olayları ele aldığım için kitapta bunu
başladım. Arkasından “To be a European
bir örnek olarak kullanıyorum), örneğin
Muslim (Avrupalı Müslüman olmak)” ve
Müslümanlar tıp biliminde iyi işler çıkarıyorlar,
“Western Muslims and the Future of İslam
ama aynı şeyi sosyal bilimlerde, eğitimde,
(Batılı Müslümanlar ve İslam’ın Geleceği)” adlı
kadınlar konusunda, ekonomide, felsefede ve
kitaplarım geldi.
siyasette gerçekleştirdiklerini söyleyemeyiz.
Radikal Reform: “İslamic Ethics and Liberation (İslam Ahlakı ve Özgürlük)” adlı kitabım,
Ben, “İslami uygulamalı etik” için yeni bir yapı sunmaya çalışıyorum.
İslam geleneği içinden gelen bir kitaptır. Fıkhi
Bu, günümüz sorunlarından bahsettiğim bir
meselelerden tutun da temel ilkelere kadar
kitap oldu. Sadece Batı hakkında değil (çünkü
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
99
bence, Müslüman ülkelerin problemleri ile
kulak verildiğini bilmektir. Bu, Fas’a, Ürdün’e
Batı’nın problemlerini birbirine karıştırmama
gittiğimde tecrübe ettiğim bir şeydir.
konusunda dikkatli olmalıyız), ama aynı zamanda “bu aynı şey değil” diyerek her şeyi araştırmama/ayırmama konusunda da dikkatli olmalıyız. Bunu İslam’ın içinden biri olarak söylüyorum ki sadece bir tek İslam vardır. Fakat pek çok yorumu ve pek çok kültürü mevcuttur. Ve bugün Batı’da ele aldığımız şeyler, Müslüman ülkelerde olup biten şeylere büyük etkisi
Geçen Endonezya’daydım. Batı’dan yaptığımız katkının dinlendiği, dikkate alındığı apaçık bir gerçek. Hatta Malezya’da bile bu böyle. Singapurlu Müslüman kimliğinden bahsettiklerinde Singapurluların tecrübesi, işte tam olarak hem Avrupalı olup hem de Müslüman olmakla veyahut hem Amerikalı hem de
olmuştur ve olmaya devam edecektir.
Müslüman olmakla aynı şey.
Evet, bir diyalog mevcut. Oxford’daki
Bu yüzden bunlar birbiriyle bağlantılı ve
pozisyonumda gerçekleştirmeyi amaçladığım şey, bu uygulamalı etiği ilerletmek adına farklı düzeydeki birbiriyle konuşan Müslüman ve Batılı aydınları/akademisyenleri bir araya
önümüzde duran sorunlardır. Ve bizler bunlarla yüzleşmek zorundayız. Benim yapmaya çalıştığım da işte budur. Ve ben içerden biri olarak buna önayak olmaya çalışıyorum.
getirebilmektir.
Müslüman alimlerin, aydınların kendi aralarında
Son kitabım olan “What I Believe (Neye
eleştirel diyalog, sadece Batı’daki toplumlarla
İnanıyorum)”u yazma fikri İtalyan bir
yapılan bir diyalog değil, aynı zamanda
yayımcıdan geldi. Bana bütün kitaplarımın
Müslüman ülkelerle de yapılan açık bir
akademik, kalın ve hacimli olduğunu, herkese
diyalogdur. Teşekkürler.
bu şekilde eleştirel tartışmalar var ve bu
hitap etmediğini söyledi. “Bu yüzden Batılı Müslümanlar hakkında sizin görüşlerinizi, insanların kolaylıkla hemen anlayabileceği basit bir kitap hazırlayabilir miyiz?” dedi. İşte “Neye İnanıyorum” adlı kitabım Batılı Müslümanlar hakkında görüşlerimi özetleyen bir kitap oldu. Batılı Müslümanlarla kastettiğimiz; Kanada, ABD, Avrupa ve Avustralya’daki Müslümanlardır. Bütün bu yerlerde bulundum. ABD’ye girişimin yasaklı olduğu yıllarda ABD’deki Müslümanlarla sürekli irtibat halindeydim. Batı’nın deneyimleri hakkında bu türden bir diyaloga ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanlar, Batı ve Avrupa arasında farklar varmış demelerine rağmen (evet bu doğru, Avrupa ve ABD arasında farklar var) hala Batı’da yaygın sorunlar var ve bizler etraflı bir şekilde anlamak zorunda olduğumuz şeyleri ele alıyoruz. İşte böyle! Ben bunu yapmaya çalışıyorum ve şimdi benim en büyük meselem, çağdaş sorunlar için bahsettiğim İslami uygulamalı etiğe denk düşen bir şeyi elde etmek; Batı ile Müslüman ülkeleri birbirine bağlamak, sorunlarımıza cevaben ortaya koyduğumuz şeylerin Müslüman ülkelerde okunduğunu,
100
LUGO: Teşekkürler. Şimdi sohbete dahil olma zamanı. Başlayalım. JULIA DUIN, THE WASHINGTON TIMES: Sayın Ramazan, az önce bir şeyleri daha iyi hale getirmek için etiğin sağlanması gerektiğini söylediniz. Bu, Batı’da bir tür “şeriat kanunu şekli” anlamına mı geliyor? RAMAZAN: Hayır. Ne söylemeye çalıştığımı doğru okumak çok önemli, çünkü ben şeriat kanunu kelimesini telaffuz ederken oldukça hassas davranıyorum. Batı’da ne olup bittiğinden bahsedeyim. Bana göre, şeriat kelimesi “Batılı Müslümanlar ve İslam’ın Geleceği” adlı kitabımda, hedeflerimize ve amaçlarımıza karşı saygılı olduğumuz takdirde, doğruluğa giden yol diye tercüme edilmiştir, doğrusu da budur. Örneğin, ABD ve Avrupa’dayken kanunlar önünde eşit olduğumu söyleyen haklara sahip olduğumda, işte bu benim şeriatım olur. Başka bir şeye ihtiyacım yoktur. Bu iki kapalı (birbirine kapalı –cahiliye ve İslam) bir sistem değildir. Bence bu, bunu ifade etmek için yanlış bir yoldur. Bunu anlamak için de yanlış bir yol. Bu nedenle ben içerden biri olarak (şeriatın bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kapalı ve dar anlayışını) bazı İslami akımları
Şu karikatür krizi patlak verdiğinde,
sorguluyorum.
Danimarka’daydım. Şu anda burada bile sahip
Ne demek istediğimi, İngiltere’de yapılan tartışmada daha iyi anlayabilirsiniz. Hatırlarsanız Canterbury Başpiskoposu, şeriatın kabul edilmesini ya da en azından Müslümanlara ulaşabilmesini istemişti. Öncelikle onun dediği şey, İngiltere’de örf ve adet hukuku/yazısız hukuk tarafından verilmiş, bazı bölgelerde serbest olan bir şeydir. Müslümanların kanun içerisinde yollarını bulabiliyor olmaları zaten çoktan gerçekleşmiş bir vakıadır. Bu; Hristiyanların, Yahudilerin, Müslümanların yapmakta olduğu bir şeydir. Ben Başpiskoposun iyi anlaşılmadığını açıklamaya çalıştım. Benim buna cevabım, Müslümanların paralel bir sisteme ihtiyacı yoktur. Onlar sadece yazısız hukuka uyuyorlar. Ve bu kanunun hareket alanı içinde ve İslami yasal geleneğin esnekliği içinde biz yolumuzu bulabiliriz.
olduğunuz şey, karikatürler hakkındaki yeni bir olaydan başka bir şey değil. Bir an için olaya eleştirel bakalım. Bu yasal bir şeydir. Dinlerle alay etmek Batı kültürünün bir parçasıdır. Bunun tarihle alakası var. Bu yüzden, bizler “bunu engellemek için kanunlara ihtiyacımız var” deyip bu türden şeylere yönelmek istemiyoruz. Bence Müslümanlar yaşadıkları coğrafyayı anlamalı. Ayrıca ben, Müslüman ülkelerde de bu türden şeylere karşı olmak zorunda olmadığımızın anlaşılmasını istiyorum. Şimdi biz kanunlarla haşir neşiriz ve bence kanunlara sadık kalmak ve bu yasaldır demek zorundayız. Aynı zamanda kabul edilemez ifadelerle ve ırkçılıkla bağlantılı olduğundan dolayı yasa dışı olan şeyler olduğunu da biliyoruz. Hiçbir yerde sınırsız özgürlük yoktur. Mesele insanlara hakarete, ırkçı söylemlere varırsa, bizim bunun gerçekleşmesini engellemek için kanunlara ihtiyacımız olur.
Ve benim buna cevabım, kanunlara uyan ve bir sorunu olmayan Avrupa ülkeleri, Avustralya, Kanada ve ABD’deki Batılı Müslümanların çoğuna bakmanız olacaktır. Onlar özel kanunlar talep etmiyorlar. Amaçlara gelirsek, bizler Batı ülkelerinde, Müslüman pek çok ülkede olduğundan daha çok ideal İslam’a yakınız. Ben diğerinin aksine bunu tercih ederim. KIM LAWTON, RELIGION & ETHICS NEWSWEEKLY: Sayın Ramazan, siz Batı ve Müslüman ülkeler arasında bazen var olan gerginlikten bahsettiniz. Bu gerginliğin en büyük örnekleri ifade özgürlüğü ve dine hakaret alanlarında görülmekte. Ben şunu merak ediyorum. Sizin için ifade özgürlüğü ile başka birinin dinine hakaret arasındaki çizgiler nelerdir? Bu çizgiler evrensel mi yoksa bunlar bölgeden bölgeye değişirler mi? RAMAZAN: Bence biz, tarihimize sadık kalmalı ve bütün bu hikayelerin nereden geldiğini anlamalıyız. Ben Müslümanlara şunu söylüyorum. Bizim, dine küfretmeye/hakarete karşı yeni kanunlara ihtiyacımız yok. Bence şu anda sahip olduğumuz yeterlidir. İfade özgürlüğünü sınırlamak istemiyoruz.
Fakat hepimiz bu konuda hemfikiriz. Bence bu evrenseldir ve hepimizin varacağı nokta burasıdır. Şimdi, çok daha psikolojik bir gerçek var. Bunu hesaba katmak zorundayız. Kültürümüz ve kanunları okuyuş şeklimiz, aynı zamanda hafızamızla irtibatlı olmalıdır. Örneğin, biz Müslümanlara Avrupa’da eşit davranılmadığını söyleyen Müslüman gruplar, Müslümanlara kötü muamele yapıldığını insanlara göstermek istediklerinde, onlara ifade özgürlüğünün arkasına sığınarak Yahudilere hakaret edemeyeceklerini ve bu yolun yanlış yol olduğunu söyledim. Neden mi? Çünkü siz hassas davranmak zorundasınız ve sorunları kolektif (topluluk) psikolojiye göre ele almak zorundasınız. Evet, Yahudilere hakaret etmek ve acılarına gülmek yasaldır. Ama bu yanlıştır. Etik olarak ve kolektif psikoloji açısından yanlıştır. Bu yüzden bu, çözüm değildir. Çözüm, yasal olsa da hassasiyete dokunmamaktır. Bu nedenle Müslümanlara şunu söylüyorum ki eleştirel bir tutum takının ama yasal olsa bile etrafınızdaki insanlar, böyle bir fikirden hoşlanmadığınızı anlasınlar. İşte böyle! Ben bundan hoşlanmıyorum diyerek tepkinizi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
101
ortaya koyun. Bu bana yakışmaz. Ben bir
Müslüman ve hümanist etik anlayışı bir şeyleri
dine gülmüyorum. Bunun benle alakası yok.
daha iyi hale getirmek adına bu alanlarda
Kültürel bir şey. Hatta Budistler bile buna alışık
reform yapmaya yardımcı olabilir. Bu bir araya
olmadığından bunu sevmeyeceklerdir. Şunu
gelmek zorunda olduğumuz yerdir. Bana göre
anlamalıyız ki biz psikolojik yöntemle psikolojik
İslam bilimleri, İslami finans gibi algıları yıkmak
sorunları ele almalıyız ve bahsetmek zorunda
gerek. Alternatif bilimler aramaya gerek yok. Bu
olduğumuz var olan kolektif hassasiyetleri
doğru olmayan bir şeydir.
anlamamız gerekiyor. Bu da karşılıklı bilgiden geliyor.
Bizler bazı prensiplere ve amaçlara sahibiz.
Ama çözüm, insanları engelleyecek bir
hümanistlerle görüştüğümde aynı amaçları
kanunla gelmeyecektir. Ve tam da başka bir
olduklarını görebiliyorum. Burası tam da İslam
konuda Fransızlara söylediğim şey de budur.
ahlakının ne olduğuna vakıf olan Müslüman
Siz özgürlüğü, burkayı ve nikabı/peçeyi
bir varlığın amaçları sorgulayacağı ve araçları
yasaklayarak kısıtlıyorsunuz. Bence bu işe
düşüneceği bir yerdir.
Fakat ben Hristiyanlarla görüştüğümde, ya da
yaramayacak. Doğru yol değil. Öyle bir şeye yönelmeyin. Daha fazla eğitimden, psikolojiden
Bu yüzden şunu söylemek gerekir ki sizler,
bahsedin. Zihniyetin değişmesi zaman alır.
çoğunlukla Müslümanlar için olan İslami okullar
Onların şunu anlamasını istiyorum ki biz
olarak hareket etmelisiniz. Genel prensiplerin
Müslümanlar olarak nikabın ve burkanın
farkına varılmalı. Neyden mi bahsediyorum?
İslami emirler olmadığını söyleyerek bu işi
Bilgiden bahsediyorum. O yüzden, İslam’ı
başarabiliriz. İnancım şudur ki çoğunluk da
doğru bir şekilde kavradığımızda bize düşen,
böyle düşünüyor. Çok az bir grup nikabı ve
“İslami gelenek böylesi bir tüketim toplumunda
burkayı savunmaktadır. Her hassas konuyu
maneviyat hakkında bizlere ne düşünmemizi
yasal bir meseleye çevirmeme konusunda çok
tavsiye ediyor?” bunu sorgulamaktır.
dikkatli olmak zorundayız. Bunu yaparsak yanlış
Amaçlarımızı daima aklımızda tutmalıyız. “Biz
yaparız.
bunu neden yapıyoruz?” diye.
LUGO: Ross, South Park’dan bahsedersek?
Örneğin ekonomide, alternatif bir İslami
ROSS DOUTHAT, THE NEW YORK TIMES: South Park’dan bahsederek, Julia’nın sorusuna devam niteliğinde bir sorum olacak. Acaba bizlere İslam’ın Batı’ya ya da özellikle Avrupa’ya ve tabii ki ABD’ye ne sunabileceğinden bahseder misiniz? Bence bu çok ilgi çekici ve ince bir
meydana getirerek değil, Batı’daki eğitime dahil
ekonomiye (faizsiz) sahip olduğumuzu söylüyoruz. Bu, hayalden başka bir şey değil. İşe yaramıyor. Aslında kavramları değiştiriyoruz. Fakat yaptığımız, sonuçta aynı şey. Başka başka kavramlarla aynı sonuçlara varıyoruz. Bana göre ikiyüzlüce bir hareket.
fikir. Yani her iki yönde hareket eden reform
Burada, konuyu biraz daha derinlemesine
fikri. Acaba siz Batı’yı şekillendiren İslam’ın
ele almalıyız. Bu nedenle, yeni bir “bizden”
yönü hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi verebilir
bahsediyorum. Batılı bir Müslüman olarak
misiniz?
benim varlığım, ahlakla, amaçları sorgulamakla,
RAMAZAN: Benim için gerçekten önemli olan şey, bizim inançlı insanlar olup olmadığımızdır. Dindar insanlar ya da hümanistler, bugün sorunları ifade ettiğim şekle bakıyorlar. İslam ekonomisinden, İslami finanstan, İslami tıptan
bir yaşam felsefesiyle cevap buluyor. Mesele; amaçlara, bütün bunların amacına, global ekonomiyi ve ürünleri ele alış şeklimize geldiğinde, benim gibi aynı soruları soran insanlarla karşılaşıyorum.
bahsetmiyorum. Tıptaki, finanstaki İslam
Adalet anlayışımızı, iş dünyasında farklı
ahlakından bahsediyorum.
muameleleri, “Latin Amerikalı ya da
Bununla ne mi demek istiyorum? Bizler ortak bir temele, alana sahibiz. Hristiyan, Yahudi,
102
siyahsanız bu ülkede ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğünü söyleyen insanlara nasıl
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
davranacağımızı” sorgulamamız gerekmektedir.
topluluklarda veya İslam toplumlarında
Ve bence bunun etik anlayışımızla, uygulamalı
sahip olduğumuz eğitim metodolojisini ve
etikle alakası var.
eğitim yöntemimizi ıslah etmeliyiz. Batı’daki
Ben İslam’a has bir şeyden bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey; konu, amacımızla ilgili bir tartışmaya geldiğinde İslam’ın dahil olabileceği bir şey. Amerikalı beyazlara, Avrupalılara ve Batılı dinleyicilere yaptığım konferansların
Müslümanların zihniyetinde büyük değişimi sağlamak zorundayız. Bence bu gerçek, daha iyi anlaşılıyor ve biz gelişiyoruz. Son 30 yılda Amerika, Kanada ve Avustralya’daki değişimi görebilirsiniz.
%99’u “bir sorun olarak siz”ler hakkındaydı.
Avrupa’nın seküler bir kıta olduğunu,
Bunu değiştirmek ve kendimi de dahil etmek
orada manevi bir kriz olduğunu, bu yüzden
istiyorum.
Müslümanların arttığını söylemek retorikten
DOUTHAT: Biraz daha açacak olursak şunu sormak istiyorum. Ben sizin Hristiyan etiğiyle uyum içersinde olabilen ve evrenselleşmeye uygun İslam ahlakıyla, hümanist ahlak arasında az da olsa yapmış olduğunuz ayrımdan biraz daha bahsetmenizi isteyeceğim. Bununla beraber bir de teoloji ve maneviyat sorunu var. Avrupa’da Hristiyanlığın krizde olduğuna dair ve buna paralel olarak da bu krize (belki aynı fikirdesiniz, belki değil ) gelişmekte olan İslam’ın cevap olacağına dair bir inanç var. Bu tabloyu nasıl görüyorsunuz? Avrupa’da manevi ya da dini bir kriz olduğuna ve İslam’ın buna cevap olabileceğine inanıyor musunuz? RAMAZAN: Hayır. 25 yıldır Batı’da ve hatta Avrupa’da Müslüman topluluklarla iç içeyim. Bizim asıl sorunumuz kendi aramızdaki, içerde mevcut olan krizdir. Ortada iki tür kriz var Batı’da ve Amerika’da bir dini kriz var, birde kimlik krizi. Biz kimiz, ne istiyoruz, olgunlaşmış bir kişiliğe nasıl sahip olacağız ve dünyamızla nasıl tutarlı hale geleceğiz? Bu hepimizin ortak sorunudur.
başka bir şey değil. Bu, korkuların temelinden kaynaklanan bir şey. Popülistler bunu, bugün Avrupa’da oldukça endişe verici şekilde kullanıyorlar. Fakat bence bu doğru bir davranış değil. Müslümanların üç alanda çok daha entegre olduğunu söyleyebilirim ve ben daima bu üç kuralı savunmuşumdur. Onlar ülkelerinin kanunlarına uyarlar. Avrupa da yaşadıkları ülkenin dilini konuşurlar ve ülkelerine sadıktırlar. Şimdi dini kimliğe dönecek olursak, bu çok daha derin bir krizdir. Önümüzdeki günlerde kolayca çözülecek gibi de görünmüyor. Hiçbir sorun yokmuş gibi göstermek, abartılıyor demek yanlış bir tutumdur. DAVID KIRKPATRICK, THE NEW YORK TIMES: Eğer daha farklı koşullarda, mesela Müslüman bir ülkede, geleneksel şartlar içinde olsaydınız yine de, Kur’an’da ve İslam geleneği içersinde savuna geldiğiniz şeyler için bir temel bulabilir miydiniz? Kasdettiğim şey, devletin ve kilisenin ayrışması olan bir tür çoğulculuk ve bireysel ifade özgürlüğü. Bu fikirleri böyle bir ortamda söylemek kolay. Ama diğer tarafta bu fikirlerinizi nasıl dile getirecektiniz?
İslam’ın çözüm olduğuna inanan insanlar çıkmış, “bizim maneviyatımız var” diyorlar,
RAMAZAN: “Diğer taraf mı?”
bence bu yanlıştır. Önemli olan niteliktir. Sayıca
KIRKPATRICK: Konuşmanızda iki taraftan
artışın bir anlamı yoktur. İşte burada öz eleştiri
bahsetmiştiniz.
yapılmalıdır.
RAMAZAN: Hayır, hayır. Şaka yapıyordum.
Ben bunu yapıyorum. “Neye inanıyorum”
Kısmen şakaydı. Ne yapmaya çalıştığımı pek
adlı kitabımda eğitim, daha az şekilci olmak
çoğu anlamıyor. Müslümanlar tarafından
ve maneviyat hakkında öz eleştiri yaptığımı
dinlenilmek istiyorsanız geleneğe bağlı kalmak
göreceksiniz. İşte Müslümanların yüz yüze
zorundasınız. Ben Mısır’da oldukça yoğun klasik
olduğu kriz budur. Burası, biz Müslümanların
bir eğitim aldım. Öğrenme hakkı denen (bi
İslam anlayışımızı düzeltmemiz, ıslah etmemiz
haqq al-riwaya) yedi özel dalda eğitim gördüm.
gereken yerdir. Yani Batı’daki Müslüman
Neden? İçerden dinlenmek, kaale alınmak için,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
103
buna ihtiyacım olduğunu biliyordum. Bu bahsettiğim özel eğitim dallarındaki her kitabım geleneğe dayalı olmuştur. Örneğin “Radikal Reform”un ilk üç bölümü tarihe ve fıkıh usulü ilkelerine dayanır. Yaptığım şey budur. Şu
beni destekledi. “Alimlerle bu konuyu ele alman gerekiyor” dedi. Benim cevabım ise şöyle oldu: Yedi yıldır alimlerle konuşuyorum. Özel sohbetlerimizde aynı fikirdeyiz; ama alenen, toplum içinde olduğunda değiliz.
an kitap Arapçadır; aynı zamanda buna da dahil
Bu halka çağrıdır. Bu yüzden meydan okuyorum.
olmaya çalışıyorum.
Eğer Müslüman ülkelerle sahip olduğum
Peygamber ve hayatı hakkında yazdığım kitap da klasik geleneğe dayanıyor. Bu yüzden kimse çıkıp bunlar doğru değil diyemez. Örneğin ben bugün “peygamberler döneminde erkekler ve kadınlar camide bir aradaydı” diyorum. Eğer biri çıkıp aksini iddia ederse “bak, referansım burada” diyorum. Bu nedenle kimse bir şey söyleyemez.
bağlantıları dinlerseniz (örneğin Endonezya, Hindistan, Ürdün ve hatta Mısır’da) oralara adım atamam. Ama alimlerle irtibat halindeyim. Bu oldukça önemli bir şeydir. Şunu söyleyebilirim ki, bu konuyu ciddiye alan birisi bunun duyulup duyulmadığını kontrol etsin. Pek çok alim tarafından reddedilmiş olabilir. Örneğin, Katar’da bir konferans veriyordum.
Ben moratoryum (hükümlerin -İslami hadler/ cezalar- askıya alınması) çağrısı yaptığımda, sanki Batı’da bu hükümleri ilga edelim/kaldıralım şeklinde yanlış anlaşıldı. Oysa “kullanılmaz diye hüküm vermek” yapılacak doğru bir
Odalar genç Müslüman erkeklerle ve bayanlarla doluydu. “İşte bu” diyorlardı. “Bu tam olarak farklı, yeni duyduğumuz şeyler” diyorlardı. Bu iletişim gittikçe gelişiyor. Yapmaya çalıştığım şey, tam da budur.
hareket değildir. Fransa’da oturarak bir kararı
Müslümanlarla konuştuğunuzda, tartışmayı
yürürlükten kaldıramazsınız. Hayır, içerideki
İslami kaynaklarla sınırlamalı, farklı
mantığı anlamak zorundasınız.
kaynaklardan bahsetmemelisiniz. Yoksa
Bu yüzden, İslam adına, metne güvenerek; eğer metin konusunda, şartlar konusunda, toplum hakkında ciddiyseniz, bunu
işe yaramaz. Hatta hain olarak bile kabul edilebilirsiniz. İnsanlar sık sık bana “diğer tarafa mı çalışıyorsun” diye soruyorlar.
gerçekleştiremezsiniz. Zihniyetin değişimi
Bu nedenle siz, “hayır ben konuşmuyorum”
zaman alacağından dolayı ben toplum içi
derken çok net olmalısınız. Sizler moratoryumu
tartışmayı tavsiye ediyorum.
ve benim bahsede geldiğim diğer şeylerin;
Asıl mesele şu ki ben bütün düşüncelerimi geleneğe dayandırıyorum. Örneğin, bu yeni uygulamalı etik, klasik geleneğe dayanmaktadır.
örneğin, İslam’daki farklı otoritelerden ve klasik gelenekten geldiğini biliyorsunuz. Öyleyse bana, onun Batı’dan geldiğini söylemeye kalkmayın.
İslam’ın büyük alimleri de bunu demektedir.
Sekülerizmle alakalı tarihsel tecrübemiz,
Haklı mıyım? Eğer yanlışsa bana söyleyin. Eğer
Mısır’da, Suriye’de ve diğer ülkelerde
doğruysa, konuşmaya devam edelim.
uygulandığı şekil yüzünden tamamen
Fas’a (Tetovan -çok geleneksel bir yerdir-) gittiğimde 35 alim moratoryuma karşı çıktı. Uygulamalı, etik hakkında söylediklerime karşı çıktılar. Daha sonra tartıştık. Bu üzücü bir durum. Ben yoluma devam ediyorum, ama irtibat halindeyiz. Mısır müftüsü Ali Goma’a, moratoryum için çağrının ilginç olduğunu söyledi. Morotoryum için çağrının yanlış olduğunu ama moratoryumun özü, asıl anlamı konusunda
104
diktatörlüktü. O yüzden tarihsel tecrübe, otoritenin ayrılığının esası hakkında size fazla bilgi vermez. Fakat eğer klasik geleneğe gelecek olursanız, onun orada olduğunu görürsünüz. Bu, daha derin bir şekilde incelenmesi gereken bir şeydir. Bu yüzden içerden gelen biri olarak karşı çıkıyorum. Benim için Batılılar tarafından anlaşılmak daha önemlidir. Eğer yapmaya çalıştığımız şeyi anlamasalar da, ilerlemek için buna ve toplum içi diyaloga ihtiyaç duyuyorsak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“diğerleri”nin dünyasını anlamak zorundasınız.
Örneğin, 15 yıldır bayanlara kötü muamelenin
Aksi takdirde, bizi bekleyen şey kibirden
yanlış olduğunu söylüyorum. Hatta El-Ezher’de
başka bir şey olmaz. Üzgünüm ama bu ülkede
bile “hadisler var, bayanlara kötü muamele
yaşayanlar, entelektüeller, akademisyenler
haramdır” diyen alimler tanıyorum. Bunun
Müslüman dünyayla konuşma şekillerinden
İslam’a yakışmayan şeyler olduğunu söyleyerek
dolayı, iktidar mücadelesi içersinde olan
cevaplar vermek emir gibi algılanabilir. 2 yıl
kibirli kişiler olarak algılanıyorlar. Bu da bizim
önce Müslüman ülkelerden 15 farklı alimden
ilerlememize yardımcı olmuyor.
bunun haram olduğunu, durdurmamız
JEFFREY BROWN, NEWSHOUR: Az önce pek çok alimin size özelde evet, ama toplum içinde hayır dediğinden bahsettiniz. Bu tür meselelerin halk arasında dile getirilmesinde engeller var
gerektiğini dile getirdik. İşte burada diyalog çok önemli. Müslüman ülkelerdeki mantığı anlamamız gerekiyor. Bazı alimler konuşamıyor, öyleyse bu işi kim yapacak?
dediniz. Bunlar nelerdir, açabilir misiniz? Halk
Fakat onların konuşmasını beklerken seküler
arasında çoğulculuk hakkında konuşulmasını,
otoritelerin bazıları yeni değişimleri, meydan
bu konularda hem fikir olunmasını, bundan
okumaları umursamıyor. Vatandaşlarına
bahsedilmesini ne engellemektedir?
İslam üzerinde güçlü/söz sahibi olduklarını
RAMAZAN: Evet, bu güzel bir soru. Burada ikili bir problem var. Birincisi, Müslüman ülkelerde ve özellikle Arap ülkelerindeki durum. Buralarda ifade özgürlüğü yok. Örneğin, bugün El-Ezher liderliği Mısır hükümeti tarafından seçilmektedir. Bu bazen toplumu ve İslam’ı temsil eden insanlar arasında var olan bağlantıyı kesme yoludur.
göstermek istiyor. Bu yüzden pek çok kendine özgü sembolik meselelerde, insanlara “biz Müslümanız ve İslam’ı korumaktayız” deme adına çok sert olabiliyorlar. Demokratikleşmeye halen hazır değiller. Fakat belli başlı dini detaylarda, örneğin Mısır’daki 20 eşcinselin cezalandırılmasında ise “bakın biz İslam’a göre hareket ediyoruz” demektedirler ve bu, duygular üzerinde de işe yarıyor. Ama ne var ki içerdeki
Önemli olan ikinci mesele ise şudur ki, eleştirel tartışma günümüzde var olmadığından dolayı olaylara duygular ve ayrıntılar hakim olmaktadır. Örneğin, başörtüsü hakkında bir karar alırsanız toplumu kaybedebilirsiniz. Müslümanlar tarafından algılanan bir şey hakkında karar alırsanız (algılanan diyorum, çünkü psikoloji ve algının birbiri ile alakası vardır), siz toplumu kaybedebilirsiniz. Bu yüzden onlar korkuyorlar.
zihniyetin değişmesi üzerinde işe yaramıyor. Buradan itibaren, sık sık bunu kabul ederek oyun oynuyoruz. Bence burası, çoğu seküler ülkelerde ve Müslüman ülkelerdeki seküler hükümetlerde, kendilerini hain olarak algılanmaktan korumak için İslam üzerinde çok geleneksel bir pozisyon kullanabildiklerini anlamamız gereken bir yerdir.
Onların çoğu Tetovan’daki tartışmadan sonra
Karikatür krizinde, minarelerin yasaklanması
bana gelip “seninle aynı fikirdeyiz, ama bunu
tartışmasında ne görüyorsunuz? Görüldüğü
dile getirmeyeceğiz” dediler.
üzere, onlar halkların gösteri yapmasını
Psikolojiyi anlayabilirsiniz. Onlar toplumla bağlantı içinde olmaya ve otoriteye karşı bir
istemiyorlar; fakat halka, Batı İslam’a saldırdığı için biz de Batı’ya saldırıyoruz demeye hazırlar.
tehdit olarak algılanmaya çalıştıklarından dolayı;
Karikatür krizi Danimarka’da başlamadı.
ülke içindeki gerçek siyasi ve dini mantığın çok
Danimarkalı Müslümanlar çok akıllı ve
güç hale geldiği nokta, işte tam da burasıdır.
sakindiler. Bu kriz, başbakanın büyük elçilerle
Onlar arada sıkışmış kalmışlardır. Bu yüzden
görüşmeyi reddetmesinden sonra patlak verdi.
onlarla konuşmak zordur. Batı’da yaşayan
Onlar da bunu saygısızlık olarak karşıladılar.
Müslüman alimler/aydınlar olarak yapılması
Mısır’a, Suriye’ye geri döndüler ve kriz oradan
gereken şey, bizlerin aracı olmasıdır. Bazı
başladı. Yani bu, Avrupa’da gerçekleşmiş bir
soruları sorarak, cevaplar üreterek ve yolumuza
şeyin burada algılanış şeklinin siyasete alet
devam ederek aracı olmalıyız.
edilmesiyle alakalı bir şey.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
105
İnsanlara, “ülkemizde fazlasıyla özgürlük var”
varoşlardaki bütün sosyal sorunların merkezinde
demektense Batı’ya karşı olduklarını söylemek
İslam varmış gibi algılanıyor. Bence bu oldukça
çok daha kolaydır. Bu oldukça karışık siyasi bir
Avrupa’ya has bir şey.
oyun ve bence sizin şunu anlamanız gerekiyor ki alimler şu an bir süreç içinde ve onlardan ifade edemeyecekleri şeyleri beklemeyin. Bu uzun bir süreç, sizinle aynı fikirdeyim. Bizim daha cesur
Şimdi bundan daha karışık olan Amerika örneğine gelelim. Çünkü Amerika’daki göçmenler buraya, daha bilgili ve kökenlerinin
alimlere ihtiyacımız var.
kültürleri ve dini ilkeler arasındaki farkı
AMY SULLIVAN, TIME: Batı’daki pek çok
Bunu onlara yaptıran şey, Amerika’nın kendine
Müslüman’ın kimlik krizine maruz kaldığını
özgü çevresinin oluşudur. Onlar “tamam yarım
söylediniz. Acaba pek çok Avrupa ülkesindeki
bir kimliğe sahip olabilirim, hem Amerikalı
ve Amerika’daki Müslümanların farklı
hem de Müslüman olarak kalabilirim.’’ dediler.
tecrübelerinden biraz daha bahsedebilir
Gerçek şu ki onlar Avrupa’da olduğu gibi sosyo-
misiniz? Çünkü ortada iki farklı tecrübe var gibi
ekonomik problemlerle karşılaşmıyorlar. İşte bu
görünüyor.
farklı zorluklara/sorunlara sahip bir konudur.
görebilecek şekilde donanmış olarak geldiler.
Pek çok Amerikalı Müslüman için; bu, bir Müslüman, bir Amerikalı, bir erkek ya da kadın
Bu daha çok kimlikle ve Amerikan rüyasına ve Amerika’ya dahil olmuş olmakla alakalıdır.
olarak ve yahut ne kadar kimliği varsa bu
Avrupalı ve Amerikalı Müslümanların müşterek
kimliklerini nasıl bir araya getirecekleri ve nasıl
sorunlarına gelecek olursak. Afro-Amerikalı
dengeleyeceklerini bulup bulmama meselesidir.
Müslümanlar, Amerika’da özellikle şehirlerde
Pek çok Avrupa toplumunda ikili kimlik ve çoklu
ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüklerini
kimliğe sahip olma geleneği ve deneyimi yok ve
söylemektedirler. Dini problemlerin yanında bir
öyle görünüyor ki entegre olma adına yeni yeni
de saydığım sorunlar vardır. Din problemine, bir
sorunlar ortaya çıkıyor.
de sınıf ayrımcılığı gibi sosyo-ekonomik sorunlar
RAMAZAN: Evet, farklı sakıncalar ve bilindik sorunlar söz konusu. Birincisi, görünen o ki Avrupa’ya gelen göçmenler ekonomik sürgünden
da eklenmektedir. İşte Avrupa’da Müslümanların tecrübe ettiği sorunlara paralellik arz eden sorun budur.
gelen, ılımlı geçmişleri olan ve İslam hakkında
Bu sorunlara şimdi toplum içi diyalog eksikliğini
pek bilgisi olmayan göçmenlerdir. Çalışmak için
ve kimlik krizini de ekleyin. Bu da Amerikalı
geldiler ve İslam hakkında ve kültürleri hakkında
Müslüman topluluklar içinde büyük oranda var
kafaları karışık. Fakirler, ılımlılar ve çok zor
olan ırkçılıktır. İslam ırkçılığa karşıdır. Fakat
şartlarda varoşlarda yaşıyorlar. Ve aynı zamanda
Müslümanlar ırkçı olabiliyorlar.
onlara kucak açan bir toplum var. Bu toplum Amerika’da daha sekülerdir ve burada din, bir problemdir. Örneğin, neler olup bittiğini anlamak isteyenler tarafından iki şey akılda tutulmalı. Birincisi, Fransa’da din ve devlet arasındaki “kendine özgü” ilişki. İslam’dan önce sadece kilise ve devlet arasında bir ilişki vardı. İkincisi, Fransa ve (onun eski kolonisi) Cezayir arasındaki ilişki. Bu, bütün tartışmalardaki psikoloji ile yakın alakası olan bir durum. Buna bugün Avrupa’daki yeni durumu da ekleyin. Bu yeni durum, bütün meseleleri İslamize ettiğimiz/ İslamlaştırdığımız, sınıf ayrımcılığı ve sosyal kronik sorunları unuttuğumuz algısıdır. Mesele; iş piyasasına ve mesken sorununa gelince,
106
Örneğin, Chicago’da aynı anda iki farklı konferans gerçekleşti. Afro-Amerikalı Warith Deen Mohammed, ISNA (Kuzey Amerika Müslümanları Topluluğu) adına aynı zamanda bir konferans verdi. Bu yüzden göçmenler ve AfroAmerikalı topluluğun beraber hareket etmiyor olması, içerden çatlaklara örnektir. Avrupa’ya gelirsek, mesela Türk ve Faslı Müslümanların da aynı iç sorunlara sahip olduğunu göreceksiniz. Aynı şey burada da söz konusudur. Bir Avrupalı gibi kendini evinde hissettiğini söylüyorsan, öz vatanına ve bütün bu şeylere körü körüne bağlıysan bile bunun ötesine geçmek zorundasın.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Şimdi bu sorunlara Avrupa’daki sınıf ayrımcılığını ekleyelim. Şehirlerde, sosyal hayatta Avrupalı Müslümanlar gayet başarılılar. Fakat onların ve varoşlardaki insanların tecrübeleri arasında görüş ayrılıkları var. Bu, Amerika’da da gözlemlenen bir şeydir. En başta göz önünde tutulması gereken “özel, kendine has çevre faktörü” vardır. Fakat halen içerden gelen iç zorluklar, problemler adını verebileceğimiz müşterek ve çok rastlanan sorunlarımız var. Size kendi hikayemi anlatayım. Amerika’yla ilk irtibatım göçmenler yoluyla değil, Malcolm X ile irtibat halinde olan babam sayesinde olmuştu. Afro-Amerikalıları çok duyardım. İlk kez geldiğimde onlarla irtibata geçtim. Daha sonra anladım ki, onlar sadece entegrasyonlarının/ bütünleşmelerinin dini boyutunu değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik gerçekliğini de sorguluyorlar. İşte onların sorguladıkları şeyle bizim sorguladığımız şeyin ortak buluşma noktası burası. Hatta ve hatta onlar yeni göçmenlere “siz İslam’ı temsil etmiyorsunuz; bu ülkede İslam’ı savunan tek siz değilsiniz; sizlerin parası var; sizler varoşlarda, bizler şehirdeyiz; bizler ayrımcılıkla karşı karşıyayız” diyerek onları sorguluyorlar.
değil” dedim. Bence Filistin direnişi meşrudur, ama yöntemleri yanlıştır. Yani masum halkları öldürmek yıllardır tekrarladığım gibi doğru değildir. Bu konuda açık konuşmak benim için çok önemlidir. Ben gerçekten de bunun temel bir kural olduğunu düşünüyorum. Bu ülkede kendini evinde hissettiğin şekilde, psikolojik ve politik konuşmak temel bir kuraldır. Çünkü günün sonunda; sosyal, entelektüel entegrasyonu/ bütünleşmeyi elde edebilirsiniz ama aidiyet duygusu eksik olduğu için psikolojik entegrasyonu da ıskalayabilirsiniz. Aidiyet duygusu, “eleştirel sadakat” adını verdiğim bir şeydir. Kanunlara uyduğumu, bu ülkeyi sevdiğimi ama politikanızı sevmediğimi ve eleştirel olduğumu, eleştirel olduğum için vatandaşlığımın ve aidiyetimin sorgulanmasını kabul etmediğimi söylediğimde ben hükümete bağlıyım demektir. Bence burası bizim ortak dil geliştirmemiz gereken noktadır. Bu, bizlerin vatandaş ve eleştirel olduğumuz “yeni biz” fikridir. Yeni yönetimden ne gelmeli, bu konuda ne
İşte bu, Amerikan rüyasının bazıları için iyi, bazıları için problemli olduğunu anlamamıza yardımcı olan bir şeydir. Eğer Avrupa rüyası diye bir şey olsaydı aynı sorunlara sahip olurduk. ALAN COOPERMAN, PEW FORUM ON RELIGION & PUBLIC LIFE: Sayın Ramazan, eminim biliyorsunuz ki son günlerde Amerika’da, İsrail-Filistin çatışması temelinde, ABD dış politikasına dair uzun tartışmalar oldu. Sizin bu konudaki görüşlerinizi merak ediyorum. Sizce İsrail-Filistin çatışması, Obama yönetiminin tüm dünyada karşı karşıya kaldığı zorluklar, sorunlar
söylemeli, bu gerçekten zor. En başında söyledim. Birinci dönemde Obama güzel bir konuşma yatı. Ben “ilk defa birinin böyle konuştuğunu görüyorum” diye yorum yaptım. Kelimelerinde, cümlelerinde son derece dikkatli davranarak sadece Müslüman ülkelerdeki Müslümanlara değil, aynı zamanda, Amerikalılara da hitap ederek, İslam’ın Amerika’nın bir dini olduğunu ve Müslümanların bu ülkenin geleceğine katkıda bulunduğunu dile getirdi. Obama Amerikan ulusu olarak “yeni bizden” bahsediyordu, bu çok önemlidir. Daha sonra Filistinlilerin acılarından ve meseleye ciddi
içerisinde ne kadar bir önem teşkil ediyor.
bir biçimde bakmamız gerektiğinden bahsetti.
RAMAZAN: Bakın, şurası kesin ki bana bu
Şimdi bence, geçen haftalarda ve aylarda
konudaki fikirlerimden dolayı, Amerika’ya giriş yasağı getirildi. İsviçre’de ABD büyükelçiliğine gittiğimde, bana sorulan soruların %80-85’i İsrail-Filistin çatışması, Irak savaşı ve İsrail hükümetine karşı Amerika’nın desteğini neden eleştirdiğim yönündeydi. “Sizlerin daha dengeli olmanız gerekiyor, Irak’taki savaşınız meşru
Obama yönetimi ile İsrail hükümeti (Başbakan Netanyahu) arasında geçen gerginlik gerçek bir gerginlikti. Bana göre bu dönem zor bir dönem olacak. Önümüzdeki dönem, bence, Filistin haklarının desteklenmesinde bazı şeylerin iyiye gitmesini sağlaması yönünden önemli bir dönem olacak.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
107
Müslümanlara şunu söylüyorum. Obama yönetimini ya da herhangi bir Amerikan yönetimini sadece, dış politikalarıyla takıntılı olma halinin bizlerin vatandaş olmasına yardımcı olmadığı ve bizleri tartışmaların içine çektiği yönünden değerlendirmeyin. Bu yüzden, Obama yönetiminden beklediğimiz gibi, bizler aynı zamanda Amerikalı Müslümanlara, “bütün tartışmalara katılmak zorundasınız” demek zorundayız.
İlk adımlara bakacak olursanız (örneğin benim burada sizlerle olmam bu ilk adıma örnektir) bir gelişim söz konusudur. ACLU (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği) ile ve diğerleriyle görüştüm. Onlar da “evet, bir değişim söz konusudur” diyorlar. Bu konuda pozitif olmalıyız. Bir değişim var, ama ne boyuta kadar? Bunu nasıl sağlayacağız? Bu
Mesele sağlık reformuna geldiğinde, bu ülkede olan şeyler, bütün Amerikan vatandaşları için çok önemli şeylerdir. Sizler buna dahil olmak zorundasınız, eğitime dahil olmak zorundasınız. Şu gerçeği bilmeniz gerekir ki, mesele; örneğin girişimcilere, Müslümanlara ve İslam eşittir terörizm fikriyle takıntılı olmamaya çalışanlara geldiğinde, yapıcı adımlar söz konusudur. Hayır, İslam, Amerika hakkında konuştuğumuz, Amerikalı olmaktan bahsettiğimiz şeyin adıdır. Bu takıntılı fikir, Müslümanlar tarafından içerden yeniden değerlendirilmeye tabi tutulmak zorundadır. Gereken daha dengeli bir yaklaşımdır. Fakat ben, evet, Amerikan yönetiminin Filistin haklarına daha dengeli yaklaşmasını isterim. Bence Müslümanlar global siyasetle alakası olan her şeyde daha aktif olmalıdırlar. Sadece bu meselede değil. MICHELE KELEMEN, NPR: Bu haftaki girişimciler toplantısından bahsettiniz. Orada Obama’nın Müslüman ülkelere ulaşmak adına yaptığı çabaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu işe yarar mı? Ya da sizce bunlar, bir şekilde demokrasiye yönelmektense buna mı yöneliyorlar? Yani bu, ya/ya da diyebileceğimiz bir durum mudur?
şekilde mi devam edecek? Bu konuşma bir yıl önce yapılan bir konuşmaydı. Müslümanların durumu ve beraber yaşama konusunda iç politika hakkında daha çok şey söylenmeli ve pratiğe dökülmelidir. Örneğin ideolojik nedenlerle halen hapishanede olanlara gelirsek, bu değişmelidir. Guantanamo kapanmalıdır. Bu ülkenin sınırlarında olan şeylerin yeniden değerlendirilmesi, söylemden öte geçerek yapılması gereken, beklenen pratik önlemlerdir. Bundan daha fazlasının yapıldığını görmeliyiz. Genellikle, şu ana kadar yapılan şeyleri değerlendirdiğimde umutluyum ve olaylara olumlu bakmaya çalışıyorum. Fakat gerçekten, halihazırdaki Orta Doğu güvenlik önlemleri konusunu ve hala Afganistan’da ve Irak’ta olan şeyler konusunu eleştirmek durumundayım. Afganistan’da Karzai’yi desteklemek konusunu ve bugün Irak’ın geleceğiyle ilgilenme şeklimiz hakkında ciddi endişelerim var. Bu benim için büyük ve tartışmalı bir konudur. Obama’nın daha etkili olacağını düşünürdüm, ama politikanın oluşumu zaman alıyor. ELEANOR CLIFT, NEWSWEEK: Bush
RAMAZAN: Hayır, demokrasi yerine ya da ona rağmen olduğunu düşünmüyorum. Obama yönetiminin Müslüman ülkelerde Müslümanlar tarafından iyi karşılandığı açık bir gerçek. 8 yıldan sonra bir şeyler değişmekte ve Müslümanlar da bu konuda oldukça umut dolu. Fakat halen Obama politikasının hareket alanı konusunda şüpheler var. Bunun sebebi de İsrail yanlısı lobiler. İsrail-Filistin çatışmasında bir şeyler değiştirebilecek mi, yoksa vaatlerin
108
ötesine geçebilecek mi?
yönetiminin sizi aptalca, çoğu ideolojik sebeplerle Amerika’ya girişinize yasak getirdiğini dile getirdiniz. Biraz daha açabilirmisinz? Yasak getirilen bir dizi vatandaştan biri miydiniz? Bunun etrafındaki koşullar neydi? RAMAZAN: Olay, 2004’te Notre Dame Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak geleceğim zaman gerçekleşti. Gelişimden 9 gün önce, İsviçre’deki Amerikan büyükelçiliği vizemin iptal edildiğini söylemek için beni çağırdılar. Başlangıçta hiç bir sebep söylenmedi.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Daha sonra PATRIOT Act (Yurtseverlik Yasasına)
LUGO: Duyduğuma göre İç Güvenlik’den sizi
dayandırılarak terörizmle bağlantımın olduğu ve
havaalanında karşılamaya biri gelmiş. Bu doğru
yeniden başvuru yapmam gerektiği söylendi.
mu?
Yeniden başvurdum, İç Güvenlik’ten birini
RAMAZAN: Bu kez, evet.
gönderdiler. Ve benim çeşitli organizasyonlara bağışlarım hakkında sorular sordu. 10 tane organizasyondan bahsettim, onlardan biri de işgal altındaki bölgelerde eğitim projelerini destekleyen Filistinli bir organizasyondu. Bir kaç ay sonra, başvurumun reddedilme sebebi bana, Amerika’da kara listedeki bir organizasyona 700 Euro bağış yapmam olarak bildirildi. Fakat yanlış yaptılar. Birinci yanlış, Avrupa’da yaşayan biri için Avrupa’da kara listede olmayan bir organizasyona bağışta bulunması normaldir. Kaldı ki bu organizasyon, şu anda Sosyalist Parti’nin başkan yardımcısı olan ve o dönemin ise Lille valisi Martine Aubry ile irtibat halinde olan bir organizasyondur. O halen bu organizasyonla görüşmektedir ve onlar Filistin’de iki ülkenin yakınlaşması adına projelere sahiptirler. İkinci hataları ise şuydu. Ben 1998 ile 2002 yılları arasında bağış yaptım. Bu organizasyon ise 2003’de kara listeye alındı. Amerikan yönetiminden bana, bunların Hamas’la bağlantılı olduğunu bilmeliydin dediler. Benim cevabım da şöyle oldu. Yani ben sizin hükümetiniz karar almadan önce bunların kara listeye alınacağını bilmeliydim mi demek istiyorsunuz dedim. İşte kastettiğim aptalca gerekçe budur. New York’daki hakim “Tarık Ramazan bunu bilemezdi” dedi, ama yasa geri çekildi. Mesele şu ki Amerikan yönetiminden ve İç Güvenlik’ten gelen kişiler hep şunu sordu, “Irak ve Filistin hakkındaki görüşlerin nedir?” İşte bana yöneltilen soruların yüzde 80’i böyleydi. Bana göre bu, ideolojik bir dışlamadır. Sonrasında Notre Dame Üniversitesi’ndeki profesörlük unvanımı kaybettim. Amerika’da herhangi bir üniversiteye geri dönmeyi düşünmüyorum. Oxford Üniversitesi’nde benim için her şey iyi. Amerika’ya sık sık geleceğim. Fakat 2004’te bununla karsı karşıya kalmak zordu. Bence bu tartışmalar -özür dilerim ama- aptalcaydı.
LUGO: Bu kez mi? RAMAZAN: Birincisinde, 2 saat bekledim. Bana, “kiminle görüşeceksin?” diye sordular. Nerede konuşacaksın. Ve buna benzer sorular vardı. LUGO: Bu, New York’a ziyaretiniz esnasında mı oldu? RAMAZAN: Evet evet, iki hafta önce. Ama bu kez benim geleceğimi biliyorlardı ve bu üç dakikalarını aldı. İsviçre’dekinden bile daha hızlıydılar. DUIN: Yarın dünya genelinde dini özgürlük konusunda büyük bir rapor yayınlanacak. Bildiğiniz gibi, Batı’nın en büyük değerlerinden biri de dini özgürlük ve dinini değiştirme hakkını tanıması. Diğer Müslümanlarla diyalog kurmaktan bahsediyorsunuz. Sanırım İslam’da 4 mezhep, “eğer bir Müslüman dinini değiştirirse ölümle cezalandırılır” diyor. Diğer Müslümanlarla diyalogunuzda bu, gündeme getirdiğiniz bir şey midir? Eğer öyleyse, eğer Müslümansanız ve din değiştirmek istiyorsanız, dini özgürlük ve bu hakkı elde edebilme konusunda bir yere varabildiniz mi? RAMAZAN: Evet, benim demek istediklerimi, adımı yazarak internette araştırarak değil de kitaplardan okumak işte bu yüzden iyi. Bir kaç yıl önce, kitaplarımda, Washington Post’ta ve Newsweek’de inanç hakkında yazdığım yazılardaki kadınlar ve dini özgürlük hakkında fikirlerim soruldu. Düşüncelerim belli ve birçok kez dile getirdim. Ta başlangıçtan beri, 8. yüzyıldan bu yana büyük alimler, buna Süfyan el-Savri de dahil, İslam’a göre din değiştirmenin mümkün olduğunu söylemişlerdir. Bu, iki geleneğin çok dar şekilde ve yarım yamalak bir şekilde anlaşılmış olmasından kaynaklanır; çünkü bunun bir savaş durumuyla, Müslüman bir topluluğa gelişle ve bilgi elde etmekle ve hain olmakla alakası vardır. Aslında onlar topluma ihanet ediyorlardı.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
109
Hadislerde veyahut peygamber döneminde
SLOBOGIN: Belki de bu terim, Amerika’nın
din değiştirme yüzünden insan öldürmeye
İslam’la savaşına olan inancı tanımlamak için
rastlamıyoruz. Peygamber hakkındaki kitabıma
kullanılıyordur ve Amerika’nın dış politikasını bu
bakacak olursanız, din değiştirme ile alakalı
prizma üzerinden görüyordur.
3 örnekten bahsediyorum, ama öldürme söz konusu değil. Ve bu örnekler peygamberin bilgisi dahilinde oluyor. Bu ve inanç konusunda görüşlerim 20 yıl önce söylediğim gibi işte bu şekildedir.
bahsediyorum, eleştiriler alıyorum. İslam coğrafyası dışına itildiğimi söyleyebilirim. Örneğin, Mauritius müftüsü benim için, “Tarık Ramazan kafir-mürted” demiştir. İşte bana davranış şekilleri böyle, ama ben doğru bildiğimi söylemekten çekinecek değilim. Mısır müftüsü de iman konusunda aynı fikre sahip, yani din değiştirmenin cezası ölüm değildir diyor. Din değiştirme mümkündür. Biliyor musunuz ne oldu? Müftü böyle söyledi ve daha sonra el-Ezher, “hayır hayır müftü yanlış anlaşıldı” dedi. Daha sonra müftü “hayır demek istediğim gayet açık” dedi. İşte onun ve kurul arasında geçen diyalog bu şekildedir. Evet, benim görüşlerim gayet net. Ben bunun böyle olduğunu iddia ederek belki de söylenmesi zor bir şeyi söylüyorum. Tıpkı 20 yıldır söylediğim gibi.
Fakat size şunu söyleyebilirim ki, Amerika içinde ağırlığı söz konusu olan Müslüman kesim
Aynı şey Amerika’yla birebir olmasa da Avrupa için de söz konusudur. “Batı İslam’la savaş halinde” diyen gruplar var, ama bunlar küçük bir azınlıktan ibarettir. Avrupa’da, benim Müslüman olamayacak kadar Batılı olduğumu söylüyorlar. Amerika’da ise gerçek bir Batılı olamayacak kadar Müslüman olduğumu söylüyorlar. Ben bu ikisi arasındayım. Fakat Batı’daki Müslüman topluluklar da tam olarak bunu tecrübe ediyor. Bizler, hayatımızın Batı’da, Batılı ülkelerde ve yasalara uyarak geçtiğine inanıyoruz. Biz buyuz. Bu kimlikle ilgili bir sorunumuz yok. Öyleyse strateji ne olmalı? Öncelikle, oldukça önemli bir şeyi anlamak gerek. Amerikalıların Müslümanlar olmadan buna göğüs germesi tek başına yapabilecek bir şey değil. Şunu anlamak gerek ki Amerikalı
KATHY SLOBOGIN, CNN: Eminim, pek çok Müslüman tarafından desteklenen ve “Amerika İslam’la savaş halindedir” diyen “Narrative” adlı bir örgütü duymuşsunuzdur. RAMAZAN: Üzgünüm, duymadım. SLOBOGIN: Tamam, bu, 2 gün önce “60 Minutes (60 Dakika)” adlı programda konu oldu. İddiaya göre Amerika İslam’la savaş halindeymiş ve görünüşe göre pek çok Müslüman buna inanıyor ve cihat yanlısı Müslümanlar bunu kullanarak taraftar topluyorlarmış. Acaba bizlere, Amerika’nın böylesi bir örgütle (Narrative) mücadelesinde etkili olup olamayacağını söyleyebilir misiniz? RAMAZAN: Bu Narrative adlı örgütten haberim yok ve inanın neden bahsettiğinizi de
110
besleyen küçük ya da azınlık gruplarınız olabilir.
bunlara rağbet etmez, bu tür grupları tanımaz.
İslam ülkelerine gittikçe bunlardan
anlamadım.
RAMAZAN: Ülkenizde, bu Narrative adlı örgütü
Müslümanlar, sizin seçtiğiniz kişiler değildir. Sizin bu konudaki yardımcılarınızdır. “Sufiler İslam’ı temsil etsin” diyemezsiniz. Çünkü böyle yaparak, otorite ve temsilci seçerek, bütün toplumu yabancılaştırıyorsunuz. Müslümanlar kendi insanlarıyla gelsinler ve farklılık oluşsun. Hristiyanlarla muhatap olduğunuzda, sizler sadece ılımlı Hristiyanları seçmiyorsunuz, toplum tarafından dinlenen insanları da seçiyorsunuz. Ve onlar yeri geldiğinde tutucu Hristiyanlar da olabiliyor. Bu ülkede sertlik yanlısı Ortodoks Yahudi de var, sertlik yanlısı tutucu Hristiyan da var. Dediğim gibi oldukça katı görüşlüler, ama dinleniyorlar. Şiddet yanlısı olmadıkları, kanunları ihlal etmediklerı, kanunlara uydukları sürece, Amerikan vatandaşıdırlar. Siz onları sevmeseniz de fikirlerinden hoşlanmasanız
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
da dinliyorsunuz, aynı şeyi Müslümanlara da
Fakat bazı Müslümanlar dedi diye birbirimizden
yapmalısınız. Yapılması gereken, Müslümanlar
şüphelenmememiz gerekir. Ben, ortak değerlere
adına konuşmak, konuşanları kontrol altına
sahip olduğumuzu anlamamız için bizlerin
almak değil, ana akım/hakim anlayış olacak
bir arada olmasını istiyorum. Bu yüzden
kadar geniş olan Müslümanların temsilcilere
bunlar gereksiz şüphelerdir. Bu türden şeyler,
sahip olma sürecini kolaylaştırmaktır ve böylece
oluşturmaya çalıştığımız bütün ortak dili yok
bu radikal, şiddet yanlısı insanların görüşlerine
ediyor.
karşı çıkılmış/meydan okunmuş olur. İşte burası iş birliği yapmamız gerek yerdir.
Yeri gelmişken, benim değinmek istediğim
Yapılması gereken birinci şey, bir strateji olarak
olacak. Bu bizim Avrupa’mız, bizim Amerika’mız.
süreci kolaylaştırmaktır. İkincisi, müttefikiniz
Neden bahsediyoruz? Paylaştığımız değerler
olan Amerikalı Müslümanları anlamaktır, çünkü
ve beraber hareket edeceğimiz değerler
onlar Narrative denen örgütün kurbanlarıdır.
nelerdir? Çünkü günün sonunda, eger bu mesajı
Birinci kurbanlar öldürülenlerdir, ikinci kurbanlar
alırsak, ortak düşmanlarımız olur ve hatta
ise onlardır.
Müslümanlara düşman Müslümanlar ortaya
Amerika’ya giriş yasağımdan önce ISNA
diğer bir husus da, bizim ortak dilimiz hakkında
çıkar.
toplantısına katıldığımda başıma gelen de
Ve Batı’ya gelecek olursak, Batı’nın en büyük
buydu. Amerikalı korkmuş insanlar vardı, çünkü
düşmanlarından biri de, etrafa korku yayma
Bush “ya bizdensiniz ya da bize karşısınız”
adına değerlerimizi unutmaya hazır Batılı
diyordu.
entelektüellerdir. Şunu söylemek istiyorum ki,
Ben şiddet yanlısı insanlara karşıyım, ama Amerika’nın dış politikasına da karşıyım. Her ikisine karşı olabilirim. Değerlerime bağlılığımı
bizim için en büyük tehlikelerden biri, Batılılar olarak, değerlerimizi unutmak, korktuğumuz için o değerlere ihanet etmektir.
sorgulamak sizin işiniz değil. Ortak değerler
Tam olarak aksi şekilde davranmak da
adına bunu yapıyorum, çünkü bence bu ülkede
mümkündür. Çılgın sayılabilecek şeyler de
yaptığınız şey doğru değil.
yapılacaktır. İsviçre’deki 4 minare ve halkın
Aynı noktaya geldik. Örneğin, Fransa ve Belçika’da burka ve nikab/peçe hakkında konuşuyoruz. Tekrar ediyorum ki ben buna karşıyım. Hakkında konuştuğumuz şeyin İslam’ın emri olduğunu düşünmüyorum. Bir
yüzde 66’sı minarelere karşı. Bu şekilde nereye gidiyoruz? Neler oluyor? 11 Eylülden sonra bu ülkede duyduğumuz şeyler endişe verici. Bu yüzden çok ihtiyatlı olmalıyız. İşte bunlar aşmamız gereken ortak güçlüklerdir.
araya gelen ve ne hakkında konuştuğunu bilen
SUSAN GLASSER, FOREIGN POLICY:
müttefikler olalım. Bu, İslam’a uygun değil
Çok teşekkürler. İlginç bir konuyla devam
diyerek bu görüşlere karşı çıkmak için içerden
etmek istiyorum. Afganistan’daki ve Irak’taki
gelen pedagojik, eğitimsel bir süreç başlatalım.
durumdan memnun olmadığınızı söylediniz.
Sizin vatandaşlarınızla müttefik olalım.
Karzai’yi eleştirdiniz. Neden?
Vatandaşlarınız az önce bahsettiğimiz yeni
Dahası Müslüman ülkelerde fikirlerinizin halk
“biz” olsunlar, ortak değerlerde buluşalım.
tarafından rağbet gördüğünden bahsettiniz. Bu
Müslümanlar olmadan Batılı bir çözüm olmaz.
noktada İslam’ın değişen bakış açısı dediğiniz bu
İslami öğretiler kullanılarak, yapılanlara karşı bir
entelektüel harekete ilginin derecesi nedir?
Batılı-Müslüman çözüm olacaktır.
Fikirleriniz ne dereceye kadar, Müslüman
Teröristlerden, şiddetden, bu Narrative adlı
ülkelerde başlıca entelektüel diyalogun parçası
örgütten bahsettiğiniz zaman, ilk ben ortaya
oldu? Sadece Amerika’da değil, Avrupa’da da
çıkarım ve hayır bunu kabul etmem, bunu
fikirlerinizin çekiciliğini görmek kolay. Kendinizi
kınarım ve “yanlış değil aynı zamanda İslam’a
Avrupalı olarak tanımlıyorsunuz. Fikirleriniz Orta
da karşı” derim. Siz bize karşı çalışıyorsunuz.
Doğu’da nasıl kök salıyor?
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
111
RAMAZAN: Bakın, Afganistan’da, Irak’ta
olduğunu görürsünüz. Evet, öğrenciler ve
olanlardan memnun değilim. Eğer bana
hocalar var. Şimdi gerçekten yapılması
Afganistan hakkında soru sorarsanız, tarihi
gereken şey, bunu, İslami referansı
araştırmanızı ve orada bulunmuş uzmanları
olan duygusal bir şeye çevirmek değil,
dinlemenizi tavsiye ederim. Bu, ta başından
demokratikleşme ve eğitimle ilgisi olan daha
kaybedilmiş bir savaş. Bence, gidilen
özenli bir şeye çevirmektir. Bu alanda daha
yol doğru bir yol değil. Tüm Afganlıların
fazla eğitime ve Müslüman ülkelerde daha fazla
Amerika tarafından korunduğuna inandığı
demokratikleşmeye yönelirsek bu mücadeleyi ve
bir adama güvenilmesi ve sosyal meseleleri,
savaşı kazanırız.
siyaseti, ekonomiyi ele alış şekli bozuk olan yozlaşmış biri olması kabul edilemez şeylerdir.
Örneğin, Pakistan’a bile gittiğimde elit
Şunu söyleyebilirim ki bu adam Afganlılar
çok geleneksel eğilimlerimiz var. Örgütsel
tarafından sevilmiyor. Amerika’nın koruması
realiteye gelince, bir çoğunluk sözkonusu. Orada
altında olduğuna inanılıyor. Şeffaflık, demokrasi,
İslamcı örgütlerle anlaşmak gayet zor olacaktır,
Afgan coğrafyası ve çevresi hakkında bu kadar
fakat anlamamız gereken bir yön var ve burası
ciddiyseniz, şu anki insanlara genel çerçeveden
da bizim bu bağlantıyı kurmamız gereken yerdir.
bakmak çok önemli. Bu çok zor ve karışık bir mesele. Şunu söyleyebilirim ki, eğer bu konuda ciddiysek Amerikalıların ülkeyi terk etmesine yardımcı olacak uluslararası bir güce ihtiyacımız
tabaka ile muhatap oluyorum. Halen bizim
O seviyeye vardığımızı iddia etmiyorum. Bunun için hareket alanımız var. Bu tartışmayı aydınlar ve Müslüman alimler arasında devam
var.
ettirmeliyiz. Bu yüzden benim projelerimden
Eğer mesele, ekonomiyi ve günümüzün
Müslümanlar iyi iş çıkarıyorsunuz demek
jeostratejik çıkarlarını korumak hakkındaysa,
yetmez. Aydınlarla, alimlerle, Müslüman
durmayın devam edin. Barış içerisinde bir Kabil
ülkelerle bu bağlantıyı kurmak gerekmektedir
ve her bir yanda savaş sahibi olabilirsiniz. Ama
ve ben alimlerin, aydınların, Batı’daki
bütün uzmanlar size savaşın iyi gitmediğini
akademilerdeki profesörlerin, kendine
söylüyor. Zemini kaybediyoruz. Olan şey
özgü geleneksel yerlerden gelen Müslüman
hakkında benim düşüncem budur. Asker
alimlerle temas halinde olmasını istiyorum.
gönderebilirsiniz. Çevrenin ve kabilelerin
Bunu oluşturmak ve bu bağlantıya sahip
komplike olması ve zorlukları bunu güçleştiriyor.
olmak çok önemlidir. Bu yapmamız gereken
Doğruyu söylemek gerekirse halihazırdaki
en önemli şeylerdendir. Fakat bazı alanlarda
yönetimden başka bir şey bekliyorum.
bazı şeylerin değiştiğine dair işaretler olduğunu
biri de bu konu üzerinde çalışmaktır. Siz Batılı
Müslüman ülkelerde neler olup bittiği hakkında
söyleyebilirim.
şunu derim ki, öğrenciler ve akademisyenler
Birkaç yıl önce, böylesi bir çalışmada
bizim yaptıklarımızı dinliyorlar. Şimdi
haklı olarak görülmezdik. Bazılarına göre
bu, halk arasında yeni bir trend midir? Bugün
hala haklı da değiliz. Bizler şimdi Batılı
önemli olan 3 şey var. Müslüman ülkelerde ve
Müslümanlarız ve bahsettiğim kesim gerçek
özellikle Arap ülkelerde beklenen şey, çok daha
İslam’ı temsil etmiyor. Size bir örnek
demokratikleşme ve özgürlüktür.
verebilirim. 20 yıldır, kadınların İslam adına,
Onlar bizi Batılı Müslüman olarak görse de bana düşen, sadece bir Batı Avrupalı bakış açısıyla değil, aynı zamanda bir Amerikalı, bir Kanadalı ya da bir Avrupalının bakış acısından da konuşabilmektir.
projeksiyonu reddetmeleri konusunda, onları bilinçlendirmeye ve özgürleştirme sürecini sağlamaya çalışmaktayım. Hatta “Batılı Müslümanlar ve İslam’ın Geleceği”
Fakat Müslüman ülkelere gittiğinizde ve insanlarla konuştuğunuzda, bir elit tabaka
112
dinlerini ataerkil bir dine dönüştüren kültürel
kitabımda İslami feminizmden bahsediyorum. Kitabımda şunları söylemekteyim; İslam adına siz kültürel yabancılaşmayı ve aynı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
zamanda kelimesi kelimesine anlaşılmayı reddediyorsunuz. Bunu böyle kabul ettim. Pek çok Arap ülkesindeki kadınlarla irtibata geçtik. Pek çok kadın Suudi Arabistan’la iletişim halindedir. Oralarda yapılan, ortaya konan şeylere kulak vermeliyiz, çünkü
Bunun zor olduğunu söylemek istiyorum. İçerden gelen bir mücadele, bir direnç sözkonusu. Fakat Batı’da ve Müslüman ülkeler arasındaki bu ilişkiyi kurumsallaştırmaya ihtiyacımız var. Bu uzun bir süreçdir. Kazandığımızı söyleyemem. Fakat şunu söylüyorum ki, oldukça iyi şekilde işleyen iletişim kanalları mevcut ve bu, düşündüğümüzden çok daha fazla.
- BİTTİ -
www.islamiyorum.com
bu geleceğimizle ilgili bir meseledir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
113
Gündem
Yargı Ne İçin Var?
Metin Yılmaz
Adaletin insanın mutluluk ve huzuru için tatmin
tanıktır. Bunun sebebi, adalet konusunda
edilmesi gereken duyguların başında gelmesi,
ne yönetim sahiplerinin ne de adalete aracı
mülke (egemenliğe, yönetime) temel olması,
olmakla görevlendirilenlerin samimi olmamaları,
toplumsal huzur, barış ve güvenin ancak onun
menfaatlerini adaletin önüne koymalarıdır.
tesisi ile gerçekleşmesi adalete aracı olan kişi ve
Adalet onlar için amaç değil araçtır, menfaatleri
kurumların önemine işaret eder. Bu ister kadı,
gizlemek, zulümlerini meşrulaştırmak için
hakim, savcı unvanı taşıyan kişiler olsun; isterse
kullandıkları bir maskedir. Tesis edilen
de mahkeme, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay gibi
kurumlarda görüntüden ibarettir. Güç sahipleri
bir takım kurumsal yapılar olsun fark etmez.
bu kurumları kendi menfaatleri için yeri gelmiş
Modern dünyada bu kurumlar ve kişiler yargı1 başlığı altında toplanmaktadır. Toplumlara egemen olan/olmak isteyen hiçbir güç sahibi adalet kavramına kayıtsız kalamamıştır. Bu konudaki samimiyetini önünde adalet tabelası olan kurumlar oluşturmakla, saraylar inşa etmekle ve kurumların başındakilere de mevki ve güç vermekle ispatlamaya çalışmıştır. Adeta adalete verilen değer kurumun ihtişamı ile, başındakilere gösterilen iltifatla ve onlara sunulan imkanlarla özdeşleşmiştir. Ancak tarih, adalete aracı olmak için oluşturulan kurumların adaletten çok zulüm ürettiğine Yargı: Yürütmeyi denetleyen ve vatandaşların yasal
1
haklarını kanun önünde koruması için çalışan erktir. Hukuksal olarak; yasalara göre mahkemece bir olay veya olgunun doğuşuna etken olan sebeplerin de göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi sonucu verilen
114
bir maşa, yeri gelmiş bir sopa, yeri gelmiş bir maske olarak kullanmıştır. Bu kurumlar da/kurumların başındakiler de kendilerine belirlenen (maske, maşa, sopa) misyonu yerine getirerek iktidar pastasından pay kapma gayreti içinde olmuşlardır. Ne adaleti, ne hak ve hukuku pek de umursamamış, adalet için değil de kral için, sistem için, devlet için varmışçasına davranmışlardır. “Kralı korumak” amaç haline gelince de muhaliflere karşı acımasız, buna karşın yandaşlara karşı da üç maymunu oynamak (görmemek, duymamak, bir şey söylememek) doğal bir sonuç olagelmiştir. Adalet için var olacaksın ama adalete değil de güce hizmet edeceksin… Bu durumda hak güçlünün olurken, güçlü de hep haklı olacaktır. Adalet de menfaat gerçekleştirme, koruma ve keyfiliği2 meşrulaştırma amacına hizmet edecektir. Eğer güç sahiplerinin işine Keyfîlik: Kimsenin haddini, hukukunu bilmediği,
2
karardır. Diğer bir ifadeyle; kavrama, karşılaştırma,
ağzından çıkanı kulağının duymadığı serkeşlerin bayram
değerlendirme vb. yollara başvurularak kişi, durum
yaptığı ortamın adıdır. Hukukla keyfîlik bir arada
veya nesnelerin eleştirici bir biçimde değerlendirilmesi.
yaşamaz, biri gelirse öbürü veda etmek zorunda kalır...”
Yani hükümdür.
Rasim Özdenören
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
geliyorsa adaletten bahsedilecek; güç sahibinin
tak edene kadar. Toplum zamanla gücü yetenin
işine gelen, adalet olarak adlandırılacaktır.
haklı olduğu bir şekle bürünür. Sonuç adaletin
Gerçekleşenden kimin ne zarar gördüğünün,
yerini zulmün, hakkın yerini gücün, hukukun
kimin hangi hakkının elinden alındığının bir
yerini keyfiliğin almasıdır ki böyle bir toplum,
anlamı ve önemi kalmayacaktır. Birileri keyfi
toplumdan çok zayıfın hiçbir hakkının olmadığı,
davranacak, adalete aracı olanlar da bu duruma
küçüğün büyüğe yem olduğu bir ormana benzer.
seyirci kalmakla yetinmeyecek, meşrulaşmasına da hizmet edecektir.
Oysa insan, haksızlığa tahammül edemeyen
Çoğu kere adalet kitabında yazanların/
elindekiler alındığında ve hak etmediği bir
uygulanan yasaların zulmün (çifte standardın,
muamele ile karşılaştığında huzursuz ve rahatsız
ayrımcılığın) belgesi niteliği taşıdığı ve zulümden
olur. Telafi edilmeyen ve devam eden zulüm, en
başka bir sonuç ortaya çıkarmadığı bir gerçektir.
azından bir grup insanda rahatsızlıkların tepkiye
(“Yasa eşittir adalet” değildir.) Yazanın doğru
ve en nihayetinde sistem karşıtı mücadelelere
olduğu durumlarda bile eğer uygulayıcılar zaaf
dönüşmesine sebep olur. Zulüm üreten sistem
sahibi ise sonuç aynı yere çıkar, adalete aracı
ve yönetimler, kendi elleri ile büyüttükleri
olması gerekenler zulme hizmet eder. Hatta
tepkiler karşısında bir gün acze düşmeye ve
zulüm onların eli ile gerçekleşir. Hem de adalet
tarih olmaya mahkumdur.
bir tabiata sahiptir. Hakkı yendiğinde, haksızca
adına.
***
Eğer bir toplumda yargı mekanizmaları sağlıklı bir şekilde işleyişini sürdürüyorsa orada işler yolunda demektir. İnsanlar bir haksızlığa uğrasalar bile telafi edileceğini bilirler. Yargı güven vermektedir. Adaletin tecelli edeceğine dair inanç vardır. Böyle bir durumda suçlar, adalet sağlayıcılar zalime dur dediği, haksızlığın önüne geçtiği ve kimden kaynaklanırsa kaynaklansın hak ettiği cezayı aldığı için,
Kralın/iktidar sahibinin tek güç ve son söz söyleyen olduğu toplumlardan arda kalan tecrübe ile modern dünya, hukuk devleti3 kavramı çerçevesinde yeni bir dönem başlatır. Amaç güçlünün zayıfa, devletin tebaası olan birey ve kurumlara karşı keyfiliğinin önüne geçmektir. Önce kralın tekelinde olan yasama, yürütme ve yargı erkleri birbirinden ayrılır.
yaygınlaşmak yerine azalacaktır.
Yargının zaten hukuka uygun davranacağı
Ama bir toplumda da yargı üzerine düşeni yerine
kararlar ve yaptıkları ile hukuka uygunlukları
getirmiyorsa tartışılmaya başlar ve yargının
yönünden denetime tabi tutulur. Bu denetimi
tartışılması hem başlı başına büyük bir sorundur,
yapma görevi de yargıya verilir.
hem de büyük sorunların ortaya çıkacağının göstergesidir. Yargının aldığı her haksız karar bir zulümdür. Zulüm ise toplumların kurdudur. Bu kurt toplumdaki huzur ve mutlulukla beslenir, onu yer bitirir. Alınan haksız kararların neticesi bireylerde ve toplumda yaralar açılmasıdır. Yaraların iyileşmesi için gereken adalet bir türlü gerçekleşmeyince de yaralar kangrene dönüşmekte gecikmez. Adaletin kestiği parmak acımazken, uğranan haksızlık küçük bile olsa acısı yıllarca çıkmaz. Üstelik yaptığının yanına kar kalacağını düşünen kişi ve kurumlar daha da pervasızlaşır, istediklerini elde etmek için
düşünülerek, yasama ve yürütme aldıkları
“Güçler ayrılığı prensibi” ile yargının eli güçlendirilmeye, tarafsız ve bağımsız olması temin edilmeye çalışılır. Devletin bir parçası olmasına rağmen ondan beklenen, devlete değil adalete taraf olmasıdır. Yargı, adalet için vardır ve tek sorumluluğu adalete karşıdır. Adaletin gerçekleşmesini sağlayan hukuk/yasalar onu bağlayan tek şeydir. Hukuki olmak ve hukuku “Hukuk devleti, devletin üç temel organının ve kamu
3
otoritesini kullanan tüm idari makamların, hukukun sınırları içinde hareket etmekle yükümlü olduğu bir sistemi ifade etmektedir. Devlet otoritesini hukukun
meşru olmayan yollara başvurmayı gelenek
üstünlüğüyle sınırlayan bu ilkenin asıl amacı, yönetimde
haline getirirler. Buna karşı hakkı yenen
keyfiliği önleyerek, bireylerin geleceğe güvenle
zayıflar, haksızlık karşısında her geçen gün daha da pasifleşir, duyarsızlaşır; ta ki canına
bakabildikleri bir sistem inşa etmektir.” http://www. tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DEMP/Yargi%20Siyasa%20 Raporu%201.pdf
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
115
üstün tutmak onun en temel özelliğidir.
aileleri Silopi Tabur Komutanlığı’na giderler.
Kimseden yana veya kimseye karşı değildir.
Önce, çocukların cenazelerinin orada olduğunu
Devletin bir organı olmasına rağmen devlete bile
kabul etmezler. Onlar ısrar eder, “cenazelerimizi
taraf olamaz, gerekçesi ne olursa olsun (devletin
verene kadar buradan gitmeyiz” derler.
çıkarı, bekası gibi gerekçelerle) hak ve hukukun
Gerilim yükselir, tartışma büyür, olaylar
dışına çıkamaz, adaletsizliğe razı olamaz.
çıkar. Kaymakamlık binası taşlanır… Sonunda
Yargı bir nevi hakemdir. Taraflar arası sorunları hak ve hukuk çerçevesinde çözüme kavuşturmak onun görevidir. Hem vatandaşlar arasında hem de devlet ile vatandaşlar arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları adaleti gözeterek çözüme kavuşturmak, kimden gelirse gelsin hak ve hukuk ihlallerine karşı hak ve hukuku korumak için vardır. Onun varlığı hak ve hukukun teminatıdır. Özellikle güçlünün zayıfa karşı, devletin/devlet kurumlarının vatandaşa karşı yapabileceği hukuk ihlallerine karşı vatandaşın hamiliğini üstlenmeleri beklenir. Eğer bunu yapmaz ise kendi tabiatına aykırı davranmakla kalmaz, asıl o zaman devlete ve topluma zararların en büyüğünü vermiş olur. Bu yüzden sorunlu bir yargıya kimse razı olamaz. Yargıdaki sorunlara karşı “bunlar beni ilgilendirmez” diyemez.
veririm” der. Gidip savcıyı getirirler. Savcı eşliğinde tabura girerler. Taburun eğitim alanında, etrafı toprakla çevrili bir çukura yan yana dizmişlerdi. “Oğlumu teşhis ettim. Sadun’u sırtından çizgi halinde taramışlardı. Helikopterden atılınca ikiye bölünmüştü. Ağladık, bağırıp, çağırdık. Bir komutan yanımıza gelip bizi azarladı, ‘susun’ dedi. Hepsini alıp, … yan yana, tek sıra halinde gömdük.” Olaydan iki üç gün sonra Avukat Orhan Doğan ve o dönem ANAP milletvekili olan Nurettin Yılmaz taziyeye gelirler, bilgi alırlar. Cemalettin Bayan hepsine oğlunu askerlerin öldürdüğünü anlatır. Onlar gittikten sonra Cemalettin Bayan’ı, İlçe Emniyet Müdürlüğü’nden çağırırlar. Yasa dışı gösteri organize etmekten ifadesini alırlar ve sorarlar: “Oğlunu kim öldürdü?” Cemalettin söyler: “Oğlumu askerler öldürdü.” Oysa “resmi” açıklama yedi gencin PKK ile çıkan
Türk Yargısının Durumu Cemalettin Bayan, oğlu Sadun’u 1988 yılında kaybeder. Olay şöyle gerçekleşir: Gece yarısı Derebaşı ile Kösrak köyü arasındaki bir yerden silah sesleri duyarlar. Sabah beş kişi köyde yetiştirdikleri sebze meyveyi Silopi’ye götürüp satmak için yola koyulurlar. Köyün yaklaşık 300 metre ilerisinde, 80-100 kişilik bir asker grubu önlerine çıkar ve durdururlar. Yola yakın bir yerde de iki çoban koyun otlatmaktadır. O iki köylüyü alıp komutanın yanına getirirler. “Bana ‘sen köye dön, bunlar bize gece çatışmanın olduğu yeri gösterecek’ dediler. Bu yedi kişinin hepsinin yaşı da 30’un altındaydı. Ben köye döndüm mecbur. Onlar çocukları alıp gitti… Akşama kadar bekledik. Gelen giden yok. Bütün gece bekledik. Sabah İlçe Jandarmaya gidip, çocukları sormaya karar verdik. Neredeyse bütün köy toplanıp, Silopi’ye gittik. Bazı köylüler, gece helikopterden taburun ortasına birilerinin atıldığını gördüklerini söylediler.” Cemalettin ve diğer çocukların
116
komutan, “savcıyı getirin, cenazeleri öyle
çatışmada öldürüldüğüdür. Akşam bırakırlar. Köye döndüğünde muhtar olan kardeşi Abdülkerim’den, köyün boşaltılması için emir geldiğini, eğer boşaltmazlarsa kimseyi canlı bırakmayacaklarını söylediklerini öğrenir. Köyü boşaltıp, Silopi’ye taşınırlar. Hayvanlarını yarı fiyatına satıp, kiraya çıkarlar… Cemalettin Bayan’ın yaşadıkları bununla kalmaz. Bir gece damda yatarken, komşunun evine polisler gelir. Komşudan kendisini sorduklarını duyunca, onlara bir zarar gelmesin diye kafasını kaldırır ve “Cemalettin benim” der. Bölge halkının yakından tanıdığı Polis Yusuf’u görünce başına gelecekleri anlar. Götürüp nezarete atarlar. Gerisi, daha önce başına gelenlerin aynısıdır. Bir kaç kez daha nezarete alınır, dövülür, hakarete uğrar. Ama o inatla oğlunu askerlerin öldürdüğünü her yerde tekrarlar. Cemalettin Bayan, bölge için, özellikle de o dönem için oldukça cesur bir örnek. Hiç vazgeçmeden adaletin gerçekleşeceği günü beklemiş. O nedenle de öyküsünü bitirirken
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
söylediği son söz “ölümüne davacıyım” oldu.”4 Bu olay cumhuriyet tarihi boyunca bu topraklarda yaşananlardan sadece bir tanesi. Daha niceleri de yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Nice canlar haksız yere öldürülür, hapsedilir, sürgün edilir. Nice ocaklar söndürülür, nice çocuklar anasız babasız bırakılır. İnsanlar etnik kimliklerinden, siyasi ve fikri farklılıklarından dolayı cezalandırılır. Farklı inanmak bile suç addedilir, şeriat istediği
Bir kere başlamaya görsün, önü alınamazsa gelişir gider ve zamanla önü alınamaz hale gelir. Keyfilik hukukun yerini alırken suç normalleşir. İşte yargıya tam da burada ihtiyaç vardır. Hukuk bireyler arası ve bireyle devlet arası ilişkileri hakkaniyet çerçevesinde kurallara bağlayarak tanzim eder. Yargı da bu kurallara uyulup uyulmadığını denetler ve kurallara uymayarak başkasının hak ve sınırlarına tecavüz edenlere engel olur.
için ya da sosyalist olduğu için nicelerinin
Yargı adalet ilkesinden şaşmazsa ne devlet suç
hayatı karartılır. Birçokları şapka giymediği
işleyebilir ne de devlet adına birileri. Ve devletin
için, başını örttüğü için, Kürtçe konuştuğu için,
bile denetlendiği bir toplumda kimse hukukun
eleştirme hakkını kullandığı için temel haklardan
dışına çıkmaya cesaret edemez. Denemeye
mahrumiyetten, ibreti alem olsun diye ağır
kalkan da karşılığını görür.
cezalandırmalara kadar birçok kötü muameleyle karşı karşıya kalır.
Peki ya yargı, adalet değil de başka kaygılarla
Öte yandan toplumun kaynakları belli ellerce
olur?
hareket ederse ve hukukun dışına çıkarsa ne
gasp edilir, devlet eli ile birileri haksızca zenginleşir, “devletin malı deniz yemeyen domuz” bir ahlak haline gelir. Devlet eli ile birileri palazlandırılırken, birilerine işkence, el koyma ve hatta öldürme yetkisi verilirken doğal olarak birilerinin hakkı elinden alınır, mağdur edilir, eziyet ve işkencelere maruz bırakılır. Toplum, faili meçhul, köy boşaltma, rüşvetler, haraç, fuhuş, gasp, dolandırıcılık, hırsızlık, vb. ne kadar gayri ahlakilik varsa hepsinin yaygınlaştığı, gücü yetenin sözünün geçtiği bir topluma, suçlar da bireysel olmaktan çıkıp organizasyonlara dönüşür. Bu tablo haksızlık karşısında durmayanların, hakkını hak edene vermeyenlerin eseridir. Ve yargı da maalesef bunların en başında
İmamın abdest bozduğu yerde cemaat ne yapmaz ki? İşte yukarıda örneğini alıntıladığımız ve adlarını sıraladığımız her şey fazlası ile gerçek olur. *** Ne yazık ki, Türk yargısı adalet kavramını devletin bekası, ideolojisi, bütünlüğü gibi kavramlara kurban vermiştir. Genç Cumhuriyet oluşumunda, toplumun talepleri ve beklentileri değil, bir grup seçkinin tercihi etkili olur. Yapılanlar halka rağmen “birazda onlar bilmez, biz biliriz” mantığı ile
gelmektedir.5
belirlenir. Gücünü halktan almadığı için de
Suç caydırıcı bir karşılık bulmazsa şımaran,
bu algıya göre yapılanır. Kanunlar bu algı ile
azgınlaşan bir tabiata sahiptir. Keyfilik sınır tanımaz ve gittikçe artan bir özellik gösterir. Osman Can bir panelde şu tespiti yapıyor. “HSYK
4
olmasaydı, 17 bin faili meçhul olmazdı… Birinci,
kendisini hep tehdit ve tehlike altında görür ve yapılır, yargı sistemi de bu yapılanma mantığı ile oluşur. “Ya bendensin, benim gibi düşünür, benim gibi yaşarsın ya da düşmansın” mantığı ile seçkinlerin belirlediği gibi olmayan herkes
ikinci ve üçüncü faili meçhuller işlendiğinde adliye
düşman kabul edilir. Farklılıklar suç unsuru
aktörleri harekete geçse bu sayı 17 bin olmaz, 5
olarak değerlendirilip ortadan kaldırılmak
veya 6’da kalırdı.” http://www.zaman.com.tr/haber.
istenir ve farklılıklarını korumak isteyenlere
do?haberno=1014678&title=osman-can-hsykolmasaydi-17-bin-faili-mechul-islenmezdi http://www.taraf.com.tr/nese-duzel/makale-yucel-
5
sayman-hsyk-sucun-daniskasini-isledi.htm
de potansiyel suçlu gibi davranılır. En doğal farklılıklar bile bundan nasiplenir. Etnik kimliğinden, dilinden, düşüncesinden ve inancından dolayı birçokları hakim karşısına
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
117
çıkartılır ve ibretlik cezalara mahkum edilir. Yargı, tehdit ve tehlike olarak algılananları sindirecek, ortadan kaldıracak ve hatta nefes almalarına bile müsaade etmeyecek şekilde konumlanır. Onun tek görevi vardır
Mesela... Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanıyor. İstiklal Mahkemesi, adama, “Oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, seç” diyor.6
artık. Askerle beraber devleti koruma ve ne
İstiklal Mahkemeleri, tüm tek partili dönem
pahasına olursa olsun bekasını temin etme.
boyunca, rejim muhaliflerinin korkulu rüyası
Tehdit çoktur. Birileri sürekli devletin sonunu
olmaya devam etti. 1960’ta da onların yerini
getirmenin peşindedir. İşte yargı bu temel saikle
Devlet Güvenlik Mahkemeleri aldı.
şekillenir. Bazı dönemlerde var olan mahkemeler de yeterli görülmez ve özel mahkemeler kurulur. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki “İstiklal Mahkemeleri” ve onların devamı olarak kurulan “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” gibi. Bunlar görünürde kanunla kurulan yasal mahkemelerdir, fakat işleyişleri tam bir hukuk faciasıdır.
da durum pek farklı sayılmazdı. Konu devlet ve devletin kutsalları olunca hukuk ve adaletin rafa kalkması olağan bir haldi. “1960’ın 27 Mayıs askeri darbesi ertesindeki Yassıada duruşmalarında Hâkim Salim Başol bir keresinde, davranışlarını eleştiren ve hukuka
“İstiklal Mahkemeleri, kanunla kuruldukları için yasaldılar ancak yargılama usulleri açısından hukuk dışıydılar. Çünkü üyeleri, Meclis içinden seçiliyordu, ama savcı hariç üyeleri hukukçu değildi. Kapılarının üstünde ‘İstiklal Mahkemesi Mücadelesinde Yalnız Allahtan Korkar’ yazan bu mahkemeler verdikleri kararlardan sorumlu değildiler ancak cezaların gecikmeden infazından sivil ve asker bütün bürokratlar sorumluydu. Kararın verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu, zaten ne buna vakit vardı ne de bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar hâkimlerin vicdani kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (ve idamlar) derhal infaz edilirdi. Kararlar o kadar acele ile alınır ve yerine getirilirdi ki, yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olurdu…” Mesela biri bakanlık yapmış olan iki İttihatçı sanık on beş yıla mahkûm oluyor. “Biz memleketin içine sanık ve mahkûm olarak çıkamayız. Mahkûmiyet kararına itiraz edelim” diyorlar. İtiraz üzerine yargılama yenileniyor ve bunlar bu kez idama mahkûm edilip asılıyorlar. İstiklal Mahkemelerinin, İskilipli Atıf Hoca örneğinde olduğu gibi “zulüm” denebilecek icraatları var. Hoca, “Frenk Taklitçiliği ve Şapka” isimli bir kitap yazıyor ve bir sene sonra şapka devrimi yapılıyor. Adamı bir sene önceki kitabından ötürü asıyorlar.
118
Özel amaçlı bu mahkemelerin dışında kalanlarda
saygı gösterilmesini isteyen bir sanığa şu cevabı vermişti: ‘Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.’ Neticede Başol’un kararlarını kabul veya reddedecek üst merci Milli Birlik Komitesi’ydi. Yargıcın sivil olması sadece göstermelik bir olguydu.” Mehmet Barlas – Sabah Yargılanan dönemin başbakanıdır ve olay bir basın ordusunun önünde gerçekleşmektedir. Bu şartlarda bile bu kadar keyfi davranabilen yargı, kim bilir daha rahat ortamlarda nasıl pervasızca/ hukuksuzca davranmıştır? Tek parti dönemi iktidarla yargının uyum içerisinde olduğu, el ele halktan gelen itirazlara rağmen baskı ile devrimleri gerçekleştirdikleri yıllardır. Bu süreçte yargı, devrimlerin önünü açar, itirazları bitirir, tepkileri sindirir ve devrimlerin gerçekleşme sürecinde yapılan kanunsuzlukları meşrulaştırır. Hak arama girişimleri hep yargı tarafından boşa çıkarılır ve muhalefet potansiyeli görülenler bile saf dışı edilir. Öte yandan devlet adına işlenen suçlar hiçbir zaman suç olarak görülmez, suçun aşikar olduğu durumlarda bile üstü örtülür, aklanmaları sağlanır. “Hulusi Turgut’un aktardığına göre, Alparslan Türkeş, 27 Mayıs’ı takip eden günleri şöyle hatırlıyor: ‘Sıddık Sami Onar, Hüseyin Nail Kubalı, Vasfi Raşit Seviğ ve daha pek çok Düşükler 27 Mayısta yargılanan Adnan Menderes ve
6
arkadaşları için kullanılan bir sıfattır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
profesör vardı. Bizi tebrik edip, Memleketi
tabi tutulurken, hesaba çekilirken ve hatta
kurtardınız, Türk milletinin direnme hakkını
yapmak istedikleri engellenirken, yargı hiçbir
kullandınız dediler. Sonra onu bir bildiri haline
denetime tabi değildir. Ne yaptıklarından
getirdiler. Yaptığınız harekat meşrudur, suç
sorumludur ne de verdiği kararlardan. Karışanı
işlemiş değilsiniz, şeklinde bize teminat
görüşeni de yoktur. Ve o ne yaparsa yapsın
verdiler. Bunlar, hoşumuza gitti tabii…’ Türkeş’in
baş tacı olmaya devam eder. Adaletin kestiği
isimlerini andıkları hukuk profesörleriydi ve 27
parmak acır mıydı hiç? Böylece yargıya kutsiyet
Mayıs’a verdikleri meşruiyet fetvasını takiben
kazandırıldı. Sırtını askere dayayan yargı
darbecilerden ilk talepleri, çoğu kendileri gibi
bütünüyle kendi içinde otonom olarak kaldı ve
hukukçu olan, 147 profesörün üniversiteyle
hiçbir şekilde bir kontrol ve dengeler sistemine
ilişkilerini kestirmek oldu. İstanbul Barosu da,
tabi olmadı. Güçler ayrılığı ilkesi ve güçler
27 Mayıs sonrasında, üyelerine, Yassıada’da
dengesi yargının lehine işledi. Asker yargıyı
görülen mahkemelerde ‘düşükleri ’ savunma
kolladı, yargı da askeri. Bunun neticesi ise her
yasağı getirdi.”�
darbeden yargının daha da güçlenerek çıkması
7
Yargı ile yürütme ve yasama arasındaki ilişki
oldu.
çok partili döneme geçişle beraber değişiklikler
Asker ile beraber sistemin bekçiliğini üstlenen
göstermeye başladı. Yargı askerle beraber
yargı, kendi içinde bir de kast sistemi oluşturdu.
kendini devletin gerçek hamisi olarak kabul
Yüksek yargı, savcı, yargıç ve hakimleri kontrol
ederken seçilenlere hep kuşku ile yaklaştı.
altında tutacak şekilde yapılandı. Öyle ki, yargı
“Ya halkın seçtikleri halka kulak vermeye
bağımsızlığı, yüksek yargının bekçilik görevine
kalkarsa?” İşte bu en olmayacak şeydi. Bunun
halel getirmeyecek şekilde düzenlendi. Hiçbir
olmaması için tek parti döneminde halkın
hakimin vicdanının sesini dinlemesine, hukukun
üzerinde Demokles’in kılıcı gibi duran yargı
bayrağını yükseltmesine razı olunmadı. Aykırı bir
çok partili dönemde yasama ve yürütmenin
ses çıktığında hemen kınama, sürgün, görevden
de başı üzerinde sallandı durdu. Yasama ve
azletme vb. cezai müeyyideler devreye sokuldu.
yürütmenin üzerinde bir konum elde etti. Onların yaptığı düzenleme ve reformları engelledi. TBMM tarafından yapılan kanunları ve kanun değişikliklerini iptal etti, yürütmeyi durdurdu, parti kapattı, iktidar değiştirdi ve hatta başbakan ve bakanların idam fermanına imza attı. Askerin seçilmişlere dönük darbe
Eski DGM Savcısı Mete Göktürk ne demişti: “HSYK’nin aldığı kararlar denetime tabi değil. Yani yargıçlar, bakandan değil, kuruldan korkarlar. ‘Yaptım oldu’ dediği zaman yapacağınız bir şey yoktur.” Korkunun bir aracını ise Prof. Serap Yazıcı şöyle anlatıyor: “HSYK
girişimlerine destek verdi.
kararları şeffaf değil. Kararlar yayınlanmadığı
Mesela 1961 Anayasası’yla oluşturulan Anayasa
biliyor, ne de hakim ve savcılar kendi
Mahkemesi… Pek çok gelişmiş ülkede bu tür
meslektaşlarıyla ilgili evvelce alınmış kararların
üst mahkemeler bireyi devletten korumayı ana
mahiyetini biliyorlar. Böylece hakim ve savcılar,
hedef sayarken, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi
gelecekte kendilerini ne tür kararların, ne tür
“devleti kendi insanlarından korumak için”
tehditlerin beklediğini de bilmeyerek çalışmış
etkili bir araca çevrilmiştir. Çünkü bu anayasayı
oluyor.”8
yapanlar büyük bir yanılgı ile milletin çoğunluğunu rejime düşman varsaymışlardır. Böylece Anayasa Mahkemesi siyasi partileri kapatan, yürütmenin en kritik kararlarını inanılmaz bir genişlikte yorumlayıp iptal eden bir tür “el freni”ne dönüştürülmüştür. Yasama ve yürütme yargı tarafından denetime http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=28.05.2010&y=Ta
7
için, ne kamuoyu bu kararların mahiyetini
Yasama ve yürütme yargıya bağlı, yargı da yüksek yargıya. Onların da sahip olduğu güç ve yaptıkları düşünüldüğünde var olana tam anlamı ile hakimler cumhuriyeti/diktatörlüğü demek daha doğru. Seçen ve seçilenin hiçbir kıymeti harbiyesi yok. Murat Aksoy’un söyleşisi, Yeni Şafak, 26 Nisan. İşte
8
“rejim” diye savundukları bu!
haKivanc
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
119
***
mahkemesi” olarak adlandırılıyor iktidar partisince. Yapılan son anayasa değişikliğini onaylamadığı takdirde yok sayılması gerektiği
Bugün
iddia ediliyor, hem de röportörü tarafından.13
Tanımlamaya çalıştığımız Türk yargı sistemi dünden farklı olarak bugün yüksek sesle tartışılıyor. Yapısı tartışılıyor, tarafsızlığı ve bağımsızlığı tartışılıyor, siyasal tutumu tartışılıyor, kararları ve karar alış süreçleri tartışılıyor. Özellikle yüksek yargı organları ve bu organların başında olan hukukçular tartışmaların odağında yer alıyor. Anayasa Mahkemesi9, Danıştay10, Yargıtay11, HSYK12, barolar söyledikleri ve yaptıkları ile uzunca bir süredir gündemin başköşesini işgal ediyor. Yürütme/hükümet reform amaçlı bir dizi düzenleme yaptı. Devlet içinde çöreklenen ve illegal işlere karışan çetelere karşı savaş açtı. Askeri ve bürokratik vesayetin egemenliğini kırmaya ve demokrasiyi işletmeye çalıştı. Ancak yargı, geleneksel çizgisini değiştirmedi, dün olduğu gibi bugün de seçilene/AKP’ye güvenmedi. Kendisini devletin asıl sahibi olarak gördüğü için yapılanlara engel olmaya çalıştı. Ve devlet kendisi olduğu için de başkalarının son söz söylemesine razı olamadı. Ne kendini değiştirdi ne de idari değişikliklere izin verdi. Yargıda yapılmak istenen değişiklikleri ise son kalenin düşmesi mantığı ile tuttu, yapılmaya
HSYK siyasal kamplaşmalarda taraf davranışlar sergiliyor, muhalefet partisi gibi davranıyor ve bu yüzden başbakan tarafından cübbeleri çıkarıp sandığa gelmeye davet ediliyor. Bazı davalarda taraf olup sürecin sağlıklı olarak işlemesine engel olmaya çalışıyor. Balyoz, Kafes, Ergenekon vs. gibi davalarda bu müdahaleler açıkça görülüyor.14 Bütün bu mahkemeler yetkilerini aşmakla suçlanıyor. Anayasa Mahkemesi yasaları şeklen incelemesi gerektiği halde esastan incelemesiyle, Danıştay daha önce benim yetki alanıma girmez dediği bir konuda (YÖK’ün belirlediği katsayı problemi gibi) daha sonra yetkili davranması ile, hukukun kendileri için belirlediği sınırların dışına çıkmaktan imtina etmiyor. Hukuka en uyması gereken kurumlar ve kişiler oldukları halde. Yüksek yargının bir blok şeklinde hükümetin karşısında durduğu ve demokratik sistemin işleyişini engellemek pahasına yapılanları Eğer Anayasa Mahkemesi esasa girer ve böylece
13
Anayasa’yı ihlal ederse, Anayasa’yı korumak Meclis’in
çalışılan anayasa değişikliğini “yargıyı kuşatma” hatta “yargıyı ele geçirme” olarak yorumladı.
görevidir” Osman Can Örneğin Ergenekon davasını engellemek için çeşitli
14
girişimlerde bulundu.
Anayasa Mahkemesi, “ana muhalefet
“Birincisi, malum -Ergenekon yapılanmasının bir parçası olduğu artık iyice anlaşılan- Şemdinli Provokasyonu’nun
Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası’yla kurulmuştur.
9
hükümetin de uzlaşması sonucu, davanın savcısı
korumak ve TBMM tarafından çıkarılan yasaların
Ferhat Sarıkaya’nın başının yenmesiyle sonuçlandı. “İyi
başvuru üzerine Anayasa’ya uygun olup olmadığını
çocuklar” paçayı sıyırttı.
denetlemektir.
İkinci teşebbüs Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz ve
Danıştay, idare ve vergi mahkemelerinin üzerinde bir
JİTEM davalarına bakan bazı savcıların görevlerinden
temyiz mercii olarak yargı görevine devam etmektedir.
alınmasını hedefliyordu. Ama bu defa başaramadılar.
Yargıtay; adliye mahkemelerince verilen ve kanunun
Hükümet sıkı durdu. İki-üç gün süren krizin ardından
başka bir adlî yargı merciine bırakmadığı karar ve
savcılar yerinde kaldı.
hükümlerin, son inceleme yeridir. Kanunla belirtilen
Ve nihayet önceki gün, baskın bir kararla Erzincan’da
davalara ise ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar.
yürütülmekte olan Ergenekon soruşturmasının
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), 13 Mayıs
savcılarını görevden alarak üçüncü teşebbüslerinde
1981 tarihinde kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nde
-şimdilik- başarıya ulaştılar. Böylece, bu soruşturmanın
adli ve idari hakim ve savcılarını mesleğe kabul etme,
tutuklu sanığı Erzincan Başsavcısı Cihaner’i ve aynı
atama, nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve
soruşturma kapsamında ifadeye çağrılan Kolordu
birinci sınıfa ayrıma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları
Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’i en azından bir
uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin
süreliğine korumaya almış oldular.” http://www.bugun.
cezası verme veya görevden uzaklaştırma işlemlerini
com.tr/kose-yazisi/93532-yuksek-yarginin-atagi-
yapan kurum. Başkanı Adalet Bakanı’dır.
makalesi.aspx
10
11
12
120
aydınlanmasının önünü kesmekti. Teşebbüs,
Amacı Anayasa’da yazılı temel hak ve özgürlükleri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
engellemeye çalıştığı gözlemleniyor. Anayasa
kararını başka bir hakim bozuyor, sonrasında
Mahkemesi yasama organını, Danıştay yürütme
karar tekrar tutuklamaya dönüyor. HSYK bazı
organını, HSYK da yargıyı kilitlemek için el ele
savcıları korurken (Erzincan savcısı gibi),
veriyor. Anayasa Mahkemesi, Meclis’in krizi
bazılarına (Şemdinli Savcısı gibi) meslekten bile
yasa değişikliği ile aşma imkanını kilitlerken;
ihraç edecek kadar karşı çıkıyor.
Danıştay, üstüne vazife olan olmayan her şeye burnunu sokarak Yürütme’nin elini kolunu bağlıyor, Yargıtay da son darbeyi vurmak, partiyi
Son dönemde yaşanan olaylar yukarıda yaptığımız tespiti/tespitleri doğruluyor. Türkiye
kapatmak üzere devreye giriyor.
bir hukuk devleti değil, bir yargıçlar devleti.
Ne yazık ki, adalet için var olan kurumların
beklenmekte. Kanunlar yargıçların yorumları
içinde bulunduğu durum bundan ibaret. Onlar
ile şekillenmekte ve bu kanunlarla/yorumlarla
adaletle, hak ve hukukla ilgili üstlendikleri bir
ülke yönetilsin istenmekte. Yargı kendisini
misyon yokmuş gibi davranıyorlar. Önlerine
değiştirmek istemiyor, sistemin değişmesini
koydukları amaç ise onlardan adalet beklentisini
istemiyor ve her türlü değişikliğe engel olmaya
boşa çıkarmaya yetiyor. Onlar AKP’nin
çalışıyor. Yapılan küçük değişiklikleri bile rejim
öncülüğünde yaşanan değişimlerin önünü
sorunu olarak tutuyor.16 Ve sürekli devletin/
kesmeye ve bunun için gerekirse AK Parti’yi
rejimin tehlikede olduğu mesajları veriyor.
ülkeyi yönetemez hale getirmeye ve her ne şekilde olursa olsun onu devirmeye odaklanmış durumdalar. Ve bu işi asker yapmaz ise kendileri
Her konuda son sözün yargıya bırakılması
Vicdanlar rahatsız. Adalete aracı olması gerekenler hukuksuzlukta başı çekiyor.
yapmaya talipler.15
Yargının bir şekilde karşısına çıkanların sadece
Yargıdaki çarpıklıklar siyasi taraf gibi
açılıyor nefislerde. Ve ortaya devam ettirilemez
davranmakla bitmiyor. Alınan kararlar
bir durum çıkıyor.
parmakları değil gönülleri acıyor. Yeni yaralar
tutarlılıktan uzak, çelişkiler içeriyor. Çifte standardın önüne geçilemiyor. Yargı mensuplarının suç örgütleri ile ilişki içinde oldukları ortaya çıkıyor, eski bir adalet bakanı bile bu garip ve gayri meşru ilişkilerin içerisinde yer alabiliyor.
Yargı değişmeli? Adaletin gerçekleşmesi için değişmeli, Devlet başta olmak üzere her türlü hukuksuzluğun bitmesi için değişmeli,
Yargı camiası cadı kazanı gibi, savcılar ve hakimler birbirlerine güvenmiyor, birbirlerini yandaş olmakla suçluyor. Özellikle bazı davalar bazı mahkemelere alınmaya çalışılıyor, Savcı
Toplumsal huzur ve barışın gerçekleşmesi için değişmeli. Herkes gibi AKP de bunun farkında. Anayasada
savcının peşine düşüyor, bir hakimin tutuklama
yaptığı kısmi değişikliklere yüksek yargı ile ilgili
Ahmet Taşgetiren bu durumu şöyle dillendiriyor.
başlatmak istiyor. Anayasa Mahkemesi ve HSYK
15
“Yargı alanındaki sancı her zaman siyasetle bağlantılı olmuştur. Çünkü toplum talepleri siyasete yansımış, siyasetin bunu talep veya icra ile gündeme getirdiği
bazı değişiklikleri de ekleyerek bu değişimi üyelerinin sayısı ve seçimine ilişkin değişiklikler yapılıyor, ayrıca Yüksek Askeri Şura’nın terfi
durumlarda da, “Kızım sana söylüyorum gelinim sen
işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye
anla” mantığı içinde, halka mesaj vermek üzere siyaset
ayırma hariç, her türlü ilişik kesme kararlarına
terbiye edilmek istenmiştir. Kişilere verilen idam
karşı yargı yolu açılıyor.
cezasının siyasetteki mukabili olarak parti kapatmaların Türkiye’de, askerî darbeler niteliğinde devrede olması, bu terbiye misyonunun sonucudur. Yargı normalde,
“Taslak bu şekilde geçerse Türkiye’yi neler bekliyor?”
16
millet adına, milletin hukukunu korumak durumundadır,
sorusu karşısında HSYK Başkan Vekili Kadir Özbek şöyle
ama bizde bu iş, milleti yargılamaya kadar varabiliyor.
konuştu: “Kuvvetler ayrılığı ilkesi zedelenecektir. Eğer
Ve bunun nihai anlamda denetlemesi bulunmuyor. Kimi
böyle geçerse orta direğin yıkılması demektir. Süreç
zaman “Halk yüzde 95 oy verse bile parti kapatabilme”
diğer kuvvetleri denetleyen yargı aleyhine işliyorsa
imkanından söz edilmesi, Türkiye’de Halk - siyaset -
devletin temelinin, çatısının çökmesi demektir.” http://
Yargı denklemindeki sancının odak noktası olmaktadır.”
www.iktibasdergisi.com/news_detail.php?id=27
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
121
İlk bakışta değişikliklerin niteliksel değil niceliksel olduğu hemen göze çarpıyor. Oysa yargının sorunu yapısal, niteliksel, öze ilişkin. Ve bu sorunları şekilsel değişikliklerle çözmek mümkün değil. Yargı kendini yeniden tanımlamalı; adaletle ilişkisini, devletle, rejimle
Yargı aslına dönmelidir. Adalet için var olmalı, adaleti gerçekleştirmeli ve hukuku üstün tutmada herkese örnek olmalı. Yasalar karşısında her kesin eşit olmasını sağlamalı. Milletinden, etnik kimliğinden, inanç ve mezhebinden, siyasi ve ideolojik tercihlerinden, mal ve makamından dolayı kimseye ayrıcalık tanımamalı. Ve ayrıca kendisi de bağımsız ve tarafsız olmalı. Devletten bağımsız olmalı, dünya görüşünden, ideolojiden, siyasetten ve dinden bağımsız olmalı. Kararlarını belirleyen yegane şey hak ve hukuk olmalı. Bunlar şu an için uzak, ama gerçekleşmesi gereken değişiklikler. Bu da bir süreç istiyor. İşte anayasada yapılan kısmi değişiklikler bu açıdan önemli, stratejik bir anlam taşıyor. Değişim sürecinin devamı için bu değişikliklerin başarılması gerekiyor. Yaşananlardan sonra anlaşılmış olmalıdır ki, Anayasa Mahkemesi’ni değiştirmeden anayasayı değiştirmek ve daha ileri bir anayasa yapmak mümkün değildir. HSYK’nın yapısını değiştirmeden yargı sürecini sağlıklı bir şekilde işletmek ve devlet içine çöreklenen çeteleri temizlemek mümkün olmayacaktır. Referanduma sunulan kısmi değişiklikleri ancak bir engelin kaldırılması olarak okumak gerekir. Yoksa arzu edilen bir yargı için değişmesi gereken daha çok şey var. Bu topraklar, kitap sayfalarından ve tabelalardan başta mahkemeler
www.islamiyorum.com
ilişkisini ve halkla ilişkisini yeniden düzenlemeli.
olmak üzere, hayata inecek adalete o kadar aç ki.
- BİTTİ -
122
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
GÜNDEM
Kırgızistan’da İktidar Üzerine Oyunlar... Hasan Talaş Darma dağın olan halkı Kırmadan kim toplayabilir? Sapasağlam aybaltayı Kırmadan kim yapabilir? Tutsak olan bu millete? Kim adil han olabilir?1 Manas Destanı ile tarihe büyük bir imza atmış Kırgızlar deyince insanın aklına ilk gelen şey edebiyat kitaplarımızı kahramanlık hikayeleriyle süsleyen Manas Destanı’dır. Mani dinini yaşayan Karahitaylar ile Müslüman Karahanlılar arasındaki mücadelede Kırgızların durumunu ve Manas adlı kişiyi anlatır destan. Manas’ın kahraman olacağı daha doğumundan bellidir ve tahminleri boşa çıkarmaz, on yaşına gelince tam bir kahraman olur. Destan; savaş hengâmeleri sırasında oluşan aşk maceraları, eğlenceler, düğünler, Şamanizm’in etkisi altındaki inançlar, gelenekler ve kâhinlerin rollerini betimlemektedir. Manas destanı dünya edebiyatının en uzun destanı olarak bilinir. Kırmızı saplı aybaltayı Kırmadan kim yapabilir?
olan Kırgızlar bugün dünyada kahramanlıklarıyla değil iktidar mücadelesi, darbe ve iç karışıklıklarıyla anılıyorlar. Önce mevcut iktidara karşı protesto ve gösteriler başladı, sonra da iktidar el değiştirdi. Bu değişiklik karışıklıkları bitirmeye yetmedi. İktidarı bırakmak zorunda kalanlar geri dönme arayışlarına giriştiler ve bu arada Kırgızistan’da yaşayan iki topluluk Özbekler ile Kırgızlar arasında çatışmalar başladı. Taze iktidar karışıklıklarını durdurmak için Rusya’dan askeri yardım istedi. Yarın ne olacağı belli değil. Olan biteni anlamak ve anlamlandırmak Kırgızistan’ın tarihini, özellikle de yakın tarihini, coğrafi konumunu, nüfus yapısını ve egemen güçlerle ilişkilerini bilmekle mümkün. http://tt.baskent.edu.tr/turkmitolojisi/manas1.
1
htm,23.06.2010
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
123
BU GÜNLERE NASIL GELİNDİ? Kırgızlar, Orta Asya’daki en eski milletlerden biri. Yazılı bir dile sahip olmadıklarından köklerine ilişkin çalışmalar, bölgedeki diğer gruplar tarafından Kırgızlara yapılan atıflara dayanıyor. Bilinen, Kırgızların uzun asırlar boyunca birçok göçebe imparatorluğun egemenliği altına girerek
dinleyecek birilerini iktidara getirirler. Birinin iktidara getirdiğini ise diğeri kendi adamlarını başa geçirmek için alaşağı etmeye çalışır. Ve bu şekilde Kırgızistan yakın zamanda çok sık iktidar değişikliklerine, darbelere sahne olur. Ülke güya bağımsızdır ve güya halk, kendini yönetenleri kendi seçmektedir.
onların sancağı altında aktif bir şekilde savaşmış
Bu durum SSCB’nin dağılmasından sonra
oldukları. Bunlar; Göktürkler, Uygurlar, Moğol
bağımsızlıklarını kazanan bütün Demirperde
İmparatorluğu, Hokand Devleti, en nihayetinde
ülkelerinin yaşadıklarıyla aynıdır aslında. Şöyle
Rus Çarlığı ve SSCB’dir.
ki; Sovyet Bloğu’nun dağılmasından sonra
Kırgızların yıldızı, egemenleri ile pek barışmaz. Mesela Rus Çarlığı’na karşı muhtelif seferler isyan girişiminde bulunur, fakat her seferinde ağır bedeller ödemek zorunda bırakılırlar. Bolşevik Devrimi ile beraber de devrimcilerin sindirmeci, baskıcı politikaları ile SSCB’ye boyun eğmek zorunda kalırlar. Gorbaçov’un 1986’da başa geçmesiyle başlayan açıklık (glasnost) ve yeniden yapılanma (perestroyka) hareketi sonucunda da bağımsız bir Cumhuriyet olarak 31 Ağustos 1991 günü bağımsızlıklarını ilân ederler. Ancak bunun ne kadar bir bağımsızlık olduğu tartışmaya açıktır. Zira Kırgızistan jeopolitik konumundan dolayı hiçbir zaman kendi haline bırakılmaz. Öyle bir yerdeki bu ülke, özellikle ABD için iki büyük rakibinin tam ortasında. Güneyinde Çin, kuzeyinde ise Rusya var. Bu konumundan dolayı Kırgızistan’a uluslararası egemen güçler (özellikle de ABD) ilgisiz kalamazlar ve yine bundan dolayı da bu ülkeye sık sık müdahale ederler. Bu yüzden Kırgızistan’ın bağımsızlığı ancak egemenlere bağımlı olduğu oranda gerçekleşir. Kırgızistan’ın jeopolitik önemini destekleyen
dünyayı tek kutuplu hale getirmeyi düşünen ABD, eski Demirperde ülkelerine ciddi yatırımlar yapar. Kimiyle yeraltı kaynakları için, kimiyle pazarını büyütmek için, kimiyle de jeopolitik konumundan dolayı ilgilenir ve o ülkelerde etkin olmaya çalışır. Rusya’nın zayıf döneminde (Putin’e kadar) ABD ve Batı, amaçlarında başarılı da olur. Bu ülkeler hem ekonomik hem de siyasi açıdan zayıftılar, güçsüzdüler ve desteğe muhtaçtılar. Doğal olarak da dünya siyasetinde baskın rolü olan ABD`ye ve Avrupa`ya yaklaştılar. Önce, ABD’nin desteği ile gerçekleşen renkli ve çiçekli devrimlerle SSCB yanlısı iktidarlar alaşağı edilerek, iktidarların Amerikan yanlılarının eline geçmesi sağlanır. Biz bu devrimleri, şirin gösteren renkli ve çiçekli devrimler yerine börtü böcek devrimleri demeyi daha uygun buluyoruz. Lale, turuncu devrimi yerine kan emici sivrisinek devrimi mesela… Artık herkes biliyor ki! Bir yerde börtü böcek devrimi oluyorsa orada egemen güçlerin bir parmağı, kendi adamlarını yerleştirme çabaları var. Aynı oyun Kırgızistan’da da oynandı ve başarılı oldu.
başka bir özelliği de uluslararası uyuşturucu
“Bu küçük ülkeye (Kırgızistan) yapılan Amerikan
ticareti için önemli bir geçiş güzergahı üzerine
müdahalesi, Gürcistan’daki Gül Devrimi ya da
bulunmasıdır. Özellikle Afganistan’da üretilen
Ukrayna’daki Turuncu ayaklanmadan daha çok
uyuşturucuların uluslararası piyasaya çıkış
önemlidir. (burada) Yugoslavya’da Slobodan
yollarından biridir Kırgızistan.
Miloseviç hükümetinin devrilmesi için örgütlenen
Jeopolitik konumunu kendi lehlerine değerlendirmek isteyen güçler, Kırgızistan üzerinde hakimiyet kavgasına girişirler. Gücü yeten kendi taleplerine hayır demeyecek olanları iktidara taşır. Olumlu cevap almadıklarında da hemen o yönetimleri alaşağı eder, söz
124
gençlik örgütü modelini takip ederek, Batı tarafından bu ülkelerdeki “genç aktivistler”i örgütleyip finanse edecek yardımlar gönderildi.”2 Rozoff, Rick, Kırgızistan ve Orta Asya İçin Savaş,
2
Turque Diplomatique Gazetesi, Sayı 17, 15 Haziran – 15 Temmuz 2010, S.40
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Son yıllarda Rusya güçlenmeye başladı. Kaybettiği etkinliği arttırma ve daha önce kontrol altında tuttuğu bölgeleri tekrar kontrol altına alma çabası içine girdi. Bölgede Ermenistan, Özbekistan gibi ülkeler zaten Rusya etkisindeler. Turuncu Devrim’le Batı kulübüne yaklaşan Ukrayna son seçimlerden sonra tekrar Rus yanlılarının eline geçti. Azerbaycan, Türkmenistan, Tacikistan, Kazakistan, Kırgızistan gibi ülkeler hem Batı’yı, hem Rusya’yı gönülleme derdinde idiler. Her iki kesimle de iyi geçinmeye çalışıyorlardı. Ancak Rusya’nın Gürcistan’la savaşı içlerinde derin bir Rus korkusu bulunan bu eski Sovyet ülkelerini tedirgin etti. Rusya’ya
işlediklerini bile fark etmiyor kaybedenler. Bu ülkeler ne kadar da birbirine benziyor. Halka dayanmayan, bir siyasi gelenekten ve kişilikten yoksun yönetimler… gücünü halktan değil de egemenlerden alan ve onlarla ilişkiyi daha çok önemseyen, egemenlerin adamı olmayı tercih eden yöneticiler… iktidarı bir hizmet, bir sorumluluk olarak değil bir fırsat olarak gören ve bundan dolayı da rüşvetin, adam kayırmanın, yolsuzluğun önünü alamayan idareciler… bu ülkelerde bir şekilde iktidar oldular. Egemen güçler de menfaatleri için oralara kendi adamlarını yerleştirmeye çalıştılar. Güç tek olsa
karşı daha itinalı yaklaşmaya başladılar.
sorun olmazdı belki. Ama dünya, güç sahipleri
Yaklaşık 5 yıl önce, Rus yanlısı “Akayev”
için değil egemenlik ve çıkar için kullanıldığı bir
bugünküne benzer bir iç karışıklıkla devrilmiş
savaşa sahne oluyor. Kırgızistan gibi ülkeler de
yerine “Bakıyev” getirilmişti. Amerika’nın,
büyük sahnenin küçük parçalarını oluşturuyor.
Afganistan’a asker ve teçhizat sevkıyatında kullanacağı sorunsuz üslere ihtiyacı vardı ve bunun için Kırgızistan çok uygundu. Fakat mevcut yönetim (Akavey), Rusya yanlısı duruşu ile sorun olabilirdi. Bu nedenle ABD, Kırgızistan’da küçük bir operasyonla, az sayıdaki muhalif gurubu organize ederek, devrim yaptı ve “Asker Akayev”i devirerek “Bakıyev”i iktidara getirdi. Aslında “Bakıyev” de bütünüyle Batı yanlısı bir politika izlemiyor, Rusya ve Çin’le de iyi geçinmeye çalışıyordu. Fakat ABD’ye de her istediğini veriyordu.3 ABD`nin Kırgızistan`da yeni üsler açma girişimi bu ülkeyi yeniden bir güç savaşı alanına çevirdi. ABD tekliflerine yeşil ışık yakan Bakıyev’e karşı, eski mevzilerini hızla yeniden kazanan Rusya harekete geçti. Yine çok basit bir operasyonla yönetim devrildi ve yerine bu defa Rusya yanlısı (şu anda öyle görünüyor?) bir yönetim geçti. Bir futbol müsabakasındaki top gibi, basitçe ve küçük müdahalelerle iktidar el değiştiriyor. Bir o tarafa geçiyor bir bu tarafa. Çoğu kere topu nasıl kaptırdıklarını, efendilerine karşı ne suç Amerika’nın kazandığı ayrıcalığın sonuçlarından sadece
3
arasında gücün hayır için değil, hak ve adalet
*** Kırgızistan’ın sosyal yapısı Bolşevik Devrimi’ni gerçekleştirenlerin izledikleri politikalarla şekillendi.4 Sosyalist devrimi gerçekleştirenler devrimlerin önünde etnik kimlik engel olmasın diye insanların yerlerini değiştirmeyi bir politika haline getirmiş, doğudakileri batıya, güneydekileri kuzeye sürgüne göndermiştiler. Böylece hem insanların bir araya gelerek bir güç oluşturmalarını engellediler hem de etnik çatışmalara uygun zeminler, sorun olma potansiyeli taşıyan bölgeler oluşturdular. Klasik bir taktik. Bütünü parçalara ayır, her parçanın kendini önemsemesini sağla, parçaları birbirine karşı kışkırt, zaman zaman fitili ateşle ki düşmanlık bilensin, taraflar birbirlerini hep bir tehdit olarak görsün ve ona karşı konumlansın. Ve böylece her an sorun çıkma potansiyeli taşıyan “sorunlu bölgeler” oluşsun. Etnik kimlik bu tarz bir kullanıma her zaman uygun bir materyal olmuştur. Özellikle 20. yüzyılda yükseltilen milliyetçilik dalgası ile
bir kısmını Taza Din Hareketi Lideri Cumay Suyunaliyev
dünya haritası yeniden şekillenir ve daha önce
şöyle örneklendiriyor. “Bir seferinde arabayla Kırgız
olmayan sorunlar ve sorunlu bölgeler oluşur.
kadınlarına çarptılar. Başka bir seferde de bir şoförümüzü vurdular. Bunlar gibi birçok olay yaşandı. Fakat bütün bunlara rağmen Amerikan askerleri hiçbir
Bağımsızlıklarını kazanan ya da bağımsızlıkları 4 Kırgızların nüfusunun %52’si Kırgızlardan, %18’si
cezaya çarptırılmadı.” http://www.timeturk.com/
Ruslardan, %13’ü Özbeklerden oluşmaktadır.
haberdetay.asp?Newsid=117583&Categoryid=12%20
Nüfusunun geri kalanı ise Ukraynalı, Almanyalıdır.
target=
Ülkenin %70’i Müslüman, %20’si Ortodoks’tur.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
125
hediye edilen ülkelerin sınırları da bu sorunlara
amaç tarafları birbirine düşürerek zayıflatmak,
gebe olacak şekilde çizilir. Sınırların çizilmesi
ilgi ve alakalarını, düşmanlıklarını birbirlerine
ile ilgili şu anekdot ne kadar da çok şey
yönelterek kendilerinden uzaklaştırmak ve
anlatmaktadır.
en nihayetinde menfaatin gerçekleşmesini
“O tarihe kadar var olmayan iki ülkenin, Ürdün
sağlamaktır.
ile Suudi Arabistan’ın, sınırlarını belirlemede
Bu açıdan dünyanın dört bir tarafı kaynayan
hiçbir sorun yaşamaz Churchill; eline bir cetvel
kazan gibi fokur fokur. İşte Irak, işte Afganistan,
alır ve harita üzerinde sınırları dosdoğru bir
işte koca bir kıta Afrika, oynanan oyun hep aynı,
çizgiyle belirler. Suudi Arabistan tarafında
bu oyundan zarar görenler de çıkar sağlayanlar
genişçe bir kavisli bölge kalmıştır cetvelle çizilen
da hep aynı. Irak’da Şiiler ve Sünniler birbiri
haritada; kendisine ‘Bu ne?’ diye soranlara,
ile çatışırken/çatıştırılırken ABD orada istediğini
Churchill, ‘O sırada yediğim yemeğin rehaveti
elde etme imkanı buluyor. Filistin’de, Hamas ve
üstüme çökmüştü, birden bir hıçkırık nöbeti
El Fetih kavgası Filistin’e değil İsrail’e hizmet
tuttu, düz olsun derken çizgi hafif yamuldu’
ediyor. Suni sınırlarla, etnik ve mezhebi fitne
cevabını verir. O gün bugündür Ürdün’le Suudi
ile kamplara ayrılarak birbirinden uzaklaşan
Arabistan arasındaki sınırın o çarpık kısmına
ümmet, emperyalizm için kolay lokma haline
‘Churchill’in hıçkırığı’ (Churchill’s hiccup)
geliyor, İslam coğrafyası yangın yerine dönerken
deniliyor.
insanlar hala kavimlerinin, mezheplerinin,
…İngilizler, Fransızlar, Ruslar ve bir dereceye kadar İtalyanlar 1920’lerde haritaları yeniden
cemaat ve gruplarının, birilerinin cetvelle çizdiği sınırların davasını güdüyor.
çizerken Kürtlerin dört ayrı ülkeye dağılmasını
Kırgızistan’da bu oyuna uygun zemine sahip.
da sağlama aldılar. Türkiye’de, Suriye’de,
Her an karıştırılmaya müsait, provokasyonlara
Irak’ta, İran’da Kürtler var ve bulundukları her
açık bir yapı taşıyor. Özbekler var, sayıca az
ülke bu yüzden ciddi sıkıntılar yaşadı, yaşamaya
ama özellikle temel geçimin tarımla olduğu bir
devam ediyor.”
coğrafyada en verimli yerlere yerleştirilmişler.
5
Bir grup insan milliyetinden dolayı kendini seçkin ve üstün görürken kendi ırkından, renginden olmayanlara ikinci sınıf insan muamelesini uygun görür. Birileri tarafından nasıl çizildiği ve neden öyle olduğunun bilinmediği sınırlar kutsallaştırılır. Bunun neticesi
Kırgızlar kendilerini ülkenin asıl sahipleri görüyor, ama ülkenin en fakir kesimini oluşturuyorlar. Üstelik yaşadıkları bölgeler de dağlık ve tarıma hiç de elverişli değil. Geçim kaynakları sınırlı. Ne petrolü ne de gazı var. Öyle olunca da verimli topraklar büyük önem taşıyor.
de gerginleşen ilişkiler, her an patlamaya hazır
İşte bu zeminde iktidar kavgası bir süre sonra
taraflar, sürüp giden çatışmalar ve kan davasına
Kırgızlar ve Özbekler arasında etnik çatışmalara
dönen kavgalardır. Aynı oyun din ve inanç
dönüştü ve az olan Özbekler göçe zorlandı.
farklılığı merkezinde tekrarlanmaya çalışıldığı
2010 Haziran’ında gerçekleşen çatışmalarda
gibi aynı dine inananlar arasında mezhep
resmi kayıtlara göre 200 kişi öldü. Gayri resmi
çatışması şeklinde, aynı mezhebe tabi olanlar
kayıtlara göre ise bu rakam 1500’den 3000’e
arasında grup ve cemaat merkezinde tekrarlanır
kadar çıkmakta.7 Ölenlerin haricinde şehirde
durur. Ve hatta bu tür farklılıkların olmadığı
birçok ev, mağaza yağmalandı, harabeye döndü.
durumlarda suni farklılıklar oluşturulur. Tek 6
İSLAM’IN DURUMU
Kıvanç, Taha, Hıçkırıklarla Çizilen Sınırlar, Yeni Şafak
5
Aslında Kırgızistan’da yaygın olan din (% 70
Gazetesi, 26.06.2010 Ruanda’da olduğu gibi. Ruanda’da egemen güçler
6
insanları ayrıştıracak bir unsur bulamadıkları için suni
olmaları (fizik)... ikamet ettiği yer (kıyıda oturanlar ve
bir ayrıştırma yaratmışlardır. Daha önce hiç yokken
oturmayanlar) mal varlığı, sahip olduğu hayvan sayısı
birden bire ülke halkı Batılı işgalcileri vasıtası ile “Tutsi
vb... 1994 yılında Tutsiler ve Hutuler karşı karşıya gelir
ve Hutu” olarak iki gruba ayrılmıştır. Ayrışma kriterleri de dikkate şayandır. Yüz şekilleri (güzellik)... beden yapısı, güçlü ve zayıf, sağlam ve sakat, iri ve ince
126
ve neticede bir milyona yakın insan katledilir. http://www.runewsweek.ru/globus/34772/,
7
12.07.2010
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Müslüman), insanların, farklı inançlara da
Bağımsızlıktan sonra dine yönelim arttı. Bir
sahip olsalar, farklı etnik kimlikler de taşısalar
yandan devlet, dini öğretmek için din adamları
birlikte huzur ve barış içinde yaşamalarını
yetiştiren okullar açarken, Nur Cemaati’nin okul
temin edecek bir din; yani selam ve barış
açmasına yol verirken, bir yandan da Hizbu’t-
anlamına gelen İslam’dır. O, insanları tek
Tahrir, Taza Din (temiz din) hareketi gibi İslami
tipleştirme yerine farklılıklarını kabul eden,
hareketler gelişmeye başladı. Ancak bunlar
farklılıklarına saygı duyan ve farklılıklarını
toplumun İslam’la ilişkisini istenen noktalara
zenginlik olarak değerlendiren bir anlayışla
ulaştırmayı henüz sağlayamadı. Öyle ki bugün
etnik kimlik taassubundan, din, mezhep ve grup
birçok Kırgız için Kırgız olmakla Müslüman
taassubundan kurtarır.
olmak özdeş kabul edilmektedir.9
“Arabın aceme, siyahın beyaza, bir üstünlüğü
Kırgızistan’da İslam anlayışının gelişmemesi
yoktur.
için yapılan ciddi çalışmaların varlığına da
Doğrular bir kişi, grup, cemaat ya da mezhebin tekelinde değildir.
işaret etmek gerekir. Özellikle ABD radikal olarak nitelenen İslam anlayışına karşı kendi anlayışını dikte etme çabası içindedir. (radikal
Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir.
İslam’a karşı ılımlı İslam) “Radikal İslâm’ı Engelleme konularında kurslar düzenleyerek… Müslümanların ABD’deki yaşamlarını örnek
Dinde bir dayatma ve zorlama söz konusu olamaz.” prensipleri bu anlayışı destekler ve
gösteren Rusça ve Kırgızca broşürler dağıtarak… belgesel nitelikli TV yayınları
birlikte yaşamak için gerekli zemini oluşturur.
yaparak/yayınlatarak… sürekli bir kampanya
Ancak dünyanın birçok coğrafyasında
çalışmalarının önü açılmakta ve özellikle henüz
Müslümanlar sahip oldukları değerin farkında değiller. Çoğu canını bile feda etmeye hazır olduğu dinini bilmiyor, öğrenmeye de çalışmıyor. Bilmeyince de İslam onları taassuplarından kurtaramıyor, üzerlerinde oynanan emperyal oyunlara karşı koyacak basirete kavuşturamıyor. Kırgızlar da kendi dinlerini bilmemenin sıkıntılarını yaşıyorlar. İslam ile mutasavvıfların gerçekleştirdiği tebliğ faaliyetleri ile tanışan ve benimseyen bu insanlar, yıllarca dinlerinden koparılma uğraşlarına rağmen büyük bir özveri ile dinleri ile bağlarını korumaya çalıştılar.8 1990’lı yıllardan önce Sovyet okullarında eğitim görmüş
8
birçok kişinin verdiği bilgiye göre, eğitimleri sırasında öğrencilere sabahleyin oruçlu olup olmadıkları sorulur, oruçlu olanlara su içirtilerek oruçları bozdurtulurdu. Hatta bazı yerlerde, öğlenleri okulun kapısı önüne dikilen öğretmen, öğrencilere bir parça ekmek vererek, onları oruçlarını bozmaya zorlardı. Yemeyenler ve oruçlu olduğu tespit edilenler cezalandırılırdı. Bütün
yürütülmekte. Bir yandan da misyonerlik İslam’la ilişkisi duygusallıktan öte gitmeyen gençler yoğun bir şekilde bu faaliyetlerin muhatabı olmaktadırlar. Bütün bunlar iktidarın izin ve desteği ile yürütülmektedir. Kırgız yöneticiler Amerika ile aynı yerde durmaktadırlar. Nitekim Kırgızistan Devlet Başkan Yardımcısı Ç. Arabayev, 1996 yılında dinî kurumlar hakkında çıkartılacak olan kanunun hazırlık görüşmeleri esnasında, ülkede radikal hareketler gibi zararlı akımların önlenebilmesi amacıyla “bütün dinler Allah der, kötü yöne gitmemeyi önerir” ilkesini hareket noktası olarak aldıklarını ve Hıristiyan ve Buda misyonerlerinin faaliyetlerini Müslüman fundamentalizmine karşı bir denge unsuru olarak gördüklerini belirtmiştir.”10 Netice de İslam henüz Kırgızistan’da sorun çözecek bir konumda değil. Şüphesiz bu da İslam’dan değil, insanlardan kaynaklanıyor.
bu baskılara rağmen oruç tutan halk, gizli olarak
diyerek bize, tecdid-i iman yaptırırlardı. Böylece genç
evlerde, kendi aralarında teravih namazı kılardı…
neslin İslâm’dan uzaklaşması ve Müslüman kimliğini
Sovyetler Birliği ders programlarına, inançsızlığı ve
kaybetmesinin önüne geçilmeye çalışılırdı… http://www.
ateizmi propaganda eden konular/dersler koymaya başlayınca babalarımız ve dedelerimiz, her akşam bizi
hbvdergisi.gazi.edu.tr/ui/dergiler/42-137-164.pdf http://kutuphane.uludag.edu.tr/PDF/ilh/2008-17(2)/
9
önüne oturtup “Yavrum sizlere okulda Allah’ı inkâr etmeyi öğretiyorlar. Haydi, bir kelime-i tevhid veya kelime-i şehadet getirterek imanımızı yenileyelim”
M10.pdf http://kutuphane.uludag.edu.tr/PDF/ilh/2008-17(2)/
10
M10.pdf
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
127
Ve ne yazık ki, bu durum onların kolayca
Yeni bir dünyaya uyanmak hiç de güç
kullanılmasına, provoke edilmesine, üzerlerinde
olmayacaktır.
oyunlar oynanmasına imkan veriyor. SONUÇ
- BİTTİ -
Güç sahipleri daha kolay yutmak için böl ve yut
Bu maksatla kullanılacak malzeme yeterince mevcuttur. Irk, renk, dil, coğrafya gibi doğal farklılıkların yanında ideoloji, din, mezhep gibi tercihe dayalı farklılıklar da kolayca bir malzeme haline gelebilmektedir. Millet herkes için değerli, ülke sınırları herkes için kutsal, tercih edilen görüş, din, mezhep herkes için en doğru öyle ki bütün doğrular onlara ait olunca güç sahipleri için istenen uygun zemin oluşmuş demektir. Geriye olayları provoke edecek, tahrik edecek, kışkırtacak tetikçi bulmak kalmaktadır ki, güç her zaman kendisine hizmet edecek taşeronlar bulur. Bu bazen bir lider, bazen bir parti, bir cemaat, bir grup ya da bir örgüt olur. Bazen kalem sahipleri bazen de silah sahipleri, bazen de en güçlü hatipler olur. Fakat bütün bunların olması için ön şartın, halkın/insanların düşünüş biçimleri olduğu unutulmamalıdır. Millet yerine insan konulabilse yani insan, insan olması sebebi ile değerli kabul edilse, Irk, renk kaynaklı üstünlüğün yerini insanın eşitliği alsa, Farklılıklar üstünlük vesilesi değil de zenginlik olarak kabul edilse, Ve cetvelle çizilen, hıçkırıkla şekillenen sınırlar tabu olmaktan çıkarılıp hiçbir sınırın insan hayatından daha değerli olmadığı kabul edilse, Birleşmek ve ayrılmakta, dost ve düşmanlıkta hak ve adalet öne çıksa…
www.islamiyorum.com
taktiğini sürekli kullanır.
Ve en önemlisi İslam’la yeniden tanışılsa, bireysel ve toplumsal hayat için ortaya koyduğu değerler anlaşılsa, İslam için ölmeye talip olanlar onu anlamaya da talip olsalar,
128
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ İKİ İSİM-İKİ KİTAP/ABDURRAZIK VE EL-EFENDİ NE SÖYLÜYOR? (1)
İslam’da İktidarın Temelleri
/ Ali Abdurrazık Zakir Aydın
Abdurrazık ve Kitabı “İslam’da İktidarın Temelleri” Kitabın yazıldığı ortam:
çalışmalar yapılıyor ve kongreler düzenlemek için uğraşılıyordu. Bazıları işgalcilerle iş birliği içindeki kralları
1925 yılında dünyanın ve özelde İslam
halife ilan etmenin
dünyasının kötü tablosunu bir gözlerimizin
yolunu ararken,
önüne getirelim. Dünya birkaç yıl önce bir
bazıları halktan bir
savaştan çıkmış, İslam dünyası ise sadece büyük
halife çıkartmaya
bir savaş yaşamakla kalmamış paramparça
çalışıyor, bazıları ise
olmuş, devletleri yıkılmış, tüm toprakları işgal
İngilizlerle iş birliğine
edilmiş ve büyük bir kısmı sömürgeleştirilmiştir.
giderek bu meselenin
İslam diyarlarının her bir yanını acılar
çözülebileceğini ve
sarmış, 14-15 asırlık İslam tarihinde eşine az
eski normal günlere
rastlanır cinsten bir zillete duçar olunmuştur.
dönülebileceğini zannediyordu.
Müslümanlar belki de tarihlerinde ilk defa başsız ve devletsiz kalmışlardır. Çünkü 1924 yılında şu ya da bu şekilde İslam ümmetinin birliğini temsil eden hilafet tamamen kaldırılmıştır. Bu ezilmişlik duygusu ile bir çıkış yolu arayan bu toprakların insanları liderlik müessesesini yeniden kurmak için cevaplar bulma ve yeni ümit ışıkları yakma peşindeydi. Arayış daha çok arananın kaybedildiği yerden başlanarak yapılıyordu. Mademki hilafet ilga edilmişti, öyleyse ümmetin birliği için aynı müessese yeniden diriltilmeliydi.
Hilafet müessesesi hiç olmadığı kadar idealize edilmiş, kutsallaştırılmış ve ümmetin yeniden ayağa kalkışı için neredeyse tek yol olarak görülmeye başlanmıştır. Başlarına bir halife geçince kötü hallerinden kurtulacaklarını ve ümmetin yeniden birleşerek eski şanlı tarihlerine döneceklerini zanneden bu anlayış sahiplerinin pek çoğu, problemin köküne inmekten aciz bir düşünce körlüğü içindeydiler.
Bu amaçla özellikle Hindistan’da Mevlana Ebu’l-
İşte tam böylesi bir ortamda tartışmaların
Kelam Azad liderliğindeki hilafet hareketi ve
en hararetli olduğu bir yerden -Mısır’dan-
Mısır’da el-Menar dergisi çevresinde hararetli
birisi çıkarak bir kitap kaleme aldı. Yazar -Ali
tartışmalar oluyor, hilafetin yeniden tesisi için
Abdurrazık- Ezherli bir âlimdi, bir hafızdı. Hem
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
129
klasik bir eğitim almış, hem de tamamlayamasa
1) Peygamber bir devlet kurmamıştır ve
da bir süreliğine Oxford Üniversitesi’nde iktisat öğrenimi görmüştü. Üstelik aynı zamanda bir kadı idi. Yani yargıçlık yapabilecek derecede
otoritesi tamamıyla manevidir. 2) İslam, hiçbir şekilde kesin bir hükümet
İslam hukukuna hâkimdi.
tarzı ortaya koymaz ve Müslümanlar
Abdurrazık yazdığı bu kitapta, hilafeti mahiyeti
benimsemekte serbesttir.
uygun gördükleri hükümet tarzını
ve tarihi itibariyle hiçbir değerlendirmeye tâbi tutmadıkları halde ona yönelik sınırsız ümit
3) Peygamberin ölümünden sonra kurulan hükümet türlerinin İslam doktrininde
besleyenlere karşı bir tür manifesto veriyor ve
yerleri yoktur, yalnızca Arapların adapte
bu müesseseden ümit beklemenin, onu yeniden
ettikleri geçici bir tedbirdir ve dini bir
ihya etmeye çalışmanın anlamsız olduğunu
meşruiyet kazandırmak için de hilafet
haykırıyordu. İşte bu kitap, içeriğindeki tüm
ismi verilmiştir.
çelişki ve anlatım bozukluklarına rağmen, özellikle yazarının kimliği, konumu ve içerden konuşarak iddiasını dillendirmesi nedeniyle
4) Bu sistem İslam dünyasını saran çoğu problemin kaynağıdır, çünkü
büyük bir yankı uyandırmış ve çok büyük
Müslümanlara uygulanan baskıların
tepkiler doğurmuştur.
ve çöküşün meşrulaştırılmasında kullanılmıştır.
Biz yazarın temel savının ne olduğuna ve bu savını nasıl temellendirdiğine kısaca değindikten sonra, şahsına ve kitabın içeriğine gelen tepkiler üzerinde duracağız. Piyasada baskısı bulunmayan kitabın pdf formatındaki metnine sitemizdeki e-book bölümünden ulaşabilirsiniz.
1
Abdurrazık kitabını üç bölüme ayırmıştır. Ancak bu üç bölüm birbirine geçişiktir. Bazen bir bölümde anlatılan aslında başka bir bölümün konusudur. Kendi bölümünde anlatılan bir mevzu başka bir bölümde alakasız bir şekilde yeniden tekrar edilmektedir. Yazarın bu üslup
Abdurrazık’ın Temel Savı Abdurrazık’ın kitabında cevabını aradığı soru veya sorun şudur: Hilafet şer’i yönden bir zorunluluk veya farz mıdır? Onun hilafet kelimesini “yönetim modeli”nin bir ifadesi olarak kullandığını göz önünde bulundurduğumuzda tartıştığı sorunun günümüz diliyle ifadesinin; İslam’da din tarafından belirlenmiş bir yönetim biçiminin varlığı veya yokluğu meselesi olduğunu
karışıklığına karşı iyi bir analiz yapan Mehmet Görmez kitabı üç ana başlıkta inceleyerek çok daha anlaşılır kılmıştır. Bu başlıklar: Hilafet, risalet ve din başlıklarıdır. “Yazar önce hilafetin İslam’da yeri olmadığını söylemiş, bunu temellendirmek için de risaletin hangi sahalara yönelik olduğunu irdelemeye çalışmıştır. Her iki konuyu bir zemine oturtmak için de din-dünya ve din-siyaset ilişkisini ele almıştır.”2
söyleyebiliriz. Bu soruya veya soruna cevap
O ilk olarak halife tayin etmenin ümmetin
vermek için ortaya attığı savının odak noktasını,
üzerine vacip olduğu düşüncesinin dini bir
hilafetin ne Kur’an’a, ne sünnete, ne de icmaya
dayanağının olmadığını; Kur’an’da bu konuyla
dayanmadığı düşüncesi oluşturmaktadır. O ne
ilgili hiçbir ayet bulunmadığını, buna işaret eden
Kur’an’ın delil oluşunu, ne hilafete delil olarak
bir hadisin mevcut olmadığını ve bu konuda öne
gösterilen hadislerin sıhhatini, ne de icmanın
sürülen ayet ve hadislerin aslında buna delil
İslam metodolojisi içindeki yerini tartışmaz.
olamayacağını ve bu konuda bir icmanın da
Onun iddiası Kur’an’dan, sünnetten ve icmadan
mevcut olmadığını öne sürer. Bunu yaparken de
hilafete delil olduğu söylenen şeylerin aslında
öne sürülen ayetleri, hadisleri değerlendirir ve
delil olmadığı ve gösterilen bu delillerden söz
hakkında icma var denilen hususlarda hilafete
konusu sonuçların çıkartılamayacağıdır. Ona göre tüm bu kaynaklardan hilafetin dini bir emir oluşuna dönük ikna edici bir delil çıkartmak mümkün değildir. Abdurrazık’ın tezlerini elEfendi dört maddede özetler:
130
Abdulvahhab el-Efendi, Nasıl Bir Devlet, ilke yay. 2.
1
Baskı, s.85 Mehmet Görmez, “İslam Dünyasında Laiklik
2
Tartışmasını Başlatan Bir Kitap ve Bu Kitabın Serencamı”, İslami Araştırmalar, cilt:8 sayı:3–4, s.224
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gösterilen muhalefetleri ve bu uğurda dökülen
şahsına ve kitabına dönük dış tepkileri ele
kanları delil göstererek icmanın olmadığını ispat
alabiliriz.
etmeye çalışır.
tebliğ etmek için seçildiği kadar, dine dayalı bir
Abdurrazık’ın şahsına ve kitabına dönük dış tepkiler
devlet kurmak için de görevlendirildiği tarzındaki
Abdurrazık’ın dillendirdiği bu düşünceler o
İkinci olarak Abdurrazık, peygamberin dini
genel kanaati tamamen yanlış bulur. Ona göre risalet ve hükümdarlık ayrı şeylerdir. Peygamber sadece risaletinin tebliğinden sorumludur. Bu nedenle peygamber bir devlet kurmamıştır. Onun söylediklerinden ve yaptıklarından bir yargı ve hukuk sistemi, bir nizam veya adalet teşkilatı çıkartmak hiç mümkün değildir. Yazarın kendisini iyi anlatamamasının en net görüldüğü bölüm bu bölümdür. Yazar bir taraftan peygamberin bir devlet kurmadığını iddia ederken, bir taraftan da peygamberin kurduğu devletin risalet sınırlarının içinde mi, dışında mı olduğunu tartışması kitaptaki en çelişkili
dönemde sadece kendisine ait değildir. Ondan önce de benzeri görüşler çok daha iyi bir üslupla kaleme alınmıştır. Özellikle aynı dönemde, Türkiye’de hilafet tartışmaları çerçevesinde Celal Nuri İleri, Abdullah Cevdet, Zeki Velidi Doğan ve adliye vekili Seyyid Bey gibi isimler bu konuyu ele alan yazılar yazmışlardır. Hatta Seyyid Bey düşüncelerini TBMM’de uzun bir konuşma ile ortaya koymuş3 ve Abdurrazık’tan önce bu konuda bir kitap yazmıştır. Yazdığı kitap Arapçaya çevrilmiş ve Abdurrazık bu kitaptan yararlanmıştır.
bölümlerdendir. Ezher’de şeyhlik/profesörlük
Türkiye’de bu görüşlere tepkinin
yapan birisinin böylesi bir çelişkiye düşmesinin
yükselmemesini muhalif kesimin sindirilmişliğine
bir bilgi eksikliğinden çok üslup eksikliğinden
bağlamak mümkündür. Ama tek neden bu
kaynaklanması daha muhtemeldir. Kendisini
değildir. Kitlesel bir tepki ortaya çıkmasa da
iyi anlatamayıp çelişkiye düşen yazar, en ciddi
azımsanmayacak çok miktarda hilafet yanlısı
içerik eleştirilerini de bu türden düşünceleri
görüş sahibi, Türkiye’de bir şekilde seslerini
üzerinden almıştır.
çıkartmışlardır. Türkiye’de iktidara yakın
Üçüncü olarak Abdurrazık devlet, siyaset ve hükümet gibi işleri tamamen dünyevi işler olarak görmüş, bu konuları halletmek için Allah’ın peygamberi risaletle görevlendirmesinin gereksiz olduğunu söylemiştir. Ona göre bu tür işleri halletmek için akıl, anlayış ve tecrübeden başka bir şeye ihtiyaç da yoktur. Abdurrazık’ın din ve dünya meselesini ele alırken dünya işleri olarak gördüğü yönetim ve hilafet meselesinin dünyeviliğinin kurumsal veya model düzeyinde bir dünyevilik mi yoksa temel esasları da içeren bir dünyevilik mi olduğu hususuna hiç girmemiş olması eleştiri oklarından nasibini almasına yol açan bir diğer husus olmuştur.
çevrelerde hilafet aleyhine yükselen ses laikliğe direkt bir çağrı niteliği taşımaktadır. Üstelik aynı zamanda iktidara egemen olanların da benimsediği bir sestir. Oysa Mısır’da İngilizler tarafından kendisine teklif edilen halifelik makamını kabul edip etmemekte tereddüt eden bir kral Fuat ve etkin bir Ezher vardır. Aynı zamanda Abdurrazık Türkiye’deki seslerden farklı olarak laikliğe direkt bir çağrı yapmaktan öte laikliğin İslami olduğunu veya İslam dininin bizatihi laik bir din olduğunu dile getirmiş4 veya söylediklerinden böyle bir anlam çıkartılmıştır. İşte tüm bu etkenler Abdurrazık’ın şiddetli bir tepkiye uğramasına yol açmıştır.
Hatta Abdurrazık’ın tamamen laikçi bir
En şiddetli tepkiyi Ezher uleması göstermiştir.
çizgiye oturtulmasına yol açmıştır. Ancak o,
Ezher ulemasını harekete geçiren ise Menar
bu konuyu halifelik üzerinden yani kurumsal
dergisi üzerinden Reşit Rıza olmuştur. Çünkü
çerçevede tartışmak istemiştir. Oysa ifadeleri ve
kitap aynı zamanda Reşit Rıza’nın hilafet üzerine
üslubundaki yetersizlik onu tam da laikçilerin
yazdığı kitabına bir eleştiri anlamına geliyordu.
safına oturtmuştur.
Seyyid Bey’in “Hilafetin Şer’i Mahiyeti” başlığı altında
3
1924 yılında yaptığı konuşmanın tam metni için bakınız:
Kitaptaki temel tezleri ve bunların ele alış tarzını böylece ifade ettikten sonra şimdi Abdurrazık’ın
İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi cilt:1 s.179 Mehmet Görmez, agm, s.225
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
131
Mısır ve Hindistan’da basın ve vaazlar
Abdurrazık’ın şahsına ve kitabına dönük bu
aracılığıyla başlatılan kampanyalar halkta infiale
dış tepkilerin en önemli özelliği ilmi, bilimsel,
yol açmış ve aleyhte yürüyüşler ve gösteriler
düşünce hürriyetine saygılı, insani bir temele
düzenlenmiştir. Muhammed Ammara matbaanın
dayalı olmasından çok dışlayıcı, kategorize edici,
gelmesinden beri hiçbir basılı esere bu kadar
küçültücü, dedikoducu, hakaret edici, komplocu
büyük bir tepkinin gösterilmediğini söyler.
ve daha da ileride sağlam hiçbir bilgi ve belgeye
Ezher içinden ve dışından ulema yazara ve kitabına şiddetle saldırdılar. Saldırılar eleştiri
dayanmaksızın iftiraları da içerecek bir tarzda yürütülmesidir.
üslubunun çok ötesinde ilmi üsluptan uzak,
En hafifinden tepkilerde, onun Raşit halifelere
hakaret ve aşağılama içerikliydi. Kitabın
ve onların hilafet düzenine hakaret ettiği,
yayınlanmasından birkaç ay geçmeden Ezher
sahabelerin ve peygamberin düzenini insan
harekete geçti. 1911 yılında çıkan bir yasa Ezher
aklından uydurulmuş düzenlerden daha aşağı
Alimler Heyeti’ne İslam’a muhalif bir Ezher
gördüğü eleştirileri vardır. Bu görüşlerin İslam
mensubunun elindeki diplomayı alma yetkisini
binasını yıkmaya, nesilleri saptırmaya yönelik
veriyordu. Disiplin kurulu Ali Abdurrazık’ı
la-dini, Tanrı tanımaz, İslam düşmanı, ilhadi ve
yargılamaya başladı. Bu mahkeme Mısır’ı ikiye
zındıklık içeren görüşler olduğu söylenmiştir.
böldü. Tartışma kitabın içeriği kadar düşünce hürriyeti üzerinden de alevlendi. Laikler ve liberaller düşünce hürriyeti adına Abdurrazık’ın yanında yer alınca bu hepten onun aleyhine bir durum oldu. Mahkeme heyetini iyice katılaştırdı. Hatta savunmasını yapmak için gelen Abdurrazık’ın selamını dahi almadılar. İkinci celsede Abdurrazık’ın diploması elinden alındı, âlimler zümresinden ihraç edildi. Sıra diploması elinden alındığı için yetkisizleşen görevinden de alınmasına geldi. Kanun maddesine göre diploması elinden alınanların resmi görevlerinden de uzaklaştırılmaları gerekiyordu. Ezher disiplin kurulu aldığı kararı, gereğinin yapılması için adalet bakanlığına bildirdi. Adalet bakanlığı yazarı kadılık görevinden almak için bir karar aldı ve imzalanmak üzere bakanlar kuruluna gönderdi. Bakanlar kurulundaki liberal parlamenterler kararı imzalamaktan imtina edince büyük bir hükümet krizi ortaya çıktı. İş adalet bakanının görevden alınmasına ve üç bakanın istifasına kadar vardı. İstifaların ardından Abdurrazık’ın kadılıktan azil kararı da imzalandı. İlginç olan bu kararın ardından yarım bıraktığı eğitimini tamamlamak için İngiltere’ye giden ve döndüğünde birkaç yıllık çalışma hayatından sonra girdiği seçimlerin ardından milletvekili
Hatta kitabın Türkçe tercümesinde Ömer Rıza Doğrul’un bizce meçhul bir sebeple sansürlediği bir bölümünde geçen “Bolşevizm” kelimesi yüzünden Abdurrazık’ın komünist inançları savunduğu bile iddia edilmiştir.5 Halbuki kitabın bu bölümünde Bolşevizm’e sadece nötr bir gönderme vardır. “Abdurrazık’ın gerçekte söylemek istediği, Müslüman hukukçuların hilafetin gerekliliğini savunurken istedikleri genelde hükümetin gerekliliğini göstermek ise bunun doğru olduğuydu: ‘Dini sembolleri yüceltmek’ diyordu, halkın huzurunu sağlamak, gerçekte, hükümet anlamında, hilafete bağlıdır. Hangi hükümet şekli ya da türü olursa olsun, mutlak ya da meşruti, bireysel ya da cumhuri, despotik (anayasal veya konsültatif), demokratik, sosyalist ya da Bolşevik”6 Fas Bağımsızlık Partisi lideri el-Fasi, Abdurrazık’ın başlattığı ve dinin devletten ayrılmasını isteyen, devlet içinde devlet yaratmayı hedefleyen bu girişimleri “yeni israiliyyat” olarak adlandırmaktadır.7 Bütün bu hakaret de içeren saldırılara karşı Abdurrazık kendisini bu tür konuların ancak Mehmet Azimli, “Hilafet Karşıtı Bir Kişi Olarak Ali
5
ve evkaftan sorumlu bakan olan Abdurrazık’ın Ezher’in başına geçmesidir. Bundan sonra kendisine iade-i itibar yapılmış ve âlimler zümresine yeniden dâhil edilmiştir.
132
Abdurrazık ve Kitabı ‘el-İslam ve Usûlu’l-Hukm’ Üzerine Bazı Mülahazalar”, Marife, yıl 1, sayı 3, s.59 Hamdi İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, s.122
6
Fehmi Ced’an, Çağdaş Arap Dünyasında İslami Yönetim
7
Tartışmaları, s.66
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
en güzel ilmi münakaşa ve tartışmalarla
hilafeti savunmak bağımsızlıkla özdeştir.
halledilebileceğini, hiçbir yasanın insandaki
Hilafete karşı çıkmak ise sömürge güçlerine
düşünme ve inanma özgürlüğünü elinden
teslimiyettir. Bu nedenle hilafet dışında ortaya
alamayacağını söyleyerek savunmaya çalışmıştır.
konan her şey Müslümanlara ihanetten başka bir
Gösterilen tepkilerin daha ileri götürülenleri
şey değildir.
ise işi komploculuğa ve iftiracılığa kadar
Kötü olan durum ise kitabın yazıldığı dönemdeki
vardırmıştır. Delil ve belgeye veya Abdurrazık’ın
ortam nedeniyle kısmen anlaşılabilir olan
açık beyanlarına dayanmaksızın spekülatif bir
bu tepkilerin ortamın sakinleştiği sonraki
tarzda ortaya atılan bu iddialara göre bu kitabı
dönemlerde de sürdürülmeye devam etmesidir.
ona İngilizler yazdırmıştır. Hatta “Ali Abdurrazık”
Kitaba olan boykot ve ön yargılı yaklaşım
ismi müstear bir isimdir. Kitabın asıl yazarı bir
günümüze kadar taşınmıştır. Günümüzdeki
Yahudi’dir. Bazılarına göreyse İngilizler hilafet
tepkiler kitabın daha çok hilafet kurumunu hedef
kurumunu kontrollerinde tutmak için kendilerine
almasından değil, siyasetle dinin ayrılmazlığını
bağlı birini -Mısır kralı Fuat’ı- halife ilan etmeye
inkârından dolayı gelmektedir.
çalışırlarken Ali Abdurrazık bunu önlemek için kitabı yazmıştır. Tersine bir iddiaya göre ise kitabı Abdurrazık’a yazmasını emreden bizzat kral Fuat’tır. Çünkü o İngilizlerin kendisine yaptığı teklife çok da sıcak bakmıyordu. Bir taraftan İngilizlerin bir taraftan da İslam dünyasının baskıları arasında sıkışıp kalmak istemiyordu. Kitabı yazdırarak aradan sıyrılmış oldu. İngilizler başlangıçta Abdurrazık’ın lehine davranırlarken sonraları kitabın aleyhine yayınlar
Günümüzde kitaba bir de “Abdurrazık’ın hilafet karşıtlığı üzerine yazdıkları kimlerin ekmeğine yağ sürdü?” sorusu üzerinden karşı çıkılmakta ve içeriğin tartışılması ertelenmeye çalışılmaktadır. Oysa hilafet lehine onca çalışmaya rağmen, bu da Müslümanların ekmeğine yağ sürmemiş ve bir süre sonra “hilafet” kavramı tartışmaların odağından çıkartılmıştır. Hindistan’daki Ebu-l Kelam Azad
yapmışlardır.8
liderliğindeki hilafet hareketi de kendisini
Olayı komplocu bir tarzda değerlendiren bazı
kendisi bile İngilizler tarafından kullanılmış ve
yazarlar hilafet asabiyeti ile davranmışlar ve
Batılıların İslam toprakları üzerindeki emellerine
Abdurrazık’ı hilafetle ilgili bir kitap kaleme
alet edilmeye çalışılmıştır. Bugün bile bu konu
alan İngiliz Sir Thomas Arnold’un şakirti ilan
istismar edilmeye devam etmektedir. Sorunun
edivermişlerdir. İddiaya göre Abdurrazık’a bu
bir zihniyet, düşünce, dine, dünyaya, zamana,
kitabı yazmaya hazırlayan isimler S.T. Arnold
eşyaya ve topluma yaklaşım sorunu olduğu
ve Yahudi asıllı Marselyus’tur. Abdurrazık
anlaşılmadıkça problemler çözümsüz kalmaya
eğitimi sırasında Oxford’da bu ikisiyle tam
devam edecektir. Nitekim “hilafet” kavramı
bir yıl beraber olmuştur.9 İslamoğlu’na göre
tartışmaların odağındaki kavram olmaktan
bu iddianın bu güne kadar tekzip edilmemiş
çıkmaya başlayınca “İslam devleti” kavramı
olması olayın doğruluğunu ispat etmek için
temerküz etmiş ve aynı hastalıklı düşünme,
yeterlidir. İslamoğlu ikna olmuştur. Abdurrazık
yaklaşım ve tartışma biçimi bu sefer bu kavram
misyonerlerin ve İngilizlerin maşasıdır.
üzerinden yürütülmüştür.
Yine Mustafa Sabri Efendi Abdurrazık’ın gerçek
Abdurrazık’a getirilen eleştirilerden belki de
amacının Mustafa Kemal’in uygulamalarına
en çok dikkate alınması gereken eleştirilerden
destek çıkmak, ayrıca Avrupa sömürüsünü
bir tanesi, yönetimle ilgili bir kitap yazmasına
kolaylaştıracak “din dışı devletler kurmak”
rağmen ne Mısır kralının, ne de sömürgeci
olduğunu da iddia etmiştir. Aynı şekilde Kitapla
ve işgalci İngilizlerin aleyhine tek bir laf
ilgili bir reddiye yazan Hıdır Hüseyin’e göre
etmemesidir.
dönüştürmek zorunda kalmıştır. Üstelik hilafetin
İddiaların kaynakları için bakınız: Mehmet Görmez,
8
agm. ve Mehmet Azimli agm. Mustafa İslamoğlu, İslami Hareketler ve Kıyamlar
9
Tarihi, s. 293-294
Kitabın İçeriğine Dönük Eleştiriler Yazıldığı andan itibaren kitap çoğunlukla
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
133
Abdurrazık’ın şahsı ve kitabın yazılma amacı
bir mantıktır. Bu mantıktan tezini ispat eden bir
üzerinden konuşulmuştur. Ancak içeriğine dönük
delil çıkmamaktadır.
olarak da yazılan ve konuşulan şeyler epeyce bir yekûn tutmaktadır. Kitaba yaklaşık yirmi beş adet reddiye yazılmıştır. Onlarca makaleye konu olmuş ve birçok kitabın içeriğinde de yerini almıştır.
Aynı şekilde hilafet konusunda ümmet arasında icma oluşmamıştır derken, halifelere karşı çıkanların olduğunu ve bu durumun icmayı bozduğunu söylemesi de içine düştüğü bir diğer mantık hatasıdır. Oysa halifelere isyan edenler hilafete karşı çıkmamışlar hatta daha da öte
1-Üslup
kendileri halife olmak için mevcut halifelere
Kitaba ortak olarak getirilen en temel eleştiri, üslubu üzerinden olmuştur. Kitap akademik bir dille kaleme alınmamıştır. Ammara kitabın üslubuna gazeteci üslubu yakıştırmasını yapmasına rağmen bu bile üsluba dönük eleştiride yetersiz kalmaktadır. Çünkü gazeteci üslubunun içinde de bir sistematik ve insicam
isyan etmişlerdir. Yine Abdurrazık’ın hilafetle saltanatı birbirinden tam olarak ayırmaması da bir diğer eleştiri konusu olmuştur. Yazar sultanların yaptığı her türlü zulmü hilafetin üzerine yıkarak buradan sonuç çıkartmaya çalışmıştır.
aranır. Oysa Abdurrazık’ın kitabında konular
Mehmet Görmez’in bir müessesenin İslami
belli bir sistematikle anlatılmamış ve ahenkli bir
olabilmesi için ille de hakkında bir ayet veya
insicam ortaya konmamıştır.
hadis bulunması gerekmez tespiti doğrudur.10
Kitabın üslubuna dönük getirilen bir diğer eleştiri ise, Abdurrazık’ın kullandığı dildeki keskinlik ve biraz da saldırganlık ve kışkırtıcılıktır. Bu durum kitabın doğru anlaşılmasına engel olmuştur. Hatta üslubundaki bu yetersizlik nedeniyle yazar meramını tam anlatamamış, bu da konunun doğru bir zeminde tartışılmasını ortadan kaldırmıştır. Üslubundaki keskinlik ve kışkırtıcılık karşıdakilerin aynı keskinlikte ve sertlikte cevap vermelerine yol açmıştır. Oysa o tezini karışık, kışkırtıcı ve sonraki maddelerde değineceğimiz gibi çelişkiden uzak ve kendi içinde tutarlı bir dille sunabilseydi, öne sürdüğü görüşleri daha etkili sonuçlar üretebilirdi.
Görmez bu tespitten yola çıkarak Abdurrazık’ın hilafetle ilgili ne ayet ne de sahih bir hadis yoktur iddiasına bir cevap vermeye çalışmıştır. Tespit doğru olduğu halde kurulan bu ilişki yanlıştır. Çünkü sorun bu konuda ayetlerin veya hadislerin olup olmaması meselesinden çok daha öte, tarihi bir uygulamanın dinin özüne ait değişmez bir müessese olup olamayacağı meselesidir. Hilafetin İslamiliği belli tarihi koşullarda doğru olabilir ama bu onun tüm insanlık tarihi boyunca tek ve değişmez dini yönetim tarzı olduğu anlamına gelmemektedir. Abdurrazık bu anlamda problemi doğru anlamış ancak doğru temellendirememiştir. Yoksa konu ayetlerin varlığı veya yokluğu meselesinin üzerinde bir meseledir.
2-Mantık hataları, delilleri iyi kullanamama ve iç çelişkiler
Abdurrazık’ın meseleyi yanlış götürdüğü
Yazar kitabında mantık hatalarına düşmüş,
meselesidir. O bu konuyla ilgili hadislerin
olmadık çıkarımlarla kendisine delil üretmeye
tümünü sahih olarak kabul etmekte ve
çalışmıştır. Örneğin; fakirlere yardımı emreden
hakkında icma olduğu iddia edilen meselelere
ayetler var diye aramızda mutlaka fakir
icmanın kendi mantığı içinde itirazlar getirmeye
bulundurmamız veya kölelikten bahseden
çalışmaktadır. Bu durum ister istemez çelişkili
ayetler var diye köle edinmemiz (veya köleliği
ve alakasız mantıksal çıkarımlar üretmesine yol
yeniden kurmamız) şart olmadığına göre idare
açmaktadır. Oysa bu ön kabul yanlıştır. Öncelikle
ile ilgili ayetler var diye mutlaka bir idare/
tartışılması gereken husus, Kur’an’ın delaleti
yönetim kurmamız gerekmemektedir, diyerek
meselesi üzerinden hilafete delil olarak getirilen
bir ispat mantığı geliştirmeye çalışmıştır.
ayetlere böylesi bir yaklaşımın doğru olmadığı
noktalardan birisi de aslında bu delalet
Abdurrazık ürettiği bu mantık doğru olmayan Mehmet Görmez, agm, s.227
10
134
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
meselesidir. Sünnetin ve hadislerin mahiyeti ve
olması nedeniyle Abdurrazık tam bir laik olarak
delaleti meselesi sorgulandıktan sonra, hilafete
görülmüştür.
delil olarak getirilen hadislerin sıhhati üzerinden ve hadislere yaklaşım metodolojisi üzerinden sorun analiz edilmelidir. Daha da önemlisi icma sorgulanmadıkça ve Ehl-i Sünnet’in icmayı ele alış tarzı değerlendirilmedikçe icmanın kendi iç mantığı üzerinden hilafet meselesine bir çözüm
İhsan Eliaçık tam da bu noktadan yola çıkarak Abdurrazık’ı “İslam’ın siyasete dair ‘değer merkezli’ yaklaşımını anlayamamıştır” diyerek eleştirmektedir.11 Bu eleştirinin doğru olup olmadığını bilmiyoruz. Çünkü Abdurrazık
üretmek mümkün değildir.
uygulamalarla değerleri birbirinden ayırmamış
Yazarın içine düştüğü iddia edilen bir diğer
çıkarak “bir dini doktrinler sistemi olarak
çelişki de, ısrarla peygamberin bir devlet
İslam’ın hükümet oluşturulmasını gerekli görüp
kurmadığını iddia etmesine rağmen, kendisiyle
görmediği”12 üzerinden savını ortaya koymaya
çelişerek peygamberimizin bir İslam devleti
çalışmıştır. Sorunun tartışıldığı zemin veya
kurmasının risalet sınırlarının içinde mi dışında
çıkış noktası bu olmamalıydı. Mesele böyle
mı olduğunu tartışmasıdır. Aslında buradaki
zeminde ve de kötü bir üslupla tartışılınca her
sorun birbiriyle çelişen iki farklı düşünceyi
yöne çekilip yorumlanabilecek ifadeler ortaya
savunarak bir çelişkiye düşme sorunundan çok,
çıkmıştır.
meramını anlatamama sorunudur ve bu problem
ve doğrudan “hilafet” meselesinden yola
birinci maddedeki üslup sorununa gider.
Daha müspet yaklaşan eleştirmenler ister
Benzer şekilde, üslup sorunundan kaynaklanan
Abdurrazık’ın söyledikleri üzerinden değil,
bir çelişki de cihat meselesini anlatırken ortaya
söylemek istedikleri üzerinden eleştiriler
çıkmaktadır. Abdurrazık, farkında olmadan
getirmeye çalışmışlardır. Örneğin Hamit
peygamberi yüce idealler uğruna cihattan
İnayet zaman zaman bu duruma düşmüştür.
men ederken, görevi olmadığı halde bir devlet
Onun yanlış anlaşılan görüşlerini düzeltmeye
kurmak ve bu devlete haraç ve ganimet temin
çalışmıştır.13
istemez konuyu gerçek zeminine çekmek için
etmek için savaşmak gibi peygambere bir vazife biçmektedir.
Ortaya Çıkan Sonuçlar
Kitabının bir yerinde Ridde savaşlarının dini değil siyasi savaşlar olduğunu söylerken, başka bir yerde de Arapların çoğunun dinden dönmesi yüzünden Ridde savaşlarının yapıldığını söylemektedir. Bunlar birbirini nakzeden ifadelerdir.
İlginçtir, tüm bu gürültülü tartışmalar Abdurrazık’ın hilafetin İslam inancının bir rüknünü oluşturmadığı şeklindeki savını hala çürütememiştir. Eleştiriler ya tamamen hakaret ve komplolar üzerinden yürütülmekte, ya da Abdurrazık’ın bir türlü meramını anlatamayan
Aynı çelişkili ifadelerin değişik örnekleri risalet ve din-dünya ayrımı bölümlerinde de mevcuttur.
üslubundan medet umulmaktadır. Oysa problem ortadadır ve tez de çok açıktır. Abdurrazık’ın yerine soruyu bir defa da biz soralım: Tarihsel
Yazarın bir diğer çıkmazı da teziyle çok fazla ilgili
bir model olarak “hilafet modeli” İslam’ın
olmayan ayet ve hadisleri delil olması yönünden
değişmez tek modeli midir ve İslam tüm
bir yönüyle ilişkilendirmeye çabalamasıdır. Bu
insanlar için geçerli olacak tek bir devlet
yönden de çok fazla eleştiri almıştır.
modeli önermiş midir? Abdurrazık’ın kitabına
Kitabın çelişkilere yol açan ve doğru anlaşılmasını engelleyen en büyük eksiklerinden birisi; din-dünya, din-siyaset ayrımını yaparken şekil ve geçici uygulamalar ve kurumsal yapıyla mı ilgili bir ayrımı öngördüğünü, yoksa ilkeler bazında da bir ayrımı gerekli görüp görmediğini açıklamamış olmasıdır. Bu açıklamayı yapmamış
getirilecek hiçbir olumsuz eleştiri ve şahsına yapılacak ithamlar bu soruya bir cevap niteliği taşımamaktadır. Ortaya çıkan bir diğer sonuç da şu olmuştur: İhsan Eliaçık, Adalet Devleti, s.323
11
Hamid İnayet, age, s.119
12
Age, s.120, 121
13
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
135
Saldırgan gelenekçi tepki Abdurrazık’ın
katıldı. Yazımızın ikinci kısmında bu kitabın
görüşlerinin farklı tartışma alanları açmasına
değerlendirmesini yapacağız.
engel olmuştur. Hilafetin ortadan kaldırılması laiklerin, anti-İslamcıların veya liberallerin bir başarısı gibi görülebilir. Ancak bu süreçte tüm tartışmaların asıl galibi Ortodoksi Sünnilik olmuştur. Çünkü tarihten devşirdikleri birikimlerden ve gerek Kur’an’ın gerekse sünnet ve icmanın Ortodoks yorumlarından ibaret olan “nass” kılıcını çekerek yeşerme ihtimali olan özgür tartışma ortamının oluşmasını engellediler. Gösterdikleri tepki geleneksel siyasi meşruiyet kavramlarının zamana göre düzenlenmesini bir
KİTABIN KÜNYESİ: Adı: İslam’da İktidarın Temelleri Yazar: Ali Abdurrazık Tercüme: Ömer Rıza Doğrul Orijinal adı: el-İslam ve Usûlu’l-Hukm Yayınevi: Birleşik Yayıncılık Yayın yılı: Mart 1995
kez daha engelledi. Karşılarındaki Abdurrazık’ın kekemeliği ve kendi içindeki çelişkileri işlerini daha da kolaylaştırdı. Sünnilik en zayıf zamanında bile değişime karşı direndi ve galip geldi. Oysa Abdurrazık’ın bu çıkışı düşünce hürriyetine uygun bir ortamın oluşmasına bir katkı sağlayabilirdi. Öyle olmadı. Problemlerin ilmi bir zeminde tartışılma imkânı ortadan kalktı. Muhtemeldir ki benzer görüşleri taşımalarına rağmen Abdurrazık’a gösterilen tepkiler yüzünden korkan pek çok kişi fikirlerini ifade etmekten kaçındı. İlmi düşünceye korku hâkim oldu. Sünniliğin kılıcı ümmetin üzerinde sallanırken buradan sadece Müslümanları değil tüm insanlığı da kurtaracak bir siyaset düşüncesinin üremesini beklemek ham hayal oldu. Çok fazla bir zaman geçmeden hilafetin İslam ümmetini birleştirecek unsur olmadığı ortaya çıktı. İşgalciler ve sömürgeciler İslam topraklarını terk etmeye başlayıp ulus devletler teker teker bağımsızlıklarını ilan ettikçe tüm toprakları kapsayan tek bir halifenin önderliğindeki devlet hayali de suya düşmeye başladı. Artık ümitler yeni bir kavramla ifade edilmeye başlandı. Bu kavram ulus devlet sınırları içinde kurulacak bir “İslam Devleti” kavramıydı. Yirminci yüzyılın başında “hilafet” kavramı hakkında yürüyen tartışmalar üzerine Abdurrazık, incelediğimiz “İslam’da İktidarın Temelleri” kitabını yazmıştı. Yüzyılın sonuna doğru (1991) Abdulvahhab el-Efendi “İslam Devleti” kavramı etrafında yüzyıl boyunca sürdürülen tartışmalara dönük Türkçeye “Nasıl Bir devlet?” adıyla çevrilen kitabıyla
136
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Kitap Değerlendirmesi İKİ İSİM-İKİ KİTAP/ABDURRAZIK VE EL-EFENDİ NE SÖYLÜYOR? (2)
Nasıl Bir Devlet?
/ Abdulvahhab El Efendi Zakir Aydın
Abdulvahhab el-Efendi ve kitabı “Nasıl Bir Devlet?” Abdurrazık’ın kitabı ile ilgili yaptığımız değerlendirme yazısını, “Yirminci yüzyılın başında ‘hilafet’ kavramı hakkında yürüyen tartışmalar üzerine Abdurrazık, incelediğimiz ‘İslam’da İktidarın Temelleri’ kitabını yazmıştı. Yüzyılın sonuna doğru (1991) Abdulvahhab el-Efendi ‘İslam devleti’ kavramı etrafında 20.yüzyıl boyunca sürdürülen tartışmalara dönük Türkçeye ‘Nasıl Bir devlet?’ adıyla çevrilen kitabıyla katıldı.” cümleleriyle bitirmiştik. Bu yazıda el-Efendi’nin bu kitabı yazdığı ortamı, kitabı yazma amacını, ortaya koyduğu tez ve düşünceleri, aldığı tepkileri ve kitabın oluşturduğu etkileri ortaya koymaya çalışacağız.
dine dönüşmüştür. Asıl özelliklerini yitirmiş de olsa, varlığıyla rahatlatıcı bir unsur olan hilafetin tarihten silinişi ve tekrar geri çevrilmesinin neredeyse imkânsız olduğunun anlaşılması, Müslümanlar üzerinde travmatik bir etki yaptı. Ortaya, cemaatler/gruplar tarafından temsil edilen, devlet olmayı hedef haline getirmiş hareketler çıktı. Bu hareketler tüm enerjilerini İslam devletini kurmaya yoğunlaştırdılar. Takiyyuddin en-Nebhani, Mevdudi ve Seyyid Kutup’un fikri öncülüğünü yaptığı “İslam devleti” ideali,
Kitabın Yazıldığı Ortam El-Efendi’nin kitabını yazdığı dönem (1991) hilafet tartışmalarının ikinci plana düştüğü ve tartışmanın daha çok “İslam devleti” kavramı çerçevesinde yürütüldüğü bir dönemdir. “Hilafet”ten ümitlerini kesen Müslümanlar, yeni şekillenen Dünya coğrafyasının “ulus devlet” çerçevesindeki oluşumunun da etkisiyle İslamsiyaset ilişkisini veya devlet talebini “İslam devleti” kavramı üzerinden devam ettirdiler. Bu dönemin başlangıç ortamında İslam toprakları sömürgeleştirilmiş ve Müslümanlar ilk kez başsız kalırken, İslam da devletsiz bir
yukarıdan aşağıya vatandaşlarına din üzerinden gerekirse özel hayatlarına müdahale etme hakkına sahipti. Elindeki güçlerle hayrı teşvik ve kötülüğü yok etmek için mücadele etmeliydi ve totaliter bir yapıda olduğu çok açıktı. Öncü bir cemaatin (erdemli oluşları tartışılmaz ideal fertlerden oluşan bir öncü cemaat!) kontrolünde olmalıydı. Bu nedenle halkın kontrolüne veya egemenliğine verilemeyecek kadar yüce bir nitelik taşıyordu. Demokrasilerde olduğu gibi halk egemenliği olursa bu, Allah’ın egemenliğine zarar verirdi. Bu yüzden Allah’ın kayıtsız egemenliği esas olmalıydı. İşte bu esaslara dayanan “İslam devleti” ideali,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
137
aslında Batı tipi otoriter yönetime taraftar, hatta
attıkları uygulamalar da hep tartışma konusu
totaliter ve biraz da faşist ulus-devlet tipine
oldu. “İslam devleti” ideali kendisine asla sağlıklı
İslam ideolojisinin giydirilmiş haliydi.
bir uygulama imkânı bulamadı.
Yine “İslam devleti” ideali, tarihin bir tür
İşte bu tartışmaların yapıldığı ortamda el-Efendi
kutsallaştırılmasıdır. Tarihteki öncüllerini ve
“İslam devleti” fikrini “şok” bir tesirle eleştirmek
örnek edindiği uygulamaları referans alır, onları
için bu kitabını yazdı.
idealleştirir ve bugünün ulus-devlet sınırları içinde bunların tekrar uygulanması hususunda dayatmacı davranır. Bugünün koşullarını dikkate almadan geçmişi bugüne taşıma isteğinden dolayı “İslam devleti” ideali anakroniktir. Ferdi ve sosyal ihya ile ilgilenen, ruhu uyandırmayı ve kalpleri harekete geçirmeyi amaçlayan ve bu nedenle istediği devletin niteliğiyle fazla ilgilenmeyen el-Benna’dan sonra Kutup, cahiliyenin sorunları olarak gördüğü bugünün problemleriyle hiç ilgilenmedi. Ona göre, İslam devleti kurulduğu anda tüm bu sahte sorunlar zaten ortadan kalkacaktı. Bu nedenle Müslümanlar siyasi bir program ortaya koymaksızın, İslam devletini kuracak öncü bir toplumun oluşması için mücadele etmeliydiler. Bu düşüncenin etkisinde kalanların çoğunun zihninde, İslam devletini kurduklarında kendilerini hazırda bekleyen her şeyin çözümünün içinde gizlendiği bir yönetim sisteminin varlığı yer etmişti. Pakistan’da devlet kurmaya daha yakın bir konjonktürle karşı karşıya olan Mevdudi ise “hakimiyetin Allah’ın olduğu bir devlet” özlemi içinde, toplumun en faziletlisinin devlet başkanlığını üstlendiği, bu başkana danışmanlık yapmaktan öte bir yetkisi olmayan bir meclise sahip bir tür tek adamlı totaliter “İslam devleti” önerisi yaptı. Meclisin çoğunluğunun görüşü de olsa başkan kendi görüşünü uygulamaya koyabilirdi. Aslında böylece İslam devletinin başkanına fiili bir diktatörlük hakkı tanınmış oluyordu. Halk, cahilliğinden dolayı kabul etmese bile “İslam devleti” hakiki çıkarlarının olduğu şeyleri onlara dayatma hakkına sahipti. Bu tartışmaların da etkisiyle sömürge sonrasında kurulan ve “İslam devleti” kavramını kurucu ideolojisi haline getiren kimi devletler (Pakistan, İran, Sudan gibi), modern ulus devlete ait argümanların dışına çıkamadılar. Üstelik bunların İslami oluşları ve altına imza
138
Neyi Amaçlıyor? El-Efendi’nin bu kitabı yazmadaki öncelikli amacı; özellikle İslami çevrede var olagelen İslam tarihi ve ilkeleri hakkında bazı ciddi yanlış anlaşılmalar bulunan “İslam liderliği” konusunu hak ettiği anlayışa kavuşturmaktır. Kitabında ikili bir hedefle hareket eder. Bir yandan “İslami bir yönetim hakkındaki tartışmadan yeni anlayışlar ortaya çıkararak, sosyal bilimi geliştirmek” isterken, diğer yandan “modern sosyal bilimden yeni anlayışlar çıkararak, Müslüman’ca tartışmanın seviyesini yükseltmek” ister. Bunu da “şu ana kadar İslam muhaliflerinin tekelinde bulunan eleştirel bakış açısını, İslam idealiyle samimi bir bağlılıkla bütünleştirerek” yapmak istemektedir. “Müslümanlar şimdi kendi İslami miraslarına yönelik, tamamen kendilerine ait eleştirel bir yaklaşım geliştirmek mecburiyetindedirler.” “Biz Müslümanlar” der el-Efendi “kendimizin ve tarihimizin en katı eleştirmenleri olmalıyız. Müslümanların bulundukları konumun eleştirisinde, pek çok kimseyi düşüncelerini yeniden gözden geçirmeleri için şok etmeyi ümit ederek acımasız oldum.” El-Efendi arzu ettiği şok etkiyi “İslam devleti” fikrinin kökenlerini ve gelişimini eleştirel bir bakış açısıyla bu kitabında inceleyerek gerçekleştirmek istemektedir. Kitabıyla “düşünen Müslümanları” hedef kitlesi olarak seçmiştir. Ancak bizim dışımızdakilere söylediklerimizde de ikna edici ve güven verici olmamız gerektiğini ısrarla belirtir.
Tezleri ve Düşünceleri El-Efendi’nin kitabı boyunca ortaya koymaya çalıştığı görüş ve tezlerini kitaptaki sistematiği dikkate almadan maddeler halinde şu şekilde ortaya koyabiliriz:
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
1- Temel Tezi: “İslam devleti” idealinin
Çünkü “şeriat empoze edilemez. Empoze edilirse
reddi
o artık şeriat olmaktan çıkar. Şeriat baskıyla
El-Efendi’ye göre “İslami siyaset tartışmalarının
gelirse, ikiyüzlülük halini alır.”
tutarlılık kazanabilmesi için, ‘İslami devlet’
Bu otoriter bakış açısının kaynağı “İslam devleti”
kavramından tamamen vazgeçilmesi gereklidir.”
fikrinin modern devlet kavramından esinlenerek
Kitap boyunca ortaya konmaya çalışılan en
ortaya atılmış olmasıdır. “Modern devlet”
temel tez budur.
kavramı “İslam devleti” kavramına kaynaklık
Bunun başta gelen nedeni, “İslam devleti” ile kastedilenin özünü, otoriter yönetim taraftarlığının oluşturmasıdır. Ziyaüddin Serdar’ın ifadesiyle: “İster Taliban ve elKaide gibi ‘aşırı’ gruplardan, isterse İran ve Lübnan’daki Şii cemaatlerden veya İslami hareketin muhafazakâr üyelerinden gelsin, ideoloji olarak İslam hemen her zaman zorbalık ve despotizm örtüsüne bürünmüştür. Bir ideolojiyi bir ulus devlet çerçevesine koyun, merkezine de ilahi vasıflara sahip şeriatı ekleyin, işte size totaliter bir ‘İslam devleti’nin formülü.” Günümüz İslami siyasi düşüncesi, İslam devletinin halkı İslam’a göre yaşamaya zorlama hakkına sahip bir devlet olduğu gibi çok önemli
eden bir sınırlama ilkesidir. İslamcılar modern devlet kavramını otoriterlik yönüyle farkında olmadan kabul etmişler ve bunu çok kolay bir biçimde İslam’a mal edebilmişlerdir. Oysa yine kaynağı Batı olan devletin sınırlanması ve halk tarafından denetlenmesi esasına dayalı diğer görüş ve kavramların benimsenmesi ve içselleştirilmesi hiç de kolay olmamaktadır. 2- Klasik İslami Siyaset Teorisinin Eleştirisi “İslam devleti” kavramının “modern devlet” kavramıyla bu sorunlu ilişkisinin yanı sıra, klasik İslami siyasi teorinin bütün muğlâklıklarını ve zihin karmaşalarını da üzerinde taşıyor olmak gibi sorunsal bir yönü daha vardır. “İslam devleti
bir yanılgı üzerine bina edilmiştir.
idealini taşıyanlar” der el-Efendi “kendilerinden
Geçmiş dönemlerde İslam toplumunun liderleri
ve yardımla yeniden oluşturacak ve kuracak,
ve âlimler, çok fazla özgürlüğün Müslümanların
eşi benzeri bulunmayan erdemde müstebitin,
doğru yoldan sapmalarına neden olacağından
bir çeşit Mehdi’nin çıkmasını arzuluyorlar.”
endişelendiklerinden kötümser bir çizgide
Bu Mehdi’nin mitolojik bir mehdi olmasıyla,
hareket ettiler ve halkı İslam’a göre yaşatmak
günümüz şartlarında ortaya çıkması mümkün
için İslami eğilimli despotlara destek verdiler.
olmayan, her yönüyle mükemmel ve tam
Kaos çıkar endişesi otoriter yönetimlerin
donanımlı bir lider olması veya onlarca yıldır
asgari özelliklere sahip olması şartıyla
oluşturulmaya çalışıldığı halde bir türlü
desteklenmelerine yol açtı.
oluşturulamayan “öncü cemaat” olması arasında
Bu bakış açısı özgürlük kavramına şüpheyle yaklaşan ve halkın özgür iradesine karşı son derece güvensiz olan “İslam devleti”
öncekiler gibi, Peygamberî görüşü ilahi baskı
bir fark yoktur. “Bu tavır mevcut (İslamcı) despotlara çok büyük fayda sağlıyor, İslam rüyasının günün birinde gerçekleşmesine değil.”
taraftarlarınca miras alındı ve çareyi, halkı doğru
El-Efendi’ye göre “İslam devleti” kavramından
yolda tutacağını ümit ettikleri katı otoriterlikte
niçin vazgeçilmesi gerektiğinin bir diğer
aramalarına yol açtı. Oysa bu otoritelik ve
gerekçesi de bunun oldukça ütopik bir model
yukarıdan yapılan baskıyla halkı İslam’ı
olmasıdır. “İslam devleti” savunucuları “olması
yaşatmaya zorlamak, daha İslami bir hayatın
gereken” kısmına takılıp kaldıkları için “olan
ortaya çıkmasına yol açmayacak, tersine gizli
şey” den bihaber kaldılar. Herkesin gözünü
ahlaksızlık ve ikiyüzlülük teşvik edilmiş olacaktır.
diktiği peygamber dönemi ve Raşit halifeler
Bugün şeriatın yürürlükte olduğu İran bu
döneminde ortaya çıkan model ancak kendi
meselenin tipik bir örneğidir. Görüntüde şeriatın
tarihi koşullarında düşünülürse uygulanabilir
kuralları yürürlüktedir, ama gizli ahlaksızlık hat
modellerdir. Bu dönem özellikle peygamberin
safhadadır.
hayatta olduğu dönemle Ebu Bekir’in
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
139
halifeliğiyle Ömer’in halifeliğinin ilk dönemleri
şekilde buna ulaşmanın imkânsızlığı da itiraf
ancak bir şehir devletinin koşullarına uygun
ediliyordu. Oysa “imkansızlığı talep eden
bir modele sahipti. Koşullar değişip topraklar
ahlaki teşvik, ahlaksızlığı teşviktir.” Bu yüzden
genişleyince yeni sosyolojik koşullarda bu model
“siyasette İslam ahlakının gerekliliklerini pratik
yetersiz kaldı. İşaretlerini Ömer döneminde
terimlerle açıklamalı ve pratik, bu taleplerle
verip kendisini Osman döneminde gösteren
uymazsa hiçbir bahane kabul etmemeliyiz.”
problemlerin geri planında aslında bu gerçek yatmaktadır. İlk dönem için bile yetersiz kalan bu modeli “İslam devleti” savunucuları bugüne uyarlamaya çalışmaktadırlar. Oysa bu mümkün
Geleneksel teori, toplumsal sorumlulukları farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olarak ikiye ayırdı. Siyaset alanını da farz-ı kifaye olarak kabul etti.
değildir.
Yani yönetme işini birileri üstlendikleri anda
“Hilafet ideali bir serap değil, yeterince gerçek
nedenle tarihte ümmet çoğunlukla depolitik
bir idealdir. Ama onun gerçekliği, onu mümkün
davrandı. Ancak hilafetin kaldırılmasıyla
kılan şartlardan ayırt edilemez. Hilafet ideali,
Müslümanlar adına yönetme işini üstlenen
cumhuriyetçi şehir-devlet kategorisine ve onun
kimse kalmayınca tüm ümmet sorumluluk ve
vatandaş anlayışına aittir; bu da onu çoklu
günah altına girdi. İşte çağdaş İslamcı gruplar
etnik imparatorluklarda işlemez hale getirir.
bu temelde gelişti. Yerdeki sancağı kaldırmak
Bu ideal aynı zamanda hem idare edilenlerin
için harekete geçtiler. Oysa yeni ortaya çıkan
hem idare edenlerin üzerinde son derece ağır
koşullarda toplumsal sorumluluk farz-ı ayn ve
ahlaki taleplerde bulunur.” İş daha öte, tüm
farz-ı kifaye terimleriyle ifade edilemeyecek
dünyanın iç içe girdiği günümüze gelince konu
kadar farklılık arz etmektedir. Yeni dönemde
imparatorluklar çağından çok daha karmaşık
farz-ı kifaye terimi “farz-ı cemai” terimi ile yer
hale gelmekte ve “hilafet” idealiyle yoğrulan
değiştirmelidir. Toplumsal vazife tüm ümmetin
“İslam devleti” fikri hepten ütopik bir fikir haline
her daim sorumlu olması gereken bir alan
dönüşmektedir.
olmalıdır. Birilerinin vazifeyi üstlenmesiyle
tüm ümmet sorumluluktan kurtuluyordu. Bu
“Müslüman düşünürler Raşit Hilafet idealini,
toplum depolitize olmamalıdır.
ümmetin son nefesine kadar peşinde koşması
Hobbes’cu düşünce kadar klasik İslami siyasi
gereken bir miras olarak lanse ettiler. Aynı
düşünce de “İslam devleti” idealinin totaliter
zamanda bu düşünürler iki tezat kabulle
bir anlayışla gelişmesine yol açtı. “Bazı
hareket ettiler. Bir yandan, bu dünyanın iflah
Müslümanlar” der el-Efendi “halifeye, toplumu
olmaz olduğunu varsayıyorlar ve bırakın
bilinçlerine karşı gelmeye zorlama hakkını
peygamberi, Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer
vererek, hilafetle Tanrı’yı aynileştirdiler. Bu,
gibi insanlarla dahi karşılaşılmayacağını ileri
halifeyi bir aziz, toplumu da bu hikmetli azizin
sürüyorlardı. Öte yanda, ancak bir peygamber
güdümünde yeteneksiz ve günahkar bir raiye
ya da veli olabilecek bir yöneticinin detaylı
(sürü) olarak gören anlayışın bir ürünüydü.
tasvirini yapıyorlardı.” Raşit hilafet idealiyle
Sürüden esirgenen hürriyet, çobana tanındı ve
bezenmiş “İslam devleti” idealinin en büyük
çobanlar giderek bir kurt haline geldiler.”
açmazı hükümet kurallarının ancak azizler için düzenlenmesi yanlışıydı. Diğer bir problem de Raşit halifelerin icraatlarının izolasyon içinde yorumlama görüntüsüdür. Bu nedenle dönem içi farklılıkların doyurucu bir izahı yapılamadı.
*** İşte el-Efendi “İslam devleti” kavramının bu sorunlu yönlerini ortaya çıkartmak için eserine modern Batı’da ve İslam tarihinde görülen devlet anlayışlarının analiziyle başlıyor. “İslam
Çünkü hepsi altın çağın uygulamalarıydı.
devleti” kavramıyla ilgili birinci temel problemin
Klasik teorinin en büyük eksiği koyduğu yüksek
için modern devletin ortaya çıkışını Machiavelli,
standartlarla imkânsız gerçeği aşmaya çağıran
Hobbes, Locke, Bentham, Mill, Hegel, Roussea,
bir idealizme sahip oluşudur. Kötümser bir
Marx, Weber gibi düşünürlerin görüşleri
140
mutlakıyetçi devlet anlayışı olduğunu göstermek
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çerçevesinde ele alıyor. İbni Haldun, Makyavel ve Hobbes’un savunduğu görüş; devletin düzen sağlamak adına ahlaki sınırları çiğneyebileceği, baskı yapabileceği görüşüdür. Çünkü baskıcı bir düzen olmazsa kaos kaçınılmazdır. Oysa Locke, Bentham, Mill gibi liberallere göre ise kötülüğün kaynağı toplum değil devlettir. Bu nedenle devlet minimize edilmeli, kontrol altında tutulmalı ve halk tarafından denetlenmelidir. “İslam devleti” savunucuları Hobbes’cu paradigmaya meyillidir ve vesayet peşindedirler. Kitleleri sınırlamak ve kontrol altına almak istemektedirler. El-Efendi’ye göre İslami teorisyenler “devletin önemsizleşmesini ve faziletli topluma dayanılmasını savunmaktan çok, fıtraten fazilet konusunda imtihan olunan kitleleri sınırlayacak vesayet planları geliştirmeye kafa yormuşlardır.” El-Efendi ardından İslam tarihindeki devlet anlayışlarını Raşit hilafet döneminden başlamak üzere hilafetin kaldırılması dönemine kadar inceliyor. Daha sonra Mustafa Kemal, Efgani, Reşit Rıza, Abdurrazık, Azad, el-Benna, Kutup, Mevdudi, Humeyni, Şeriati, Turabi ve Gannuşi gibi isimlerin görüşleri çerçevesinde çağdaş dönem İslam siyaset düşüncesi tartışmalarını değerlendiriyor. Bununla da klasik dönem İslam siyaset anlayışının “İslam devleti” kavramının ortaya çıkmasındaki etkilerini ortaya çıkartmaya çalışıyor.
ulaşabilirler. Aynı şekilde el-Efendi’ye göre “İslam devleti arayışı önce özgürlük arayışıyla başlamalıdır. Düşünce, eylem, günah işleme, tövbe etme ve son olarak kişinin kendisini ve huzurunu Allah’a itaatte bulma özgürlüğü. Ancak o zaman gerçek İslam toplumu ve onun ürünü olan gerçek İslam devleti ortaya çıkabilir. O halde Müslüman’ın savaşımı, bir şey için bireylerin herhangi bir eyleme zorlanmama hakları, başka bir deyişle demokrasi için olmalıdır. Bu özgürlük içinde toplum kendisini bulacak ve ahlaki durumunu düzeltecek, ardından da peygamberi toplum modeline dayalı bir devlet kuracaktır.” “Hürriyet, zorunlu olarak bütün sınırlamaların, hatta ahlaki sınırlamaların yokluğu demek değildir. Özgür olmak, bazı liberalizm yorumcularının ima ettikleri gibi ahlak dışılık da değildir.” El-Efendi despotik bir devlet yerine özgürlükçü bir devlet istemektedir. Kişilerin dinin kurallarına rızalarının dışında zorlanmadıkları bir model öngörmektedir. Bunun sağlanabileceği ortam da ancak demokratik bir ortam olabilir. Bu yüzden “Müslüman topluluklar özgürlüğe ve demokrasiye fazlasıyla öncelik vermeliler ve daha yaratıcı formüller bularak modern ulusdevlet adlı deli gömleğinden kurtulma yoluna gitmeliler.” “Yıllardır var olagelen ve değişmeye devam
Bu değerlendirmelerin sonucunda vardığı nokta, “İslam devleti” kavramından tamamen vazgeçilmesi ve bunun yerine bu kavramın/ olgunun taşıdığı sorunları barındırmayacak yeni bir kavramsallaştırmaya gidilmesidir. El-Efendi’nin önerisini sonraki maddelerde özetleyeceğiz.
eden, insanlara somut faydalar veren demokrasiler, halifelik hakkındaki yüzyıllardır süren bir tartışmanın kurbanı yapılıp göz ardı edilemez. Ve İslami kaynaklar (şura, icma vs.) üzerinden, demokrasi için dolambaçlı, anlaşılması güç meşrulaştırmalar yapmaya gerek yoktur. Çünkü apaçık gerçek şu ki, demokratik düzen, kıyaslanamayacak ölçüde
3- Özgürlük ve Demokrasi El-Efendi eseri boyunca özgürlük ve demokrasi kavramlarını sık sık vurgulamaktadır. “Müslüman toplumları mevcut açmazlarından kurtarabilecek tek şey var”, iddiasında bulunuyor el-Efendi: Demokrasi. Ona göre demokrasi asli ve
despotizme, tek adama dayalı ya da kliklere dayalı düzene tercih edilir. Ve demokrasinin dile getirdiği değerler, İslam ile uyum halindedir. İslam, asırlardır insanoğlunun benimsediği değerlerden farklı bir söylemle gelmedi. Ve insanoğlunun değerlerine, yeni ya da alışılmadık tanımlar getirmedi.”
vazgeçilmezdir. Müslüman toplumlar, İslami taleplerin serbestçe tartışıldığı ve yeniden biçimlendirildiği İslam’a, demokratik ortamlarda
4- Evrensel Bakış Açısı El-Efendi kitabında sadece Müslümanları ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
141
İslam Dünyasını değil tüm Dünyayı dikkate
“Müslümanlar muhalifleri gibi, lükse karşı
alan bir bakış açısı geliştirmeye çalışmaktadır.
tatmin edilemez bir iştahla Batı’nın tutsakları
“Biz Müslümanlar için” der el-Efendi, “global
haline geldiler. Hızla tükenen gezegenimizde
bir cemiyet içinde yaşadığımızın, ideal ve
Müslümanlar, herkesin daha fazlasını istediği
inançlarımızın, insanlığın bütününün tetkiki
bir dünyada daha aza kanaat ederek örnek
altında olduğunun farkına varma zamanı
olabilirler. Ancak bu şekilde Müslümanlar, son
gelmiştir. Düşündüğümüz ya da yazdığımız
tahlilde şahsi çıkar peşindeki birey ve grupların
zaman, bu kalabalık gezegende yaşayan diğer
toplamı mahiyetindeki ulus-devlet sistemine
insanları da gözetmeliyiz. İslami özelciliğimizden
dayalı uluslararası düzene bir alternatif teşkil
taviz vermeksizin, muhalefet perspektifinden
edebilirler.” Böylece el-Efendi, ahlaki davranışta
baktığımız global kültürün ortak realitelerini de
alternatif oluşturabilecek; adalet, eşitlik
göz önünde bulundurmalıyız.”
temeline dayalı, tüm insanlığın kurtuluşunu
Bu, aslında sınırlı alanlarda Müslümanların derdine şifa olacak önerilerde bulunma çağrısının ötesinde tüm insanlığa şifa olacak ortak çözümler önermek anlamına gelmektedir. Böylesi bir çağda ve insanlığın gelmiş olduğu noktada ilişkileri “zimmî”, “darü-l harp”, darü-l İslam” gibi kavramlarla belirlemenin mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. İslam’ın liberal demokratik Batı-güdümlü uluslararası sisteme yegâne alternatif olduğu çok açıktır. Komünizmin çöküşü bunu çok daha belirgin hale getirmiştir. “Uluslararası düzende adalet ve eşit yönetim aramaları Müslümanların omuzlarında bir sorumluluktur.”
gözler önüne seren, entelektüel kökleri güçlü bir dava ile kendisini ifade eden özelliklere sahip bir modelle, İslam ümmetinin rolünün uluslararası zeminde yeniden tanımlanmasını önermektedir. 5-“İslam devleti” kavramı yerine “Müslümanlar İçin Devlet” kavramı önerisi El-Efendi’ye göre bireyin Müslüman olması için bir devlete ihtiyacı yoktur. “Birey bir Müslüman olarak devleti yaratır ve İslam’ı daha iyi yaşayabilmek için onu gönüllü olarak kendisi oluşturur.” “Devlet, İslami parti, dini cemaat ve ekonomik yapı belli bir amaca dönük
İslam’ın kısır “İslam devleti” ideallerinden kurtarılıp uluslararası düzende alternatif bir modele dönüşebilmesi için; “İslam toplumu, bütün mensuplarının ve bütün insanlığın manevi kurtuluşu için çalışmak zorundadır.” “İslam sadece muhtaç olduğu bağımsızlık ve iktidara ulaşmak için değil, aynı zamanda ahlaki bir güç olmak için de uluslararası düzende büyük bir güç haline gelmek zorundadır.” Sadece zengin olmak veya güçlü silahlara sahip olmakla uluslararası düzende yer alamayız. Batı’nın kapısında dilencilik yaparken aynı zamanda onun hareketlerinin yargılayıcısı olamayız. İhtiyacımız olan şey güçlü bir davadır. Güçlü bir adalet savunusu ve insanlığı doğru yola yönlendirme misyonu bu davanın öğeleri olmalıdır. Sığ, sınırlı, bölgesel, şahsi çıkarlara dayalı ve ayrımcı bir yaklaşım yerine evrensel bir sorumluluk duygusuyla hareket edilmelidir. Bize yöneltilen silahlara sahip olma çabası yerine bu iddialardan vazgeçebilmek, dış dünyaya bağlılıktan kurtulmak bir zorunluluktur.
142
hedefleyen; Batı tipi yaşamın çürük temellerini
araçlardır.” “Pek çok İslami parti ve grup kendi içlerine kapanarak ve Allah’ın yerine kendilerine tapmaya başlayarak varlık nedenlerini hızla kaybediyorlar. Onlar için varlıklarının ve statülerinin güvencesi bir öncelik haline gelirken, İslam’ın ahlak ilkeleri bu önceliğe tabi kılınıyor.” Kişinin iradesini ve İslam’ı yaşamasını devletin varlığıyla mümkün kılan “İslam devleti” kavramı yerine el-Efendi “Müslümanlar için devlet” kavramını yani, “İslami siyasi toplum” deyimini önermektedir. Aradaki fark ise “Müslümanlar için devlet kavramında” devlet bir araçken “İslam devleti” kavramında devlet bir amaçtır. Bu sakıncanın önüne geçmek için tanımlama ve ifade bu şekilde değiştirilmelidir. “Müslümanlar için devlet” şu özelliklere sahip olmak zorundadır: ▪ Bu devlette Müslüman ferdin hürriyet ve şerefinin temel kabul edilmesi elzemdir ve bu devlet demokratik olmak zorundadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Bunun anlamı devletin vatandaşlarının özgür
aşındıran) bir uluslararası düzen kavramını
iradesine dayanmak zorunda olmasıdır. Eğer
getirmektedir.
o toplumun özgür iradesi şeriatı öngörüyorsa o devlet de zorunlu olarak şeriata dayalı bir devlet olacaktır. Şayet bir İslam toplumu şeriatı reddediyorsa zaten o toplum tanım gereği zaten İslami değildir. Toplumda demokrasi hâkimse Müslümanlar iradelerini şeriat yönünde kullanarak İslam’ı hâkim kılma şansına her zaman sahiptirler. ▪ Bu devlet öncelikle, toplumda bireyin sorumluluk ve aktif rolüne güvenmelidir. Bireyciliğe kaçmadan bireyciliğin değeri vurgulanmalıdır.
▪ Siyasetin asıl amacı insanları barış içinde bir arada yaşatmak olduğuna göre bu devlet barışın temelleri olan eşitlik ve adalete dayanmalıdır. ▪ Devlet özel normlar ve hayat tarzları empoze etmeye çalışan baskıcı, mütecaviz bir kurum değil, aksine insanlara özgürlük ve serbestliğini sağlayan bir işbirliği kurumu olmalıdır. ▪ Bu devlet, ışığını dışa yansıtmalı ve bir ikram felsefesi geliştirmelidir. Sistemden
▪ Bu devlet aynı zamanda bağımsız ve kendine yeterli olmalıdır. Saldırgan ve yıkıcı olmamalıdır. ▪ Bu devlet dışa açık olmalıdır. Global Müslüman toplum için bir odak noktası olmalıdır. Birlik zor kullanarak sağlanmamalı, ancak uluslararası düzenin nasıl işleyeceğine ilişkin Müslümanların ortak bir bakış açısı olmalıdır.
ne koparabilirim diye birbirleriyle çatışan “çıkar grupları” olmamalıdır. Rekabet, ne kadar alınabileceğiyle değil ne kadar verilebileceğiyle ilgili olmalıdır. El-Efendi bu özelliklere sahip bir devletin Batı’da ABD’nin oynadığı role benzer rol oynayacağını iddia etmektedir. Ona göre bu şekilde kurulan devlet/ler İslam topluluklarının AB tarzı bir birlik inşa etmesine önayak olacaktır. El-Efendi’nin böylesi bir rol için iki aday devleti vardır:
▪ Bu devlet çoğulcu olmalıdır. Çoğulculuk,
Malezya ve Türkiye.
gayri Müslimleri ikinci sınıf vatandaşlar haline getirmeden idare etmek anlamına gelmektedir. Müslümanlar için devlet,
Kitaba Getirilen Eleştiriler
çoğulculuğa dayalı bir özgürleştirme prensibi
Kitaba dönük getirilen en dikkate değer eleştiri,
olmalıdır.
el-Efendi’nin düşüncelerini yeterince teorize
▪ Bu devleti anayasa değil bir sözleşme idare etmelidir. Bu devlette toplumlar, her şeyden güçlü hâkim bir devlete tebaa olarak değil, kendi gönülleriyle birleşen ve her biri tam özgürlük içinde kendi hayat tarzını takip eden toplumların üyeleri olarak bir araya gelmelidir. Güvenliği sağlamada baskı yolları tamamen kapatılmamakla birlikte, baskı devletin temelini oluşturmamalıdır. Bir
etmemesi üzerinedir. Aslında iyi bir çıkış noktası yakalamıştır. “İslam devleti” kavramına getirdiği eleştirilerde de büyük ölçüde haklıdır. Ancak bu kavrama alternatif olarak öne sürdüğü “Müslümanlar için devlet” kavramının içini doldurmakta zorlanmaktadır. Zaman zaman kavramı kullanmakta kendisi bile hassasiyet göstermemekte ve önerdiği kavramın yerine “İslam devleti” kavramını kullanıvermektedir.
şahıs, toplum ya da devlete kendi tercihiyle
“Müslümanlar için devlet”in nasıl olması
katılabilir ya da ondan serbestçe ayrılır, bir
gerektiğine ilişkin getirdiği öneriler dikkate
başkasına katılabilir.
değer öneriler olmasına rağmen, aslında
▪ Bu modelde devlet katı bir biçimde bölgesel değildir. Siyasi kurumlar, üyelerine, üyelik haklarını kaybetmeksizin serbestçe hareket etme hakkı vermelidir. Bu özellik ulusdevlet mantığını aşan (ulus devlet sınırlarını
“İslam devleti” kavramıyla ortaya çıkan olumsuz yönlere bir tür cevap niteliğindedir. “İslam devleti” bireyi ihmal eder, o önerdiği devlette bireyin hürriyet ve şerefini merkeze oturtur. “İslam devleti” bir amaç olarak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
143
görülmektedir, bu devlet olmadan İslami
El-Efendi “Medine Vesikası”na çokça referans
yaşamın gerçekleşmesinin mümkün olmadığına
gösterirken en az onun kadar önemli “Veda
dair bir kanaat vardır. O ise devleti bir amaç
hutbesi”, “Hılf’ul-Fudul” tecrübesi, Kur’an’daki
olarak değil bir araç olarak görür ve devlet
adalet ve siyasi/toplumsal amaçlarla ilgili
olmadan da İslam’ın yaşanabileceğini savunur.
ayetleri hiç dikkate almamıştır.� Bu da kitapta
“İslam devleti” despotik yönüyle ortaya çıkar.
görülen eksikliklerden birisidir.
O ise özgürlükleri savunur. Devletin baskısıyla ahlaklı olunamayacağını söyler. “İslam devleti” tek adamın tüm yetkilere sahip olduğu bir yönetimdir. O ise demokrasiyi ve devletin halk tarafından denetlenmesi gerektiğini savunur. “İslam devleti” vatandaşlarına dinlerine göre farklı statülerde görür. O ise dinlerine bakmaksızın herkesin eşit olması gerektiğini söyler. “İslam devleti” kendi dışındaki devletlerle çatışmacıdır. O ise barış temelli global uluslararası bir düzen önerisi yapar. “İslam devleti” şeriata dayalı normatif/anayasal bir devlettir. O ise sözleşme esasına dayalı bir devleti savunur. “İslam devleti” sınırları belli bir devlettir. O, sınırlara karşı çıkar. İnsanların özgürce dolaşmasına ve dilediği devletin
El-Efendi ideal-gerçek geriliminde gerçekliğe bir adım yakın durmaktadır. Oysa gerçek adına feda edemeyeceğimiz temel ideallerimizi çok fazla dile getirmemekte, hatta feda edilemeyecek idealleri özgürlük ve demokrasiyle sınırlamaktadır. Kitabında zaman zaman İbni Haldun’un insanın sadece ideallerle değil, aynı zamanda ve temel olarak iktidar siyasetinin gerekleriyle de hareket etmesi gerektiğine dair görüşlerine yaklaşmaktadır. Bunu da biraz klasik İslam düşüncesindeki halife için şart koşulan ideal özelliklerin ortaya çıkardığı sorunlara parmak basmak için yapmaktadır. Okuyanı kuşkuya düşüren bu muğlak yaklaşımına rağmen el-Efendi’nin bu konudaki esas
vatandaşı olmasına taraftardır.
yaklaşımının aşağıdaki alıntıdaki gibi olduğunu
Görüldüğü gibi el-Efendi’nin getirdiği öneriler
mükemmeli bulmadaki sınırsız kabiliyetine
aslında “İslam devleti” idealinin olumsuz
güvenmek esastır. Geçmişte insanlar, sadece
özelliklerinin karşısında konumlandırılmıştır. Bu
sosyal kanunlara meydan okumakla kalmadılar,
nedenle önerileri bir devlet teorisi veya siyaset
onları oluşturabildiler ve yıkabildiler. İslam tarihi
felsefesi oluşturulmasında yararlanılabilecek
bu engin beşeri yeteneğin en somut delilidir.
fikirler olmasına rağmen yetersizdir.
Gerçeklik kabul edilmelidir, ancak hiç eleştirisiz
El-Efendi, İslam’ın altın çağı olarak görülen ilk dönemlerin uygulamalarını ancak bir şehir devletinde uygulanabilecek modeller olarak gördüğü ve büyük ölçekli toplumlarda uygulanmasının imkânsız olduğunu söylemesine rağmen, yaptığı önerilerde Medine Vesikası’ndan yararlanmış ve anayasa esasına dayalı bir devlet yerine sözleşme esasına dayalı bir devlet önerisi
temenni etmek gerekiyor: “İnsan iradesinin
değil… İçinde yaşadığımız toplumlar tıpkı yerçekimi gibi bizi sınırlıyorsa bile, ufkun ötesine bakabilme imkânımız hala var. Müslüman’ın imanı, dar realizmin duvarlarını aşabilmek için üzerinde yürünecek bir merdiven gibidir.” Bu yaklaşım, kaderci sosyal değişim anlayışını yıkan ve aynı zamanda idealist bir ümidi de içinde taşıyan bir yaklaşımdır.
getirmiştir. Sadece sözleşmelerle yürütülen bir
Kitabın sonunda 2. baskıya ek olarak konulan
devlet modelinin ayrıntıları muğlâk bırakılmıştır.
bölümde el-Efendi, Enis Ahmed tarafından
Bu nedenle okuyucunun zihninde oldukça
kitaba getirilen eleştirilere cevap vermektedir.
ütopik bir model canlanmaktadır. Medine türü
Enis Ahmed’in getirdiği eleştiriler şunlardır:
bir şehirde farklı kesimlerin kendi aralarında
El-Efendi liberal geleneğe ait “özgürlük”
bir sözleşme yapmaları mümkünken (ki o bile
kavramından fazlaca etkilenmiştir. İkinci olarak
uzun sürmemiştir) karmaşık ve içice geçmiş
el-Efendi Şiiliğe ve onun “devrimci” karakterine
geniş toplumlarda kimlerin kimlerle sözleşme
hayranlık duymaktadır. Üçüncü olarak el-Efendi
yapacağının belirlenmesi dahi büyük bir sorun
İslam tarihine ilişkin yaptığı bazı yorumlara
teşkil edecektir. El-Efendi yaptığı eleştirinin
yeterli delilleri getirmemiştir. Dikkate değer
tuzağına kendisi düşmüştür.
dördüncü eleştiri de el-Efendi bazı İslamcıları (örn. Mevdudi) bir tür faşist ve komünist devlet
144
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sistemi öngörmekle suçlamaktadır. El-Efendi bu eleştirileri tek tek cevaplandırmaktadır. Yeteri kadar doyurucu ve kapsamlı öneriler getirmemiş olsa da el-Efendi’nin kitabında ortaya koyduğu fikirleri dikkate değerdir. Eleştirel bir bakış açısıyla ortaya konulması 90’lı yıllardan beri bu kitapta ortaya konan düşünceler sınırlı da olsa belli çevrelerde tartışılmaktadır. Önemli olan eleştirel bakış açısını ve pozitif tartışma kültürünü olabildiğince yerleştirerek daha doyurucu, daha faydalı ve işe yarar öneriler ve tezler ortaya çıkartabilmektir. Etkileri bakımından düşündüğümüzde elEfendi’nin 2. baskının önsözünde ima ettiği gibi, kitapta ortaya konan düşünceler üzerine yapılan tartışmalar Türkiye’de AK Parti’nin oluşumunda tesiri olmuştur. Bu anlamda önerdiği devlet veya uluslararası sistemin lideri olarak Malezya veya Türkiye’yi görmek istemesi de manidardır. Aynı şekilde Ali Bulaç’ın kitabın yayınlandığı yıllarda “Asr-ı Saadet’te bir arada yaşama projesi: Medine Vesikası” adıyla başlattığı tartışmalarda bu kitabın tesiri açıkça gözlemlenmektedir. Umarız kitapta ortaya konan düşünceler yeni fikirler ve projeler üretilmesi bazında tüm çevrelerde her açıdan tartışılmaya devam eder. KİTABIN KÜNYESİ: Adı: Nasıl Bir Devlet Yazar: Abdulvahhab el-Efendi Tercüme: Hasan T. Kösebalaban, Murat Çiftkaya Orijinal adı: Who Needs an Islamic State? Yayınevi: İlke yayıncılık Yayın yılı: II. Baskı, İstanbul, 2009
www.islamiyorum.com
bile bu kitabı yeteri kadar değerli kılmaktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
145
www.islamiyorum.com