İlkbahar 2012
9
i nt ernet dergi s i
üç ay l ı k e - d e r g i / y ıl: 3 Sa yı: 9
m ısır - ta h ri r meyd an ı
Dosya: ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK ve BİRLİKTE YAŞAMAK
Cemaatlerin Yapısal Özelliklerindeki Akıldışılıklar Hamdi TAYFUR
Birlikte Yaşamak Epistemolojik Bir Sorun mu, Siyasi Bir Sorun mu? Yasin AKTAY
Kur’an Metnini Anlama Yöntemi Olarak Hermenötik M. Müctehid ŞEBUSTERİ
İçindekiler EDİTÖRDEN
Bu Sayıda.............................................................................................................. 3
DOSYA: Çok Kültürlülük ve Birlikte Yaşamak
Tarih Boyunca “Bir Arada Yaşam” Sorunu ve Çözümler / Yusuf İMAMOĞLU...................... 5
“Çok Kültürlülük” Tezleri / Nuri YILMAZ..................................................................... 21
Farklı Fikirlerin Birlikte Yaşamasının İmkanı / Nuri YILMAZ........................................... 29
Hoşgörü: Müdara ve Tahammül / M. Müctehid ŞEBUSTERİ............................................ 43
“Bir Arada Yaşamak” Mümkün Mü? / Kürşat ATALAR.................................................... 56
Dini Hoşgörü: İslami Bir Bakış açısı / Halid ZAHİR....................................................... 60
Hep Kendi Tarafımızda Olmak İyi midir? / Haluk BERBEROĞLU...................................... 70
SÖYLEŞİ
Birlikte Yaşamak Epistemolojik Bir Sorun mu, Siyasi Bir Sorun Mu? / Yasin AKTAY........... 73
ARAŞTIRMA - İNCELEME
Cemaatlerin Yapısal Özelliklerindeki Akıldışılıklar / Hamdi TAYFUR................................. 79
İslam ve Demokrasi / Asef BAYAT............................................................................. 94
Post-İslamcılık Nedir? / Asef BAYAT.......................................................................... 101
Kur’an Metnini Anlama Yöntemi Olarak Hermenötik / M. Müctehid ŞEBUSTERİ................. 105
DENEME
Şehadet Tutkusu mu, Yaşam Korkusu mu? / Latif KINATAŞ.......................................... 113
GÜNDEM
2
Müslümanlar ve Anayasa / Metin YILMAZ................................................................... 116
Bir İnsanlık Düşmanı Olarak Bomba / Murat ÖZBAY..................................................... 123
Birlikte Yaşamak Zorundayız / Celal NADİR................................................................ 129
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
EDİTÖRDEN
Bu Sayıda Günümüzde Müslümanların en fazla şikayetçi
bir açmaza sürükleyecektir. Oyun yaşındaki bir
oldukları konulardan birisi; kendisini İslam ile
çocuğun toplumsal problemlere çözüm önermesi
özdeşleştiren ve sonrada kendisi gibi olmayanı
gibi bir durumla karşı karşıya bırakacaktır. Daha
dışlayan “grupçu”, “cemaatçi” zihniyettir. Çünkü
kendi problemlerini ve iç çekişmelerini bile
bu zihniyet, Müslümanların, İslam’ın önündeki
aşamayan bir konuma düşürecektir.
en büyük engel olarak birbirlerini görmelerine sebep oluyor. Aralarına uçurumlar sokuyor ve birbirlerini rakip olarak görmelerine yol açıyor. Oysa dünyanın (özellikle de İslam coğrafyasının) kritik bir dönemeçten geçtiği şu günlerde, insanlığın İslam’a olan ihtiyacı her zamankinden daha fazla hissedilir hale gelmiştir. Böyle bir ortamda Müslümanların; insanlığın problemlerine çözümler üretmeleri, zulme karşı adil/İslami öneriler geliştirmeleri gerekiyordu. Ki halk onlarca sene içinde birikmiş sorunların yol açtığı bir patlamayla değil, Müslümanlar tarafından ortaya konmuş çözümleri talep etmek üzere meydanlara inebilsin!... Yaşamıyla ilgili büyük problemlerin ancak Müslümanlar
Peki, bu ideolojik bakış açısını ve ondan doğan kısır çekişmeyi/rekabeti nasıl ortadan kaldıracağız? Bu soruya kestirmeden, “grupçuluk ve cemaatçilik olmasın!” şeklinde cevap verebiliriz. Fakat bu cevap, çözüme hiç katkısı bulunmayan bir temenni olur. “Eğer hakikati/İslam’ı ben temsil ediyorsam, insanlığın selameti için gerekirse zorla dayatırım” gibi yüksek (ve görünüşte haklı) bir motivasyonla hareket eden Müslümanları ikna etmeye yeterli gelmez. Önce onları motive eden gerekçenin gücüne denk söylemlerle; sahip olduğu din anlayışının/ ideolojinin dinin kendisi değil, ancak bir yorumu
tarafından çözülebileceğine inanabilsin!
olabileceğini anlatabilmek gerekir. Kendi
Peki, niye bu tarihi fırsatı değerlendiremiyoruz?
yorumlarıyla ortak noktalarımızın azalacağını,
Niye bu önemli sorumluluğu yerine getiremiyoruz?
anlayışımızı bayraklaştırdığımızda, diğer İslam oysa dinin/İslam’ın sorumluluklarını yerine getirmek mantığıyla baktığımızda birçok ortak noktanın oluşacağını gösterebilmemiz gerekir.
Çünkü bizler, “din” olduğunu zannettiğimiz ezberlerimizle “ed-Din”i yani İslam’ı farkında olmadan devre dışı bıraktık. Hayata, “din” olduğuna inandığımız ideolojiler penceresinden bakmaya başladık. Eğer inancımızda samimiysek, o ideolojiler bize Allah katında bir fayda sağlayacaktır, muhakkak! Ancak yeryüzü söz konusu olduğunda; yani İslam’dan doğan selamet ve hayrın bütün insanlığı kuşatmasına, zulme son verip adaleti yeryüzünün her noktasına yaygınlaştırmaya sıra geldiğinde... İşte o zaman bu dar pencere, bu ideolojiler; bize o fırsatı vermeyecektir. Ezberlerimiz bizi
Müslümanlar olarak, ilkelerden vazgeçmeden ve karakterden ödün vermeden bir arada yaşamaya imkan veren zihniyetler geliştirdiğimizde, bu tecrübe, başkalarıyla aynı ortamı paylaşmak noktasında da emsal teşkil edecektir. Günümüz insanlığının en büyük dertlerinden birine derman bulunmuş olacaktır. Fakat bu ifadenin tersi de doğrudur, yani; kendi içlerinde bir arada yaşama sorununu başaramayanların, başkalarıyla aynı ortamı paylaşma konusunda da başarılı tecrübeler icra etmeleri mümkün olmaz. Bu sayıda yazarlarımız, bu sorunu “ÇOK
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
3
KÜLTÜRLÜLÜK ve BİRLİKTE YAŞAMAK” başlığı
insanlığa öncülük eden bir güç haline
altında dosya konusu haline getirdiler. Ve bu
gelebilirler mi?
yönde ortaya çıkan arayışlara/tartışmalara kendi katkılarını sunmaya çalıştılar. Elbette ki bu konu yeni bir konu değil ve yeni tartışılmaya da başlamadı. “Dinler arası diyalog” ana fikriyle uzun zamandır tartışılıyor. Batı öncülüğünde, farklı dinlerin bir arada nasıl yaşayacağına dair çözümler geliştirilmeye çalışılıyor. Bu tartışmaların İslam coğrafyasındaki katılımcıları da az değildir. Ne var ki, İslam coğrafyasındaki katılımcıların tutumu ve ulaşılan çözüm önerilerinin niteliği, Müslümanların zihninde; bu tartışmaların niyet ve hedeflerine dair şüpheler oluşturmuştur. Yazarlarımız bu konuyu, farklı İslami görüşlerin birbirlerine nereye kadar tahammül gösterecekleri, bir arada nasıl yaşayacakları ve ortak bir sorumluluk etrafında nasıl bir araya gelecekleri ekseninde değerlendirmeye çalıştılar. Bu konu, “başkalarıyla birlikte yaşamak” meselesinden tamamen bağımsız olamayacağı için, tartışmalarına; öncelikle bu konuda ortaya konmuş tezleri değerlendirerek ve analiz ederek başladılar. Bu çerçevede, önce; tarih boyunca bir arada yaşamayı sağlayan bağların neler olduğunu ve bu bağların ne tarz birlikteliklere imkan verdiğini araştırdılar. Daha sonra; Batı’da bu meselenin üzerinde tartışıldığı düzlemi analiz etmeye çalıştılar. Önyargısız bir yaklaşımla, bunların bizler için çözüm imkanı barındırıp barındırmadığını sorguladılar. Daha sonra da bu konunun üzerinde tartışılması gereken zemini oluşturmayı denediler.
- Grupçu, cemaatçi anlayışın yıkıcı etkilerine rağmen, “Müslümanların birlikte yaşamak” gibi bir sorunu yok denebilir mi? - “Öteki” için kafir, fasık, münafık vs. gibi kavramlar kullanan İslam, bu kavramlarla; “zorlayıcı” “tek tipleştirici” bir zihniyet mi ortaya koymaktadır? - İnsanlığın başlangıcından beri iradeye ve iradenin bağımsız bir şekilde kullanılmasına vurgu yapan bir din ile “zorlama”, hangi şartlarda bir araya gelebilir? - Ötekini ifade eden kavramları göz önünde bulundurduğumuzda, Müslümanlar olarak “birlikte yaşamak” konusuna nasıl yaklaşmalıyız? - “Birlikte yaşamak” konusunda nasıl bir zemin önerebiliriz? Bu sayımızda, “birlikte yaşamak” konusunda yapılmış bir röportaja da yer verdik. Ayrıca bu sayımızda, (önceki sayıda yer alan “cemaat diktatörlerinin psikanalizi” başlıklı makalenin bir devamı olarak) cemaat yapılarının kişiyi nasıl nesneleştirdiğini, akletmenin önünde nasıl engeller oluşturduğunu ele alan bir araştırma yer almaktadır. Muhammed Müctehid Şebusteri’nin hermenötik üzerine verdiği bir konferansın çözümlemesi, İslam ve demokrasi üzerine bir araştırma yazısı,
Meseleyi şu sorular çerçevesinde ele aldılar: - “Birlikte yaşamak” sorununu sadece, “Batı kaynaklı bir komplo” olarak görmek doğru mudur?
bu sayıyı zenginleştiren diğer konulardır. Gündem yazarlarımız ise önceki sayılardan beri gelen bir sürecin devamı olarak anayasa konusunu ve bunun yanında; “Birlikte Yaşamak Zorundayız” ve “Bomba” başlıklı konuları ele
- İslam’ın önündeki en büyük engel olarak, kendisine benzeyen diğerini gören zihniyet ne kadar sağlıklıdır.
aldılar. Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar muhabbetle kalın...
- Günümüz gerçekliği içerisinde, tek bir kişiyi veya bir topluluğu İslam’ın tek temsilcisi olarak görmek mümkün müdür? - Böyle bir zihniyet var oldukça Müslümanlar,
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: Çok Kültürlülük ve Birlikte Yaşamak
MAKALE 1 :
Tarih Boyunca
“Bir Arada Yaşam” Sorunu ve Çözümler Yusuf İmamoğlu Toplumun ne olduğunu tanımlamak üzere
yerine getirmesine katkıda bulunan ve iyi bir
sosyal bilimlerin çoğunlukla kabul ettiği iki tür
şekilde bütünleşebilen öğeler kümesidir. “Norm
yaklaşım vardır: Biri çatışmacı model, diğeri
ve değerlerin bütünleştirici sistemi ile insanlar
ise fonksiyonalist model. Çatışmacı model,
arasında karşılıklılık olduğunu kabul eder ve işbirliğini
insan çıkarlarının çatışmasını önemserken;
savunur.”3
fonksiyonalist model, insanların ortak noktalar üzerinde anlaşmaya varmasını önemser. Her
Yapısal-fonksiyonalistler toplumu bir organizma
ikisi de toplumu bir yapı olarak kabul ettiği için
şeklinde düşünmektedir. Toplumun unsurları
birine çatışmacı yapısalcılık, diğerine yapısal-
organizmanın organlarına benzemekte ve her
fonksiyonel model de denmektedir. “Toplumun bir
biri bir fonksiyon icra etmektedir. Bütünlük
bütün olarak nasıl işlediğini, temel bileşenlerinin neler
de bu unsurların birbirine duyduğu ihtiyaçtan
olduğunu ya da toplumun neden oluştuğunu ve bireyin
kaynaklanmaktadır. Denge ise bir arada durma
davranışını nasıl belirlediğini ya da sınırladığını” izah
çabasının/uyumun sonucudur. Yapılar, bir
etmek her iki yaklaşımın da ortak amacıdır.
fonksiyon sahibi olduğu için gelişir, var olmaları
1
“Yapısal fonksiyonel yaklaşıma göre toplum, birbirine bağımlı olan ve her biri, meydana getirdiği bütünün (toplumun) daha iyi uyumunu sağlamak için (ihtiyaç karşılamak için) belli fonksiyonlara sahip olan öğelerden meydana gelir. Bu öğeler fonksiyonel bir bütünleşme içinde toplumu meydana getirirler.”2 Bu
tanıma göre fonksiyonalist yaklaşımın toplum modeli; her birisi toplumun fonksiyonlarını Aytül Kasapoğlu, Sosyal Hayat ve Çatışma, Phoenix, S.
1
12 Emre Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye
2
Gerçeği, Bilgi Yayınevi, S. 52
fonksiyonun ortaya çıkmasına bağlıdır. Yapıları fonksiyonlar yaratır, rol sahibi oldukları için de vazgeçilmezdirler. Değişim değil istikrar önemlidir. Toplumu ileri doğru götürebilecek şey, bu istikrarı bozmayacak bir gelişmedir. Buna “değişimin evrimci izahı” diyenler de vardır. Kendi içindeki farklılıklarına rağmen değişimin değil statikliğin savunucusu sayılabilir. Toplumu bir arada tutan şey unsurların birbirini çekme kuvvetidir.4 Kasapoğlu, S. 12
3
Talcot Parsons, Robert K. Merton önemli temsilcileridir.
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
5
Diyalektiği bir noktada sonlandırdıklarını
bahsetmemizin nedeni, ufuk açıcı olacağını
bir kenara bırakırsak, çatışmacı yaklaşıma
düşündüğümüzden dolayıdır.
göre toplum birbiriyle çatışan sınıflardan oluşmaktadır. Bu yaklaşımın toplum modeli toplumun her an ve her açıdan değişmekte olduğu, her öğenin bu değişime katkıda bulunduğu, toplumsal her alanda çatışmanın yer aldığı, her toplumun bazı üyelerinin diğerleri üzerindeki zorlamalarına dayandığı şeklindedir.5 Toplumu, “bir organizma olarak değil içinde çatışmaların olageldiği bir süreç şeklinde”6 ele alır.
Ancak çatışma yaklaşımı da “toplumun bir bütün olarak devam etmesinin mekanizmalarını araştırır. Örneğin Dahrehdorf, çatışmayı düzenleyici kurumlar kavramı ile devamlı çatışma halinde olan bir toplumun bütünlüğünü koruduğunu belirtir. Böylece çatışma yaklaşımı da bir ölçüde denge fikrine yaklaşır. Yalnız buradaki denge ahenkli bir işbirliği sonucu değil, çatışmaların düzenlenmesi sonucu elde edilen bir dengedir.”7
yaklaşımın da haklı olduğu/isabet kaydettiği noktalar olduğu söylenebilir: Toplum hem birbirine ihtiyaç duyan unsurların bütünleşmesinden oluşmakta hem de her toplum bir şekilde çatışmaya sahne olmaktadır. Daha ileri giderek çatışmanın olmadığı bir toplum yoktur da denebilir. Ancak çatışmaya neden olan şey sadece üretim araçlarının mülkiyeti ile ilgili mesele değildir. Milliyet, soy, ırk, çıkar, din, ideoloji (ve hatta bunların alt grupları) gibi birçok neden söz konusudur. Diğer taraftan toplum için uyumun faydalı olduğu gibi çatışmanın da bazı “faydalar” sağladığı söylenebilir. Örneğin; tarafların dinamik, bilinçli ve güçlü olmalarına, gelişmenin daha hızlı ve daha sağlam ilerlemesine neden
Her durum sınıflar arasındaki çatışmanın oluşturduğu bir denge halidir. Ancak bu denge çıkarların, güçlünün zorlamasına dayalı olarak uzlaştığı karasız bir dengedir. Bu dengenin biri lehine bozulması yeni bir durumu ortaya çıkarır. Bu da toplumsal değişmenin dinamiği ve biçimidir. Çatışma sürekli olduğu için değişim de süreklidir. Sınıflar arasındaki dolayısıyla da toplumsal denge çatışma üzerine kuruludur. Toplumu bir arada tutan şey iktidar mücadelesidir, buna diğeri ile kıyaslayarak itme kuvveti de diyebiliriz. Yaklaşımın en bilindik
olabilir. Ayrıca, iyiliğin hayata egemen olması kötülükle çatışmadan gerçekleşemez; bu bakımdan toplumun “dengesine” uyumun katkısı gibi çatışmanın katkısından da söz edilebilir. Çatışmanın faydası derken şüphesiz ki insani ve doğal özelliklerin ihtilaf konusu haline getirilmesini, sonra da bunların güç sahiplerince tefrika için kullanılmasını kastetmiyoruz. Sınıf çatışmalarının doğurduğu anarşizmi de kastediyor değiliz. Bu tür durumlar insanlığın çalışıp didinerek elde ettiği gelişimi/birikimi ve huzur ortamlarını silip süpüren bir sel
isimleri Marks ve Dahrendorf’tur.
gibidir. Toplumu ileri doğru değil geriye doğru
Toplumun unsurlarının yaklaşımlara göre farklılık
ortam bir arada yaşanabilir olmaktan çıkmakta,
arz ettiği de unutulmamalıdır. Fonksiyonalist
kimse kimseye derdini anlatamamaktadır.
yaklaşım aktör dediği bireye kadar rol, statü,
Fikirler konuşulamamakta, düşünceler
fonksiyon ve pozisyonlara sahip grup, topluluk,
kendilerini muhataplarına anlatamamaktadır.
meslek gibi unsurları kabul ederken; çatışmacı
Asabiyet her şeye galip gelmekte, haklı söz
yaklaşım sınıflardan söz etmektedir. Neo-
yanlışların arasında kaybolmakta, hakkın
Marksistler alt sınıflardan söz ediyor olsa da sınıf
ifadesinin arkasında, çatışmanın yarattığı algı ile
yaklaşımı, emek ve mülk sahibi veya yönetici-
başka şeyler aranmaktadır.
yönetilen olmak üzere temelde iki sınıf kabul
götürmektedir. Daha da önemlisi paylaşılan
etmektedir.
Çatışmacı yaklaşımın, çatışma ile sağlanacağını
Toplumun nasıl bir arada durabildiğini ele
çatışmanın olmayacağı ideal ortama doğru
alacağımız bu yazıda bu yaklaşımlardan
ilerlemek olduğunu da not etmek gerekir.
Kongar, S. 53
5
Kongar, A.g.e.
6
Kongar, A.g.e.
7
6
Birbirine tamamen zıt gibi görünen iki
iddia ettiği gelişimin, sınıfların dolayısıyla da
Dolayısıyla çatışma, haklı olanın hakkını alma mücadelesi olarak onaylanmakta, bir yöntem olarak benimsenmekte ama nihayetinde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
reddedilmektedir. Çatışmanın, ideale uygun
Fransızca/İngilizce nation kavramına karşılık
olmayan ortamın özelliği olduğu ifade edilmiş
olarak kullanılmaya başlanmış, 1932’de milletin
olmaktadır.
Yeni Türkçe karşılığı olarak “ulus” kelimesi
Çatışma nedenlerini hayattan söküp atmanın imkânı olmadığı için bir arada yaşayabilmek insanlığın başından beri karşı karşıya kaldığı bir problemdir. Göçlerin büyük bir kısmının sebebi de budur. Ancak göçün, soruna çözüm olma imkânı gittikçe azalırken toplumların barındırdığı
benimsenmiştir. “Nation” ise kök anlamı itibariyle “aynı atadan gelenler topluluğu” demektir, esasen Türkçe kavim veya aşiret kelimelerinin karşılığıdır. Ulus kavramı ise tıptı “budun” gibi siyasi amaçla bir araya gelmiş olan boylar konfederasyonunu ifade etmektedir.8
farklılıklar/kompleksite, mozaiğindeki renk sayısı
TDK, milliyetçiliği “Maddi ve manevi açılardan
artmaktadır. Bu da bir arada yaşamanın gittikçe
millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin
daha önemli bir konu haline gelmesine neden
üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk, ulusalcılık,
olmakta, bulunacak sağlıklı çözümlere ihtiyaç da
nasyonalizm” şeklinde tanımlamaktadır.
o oranda artmaktadır.
Milliyetçilik, genellikle ulusçuluk ve
Geçmişte bu sorun çoğunlukla bir tarafın
birleştiren dil, tarih veya kültür bağlarından bir üst
egemenlik sağlaması, diğerlerini bastırması ve hatta yok etmesi şeklinde çözülmeye çalışılmıştır. Çeşitliliği kabullenip kendi içinde barındırarak bir arada yaşamaya çalışma örnekleri son derece azdır. Bu nedenle soy, din ve hatta çıkar ortaklığı gibi ortak payda olarak
nasyonalizm ile eş anlamlı olarak, “kendilerini yapı oluşturabilmiş sosyal birikimlerin adı olan millet veya ulus olarak tanımlanan bir topluluğun yaşama ve ilerleme ülküsünün toplumların ve insanlığın gelişmesini sağladığına inanan görüş”9 şeklinde
kabul edilmektedir.
ileri sürülen şeyler, güç sahipleri tarafından
Burada milliyetçiliği ayrıntılı bir konu ve kavram
farklılık/üstünlük, dolayısıyla da hâkimiyet aracı
biçiminde ele almak niyetinde değiliz; bu,
olarak kullanılagelmiştir. Taraflar aynı ortamı eşit
makalenin içeriğine de uygun düşmemektedir.
şartlarda paylaşmayı arzu etmemektedir. Zira
Biz sadece milliyetçilikle ilgili birkaç noktaya
güç eşitsizlik gerektirir. Geçmiş her ne kadar
temas edip, toplumun bütünleştirici unsuru
belli ölçüde buna elveriyor idiyse de bir arada
olarak nasıl fonksiyon icra ettiğini anlamaya
yaşamak gün geçtikçe kaçınılmaz olmaktadır.
çalışacağız.
Bu yazıda toplumun bir arada yaşayabilmesi
Alan Myers (1933–2010) milliyetçiliği; millet
için bugüne kadar denenen yollardan,
mensuplarının, paylaştıkları, insanlığın
yöntemlerden söz ederek güne dair çözülmesi gereken sorunlara işaret etmeye çalışacağız. Bunun için önce milliyet, din ve ideolojiyi bir arada yaşamayı sağlayıp sağlayamamaları bakımından irdeleyeceğiz. Sonra fikrin rahatça dile getirilebildiği bir ortamın bir arada yaşamayı nasıl mümkün kılabileceğini anlamaya çalışacağız. Belirlemeye çalışacağımız sorun başlıklarının tartışmalara katkı sağlayacağı ümidindeyiz.
genelinden ve diğer milletlerinkinden farklı ortak paydalara duydukları inanç olarak tanımlıyor. Ayrıca milliyetçiler için milli ortak paydaların, bireyler arasında görülebilecek rekabet unsurlarından daha önemli olduğunu da belirtiyor. Daha önemli bir nokta olarak milliyetçiliğin, kapitalizm tarafından yaratıldığını ifade ediyor. Bunun da burjuvanın, feodalizmi devirme, geniş bir coğrafya üzerinde tek yönetim, tek dil ve tek pazar yaratma isteğinin bir ürünü olduğunu söylüyor. Kapitalizm http://tr.wikipedia.org/wiki/Milliyet%C3%A7ilik#K.
Milliyetçilik
8
C3.B6kenbilim Orhun yazıtlarında da “ulus” olarak yer alır. Orhun Yazıtları ve Kaşgarlı Mahmut’un 1072-
Aslen Arapça olan millet kelimesi, “din veya
1074 yılları arasında yazdığı Divânu Lügati’t-Türk adlı
mezhep, bir din veya mezhebe bağlı olan
kitabında millet sözcüğünün Türkçe karşılığı “budun”
cemaat” anlamına gelmektedir. 20. yüzyıl başlarına kadar Türkçede de bu anlamda kullanılmıştır. 19. yüzyıl ortalarından itibaren
sözcüğüdür. http://tr.wikipedia.org/wiki/Milliyet%C3%A7ilik#K.
9
C3.B6kenbilim
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
7
için uygun koşulları yaratmanın millet
kavim ve milletten daha özeldir. Egemen aileye
düşüncesinin yaratılması olduğunu, bunun için
kan bağıyla yakınlığın bir imtiyazı vardır, ama
de milliyetçiliğin bir çeşit kapitalist/burjuva
kraliyet ailesinin kutsanması ve Tanrı ile kurduğu
ideolojisi olduğuna şaşırmamak gerektiğini
akrabalık, milletinin geri kalanına teşmil
ortaya koyuyor.10 Milliyetçilik, aydınlanma
edilmemektedir. Firavunların İsrailoğulları’na
ile başlayan materyalist, emperyalist dünya
uyguladığı zulüm gibi “özel durumlar” hariç
görüşüne malzeme olan bir ideolojidir. Bugün
milliyetçiliğin, dönemin hedeflerine aykırı olduğu
“Anglosakson kültürüne bağlı toplumlarda ve
da rahatlıkla söylenebilir.
Avrupa Birliği düşüncesini savunan çevrelerde olumsuz bir anlam yükleniyor” olması, üstün ırk/ millet ve her türlü çıkarcılığı terk etmelerinden
önceki soy ilişkilerine bağlı egemenliği
değil konjonktürden kaynaklanmaktadır.
anlamakta kullanılabilecek en iyi materyal,
Allah insanları, kabileler ve milletler halinde
mülkün/iktidarın en önemli ve vazgeçilmez
yarattığı için millet olgusu insanların çoğalmaya
unsuru olarak kabul edilen asabiyet, bizim
başladığından beri vardır. Ancak milliyetçiliğin
anladığımız milliyetçilikten oldukça farklıdır.
bir ideoloji haline gelmesi, 19. yüzyılla birlikte
Güçlü ve geniş aile/aşiret anlayışına denk
Avrupa’da başlayan bir şeydir. Bundan yaklaşık
gelmektedir. Ayrıca sadece Araplardan veya
yüz yıl kadar sonra ise bütün dünyada egemen
Türklerden oluşan bir devlette Arap ya da
siyasi düşünce haline gelmiş, ulus-devletin
Türk milliyetçiliği yapmak anlamlı olabilir; ama
doğmasına neden olmuş, dünya siyasi haritası
ne zamanın güçlü devlet anlayışı bir milletin
milliyetçilik ilkelerine göre yeniden çizilmiştir.
egemenliği ile sınırlıdır, ne de böyle bir ideoloji
Bir ideoloji haline gelmeden önce bugünkü anladığımız şekliyle bir milliyetçilikten söz
İbn-i Haldun’un Mukaddimesi’dir. Mukaddime’de
imparatorluğu bir arada tutabilir. Tam aksine kendi kuyusunu kazar.
etmemiz mümkün değildir. Bu, o zaman
19. yüzyıldan itibaren gelişen milliyetçilik;
soy ilişkilerine dayalı yapılanmalar olmadığı
ulus-devletin, dolayısıyla da yeni sermaye
anlamına gelmez. Tam aksine geçmişte kan bağına dayalı yapılanmaların daha çok olduğunu görmek mümkündür. Örneğin imparatorluk çağında devlet yapılanması tamamıyla soy ilişkilerine dayalıdır. Fakat bu, millet değil aile egemenliğidir.
ve içinde bulunduğu ortamın ölçeğine göre farklılık arz etmektedir. Örneğin; Araplar bir millet, Kureyş onun içinde kavim, Haşim Oğulları veya Ümeyye Oğulları Kureyş içinde bir soy/ aşiret, filancalar da onun içinde bir ailedir. Emevi, Abbasi ve diğerlerinde önemli mevkiler hep Araplara verilmiş olsa bile yaptıkları Arap milliyetçiliği değildir. Aileden başlamak üzere her bir halkanın, içinde bulunduğu dairenin üstünlüğünü iddia etmesinden söz edilebilmekle beraber; bu durumun bugünkü karşılığı daha çok aşiretçilik şeklinde ifade edilebilir. Bu da doğrudan doğruya çıkar ortaklığı esasına dayalıdır. Araplardaki bu durum genele şamil kılınabilir. Kraliyet ailesi, içinde bulunduğu boy, http://directaction.org.au/issue9/what_is_nationalism
10
sahiplerinin kral-din adamı ortaklığına karşı özgürlük, bağımsızlık temelinde karşı çıkış zeminidir. Bu zemin, kral-kilise ortaklığındaki zalim Orta Çağ zihniyetli imparatorluklara ve de İslam referanslı Osmanlı’ya karşı, aydınlanma hareketi için uygun bir zemin teşkil etmektedir.
Kan bağına dayalı yapılanmalar, yapılanmanın
8
Milliyetçiliğin bir ideoloji olarak gelişmesinden
Zira İngiliz, Fransız, Alman gibi nispeten arı/ homojen toplumlardan söz edilebilmektedir. Bu nedenle proje başarılı da olmuştur. Ama Türkiye veya Amerika gibi farklı millet ve etnik grupların bir arada bulunduğu memleketlerde milliyetçilik amaca uygun düşmemektedir. Bunun için de bu tür ülkelerde milliyetçilik ideolojisi, çeşitli ekler yapılarak veya farklı şekilde yorumlanarak kullanılmıştır. Amerika’da Amerikan vatandaşlığı milliyetin yerine konulmaya çalışılırken, Türkiye’de diğerlerinin varlığını reddeden, herkesin Türk sayılacağı tanımlar yapılmıştır. Kan bağına dayalı bir vasfın, insanları bir arada tutmak gibi bir fonksiyonu olamaz; bu, onun doğasına aykırıdır. Irk, renk, dil, millet Allah’ın tanışmak için yarattığı insani farklılıklardır. Bunlarla insanlar bir arada
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tutulmaya çalışıldığında doğal ve zorunlu olarak
Anlaşılan odur ki, nerede milliyetçilikten söz
“diğer”i kendiliğinden oluşur. Diğerleri ya sadece
edilmişse orada milletler arasında birlik değil
dışarıda kalır ya da doğrudan düşman ilan
çatışma muhtemeldir. Kan bağı/milliyetçilik bir
edilir. Milliyetçiliğin çıkış zeminine ve kendisini
ideoloji haline geldiğinde bile insanları bir arada
besleyen bilince bakıldığında milletleri birbirine
tutmaya kadir değildir. Çok uluslu yapılarda
düşürmekten başka bir amaçla ortaya çıkarıldığı
daha açık görüldüğü gibi bir milliyetin üst
söylenemez.
kimlik haline getirilmesi, bu milletin doğrudan
Milliyetçiliğin ortaya çıkışı ve yükselişiyle Batı’nın dünyaya egemen olma süreci eşzamanlı işlemektedir. Bütün dünya Batı’nın hilesini yutmuştur. Dünya ülkeleri imparatorlukların boyunduruğundan kurtularak hep beraber Batı’nın çıkarları uğrunda aynı yola girmiştir. Milliyetçiliğin toplumlara barış ve huzur değil tam aksine savaş ve kan getirdiğinin en açık örneği yine Batı’nın kendisidir. Avrupa ülkelerinin her birinde görülebilen ve bütün dünyanın imrendiği, barış, refah, demokrasi, hukuk, hümanizm tam olarak Batı milliyetçiliğinin bir ürünü, kendi evindeki durumdur. Hem Batı’nın hem de onun kaynaklık ettiği milliyetçiliğin gerçek yüzü, Hindistan’da İngiliz, Irak ve Afganistan’da Amerika örnekleriyle görülen şeydir. Tunus, Cezayir ve hemen bütün Afrika ülkeleri, Rusya hegemonyasından kurtulan Asya ülkeleri yani dünyanın her bir köşesi öyle veya böyle Avrupa ülkelerinden birinin veya Amerika’nın “barışçı milliyetçiliği”nden bir şekilde nasibini almıştır. Burada anti parantez olarak Batı’yı, dine ve insani davranışlara tanıdığı özgürlükleri sayarak tanımlayan, öven, örnek gösteren, diğerleriyle kıyaslayanlara Batı’ya Londra’dan, Paris’ten değil; Bağdat’tan, Kabil’den bakmalarını öneririz. Her iki noktadan bakıldığında ortaya çıkan iki farklı görüntünün aynı milliyetçilik anlayışında birleştiğinin delili farkın kendisidir.
doğruya diğerleri üzerindeki hegemonyası anlamına gelmektedir. Hâkim kabul edilen millet ne kadar adil ve eşitlikçi olursa olsun, merkeze mesafedeki denkliğin bozulması bir arada yaşamaktan çıkıp birinin egemenliğine dönüşmektedir. Ayrıca bir milletin baskınlığı hissedildiğinden itibaren tefrikanın ateşi körüklenmeye başlanmış demektir. Bir arada yaşayabilmenin millet/milliyetçilik açısından imkânı hiçbir milliyeti üst kimlik haline getirmemektir. Milliyete dayalı bütün farklılıkların birbirine eşit mesafede olması temel şart olmalıdır. Zaten milliyetin var ediliş nedeni tanışmaktır. Tanışmak ise diğerinin kimliğini kabul etmeyi gerektirir. Şümullü ve diğerlerini kuşatacak şekilde tanımlanması, kavim, aşiret, millet gibi kan bağı temelindeki ilişkilerin bir arada yaşamaya imkân sağlayabileceği anlamına gelmez. Farkları/ kimlikleri yok eden şümullü tanımlar “maksadın” aksine, diğerinin kimliğini reddetmekle eş anlamlıdır. Ayrıca milliyetçilikle, aynı millete mensup olanları bile bir arada tutmak oldukça zor bir durumdur. Bu nedenle aynı milletin mensuplarının bir arada durabilmesi için genelde, milliyetin dışında başka ortak paydalar da aranmaktadır. Çıkar başta olmak üzere, dil, kültür ve tarih ortaklığı milletin bir arada duruşunu sağlayan destekçiler olarak görülmektedir. Bu sebeple, ilgi, eğilim ve dünya
Milliyetçilik ideolojisinin ortaya çıkmasından önceki Batı’nın başka milletlerle olan ilişkisi/ vahşeti ile sonrası arasındaki fark, sadece
görüşü gibi paydalar milliyetten daha kuvvetli bir birleştirici gibi görünmektedir. Bunu biz ideoloji başlığı altında ele almaya çalışacağız.
Avrupa milletlerinin kendi aralarındaki ilişkilerle ilgilidir. Irkçı bakış açılarında, deri rengi koyu olanları aşağı sayan anlayışlarında temelde bir değişiklik yoktur. Özellikle Afrika’da işledikleri akıl almaz cinayetleri sadece çıkarcılık hatta ülke çıkarları idealiyle izah etmenin imkânı yoktur. İnsan vicdanının bile önüne geçirmeyi başardıkları şey ırkçı değerleridir.
İdeoloji İdeoloji, tanımı, çerçevesi ve niteliği üzerinde çokça tartışma olan bir kavramdır. Bunun için de netameli bir terim olarak görülmektedir. Netameli11 olması çok şeyle/ Gizli bir tehlikesi olduğu sanılan, tekin olmayan
11
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
9
alanla ilişkilendirilmesinden, bu yüzden de onu
Hemen herkesin ideolojiden anladığı bir şey
tanımlayan ve onunla uğraşanların sayısının
vardır. Kimileri için dünya görüşünü ifade
oldukça fazla olmasından kaynaklanmaktadır.
ederken, kimileri için özellikle “ideolojik”de
“Doğru düşünme yöntemi” olarak görülmekten,
olduğu gibi sanatsal, bilimsel ya da tarafsız
“düzmece bilimsel kuramlar üzerine oturtulmuş
olanın zıddını temsil etmektedir. Bu netameli
doktrinler” demeye kadar varan bir evrim ve tanım yelpazesine sahiptir. Müslümanlardan bu kavrama mesafeli duranların gerekçesi, komünizm, kapitalizm, liberalizm gibi ideolojilerin beşer kaynaklı olmasıdır. Bu sebeple de ideoloji, çoğunlukla hakikatin yerine konmak istenen sakat anlayış, insan iradesinin putlaştırılması olan azgın heves, olgulardan yola çıksa bile ütopik bir proje olarak görülmektedir. İdeolojiler, örneğin işçi sınıfı gibi belli sınıf ve kesimleri etki altına alarak dayandığı sınıfın iktidarı ele geçirmesini hedeflemektedir. Bunu da kitleleri toplayıp onlara hırs ve değer aşılayarak, zihinlere bir takım sloganlar yerleştirerek, baskı gruplarının menfaatlerini
terimin bir tanımını yapmak istersek şöyle diyebiliriz: Belli bir grubun paylaştığı düşünce, değer veya inançlar bütünüdür. Bu ilkeler, sosyal, siyasi, moral vb. alanlardan biri veya birkaçı ile ilgili olabilir, hedefleri tayin eder, davranışlara yön verir, toplumun/sistemin ana yapıları ve dönemleri arasında bağlantı kurar/ sürekliliğini sağlar.13 İdeolojiyi tanımlamanın zorluk sebeplerinden birisi bizim yaptığımız tanımda da görüldüğü gibi din, kültür, dünya görüşü, felsefe gibi kavramlarla iç içe geçmiş anlamlara sahip olmasıdır. Fakat bir dinden kaynaklanıyor olsa da beşeri olması yönüyle dinden ayrılır. Dayandığı
gizleyerek yapar. Bu negatif yaklaşıma göre
değerlere bağlı bir davranış tarzı önerir. Buna
ideoloji, bir kişinin, grubun ya da topluluğun
karşın önerdiği davranış tarzının daha keskin
çıkarlarını haklılaştırmaya yarayan düşünce ve
gelen, geleceğe doğru da uzanan pratikler toplamıdır.
fikirler sistemidir.12
Tüm varoluş nedenini yaşam pratiğinden almaktadır, yaşananın bir kopyası, aynasıdır. Öznel nitelikte zihinsel
Enteresan bir biçimde Marks da ideolojiye olumsuz
12
bir kurgu/yanılsamadır, ama “yanlış bilinç” değildir.
yaklaşanlardan biridir. O, Hegel’in “dünya görüşü”,
Öznenin gerçeklikle kurduğu ilişkinin zihinsel düzlemde
Feurbach’ın praxis felsefesinden etkilenmiş, ideolojiyi
tasarımıdır, ama sadece zihinsel bir işlem değil yaşamın
bilginin nasıl elde edildiği sorunundan yola çıkarak
içinde oluşan ve ondan kaynaklanan bir pratiktir,
tanımlamaya çalışmış ve ona negatif bir anlam
ondan kaçmak imkânsızdır. İdeoloji bireylere, egemen
yüklemiştir. Bunu basitçe şöyle izah edebiliriz: Bilinci
değer ve nosyonları benimseterek sisteme uyumlu
oluşturan bilgi dışarıdan gelip insan zihnine kaydolunur.
hale gelmelerini ya da yeni uyumlu yaşam sistemleri
Yanlış bilinç önemli yanılgılara, buğulu gözlük takmış
kurmalarını sağlar. (Süleyman Güngör, Althusser’de
gibi dünyayı farklı görüp yorumlamaya neden olur.
ideoloji Kavramı, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi
İdeoloji, bilince göre değerlendirme ve yorumlama
ve İdari Bilimler Fakültesi, Y.2001, C.6, S.2, s.221-231)
biçimidir ve her zaman üretim ilişkileri ve maddi ortam
Althusser ideolojiyi hem tanımlamakta hem de onun
demek olan altyapıya bağımlıdır. İdeoloji, altyapının
gücünden bahsetmektedir.
bağımlı değişkeni olduğundan onun tarafından belirlenir. Yaşlı Marks, ideolojinin de altyapıyı etkilediğini
İdeolojiye yaklaşımda iki ana eğilim tanımlanmaktadır:
söylemişse de ideoloji dünyayı nasıl görmek gerektiğini
İdeolojinin, doğruluk-yanlışlık meselesinden uzak,
bildirir ve yaşam biçimini yorumlar, kendini haklı
toplumsal bir bilinç biçimi ve zorunlu bir yapı olduğunu
göstermek isteyen egemen sınıfa yardım eder. Egemen
düşünmek pozitif yaklaşım; nesnel olmayan bir
sınıf ile egemen düşünce birlikte var olmak zorundadır,
düşünce ürünü, yanlış bilinç olduğunu, yanıltıcı bir
ideolojik oluşum da bu ilkeye bağımlı olarak oluşur
özellik taşıdığını düşünmek de negatif yaklaşım olarak
ve yaşar. İdeoloji, kapitalist düzende siyasal iktidarı
değerlendirilmektedir. Althusser’in yaklaşımı pozitife,
meşrulaştırmaya yardımcı yanlış fikirler kümesidir.
Marks’ınki ise negatife örnektir. Negatif yaklaşım, yanlış
Alt sınıflar/proletarya, ideoloji sayesinde toplumu
bilincin karşısına hakikatin temsilcisi olan başka bir
ve kendilerini, kendilerine ait olmayan düşüncelerle,
bilinç çıkarır. Pozitif ve negatif yaklaşımın dışında anlam
kapitalist bir bakışla tanımlarlar. Burada ideoloji, hâkim
ve fikir üretiminin genel süreci olarak değerlendirenler
dünya görüşü, resmi ideoloji anlamında kullanılmıştır.
de vardır. Görülen o ki, ideolojiyi tanımlamak, ona yaklaşımın yön ve açısına göre değişmektedir. (Metin
Yapısalcı Marksist Louis Althusser’e göre toplumsal pratik
Kazancı, Althusser, İdeoloji ve İletişimin Dayanılmaz
ile ideoloji iç içedir. İdeoloji, bir sınıfın diğerine empoze
Ağırlığı, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 57-1)
ettiği bir şey değil, bütün sisteme yayılmış, toplumsal varoluşun bütün biçimlerinde yer etmiş geçmişten
10
http://en.wikipedia.org/wiki/Ideology
13
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ve daha dar kapsamlı olması yönüyle dünya
sebebiyle Şia, Ehl-i Sünnet ve daha küçük
görüşünden de farklıdır, hayatın sadece belli
çaptaki mezhep ve cemaat adı altında farklı
alanlarıyla sınırlı kalabilir (milliyetçilik gibi).
yorumlar oluşmuştur. Aslında bunların hepsi, işin
Felsefeden, hem davranış tarzı önermesi
içine beşer yorumu karışmış olması nedeniyle
hem de derinlik itibarıyla farklılık arz eder.
birer ideolojidir. Bunun toplumsal yapılanmaya
Kültürle arasındaki en önemli farkın tercih
ve bir arada yaşamaya etkisini din başlığı
gerektirmesi olduğu söylenebilir. Ayrıca kültür
altında inceleyeceğiz, yine de burada şunu
gibi doğal süreç içinde oluşmak zorunda değildir.
belirtmek gerekir. Dinin hayata aktarılmasında
Marksizm gibi bir kişi veya bir grup insanın
beşeri yorum kaçınılmaz ve hatta gereklidir.
geliştirdiği düşüncenin benimsenmesiyle de
Bu, iyi niyet ve samimiyetle olduğunda adı
oluşabilir. Sadece topluma hâkim olan düşünce
ictihaddır. İşin içine kötü niyet karıştığında
değil toplum içinde bir gruba ait ideolojiden
dinden etkilenmiş beşeri bir ideoloji ortaya çıkar.
de söz edilebilir. Çünkü her rejimin/siyasal
Her yapılan iş ve ictihada samimiyet egemen
sistemin bir ideolojisi vardır; siyasal sistemlerle
olsa bile ortaya çıkanı beşerin bir faaliyeti
birlikte ideolojiler de birbirleriyle savaşır ve
olarak görmek gerekir. Böyle kabul edildiğinde,
yarışır. İdeolojiden başka hiçbir şey ideolojiyi
ideolojinin yanlışlıklarını sorumluluk sahibi
değiştiremez, hatta onunla mücadele de
beşerin üstlenmesi mümkündür. Mezhep ve
edemez. Bu nedenle ihtilallerde ilk önce kitle
cemaat görüşlerini dinin aslı olarak görmek,
iletişim araçları ele geçirilir.14
din adına ortaya çıkan toplumsal çatışmaların
Görüldüğü gibi ideoloji aslında nötr bir kavramdır. İyi ya da kötü, olumlu veya olumsuz olması içeriğini oluşturan değer yargılarının niteliğine bağlıdır. Burada, yukarıda bahsettiğimiz kavramlarla çokça karıştırılan, belki karıştırılmasında önemli bir sakınca da
en önemli nedenidir. Dinin farklı yorumlarını/ mezhepleri birer ideoloji olarak görmek, dinin beşer hayatındaki etki alanını daraltmak anlamına gelmez; farklı yorumlara, birbiriyle daha kolay sosyal ilişkiler geliştirme imkânı sağlar.
olmayan ideoloji terimini tercih etmemizin
Dinin dışındaki ilgi, eğilim, dünya görüşü, daha
nedeni şudur: Kültür, ideolojiye nispeten kan
genel bir ifadeyle ideolojilerin birlikte yaşamaya
bağı ilişkilerine çok benzer bir şekilde yerel
etkisine gelince: Birinci olarak; milliyet eğer
şartların, dolayısıyla da doğal farkların alanına
toplumu dikey çizgiler şeklinde bölüp uyuşma
girmektedir. Belki burada da dünya görüşüne
sorunları olan kategoriler oluşturuyorsa buna
çok yakın bir anlamda kullanacağız; fakat bir
ikinci bir ayırıcı unsur olarak eklenen ideoloji
dinin dünya görüşü olarak nitelenebilmesinden
de bu dikey çizgileri yatay olarak bölmektedir.
dolayı ideoloji terimi maksada daha uygundur.
Ancak bu ikinci bölümlenme ile oluşan karelerin
Zira dinin kendisi bir ideoloji değildir. Çünkü
sayısınca sosyal kategori oluştuğu söylenemez.
ideoloji beşer kaynaklıdır. Dinden türetilen
İdeolojilerin bireyleri bir araya getirmekte
ideoloji dinin yanında doğal, yerel hatta kişisel
milliyetten daha güçlü olduğu söylenebilir.15
faktörlerden de etkilenebilir.
Bunun için de ideolojinin niteliğinden bağımsız
Anlatmaya çalıştığımız, ideolojilerin öyle veya böyle ilahi dinlerden bir şekilde etkilenmiş olmalarından ibaret bir durum değildir. Peygamberlerin Allah’a dönüşünden sonraki her türlü, dini hayata aktarma çabası, beşerin dine getirdiği yorumdur. Bu, doğal ve zaten öyle olması gereken bir durumdur. Böylece zaman, zemin gibi doğal ve siyasi birçok etken
olmamak şartıyla, ideoloji tarafından yapılan bölümlenme milliyet bölümlenmesini bastırabilir, en azından çizgilerin daha silik olmasına neden olabilir. Milliyetçilikle farklı ideolojiler yan yana getirilemez, ama bir ideoloji altında farklı milletler bir araya getirilebilir. Bu cümleye, Hitler ve Mussolini nasyonalizminin
15
milliyete dayanan bir ideoloji olduğundan yola çıkılarak itiraz edilebilir. Ancak bizim yargımız oldukça genel bir
Metin Kazancı, “Althusser, İdeoloji ve İdeoloji İle İlgili
değerlendirmenin ürünüdür. Ayrıca milliyetçiliğin bir
Son Söz”
ideoloji olarak işlenmesi de mümkündür. Bu yargıdaki
http://ilef.ankara.edu.tr/id/gorsel/dosya/1164634976al
amaç kan bağına dayalı ilişkilerle bir düşünceye dayalı
thusserideoloji.pdf
ilişkileri karşılaştırmaktır.
14
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
11
İkinci olarak; ideolojilerin bir arada yaşamaya
potansiyeline sahip kavramlar kullanılmaktadır.
etkisi, sahip olduğu karaktere bağlıdır. Örneğin komünist ideoloji doğrudan, kapitalist ideoloji dolaylı olarak toplumda kendisinden başkasına hayat hakkı tanımazken mistik
Din, toplumu huzur, barış ve adalet içinde
ideoloji diğerleriyle çok rahat yaşayabilir.
bir arada tutabilecek en sağlam alternatiftir.
Ayrıca kapitalizm, milliyetçilikle akrabalık
Çünkü o, ne milliyet, ırk, renk, kültür, dil gibi
ilişkisine sahip iken, komünizm ne milliyetçilik
doğal özelliklerin; ne de bilgi, kabiliyet gibi
ne de kapitalizmle bir arada bulunabilir. Çünkü
hususların sosyal statü veya üstünlük aracı
tanım itibarıyla bile birinin varlığı diğerinin
haline getirilmesini kabul eder. İnsanların
yokluğuna bağlıdır. Dolayısıyla bireyleri bir
birbirine derecelerle farklı kılındığı özellikleri
araya getirmekte milliyetten daha güçlü olan
sosyal statü anlamında değil sadece işin ehline
ideolojiler daha keskin ayrılıklar oluşturur; bu
verilmesi anlamında bir üstünlük olarak zikreder.
ayrılıkların daha kuvvetli çatışmalar çıkarması
Bu da toplumun tümü açısından işlerin yolunda
kuvvetle muhtemeldir.
gitmesine duyulan ihtiyacın bir sonucudur.
Son olarak, ideolojilerden diğerine hoşgörü ile bakan ve hayat hakkı tanıyanlar varsa da nihai noktada ideolojinin varlık sebebi toplumun farklı unsurlarını bir arada tutmak değildir. Materyalizm/kapitalizm gibi diğerini
İnsanlar Rabbin huzurunda tarağın dişleri gibi eşit olduğu kadar toplumsal yetki/sorumluluk konusunda da birbirlerine eşit mesafededirler. Toplumun işlerini yerine getirme “makamları”, üstünlük vesilesi değil sadece görevdir.
görmezden gelenleri dışarıda bırakarak bir
Bilgi de dâhil her türlü imkân ve zenginlik,
değerlendirme yapsak bile ideolojiler toplumun
belli kimseler arasında dolaşması için değil
huzur ve refahının kendisine tabi olmakla
paylaşılması, hayrın ve iyiliğin yaygınlaştırılması
gerçekleşebileceğini savunmaktadır. Ancak
için lütfedilmiştir. Bunlar birer üstünlük vesilesi
toplumun tamamı tarafından kabullenilmiş olsa
değil sadece sınavdır. Bir tek üstünlük vesilesi
bile ideolojiler çatışmaları yok etme imkânına
olan takvanın sosyal statü anlamında bir karşılığı
sahip değildir. Çünkü mücadele arenasında farklı
yoktur, bilgisi de Allah’a aittir.
unsurlar bir ideolojinin içinde sorun çıkarmadan durabilirken genel ve hâkim düşünce haline gelince üstü örtülmüş olan ayrışmalar yeni çatışma sebebi haline gelmektedir. Millet, mezhep, aile ve kişisel çıkarların tebarüz etmesi
12
Din
Dinin, toplumsal huzuru sağlamasına ilişkin şunu da ilave etmemiz gerekir: Din, kendisini en mükemmel dünya görüşü olarak tanımlar, kurtuluşun ancak kendisine tabi olmakla
gibi…
mümkün olacağını izah/iddia eder ama kendisini
İmparatorluklar, Amerika ve Rusya gibi çok
saymaz. O, iman edilmesi gereken bir kurtuluş
uluslu toplumlarda beşeri farklılıkların sorun
reçetesidir, iman ise zor ile değil, irade ile bir
çıkarmaması için insanlar bir ideoloji etrafında
arada olabilir. Din, kabullenilmeyi, büyüyüp
toplanmaya çalışmıştır. Rusya’daki başarısızlığın
güçlenmek için değil muhatabının kurtuluş ve
sebebi, ideolojinin niteliğinden aynı zamanda
faydası için ister. “Diğeri”ne her zaman adaletle
diktatörlük ve zulümden kaynaklanmaktadır.
hükmeder. Siyasi iktidarı kontrol ettiği durumda
Diğerlerindeki nispi başarının ortaya çıkardığı
bile diğerinin varlığını reddetmez. Davet eder
sonuç, ideoloji etrafında birleşmenin kan bağı
ama baskı ile ortadan kaldırmaya çalışmaz. Ona
ilişkilerinden daha gelişmiş bir ilişki biçimi
hayat hakkı tanır ki kıyaslanabilsin, kendi iddiası
olduğudur. Eğer milliyetçilik/kan bağına dayalı
anlaşılabilsin, imtihanın doğası gerçekleşsin.
yapılanma en ilkel insani ilişki biçimi ise ideoloji
Ancak engellenmeye rıza göstermez, zira dinin
bunun bir adım ilerlemiş hali sayılabilir. Kan
engellenmesi sadece dine değil insanlığın
bağına dayalı yapılanma neredeyse bütünüyle
hayrına karşı bir savaştır. Muhatabının kullandığı
çıkarcılık/dünyalıklar peşinde koşma üzerine
araç ve yöntemlere denk araçlar kullanır, bunu
kurulu iken, ideolojilerde değer ve inanç
yaparken kendi prensipleri ile de çelişmez.
gibi insana daha yakışır ve çıkarcılığı aşma
Tahrife uğramamış biçimleriyle bütün dinler bu
zorla kabul ettirecek hiçbir aracı meşru
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
noktalar üzerinde ittifak ederler; çünkü sonuçta
de onu kabullenmek kendisinin tutarsızlığını
hepsi aynı kaynaktan neşet etmektedir.
onaylamak olarak algılanabilir.
Görüldüğü gibi din, toplumu bütün kesimleriyle
Farklı dinlere mensup olmaktan doğan ihtilaf
ve adalet içinde bir arada tutabilecek en güçlü
ve çatışmalar aslında dinin nasıl kabul ediliyor
bağdır. Ama bunun için kabullenilip hayata
olduğundan bağımsız değildir. Zira dini anlama
aktarılması hem de bunun, dinin kendi aslına ve
biçimi, sadece diğer mezheple olan ilişkiyi değil
maksadına uygun bir şekilde yapılması gerekir.
diğer dinlerle olan ilişkiyi de belirlemektedir. Din
Bir arada yaşamaya etkisi bakımından bu iki
farkı da zaten bütünüyle yorumlamadan doğan
nokta önemlidir: Birincisi kabul edilmesi veya
bir farktır. Yoksa Allah’ın gönderdiği bir dinin
edilmemesi, ikincisi ise maksat ve ruhuna uygun
diğerinden çatışmaya neden olacak bir farkı
kabul/icra edilmesi…
yoktur. Mezhepleri arasında görülen çatışma
Din, çatışmaları yok etme potansiyeline sahiptir, ama kendisinin çatışma konusu ve nedeni haline gelmediği söylenemez. Tam aksine farkları ve ihtilafları örtme gücünün yüksek olması, daha derin ve keskin ayrılıkların müsebbibi haline getirilebilmesinin de nedenidir. Bu ihtilafın biçimi yukarıda bahsettiğimiz iki noktaya bağlı
ve kıyımlar nasıl yorumlanma biçiminden kaynaklanıyorsa, tarihin şahit olduğu en büyük savaş, yıkım ve katliamlara bir fail olarak katılması da Hıristiyanlığın yine yorum biçimine dayanmaktadır. Aforoz ve engizisyon gibi kilisenin, zamanında en önemli kurumları da doğrudan yorum ürünüdür.
olarak ortaya çıkar. Bu iki noktadan; kabul edilip
Özellikle Hıristiyanlıkta barizce görülen,
edilmemesi dinler arasında, kabul ediliş biçimi
farklı yorumlardan doğan mezhepleşme ve
ise dinler arası ilişkiyi de etkileyecek şekilde aynı
mezheplerin birbirine açıkça cephe alması
din mensupları arasında çatışma nedeni olabilir.
İslam için de söz konusu olmuştur. Aşırılığı
Birincisinin görece daha yıkıcı çatışmalara neden olduğu söylenebilir. Hıristiyan Roma’nın, bölgesini Hıristiyanlaştırırken giriştiği savaş ve katliamlar, Haçlı savaşları bu türden çatışma örnekleridir. Bugün Batı emperyalizminin Afrika’da ve Doğu’da işlediği cinayetlerdeki rahat davranışları dini farklılıktan da beslenmektedir. Bu bakımdan keskinliğinde bir zayıflama olsa da Batı’nın Haçlı ruhunu aşabildiği tam olarak söylenemez, belki nispi bir gelişmeden söz edilebilir.
ve art niyeti göz ardı edecek olursak, dinin beşeri bir yorumla hayata aktarılması gayet doğal bir durumdur. Zira insan eldeki doğru yorumlama verilerinin tamamını kullanarak ne anlayabiliyorsa onu yaşamak durumundadır. Yorumlama farklılığı mezhep ve cemaatlerin ortaya çıkışındaki temel sebeptir. Her yorum, böylece kendi ideolojisini kurar. Ancak bunların çatışan, bir arada yaşayamayan topluluklar haline gelmelerinin tek sebebi yorum farklılığı değildir. Kendisini ve diğerini dinin aslına nispeten nereye koyduğu ilişkiyi belirleyen temel
Hem dinler arası çatışmanın hem de mezhep çatışmalarının bilançosu birbiriyle yarışacak biçimde ağır olmakla beraber, bir toplumda farklı dinlerin bir arada yaşaması daha kolay gibi görünmektedir. İnsanlığın bu noktada belli bir mesafe katettiği söylenebilir. Bu türden gelişmeler, dinler arasındaki ilişkinin daha derin bir geçmişe sahip olması, farklı dini tamamen öteki olarak kabullenmiş olmak gibi sebeplere bağlanabilir. Oysa aynı dinin farklı yorumu öyle değildir. Farklı dinin söylediği berikinin
sebeptir. İslam’ın mezhep ve cemaat biçimindeki algılanışı, çoğunlukla diğerlerini batıl saymak biçiminde tezahür etmiştir. Öyle ki, İslam mezheplerinin her biri diğer dinlere hoşgörü ile yaklaşıp onların ibadethanelerini korurken başka mezhepleri en büyük düşman ilan etmiştir. Her fırka kendisini Fırka-i Naciye olarak görmekte, geriye kalanları ise batıl saymakla kalmayıp hakkın önündeki engel olarak görmektedir.
doğruluğu/yanlışlığı için bir anlam ifade etmez,
Mezheplerin/farklı görüşlerin birbirini dine
ama farklı mezhebin bir sözü/iddiası berikinin
nispeten nasıl tanımladıkları temel sebep gibi
doğruluğu hakkında da bir iddiadır. Bunun için
görünmekle beraber, siyaset ve siyasi iktidar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
13
bu ideolojiler arasındaki ilişkiyi, bu temel sebep de dâhil olmak üzere etkileyen en önemli katalizördür. Dinin yorumlarından birinin iktidar tarafından desteklenmesi veya göz yumulması diğerlerini de doğrudan etkilemektedir. Mezhep ve cemaatlerin sosyal bir ayraç haline gelmesinin en önemli sebeplerinde biri, bunlardan birinin resmi ideolojiye dönüşmesidir. Bir görüşün resmi ideoloji haline gelmesi ile beraber diğerlerinin yasa dışı ilan edildiğine dair pek çok örnek vardır. Böyle durumlarda, bir görüşün doğruluğuna kanaat getirmiş olmak bir sebep ise de çoğunlukla siyasi çıkarların baskın çıktığı söylenebilir. Zaten dinin ihtilaf konusu haline gelmesine neden olan önemli hususlardan biri din ile siyasetin ilişkilendirilme biçimidir. Mezhepler birbirlerini genellikle siyasi nedenlerden dolayı dışlarlar. Aralarında çıkan tartışma konularının ucu bir şekilde siyasete uzanır. İktidarı eleştiren bir mezhebin tutunma ihtimali son derece zayıftır. İktidarlar genellikle doğruluğundan dolayı değil kendisine yakınlığından dolayı bir mezhebi resmi ideoloji haline getirirler. Doğruluk üzerinden bir ilişki kurulmuş olsa bile bu kısa zamanda çıkar ilişkisine dönüşmekte siyasi davranış öne geçmektedir. Dini anlayışların iktidara farklı mesafelerde bulunuyor olması onların bir arada yaşamalarına da engel olan önemli bir husustur. Bu noktada şu tespit yapılabilir: Bir çeşit dini yorum, toplum geneline hâkim olduğunda çıkar ve doğal farklılıklara bağlı çatışmaları ortadan kaldırma konusunda pozitif bir etki göstermektedir. Ancak bu birleştirici özelliğinden dolayı dinin, iktidarlar tarafından sürekli suiistimal edildiği de görülmektedir. Bu suiistimal iki şekilde ortaya çıkar: Birincisi dinin birleştirici özelliğinden istifade etmeye çalışırken siyasi iktidarın, bunu işin ruhuna uygun yapmayı düşünmediğinden, insanları sorun çıkaran diğer farklılıklardan kurtarmak için bir dine veya
14
hizip çatışmalarıyla zayıflatır. Farklı dinler ve farklı mezhepler ise aynı ortamı paylaşmakta sorunlar yaşamaktadır. Bunun en önemli sebebi bir arada yaşamanın kurallarının hâkim ideoloji tarafından belirlenmesidir. Hâkim ideoloji diğerlerine ne kadar özgürlük tanınacağını belirlemektedir. Ancak hâkim ideolojinin belirlediği alan, diğerlerinin kendisi için hak ve sorumluluk olarak tasavvur ettiği hareket alanı/değerlerini realize etmeye yeter alan ile örtüşmemektedir. Kendisine belirlenmiş alanın dışına çıktığında hâkim olan veya olmayan diğerleri ile karşı karşıya gelmektedir. Bu da doğrudan doğruya fiili çatışmanın gerçekleşme biçimidir. İşte bu noktada ortaya çıkacak fiili durum ideolojilerin niteliği ile ilgilidir. Sabır, temekkün veya huruç bu niteliğe bağlı olarak ortaya çıkması muhtemel fiili durumlardır. Her şeye rağmen dinin toplumu bir arada tutmakta milliyet, çıkar ve ideolojik bağlardan daha güçlü olduğu görülmektedir. Osmanlıda dinin Ehl-i Sünnet yorumunun böyle bir etkisi olmuştur. Bugün Avrupa ülkelerinin bir arada durabilmesinde dini aidiyetleri önemli bir fonksiyon icra etmektedir. Bu, dinin temelde evrensel, bütün farklılıkları kuşatan değerlere sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Fakat şu noktayı atlamamak gerekir: Bir arada yaşayabilme son zamanlarda ve de özellikle Avrupa Birliği ülkelerinde dillendirilen bir yaklaşımdır. Avrupa kendisini bu konuda eleştirmektedir. Bu eleştirisi, doğal olarak bugüne kadar katettiği mesafenin geldiği nokta, aynı zamanda bu süreçte yaşadığı çatışma tecrübesinin bir ürünüdür. Bu gelişimi görmek gerekir ama nereden başladığı; ayrıca, Hıristiyan âleminin, kendi içinde yaşayan Müslüman nüfusa tahammülünün bu nüfusun sayısı ile ters orantılı olduğu da unutulmamalıdır.
dinin bir yorumuna zorlamasıdır. Bu zorlama
Yine de farklı dinlerin bir arada
istenen amacı çoğunlukla gerçekleştiremez,
yaşayabilmesinde insanoğlunun önemli
tam aksine daha derin ve yıkıcı çatışmalara
mesafeler katettiğini söylemek mümkündür.
zemin hazırlanmış olur. İşte bu noktada
Din adına işlenen onca cinayetten bu gelişmeyi
ikinci suiistimal biçimi ortaya çıkar, o da bu
sağlayacak dersler çıkarabilmesi, insandan
çatışmadan istifade etmektir. Çoğunlukla daha
beklenebilecek bir durumdur. Şüphesiz ki bu,
güçlü olanı destekleyen otorite hem haklılık
bugün din adına ya da din kullanılarak zulüm
iddiasına malzeme oluşturur hem de muhalifleri
irtikâp edilmediği anlamına gelmez. Hatta
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
***
tersinden bugün daha usta tekniklerle dinin kullanıldığı, dine dayalı muhalefeti zayıflatacak yöntemler keşfedildiği de iddia edilebilir. Ancak bu tür durumlarda dini duyguların, dünya hırsıyla nasıl bastırıldığını da tespit
İnsanları bir arada tutan, birisi çıkarlara, ikincisi ise değerlere dayalı olmak üzere iki tür bağ vardır. Aslında bunlar fiiliyatta birbirinden
etmek gerekir. İşin içine emperyalist hileler
tam olarak ayrılamazlar. Alış-veriş gibi geçici
karıştırılmadığında farklı dinlere mensup
durumlar hariç; çıkarlarını paylaşanlar bir
olanlar aynı ortamı eskisinden daha rahat
şekilde değerlerini de, değerlerini paylaşanlar
paylaşabilmektedirler. Mezhepler arasındaki
da aynı zamanda çıkarlarını da paylaşırlar. Ya da
yumuşama ve diğerini anlayarak bir ilişki kurma
değerlerin çıkarları kontrol etmesi gibi çıkarların
çabası da İslam camiasının gösterdiği önemli
da değerleri kontrol etmesi mümkündür. Sorun,
gelişmelerden sayılabilir. Asırların biriktirdiği
daha çok çıkarların mı yoksa değerlerin mi
engelleri bir anda aşmak tabii ki mümkün
öncelikli olduğu ile ilgilidir.
değildir. Ama anlamaya çalışmak bile ümit beslemeye değer bir gelişmedir. Demeye çalıştığımız, sapık ve aşırı olanlar da dâhil her türlü yorumu onaylamak veya yaşaması gerektiğini savunmak değildir. Tam aksine Müslümanların omuzlarına yüklenmiş olan, yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar mücadele etme prensibi, din adına üretilen yanlışlıkların ıslahını da içine alır. Ancak kabul etmek gerekir ki, bu tür yorumları ıslah etmenin yolu ona karşı uygulanacak şiddet ve yok sayma değildir. Tam aksine şiddet ve sindirme, galat yorumları yaşatan ve büyüten bir şeydir. Ayrıca düşünceye karşı şiddet ve sindirici güç kullanmak, bir bakıma bu yönden zayıflığın genel olarak da acziyetin bir ifadesidir. Oysa şiddete ve sindirmeye başvurmadan takip edilecek dengeli ve sabırlı bir ıslah etme mücadelesi olumlu sonuç almaya daha yakındır. Ayrıca hak din olan İslam’ın şiddet kullanmaya, ancak şiddete karşı olmak gibi özel durumlara ilişkin olarak cevaz verdiği de unutulmamalıdır.
Çıkar ortaklığı, tabiatı itibarıyla bir arada yaşamayı temin edemez. Çünkü paylaşma değil, bölünme esasına göre kurulur. Pastadan daha çok pay alabilmek için mümkün olduğunca az sayıdaki paylaşımcının bir araya gelmesidir. Toplumun tamamını ancak diğer bir topluma karşı bir araya getirir, ama toplumu da kendi içinde böler. Dolayısıyla toplumu tam olarak, ancak çatışmacıların tarif ettiği esaslara göre bir arada tutabilir. Çıkar etrafında oluşan topluluklar, durum değiştiğinde birlikteliklerini kolayca kaybedip birbirinin hasmı olabilirler. “Diğeri” sadece çıkar gereği bir “öneme” sahiptir. Çıkar temelindeki oluşumlar, çapı ne kadar geniş olursa olsun uyum değil çatışma üretir. Değerlere dayanan bağlar ise bir arada bulunmaya çıkardan/ihtiyaç karşılamadan öte bir anlam yüklerler. Hedef, değerlerin gerektirdiğini birlik içinde gerçekleştirmektir. Bu birliktelik maddi dünyadan bağımsız değildir.
Öyle görünüyor ki sadece doğal/demografik
Ama değerlerin realizasyonu öncelikli öneme
koşullar değil ıslah etme çabası da insani
sahiptir.
değerler açıkça ihlal edilmemek kaydıyla bir arada yaşamayı zorunlu kılmaktadır. Bir arada yaşayamayacak kadar tahammülsüz olmak diğerini tanıma ve anlama, daha da önemlisi ona katkıda bulunma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Oysa yanlışı düzeltmek/
Değerlere dayalı bağlar, bölünme ve çatışmayı değil bütünlük ve uyumu hedeflemekte olduğu halde buradan da çatışmalar doğduğunu gördük. Zira farklı değerlere bağlı olmak birbirini dışlayan gruplar oluşturmakta, dünya
dönüştürmek bir şekilde bir arada bulunmakla
görüşünden kaynaklanan bu farklılıklar kıyamete
mümkün olabilir. Doğruyu/yanlışı anlatmak,
kadar mukadder görünmekte, bu da farklı
söz kadar yakınlığa, örnekliğe de ihtiyaç duyan
ideolojilerin her bir toplumda karşı karşıya
bir iştir. Aynı ortamı paylaşmadan kimseyi
olacağı anlamına gelmektedir. Hak dinin gelmesi
dönüştürmek, eleştirmek veya faydalanmak
ve onun en doğru şekilde yorumlanmasıyla bile
mümkün görünmemektedir.
farklı tercihler ortadan kalkmış değildir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
15
Dünya görüşlerinin birbiriyle ilişkisi bağlamında
ortamının İslam’ın yaşanmasına, diktacı İslam
tarih boyunca çoğunlukla görülen, bir görüşünün
ülkelerinden daha çok imkân tanıdığı da ilave
hâkim ideoloji haline gelmesidir. Bu hâkimiyetin
edilmektedir.
tezahürü genellikle diğerlerini baskı altına almak, ona hayat hakkı tanımamak hatta kendisini ifade etmesine bile izin vermemek şeklindedir. Hâkim ideolojiden farklı ve ona zıt olanlar, çeşitli bedeller ödeyerek kendilerini ortaya koymuşsa da diğerine söz hakkının verildiği örnekler oldukça azdır. Bu durum otoritenin vatandaş/birey tanımından, aykırılık ve muhalefete yaklaşımından da bağımsız değildir. Bu tarihi süreç ve tecrübeden birtakım sonuçlar çıkarılarak gündeme getirilen bir söylem biçimi de bütün dünya görüşlerinin birbirine ve otoriteye eşit mesafede olmalarının daha sorunsuz bir toplumsal alan ortaya çıkaracağı yönündedir. Benzer uygulama örnekleri tarihte farklı yerlerde bulunabilir, ama bunun en sistematik biçimi Batı medeniyeti tarafından, aydınlanma sürecinin ardından gündeme getirilmiştir. Bunun basitçe ifade edilebilir biçimi, siyasette demokrasi, dünya görüşünde laiklik, farklı yaşam biçimlerine özgürlüktür. Bu düşüncenin, farklılıkların bir arada yaşaması bakımından anlamı; din ve ideolojiden bağımsız ve bunların hepsine eşit mesafede bir yönetim, her dünya görüşüne siyasi otoritenin çizdiği sınırlar içerisinde hayat hakkı, başkasına zarar vermediği sürece bütün yaşam biçimlerine özgürlük imkânıdır. Fikir ise sınırsız hürriyet hakkına sahiptir.
izahını bulan, hemen bütün dünyanın karşı karşıya kaldığı Batı kaynaklı bu öneri birçok bakımdan eleştirilebilir/eleştirilmektedir. Sayılabilecek her türlü gelişmeye rağmen istibdat, dünya hırsı ve fikri bağnazlığın daha sinsi yöntemlerle devam ettiğini söylemek de doğrudur. Bu öneri; söylenen, idealize edilen ile fiili durumun örtüşmemesi, demokrasi, laiklik, özgürlük gibi değer/kavramların, Batı’nın üretmeye çalıştığı dünya görüşünün taşıyıcısı olması gibi yönlerden haklı olarak kusurlu bulunmaktadır. Gelinen noktaya genel olarak değinmenin dışında biz ne bu konuya ne de demokrasi, laiklik, özgürlük kavramlarına dalmayacağız. Bu kavramlarla da ilintili olarak değerlendirilen fikir özgürlüğünü, milliyet, ideoloji ve din bağlarından sonra nasıl bir birlikte yaşam imkânı oluşturduğu açısından ele alacağız.
Fikir Özgürlüğü Fikir ya da düşünce özgürlüğü, kişinin bir dini/ ideolojiyi kabule veya redde zorlanamayacağı anlamına gelen din ve vicdan özgürlüğünden öte düşünceyi ifade etmekle ilgilidir. Toplumsal alanın paylaşımına nasıl etki edeceğine değinmeden önce, düşüncenin doğasına dair birkaç husus üzerinde durmakta fayda var.
İnsan hakları, uluslararası hukuk gibi kavram ve anlayışlar da bir arada yaşama konusunda insanoğlunun katettiği ızdırap dolu sürecin birer ürünü ve aynı zamanda geldiği noktanın (uygulanma biçimleriyle beraber) göstergesidir. Gelinen bu noktayı sözü geçen kavramlar bağlamında değerlendirmek mümkündür. Bir taraftan bakıldığında, özellikle hukuk ve insan hakları kavramlarıyla ilgili olarak en azından üzerine basılacak birer zemin olmalarını önemseyen değerlendirmeler yapılabilir, üzerlerine olumlu şeyler söylenebilir. Bunun dışında hayat görüşleri ve düşünceye açtığı özgürlük alanı sebebiyle doğrunun daha rahat gündeme getirilmesine imkân tanımış olması da olumlu yönü olarak görülmektedir. Bu özgürlük
16
Ancak diğer taraftan söz konusu kavramlarda
Birincisi: Eylem düşünce ile sıkı bir ilişkiye sahiptir. Düşüncede değişim/devrim olmadan fiili durumda değişim olmaz. Düşünce, eylemin tohumu gibidir. Nasıl bir niteliğe sahipse ona uygun eylemler üretir. Düşüncenin karşısına dikilen bütün engeller eylemle arasındaki bu ilişkiden kaynaklanmaktadır. Aykırı ve muhalif düşünce aynı zamanda bir tehlike potansiyelidir. Antik Yunan’ın filozofları, kilisenin bilimi reddedişi, doğrudan bir eylem planına sahip olmalarından değil eyleme kaynaklık edebilecek aykırılıklar taşımalarındandır. Düşüncenin değil eylemin mahkûm edilmesine doğru bir seyir söz konusu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ise de potansiyeli yok etmenin, bir güç haline
Üçüncü bir husus, düşüncenin ortaya çıkması,
gelmiş biçimine müdahale etmeye tercih edildiği
gelişip güçlenmesinde şiddet ve baskının temel
söylenebilir. Bu müdahalede araç çoğunlukla
belirleyici faktör olamamasıdır. Şiddetin buna
güç, yöntem ise şiddettir.
güç yetiremeyeceğini ifade ettik. Dolayısıyla
İkinci husus, düşüncenin güç ve şiddet ile mağlup edilemeyeceğidir. Düşünceyi dile getirenler, ona gönül verenler bu yöntemle sindirilebilir, yok edilebilir ama bu, düşüncenin mağlubiyeti anlamına gelmez. Bütün müntesipleri ortadan kaldırılmış olsa bile tıpkı toprağa ekilmiş tohum gibi düşünce yeniden filiz verebilir. Düşünceyi ortadan kaldırmak için
düşüncenin oluşmaması veya gelişmemesi ortam şartlarının kötülüğüne bağlanamaz. Düşünce varsa ortaya çıkar, bu engellenemez. Düşüncenin doğmasında da gelişip güçlenmesinde de ortamın vahametinin aynı zamanda engellenmenin pozitif, rehavetinin/ serbestliğin ise negatif bir etki yaptığı bile söylenebilir.
uygulanan şiddet ve baskı onu savunanları
Serbestlik düşüncenin ifadesini kolaylaştırır,
zor durumlarda bırakır, ama aynı zamanda
ama mesajının anlaşılmasını garanti etmez,
düşünceyi besler ve büyütür. Takipçilerinin,
hatta zorlaştırabilir. Diğerinin, özellikle de
hayalleri ve hedefleri kadar uğradıkları sıkıntı
hâkim ideolojinin yanlışlığı ve haksızlığı, başka
ve haksızlıklar da inançlarına bağlılıklarını
bir alternatifin en büyük varoluş sebebidir.
artırır. Bu, düşünceye baskı uygulayanın kendi
Alternatife tanınan serbestlik ve rahatlık hâkim
aleyhine çalışması, yok etmeye çalıştığı görüşün
olan hakkındaki haksızlık iddialarını zayıflatır,
keskinleşmesine, güçlenmesine vesile olması
söyleminin gücünü ciddi oranda yitirmesine
demektir.
neden olabilir. Onun için serbest bırakmak ama
Şiddet ile yok edilemeyeceği kuralından dolayı düşünceye serbestlik tanınması, gelişip
aynı zamanda maniple etmek, hâkim ideoloji lehine daha kolay sonuç veren bir yöntemdir.
güçlenemeyeceği anlamına gelmez. Tam aksine
Bu öncüllerden yola çıkarak düşüncenin
çok daha hızlı yayılıp tutunabilir. Hâkim ideoloji,
doğmasının da kendisini ifade etmesinin de
hangisini tercih etse bir risk ile karşı karşıyadır.
önüne geçilemeyeceğini söyleyebiliriz. Her
Düşünce ancak tam bir mağlubiyete uğratılabildiğinde yok edilebilir. Düşünceyi mağlubiyete uğratabilecek tek şey yine bir düşüncedir. Düşünceye karşı düşünce ile mücadele edilebilir. Bunun anlamı demagoji değildir. Düşüncenin mağlubiyeti yanlışlığının, tutarsızlığının ispatı ile mümkündür. Bunu başarabilecek şey tutarlı başka bir düşüncedir.
düşünce sahip olduğu niteliğe bağlı olarak, bedelini ödemek suretiyle var olmanın mücadelesini verir. Dolayısıyla özgürlük tanınmaması sadece düşünce için değil diğerleri için de problemli durumların yaratılması demektir. En azından farklı ve aykırı söylemlerin tanınma imkânı tamamen yok olmasa bile ciddi oranda kayba uğrar.
Ancak burada çatışan iki görüşten birinin
Düşünce alanındaki mücadelenin fiili alandaki
insanlarca takdiri önemli bir noktadır. Düşünce
mücadeleden bazı farkları vardır. Galibiyet,
için mağlubiyet, nihai olarak yanlışlığının ve
doğru, tutarlı, şümullü ve derinlikli olmaktır.
tutarsızlığının ispatı ise de bunu takdir edecek
Nihayetinde aldatıcı değil kurtarıcı olabilmek,
olanlar, duruma şahit olan insanlardır. Demagoji
geçici ilgilere değil teveccühe mazhar olmak
veya hevaya uygun önerilerle taraftar toplayıp
buna bağlıdır. Bunun için söylemin hedefini
ilgi odağı olmak, o düşüncenin sağlam temellere
bulması gerekir. Hedefe isabet kaydedebilmek,
dayanıyor olduğu anlamına gelmez.
öncelikle doğru görüş gerektirir. Vakıanın ve bu
Düşünceye karşı şiddet ile mukabele edilmesi ona denk bir düşünce üretememenin bir ürünü olarak da görülebilir. Bu nedenle düşünceye fikir ile değil güç ile karşı durmak çaresizliğin, acziyetin ve de yenilginin en önemli emaresidir.
vakıanın bir parçası olan alternatif düşüncelerin iyi tahlil edilebilmesi doğru görüş için önemli bir gerekliliktir. Diğerlerini doğru bir şekilde anlamadan ortaya atılacak her söz, vakıadan bağımsız bir iddia olma riski altındadır. Anlamak için dinlemek, dinlemek için de sabır ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
17
tahammül gerekir. Gerisi ise kabiliyete kalmış
sapkınlığın yayılmasına zemin hazırlamak
bir şeydir.
olarak görülmektedir. Kimsenin bilmediği
Bunlar fikir özgürlüğünün gerekliliğini ve faydasını ortaya koyan deliller. İlave edilebilecek başka delil ve gereklilikler de sayılabilir: Bir görüşü, dolaylı ve şüpheli verilerle değil kendisinden/asıl kaynağından, en doğru biçimde tanıma fırsatının oluşması bu faydalardan biridir: Onu kabul ettiğimizde neyle karşılaşacağımızı, bize ne gibi faydaları olacağını, neye mal olacağını, bize ne gibi bedeller ödeteceğini onu tanıyarak anlayıp öğrenebiliriz. Bizim hakkımızdaki eleştirisi nedir? Bizde hangi eksiği ve kusuru buluyor da farklı bir düşünce geliştiriyor? Bütün bunlara diğerine söz hakkı vermeden ulaşamayız. Bunları bilmeden de onunla sağlıklı bir iletişim gerçekleştirmiş olmayız; ona sağladığımızı sandığımız faydanın aslında onun derdine deva olmadığını bile idrak edemeyiz; yaptığımız hamlelerin boşa gitmekte olduğunun farkına varamayız. Bir başka fayda da düşüncelerin birbirinden istifade etmesidir. İdeolojiler genelde eksiksiz ve kusursuz oldukları inancına sahiptir. Bu saikle hareket ettiklerinde kendilerinin ne kadar tutarlı ve şümullü olduklarını sorgulamazlar. Dünyayı algılayışları kendi kurgularının çapı kadardır. Ne kadar görüyor/idrak edebiliyorsa dünyanın o kadar olduğunu tahayyül etme eğilimine sahip olmak insan için yadırganmaması gereken bir durumdur. Ama aslında dünya herkesin gördüğünden daha geniştir ve bu konuda başkalarından istifade edilebilir. Bu noktada takipçileri tarafından en çok yanlış algılananlar dini inançlardır. Din genelde bilimsel konuları bile aydınlatan ayrıntılı ve şümullü kurallar dizgesi olarak algılanmaktadır. Oysa sosyal konulardan eğitime kadar pek çok konuda dini esasların beşer tecrübe ve görüşüyle izahı gerekir ve bu tecrübe sadece o dinin müntesiplerinin tecrübesi değildir. Başka ideoloji, görüş ve inançları dinlemek, anlamak kendi eksiklerini gidermek için bir yoldur. Bir
kapılma ihtimali yoktur. Dillendirilmesine olanak tanınırsa insanların zihinlerini bulandırma imkânına sahip olur. Bu yaklaşım genel olarak doğrudur. İnsanın haberdar olmadığı bir yanlışa kapılması mümkün değildir. Ama engellemek/ illegal saymak bir düşüncenin bilinme ihtimalini ortadan kaldırmaz. Daha da önemlisi yeni veya farklı olduğu için bir düşüncenin kabul edilmesi onun sürekli yükseleceği anlamına gelmez. Daha genel bir kural olarak, engellenmeden doğan karanlık ortamlar doğru düşünceden çok, yanlış görüşlerin işine yarar. Bilinmezlik, düşüncenin ne kadar derin/sığ ya da güçlü/zayıf olduğunu da örten bir perdedir. Gizliliğin sağladığı cazibeye, engellenmek de eklenince bu doğrudan ve kolayca haklılığa yorulabilir. Oysa hak, her şeyin açık ve net olmasını ister. Kim hangi konuda ne düşünüyorsa bu ortaya serildiğinde hak ve batılın kıyaslanması mümkün olur. Hak, ne diğerleri ile karşı karşıya gelmekten ne de batılın dillendirilmesinden zarar görür. O zaten her ikisinin de apaçık olmasını ister ki, tercih edecekler neyi tercih ettiklerinin bilincinde olsunlar. Bunun için batılın kendisini ifade etmesine fırsat verir. Fikir özgürlüğünün buradaki fonksiyonları yerine getirebilmesi için bir olgunluk seviyesinin gerekli olduğu da atlanmaması gereken bir noktadır. Bu olgunluk iki yönlüdür. Birincisi düşünceyi dile getireni ikincisi ise bu iddia ile muhatap olanı ilgilendirir. Seviyesiz hiçbir diyalog burada beklenen sonuçları veremez. Sadece zihinlerde yaşayan karşıtlığı körükler ve çatışmanın dozajını artırıp derinleşmesini sağlar. Olgunluk ve seviyeden kasıt genel insani değerleri ihlal etmeden söylemek ve dinlemek/ tepki göstermektir; ahlaki ölçülere riayet etmeyi, tahkir ve tahrik edici davranmamayı gerektirir. Yoksa rahatsız etmemek için değerleri yumuşatmak anlamına gelmez.
yanlışı görmek bile o konuda doğrunun/isabetli
Bu noktada aslında hakkın dile getirilmesinin
görüşün ne olduğunu anlamaya yardımcı olabilir.
bizatihi “rahatsız” edici olduğu belirtilmelidir.
Değişik düşüncelerin kendisini alenen ifade etmesine imkân tanımak, yanlışlığın hatta
18
bir görüşün kabul görme ve insanların ona
Çıkar gruplarını dağıtır, batılın ipliğini pazara çıkarır, insanların rahatını bozar, emek ve fedakârlık ister, haksızlığa tahammül etmez.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Fakat bütün bunları bir üslup, yöntem ve
engellemeye değil toplumun eğitilebilmesine,
tedricilik içinde tahkir ve tahrik etmeme
topluma hakkın layıkıyla anlatılmasına,
ilkelerine uygun bir şekilde “yapar”. Kabul
toplumun da hakka teveccüh göstermesine
etme olgunluğunu talep etme hakkı, doğru
bağlıdır. “Sakıncalar”, yok sayıldığında veya
sözün doğru bir üslupla dile getirilmesine bina
bastırıldığında ıslah edilmesinin de önü
edilebilir.
kapanmış, halının altına süpürülmüş demektir.
Fikir özgürlüğü olmalı derken şu tür fikirler özgür olabilir ama şunlar olamaz deme imkânı yoktur. Sınırlar koymaya kalkıldığında hem yapılan iş fikir özgürlüğü olmaktan çıkar hem de sınırın nereden itibaren kim tarafından, hangi ideolojiye göre konacağı başka bir sorun haline gelir. Dolayısıyla fikir özgürlüğü, yeterince ve çoğu kişi tarafından bilinmeyen, örneğin Aleviliğin kendi ağzı ile ayrıntı ve iddialarını
Aldanacakları, yoldan çıkacakları, kötülükten habersiz tutmakla sağlanacak faydalar kalıcı değildir. Getireceği sakıncalardan dolayı düşüncenin kısıtlanması, doğrunun önünün de kapatılması demektir. Zira sakınca gerekçesiyle düşünceye sınırlamalar getirildiğinde, bir mezhebin/cemaatin görüşlerine uymadığı için bir başka anlayışın görüşleri de ciddi sansüre maruz kalabilir.
içerecek şekilde ifade edilmesine/tanınmasına
Ayrıca fikrin özgür olmasından herkesten çok
imkân tanırken, eşcinselliğin de kendisini
Müslümanların fayda göreceği unutulmamalıdır.
savunması/hak iddia etmesi anlamına gelir.
60’lı yıllardan buyana İslami hareketin gösterdiği
Fikir özgür olmalı dedikten sonra fikir bazında, “belirlenmiş” bir takım haklar ihlal edilmediği sürece hiçbir düşüncenin beyan edilmesinin önüne geçilemez. Buradan Müslümanları, Hıristiyanları, başka din mensuplarını rahatsız eden şeyler doğal olarak çıkar. Bu durumda fiziksel çatışmadan uzak durulabildiğini varsaysak bile beklenen olgunluk seviyesi, düşünsel boyutta bir mücadele ortamı oluşacağından, düşünsel bir derinlik sağlanacağı veya hoşgörü ortamı değildir. Beklenmesi
gelişimin özünde düşünsel derinliğinin artması yatmaktadır. Düşünsel olarak derinleştikçe olgunlaşmakta ve daha rafine hale gelmektedir. Bu gelişim, hareketlerin eylem kabiliyetinin artmasından değil düşünce boyutunda kendisini geliştirmesinden elde edilmektedir. Düşüncede derinleşmek için önüne engeller konmamış, şiddet eylemleriyle oyalatılmış olmasaydı bugün daha farklı noktalarda olabilirdi. Aksine düşünce daha çok sınırlanmış, baskı altına alınmış olsaydı bugün geldiği aşamaya da ulaşamayabilirdi.
gereken olgunluk seviyesi toplumun geneliyle
Tahammül edememekten, diğerini kendisi
ilgilidir. O da dini ve insani değerlerin rencide
için tehlike olarak algılamaktan dolayı İslami
edilmesine prim verilmemesidir. Bu durum
çevreler uzunca bir süre birbirlerini bile
aslında toplumun niteliğini de ortaya serecek bir
dinlemeyip aralarına mesafeler koydular. Alanları
sınavdır. Seviyesiz, gayri ahlaki ve gayri insani
içinde dile getirilecek farklı herhangi bir görüş,
davranış ya da beyanların alıcı/ilgi bulması
yapıyı dağıtma potansiyeline sahip bir fitne
toplumun genel durumunu sergilemesi açısından
olarak algılandı. Bugün ise birçok çevre dışarıya
önemlidir.
açılmanın geç kalınmışlığını yaşamaktadır.
Dolayısıyla fikir özgürlüğüne karşı konacak tavır ve getirilebilecek sınırlamalar, tarafların durumuyla birlikte toplumun durumunu da ilgilendirmektedir.
Yalıtılmış ortamlarda geliştirilen düşünceler başkasının karşısında ve gerçek hayatta test edilmemiş olduğu gibi etki edebildiği alandaki aykırı/farklı düşüncelerle nasıl baş edeceğini de bilemez. Sorumlu olmadıkları coğrafyada
Fikir özgürlüğünün bir arada yaşamaya sağlayacağı pek çok faydadan söz edilebildiği gibi sakıncalar taşıdığı da görülmektedir. Fakat düşüncenin ifade edilmesine imkân tanınmasının doğuracağı sakıncaları süreç içinde ortadan kaldırmak mümkündür. Bunu yapabilmek ifadeyi
başkalarıyla bir arada yaşamakta/iletişim kurmakta ciddi sorunlar yaşayanlar, coğrafyanın sorumlusu olduklarında mutlaka daha büyük sorunlarla karşılaşacaklardır. Oysa sağlam bir dünya görüşü, karşısına çıkacak hiçbir görüşten zarar görmez.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
19
Sonuç
edilen bir arada yaşama formülü, hem toplumsal
Farklı meslekler bir bütünün birbirini
ideolojilerin toplumsal alanı algılayış biçimleri ile
tamamlayan parçaları gibi ihtiyaçlarını birbirinden karşılayarak toplumsal alanda var
alanın hem dünya görüşlerinin doğası hem de ilgili bir sorundur.
olmaya devam edebilirler. Ama toplumların
Biz bu yazıda bu soruna ilişkin insanoğlunun
bir arada durabilmeleri mekanik işbirlikleriyle
bulduğu çözümlere ve bunların çıkmazlarına
değil değerlerle mümkün olabilmektedir. Çünkü
işaret etmeye çalıştık. Toplumların mozaiğinin
mekanik bağlar çok kolay çözülebilir.
gittikçe arttığı ve ülke sınırlarının kalkarak
Toplumsal alanın huzurlu ve verimli olması için insanların aynı değerler etrafında birleşmesinin en iyi çözüm olduğu, çok eskilerden beri kabul gören bir fikirdir. Ancak değerler alanı çok
sınırları aşan ilişkilerin yaşandığı dünyada bulunabilecek her türlü çözümün hem artıları hem de eksileri bulunmaktadır. En iyi çözüm bile kötü niyetlerin suiistimaline açıktır.
geniş bir yelpazeye sahiptir ve toplum, sayısı
Her şeye rağmen şunun kabul edilmesi gerekir:
az veya çok farklı eğilimlere sahip olanlardan
Müslümanların, hayra ve iyiliğe doğru bir
oluşmaktadır. Ayrıca daha güçlü bağ, daha güçlü
dönüşüme önayak olması, gayri insani/gayri
ayrılık ve çatışma sebebi demektir.
İslami her duruma direnç göstermesi gerektiği
Her bir düşünceye göre, bir arada yaşamanın yolu, “doğru”nun genel egemenliğini kabul ederek onun verdiği özerklik çerçevesinde aynı mekânı paylaşmaktır. Bu egemenlik anlayışı, bir düşüncenin mutlak hâkimiyetinden/topluma zorla kabul ettirilmesinden, her düşüncenin kendisini ifade etmesine doğru bir seyir takip etmiştir.
kadar bir arada yaşamanın üstesinden de gelmesi gerekiyor. Sıkı yapılanma dönemlerinde Müslümanlar, nasıl kendilerini tecrit ederek toplumdan olduğu kadar hedeflerinden de uzaklaşmışsa, yalıtılmış yaşam biçimi anlayışıyla da farklı bir sonuca ulaşamayacaklardır. Zira İslami dünya görüşü için toplumsal alan sadece hareket mekânı/hâkimiyet alanı değil dönüşüm fırsatlarının oluşturulduğu imkânlar
Dünya görüşlerinin insanları kendi görüşleri
manzumesidir.
doğrultusunda değiştirmek için çaba sarf etmeleri gayet olağan bir durumdur. Hak da kendisini ifade etmek suretiyle insanların doğruyu kabul edip dönüşmelerini talep eder. Ama bu tür çabalar ne kadar çok olursa olsun toplumun tamamının dönüşeceği anlamına gelmez. Hem zıtlık derecesinde farklılıklar hem de öyle veya böyle bu farklılıkların aynı toplumda bir araya gelmesi, kıyamete kadar mukadder görünmektedir. Bu durum, farklı hayat görüşlerinin ister hâkim olsunlar isterse egemenlik altında bulunsunlar diğerleriyle aynı ortamı paylaşacakları anlamına gelmektedir. Bugün gelinen noktada dünya görüşlerinin, toplumsal alanı birbirilerine denk pozisyonda paylaşmaları konuşulmaktadır. Her görüşün, ilkelerinden taviz vermeden, diğerleriyle denk pozisyonda toplumsal alanda kendisini gerçekleştirmesi mümkün olsaydı toplumsal alan çatışma arenası olmazdı. Dolayısıyla sözü
20
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: Çok Kültürlülük ve Birlikte Yaşamak
Makale 2
“Çok Kültürlülük” Tezleri
Nuri Yılmaz
Bağımsız ve farklı kültür havzalarının bulunduğu,
(tahammülü olmayan) inançlar haline gelmiştir.
herhangi bir kültür havzasında yaşayabilmek için
Hepsinin kendisini “doğru/Hakk” olarak gördüğü
oradakilere benzemeyi zorunlu kılan dönemler
bir ortam, sadece çatışmayı beslemekte ve
geride kaldı. Gelişen iletişim ve ulaşım imkanları
insanların mutsuzluğunu, huzursuzluğunu
dünyayı neredeyse küçük bir şehre çevirdi. Çok
artırmaktadır. İddianın “gerçek” olup olmaması
kısa sürelerde dünyanın bir ucundan öteki ucuna
başka bir meseledir. Biz bu makalede, “doğru/
ulaşılabiliyor. Cereyan eden bir olay anında
Hakk” bile olsa bir inancın insanlığa karşı
dünyanın her tarafına yayılabiliyor. Bu şartlarda
takınacağı tutum ile ilgilenmekteyiz. Temel
kapalı bağımsız kültür havzaları oluşturmak
sorumuz şudur:
neredeyse imkansız. İki vakıa ile karşı karşıyayız: 1. Her inancın kendi içerisinde birçok farklı
- Farklı inançların veya aynı inanç içerisinde yer alan farklı yorumların bir arada yaşaması nasıl mümkün olacak?
yorumu oluşmuştur (ki yeni bir durum
“Benim inancım doğruysa, insanlığın selameti
değildir. Eskiden de böyleydi).
için herkesi ona uymaya zorlarım” şeklindeki bir
2. Farklı inançlar/dinler artık ortak havzaları paylaşmaktadırlar. Günümüzde artık toplumlar iç içe geçmiş vaziyetteler. Bir bina ölçeğinde bile birbirinden farklı kültürler bir arada yaşıyorlar. “Tek tipleştirme”, “zorlama” ve “kendine benzetme” gibi çabalar artık meşru olmaktan çıktı. İnsanlığın vicdanında mahkum ediliyor ve hoş karşılanmıyor. Haddizatında artık teknik olarak da mümkün değil. Çünkü mesele artık sadece farklı dinlerin birlikte yaşaması veya yaşayamaması olmaktan çıkmıştır. Aynı inancın farklı yorumları bile artık birbirine yabancı
bakış açısı, kimi Müslümanların dillendirdikleri bir tercih olarak karşımıza çıkıyor. Fakat “zorlamayı” meşru görmeyen bir dinin bağlıları bunu hangi meşru gerekçeyle yapacaklar? Ve yarın yönetim gücü kendilerini meşru görmeyen başka bir yorumun eline geçip, onlar da kendi düşüncelerini dayattıklarında bunu nasıl karşılayacaklar? Zorlama ve dayatma, zaten son iki yüzyıla kadar insanlığın bir vakıası idi. İslam tarihinde farklı kültürlerin bir arada yaşaması açısından farklı tecrübelere rastlansa da, zihniyet olarak kimse dayatmayı ve tek tipleştirmeyi gayri meşru görmüyordu. Oysa bugün değişen şartlar,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
21
insanları farklı biçimde düşünmeye itiyor. Farklı
Among the World Religion” isimli makalesinde,
kültürlerin bir arada yaşaması için imkanlar
çoğulcu paradigmayı ifade etmeye çalışmıştır.
araştırılıyor ve tezler geliştiriliyor.
Çağdaşı sayılan Amerikalı filozof William
Bu tezler, tarihin derinliklerinde gizli “birlikte yaşam” örneklerini görmeyip, dayatmacı mantığı sürdürmekte olan İslam dünyasını da etkilemektedir. İslam’ın kendi içerisindeki imkanlar ortaya çıkarılamayınca, toplumlar dışarıda üretilen tezlere meyletmekte ve çözümü orada aramaktadırlar. Bu makale, (İslam dünyasında da karşılık bulan) çok kültürlülük tezlerini İslami bir bakış açısıyla tahlil etmek maksadıyla kaleme alınmıştır. Bu çerçevede:
Ernest Hocking de, 1932 yılında yayımladığı, “Re-thinking Missions” isimli eserinde çoğulcu paradigmayı benimsediğini ifade etmiştir. Bu iki düşünür dinlerin tarihselliğine ve sundukları bilginin göreceliliğine inanmışlardır. Bu sebepten de Hristiyanlığın, diğer dinlere oranla hiçbir zaman özel bir statü iddia edemeyeceğini ifade etmişlerdir. Dinsel çoğulculuk yaklaşımı İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee tarafından da dile getirilmiştir. Sonraları, bu anlayışı sürdüren ve hatta geliştiren iki önemli düşünür Wilfred Cantwell
- Çok kültürlülük ve birlikte yaşam üzerine geliştirilen görüşler ele alınacak ve değerlendirilecektir.
Smith ve John Hick olmuştur.1 Ancak, dini çoğulculuğun, esas itibariyle John Hick tarafından bir kuram ve akım olarak geliştirilmeye çalışıldığı söylenebilir. Hick’in
Çok Kültürlülük Üzerine Genel Mülahazalar Bütün din ve felsefeler “hakikat” arayışının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Doğal olarak hepsi de “nihai hakikati” açıkladığına inanırlar. Oysa hepsinin birden, nihai hakikat olmasına imkan yoktur. Fakat hiçbirisi iddiasından geri durmaz. Bu durumda çok kültürlülük veya farklı kültürlerin birlikte yaşamasının imkanı nasıl oluşacaktır?
geliştirdiği bu kuram, onun genel din felsefesinin bir parçasıdır. John Hick’e göre bütün dinler; bir olan nihai ve
ilahi hakikatin çeşitli şekillerde tasavvur edilip farklı kavramlarla dile getirilmesinden ibarettir. İlahi hakikat karşısında neler yapılabileceğini ifade eder ve gösterir.2 Buna göre dinlerin temel amacı, taraftarlarının egolarını yok etmek, onları Mutlak Varlık (Tanrı) hakkında bilinç sahibi kılmak ve kendilerini O’nun huzurunda hissetmelerini sağlamaktır. Yahudilik,
Filozoflar bu sorunun cevabını dinsel çoğulculuk modeli ile vermeye çalışmışlardır. Bu modelin
çıkış noktası, her bir dinin veya felsefenin, diğerlerinden bağımsız olarak taraftarlarını kurtuluşa götürebileceği varsayımıdır. Onlara göre; mutlak doğru tek bir din/felsefe anlayışı ve bu dini/felsefeyi yaygınlaştırmak için mücadele verme fikri, doğal olarak ayrımcılığı ortaya çıkarmakta ve düşmanlığı yaygınlaştırmaktadır. Bu anlayışlar devam ettiği müddetçe, birlikte yaşamanın imkanları asla
Hıristiyanlık, İslam, Hinduizm ve Budizm gibi dünya dinleri, Mutlak Varlığa ulaşmanın farklı yollarını temsil ederler. Her biri İlahi Hakikat hakkında “doğru” bilgi ihtiva etmekle birlikte, hiçbiri O’nunla ilgili “tüm” bilgiyi ihtiva etmez. Çünkü Tanrı mutlaktır, ancak bu Mutlak Hakikati kavramak için yapılan hiçbir tanımlama veya niteleme mutlak değildir. Hick, tezini ortaya koyarken Kant’ın numen Adnan Aslan, “Batı Perspektifinde Dini Çoğulculuk
1
Meselesi”, İslam Araştırmaları Dergisi, ll, 1998, s. 154.
oluşmayacaktır.
John Hick, “Religious Pluralism”, The Encyclopedia of
2
Dinsel çoğulculuk fikri, yirminci yüzyılın sonlarından itibaren dünya gündemine ağırlıklı olarak girmiştir. İlk önemli temsilcisi Alman teolog ve fikir adamı Ernst Troeltsch’dir. 1923 yılında yayımladığı, “The Place of Christianity
Religion (ed. Mircea Eliade), New York, 1987, XII, 331; Hanifi Özcan, Maturidi’de Dini Çoğulculuk, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1995, s. 11 (Bu kaynağa, “Milel ve Nihal dergisi, Cilt 6, sayı 2, Mayıs-ağustos 2009. Mahmut AYDIN, Dinsel Çoğulculuğun Öteki ile Birlikte Yaşamaya Katkısı Üzerine Bazı Mülahazalar” aracılığıyla ulaşılmıştır.)
22
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
fenomen ayrımından yararlanmaktadır. Kant
Muhammed’deki Allah, Buda’da Nirvana, Hindu
felsefesine göre beşer olarak bildiğimiz şey
avatarlarda ise Şiva ve Vişnu’dur. Bu “ilahi
(eşyanın fenomeni, yani) eşyanın zihnimizdeki
realite”yi kendi kültürlerindeki kavramlarla
imajıdır. Eşyanın (numenini, yani) kendisini
isimlendirmişlerdir.
olduğu gibi asla bilemeyiz. Hick bunu kendi kuramına şöyle adapte eder:
Bu kuramın İslam coğrafyasındaki öncülerinden
Dindarlar Tanrı’yı (Mutlak Gerçekliği) tecrübe
kurgular olması meselesine farklı bir yorum
etmelerine rağmen, onu ancak kendi tarihsel,
getirir. Ona göre dinler, Tanrı ile insan
sosyal ve psikolojik şartları içinde tanıyıp
ilişkisinin doğal bir sonucudur. Tanrı; kainat,
bilebilirler. Doğrudan ve vasıtasız olarak
insan ve kendisi hakkındaki hakikatleri dinler
gerçekliğe sahip olamazlar. Çünkü Tanrı
aracılığıyla bildirir. Dolayısıyla din, mutlak
numenal olarak değil, fenomenal olarak
hakikatin dünyadaki ifadesidir. Mutlak hakikat
bilinebilir. Buna göre Mutlak Gerçeklik hakkında
değişemediği için, onun ifadesi olan hakikat de
dinlerin tebliğ ettiği şey doğrudur. Ancak hakikat
özde değişemez.
bilinenden daha fazla bir şey olduğundan, insanlığın sahip olduğu büyük dünya dinleri, Tanrıyı idrak etmenin ve onunla iletişim içinde
olan Seyyid Hüseyin Nasr ise dinlerin insani
Görüldüğü gibi Nasr, Hick’den farklı olarak dini Tanrı ile irtibatlı bir olgu olarak değerlendirir.
yaşamanın farklı yollarını temsil ederler.”3
Tabii burada bir soru ortaya çıkmaktadır: Mutlak
Kısacası Hick (ve diğer çoğulcular) şöyle
Tanrı” ile irtibatlı birer olgu olduğuna göre, farklı
demektedir:
dinler aynı mutlak hakikati ifade ettiklerini nasıl
1. Mutlak Gerçeklik/Hakikat hiçbir dinsel gelenek tarafından tam olarak bilinemez. 2. Bütün dinler ortaya çıktıkları tarihsel, sosyal ve psikolojik şartlarla sınırlı olarak Mutlak Hakikati tanımlarlar. 3. Bu durumda hiçbiri, ortaya koyduğu iddiaları ve sunduğu inançları mutlak olarak görmemelidir. 4. Her biri doğruları ihtiva eder ama hiçbiri hakikatin tümünü ihtiva edemez. John Hick, Mutlak Hakikatin (Tanrı’nın) tesiri olsa da, nihai planda dinleri insani kurgular olarak kabul etmektedir. Musa, İsa, Muhammed ve Buda gibi hassas ruhlu yüce şahsiyetlerin “mutlak”ın tesir alanında gerçekleşen yoğun bir “dinî tecrübe” anında hissettikleri manevî etkiyi, kendi toplumlarındaki kavramlarla ifade ettiklerini söyler. Mesela aşkın varlığın Musa’daki ifade biçimi Adonay, İsa’daki Semavî Baba,
hakikat değişemeyeceğine ve dinler de “mutlak/
iddia edebiliyorlar? Bu soruya şöyle cevap verir: “Mutlak hakikat değişmez ve fakat o kendini farklı zaman ve kültürel havzalarda farklı şekilde ifade eder. Dolayısıyla farklılık zorunluluktur. Zira mutlak, insanlara ulaşabilmek için söze, kelimelerle ifadeye, dolayısıyla da forma girmek zorundadır. Formda asıl olan birlik değil, çokluktur. Dinler zahiri boyutlarında, yani doktrin, kutsal kanun ve ibadet şekillerinde farklı olsalar da, batınî boyutlarında, yani özde aynıdırlar. Fakat bu birliği sadece mânevî bakımdan yetkin olanlar fark edebilir.” 4 Nasr, Hz. İsa ile ilgili hem Hıristiyanlığın hem de İslâmiyet’in önerdiği doktrinlerin ikisini de doğru kabul eder. Bu fikrini bir örnekle şöyle açıklar: Dünya dönmekte midir, yoksa durağan mıdır? Dünya, hayatını onun üstünde devam ettiren ve onu her an tecrübe eden milyarlarca kişi için gerçekten dönmemektedir. Fakat aynı zamanda, yerküre hakkında sıradan insanların bilgisinin ötesinde bilgi edinen gerçek uzmanlar için dünya dönmektedir. Bu iki durumun ikisi aynı anda doğrudur. Buradan hareketle Nasr hem
Hick, An Interpretation of Religion: Human Response
3
to the Transcendent, London: Macmillan, 1989, ss.
Hıristiyanlık ve İslâm açısından İsa’nın konumu
4
14, 235-236 (Bu kaynağa, “Milel ve Nihal dergisi, Cilt
hakkında daha geniş tartışmalar için bkz. Adnan Aslan,
6, sayı 2, Mayıs-ağustos 2009. Mahmut AYDIN, Dinsel
“Dinler ve Mutlak Hakikat Kavramı: John Hick ve Seyyid
Çoğulculuğun Öteki ile Birlikte Yaşamaya Katkısı Üzerine
Hüseyin Nasr’la bir Mülâkat”, İslâm Araştırmaları
Bazı Mülahazalar” aracılığıyla ulaşılmıştır.)
Dergisi, sy. 1 (1997), s. 175-188.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
23
Hıristiyanlığın hem de İslam’ın doktrinlerinin
bir ideoloji değil, Tanrı ile insan arasında
birbirleriyle çelişseler dahi aynı anda doğru
yaşanan özel bir ilişki, bir tecrübedir.
olduklarını söylemek istemektedir.
Dindarlık da bu dini tecrübenin adıdır.
Kısacası Nasr şöyle demektedir: 1. Dinler, Mutlak (Tanrı) ile insanın irtibatının bir sonucudur.
3. Dini tecrübe, herkesin kendi insani sınırları (tarihsel, sosyal ve psikolojik sınırlar) içinde belirir. Dolayısıyla farklılıklar “mutlak”tan değil, insanın kendi
2. Dolayısıyla her biri Mutlak’ın (Tanrı’nın) birer ifadesidir.
sınırlarından kaynaklanır. 4. Herkes kendi tecrübesinin mutlak hakikat
3. Dinlerin birbirinden farkı, (görünüşte) zahirdedir. Dinlerin birliği, aynılığı, sadece batıni boyutunda tecrübe edilir. Fakat o da sadece manevi yetkinliğe ulaşmış şahsiyetler tarafından algılanabilir. Dini çoğulculuk tartışmalarına katılan isimlerden
olduğuna inanabilir. Ama diğerlerinin kendi insani sınırları içerisinde ulaştığı hakikatlerine de hoşgörüyle bakmalıdır.
Dinsel Çoğulculuk Kuramının Eleştirisi:
birisi de Muhammed Müctehid Şebusteri’dir. Bu
Sorunu sadece “birlikte yaşam” meselesine
teze şöyle bir itiraz getirir: “Bir dindar genellikle
indirgersek, dini çoğulculuk tezlerinin ürettiği
mutlak hakikatin gölgesinde yaşamak ister. …
çözümü “yeterli” ve “yerinde” görebiliriz. Çünkü
Oysa dini çoğulculuğu kabul ettiğinde, elinde
onlar kısaca bize şunu söylüyorlar: “Hiçbir din/
bulundurduğu hakikatin mutlak hakikatin
düşünce mutlak doğrunun tamamı değildir.
hepsi olduğunu söyleyemez. ... Bu durumda
Dolayısıyla hiçbir birey veya toplum da mutlak
da dindarlığın özünü oluşturan ‘hakikat’ ile
doğruyu temsil etmez. Bu yüzden boş yere
‘dindar olmanın’ bu kişi için bir anlamı kalmaz.”
birbirinizle rekabete girmeyin, çatışmayın;
5
Şebusteri’nin önerisi ise “hoşgörü”dür: “Farklı
din ve mezheplere mensup olan insanların bir arada yaşama sorunu hoşgörü ile çözülebilir: ... Dindarlığın özünü oluşturanın dini tecrübe olduğunu, bunun da farklı kişilerde farklı şekillerde ortaya çıktığını kavrayabilirsek, dini çoğulculuğu kabul etmenin mutlak hakikat inancını geçersiz kılmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Herkesin hakikati onun insani sınırları içinde belirmiş olan hakikat haline gelir.”6
birbirinize saygı duyarak bir arada yaşayın!” Eğer mesele gerçekten böyleyse, dini, ideolojik veya kültürel sebeplerle çatışmanın bir gereği de kalmamaktadır. Fakat biz meselenin, “birlikte yaşayalım da nasıl olursa olsun” şeklinde fazlasıyla indirgemeci bir yaklaşımla çözülebileceğini düşünmüyoruz. Çünkü bu yaklaşım, birçok başka problemler üretmeye gebedir. 1- Problemin teşhisindeki sıkıntı:
Kısacası Şebusteri de şöyle demektedir: 1. Herkesin kendi dinini “mutlak hakikat” olarak görmesinde bir sakınca yoktur ve haddizatında kişinin kendisini güvende hissedebilmesi için gereklidir de. 2. Ancak din, belli bir zaman ve coğrafyada kurum ve kurallar şeklinde gerçekleşen
Farklı dinlerin ve kültürlerin birlikte yaşaması sorunu, küreselleşme ile birlikte tartışılmaya başlanan tarihsel ve sosyal bir sorundur. Ondan öncesinde insanlık ya birlikte yaşamak için çeşitli formüller geliştirmiş, ya da birlikte yaşamamayı sorun olarak görmez bir durumda idiler. Bugün böyle bir sorunun hissedilmeye ve tartışılmaya başlaması, değişen şartların ve ihtiyaçların bir sonucudur. “Değişen şartlar ve ihtiyaçlar”
Muhammed Müctehid Şebusteri. Resmi Dini Söylemin
5
Eleştirisi. Mana Yayınları I. Baskı, s 398-399 Muhammed Müctehid Şebusteri. Resmi Dini Söylemin
6
dediğimizde ise sosyal ve siyasi alanı kastetmiş oluyoruz. Sosyal ve siyasal sorunlar, sosyal ve siyasal imkanlarla çözümlenebilirler.
Eleştirisi. Mana Yayınları I. Baskı, s 398-399
24
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Eğer sosyal ve siyasal sorunlara sosyal ve
farklı dinlerin ve kültürlerin birbiriyle çatışmasını
siyasal imkanlarla çözüm arayacaksak,
sorun olarak gören düşünürlere ilham kaynağı
meselemiz dinsel çoğulculuk olmaktan çıkar,
olmuştur. Onlar çatışmanın sebebini dinlerin
farklı dinlerin ve kültürlerin birlikte yaşamasının
kendi hakikatlerini dayatmasında görmüşlerdir.
imkanı meselesine dönüşür.
Dayatma ise hepsinin kendisini “hakikat” olarak
2- Çözümün niteliğindeki sıkıntı
Şöyle bir soru sorulabilir: Sosyal ve siyasal nitelikte olsa bile, kalıcı çözüm için meseleyi dinsel çoğulculuk bağlamında ele almamız ne kaybettirir?
görmesinden kaynaklanmaktadır. Hakikatin kendi ellerinde olduğunu düşünen bağlılar, başka insanların da o hakikatin bir parçası olmasını istemekte ve gerekirse dayatmayı bir hak saymaktadırlar. Sorunu bu şekilde teşhis eden düşünürler,
Siyasi sorunlara felsefi cevap üretmek elbette ki tercih edilebilir bir yoldur. Ancak tarihi ve sosyal şartların sonucu olarak ortaya çıkan meseleleri epistemolojik temellerle ilişkilendirmeye kalktığımızda, onu bir çeşit ideoloji/din haline getirmiş oluruz. Yani tarihi ve sosyal olması gereken çözümler, felsefi ve epistemolojik birer meseleye dönüşürler. Eğer farklı dinlerin ve kültürlerin birlikte yaşayabilmesi için ürettiğimiz cevap dini çoğulculuk ise yeni bir ideoloji tarif etme durumuyla karşı karşıya olduğumuzu kabul etmek zorundayız. Yok, eğer farklı kültürlerin bir arada yaşamasının imkanını araştırıyorsak, o zaman siyasi sosyal bir meseleye çözüm üretmek istediğimizi ifade edebiliriz. Daha anlaşılır olması bakımından konuyu şöyle açabiliriz:
çözümün “hakikat” algısı üzerinden oluşturulabileceğini kabul etmişlerdir. “İzafiyet/ görecelilik” olgusunu dinlerin temsil ettiği hakikat için de geçerli hale getirmişlerdir. Bu yeni felsefe/ideoloji/din ile dayatılacak bir şey kalmamakta ve dayatma kendiliğinden ortadan kalkmaktadır. Halbuki “mutlak bilgi” ile “dayatma” arasında mantıksal açıdan zorunlu bir ilişki yoktur. “Hoşgörü” veya “şiddet” epistemolojik değil, siyasi ve sosyal tavırlardır. Yeni bir ideoloji üretmeden, siyasi ve sosyal imkanlar içerisinde çözümlenebilir. 3- Çözüm ile “İslami”lik arasında doğan sıkıntı
Farklı dinlerin ve kültürlerin bir arada yaşayabilmesi için hakikat algısını değiştiren yeni bir felsefe üretmek, “pozitivist akıl” açısından sıkıntılı görülmeyebilir. Ancak İslam
Dinlerin/ideolojilerin her biri insanlığı kurtaracak hakikatin kendileri tarafından temsil edildiğini iddia ederler. Oysa mutlak bilginin bir din/ ideoloji tarafından temsil edildiği iddiası şüpheci (septik) bilgi felsefesi açısından makbul değildir. Çünkü (mesela) bu felsefenin bilim dünyasındaki temsilcilerinden biri olan Einstein, bütün varlıkların ve varlığın fiziki olaylarının izafi olduğunu söyler. Zamanın, mekanın, hareketin, birbirlerinden bağımsız olmadığını, uzayın ve zamanın gözlemciye bağlı olarak (Seyyid Hüseyin Nasr’ın “dünya düz müdür, yuvarlak mıdır?” örneğinde olduğu gibi) farklı
metafizik/gayb yönü bulunan bir dindir ve gayba dair söylemleri hayat görüşünün üzerine bina edildiği temel esaslar niteliğindedir. Dinsel çoğulcuların problemi çözme biçimleri, bilginin veya çözümün “İslami” vasfı taşıması gerektiğini kabul eden bakış açısına göre “kabul edilemez” bir yaklaşımdır. Bunun yanında İslam’ın kendi içindeki imkanlar yeterince araştırılmamakta ve kolaycılığa kaçılmaktadır. Halbuki tarihi gerçeklik İslam medeniyetinin, farklı kültürleri bir arada yaşatmayı başarmış bir medeniyet olduğunu göstermektedir.
algılanabileceğini ifade eder. 7
4- Üreteceği sonuçlar açısından sıkıntı
Şüphecilikten izafiyete uzanan felsefe kuramı,
Dinsel çoğulculuk felsefesi, dayatılacak bir şey
Albert Einstein. Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği
7
Üzerine. Göreliliğin özel teoremi. 1905
bırakmayarak dayatmayı çözmüş gibi görünse de, aslında sorunu bir aşırılıktan başka bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
25
aşırılığa taşımaktadır. Eğer “hakikat” izafi ise;
insanların çeşitliliği her zaman aynı şekilde
hiç bir din/ideoloji hakikatin tamamını temsil
karşılanmaz. Çünkü insanların çeşitliliği demek;
edemiyor ve sadece hakikatin farklı zaman
taleplerin çeşitliliği, çözümlerin çeşitliliği
ve kültürel havzalardaki şekli olabiliyorsa; o
ve memnuniyetlerin çeşitliliği demektir. Bu
zaman hakikat nedir? Doğru ve yanlış neye
ise yönetilmesi ve kontrol edilmesi zor bir
göre belirlenecektir? Bir insan bir insanı hangi
durumdur. Bu sebepten dolayı çeşitlilikten en
hakikate göre eleştirecek veya uyaracaktır?
fazla rahatsızlık duyanlar, yönetim gücünü
Zulme “zulüm!” demek, haksızlığa “haksızlık!”
elinde bulunduranlar olmuştur. Onlar, tek tip
demek nasıl mümkün olacaktır? Adalet nasıl
hale gelmiş bir toplumu daha çok severler.
istenecektir? Ve dahası toplumlar “doğru”
Böyle bir toplumu yönetmek de, memnun
üzerinde nasıl konsensüs sağlayacak ve hangi
etmek de kolaydır. Fakat tek bir sıkıntı vardır;
haklı gerekçeyle haksızlıklara karşı mücadele
böyle toplumlar gelişemezler. Her konuda aynı
verecektir?
şekilde düşünen kafalar, bir süre üretken olmayı
Kısacası dinsel çoğulculuk kuramı dayatmacılığı ortadan kaldırmayı başarsa bile, bu defa kimsenin kimseye laf söyleyemediği göreceli bir zemin oluşturmakta, hakikat buharlaşıp gitmektedir. Nitekim Şebusteri bu sorunu farklı bir yönüyle görmüştür. Bir dindarın “hakikate” olan ihtiyacını dile getirdiği cümleler bize bunu düşündürmektedir. Ancak hakikatin “dini tecrübe” gibi tamamen kişisel bir boyutta
başarsalar bile kısa sürede eskirler ve kendilerini tekrarlamaya başlarlar. Sonuçta da toplum gelişemeyerek geri kalır. Ancak bu durum, “benden sonrası tufan” diyen baskıcı/otoriter zihniyet açısından sorun olarak görülmez. Otoriter zihniyete sahip olmayanların, farklı kültürlerin ve dinlerin varlığını tehlike olarak görmemeleri gerekir. Çünkü farklılık, toplumsal dinamizmin ve kültürel gelişmenin teminatıdır ve özünde kötü bir şey değildir.
ele alınması, bunun da farklı kişilerde farklı
Fakat her farklılık, kendinden olmayanı kötü
şekillerde ortaya çıkabileceğinin ifade edilmesi,
gören gizli bir düşmanlık da taşır. Hatta zaman
sonuç olarak aynı noktaya götürmektedir.
zaman kendisini dışa vurarak toplumların
Kısacası sorun çözülmüş olmamaktadır.
parçalanmasına, çatışmalara ve savaşlara neden olur. Tarihi örneklerden yola çıkarak
“Farklılık”ların Sunduğu İmkan:
bir genelleme yapmak istersek; farklılığın
Değerlendirmemize öncelikle, “farklılık kötü
daima siyasi olduğunu söyleyebiliriz.
müdür?” sorusuyla başlamamız gerekiyor. Ancak dinsel çoğulculuk kuramının ortaya çıkmasına sebep teşkil eden amilleri göz önünde bulundurduğumuzda, doğru soru şu olmaktadır: “Hepsi de hakikati temsil ettiğini söyleyen farklı dinlerin ve kültürlerin var olması kötü müdür?” Ve hatta çerçevemizi biraz daha geniş tutarak şu soruyu da ana soruya ekleyebiliriz: “Bir kimsenin; başkalarının bilmediğini düşündüğü,
- Ya iktidarının sürekliliğini toplumun birlik olamamasında gören bir yöneticinin çatışmayı körükleyen denge siyaseti - Ya yeni ortaya çıkan bir düşüncenin statükoda kendisine yer açma çabası ve statükonun direnmesi - Ya da zayıflayan toplumsal düzen
bilmemelerini onlar adına bir kayıp olarak
içerisinde farklı çıkar guruplarının etkinlik
gördüğü ve duyurmak için uğrunda çaba
mücadelesine girişmesi
gösterdiği, “söyleyecek bir sözü/hakikati” olması
26
düşmanlığa dönüştüğü anlarda tetikleyici gücün
kötü müdür?”
Bu tarz siyasi hesapların olmadığı ortamlarda,
Varlık açısından farklılık, inkar edilemeyecek
için daima formüller geliştirebilmişlerdir. Bu
fıtri bir gerçekliktir. Doğal olan haliyle çeşitlilik
durumun en dikkat çeken örneği, kendisi
ve zenginlik oluşturur. Varlığın çeşitliliği
dışındaki bütün dinlere karşı düşmanca bir
çoğunlukla memnuniyet uyandırmasına rağmen,
tutum içerisinde olan Yahudilerdir. Ellerine
farklı kültürler ve dinler, birlikte yaşamak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
her fırsat geçtiğinde fesat çıkarmaya çalışan,
dahilindedir. Ancak birçok insan akletmeye engel
rekabetçi ve çatışmacı bu toplum, yaklaşık üç
teşkil eden amillerin esiri olur ve aklını olması
bin yıllık tarihinin en uzun dönemlerini farklı
gerektiği şekilde kullanamaz. Bu durumda aklı
toplumlar içerisinde yaşayarak geçirmiştir. Her
harekete geçirecek uyarılara ihtiyacı olur. Bu
dönemin sosyal ve psikolojik şartlarına göre
uyarıların en önemlilerinden birisi de, “sati”
birlikte yaşamanın şekilleri farklı olmuştur.
uygulamasının bir sapma olduğunu ifade eden
Bugünün mantığıyla bakan bizler, farklı
başka bir kültürün varlığıdır. Farklı kültürlere
dönemlerde birlikte yaşam örneklerini yeterince
mensup olanlar, birbirleriyle çatışma potansiyeli
insani bulmayabiliriz. Çünkü bunlar içerisinde
taşısalar da, çoğunlukla birbirlerinin gelişimine
kılıç zoruyla gerçekleşenler de az değildir.
katkıda bulunurlar. Üstelik “karşılıklı etkileşim”,
Fakat bununla birlikte şu vakıayı kabullenmek
aynı dinin farklı yorumları arasında çok daha
zorundayız: Birlikte yaşamaya ihtiyaç duyulduğu
belirgin bir şekilde etkili olur.
her dönemde insanlar, kendi dönemlerinin sosyolojik ve psikolojik şartları içerisinden çözümler üretmeyi başarmışlardır. Bugün bizim yapmamız gereken şey de kendi dönemimizin sosyolojik ve psikolojik şartlarına uygun yeni
Şunu unutmamak gerekir ki; verimli “diyalog”, insanın, başkalarının bilmediğini düşündüğü ve bunu onlar adına bir kayıp olarak gördüğü “söyleyecek bir sözü” olmasıyla başlar. Siyasi
çözümler üretmekten ibarettir.
şartlar oluştuğunda bu sözü “dayatmaya”
Farklılıkları muhafaza ederek birlikte yaşam
yaşamasının imkanları oluştuğunda bu söz, o
kalkışabilir. Ancak farklı kültürlerin birlikte
imkanları geliştirildiğinde, farklı kültürlerin
şahıs için bir zemin teşkil eder. Bu söze göre
(ve aynı zamanda farklı din içerisindeki farklı
destek olur, bu söze göre eleştirir, karşı çıkar
görüşlerin) rekabet ve tartışmaları muazzam bir
ve engel olmaya çalışır. Yani bu söz onu toplum
toplumsal dinamizm doğmasına yol açar. Bunu
içinde dinamik bir birey kılar.
bir örnekle şöyle açıklayabiliriz:
8
Fakat onun bu denli sahip çıktığı bu söz “yanlış”
Hindu inancına göre kocası ölen bir kadın
olabilir. Bağnazlık engelini aşabildiği takdirde
yaşamayı hak etmiyor ve “Sati” (iyi kadın)
şahıs, onun yanlışlığını fark ederek gelişme
adı verilen bir uygulama çerçevesinde diri diri
gösterir. Şahsın gelişmesi zincirleme bir şekilde
yakılarak öldürülüyor. Yakılacak olan dul kadın
toplumun gelişmesidir, toplumun gelişme
odun ve samanlarla dolu bir yığının üzerindeki
hanesine yazılır. Fark edemediği durumda ise
kazığa bağlanıyor. Samanların üzerine ölü kocası
gelişme toplumun diğer bireyleri üzerinden
yerleştirildikten sonra samanlar ateşe veriliyor.
devam eder.
Günümüzde kanunen yasak olmasına rağmen bu uygulama halen devam etmektedir ve her yıl yaklaşık 2 bin 500 kadın bu törenin kurbanı olmaktadır.
Son olarak şu hususa dikkat çekmek istiyoruz: Günün problemlerine çözüm ararken herkesin kendi inanç ilkelerini temel alması kadar doğal
Dul kadını yakma (sati) uygulaması bize gayri ahlaki ve gayri insani gelebilir. Fakat bir Brahman bu işi, yapılması dini açıdan vacip bir fiil olarak görmekte ve bunu uygulamaktadır. Yani ahlaksız ve vicdansız olduğu için değil, aksine dindar olduğu için yapmaktadır. O ferdin şartlarında doğan ve yetişen her dindar şahıs aynı şekilde düşünecek ve aynı şeyi yapmaya devam edecektir. Aklederek içinde bulunduğu durumun yanlışlığını fark etmesi ihtimal Örneklemede, “Adnan Aslan. Dini Çoğulculuk
8
Problemine Yeni Bir Yaklaşım. İslam Araştırmaları
bir şey olamaz. Önce kendi inanç sistemi içerisindeki imkanları tüketmelidir ki, ümidini keserek başka inançlara yönelsin. Belli bir inancın düşünce kodlarıyla düşünen bir insan, kendi düşünce kodlarına uymayan bir inanç sisteminde çözüm aramaya kalktığında, ortaya çıkan sonuç tatminkar olmayacaktır. Çevresindekileri bu çözüme ikna edemeyecektir. İslam medeniyeti, farklı inanç sahiplerine zulüm yapmama noktasında en temiz sicile sahip olan medeniyettir. Daima çağdaşlarından daha ileride ve daha insancıl olmuştur. Tarihi bu şekilde
Dergisi, sayı 4, 2000”den yararlanılmıştır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
27
oluşan bir medeniyet, bu problemin günümüzde
çatışmalarına ve birbirlerini dışlamalarına yol
ortaya çıkan versiyonu için de yeterince imkan
açmaktadır.
barındırmaktadır. (Çözüm üretmeye çabalayan akla saygı duymakla birlikte) Bu imkanları tüketmeden farklı arayışlar içerisine girmek, “kolaycılığa kaçmak” olur. İnanç ilkelerimizi aşan arayışlar için, öncelikle bu ilkeler içerisinden çözüm geliştirilemediğine kanaat getirmemiz gerekir.
Peki, günümüzün bir vakıası olan bu durum nasıl çözülecek, farklı düşünce ve görüşlerin çatışmadan bir arada yaşaması nasıl mümkün olacaktır? Bu soru, günümüz insanlığının da, özelde Müslümanların da cevap bulması gereken bir sorudur. Batı kökenli bir arayış olan “dini
Sonuç:
çoğulculuk” kuramı, farklı bir din/düşünce
İslam düşüncesi içerisinde var olan kimi anlayışların “dayatmacı” bir mantığa sahip olmaları bu durumun yol açtığı sıkıntıları gören Müslümanları çözüm arayışına itmektedir. - Şia ekolü içinden çıkmış bir devlet modeli olan İran, Sünni Selefi ekol içinden çıkmış birer devlet modeli olan Suudi Arabistan ve Taliban Afganistan’ı gibi baskıcı ve tek tipleştirici devlet modelleri kendi toplumları içerisinde çok ciddi sıkıntılara sebep oluyorken
üreterek sorunu çözmek istemektedir. Farklı kültürleri ve dinleri barıştırmaya çalışırken hakikati buharlaştırmakta ve iyiyi, doğruyu, adil olanı göreceli bir hale getirmektedir. Zulme “zulüm”, haksızlığa “haksızlık”, adaletsizliğe “adaletsizlik” diyecek bir zemin bırakmamaktadır. Bu yaklaşımın her şeyi mübah gören ruhsuz, kimliksiz bir toplum ortaya çıkarması kaçınılmazdır. İnsanoğlu yaratılışının gereği olarak hakikati aramakla yükümlüdür. Bir tez hakikat arayışını sona erdiriyorsa insan için tehlike başlamış
- İslami gelişmenin motor güçlerinden biri olan İslamcılığın bütün versiyonları, “kendi doğrusu”na sahip ve o doğruyu “hakim kılmak” için çabalıyorken böyle bir sorunun olmadığını iddia etmek mümkün değildir.
demektir; hem fikri üretim durur hem de “yanlış”a rıza göstermeme iradesi ortadan kalkar. Herkes doğru bildiğini yapsın gibi bir göreceliliğe yol açar. Müslümanlar olarak bizler, kendimizi, böyle
Fakat bu sorunun çözümü nerededir?
bir soruna karşı çözüm üretme noktasında
Öncelikle şu gerçeği görmek gerekir ki;
medeniyet, farklı dönemlerin kendi şartları
günümüzdeki şekliyle “İslamcılık”, İslam
içerisinde “birlikte yaşam” formülleri geliştirmeyi
dünyasının “Batı” karşısında yenilgiye uğradığı
başarmış bir medeniyettir. Çözümün alt yapısı
ve sömürgeleştirildiği dönemde ortaya çıkmıştır.
İslam düşüncesinin özünde bulunmaktadır.
Günün sosyal ve psikolojik şartları içerisinde
Buradaki imkanları daha iyi değerlendirdiğimizde
kavram tanımları fazlasıyla indirgemeci bir bakış
bütün insanlığın ihtiyacını karşılayacak daha
açısıyla oluşmuştur. Bir mücadele ve direniş
uygun çözümlere ulaşmamız mümkündür.
avantajlı görebiliriz. Çünkü üyesi bulunduğumuz
dilidir. Bu yüzden mücadeleci, bu yüzden hedef odaklı ve bu yüzden dışlayıcıdır. Mücadele ve direniş şartlarında hedef odaklı olmak, sonucun başarısı açısından tercih edilebilir bir durumdur. Ancak şartlarda değişme olduğunda aynı tutumu sürdürmek, kişiyi veya toplumu gerçeklerden koparmaya başlar. Nitekim böyle olmuştur; vaktiyle emperyalist işgalciye karşı biriktirilen enerji, şartların değiştiği bugün, Müslümanların birbirleriyle
28
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: Çok Kültürlülük ve Birlikte Yaşamak
Makale 3
Farklı Fikirlerin Birlikte Yaşamasının İmkanı Nuri Yılmaz İslam adına birçok farklı düşünce ve grubun
aynı dinin farklı yorumlarını, farklı dinler bile
ortaya çıktığı bir dönemi yaşıyoruz.
bir arada bulunabiliyorlar. Üstelik bu sadece
Aslında Müslümanlar bu olguyla yeni tanışmış değiller. Resulullah’ın vefatının üzerinden fazla bir zaman geçmeden, görüş ayrılıkları ve gruplaşmalar kendisini göstermeye başlamıştır. Hatta farklı gruplar ve ekoller arasında zaman zaman savaşlar bile yaşanmıştır. Ancak bu defa biraz daha farklı bir problemle karşı karşıya bulunmaktayız.
bir kaç bina için değil, neredeyse bütün binalar için geçerli. Bu şartlar karşısında geçmiş tutumu aynen sürdürsek... Doğacak zulmü, acıları, travmayı göze alsak ve “güçlünün kendi görüşünü dikte etme hakkı vardır” deyip diğerlerine “zimmi” gibi davransak... Farklı din mensuplarına, İslam çatısı altında yaşamayı kabul etmeleri şartıyla hayat hakkı tanısak; İslam dairesi içindeki görüş ayrılıklarını ve
Geçmişte yaşanmış olan problemler, birinin birine baskın çıkması veya birinin birini yenmesi ile çözümlenebiliyordu. Çünkü iletişim ve ulaşımın sınırlı olduğu eski dönemlerde, gücü elinde bulunduranın farklı görüşleri yok sayması ve kendi görüşünü dikte etmesi kabul görebilen bir tutumdu. Coğrafya şartları ve toplum yapıları tek tip kültür havzalarının oluşmasına imkan veriyordu.
gruplaşmaları da, “İslam tek bir gerçekliktir; Müslümanlar da tek bir ümmettir” sloganı ile birer sapma olarak değerlendirsek... Evet, bütün bunları yapsak sorunumuz çözülmüş olur mu? Bu soru ile gündeme getirilen yaklaşım tarzı, maalesef günümüz için bir “varsayım” değildir. Modern dönemlerde yaşayan İslami grup ve cemaatler, kendi grubundan olmayan ve kendileri gibi düşünmeyen diğerlerine, tam
Fakat mesafelerin ortadan kalktığı günümüzde, dünya küçük bir şehre dönmüş durumda. Kültürel etkileşimleri engellemek neredeyse imkansız. Bir apartman ölçeğinde bile, bırakın
da bu şekilde bakmaktadırlar. Öyle ki; siyasi iddiası en zayıf ve “İman dairesi”1 en geniş olan “İman,dil ile tasdik,kalp ile ikrardır” diyen ve Kelime-i
1
Şehadet getiren herkesi Müslüman sayan yaklaşım
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
29
mutasavvıflar bile, kendileri gibi düşünmeyeni kolayca “dinden çıkmış” ilan edebiliyorlar. Peki, bu şekilde sorun çözülüyor mu? Maalesef hayır! Bu zihniyet, Müslümanlar arasındaki ayrılıkları birer rekabet konusu haline getiriyor ve aralarındaki mesafeyi uçuruma dönüştürüyor. Herkes kendisinin doğruluğunu ispata girişip, kendi düşüncesinin odak olduğu bir yaşam tarif ediyor. Bütün bir insanlığı “tek
ihtiyacımız bulunmaktadır. “Farklı fikirlerin birlikte nasıl yaşayacakları” meselesi de, geçmiş yaklaşım tarzlarıyla çözüm getiremeyeceğimiz konulardan birisidir. Biz bu problemin İslam’ın inanç temelleriyle ilgili değil, “İslam” olduğu zannedilen ön kabullerle ilgili olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla bu önemli problemi; “dinin aslından” gibi görülen bazı ön kabulleri yıkarak çözebileceğimize inanıyoruz.
tip” görmek istiyor. Gerçekleşmesi mümkün
İşte bu makale, günümüz Müslümanlarının karşı
olmayan bu hayal peşinde koşarak bütün
karşıya bulunduğu “birlikte yaşam” problemine
insanlığı kurtaracağını zannediyor, ama onun bu
çözüm aramak maksadıyla kaleme alınmıştır. Bu
yüksek motivasyonu sadece zulüm ve haksızlık
çerçevede:
üretiyor.
- Önce “hakikat” kavramı çerçevesinde,
Nitekim eline imkan geçtiğinde, bu zihniyetin
“tek”çi (tek ümmet, tek gerçeklik vs.)
nelere yol açtığını görmemizi sağlayacak
anlayışın doğru olup olmadığı incelenecek,
yeterince örnek bulunmaktadır. İran’daki tek tipleştirme çabalarının sonucu olarak, neredeyse İslam’a düşman hale gelmiş ve her fırsatta sokaklara dökülen halk; 1400 sene önceki yaşam koşullarını Afganistan’da oluşturmaya çalışan ve bunun sonucunda İslam’ı “kötü” göstermek isteyenlerin en gözde örneği haline gelmiş olan Taliban yönetimi; Suudi Arabistan’daki adaletsiz şeriat uygulaması vs. Bunların hiçbirisi insanlığa, İslam ve Müslümanlar hakkında olumlu mesajlar vermiyor.
- Sonra, farklı fikirlere sahip olmanın kötü olup olmadığı tartışılacak, - Sonra da birlikte yaşamanın imkanları değerlendirilecektir.
“Hakikat/Doğru” Kimin Yanında? Birlikte yaşamanın imkanları açısından Batı’da gelişen tezler, şu önerme ile karşımıza çıkmaktadırlar: “Mutlak gerçeklik/Hakikat hiçbir dinsel gelenek
İnsanlığa “Asr-ı Saadet”i vadeden Müslümanlar bir açmazla karşı karşıya mı bulunuyorlar? İlk ortaya çıktığı dönemlerde; şaşırmışların yol göstericisi, karanlıkta kalmışların aydınlatıcısı, ezilmişlerin kurtarıcısı, çaresizlerin çaresi olan bu din, bugünün insanlığına; baskı, şiddet,
tarafından tam olarak bilinemez. Bütün dinler ortaya çıktıkları tarihsel, sosyal ve psikolojik şartlarla sınırlı olarak Mutlak Hakikati tanımlamışlardır. Her biri doğruları ihtiva eder ama hiçbiri hakikatin tümünü ihtiva edemez. Bu durumda hiçbiri, ortaya koyduğu iddiaları ve sunduğu inançları mutlak olarak
çatışma ve kavgadan başka bir şey sunamıyor
görmemelidir.”
mu?
“Dinsel çoğulculuk” adı verilen bu arayış bize;
Elbette ki hayır! Ama şu bir gerçek; her biri tarihin farklı bir döneminde ortaya çıkmış ve bugün de düşüncelerimizi şekillendirmeye devam eden yorumlar eskidiler. Ortaya çıktıkları dönemin sosyal ve psikolojik şartları değişmiş olduğu için bugüne bir şey sunamıyor ve günümüz insanlığının problemlerine çözüm olamıyorlar. Yeni okumalara ve yeni yorumlara
uğrunda çaba göstereceğimiz, yaygınlaştırmaya çalışacağımız ve “hakikat” diye sarılacağımız bir sabitemiz olmamasını öğütlemektedir. Bu tez toplumlarda gerçekten karşılık bulsa, (kavgaya ve rekabete sebep teşkil eden hiç bir şey bırakmadığı için) “birlikte yaşam” imkanı oluşturmuş olur. Ancak bu tezin kabul edilmesi demek, bütün bireylerin ve toplumların inançlarından vazgeçip bu “inancı” benimsemesi demektir.
tarzı.
30
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dünya coğrafyasında “birlikte yaşamak” adına
modellerinin geliştirildiği günümüzde, bu iş bu
inançlarından ve değerlerinden vazgeçecek
kadar kolay değildir. Her görüş mensubu kendi
insanlar var mıdır, bilinmez! Ama en azından
görüşünü zorla kabul ettirme fikrini aklından
Müslümanların bunu bir çözüm olarak kabul
geçirebilir, ama hiçbir görüş mensubu zorla farklı
etmeyecekleri açıktır. Çünkü onlar haklı olarak
bir görüşe rıza göstermek istemeyecektir. Bu
dinlerini hakikatin kendisi olarak görürler. Ve
durumda ya insanlık tarihinin gördüğü en katı
nitekim doğruluğunda şüphe olmayan Kur’an da
diktatörlük ortaya çıkacak, ya da Müslümanlar
kendisini; “hakla batılı ayıran/Furkan”, “doğru
farklı fikirlerin birlikte yaşamasına imkan veren
yola eriştiren/Hadi”, “karanlıklardan aydınlığa
çözümler geliştireceklerdir.
çıkaran”, “cehaletten kurtaran” vs. gibi sıfatlarla tanımlar. Bir Müslüman olarak biz de meselenin bu noktasında tartışacak bir yön görmüyoruz. Fakat bununla birlikte mutlaka tartışmamız gereken bir yön var!
Bu noktada tartışmaya farklı bir boyut kazandırmak için şöyle bir soru sorma ihtiyacı hissediyoruz: - Bugün İslam adına ortaya çıkmış “sadece bir tane” doğru yorum olması mümkün müdür?
Birçok farklı İslam tanımının olduğu ve hepsinin de kendisini “hakikat” olarak nitelediği bir ortamda, “hakikat/doğru” kimin yanındadır? Başka dinlerle ve inançlarla kıyaslandığında İslam’ın “hakikat” olduğu fikri bütün Müslümanların üzerinde ittifak edebilecekleri bir konu iken, İslam’ın farklı yorumları içerisinde hangisinin “hakikat” olduğuna kim karar verecektir? “Yahudiler 71 fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerin hepsi cehenneme girer. Hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerin hepsi cehenneme girer. Bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacak, biri hariç hepsi cehenneme girer”2 hadisindeki “kurtuluşa eren fırka/fırka-i naciye” hangisidir?
Soruyu şöyle de sorabiliriz: - Kur’an’ın ayet ayet inişine şahit olan ilk nesilden sonraki nesillerde, İslam’ın tek bir şekilde anlaşılması mümkün müdür? Resulullah dönemi Kur’an’ın; yaşanan sıkıntılar, problemler ve ihtiyaçlar üzerine, parça parça ve gerektikçe indirildiği dönem idi. Peygamber’in bizzat öncülük ettiği ve Kur’an’ın doğrudan müdahil olduğu konularda anlaşmazlık çıkması ve fikir ayrılıkları yaşanması mümkün değildi. Üstelik Peygamber’e itaate çağıran, ona itaati Allah’a itaat ile eş tutan Kur’an ayetleri, bu durumu daha kesin bir hale getiriyordu.
Bu sorularla dikkat çekilmeye çalışılan mesele, günümüz Müslümanlarının en önemli problemlerinden birisine işaret etmektedir. Hilafetin saltanata dönüşmesiyle ortaya çıkan gelenek içerisinde “hakikati temsil eden görüşün hangisi olduğu” sorusu bir problem olarak ortaya çıkmıyordu. Çünkü devletin resmi dini haline gelen görüş kendisini zorla “hakikat” olarak kabul ettiriyor ve doğal olarak diğerleri de, ya sapma ya da fitne olarak isimlendiriliyorlardı. Bir muhalefet kültürü olmadığı, tam tersine yöneticiye itaat farz olarak görüldüğü için; farklı fikirler ancak statükoya dokunmadığı sürece var olabilirdi. Ancak baskı ve zorlamanın insani kabul edilmediği ve farklı fikirlerin kendisini ifade etmesine imkan veren yönetim Tirmizi, iman 18; Ebu Davud, Sünnet, 1; İbn Mace,
2
Fiten, 17; İbn Hanbel, 2/332
Anlayamama, farklı yorumlama, şüpheye düşme gibi durumlar vakıa olarak imkan dışıydı ve nitekim Müslümanlar doğrudan itaate davet edildiler: “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resulüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nur 24/51)3
“İşittik ve itaat ettik” ifadesi, görünüşte aklı ve tefekkürü devre dışı bırakan bir ifadedir. Oysa Kur’an’daki gerçekliğin tümünü yansıtmamaktadır. Kur’an’da “işitilene itaat” etmeye çağıran ayetlerden çok daha fazla, “tefekkür”e ve “akletme”ye davet eden ayetler vardır. Dolayısıyla, Peygamber’in bizzat öncülük etmediği ve Kur’an’ın doğrudan müdahil olmadığı bir ortamda “işittik ve itaat ettik” sözü, Ayrıca bkz: Bakara 2/285, Nisa 4/46,64, Nur 24/47
3
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
31
bir tutumu değil bir niyeti ifade eder. Kur’an’ın yaşanan hayata doğrudan müdahil olduğu şartlar sadece ilk indiği dönem için geçerlidir ve bir kere olup geçmiştir. Sonraki dönemlerde yaşayan Müslümanlar, ayet sırasına varıncaya kadar Kur’an’ın iniş sırasını bilseler ve ona göre okumaya çalışsalar bile, bu durum ilk andaki etkiyi oluşturamayacaktır. Çünkü ayetin inişine sebep teşkil eden olayların her dönemde birebir aynen yaşanmasına imkan yoktur. Peygamber dönemi şartlarından uzaklaşıldıkça kaçınılmaz olarak şu soruyu sormak zorunda kalırız: “Bu ayet bize ne anlatıyor?” Resulullah döneminde yaşayan bir Müslüman açısından hiç de gerekli olmayan bu soru, sonraki dönemlerde yaşayan Müslümanlar açısından “olmazsa olmaz”dır. Ve bu soruyu sorduğumuz her durumda da farklı cevapların
onun hangi bakış açısı ve cesaretle bu şekilde davrandığını bilemiyoruz. Ancak sonraki dönemlerde, hem Resulullah döneminde uygulanmış olan bazı uygulamaların aynen sürdürülmesinin mümkün olmadığı, hem de yeni yeni problemlerin baş gösterdiği görülmüş ve içtihat kavramı geliştirilmiştir. İmam Şafii tarafından formülize edilen dört temel bilgi kaynağından “icma” ve “kıyas” içtihat alanını oluşturur. Bu iki kavram içerisinde de “kıyas” içtihadın nasıl işleyeceğini ortaya koyar. Buna göre yapılacak iş, Kur’an, sünnet veya icma yoluyla çözümlenmiş meselelerle kıyaslayarak yeni çözümler üretmektir. Kısacası bu kavramsallaştırma ile sadece yeni baş gösteren sorunlara farklı çözümler
üretilebileceği kabul edilmiş olmaktadır.
çıkması kaçınılmazdır. “Tek yorum” ve “tek
İslam tarihinde kimi alimlerin vurgu yaptığı bir
anlayış” beklentisi insanın doğasına uygun bir
konu olan “Makasıdü’ş-Şeria” kavramı, içtihat
beklenti olamaz. Kısacası farklılık kaçınılmazdır
kavramının daha fazla işlevsel hale gelmesi
ve farklılıktan korkmamız gerekmez. Zaten
hedefiyle ortaya çıkmıştır. Makasıd (gayeler)
İslam tarihinin bizzat kendi vakıası da,
konusuna temas edilen eserlerde İslam’ın
farklılıkların kaçınılmaz olduğunun en açık
getirdiği hükümlerin nihai gayesinin insanların
ispatıdır. Daha Resulullah ölüm döşeğinde iken
maslahatlarını gerçekleştirmek, yani yararlı
başlamış, günümüze kadar da çeşitlenerek ve
sonuçların elde edilmesini ve zararlı olanların
derinleşerek süregelmiştir.
giderilmesini sağlamak olduğu ele alınmıştır.
Farklılıklar kaçınılmaz olduğuna göre, sorunumuza çözüm üretebilmek bakımından yukarıdaki soruyu bu defa şöyle sormamız gerekmektedir:
Şatıbi ise el-Muvafakat isimli eserinde meseleyi bir usule bağlamış, tümevarım metoduyla şer’i hükümlerin ortak yönlerinin tespit edildiği bir yöntem geliştirmiştir. Bu sayede temel hedeflerin belli olduğu konularda içtihat
- Farklılıklar nereye kadar normaldir? Resulullah’ın vefatından iki sene sonra yönetimi devralan Hz. Ömer, hangi noktalarda farklılıkların kabul edilebileceği konusunda dikkat çeken örneklikler ortaya koymuştur. Ganimet dağıtımı ve mihir miktarının tespiti gibi meselelerde, ilgili ayete ve Resulullah’ın uygulamasına uymayan yaklaşımlar sergilemiştir. Hiç bir ekol de bu tutumundan dolayı onu yanlışlıkla suçlamamış, tam tersi bütün İslam ekollerinin ortak görüşüyle, İslam tarihinin en parlak şahsiyetlerinden birisi olarak nitelenmiştir.
imkanları kolaylaşmış ve alanları genişlemiştir. Dünya şartlarının günümüze göre daha yavaş geliştiği eski dönemler; daha farklı arayışlara ve “içtihat”, “makasıd” dışında yeni kavramsallaştırmalara ihtiyaç göstermemiştir. İhtiyaç gösterdiği durumlarda da “idare” edilmiş ve sorunlar hep sonraya ertelenmiştir. Ancak değişen Batı dünyası, sosyal bilimler alanında hızla gelişmeye ve insanlığın problemlerine yeni yeni cevaplar üretmeye başlayınca, uzun süredir kendisini tekrarlayıp duran İslam dünyasına göre daha fazla ilgi uyandırmıştır. Neticede de insanlığın öncülüğünü Müslümanlardan devralmıştır.
Hz. Ömer’in hakkında ayet bulunan kimi meselelerle ilgili tutumu, metodoloji olarak
32
sonraki nesillere aktarılmamıştır. Dolayısıyla
Şimdi; İslam’ın bugüne ne söylediğini,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bugünün ihtiyaç ve problemlerine ne gibi
(ubudiyet) Din’dir; fakat bunun menasiki
çözümler önerdiğini ortaya çıkarmamız
(ritüelleri) değişebilir ve Şeriat’tır. Mirası adil bir
gerekmektedir. Bunun için de Kur’an’dan nasıl
şekilde paylaştırmak Din’dir; fakat bunun hangi
yararlanacağımıza, ayetlerin bugün bizim için ne
oranlarda paylaştırılacağı Şeriat’tır. Hırsızlığın,
ifade ettiğine dair köklü yaklaşımlar geliştirmek
adam öldürmenin, zinanın kötü (ahlaksızlık)
zorundayız. Çünkü tarihin derinliklerinden
olarak nitelenmesi ve bunların engellenmesi,
tevarüs eden yaklaşımlar, İslam’ın dinamizmini
cezalandırılması gerektiği Din’dir; fakat bu
yok etmekte ve bugüne hitap edemeyen bir din
suçlara hangi cezaların verileceği Şeriat’tır.
durumuna düşürmektedir.
Sosyal ve siyasi ahlak Din’dir; fakat sosyal ve
Bu noktada dikkat çeken bir öneri, içtihat alanını maksimize etmeye çalışan Fazlurrahman’dan gelmektedir. O ilk etapta bugünden Kur’an’ın vahyedildiği döneme gidilerek her ayetin kendi tarihselliği içinde anlaşılmasını ve böylece ondaki temel ilke, değer ve hedeflerin tespit
siyasi kurumlaşmalar Şeriat’tır.5 Aynı zamanda kitabının ismi olan kavramsallaştırmasıyla da dinin sabit ve evrensel olduğunu yani farklılıklara açık olmadığını, şeriatın ise dönem
ve coğrafyaya göre değişebileceğini yani farklılıklara açık olduğunu söylemiş olur.
edilmesini; ikinci etapta ise yorumlama ve
Elbette ki, bahsini ettiğimiz bu süreç ve
tatbik yoluyla Kur’an’ın temel gaye ve idealleri
ortaya çıkan kavramsallaştırmalarla, içerisinde
doğrultusunda bugünün soru ve sorunlarına
bulunduğumuz problemler tamamen çözüme
cevap üretilmesini önermektedir.4 Fazlurrahman,
kavuşmuş ve tamamen aydınlanmış değildir.
problemimizi çözmeye içtihat kavramının yeterli
Bu sebepten dolayı; tarihselcilik, hermenötik,
gelmeyeceğine inanmaktadır. Çünkü bir yandan
antropoloji, yapısalcılık vs. gibi kanallar
Kur’an’da ve sünnette bahsi geçmeyen birçok
üzerinden farklı arayışlar devam etmekte; bilgi
yeni durum ortaya çıkmıştır, diğer yandan da
kaynağı (epistemolojik kaynak) olarak Kur’an’ın
Kur’an ve sünnet, ilgilendikleri her konuda
bugün için ne anlam ifade ettiği tartışmaya
son adımı atmış değillerdir. Bu yüzden Kur’an
açılmaktadır. Hakikatin belli ve sabit olduğu
ve sünnetin adımlarını, onlarla aynı hedef
düşüncesi taşıyan kimi Müslümanlar peşinen bu
doğrultusunda Müslümanların atacakları yeni
tür arayışları mahkum etseler de, düşünceden
adımlar izlemelidir. Yani “yaşayan sünnet” etkin
korkmamak ve bu tür arayışları da önyargısız
kılınmalıdır.
izlemek gerekmektedir. Problemimiz büyüktür
Fazlurrahman’ın bu yaklaşımı, problemlerin üzerine giderken Hz. Ömer’in gösterdiği özgüven ve cesareti nereden bulduğu, nasıl bir zihniyetle hareket ettiği konusunda bir ışık yakmaktadır. Tabii bununla birlikte de, “günün sünneti” gibi farklı yorumların ortaya çıkmasına meydan veren geniş bir alan oluşturmaktadır.
Bu noktada ortaya çıkan bir öneri de “sabit din, dinamik şeriat” kavramsallaştırması ile İlhami Güler’den gelmektedir. Ona göre bir
dinin, düşünce, değer ve yönlendirmeleriyle; tarihin herhangi bir anında, herhangi bir topluma, bir peygamber aracılığı ile açılan yola şeriat denir. Vahiy/kitap ve peygamber aracılığı ile indiği toplumun somut sorunlarını evrensel din (ed-din) açısından çözer. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah’a tapınma Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, çev. Alpaslan
4
Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu. Ankara 1990, s. 72-82
ve üzerinde neredeyse bin yıllık bir birikim vardır. Bu kadar derin bir problemin, bir iki algı değişikliği ile kolayca çözülebileceğini düşünmek saflık olur. Elbette her fikri “onaylayarak” izlemek gerekmiyor. Ancak bu kadar önemli bir mesele üzerine, bu kadar fazla insanın, bu kadar farklı kanaldan çözüm aramasını bir şans olarak görmek gerekir. Bütün bu tespitlerin ardından, sonuç olarak şöyle bir noktaya gelmiş oluyoruz: Kalıplara
hapsolup ezberlerimizi tekrarlayıp durmuyorsak, Müslümanlar olarak sorunumuzu sadece cephedeki bir yenilgi gibi algılamıyorsak, düşüncedeki problemleri fark edebiliyorsak; temel ilke ve prensipler haricinde oluşan farklılıkların doğal ve gerekli olduğunu da görmek zorundayız. İlhami Güler. Sabit Din Dinamik Şeriat. Ed-Din. Şeriat-
5
Din ilişkisi. Ankara Okulu Yayınları. S 25
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
33
Bu noktada baştan beri sorduğumuz soruyu bir
ortaya çıkmış olur. Her bir düşünce pratikle
adım daha ileri taşımamız icap ediyor:
yüzleşir; kendi yanlışlarını, açmazlarını görme
- Eğer farklılıklar doğal ve hatta gerekli ise, “hakikat”e sahip olmak neye sahip olmak demektir? Ve kimin sahip olduğu hakikattir? Gerçek şu ki, Dinin Peygamberi haricinde hiç
fırsatı elde eder. Fikirlerin rekabetinden güçlü bir sinerji doğar. Sonuçta, toplumu ikna edebilen görüşler taraftar bulur ve yaygınlaşır. İkna edemeyenler ise yeni arayışlar içerisine girer ve kendini geliştirir.
kimse dinin tamamını ifade edemez. Ondan
sonraki bütün yorumlar, yorumu yapanın dinden anladıkları ile sınırlıdır. Elbette ki kimisi kimisine göre daha üstün ve doğruya daha yakın olabilir. Ama hiçbirisi doğrunun tamamı olamaz. Dolayısıyla din olduğuna inandığımız değerler, içerisinde bulunduğumuz çağın ve coğrafyanın psikolojik ve sosyal şartlarında ortaya çıkmış yorumlardan ibarettir. Ne kadar geniş katılım ile oluşmuş ise doğruya yaklaşma ihtimali de o kadar fazlalaşmış olur.
Farklı fikirleri kötü görme ve kendi “hakikatini” zorla kabul ettirme mantığının en temel dayanak noktası, Resulullah döneminde başlayan ve Hz. Ebu Bekir döneminde de devam eden Ridde savaşlarıdır. Bu tarihi hadise üzerine yapılan yorumlar, sonraki dönemlerde mürted fıkhının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
İrtidat “geriye dönüş” anlamına gelir. Kelime
Bu tespitleri yaptığımızda göreceli bir durum
zaman içerisinde özel bir anlam kazanmış ve
oluşturmak ve “hakikat bilinemez, dolayısıyla
“dinden geriye dönme” anlamında kullanılmaya
hakikat olduğu zannedilen bir düşüncenin
başlanmıştır. Mürted ise “dinden dönen”
davetçiliği ve savunuculuğu da yapılamaz”
anlamına gelir. Mürted fıkhı, bir Müslüman’ın
demek istemiyoruz. Allah katında hepimiz “güç
dinini değiştirdiğinin; görülmesi, duyulması,
yetirebildiklerimizden” mesulüz. Kur’an; “Bir
itiraf etmesi veya iki adil şahit tarafından şahitlik
insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur.”
edilmesi halinde sabit olur. Eğer tevbe etmezse;
(Bakara 2/233), “Allah her şahsı, ancak gücünün
“Dinini değiştireni öldürün”6 hadisi uyarınca
yettiği ölçüde mükellef kılar.” (Bakara 2/286)
öldürülür.
gibi ayetlerde bu gerçeğe işaret etmiştir. Güç ise sadece bedenen üstesinden gelebildiklerimiz değil; aynı zamanda akledebildiklerimiz ve imkan bulabildiklerimizdir. Dolayısıyla, imtihan edildiğimizi hatırlayıp kendimizi zorlayarak neye güç yetirebiliyorsak, Rabbimizin bizi sorumlu tutacağı da odur. Bu çerçevede, imtihanımızın gereği olarak her birimizin bir arayışı olmalıdır. Bu arayış bizi din/hakikat olduğuna inandığımız bir düşünceye ulaştırır. Her birimiz hakikat olduğuna inandığımız bu düşünceye uygun bir şekilde yaşamaya çalışmalıyız; uğrunda çaba göstermeli ve mücadele vermeliyiz. Kendimize yakın düşünen kimselerle güç birliği oluşturmalıyız. Hatta düşüncemizin toplumun yönetiminde temsil edilmesi için imkanlar da aramalıyız. Ancak, birincisi; düşüncemizin dinin kendisi olmadığını bilerek sürekli daha doğrusunu aramaya devam etmeliyiz ve ikincisi; kendi inancını hakikat olarak gören diğerlerinin de bizimle aynı haklara sahip olduğunu kabul etmeliyiz. Bu başarıldığında fikirlerin mücadelesi
34
Farklı Fikirleri Kötü Gören Dışlayıcı Yaklaşım Nasıl Ortaya Çıktı?
Mürted Fıkhı, merkeziyetçi ve otoriter yönetim anlayışlarının olduğu dönemlerde pek de yadırganmamış, hatta İslam devletinin selameti için teşvik edilmiştir. Ancak birbirinden bağımsız kültür havzaları oluşturmanın mümkün olmadığı günümüzde, “dinin hangi yorumunu terk edenler öldürülecek?” şeklinde bir soru sormamız gerekmektedir. Eğer gerçekten böyle bir fıkıh varsa; doğal olarak her Müslüman kendi düşüncesini hakim kılmak için zorlayacak ve doğal olarak her grup kendisine katılmayanı öldürmenin hak olduğunu düşünecektir. Böyle bir fıkıh varken; birlikte yaşamaktan, farklılıklara tahammülden, hizipçilik yapmamaktan ve hakikatin tek temsilcisi gibi davranmamaktan bahsetmenin hiç bir anlamı kalmaz. Oysa Kur’an’da bu fıkhı destekleyen hiç bir ayet bulunmamaktadır. Tam tersi, dinden dönenlerle ilgili olarak Kur’an şöyle der: Buhârî, Cihâd, 149
6
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“Her kim İslam’ın dışında bir din edinmek isterse,
tehdit oluşturdukları için Ridde savaşlarına
bu din ondan asla kabul edilmeyecektir. O, ahirette
girişmiştir.
de hüsrana uğrayanlardan olacaktır. Resul’ün
hak olduğunu gördükten ve kendisine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra inkara yönelen bir toplumu Allah nasıl doğru yola iletsin! Allah zalim bir halkı asla doğru yola iletmez. Onların elde edecekleri tek şey, Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lanetine uğramak olacaktır. Orada ebedi olarak kalacaklardır; ne azabı hafifletilecektir onların, ne de yüzlerine bakılacaktır. Ancak, daha sonra tövbe edip
durumlarını düzeltmiş olanlar bunun dışında tutulacaktır. Çünkü Allah kullarını bağışlar, onlara merhametle muamele eder. Ama tabii ki iman ettikten sonra yeniden inkara yönelip, sonra da inkarlarını iyice artıranların tövbeleri kabul edilmeyecektir. Onlar sapıkların ta kendileridir.” (Al-i İmran 3/85-90)
Ridde savaşları Resulullah döneminde sona ermeyip, Hz. Ebu Bekir döneminde de devam etmiştir. Fakat onun zamanında savaşın gerekçelerine, “zekat vermeyi reddetmek” gibi bir madde daha eklenmiştir. Bu gerekçe ise savaşları farklı bir boyuta taşımış, “dinin bir kısmını kabul edip, bir kısmını kabul etmeyenler” ile yapıldığı imajı oluşturmuştur. Oysa asıl gerçek bu değildir. Hz. Ebu Bekir zekat vermeyi reddedenlerin devlet otoritesini zaafa uğrattıklarını ve peşi sıra başka isyanları teşvik edebileceğini düşünmüş ve siyaseten böyle bir karar almıştır. Halbuki aynı dönemde Hz. Ömer, “zekat vermeyi reddedenlerden bir süre zekat almamak” gibi bir çözüm önermiştir. Ancak Hz. Ebu Bekir bu meseleyi, devletin sürekliliği noktasında önemli bir sorun olarak görmüş
Görüldüğü gibi iman ettikten sonra inkara
olmalıdır ki; “savaş” şeklinde bir siyasi karar
yönelenlere karşı ne savaş emredilmektedir,
vermiş ve bunu uygulamıştır.
ne de görüldükleri yerde öldürmek! Hatta Yüce Allah, tövbe etmeleri halinde tövbelerinin kabul
Kısacası meselenin sonradan oluşan mürted
edileceğini bildirmektedir.
fıkhıyla hiç bir ilişkisi yoktur.
“Onları bulduğunuz yerde öldürün” ifadesinin
Ne var ki bu anlayış, önce Haricilik tarafından
geçtiği ayetler ise, öncesi ve sonrasıyla okunduğu zaman bambaşka mesajlar vermektedir. Mesela Bakara suresinde; “Sizinle savaşanlarla siz de savaşın. … Onları yakaladığınız yerde öldürün”7 şeklinde geçmektedir. Nisa suresinde; “Kendileriyle aynı duruma düşesiniz diye, kendilerinin inkar ettiği gibi sizin de inkar etmenizi arzuluyorlar.
beslenmiş, sonra da Mihne döneminin baskıcı şartlarında şekillenen Hanbelilik ile metodolojiye bürünmüştür. Ahmed İbni Hanbel, açıkça Kur’an ve sünnete dayanmayan her türlü görüş ve düşünceyi bid’at olarak nitelemiş ve tekfirciliğin kapılarını aralamıştır. Son yüzyıllarda ise “İslamcılığın bazı versiyonları” kanalıyla neredeyse bir ideolojiye dönüştürülmüştür.
… Yakaladığınız yerde onları öldürün. … Ancak sizinle savaşmak istemeyenlere yahut ne size karşı ne de kendi kavimlerine karşı savaşmak istemediklerinden dolayı içlerinde bir sıkıntı duyarak size gelenlere dokunmayın”8 şeklinde geçmektedir. Tevbe suresinde ise yaptığı anlaşmayı bozan kavimlere karşı yapılması gerekenler anlatılmaktadır. Kısacası, bu ayetler dinden dönenin veya kafirin katledilmesini helal kılan ayetler değil, sadece tehdit oluşturanlara karşı tedbir ve tutum öneren ayetlerdir. Bu çerçevede Resulullah da sırf dinden döndükleri için değil, dinden döndükten sonra Müslümanlara savaş açtıkları veya potansiyel Bakara 2/190-191
7
İslam’a Göre Birlikte Yaşamanın İmkanı 1- Birlikte yaşamaktan ne anlıyoruz? Tekfirci ve dışlayıcı anlayış; “eğer ben hakikati temsil ediyorsam, toplumun kurtuluşu için bu hakikati gerekirse zorla hakim kılmak benim temel sorumluluğumdur” yaklaşımıyla hareket etmektedir. Fakat İslam toplumları günümüzde, “birlikte yaşam” fikrine de uzak değildir. Hatta günümüzde, dışlayıcı ve tekfirci söylemlerden daha güçlü bir şekilde ifade edildiğini söylersek hatalı bir tespit yapmış olmayız.
Nisa 4/89-90
8
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
35
Birlikte yaşamaktan ne anlamamız gerektiğini tartışabilmek açısından bu söylemlere bir miktar değinmek istiyoruz.
Odaklanılan sorunun asli bir sorun olmaması
Birlikte yaşamak tezlerinin popüler kavramları
konu üzerine kafa yorsun!” denebilir. Ancak
hoşgörü ve toleranstır. Bu kavramlar aracılığıyla
hoşgörücüler, aşırı bir şirinlik, her türlü
dile getirilen söylem, farklı dinlerin birlikte
tavizi vermeye hazır bir tolerans ve peşin
yaşamasının imkanlarını aramaktadır. Üstelik
bir teslimiyet ile diyalog geliştirmektedirler.
sadece teorik imkanlar araştırılmamakta,
Dolayısıyla mesele birlikte yaşamanın imkanları
aynı zamanda “dinler arası diyalog”
olmaktan çıkmakta ve diğer dinlerin “olur”unu
organizasyonlarıyla somut sonuçlar elde
almaya dönüşmektedir. Olur alabilmek için
edilmeye çalışılmaktadır.
hiç bir ilke ve sabite bırakmamaktadırlar. Bu
sıkıntı olarak görülmeyebilir. “Birileri de bu
Kullandığı kavramlar ve ulaşmaya çalıştığı hedefler açısından önemli bir sorunu çözmeye talip gibi görünen bu söylemin, Müslümanlar arasında, hedefin büyüklüğüne denk bir heyecan oluşturduğu söylenemez. Heyecan oluşturamamasının farklı sebepleri vardır: 1. Sebep: Yapılan işin niteliği. İslam coğrafyasının temel sorunu, farklı dinlerle birlikte yaşamayı başaramamak olmamıştır. İslam tarihinin başlangıcından beri Müslümanlar, merkeziyetçi, baskıcı ve otoriter zihniyetlerin hakim olduğu bir dünyada farklı fikirlere karşı toleranslı ve açık olmayı başarmışlardır. Bu noktada, dönemdaş kültürlerle ve dinlerle kıyaslanmayacak ölçüde temiz bir sicilleri olduğu söylenebilir. Hatta İslam düşüncesi içerisindeki tekfirci yorumlar bile, farklı dinlerle değil, İslam düşüncesi içerisindeki farklı yorumlarla uğraşmışlardır. İnsanlığın bugünkü talepleri ve beklentileri
kompleksli yaklaşım ise kaçınılmaz olarak vicdanları rahatsız etmektedir. 3. Ve temel sebep: Hoşgörücülerin zihniyeti. Dinler arası diyalog arayışlarının en ironik yönü ise farklı dinlere karşı her türlü tavizi veren ve her türlü şirinliği gösterenlerin, farklı İslam anlayışlarına karşı neredeyse sıfır tolerans ve sıfır hoşgörü ile hareket etmeleridir. Farklı dinlerle birlikte yaşamayı arzulamakta ama İslam’ın farklı yorumlarıyla birlikte yaşamayı arzulamamaktadırlar. “Bize dokunmayan yaşasın” yaklaşımı bariz bir şekilde kendisini hissettirmektedir. Yollar birazcık kesiştiğinde, derhal dışlayıcı ve rekabetçi bir moda geçilmektedir. Dolayısıyla dinler arası diyalog arayışları Müslümanlar olarak sorunumuzun çözümüne bir katkı yapmamaktadır. Farklı bir dünya, farklı bir gündem oluşturmaktadır. ***
çerçevesinde baktığımızda, tarihi tecrübelerin
Birlikte yaşamanın bir başka şekli ise sosyal
birçok eksik yönünü görebiliriz. Eleştirmemiz
yaşamın süreci içerisinde, “belli etmeden”
gereken meseleler çıkabilir. Ayrıca tarihin farklı
şekillenmekte ve karşımıza çıkmaktadır. Önce
dönemlerindeki uygulamaların bugün birebir
fiili durum olarak İslam, bir inanç manzumesi
karşılığının olamayacağı fikrinden hareketle,
haline getirilmekte ve ibadetlere indirgenmekte,
daha farklı öneriler ve düşünceler ortaya
sosyal ve siyasal hedeflerinden arındırılmaktadır.
koyabiliriz. Bugünkü tecrübe ve bakış açısıyla
Sonra bazı dini sembollerin kullanımı ve
ortaya koyacağımız öneriler, önceki dönemin
ibadetlerin yerine getirilmesi noktasında göreceli
uygulamalarına göre daha ileri olabilir. Ancak
özgürlük ortamı oluşturulmaktadır. Ardından
“farklı dinlerin birlikte yaşaması sorunu”, İslam
da sosyal hayatın diğer alanlarında Batı sistemi
coğrafyası açısından günün siyasi imkanlarıyla
aynen uygulanmaktadır. Toplumlar arasında
çözülebilir bir meseledir. İslam toplumlarının
farklılık kalmayınca ise “farklılıkları birlikte
gerçek problemi ise farklı İslam yorumlarının
yaşatmak” gibi bir sorun da kalmamaktadır.
birlikte yaşaması noktasındadır. Oysa hoşgörücüler bu problemle ilgilenmemektedirler.
36
2. Sebep: İşin yapılış tarzı.
Elbette ki böyle bir vakıanın toplum için selamet
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olmadığı ortadadır. Bütün inanç ve iddialardan
İslam denince, hayata dönük somut çözüm
vazgeçmek gibi bir fiili durum oluşturması da
önerileri olan bir din anlaşılmaktadır. Oysa
toplum için bir yıkımdır; Batı’ya bile mutluluk
peygamberlik “örneklik” makamıdır; bize,
getirmeyen düzenin aynen taklit edilmesi de
evrensel değerlerin hayata nasıl geçirileceği
toplum için bir yıkımdır.
konusunda fikir verir. Sonraki dönemlerde aynen
*** Biz, birlikte yaşamaktan: - Her türlü tavizi vererek farklı dinlere şirin görünmeyi,
uygulanmasına imkan yoktur ve zaten (halifeler dönemi de dahil) birebir uygulanamamıştır. İslam’ı güncel sorunlara birebir çözümler üreten bir din değil, bize rehberlik edecek evrensel değerleri bildiren bir din olarak gördüğümüzde ise onun temel amacının bir zihin inşa etmek
- Veya sosyal ve siyasal hedeflerden vazgeçip buraları menfaat ve çıkar odaklarına terk etmeyi
olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. O zaman da taşlar doğru bir şekilde yerine oturmaya başlar. Birlikte yaşamak konusunda da durum farklı
anlamıyoruz.
değildir. İslam, “birlikte yaşam” sorununa dair
Anladığımız şey, daha önce de ifade ettiğimiz
dönemde var olan Müslümanlar için böyle bir
gibi:
somut çözümler içermez. Çünkü vahyin indiği sorun mevcut değildir. Bu sorun toplumların
- Ben, “ben” olayım; sen, “sen” ol; ikimiz de irademiz ve aklımızdan vazgeçmeyelim. - Tartışalım, rekabet edelim, kendi doğrularımızı anlatmak için kurumlar ve organizasyonlar oluşturalım. - Fakat rekabetin çatışmaya dönüşmesine engel olmak için aramızda hakemlik görevi görecek ilkeler belirleyelim; birbirimize nereye kadar müdahale edeceğiz, birbirimizin hayat alanının neresine kadar gireceğiz, anlaşalım. - Ve bu ilkeler ihlal edildiğinde yaptırım uygulayacak mekanizmalar oluşturalım. şeklinde özetlenebilir. Buna göre de, şu soruyu sorabiliriz: Peki bu şartlarda nasıl birlikte olabiliriz?
ve kültürlerin fazlasıyla iç içe geçmiş olduğu günümüz dünyasının bir sorunudur. Hal böyleyken Müslümanlar, bu sorunun cevabını İslam’da aramaya giriştiklerinde; kimileri onda böyle bir sorunun olmadığını görüyor ve eski tek tipleştirici/dayatmacı zihniyeti sürdürüyor, kimileri ise İslam’ı yok sayıp güncel felsefe ve fikirlerle çözüm üretmeye çalışıyor. Halbuki tüm sorunlarımızda olduğu gibi bu sorunda da cevabını İslam’da aradığımız şey; “İslam bu konuda nasıl bir zihniyet oluşturuyor/ sunuyor?” sorusunun cevabı olmalıdır. Doğru
soruyla başladığımız zaman, doğru sonuçlar elde etmemiz de mümkün hale gelir. İslam’ın birlikte yaşam konusunda sunduğu zihniyet, öğretisinin en temel unsurlarından biri olan irade kavramında ve imtihan olgusunda gizlidir. Buna göre, Allah insanoğlunu yaratmış; (fıtratına işleyerek, nefsine ve çevresine işaretler koyarak ve vahiyle hatırlatarak) ona
2- Birlikte yaşamak konusunda karşı
“iyiyi” ve “kötüyü” göstermiş; iyiyi kötüden
karşıya bulunduğumuz imkanlar
ayırt edip yeryüzünü güzellikle imar edebilmesi
Evrensel bir din olarak İslam, evrenselliğin
sonra da iradesiyle baş başa bırakmıştır. Baş
doğası gereği güncel sorunlara çözümler içermez.
için gereken özellik ve becerileri vermiş; başa bırakılmanın sebebi başıboşluk değil, imtihan gerçekliğidir. Herkes iradesini kullanış
Gerçi Müslümanların düşünce dünyasında, Resulullah dönemindeki uygulama ile din (yani evrensel değerler) iç içe geçmiştir. Dolayısıyla
biçimine göre yargılanacaktır; layık olan sonsuz bir ödülle, hak eden ise sonsuz bir cezayla karşılaşacaktır. Bu öğreti çerçevesinde:
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
37
1. Allah kimseyi zorlamaz: “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde yaşayanların hepsi mü’min olurdu. ...” (Yunus 10/99)
2. İyilik isteyen için iyiliği kolaylaştırır, kötülük isteyeni ise engellemez. İyiliğin de kötülüğün de vücut bulmasını mümkün hale getirir:
arayacağız. Ve ulaştığımız sonuçlar bizim imtihanımız olacak, Allah’ın huzuruna çıktığımızda hesap vereceğiz. Bizler ise günün sorunlarına çözüm üretmeye çalışırken sıfırdan başlamayacağız. Hiç olmayan bir şeyi bulup getirip insanlara zorla giydirmeye çalışmayacağız. Günün verilerinden hareket edecek:
“Eğer Allah işledikleri günahlar yüzünden hemencecik cezalandırsaydı, yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı kalmazdı. Ancak Allah onlara belli bir vakte kadar süre tanıyor. ...” (Fatır 35/45)
3. Kendisi zorlamayan ve engellemeyen Allah, Peygamberinin de zorlamasını istememiştir:
- İyileri sürdüren - Eksikleri tamamlayan - Ve yanlışları iptal eden veya değiştiren
bir mantıkla onları süzgeçten geçireceğiz. Bu mantıkla günün verilerine yöneldiğimizde,
“Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver.” (Kaf 50/45)
kimi kavram ve arayışlar ile insanlığın bu probleme çözümler geliştirmeye çalıştığını görebiliriz. Mevcut tecrübeler içerisinde özellikle hukukun üstünlüğü ve anayasa kavramları
“İnsanları iman etmeye zorlama! Rabbin eğer bunu
dikkat çekicidir. Seküler devlet, fikir özgürlüğü,
isteseydi, yeryüzünde yaşayan herkes mü’min
insan hakları gibi başka kavramlar ve çözümler
olurdu. Hal böyleyken, sen kalkıp mü’min olmaları
de bulunmaktadır. Ancak bunlar olumlu
için insanlara baskı mı yapacaksın?” (Yunus 10/99)
ve olumsuz yönleriyle daha derinlemesine
Bu ayetlere baktığımız zaman Kur’an’ın, “zorlamamak” esaslı ve iradenin açığa çıkmasını hedefleyen bir zihniyet oluşturmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Kur’an’ın oluşturmaya çalıştığı zihniyet, tek merkezli ve otoriter yönetim anlayışının geçerli olduğu bir dünyada o dönemin algılayışlarına uygun sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Fakat kültürlerin iç içe geçtiği ve yönetim anlayışlarının değiştiği günümüzde ise, bugünün
tartışmayı gerektirdiği ve makale sınırları içerisinde bunu yapmaya imkan bulunmadığı için, biz ilk iki kavram üzerinde yoğunlaşmayı uygun görmekteyiz. Hukukun Üstünlüğü Hukuk, hak kelimesinin çoğuludur. Hak ise temelde “uygunluk ve uyumluluk”9 anlamına gelir. Yani “gerektiği yerde, gerektiği kadar ve gerektiği zaman ortaya konan; fiil, hareket
ihtiyaçlarına denk sonuçlar ortaya çıkaracaktır.
veya söz” anlatılmak istenir. Fakat uygunluk
Bugünün vakıası birlikte yaşamayı zorunlu
yargılardır. Bu yüzden kavram İslam ıstılahında,
kılıyor.
“Kur’ani hakikate uygunluk” anlamında
Kur’an ise birlikte yaşamaya engel olacak bir yaklaşım sergilemiyor.
ve uyumluluk bakış açısına göre değişebilen
kullanılmıştır. Modern dönemlerde ise, “toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasalar bütünü” anlamında daha özel
Peki, günün problemlerine denk düşecek şekilde birlikte yaşam imkanları nasıl oluşacak? Bu sorunun cevabı bizlerdedir. Kur’an’ın zihniyetiyle donanarak günün problemlerini bizler çözeceğiz. Sorunlara cevapları bizler
bir kullanımı ortaya çıkmıştır. Kavramın modern dönemlerdeki kullanımı ile İslami literatürdeki kullanımı arasında belirgin bir fark bulunmaktadır. İslami literatürde hukuk denince şeriat kastedilir. Şeriat ise “Allah 9 Ragıb el-İsfehani. El Müfredat, “h-k-k”
38
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tarafından belirlenmiş emir ve yasaklar”a
yeni yönetim modelleri, yeni yeni toplumsal
verilen isimdir. İslam literatüründeki hukuk
yapılanma modelleri ve yeni yeni algılayışlar
tanımına göre Yüce Allah, ekmeliyete ulaşmış
geliştirdi.
son din aracılığı ile insanoğlunun bütün ihtiyaç ve problemlerine cevap vermiştir. Müslümanlar, Kur’an ve Peygamber’in sünneti aracılığıyla bu cevaplara ulaşırlar. Bunlarda bulamadıkları çözümleri ise Kur’an’da, sünnette ve kendilerinden önceki Müslümanların ortak kararlarında (icma) yer alan benzer şeylerle kıyaslayarak çözerler. Fakat ne var ki bu hukuk algısı, şeriatın ne olduğunu yeterince kavrayamama sonucu ortaya çıkmış bir algıdır. (Makalenin başında da ele alındığı gibi) Şeriat, hiç bir dönem değişmeyen evrensel yasalar anlamına gelmemektedir. Evrensel ilkelerin farklı zaman ve coğrafyalardaki uygulama biçimleri için kullanılan bir kavramdır. Evrensel ilkelerin farklı zaman ve coğrafyalarda nasıl uygulanacağı ise insanoğlunun meselesidir. Dolayısıyla şeriatı oluşturması gereken insandır. İnsan yasa yapıp hukuk düzenlediğinde Allah’ın yetki alanına girmiş olmaz. Tam tersi halifelik sorumluluğunun gereğini yerine getirmiş olur. Geçmişte İslam dünyasında var olan şeriat algısı, sadece bu coğrafyaya özgü bir algılama biçimi değildir. O dönemde bütün coğrafyalarda geçerli olan mantık, “bilginin/hakikatin insanın dışında ve kesin olduğu, insanın ise bu bilgiye (sadece) ulaşabileceği” fikrine dayanıyordu. İnsanoğlunun bilgi üretemeyeceği, “doğru” ve “yanlış”ın insanın dışında belirlenmiş olduğu, insanın ise sadece önüne çıkan seçeneklerden birisini tercih edebileceği kabul ediliyordu. Doğru ve yanlışı belirleyen güç ise dinlere göre farklılık gösteriyordu. “İnsanın bilgi üretmede bir dahli olamayacağı” şeklindeki ön kabul, insanın sorular sormasına da engel oluyordu: Krallıktan daha adil bir yönetim biçimi olamaz mı? Aristokratın hep aristokrat, köylünün hep köylü kaldığı kast sistemi dışında bir toplumsal ilişki tarzı geliştirilemez mi? Güçlünün hukuku dışında bir hukuk düşünülemez mi? Vs. Oysa Descartes ile birlikte başlayan modern paradigma, “bilginin mutlak olmadığını ve kurgulanabilir olduğunu” kabul etti. Böylece insanın sorular sormasının önü açıldı ve insan kendisi için “daha iyi” gördüğü şeyi talep etmeye başladı. Bilgi sürecine dahil oldu. Sosyal bilimler yaparak yeni
İşte modern hukuk tanımı da böylece ortaya çıktı. Elbette ki modern Batı felsefesinin ve dolayısıyla hukuk kavramının oluştuğu zemin, arka planındaki gelişmeler ve sahip olunan niyet kimi Müslümanlar açısından tartışmalı bir konudur. Tartıştıkları ve gündeme getirdikleri meselelerde tamamen haksız da değillerdir. Ama buradaki meselemiz Batı’yı tartışmak olmadığı için konumuza dönerek meramımızı şöyle ifade edebiliriz: “Uygunluk veya yerindelik” kararı, sadece “Tanrı”ya hamledilecek bir yetki değildir. Nitekim Kur’an, “adil olmaya”, “adaletle hükmetmeye” davet ederken, (en azından İslam öğretisi açısından) uygunluk ve yerindelik meselesinin beşeri yönüne işaret etmektedir. Buna göre Allah adaletin kaynağı ve bu konudaki son mercii iken, insan ise hayatta nasıl gerçekleşeceğinin yollarını arayan, gerçekleşmesi için yöntemler geliştiren varlıktır. Allah kendisine bu yetkiyi, beceriyi vermiştir ve onunla imtihan etmektedir. İnsanoğlu, kendisine vahiyle bildirilmiş olan evrensel doğruların rehberliğinde ve hakemliğinde; aklederek, vicdanına müracaat ederek ve fıtratına yerleştirilmiş olan özü açığa çıkararak, bir şeyin “uygun” veya “yerinde” olduğuna hükmedebilir. Ve bu çerçevede adil yasalar üretebilir. Vahyin evrensel doğruları ile aklın, vicdanın ve fıtratın cevherleri, özde birbirinden farklı şeyler değildir. Dolayısıyla bir grup insanın veya bir toplumun adalet üzerinde birleşmesi için mutlaka hepsinin vahyin doğrularından hareket ediyor olmaları gerekmez. Bağnazlığın, önyargının ve hevailiğin olmadığı bir ortamda, farklı görüşlere mensup olan kimseler bir ortak akılda buluşabilirler. İşte Hukukun üstünlüğü kavramı bu noktada bir değer ifade eder. Şayet toplumu meydana getiren farklı unsurlar ortak akılla bir hukuk oluşturabilirlerse: - Ortak yaşam alanlarının düzenlenmesini - Birey hak ve hürriyetlerinin sınırlarını (veya sınırsızlığını)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
39
- Denetleyici mekanizmanın (devletin) müdahale edebileceği alanları - Sivil toplumun (farklı görüşler çerçevesinde bir araya gelen grupların) hareket alanlarını - Ve gerektiği zaman uygulanacak cezai müeyyideleri
beklentisini ifade eder ve sonuçta ortak bir noktaya varılır. Anayasa Farklı toplum kesimlerinin ve farklı kültürlerin birlikte yaşayabilmesi için en stratejik konum
birlikte belirleyebilirlerse, o zaman bu hukukun
devlet kurumudur. Devlet bir toplumu oluşturan
çatısı altında “farklılıklarına” rağmen birlikte
unsurların meydana getirdiği siyasi varlıktır ve
yaşayabilirler.
bu şekliyle toplumun kendisi olması gerekir.
Bu yaklaşım tarzı, var olduğuna inandığı “ilahi yasaları” hakim kılmak mantığıyla hareket eden bir kimse için elbette ki yeterli ve ikna edici olmayacaktır. Ancak kişi buradaki açmazı ve yanlışlığı fark ettiğinde önünde farklı bir alan açılır. Kendini bir ütopyaya kapatmayı bırakır ve yeniden yaşayan hayata döner. Hayat tozpembe değildir; güzel şeylerle birlikte sorunlar da iç içedir. Makalemizin konusu olan sorunun çözümünde ise “hukukun üstünlüğü” kavramı dikkate değer imkanlar barındırmaktadır. Akla birçok soru gelebilir; “Şu sorun nasıl aşılacak?” “Şu yön nasıl geçilecek?” “Şu durum nasıl gerçekleşecek?” Vs. Tüm bu soruların cevabı aslında sorun çözmek isteyen insanın
Ancak bu siyasi varlık her zaman toplumun güçlüleri tarafından ele geçirilmiş vaziyettedir. “Ele geçirilmiş” bir devlet toplumun gücünden beslenir, ama iş toplumun temsiliyetine geldiğinde, “devlet mi millet içindir; millet mi devlet için!” tartışmaları başlar. Eski çağlarda devlet, toplumu değil “Tanrı”yı temsil ederdi. Devlet kutsanır, varlığı her şeyin üzerinde görülürdü. Toplum ise güdülmesi gereken bir sürüydü. Varlığı ancak devletle mümkündü. Bu yüzden de “millet devlet için” olabilirdi. Toplumdaki farklı unsurlar ve farklı görüşler, devletin kırmızı çizgilerine razı olmak zorundaydılar. Başka türlü var olmalarına imkan yoktu.
kendisindedir. Kavramın bir takım imkanlar
Günümüzün siyaset felsefesi ise açıkça zulüm
barındırması, tek başına her duruma ve her
olan bu devlet algısının değişmesine imkan
topluma birebir uyacağı anlamına gelmez.
hazırladı. Devleti tanrısal bir güç olmaktan
Kavram sadece önemli bir imkan sunmakta,
çıkarıp bir kuruma dönüştürdü; hesap
yani zihnimize açılım kazandırmaktadır. Kendi
sorulabilen ve hesap vermek zorunda olan bir
kendimize, “Ben hangi şartlarda bir üst hukuka
konuma indirgedi. “Güçler ayrılığı” ilkesi ile
razı olurum?” sorusunu sormaya başladığımız
aşırı güç; yasama, yürütme ve yargı adı verilen
andan itibaren çözüm süreci de başlamış olur.
ve birbirini denetleyen bölümlere ayrıldı. En
Kendimiz için istediğimiz bütün talep ve hakların
operasyonel kanadını teşkil eden yürütmenin
diğer görüşler için de geçerli olacağını göz
(hükümet), halkın seçtiği kimselerden
önünde bulundurursak; o zaman iş taleplerin ne
oluşmasını sağladı ve başarısızlık halinde
getireceği, ne götüreceği ve ortak bir zeminin
değiştirilebilmesine imkan tanıdı. Böylece,
nasıl yakalanacağı meselesine kalır.
“devlet millet içindir” yaklaşımı geçerli hale
Bu sorulara verilen cevapların topluma
gelmiş oldu.
ve coğrafyaya göre farklılık arz etmesi
Fakat bununla birlikte hala; devlet en organize
kaçınılmazdır. Çünkü her coğrafyanın ve her
toplum unsurudur ve hala “ele geçirilebilir” bir
toplumun kendine özgü şartları bulunmaktadır.
nitelik taşımaktadır.
Dolayısıyla tek bir model geliştirilip, “çözüm budur!” diye bütün toplumlara sunulamaz. Bütün toplumlar için çözüm, kendi üst hukuklarını oluşturmak için başlattıkları diyalogların arkasındadır. Her toplum kesimi
40
kendi talep ve görüşüyle sürece katılır, kendi
Modern siyaset algısı, “hukukun üstünlüğü” fikrinin işlerlik kazanması ve devletin baskıcı bir yapıya bürünmemesi için anayasa kavramını üretmiştir. Anayasa en genel olarak, “bir devletin örgütlenmesinin temel kurallarını koyan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
metin” olarak tanımlanabilir. Bu metindeki ana
anlaşılamamıştır. Dünyanın diğer coğrafyalarında
fikre bağlı olarak ideolojik ve dayatmacı bir
olduğu gibi İslam coğrafyasında da, tek merkezli
kurum da ortaya çıkabilir; inanç ve düşünceyi
ve otoriter yönetimlerin oluştuğu bir sürece
topluma bırakan ve her düşüncenin kendisini
girilmiştir. Ve nihayet bu süreç; zorlamayı ve
ifade edebilmesi için imkanlar oluşturan bir
dayatmayı günümüze miras olarak bırakmıştır.
kurum da ortaya çıkabilir. Kendisini asli unsur olarak görüp dayatan bir yapı da ortaya çıkabilir; farklılıklar arasında hakemlik yapan bir çatı da ortaya çıkabilir. Hangi sonucun çıkacağı, tüm toplum kesimlerinin üzerinde uzlaştığı ve devletin hareket alanlarını belirleyen anayasa
Halbuki bir zulüm yönetiminin ve bir zalimin devrilmesiyle bir fikrin topluma dayatılması arasında çok belirgin bir fark vardır. “Zulüm” bütün ezilmişlerin ortak meselesidir. Çıkar ve menfaat penceresinden bakılmadığı müddetçe
maddelerine bağlıdır.
tanımı üzerinde uzlaşılabilir; engellenmesi
Toplumsal uzlaşma ile iyi bir anayasa
kurmuş olan zalim, elindeki gücü kolayca bırakıp
yapıldığında ise toplumun talepleri nispetinde
gitmeyeceğinden, zulmün ortadan kaldırılması
hareket alanı daralmış bir yönetim yapılanması
için gerekirse “zor” da kullanılabilir.
ortaya çıkar. Farklı toplum kesimlerinden ve farklı düşüncelerden oluşan Sivil Topluma geniş bir hareket alanı kalır.
için işbirliği yapılabilir. Hatta zulüm düzenini
Fakat bir zalim gittiği zaman önü açılan birileri kendi fikirlerini ve yaşam tarzlarını dayatmaya kalktıklarında, zalimin sadece ismi değişmiş olur. Müslümanların görevi insanları zorla da olsa
Sonuç
hakikate ulaştırmak değildir. Onlar davetçidirler;
İslam’ın özünde baskıcı ve totaliter bir zihniyet bulunmadığı ve insanlığın yeryüzündeki varoluşunu “irade” ve “imtihan” kavramlarıyla anlamlandırdığı halde, kimi Müslümanlar neden “gerekirse zorla” kendi doğrularını hakim kılma
insanların iradelerini özgürce kullanabilecekleri ortamlar oluşturmakla mükelleftirler. Zulme ve zalime karşı savaşırlar, haksızlıkları ortadan kaldırmak için çabalarlar, toplumun iradesi üzerindeki baskıları kaldırırlar. Ama sonrası
çabası içindedirler?
insanlığın kendi imtihanıdır. Kimseyi zorla
Çünkü onlar, şabloncu/şekilci okumalar
kabullenmeyen birey ve topluluklarla birlikte
yapmakta; geçmişin merkeziyetçi, otoriter
yaşamanın imkanlarını oluşturup, bu şartlarda
ve tepeden aşağı doğru şekillenen toplum
sorumluluklarını yerine getirmeye devam
yapılarını görüp, bunu İslam’a hamletmekte;
ederler.
Müslüman yapamazlar. Kendileri gibi olmayı
ve “hakim olmak” ile İslam arasında doğrudan ilişki kurmaktadırlar. O zaman da fikrin diğer kesimlere dayatılması ve insanların zorlanması, meşru bir davranış olarak ortaya çıkmaktadır. Oysa bu dinin Peygamberi, bağımsız kültür havzalarının bulunduğu ve bu havzalarda tek tipleştirmenin çok normal karşılandığı bir dünyada, farklı kültürleri bir arada yaşatmayı öngören bir yönetim modeli oluşturmaya çalışmıştır. “Medine Vesikası” ile sağlanmaya çalışılan bu ortam, her ne kadar Müslümanların henüz zayıf olmalarıyla bağlantılı ise de, (Peygamber vahyin ilkeleriyle çelişemeyeceğine göre) İslam’ın farklı kültürlere yaklaşımıyla ilgili fikir vermektedir. Sonrasında ise Medine İslamlaşmış ve farklı kültürlerin eriyip yok olduğu bir dönem yaşanmıştır. Böylece
Zulme karşı olmak ve adaleti istemek insanlığın ortak meselesi olduğu için, kendileri gibi düşünmeyen toplum kesimlerinden bile destek bulmaları kuvvetli ihtimaldir. Böylece farklı toplum kesimlerinin ve farklı kültürlerin birlikte yaşadığı bir ortamda, onların da desteğini alarak zulme karşı savaşlarını sürdürürler. Bunu başardıkları zaman farklılıklar bir zenginliğe dönüşür. Farklı kültürler arasındaki rekabet ve tartışmalar toplumun dinamizmini üst düzeye çıkarır. Fikri tekamül, sosyal gelişim ve bilim alanındaki gelişmeler bu dinamizmden olumlu yönde etkilenir. Toplum muazzam bir şekilde gelişmeye başlar. Birlikte yaşamayı başaramayan toplumlar ise
Medine Vesikası’nın arkasındaki zihniyet de
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
41
özelde kendi içinde, genelde diğer toplumlarla kavgalı ve çatışmalı bir hale gelir. Enerjisini, imkanlarını ve düşüncesini bu kısır dövüş ortamında zayi eder durur. Sonuçta da iyice körelir ve insanlık adına hiç bir şey yapamayan sığ bir noktaya düşer.
koşamazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onlardan sorumlu da değilsin”10 mealindeki ayette ve sayıca az olmayan diğer benzerlerinde, Müslümanların sahip olması gereken tutumla ilgili önemli ipuçları vermektedir. Müslümanların görevi insanlara bekçilik veya hamilik yapmak değildir. Bu yüzden zulme karşı olmak ve adaleti istemek ile hakimiyet ve baskı arasında kurulan “gereklilik” ilişkisi yanlıştır. Tarih içerisinde kurulmuş olan bu ilişki, İslam’ın ilke ve prensiplerinin değil o dönemin anlayışlarının bir sonucudur. Hukukun üstünlüğü ve anayasa kavramları ile oluşan imkan ise İslam’ın yaklaşım tarzına daha uygundur.
www.islamiyorum.com
Kur’an “Allah dileseydi, onlar ortak
En’am 6/107
10
42
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: Çok Kültürlülük ve Birlikte Yaşamak
Hoşgörü:
Müdara ve Tahammül Muhammed Müctehid Şebusteri “Resmi Dini Söylemin Eleştirisi. Mana Yayınları. Çev: Abuzer Dişkaya” isimli kitabından alıntılanmıştır.
1. Tolerans için Farsçada bulunabilecek en iyi
tahammül edildiğinde
karşılıklar, tahammül ve müdara kelimeleridir.
yani bu sadece lafta
Tolerans kelimesinin kökü aslında tahammül
kalmadığında, tahammül
etmek anlamına gelir. Diğerlerine tahammül
eden insan bir konu ya da
etmemiz gerekir dendiğinde, insanları olduğu
meselede bütün hakikate
gibi kabul etmemiz gerektiği kastedilmiş
sahip olduğu iddiasında
olur. Yani insanların oldukları gibi olmaya
bulunamaz. Bu ister siyasi
ve görünmeye hakları vardır. Farsçada
bir konu olsun isterse de
kolaylaştırma anlamına gelen “tesahül”,
başka bir alanla ilgili olsun
toleransın uygun bir karşılığı değildir. Tesahül,
fark etmez. Tahammül,
diğerlerini kendi hâline bırakmak, inanç ve
ancak böyle bir düşünme ve davranış tarzının
yaşama biçimlerini ciddiye almamak anlamına
sonucu olarak ortaya çıkarsa diğerlerinin sosyal
gelir. Yani bu bir çeşit sorumluluktan kaçma ve
ve siyasi haklarının kaynağı hâline gelebilir.
kendi işini kolaylaştırmayı içerir. Tesahül sahibi olan bir insan diğerlerinin ne dediğine ve ne yaptıklarına fazla önem vermez. Tesahülde, diğerlerinin de hak ve hukuk sahibi olduğunun ciddiye alınmasını sağlayacak, siyasi ve hukuki bir anlam yoktur. Buna rağmen dilimizde toleransın en yaygın tercüme karşılığı daha çok tesahüldür.
2. Asıl üzerinde durulması gereken tahammül şekli, diğerlerinin sosyal ve siyasi haklarının kabul edilmesini sağlayacak olan tahammül şekli olmalıdır. Diğerlerinin de sosyal ve siyasi haklara sahip olduklarının kabul edilmesi, sadece insan olmalarından dolayı bütün insanlar nasıl farklı inanç, düşünce ve ahlak sistemlerine sahiplerse aynı şekilde sırf insan olmaları hasebiyle eşit
Aslında tahammül ve müdarada bir çeşit
insani haklara da sahip olduklarının ilkece
kendi kendini sınırlandırma söz konusudur.
kabul edilmesiyle ancak söz konusu olabilir. Bu
Tahammül eden insan, kendisini sınırlandırmış
noktada, hoşgörü ve tahammül kavramlarının
ve diğerleri karşısında kendisine bir sınır
içinin boşaltılması ve anlamlarının saptırılması
belirlemiştir. O, diğerlerinin varlığını hisseder,
tehlikesinden kaçınmamız gerekir. Özellikle
onları resmen tanır ve kabul eder. Ancak
vurgulamak istediğim şey, Batılı anlamda
tahammülün varlığında, “Öteki kimdir? Ne
hoşgörü ve tahammülün karşılığı olarak
diyor? Ve ne yapıyor?” tarzı sorular sormanın
yanlış, eksik ve eklektik bir tanım kurgulayıp
bir anlamı olacaktır. Diğerlerine gerçekten
bunun adına da İslami hoşgörü ve tahammül
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
43
denmesidir. Veya Batılı anlamda tesahül
ederse ama zorunluluk ve çaresizlikten ya da
(müsamaha) ve hoşgörüye karşı İslami tesahül
konjonktür gereği diğerlerine tahammül etmek
(müsamaha) ve hoşgörüden bahsedilmesidir! Ve
ve katlanmak zorunda kalırsa bu ancak şekli bir
sonra da biz İslami tolerans ve hoşgörüyü kabul
müdara (hoşgörü) ve tahammülle karşı karşıya
ediyoruz; ama Batılı olanları kabul etmiyoruz,
olduğumuz anlamına gelir. Bu tür biçimsel
denmesidir. Böyle bir çaba sadece siyasi
hoşgörü ve tahammül tarzları farklı ülkelerde
kavramların saptırılması anlamına gelecektir.
bulunmaktadır. Mesela herhangi bir dini, resmî
Üstelik bundan olumlu bir sonuç çıkması da
olarak tanıyan ülkeler, dinî azınlıklar için sınırlı
mümkün değildir. Bu sadece görüşme ve diyalog
bir özgürlük ve hukuk kabul ederler ve bu sınırlı
sürecini sorunlu hâle getirip çıkmaza sokacaktır.
özgürlük ve haklar hiçbir zaman resmî dine
Bugünün siyasi kültüründe tolerans, belirli ve
mensup olanların hak ve özgürlükleriyle eşit
bölünemez bir anlama sahiptir. Bizim önce bu
hâle gelmez. Derler ki, sonuçta bu azınlıklar
belirli olan anlamı açıkça ortaya koymamız,
da toplumun içinde bulunmaktadır ve sosyal
sonra da onu kabul edip etmediğimize karar
yaşamın gereği zorunlu olarak onların da bazı
vermemiz gerekir; başka bir şeye değil!
haklara sahip olması gerekir; ama gerçekte
Maalesef ülkemizde bu vahim hataya düşmüş durumdayız. İnsan hakları ve demokrasi konusunda da aynı hastalığa saplandık. Bazıları, bugünkü anlamlarıyla temel hak ve özgürlükleri kabul etmediklerini, Batılı kavramlar
olmasalar çok daha iyi olurdu! Evet, bu tarz bir hoşgörü ve tahammül kesinlikle şeklîdir ve diğerlerinin felsefi ve dinî olarak inkâr edilmesinden kaynaklanır.
oldukları için insan hakları ve demokrasinin de
Ama içeriksel hoşgörü ve tahammül, ancak
reddedilmesi gerektiğini savunmaktadır. İslami
anayasayı hazırlayanların, devlet adamlarının,
hak ve özgürlükler veya İslami insan hakları
yöneticilerin ve toplumun; bütün felsefi, dinî ve
ve demokrasi diye bir şey var ve biz onları
siyasi hakikatin kendi tekellerinde olmadığını
kabul ediyoruz, demektedirler! Bütün bunlar
düşündükleri bir toplumda var olabilir. Zira
meselenin niteliğinin saptırılmasından başka bir
ancak böyle bir toplumda içeriksel tolerans bir
şey değildir. Bu yüzden de önce insan hakları,
anlam kazanabilir. Tahammül ve hoşgörü sosyal
özgürlük ve demokrasi kavramlarının doğru
ve siyasi anlamlarıyla ancak insan haklarının
tanımlanması ve sonra da bunların sadece
bugünkü anlamlarıyla kabul edildiği bir toplumda
kabul ya da ret edilebileceğinin artık iyice
ciddi bir şekilde var olabilir. Tolerans ancak
anlaşılması gerekmektedir. Bu tür kavramlar
anayasanın, toplumun sahip olduğu kültürel,
doğru tanımlandıklarında, mesela özgürlüğü
siyasi ve dinî inançları olumlu olumsuz ayrımı
kabul etmeyen birisinin zorunlu olarak onun
yapmadan, bunları zenginlik olarak gördüğü
karşıtı olanı, özgürlüğün yokluğunu kabul
ve devlet kurumlarının da uygulamada bu
etmiş olacağı ve insan haklarını kabul etmeyen
farklılıkların kendisini ifade etmesine tahammül
birisinin de başka tür bir insan hakları anlayışını
ettiği durumlarda var olabilir. Hatta bu inanç
kabul etmesinin mümkün olmayacağı açıkça
ve değerler, yönetimi elinde bulunduranların
anlaşılmış olur. Demokrasi, insan hakları ve
mensup olduğu inanç ve değerlerden farklı
özgürlük hakkında geçerli olan bu hakikat,
ve onlara aykırı bile olsa durum değişmez.
tolerans kavramı için de aynen geçerlidir. Bu
Bu işin üstesinden gelinebilmesi için bu
kavramlar tek ve parçalanamaz bir felsefi içeriğe
farklılıkların insanın sosyal bir varlık olmasından
sahiptir. Dolayısıyla ya kabul edilmeleri ya da ret
doğduğunu ve daha da ötesi, bunların insanın
edilmeleri gerekir.
insan olmasından kaynaklandığını bir aksiyom
3. Müdara (hoşgörü) ve tahammül bazen şekilsel bazen de içerikseldir. Yukarıda açıklanan felsefi ilkeler kabul edilmediği takdirde bunlar şekilsel olur. Eğer bir kişi veya bir cemaat bütün hakikatin kendi tekelinde olduğuna inanır ve diğerlerini de tamamen batıl kabul
44
onlar batıl üzeredirler, kötüdürler ve aslında
olarak benimsemek gerekir. Çünkü ancak bu farklılık ve zenginliklerin gölgesinde insanların kişiliği erginlik kazanıp gelişir. Dolayısıyla bu inanç ve değerlere saygı gösterilmesi gerçekte insan denen varlığın kendisine gösterilen bir saygıdır. Zira bu değer ve inançlar, insanın var olmasının doğal bir sonucudur. İnsanın bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
onurlu ve saygın kişiliği insan haklarının da
anlamı ve içeriği olabilir? Böyle bir devlet ister
kaynağını oluşturmaktadır. Ancak benim burada
istemez herkesi kendi benimsediği hakikatleri
kastettiğim onur ve saygının, bazı maslahatlar
kabul etmeye zorlayacaktır. Bu hakikatlerin
gereği gösterilen saygıdan farklı olduğunun
yanlış olma ihtimalinin bulunması da devlet
açıkça anlaşıldığını sanıyorum. Birtakım
açısından durumu değiştirmeyecektir. Böyle
maslahatlar gereği insana saygı gösteren kişi,
bir toplumda diğerlerinin inanç ve değerlerine
bahsettiğimiz anlamda insan kişiliğinin varlığını
tahammül edilmesinin nasıl bir anlamı olabilir!
ve bu varoluştan kaynaklanan insan haklarını,
Tabii ki bunun siyasi maslahat dışında bir
tartışma kabul etmez bir ilke olarak kabul
anlamı olmayacaktır! Böyle bir toplumda
etmez. Daha çok siyasi maslahat açısından
devlet her türlü yolu kullanarak kendi inanç ve
bazen özgürlük verirken bazen de verdiklerini
değerlerini diğerlerine yüklemeye çalışacaktır.
geri alır. Azınlıklara bazen saygı gösterirken
Bunu yapamadığı yerlerde de bazı maslahatlara
bazen de göstermez. Özgürlük verdiği ve
göre her zaman bir adım ileri ve bir adım geri
saygı gösterdiği durumlarda da bunu karşı
yapacaktır. Bu da devletin, farklı inanç ve
tarafta minnet duygusu uyandıracak şekilde
fikirlere sahip kesimlerle açık ya da gizli sürekli
yapar. Biz size özgürlük verdik, haklarınıza
bir mücadele ve savaş hâlinde bulunacağı
saygı gösteriyoruz, bizim şefkat ve dostluk
anlamına gelmektedir.
kanatlarımız altında yaşıyorsunuz gibi bir tutum takınırlar. İşte böyle durumlarda asla içeriksel toleranstan bahsedilemez. Gerçek anlamıyla tolerans ancak, insan kişiliğinin asla tecavüz edilemeyecek ve değiştirilemeyecek bir asıl olarak kabul edildiği durumlarda mümkün olabilir. Bu kabul edişin siyasi maslahat gereği olmaması gerektiğini söylemeye bile gerek yoktur sanırım.
5. Aynı şekilde hoşgörü ve tahammül, gerçek anlamda, ancak çoğunluğun olsun ya da olmasın, dinî inanç ve fikirlerin açıkça eleştirilebildiği bir toplumda var olabilir. Korku ve baskının olmadığı bir ortamda eleştiri açıkça var olabilir ve bu da ilerleme ve gelişmeye fırsat tanır. Bu durum, dinin çok önemli bir role sahip olduğu bizimki gibi bir toplumda çok daha önemlidir. Eğer bizim toplumumuzda sosyal
4. Benim kastettiğim anlamıyla hoşgörü ve
ve siyasi toleranstan bahsetmek istiyorsak bu
tahammül, ancak devletin hakikatlerin değil,
konu üzerinde daha çok durmamız gerekir.
hak ve özgürlükler sisteminin koruyucusu olarak
Toplumumuzda insanlar, korkmadan dinî ve din
kabul edildiği bir toplumda var olabilir. Bu iki
dışı inanç ve fikirleri eleştiremedikleri sürece
konu birbirinden çok ama çok farklıdır. Devlet
siyasi ve sosyal hoşgörü ve tahammülden
kendisini hak ve özgürlüklerin koruyucusu olarak
bahsedemeyiz.
algıladığı durumlarda, neyin hakikat olduğunun belirlenmesi işini âlimler ve düşünürlere bırakır. Böylece hakikat, karşılıklı fikir alışverişi ve tartışma neticesinde ortaya çıkar. Hakikat hakkında konuşan kişi ve gruplar, herhangi bir emniyet ve tehlike kaygısı taşımadan hakikatle ilgili araştırmalarını yapabilir ve bu konudaki fikirlerini beyan edebilirler. Devletin bu şekilde algılandığı bir toplumda hoşgörü ve tahammül de içeriksel anlamlarıyla var olabilir. Ama eğer herhangi bir devlet, kendisini ister dini ister siyasi ve isterse de felsefi olsun aralarında görüş ayrılığı bulunan hakikatlerden belli birinin yorumunun koruyucusu olarak konumlandırırsa, işte böyle bir toplumda hoşgörü ve tahammülün gerçekleşmesi ve varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Böyle bir toplumda siyasi toleransın nasıl bir
Dinî inançlar her zaman biçimsel bazı kalıplarda ifade edilir. Dinî önermelerin yazılı hale getirilmesi insanların işidir. Gökten ve Tanrı tarafından kimse gelip de insanlar için dinî kitap yazıp onlar için neyin dinî olup olmadığını söylemez. Bütün bu işleri dinî metinlere başvurmak suretiyle insanların kendisi yapar. Bizim toplumumuzda da dinî metinlere başvurmak suretiyle bu işleri yerine getiren bazı kimseler bulunmaktadır. Doğal olarak bu görüşlerin yanlış olabilme ihtimali daima mevcuttur. Bu yüzden de dinî bir görüş olarak ortaya attıkları teoriler her zaman tartışılmaya ve eleştirilmeye açıktır. İnsanlık tarihi boyunca gözlemlenen şey de, dinî görüş ve fetvaların değişik ve farklı olduklarıdır. Özetle söylememiz gerekirse, tolerans ancak insanların
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
45
eleştirilemez dinî inançlarının toplumu ideolojik
Bugün toplumumuzda iktidarı elinde bulunduran
bir şekilde yönetmediği bir ortamda gerçek
çoğunluk, bugünkü anlamıyla insan haklarını
anlamda var olabilir.
kabul etmemektedir. Aynı şekilde azınlıkların ve
6. Bir toplumun dinî ve dindar olması, zorunlu olarak o toplumun dinî inançlarının ideolojik biçimde toplumu yönetmesi gerektiği anlamına gelmez. Bir toplumun fertleri, siyasi katılımlarında kendileri için birinci derecede önemli olan değerlerin yoruma açık olduğunu sürekli göz önünde bulundurarak da dindar olabilir ve din merkezli yaşayabilirler. Hâlihazırda sadece demokrasi, dinî değer ve tecrübenin gelişmesine hizmet edebilir. İnsanın sosyal ve siyasi haklarına saygı gösterilmesi, dinî değerlerin ortadan kalkmasıyla sonuçlanmaz. Dolayısıyla dinî ve dindar bir toplum da demokratik bir yönetim şekline sahip olabilir. Şu şartla ki, dinî usul ve füruda içtihat kapısı daima açık bulunsun. 7. Toplumumuz açısından sosyal ve siyasi haklar konusunda diğerlerine karşı hoşgörülü davranılması vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Sosyal açıdan dikkate alınması gereken her mesele, sosyal meseleler arasında yer alır ve bu açıdan da önem kazanır. Bizim toplumumuz da farklı dinî ve siyasi gruplardan meydana gelmiştir. Bu gruplar farklı görüş ve çıkarları temsil etmektedirler. Yani bizim toplumumuz gerçek anlamda çoğulcu bir toplumdur. Böyle bir toplumda sosyal ve siyasi tolerans, kendiliğinden zorunlu hâle gelir. Herkes bir açıdan onu talep eder. Bunu talep edenlerin daha çok yönetime muhalif olan azınlıkların içinden çıkması çok doğaldır. Çünkü bütün toplumlarda hep öteki olarak algılanan azınlıkların hakları hükümetler tarafından kısıtlanır. Zira hükümetler daima insanların temel hak ve özgürlüklerini kısıtlama eğilimi gösterirler. Özellikle çoğunluğun seçimiyle işbaşına gelen bir hükümet, her zaman çoğunluğun inanç ve düşüncelerinin yararına olan uygulamaları esas alacak ve azınlıkların hak ve özgürlükleri konusunda fazla hassas davranmayacaktır. Bu istenmeyen durumun önüne geçilebilmesi için anayasalarda bazı teminatlar ve kısıtlamalar öngörülmüştür. Yani bütün çağdaş anayasalarda azınlıkların hak ve özgürlüklerini korumak için bazı otokontrol mekanizmaları ve güçler ayrılığı gibi düzenlemeler bulunmaktadır.
46
farklı siyasi düşünceye sahip siyasi grupların da sosyal ve siyasi haklarını bugünkü anlamlarıyla kabul etmemektedirler. Bunlar çoğulcu hakikat anlayışına da yabancıdırlar. Bu yüzden Kitap ve Sünnet’in farklı yorumlarının da olabileceği gerçeğine gözlerini kapatmışlardır. Farklı inanç ve düşüncelere sahip olanların görmezden gelindiği böyle bir durumda, yani bunların sosyal ve siyasi haklarından mahrum edildiği bir ortamda, doğal olarak tolerans ve tahammül talep edenler de yönetimi eleştirenler arasından ortaya çıkacaktır. Çünkü bunlar tolerans aracılığıyla aslında kendi hak ve özgürlüklerini talep etmektedir. Biz ve ötekilerin, birinci ve ikinci sınıf vatandaşların bulunduğu bir toplumda ve azınlıkların sosyal ve siyasi haklarına uyulmasının siyasi maslahat ve konjonktüre bağlı olduğu bir siyasi rejimde, tabii ki tolerans ve tahammül talep edenler daima egemenlerin karşıtları arasından ortaya çıkacaktır. 8. Yürürlükte olan İslami fıkıhta, insanların eşitliği, kadın hakları, Müslüman ve gayrimüslim hakları tam olarak göz önünde bulundurulmamıştır. Öyleyse bu gibi konularda ne yapılması gerekiyor? Kendi zamanında Kur’an ve Sünnet bu konulardaki bütün değişiklikleri insanların yararına olacak şekilde yapmıştır. Ama bu, Kur’an ve Sünnet’in bütün zamanlarda insan haklarına ilave edilebilecek bütün şeyleri de onlara verdiği anlamına gelmez. Çünkü bazı haklar ancak insanların sosyal ve siyasi hayatlarındaki gelişmelere paralel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden sosyal ve siyasi gelişmeler sonucunda daha önceki asırlarda söz konusu olmayan hak ve özgürlükler düşünülebilir ve insanlara verilebilir. Hz. Peygamber döneminde insanlara verilen hak ve özgürlükler, bu alanlarda düşünülebilecek ve insanlara verilebilecek bütün hak ve özgürlükler değildir. Kur’an ve Sünnet tarafından insan hakları lehine önemli ve köklü değişikliklerin yapılmış olması, bizim de zamanımızda aynı şeyi yapabileceğimiz anlamına gelmektedir. Aslında bu tür meselelerde Kur’an ve Sünnet, hareketimizin hangi yöne doğru olması gerektiğini göstermektedir. Hz. Peygamber’in bu konularda yaptığı şeyler artık bu alanlarda
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
hiçbir şey yapılamayacağı anlamına gelmez. Biz bugün, çağımızda insanların hak ve özgürlüklerinin sağlanabilmesi için gerekli olan bütün hakları benimseyebilir, kanunları çıkarabilir ve lazım olan bütün değişiklikleri yapabiliriz. Kur’an ve Sünnet’te hadler, kısas, siyaset ve yargılamayla ilgili bulunan bazı hüküm ve düzenlemeler Hz. Peygamber’in kendi döneminde insanların lehine olarak yaptığı ıslah çalışmalarıdır. Hz. Peygamber kendi dönemindeki bütün değişiklikleri insanların lehine olarak yapmıştır. Bütün bu gelişmeler İslam’dan önce bulunanlara nispetle birkaç gömlek daha insani ve iyi olan değişikliklerdir. Bizim bugün bunları öyle bir şekilde ıslah edip geliştirmemiz gerekir ki hem çağımızın sosyal ve siyasi gerçekleriyle uyumlu olsunlar hem de insan hakları anlayışıyla uzlaşır hâle gelebilsinler.
görmüyorum. Açık olan bir diğer nokta da Müslüman âlimlerin görüş ve düşüncelerinin eleştirilmesine karşı olanlarla Kur’an ve Sünnet’in tek bir doğru yorumunun olduğunu kabul edenler, fakihlerin fetva ve görüşlerini de kesin ilkeler olarak görmekte ve bunların sorgulanıp değiştirilmesine şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Doğal olarak bunlar bugünkü anlamıyla, sosyal ve siyasi hoşgörü ve tahammülden de bahsetmezler. Ama bunlar şunu iyice anlamalıdırlar ki, İslam’ın asli yapısında Kur’an ve Sünnet’in yorumlanması açısından nihai bir başvuru makamı öngörülmemiştir. Ehlisünnete göre Hz Peygamber’in vefatından, Şia’ya göre de Mehdi’nin “gaybet” döneminden sonra artık geride resmî ve nihai bir makam kalmamıştır. Zaten içtihat kapısının açık olduğunun söylenmesinin de bundan başka bir anlamı
9. Hoşgörü ve tahammül konusunda önemli olan
yoktur. Yani Kur’an ve Sünnet’in yeni yorum
konulardan biri de, hoşgörü ve tahammülün
ve tefsirleri her zaman yapılabilir. Hatta dinin
dinî ve dindar bir toplumun yapısıyla uyuşup
temel esaslarında dahi durum bu şekildedir.
uyuşmadığı meselesidir. Bu sorunun cevabı,
Kur’an ve Sünnet’in hangi tefsirinin doğru ya
ancak dinî ve dindar bir toplumdan ne
da yanlış olduğu, doğruluğun ölçütünün ne
anladığımızı açıkça ortaya koyduğumuz zaman
olacağı ancak ilmî mahfillerde yapılacak tartışma
netliğe kavuşabilir. Çünkü hem dinler birbirinden
ve araştırmalarla ortaya konabilir. Kur’an ve
çok farklıdır hem de dini ve dindar toplumlar.
Sünnet’in farklı yorum ve tefsirleri yapılabilir
Mesela eğer bu soruyu dinî ve dindar bir toplum
dediğimizde asla her türlü yorum ve tefsirin aynı
olan bizim toplumumuza göre cevaplandıracak
derecede geçerli olduğunu, bu yorum ve tefsirler
olursak o zaman şöyle dememiz gerekir: Eğer
arasında hiçbir şekilde tercih yapılamayacağını
geçmiş dinî geleneğimizi içtihatlarla eleştirerek
kastetmiyoruz. Hayır, kesinlikle böyle bir
yenilenirsek, bu yolla bugünkü anlamlarıyla
başıboşluktan bahsetmiyoruz. Bazen iki
insan haklarını kabul edebiliriz. Dolayısıyla eğer
konu birbirine karıştırılmaktadır. Birinci
bunları kendi dinî geleneğimiz içinde eritebilirsek
konu, Kur’an ve Sünnet’in farklı yorum ve
bizim toplumumuz da hoşgörü ve tahammülle
tefsirlerinin yapılabilmesi meselesidir. İkinci
uyum içinde yaşayabilir. Sonuçta hoşgörü ve
konu ise yapılan her yorum ve tefsirin, doğru
tahammül, bugünkü siyasi anlamlarıyla sosyal
ve yanlışlığı hakkında oturup ciddi araştırma ve
ve siyasi sistemimizin temeli hâline gelebilir.
tartışmaların yapılması gerektiğidir. Müslüman
Bu konuyla ilgili olarak bilinmesi gereken çok önemli bir husus daha vardır. O da, bugünkü anlamıyla insan haklarının klasik dönem Müslüman âlim, filozof, fakih, arif, müfessir, muhaddis ve kelamcıların sözlerinde ve düşüncelerinde bulunmadığıdır. Zaten böyle bir şeyin vuku bulmuş olması da mümkün değildir. Buna rağmen benim inancıma göre biz bugün insan haklarını kabul edebilir ve kültürümüzün bir parçası hâline getirebiliriz. Bu inancımın nedenlerinin ayrıntılarına burada girme gereği
toplumlarda tefsir ve içtihatlarda çoğulcu bir anlayış benimsenebilir ve toplumun sosyal ve siyasi sistemi de “bu farklı tefsir ve yorumların eşit haklara sahip olduğu” ilkesel anlayışı üzerine inşa edilebilir. Devletin bu tefsirlerden birini seçip diğerlerini de mahkûm ederek onlarla mücadele etmesi gerekmez. Hatta insanların çoğu demokratik yollarla belli bir tefsiri benimsemiş olsalar bile diğer tefsir ve yorumların haklarının da gözetilmesi gerekir. Zira bunların bir gün hâlihazırda benimsenmiş olan tefsir ve yorumların yerine geçme ihtimali
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
47
her zaman bulunmaktadır. 10. Açıkça söylemem gerekir ki sosyal-siyasi hak ve özgürlükler, insan hakları, tolerans, demokrasi ve diktatörlük gibi kavramların parçalanamaz tek bir felsefi anlamları vardır. Dolayısıyla bunlar ya kabul ya da ret edilebilir. Bu tür kavramların Batılı ya da İslami vasıflarla birlikte kullanılması yanlış olmasının yanında, siyaset felsefesinin de saptırılması anlamına gelmektedir. Bu, bütün sosyal ve siyasi hayatı başıboş bırakabilecek kadar büyük bir hatadır. 11. Esaslı ve çok önemli olan bir noktayı yeniden vurgulamak ve altını kalın çizgilerle çizmekte fayda görüyorum. Bu da, hoşgörü ve tahammülün hiçbir şekilde ahlaki başıboşluk, değerlerden el etek çekilmesi ve insanın kendine özgü yöntemlerle çok az bir kısmına ulaşabildiği hakikat karşısında mutlak bir şüpheciliği seçme anlamına gelmediğidir. Hoşgörü ve tahammülün içerisinde şöyle bir anlam saklıdır: Hoşgörü ve tahammül gösteren kişi, genellikle diğerlerine ait doğru bulmadığı ve beğenmediği inanç, düşünce ve eylemlere tahammül eder. Çünkü böyle inanç ve eylemlere sahip olmayı onların hakları arasında görür. Bu yüzden de dikkatli bir bakışla hoşgörü ile başıboşluk arasındaki fark rahatlıkla görülebilir. Burada bu iki konuyu güzel bir şekilde birbirinden ayıran felsefi bir analizi aktarmayı faydalı görüyorum: Günlük dilde müsamaha veya hoşgörü, genellikle her şeyi kendi hâline bırakma ve her işe izin verme olarak anlaşılır ve çoğunlukla da bu anlamda kullanılır. Bu çıkarımda müsamaha veya hoşgörü “tepkisizlik, bir olaya karışmaktan sakınma veya isteksiz olarak bazı şeylere tahammül etmek” anlamlarında kullanılmaktadır. Bunların yanında müsamaha ve hoşgörü bazı ahlaki delil ve şartların varlığı üzerine kurulu olan çok özel ve belirli bir tepkisizliğe de işaret eder. Ama müsamaha ve hoşgörünün başıboşluktan, salt bir tepkisizlikten, niçini ve nasılı belli olmayan bir sakınmadan açık bir şekilde ayrıştırılması gerekir. Mesela çocuklarının edebe aykırı davranışlarını görmezlikten gelen anne ve babaların ya da kapkaççıyı görüp de onu durdurmayı seçmeyen bir yayanın hoşgörülü insanlar oldukları söylenemez. Tesahül ve hoşgörü açısından serbest bırakma ve karışmama sosyal bir bakış açısı ve eğilime
48
tekabül etmektedir. Bu da insanların doğru bildikleri şekilde davranmakta özgür oldukları anlamına gelir. Serbest bırakma basitçe izin vermek anlamına gelir. İşte bu vasfıyla sosyal ve siyasi açıdan hoşgörü sahibi olmak ve serbest bırakmak ahlaki açıdan bitaraf olmaktır. Zira yapılması serbest olan bu davranış hakkında önceden verilmiş herhangi bir ahlaki hüküm bulunmamaktadır. Örneğin belli bir düşünceyi beyan etme özgürlüğü bunun kabul ya da ret edilmesi için konferans ve gösteri düzenlenmesi anlamına gelmemektedir. Burada düşünce, konferans düzenlenmesi veya propaganda yapılması tek başlarına ele alındıklarında ne iyi ne de kötüdürler. Başıboşluk ve ahlaki yozlaşmanın birkaç sebebi olabilir. Birincisi, ahlaki rölativizmdir (görecelik). Yani mutlak ve değişmez hiçbir ahlaki değerin varlığını kabul etmemektir. Başka bir deyişle her insan için ahlak onun kişisel tercihlerinin bir sonucudur. Bu görüşe göre, genel ahlaka aykırı olan bir davranış eğer özgür bir şekilde tercih edilerek yapılmışsa ahlaki açıdan da doğru kabul edilebilir. İkinci sebep de, yaşamın pek çok alanını ahlaki değerlendirmelerin dışında kabul etmektir. Buradaki başıboşluk genel ahlaki ilkelere aykırı olmaktan ziyade söz konusu davranışın ahlaki hakemlik açısından değerlendirilebilecek bir şey olmadığına inanmaktan kaynaklanmaktadır. Namusa aykırı kabul edilen bu tür durumlar, gerçekte ahlaki açıdan değerlendirilemezler. 1960’lardaki genel ahlaki durumun başıboşluk ve tam bir lakaytlık olduğu söylenir. Farklı davranış modellerinden sonra bakış açılarının değişmesi ve genel ahlaka aykırı olan uyuşturucu madde kullanımının yaygınlaşması bu iddianın en önemli kanıtı olarak gösterilmektedir. Hemen her konunun tartışmaya açılması, sosyal kuralların zayıflamasına ve ahlaki açıdan da tam bir serbestlik ortamı oluşmasına sebep oldu. Genel ahlaka aykırı davranışları savunan gruplar bu tür davranışlar içinde bulunmanın ya da bulunmamanın tamamen kişinin kendi seçimine bağlı olduğunu savunuyorlardı. Onlara göre bu davranışların yapılması ile yapılmaması arasında ahlaki açıdan bir fark yoktu. O dönemin gençliği ve kültürü; giyim kuşam, dış görünüş ve kişisel ahlakla ilgili konuların insanların kendi tercihine bırakılmasını talep ediyordu.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Mevcut dinî ve ahlaki kuralların mutlak
üzerinde etkide bulunabilme fırsatı verir.
anlamda reddedilmesi başıboşluk, ahlaki
Ama böyle bir etkileme ancak akla uygun bir
anarşizm ve karmaşaya sebep olabilir. Ama
şekilde olabilir. Şüphesiz birine sigara içme izni
sadece anarşistler böyle bir yaşam biçimini
vermekle sigaranın dumanına katlanmak aynı
savunuyorlar. Çünkü sadece onlar bütün
şey değildir. Birinci durumda sigara içilmesi
ahlaki kararların bireye bırakılmasını talep
kabul edilmemekle kalmaz aksine ondan nefret
ediyorlar. Anarşistlere göre başıboşluk (hippi tipi
edilmektedir. Üstelik kişinin onu bırakması
yaşam tarzı) bireyin ahlaki özgürlük idealinin
için bazı çalışmalar yapılıyor da olabilir. Ancak
sembolüdür. Buna karşılık diğer düşünür ve
müsamahada şöyle bir durum söz konusudur:
filozoflar ise toplum üzerinde olumsuz etki
Bu tür çalışma, teşvik, konuşma, ikna
bırakabilecek ahlaki davranışlar açısından
çalışma ve çabaları makul diyaloglar şeklinde
daha az başıboşluk taraftarıdırlar. Özellikle
gerçekleşmelidir. Zira sosyal haklar açısından bu
muhafazakârlar ahlaki anarşizmin toplumun
davranışı gerçekleştiren kişiye hak mahrumiyeti
fertlerini zaruri olan ahlaki değerlerden mahrum
ve tazminat şeklinde cezalar öngörülerek, bu
bırakacağından ve toplumu, ortaya yeni ahlaki
davranışın tekrarının önüne geçilmeye çalışılır.
değerler ve inançlar koymadan, kendi hâline
Mesela şöyle denmesi doğru değildir: Bir
terk edeceğinden korkmaktadırlar.
kimsenin sigara içmesi, dostlarını kaybetmesine
Hoşgörü ve müsamaha sosyalistler ve muhafazakârlar arasında kendine bazı koruyucular bulmuşsa da liberal gelenek bunu kabul etmeye ve içselleştirmeye çok daha yatkındır. Hoşgörü ve müsamaha, insanların inanç ve düşüncelerine müdahale etmeyi reddettiği için ahlaki başıboşluğa
sebep olana veya çalışma sağlığı bozulana ya da ortak yaşam alanlarında sigara içene kadar hoş görülebilir. Gerçekte böyle durumlarda tazminat ve cezalandırma yollarına başvurulması bu konularda müsamaha olmadığının göstergesidir. Bunlar tartışma ve diyalog ortamının dışında yaşanan istisnai durumlardır.
benzetilmektedir. Ama hoş görmek başıboş
Hoşgörülü olmayan davranışlar, başkalarına
bırakmaktan çok farklıdır. Müdahale etmemeyi
ait olan gelenek, inanç ve düşüncelerin
hoş görmek, diğerlerinin davranış ve inançlarının
kabul edilmemesi ve bunlara tahammül
kabul edilmemesi ve belki de onlardan nefret
gösterilmemesinde kendisini gösterir. Böyle
edilmesi gerçeğine rağmendir. Başka bir deyişle
durumlarda sadece ahlaki açıdan beğenmeme
müsamaha, ahlaki açıdan başıboşluk gibi bitaraf
ve kabullenmeme söz konusu değildir. Ayrıca
değildir. Dolayısıyla ahlaki pasiflik ve göreceliğin
diğerleri üzerine baskı ve şiddet uygulanması da
göstergesi değildir. Müsamaha, hoşgörünün bir
işin içine girmektedir. Ama hoşgörüsüz kavramı
şeklidir ve ancak hoşgörü sahibi olan insanın
kısmen küçümseyici bir anlamı da çağrıştırır.
diğerlerinin davranış, inanç ve düşüncelerine
Oysa müsamaha kavramı genellikle olumlu
tahammül edebildiği bir ortamda var olabilir.
bir içeriğe sahiptir ve çoğunlukla aydınca bir
Ama hoşgörü sahibinin kendisi bilinçli olarak bu
tavır olarak değerlendirilir. Sabırlı ve hoşgörülü
davranış, inanç ve düşüncelerden sakınır. Mesela
biri, felsefi temelleri olan bir davranışa
bir köleyi, efendisine karşı ayaklanmamayı
sahiptir. Oysa hoşgörülü olmayan davranış
seçtiğinde hoşgörü sahibi olarak vasıflandırmak
aynı zamanda akıllıca da değildir. Bu yüzden
alaycılıktan başka bir şey değildir. Benzer
insanların ırk, renk ve cinsiyete göre ayrımcılığa
şekilde, kendisine sebepsiz yere eziyet eden
maruz bırakılması, çoğunlukla hoşgörüsüzlük
kocasına karşı sesini çıkarmayan bir yaşlı kadını,
örnekleri olarak gösterilir. Vaktiyle Güney
kocasıyla ilişkisinde hoşgörülü olarak görmek
Afrika’da uygulanan apartheit uygulaması ırki
pek mümkün değildir.
hoşgörüsüzlüğün en bariz örneğidir. Cinsiyet
Her ne kadar müsamaha, birinin istek ve düşüncelerini diğerine dayatmayı reddetse de, mutlak anlamda karışmamayı içinde barındırmaz. Önceden ahlaki bir yargının var olduğu gerçeğinin kabul edilmesi, diğerlerinin
ayrımcılığına verilebilecek en iyi örnek de bazı ülkelerde kadınların farklı elbiseler giymeye zorlanması, çalışma hayatının dışına itilmesi ve sosyal yaşamdan soyutlanmalarıdır. Bir görüşe göre bu tür müsamaha
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
49
örneklerinde ahlaki zaaflar da etkili olmuş
bir realite olmaktadır. Bu dinî ya da kelami bir
olabilir. Çünkü eğer bir şey yanlışsa doğal
inanç ilkesi olmadığına göre inanmak ya da ret
olarak onu önlemek gerekir. Ona hoşgörü
gibi dinî bir tavır içerisine girmemize de gerek
gösterilmemelidir. Müsamahanın bu yönü
yoktur.
tahammülü mümkün olmayan davranışlar olarak değerlendirilmektedir. Şu anlamda ki bu tür durumlar kabul edilebilir değildir, daha doğrusu kabul edilmemelidir. Burada tahammül edilemeyen durumlar yararına müsamaha gösterilmesini gerektirecek makul bir gerekçe bulunmaz. Bu yüzden bu tür durumlarda hoşgörü gösterilmesini savunabilmek mümkün olmadığı gibi, aksine bunlara karşı çıkılması ahlaki bir görev olarak algılanmalıdır.”1
Bir kelamcı ya da fakih, benimsediği dinî değerler sistemi içinden dinî çoğulculuk aleyhine görüş bildirebilir ve fetva verebilir. Ama bir devlet asla böyle bir şey yapamaz. Devlet sadece bu çoğulculuğu anlamaya çalışmalı ve bu anlayışa mutabık olarak farklı dinî inançlar karşısında müsamaha ve tahammüle riayet etmelidir. Doğal olarak hoşgörü ve müsamahayı ancak siyasi meşruluğunu belli bir dinî inançtan almayan bir devletten bekleyebiliriz. Ya da
12. Bugünün dünyasında müsamaha ve
en azından söz konusu siyasi meşruluğun
tahammüle uyulması daha çok devletlerden
üzerine inşa edildiği dinî inanç, görece olarak
beklenmektedir. Devletler toplumu oluşturan
da olsa diğer dinlerin de haktan pay aldıklarını
siyasi ve kültürel grupların itikadî, kültürel ve
resmen kabul etmiş olmalıdır. Aksi takdirde
fikirsel çoğulluğunu kabul ederek, müsamaha ve
devlet ister istemez, gücünün kaynağı olan
tahammüle uygun davranabilir. Bunlar resmen
siyasi meşruluğunu korumak için diğer
tanınmadıkça müsamaha ve tahammülden de
dinleri görmezlikten gelecek ya da onlara
bahsedilemez. Bu kabuller ancak, toplumun
karşı yıldırma, asimile ve baskı politikalarına
siyasi ve kültürel grupları düşünsel, itikadî ve
başvuracaktır. Bunun sonucu olarak sadece
ekonomik açıdan çoğulcu bir yapıya kavuşursa
biçimsel bir müsamaha ve hoşgörü ortamı
zorunlu hâle gelirler. Modern toplumlar,
topluma ve sisteme hâkim olacaktır. Böyle
aralarındaki cüzi farklara rağmen bu çoğulcu
durumlarda resmî devlet dininin dışında kalan
yapıya kavuşmuşlardır. Bunun bir sonucu olarak,
dinlerin sosyal ve kültürel alanı genişledikçe
devletlerin de müsamaha ve tahammül sahibi
devletin bunlarla olan çatışması da o oranda
olması ve yapılarını bu temel değerlere göre
şiddetlenir. Sonuçta bunlarla devlet arasındaki
değiştirmeleri giderek daha kaçınılmaz bir hâl
sosyal ve siyasi mesafe gittikçe derinleşir.
almaktadır. Dinî inançlar konusunda da inkâr edilemeyecek bir gerçek olan dinî çoğulculuğu dikkate almak gerekir. İlkesel olarak dinî çoğulculuk, din dışı bir meseledir. Bu yüzden de bu meseleyi tartışmak ve sınırlarını belirlemek kelam ya da fıkhın değil felsefenin alanına girer. Bu noktada önemli olan mesele, hâlihazırda ilmî ve felsefi açıdan herhangi bir dinin tamamen hak ya da batıl olduğunun ispat edilemiyor olmasıdır. Bilimsel ve felsefi araştırmalar bize birbirinden farklı, birden çok dinle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Bunlardan her biri de kendisinin makul ve makbul olduğuna dair bazı deliller ortaya sürebilmektedir. Bu deliller ne kolayca ispat edilebilir ve ne de geçersiz oldukları ortaya konabilir. Bu durumda dinî çoğulculuk, kendisini felsefi açıdan bize dayatan
Müsamaha, hoşgörü ve tahammül bahsinin sonunda ülkemizde İslami müsamaha ve tahammül adı altında gerçek müsamaha ve tahammülü rayından çıkaran ve onu şekli bir uygulamaya çeviren kişilerin görüşlerinden de bahsetmek istiyorum. Burada bu teorinin tam bir açıklamasını içeren ve “İslami Düzende Sivil Hoşgörünün Sınırları”2 başlığıyla yayımlanmış olan bu makaleyi aktardıktan sonra onu eleştiriye tabi tutmak istiyorum.
İslami Düzende Sivil Hoşgörünün Sınırları A. Gözlem yapmak için gerekli fırsatı bulduğumuzda yalnız olmadığımızı ve sosyal bir varlık olan insanların gruplar hâlinde yaşadıklarını gözlemleriz. Öncelikle bu grupların
Heyuz, Ferzin Alihah tercümesi, Hemşehri gazetesi,
1
26.12.1998.
50
Muhammed Cevat Laricani, Risalet, 06/1998.
2
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bir örgütlenme biçimine sahip olduklarını
hâkimdir. Ama siyasi örgütlenme ile sivil
görürüz. Bu örgütlenme biçimleri oldukça
örgütlenme arasındaki farkı iyice anlayabilmek
karmaşık yapılardır. Dayanışma ve iş birliği
için şuna dikkat etmemiz gerekir. Siyasi
bu yapıların ortak özelliklerinden biridir. Öyle
örgütlenmede yöneticilerin asıl kaygısı kendi
ki, biri duvarcılık yapar, öteki çiftçilik ve diğeri
iktidarlarını korumaktır. Eğer yöneticiler
de zanaatla uğraşır. Bu şekilde bütün yapı biri
kalkınma ve bayındırlıktan bahsediyorlarsa
diğerinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir şekilde
bu sadece halka hükümetin meşruluğunu
örgütlenmiş olur. Genellikle toplumlara belli
sorgulamanıza gerek yok, çünkü en kısa
bir sosyal yapı hâkimdir. Bir grup, yönetme
zamanda daha rahat yaşama koşullarına
ve emir vermeyi kendi doğal hakkı kabul
sahip olacaksınız, demek içindir. Bu yöntem,
ederken, toplumun büyük bir kısmı ise itaat
Pehlevi rejimi ve onun gibi zorba olan bütün
eden yani yönetilen durumundadır. Bu ikinci
rejimlerin ortak mantığıdır. Buna karşılık,
kısım, eğer yöneticiler tarafından konulmuş
sivil örgütlenmede halkın ve devletin
olan kanunlardan birini çiğneyecek olursa
öncelikli kaygısı, sistemin siyasi meşruluğunu
cezalandırılması gerekir. İşte bu durum siyasi
korumaktır. Bundan sonra da toplum ve
örgütlenme olarak adlandırılır ve anlaşıldığı
devlet mekanizmasına hâkim olan ortak akıl
kadarıyla binlerce yıllık bir geçmişe sahiptir.
ve sağduyu gereği verilen vaatler ve görevler
B. Siyasi örgütlenmenin hikâyesi esaslı bir
yerine getirilir.
şekilde bir çeşit farkındalık ve uyanma olarak
Siyaset bilimi açısından İslami devlet, din
adlandırılabilecek bir durumla değişikliğe
kurumuyla siyaset kurumunun birliği ya da
uğrar. İşte bu bilinçlenme sonucu toplumun
din kurumunun siyaset kurumu üzerindeki
bireyleri siyasi hâkimiyetin makul ve makbul
egemenliği demek değildir. İslami devlet, sivil
bir açıklamasının olması gerektiğinin farkına
örgütlenme biçiminin İslami akılcılık üzerine
varırlar. Böylece miras yoluyla aldıkları siyasi
inşa edilmesi demektir. Dinî kurum ve siyasi
yönetim biçimlerinin değiştirilebileceğinin
kurum ayrımı Hıristiyan dünyasından İslam
bilincine ererler. İşte İslam Devrimi’nin kökleri
dünyasına ithal edilmiştir. Hıristiyan Batı’da din,
bu uyanma ve bilinçlenmede yatmaktadır. Bu tür
kendi kurumu olan kiliseye, siyaset de kendi
değişimler hem siyasi meşruluk zeminini hem de
kurumu olan devlete sahiptir. Kilise, geçmişte
yönetici sınıfını değiştirirler.
din adına siyaset kurumu üzerinde hegemonya
C. Böylece siyasi örgütlenmenin kalbinden, başka bir kavram olan sivil örgütlenme kavramı soyutlanarak elde edilir. Sivil örgütlenme, aynı siyasi ideallere sahip olan bir toplumun en ideal örgütlenme biçimidir. Aynı çerçeve içinde bu örgütlenmeyi meydana getiren unsurların teorik olarak şeffaf bir şekilde ortaya konması gerekir. Sivil örgütlenme biçiminde birkaç asli unsur bulunmaktadır. Bunlar: 1) İnsanları mutluluğa ve gelişmeye götüren ortak bir akıl ve sağduyunun bulunması. 2) Bu sivil örgütlenme biçiminin üyeleri kendi özgür iradeleriyle ve görev bilinci gereği bu sisteme dâhil olmuş olmalıdırlar. 3) Böyle bir örgütlenme biçiminde siyasi otoritenin meşruluğu toplumun ortak aklı ve sağduyusuna dayanmalıdır. D. Sivil örgütlenmeye de belirli bir düzen
kurmuş ve bu yeni durumu da Hıristiyan devlet olarak adlandırmıştı. Oysa bir din olarak İslam, siyaset kurumunun karşısında yer alan kilisevari bir kuruma sahip değildir! Ruhaniler yani din adamları, kelimenin ıstılahi anlamında bir kurum değildir. İlmî mahfiller gerçekte İslami ilimlerin öğrenildiği ve öğretildiği ilim havzalarıdır. Ruhani de gerçekte din adamına karşılık gelmektedir. Halkın ruhanilere müracaat etmesi, cahilin âlimlere müracaat etmesi kabilindendir. Yoksa bu, özel bir kurumun kendi üzerindeki hegemonyasını kabul etmek anlamında değildir. Mesela kilise kurumuna üye olmak sadece ilmî yetkinliğe tabi değildir. Bu daha çok bir teşkilata üye olmaya benzer. Dolayısıyla kendine has bir prosedüre sahiptir. Oysa birinin ruhani olabilmesi için gerekli olan eğitim sürecini başarıyla bitirmesi ve ilmiyle amil olması yeterlidir. İslami düzen, sivil örgütlenme biçiminin İslami
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
51
ilkeler ve akılcılık üzerine inşa edilmesidir. Bu
gelişmeci hareketlerini başlatmaktır. İslami
yüzden onun bütün meseleleri, hoşgörü ve
düzende devlet, hak ve batılı doğru teşhis
sınırları da dâhil, bu esaslar ve akılcılığa göre
edebilmek için sağlam bir ölçüte sahiptir. Bu
belirlenmesi gerekir. “Zarar vermeyeceksin!”
ölçüt toplumun ortak aklı ve sağduyusu hâline
ilkesi teorik tartışmalarda ve davranış
gelmiş olan İslam’dır. Dolayısıyla devlet hak ve
özgürlüğünün belirlenmesinde bir kıstas
batıl karşısında vazife sahibidir. Devletin hakkın
görevi görebilir. Ancak zararın alanı, mertebe
yerine getirilmesi için çalışması ve batılı da
bakımından, insan özgürlüğünün geçersiz
toplumdan uzaklaştırmak için çaba göstermesi
kılınmasından çok daha geniştir. Çünkü mesela
gerekir. Böyle bir vazife, devlete ortak
İslam düşüncesinde diriliş ve doğru yol hakkında
sağduyuyu temsilen, olaylara bilgece müdahale
çok çarpıcı tasvirler bulunmaktadır. Doğal
edebilme imkânı verir. Ama bu müdahale
olarak bu olgunlaşmacı harekete aykırı olan her
hakkı diğer temel bir ilke olan maslahatlar ile
davranış zararlı olarak değerlendirilecektir. Aynı
sınırlıdır. Bazen yöneticiler caiz olmayan bir şeyi
şekilde fuhşun yaygınlık kazanması ve yayılması
teşhis ettikleri hâlde buna müdahale etmezler.
da caiz görülmeyen şeylerin çoğalması gibi
Zira böyle durumlarda müdahale edilmesi, o
durumlara verilebilecek belli başlı örneklerden
şeyi ortadan kaldırmak şöyle dursun daha da
biridir. Sonuç olarak düşünce ve ifade özgürlüğü
yaygınlaşmasına yol açabilir. Bundan dolayı
alanında mutlak bir özgürlüğün teorik
devletten güç kullanarak her duruma müdahale
temellerinin bulunmadığı anlaşılmaktadır.
etmesini beklememek gerekir.
Ama mutlak hoşgörünün kabul edilmemesi,
Demokrasinin kendine has çalışma kanalları
hoşgörünün mutlak anlamda reddedildiği
vardır. Demokratik sistemin, amaçladığı
anlamına gelmez! Zira İslam’ın bu noktada
hedeflere ulaşabilmesi için bu kanalların ciddi
benimsediği orta yol temel hak ve özgürlüklerin
anlamda korunması gerekir. Başka bir deyişle
temin edilmesinden ibarettir. Örneğin
İslami devletin, üzerine inşa edildiği İslami
hangi makamı işgal ediyor olursa olsun,
akılcılık, birinci derecede var olan bu demokratik
sorumluların eleştirilebilmesi gibi. Aslında
tecrübenin korunmasını, sistemin meşruluk
bu, ümmetin sorumluluğunda olan “iyiliği
temellerine yönelik olarak talep etmektedir.
emretmek ve kötülükten sakındırma” görevinin
İkinci aşamada ise bireysel ve sosyal alanda
yerine getirilmesinden ibarettir. Ehlikitabın
tam bir denetimi sağlayabilmek için siyasi
Müslümanlar arasında özgürce yaşayabilmesi de
uygulamalarda bütün demokratik kuralların
bu temel hak ve özgürlüklerdendir. Doğal olarak
devamlılığını sağlamak için çaba göstermelidir.
yukarıdaki her özgürlüğün kendine has şartları
Benim inancıma göre bizim sosyal ve siyasi
ve sınırları bulunmaktadır. İslam akılcılığına
hayatımızın hiçbir kısmı denetim ve eleştiri
göre özgürlükler iştahsızca ve sınırsızca
dışında tutulmamalıdır. Ancak bu denetim ve
kullanılamazlar! Düşüncelerin serbestçe ifade
eleştirinin bilgece olması gerekmektedir. Doğal
edilip eleştirilemediği, tribünlere oynayarak
olarak bunun yeri de ilmî mahfiller olacaktır.
kargaşanın körüklendiği bir toplumda yeni ve devrimci bir fikir ve akım ortaya çıkamaz. Böyle zamanlarda zorunlu olarak kendisini dayatan realite, hoşgörüsüzlük veya kısıtlamalara duyulan ihtiyaçtır.
52
Bu tür meselelerle tebliğ konusunu birbirinden ayırmak gerekir. Tebliğ hareketi doğası gereği yeni keşifler peşinde değildir. Onun amacı, verili bir hakikati insanlara belletmek ve onların dikkatini bu hakikate çekmektir. Oysa
İslami düzen, içinde hak ve batılın söz konusu
bizim sosyal ve siyasi alanda düzeltme ve
olduğu bir düzendir. Üstelik bu durum sadece
diriltme faaliyetleri için keşfedici araştırmalara
teorik bir kabul de değildir. Aksine, üzerinde
ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu keşifler bu
hassasiyetle durulması gereken ve çok önemli
alanlarda yapılan çalışmaların konu, amaç ve
pratik sonuçları olan bir meseledir. İslami
yöntemlerinde ortaya çıkmaktadır. Çalışmanın
akılcılık üzerine inşa edilen sivil örgütlenmenin
kendisi özellikle bu keşfe yönelir. İşte tam
asıl amacı, hakkaniyet ölçüsüne riayet ederek,
bu noktada İslam akılcılığı devreye girer ve
üyelerinin dünyevi ve uhrevi saadete yönelik
mensupları için bazı ölçütler koyarak onlar için
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
belirli görev ve sorumluluklar belirler. Bizim
neye göre ve nereye kadar yapabileceğidir?
gelecek nesillere olan taahhüdümüz onlar
Başka bir deyişle bu durumlarda ne kadar ileriye
için makul içeriğe sahip bir miras bırakmaktır.
gidebilir? Batı düşüncesi ve kültürüne göre
Düşünceler, makul uygulamalar ve değerli
bu sınır maddi çıkarların tehlikeye girmesidir.
deneyimlerden oluşan bir miras. Böylece onlar
İnsan sağlığı ve benzeri durumlar yani.
İslam’ın hakka dayanan düşüncesi üzerinde yeni
Ama eğer bir davranış ve uygulama iffet ve
bir medeniyet yükseltebilirler.
namusa zarar verirse ve bunun sonucunda da insanların manevi değerleri ve çıkarları tehlikeye
“İslamî Düzende Sivil Hoşgörünün Sınırları” Makalesinin Değerlendirilmesi
girerse, bu durumda temel hak ve özgürlükleri
Uzun olmasına rağmen yukarda aktardığımız
göre yasama erkinin, böyle manevi değerlerin
teorinin üç temel öğesi bulunmaktadır. Bunlar: 1) Sivil örgütlenmenin İslam’ın ortak akılcılığı üzerine inşa edilmesinin adı, İslam devletidir. 2) İslami düzen, içinde hak ve batılın söz konusu olduğu bir düzendir. Mensuplarının gerçek mutluluğa doğru olgunlaşmaya dönük hareketlerini başlatmak ve bunu desteklemek, onun hakka dayanıyor oluşunun doğal bir sonucudur. Yani İslami devlet hak ve batılın ne olduğunu belirlemesini sağlayacak açık bir
sınırlandırmaya gerek yoktur! Ama vahiy kaynaklı olan İslam kültürüne tehlikeye girdiği durumlarda da devreye girip temel hak ve özgürlükleri sınırlandırması gerekir. Çünkü insan, manevi gelişim doğrultusunda hareket etmektedir ve bu manevi seyre engel teşkil edebilecek her şeyi kanun ortadan kaldırmalıdır. Zira insanların uhrevi kurtuluşlarının önünde engel teşkil edebilecek her şeyin ortadan kaldırılması gerekir. İslam devleti insanların maneviyatına zarar verebilecek her şeyi Sünnetullaha uygun olarak
ölçüte sahiptir. Bu da Müslüman toplumun
ortadan kaldırmalıdır…”3
ortak sağduyusu hâline gelmiş olan İslam’dır.
Bizim inancımıza göre Müslümanlar tarafından
Sonuç olarak, İslam devleti hak ve batıl
seçilmiş olan hükümet, temel hak ve
karşısında görev ve sorumlulukları olan bir siyasi
özgürlükleri sınırlandırmada başvuracağı ölçütü
örgütlenme biçimidir. Devletin, hakkın yerine
ve vatandaşlarına karşı göstereceği hoşgörünün
getirilmesi için çalışarak batılı ortadan kaldırması
sınırını, toplumun ortak sağduyusu olan İslami
gerekir. Devletin hak ve batıl karşısında sahip
akılcılıktan çıkaramaz. Bu ölçütlerin, İslami
olduğu bu görev ve sorumluluklar ona bireyin
akılcılığın dışından elde edilmesi gerekir.
temel hak ve özgürlüklerine müdahale etme
Günümüzde yürürlükte olan İslami akılcılık,
yetkisi verir. Ancak devletin bu müdahale
her kesimden Müslümanların bin dört yüzyıllık
hakkı sınırsız olmayıp başka bir genel ilke olan
çalışmasının bir sonucudur. Bu akılcılık belli bir
maslahatlarla sınırlıdır. 3)Her sivil örgütlenme
grubun bıraktığı bir entelektüel miras değildir.
ortak bir sağduyu ve akıl anlayışı üzerine inşa
Hadisçilerden kelamcılara, felsefecilerden
edilir. Bu ortak sağduyu ve akıl, bu sistemin
fakihlere ve mutasavvıflara kadar her fikrî
siyasi meşruluğunun da kaynağıdır. Devletin
ekolün bu akılcılığın oluşmasında katkısı vardır.
meşru bir kurum olarak varlığını devam
Arapların İslam öncesi bedevi kültüründen
ettirebilmesi için daima bu ortak sağduyu ve
İslam’ı benimsemiş olan farklı kavim ve
aklın koruyuculuğunu üstlenmesi gerekir.
milletlerin kadim kültürlerine, Hicaz’ın basit
Yukarıda kısaca özetlediğimiz bu üç esas, İslami düzende sivil hoşgörünün sınırları öğretisinin temel dayanaklarını oluşturmaktadır. Genellikle Batılı hoşgörü karşısında İslami hoşgörüden bahsedenlerin kastettikleri şey de bundan başkası değildir. Bu teorisyenlerden biri, bir konuşmasında şunları dile getirmiştir: “Bizim asıl meselemiz, yasama erki bireylerin temel hak ve özgürlüklerini sınırlandırmak istediğinde bunu
kabile örgütlenmesinden İslam tarihi boyunca oluşmuş olan farklı sosyal-siyasi ve kültürel yapılara kadar hepsi, bu İslami akılcılığın tarih sahnesine çıkması ve şekillenmesinde bir şekilde rol oynamıştır. Müslüman toplumların ortak sağduyusu hâline gelmiş olan bu akılcılığı, bir kişi veya grup meydana getirmemiştir. Muhammed Taki Misbah Yezdi, Bir Cuma Vaazı
3
Konuşması, Tahran.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
53
Bu akılcılık kelami, itikadi, felsefi, siyasi, sosyal, iktisadi ve sanatsal boyutlara sahiptir. Bu akılcılık, tarih içerisinde kronolojik bir değişim çizgisine sahiptir. Doğal olarak İslam medeniyet ve kültürünün bir tarihi vardır. Gerçi bütün İslami ilimlerin, Kur’an-ı Mecid’in indirilişinden sonra onunla ilişkili olarak ortaya çıktığını ve şekillendiğini söyleyebiliriz. Ancak bu ilimlerin kendilerine has tarihî sosyal ve siyasi zeminler, ön kabuller ve beklentiler olmadan (algılama, tefsir ve yorumda) Kur’an’dan doğrudan Müslümanların zihnine intikal ettiğini kabul edemeyiz. Sonuçları çok tehlikeli olabilecek böyle elim bir hatadan kaçınmamız gerekir. Müslümanların ortak sağduyusu hâline gelmiş olan İslami akılcılık, İslam’ın asıl yapısına ve tarihî verilerin kanıtlığına göre hiçbir zaman resmî bir otoriteye sahip olmamıştır.
Şimdi varsayalım ki, bir fakih söylediğimiz hiçbir noktaya dikkat etmeden modern İslam devlet ve toplumlarında bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin sınırıyla ilgili bir fetva verdi. Diğerleri hangi delil ve gerekçeden dolayı bu fetvaya tabi olmalıdır? Bazı fakihlere göre müminlerin bir fetvayla amel etmelerinin yeterli şartı bu fetvanın Allah’ın hükmü olduğuna dair yüzde yüz ikna olmuş olmalarıdır. Bu itminan ve yakin temel hak ve özgürlüklerin sınırlarını belirleyen söz konusu fetva hakkında oluşmazsa ne yapılması gerekecek? Bu durumda bunlar hangi kriterlere göre temel hak ve özgürlüklerin sınırlarını belirleyeceklerdir? Ayrıca eğer birkaç fakih belli bir hak ve özgürlüğün sınırı hakkında birbirinden farklı fetvalar verirlerse bunların takipçileri bu farklı ve bazen de
Felsefi, kelami, irfani ve fıkhi ekollerin çokluğu
çelişik olan fetvaları, İslami devlet ve toplum
ve tarih boyunca bunlar arasında devam etmiş
içerisinde nasıl hayata geçirecek ve bunlarla
olan çekişmeler, bu iddianın en bariz tarihî
nasıl amel edeceklerdir? Daha da önemlisi bu
şahididir. İslami akılcılığı, onun sahip olduğu
fetvalardan hangisi anayasa ve diğer kanunların
hiçbir belirme şekliyle sınırlandıramayız. İslam
hazırlanmasında esas alınacak ve yasamanın
felsefesi bu İslami akılcılıkla ne kadar ilgiliyse
temellerini oluşturacaktır?
hadis ehli ve kelamcıların görüşleri de o kadar ilgilidir. İslam tasavvufu yine en az İslam fıkhı kadar bu akılcılığa katkıda bulunmuştur. Bu beyler, bireyin temel hak ve özgürlüklerini sınırlandırma kriterlerini İslami akılcılıktan çıkarsamak istediklerinde, usulen bu mirasın fıkhi boyutunu göz önünde bulundurmaktadırlar. Oysa İslam fıkhında bireyin temel hak ve özgürlüklerinin sınırları hakkında üzerinde ittifak edilen tek bir görüş yoktur. Yani bu konuda tarih boyunca herhangi bir icma (görüş birliği) meydana gelmemiştir. Bütün fakihler bireyin temel hak ve özgürlüklerinin sınırlarını aynı şekilde belirlemezler. Örneğin bunların tek bir görüş üzerinde ittifak ettiklerini varsaysak bile, bu görüş ve kuramları eleştiri ve sorgulanmaya açık olacaktır. Hepsinden daha önemli olanı ise sosyal ve siyasi hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması meselesinin, modern İslam devletleri ve toplumları açısından tarihî geçmişi olmayan yeni bir konu olmasıdır. Bu konunun felsefi argüman ve kavramları modern çağa özgüdür. Bu felsefi argüman ve kavramlar Kitap ve gelenekte bulunmamaktadır. Bu sebeple bu çağdaş meseleler hakkında geleneksel fıkhi teori ve kavramlarla konuşmak ve tartışmak mümkün
54
değildir.
Şüphesiz İslam’da da tarihte hüküm sürmüş diğer dinlerde olduğu gibi, “usul ve füru” bulunmaktadır. Bu tür sınıflandırmaların kapsadığı meseleler her zaman sabit olmasa da daima böyle usul ve fürua tekabül eden alanlar bulunmuştur. Bu konuları akait, ahlak ve hüküm ayetlerinden çıkarabiliriz. Ancak bu noktada asıl önemli olan, bir davranışın şeri açıdan haram olduğunun kesinleşmiş olması, dolayısıyla da uhrevi cezayı beraberinde taşıması, zorunlu olarak bu davranışın kanunen de yasak olması ve bunu işleyenin de cezalandırılması gerektiği sonucunu doğurmaz. Dolayısıyla bireylerin bu konudaki temel hak ve özgürlüklerinin sınırlandırılması gerektiği sonucuna varılamaz. Bazı fakihlerin günah olan her davranışın devlet tarafından cezalandırılması gerektiğine dair fetva verdikleri doğrudur. Ama böyle de olsa sonuçta bu bir fetvadır ve diğer fetvalar gibi bu da eleştiriye ve tartışmaya açıktır. Yani çok net alarak söylemek istediğimiz şudur; şeri haramlıktan, kanuni suç ve cezaya sıçramak sanıldığı kadar kolay değildir. Bütün bu verilerden sonra, hangi delil ve mantığa dayanarak belli bir zaman ve mekân diliminde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İslam’ın vazgeçilmez ilkelerinden kabul edilen
olması gerekir. Bu uzlaşma beylerin bahsettiği
itikadi, ahlaki ve fıkhi hükümlerin esastan ve
İslami akılcılıktan tamamen başka bir şeydir. Bu
metodolojik olarak yeniden ele alınamayacağı
uzlaşma ancak ortak siyasi aklın gölgesinde, o
ve bunların alanlarının genişletilemeyeceği
da ancak göreceli olarak gerçekleşebilir.
savunulabilir? Hangi felsefi, bilimsel ve dinî argümanla bu ilkelere yeni anlamlar verilemeyeceği ve bunların farklı yorumlara konu edilemeyecekleri ileri sürülebilir? Ben burada yeni tefsir ve yorumlardan bahsediyorum yoksa tek bir hakikatin farklı boyutlarına karşılık gelen bilgiden değil.
Şimdi eğer temel hak ve özgürlüklerin sınırlarını belirlemeye yarayacak ölçütleri ve devletin vatandaşı karşısında göstereceği hoşgörünün sınırlarını toplumun ortak sağduyusu hâline gelmiş olan İslami akılcılıktan elde edemiyorsak, bu durumda “İslam devleti hak ve batılın teşhisinde bazı ölçütlere sahiptir ve bu da
Burada gündeme getirdiğim sorular ve
toplumun ortak sağduyusu hâline gelmiş olan
meseleler ışığında, devletin artık temel hak
İslami akılcılıktır, yani İslam’dır.” demenin nasıl
ve özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda
bir anlamı ve sonucu olabilir? Aynı şekilde
benimseyeceği hoşgörü ölçütlerinin İslami
buradan hareketle “Devletin hak ve batıl
akılcılıktan çıkarılabileceği rahatlıkla
karşısında sorumluluğu vardır; devletin hakkı
savunulamaz. İslami akılcılık, sahip olduğu
yerine getirebilmek için çalışması, batılı ortadan
geniş etki alanı, farklı ekollerden meydana
kaldırmak için de çaba göstermesi gerekir.
gelmiş olması ve daima içtihada açık olmasından
Ayrıca bu görev ve sorumluluk, devlete temel
dolayı asla bir Müslüman ülkenin anayasasında
hak ve özgürlüklere müdahale etme hakkı
bireyin temel hak ve özgürlüklerinin nasıl
doğurur”4 demenin ne gibi bir mantığı ve anlamı
düzenleneceğini belirleyemez. Devlet
olabilir?
vatandaşına karşı ne kadar hoşgörü gösterecektir? İslami akılcılık üzerine inşa edilen devletin İslami hoşgörü teorisinin kabul edilebilir makul bir anlam ve tanımı yoktur. Devletin, vatandaşı karşısında nasıl bir hoşgörü tavrı takınması gerektiğini belirleyebilmek için, İslami akılcığın dışında yer alan felsefi kriterlere başvurmak gerekir. Veya fıkhi bir teoriyi genelleştirerek bunların belirlenmesi yolu tercih edilmelidir. Görece olarak da olsa herkesin rızasını almanın bundan başka bir yolu yoktur. Dolayısıyla bu konularda sonuç alabilmek için akli ve felsefi konulara yönelmemiz gerekir. Ancak genelin göreceli rızası alındıktan sonra devletin temel hak ve özgürlükler karşısında takınacağı tavır netleşebilir. Böylece devletin vatandaşı karşısında takınacağı hoşgörünün sınırını belirlemek de mümkün olabilir. İşte bu yolla yapılan düzenlemeler toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilebilir ve biz de bunları, tarihî şartları içinde yapılabilecek en uygun düzenlemeler olarak içselleştirebiliriz. Devlet mekanizmasının uzlaşıma dayalı bir yapı
Belki de bu cenahın söylemek istediği şudur: “İslam Cumhuriyeti Anayasası, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini İslami ilkeleri ihlal etmemek şartıyla sınırlandırmıştır ve devlet de anayasaya göre hareket etmek zorundadır.” Eğer kastettikleri bu ise buna kimsenin bir diyeceği yoktur. Ancak şu unutulmamalıdır ki, İslam’ın ilkelerine aykırı olmamayı, temel hak ve özgürlüklerin ruhuna uygun olarak yorumlamak yasamayı yapanların sorumluluğundadır. Bu ruha uygun olarak öngörülen sınırlamaların kanunla belirlenmesi gerekir. Doğal olarak böyle bir kanun, milletin temsilcilerinin çalışma ve tartışmalarının sonucu olacaktır. Böyle bir kanun mecliste hazırlanıp onaylanmadan, başka hiçbir ölçüt ve makam temel hak ve özgürlükleri sınırlandırma hakkını kendisinde bulamaz. Ayrıca anayasanın geçerliliği de milletin onayına bağlıdır. Çünkü anayasa meşruluğunu ihtilaflı olan fıkhi ve felsefi görüşlerden almaz. Bu yüzden de mevcut sivil ve siyasi örgütlenmenin İslami akılcılık üzerine inşa edildiğini iddia etmek, temelsiz ve yanlış bir savdır.
olarak görüldüğü çağdaş Müslüman toplumlarda, yöneticiler seçimle belirlenir. Bu yüzden de sistemin üzerine inşa edileceği temel siyasi kavramlar üzerinde genel bir uzlaşının oluşmuş
Bu sözler, resmî dinî söylemi savunanların dayandığı
4
temel argümanlardır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
55
Dosya: Çok Kültürlülük ve Birlikte Yaşamak
“Bir Arada Yaşamak” Mümkün Mü? M. Kürşat Atalar Son yıllarda Müslümanlar
genellikle, ulus-devletin bir iç meselesidir
arasında ‘bir arada
(örneğin Kanada’da Kubek meselesi, Avrupa
yaşama’ kavramının daha
Birliği’nde göçmenlerin statüsü meselesi, vb.).
sıklıkla telaffuz edildiğini
Fakat küresel ölçekte ‘bir arada yaşama’ sorunu,
ve belirli çevrelerce
‘dinsel’ yahut ‘ideolojik’ farklılıklarla ilgilidir
de ‘olumlandığını’
ve bu mahiyetiyle küresel statükonun devamı
gözlemliyoruz. Acaba
meselesiyle doğrudan bağlantılıdır. Kavramın
bunun nedeni nedir? Bir
son zamanlarda Müslümanlar arasında daha çok
‘ihtiyaç’ mı hasıl olmuştur
dillendiriliyor oluşunu da bu bağlamda ele almak
da ‘ayrı’ yaşayanların ‘bir
gerekmektedir. Yani küresel bir sorun olarak ‘bir
arada’ yaşamasının önemi
arada yaşama’ sorunu, ulus-devletlerin bir iç
üzerinde daha çok durulur
meselesi olarak ‘bir arada yaşama’ sorunundan
olmuştur? Eğer öyleyse, bu
‘hoşgörü’ (tolerence) ve ‘çok-kültürlülük’
ihtiyaç nedir? Baştan ifade edeyim, bendeniz ‘bir arada yaşama’ (coexistence) kavramının ‘masumiyetine’ inanmayanlardanım. Bu, belirli manaları ve amaçları dikte eden bir kavramdır ve bunların kahir ekseriyeti de ‘modern’ yahut ‘postmodern’ içeriklidir. En özet ifadesiyle, ‘bir arada yaşamak’la kast olunan; sınıf, etnisite, ırk, toplumsal cinsiyet, kültür, din veya ideolojiden kaynaklanan ‘farklılıklar’ın ‘barış içinde’ ve ‘tek çatı altında’ yaşamasıdır. Dolayısıyla, bir arada yaşama kavramının anlam içeriğini tayinde belirleyici olan kavram, ‘farklılık’ (difference) yahut ‘çeşitlilik’ (diversity) tir.
56
daha önemlidir. Çünkü bu tür farklılıkları, (multiculturalism) ilkeleriyle çözmek genellikle mümkün olmamaktadır. Her iki kavram da ‘küçük ölçekli’ (yahut ‘ulusal’) sorunların çözümünde işe yaramakta, ancak özellikle de ‘ideolojik’ ve ‘dinsel’ farklılıklar söz konusu oldu mu, ‘çatışma’ (conflict) kaçınılmaz olmakta ve arabuluculuk (mediation) süreçleri, çoğunlukla, çözüm (resolution) yerine ‘çözümsüzlük’ (deadlock)le neticelenmektedir (İsrail-Filistin çatışması, Sih-Hindu çatışması, İRA-Protestan İngilizler çatışması, vb.). İslam dünyasında 1980’li yıllardan itibaren Radikal İslam’ın güç kazanmasının ardından ise, ‘bir arada yaşama’ sorunu daha başka bir mahiyet kazanmıştır. Zira İslam’ın bu dönemden sonra bir “alternatif
Bilinmelidir ki, Batı coğrafyasında ‘farklılıklar’,
bir yaşam tarzı önerisi” olarak insanlığın
büyük çoğunlukla sınıf, etnisite ve kültüre
gündemine yeniden girmiş olması, küresel
dayalıdır; ‘bir arada yaşama’ sorunu da,
sistemin banilerinde, yeni gelişmeye karşı tedbir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
alınmasının zaruri olduğu fikrini doğurmuş ve
‘hakk din’ olduğu tezinin dillendirilemeyeceği
böylece ‘potansiyel tehdit’i bertaraf etmek için,
yahut dillendirilecekse de, ‘görececiliğin’ sınırları
Müslümanların küresel sistem içerisinde, farklı
içerisinde dillendirilebileceğidir. Aksi takdirde,
unsurlarla nasıl ‘bir arada yaşayabileceği’ hususu
tebliğ görevinin gereği yapıldığında, diğer
tartışılmaya başlamıştır. Bu nedenle ‘hoşgörü’
gruplar, Müslümanları rahatlıkla ‘hoşgörü’ sınırını
kavramı öne çıkarılmış; “İslam demokrasiyle
aşmakla suçlayabileceklerdir. O halde, açıktır ki,
bağdaşır” düşüncesi yaygınlaştırılmaya
‘bir arada yaşamak’, Müslümanlar için modern
çalışılmıştır. ‘Bir arada yaşama’ kavramı ele
değerler sistemini kabul etmek ve ‘tebliğ’ ve
alınırken, bu hususun mutlaka göz önünde
‘cihad’ görevlerinden vazgeçmek anlamına
bulundurulması gerekir.
gelmektedir.
Aslında ‘yalın’ manada ele alındığında, her
Dolayısıyla, aslında, ‘bir arada yaşama’,
çağda insanların veya farklı grup, sınıf ve
‘iktidar’ alanıyla ilişkili bir kavramdır. Bütün
etnisitelerin “bir arada yaşadıklarını” görürüz.
‘bir arada yaşama’ projelerinde bir hakim güç
İmparatorluklar yahut feodal düzende dahi
vardır ve diğer ‘farklılıklar’ın onun belirlediği
insanlar, ayrı ayrı kolonilerde değil, bir
‘asgari müşterekler’i ve ‘sınırlar’ı kabul etmesi
aradadırlar. Roma’da köleler site devletinin
beklenir. Bugün itibarıyla Müslümanlara
sınırları içerisinde yaşamakta; Mekke’de
önerilen ‘bir arada yaşama’ projelerinin
Müslümanlar müşrik Araplarla birlikte hayat
tümünde, ‘demokrasi’ ve ‘insan hak ve
sürmektedirler. Fakat ‘bir arada yaşamak’tan
özgürlükleri’ temelinde bir ortak yaşamın
kasıt, bu ‘fiziksel birliktelik’ değildir. Burada
kabulü istenmektedir. Bir dönem ortaya atılan
bazı ‘vasıflar’ kast olunmaktadır ve ‘bir
Medine Vesikası projesinde de, son zamanlarda
arada yaşama’ kavramını da bu vasıflar
popülerleşen ‘hoşgörü’ çağrılarında da benzer
belirlemektedir. Yani örneğin kast olunan,
amaçların güdüldüğü malumdur. Ancak, İslam’ın
‘eşit’ yahut ‘barış içinde’ yaşamaktır. Eşitlik
‘hakk’ din olduğuna ve Hakk’ın hakim olması
söz konusu oldu mu, devreye ‘vatandaşlık’
gerektiğine inanan Müslüman ne yapacaktır?
kavramı girmekte, bu da modernitenin
Burada bir ‘iktidar mücadelesi’ olacağına kuşku
hümanizm, rasyonalizm, sekülarizm (hatta
yoktur. Müslüman, ‘iktidar ilişkileri’ni modern
feminizm) kavramlarının anlam içeriklerinin
veya postmodern değerlerin yerine İslami
belirlediği bir değerler sistemini kabul etmeyi
değerlerin belirlemesi gerektiğine inanır. Şu
gerektirmektedir. Yani bir arada yaşayabilmek
halde ‘bir arada yaşamak’ mümkün olacaksa,
için, farklı sınıf, din, etnisiteye vs. bağlı gruplar,
burada İslam’ın değerlerinin üstün olması
‘öteki’ni ‘eşit’ vatandaş olarak görmelidir. Bir
gerekir. Yani ancak diğer ‘farklılıklar’ın İslam’ın
başka ifade ile, ‘bir arada yaşama’yı kabul
üstünlüğünü kabulü ile “bir arada yaşamanın
edenler, ‘öteki’ni hoş görmeli; onun yaşam
asgari şartı” karşılanmış olur. Bu yoksa,
tarzına karışmamalı; din, vicdan, düşünme
Müslümanların ‘tebliğ’ ve ‘cihad görevlerini
özgürlüğünü engellememeli, temel hak ve
sürdürecekleri şüphesizdir!
özgürlükler konusunda ‘dayatmacı’ olmamalıdır! Çünkü hoşgörüsüzlüğe hoşgörünün de bir ‘sınırı’ elbet vardır! Bir arada yaşamanın asgari kuralı budur.
Peki, bu durumda, “bir arada yaşama” çağrılarının anlamı nedir? Tabiatıyla bu çağrılar, verilecek belirli tavizler karşılığında, Müslümanların Hakk’ı tebliğ ve o yolda mücadele
Yahut bir arada yaşanacaksa, bu, ‘barış
etme azmini kırmayı amaçlamaktadır. Burada
içinde’ olmalıdır. Yani ‘çatışma’ üretecek
Müslümanlara, ‘statü iyileştirmesi’nden başka
konulardan uzak durulmalı; kimse kimseye
bir şey de teklif edilmemektedir. Yani sahici bir
kendi doğrularını dayatmamalıdır! Açıkçası, bu,
iktidara sahip olmak veya ‘güç bloku’ içerisinde
İslami terminolojide, ‘tebliğ’ ve ‘cihad’ görevinin
yer almak gibi bir ‘taviz’ verilmemektedir. Ayrıca
fiilen iptali demektir. Müslümanlar, ‘farklılık’ ve
bir yandan bu taviz verilirken, öte yandan ‘sopa’
‘çeşitlilik’ kavramlarının belirlediği ‘çok-kültürlü’
da gösterilmektedir. Zira ‘bir arada yaşama’yı
bir dünyada “barış içinde bir arada yaşama”yı
önerenler, halihazırda gücü ellerinde tuttuklarını
kabul edeceklerse, bunun anlamı, İslam’ın
bilmekte ve bu avantajlarını kullanmak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
57
istemektedirler (Nitekim müşrikler Rasulullah’a
hukukun, belirli bir mücadele sürecinin sonunda,
teklifte bulunduklarında da, aslında: “Ya bizim
galip tarafın ilke ve kurallarınca belirlendiğidir.
teklifimizi kabul edersin ya da zulümler ve
Müslümanlar da cihad ve “kıtal”i hep bu şekilde
işkenceler başlar!” demiş oluyorlardı). Bu
yapmışlardır. Dar’ul-İslam’ın sınırı hep bu
durumda Müslümanlara düşen, hak ederek
şekilde genişlemiştir. Bundan sonra mücadelesiz
alınmamış şeylere karşı ihtiyatlı davranmaktır.
kabuller olamaz mı? Yani savaşsız ihtidalar
Bir şey ‘veriliyorsa’, üstelik bu, ‘iktidar ilişkileri’
olamaz mı? Genel pratiğe bakıldığında bireysel
ile ilgili ise, bunda mutlaka bir taviz beklentisi
boyutta olabileceği söylenebilir, ancak toplumsal
vardır. Bu tavizin de Müslümanlar açısından
ölçekte bunun örneği yok denecek kadar azdır.
‘hayati önemi haiz’ hususlarda isteneceğine
İnsanların “fevc fevc Allah’ın dinine girmesi”,
kuşku yoktur. O nedenle, Müslümanlar,
mücadele evrelerinin sonunda mümkün
ellerindeki kozlar daha güçlü değilken masaya
olabilmektedir ki, bizim yaşadığımız dönem
oturmama yaklaşımını benimsemelidirler. Bu
itibarıyla böylesi bir evrenin henüz gelmediğini
ise, bu şartlar altında ‘mücadele’nin süreceği
rahatlıkla söyleyebiliriz.
anlamına gelir. Ne zaman ki güç dengeleri değişir; ‘bir arada yaşama’nın kurallarını koyma yetkisi Müslümanların eline geçer; o zaman birlikte yaşamanın şartları vs. konuşulur. Fakat bugünkü şartlar altında “bir arada yaşama”nın şartlarını konuşmayı kabul etmenin bile, Müslümanların zararına olacağına kuşku yoktur.
Farklılıklar, belirli bir ‘sınır’a kadar ‘öteki’ni hoş görebilir ve bu, bütün gruplar için geçerlidir. Müslümanlar, şirk ve küfrü hoş göremez. Hayat tarzı farklılıklarının olduğu yerde ise şirk ve küfrün olacağına kuşku yoktur. Bu durumda Müslümanların temel hususlarda hoş
Dolayısıyla, konuya ‘iktidar ilişkileri’ bağlamında
göremeyeceği şeyler var olacak demektir. Bu
bakıldığında, hakimiyet mücadelesinin belirleyici
da ‘çatışma’ potansiyelinin var olduğu anlamına
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bağlamda,
gelir. Zira halihazırda hakim pozisyonda olan
zamanında Medine Vesikası bağlamında dile
Müslümanlar değildir. Bu olsaydı, diğer grupları
getirilen tezlerin de bir ciddiyetinin olamayacağı
‘hoş görme’nin belirli bir zemini olabilirdi
söylenmelidir. İdeolojik ve dini gerekçelerle
diyebiliriz. Fakat bugün itibarıyla tam zıt bir
farklı tezleri savunan grupların oturup ortak
durum söz konusudur. Bunu değiştirmenin yolu
bir ‘üst hukuk’ oluşturmaları mümkün değildir.
da, mücadele etmektir. Mücadele ederken,
Çünkü ‘kamusal alan’ın tekliği olgusu, her
rakibin ‘asli’ kusurunu ‘hoş görmek’, baştan
toplum için geçerlidir. Kamusal alanda ‘tek
mücadeleyi kaybetmek anlamına gelir.
hukuk’ olmazsa, toplumda anarşi doğar. Tarih
Çünkü mücadele bunun için (yani küfrün ve
boyunca devletlerin uygulamaları da böyle
şirkin hakimiyetinin ortadan kalkması için)
olmuştur. Müslümanlar hakim olduğunda
verilmektedir.
kamusal alana Şeriat hakim olmuş, gayri Müslimler hakim olduğunda da onların yasaları hakim olmuştur. Özel hukuk, sınırlı bir alan için mümkün olabilir; fakat ‘hakimiyet’ alanı için söz konusu olamaz. Ancak burada her hakimiyetin sonucunun farklı olduğunu da görmemiz gerekir. Gayri Müslimlerin hakimiyetinde genellikle ‘zulm’ün, Müslümanların hakimiyetinde ise genellikle ‘adalet’in hakim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tarih, bunun örnekleriyle doludur. Dolayısıyla, Medine Vesikası örneğinde olduğu gibi, ‘üst hukuk’un belirleyiciliğini farklılıkların temsilcilerinden oluşacak bir ‘ortak istişari kurul’a havale etmeye gerek yoktur. Bu, ütopik bir şeydir ve tarih boyunca da görülmemiştir. Çoğunlukla pratize edilen uygulama, üst
58
Hoşgörü çağrıları da esas itibarıyla ütopiktir.
Peki, şartların “aleyhte” olduğu dönemlerde “bir arada yaşama”nın hiçbir zemini bulunamaz mı? Nitekim Peygamberimiz, Mekke şartlarında müşriklerin mütecaviz davranışları karşısında: “selam size; ben cahillerden uzağım” diyerek fiili çatışmayı körükleyecek hareketlerden kaçınmıştır. Kanımca, “belirli şartlarda” bu mümkündür denilebilir ki o da şudur: Müslümanların hakkı tebliğ etmesine karışılmamalıdır. Yani Müslümanlar hakk bildiklerini açıkça söyleyebilmeli ve bu noktada engellemelerle karşılaşmamalıdırlar. Ancak tarihsel pratiğe baktığımızda, bunun pek mümkün olmadığını da görüyoruz. Zaten müşrikleri asıl kızdıran şey de Müminlerin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
hakkı tebliğidir. Çünkü bu tebliğ devam ettiği
bunu görmekte ve bizi temelden zayıflatmak
müddetçe, kendi iktidar temellerinin zayıf
istemektedirler. Yani onlar da ‘mücadelelerine’
olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu ise, onların
devam etmektedirler. Çünkü bu mücadelenin
hiç istemedikleri bir şeydir. O nedenle,
sonunda mutlaka taraflardan biri galip diğeri
gayri Müslimlerin bu şartın gereğini yerine
mağlup olacaktır. Müslümanlar savaşımı
getireceğine inanmak safdillik olur. Müslümanlar
sürdürürse, kazanma şansları mevcuttur; ama
arasında “bir arada yaşama”yı önerenlerin
‘uzlaşırlarsa’, baştan kaybederler. Naçizane
bu hususu iyi düşünmeleri gerekir. Zira ya
kanaatim odur ki, “bir arada yaşama” projesinin
İslam vardır; ya cahiliye. Cahiliye ise zulm ile
asli amacı da budur. Bu mücadelede sağlam
eşdeğerdir. Zalimler, en çok zulümlerinin dile
durabilmek için ise, bugünkü şartlarda yapılması
getirilmesinden rahatsız olurlar. O nedenle
gereken şey, düşünce temellerinin sağlam
de onların en çok korktukları şey ‘tebliğ’dir.
tutulması, ideolojik safiyetin korunması ve
Bugün ‘tebliğ’ sürecinin iğdiş edilmesi için
ilkelerden taviz verilmemesidir. Bu zorlu bir
büyük uğraşlar verilmektedir. Batılı stratejistler,
görevdir, ama Allahu Teala’nın da “yolunda
bugün boşuna “önce Müslümanların ideolojik
yürüyenlerin yardımcısı olacağına” dair vaadi
safiyetlerini bozmalıyız; sonra iktidar koltuklarını
vardır. Bizler O’nun yolunda yürürsek, “akıbet
onlara verebiliriz” demiyorlar. Biliyorlar ki,
muttakilerin olacaktır.”
bunu başardıklarında ‘tebliğ’ işlevsizleştirilmiş olacaktır. Onlar, Müslümanları düşünce planında mağlup ettiklerinde, savaşı kazanmış olacaklarını biliyorlar! Müslümanlar arasında bu planın bilinçli parçası olanlar da elbette var; ama projesinden bir şeyler bekleyebiliyor. Tabii bu da bizim düşünsel zeminimizin zayıf olduğunu gösteriyor. Bizler, ‘ilm’e sahip olmazsak, kandıranımız çok olur. Bu ya bir tarikat şeyhi, ya bir cemaat lideri ya bir parti başkanı ya bir Batılı stratejist olabilir. Ama sonuçta bir olmazsa ötekisi, cehaletimizden yararlanıyor ve bizi yanlış yollara sürükleyebiliyor. Müslümanlar olarak, bundan kurtulmamızın tek yolu, ‘ilm’ sahibi olmak ve ilmin rehberliğinde ‘bilinçlenmek’tir. Bu ve benzeri sorunlar karşısında sağlam durabilmemizin başka bir yolu da yoktur. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanların davranışlarına yön veren asli faktör, ‘inanç’ ya da ‘ideoloji’dir. Tarih boyunca büyük kitleler, inançları uğruna savaşmışlar; yenmiş ve yenilmişlerdir (unutmayalım ‘heva’ da ilah edinilebilmektedir). Bu durum bugün de böyledir. Dolayısıyla, inanç söz konusu oldukça mücadele (yahut savaşım) olacaktır. Bugün
www.islamiyorum.com
büyük kitle, safdil bir şekilde “bir arada yaşama”
Batılıların “bir arada yaşama” gibi kavramları gündemde tutuyor olmaları, iktidar temellerinin zayıfladığını görmelerindendir. Dünya artık eski dünya değildir. Hızla değişmektedir. Ve bu değişimde Müslümanlar alternatif bir güç olarak artık dünya sahnesindedirler. Batılılar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
59
Dosya: Çok Kültürlülük ve Birlikte Yaşamak
Dini Hoşgörü:
İslami Bir Bakış açısı Halid Zahir İslami Yorum İçin Çeviren:
1. Giriş
Fatih Peyma
bir sürü benzer talihsiz örnekler, bizlere acilen
Hiç şüphesiz din, insan refahına inkâr edilemez bir
bu dini taassup lanetiyle ilgilenmemiz gerektiğini haykırmaktadır.
katkı sağlamaktadır. Ama,
Bu yazı, İslami bir bakış açısından dini
özellikle dindar insanlar
farklılıkların nasıl ele alınması gerektiği
arasındaki ihtilafların
konusuna cevap aramaktadır. Yazımızı beş
sınırlarına gerektiği gibi saygı
bölüme ayırdık. Birinci bölüm, giriş. İkinci
duyulmazsa, din büyük ölçüde
bölüm, dini farklılık olgusuna dair üç önemli
ayrılıkçı olabilmektedir. Dini
yaklaşımı tanımlamakta ve akabinde bu
uygulamaların farklı oluşu, insanlara en iyi
yaklaşımların zayıf ve aşırı yanlarından
şekilde, şahsi inançlarının getirdiği ilkelerin
bahsetmektedir. Üçüncü bölüm1 ise problemin
göreceli güçlü taraflarını mukayese etmede
çözümüne İslami bir açıdan yaklaşımdan
ve layıkıyla onlara uymada insanlara hizmet
bahsetmektedir. Dördüncü bölüm, bu İslami
edebilirken; dini taassup ise (bir insanın kendi
çözüme gelen eleştiriler ve benim onlara
inancının kesinliğini savunma ve bütün herkesi
cevabımla devam etmektedir. Beşinci bölüm ise
kınamaya değer olarak davranma eğilimi)
sonuç bölümü olacaktır.
pek çoklarının acı çekmesine yol açmakla kalmaz aynı zamanda insanları, dini ciddiye alma fikrinden uzaklaştırmaya da sevk eder. Geçmişte oldukça çok gözlemlenen dini taassup, günümüzde daha az dile getiriliyor gibi görünse de yeryüzündeki pek çok olay, pek çok vicdan sahibi insana bu dini taassup canavarının halen dipdiri hayatta olduğunu fark ettirdi. Bosna’daki kanlı sivil savaş, 11 Eylül 2001’deki korkunç olaylar ve onun akabinde gelişen kötü sonuçları, İsrail ve Filistin’de sürekli dökülen kanlar, Hindular ve Müslümanlar arasında hiç bitmeyen husumet ve nefret, acılarla dolu dünyamızdaki
60
2. Dini Farklılıklar Olgusunu Ele Almadaki Yaklaşımlar a) Dinsel Dışlayıcı (Exclusivist) Yaklaşım: Dini çeşitlilik hakkında en yaygın şekilde Burada bahsedilen dini çeşitlilik konusunu ele almak
1
için sadece bir tek yol yok elbette. Âmâ Kur’an’ın desteklediği görüş, yazara göre bu yaklaşımdır. Bu görüşleri benimserken Javed Ahmad Ghamidi Sahib ve Mevlana Vahidüddin Han’dan da fazlasıyla etkilenmiştir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bilinen yaklaşım, Dinsel Dışlayıcılar (Religious
bağlılık, eğer siyasi bir fırsatçı tarafından ya da
Exclusivists) tarafından takip edilen yaklaşımdır.
dini bir lider tarafından yanlış yönlendirilirse her
Bu grup, dini hakikati tekellerine alarak sadece
an patlayabilecek potansiyel bir dinamit gibidir.
kendilerini doğru yolda görüp kendilerinden başka herkesi dışlamaktadır. Örneğin, 1991 Eylül ayında İngiltere ve Galler kilisesinde bütün rahiplere açık mektup gönderen Hristiyanlar arasında böyle bir yaklaşım söz konusuydu. Mektup, kurtuluşun sadece, tek kurtarıcı İsa aracılığıyla ve Tanrı’ya giden yolda bulunmakla olabileceğini iddia ediyordu. Benzer görüşler Müslümanlar ve Yahudiler arasında da bulunmaktadır. Kur’an, vahyedildiği dönemde Arap toplumu içinde bulunan Yahudi ve Hristiyanların dışlayıcı yaklaşımından bahseder. Bir ayet şöyle buyurmaktadır: “Onlar, Yahudi ve Hristiyan olanlar haricinde hiç kimsenin cennete girmeyeceğini iddia etmektedirler.” Ne gariptir ki aynı dışlayıcı yaklaşım cennete gireceklerin sadece kendileri olduğunu iddia eden pek çok Müslüman tarafından da benimsenmiştir. Onlar bu anlayışlarının, bütün kâfirlerin cehenneme gireceğini ifade eden Kur’an’a dayandığını iddia etmektedirler. Pek çok Müslüman, “Madem bütün gayrimüslimler kâfirdir, o halde onların hepsi cehenneme girmeye mahkûmdur” demektedir.2 Dışlayıcı yaklaşımda temel sorun şudur. Bu yaklaşım, belli bir dini geleneğe mensup inanç sahibi bir insanı; başka dini geleneklere mensup kişilerin de, dini hakikatin başka bir yorumunu takip etme ihtimalinin olabileceğini kabul etmekten alıkoyar. Bu, dışlayıcının inancına
Buna rağmen, dışlayıcı yaklaşımın olumlu yanı şudur. İnanç sahibi bir insanın, kendi inancının nihai hakikat olduğuna aşırı bir güven duymasına sebep olur. Vahidüddin Han’ın isabetli bir şekilde ifade ettiği gibi dini hakikatin tek bir hedefi vardır, o da insana güven duygusu verebiliyor olmasıdır. İnsan bu dünyada yaşarken kesin bir güven duygusuna ihtiyaç duymaktadır. İnancın olmadığı durumlarda, dini inanç sadece felsefi bir varsayıma indirgenir ya da bir yığın karmakarışık ruhsal tecrübenin ürünü olarak algılanmaya başlanır. Bu yaklaşımın münekkitleri, dışlayıcıların bu olumlu özelliğinin, diğer inançların inkârını ya da inanan bir kimsenin peşinden koştuğu güven duygusunun elde edilemeyeceği gibi ürkütücü bir duyguyu beraberinde getireceğinden korkarlar. Fakat size daha sonra, bu sonucun aslında dışlayıcı yaklaşımdan kaynaklanan tek muhtemel sonuç olmadığını göstereceğim. b) Dinsel Kapsayıcı (Inclusivist) Yaklaşım: Kapsayıcı bir yaklaşımda kişi, her ne kadar diğerinin inancının doğruluğunu kabul etmese de, kendi inancıyla başkalarının inancının yan yana yaşamaya hakkı olduğunu kabul eder. Bu yaklaşım, karşıt inanca rahatça nefes alma alanı ve vakarla var olma imkânı sunar.
resmen inanmayan kişinin zihninde, ahirette
Örneğin, Vatikan diğer bütün önemli
kurtuluşun mümkün olmadığı düşüncesini
dünya dinlerine saygı duyduğunu ifade
meydana getirir. İnançsız bir kimsenin dini
ederek, yayınladığı 1967 fetvasında Dinsel
yorumunda sonuç olarak ortaya çıkan bu
Kapsayıcılık politikasını benimsemiştir. Hatta
umutsuzluk hali, doğal olarak zaman zaman
ateistler için bile sempatik ifadeler bu fetvada
onlara karşı en kötü şekilde, şiddetle iç içe
yer almıştır.
geçmiş nefrete yol açabilmektedir. Hatta eğer bir dışlayıcı; barışçı ve diğer inanç ehline karşı açıkça saygılıysa bile, bunu muhatabının hak ettiği düşüncesinden dolayı yapmamaktadır. O, bunu kaçınılmaz sosyal bir uyum olarak ya da uzun vadede diğer inançları yok etmek için hesaplanmış bir strateji olarak yapmaktadır. Bir grup insan tarafından dışlayıcı yaklaşıma Yazının ilerleyen sayfalarında bu görüşün Kur’an’la
2
uyuşmadığını delilleriyle göstermeye çalışacağım.
Yine de bazı âlimler vardır ki (dinsel dışlayıcılığa göre daha kabul edilebilir bir anlayış olmasına rağmen) dinsel kapsayıcılığın, dini taassup tehdidinin üzerine gitmede yeterince başarılı olmadığını savunmaktadırlar. Bu alimler, Hristiyanlıkla ortak noktaları olduğu için diğer inançları da iyi olarak görmenin dinsel kapsayıcılığın kendi içinde barındırdığı bir eğilim olduğunu düşünmektedirler. İyi niyetli insanlarla ve inançlarla ne kadar çok ortak noktası
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
61
olduğunu düşünse de kapsayıcı anlayış, kendi
açık bir arayış olduğunu iddia eder. Badham’a
anlayışının doğruluğundan fazlasıyla emindir.
göre dini çoğulculuk, aynı zamanda geleneksel
Kapsayıcılık, çok fazla olmasa da bir yere kadar
dinin seküler kritiğinin fazlasının haklı olduğunu
kabul edilebilir bir anlayıştır.
ve göz önüne alınması gerektiğini kabul
Badham’ın Hristiyan Kapsayıcılarla ilgili eleştirisi kısmen doğrudur. Vatikan fetvasının sadece Hristiyanlıkla ortak noktalara sahip
de kapsayıcılığı reddeder ve insanları samimi dini çoğulculuğa çağırır.
oldukları için diğer inançların varlıklarını
Dini çoğulculuğun temelini şöyle açıklayabiliriz.
tanıdığını iddia etmek çok isabetli bir yorum
Ona göre, dini olarak her şeyin belirsizliğe
değildir. Fetvanın Yahudi ve Hristiyanlara
karıştığı bu dünyada hem inanç hem de
yaklaşımı konusundaki görüşleri incelendiğinde,
inançsızlık eşit oranda kabul edilebilir cevaplar
Badham’ın gözlemi haklı olmaktadır. Fakat
olabilir. Aşkın Gerçeklik konusunun, bireyin
fetvanın Hristiyanlığın temel anlayışı ile hiç bir
kendi deneyimi ve deneyimsizliği temelinde
şey paylaşmayan ateistleri içeriyor olmasındaki
çözülmesi gerekir. İnanç sahibi biri, yapmakta
eli açıklılık, Vatikan’ı Badham’ın eleştirisinden
olduğu şeye inanmada kendini haklı hissedebilir.
kurtarmıştır.
Çünkü bu onların en değerli tecrübelerini
Ben, İncil öğretileri ile tutarsızlığı yüzünden Vatikan fetvasının temel ruhuyla aynı fikirde değilim. İncil şöyle demektedir: “Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlunu
yorumlama şeklinden dolayı böyledir. Son tahlilde, hakikatin doğası hakkında bütün düşüncelerimiz deneyimlerimiz temelinde yorumlanır.
verdi. Öyle ki, O’na iman edenlerin hiçbiri
Dini çeşitliliğin çoğulcu çözümü, hakikatin
mahvolmasın, ama hepsi sonsuz yaşama
çoğulcu olamayacağını iddia eden Vahidüddin
kavuşsun.” (Yuhanna 3/16) Eğer Hristiyanlar
Han tarafından reddedilmiştir. Eğer gerçek
bu anlayışın doğruluğuna inanıyorlarsa, diğer
tek değilse, gerçek değildir. Dini çoğulculuk
inançları aklamak için enerjilerini gereksiz
teorisinde hiç bir mantık yoktur. İnsanlar
yere harcamamaları gerekmektedir. Her şeye
arasında dini ahenk gerçekten de elzem
rağmen, eğer İsa insanlık için tek kurtarıcı ise,
olmasına rağmen, “ben doğru yoldayım, sen de
bu inancı kabul etmeyenlerin buna inanmalarını
doğru yoldasın” gibi yapay sloganlarla böyle bir
sağlamak için Hristiyanların canla-başla
şey başarılamaz. Ahenk meydana getirmenin
çalışmaları gerekir. Hristiyan olmayan inançların
tek doğru yolu, bütün insanların saygıya değer
“sapkın” öğretilerini övmek, dinine bağlı
olduğunu düşünmektir. Dini bütünlüğe giden
Hristiyanlar tarafından, Hristiyan olmayanları
en doğru formül, “birini takip et, herkese saygı
felakete doğru sürüklemek olarak görülmelidir.
duy” formülüdür.
Vatikan fetvasının nazik ve herkesle uyumlu içeriği İncil’in gerçek ruhuyla uyuşmuyor görünmektedir.
Vahidüddin Han yine de, saygıyı ilham edecek temel ruhun nasıl sağlanacağı hakkında bir metot sunmamaktadır. Bir insan, bir başkasına yok yere saygı göstermez. Saygı, gerçek bir
c) Çoğulcu Yaklaşım:
teorik açıklıkla gelmezse sığ, yapay ve kırılgan
Çoğulcu yaklaşıma göre, bütün büyük dinler dini liderlerin kültürel çevreleri tarafından etkilenmiş olsa da aynı “Aşkın Gerçeklik”e, samimi beşeri cevaplardır. Dolayısıyla dinlerin hepsi doğrudur ve hepsi “En Yüce Olan”ın anlaşılmasına hizmet eder. “Dini Çoğulculuk’’, bütün beşeri dinlerin Tanrı’yı
62
etmelidir. Çoğulcu görüş hem dışlayıcılığı hem
olacaktır. Baskı altında kaybolup gitmesi muhtemeldir. Çünkü pek çok dindar insan, muhatabının kendi dini hakikatini reddettiğini düşündüğü için saygıya layık olamayacağına inanır ve onu reddeder. Bu duyguyu gidermek için bir şey yapılması gerekir, aksi takdirde diğer inançlara saygı gerçekleşmesi zor bir hayal olur.
tanımaya giden yolda sunacak bir şeyleri olduğu
Çoğulculuk kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.
inancı üzerine temellenmiş tamamen yoruma
Çünkü bu düşünce, bütün dinlerin eş zamanlı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olarak doğru olduğunu savunur. Böyle bir
Bir bireyin, dininin doğruluğu hakkında kendini
düşünce ise apaçık bir saçmalıktır. Bir birey,
mutmain kılacak inanç ilkelerini tahlil ederken
karşı karşıya kaldığı problemlere kesin cevaplar
objektif olması gerekir. Cevaplar, dinine
bulmak için bir din arar. Dinin çözmede yardımcı
duyduğu imanı ya daha da pekiştirecek ya da
olduğu problemler, yarım yamalak cevaplarla
onu azaltacaktır ve bir sonuç olarak, o da başka
çözülemez. Hayatın anlamı, öbür dünya,
alternatif açıklamalar arama yoluna gidecektir.
Yaratıcının bizden beklentileri gibi sorulara
Bu mücadele, gerçeğin peşindeki insanın,
verilecek yarım yamalak cevaplar aslında cevap
ya göreceli kesinliği elde edeceği ya da bu
değildir.
yolculuğunu sürdüreceği zamana kadar devam
Tanrı’nın, iradesini insanlara farklı farklı
edecektir
şekillerde açıkladığı fikri, en hafif tabirle kafa
Bu kişiye, gerçeği arayış için çıktığı bu yolda
karıştırıcıdır. Dinin cevap vermeye çalıştığı
diğer inançların takipçilerinin tebliğ çabaları
sorular, şüpheye mahal bırakmayacak şekilde
tarafından yardım gelecektir. Akıllı bir tebliğci
cevaplanmalıdır. Belli belirsiz cevaplar cevap
sadece başkalarına kendi mesajını iletmekle
sayılmaz. İnanlara güven telkin etmek dinin
kalmayacak, aynı zamanda başkalarından da
görevidir. Eğer bunu yapamazsa, böyle bir
objektif olarak bir şeyler alacaktır. Böylece
başarısızlık, kesinlik arayan dindar insanı,
farklı inançlardaki insanlar, karşılıklı fayda adına
objektif düşünce lüksüne sahip olduğunu
anlamlı bir diyaloga girebilir. Böyle bir alışverişin
iddia eden ama dini kesinlikten neşet eden
imkânı, büyük oranda dini çoğulculuk anlayışı
güvenin nimetlerinden yoksun olan “felsefenin
tarafından engellenir. Çünkü dini çoğulculuk,
güvenilmez kucağına” atacaktır.
diğer dini açıklamaların da eşit şekilde kabul
Bir örnek, ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır. Yeni Ahit, “İsa Allah’ın oğludur’’ der. Kur’an ise bunun tam tersine, İhlas suresinde, Tanrı’nın bir oğlu olabileceği düşüncesini reddeder. İki iddia aynı anda doğru olamaz. Dahası, bu iddialar dini liderlerin kişisel kültürel çevreleri tarafından etkilenmiş görünmemektedir. Bunlar birbiriyle çelişseler de, dini bir görüş olarak doğruluğundan emin iddialardır.
edilebilir olduğunu düşünen dindar bireyden, “öncelik hissi”ni ortadan kaldırmaktadır. Biri çıkıp, dini görüşler konusunda böyle bir alışverişin gerçekçi bir ihtimali var mıdır diye sorabilir. Bu gerçekten de böyle mi olmaktadır? Cevap olumludur. Çoğu kez dindar kişiler arasında bu böyledir. Bu, bütün dünyada sürekli olarak gerçekleşmeye devam eden din değiştirme olaylarını açıklamaktadır. Eğer biri, dindar çoğulcuların açıklamalarını kabul edecek olsaydı o zaman dünyanın bütün dinleri, dini
Hiç şüphe yok ki dindeki kesinlik unsuru, aynı zamanda onun sorunlarının pek çoğunun da sebebidir. İnançlarının bahsettiği şeyin nihai gerçeklik olduğuna inananlar, diğer inançlara saygı duymayı es geçerler. Bu, inananlar arasında bağnazlığa sebep olur. Çoğu kez, belli bir dinin takipçileri aynı şekilde muhataplarının, kendi dinlerinin doğruluğundan kesinlikle emin olduklarının farkında değildirler. Badham haklı olarak bu anlayışın, çoğunlukla diğer inançlara mensup insanlarla olan iletişim eksikliğinden kaynaklandığına inanmaktadır. Yukarıdaki tartışma önemli bir soruyu gündeme getirmektedir. Bir insan, başka bir insanın takip ettiği yolun Allah’ın doğru yolu olup olmadığından nasıl emin olabilir? Cevap şudur:
meselelerde katı bir şekilde içe dönük kalır ve diğer dinlerin takipçilerini etkileme girişimlerine bir son verirlerdi. Böyle bir durumda da o dinin mensupları ve onların dinleri, en büyük motive kaynağı olan inançlarına hizmet etme şevkinden mahrum kalırdı. Onun yanlış kullanımının zarar vereceği korku yüzünden bu ruhu öldürmek bir trajedi olurdu. Uçakların bazen kaza yaptığı gerçeği, bizim onlardan kurtulmamız gerektiği anlamına gelmez. Onun yerine yapılması gereken, bu tür kazaların asgariye indirilmesi için tedbir almaktır. Bu yöntem, bizim, dini görüşlerin ve tebliğlerin alışverişinde değişime doğru tavrımız olmalıdır. Diğer bir yandan bu süreç bizlere, insanların dini inançlarının sadece beyin yıkama sürecinin sonucu olarak oluşmaması gerektiğini, bunun
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
63
yanında bu sürecin akıllıca seçim yapma sonucunda oluşması gerektiğini de açıklar. Bu “öğüt verme, tebliğde bulunma ve dini
gösterecektir. Dini çoğulculuk konusunda İslami anlayışın nasıl
görüşlerin alışverişi” süreci, aklını kullanan bir
olduğuna dair kısaca şunları söyleyebiliriz:
dindarın, iki önemli şeyden mutmain olmasını
İnsanoğlu dini yolculuğuna son derece açık ve
sağlar. Birincisi, o kişinin, dinine tek taraflı bir propaganda sürecine maruz kalma sonucu olarak inanmadığından emin olmasını; ikincisi ise, bilgisizliği yüzünden diğer inançlara karşı olumsuz yönde beyninin yıkanmadığından emin olmasını sağlar. Böyle biri (ve pek çok dindar insan), inancının bir fikir alışverişinin ve gönüllü seçim sürecinin sonucunda oluştuğunu bilmektedir.
net bir şekilde başladı. Bu açıklık ve netlik Allah tarafından önsel (a priori) olarak insanoğluna bahşedilmiştir. Yine de, geçici dünya hayatı bir imtihan olduğundan, insanlara özgürlük verildi. Bu özgürlük onları dini konularda ayrı düşünmeye ve farklı davranmaya meyilli hale getirdi. Allah doğru olanı bildirmesi, yanlış olanı reddetmesi için cevap olarak peygamberleri gönderdi. Peygamberlerin var
Cevaplanmamış kalan sorular şunlardır: 1) Gerçek dinin sadece tek bir şekli mi vardır? 2) Eğer böyleyse, o zaman diğer bütün inançlar yanlış mıdır? 3) Bir insan nihai hakikat elde etmek için en samimi çabalarını sergilerse onu elde etmesi daima garanti midir? 4) Eğer bu garanti değilse, o zaman nihai hakikatin böyle bir yorumdaki amacı nedir? 5) Samimi çabalarına rağmen nihai hakikatin doğru yorumunu benimsemekte başarısız olmuş biri, başarısızlığından dolayı kınanır mı? Sonraki bölüm, İslami bakış açısından bu soruları cevap verme girişimlerini içermektedir.
olmasıyla, onların muhatapları dini hakikati en saf şekliyle görmüşler ve bu yüzden onu reddetmek için hiçbir haklı gerekçeleri olmamıştır. Onu reddedenler, etkili tebliğ dönemi geçtikten sonra, kâfir (Allah’tan olduğunu bilmesine rağmen hakikati yalanlayan) olarak ilan ediliyorlardı. Bu peygamberlerden bazıları resuldü. Resul, “nebi” olarak bilinen peygamberlerden daha yüksek bir statüye sahiptir. Bir resulün var olduğu toplumda, eğer kavmi onu reddederse ya doğal afetlerle ya da müminler ordusuyla yok ediliyorlardı. Peygamberlerin olmadığı zamanlarda, kimse ne kâfir ilan edilebilir ne de bir resul tarafından getirilmiş bir mesaja inanmadıkları için bu dünyada cezalandırılırlar. Bunun sebebi ise
3. İslami Bakış Açısı
mesajın, peygamber olmayan müminler
Genelde Müslümanların, kendi dini görüşlerini benimseyen insanlara karşı hiç saygıları olmadıkları ve haliyle dinsel dışlayıcılar oldukları düşünülür. Bana göre, bu görüş gerçekten de pek çok Müslüman’ın tavrını doğru olarak yansıtsa da İslam’ın ilkeleriyle uyuşmamaktadır. Birazdan bahsedeceklerim, İslam ilkelerinin dini çoğulculuk konusuna nasıl bir çözüm getirme
tarafından layıkıyla, olması gerektiği şekilde tebliğ edilememiş olması ihtimalinden dolayıdır. Bu yüzden peygamberlerin yokluğunda müminlerden sadece akıllı bir şekilde öğüt vermeleri, tebliğde bulunmaları beklenir. Mademki Muhammed son resul ve nebiydi, o zaman birinin kâfir olarak yaftalanması ya da inançsızlığından dolayı cezalandırılması sonsuza
teklifi olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır.
kadar kaldırılmıştır.
İslam, bir yandan ilkelerinin Allah’tan gelen
Müslümanlardan tebliğde bulunurken, diğer
hakikatin tek yorumu olduğunu beyan eder, diğer yandan da bütün gayrimüslimler için gerçek bir saygı çağrısı yapar. Dini çoğulculuk fikrini benimsemiş bir kişinin hemen bu iddiadan etkilenmemesi gayet normaldir. Konu hakkındaki bazı ayetlerin daha da iyi anlaşılması sadece doğru İslam anlayışının değil, aynı zamanda bu
inançlara saygı duymaları ve kendi dini duruşlarını bozmayacak bir tarzda davranmaları beklenir. Bir gayrimüslim, bir Müslüman’ın zayıf davranışından dolayı İslam’dan uzaklaştığı takdirde, o Müslüman birey kendi yanlış davranışından ve onun sonuçlarından sorumlu tutulacaktır. Kur’an şöyle buyurmaktadır:
durumun mantıksal olarak desteklenebildiğini
64
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
“(Bütün insanlığı) hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel, en inandırıcı yöntemlerle tartış, şüphesiz, O’nun yolundan kimin saptığını en iyi bilen senin Rabbindir ve yine doğru yola erişenleri de en iyi bilen O’dur.” (16/25)
Başka bir ayet ise şöyle buyurmaktadır: “(Bunun içindir ki) yeminlerinizi aranızda bir aldatma aracı olarak kullanmayın; yoksa ayağınız, sağlamca basmış olduğunuz halde, kayar ve böylece Allah yolundan dönüp uzaklaşmanızın kötü (sonuçlarını) tatmak zorunda kalırsınız; ayrıca bu takdirde sizi (öte dünyada da) çok büyük bir azap bekleyecektir.” (16/94)
onlardır inanmayı reddedenler.” (6/20) “Ve ne zaman Allah katından onlara, halen sahip oldukları hakikati tasdik eden bir (yeni) vahiy geldiyse, daha önce, hakikati inkara şartlanmış olanlara karşı üstün gelmek için yalvarıp yakardı(klarını çarçabuk unutarak) daha önce tanıdıkları (hakikati) bu defa inkara kalkıştılar. Ve Allah’ın laneti, hakikati inkar eden herkesin üzerindedir.” (2/89)
4- Her gayrimüslim kafir değildir. a) Gayrimüslimler, peygamberler döneminde bile kasten peygamberlerin mesajını reddedene kadar kâfir olarak değerlendirilmemiştir.
Nezaket, ilgi, saygı, hoşgörü gayrimüslimlere
“(Ve şimdi) onların birçoğunun hakikati inkar
karşı bir Müslüman’ın davranışlarının
edenlerle dost olduklarını görebilirsin! İhtiraslarının
merkezinde olmalıdır. İşte bunun delilleri
onları sürüklediği şey (öyle) kötüdür (ki) Allah
şunlardır:
onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde
1- Bütün insanlar önceden aynı dine sahipti. Farklılıklara yol açan şey ise onlara verilen düşünce özgürlüğüydü. Peygamberler, hakikati açıklamak üzere gönderilmişlerdir. Peygamberlerin öğretileri şüphenin ötesinde hakikati açıklamıştır. Ayet şöyle buyurmaktadır:
yaşayacaklardır.” (5/80)
Yukarıdaki ayette, Yahudi ve Hristiyanlar için değil, hâlihazırda Muhammed’i bile bile yalanlamış Araplar için, inanmayanlar (kafir) tabiri kullanılmıştır. Ehl-i Kitap yani Yahudiler ve Hristiyanlar, Müslümanlar yerine inanmayanlarla dostluk kurdukları için kınanmışlardır. Başka bir
’’Bütün insanlık bir zamanlar tek bir topluluktu;
deyişle, Muhammed’in tebliğ görevi sırasında,
(sonra ihtilafa düşmeye başladılar), bunun üzerine
inanmayan Yahudilerin ve Hristiyanların
Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler
kâfirler olarak sınıflandırılmadığı bir dönem söz
gönderdi ve onlar aracılığıyla hakikati ortaya seren
konusuydu.
vahiyler bahşetti ki, bununla insanların farklı görüşler edinmeye başladıkları her konuda karar verebilsin. Buna rağmen, kendilerine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı onun anlamı hakkında ihtilafa düşenler bizzat bu (vahiy)in tevdi edildiği aynı insanlardı. Ancak Allah, insanları, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri hakikate sevk etti; çünkü Allah, (ulaşmak) isteyeni doğru yola ulaştırır.’’ (2/213)
b) Yahudiler ve Hristiyanlar, İslam’ın doğruluğu konusunda ikna olmadıkları sürece, Allah’tan geldiğini düşündükleri mesajı takip etmeleri gereklidir. “Onlar, her türlü yalanı can kulağıyla dinleyenler, kötü olan her şeyi aç gözlülükle yutanlardır! Öyleyse (bir karar vermen için) sana gelirlerse ister onlar arasında karar verirsin, ister kendi hallerine bırakırsın: Çünkü eğer onları kendi
2- İslam, Allah katındaki tek dindir. “Allah katında din ancak İslam’dır.” (3/19)
3- Allah’tan gelen vahyi yalanlayanlar, bunu
hallerine bırakırsan sana hiçbir şekilde zarar veremezler. Ama eğer bir karar verirsen, onlar arasında adaletle karar ver: Allah adil davrananları bilir. Onlar Allah’ın buyruklarını ihtiva eden
kasten yapmaktadırlar ve bu yüzden kınanmaya
Tevrat’a sahip oldukları halde nasıl senden bir
layıktırlar.
hüküm vermeni isterler ve ondan sonra da (senin
“Daha önce vahiy verdiklerimiz, bunu, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar; ama (onlar arasından) kendilerine yazık edenler (var ya), işte
verdiğin hükümden) yüz çevirirler? O halde böyleleri (gerçek) müminler değildir.’’ (5/42-43)
Yukarıdaki ayetten şu sonuç çıkarılabilir ki,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
65
bir insan doğru olarak düşündüğü bir şeyi
Ayete göre ahirette kurtuluşa nail
samimi ve dürüst şekilde takip ettiği sürece bir
olamayacaklar, ahireti ve Allah’ı inkâr eden
mümin olarak tanımlanır. Peygamber aralarında
ya da salih amel işlemeyenlerdir. Bu ifadenin
olmasına rağmen, Kur’an yukarıdaki ayette
anlamı şudur ki, insanların bilgi eksikliğinden
Kitap Ehli’ni kınamıyor. O, onları Allah’tan
dolayı hak peygamberlerin mesajlarını kabul
geldiğini bildikleri mesajı takip etmedikleri için
etmemelerinin haklı gerekçeleri olabilir; ama
kınıyor. Bu, Allah’ı en çok hoşnutsuz eden şeydir.
Allah ve ahirete inanma, hayırlı ameller yapma
Kur’an şöyle buyurmaktadır:
eğilimi, insana fıtri olarak bahşedilmiştir.
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah katında büyük gazaba sebep olur.’’ (61/2-3)
c) Bazı gayrimüslimler, aslında iyi karakterleri ve davranışlarından dolayı Kur’an’da övülmüşlerdir. “Ehl-i Kitap’ın hepsi bir değildir. Onlardan; geceleri Allah’ın ayetlerini okuyup duran secdeye kapanan bir topluluk vardır. Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar Salihlerdendir.” (3/113-114)
Allah vergisi fıtratına isyan etmesi anlamına gelmektedir.
İslami Yaklaşım Konusunda Nihai Düşünceler: Peygamberler döneminde Allah’tan gelen hakikat öylesine açık ve netti ki, bir insanın onu reddetme ihtimali söz konusu değildi. Ve bu yüzden onu reddedenler cezalandırılmayı hak ederlerdi. Böyle bir cezalandırılma, peygamberin olmadığı bir dönem için geçerli olamaz. Bu yüzden Müslümanlara yapacak tek bir şey
“Kitap Ehli’nden öyleleri var ki, Allah’a, size
düşüyor; o da öğüt vermek, tebliğde bulunmak
indirilene ve kendilerine indirilene, Allah’a derinden
ve inançlarından dolayı başkalarına saygı
saygı duyarak inanırlar. Allah’ın ayetlerini az
duymaktır. Çünkü Müslümanlar, başka insanların
bir değere satmazlar. Onlar var ya, işte onların,
inkâr edip etmediğinden, ya da Allah’tan
Rableri katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah,
olduğunu bilmelerine rağmen İslam mesajını
hesabı çabuk görendir.” (3/199)
kabul etmekten uzak durup durmadıklarından
5- Kafirler başarısız olmaya mahkumdurlar. “Şüphesiz, inkâr eden Kitap Ehli ile Allah’a ortak koşanlar, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar yaratıkların en kötüsüdürler.” (98/6)
asla emin olamazlar. Bu yaklaşım dışlayıcılıktan farklıdır. Bu yaklaşım tarzı, dini hakikat hakkındaki tam bilgiye mutlak manada ulaşılamayacağı ve İslam mesajının peygamberin yaptığı şekilde etkili olarak kâfirlere ulaştırmanın mümkün olmadığı
Yukarıdaki gibi ifadeler eğer doğru bağlamda
gerçeği göz önüne alındığında, diğer inançlara
anlaşılmazlarsa, aşırı bir dinsel dışlayıcılıkla ve
faaliyette bulunma imkanı verir. Bu yaklaşım,
bağnazlıkla sonuçlanmaktadır.
ne Vatikan fetvası tarafından kabul edilen dini
6- Diğer inançlardan iyi niyetli inananlara cennet vadedilmiştir.
kapsayıcılık; ne de Rowland Williams, John Hick ve Paul Badham tarafından ortaya atıldığı şekilde dinsel dışlayıcılıktır. Bu, inanana, bir
“Kuşkusuz, (bu ilahi kelama) iman edenler ile Yahudi inancının takipçilerinden, Hıristiyanlardan ve Sabiilerden3 Allah’a ve ahiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükâfatları alacaklardır ve onlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.” (2/62)
dışlayıcı olarak inancı hakkında kendinden emin olmasına olanak sağlar. Fakat onun bir çoğulcu olarak diğer inanç mensuplarıyla ilişki kurmada hoşgörülü olmasını gerektirir. Bu aslında, Allah’ın gerçek mesajının doğru aktarılmadığı ihtimali söz konusu olduğundan dolayı yapılan bir dini hoşgörü çağrısıdır. Çünkü kimse, diğer
Kur’an’a göre Allah’ın peygamberlerini reddetmek, şirk
bir kimsenin İslam mesajını düzgün bir şekilde
koşmak affedilmez günahlardandır. Burada bahsedilen
nakledip nakletmediğini bilmediğinden dolayı,
grupların amellerine bu tür suçları karıştırmamış
hiç kimsenin, dini farklılıkların temelinde
3
olmaları gerekir. Bkz. (Nisa 4/48)
66
Bir kimsenin, fıtratına sırt çevirmesi, onun
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
herhangi bir gayrimüslimi kınama hakkı yoktur. Bu şekilde ifade ettikten sonra, bence önemli bir sorunun cevaplanması gerekmektedir. Niçin bütün bu farklılıklara Allah izin vermiştir? John Hick bu konuda şöyle diyor: “Allah, insanları kendisinden epistemik bir mesafede yarattı. Bunu böyle murat etmesinin sebebi ise kendisine yönelişin gerçek anlamda serbest ve özgürce olabilmesi içindir.” Bu anlayış, konu hakkında Kur’ani bakış açısına yaklaşmaktadır. Mesafe vardır. Fakat her çevrede bireyden bireye değişmektedir. Bu, bireye, çevresinin entelektüel ve ruhsal potansiyelinin koşulları içinde özgürce Allah’a doğru yolculuk yapmasına olanak sağlar. Önemli olan şey şudur ki, bu dünyada başarılabilir olan kesinliğin bir derecesi vardır. Kur’an buna ilme-l yakin der. Başka bir deyişle, bu farklılıklar şartlardaki ve becerilerdeki farklılıklar yüzünden vardır. Bu farklılıklar, değişik şartlarda bireyin ahlaki imkânlarını sınamak için yaratılmıştır. Kur’an bu konuda şöyle buyurmaktadır:
bulunduğu düşünülse de, bu anlayış aynı zamanda, neden Müslümanların gayrimüslimlere davranışlarında farklı şekilde davranması gerektiğini açıklamaya da yardımcı olmaktadır. Resullerin düşmanlarına sert muamelelerinin sebebi, onların son derece büyük bir suç işlemiş olmalarındandır. Bu suç ise Allah’tan geldiğini bile bile O’nun mesajını yalanlamaktır. Günümüz kâfirlerine gelecek olursak, hiç kimse bir başkasını, eksik bilgisinin neden olduğu inançsızlığı dolayısıyla cezalandıramaz. Bu bahsettiğimiz sınırlama, Muhammed’in bizzat kendisinin artık açık tebliğde bulunduğu zamanda bile vardı. En nihayetinde kâfirleri, bile bile Allah’ın mesajını inkârlarından dolayı ilahi cezaya uğratmak gerekliydi. Hatta o zamanda bile Kur’an, açıkça mesajı almamış, ona ulaşamamış insanları istisna tutmaktadır. Kur’an şöyle buyurmaktadır: “Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyip yanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, ta ki Allah’ın kelamını dinlesin, düşünsün. Sonra şayet Müslümanlığı benimsemezse onu,
“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan o’dur. Bir kısmınızı
kendisini güvenlikte hissedeceği yere (vatanına)
verdikleri ile denemek için bir kısmınızdan
ulaştır. Öyle! (Bu sığınma ve gönderme işlemini
derecelerle üstün kılmıştır. Şüphesiz Rabbin
yapmalı), zira onlar İslâm’ın gerçek mahiyetini
çabucak cezalandırandır ve O çok bağışlayan ve
bilmeyen bir topluluktur.” (9/6)
merhamet edendir.” (6/165)
İslam’ın ilkeleri, hiçbir dini baskı olmaması,
Başka bir deyişle, dini farklılıkların çeşit çeşit
insanların kendi dinlerini özgürce seçebilmesi ve
olma sebebi, bir kimsenin bilgi sınırları dâhilinde
uygulayabilmesi gerektiğini söyler. Bir Müslüman
kimin daha iyi amel işleyeceğini görmek içindir.
devlette, inançları yüzünden insanlara zulmeden
Allah, bunu başka türlü yapsaydı, kendine has
topluma karşı cihat yapmaya izin verilir, hatta
güç kullanımı anlamına gelecekti ki, bu da özgür
bazı durumlarda bunu dini olarak farz sayar.
irade ve imtihanı amacından uzaklaştıracaktı. Bu
Kur’an’da bu konuda şöyle bir ayet vardır:
konuda ayetler şöyledir:
“Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz
“Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha
bizi, idarecileri zalim olan bu ülkeden çıkar, bize
fazlasını yüklemez.” (2/286)
katından bir veli gönder, bize katından bir yardımcı
Şartlara bağlı farklılıklar, yine de birey için ahiret hayatında çok da önemli sonuçlar meydana
yolla!’ diyen çaresiz adamlar, kadınlar ve çocuklar için savaşmıyorsunuz?” (5/75)
getirmeyecektir. Kur’an’a göre, ahirette herkes
Kur’an Müslümanlara, tıpkı İslami ibadet
içinde bulunduğu şartlarına uygun olarak
yerlerinin savunulmasını emrettiği gibi diğer
yapılacak bir adalet temelinde cezasını çekecek
inançların dini yapılarının savunulması için de
ya da ödülünü alacaktır.
aynı emri tekrarlar:
“Hiç kimse, kimsenin yükünü taşıyacak değildir;
“Onlar ki, sadece ‘Bizim Rabbimiz Allah’tır!’
İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (53/38-39)
dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar.
Her ne kadar bazı durumlarda, resullerin düşmanlarına karşı sert muamelelerde
Çünkü Allah insanları birbirlerine karşı savunmasız bıraksaydı, şüphesiz o zaman, içlerinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
67
havralar ve mescitler (çoktan) yıkılıp gitmiş olurdu.
yüzünden, çok daha saldırgan ve militan bir
Ve muhakkak ki Allah, O’nun davasına arka
anlayışı temsil edenler, ayetlerin bazılarını
çıkanlara yardım edecektir. Çünkü Allah (her şeyi
anlamakta zorluk çekmektedirler.
hükmü altında tutan) en yüce iktidar Sahibidir.’’ (22/40)
Allah’ın Peygamber zamanında gayrimüslimlerin ya ezilmesini ya da boyun eğmesini istediği
4. Eleştiri Bahsi
şeklinde bir sonuç çıkarılmak zorundadır. Bu
Yukarıda bahsedilen görüş, sadece Kur’an’ın birkaç ayetinden oluşturulmuş bir görüştür.
anlayış da, insancıl/insani bir dinin sergilemesi beklenen adalet ve ihsanın anlayışıyla hiç de
Eğer bütün Kur’an, bir görüşü şekillendirmek
uyumlu olmayacaktır.
için göz önüne alınmış olsaydı, o zaman insan,
Cevap:
gayrimüslimlere karşı son derece hoşgörüsüz, sert görünen pek çok ayet bulabilirdi. Burada ortaya konulan konu, sadece pek çok köktendinci Müslüman’ın aynı fikirde olmadığı ve bu yüzden gayrimüslimlere oldukça hoşgörüsüz davrandığı tek taraflı bir resimden ibarettir. Bu yazıda bahsedilen görüş açısının, Kur’an’ın görüşünü doğru bir şekilde yansıttığını varsaysak bile halen cevapsız kalan soru şudur. O zaman neden bu konu, Müslüman alimlerin bile çoğunun anlayamadığı belirsiz bir şekilde bahsedilmiştir?4
Peygamber dönemindeki gayrimüslimler hakkında çıkarılan sonuç doğrudur. İslam bunun hakkında özür dileyici olamaz. Bunun sebebi ise Allah’ın, dini hakikatin temelinin anlaşılır bir açıklık zemininde kurulmasını ve daha sonra insanların, dinlerine özgürce karar vermelerine izin verilmesini dilemiş olmasıdır. Eğer resullere hükmetme fırsatı verilmeseydi, hakikat mesajı yayılamayacaktı. Dahası, Kur’an inananlardan çok açık bir şekilde, Allah’ın mesajını alan ama onu reddeden suçlulara sempati duymasını istemiyor. Hiçbir sistem,
Cevap:
zaman zaman uyarılsa da halen kabul edilemez
Bu görüş açısı, aslında, her bir Kur’an ayetini açıklamayı gerektirmektedir. Onun temel alındığı ilke şudur ki, Kur’an Peygamber’e, risalet görevini tamamlamasını sağlamak için indirilmiştir. Bu görevin bir parçası, gelecek bütün zamanlar için geçerli bir mesajı iletmekti. Bununla birlikte Kur’an’ın bir diğer mesajı da, Arap Yarımadası’nda Peygamber’in, İslami ilkelerin uygulamalı hâkimiyetini acilen tesis etme göreviydi. Pek çok Müslüman’ın aynı fikirde olduğu bir gerçek vardır ki, Kur’an’ın pek çok ayeti o döneme mahsustu. Bazı müphem ayetler var ki, sadece siyak-sibak bağlamında değil, aynı zamanda onları düzgün şekilde yorumlayamayan âlimlerin anlayışlarında da belirsizlik söz konusudur. Kur’an’ın bütün ayetlerinin bütün zamanları kapsadığı iddiaları Yazar, bu görüşü için “…Onları nerede görürseniz
4
öldürün…” (9/5) ayetini delil olarak gösteriyor ve şöyle devam ediyor. Eğer bu gibi ayetler evrensel
olan şeyi yapmaya devam eden ve devlete karşı hainliğini sürdüren bir suçlunun faaliyetlerine müsamaha göstermez. Eğer bir birey, Yaratıcısı tarafından kendisine bir mesaj gönderildiğine ikna olmuş, ama kibir içinde onu yırtıp parçalamışsa, hiçbir ceza onun için çok sert olarak değerlendirilemez. Diğer bir yandan, eğer Müslümanlar İslam hakkındaki anlayışlarında ve uygulamalarında adaletsizlerse, haksızlarsa, onlar da hesap vermekten kaçamayacaklardır. Kur’an şöyle buyuruyor: “İş, ne sizin kuruntunuza, ne de Kitap Ehli’nin kuruntusuna göredir. Kim kötü bir iş yaparsa, onunla cezalandırılır. O, kendisine Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilir.” (4/123)
Kim, bazı Müslümanların yanlış anlayışı/ anlaması yüzünden bu zamana kadar gerçekleşmiş acıların sorumlusu olacak?
Cevap:
olarak uygulansaydı, bugün Müslümanların her müşriki
Allah, bu geçici hayatı imtihan yeri yaptı.
öldürmesi gerekirdi. Eğer dönemsel ayetler ve evrensel
Gerçek hayat sonsuz olacak hayattır. Eğer bir
ayetler arasındaki fark iyice netleştirilmezse, bu ve
insan bu dünyada adaleti arıyorsa, onu burada
buna benzer ayetlerin kelimesi kelimesine tatbik edilmesi vahim sonuçlar doğurabilir.
68
Eğer bu yazıda sunulan görüş kabul edilirse,
bulamayacaktır. Bu dünya adaletsizdir ve insan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
özgürlüğü, arzular, önyargı, nefret ve diğer zayıflıklar tarafından etkilenmesine izin verildiği müddetçe böyle kalacaktır. Bir Müslüman’ın bu dünyada adalet aramasının tek sebebi, ona ahirette mutluluk getirecek olmasındandır. Bu dünyada masum şekilde acı çekenler, ahirette dünyada acı çekmek, imtihanın bir parçasıdır. Biz bu dünyada acıyı sadece azaltabiliriz. Ve bütün samimi Müslümanlar bu amacı hedeflemelidirler. Fakat hayatta her zaman acı ve adaletsizlik olacaktır ve tamamen ortadan kaldırılamaz. Bu nedenle, Kur’an’a göre ahirete inanmamak hiç de makul bir şey değildir. Allah, dünya hayatının bütün adaletsizliklerinin ahirette tamamen giderileceğini vadetmiştir. Aslında insana yapılacak en büyük kötülük, ölümden sonra adalet temelli bir sonsuz hayat inancından onu mahrum etmektir.
5. Sonuç Gayrimüslimlere karşı doğru İslami yaklaşım şekli, İslam’ın ilkelerinin ilahi kökenlerinin doğruluğu hakkında, gayrimüslimlerin henüz düzgün şekilde ikna olmadıklarını düşünmek olmalıdır. Müslümanlara düşen şey, İslami ilkelerin doğruluğunu gayrimüslimlerin takdir etmelerini sağlamaktır. Bu sadece, onlara etkili bir tebliğde bulunmayı gerektirmez, aynı zamanda hatta daha önemlisi, inançları ne olursa olsun hemcinslerine karşı bir saygı davranışını da gerektirecektir. Diğer dini görüşleri eleştirmek zorundalarsa, sadece görüşlerini eleştirmelidirler ve bunu yaparken de çok dikkatli olmaları gerekecektir. Bazı Müslümanlarda olması gereken güzel hasletlerin olmayışı, onların, gayrimüslimler tarafından ciddiye alınmaya değer bir mesaj olarak İslam’ı takdim etmede başarısızlıklarının önemli bir sebebi olmuştur. Müslümanlar, gayrimüslimlere yaklaşımlarında nazik, hoşgörülü ve saygı çerçevesinde davranırlarsa,
www.islamiyorum.com
layıkıyla bunun telafi edildiğini göreceklerdir. Bu
ancak o zaman onlar tarafından dinlenecekler ve ciddiye alınacaklardır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
69
Dosya: Çok Kültürlülük ve Birlikte Yaşamak
Hep Kendi Tarafımızda Olmak İyi midir, Ya da Hep Kendi Tarafımızda Olmak Mümkün müdür? Haluk Berberoğlu Hayatın anlamını, hayatı, insanoğlunu, tarihi,
program uyarınca birikmesi bizi yanıltmamalı.
geleceği izah eden, kendi içinde tutarlılığı
“Öğretim” bize programlı bir bilgi veriyor. Ama
tam olan “kapsayıcı/kuşatıcı” tek bir fikir
“öğretim”de transfer edilenle bizim hayat
manzumesine sahip olmamız mümkün mü?
hakkındaki bilgimiz aynı şey olmamakta hiçbir
Bu tür sorularla kendimizi yüz yüze getirecek yaşantı anlarımız oluyor.
Ne üzerinde öğretim alıyor olursak olalım,
“Yaşantı anlarımız” sözünü bilerek seçtim. Çünkü bizler hayatımızı bir başlangıçtan sona doğru bir süreç gibi görme eğilimindeyiz, ama kendi hayatımıza biraz mercek tutar gibi
insanoğlunun o büyük sorununu “varoluşunun” “varlığının” ve “varlığının dışındakilerin hakkındaki” bilgisine ulaşması hep küçük darbe salvolarıyla ve programsız olmakta.
bakabildiğimizde; hayatı aslında darbecikler
Bu büyük soruların cevabı için epeyce nirengi
halinde algıladığımızı fark etmemek mümkün
noktası var. Kimi nirengi noktaları tartışmasız
değil. Hayatla ilişki kuruşumuz ve hayata
kaynaklardan referans almakta. En tartışılmaz
dair edindiğimiz bilgiler, fasılalarla, bilgi
iddiaya sahip olan ise kaynağını “kelam”dan
darbecikleriyle oluşmakta. Ansızın değil ama
almakta. Kelam ve Tanrı’nın buyrukları, Kutsal
durup durmaksızın tanımlamaya adlandırmaya
Metinler, takipçileri için hilafına fikir serdedilmesi
fırsat bulamadan.
imkansız metinler. Yine de aynı kutsal metnin
Erişkinliğimizde vakıf olduğumuz toplam “bilgi”mizin, bize bir müfredata bağlı olarak transfer edilmeye başladığı ilk aşamalarda da, takip eden sonraki “yüksek” aşamalarda da bir
70
zaman.
farklı okumaları bin yıllardır mevcut. Hatta “bu farklı okumaların” kimi zaman tarihin yönünü değiştirecek önemli kavşaklara yol açtığı da hepimizce biliniyor.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İhtimal verelim ki, o büyük ve sonsuz sorulara nihai cevap, bu kutsal metinlerden sadece biri (hatta o kutsal metnin “okumalarından”
üretmekte. Şaşmaz bir benzerlikle “aynı fikirde, aynı
da sadece biri)nde var. Ama bunun hangisi
hissedişte” olamayacağız.
olduğuna bugün karar vermemiz mümkün
Olamadıkça bizi “hizaya sokmak isteyen” “hizaya
mü? Bu kararımız geriye kalan tüm diğer “okuyucuları” düşman addetmemizi de gerektirecekken! O sorulara, tarihin kimi dilimlerinde, kimi coğrafyalarda, “insanoğlu”nun kendince ve itirazı kolay olmayan cevaplar ürettiği, üretmekte olduğu da ayrı bir vakı’adır. Bu cevaplar da azımsanmayacak bir çoğunluk için kadim metinlere benzer iddialı bir çizgidedir. Hatta bu metinleri benimsemeyenler dahi oralarda yazılanlara, kolaycı reddedişle, saygısızlıkla bakamamaktadır. (Bunların sadece yakın çağımızda etkili olduğunu sanmamak, uzak tarih dönemlerinde etkili taraftar çoğunluğu/coğrafyası içerdiğini de hatırlamak gerek) Öyle cevaplar inşa edilmiş/edilmekte ki, kimi zaman bunların referansları kutsal metinlerdekileri çağrıştırmakta, kimi zaman bir benzerini ilk kez bir insanoğlunun söylediği bilinmektedir. Tereddüt edebilmek elimizdeki tek kıymetli servet.
sokma iktidarını almak isteyen” yeni metinlere ve yeni metin üreticilere ihtiyaç duyacağız. Oysa bu ne kadar da zahmetli, meşakkatli bir yol! Henüz düşmanımız olmayanların bize düşmanlaşacağı ya da bizim düşmanlaşacağımız birilerinin olacağı bir yol. Yollar… Doğrunun eğriden bir türlü ayrılıp sadeleştirilmeyeceği… Tozun dumana karıştığı. Binlerce yıldır olduğu gibi! Bilgimizin/iddiamızın “tek doğruluğu”ndan tereddüt etmenin alicenaplığı/yüceliği mi, iddia sahiplerinin uyuşmazlığının kaotikliği mi? Hangisi saygıdeğer? Hadi saygınlığı da geçelim, hangisi daha işlevsel? Bilgimizin, fikrimizin, hissedişimizin kendimize özgülüğü; benzemezliklerimizin yarattığı tekleşme kaygısı, “yoksulluk hissine” de sürüklemekte bizi. İçinde bir “küçük adem” olduğumuz koca evren; yapayalnızlık, güçsüzlük
Kendi fikrimizden, kendi yorumumuzdan
hissiyatımızı körüklüyor, bizi “diğerimize
yana tereddüt içinde olmamız bizim en büyük
benzemeye” “diğerinin bize benzemesi
saygınlık kaynağımız.
ihtiyacına”, “birden çok olma”, “bir aradalığın
Geçtik o büyük sorular ve cevaplarından, günü birlik hayatımızın düzeneğine dair
güvenli limanına sığınma” arayışımıza sürüklüyor bizi.
“okumalarımız” ve “iddialarımız” dahi, temel
Bize benzemeyenin varlığı ise bize benzerlerin
referanslarında mutabık olanlar için çeşitlilik arz
tutunmasını kolaylaştırıyor.
ediyor.
Bize benzemeyenlere ihtiyacımız var.
Uhrevi referansların ve dünyevi referansların her birinin okunuşu, coğrafyaya/topluluklara/ gruplara/aileye, nihayetinde kişiye göre
Çünkü onlar bize “az benzerleri” “daha benzer” hale getirmeye yarıyorlar. Daha da tutunuyoruz
değişmekte.
benzerlerimizle birbirimize. Diğerlerini daha
O küçük küçük darbecikler halinde kendi
“birleştirici” oluyor!
çok bize benzemez kılmak, “bizi” daha da
dışımızla tanışıp edindiğimiz bilgi zümreleri; zihnimizde/iç dünyamızda şekillenişleriyle, “ayrıksılıklarımızla”, “farklılıklarımızla” bizi diğerimizden başkalaştırıyor. Bu nedenle referansını aynı noktadan aldığını söyleyenler, birbirleriyle uyuşmayan yeni referanslar
Giderek bize benzemezlerin aynı zamanda bizim için tehdit haline geleceği güne varıyoruz. Tehdit bizi ya da biz tehdidi yutup yok ettiğimizde yeni bize benzemezler varlaşıyor. Çünkü artık “benzerler”; vaktiyle ihmal edilebilir saydığı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
71
benzemez olduğu yönlerin kimilerini kabul
itibar ettiği, doğruluğumun testi vesile değilse,
edilemez bir ayrıksılık gibi görmeye başlıyor.
doğruluğumun bugün teyidi mümkün mü?
Yine aynılaşma aramak durumundadır.
Bizi kendimizle sınava alacak, kendimizi
Benzer olmak zorunda mıyız?
test edebileceğimiz tek yol var olsa gerek.
Benzemez yönlerimiz beherimiz ve
“Azınlıkta olan bize benzemezlerin çoğunluk
toplamımız için zenginliğimiz olamaz mı?
olabilme fırsatını, sürekli diri ve mümkün
Her birimizin ayrıksı yönü, O’nun “O” olmasını temin eden özgünlüğünün temel hakkı değil mi? Başkasının bana/bize benzemesini hangi hakla beklemeliyim? Başkasının bana/bize benzemezliği neden benim O’nu değiştirme hakkını bulmama sebep olmalı? Ya da O’nun
kılmak.” Ne kadar sayıda çok grup/grupçuklar halinde “bize benzemez” var ise o kadar çok, onlara “çoğunluk olma” fırsatını diri tutmak, bizim kendimize, inançlarımıza, iddialarımıza güvenimizin göstergesi de olacaktır.
beni değiştirme hakkı bulmasına? Kaldı ki
Ama daha önemlisi, yanlışa daha
doğruluğunun bir laboratuarda deneyle
az sürüklenmemizde, varsa kendi
kanıtlanması mümkün olmayan insana ait
yanlışlıklarımızdan arınmamızda ne kadar etkili
bireysel/sosyal farklılıkları, kim hangi değişmez
bir zemin içinde olacağımız apaçık değil mi?
dayanakla doğru ya da yanlış olduğuna hükmedecek?
Kaldı ki “bize benzemezler” hep mi yanlışı
Benim/bizim doğruluğumuzun teyidini
dünyasına sahiptir? Bizim gibi olmayanların da
ancak ben/biz gibi olmayanların varlığını ve
idealize ettikleri bir tasavvur dünyası, pratiğe
inandıklarını/tarzını gözlemleyerek temin
döküldüğünde saygın kimi öneri ve düşünceleri
edebiliriz. Teklik teyide el verir mi? Başkalarının
hiç mi yoktur? Olmayacaktır?
savunur? Hep mi yanlışlardan örülü bir zihin
(bize benzemezlerin) varlığı tehdit değil, benim/ bizim varlığımızı güçlendiren, onduran daha yüksek mertebelere sıvanmamızın vesilesi değil
Bu satırların yazarı, “kendi benzemediklerinin inanç, iddia ve fikirlerinden” itiraz edemediği
midir ancak?
her bir dilimi tartışmaya ve hak vermeye, kendi
Benim gibilerin, bizim, çoğunlukta
tarzda olmak istemektedir.
fikirlerinde tadilat yapmaya hazırdır, hep bu
olmamız, kendimizi doğrulamamızda test vesilesi olmaya yeterli midir?
Ya siz?
Tarihin kimi dilimlerinde, kimi coğrafyalarda,
Siz de var mısınız böylesine bir özeleştirel tutum
benzerlerin ezici bir çoğunluk ve egemen olduğu dönemler var oluyor. Şimdiki zamanda da var. İçinde olmadığımız o coğrafya ve oradaki çoğunluk bizim için “doğrunun bulunduğu” fikrine sürüklemiyor? Başka bir coğrafyada belirli bir düşünüş, inanış içinde olanların çokluğunun,
içinde olmaya? Bir alicenaplığa ihtiyacımız var; fikir ve inançlarımız kümesinden yana tereddüt etmeye razı olmaya… Var mısınız?
bizim çokluğumuzdan daha az olduğu için mi? Ya onlar bizden daha da “çok sayıda” ise? Yaşadığımız coğrafyada da bugün, çoğunluğun parçası isek bile nasıl olup da doğrunun bizim tekelimizde, azınlıkta kalanların fikrinin ise yanlışlardan ibaret olduğuna emin olacağız? Benim inandıklarıma ne kadar bir “çokluk”un
72
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Söyleşi
Birlikte Yaşamak Epistemolojik Bir Sorun mu, Siyasi Bir Sorun Mu?
Yasin Aktay İslami Yorum İçin Söyleşiyi Gerçekleştiren: Ebuzer Demirci Ebuzer Demirci:
koyduğu ve küreselleşmenin beraberinde
Toplumların farklı açılardan
getirdiği kaynaşma, dünyanın bir köye
barındırdığı renklilikler
dönüşmüş olması dolayısıyla her tarafında
gittikçe artıyor. Dünya
aynı kültürün giderek daha fazla teneffüs
görüşünden, doğal
ediliyor olduğuna/yaşanıyor olduğuna dair bir
özelliklere, çıkar ilişkilerine
gözlem, bir tecrübe de var. Bu tecrübe bizi,
kadar çeşitlilik gösteren
kültüre ancak teknolojiyi ve maddi dünyayı
bu farklılıklar öyle veya
merkeze alan bir yaklaşım sergilemeye sevk
böyle çatışmalara neden
ediyor. Kültür burada maddi dünyanın etkisi
oluyor. Tarih çoğunlukla bu
altında şekillendiği ölçüde, birbiriyle aynılaştığı
sorunun çözümü için “tek tipleştirme”nin bir
söylenebilecek bir şeydir. Müslüman’ı da
yöntem olarak kullanıldığı çözümler içeriyor.
gayrimüslimi de aynı yemeği yiyor/tüketiyor,
Yakın zamanlarda ise “bir arada yaşamak” gibi
aynı davranış tarzıyla tüketim yapıyor. Yaşam
bir fikir ortaya çıktı ve birlikte yaşamanın felsefi
kalıpları aynı, mimari aynı, insanların bindikleri/
temelleri (dinsel çoğulculuk) oluşturulmaya
ulaşım için kullandıkları araçlar birbirinin aynısı.
çalışılıyor.
Temelde insanların nerelerde farklılaşıyor
Yasin Aktay: Evet, sizin de işaret ettiğiniz
olduklarına daha yakından bakmamız gerekiyor.
gibi toplumların farklı açılardan barındırdığı
Tarih, dünya görüşünden doğan özelliklerden
renklilikler gittikçe artıyor. Aslında bir açıdan
çıkar ilişkilerine kadar çeşitlilik gösteren,
artıyor, bir açıdan da yok oluyor. Dünyada
bu farklılıkların öyle veya böyle çatışmalara
kültürel farklılıkların giderek yok olduğuna dair
neden olduğuna da şahitlik ediyor. Şimdi bu
bir tez de var. Çünkü ortak tüketim kalıpları,
farklılıklardan hangisi çatışmaya neden oluyor?
dünyada gelişen yeni teknolojinin ortaya
Doğrusu ona iyi bakmak gerekiyor. Hepimizin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
73
aynı giysileri giydiği, hepimizin kola tükettiği,
belli dönemlerinde, çok uzun dönemlerde
hepimizin aynı televizyonları seyrettiği, aynı
Müslümanların çok rahat yaşamış olduklarını,
eğlence dünyasına neredeyse bağlandığı ve
başka dinlerin çok rahat yaşamış olduklarını
ondan zevk aldığı bir dünyada, küresel anlamda
söyleyebiliriz. Roma imparatorluğu altında çok
maçların yapıldığı ve o maçların hepimizin
farklı dinlere mensup insanlar çok rahatlıkla
ilgisini çektiği bu ortamda yine de farklılaşan
yaşayabilmişlerdir ki, aslında Hıristiyanlık
bir şey kalmış mıdır ona gerçekten iyi bakmak
Yahudiliğin baskısı altında kalmamış olsaydı
gerekiyor.
Roma içerisinde çok daha rahat yaşamaya
Marksist temelli olan bir başka iddia ise kültürün giderek birbirine yaklaştığını, aslında tek tipleştiğini savunuyor. Ama buna rağmen çatışmalar halen devam ediyor. Peki, bu çatışmaların gerçek sebebi kültürel farklılıklar mı yoksa başka bir şey mi? Bunu gerçekten iyi gözlemlemek gerekiyor. İnsanlar birbirleriyle çatışmak için nasıl bir farklılık üretiyorlar. Hangi temelde insanlar gruplaşıp başka gruplarla
imparatorluk genellikle çok genişleme arzusu/ istidadı taşıdığı için bu istidadı ancak çok kuşatıcı olmakla, farklı kültürleri bastırmadan onları olduğu gibi kabullenerek bunu gerçekleştirebileceğinin fevkalade bilincindedir. Ancak İslam’ın bu konuda bir fark ortaya koymuş olduğunu yine de rahatlıkla söylememiz gerekiyor.
kendilerini ayrıştırıp o gruplara karşı kendilerini
Ebuzer Demirci: Sizce “bir arada yaşam”
bir kimlik sahibi kılıyorlar? Kimlik tartışmalarının
sorunu, epistemolojik kabullerimizi
büyük handikaplarından bir tanesidir aslında bu.
değiştirmemizi gerektiren felsefi bir sorun
Tarih bu sorunun çözümü için “tek tipleştirme”nin bir yöntem olarak kullanıldığı çözümler üretiyor diyorsunuz, ama
mudur, yoksa siyasi imkânlarla çözülebilecek sosyal ve psikolojik bir sorun mudur? Meseleye hangi noktadan yaklaşmamız gerekir? Neden?
tek tipleştirme hiçbir zaman bir çözüm
Yasin Aktay: Bir arada yaşama sorunu
oluşturmamıştır. Aksine tek tipleştirme bizatihi
epistemolojik kabullerimizi değiştirmemizi
sorun kaynağı olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü
gerektiren felsefi bir sorun değildir. Çünkü
tek tipleştirmeye çalışırken belli farklılıkları
Müslümanlar tarih boyunca başka kültürlerden
bastırmak, bastırırken de önce altını çizmek ve
olan insanlarla bir arada yaşarken hiç öyle
bu farklılığın bir problem olduğunu zikretmek
ne epistemolojik ne de teolojik bir sorun
ve ona dair dışlayıcı, aşağılayıcı bir tutum içinde
hissetmişlerdir. Aksine bizzat Kur’an’ı Kerim
olmanızı gerektiriyor. Ve bu tutum tertipleştirme
yani Müslümanların teolojik bilgi kaynağı,
potasına sokulmak istenen farklı unsurların daha
normatif bilgi kaynağı Kur’an’ı Kerim, bize
dirençle karşı koymasını da sağlıyor. Daha büyük
öyle bir tablo çiziyor ki adeta dünyanın sonuna
bir dirençle kendi varlıklarının farkına varmasını
kadar Müslümanlarla başka insanların bir
sağlıyor.
arada yaşayacaklarının haberini veriyor. Bu
“Bir arada yaşama”nın tema olarak yeni olduğunu kabul edebiliriz, ama bir olgu olarak çok da yeni değildir. Bir arada yaşamak Müslümanların geçmişte fazlasıyla tecrübe ettikleri bir konudur. Müslümanların tarihsel tecrübeleri; başka kültürlerle, başka inançlarla, başka etnisitelerle bir arada yaşamanın örnekleri ile doludur. Haddi zatinde Avrupa’da da bütün imparatorluk rejimlerinde bir arada yaşamak aslında var olan bir şeydir. Bu sadece Müslümanlara özgü bir şey de değildir. Müslümanlar, bunun epistemolojik/teolojik temellerine sahiptir denilebilir. Rusya’da tarihin
74
devam ediyor da olabilirdi. Çünkü bir
haberi nereden anlıyoruz? Müslüman olmayan Ehl-i Kitap’tan olan insanlarla, Sabiilerle hatta müşriklerle beraber yaşamanın tasvirleri ve hukuku oluşturuluyor. Deniyor ki, kestikleri yenmeyecektir, onlarla evlenilmeyecektir, ama tarihin her döneminde müşrikler olacaktır ve onlarla beraber yaşanacaktır. Yine tarih boyunca hep Hıristiyanlar da Yahudiler de Sabiiler de olacaktır ve onlarla özel bir hukuk oluşacaktır. Dikkat edin, tarihin herhangi bir döneminde farklı unsurların yok edileceği bir dünyanın hayali bile kurdurulmuyor Müslümanlara. Bu bir farktır; şundan dolayı bir farktır: Yahudilik de Hıristiyanlık da kendi ideal geleceklerini hep
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kendilerinin dışında başka unsurların yok olması
için gerekirse zorla kabul ettirmem meşrudur”
temelinde kurgulamışlardır.
yaklaşımı içerisinde; bir kısmı farklı dinlere karşı
Bu farkı açmak istersek; Hıristiyanların Milenyalizm diye bir ütopyası bir ahir zaman tasavvuru vardır ki o dönemde Hıristiyanlardan başka hiç kimse kalmamış olacak veya herkes Hıristiyan olmuş olacak ya da yok olacak. Yahudiler zaten başka insanlara en ufak bir saygı telkin eden teolojik bir yaklaşıma sahip değildirler. Dolayısıyla Hıristiyanlık ve Yahudilik
hoşgörülü ve birlikte yaşamanın imkânlarını arıyor, ama İslam düşüncesi içerisindeki farklı yorumlara karşı çok tahammülsüz; kimisi ise İslam’ı inanca ve ibadetlere indirgiyor ve sosyal yaşama dair düzenlemeleri Batı’dan olduğu gibi ithal ediyor. Siz bu yaklaşımları nasıl görüyorsunuz: İslam’ı nasıl anlamalı ve birlikte yaşam fikrine nasıl bakmalıyız?
eğer bir arada yaşamayı dert edinecekse teolojik
Yasin Aktay: “Bendeki hakikatse onu zorla
bir revizyon yaparak bunu gerçekleştirmek
kabul ettirmem meşrudur” diye düşünen bazı
zorundadır. Ama Müslümanların böyle bir şeye
Müslümanların olduğunu söyleyebiliriz, ama bu
ihtiyacı yok. Çünkü Müslümanlar zaten başka
Müslümanların genel bir eğilimi değil ve iyi ki
milletten olan insanlarla bir arada yaşayacak
de değil. Doğrusu bu şekliyle çok tehlikeli bir
şekilde kurgulanmışlardır diyebiliriz. Bunun
yaklaşımdır ve aslında geçmişte Müslümanlara
mütekabil siyasi çözümleri veya modelleri
çok az isabet etmiş; Müslümanların çok nadir
geçmişte olduğu gibi günümüzde de daha
zamanlarda kapıldıkları bir düşünce biçimi
fazla üretilmeye devam edebilir. Çünkü tek bir
olmuştur. Belki tam da bundan dolayı, İslami
model üretilemez. Her zaman bütün mekân ve
devlet kavramının fonksiyonları üzerine yeniden
zamanlar için tek bir model üretilemez. Ama
düşünmek gerekiyor. İslami devletin bir hakikat
bir arada yaşama sorununu da çözmek için
iddiası olacak mıdır, bir doğruluk iddiası olması
demokrasi, cumhuriyetçilik, saltanat, monarşi
gerekiyor mudur ve bunu başka insanlara
hatta feodalizm gibi toplum biçimleri tarihsel
empoze etmek gibi bir hakkı var mıdır, herhangi
biçimler olduklarından, Müslümanlar bu tür
bir mezhep iktidara geldiğinde diğer mezhepler
tarihsel formasyonlara uygun kendi yöntemlerini
üzerine böyle bir baskı uygulama hakkına sahip
geliştirebilirler.
midir? Eğer anlayışı buysa, kendisinin dışında
Müslümanların bugün sanki başkalarıyla bir arada yaşayamazmış gibi bir töhmet altında bir tür toleranssız, bir tür baskıcı insanlarmış gibi resmediliyor olması talihsiz bir resmediliştir.
kalan herkesin hayatını değiştirmek, herkesin hayatına müdahale etmek gibi bir eğilimi varsa tabii ki iktidar kavramının bu düşünceler için anlamını yeniden düşünmek gerekiyor.
Bunu en az hak edenler Müslümanlardır.
Doğrusu, toplumda insanların her zaman bir
İslam’ın özünde “La ikrahe fid-din” var, yani
çeşitlilik üretebileceklerini hesaba katmalıyız.
dinde zorlama yoktur. Dinde zorlama olmadığı
Çünkü toplum dinamik bir varlıktır. Bugün çok iyi
için bir defa Müslüman olmayan insanlara
Müslüman olan toplumlar İslam’dan sapabilirler.
en ufak bir baskı bile yapılamaz; Müslüman
İslam’ın içinde farklı eğilimler ortaya çıkabilir
olanlara da bir baskı yapılamaz. İslam’da dinin
ve bu farklı eğilimler nedeniyle ulemasıydı,
özü özgürlüktür. Özgür olmayanın dini yoktur.
entelektüeliydi aydınıydı, etkilendiği farklı
Dolayısıyla sanki Müslümanlar fırsat ellerine
kültürlerden çok farklı şeyler üretebilirler. Bu
geçtiğinde başkalarına baskı yapıp kendilerine
alan, sivil toplumun çok etkili olması gereken bir
dönüştüreceklermiş gibi düşünmek son derece
alan… İslam tabii ki sadece bireysel ibadetlere
yanlıştır. Buna dair var olan modelleri kesinlikle
indirgenebilecek bir şey değildir ve zaten böyle
reddetmek gerekiyor. Bunların İslam’ın ne
bir şeye de sığmaz. Tarihsel tecrübesi itibari ile
tarihsel tecrübesiyle ne de teolojisiyle izah edilir
hiçbir İslami pratik bununla sınırlı kalmamıştır.
bir tarafı yoktur.
Bugün dünyada en çok apolitik olduğunu
Ebuzer Demirci: Müslümanların bu konuda
iddia eden cemaatlerin bile aslında ne kadar
farklı yaklaşımlar sergiledikleri görünüyor. Bir
siyasetle iç içe olduklarını, siyasi alana ne kadar
kısmı “hakikat bendeyse, toplumun selameti
müdahale etme istidadına sahip olduklarını
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
75
sayısız örneklerle yaşadık/yaşıyoruz. Bir
farklılaşmaya meyillidir ve bir grup bilinci
yandan da İslam’ın, nasıl anlarsanız anlayın,
oluşturup başka insanlara karşı bunu bir
dünyaya müdahale etme, dünyayı daha iyi bir
asabiyeye dönüştürmeye yatkın bir varlıktır.
yer haline getirme konusunda ceht ve çaba
Bazen bu asabiye için İslam’ın teolojisini de
içerisinde olmaya sizi telkin eden asgari bir
bir enstrüman olarak kullanabilir. Sonuçta
düsturu ve muhtevası var. Bu muhtevaya sadık
kendi asabiyenizi ifade etmek ya da hissetmek
kaldığınızda tabii ki çevrenizi olumlu yönde
için yaşayabilmek için bir unsura ihtiyaç
etkilemeye/değiştirmeye çalışacaksınız. Ama
duyarsınız. Bir kimlik, bir grup unsuruna ihtiyaç
bunu değiştirmeye çalışırken çok iyi bir çerçeve
duyarsınız ve Müslüman milliyetçiliği de bunu
de kurmak gerekiyor. Bazı konularda fikirlerin
sağlayabiliyor.
ve görüşlerin farklılaşmasını tolere etmek, onu hazmedebilmek, ona hazır olmak bakımından çok güçlü bir hazırlığa sahibi olmak gerekiyor. Geçmiş Müslüman tecrübeleri aslında bu hazırlığın örneklerini vermişlerdir. Müslümanlar birbirleriyle hemen hemen her konuda ihtilafa düşmüşlerdir aslında. Her konuda ihtilafa düşmüşlerdir, ama bu ihtilafların Müslüman toplumu parçalaması tehlikesine karşı İslam uleması “ehli kıbleden olan tekfir edilemez” diye bir prensip geliştirmiştir ve bu prensibe bağlı kalmışlardır. Yani insanlar ne kadar farklı düşünürlerse düşünsünler tekfir edilemezlik prensibi geliştirmişlerdir. Meğerki herkes kendine Müslüman diyor olsun, ehli kıble diyor olsun, aynı kıbleye yöneliyor olsun… Dolayısıyla sizin sorunuzda söylediğiniz şeyde haklılık payınız çok yüksek bir biçimde var. Başka milletten olan insanlara karşı gösterilen tahammül bazen kendi içimizde gösterilemeyebiliyor. Bekli de Şerif Mardin’in mahalle baskısı derken kastettiği şey bu. Genellikle mahalle baskısı kendi mahallenizden olan insanlara yapabildiğiniz bir şeydir. Yabancı mahallelere baskı yapamıyorsunuz ve yahut da sizin dininizden olmayan insana fazla baskı yapamıyorsunuz. Belki İslam toplumları ile diğer toplumların farkını burada yine çizebiliriz. Müslümanlar başka mahallelere baskı yapmazlar, Batılılar ise kendi içlerinde tamamen farklı unsurlara da baskı yapmışlardır, kendi iç baskılarını da ayrıca sürdürmüşlerdir. Müslümanlar hiç olmazsa başka mahallelere hiçbir şekilde baskı yapmazlar; bunun bir garantisi vardır. Ancak kendi içinde farklılıkları tolere etme konusunda bir problem var ve bu sadece Müslümanlıktan kaynaklanan bir problem değil. Bu biraz insandan kaynaklanan bir problemdir. İnsan genel olarak gruplaşmaya,
76
Ebuzer Demirci: Sizce bir arada yaşayabilmek için; bütün kesimlerin merkeze eşit mesafede bulunduğu ve bir yuvarlak masanın etrafında eşit hak ve sorumluluklarla temsil edildiği bir model, doğru bir model olabilir mi? Yasin Aktay: Tabii ki doğru bir model olabilir. Sonuçta anayasal vatandaşlık, insanların inanç ve düşünce konusunda farklılaşmalarına imkân veren kendi özgür iradeleriyle, kendi akıllarıyla, kendi içtihat yetenekleriyle kendi farklılıklarını üretebilmelerine imkân veren bir anayasal yapı olmalıdır. Devlet dediğimiz aygıt, insanlara neye nasıl inanmaları ya da düşünmeleri gerektiğini icbar eden bir kurum değil; her neyi tercih etmişlerse insanlara bunun güvenliğini ve garantisini temin eden bir kurum olarak işlemek durumundadır. Onun için devleti biraz da ideolojiden ve inançtan arındırmak, biraz klasik İslami devlet algılarımıza ve kabullerimize ters düşse de gerekli bir şeydir; bir ihtiyaçtır böyle bir şey. Çağdaş Müslüman devleti bu temelde oluşturmak, bugün yaşamakta olduğumuz bazı tecrübeler muvacehesinde de giderek daha fazla akla yatkın görünmektedir. Esasen devletin şeklî uygulaması konusunda İslam’ın bizi icbar ettiği belli bir form yoktur. Bu formlar, en iyisi konusunda ihtiyaçlara binaen Müslümanların kendi çağları ve fıkıhları doğrultusunda geliştirecekleri bir model olacaktır. Bunun bütün zamanlar için ve bütün mekânlar için vazgeçilmez tek bir modeli yoktur. Bugün böyle bir model üzerinde Müslümanlar düşünebilirler. Düşünmelerini gerektirecek bir takım şeyler olmaktadır nitekim. İran’da bir devrim vardır ve İran’da devrim, kendi İslami anlayışını herkese empoze ederken çok da İslami olmayan bir model üretmektedir. Her şeyden önce insani olmayan bir model üretmektedir. İslami olmaması biraz da bundan kaynaklanıyor. Başka
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ülkelerde, özellikle bugün kendi devrimlerini
sizin istediğiniz gibi olmaz. Siz mutlaka başka
yapmış, demokratik modellerini üretmeye
insanların da taleplerini, isteklerini göz önünde
doğru gitmekte olan Müslüman ülkelerde;
bulundurmak zorundasınızdır. Hudeybiye
Mısır, Tunus, Libya, Irak, Suriye gibi ülkelerde
antlaşmasının bütün şartları Müslümanların
benzer bir problem yaşanmaktadır. Bu ülkelerde
aleyhlerinedir ve Müslümanlar o şartlara
de iktidara gelmiş belli bir dini grubun diğer
rağmen, kurulan dar bir uluslararası bölgesel
insanlar üzerinde uyguladığı bir şiddetle sürekli
düzene tabi olmuşlardır. Ve sonuna kadar da
karşılaşabiliyoruz. Bu şiddetin tek sebebinin
ona uymuşlardır. Sözleşmeyi bozan taraf hep
teolojik olduğunu düşünmüyorum. Bunun bir
müşrikler veyahut da karşı taraf olmuştur.
kısmı tabii ki doğal hatta evrensel sayılabilecek
Müslümanlar sonuna kadar kendi sözlerine sadık
asabiyeden kaynaklanıyor olabilir. Mezhep
kalmışlardır.
asabiyesi, ırk asabiyesi, millet asabiyesinden kaynaklanıyor olabilir. Ancak büyük çoğunluğunun da birileri tarafından manipüle
Bütün farklı görüşleri bir araya getirebilecek ortak değer nasıl oluşturulabilir? Doğrusu bu
edilen bir tarafı da vardır.
hiçbir zaman mümkün olmayabilir. Çünkü
Ebuzer Demirci: Birlikte yaşam çözümlerini
bu çatışmayı idare edebilmektir. Bu çatışmayı
“kendi İslam’ımız”da aradığımız zaman,
ön görebilmektir. Bu çatışmayı toplumun
toplumun diğer kesimleri ve diğer
dağılmasına yol açmayacak bir şekilde kontrol
görüşler bunun “kendilerine ait” olduğunu
altında tutmayı sağlayabilmektir. Eğer her
düşünmeyeceklerdir. O halde nasıl bir yaklaşım
birisi, kendi isteği gibi olmasında diretmez
içerisinde olmalıyız: Bütün farklı görüşleri
ise bütün farklı görüşler ortak bir sözleşmede
bir araya getirebilecek ortak değer nasıl
birleştirilebilir. Dışarıda kalmak isteyen insanlar
oluşturulabilir? Ve bu ortak değerin “İslamiliği”
çıkabilir. Teröre bulaşmadıkları sürece, toplumun
sorunu nasıl aşılabilir?
geneline yönelik bir şiddeti tercih etmedikleri
Yasin Aktay: Bize ait dediğimiz şey nedir? Bugün içinde bulunduğumuz şartlar aslında “Kendi İslam’ımız” kavramının üzerinde düşünmek için bir vesiledir. Tarihte de hep böyle olmamış mıdır zaten! Bu tür kriz şartları insanları kendi teolojik referanslarıyla yeni çözümler üretmeye sevk etmiştir ve o referansların imkân verdiği ölçüde çok yaratıcı çözümler ve modeller de ortaya konabilmiştir. İslam medeniyetinin ortaya çıkardığı ürünler/ modeller biraz da o referansların gücüyle de mütenasip, o referanslarla beslenen ümmetin mensuplarının basiretleriyle mütenasip olmuştur.
toplumun tabiatında çatışma vardır. Önemli olan
sürece onların da oluşturulabilecek bir sistem içerisinde kabul edilmeleri sağlanabilir. Ebuzer Gıffari de sonuçta bir sistemi kabul etmemiştir. Sistemin dışına çıkmıştır. Bir tür kinizmi tercih etmiştir. Kinizm de bir tavırdır, bir tutumdur. Ama böyle bir durumda kabul edilmeyecek tek şey, silahlı veya şiddet içerikli bir muhalefettir. İslam toplumu içerisinde muhalefet mutlaka olur, olmalıdır. Bu hem çok faydalı bir şeydir, bir renktir. Bu muhalefetin haklı olup olmadığı, muhalefetinde makul olup olmadığı gibi değerlendirmeler yapmak gereksizdir. Çünkü muhalefetin kendisi bizatihi böyle bir şeydir.
“Kendi İslam’ımız” kavramıyla ilintili olarak
Peki, bu ortak değerin İslamiliği sorunu nasıl
tabii ki ortak sözleşme kavramı ve kültürünü
aşılabilir? Bir şey eğer birileri tarafından
de geliştirmek gerekiyor. Sözleşmede hiçbir
beraberce kabul edilmişse ve bu, İslam’ın
şey her zaman sizin istediğiniz gibi olmaz.
herhangi bir prensibine aykırı değilse
Sözleşme biraz taviz ile olan bir şeydir. “Bana
Müslümanlar için İslami’dir. Müslümanlar için
ne! Ben taviz vermem” diyorsanız o zaman
İslami olan bir şey, başka insanlar için sadece
peygamber efendimizi hiç anlamamışsınız
insani olabilir. Bu birazcık da niyetle alakalı bir
demektir. Peygamber efendimiz yeri geldiğinde
şeydir. Müslümanlar yemek yemeğe besmele
taviz vermiştir. İnançlarından, neye inanıp neye
ile başlarlar, her işe besmele ile başlarlar. Aynı
inanmayacağından tabii ki taviz vermemiştir.
işi yapan başka insanlar besmele ile değil
Ama bahsettiğimiz konu siyasi bir konu.
normal bir şekilde başlarlar. Görünürde bir fark
Başka insanların varlığı durumunda her şey
yoktur aslında. Bir şeyin İslamiliği veya İslami
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
77
olmamasının görünürdeki farkı çok net değildir
Ebuzer Demirci: Zaman ayırıp sorularımızı
aslında. Bu biraz sizin sübjektif yaklaşımınızla
cevapladığınız için teşekkür ederiz.
ilgili bir şeydir. Dolayısıyla biz başka milletten olan insanlarla “ortak iyi” diye tespit ettiğimiz
Yasin Aktay: Ben teşekkür ederim.
bir değer adına bir araya geliriz. Bize göre bu bir araya gelmenin kendisi bizatihi İslami’dir. Bunun İslami olması için herhangi bir İslami modelin mota mot tercümesi ve yahut da taklidi olması gerekmiyor. Biz, İslami hayat derken taklidi bir hayattan bahsetmiyoruz. Hayat hep karşımıza yepyeni, şimdiye kadar karşımıza hiç çıkmamış formlar ortaya çıkarabilir. Biz onların da İslami olma keyfiyetini sürdürebiliriz ve yahut da onun, o İslami olma keyfiyetini devam ettirebiliriz. Dolayısıyla bir şeyin İslami olması için başında İslam diye bir kelime veya fetişleştirilebilecek bir takım formların olması gerekmiyor. İslam’a aykırı olmaması İslam’a uygun olması için yeterlidir. Niyetimizle ilgili olarak tabii ki… Bir şey İslam’a aykırı değilse ve siz ona içinizden veya dışınızdan besmele ile yaklaşıyorsanız o şey artık İslami’dir. Ama bir şey görünürde İslami… Namaz kılıyorsunuz mesela, ama namazı riya için kılıyorsanız o zaten İslami değildir. Ebuzer Demirci: Bu konu çerçevesinde Müslümanlara dönük tavsiye ve önerileriniz nelerdir? Yasin Aktay: Müslümanlar hayatı çok canlı dinamik bir biçimde okumak durumundadırlar. Hayat hiçbir zaman taklit edilebilecek formalarla karşımıza çıkmaz. Yeni bir dünyadayız ve bu yeni dünyanın gerekliliklerini karşılamak hususunda nerdeyse yüz-iki yüzyıl gecikmiş durumdayız. Onun için cenabı Allah’ın bize vermiş olduğu aklı çok iyi kullanmalı ve temel referans kaynaklarımız Kur’an ve Sünnet’i iyi okumalıyız. Bu arada hayatı iyi yaşamalıyız. İyi yaşamalıyız derken zevk-ü sefa içerisinde yaşamak demek istemiyoruz tabii ki. Hayatı dolu dolu yaşamalıyız. Sağlam pratikler ortaya koymalıyız. Bir arada yaşamak konusunda başka insanlara tahammülsüzlükle itham edilecek bir kesim değil Müslümanlar. Fakat Müslümanların da gerçekten böyle olduklarının söylenemeyeceği kanaatindeyim. Çünkü Müslümanların bu dünyada diğer insanlara göre çok daha fazla bir arada yaşama kültürüne sahip olduklarını söyleyebiliriz.
78
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Araştırma - inceleme
Cemaatlerin Yapısal Özelliklerindeki Akıldışılıklar Hamdi Tayfur Bir önceki yazımızda cemaatlerin/grupların
ve neleri de düşünmemeleri gerektiğine bu
oluşum sebepleri, oluşum süreçleri ile cemaat
merkezi sistem içinde karar verilir. Hiyerarşik
liderlerinin psikolojik özellikleri ve bu özelliklerin
olarak bu kararlar alt kademelere kadar
cemaat mensupları üzerinde oluşturduğu menfi
ulaştırılır. Kimse bu kararları sorgulamaz,
tesirlere dair bir giriş denemesi yapmıştık.
“niçin?” diye sormaz ve hemen uygulamaya
Bu yazıda ise cemaatlerin bazı genel özelliklerini vererek bu özelliklerin cemaat mensuplarını nasıl akıl dışı davranışlara sürüklediğine dair bazı tespitler yapmaya çalışacağız.
geçer. Aksi takdirde yaptırımlar devreye girer.
Grup Düşünmesi Grup içinde herkesin onadığı ve sorgulama
Cemaat liderlerine ait özellikleri sıralarken
gereği duymadığı ortak bir düşünme biçimi
aslında cemaatlere ait bazı yapısal özelliklere
vardır. Buna “ortak akıl”, “ortak kafa” da
de değinmiş olduk. Şimdi bu özellikleri daha
denilebilir. Harekete katılan bireylerin mantığı
ayrıntılı olarak açıklayalım:
şöyle işler: “Eğer lider bunun doğru olduğunu söylüyor ve diğerleri de yapıyorsa, iyi bir
Merkeziyetçilik Cemaat ve grup yapılanmalarının en bariz özelliklerinin başında merkeziyetçilik özelliği gelir. Grup içinde liderle birlikte hiyerarşik olarak üst kademede yer alan birileri, gruptaki tüm işleri merkezden yönetir, karar verir. Öyle ki bireylerin nasıl ve nerede yaşayacaklarına, ne iş yapacaklarına, ne yiyip ne içeceklerine,
şey olmalı.”1 Cemaat ve gruplarda liderin ve hareketin normları, bireyinkilerle yer değiştirince “grup kafası” veya “grup düşünmesi” gelişir. Birey bu “ortak kafa”ya göre düşünmeye alışınca her şey buna göre makul veya akıl dışı olmaya başlar.”Ortak aklın yönlendirici gücü bireylerin kendi iradelerini ortaya koymalarını ve gerçek taleplerinin/durumlarının ortaya çıkmasını engeller.”2
evliliklerine, boşanmalarına, gidecekleri okula, hangi eğitimi alacaklarına, ne okuyup ne
1
okumayacaklarına, neyi, nasıl düşüneceklerine
2
Robert S. Robins, age, s.111 Nuri Yılmaz, Allah Yolunda Yürürken, mana yayınları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
79
“‘Grup düşünmesi’ denilen tutum, cemaat
ve içgüdülerinin birçoğunu içinde tutmak
liderliğinden gelen karar ve uygulamalara karşı
zorunda bırakılır. Kesin inanç adamının
eleştiri geliştirmedeki çekingenliği ifade eder.
mutluluğu ve dayanıklılığı, artık kendi kendisi
Şer’i ya da akli muhtevalı tenkitler lüzumlu
olmayışından ileri gelir. Fakat onun bu mutluluğu
oldukları halde bir türlü dile dökülemezler. O
ve dayanıklılığı kendisi ile kolektif topluluk
zaman da çoğu kez gidişattan rahatsız cemaat
arasındaki bağa bağlıdır. Kendisini sadece bu
mensuplarında psikolojik onarım mekanizması
kolektif topluluğun bir parçası olarak hissettiği
devreye girer. Bu sayede üstten gelen kararların
sürece yıkılmaz ve ölmez bir bireydir.” Ancak
aleyhinde kanıtları görmezlikten gelme ya
kolektif topluma katılıp tek tipleşmiş birey ”artık
da ortaya çıkacak tahribatı mühimsememe
seçme özgürlüğüne sahip değildir. Ya kolektif
şeklinde bir tavır gelişir. ‘Bir hikmeti vardır’ tarzı
topluluğa yapışmalıdır ya da bir yaprak gibi
söylemler yaygınlık kazanır.”3
düşüp solacaktır”4
Kolektiflik/Tek Tipleşme/ Şahsiyetlerin Grupta Eriyerek Yeteneklerinin Yok Oluşu
Grup ve cemaatler, bir sonraki maddede
Bir grup veya cemaat üyesinin fedakâr ve
Bu eğitimle amaçlanan “tek dilden konuşan,
sadık olabilmesinin yolu bireysel kimliğinden
at gözlüğüyle bakan, sadece beyninin filtre
ve kendisine özgü farklılıklardan sıyrılmasından
ettiklerini algılayan”5, mutlak gerçekliği sadece
geçmektedir. İyi bir fedakârlık sağlam bir
kendi öğretilerinden ibaret sayan, tek tipleşmiş
bağlılığı, sağlam bir bağlılık da bireysellikten
elemanlar yetiştirmektir. Grup bu eğitimlerle
sıyrılarak grup kimliği içinde erimeyi, kolektif
kolektif bir kimlik inşa eder, herkesi bu ortak
yapıya karışmayı gerektirmektedir. Kişi kolektif
kimliğe uyum sağlamaya davet eder.
bir kimlik içinde asimile olursa, kendini ve başkalarını bir birey olarak görmez. Kendini ve başkalarını grubuna veya cemaatine göre tanımlar. Grup ve cemaatlerin içinde kolektif kimliğin ön plana çıkmasıyla, farklılıklar büyük ölçüde yok edilir. Artık kişilerin mutlulukları, mutsuzlukları, umutları, övüncü, güvenci, sevinçleri, hedefleri, yapabildikleri ve yapamadıkları kendi görüş ve yeteneklerinden değil, kolektif yapıdan
bahsedeceğimiz, dini veya ideolojik yorumlarından ibaret “mutlak gerçek”lerini özel eğitim yoluyla mensuplarına aktarırlar.
Uygulanan eğitim metotlarında serbestçe düşünmenin, akletmenin ve üretmenin yolları öğretilmez. Özel beyin yıkama yöntemleri, vaaz, manipülasyonist eğitimsel taktikler, enformasyon kontrolü, takiyyenin eşlik ettiği aşamalı eğitim yöntemleri, farklı bilgi kaynaklarını şeytanlaştırarak bilgi sınırlaması yapılması gibi yöntemlerle zihinler, tek tip düşünmeye ve algıya alıştırılır.
kaynaklanır. Kişi artık kendisi değildir. Grubun
Böylelikle cemaatin tek bir blok halinde hareket
çizdiği şekillendirdiği bir tiptir. O kalıba girer.
etmesi ve bölünmeden, çatlakların oluşmasına
Bireyin kişisel ayrılık ve özellikleri tümüyle
müsaade edilmeden varlığını sürdürebilmesi
ortadan kaldırılır. Kişi tüm varlığını grubunun
için cemaate uygun kafalar yetiştirilmiş olur.
veya cemaatinin varlığına armağan eder. Grup
Liderliği kutsallaştıran; bireyi, hizmet ettiği grup
menfaati kişisel menfaatlerinin önüne geçer.
ve cemaat için feda eden ve bunun ne derece
Tüm üyeler o kalıpla şekillenerek tek tipleşirler.
büyük, yüce ve kutsal bir mertebe olduğuna
Grup, insan üzerinde kurduğu egemenlik
şartlandıran bir eğitimdir bu!6 Bireyler artık
ve istibdatla kişiliğinin öne çıkmasını olanca
‘şahsiyet’ değil, birer ‘görev adamı’, ‘teşkilat
gücüyle engeller.
adamı’, ‘personel’, ‘militan’, ‘ölmeye hazır bir
“Kolektif bir ortama uyum sağlaması için bir insanın, kişisel farklılıklarından sıyrılması,
mücahit’dir. Ama asla kendisi değildir. Aslında insanın kendi özünü reddedip kolektif
serbestçe ve bağımsız karar verme hakkından yoksun bırakılması gerekir. Doğal eğilimlerinin
Eric hoffer, age, s.143
4
M.Ali Büyükkara, agm, s.125
5
M.Ali Büyükkara, agm, s.117
3
80
Hamdi Kalyoncu, age, 47
6
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bir toplulukta aynı tip şahsiyetlerden birisi olması, bir tür kişisel sorumluluktan da sıyrılıştır. Kişi kendi başına karar verme sorumluluğunu kolektif yapının üzerine atmıştır. Nasıl olsa birileri düşünüp onun adına karar verecektir. Kendisi ne diye yorulup karar vermenin tereddüt ve şüphesine düşsün ve sonuçları itibariyle ortaya çıkabileceklerden korku duysun ki? Toplumdaki çoğu kişi için kendi adına karar vermenin ağırlığı yerine, kişiliğini topluluğa teslim etmenin özgürlüğü daha tercihe şayandır. Kolektif karar verme mekanizması, aynı zamanda kişisel vicdanı da büyük ölçüde tahrip eder. Çünkü kişi yaptığı işe kendi olarak değil de bir grubun çatısı altında karar verdiği için ortaya çıkabilecek her türlü sonucun ortak bir muhatabı
Cemaat Öğretisi/Mutlak Gerçekliğin Sahipliği Bir grup veya cemaatin muhataplarınca kabulüne mazhar bir seçkinliğinin olabilmesi için diğerlerinden farklı kendine ait bir öğretisinin bulunması gerekir. Cemaat, çağrısını ve varlığını mutlak gerçeğe sahip bu öğretinin üzerine bina eder. “Bir mutlak gerçeğe sahip olmak, sonsuza dek her şeyi bilmek demektir. Artık meçhul ve hayret verici bir şey kalmamış demektir. Akla gelecek bütün sonuçların cevabı hazırdır, bütün kararları verilmiştir ve bütün ihtimaller önceden görülmüştür. Kesin inançlı kişi şaşırmaz ve tereddüt etmez. Onun şaşmaz öğretisi, dünyanın bütün sorunlarının çözüm yolunu
vardır. Bu muhatap kişinin kendi vicdanı değil,
bilir.”7
kolektif karar verme mekanizmasıdır. Bu
İslami cemaatler için çoğunlukla Kur’an’ın
durumda vicdan kendini sorgulama gereğini de hissetmez. Normal bir insanken karıncayı dahi ezmeyen insanların, örgüt üyesi olduklarında vicdansız katillere dönüşmelerinin veya her türlü adi suçu gözlerini kırpmadan işleyebilmelerinin bir sebebi de budur.
yorumuna, bir âlimin veya yazarın dine ilişkin yaklaşımlarına dayanan bu öğreti, mutlak ve son gerçektir. Bunun dışındaki tüm yaklaşımlar ve yorumlar gerçeği ifade etmedikleri gibi kesin de değildirler. Bu öğretiye bağlanan cemaat üyesi, hayatına ve görüşlerine ilişkin her türlü çıkarımı
Kolektif toplulukta asimile olmuş bireyin yeteneklerinin bu yapı içinde açığa çıkması mümkün değildir. Bu nedenle grup içi görev dağılımında yetenekler asla göz önünde bulundurulmaz. Kişilerin yetenek ve karakterleriyle grup içi konumları arasında bir dengesizlik ortaya çıkar. Genel hayat içinde çok az şey başarabilecek yetenekteki bireyler grup içinde sırf sadakatlerinin bir ödülü olarak çok iyi bir konumdadırlar. Oysa yetenekli elemanlar, yeteneklerinin içten gelen baskısıyla huzursuzdurlar. Cemaat içi eğitimden geçmişlerdir. Ama bu onların yeteneklerini tümden ortadan kaldıramaz. Buldukları ilk fırsatta bu yeteneklerini sergileyecek işler yaptıklarında, genelde kolektif davranışın dışına çıktıklarından bu durum diğer mensuplar veya lider tarafından bireysellik hatta bencillik olarak nitelenir. Aynı şekilde, yetenekleri nedeniyle kötü gidişatın farkına varıp bundan rahatsız olan bunu değiştirmek için iyi niyetle müdahil olmak isteyen, bazen de eleştiren ve öneriler getiren bireyler, grubun birliğini/kolektifliğini bozmaya aday ayrılıkçı/fitneci şahıslar olarak damgalanır.
buradan yapmak zorundadır. Öğretiler Kur’an’a, sünnete, ilk dönem uygulamalarına ve tarihteki örnek şahsiyetlerin ve âlimlerin yorumlarına dayandığı iddiasındadır. Ancak tüm bu sayılan dayanaklar öğretinin kendi metodolojisi içinde yeniden biçimlendirilmiştir. Dayanaklardan alınan deliller, cemaat öğretisi için bir şey ifade ediyorsa anlamlıdır. Öğretiyle çelişen delil ve dayanaklar ise nesnel değerlendirmeye tabi tutulmak yerine inkâr edilir veya tevil edilir. Çünkü bunlar öğretiyi sarsıcı ve mutlak gerçek oluşuna zarar vericidirler. Aynı şey, öğretiyle çelişen diğer görüş sahiplerine ait eser ve kaynaklara da yapılır. Öğretiyi tartışmaya açan, mutlaklığına zarar veren bu kaynaklar ve isimler cemaat tarafından küçümsenir, şeytanlaştırılır ve sansürlenir. Zararlı kaynak ve isimler tüm cemaat mensuplarına, tıpkı kesin kaynak ve isimlerin öğretilmesi gibi öğretilir. Çünkü cemaat mensupları hummadan kaçar gibi bunlardan kaçmalıdır ki öğreti zarar görmesin. Aslında ortaya çıkan şey bir tür “körü körüne inanç”tır. Farklı kaynak ve isimleri sıradan cemaat Eric Hoffer, age, s.93
7
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
81
elemanlarının okuması ve bu yolla akli çıkarımlar
delillerle değil duygularıyla bağlıdır. Onun bu
yapması ve bir de akli bulgulara dayanarak kesin
öğretiye bağlanmasına yol açan, duygularını
öğretiye dönük sorular sorması veya eleştiriler
esir almış bir “örselenme”si vardır. Bir önceki
getirmesi neredeyse ihanet derecesinde bir
yazı da açıklandığı gibi 19-20. yüzyıllarda
suçtur. Bu yüzden cemaat üyeleri bu kaynak ve
Müslümanların Batı karşısındaki yenilgileriyle
isimlerden şiddetle sakındırılır.
tüm topraklarının parçalanması, işgal edilmesi,
Öğretinin etkisi mutlak ve kesin kabul edilmesinden gelmektedir. Derinliği, delillerindeki zenginliği veya ikna ediciliğinden öte, tartışılmaz tek ve ebedi gerçek olarak kabul edilmeyen bir öğreti bireyler üzerinde yeterli etkinliği gösteremez. Bu nedenle tarih boyunca eleştirel düşünceye ve akli delillere dayanan fikirlerden çok, mutlak gerçekliğin ifadesi olarak çıkmış rijit öğreti ve doktrinler çok daha fazla
hilafetin kaldırılması bu örselenmenin kaynağını oluşturmaktadır. Bu olayların oluşturduğu duygularla ortaya çıkan örselenmenin tesiri, cemaat mensuplarının “İslam Devleti” öğretisine bir inanç gibi sarılmalarına yol açmaktadır. Hemen hemen tüm öğretilerin duygusal temelleri örnekte gösterdiğimiz yöntemle açıklanabilir.
itibar görmüştür. Delile, ispata ve anlaşılmaya
Öğretilere duygu temelinde bağlılık bir tür
dayalı bilgilerin üzerinden sanki büyü tozu
fanatikliğe veya bağnazlığa yol açmaktadır.
kalkıvermekte ve basitleşmektedir. Bu nedenle
Duygusal olarak bir şeye bağnazca bağlanan
insanların çoğu açık ve ispat edilebilene,
bir fanatik aslında hastalıklı bir kişidir. Bir futbol
açıklanabilene değil; kutsal, dokunulmaz,
takımının fanatiği olmanın nasıl akla dayalı bir
büyülü, tartışılmaz, ispatı güç ve karmaşık
izahı yoksa, bir düşünce ya da öğretinin bağnaz
dogmalara inanmayı tercih ederler.
bir fanatiği olmanın da akli bir temeli yoktur.
Öğretiler aynı zamanda mantıktan öte duyguları
Mutlak, değişmez, tartışılmaz bir gerçek esasına
muhatap alırlar. Bir açıklamanın veya yorumun
dayalı bir öğretiye sahip olmak grup veya
kabul edilebilirliği onun anlaşılır olmasından
cemaatin varlığını ve bütünlüğünü sürdürmesi
öte duygu temeline dayalı bir inandırıcılığının
için kaçınılmazdır. Grup içinde düşünce birliği
olmasına bağlıdır. Örneğin Ebul Kelam Azad,
olmadan hareket bütünlüğü sağlanamaz.
Mevdudi, Takiyyuddin En-Nebhani, Hasan el-
Bunu sağlayan, herkesin ortak olarak kabul
Benna ve Seyyid Kutup tarafından savunulan
ettiği öğretiye bağlılıktır. Öğretiyi sorgulamak,
“İslam Devleti” öğretisini ele alalım. Pek çok
ya da sorgulamaya yol açacak bir düşünce
İslami cemaat için bu öğreti vazgeçilmez ve
özgürlüğüne meydan vermek cemaatler için asla
tartışılmazdır. Cemaat zihniyetinden kurtularak
mümkün değildir. Yaşam alanı bulamadıkları
nesnel bir yaklaşım biçimiyle gerek Kur’an,
toplumlarda dışa karşı fikir özgürlüğünün en sert
gerek Nebi’nin hayatı, gerekse sonraki dönem
savunucuları olan cemaat ve gruplar, aslında
tarihi incelendiğinde görülecektir ki, Kur’an
kendi içlerinde fikir özgürlüğünün en büyük
bir İslam devleti modeli önermemekte, olaya
katledicileridirler.
ilkeler bazında müdahale etmektedir. Hatta bu ilkeler özellikle devlete ait ilkeler olsun diye oluşturulmuş ilkeler bile değildir. “İslam Devleti”ne ait uygulamalar olarak savunulan pek çok şey ise sonraki dönemlerdeki tarihi uygulamalardır. Dolayısıyla bir “devlet modeli” ortaya koymak, ilkelere uymak şartıyla insanların kendilerine bırakılmış bir hadisedir. Bunu anlayabilmek için Kur’an’ı taramak ve bir İslam Tarihi okuması yapmak yeterlidir. Oysa “İslam devleti” öğretisine bağlı bir cemaat mensubu için bunu kabul etmek kolay değildir. Çünkü o bu öğretiye akli
82
sömürgeleştirilmesi, devletlerinin gitmesi,
Sorgulayan, soru soran, kuşku duyan, körü körüne iman edilmesi için kendisine sunulan öğreti için ikna edici deliller isteyen kişilere cemaatlerin içinde yer yoktur. Bu tipler hiçbir grup ve cemaatin içinde kendilerine yer bulamazlar, bulsalar da huzurlu olamazlar. Oysa sormak, sorgulamak, kuşku duymak güvensizliğin değil özgüvenin işaretidir. Tersine körü körüne imana davet eden mutlakçı öğretilere sahip olmak güvensizliğin işaretidir. Çünkü hiçbir delil öne sürmeksizin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
veya delillerini tartışmaya açmaksızın öğretiyi
Saydığımız sebepler ve mensuplarına kuşku
savunmak, kuşku ve sorgulara karşı meydana
salma olasılığı yüzünden cemaatler, ifade
çıkıp köklü biçimde savunamamak, öğretinin
özgürlüğünü varlıklarına tehdit olan bir zehir gibi
kendi içinde ciddi kuşkular içerdiğinin bir
görürler. Bu tehdit algılaması o kadar ileri gider
işaretidir.
ki tekfir ettiklerini katletmeyi dini bir vecibe
Sırf bu nedenle öğretiye dönük dışarıdan gelen tüm tepkiler bir tür saldırı olarak algılanır. Bunlar saldırı ve provokasyon bile olsa özgüveni olan bir hareket ve toplumun bunlara cevabı fikirle karşılık vermek tarzında olmalıdır. Bunun karşılığı asla şiddet olmamalıdır. Fikir farklılıklarının şiddete dönüşmesi, ebedi ve mutlak gerçeğe sahip olunduğuna dair bağnaz fanatikliğin ve kendi fikrine karşı bir özgüvenin olmamasının bir neticesidir. Sadece grup ve cemaatler bazında değil genel olarak İslam toplumları, inanç ve düşüncelerine bir fanatik gibi bağlı olduklarından ve özgüven eksikliğinden; İslam’a, peygambere, dinin kutsal değerlerine dönük provokatif saldırılara şiddetle karşılık vermeyi neredeyse gelenek haline
olarak görürler. Çünkü “Aşırı inanç, kuşkuya izin vermez. Kuşkuyu yok etmenin bir yolu, kuşku duyanları yok etmektir.”8 Kesin inançlılık pasif haldeyken öğretisini sarsan delil ve düşünceleri yok farz eder veya inkâr eder. Aktif/güçlü haldeyken ise kanıtlarla ortaya çıkanları ve öğretisine saldıranları yok etmeye çalışır. Onlara şiddetle karşılık verir. Bugün İran’da muhalif düşünce mensuplarına dönük sistematik işkence ve sindirme hareketinin geri planında böylesi bir refleks yatmaktadır. Cemaatler de öğretilerine aykırı görüşleri ve bunların savunucularını kendilerine bir tehdit olarak görüp güçleri oranında bunları yok etmeye çalışırlar ve bu esnada şiddeti bir yöntem olarak kullanmaktan çekinmezler.
dönüştürdüler. Oysa peygamber hayattayken
Cemaatlerde ve hareketlerde gözlemlenen
hem kendi şahsına, hem misyonuna dönük,
bir diğer davranış şekli de öğretilerinde
Kur’an’da ki bazı ayetlerde de ifade edilen,
savundukları fikirleri dinin kaynaklarına
müşriklerce ve ehl-i kitap tarafından
dayandırma eğilimidir. Bunun tipik bir örneği
seslendirilen tüm provokatif saldırılara şiddetle
Filistin davasıdır. 1979 yılına kadar daha çok
değil fikirle karşılık vermişti. Oysa bu özgüven
sosyalist görünümlü, Arap milliyetçiliği esasına
ne günümüz İslam toplumunda ne de İslam
dayanan, içinde kimi Hıristiyan unsurları da
cemaatlerinde bulunmaktadır.
barındıran Filistin meselesi, İran Devriminden
Ödettiği bedelin karşılığı kan olmayan hiçbir eylem, şiddet temeline dayanmamalıdır. Hatta bazen şiddete bile şiddetle karşılık vermemek daha olumlu sonuçlar ortaya çıkarabilir. Kur’an affetmeyi daha hayırlı bir karar olarak değerlendirir. Oysa günümüz İslami yapılanmaların bazıları her fikri saldırıya, her aşağılayıcı ve hakaret edici söze, her provokatif harekete şiddet kullanarak karşılık vermeyi büyük bir erdem veya mücahitlik zannetmektedir. Bu, özgüvensizliğin bir işaretidir. Bu tür tepkiler Müslümanlara hiç yaramamakta, düşmanın ekmeğine yağ sürülmektedir. Humeyni’nin Salman Rüşdi için verdiği ölüm fetvası, karşıtlık üretmekten, her kesimin mevzilerinde daha iyi siper almasından, Batı halkları nezdinde İslamofobi üretmekten ve bu İslam korkusunu yaymak isteyenlerin işlerini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramamıştır.
sonra Şii grupların etkinliklerini artırması ve Sünni grupların da güçlenmesiyle dini nitelik arz eden yönünü güçlendirmeye başlamıştır. İslam’ın Arap milliyetçiliğinin bir unsuru olması nedeniyle “din” bu davanın öteden beri bir niteliğiydi. Kudüs’ün özel konumu, İsrail’in işgali Yahudiliğin amaçlarıyla örtüştürerek sürdürmesi, davanın dini özellikli bir dava olması niteliğini güçlendirmiştir. Davanın çoğunluk mensubu Müslümanlardan oluşuyor ve bazı tarihi temelleri bulunuyor olsa da sonuçta bu, işgale karşı yürütülen bir kurtuluş hareketi davasıdır. Olayın tartışma argümanları haksız bir işgal, zulüm, tecrit, soykırım meseleleri üzerinde yürüyor olsa sorun yoktur. Her bilinçli Müslüman, Müslüman olsun ya da olmasın işgale uğrayanları, zulüm görenleri, tecride ve soykırıma maruz kalanları desteklemekle mükelleftir. Ancak iş Filistin Davasına gelince, davanın amacı Robert S. Robins, age, 153
8
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
83
kutsallaştırılmakta ve dinileştirilmektedir.
olan bir öğreti düşüncesine sahiplik, kendisini
Oysa bu davayı diğerlerinden farklı kılan,
sınırlı sayıdaki isimlerin kaynaklarına bağlılıkta
çoğu mevzu olan miraca ilişkin hadislerle, Hz.
da gösterir. Hemen hemen her cemaatin
Ömer zamanında Kudüs’te inşa edilen bir cami
sıkı sıkıya bağlı olduğu bir veya birkaç âlim,
ve Kudüs üzerinden tarih boyunca diğer din
yazar, şair, fikir önderi vardır. Bunlar yaşayan
mensuplarıyla yürütülen çatışma ve savaşlardır.
kişiler olabileceği gibi ölmüş kişiler de olabilir.
Oysa aynı derecede hatta daha güçlü dini
Cemaatlerin üstat kabul ettikleri kişilerin eserleri
gerekçelere Müslümanlar kadar Yahudiler
ve fikirleri öğretilerinin kaynağını oluşturur.
de sahiptir. Dinin ilk kaynağına dayanmayan
Cemaat içi eğitimde programlı olarak bu eserler
gerekçelerle Filistin davası tartışılmaz kutsal
okutulur. Öğretinin kaynağını oluşturduğundan
bir öğretiye dönüştürülmüştür. Yakın dönemde
ne eğitim faaliyetlerinde ne de bunların
Hamas, kuruluş bildirgesinin 13. maddesinde
uygulamaya geçirilmesinde üstatların fikirleri
“Filistin’in herhangi bir parçasını suiistimal
tartışmaya açık değildir. Olduğu gibi alınır, kabul
etmek direkt olarak dinin bir kısmıyla çelişir.
edilir ve uygulanır. Her cemaat bireyi üstadının
İslami Direniş Hareketi’nin milliyetçiliği onun
sünnetinin bir uygulayıcısıdır. Ona benzemeye
dininin bir parçasıdır. Hareket’in üyeleri bundan
çalışır. Üstadına gelecek bir eleştiriyi kendisine
beslenmektedir” diyerek davayı inançla ve dinle
gelmiş olarak kabul eder. Şiddetle savunmaya
özdeş tartışılmaz bir öğreti olarak tanımlamıştır.
geçer. Hatta gelen eleştirileri anlama zahmetine
9
Filistin Davası’nın kutsallığına ilişkin yaptığım bu analizin pek çok İslami cemaat mensubundan tepki alacağının farkındayım. Çünkü “Filistin Davası”nı dini bir dava olarak savunmak
olma suçlamasını yöneltir. Niyet sorgulamasına başlar. Eleştiri yapanları üstadın büyüklüğü karşısında küçümser.
bazı İslami cemaatlerin katı öğretilerinin bir
Sağlıklı düşünceler üreten yazar ve âlimlerin
parçasını oluşturmaktadır. Bu nedenle davayı
eserlerinden faydalanmak, hatta bunları eğitim
sadece işgale karşı bir kurtuluş hareketi olarak
faaliyetlerinde kullanmak faydalı işlerdendir.
nitelemek, Filistin üzerinden kitleleri harekete
Ancak bağnazca sınırlı sayıdaki isimler üzerinde
geçirmeyi kalıcı yöntem haline getiren grupların
ısrarcı olmak, bunların dışındakilere tüm kapıları
işine gelmeyecektir.
kapatmak, üstadının neredeyse yanılmazlığına
Sabit bir öğretiyi ve davayı mutlak gerçek ve dinin bizzat kendisinden kaynaklanan bir şey olarak görmek ve “tek bir düşünceye aşırı değer verilmesi paranoit bir beynin belirleyici işaretidir. Paranoit kimseler tek bir kavramın
inanmak, bunlara gelen eleştirileri asla kabul etmeyip bu tür girişimleri saldırı olarak algılayıp büyük tepkiler vermek, selim bir aklın kabul edebileceği işler değildir.
kendine göre üstünlükleri olabilir, ama paranoit
Grubun/Cemaatin Kapalılığı ve Yalıtılması
birey onun önemini saplantılı bir şekilde aşırı
Grup ve cemaatler, öğretilerinin gereği olarak
aşırı etkisi altındadır. Söz konusu düşüncenin
abartır. Diğer bütün değerlerden üstün tutar ve bu inancını yerine getirebilmek için her türlü eylemi yapmaya hazırdır. Bu düşüncenin tamamen esiri olan paranoit fanatikler bir kapalı kavram sisteminde yaşarlar, söz konusu kavramla çelişen düşüncelerin onlara asla ulaşamayacağı sarsılmaz bir cehalet şatosunda hapsolmuşlardır.”10
müşterek hedeflerine kilitlendiklerinden kendileriyle dışarısı arasını yalıtırlar ve toplum içinde ayrı, kapalı bir topluluk olarak yaşarlar. Grubun kapalılığı ve yalıtılması grup içi kilitlenmenin bir sonucudur. İlişkiler ve işler grup içinde yürütülürken, zorunlu ihtiyaçlar dâhil tüm gereksinimler öncelikle grup içinde karşılanmaya çalışılır. Grup kimliğine sahip olmanın doğal bir
Cemaat ve gruplarda mutlak gerçekliğin ifadesi http://habermerkezi.wordpress.com/2009/01/05/dilin-dini-
9
ve-hamas%E2%80%99in-kurulus-bildirgesi 10 Robert S. Robins, age, s.193
84
bile katlanmadan karşı tarafa üstadın düşmanı
sonucu olarak tüm işlerde bu kimlikle hareket edilir. Bu ortak kimliğe sahip olanlar toplum içinde birbirlerini sezerek hemen yakınlaşırlar ve işlerinde birbirlerine yardım ederler. “Şahsi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
arkadaşlıklardan ailevi dostluklara bütün sosyal
Kültür Devrimi sırasında gençler ailelerine
paylaşımlar ve yardımlaşmalara kadar, pek
ihanet edince ödüllendirildiler. Çünkü aileye
çok sosyal ilişkiler öncelikle grup üyeleri ve
bağlılık yeni komünist gencin yaratılmasını
onların sosyal düzeyleri ile sınırlandırılmıştır.”11
zorlaştırıyordu.”12
Evlilikler grup içinde yapılır. Dostluklar grup içi dostluklardır. Dış çevre ile fazla içli dışlı olan elemanlara iyi gözle bakılmaz. Hatta bu tür ilişkileri sürdürmekte ısrarcı olan grup
İslami cemaatler de Mekke döneminde Müslüman olan genç sahabelerin müşrik aileleriyle çatışması ve onlardan uzaklaşması
bireylerine ihanet içinde olma şüphesiyle bakılır.
örneğini kullanarak, gruba yeni girmiş
Sosyal bir varlık olması itibariyle her insan,
sadece ilişkileri ailesi tarafından kısıtlananlara
biyolojik ve coğrafi ortaklık gibi nedenlerle
uygulanan bir yöntem değil, tüm bireylerin
duygusal bağ ve ilişkilerin merkezde olduğu
ortak vasfıdır. Ailesi ile ilişkisini sürdürmeye
bir kimliğe sahiptir. Bu kimliğin var olması
devam edenler küçümsenir, hor görülür. Zayıf
anormal değildir. Yanlış olan ise bu tür özellikleri
karakterli kişiler olmakla damgalanır. Ailesi ile
üstünlüğün ve başkaları üzerinde kurulacak
grubu arasında tercih yapmak zorunda bırakılan
haksız otoritenin sebebi olarak görmektir.
birey, Müslüman olmanın gruba bağlılıkla
Özellikle aile, hem ilk eğitimin alındığı ve
mümkün olabileceğine inandırıldığından hiçbir
şahsiyetin temelinin atıldığı bir müessese
sorun yaşamadığı ailesini inkâr eder. Onlardan
olması, hem de kişinin ömrü boyunca kendisini
uzaklaşır. Hatta yaşlı ana-babasının kalplerini
her türlü probleminde ayakta durmasını temin
kırmayı dinin bir gereği olarak addeder. Kapıyı
eden bir sığınağı olması açısından önemlidir.
çarpıp ailesini arkada bırakarak çıktığında
Zayıf aile yapısına sahip olan toplumlar dengesiz
ve grubuna hemhal olmak için koştuğunda
ve bozuk toplumlardır. Toplum içinde yalnız ve
kendisini büyük bir mücahit gibi hisseder.
bireyleri ailelerinden koparmaya çalışırlar. Bu
çaresiz kalan birey aile gibi sığınılacak bir yeri bulamadığından çarpık ve suçla dolu bir hayat yaşamaya mecbur kalır. Aile bağları güçlü sağlıklı kişilerin grup yapılanmalarındaki bağlara ihtiyaçları yoktur. Bu duygularını aile bağları ile tatmin ederler. Aynı zamanda aile bağları güçlü ve sağlıklı olan bireyler yalıtılmış grup ilişkilerine tahammül edemezler. Bu nedenle tüm grup ve cemaatler aileyi bilinçli veya bilinçsiz kendilerinin rakibi olarak görürler. Batı ülkelerinde görülen kültlerden Hitler’in Nazi Almanya’sına; Stalin’in komünist Rusya’sından İslam topraklarındaki
Seçilmiş Grup Psikolojisi Grup mensupları sadece o grupta bulunmakla kurtuluşa erebileceklerine dair derin bir inanç taşırlar. Bunun başka bir türde ifadesi ise içten içe grubun seçilmiş bir grup olduğu ve ancak bu grubun görevini yerine getirip amacına ulaşmasıyla genel bir kurtuluşun gerçekleşebileceğine inanılmasıdır. O grup neredeyse dünyanın tek ve son şansıdır! Grup mensupları açıktan ifade etmeseler de buna tüm kalpleriyle inanırlar.
cemaat tipi yapılanmalara kadar tüm dar
Grup mensupları seçilmiş grup psikolojisine
ve geniş grup ve parti hareketlerinde aileye
kendilerini öylesine kaptırırlar ki, zaman içinde
karşı bir düşmanlık ve kişiyi aileden koparıp
öncelikle benzer özellikteki grupların, sonra
gruba bağlama çabası gözlemlenmektedir.
yakın bölge insanlarının, daha sonra tüm ülkenin
Çünkü “liderin peşinden gidenler başkalarına
ve dünyanın gruba katılarak kurtuluşa ereceğine
da bağlılık taşıyorlarsa, lider yetkisini tam
Allah’a inanır gibi kesin bir inançla inanırlar.
olarak kullanamaz. Aile bağları grubun gücüne
Dinin yeryüzünde devamının sağlanması sadece
tehdit oluşturur. Kapalı dini mezhepler, gruplar
kendi gruplarının faaliyetlerine bağlıdır. Grubun
aralarına yeni aldıkları üyeler ile onların aile ve
ortadan kalkışı neredeyse dinin de ortadan
dostları arasındaki bağları koparmaya çalışır.
kalkışı gibi algılanır.
Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde ve Çin’deki Hamdi Kalyoncu, age, s.56
11
Davanın yeryüzünde hâkim kılınması için Robert S. Robins, age s.111
12
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
85
yakın çevreden başlayarak tüm dünyaya kadar
mahsus tek tipleşmiştir. Genelde grup ve
uzanan bir genişleme ve hâkim olma metoduna
cemaatten bir sebeple ayrılanların ilk yaptıkları
sahiplik pek çok İslami cemaatin olmazsa
işlerden birisi kılık kıyafetini öncekinden farklı
olmazlarındandır. Peygamberin mücadelesinin
hale getirmek, örneğin sakal ve bıyık şeklini
bire bir kopya edilerek ve bazı Kur’an ayetleriyle
değiştirmek olmaktadır.
de desteklenerek oluşturulmuş “dini yeryüzüne hâkim kılma metodu” tamamıyla afaki, günü anlamaktan ve güncel şartlara uymaktan uzak bir ütopyadır. Bir amacı gerçekleştirmenin değişmez ilkelerle çatışmaması koşuluyla kendi şartlarına uyan birden çok yöntemi bulunabilir. Bu yöntem, peygamberin mücadelesinde uyguladığı yöntemle paralellik arz edeceği gibi etmeyebilir de. Ancak, yeryüzünde dinin hâkim kılınmasının değişmez tek bir yönteminin olduğuna dair inanç, grubun seçilmiş ve söz konusu özel yöntemi uygulayabilecek kurtarıcı tek grup olduğu inancını pekiştirmek için kullanılan bir argümandan ibarettir. Marksist ideolojideki komünal toplumun oluşmasında gerçekleşeceğine inanılan fatalist diyalektik yönteme çok benzemektedir. Cemaatler, dinin hedeflerini gerçekleştirebilmek için kurtarıcı/seçilmiş grup olduklarına dair inançlarını kendilerine yükledikleri özel vasıflar ve isimlerle de gösterirler. Örneğin; “öncü cemaat”, “örnek nesil”, “Kur’an nesli”, “altın nesil”, “gureba”, “mücahitler”, “fedailer” vs. gibi pek çok isim ve vasıf grubun seçilmiş/özel bir grup olduğu imajını pekiştirir. Bu imajı pekiştiren diğer bir husus da, grupların dışarıdan bakıldığında ayrıntı gibi gözüken bazı ritüellere sahip olmalarıdır. Kendi farklılıklarını ve seçilmişliklerini diğerleri nezdinde göstermek için, ilişkilerinde ve ibadetlerinde çoğu kişi için önemsiz olan bazı uygulamaları ortak olarak ısrarla yerine getirirler. Birbirlerine hitapta kullanılan özel jargon, ortak dua etme biçimleri, namaz ve diğer bazı ibadetlerdeki bazı hareketleri özel bir biçimde uygulamaları cemaatin seçkinliğini sergileme amacına dönük özelliklerdir. Bazı gruplar kendilerini kılık kıyafetleriyle seçkin kılmaya çalışırlar. Bazen topluma muhalefet amacıyla, bazen bunun dini bir gereklilik olduğunu düşünerek eski zamanlara ait Arap toplumlarının kıyafetlerini ayırt edici bir üniforma gibi giyerler. Bazı gruplar da ise giyinme, saç-sakal-bıyık tıraşının biçimi, yürüyüş ve konuşma biçimleri bile cemaate
86
Düşünce ve savunulardaki bazı ayrıntıların, getirilen tüm karşı delillere rağmen değiştirilmemesi de, grubun seçilmiş bir grup olduğunu bu ayrıntılarda bulmasının bir sonucudur. Hedeflerin siyasi partiler yoluyla gerçekleşemeyeceğine inanan bir grup mensubuna, bir partinin siyaset yoluyla elde ettiği olumlu sonuçları kabul ettirmek mümkün değildir. Elde edilen kazanımlar grup mensuplarınca sürekli küçümsenir. Bazı gruplar da sırf üstatları öyle dediği için siyasetten şeytandan kaçar gibi kaçarlar. Şiddetin meşruiyeti, cihadın hükmü, toplumun tekfir edilip edilemeyeceği, dar’ul harpte ilişkiler, İran, Sudan gibi bazı ülkelere bakış açısı, tarikatlara ve tasavvufa bakış açısı, hurafeler, Yahudilik, masonluk, Darvincilik ve ateizme bakış açısı gibi bazı hususlar cemaatlerin bazen uzlaştıkları, bazen ihtilaf ettikleri, bazen de bunlardan bir veya bir kaçına bakış açılarını abartarak cemaatlerinin ayırt edici özelliği haline getirdikleri hususlardır. Biz burada saydığımız ya da saymadığımız hususların doğruluğu ya da yanlışlığı ile ilgilenmiyoruz. Bu ayrıca tartışılabilir. İlgilendiğimiz durum; cemaatlerin belli bir görüşü ön plana çıkartıp bunun savunusunu yapmayı cemaatin seçilmiş cemaat oluşunun ayırt edici vasfı haline getirmesi, grup mantığı içinde söz konusu düşünceleri ısrarla ve biteviye savunması ve bu tavrını asla değiştirmemesidir. Bunun sebebi de bu tür düşüncelerin grubun seçkinliği, hatta seçilmişliğinin gerekçelerini oluşturmasıdır. Bu düşünceler değiştirildiğinde seçilmiş bir grubun seçkinliği inkâr edilmiş olmakta dolayısıyla varoluş amacı anlamsızlaşmaktadır. Bir şeyin doğru veya yanlış oluşunun kendine has koşulları vardır. Delillere bakılır ve sonuç çıkarılır. Eğer bir şeyin doğruluğu tecrübelerle ortaya çıkacaksa denenir, tecrübe edilir ve sonuca bakılır. Sonuç olumluysa doğru olduğuna
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kanaat getirilir. Ancak bir görüş veya uygulama
İslam düşünce tarihinde “el-fırkatü’n-naciye”
sırf bir cemaatin ayırt edici özelliği diye tecrübe
kavramı mezhep ve ekollerin kendilerini
ve deliller onu nakzettiği halde, hala onda ısrarcı
tanımlamaları ve diğerlerini ötekileştirmelerinde
olmak ancak cemaat taassubu veya fanatikliği
benzer bir fonksiyon üretmiştir. Kendilerini
ile açıklanabilir. İşte cemaatler bu yönleriyle
kurtulan fırka ilan eden gruplar, diğerlerini
akletmeyi engelleyici bir fonksiyon icra ederler.
“ehl-i bidat”, “cehennemlik grup” (el-fırkatü’nnariye), “sapkın grup” (el-fırkatü’d-dalle) ilan ederek rakiplerini ötekileştirmişlerdir.14 Günümüz
Ötekileştirme
İslami cemaatleri de genel anlamda toplumları
Grup olmanın tabii neticesi olarak, iç dışarıdan
“cahiliye toplumu”, muhaliflerini de kafir, mülhit
yalıtılıp kapalı hale getirilirken, dış ise
ilan ederek aynı şeyi yapmaktadırlar. Tekfir
ötekileştirilir. İç dışarıdan dışarısı ise içeriden
etme tarzında ortaya çıkan ötekileştirme, İslami
farklıdır. İçe doğru bağlılık, sempati, dayanışma
gruplardan bazılarının hastalıklı bir özelliğidir.
duyguları; dışa doğru farklılık, antipati, nefret, savunma, düşman görme ve saldırı duyguları gelişir. Grup kenetlenmesinin yolu grubun kendisini yabancılardan ayırabilmesine bağlıdır. “Dolayısıyla, yabancılar bizim kendimizi tanımlama sürecimiz için gereklidir. ‘Bunlar özellikle benim parçam olduğu için iyi’ demek, aslında ‘diğerleri (ötekileri) özellikle benim parçam olmadığı, başkalarının parçası olduğu için kötü’ anlamına gelir.”13 Grup kendi tanımlamasını yapabilmesi için düşmana veya ötekine ihtiyaç duyar. Genelde grubun bittiği yerde ötekiler ve düşmanlar başlar. Grubun
Günümüz Batı medeniyeti varlığını ötekisinin varlığı ile tanımlayabilmektedir. Kendisi dışındaki tüm dünyaya “öteki” gözüyle bakan Batı dünyası, “öteki” gördüğü her toplumu ve düşünceyi şeytanlaştırmakta ve kendi varlığına tehdit olarak görüp yok etmeye çalışmaktadır. Aslında ihtiyaç duyulan şey “öteki”nin yok edilmesi değil var kılınmasıdır. Çünkü “kendisi” olarak var olmayı temin edecek hiçbir niteliğine güven duymadığından varlığının sürekliliği “öteki”nin varlığıyla mümkündür. Bu yüzden Amerika dün işgal ettiği ve alacağını aldığı
kitleleşmesi için canlı düşmana ihtiyaç vardır.
Irak’ın yerine bugün kontrol altına alamadığı
Tüm iyilikleri içeride, tüm kötülükleri de dışarıda
Yemen gibi ülkeleri sırada bekletmektedir.
Afganistan’ı koymaya çalışmaktadır. Pakistan,
görme eğilimi insanın ilkel bir refleksidir. Gruplar bu refleksle varlık bulurlar. Dışarıda olanlar kötülenmeli, düşman ilan edilmeli
Grup İçi Hiyerarşi
ve şeytanlaştırılmalıdır ki, grup kendi iç
Liderin özelliklerini sayarken belirttiğimiz gibi
dinamiğini canlı ve sürekli tutabilsin. Olgunluk,
grup lideri seçmez, lider grubunu seçer. Bu
canlı düşmanında bile bir iyilik potansiyeli
nedenle gruplarda aşağıdan yukarıya doğru
bulunduğunu görebilmek ve düşmanını kendi
değil, yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik bir
iyiliğinde eritebilmek iken, ilkel refleksleri
akış ve kontrol sistemi vardır. Grup liderini
varoluşlarının temeli yapan gruplar ötekisi
denetlemez, lider grubunu denetler. Lider ve
üretmeden ve grup dışını şeytanlaştırmadan
etrafındaki küçük bir azınlıkla üretilen bilgi,
ayakta kalamazlar. Öteki ve kendisi ekseninde
fikir ve buyruklar hiyerarşik olarak liderden
dünyayı tanımlamak bazı gruplarda öylesine uç
en alttaki grup üyesine doğru iletilir. Lider ve
noktalara gelir ki, grubun içinde ya da dışında
yakınındakiler grup için önemli konuları kendi
olmak, “olmak” ya da “ölmek” ile eşdeğerdedir.
aralarında konuşurlarken aslında son karar yine
Ya grubun taraftarı olursun, ya da bertaraf
lidere aittir. İslami cemaatlerde “şûra”nın son
olursun. Üçüncü bir ihtimale yer yoktur.
kararın liderde olduğu bir fikir edinme ameliyesi
Aslında ötekileştirme sadece grupların sorunu değildir. Tarih boyunca varlığını sürdürmüş ve tüm toplumlara mal olmuş ortak bir problemdir. Robert S. Robins, age, s.104
13
olduğuna dair yaygın kanaatin, liderin karar verme hakkının tümüyle kendisinde olduğuna dair anlayışın yerleşmesinde büyük bir etkisi vardır. Şûranın bu tarz uygulaması Arap M.Ali Büyükkara, agm, s.114
14
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
87
toplumlarında var olan bir uygulamaydı. Resul
“Emrindekilerden tanrı gibi mutlak bir itaat
şûrayı hem bu tarzda, hem de kendi görüşü
bekleyen ve böylece putlaşan kimselere kul köle
farklı olduğu halde toplumun genel kanaatini
olanlar, itaat ve bağlılığı kendilerinden aşağıdaki
dikkate alarak veya çoğunluğun kararını kabul
kişilerden beklerler. Denebilir ki, insanlar,
ederek de uyguladı. Ancak İslami cemaatlerde
kendilerinden alttakilere efendilik ve tanrılık
istişarenin bu yönü çoğunlukla görmezlikten
taslamanın hatırına üsttekilere tanrıya itaat
gelinir.
eder gibi kul köle olurlar.”16 Grup içi hiyerarşi bu
Liderin etrafındakiler faydalı fikirler üretmeye çalışmaktan çok, liderin en çok hoşuna gidecek fikirleri üretmeye çalışırlar. Çoğunlukla da fikir
Grup Paranoyası
üretmekten çok liderin fikrini sezinlemeye
Grup paranoyası ifadesi ile gruplara karşı
çalışırlar. Liderden farklı görüşler öne sürmeden, onun görüşünü sezip ondan önce kendi fikriymiş gibi düşüncesini öne sürmek önemlidir. Çünkü böylelikle lidere en yakın düşünen, lider tarafından fikirleri onaylanan ve dolayısıyla liderin en iyi adamı olmak mümkündür. Bu tarz bir düşünce biçiminin nasıl akletmeyi engellediği ortadadır.
sorunların “Cemaat Ortak Aklı”na ve hedeflerine göre çözümlenmesidir. Bu nedenle çoğunlukla çözümler ve çözüm yolları, hatta düşünme biçimleri sınırlıdır. Cemaat ortak aklını en iyi özümsemiş ve hedeflerine iyi kilitlenmiş bireyler lidere en yakın önerileri de çok kolay biçimde üretirler. Böylece lidere de yeteri kadar yakın durmuş olurlar.
seçer ve onlar da bundan büyük bir minnet duyarlar. Yetenekli veya ehil oldukları için değil; kayıtsız şartsız itaat ettikleri, cemaat ortak aklına ve hedeflerine sadık kaldıkları için lidere yakındırlar. Dışlanmayı ve liderin etrafından uzaklaşmayı göze alamadıklarından, önderlerinin otoritesini sarsacak hiçbir eleştiride bulunamazlar, onun düşünemediği faydalı fikirleri öne süremezler.
grup psikolojisi; içten içe taşınan insanlığın ve dinin devamının son şansı olma düşüncesinin ürettiği refleksle grubun varlığını koruma dürtüsü; ötekileştirdiklerinin, düşman ilan ettiklerinin kendisini yok etmek için sürekli grubu içinde yaşadığında kurtuluşa ereceğine dair saplantı; liderlerde var olan paranoit kişiliğin gruba bulaşması gibi nedenlerle “grup paranoyası” ortaya çıkar. Dinin sürekli tehdit altında olduğu, karşıt grupların, kabul edilmeyen düzenin temsilcilerinin ve ötekilerin sürekli tetikte saldırı ve grubu yok etmek için beklediği, aleyhte dair inanç, grubun genelini tehdit eden bir paranoyaya dönüşür. Şehitlik ve dava için kendini korkmadan feda etme, grubun davetinin değişmez öğeleri olduğu halde, çelişkili bir biçimde grup ve elemanları dıştan gelecek tehditlere karşı abartılmış bir teyakkuz hali yaşarlar. Çünkü seçilmiş grubun varlığı insanlığın varlığıyla özdeştir. Paranoit davranış bir tür özsaygı uyandırır ve davaya inancı pekiştirir. Çünkü grubun yapısı
Lidere yakın olanlar, kendilerinin lidere gösterdiği bağlılık, itaat ve saygıyı kendilerinden aşağıda olanlardan aynen beklerler. Buradaki psikoloji ilginçtir. “Fertlerin alttakilerden gördüğü saygı ile eriştiği ruhsal tatminin sürekliliği bir üstüne ve en üstteki lidere itaatine bağlıdır. Kişi, önemli olmanın getirdiği tatminle, gruba ve lidere itaatini daha bir istekle sürdürür.”15 Hamdi Kalyoncu, age, s.135
ürettiği paranoyayı kastediyoruz. Seçilmiş
kesintisiz ve kusursuz bir planın işlediğine
Lider böylece kendisine en yakın düşünenleri
15
duyulan paranoyayı değil, grubun kendi içinde
tetikte beklediğine dair korku; dini ancak kendi
“Cemaat içi şûra” işin özü itibariyle var olan
88
psikolojik temel üzerine kurulur.
ve düşüncelerine dönük her türlü eleştiri ayırt edilmeksizin dışarıdan gelen tehdidin bir parçasıdır. Zihinlerde bu eleştiriler ayrıştırılmaz. Haklı olma ihtimaline yer verilmez. Hepsi grubu yok etmeye çalışan planın bir parçası olarak görülür. Bu ise düşünceleri özeleştiriye tabi tutmaktan engelleyen, grubun öğretisine olan inancı pekiştiren bir durumdur. Böylece dava Hamdi Kalyoncu, age, s.136
16
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
adamının özsaygısı kusursuzlaşır. İnancı pekleşir. Paranoya aynı zamanda kötü giden durumlar için bir rahatlama aracıdır. Aslında tamamıyla grubun organizasyon yapısından, grup mantığının daha fazlasını elde etme imkânını vermemesinden ve bireylerin eksikliklerinden kaynaklanan başarısızlıklar için suçlanacak dış nedenler kolaylıkla bulunur. Hep bir kuşatılmışlık ve dıştan gelen kötü bir plana maruz kalma düşüncesi başarısızlığın yükleneceği bir günah keçisi gibidir.
toplumsal ilişkileri daru-l harp/daru-l İslam kavramlarıyla belirleme mantığı yüzünden bazı İslami cemaatler, tüm toplumun malını kendilerine helal görmekte ve bu yüzden ekonomik ilişkilerinde haksız uygulamalara imza atabilmektedirler. Bazı cemaatlerde kendi gruplarının dışında kalan tüm kadınların birer cariye olduğuna dair bir düşünce bile kabul görebilmektedir. Bu, grup merkezli yeni bir ahlak tanımlamasının normal bir sonucudur. İslami cemaatler bu konuda, ahlaki kuralların
Paranoya aynı zamanda grubu bir arada tutan bir faktördür. Bu paranoyayı destekleyen iyi bir düşman figürü sadece grupları değil, kitleleri
sadece kendi aralarındaki ilişkilerde geçerli olacağına inanan Yahudiliğe çok benzemektedir.
ve ulusları da bir arada tutabilir. Hitler’in seçtiği
Ekonomik İlişkiler
“Yahudiler”, Alman ırkının yok olmasına yol
Grubun kolektifliği aynı zamanda bireyleri
açacak bir korku figürü olması açısından bilim adamlarından, askerlerine; yaşlısından gencine; zengininden fakirine tüm toplumu tek bir amaç için birleştirmede etkin bir fonksiyon oynadı. Benzer korku figürleri ve tehdit unsurları pek çok grubu bir arada tutar.
Grup Merkezli Yeni Ahlak Tanımlaması Grubu seçilmiş grup gören ve davayı kutsallaştıran bir cemaatin varlığını sürdürmek ve amaçlarını gerçekleştirmek için yeni bir ahlak tanımlamasına ihtiyacı vardır. Çünkü bu amaçlar öylesine kutsal ve vazgeçilmezdir ki, cemaat bunlar için her şeyi yapma hakkına sahip olduğunu düşünür. Normal ilişkilerde ahlak dışı, insanlık dışı ve kabul edilemez nitelikteki bazı davranışlar, grup merkezli yeni normlar üretilmesiyle ahlaki davranışlar haline dönüştürülebilir. Normal koşullarda karıncayı bile incitemeyecek hassasiyetteki bir grup elemanı, yeni ahlaki normları kabul ettiğinde vicdansız
ekonomik olarak eşitleme amacına dönüktür. Bazı gruplar ekonomik anlamda mutlak eşitlikçi komün bir toplum gibi yaşarlar. Bireysel mal varlığı ve ihtiyaç dışı her türlü sahiplik grup mantığına aykırıdır. Gruba yeni giren veya ekonomik faaliyetlerde bulunduğu için parasal ve mülki varlığa sahip olanlar da bunları kendilerine ait görmezler, grubun ortak malı olarak nitelerler. Grupla tam kolektif bir ilişkiye girememiş bireylerden ise bazı aidat ve ödemelerle gruba katkı yapmaları istenir. Dinin emrettiği zekât tarzı farzlar ve kesilen kurbanların ancak cemaate bağışlandığında makbul olacağı intibaını veren konuşmalar yapılır. Grup içi maddi ilişkiler çoğunlukla emir ve fikir akışının tersi yönde aşağıdan yukarıya doğru olur. Liderlik kurumu grubu emir ve fikir yönünden beslerken, alt tabakadaki cemaat bireyleri de bedenen çalışarak, mal ve mülklerini cemaate bağışlayarak üstleri desteklerler.
bir katile dönüşebilir ve bundan rahatsızlık
Bazı cemaatlerde grup devasa ölçülerde bir mal
yerine kıvanç duyar. En küçük haklara saygıyı
varlığına sahip olabilir. Bunların kontrolü ve
şiar edinmiş bir kişi, grup mensubu olunca
resmi mülkiyeti çoğunlukla liderin tekelindedir.
toplum bireylerinin mallarını grubun gasp
Lider ancak mecbur kaldığında bu yetkisini
edilmiş malları olarak görmeye başlar ve her
başkasına devreder veya kendisine yakın
türlü hırsızlık, soygun, talan ve üçkâğıtçılık gibi
bazı cemaat üyelerinin üzerinde resmi mal
yöntemleri kullanmayı grubun gasp edilmiş
varlıklarının bulunmasına izin verir.
mallarını geri alma adına gayet meşru görür. Toplumu cahiliye toplumu olarak görme ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
89
İdeal Olan Geçmişi Gelecekte Kurma İsteği
bir düşünceydi. Musa kavmine aynen ayetteki
Kişisel ve toplumsal örselenmelerin grupların
ve Mısır’da yaşamaya kendinizi mahkûm
ortaya çıktığı ortamların oluşmasındaki etkisinden bahsetmiştik. Örselenmeler çoğunlukla dış etkilerin eşlik ettiği hızlı dönüşüm dönemlerinde ortaya çıkarlar. Gruplar
gibi seslenmiş oldu. “Allah’ın arzı geniş, Allah size bu geniş toprakları vadediyor. Niçin köleliğe ediyorsunuz?” demiş oldu. Ama İsrail oğulları bu özgürlükçü hicret düşüncesini katı bir ideale dönüştürdüler.
örselenmenin duygusal temelinde önceki
“Müslümanların bir Zion’u yoktur, çünkü
döneme ait ideal bir döneme gelecekte tekrar
Müslümanlık herhangi bir Zion’a geri dönmeyi
dönmeyi amaçlarlar. Yaşanan an küçümsenir,
hedefleyen bir hayat tarzı yerine hicret
geçmiş kutsanır ve tüm gözler gelecekte
tecrübesini esas alan bir dindir. Hicret bir
kurulacak ideal döneme kesifleşir. Elemanlar
ileriye doğru harekettir. Varoluşun sürekli yeni
kendilerini yaşanmayan veya yaşanmaması
açılımlarla mümkün olduğunun idrakidir. Yeriniz,
gereken bir zamanda yaşıyormuş gibi
ortamınız, imkânlarınız daralınca, kaderinizin
hissederler. İğrenç bir zaman dışılık duygusuyla
tayininin sizin elinizde olduğunun idrakidir. Bu
kuşanmışlardır. Yüceltilen eski ideal zamanın
daralmaya bir mazeret olarak sığınmaya karşı
anıları ve kurulacak ideal hayatın hülyaları,
bir hatırlatmadır. Apaçık bir imkândır. Hicret
kişiler nezdinde büyülü bir duygusallık oluşturur.
gidilen, varılan yerin, ulaşılan imkânların,
Her grubun idealize ederek yücelttiği bir “Geçmiş Dönem”i vardır. Bunun en tipik örneğini Yahudiler gösterir. Yahudilerde ideal geçmiş düşüncesi ana yurda besledikleri kutsal bir özlemdir. Ana yurduna dönemeyen bir Yahudi
gelinen zamanın yurt edinilmesidir. Dünyanın her yerinin Allah’ın arzı olduğunu bilmek ve geride bırakılmış bir tecrübeye, bir duruma, bir toprağa, bir zamana var olmanın olmazsa olmaz şartı olarak bakmamaktır.”18
diasporadır, yani sürgünde yaşamaktadır.
Hicreti tavsiye eden ayet, Zion düşüncesini
Onun ideali vadedilmiş topraklara yani Arz-ı
yıktığı halde İslami cemaatler kendi Zion’larını
Mevud’a dönebilmektir. Vadedilmiş topraklardaki
yaratırlar. Örneğin “Asr-ı Seadet” kavramı
Kudüs’ün bir kasabası olan Zion şehri bu ideale
pek çok grubun ideal bir dönem olarak hep
ismini verir. Siyonist “Zion”a dönmeyi ve orada
kendisine refere ettikleri ve bu dönemi tekrar
yaşayan tüm insanları o topraklardan sürüp
kurmayı veya ona yaklaşmayı bir amaç haline
çıkartmayı veya katletmeyi, sonrada orada
getirdikleri bir “Zion”dur. Bazı gruplar için
kutsal ideal tecrübesini yeniden yaşamak için
‘Hilafet’i kurumsal olarak yeniden tesis etmek
yerleşmeyi amaçlayan bir diasporadır. Diaspora
bir “Zion” düşüncesidir. Osmanlıyı yeniden
her nerede yaşıyorsa yaşasın geçici, yalancı ve
kurmak bir “Zion”dur. Tarihte yaşanmış devlet
altın tecrübeden uzak bir hayat yaşamaktadır.
tecrübelerini “İslam Devleti” kavramı altında
Tüm ahlaki ilkeler Zion’a ulaşıncaya kadar
idealleştirip geri getirmeye çalışmak bir
askıdadır.
“Zion”dur. Oysa “İslam Devleti” kavramı altında
Hz. Musa eski Mısır’da köle olarak yaşayan, birbirleriyle sürekli çekiştikleri ve aralarında abartılı tefrikalar olduğu için asla birleşip Firavun’a isyan edemeyen İsrailoğulları’nı bir araya getirebilmek için onlara vadedilmiş toprak umudunu verdi. Aslında bu, Kur’an’da “Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?”17 ayetinde ifadesini bulan tam da Zion düşüncesini
idealleştirilen modellerin içindeki uygulamaların pek çoğunu, bırakalım bizleri, Hz. Peygamber bile uygulamamıştır. Bu ve benzeri pek çok kutsal ideal, grupların bariz bir vasfını oluşturur ve onları bugünü düşünmekten ve zamana ait imkânları fark edip kullanmaktan alıkoyar. Kafalar ideal zamana kilitlenir. Yaşanan zaman inkâr edilir, yok farz edilir.
yok edip, hicreti bir imkan olarak sunan ve hiçbir toprak ve sabit/rijit yaşam biçimi üzerinde direnmeyi, imkansızı dayatmayı kabul etmeyen Nisa, 4/97
17
90
Yasin Aktay, “İslamcılık ve Bir Modern Melankoli Eve
18
Dön(eme)mek”, Milel ve Nihal, Eylül-Aralık 2008, s.16
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Ahirete Ertelenen Başarı Söylemi İslami cemaatlerde bireylere telkin edilen
bölünmesine yol açabilir ve grubun sırları o bireyle dışarıya taşınabilir.
düşüncelerden olan; Müslümanların hep galip
Tercih edilen daha çok grup içi aforozdur. Gruba
ve üstün, düşmanlarının ise mağlup ve alçak,
karşı suç işlediği tescil edilen birey grup içinde
tüm kötü koşullarda dahi ahirette son noktası
yalnızlığa mahkûm edilir. Üzerinde fitneci,
konulacak bir savaşın tarafları olması açısından
dönek, zayıf karakterlilik, davaya sadakatsizlik
zaferin onlara ait olduğu düşüncesi, özü
suçlaması yafta olarak durur. Nereye gitse
itibariyle doğru olmasına rağmen oluşturduğu
insanlar onun üzerindeki bu görülmez levhadan
tesir açısından menfidir. Kazanılan psikolojik
onun suçlarını adeta yüzüne karşı okurlar.
moral ve üstünlük duygusunun verdiği özgüven
Herkesin ona tavrı soğuktur. Mecbur kalmadıkça
şüphesiz faydalıdır. Ancak Müslümanlar
onunla konuşmazlar herhangi bir şeyi onunla
açısından, düşmanları için geçerli olandan farklı
paylaşmazlar. Böylesi bireylerin grup içindeki
işlemeyen sünnetlere uygun davranmada bir
mevcudiyeti adeta bir emniyet supabıdır.
körlüğe yol açması, dünyevi başarısızlığı sürekli
Diğer bireyler onun durumuna düşmemek;
başarı gibi görme ve özeleştiri yapma ihtiyacını
fitneci, dönek, zayıf karakterli, sadakatsiz
ortadan kaldırma gibi menfi etkileri nedeniyle
ilan edilmemek için eleştirmekten, muhalefet
bu düşünce, grupları kilitleyen bir düşüncedir.
etmekten çekinirler. Hatta böyle şeyleri akla
Üstelik liderler bu düşünceye sığınarak,
getirmek bile zorlaşır.
başarısızlıklarını örtmekte ve alttan gelen eleştirilerin etkisini yok etmektedir. “Başımıza ne gelirse gelsin ahirette kimin üstün olduğu ortaya çıkacak, bizler manen hep üstünüz, Allah bizimle ya, bundan daha büyük bir zafer olur mu?” diyen bir kafadan başarısızlığının sebeplerini araştırmasını beklemek; bundan ders çıkarmasını ve ilerde yapacağı işlerde gerekli tedbirleri almasını istemek mümkün değildir.
Gruptan kopmak ve tüm ilişkileri kesmek de bazen birçok akıl dışılıklara yol açabilir. Aforoz edilen veya gruptan kopan bazı bireyler artık her şeylerini grubun mantığından farklı konumlandırmaya çalışırlar. Oysa grubun bazı düşünceleri ve tavırları doğru da olabilir. Ama birey bunu görmek istemez. Bazı bireyler de her şeyin boş olduğunu düşünmeye başlarlar ve sadece gruptan değil mensubu oldukları dinden de uzaklaşırlar. Bazıları ise grubun kendisine
Aforoz
karşı konumlandırdığı ve onu eleştirerek
Gruplar varlıklarını devamlı hale getirebilmek için, içlerinde ortaya çıkan ayrılıkçı unsurlar, çatlak sesler, eleştiriler üzerinde baskı kurarlar ve bunları sindirirler. Her çatlak ses, her
ötekileştirdiği her tür düşünce ve akıma dönüş yaparak onları sahiplenmeye başlar. Örneğin ehl-i sünnet karşıtı bir gruptan ayrılan birisi bir anda amansız bir ehl-i sünnet müdafii kesilebilir.
eleştiri, her muhalefet bir suç unsurudur. Bu tür davranışa yeltenenler fitne çıkarmak, davadan dönmek, ihanet etmek hatta küfre düşmekle itham edilir. Böylesi davranış içine girenler eğer çok tehlikeli görülüyorsa aforoz edilir, grupla ilişkileri kesilir. Grupla ilişkiyi kesmek bazen katletme yoluyla olur. Aslında aforoz iki türlüdür; grup içi aforoz ve grup dışına atılarak yapılan aforoz. Grup dışına atılarak yapılan aforoz belirttiğimiz gibi; kişinin grupla tüm ilişkileri kesilerek yapılır. Grup içi aforoz da ise birey grup içinde kalmaya devam eder ama ilişkileri tümüyle sınırlandırılır. Aslında gruplar bireyleri grup dışına çıkartarak aforoz etmeyi pek tercih etmezler. Çünkü bu durum grubun
SONUÇ Buraya kadar sıraladığımız maddeler grupçuluğun veya cemaatçiliğin tüm niteliklerini ayrıntısıyla ortaya koymaktan çok, grup mantığının hangi yönlerden akletmeyi engellediğini açıklama amacını gütmektedir. Aslında sıraladığımız her bir madde grubun açıkladığı yönüyle akletmeyi nasıl engellediğini ortaya koyuyor. Eleştirilmez ve kutsal bir liderin mahiyetinde, doğru bile olsa farklı bir düşünce öne sürülemez. Merkeziyetçi bir yapıda kişi, özeline ait hususlarda bile kendi kendine karar verme iradesini gösteremez. Grubun ortak kafa yapısının/zihniyetinin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
91
dışına çıkmak mümkün değildir. Din/dogma haline getirilen grup öğretisine ters görüş öne sürülemez. Kolektif yapıda kişilikler kaybolur. Yetenekler sönükleşir. Allah’ın insanlar için dilediğinin aksine kişiler arasındaki farklılıklar ortadan kaldırılmaya çalışılır. Yalıtılmış, kapalı bir yapı içinde dışarıdan habersiz yaşayanlar, değiştirmeye çalıştıkları dünyanın hiçbir özellik ve problemine nüfuz edemezler. Kendilerini dünyanın kurtarıcıları, insanlığın son şansı ve seçilmiş grup zannedenler varlıklarına dönük bir özeleştiriyi yapmak şöyle dursun, buna tahammül dahi edemezler. Ötekileştirdiklerini mutlak kötü, kendilerini mutlak iyiler olarak görürler. Kendilerindeki eksiklik ve kötü yönleri, ötekisindeki iyi yönü görmek istemezler. Hiyerarşik bir yapıya boyun eğen birisi için önemli olan tek şey, üstten gelen emirleri uygulamak ve kendi altında bulunanlara boyun eğdirmektir. Bunun dışına taşamaz. Seçilmiş grup fikri kişiyi paranoyaklaştırır. Grubunu korumak hayatının tek amacıdır. Her türlü patırtıyı grubu aleyhine bir hareket sayar. Gruba gelecek tehditlere karşı oluşan asılsız korkular, müthiş bir koruma ve gizlilik paranoyası üretir. Artık grubun varlığını korumak adına makul olmayan bir içe kapalılık, korkaklık ve yapılması gerekenlerden kaçış kaçınılmaz olur. Grup merkezli ahlak tanımlaması bireyleri kişiliksizleştirir. Karakterlerini bozar. Ahlaksız davranışlar, gayri meşru ilişkiler, ölçüsüzlük grup adına ahlaki davranışlar gibi görülmeye başlanır. İdeal geçmişe -“Zion”a- dönme isteği, bir daha tekrarlanması mümkün olmayan bir dönemin hülyaları içinde yaşanırken; yaşanan an ıskalanır, pas geçilir, dün-bugün-yarın arasında geçmiş kutsanıp yarın bu geçmiş üzerinden amaç haline getirilirken bugün yok farz edilir. Ahiret bugünden ayrı tutulurken
böyle şeyler düşünmemeye çalışırlar. Tüm bu eleştirilerden sonra, “Gruplar tümüyle gereksiz ve olmaması gereken yapılar mıdır?” diye bir soru sorulabilir. Bilinmelidir ki insanın sosyal bir varlık olması, dinin kaynaklarının, insanın, dilin ve varlığın ihtilafa müsait bir yapısının olması, siyasi ve kültürel tecrübeler, menfaatlerin çatışması gibi nedenlerden grupları ve grupçuluğu tümüyle ortadan kaldırmak mümkün değildir. Dün bu böyle olduğu gibi bugün ve yarın da böyle olmaya devam edecektir. Unutmamak gerekir ki dünün grupları ve cemaatleri, bugünün mezhepleri hatta dinleridir. Grupların ve cemaatlerin tümüyle kökten yok edilmesi gereken zehirli birer ayrık otu olduğunu söylemek gerçeklerle bağdaşmayan, elitist bir söylemdir. Grup ve cemaatlerle birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Bu kaçınılmazdır. Cemaatler ve gruplar, toplumun tek tek bireyler halinde gerçekleştirmesinin mümkün olmadığı bazı fonksiyonları ve özel amaçları yerine getirme gibi bir fonksiyon üstlendikleri sürece faydalı olabilirler. Geçmişteki ve günümüzdeki pek çok cemaat ve grup bu anlamda çok faydalı işlere imza atmışlardır. Bunu takdirle karşılamak gerekir. Ancak isimleri ve hedefleri ne olursa olsun tüm grup ve cemaat elemanlarının ve onlara liderlik edenlerin asla akıllarından çıkartmamaları gereken husus, yazımız boyunca işaret etmeye çalıştığımız ve bir kısmını da burada ortaya koyamadığımız bazı risk ve tehlikelerin farkında olmalarıdır. Unutmamak gerekir ki ne kadar faydalı fonksiyonlar icra ediyor olurlarsa olsunlar, grup ve cemaatler sıraladığımız türden tehlikeli özelliklere bürünme riskini taşıyan yapılanmalardır.
hep öteye dönük bir başarı kriteriyle yaşamak, yapılan hata ve eksikleri görmeye engel olur. Her türlü mağlubiyet, hesabı nasıl olsa bir gün görülecek düşüncesiyle sindirilir. Mağlubiyet ve başarısızlıkta kişilerin kendi payları görmezlikten
Alttaki liste bu yazının oluşturulmasında kullanılan
gelinir. Gruptan dışlanmak küfür, fitne ve ihanet
kaynakların listesidir. Konuyla ilgili daha geniş bilgi
olarak algılandığından, grup öğretisi, ortak
sahibi olmak isteyenler için tavsiye amacıyla buraya
kafa ve liderin öne sürdüğü fikirlerle, grubun
eklenmiştir.
yapısı ve gidişatına ilişkin olumsuz ve muhalif düşünceler dillendirilmekten kaçınılır. Hatta kişiler kendi kendilerini baskı altında tutarak
92
OKUMA ÖNERİSİ
1-İhtilaflar Karşısında İslami Tavır, Yusuf elKardavi, İlke Yayıncılık, 2004
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
2-Liderlere Tapınma Psikolojisi, Dr. Hamdi Kalyoncu, Marifet Yayınları, 2006 3- Politik Paranoya, Robert S. Robins ve Dr. Jerrold M. Post, Doğan Kitap, 2001 4-Kesin İnançlılar, Eric Hoffer, Plato Film
5-Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Etienne de La Boetie, İmge Kitabevi, 1995 6-Körü Körüne İnanç, Vamık D. Volkan, Okuyan Us Yayınları, 2009 7- Allah Yolunda Yürürken, Nuri Yılmaz, Mana Yayınları,2008 8-Dini Grup Yapılanmalarında Dine İlişkin Muhtemel Anlama ve Temsil Sorunları, Mehmet Ali Büyükkara, Usûl Dergisi, Ocak-Haziran 2007 sayısı 9-İslamcılık ve Bir Modern Melankoli Eve Dön(eme)mek, Yasin Aktay, Milel ve Nihal Dergisi, cilt:5 sayı:3 Eylül-Aralık 2008
www.islamiyorum.com
Yayınları, 2007
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
93
Araştırma - inceleme
İslam ve Demokrasi Asef Bayat İslami Yorum İçin Çeviren:
Fatih Peyma
Alakasız Bir Sorunun Sıra Dışı Büyüsü
adlarla anılan bu “aşırı dindarlık” dünyanın
19. yüzyıl sosyal
bir eğilimi temsil ediyor gibi görünmektedir.
teorisyenlerinin zihinlerini meşgul eden en önemli şey, dini olanla olmayan arasındaki
büyük dinlerinin çoğunluğunu kapsayan küresel Fakat günümüzde bu “aşırı dindarlık” gibi iddialar, özellikle Müslüman toplumlar hakkında olumsuz bir düşünceyi çağrıştırmaktadır.
farkı gidermekti. Şimdi
savunan kişi, İngiliz filozof Edmund Burke olmuştur.
modernleşmenin üzerinden bir
Burke, Fransa Devrimi zamanında yaşamış, devrime
asır geçtikten sonra, dini olanla
karşıt bir düşünürdü. O sırada İngiliz devlet adamları
daha da dini olan arasındaki
arasında Fransız Devrimi’nin İngiltere’ye yayılacağı
farkı ayırt etmek durumundayız. Köktendincilik, Hristiyanlıkta dini ihya girişimleri (revivalism), muhafazakârlık, fanatizm ya da aşırıcılık1 gibi
endişesi yaygındı. Burke, devrimsel mücadeleye karşı sistemli bir ideoloji oluşturarak, fikirsel alanda Fransız Devrimi’ne karşı bir mücadele başlattı. Daha fazla bilgi için bkz. http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolu m=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=822
Fundamentalizm: Yirminci yüzyılın başlarında kitabı
1
94
Ekstremizm (aşırıcılık): Üzerinde anlaşılmış genel
mukaddesin nihai otorite olduğunu kabul ederek
bir tanımlama olmamakla birlikte, çok genel anlamda
modernist ve bilimsel eleştirilere karşı çıkan Hristiyan
aşırılığı; süregelen mevcut durumu bozmak, duruma
hareketi. Özellikle 1960’lardan sonra Batılılaşma,
uymamak, ona karşı gelmek, rahatsızlık vermek
modernleşme ve laikleşmeye karşı çıkan sağlam,
ve rahatsız olma durumu olarak tanımlanabilir.
güvenilir ve kuşatıcı nitelikli bilgilerin İslam’ın temel
Ülkemizde ve dünyada genel olarak aşırılık denilince
kaynaklarında olduğu, hakikatin burada aranması
akla ilk gelen din ve terör bağlamında ayrılıkçı yahut
gerektiği yaklaşımına da İslami fundamentalizm
farklı grup ve söylemler gelmektedir. 1980 öncesi
denmiştir.
durum, Marksist ideoloji temelli bir aşırılık algılaması
Revivalizm: Hedefi, dini halk arasında daha etkin
mevcutken, yaklaşık yirmi yıl sonra rüzgâr nasıl da
ve popüler yapmak olan hareketin adıdır. Bu konuda
ters yönden esiyor. Şunu söylemek mümkün; aşırılık
daha geniş bilgi için bkz. İstanbul Üniversitesi, İlahiyat
kendi paradoksunu içinde taşıyor. Amerika Birleşik
Fakültesi Dergisi, sayı 19, “Puritanizm, Dini Uyanış
Devletleri’nde, 21 Şubat 1965’te New York’ta bir
ve Devrim”, Jerald C. Brauer, Çev: Mehmet Alıcı
suikasta uğrayan Malcolm X bir aşırılık unsuruydu.
http://www.iudergi.com/tr/index.php/ilahiyat/article/
Malcolm X, “Evet, ben aşırılık yanlısıyım. Burada, Kuzey
viewFile/559/488 )
Amerika’daki siyah ırk çok kötü şartlar içerisindedir.
Muhafazakarlık: Var olan durumu koruma amacını
Bana aşırılık yanlısı olmayan bir siyah gösterin ben
güden düşünce tarzı. Toplumun değişmesine karşı
de size psikiyatrik bakım görmesi gereken birini
direnç gösteren, toplumsal-kültürel değerlerin
göstereceğim!” diyecektir. Daha fazla bilgi için bkz.
korunmasını savunan sağ kanat siyasi ideoloji.
http://www.beykent.edu.tr/WebProjects/Uploads/tunc-
Muhafazakârlığı sistemli bir düşünce olarak ilk
haziran.pdf (Çev.)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Şüphesiz, ABD’de 11 Eylül 2001’de
Müslümanlar ve gayrimüslimler diye ayırıp,
gerçekleşen terörist saldırılar ve müteakip
‘’ötekileştirmez mi’’? Böylesi sorular haklı
gelişmeler, Batı’nın endişelerini “İslami
endişeleri dile getirirken, ben inanıyorum ki,
köktendincilik tehdidi” yönünde bir hayli
yine de “Müslüman toplum”lar faydalı bir analitik
artırdı ve “Müslümanların kendine özgü, farklı
kategori vazifesi görebilirler.
oldukları” kanısını her zamankinden daha da çok pekiştirdi. Elbette, “farklı-kendine özgü” Müslümanlar kanısı yeni bir şey değil. Bu, Edward Said2 ve diğerlerinin dikkat çekici ve eleştirel olarak ele aldığı ‘’oryantalist’’ bakış açısının alamet-i farikası olmuştur. Said ve diğer münekkitler için, oryantalizm, egemenliği korumanın bir yolu, bir güç aracı olarak bilgiyi meydana getiren söylemsel bir vasıta görevi görmüştür. Bu, bir grup seyyahın, romancının, sanatçının, diplomatın, âlimin ve şimdilerde ise medyanın, Müslüman Orta Doğu’yu yekpare, özü itibariyle değişmez ve bu sebeple ‘’kendine özgü-tuhaf’’ bir toplum olarak tasvir etmelerinin hikâyesidir. Genellikle bu insanlar, Müslüman toplumların ‘’kendine özgü’’ oluşuna vurgu yaparak değişimin kaynağı olarak dış güçlere ya da belli bir seçkinler grubuna ve tarihsel sürekliliğin bağlamı olarak dar görüşlü sabit bir kültür ve din fikrine odaklanmaktadırlar. Sonuç olarak, değişimin dâhili kaynakları olarak grup menfaatleri, sosyal hareketler ve siyasal iktisat
Başka yerde arz ettiğim gibi tekil, soyut formda kullanıldığında “İslam dünyası” ve ‘’İslami toplum’’ terimleri, İslam’ın, bu toplumların dinamiklerini şekillendiren merkezi bir faktörü olduğu anlamına gelebilir. ‘’İslami toplum’’, Müslümanları ve onların kültürlerini tanımlamak için başkaları tarafından düzenlenmiş bir ‘’genelleme’’ haline gelir. Bu, Müslümanların nasıl başkaları tarafından tasavvur edildiğini ve hatta onlara göre nasıl olmaları gerektiğini gösteren bir örnektir. Bu dünya görüşü, kısmen de olsa (çoğunluğu İslamcı olan) kendilerince üniter bir İslam devleti kuran bazı Müslümanlar tarafından sürdürülmüştür. Tam tersine, ‘’Müslüman toplumlar’’ tanımı, çoğul ve somut topluluklar olarak anlaşıldığında, ne yaptığını bilen Müslüman bir çoğunluğun, kaçınılmaz olarak tartışmaya açık, farklılaşmış ve dinamik tarzda kendi gerçeğini tanımlamasına olanak sağlar. Burada vurgu İslam’a değil, kendi ürettiklerinin olmasa da, toplumlarının
çoğunlukla göz ardı edilmektedir.
ve kültürlerinin temsilcileri olduğundan
Müslüman toplumlar, eğer hakikaten böyle
ve davranışlar olarak değil; tartışılan, daima
bir şey varsa bile ne ölçüde “kendine özgü-
değişen ve esnek süreçler olarak algılanır.
tuhaf’’tır? Farklı analitik araçlar talep etme
Bunlar, farklı şekillerde benimsenmiş ve
konusunda onlar çok mu farklıdır? “Müslüman
yorumlanmış İslami bakış açılarının özel
bir toplum”un varlığı diye bir şeyden
ve kamu hayatının bazı alanlarını etkilediği
bahsedebilir miyiz? Bizler böylesine geniş bir
toplumlardır. Etkilenen alanlar; ahlak anlayışı,
kategoriyi içeren bir tanımlama kullanarak,
aile ilişkileri, cinsiyet dinamikleri, yasalar ve
yaşamadıkları homojen bir topluluk inşa
bazen de siyaset ve devlet işleri gibi alanlardır.
edip, Müslüman toplumları ve kültürlerini bir
Bu farklılaşmış bütünün buluştuğu ortak nokta,
bakıma “yeniden Doğululaştırmıyor muyuz?”
“gerçek” İslam’a yani kutsal metinlere bütün
Bu kültürlerin özelliklerini tanımlarken
Müslümanların (liberal, muhafazakâr, aktivist ya
‘’Müslüman toplumlar’’ kategorisinden kasıt, din
da sıradan insan olabilir) bağlılığıdır.
olmuyor mu? Bu kategori, Müslüman nüfusu fazla olan ülkelerde o ülkenin vatandaşlarını Edward Wadie Said (1935-2003): Karşılaştırmalı
2
Müslümanlaradır ve ‘’kültür’’ sabit kurallar
Fakat gerçekte ‘’Müslüman toplumlar’’ özü itibariyle hiçbir zaman yekpare ve dindar olmamışlardır. Ve kültürleri tek başına
edebiyat profesörü ve aktivist, teorisyen.
dinle sınırlı kalmamıştır. Gerçekten de
Amerikan vatandaşı Hıristiyan Filistinli bir baba
milli kültürler, tarihsel deneyimler, siyasi
ile Lübnanlı Hristiyan annenin Filistin’de dünyaya gelmiş tek oğlu. Bu makalede bahsedilen oryantalizmi daha iyi anlamak isteyenler, Türkçe ye farklı yayınevleri tarafından tercüme edilmiş Edward Said’in “Oryantalizm” kitabına bakabilirler. (Çev.)
yörüngeler, sınıf faktörü sık sık çeşitli dini algıların ve uygulamaların yanı sıra farklı kültürler ve İslam’a ait alt-kültürler meydana getirmiştir. Bu anlamda, her bir Müslüman
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
95
(nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan)
yerel rejimler tarafından idare edilen otoriter
ülke, dini inançlarının dereceleri farklılık
yönetim şekillerinin devam etmesidir [Örneğin;
göstererek bir halk kitlesi oluşturur. Bunlar;
Şah rejimi, Saddam dönemindeki Irak, Suudi
siyasal İslamcılar, dini ibadetlerine gereken
Arabistan, Ürdün ve Mısır. (Bu yazı 2007
özeni gösterenler, sözde dindarlar, seküler ve
tarihlidir - çev.]. Üçüncü faktör, toplumsal
gayrimüslim azınlıklar diye tasnif edilebilir.
olarak muhafazakar ve anti demokrat İslamcı
Bu gruplar arasında dine bağlılığın dereceleri,
hareketlerin yayılması ve bölgesel olarak ortaya
farklı tarihsel kavşak noktalarında bile değişim
çıkışı ile alakalıdır. Bu gibi durumlar ve süreçler
gösterebilmektedir. Bu bağlamda, Müslüman
İslam’ın demokrasiyle uyumlu olup olmadığına
toplumlar gelişen dünyada emsallerine
dair o ünlü soru (ki bu yazının konusu da
benzerler. Benzerlikler özellikle acımasız
budur) etrafında dönen sayısız iddialara ve karşı
küreselleşme süreci ile beraber daha da
iddialara sebebiyet vermiştir.
artmıştır ki bu süreç, sadece farklılaşma meydana getirmekle kalmayıp aynı zamanda dine bakılmaksızın ve dünya ülkeleri arasında paralel yapıları ve aşamaları da meydana getirebilecek niteliktedir.
İslam, Demokrasi ve Sosyal Hareketler Batı’daki hakim medya ve entelektüel
Yapısal benzerliklere rağmen insanlar, Müslüman Orta Doğu’yu (ve bundan dolayı Müslüman dünyayı) değerlendirirken halen dini-merkezciliğin temel alındığı “istisnacı” ölçütler kullanmaktadırlar. Bu nedenle, bölgenin otoriter rejimlerinin, “zayıf, sivil toplumlar”ının ya da siyasi kültürlerinin müsebbibi olarak bu bölgenin dini olan İslam görülür. “İstisnacılık”3, Müslüman Orta Doğu’yla sınırlı olmasa da (bunların yanında Amerikan istisnacılığı, Avrupa istisnacılığı ve E.P Thompson4’un tabiriyle “İngilizlerin özgünlüğü” gibi kavramlar da söz konusudur) bahsi geçen istisnacılık, sık sık, hakim bilimsel görüşler yüzünden bu bölgenin
çevreler Müslüman Orta Doğu’daki otoriter yönetim şekillerinin sebebi olarak İslam’ı görmektedir. Onlara göre, İslam’da Allah’ın hâkimiyet alanına duyulan inanç, halk iktidarını azalttığından dolayı İslam, vatandaşlık ve özgürlük kavramından çok uzak, ataerkil bir dindir. Muhammed’in dini, kişi ile Allah arasında bir din olmak yerine, özü itibariyle siyasi bir dindir.5 İslam, sık sık iddia edildiği gibi, “insan hayatının, Batı’da olduğu şekilde bir ‘değer’e sahip olmadığı ve özgürlük, demokrasi, açıklık, yaratıcılık gibi kavramlara yabancı bir dünya yaratma peşindedir”6. Bu görüşün ayrıntıları için Bernard Lewis’in “the Roots
5
of Muslim Rage (Müslüman Öfkenin Kökenleri)” adlı
marjinalleşmesine yol açmıştır.
makalesine bkz. http://www.theatlantic.com/magazine/ archive/1990/09/the-roots-of-muslim-rage/4643/
En azından üç faktör, Müslüman Orta Doğu
Ayrıca Bernard Lewis’i yakından tanımak isteyenler için
algısında ‘’istisnacı’’ izlere katkıda bulunmuştur.
Şahin Alpay’ın “Bernard Lewis’in Türk Dostluğu” adlı
Birincisi, Batı’da özellikle de ABD’de sürmekte
köşe yazısına bkz. http://www.zaman.com.tr/yazar.
olan oryantalist düşüncenin egemenliğidir. Bu düşünce, Orta Doğu’daki müdahaleci
do?yazino=526578 (Çev.) Bu sözler İsrail’in önde gelen revizyonist tarihçilerinden
6
dış politikalarla gayet güzel bir şekilde iç
Benny Morris’in “No More Tears (Artık Daha Fazla
içe görünmektedir. İkincisi, sık sık Batı
Gözyaşı Yok)” adlı kitabının 40. sayfasından alıntıdır.
devletlerinin, özellikle de ABD’nin desteklediği
ABD’de birkaç etkili öğretim görevlisi, örneğin John Hopkins Üniversitesi’nden Eliot Cohen ve ABD Savunma Bakanlığı’ndan Kenneth Adelman, İslam’ın
İstisnacılık (exceptionalism): Bir milletin, bölgenin
3
söylemektedirler. Bazı Evangelist Protestanlar İslam’ın
genel ilkelere uymadığını savunan görüş. (Çev.)
kötülük dini olduğunu ilan ederler (Herald Tribune,
Edward Palmer Thompson (1924-1993): İngiliz
4
96
hoşgörüsüz, yayılmacı ve şiddet yanlısı bir din olduğunu
ya da fikrin istisnai olduğundan dolayı standartlara,
Aralık 2002). Bazı açılardan bu görüşler, kendi
tarihçi sosyalist ve barış kampanyacısı. Yazarın
kendini engelleyen “teleoloji” olabilir. Çünkü İslam,
“İngilizlerin Özgünlükleri” (Peculiarities of the English)
özü itibariyle demokrasiye aykırıysa, bir insan bu
adlı yazısının orijinal metni için bkz. http://www.
konuda ne yapabilir ki. Demokratikleşme için çözüm
marxists.org/archive/thompson-ep/1965/english.htm
ya Müslümanları sekülerize edecek ya da onları farklı
(Çev.)
bir demokratik dine çevirecek. Bu görev (her ne kadar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Bu tür görüşler, dinleri adına demokrasinin bir
altında olanların) kendi sosyal varlıklarına
“dış yapı” (insan ürünü) olduğunu iddia ederek,
göre kendi dini anlayışlarını, genelde nasıl
ondan şüphe duyan ve Allah’ın hâkimiyeti adına
tanımladıklarını ortaya koymaktadır. İslam
halkın iradesini askıya alan pek çok İslamcı
demokrasiyle uyumlu mudur? Benim iddiam
tarafından savunulmuştur. Bu ‘’uzlaşmazlık
şudur ki, bu ilk planda sorulacak doğru bir soru
tezi’’nin savunucularının aksine, başkaları7 onu
değildir. Meselemiz, İslam’ın demokrasiyle ya
hoşgörü, çoğulculuk, adalet ve insan hakları
da bundan dolayı modernite ile uyumlu mu
dini olarak görürler. Râşit El-Gannuşi’ye göre
değil mi meselesinden ziyade, Müslümanların
‘’İslam, doğası gereği demokratik bir dindir’’ .
ne şartlar altında onları birbirine uyumlu hale
Bu bakımdan Kur’an’daki şura kavramı,
getirebileceği meselesidir. İslam’a özgü olan
demokrasiyle İslami ilkelerin uyuşmasını sağlar.
hiçbir şey (hatta başka herhangi bir dine özgü
İnsanın takvaca üstün olması demek; ırkta,
olan hiçbir şey) onu doğası gereği demokratik
cinsiyette ve özgür iradede eşitlik anlamına gelir.
ya da antidemokratik yapamaz. Bizler, yani
Allah tarafından ümmete verilmiş hakimiyet;
sosyal aktörler dinin, sürekli gerçek manayı ve
çoğulculuğa, farklılığa ve insan haklarına
‘’daha yüce hakikati’’ arayan inançlar ve fikirler
dayanan demokratik idarenin temelini oluşturur.
bütününden başka bir şey olmadığı için dinlerin
8
Metodolojik yaklaşımlarında hem ‘’şüpheciler’’ hem de ‘’savunmacılar’’, görüşlerini Kur’an ve Sünneti kelimesi kelimesine yorumlama ile elde ettiklerinden dolayı ortak bir paydada buluşmaktadırlar ve bu metinlerin günlük hayatlarında bölük pörçük olmuş Müslümanlara neler ifade ettiği onlar için hiç de önemli değildir. Dahası, bu anlamların zaman içerisinde nasıl değişime uğradığına dair yapılmış bir beyin fırtınası hiç denecek kadar azdır. Bu makale, sürekli olarak, dini emirlerin tarih boyunca farklı farklı Kur’an-Sünnet yorumlarına ve kavgalara konu edildiğini iddia etmektedir. İnsanlar doğru bildikleri gerçekleri savunurlar. Sosyal gücü elinde tutan bireyler ve gruplar, hakikat bildikleri şeyleri savunabilirler ve bu hakikatlere hâkim olmak isterler. Bu yazıdaki tarihi anlatımlar; toplumsal güçlerin, özellikle de sosyal hareketlerin, kutsal metinlerin hakikatini değiştirmede ve şekillendirmede nasıl belirleyici bir rol oynadıklarını göstermektedir. Çeşitli teolojik türlerin çokluğu (mesela; kurtuluş teolojisi, feminist teoloji, eşcinsel teoloji ve cumhuriyetçi teoloji), farklı sosyal grupların (mesela; fakirlerin, eşcinsellerin, dinen baskı
otoriter ya da kapsayıcı yönlerini belirleriz. James Beckford, dini inançların ve deneyimlerin doğaüstü hakikatlerle ilişkili olup olmadığını göz önüne almadan, şöyle demiştir: ‘’Din; insanların düşünceleri, sembolleri, duyguları ve uygulamalarının bir araya gelmesi ile ifade edilir’’.9 Bir bakıma dini emirler, bizim onları anlayış şeklimizden başka bir şey değildir. Yani onlar, bizlerin olmasını sağladığımız şeylerden başka bir şey değildirler. 50 küsur yıl önce, pek çok sosyal bilimci, Hristiyanlığın ve demokrasinin birbiriyle uzlaşamaz olduğuna inanıyorlardı. Fakat her ne kadar kökeninde kilise olan faşizm, Hristiyan topraklarından çıkmış olsa da günümüzde en köklü demokrasi örnekleri Hristiyan topraklarında görülmektedir. İşin aslı, Hristiyanlık ile ilintili otoriter ve dışlayıcı ideolojiler her zaman var olmuştur. İlk Hristiyan mezhepler, ateist olmadıkları ve inananlara zarar vermedikleri sürece otoriter idarecilere sadakatlerini sunmuşlardır. İktidardakilerin Tanrı’nın emriyle hareket ettikleri düşüncesine dayalı olarak Hristiyan siyasi düşüncenin merkezinde böylesi bir itaat hep olmuştur. Martin Luther şöyle demiştir: “Hâkim
arzulanan bir şey de olsa), mantıken ılımlı İslam teşvik
kürsüsünde oturanlar Tanrı’nın makamında
etmekten daha da zorlu bir süreçtir.
oturmaktadır ve onların verdikleri kararlar
Bu gruba John Voll, John Esposito ve Halit Ebu el-Fazl
7
gibi yazarlar dahildir. ABD’de “İslam ve Demokrasi Çalışmaları Merkezi” ve Fransa’da “Müslüman Demokratlar Merkezi” ise bu düşünceleri savunan
gökyüzünden Tanrı tarafından verilmiş gibidir. Eğer bir imparator beni, huzuruna çağırırsa Tanrı çağırmış gibidir.” Aslında otoriter gücün ilk
kurumlardır. Gannuşi’nin 1998 yılı Aralık ayında al-Ahram Weekly
8
dergisi ile yaptığı röportajdan alıntıdır.
James Beckford, Social Theory and Religion (Sosyal
9
Teori ve Din), Cambridge University Press, 2003, s. 2
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
97
Hristiyan uygulaması, Yahudilerin (Romalıların
bin Ladin’i ya da genel olarak İslami radikalizmi
değil) sorumlu kabul edildiği haça germe
anlamak için şeriata ya da Kur’an’a başvurmak
olayının İncil’deki yorumu tarafından yüceltilmiş
yerine bizim yapmamız gereken şey, sosyal
trajik bir antisemitizme yol açmıştır. Bugün bile
aktörlerin kutsal metinleri hegemonik bir
bazı sadık Hristiyanlar, demokrasinin ‘’bütün
şekilde yorumlamalarını sağlayan şartları analiz
dünya problemlerinin ana sebebi’’10 olduğunu,
etmektir. Ve bu, onların “gerçekleri” etrafında
çünkü demokrasinin şeytanın bir icadı olduğunu
fikir birliğini harekete geçirmek için toplulukların
ve bunun yanında Tanrı’nın hükümleriyle
yetenekleriyle ile yakından alakalıdır. Yalnızca
değil ‘’çocuk aldırma kanunlarını, idam karşıtı
kutsal metinlere başvurmak, faydalı bir
cezalarını, eşcinsel haklarını vs.’’ talep eden,
çözümlemeli araç olarak hizmet etmeyebilir.
günahkâr insanların yönetim biçimi olduğunu
Fakat bu, sözler üzerinde hakimiyet olunacak
söylemektedirler. Bu, aşırı Hristiyan mezheplerin
siyasi mücadelenin tam merkezindedir. ‘’İslami
ya da “Hristiyan Haydutlar ”ın görüşünü
idare doğal olarak demokratiktir’’ demek analitik
yansıtmakta gibi görünebilir. 2000 yılının Eylül
olarak safça olabilir, ama bu İslami idareyi
ayında, Vatikan bizzat kusurlu ve ciddi bir
demokratik yapmak için bir çabanın ifadesidir.
şekilde hatalı durumda olduğunu iddia ederek
Yine de bir dini demokratik yapma çabaları,
‘’dini çoğulculuk’’ fikrini sert bir şekilde eleştirdi
şüphesiz entelektüel bir seviyede başlar.
ve Hristiyan olmayan dinlerin inançlarının
İşin zor kısmı, demokratik yorumlara sonucu
kusurlu ve hatalı olduğunu, bu tür inançlara
etkileyecek yetkiyi vermek, halkın bilinciyle
saplanıp kalanların sapkınlık içinde olduklarını
onları kaynaştırmaktır.
11
açıkladı.
Foucalt’nun kelimelerin, sözün gücüne yaptığı
Ancak bu tarihi geçmişe rağmen bugün pek
vurgu meşhur ve yol gösterici niteliktedir. Fakat
çok insan, Hristiyan Luther’in ve ‘’Hristiyan
aynı zamanda Foucalt’nun yetersiz iddialarını
Haydutlar’’ın muhtemelen otorite yanlısı bir
tartışmamız gerekmektedir. Çünkü iddia
şekilde İncil okuduğunu ya da inançlarına
edebiliriz ki güç, yalnızca kelimelerde ya da
Vatikan kadar ayrıcalıklı bir şekilde sahip
kelimelerle ifade edilmiş “gizli gerçek”te değil
çıktıklarını iddia etmektedir. Başka bir deyişle;
bunun yanında, o kelimeleri ifade edenlerde,
bir dini, dâhili ya da harici, tek sesli ya da
gerçeği ortaya koyanlarda ve bu şekilde, bu
çoğunlukçu, demokratik ya da otoriter yapan
kelimelere güç verenlerde de bulunur. Başka
biz sosyal aktörlerden başkası değildir. Bir dinin
bir deyişle söz, ona sonuca etki edecek güç
demokratik hamlesini belirlemek için kutsal
verilmedikçe güç değildir. Belki de sadece sözün
kitabın yalnızca kelimesi kelimesine yorumuna
ne olduğuna değil aynı zamanda daha belirgin
başvurmak bizi bir yere ulaştırmayacaktır.
olarak gücün nerede yattığına da bakmalıyız.
Bunun sebebi; belirsizliğin, çoklu anlamların
“İslam’ın demokrasiyle uyumlu olması” fikri, onu
ya da ihtilafların kutsal kaynaklarda (Nasr
ifade eden kişiye bağlı olarak farklı önem taşır.
Ebu Zeyd ve Halid Mesud gibi alimlerin bu
Doğru fikirleri ifade etmek yeterli değildir. Bu
konuda eserleri vardır) sıkça bulunmasından
fikirler etrafında konsensüs sağlanarak, gereken
dolayı değil, aynı zamanda farklı ilgileri ve
güç verilmelidir. Bu kaçınılmaz olarak bizi söz
yönelmeleri olan bireylerin ve grupların aynı dini
ve güç, kelime ve dünya arasında aracılık eden
kaynaklarda (sık sık çelişen ) kendi gerçeklerini
sosyal hareket ve pratik âlemine götürmektedir.
bulabilmelerinden kaynaklanmaktadır. Usame
İslam’ın demokrasiyle uyumu ve uyumsuzluğu, felsefi tartışma meselesi değil politik bir
Bazı Hristiyanlar da demokrasinin Allah’ın iradesine
mücadele meselesidir. Bu, demokratik bir din
karşı oluşturulmuş bir düzen olduğunu, demokrasinin
isteyenler ve onun otorite yanlısı yorumunu
10
şeytanın düzeni olduğunu savunmaktadır. Böyle bir makale için bkz. http://www.sullivan-county.com/news/mine/ democracy_bad.htm Hristiyan Haydutlar (Christian Outlaws), ABD’nin doğru
11
takip edenler arasında bir güç dengesi olduğu kadar, bir metinler meselesi değildir. İslamcılık ve post-İslamcılık bu farklı sosyal güçlerin hikâyesini anlatmaktadır.
Tanrı inancına sarılarak köklerine dönmesini ve gerçek Hristiyan kardeşliğine dönüşü savunan görüş.
98
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
İslamcılık: Hareket ve Dünya Görüşü Büyük bir oranda İslamcılık, kendi toplumlarında baskıcı ekonomik, siyasi ya da kültürel süreçler tarafından kendilerini tecrit edilmiş hissedenleri (büyük çoğunlukla orta sınıfın başarılı kesimleri) harekete geçirmek için, bir tür kendini savunma dili olarak ortaya çıktı. İslamcılığın harekete geçirmek istediği bir başka kesim daha vardı ki, bunlar için hem kapitalist modernitenin hem de sosyalist ütopyanın algılanan başarısızlığı; din aracılığıyla ahlak dilinin, siyasetin yerine geçmesini sağlamıştır. Bir bakıma bu, Müslüman orta sınıfın kendilerini dışlayanlar olarak düşündüklerine (yani ulusal elitlerine, laik hükümetlere ve o hükümetlerin Batılı müttefiklerine) hayır deme yoluydu. Onlar Batı’nın pek çok özelliklerini (mesela kravat, yiyecek, eğitim ve teknoloji) paylaşsalar da Batı’ya ait kültürel egemenliği, onun siyasi mantığını, ahlak anlayışını ve normatif sembolleri reddettiler. Tam tersine, küreselleşmenin modern sosyoekonomik ve kültürel şartları altında müreffeh olmuş ve bundan hoşlanmış olanlar, seküler olmasalar da, İslam’ın farklı bir türüne yapıştılar. Yani sözüm ona, ılımlı İslam ya da daha doğrusu “pasif dindarlık” dediler. Özgün “yerelci (nativist)’’12 bir ideoloji içinde hareket etme gayesiyle, İslamcılar kendi siyasi, ekonomik ve kültürel eksikliklerine cevap verebilecek yeni bir İslami dil oluşturma çabası içine girdiler. Böylece İslamcılık; İslam’ı, üstün bir siyasi modele, kültürel bir koda, yasal yapıya ve ekonomik düzenlemelere haiz bir sistem olarak görmeye başladı. Yani kısaca onu, bütün insani sorunlara cevap veren bir sistem olarak gördüler. Daha da önemlisi bu İslam, Müslümanların kendilerine saygı, güven ve geniş çaplı bir otonomi duygusuna kapılmalarına sebep oldu. Güçlü popülist dili ve sert mizaçlı sosyal kontrolü olan bu anlayış, kaçınılmaz olarak marjinalleşecek ve hatta kendi dünyasından olmayanları suçlu ilan edecekti. Suçlu ilan edilenlerse; toplum kurallarına uymayanlar, laikler, İslamcı olmayan Müslümanlar, dini azınlıklar ve pek çok kadın Yerelcilik (Nativizm): Bir ülkenin göçmenleri ve
12
azınlığına kıyasla o ülkenin kendi vatandaşlarının
olmuştur. İslamcı dünya görüşünün merkezinde, daha sonra merhamet ve mecburiyet, kendini adama ve görev karışımı bir anlayış var oldu. Bir hareket ve söylem olarak Çağdaş İslamcılık, 1970’lerden sonra soğuk savaş siyasetine karşı gelişmiş tarihsel bir olgudur. İki eşzamanlı ancak çelişkili süreç, İslamcılığı hegemonik/ baskın bir konuma sürükledi. Bunlar, fırsat ve baskı süreçleri olmuştur. Büyük çapta eğitsel açılım, ekonomik gelişme, zenginlik ve sosyal hareketlilik fırsatı; sürekli siyasi baskı, marjinalleşme, bir utanç hali ve büyüyen eşitsizlik ile bir arada oldu. 1950’lerde bütün Arap ülkelerinde toplam 10 üniversite vardı. 2003’e kadar bu sayı 200’ü aştı. En önemli nokta şu ki, halihazırda bir hayli eğitimli, ama yine de marjinal kalmış bu orta sınıf, kendi elitlerine ve hükümetlerine (ki bu hükümetler Batılı güçlerle özellikle de bir zamanlar hem komünizme hem de seküler milliyetçiliğe karşı İslami muhalefeti kullanmış olan ABD ile işbirliğine girmiş hükümetlerdi) karşı içlerinde çok güçlü bir “ahlaki öfke” duyarak ötekileştirdiklerinin farkına vardılar. Arap dünyasında siyasi sınıflar, uzun süredir var olan ABD destekli İsrail’in Filistin’i işgalini, küresel seviyede kendi boyun eğdirmelerinin bir kanıtı olarak gördüler. Özellikle sağcı Likud Partisi iktidarlarında kesinlikle uzlaşmaya yanaşmayan İsrail işgali, Müslüman Arap halkın hassasiyetinde ilk sırayı aldı ve dolayısıyla Arap topraklarını özgürleştirerek onurlarını tekrar kazanma mücadelesi, sık sık demokrasi mücadelesini gölgede bıraktı. Başka bir deyişle, yabancı bir istila evdeki özgürlükten önce gelmekteydi. İslami popülist dil tarafından hareketle, bazı gözlemciler, Latin Amerika kurtuluş teolojisi ile Orta Doğu İslamcı hareketleri bağdaştırma eğiliminde olmuşlardır. Din öğesi her iki hareketin mihenk taşı olsa da bu iki hareketin, asıl itibariyle çok az ortak noktası vardır. Kurtuluş teolojisi, içeriden kiliseyi reforme etmek için bir girişim olarak başladı ve fakirlerin sorunlarının merkezi bir yer aldığı sosyal bir harekete dönüştü. Kurtuluş teolojisi, Katolik kilisenin oligarşik yapısını ve onun fakirleri ihmal edişini değiştirmeyi hedeflemişti. Ve bundan sonra sosyalist hareketler (özellikle Küba devrimi) sosyal adalet sloganı atarak, kiliseyi
koruyup kollanmasını savunan siyasi bir düşüncedir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
99
sosyal ilgisizliğin eşiğine getirmiştir. Sosyal olarak bilinçli teologlar tarafından yönetilen kurtuluş teolojisinin stratejik hedefi ‘’fakirleri kurtarmaktı’’. İşte İncil’in yorumlanış şeklinden bu stratejik hedef doğmuştur. Aksine, İslamcılığın (her ne kadar çeşit çeşit yorumlanma şekli olsa da) daha büyük sosyal ve siyasi hedefleri olmuştur. Onun en büyük hedefi, sosyal gelişme ya da fakirlerin sıkıntıları olmamış; İslami bir devlet kurmak ya da İslami kanunların, ahlaki kodların uygulandığı ideolojik bir toplum kurmak olmuştur. Ancak bu şekilde fakirler, İslam ahlakından yavaş yavaş faydalanabileceklerdi. Kısacası, Orta Doğu İslamcı hareketler ve Latin Amerika kurtuluş teolojisi 2 farklı sosyal ve siyasi yörüngeyi temsil etmektedirler. İlle de bir benzerlik aranacaksa şunu söyleyebiliriz ki, İslami hareketler, özellikle radikal İslamcılık, 1960’ların ve 1970’lerin radikal Latin Amerika hareketlerini andırmaktadır. Bu elbette onların ideolojilerinden değil, fakat onların neşet ettikleri şartlardan ve savunucularının sosyal profillerinden dolayı böyledir. Her iki hareketin yükselişi, sosyal değişimin eşzamanlı şartlarına ve ekonomik hareketlilik hayalinin, adaletsiz sosyal ve siyasi yapılar tarafından parçalandığı sosyal dışlamaya dayandırılabilir. Elbette farklı küresel ve bölgesel bağlamlar, her harekete kendi ideolojik hareket alanını vermiştir. Latin Amerika gerilla hareketlerinde seküler solculuk ve Orta Doğu İslami hareketler arasında radikal din, bu iki hareketin iskeleti mahiyetindedir. Müslüman Orta Doğu’da siyasi sınıf, eğitimli orta tabakadan oluşmaktadır: Bunlar, devlet çalışanları, öğrenciler, profesyoneller, 1950’lerde ve 60’larda her yeri kaplamış sosyal adalet, sosyalizm, baascılık, milliyetçilik ideolojileri ile sokakları harekete geçiren aydınlardır. İslamcılık, bu büyük dünya görüşlerinin en sonuncusudur. Refah durumu kötü kesimden gelen büyük destek ile İslami hareketler, ucuz İslamizasyon aracılığıyla inancını yitirmiş halk kitleleri arasında başarılı oldular. Bahsettiğimiz ucuz İslamizasyon, ahlak ve kültürel temizlik sloganına başvurmak (yani ahlakın ve gayri ahlaki edebiyatın yasaklanması çağrısı yaparak ya da kadınların sokaktaki kılık kıyafeti meselesini gündeme getirerek), kimlik siyasetine başvurmak ve küçük çapta
100
hayır işleri yerine getirmek gibi hareketlerdi. Fakat 1990’ların ortalarında İslamizasyonun umduklarından daha da pahalıya mal olduğunu gördüklerinde, yani İslami siyaset ve ekonomi tesis etmenin ve kendi vatandaşlarıyla, kendi sınırları dışındaki insanlarla ilişkileri idare etmenin zorluğunu gördüklerinde, İslamcıların pek de ileri gidemedikleri ortaya çıktı. Sonuç olarak İslamcı idare, iş pratiğe gelince derin bir krizle karşı karşıya kaldı. Aynı zamanda, radikal İslamcılar tarafından benimsenen şiddet stratejileri ve silahlı mücadeleler, pek fazla başarılı olamadı. İslamcı hareketler ya otoriter devletler tarafından bastırıldı ya da önceki bakış açılarını yeniden gözden geçirmek zorunda kaldılar. Pek çoğu sert söylemlerden ya da şiddet politikalarından kaçındı ve kendi İslami projeleri için daha demokratik bir vizyon geliştirmeye başladılar. Bu değişiklikler İslam’ın siyasi rolünü bitirmedi. Küresel ve dâhili sosyal ve siyasi şartlar, özellikle de İslamcılığı tecrübe etmemiş milletler arasında dini ve ahlaki siyaset adına cazibeler meydana getirmeye devam etti. 11 Eylül terör saldırılarından sonra Batı’daki anti İslami hassasiyet ve ardından gelen terörizm ile savaş, İslam’ın ve Müslümanların yoğun bir saldırı altında olduğunu düşünen Müslümanlar arasında derin bir öfke ve güvensizlik hissini artırdı. Bu, aşırı dindarlığın ve nativizmin cazibesini artırdı ve Afganistan’da ABD politikasının muhalefeti ifade eden İslami partiler, 2002’deki birkaç ulusal seçimde bir hayli başarı elde ettiler. Fas’taki Adalet ve Kalkınma partisi, 2002 seçimlerinde sandalye sayısını 42’ye çıkardı. Eylül 2002’de İslamcı hareket, Cezayir yerel seçimlerde üçüncü oldu. Ve Pakistan’da dini partilerin ittifakı, 150 parlamenter koltuğun 53 ‘ünü kazandı. Kasım ayında İslamcılar 40 parlamenter koltuğun 19’unu kazandılar ve Türkiye’de AKP yasama meclisinin yüzde 66’sını kazandı. Fakat bu seçim zaferleri, bazıları tarafından İslamcılığın yükselişi olarak algılansa da aslında, siyasal İslam’dan yön değiştirip küresel İslam karşıtı tehditlerle ve kişisel merhametle alakadar olan parçalanmış dillere doğru bir değişimi göstermektedir. İşin doğrusu, pek çok Müslüman ülke post-İslamcılığın eşiğindedir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Araştırma - inceleme
Post-İslamcılık Nedir? Asef Bayat İslami Yorum İçin Çeviren: Post-İslamcılık teriminin oldukça kısa bir geçmişi
Bazıları için, mesela Gilles
vardır. Bu terimi 1996’da, Post-İslamcı Bir
Kepel2’e göre post-İslamcılık,
Toplumun Ortaya Çıkışı1 adlı kısa yazımda
İslamcıların cihat ve selefi
ortaya atmıştım. O yazımda Humeyni sonrası
görüşlerini terk etmeyi
İran’ın tanık olmaya başladığı dini düşünceyi ve siyasi bakış açılarını, önemli sosyal eğilimleri (ki bu eğilimler 1990’ların sonlarında reform hareketleriyle iç içe geçmiş eğilimlerdi) açıkça dile getirmiştim. Benim deneme niteliğindeki yazım, sadece toplumsal eğilimlerle ilgiliydi. Aslında bahsettiğim yazımda kullandığım post-İslamcılık terimi sadece İran İslam Cumhuriyeti’nin gerçeklerine uygun düşen ve
Fatih Peyma
tanımlamaktadır. Oliver Roy3 ise onu, İslamizasyonun özelleştirilmesi (burada bahsedilen İslamizasyon “devletin İslamizasyonu”nun zıddıdır) olarak algılar. Burada vurgu, İslamizasyonun içeriğinden daha çok nasıl ve nerede 1955 doğumlu Fransız akademisyen Gilles Kepel;
2
Arapça, İngilizce ve felsefe öğrenimi görmüş, siyasal
başka toplumlarla ve yerlerle alakası olmayan
bilimler ve sosyoloji dallarında doktora yapmıştır.
bir terimdi. Buna rağmen terim, özü itibariyle
Uzmanlık alanı İslam ve Arap dünyası olan Kepel,
(pratikte, yaklaşım açılarında ve fikirsel
halen Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde öğretim
anlamda) içerden ve dışardan İslamcılığın
üyesidir. Türkçedeki eserleri şunlardır: Fitne: İslam’ın Merkezinde Savaş (Doğan, 2006), Bir Şark
uğradığı değişimlere göndermede bulunuyordu.
Savaşı Güncesi (Doğan, 2002), Cihat: İslamcılığın Yükselişi ve Gerilemesi (Doğan, 2001), Peygamber ve
O zamandan bu yana Avrupa’da bir kaç
Firavun (Çizgi, 1992).
gözlemci, sık sık tanımlayıcı olarak, öncelikle
Kepel, “Jihad: The Trial of Political Islam” adlı kitabında
Müslüman dünyadaki İslamcı militanların
bu terimi radikal İslam’dan, cihattan, selefi görüşlerden
stratejilerinde ve hareketlerindeki büyük bir
uzaklaşmış, demokrasi ve insan hakları adına mücadele eden Müslümanlar için kullanmaktadır.
değişim olarak gördükleri şeyi adlandırmak
İranlı yazar Ferhad Khosrakhavar (The Islamic
amacıyla bu terimi kullandı. Münferit yazarlar
Revolution in Iran: Retrospect after a Quarter Century,
tarafından farklı farklı kullanıldığı şekiller göz önüne alındığında terim, açıklayıcı olacağı yerde daha da kafa karıştırıcı bir hale dönüştü. Yazının orijinali için bkz. https://openaccess.leidenuniv.
1
Thesis Eleven, vol. 76) ise bu terimi Abdulkerim Suruş için kullanmaktadır. (Çev.) Oliver Roy, 1949 yılında doğmuştur. Fransız siyaset
3
bilimcisidir. Daha yakından tanımak için Türkçeye çevrilmiş şu makalesine bkz. (Çev.)
nl/bitstream/handle/1887/9768/12_606_020.
http://www.timeturk.com/tr/2011/02/17/oliver-roy-bu-
pdf?sequence=1
bir-islami-devrim-degildir.html
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
101
gerçekleştiğinedir. Başkaları ise onu
sekülerdir. Bilakis o, bağımsızlığı ve İslam’ı,
tanımlamadan kullanmaktadır. Buna rağmen bu
inanç ve özgürlüğü, dindarlığı ve hakları
terim genellikle, bir dönemi ya da tarihsel bir
birleştirmek adına yapılan bir girişimi temsil
sonu temsil eden analitik kategoriden çok
etmektedir. O, geçmişin yerine geleceği, sabit
deneysel (ampirik) olarak anlaşılmış ve öyle
yazılı eserlerden ziyade tarihselciliği, bireysel
takdim edilmiştir.
otoriter ses yerine çoğulculuğu, görevler yerine
Terimin layıkıyla kavramlaştırılmaması ve yanlış algılanması sonucunda bazı tatsız tepkiler meydana geldi. Eleştirmenler, bazı militan İslami grupların görüşlerinde ve stratejilerinde önemli değişiklikler olduğunu tasdik etmelerine rağmen İslamcılığın sonu4 hakkında genellemeleri isabetli bir tespitle, erken olarak değerlendirmişlerdir. Eleştirmenlere göre değişen şey, siyasi İslam değil, onun kendine özgü devrimsel yorumudur. Başkaları ise “post -İslamcılık belli belirsiz bir gerçeği değil, yalnızca İslami siyasetin bir yorumunu ifade eder” demişlerdir.5 Bana göre, büyük, etkili (ve çok boyutlu) bir hareket içinde somutlaşmış olan post-İslamcılık, hem bir durumu hem de bir projeyi temsil etmektedir. Öncelikle o, siyasi ve sosyal şartlara işaret eder. İslamcılar iktidarı normalleştirmeye ve kurumsallaştırmaya çalıştıkları süre içinde sistemlerin yanlışlıklarını ve yetersizliklerini fark ettiler. Sürekli denemeler ve hatalar, sistemi sorulara ve eleştirilere elverişli hale getirdi. Nihayetinde sistemi devam ettirmek için yapılan pragmatik girişimler, onun asıl ilkelerinin terk edilmesine yol açtı. İslamcılık, hem iç çelişkilerinden hem de sosyal baskıdan dolayı kendini yeniden dizayn etmek zorunda kaldı. Fakat bunun bedeli “niteliksel bir değişim”di. 1990’larda, İran’daki dini ve siyasi söylemdeki büyük değişim bu eğilimin en bariz özelliğidir. Post-İslamcılık sadece bir durum değil, aynı zamanda bir proje ve bunun yanında sosyal, siyasi ve entelektüel alanlarda baskın olan İslamcılığın yöntemleri ve mantığı için ayrıntılı planlar oluşturmak ve kavramsallaştırmak için bilinçli bir girişimdir. Fakat post-İslamcılık ne İslam karşıtıdır, ne İslam dışıdır, ne de Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. “Wishful Thinking,
4
Present and Future”, Diaa Rashwan http://www. mediamonitors.net/diaarashwan4.html Ayrıntılı bilgi için bkz. Salwa İsmail. http://www.scribd.
5
com/doc/22809819/Ismail-Paradox-of-Islamist-Politics
102
hakları vurgulayarak İslamcılığın önde gelen ilkelerini tamamen değiştirme girişimdir. Postİslamcılık bazı Müslüman aydınların alternatif modernite dedikleri şeyi başarmak için İslam’ı bireysel seçim ve özgürlükle, demokrasi ve modernite ile kaynaştırmayı hedefler. Postİslamcılığın tanımı en güzel şekilde, dini gerçeğin tekelini kırmada, katılıktan gelen özgürlükte, seküler ihtiyaçları tanımlamada ortaya çıkmaktadır. Kısaca İslamcılık, dinin ve sorumluluğun kaynaşması olarak tanımlanırken; post-İslamcılık, dindarlığa ve haklara vurgu yapmaktadır. İslam’ın demokratik ideallere cevap verip vermediği öncelikle yukarıdaki bakış açılarını savunanların toplumda ve devlet içerisinde siyasi egemenliklerini tesis edebilip edemeyeceklerine bağlıdır. 1970’lerden beri Mısır’da ve İran’da sosyo-dini hareketlerin tarihçesi, İslam’ı demokratik ya da anti demokratik yapma siyasetinin ardındaki güçlerin, şartların, mantığın analizini yapmak için uygun bir zemin sunmaktadır. İran’da, 1979’da gerçekleşen İslam devrimi ve İslam Cumhuriyetinin kurulması toplum ve devlet içinde İslamcılığı aşmayı hedefleyen muhalif hareketlerin yükselişi için gereken şartları oluşturdu. 1988 yılında Irakla savaşın bitimi, 1989 yılında Humeyni’nin vefatı ve başkan Rafsancani’nin savaş sonrası yeniden inşa programı, post-İslamcılığa doğru bir dönüm noktası oldu. O kendini, şehir yönetimi, feminist uygulama, teolojik bakış açısı, sosyal ve entelektüel eğilimler ve hareketler gibi çeşitli sosyal uygulamalarda ve fikirlerde belli etti. Gençler, öğrenciler, kadınlar ve dindar aydınlar ve pek çok devlet çalışanı demokrasiyi, bireysel hakları, hoşgörüyü, cinsiyet eşitliğini talep ettiler. Fakat bunun yanında dini hassasiyetlerini de tümüyle terk etmediler. Böylece sıradan insanlar tarafından günlük direnç ve mücadele; dini düşünürleri, ruhani elitleri ve siyasi aktörleri büyük ölçüde paradigmatik değişime gitmeye
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
mecbur etti. Birçok eski İslam devrimcisi eski
bulundu. Yine de 1990’ların ilk yıllarından
düşüncelerinden vazgeçtiler. Dine dayalı bir
beri, iç dinamikler ve küresel güçler, İslam
devlet anlayışının tehlikelerine karşı insanları
dünyasında bireysel hareketler arasında post-
uyardılar. İslami devletin hem içinden hem de
İslamcılığı körüklemede büyük bir rol oynadı.
dışından gelen muhalefet İran’ın sekülerleşmesi
1990’ların ilk yıllarında, hareket içinde ayrılışa
için çağrıda bulunurken, aynı zamanda toplum
sebep olan Lübnan Hizbullahının çoğulcu
içinde dini etiğin sürdürülmesini gerektiğinin de
stratejisi; hem militan İslamcılara hem de
altını çizmekteydiler. Fakat Mısır, farklı bir yol izledi. İslami bir devrim yerine orada, kutsal metinlere sıkı bir bağlılık, ataerkil eğilim, popülist bir dil, muhafazakar ahlaki bir vizyon ile her yana yayılmış İslami bir hareket gelişti. 1990’ların ilk yıllarına kadar, davet ve dernek faaliyetleriyle İslami hareket, devlet kurumlarında da kendine bir yer edinerek sivil toplumun büyük bir kesimini ele geçirdi. İslami hareket, Mısır’ın seküler rejimini değiştirememiş olsa da, hem toplum üzerinde hem de devlet üzerinde kalıcı izler bıraktı. Bu İslami hareket tarzı her bir yanı kuşatmıştı ve bu yüzden aydınlar, yeni zenginler, El-Ezher ve iktidardaki elitler de dâhil olmak üzere Mısır toplumunda başlıca aktörler, yerelcilik (nativizm) dili ve manevi değerler sistemi etrafında bir araya geldiler ve şiddetli bir şekilde eleştirel sesleri, yenilikçi dini düşünceyi ve demokratik reform için talepleri tecrit ettiler. En sonunda, yayılan İslamcılığın tehdidi altında
İhvan’a bir alternatif olarak ortaya çıkmış Mısır’daki el vasat partisinin 1990’larda ortaya çıkışı; Türkiye’de Refah, Fazilet, AK Parti gibi dini partilerin kapsamlı politikaları ve icraatları; Hindistan’da Cemaat-i İslamiye’nin içinde daha kapsayıcı, çoğulcu, belirsiz ideolojik eğilimlere doğru gerçekleşen söylem değişikliği6; 1990’ların sonunda Arabistan’da ortaya çıkan7, İslam ve demokrasi arasında bir uzlaşma arayan İslamcı-liberal eğilim; bütün bunlar, günümüz Müslüman ülkelerde post-İslamcı eğilimlerin işaretleridir. Gülen ve taraftarları, dini görüşleri benimserken demokrasiyi, hoşgörüyü, milliyetçiliği, modernizmi destekleyen siyasi bir hareket meydana getirmeye çalışmaları, bu saydıklarımız arasında tipik bir örnektir. Bütün bu örneklerin her birinde post-İslamcılık (değişen derecelerde de olsa); evrensellik fikriyle dolu İslamcı dünya görüşünden, “sadece benim anladığım din anlayışı doğrudur” tekelci mantığından, dini dışlayıcılık (exclusivizm)
olan otoriter devlet, Mısır’ın “pasif devrim”ini
düşüncesinden; hareketin ilkeleri ve
yapılandırmak için ulusal hassasiyet, düşünce
uygulamaları içerisinde tavizin, ilavenin, çok
ve muhafazakâr dindarlık görüşlerini benimsedi.
sesliliğin ve çok anlamlılığın kabullenilmesine
Bu İslami pasif devrim, kontrollü bir yeniden
doğru bir yönelmeyi ifade etmektedir. Şunu
yapılanmayı temsil etmiştir ki, bu yeniden
söylemeliyim ki İslamcılık ve post-İslamcılık
yapılanma içinde devlet (değişimin gerçek
kavramları, başlıca değişimi, farklılığı ve
hedefi olan) tamamen işbaşında kalmayı
değişimin kökenini işaret edecek kavramsal
başarabildi. 2005 yılında daha yeni oluşmaya
alanlar olarak hizmet ederler. Fakat gerçek
başlayan demokrasi hareketi (Kifaye hareketi)
dünyada pek çok Müslüman her iki söylemin
siyasi iklimde birkaç değişikliğe dikkat çekmiş
görüş açılarına, özgürce düşünmeden ve hepsi
olmasına rağmen; siyasi yapı, otoriter; dini
bir anda bağlanmaktadırlar. Fakat bir eğilim
düşünce, durgun ve kişiye özel; yöneticiler sınıfı,
olarak post-İslamcılığın ortaya çıkışı, İslamcılığın
yerelci (nativist) kaldı. Mısır’da çok az şey,
tarihsel sonu olarak görülmemeli. Bilakis İslamcı
İran’ın post-İslamcı yörüngesini andırıyordu.
deneyimden neşet etmiş niteliksel olarak farklı
Post-İslamcılık sadece İran’a has bir olgu mudur? İslam devrimi 1980’lerde diğer Müslüman ülkelerde benzer hareketleri teşvik
bir söylem ve siyasetin ortaya çıkışı olarak değerlendirilmelidir. Aslında biz, hem İslamcılığın İrfan Ahmed, From Islamism to Post-Islamism:
6
Jama’at-i Islami of India (İslamcılıktan Post-İslamcılığa:
ederken, İran’ın post-İslamcılık deneyimi, bazı İslamcı hareketler arasında (örneğin Tunus’taki Raşit-el Gannuşi tarafından yönetilen İslam partisi gibi) ideolojik bir değişime katkıda
Hindistan Cemaat-i İslamisi) Daha fazla bilgi için bkz. Stephane Lacroix, (A New
7
Element in the Saudi Political-Intellectual Field: The Emergence of an Islamo-Liberal Reformist Trend)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
103
hem de post-İslamcılığın aynı anda gerçekleşen
İran’ın post-İslamcı stratejisi, “ana-akım
işleyiş usullerine şahit olabilmekteyiz.
Mısır İslamcılığı”nın 1980’lerde üstlendiği
Değişen derecelerde post-İslamcı hareketler, dini ve siyasi dili değiştirmede başarılı olmasına rağmen, henüz Müslüman toplumlarda otoriter siyasi düzeni değiştirebilmiş değiller. İran’ın post-İslamcılığı, 2000 yılının başlarında gerçekleşen denemelere rağmen İslam Cumhuriyetini tamamen demokratikleşmede başarılı olamadı. Onun siyasi reform projesi (ki Müslüman Orta Doğu’da, yerel bir demokrasi modeli olmaya hazırdı), reform hareketini engellemeye çalışan iktidardaki ulemanın baskıcı gücü ve reformistlerin kendi hataları yüzünden sekteye uğradı. Başka bir deyişle, Müslüman toplumlarda demokratik hükümetlerin önündeki engellerin dinle çok az bir ilişkisi vardır. Onlar, iktidarı elinde tutanların maddi ya da maddi olmayan çıkarlarına daha sıkı bağlıdır. O zaman;
şeyi yansıtmaktadır. Mısır’da İslamcı reform (ki bir bakıma, her yönüyle devlet kapısını hedeflemişti) sosyal seviyede harika sonuçlar elde etti. Hükümet; baskı ve benimseme karışımı ile misilleme yaptığında Mısır, Gramsci’9nin “pasif devrim”10ini tecrübe etmiş oldu. Bu pasif devrim; entelektüel ve İslami düşüncede durgunluk, siyasi kapalılık ve İslamcılık düşüncesinin yok olmasıyla meydana gelmiş bir devrimdi. Böylece, Mısır’da İslam ve demokrasi arasındaki ilişkinin dinamikleri, İslam Cumhuriyetinde olandan radikal olarak farklılık gösterdi. Mısır, toplumun derin bir İslamizasyonuna maruz kalırken; İran, postİslamcı dönüşümü tecrübe etti. Fakat her iki ülkede de sosyal hareketler, siyasi rejimleri radikal olarak değiştirmede başarılı olamadılar.
sosyal hareketler, Müslüman çoğunluğun
Sosyal hareketler, devleti ve siyasi elitleri
yabancı hâkimiyet tehdidi, İslamcı muhalefet;
toplum hassasiyetlerine doğru ne şekilde
otoriter hükümetler arasında hapsolup kalmış
değiştirebilir? “Müslümanlar, eğer ‘varoluş
olan Orta Doğu’da ne ölçüde siyasi değişim
sanatı’nı tam öğrenirlerse kapsamlı siyaset ve
meydana getirebilir?
ahlaki düzen için çağrıda bulunan, kesintisiz bir
Söylemsel bir değişim, tek başına, gerçek bir kurumsal dönüşüme sebep olmak için yeterli
hareketi gerçekleştirebilirler.” diyerek yazımı sonuçlandırıyorum.
değildir. Hareketlerin, siyasi gücü alt etmesi gerekmektedir. Fakat nasıl olacak da şiddet yanlısı olmayan sosyal hareketler, baskıcı devletin gücüyle baş edebilecek? Son bölümde de belirttiğim gibi, her yana yayılmış sosyal hareketler, bir baskı altında kaybolup gidecek söylemlere sahip değildirler. Bilakis onlar, inişleri ve çıkışları olan, değişim ve faaliyetleri uzun süreye yayılmış çok yönlü süreçlerdir ve sürekli “ileriye doğru bağlantılar”8a sahip olduğunda, ilk fırsatta halk seferberliğini
Antonio Gramsci (1891-1937): İtalyan düşünür,
9
siyasetçi ve sosyalist kuramcı. (Çev.) Cihan Tuğal’ın, Koç Üniveristesi Yayınları’ndan çıkan
10
yeniden canlandırabilecek durumdadır. Kültürel
“Pasif Devrim” kitabı, bu konunun Türkiye’deki
üretimleri sayesinde bu hareketler, devletleri ve
yansımalarını irdelemektedir. Kitabın arka kapağından
siyasi elitleri; toplumun hassasiyetleri, idealleri, beklentileri yönünde yeniden yapılandırabilir ve sosyalleştirebilirler. Devletin sosyalleşmesi, Müslüman toplumlarda demokratik bir
bir alıntı şöyledir: Pasif Devrim, İstanbul’un bir zamanlar radikal Müslüman ilçelerinden Sultanbeyli’nin “ılımlı İslam”a dönüşümünü anlatıyor. Bu mahalledeki hayatın zengin bir etnografisini sunan bu kitap İslami aktivistlerin
dönüşümü desteklemek için aktif vatandaşlığın
nasıl örgütlendiklerini, 28 Şubat sürecinde nasıl geri
ve sosyal hareketlerin etkisini anlamada bir
çekildiklerini ve AKP tarafından nasıl massedildiklerini
ipucu verebilir.
anlatıyor. Tuğal, gözlemlerini Mısır ve İran örnekleriyle de karşılaştırarak Türkiye örneğini genel tarihsel bir bağlama da oturtuyor ve İslami politikaların, neden
İleriye doğru bağlantı (forward linkage), müşterilerle
8
üreticiyi birbirine bağlayan dağıtım zinciri. (Çev.)
104
başka yerlerdeki laik kapitalizmlere benzer bir şekilde entegre olmadığı sorusunun yanıtını arıyor.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Araştırma - inceleme
Konferans
Kur’an Metnini Anlama Yöntemi Olarak Hermenötik Muhammed Müctehid Şebusteri Abuzer Dişkaya:
gördüğü için kenara çekilip muhalifleşiyor. Daha
Bismillahirrahmanirrahim…
sonra kendisini, daha çok İran’da resmi dini
Esselamunaleyküm…
söylem haline gelmiş dini düşünceyi eleştirmeye
Hepiniz hoş geldiniz. Asıl konumuza geçmeden önce, ben Muhammed Müctehit Şebusteri’yi birkaç cümleyle size tanıtayım. Müctehid Şebusteri, 1937 yılında İran’ın Azerbaycan eyaletinin Şebüster şehrinde dünyaya geldi. Meşhur Mahmud Şebusteri’nin hemşehrisi yani... Yaklaşık 18 yıl İran’daki dini ilimler havzasında eğitim gördükten sonra Şehid Beheşti’nin davetiyle Almanya’ya gidiyor. Orada Hamburg İslam Merkezi’nin başkanlığını yapıyor çok uzun yıllar… Bu sürede tabii Batı düşüncesini bütün boyutlarıyla tanıma fırsatı buluyor. Devrim sürecinde İran’a geri dönüyor. Devrimden sonraki ilk mecliste milletvekili olarak bulunuyor. Ancak daha sonra devrimin asıl kadrolarıyla fikir ayrılığına düştüğü, siyasi gelişmeleri tasvip etmediği ve İran’daki demokrasi ve özgürlük ortamının giderek yok olmaya başladığını
adıyor ve bu yönde bazı temel kitaplar yazıyor. Yine bu resmi düşüncedeki mutlaklık iddialarını aşabilmek için özellikle hermenötik yöntemden istifade ederek klasik İslam düşüncesini, özellikle de siyaset fıkhını, siyaset düşüncesini eleştirmeye başlıyor. Bunun için, yaklaşık 20-25 yıl önce “Hermenötik Kur’an ve Sünnet” diye bir kitap yazıyor. Bu kitap, alanında İran’da yazılmış ilk kitap. Doğal olarak çok fazla gürültü koparıyor. Kabul eden reddeden birçok insan var bu kitabı. Onlarca, belki yüzlerce reddiye yazılıyor bu kitaba. Bu kitabı hala tercüme ediyoruz bu arada, inşallah yakında Mana Yayınları’ndan çıkacak. Daha sonra, bu kitaptaki düşünceleri daha iyi açıklayabilmek için özellikle de gelen eleştirilere daha iyi cevap verebilmek için “Resmi Dini Söylemin Eleştirisi” kitabını yazıyor. Sonra da “İman ve Özgürlük” kitabını yazıyor. Yani bunlar hep aynı kaygılarla yazılan kitaplar. Daha sonra yazılan bu kitaplar ilk kitabın şerhi maiyetinde. “Resmi Dini Söylemin Eleştirisi” ile “İman ve Özgürlük” kitabı Mana
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
105
Yayınları’ndan çıktı, inşallah diğer eserlerini de
belirleyerek onun bir metni nasıl anlaması
tercüme edeceğiz. Son kitabı da insan merkezli
gerektiğine karar vermek ve bunun ne anlama
bir dini düşünce üzerine münazaraları içeriyor.
geldiğini göstermek için iki örnek vereceğim.
Genel olarak Muhammed Müctehid Şebusteri böyle bir insan. İnşallah birazdan modern Kur’an hermenötiğine doğru bir konferans dinleyeceksiniz. Yaklaşık 45 dakika, inşallah kendileri konuşacak ben de tercümeyle sizlere hizmet etmeye çalışacağım. Ondan sonra da soru-cevap şeklinde devam edeceğiz inşallah. Teşekkürler.
Ehl-i Hadis ve Mutezile’nin yaklaşımlarını örnek olarak vereceğim. Şu şekilde anlayın ama başka şekilde anlamayın manasına gelen formel yaklaşım… Bu, mesela şundan farklıdır ki biz önce gelenin, “anlama”nın ne olduğuna dair ortaya felsefi bir teori koyalım ve ondan sonra metni anlamaya çalışalım. Bu da farklı bir şeydir. “Anlama” eyleminin ne olduğu… Çünkü
Şebusteri: Ders saatini bize ayırdığınız için size teşekkür ediyorum. Burada vaktimiz sınırlı olduğu için 12 maddede özetlediğim konuları size genel olarak açıklayayım ki, Kur’an hermenötiğinden ne kastettiğimiz iyice anlaşılsın. Kur’an hermenötiğinin anlamı, şu ana kadar Müslümanlar arasında yaygın bulunan tefsir yöntemi ve ilmi değildir. Kur’an hermenötiği, Kur’an’a yönelik yeni bir anlama teşebbüsü ve çabasıdır. İnşallah bunun ne anlama geldiğini şimdi açıklayacağız.
anlamak, insanın meydana getirdiği bir ameldir, bir eylemdir. Mesela “Bilmek nedir?” konusunda nasıl ki felsefi tartışmalar ve araştırmalar yapılıyorsa, “anlama”nın ne demek olduğuna yönelik de felsefi araştırmalar, tartışmalar başlamıştır. Çünkü mesela, ben size bir şeyler söylüyorum sonra size sorsam ki “Beni anladınız mı?” ve evet siz “anladım” derseniz işte burada bu “anlama”, kendi başına incelenmesi gereken bir olgudur. Ya da birisinin bir kitabı okuyup ondan sonra, “ben bu kitabı anladım” ya da “anlamadım”, ya da “bu kitabı anlamak çok zordur” demesi gibi artık günümüzde bu
Kur’an’a yönelik böyle yeni bir yaklaşım
“anlama”nın kendisi üzerine felsefi ve akli
içerisinde bulunup bulunmayacağımız meselesi
incelemeler ve tartışmalar yapılır.
başka bir konu. Ben burada sadece, size bu yeni
“Anlamak” artık okuyan ve okunan şeyden
yaklaşımın ne ve nasıl olduğunu anlatacağım. Doğal olarak bu yaklaşımı kabul edenler gibi reddedenler de var. Maalesef Kur’an’a getirilen bu yeni yaklaşımları reddeden insanların çoğu iyice düşünmeden bu yönteme karşı çıkıyorlar, yani bu yöntemin ve imkanlarının ne olduğunu bilmeden ona karşı çıkıyorlar. Bu yeni yöntemi birkaç başlıkta size açıklayayım. Birinci nokta şu ki, bu dini metinlerin anlaşılması yani kutsal metinlerin anlaşılması, bu yeni modern hermenötik ortaya çıkmadan önce, formel (biçimsel) bir yaklaşımdı. Din alimlerinden herhangi biri, mesela bu dini
bağımsız bir olgu olarak ele alınıp incelenir. Bizim klasik alimlerimiz bize önce bazı kurallar söylüyorlardı, sonra bu kurallara göre bu metni anlayın diyorlardı; ama “anlama”nın kendi başına ne anlama geldiği üzerine herhangi bir bahis, tartışma yapmıyorlardı. Bu konu günümüzde de henüz Müslümanlar arasında ciddi bir şekilde ele alınmıyor. Herkes diyor ki, işte falanca şeyi şöyle anlıyorum, öteki de diyor ki “ben de böyle anlıyorum”, bir sürü ihtilaf, anlaşmazlık meydana çıkıyor, ama hiç kimse ortaya çıkıp bu “anlama”nın kendisi nedir diye bir bahis, bir tartışma yapmıyor.
metni “şu şekilde” anlayın, başka bir şekilde
Bu konuyla ilgili iki örnek vereceğim.
anlamayın diyordu. Onlar önce bazı kurallar
Muhtemelen hepinizin zihninde Malik bin
ortaya koyuyorlardı sonra da diyorlardı ki,
Enes’e “Allah arşa istiva etti” ne anlama geldiği
metni yani Kur’an’ı bu kurallara göre anlayın
sorulduğunda ne cevap verdiğini muhtemelen
başka kurallara göre anlamayın. Bu, benim
hepiniz biliyorsunuzdur. Malik bin Enes’in
formel ve biçimsel olarak adlandırdığım anlama
cevabı şuydu: “İstivanın ne anlama geldiği
biçimidir, tefsir biçimidir. Ben bu yaklaşımın
açık, malum ama keyfiyeti meçhuldür ve
formel yani bir metni nasıl anlaşılması gerektiği
iman etmek farzdır, vaciptir. Onun ne anlama
konusunda muhataba emir vermek, bazı kurallar
geldiğini sormak, keyfiyetini sormak bidattır.”
106
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Cümleyi muhtemelen okudunuz. Malik bin Enes
Dini metinlerin bu şekilde formel anlaşılması
verdiği bu cevapta ne demek istiyor? Malik
sadece İslam dünyasına has bir durum
bin Enes keyfiyetini sormanın bidat olduğunu
değil. Hristiyan dünyasında da dini metinler
söylemesiyle aslında bunlarla ilgili hiç soru
o dönemde bu şekilde anlaşılıyor. Yaklaşık
sorulmaması gerektiğini söylemiş oluyor. Onun
olarak 300 yıl önce bazı filozoflar bir metni
bu sözünün anlamı şu ki, bize bir emir veriyor
anlamanın ne olduğuna dair sorular sormaya
yani formel bir şey söylüyor, bir yol gösteriyor
başladılar, yani böyle sorular zihinlerine geldi,
ki bize bu konularda soru sormayın. “O Rahman
akıllarına geldi. Bunlar aslında şunu demek
arşa istiva etti” kelimelerinden zahiri anlaşıldığı
istiyorlardı ki, birisi bir kitabı okuyup ben bu
kadarıyla, o kadarıyla yetinmemiz gerektiğini
kitabı anladım dediğinde, buradaki “anladım”dan
söylüyor, yani bunların sözlük anlamıyla
ne kastedildiği ya da “anlamadım” dediğinde
yetinmemiz gerektiğini söylemiş oluyor. O,
ne anlamadığı kastediliyor? Böyle bir insan
bizim bu metinden ne anlayabileceğimiz
ben bu kitabı okudum ve bu kitabı anladım
yönünde bir araştırma yapmamıza ya da bir
dediğinde kitaptaki kelimelerin sözlük anlamını
tartışma yapmamıza ya da bir soru sormamıza
mı anladığını kastediyor? Yoksa şunu mu demek
izin vermiyor. O, bizim bu kelimeleri sözlük
istiyor: Kelimeler aracılığıyla bana ulaştırılmak
anlamının ötesine geçip onlara yeni bir anlam
istenen mesajı mı anladım demek istiyor?
yükleyip tefsir etmemize izin vermiyor.
Kelimelerin sözlük anlamını değil de bu sözlük
Mutezile tefsirinin de Kur’an’ı okumasında böyle formel bir okuyuş olduğunu söylediğimde şunu kastediyorum; sizin de bildiğiniz gibi Mutezile, Kur’an’daki müteşabih ayetleri kendilerinin kabul ettiği akli temellere göre anlıyorlardı, tefsir ediyorlardı. Bu yüzden de onlar arasında akli, mecazi tefsir anlayışı ortaya çıktı. Mutezile’nin tefsir yöntemiyle ilgili yazdığı kitapta yani “Kur’an’ın Akli Yorumlanması” tefsir kitabında bunu geniş bir şekilde, ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Mutezile diyordu ki, biz aklımızla Tanrı’nın/Allah’ın cisim olmadığını anladığımız için, bundan dolayı da “işte Rahman arşa istiva etti” ayetinin mecazi bir anlamı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bundan dolayı da şöyle demişler; yani bu ayette Allah’ın evrenin her yerine hakim olması, kudretiyle gücüyle hakim olması. Dikkat edin ki Mutezile de burada bize bir nevi emir veriyor, destur veriyor, formel bir kalıp ortaya koyuyor. Bize diyor ki, bu metni şu şekilde anlayın başka şekilde anlamayın. Onlar diyor ki, bizim akli ilkeler olarak ortaya koyduğumuz şeylere göre metni anlayın, bunun dışında bir “anlama” Mutezile’ye göre caiz değil. Bu şundan farklıdır ki, bir kişi bu metnin kendisi dışından akli ya da formel başka bir şeyi kabul etmeden önce, metnin kendisinden somut varlığından ne anlaşılıyor diye metne
anlamları aracılığıyla ona ulaştırılmak istenen mesajı mı ya da mesajları mı anlamak istedim demek istiyor? Hepimiz işte kendimize sorarsak, akıllarımıza, zihinlerimize bakarsak bu, biz işte “bir metni anladık” dediğimizde kastettiğimiz şey kelimelerin sözlük anlamı değildir. Yani bir papağanın “ben susadım bana su verin” demesi mümkündür. Bu kelimelerin lafzi olarak ne anlama geldiği açıktır. Ama buna rağmen biz papağanın ne söylediğini anladığımızı iddia edebilir miyiz? Böyle bir iddiada bulunamayız. Eğer dikkat ederseniz böyle olduğunu görürsünüz. Kelimelerin, oradaki lafızların ne olduğu gayet açık olduğu halde böyle bir iddiada bulunamayız. Bu örneklerin basit olduğunun farkındayım, ama sizin daha iyi anlamanızı sağlamak için bununla da sadece “anlama”nın, cümleyi meydana getiren kelimelerin lafzi anlamını bilmekten başka bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Şimdi yaklaşık 300 yıl önce başlayan bir süreçte, işte bazı filozoflar bir metni anlamanın ya da insanların birbirini anlamanın ne anlama geldiği üzerine felsefi bahisler yapmaya başlamışlar. İşte böyle bir şeye yani anlamın kendi başına felsefi olarak ele alınmaya başlandığı günden bu yana, hermenötik dediğimiz şey ortaya çıktı. Modern hermenötik…
yaklaşmasından farklı bir şeydir, bu Mutezile’nin
Modern hermenötiğin konusu şudur: Önümüzde
yaptığı. Çünkü öncesinde belirlenmiş bazı ilkeler
bulunan bir metin olduğunu varsayalım.
var.
Bu metni anlayabilmek için, o “anlama”dan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
107
önce felsefi bir teoriye sahip olmanız gerekir.
ne Mutezile’nin yönteminin bu konularla
Modern hermenötiğin konusu budur. Siz sevgili
ilgilenmediği, tartışmadığı iyice ortaya çıkıyor.
öğrencilere şunu tavsiye ediyorum; “anlama”nın
Böyle bir felsefi soru çıktıktan sonra filozoflar
bir cümleyi meydana getiren kelimelere lafzi
buna farklı cevaplar verdiler. Anlamanın
anlamın anlamanın onu bilmek olmadığı
ne olduğuyla ilgili farklı cevaplar verdiler.
üzerinde iyice düşünmenizi tavsiye ediyorum.
Yaklaşık 200 yıl önce yaşamış Alman filozofun
Bir cümlenin kelimelerinin sözlük anlamını veya
dediğine göre, bir metnin ne anlama geldiğini
gramer özelliklerini bilmek anlam bilimle ilgili bir
anlayabilmek için hem o sözün söylendiği
şeydir, semantikle ilgili bir şeydir, hermenötikle
dilin özelliklerine dikkat etmeniz gerekir hem
ilgili değildir. Ona bizde delalet deniliyor. Oysa
de o sözü söyleyen kişinin zihnine nüfuz
modern hermenötikte kendisinden anlaşılması
edebilip onun hangi tür düşüncelere sahip
istenen şey, semantik kurallarla ya da semantik
olduğuna vakıf olmanız lazım, ancak bu şekilde
şeylerle bize verilen mesajın ne olduğunu
metnin ne anlama geldiğini anlayabiliriz.
anlamak. Aslında biz iki farklı anlamaya sahibiz.
Yani siz, o kişinin zihnine girmeden onun ne
Birincisi, bu sözü söyleyenini kastettiği şey, o
kastettiğini anlayamazsınız. Sizin bir metni
kelimelerle o cümlelerle anlatmak istediği şey ki,
anlayabilmeniz için müellifin yaşamına nüfuz
bu cümlenin sözlük anlamıdır. Yani bir cümlede
edebilmeniz gerekir, yani sadece zihnine girip
anlaşılan biri vardır. Biz cümleyi söyleyen kişinin
ne düşündüğünü bilmeniz değil aynı zamanda
ne dediğini anlamak istiyoruz, o cümleyle
yaşamına da dikkat etmeniz, bilmeniz, nüfuz
bize hangi mesajı vermek istediğini anlamak
etmeniz gerekir.
istiyoruz. Bazen biz bunu “anlamın ne anlama geldiğini anlamak istiyoruz” diye adlandırıyoruz, tabir ediyoruz.
Daha sonra Heidegger geldi ve aslında anlamak insanın varlığının anlaşılmasıdır, vücudun varlığının anlaşılmasıdır. Heidegger’e göre
Biz İran’da da böyle bir sorunla karşı karşıyayız.
insanlar bir metni anladığında aslında kendilerini
Orada da bu tür bahisleri açtığımızda bize
anlamış oluyor. Heidegger bu tartışmalarda
diyorlar ki, “Biz bu cümlelerin ne anlama
gelinen son noktayı temsil ediyor, ona göre her
geldiğini anlıyoruz zaten, ne diyorsunuz siz?”
asrın her çağın insanları içsel bir ufuk içerisinde
Onlar cümlelerin sözlük anlamını anladıklarına
yaşıyorlar. Bu ufuk onların kendilerini ve aleme
dikkat etmiyorlar. Biz zaten bundan
dair tecrübelerinin bir toplamı. Buna göre bir
bahsetmiyoruz, onu zaten hepimiz anlıyoruz.
okuyucunun bir metni anlayabilmesi, ancak
Modern hermenötikte bahsedilen konu, semantik düzeyde anladığımız şeyin “nedendir, nasıldır, niçindir?” gibi soruları sormak… Yani o anlaşılan şeyin bütün boyutlarıyla
okuyucunun içinde yaşadığı ufukla o metni meydana getiren kişinin ufkuyla, iki ufkun birbiriyle temas ettiği anda ancak bir metin anlaşılabilir.
incelenmesi, ele alınması, bu lafzi anlamların
Bu tür tartışmalara dikkat ettiğinizde,
hangi diğer anlamlarla birlikte olduğunu ortaya
modern Kur’an hermenötiği dediğimizde
koymak; bu cümlenin sözlük anlamı nasıl
şunu kastediyoruz: Birinci derecede şöyle bir
meydana gelmiş, nasıl şekillenmiş, bu sözlük
anlamı var ki Kur’an’ın metnini formel olarak
anlamlarının tarihsel zeminleri, tarihi zeminleri,
anlayacağımızı kastetmeyelim. Yani şu şekilde
hangi şartlarda söylendiği; öyle bir söz nasıl
düşünmemektir modern Kur’an hermenötiğinden
tefsir edilebilir, ona daha derin bir anlam ve
bahsetmek; Ehl-i Hadis, Mutezile ya da filozoflar
içerik nasıl kazandırılabilir, söylenen bu şeyin
ya da arifler bize Kur’an’ı şu şekilde anlayın diye
eksik ve fazlaları yani bunun kritize edilmesi,
formel kurallar belirlememişlerdir. Şu şekilde ki,
eleştirilmesi, anlamın hermenötik olarak
Gazali Kur’an’ı işte “şu şekilde anlayın ya da işte
incelenmesi gibi bu tür konularla, meselelerle
falanca müfessir tefsirin girişinde işte “Kur’an’ı
uğraşır. Yoksa kelimelerinin sözlük anlamıyla ne
şu şekilde anlayın” gibi artık bunlara dikkat
anlaşıldığıyla ilgilenmiyorum.
etmeyeceğiz, göz önünde bulundurmayacağız.
Bu noktayı iyice açıklığa kavuşturduktan
Şöyle düşünüyorum: Önümüzde Arapça
sonra örneklerini verdiğim ne Ehl-i Hadis’in
bir metin bulunmaktadır, bu Arapça metnin
108
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kendisinin bize ne dediğine bakalım, kelami
ortaya çıkmaz. İşte söyleyenin olmaması ya
inançlarımızı göz önünde bulundurmadan.
da dinleyenin olmaması durumunda dilden
Önümüzde duran bir metni, olgu olarak kabul
bahsetmenin hiçbir anlamı olmaz.
edip araştırmalıyız. Eğer bu yoldan gidersek yani önümüzde Arapça bir metin bulunmaktadır, biz bunu anlamak istiyoruz, bundan önce ortaya atılması gereken ya da açıklanması gereken bir şey var. Bu da dilin kendisinin ne olduğu. Arapça bir metin, Arapça diliyle yazılmış bir metin, bundan öte dilin kendisinin ne anlama geldiğine dair, ne olduğuna dair felsefi bir teorimizin olması gerekir.
Eğer biz böyle bir dil felsefesine sahip olursak, bunu kabul edersek ve bu dil felsefesiyle Kur’an’ın metnini anlamak istersek; Kur’an metni dilsel bir metin, insan diliyle (Arapça) yazılmış bir metin olduğu için, bu beş soruyu Kur’an’a yönelik olarak sormamız gerekir. Bu sözü söyleyen kim? Dinleyenler kim? Bu dilin şekillendiği kontekst, içerik, zemin nedir? Muhteva nedir? Hassas olan konu tam da
Dil nedir? Maalesef biz Müslümanlar arasında
buradadır. Biz eğer modern bir hermenötiğe
dil felsefesi fazla yaygın değil. İnsani dil,
sahip olmak istiyorsak buradan başlamak
beşeri dil antropolojik bir olgudur. Dil felsefesi
zorundayız. Bu mesele bizim zihnimizde
tartışmaları şudur ki; bizim, dilin ne olduğuna
olduğu kadar basit değil. İşte söyleyen
dair felsefi bir cevabımız olmalı. Yani felsefi
Allah’tır, dinleyen insandır ya da peygamberdir,
açıdan, beşeri dilin ne anlama geldiğine dair
bu mesele bu kadar basit değil. Bizim
dilin mahiyetinde dilin kendisinin farklı görüşleri
bahsettiğimiz; söyleyen, dinleyen, muhteva,
ve teorileri sunulmalıdır. Ben şimdi burada size
kontekst, bunlar ancak insanın tarihi yaşamıyla
günümüzde dil felsefecilerinin çoğunun kabul
anlam kazanan olgulardır. Sözü söyleyen kişinin,
ettiği felsefi bir yaklaşımdan bahsedeceğim.
kural olarak onunla tecrübe edebilecek bir ilişki
Dil, şekillerden meydana gelen bir sistemdir.
içerisinde olması lazım. Bir yol bulunsun ki
İnsan onun aracılığıyla kendisini ortaya koyar,
işte biz falanca bu sözü söylüyor diyebilelim,
kendisini açığa çıkarır, kendisini tabir eder,
tecrübi bir yol bulunsun, metafizik değil. Bunlar
kendisini anlatır. Kendisini diğerleri için anlaşılır
imani veya itikadi meseleler değil. Bunlar
hale getirir ve diğerlerini de kendisi için anlaşılır
bir dizi antropolojik meselelerdir, yani insan
kılar ve kendi bilgilerini kendi malumatını bu
yaşamıyla ilgili olan bir dizi antropolojik sorun
sistemle düzenli hale getirir. Bu yapıyla, bu
ve meselelerdir.
nizamla hakikati talep eder, elde etmeye çalışır ve onunla yaşamını sürdürür. İnsan yaşamı dil olmadan mümkün değildir. İnsan dil olmadan yaşayamaz.
Şimdi buradan hareketle sorarsanız; size göre bu Kur’an’ı söyleyen kim? Ben cevap olarak Tanrı diyebilirim, bu mümkündür. Ya Allah onu Peygamber’in kulağına okumuştur,
Bu nizamın, bu sistemin 5 asli unsuru
fısıldamıştır, ya da Allah önce Cebrail’e
bulunmaktadır: Birinci asli unsur, söyleyen;
söylemiştir, Cebrail de sonra Peygamber’e
bu sözü söyleyen bir kişi olması lazım. İkinci
fısıldamıştır. Allah’ın tenzil etmiş olduğu
asli unsur, sözü dinleyen ya da okuyan
kelamıdır. İşte siz bunları kelam ve felsefe
kişidir. Üçüncü asli unsur, dilin yapısıdır;
kitaplarında okurken bunlarla karşılaşıyorsunuz,
yani bizim şunu İngilizce şunu Türkçe şunu
ama bunlar ikna edici cevaplar değiller.
Arapça dememizi sağlayan unsurdur. Pek çok
Çünkü Kur’an’ı hem Müslümanlar anlıyor, hem
göstergenin bir araya gelmesiyle oluşmuştur.
müşrikler, gayrimüslimler anlıyor. Peygamber’in
Dördüncü unsur, bu dille konuşan bir cemaatin,
zamanında da Kur’an’ı hem Müslümanlar
bir topluluğun olmasıdır. Bir dille konuşan, bir
anlıyordu hem müşrikler, kafirler anlıyordu.
dille iletişim sağlayan bir topluluk olmadan
Siz Kur’an’a dikkat ettiğinizde Peygamber’in
bir dil meydana gelemez. Beşinci unsur da bu
muhaliflerle ve müşriklerle tartıştığını
diyalogda ifade edilen içeriktir, muhtevadır. Eğer
görürsünüz. İşte Peygamber diyor siz niye
bu beş asli unsur bulunursa ortada dil diye bir
bunu kabul etmiyorsunuz? Onlar da bunun
şey vardır. Eğer bu beş unsurdan herhangi birisi
karşılığında cevap veriyorlar, soru soruyorlar,
olmazsa aslında dil dediğimiz şey şekillenmez,
yani bir mücadele, bir diyalog var Peygamber’le
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
109
muhatapları arasında. Dolayısıyla bunların
ki Kur’an’daki bütün kelimeler ve cümleler
Kur’an’ı anladığı anlaşılıyor. Hem Müslümanlar
Peygamber’in kelimeleri ve cümleleri değil,
hem gayrimüslimler anlıyor Kur’an’ı.
diğer bir taraftan bir alemden, Peygamber’e
Şimdi soru şudur ki; o dönemde hem Müslüman’ın hem gayrimüslimin anladığı orta anlama göre, yani o insanlara göre bu sözün söyleyeni kimdir? Şu soruya şöyle cevap veremeyiz: Hem Müslümanların hem gayrimüslimlerin bu sözü söyleyenin Tanrı olduğuna inandığını söyleyemeyiz, çünkü müşrikler ve kafirler zaten Tanrı’nın varlığına inanmıyorlardı. Ama ortak olan bir söyleyen
söylenmiştir. Peygamber de diğer bir alemden gelen bu sözleri diğerlerine sadece aktarıyor, söylüyor, işte genel olarak bizim zihinlerimizde bulunan şey bu. O zaman işte bu metni hem Müslümanlar hem müşrikler tarafından nasıl anlaşıldığı sorusuna cevap veremeyiz. Ki onlar ne Cebrail’in varlığına inanıyorlardı ne Tanrı’ya. Yine de metni anlıyorlardı. Nasıl anlıyorlardı metni? Bu konuda düşünün…
vardı, hem Müslümanların hem gayrimüslimlerin
Kesinlikle bu yoldan gitmemiz, ilerlememiz
kabul ettiği. Bugün de mesela, ben bir
gerekir ve nereye çıkacağımıza bakmamız lazım.
Müslüman olarak Kur’an’ı anladığımda ve
Modern Kur’an hermenötiği bu tür şeylerden
aynı şekilde bir oryantalist de Allah’a ve
bahsediyor, tartışıyor. Hiçbir şekilde vahye karşı
İslam’a inanmadığı halde Kur’an okuyup
değil, ona muhalefet etmiyor, reddetmiyor. Artık
anladığında, demek ki ikimizin arasında ortak
bu teoride, bu analizde Kur’an’daki kelime ve
bir anlama var. O zaman ortak söyleyenin de
cümleler Peygamber’in kelime ve cümleleridir,
kim olduğunu ortaya çıkarmamız gerekir. Bu
başka bir yerden gelmemiştir. Bu durumda
tamamen hermenötik bir analiz ve tahlildir.
vahyin anlamı da Allah’ın ona verdiği güç
Bahsettiğim şey şöyle ki, müminlerden ve
ya da verdiği destek ki bu destek sayesinde
gayri müminlerden oluşan bir cemaat “biz bu
Peygamber bu sözleri söyleyebilecek hale
metni anlıyoruz” dediğinde ortak kabul ettikleri
geliyor. Bu oluyor vahiy. Eğer sizler Kur’an’daki
“söyleyen” kim? Söyleyen”in kim olduğunu
bütün kelimelerin ve cümlelerin Cebrail’in ya da
ortaya çıkarmadan, kabul etmeden, bu soruya
Allah’ın olduğunu söyleyen bir ayet olduğunu
cevap vermeden Kur’an’ın hem müminler hem
düşünüyorsanız, hayır, Kur’an’da kesinlikle böyle
de gayrimüslimler tarafından nasıl anlaşıldığı
bir şey yok. Böyle bir ayet Kur’an’da yok. Eğer
sorusuna cevap veremeyiz.
fırsat olsaydı, siz olduğunu iddia etseydiniz, ben
Sevgili öğrenciler, bu analizden şu sonuca
de size olmadığını gösterebilirdim.
varmak istiyorum ki, Kur’an metni birinci
Kur’an’da, bunları Peygamber’in vahiyle
derecede bir insan kelamı olarak -ki o
söylediği söylenir. Yani biz işte bu vahyi şu
Peygamber’dir- anlaşılmaktadır. Bu sözü
şekilde anlıyoruz; Allah’ın Peygamber’e olan
söyleyeni hem Müslümanlar tanıyor hem
ilahi yardımı olarak okuyoruz, tefsir ediyoruz.
gayrimüslimler. Hem Müslüman diyor “bu
Peygamber bu yardım sayesinde bu sözleri
Muhammed’in kelamıdır”, hem müşrik diyor “bu
söyleyebilecek hale geldi. “İki Hikmetin Bir
Muhammed’in kelamıdır”. Müminle gayri mümin
Araya Getirilmesi” kitabında deniliyor ki,
arasındaki fark, mümin bu merhalenin bir
Mutezile’nin bu vahyi, Allah, işte önce bazı
adım ötesine geçiyor ve diyor ki; Peygamber’in
sesler yaratıyor sonra da Peygamber bunu
söylediği bu sözü ilahi vahiy aracılığıyla bu
kulağıyla duyuyor ya da bütün bu sözlerin
sözleri söylüyor. Müminin gayri müminden
hepsi batıldır. Tekvin kitabında, varoluş
farkı budur. O söylüyorsa söz onun sözü,
kitabında yani varlık aleminde, kendisini
Peygamber’in sözü. Cümleler onun cümleleri,
ayetleri aracılığıyla Muhammed’e göstermiştir
kelimeler onun kelimeleri ama onun arkasında
ve o da varlık kitabını okuyor, tekvin kitabını
Allah bulunuyor. Yani Tanrı onu teyit ediyor,
okuyor ve tekvin, Peygamber tarafından
destekliyor ki, bu sözleri söyleyebilsin. Bu işte
okunmasıdır, tefsirdir. Ama ona göre bu okuma
Kur’an’da “gönderilme” olarak söylenen şeydir.
tamamen Peygamber’e aittir, hem kelimeleri
Bu Kur’an’da kendisine vahiy denilen şeydir.
hem cümleleri hem lafızları Peygamber’in
Veya bu şekilde anlamazsak, eğer dersek
lafzıdır. Bu tür konuları, tartışmaları mantıksal
110
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sonuçlarına götürdüğümüzde imanımızın zarar
birçok yerinde görülen bir ilkeden, temelden
göreceğini falan düşünmeyin. Eğer biz bunlara
bahsediyorum. Kur’an’da bazı ayetler
devam edersek, bizim imanımız daha vakur ve
bulunmaktadır. Bu ayetlerin zahirine göre
daha çok kabul edilebilir bir hale gelir. Bizim
birisi Peygamber’le konuşmaktadır. Mesela “de
gençlerimiz asıl bu vahiy kavramların ne anlama
ki” diye başlayan ayetler. Veya işte “Kur’an’ı
geldiğini anlayamazlarsa, soru soramazlarsa,
ezberlemek için acele etme” diye başlayan,
onları makul bir şekilde anlayamazlarsa dinden
yani Peygamber’e hitap eden ayetler. Bu
uzaklaşırlar. Biz bu şekilde Kur’an’ı daha iyi
ayetlerin zahiri, birisinin bu sözleri Peygamber’e
anlayıp, tefsir edebiliriz.
söylediği yönünde. Onlarca böyle ayet vardır. Bu
Sabrınızdan dolayı teşekkür ediyorum. Biraz uzadı yine de ama bunlar sadece bu konunun gelişinin küçük bir kısmı. Sadece girişi bile anlatabilmek için uzun bir süreye ihtiyacımız var. Soru: Şebusteri’nin vahiyle ilgili düşüncesi tam
durumda, bu tür ayetler için bizim genel-geçer bir çözüm yolu bulmamız gerekiyor, ne anlama geldiklerine dair. Peygamber’e hitap eden kişi acaba Peygamber’in kendisinden başka birisi mi? Biz bu tür sorularla İran’da da karşılaşıyoruz.
olarak nedir?
Bu tür şeyleri tartışa tartışa işte bize diyorlar
Cevap (A. Dişkaya): Bizim geleneksel
ve o hitap eden kişi Tanrı’dır diyorlar. Hemen o
algımızda vahiy, Kur’an’ın kendisidir. Bu yeni okuyuşa göre vahiy, Peygamber’le Allah arasında bulunan ilişkidir. Yani Peygamber’e bu sözleri söyletebilme gücü, yardımıdır. Cevap (Şebusteri): Bunu iki merhalede konuşabiliriz. Birinci merhalede, bu tür felsefi bahisleri tartışabiliriz. Bunlar felsefi bahisler,
ki, Kur’an’da birisi Peygamber’e hitap ediyor felsefi bahisleri unutuyorlar ve diyorlar ki işte birisi Peygamber’e hitap ediyor ve O, Allah. Yani okuduğunuz ayeti Tanrı, Peygamber’e söylüyor. Önce bazılarını kabul ediyoruz, sonra bunun ortasına geldiğimizde bu sefer öncekileri reddediyoruz. Bizim kabul ettiğimiz temellere göre Kur’an’da Peygamber’in kendi kendisine
konulardır. Eğer bu felsefi bahisleri kabul
hitap ettiğine dair bir sürü örnek var.
edersek, işte o zaman gidip bu tür ayetlerin
Biz edebiyatta da bir şairin kendi kendisine
ne anlama geldiğini tartışabiliriz. Ama eğer kastınız şuysa ki, yani böyle bir ayet olduğu için ve bu ayeti müfessirler, bizim şu ana kadar gördüğümüz şekilde anladığımız şekilde tefsir etmişlerdir, anlamışlardır, işte bu yüzden bu felsefi bahisleri kabul etmiyoruz. Bu olmaz. Şöyle denemez ki, ben bu felsefi tartışmaları Kur’an’da şöyle bir ayet olduğu için kabul etmiyorum denemez. Felsefi tartışma, felsefi tartışmadır. Hem cevabının hem de eleştirisinin felsefi olması gerekir. Eğer biz araştırarak ve eleştirerek, nihayetinde bu felsefi kabullerimizin doğru olduğu sonucuna vardıysak, o zaman işte o ayetin ne anlama geldiğine dair bir yol bulmamız lazım. Ben size soruyorum: Siz bunlardan hangisini kastediyorsunuz? Yani bu ayet olduğu için ben bu felsefi şeyleri kabul etmiyorum mu diyorsunuz, yoksa şunu mu kastediyorsunuz: Eğer bu felsefi bahisler, tartışmalar doğruysa bu ayet ne anlama geliyor? İkincisi herhalde… İkincisini kastediyorsak, ben Kur’an’ın
hitap ettiği bir sürü örnek ve misale sahibiz. Yani kendi nefsiyle konuşuyor. Farsça bir şiir okuyayım Sadi’den: “Ey Sadi, iyi insanlar hiçbir zaman ölmez!” Bunu eğer birisi dışarıdan duyarsa birisinin Sadi’ye “Ey Sadi” diye hitap ettiğini sanır. Oysa Sadi kendi kendisine söylüyor. Hafız şiirlerinde de kendi kendisine hitap ediyor. Pek çok şiirde, edebi, metinlerde bunlar var. Bu edebi bir sanattır, tarzdır. Eğer Kur’an’ı da çok önemli ve gelişmiş bir edebi metin olarak kabul edersek, o zaman metnin pek çok yerinde Peygamber’in kendi kendisine hitap ettiğini görürüz. O ayeti okuduğumuzda sadece şu meseleyi halledebiliriz ki, o kendi kendisine şöyle diyor; sana vahiy ezberletilmeden önce, acele etme. Buna göre, ona bir şey geliyordu, yani ezberletileceği için ona bir şey geliyordu. Ben de ona bir şeyin geldiğini kabul ediyorum. Ama o gelen şey ve bu ayette vahiy olarak adlandırılan şey, kelimeler ve cümleler değil. Ona ulaşan ilahi enerji, güç, yardım. Kendi kendisine diyor
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
111
ki; sabret, o enerjiyle dolasın ki ondan sonra konuşasın. Mesela, siz sanatçıların yeterince sabredip o hisle dolduktan sonra rol yapmaya başladıklarını, şarkı söylemeye başladıklarını görmüş olmanız lazım. İlahi vahiy de böyle bir
SORU: Hermenötik okumaların Batıni okumalardan farkı nedir? CEVAP: Farkı şu ki; Batıni okumalarda ortada bir metot yoktur, sistem yoktur. Bir Batınici Kur’an’daki herhangi bir kelimeyi mesela, azap kelimesini başka bir şekilde tevil ettiğinde bunu nasıl tevil ettiğini bize gösteremez, tecrübe olarak gösteremez. Bu yüzden pek çok yerde Arap dilinin yapısının ve sisteminin dışına çıkıyorlar. Onlar zahiri olarak terk ediyorlar. Batıni bir anlamdan bahsediyorlar. Bu batıni manayla, zahiri anlam arasında organik bir bağ kurulmamalıdır. Bu hermenötik yöntemle zahir bir kenara bırakılmaz, terk edilmez. Zahirden anlaşılan şey için ikinci defa yeni bir anlam ortaya konur. Tefsirde nesnellikten bahsetmek zordur. Yani nesnellikten kasıt şudur ki; ben bu metinde bir anlam olduğunu kastediyorum, sabit bir anlam ki, ben de tam olarak o sabit olan şeyi anlamak istiyorum, anlayabilmek istiyorum. Bu tam da işte modern hermenötik taraflar arasında bulunan bir ihtilaf konusudur. Bazıları böyle bir sabiti anlamanın mümkün olduğunu kabul ediyor, bazıları da etmiyor. Kişisel olarak Kur’an’ı incelediğimde, okuduğumda, şuna daha çok meylediyorum ki; Kur’an’da sabit bir anlam peşinde olmayıp belki onun yerine metinle birlikte yüzelim, hareket edelim, yolculuk edelim diyenlere daha çok temayül ediyorum. Ben böyle bir tefsir anlayışını Kur’an’a daha mutabık görüyorum. Çünkü benim Kur’an’dan anladığım, Kur’an ayni bir şeyden haber veren bir metin değil, felsefi
www.islamiyorum.com
şeydir.
ve mantıki anlamıyla ihbari cümlelerden oluşan bir metin değil. Kur’an alemin bir okumasıdır. Alemle birlikte yaşamak istiyor. Yani yaşamaktır Kur’an, bilmek değil.
112
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Deneme
Şehadet Tutkusu mu, Yaşam Korkusu mu? Latif Kınataş Kendini Hakka ve mazlum halka adayanlara
önüne çıkan engelleri kaldırmaya dönük arızi bir
selam olsun!..
durumdur, esas değil. Bu gözden kaçırıldığında
Netameli bir konu olduğunun farkındayım,
savaşın kendisi amaç haline gelebilir.
ama önemine binaen yine de yazmalıyım.
Yıllar önceydi, dünyada soğuk savaş hakim
Söyleyeceğimi çok dikkatli söylemeliyim
iken Afganistan’da işgal ve sıcak savaş olanca
biliyorum; ama nasıl söylersem söyleyeyim
şiddetiyle sürüyordu. Bizler, soğuk savaş
faturalar çıkacak kesin. Şu açıklamayı yaparak
ortamında fikri (ideolojik) mücadele içinde iken,
başlarsam söyleyeceklerim daha sağlıklı anlaşılır
biri ile birkaç saat konuştuk (ilk görüşmemizdi).
sanırım:
Bu uzun görüşmeden sonra arkadaşımızın şu
Amacım, Allah’a sözünü yerine getirip gitmiş veya vadini doldurup çeşitli şekillerde bu dünyadan göçmüş olanların durumunu değerlendirmek değil; onları bu yazının konusu sananlar baştan yanlış okurlar. Benim konum yaşayanlardır; yaşayanların inanç ve mantalitesidir. Tezatlar dünyasında yaşıyoruz. Varlık zıtlıklar üzerinde. Sulh ve sükun ise bu zıtlıklar arasındaki denge ile korunuyor. Varlık dünyasında bu dengeyi görüyoruz. Toplumların birbirini savması, bireyin oksimoronik yapısındaki çatışma bu dengenin ifadesidir. Birey kendi içinde selamı/barışı gerçekleştirmek için mücadeleye başlar, ardından evrensel barış için mücadele eder. Fakat amaç, mücadelenin bir boyutu olan kıtal anlamındaki savaş değil barıştır ve itminandır. Kıtal ise bu itminanın
değerlendirmesi kendisi gibi birçok kimsenin ruh halini ve fikri açmazını çok güzel yansıtıyordu: “Abi güzel, söylediklerin doğru, haklısın. Ama o kadar çok kimse o kadar farklı şeyler söylüyor ki insanın kafası karışıyor. Şaşırıyorsun; o düşünce mi bu düşünce mi, o cemaat mi bu cemaat mi?! Bence yapılacak en güzel şey, cenneti garanti edecek tek şey Afganistan’a gidip savaşmak; orada kafir, düşman belli karşında, işte işgalci Ruslar, savaşır ölürsün, cennete gidersin!” O gün ilginç bulduğum bu ruh halinin benzerleri ile daha sonraları birçok kez karşılaştım. Birisi ciddi ciddi Çeçenistan’a gidip oradan cennete geçmek istiyordu; gerekçe aynı... Neden böyle bir tercihin peşindeler diye sorduğumda, “Ne yani kötü bir şey mi cenneti istemek?” diye tepki göstermişti anlatan. Geçebilirdi de ona sözüm yok! “İyi de oradakiler o günlerde açıklama yapıyorlar; bizim savaşacak adama
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
113
ihtiyacımız yok, bize en iyi yardım sesimizi
Bize göre iyinin egemenliği için yapılır. Önce
dünyaya duyurmanızdır diyorlar ” diyerek ancak
bireyin kendi içinde başlar iyilik ve kötülük
anlatabilmiştim derdimi. Halbuki esas anlatmaya
mücadelesi (91/7-10). Sonra çevreye yayılır,
çalıştıklarım güme gitmişti.
iyinin egemenliği için toplumsal mücadele süreci
Soğuk savaş ortamında donanlar, kendilerini sıcak savaşın ortasına atarak kurtulmak
yaşanır. Ardından, evrensel bir medeniyeti kurma ve yaşatma süreci olarak devam eder.
istiyordu. Bosna, Çeçenya vb. gibi kurtuluş ve
İşte savaşı bütün bu boyut ve süreçleriyle
cennet yolları açılıyordu sürekli ve insanlar/
kabullenemeyip kaldıramayanlar, onun tek bir
gençler yaşamak ve yaşatmak yerine öldürmeyi
boyutuna odaklanırlar ya da tek bir sürecinde
ve ölmeyi seçmeye devam ediyordu. Oldukça
takılırlar.
ironiktir; yaşayarak kurtulmak yerine ölümle kurtulmak. Zira sözün bittiği yerdir bura…
Topyekun ve kapsamlı bir mücadeleden, dar ve tek boyutlu sıcak savaşa sığınmak nasıl bir
Halbuki bizim inanç ve değerler sistemimizde
zafiyet göstergesi ise, iktidarın gerektirdiği
esas olan, ölüm ve öldürmek değil yaşam ve
çetin ve geniş sorumluluklara karşı dar ve sınırlı
yaşatmaktır. Seyyid Kutub, kardeşi Emine’ye
muhalefet kalelerine sığınmak da benzer bir
yazdığı mektubunda, “Kardeşim görüyorum ki
zafiyetin göstergesidir diye düşünüyorum.
ölüm seni endişelendiriyor. Ölümden korkma! Ölüm nedir ki, hayat sofrasından dökülen kırıntılarla geçiniyor. Çevrene bir bak, her yerden hayat fışkırıyor…” diyerek hayatın esas olduğuna vurgu yapıyor ve onu teselli ediyordu. Bunu söylerken hapiste idamını bekliyordu. Ama o hayatını, öldürmek değil hayat veren fikirler ve değerleri yaymak üzere kurgulamıştı. Evet, konjonktür müsaitti her zaman olduğu gibi. Savaş için her türlü neden ve zemin vardı. Filistin, Bosna vb. sıcak savaşın olduğu yerler, savaşın dayatıldığı, ora halkına savaştan başka seçenek bırakılmadığı yerlerdi, bu başka bir gerçek. Bu durumda, “Zulme uğramaları nedeniyle savaşanlara izin verilmiştir…” (22/Hac 39, ayrıca; 60/Mümtehine 9, 4/Nisa 75,89,91) Ancak ben şunları sorguluyordum: Savaştan ne anlıyoruz? Nasıl bir savaş? Kim adına savaş? Kim savaşım verebilir? Savaşın sahibi ne istiyor? Adına savaştıklarımızı yok etmeyi mi kurtarmayı mı veya öldürmeyi mi yaşatmayı mı hedefliyoruz? Yoksa ne olursa olsun biz sadece savaşırız mı diyoruz?
kavramın doğasında korunmayı, savunmayı ve savmayı içkin olduğu anlamına gelir. Fıtri ve meşru olan savaş, yok etme değil var olma, saldırma değil savunma/savma savaşıdır. Mücadele etmeksizin her şeyin hazır olduğu bir yaşam yani cennet bizim arzumuz, özlemimiz, amacımız olarak var olacaktır. Ve oraya kavuşma inancı bizim hayatımızı anlamlı, savaşımızı meşru ve makbul hale getirecektir. Ancak kısa yoldan cennet yok, bütün süreçleriyle iyilik mücadelemizin ucundadır cennet ; “Sizden öncekilerin başına gelenler sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız…” (2/ Bakara 214) Cennet, cennetin sahibini razı etmekle girilebilecek bir yerdir ve oraya onun yolundan gidilir; kimsenin daha kısa yollar bulması mümkün değildir. Baskı altında zorlanırsın, bunalırsın, dara düşersin, zaafa düşersin; ama sen çile ve engellerle dolu uzun ve meşakkatli yolu seçti isen, cennetin yolunu değiştiremezsin. Seyrin değişirse mesir (varılacak yer)in de
Tarih bu soruları yanıtlayamaksızın savaşıp ölenlerle doludur. Bu soruların doğru yanıtlarının bulunmadığı savaş, körü körüne verilen bir savaş olacaktır.
değişir. Cennete gitmenin şartını cennetin sahibi belirlemektedir ve cennetin sahibi hayatın da sahibidir, dolayısıyla mücadelenin/savaşın da…
Canlı olmanın kaçınılmaz gereğidir savaş. Hayatın anlamı. Savaş bittiğinde hayat bitmiş demektir. Onun için savaş bir varoluş mücadelesidir; bireysel ve toplumsal olarak…
114
Savaşın hayatla (adeta) özdeş olması demek,
Peki, sahip/malik ne istiyor? İnananları yeryüzünde ıslah ediciler olarak tanımlayan Allah, onlardan en güzel şekilde mücadele etmesini istiyor: “Onlarla en güzel
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
şekliyle mücadele et!” (16/Nahl 125) İstenen şey bellidir; iyilik ve takva yarışı. İyilik mücadelesi, iyi olmak ve iyi olanı yaygınlaştırmaktır. Yaşamak ve yaşatmak; ama
Unutmayalım; idare ve siyasetten arındırılmış bir sünnetten geriye ya dondurucu pasifizm ya da öldürücü şiddet kalır. İnsanlığa gereken ise hayat veren ruhtur.
bozguncular değil ıslah ediciler olarak… Ekini ve
Nasıl bir zatın sorgulanmaz egemenliği
nesli yok etmek değil korumak… Yakıp yıkmak,
altındaysanız, nasıl bir tanrıya inanıyorsanız,
tahrip etmek değil imar, inşa ve ihya etmek…
hayatınız da ona göre şekillenir. Tanrınızın
En güzel şekilde mücadele edilirken savaş dayatılırsa yani siz istemediğiniz halde savaşa sürüklenirseniz, o zaman izin verilir ve sıcak savaşın da en güzelini yaparsınız. Savaşın kıtal ile ilgili boyutu da burada başlar. Toplumsal savaşları ancak bireysel savaşları kazananlar verebilir. Bireysel savaş ise öncelikle fikirler ve ardından değerler dünyasında verilir. Bu uzun vadeli, sabır gerektiren, kafa konforunu
özellikleri/sıfatları sizde tecelli eder. Ya da tanrınızın hangi sıfatları ile sıfatlanma gayretinde iseniz, hangi sıfatlarına inanmışsanız o sıfatlar sizin olaylara bakışınızı, yaşam biçiminizi oluşturur. “Rahman ve rahim olan Allah’ın adı ile” diye her işine başlayan insanların yaşam felsefesinde neden “cabbar ve kahhar” sıfatları dengesiz bir şekilde öne çıkıyor?
yıkıp uyku devrini bitiren bir mücadeledir. Bu
Nasıl bir Allah’a inandığımızı gözden geçirmek
mücadele ise ilerleme kaydederek sürdürülebilir.
dileğiyle…
Aksi halde tatminsizlik, bıkkınlık, yılgınlık baş gösterir. Bu durumda fertler ya pasif konuma geçerek nesneleşir ya da fevri bir atılım yaparak kurtulmak ister.
Bize iman, ahlak, siyaset, basiret kısaca hayat dersi veren, örnek olan, model sunan Resul’e/ resullere ve onların örnekliğini gözeterek yaşayanlara selam olsun…
Kurtuluş arzusu, batmaya tabii ki tercih edilir. Ancak takdire şayan olan, bireyin kendini kurtarmasından ziyade toplumların kurtuluşu için verilecek mücadeledir. Bu ise gerçekten ağır bir sorumluluktur. Herkesin taşıyabileceği bir yük değildir. Hamaset ve duygusallıklarla gerçekleştirilebilecek bir dava da değildir. İyi okumayı gerektirir, sabır ve metanet gerektirir, feraset ve basiret gerektirir, plan ve proje gerektirir, bu plan ve projeyi teenni ile uygulayacak siyaset ve akıl gerektirir. Realiteden kopuk bir idealizm yerine toplumsal gerçekliği görmeyi gerektirir. Bütün bunlardan yoksun olanlar, Ebu Cendel olayını ve Peygamber’in oradaki tutumunu anlayamazlar. Toplumsal değişimin bir süreç işi olduğunu, nesil ya da nesiller alabileceğini anlayamazlar. İslam toplumu içinde, damgalı bir münafığın (İbn Selül gibilerin) -hayatının sonuna kadar- güven içinde yaşadığını hatta ölümünde, Allah Resulü’nün neredeyse cenaze namazını kılacak olduğunu hiç düşünüp ders çıkarmazlar. Bir fitne çıkarmaya kalktığında onu öldürmek isteyen arkadaşlarına “Muhammed arkadaşlarını öldürtüyor dedirtmem” diyerek karşı çıkan Peygamber’in reel politiğini görmezler.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
115
Gündem
Müslümanlar ve Anayasa Metin Yılmaz Yeni Anayasa Süreci
olan AKP’nin, seçimlerde aldığı oylara ciddi
Anayasalar toplumların kurucu metinleridir. İktidarı sınırlama, yöneten yönetilen ilişkisine denge getirme arayışlarının bir neticesi olarak ortaya çıkmışlar ve beşer hayatındaki gelişmelere paralel olarak “birlikte yaşamanın” teminine doğru evirilmişlerdir. Toplumlar artık farklı etnik, siyasi, dini, mezhebi kimlik sahiplerini bünyelerinde barındırmaktadır. Üstelik insanlık farklılıklara tahammülsüzlükten, farklı olanı ötekileştiren ve ikinci sınıflaştıran yaklaşımlardan, farklılıkları kabullenme ve farklılıklara rağmen birlikte yaşama fikri olgunluğuna ulaşmış bulunmaktadır. Dün çoğunluk olanın azınlık olana kendini dayatması gayet doğal kabul edilirken, bugün azınlıkların
katkı da yaptı. Hükümet kurulduktan kısa bir süre sonra yeni anayasa çalışmaları başlatıldı. Muhalefet partileri de bu sürece katılmak zorunda kaldılar. Anayasanın 2012 yılının sonuna yetiştirilmesi planlanıyor. Ancak sıkıntılı ve karamsarlığa sevk eden bir süreç yaşanıyor. Bir kere, yoğun gündemler (ki bunların birçoğu suni) nedeni ile anayasa gündemden düştü, adeta unutuldu. Muhalefetin çok umurunda değil zaten, bu yüzden ağırdan alıyor, çekinceler ortaya koyuyor, kolaylaştırma yerine zorlaştırmayı tercih ediyorlar. Yaşadığımız şu günlerde sürece ön ayak olan AKP’nin bile niyeti, değişimi isteyip istemediği ve ne kadar değişim istediği sorgulanmaya başlandı.
hak ve özgürlüklerinin durumu daha çok dikkat
AK Parti’nin eski Genel Başkan Yardımcısı
çeker hale gelmiştir. Bireyin hak ve özgürlük
Dengir Mir Mehmet Fırat, Taraf gazetesinden
sahibi oluşu, dini, dili, rengi, milleti ne olursa
Neşe Düzel’e verdiği bir mülakatta şu
olsun eşitliği evrensel bir değer olarak beşerin
değerlendirmeleri yapıyor: “Benim yeni anayasa
zihin kodları arasındaki yerini almıştır.
yapılacağına dair bir ümidim yok. Bu Meclis’ten
Dünyada böyle olumlu gelişmeler olurken TC anayasası hala çağ dışı zihniyetini koruyor. Ne iktidarı sınırlayabiliyor ne de birlikte yaşamaya katkı yapabiliyor. Yapısal sorunları var. Bu yüzden devletin, çoğunluğun ve güçlünün tahakkümüne engel olamıyor; bireylerin, azınlıkların, resmi ideolojiden başka bir düşünceye ve inanca sahip olanların mağduriyet ve çilesini sona erdiremiyor. Ürettiği sorunlar ve zulümlerle değiştirilmesi için gerekli her türlü alt yapıyı bizzat kendisi oluşturmuş bulunuyor. Nitekim son seçimlerin temel argümanlarından
yeni bir anayasa çıkmaz. Zaten çıkmaması için her türlü şey yapıldı. İki parti, ‘Mevcut anayasanın üç değişmez maddesi değiştirilemez’ diye kırmızıçizgiler koydu. Değişmez maddeler kalacaksa, o zaman yeni bir anayasa yapmaya gerek yok ki... Böyle bir yöntemle anayasa yapılmaz! İki parti anayasanın değişmez maddelerine dokunulmasın diye kırmızıçizgilerini açıkladıktan sonra AK Parti’den de bazı yetkililer, ‘Bu üç maddeye dokunmasak olur’ diye beyanat verdiler. Bu beyanatı duyduktan sonra AK Parti’nin yeni anayasa yapmada ayak sürüdüğü
biri, anayasayı değiştirmekti. Bu fikre ön ayak
116
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kanısı bende hâkim olmaya başladı.”1 Hukukçu Prof. Dr. Ergun Özbudun’un da konuyla ilgili değerlendirmeleri dikkate değer: “Meclis’te partiler arasında bir Uzlaşma Komisyonu’nun kurulmasıyla sanki yeni anayasa için büyük bir adım atılmış gibi bir intiba ve beklenti var toplumda ama… Anayasa Uzlaşma Komisyonu bence ölü doğmuş bir bebek. Komisyon’un çalışma usulleri hakkında on beş maddelik bir düzenleme kabul edildi. Mesela oybirliği şartı aranıyor. BDP’nin ve MHP’nin, Kürt sorunu üzerinde ortak bir noktaya gelebileceğini tasavvur edebiliyor musunuz? Radikal Türk milliyetçisi bir parti ile radikal Kürt milliyetçisi bir partinin ortak bir noktada buluşması mümkün değil. Dört partinin oybirliği sağlayamayacağı daha pek çok sorun var. Dolayısıyla ‘oybirliği’ şartı, o komisyondan bir metin çıkmayacağını zaten gösteriyor. Ayrıca Komisyon’un çalışmalarını baştan itibaren zora sokan başka ilkeler de var. Mesela bir parti Komisyon’a katılmayı reddederse çalışma duruyor. Diyelim ki, dört partiden biri olan BDP ya da MHP, ‘ben bu işte yokum’ derse Komisyon dağılmış oluyor. Hatta bir parti üç oturama gelmezse, Komisyon faaliyetlerine son veriyor. Bir başka gariplik de, eğer Komisyon’da bir anayasa metni oluşursa, bu metin, Meclis Anayasa Komisyonu’nda ve Genel Kurul’da değiştirilemeyecek. Meclis’i tamamen devreden çıkarmak demek bu. Böyle bir şey mümkün değil. Bu yöntemle, yüzde altı oy alan bir partiye kesin bir veto hakkı tanımış oluyorsunuz. Oysa son sözü söylemeye hukuken de, siyaseten de hakkı olan Meclis Genel Kurulu’dur. Dolayısıyla Komisyon’un çalışmasını düzenleyen 15 ilke, sanki bu anayasa işi nasıl olmasın diye konuldu baştan.” 2
oradan gelen ses de çok cılız kalıyor, yeterince ilgi çekmiyor. Süreç her konuyu siyasi ranta dönüştürmek isteyen “oy” dalkavuğu bir grup parlamentere kalmış görünüyor, onların hali de içler acısı, ne ufukları yeni bir anayasa yapmaya müsait, ne de iradeleri. Yeni anayasa ile ilgili beklentilerin her geçen gün biraz daha azaldığı bir süreci yaşıyoruz.
Müslümanlar ve Anayasa İçinde yaşadığımız toplumu oluşturan insanların nerede ise tamamına yakını kendini İslam’a nispet etmesine rağmen, büyük bir kısmı İslami bir bilince sahip değiller ve sahip olmak gibi bir istek ve çabaları da yok. Bu yüzden zihinlerinde İslam’la hayat arasında dolayısı ile de İslam ile devlet ve İslam ile anayasa arasında bir bağ kurmuyor, kurulmasına da karşı çıkıyorlar. Hayat, siyaset ve konumuz olan anayasa ile ilgili konulara yaklaşırken İslami endişelerle hareket etmiyorlar. Hayata maddi fayda gözlüğünden ya da aidiyet hissettikleri etnik, siyasi, ideolojik, parti kimliği penceresinden bakıyor ve kendilerinden başkasını da pek düşünmüyorlar. Anayasayı kendileri için istiyor, kendini -menfaat, ideoloji, grup, cemaat- koruyacak, kollayacak bir anayasa talep ediyorlar. Kendileri için yapılan anayasanın başkaları tarafından da kabul edilmesini bekliyorlar. İslami endişelere sahip olanların büyük bir kısmında da sorumluluktan kaçan, elini taşın altına koymayan apolitik bir yaklaşım hemen göze çarpıyor. Hadise “yaparım, yapalım, bu soruna çözümü ben/biz bulalım, çözüme katkı yapalım” diyen sorumlu bir yaklaşımdan ziyade başkalarından bekleyen sorunlu bir yaklaşımla ele alınıyor. Birilerinin onlar adına düşünmesi, karar vermesi, yapması bu topraklarda bir geleneğe dönüşmüş. Üstelik bu
Halkta anayasa ile ilgili “devlet baba yapsın,
sefer kendilerince mazeretleri de var! Birilerini,
önümüze koysun” şeklinde bir beklenti var.
anayasayı değiştirsin diye seçtiler, meclise
Bunun bile sıkı bir takipçisi değil, hızla akan
gönderdiler. Sonuçta seçtiklerinin yaptığına
yoğun gündemler içinde anayasa konusu
da razı olacaklar, anayasada yapılacak küçük
gündeminde gözükmüyor. Sadece anayasa
değişiklikler bile onları tatmin etmeye yetecek.
mağdurlarının ve yaşadığı şartların iyileşmesi
Üstelik onlar, anayasa ile ilgili beklentileri, “derin
için anayasa değişikliğini bir imkan olarak
devlet, güç, iktidar, şimdilik zamanı değil, ehveni
görenlerin konuya ilgisi devam ediyor, fakat
şer” vb. gerekçelerle törpülemeye çalışacak ve
Taraf gazetesinden Neşe Düzel’in yaptığı röportajdan.
1
Taraf gazetesinden Neşe Düzel’in yaptığı röportajdan.
2
eleştiriler karşısında seçtiklerinin avukatlığına soyunacaklar.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
117
Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz
için ideoloji değiştirilerek her sorunun çözüleceği
kesim, hayata ve hadiselere karşı sorumluluk
kanaati hakim. Beşeri ideolojinin yerini din,
hissiyle dolu olanlar. Zira onlar sahip oldukları
yani İslam, beşeri hükmün yerini ilahi hüküm,
iyi niyet ve hassasiyetleriyle, sorumluluk
yani Kur’an alınca bütün sorunların sona
anlayışlarıyla, ufuklarıyla, düşünmeye, değişime
ereceği düşünülüyor. Ama esas soru bir türlü
ve değiştirmeye talip oluşlarıyla bu topluma
sorulmuyor;
(dünyaya), toplumun yaşadığı olumlu süreçlere katkı yapma potansiyeline sahipler. İsterlerse
Hangi Kur’an?
anayasa sürecinde de aktif ve olumlu bir rol
Hangi İslam?
üstlenebilir ve daha iyi bir sonucun ortaya
İslam ve Kur’an algılarımız birbirinden o
çıkmasına katkı yapabilirler. Ancak var olan potansiyel bir türlü harekete geçmiyor, ne fikre ne de eyleme dolayısı ile hayra dönüşmüyor. Zira kendini tanımlamakta, toplumla, mücadeleyle, yöntemle, birlikte yaşamakla ilgili konuları ele alışta sorunlar var. Ve bu sorunlar, anayasa kavramına, yeni anayasa hazırlanma sürecine ve yaklaşımlara da yansıyor. En genel sorunumuz olan hadiseleri yeterince düşünmeden, analiz etmeden, önünü arkasını araştırmadan, tartışmadan yaklaşım belirleme durumu, burada da söz konusu. Araştırmaya, analize, tartışmaya ihtiyaç da hissetmiyoruz. Zira bütün sorunlarını çözmüş, bütün soruların cevaplarını bulmuş bir duruş içindeyiz. Sadece kendimiz için değil başkaları için de. Öyle iddialıyız ki, bütün iyilikler, güzellikler bizde; her türlü sorunun çözümü bizde; bütün hastalıkların devası bizde. Derdi olan bize gelsin, çözüm arayan kapımızı çalsın, akıl isteyen bize sorsun. Biz kim?
algısını diğer algılara üstün görerek, gerçeğin sadece kendisinde olduğunu söylüyor ve Kur’an’la, İslam’la kendini özdeşleştiriyor. Hal böyle olunca kendinde “kendine çağırma hakkını”, başkalarında ise düzelme, değişme zorunluluğunu görüyor. Bu kibir kokan yaklaşımla “ben” diyor, “bende” diyor, “bana gel”, “benim düşünceme gel, benim çatıma, gölgeme sığın, benin Kur’an’ıma gel, benim İslam anlayışıma gel” diyor. Anayasa içinde “ben yaparsam olur, benim dediğim olursa olur” yaklaşımını sergiliyor. Ve itiraz ettiği “alın size anayasa diyen yaklaşıma” karşı “alın size anayasa” yaklaşımından başka bir şey ortaya koyamıyor, yani “Ne mutlu Türküm diyene” yerine “ne mutlu Müslüman’ımı” öneriyor. Doğruları tekelleştiren ve mutlaklaştıran bu yaklaşım, her konunun itikadi bir mesele olarak ele alınmasını beraberinde getiriyor. Hemen hemen her konu özle ilişkilendiriliyor ve her türlü farklılık, inanç ayrılığına bağlanıyor. Netice de;
Aslında ortada bir biz de yok ya. Bütün cevaplar birkaç “üstad”da, birkaç “abi”de, birkaç “şeyh”te. Daha doğrusu herkesin kendi abisinde, şeyhinde, liderinde; dolayısı ile cemaatinde. Kimse bir başkasının aklına, fikrine ve tecrübesine muhtaç değil, ama herkes “O”na/ onlara muhtaç. Evet, ne yazık ki Müslümanlar bütün sorunlarını çözmüş gibi, çözüm bizde diyen yaklaşımlarıyla öne çıkıyorlar öncelikle. Zihinlerde anayasa kavramı Kur’an ile özdeş. Anayasa ile ilgili her sorunun çözümü, Kur’an’ın anayasa olmasına ve ideolojik, laik ve faşist anayasanın yerini ilahi kitabın almasına bağlanıyor. Bu yaklaşımın arkasında da anayasanın ideolojisiz olamayacağı ön kabulü var. Bütün sorun ideolojide görüldüğü
118
kadar farklı ki. Üstelik her algı sahibi kendi
1. Doğruları tekelleştiren, 2. Algıları, anlayışları mutlaklaştıran, 3. Her konuyu itikadi bir meseleye dönüştüren yaklaşımlar; Müslümanların birlikte düşünmelerine, istişare etmelerine, kafa kafaya vermelerine, tartışmalarına, sağlıklı bir diyalog kurmalarına izin vermiyor. Daha önce referandum konusunda ortaya çıktığı üzere, birbirini kırmadan, ötekileştirmeden tartışma, düşünme başarı ve olgunluğunu göstermekten çok uzağız. Farklı fikirlere kapılar kapalı. Onlar duymak bile istenmiyor. Nitekim yapılan sempozyum
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ve paneller farklı görüşlerin gündeme geldiği
çözüm aradığında, aranan çözüm arayışlarına
zeminler olmaktan çok, benzer görüşlerin dile
katkı yapmak istediğinde, karşılarına yine
geldiği ortamlar oluyor. Herkes kendisinin
Müslümanlar dikiliyor. Niçin? Çünkü onlar cahili
en doğruya sahip olduğunu düşündüğü
toplumda sorunların çözümünün ancak İslami
için başkalarından da kendi fikrini duymak
bir devrimden sonra gerçekleşen İslami bir
istiyor, kendi fikrini duymaktan hoşnut oluyor.
yönetimle mümkün olacağını düşünüyorlar.
Farklılıkları dışlıyor, kulağını tıkıyor ve bir
Anayasa sürecine bir şekilde dahil olunmasına
türlü anlamaya çalışmıyor. Ve bu sağlıksız
da bundan dolayı karşı çıkıyorlar. Herkesin
yaklaşımlarla, kapalı ortamlarda gündeme gelen
de böyle düşünmesini istedikleri içinde
benzer fikirler, konunun düşünülmesinden çok
referans aldıkları ayetleri Müslümanların
kanaatlerin pekişmesine hizmet ediyor.
karşısına dikiveriyorlar. Hem de kendileri
Analitik yaklaşımların olmadığı, en doğru sonuçlara ulaşıldığının düşünüldüğü, farklı fikirlere kapalı, tartışmadan ve eleştiriden
gibi düşünmeyenleri, ayeti anladıkları gibi anlamayanları, vardıkları sonuçlara varmayanları dışlayan, ötekileştiren bir üslupla.
yoksun ortamlarda düşünce gelişemez,
Oysa birbirimizi aynılaştırmak yerine anlamaya
derinleşemez; tersine gittikçe yüzeyselleşir,
çalışmak daha doğru ve hayırlı bir yaklaşım
sığlaşır, sloganlaşır ve konular, sloganlarla ifade
olurdu. Herkesin aynı şeyleri aynı şekilde
edilir, tartışılır hale gelir. Sloganlarla yapılan
yapmasını beklemek yerine farklı alanlarda,
tartışmalar ise sadece taassup ve fanatizmi
aynı alanlarda da olsa farklı şekillerde uğraş
besler. Artık her şey ya siyah ya beyazdır.
vermesini desteklemek gibi. Bugün ön kesenlere
Karşıdaki ya kabul eder ya da reddeder. Kabul
değil ön açanlara ihtiyaç var. Farklılıkları
eden kardeş olur, reddedense öteki.
tekleştirme yaklaşımının ön açan değil ön
Oluşturulan böylesine sağlıksız ortamlardan da sağlıklı sonuçlar çıkmaz. Ne düşünce ne kişilik ne de hareket gelişir. Düşüncenin yerini sloganlar, ezberler; fikir söylemenin yerini dikte etme ve dayatmalar; düşünen, araştıran, soran, eleştiren yaklaşımların yerini “dinle ve itaat et” yaklaşımları alır. Tek başına bile olsa kendi ayakları üzerinde duran bireylerin yerini, başkalarına muhtaç, harekete geçmek için talimat bekleyen, yapılması gereken için abinin, üstadın, liderin gözüne bakan bireyler alır ki; bunlardan lidere, yönetici kadroya yönelik bir eleştiri gelme ihtimali yok denecek kadar azdır. Sevdikleri tarafından dışlanma, ötekileştirilme korkusu insanlarda akıl ve dil tutulması ortaya çıkarır her zaman.
kesen olduğunu görerek, İlhami Güler’in ifadesi ile Kur’an’la, “ayetle birbirimizi dövmekten, ötekileştirmekten vazgeçerek” işe başlayabiliriz. Farklılıklarımız zenginliktir, bir imkandır, değerlendirebilirsek. Kendimizi yenilememiz gerek. Yeni yaklaşımlar, yeni diyalog tarzları bulmaya, oluşturmaya ihtiyacımız var. İçinde anlama çabası, kafa kafaya verme, birlikte düşünme, eleştirme, uyarma, hakkı ve sabrı tavsiye etme olan. İslam’ı bir yaşam biçimi olarak gören Müslümanların, anayasa konusunda yaklaşımları farklı farklı. Aynı yaklaşımı ifade edenlerin bile gerekçelerinde farklılıklar var3. Buraya kadar bir sorun yok aslında. İşin tabiatı bu, ümmetin hali bu, vakıamız bu. Sorun, bu
Doğruları tekelleştiren yaklaşım birilerinde dikte etmenin, dayatmanın, fetva vermenin tarz haline gelmesi sonucunu ortaya çıkarırken; birilerinde de itaati, fetva almayı, ne düşünmek gerektiğini sormayı tarzlaştırır. Maalesef bu tarz, ezberlerin tekrarından başka bir sonuç ortaya çıkarmaz. Asla yeni bir düşünce, fikir ve eylem üretmez. Üstelik yeni düşüncelerin, yeni yaklaşımların, yeni arayışların önünü de keser. Müslümanların bir kısmı toplumun sorunlarına
farklılıkların aramıza engel olarak konmasında. Hal böyle olunca anayasa konusunda kimin ne düşündüğünün bir önemi kalmıyor açıkçası. Çünkü farklılıkları araya engel dikmek hep bir yanımızı eksiltiyor, yan yana olması gereken, kafa kafaya, omuz omuza vermesi gerekenleri birbirinden uzaklaştırıyor. Keşke Allah rızası için elini taşın altına koyanlarımız, kendi düşünceleri Bu farklılıkları geçen sayıda (İslamiyorum sayı 8)
3
yaptığımız anayasa soruşturmasında da görmek mümkün.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
119
kadar kendileri gibi düşünmeyen Müslümanların
başka bir sonuç ortaya çıkarmıyor, bu ilişki
düşüncelerine de değer verseler. Kendi yaptıkları
biçiminde ısrar etmek yeni zulüm ve acılara kapı
kadar onların yaptıklarını da önemseseler.
açmaktan başka bir anlam taşımayacaktır. Bu
Biz, bu konudaki yaklaşımımızı, geçen sayıda anayasa konusunda yaptığımız soruşturma da ortaya koyduk. Fikir sahiplerinin fikirlerini baş tacı yaparak, birini diğerine tercih etmeden dergimiz sayfalarında yer verdik. Sempozyumlarda yapılamayanı yaptık. Kendi adımıza hepsinden istifade ettik. Umarız ilgilileri için faydalı ve ufuk açıcı olmuştur.
yüzden insanlara, birlikte yaşamaktan başka bir seçenek kalmıyor. Peki, ama bu nasıl sağlanacak? Önce herkes bir adım geri atacak. Kendisi olacak ama kimseyi belirlemeye kalkışmayacak. Kendi dini olacak, inancı olacak, ideolojisi olacak, etnik aidiyeti olacak. Ne olmak istiyorsa onu olacak ve istediği kadar olacak, ancak kimse bir
Kendi düşüncemizi de Müslümanların merhamet,
başkasına kendini dayatmayacak, zorla kendine
hoşgörü ve anlayışına sığınarak ortaya
benzetmeye çalışmayacak. Kendini dinini
koyuyoruz. Bizim fikrimizi ifade etme kadar
ve ideolojisini anlatacak, fikrini söyleyecek,
okuyanların eleştiri hakkı olduğunu da biliyoruz.
eleştirecek ancak baskı ve zora başvurmayacak.
Her birimizin yanlışlarımızı düzeltmemiz
Etnik anlamda Türk’ün Türk olduğu kadar
gerektiğini bildiğimiz kadar.
Kürt’ün Kürt olma, Ermeni’nin Ermeni olma, Laz’ın Laz olma hakkı olacak. Müslüman’ın
Anayasalar Artık “Birlikte Yaşama” Projeleridir
dininin gereklerini yerine getirme hakkı kadar,
İçinde yaşadığımız toplum farklı etnik, ideolojik,
yaşam biçimine müdahale edilmeyecek.
dini, mezhebi, kültürel aidiyetleri bünyesinde
Hristiyan’ın da, Yahudi’nin de dinlerini yaşama hakkı olacak ve hatta ateistin bile inancına ve
barındırıyor.
Sonra bu farklı aidiyet sahipleri, aidiyetlerini
Bu durumda izlenecek iki yol var.
gelerek aralarında selam ve barışın tesisi
Birinci yol; güçlü olanın devleti de ele geçirerek farklılıkları yok sayması, herkese kendi etnik kimliğini, din ve ideolojisini, hukukunu dayatmasıdır. TC tarihinde olduğu gibi. Bu seçenek her zaman bir iktidar mücadelesi ortaya çıkarır. Her güç sahibi egemen olma mücadelesine katılır, egemen olur olmaz da kendini dayatmaya başlar. O yapmasa diğeri aynı şeyi yapacaktır. Öne çıkanın din, ideoloji
kapıda bırakarak değil, aidiyetleriyle bir araya ve sürekliliği için bir hukuk oluşturacaklar. Düşünce ve inançlarını değil, nasıl bir hukuk oluşturacaklarını tartışacaklar. Birisi kendisi için ne istiyorsa karşısındaki için de onu isteyecek, kendisi için neye razı oluyorsa karşısındakilerden de ona razı olmasını bekleyecek. Ne eksik ne de fazla. Dolayısı ile bu hukuk, inancı, kimliği, aidiyeti ne olursa olsun insanı, insan olarak ele alacak ve eşit kabul edecek. Eşitlik gibi adalet
ya da etnik kimlik olması olayın tabiatını
de temel ilkesi olacak.
değiştirmez. Ve ortaya sadece zulüm çıkar.
Bir toplumda yaşayan bütün insanların aynı
Egemene zulmünden dolayı karşı çıkanlar, çözümü egemenin kimliğini değiştirmekte ararlar, ancak ilişki biçimini sorgulamazlar. Dolayısıyla bugün boyun eğen yarın egemen olmak, belirlenen iken belirleyen olmak, yok sayılırken, yok olduğuna ikna edilirken artık kimin ne kadar var olacağını, sınırları belirleyen
etnik aidiyette birleşmeleri tabiatlarına aykırı iken; dinde, ideolojide, inançta bir araya gelmeleri mümkün değilken; bir hukuk etrafında bir araya gelebilmeleri pekala mümkün. Ve aslında bir arada yaşamanın tek yolu. Anayasa, farklı aidiyet sahiplerinin birlikte
olmak ister.
yaşamasını mümkün kılan temel ilke ve
İkinci yol; selam ve barış içinde birlikte
İşte bu yüzden anayasalar artık bir birlikte
yaşamayı başarmaktır. Birinin diğerine egemen olduğu, kendini dayattığı ilişki biçimleri, tanığı ve şahidi olduğumuz üzere zulüm ve acıdan
120
esasları belirler, hukuka da alt yapı oluşturur. yaşama projesi olarak ele alınmalıdır. Ve yine bu yüzden onun, toplumu oluşturanlardan bir kısmının sahip olduğu aidiyete, ideolojiye,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kimliğe bürünmemesi gerekir. Bu durum
Ancak Müslümanlar bir masanın etrafında
ancak toplumun homojen bir yapı gösterdiği
başkaları ile beraber oturmaya, beraber
durumlarda ya da diğer kesimlerin gönül
belirlemeye hazır ve razı değiller. İlla baskın
rahatlığı ile razılaştığı durumlarda söz konusu
olmak, belirleyen olmak, hakim olmak istiyorlar.
olabilir ki, Kur’an’ın anayasa oluşunu da ancak
Anayasanın beraber yazılması gerektiğini
bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.4
görmezden gelip yazan, belirleyen, son sözü
Kur’an bir anayasa olabilir; ancak herkesin Müslüman olduğu ve İslam’ı da aynı şekilde anladığı bir toplumda. Farklı aidiyetlerin olduğu yerde ise ancak onların gönül razılığı ile böyle bir rol üstlenebilir. İlla Kur’an anayasa olsun dersek bu böyledir. Kaldı ki, Kur’an gibi hayatı ve hadiseleri evrensel ilkelerle ele alan bir kitabı, anayasa gibi zamanla ve mekanla mukayyet bir metinle özdeşleştirmek hiç de gerekli değildir. Aksine sakıncalar içeren bir durumdur. Olumsuzlukların Kur’an’a mal edilme ihtimali bile bizi bundan alıkoymalıdır. O anayasaların anasıdır ve içinde bulundukları toplumlarda anayasa için diğerleri ile bir masa etrafına oturan Müslümanların referans
söyleyen olmak istiyorlar. Bütün sorunların çözümünü bulmuş bir psikolojiyle hadiselere “Benim inancım doğruysa, insanlığın selameti için herkesi ona uymaya zorlarım5” şeklinde yaklaşıyorlar. (Kur’an’ın anayasa olmamasının bir diğer nedeni de bu) Onlar, dayatma fiiline değil dayatana ve dayatılana karşılar. Bir dinin ya da ideolojinin diğerlerine egemen olmasına, kendini dayatmasına değil kendilerinden başkasının egemen olmasına, kendilerine dayatılıyor olmasına karşılar. İnsanlığın selameti, sorunların çözümü bizde, biz belirlersek, biz yazarsak, biz olursak huzur, barış ve adalet gelir inancındalar. Sanki diğerleri aynı iddiada değilmiş gibi.
aldıkları başvuru kaynağıdır. Müslümanlar hayat
Oysa vakıamız İran’da, Arabistan’da, Sudan’da
ve hadiselerle ilgili ilke ve prensipleri ondan
ve nice Kur’an’ı/şeriatı, anayasa olarak kabul
alırlar ve kafa, kalp ve hayatlarına yazarlar;
eden veya anayasalarında Kur’an’ı referans
bir müzakere masasına oturacakları zaman da,
aldıklarını iddia eden toplumlarda/cemaatlerde
o ilkelerle otururlar. Ve o ilkelerin anayasada
bunun tersine şahitlik ediyor. Ne yazık ki,
yer alması için dayatarak değil önererek,
küçük cemaatlerimiz içinde bile lider sultasına,
gerekçelendirerek, niye olması gerektiğini
hiyerarşik yapılanmalara, abiciliğe, çözüm
anlatarak, ikna etme mücadelesi verirler. İşleri
bulamamış durumdayız. Bırak başkalarını, bizim
çok da zor değildir aslında. Zira bu ilkeler,
gibi düşünmeyen Müslümanlarla bile birlikte
evrensel ve insanlık adına gerekli, her insanın
yaşamak şöyle dursun bir masa etrafında
itibar edeceği, hatta talep ettiği ilkelerdir.
toplanmayı başaramıyoruz. “Çözüm bizde”
Mesela; adalet her insanın özlemidir. İnsani
diyenlerin çözüme ihtiyacı olduğu çok açık.
muamele her insanın görmek istediğidir. Eşitlik ve özgürlük her insanın kendi hak hanesine yazdığıdır.
Üstelik dışarıdan bakanların da Müslümanlarda bir gelecek görmediğinin farkına varmak gerek. İslam’dan, Müslümanların iktidarından
Bir masaya oturabilseler! Aslında elleri o kadar
korkuyorlar. İslam’a aidiyet hissi taşıyanların
güçlü ki.
bile bir kısmı Kur’an’ın anayasa olarak gündeme
“Eğer Medine’de yalnız Müslümanlar oturuyor
4
olsalardı belki bir anayasaya gerek kalmazdı. Çünkü
gelmesinden, şeriattan ürküyorlar. Onları İslam’ın dışına itmek, korkuları haksız ve yersiz
Müslümanlar Resulüllah’ın (a.s.) her söylediğini kabule,
bulmak kolay, “benimle selam ve barış gelir”
her emrini yerine getirmeye hazırdılar. Hükümet
demek bir iddia, fakat hadisenin çözümüne
idaresinin bir şarta bağlanması ihtiyacını duymazlardı.
katkısı yok. Hadisenin çözümü ise öncelikle şu
Mademki Medine’de Müslüman olmayanlar da vardı. O halde hükümet idaresinde takip edilecek usulün bir yazılı şarta bağlanması gerekiyordu. Nihayet hükümet idaresinin yürütülmesinde takip edilecek usulü bir
soruya vereceğimiz cevapta: Allahın dini geldiği gün ümit olduğu, ön açtığı, yol aydınlattığı, huzur ve adaleti getirdiği, birlikte selam
muahede şeklinde kaleme aldılar.” Hamidullah, “İslam’da Anayasa”, s. 82. Muhammed Hamidullah’ın
İslamiyorum Sayı 9, “Farklı Kültürlerin Birlikte
5
İslam Kamu Hukuku İle İlgili Görüşleri (Yüksek Lisans
Yaşamasının İmkanı ve Çok Kültürlülük Tezleri”, Nuri
Tezi), Fatih Selgeçti
Yılmaz
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
121
içinde yaşamayı temin ettiği halde ne yaptık,
özgürlük, adalet, selam, barış istikametinde
nasıl yaptık da O’nu bir öcü haline sokmayı
değişmesinde bir köşe taşı olan anayasa
başardık? Fevc fevc (grup grup) kendine koşulan
sürecine aktif olarak katılsalar. Aslında daha iyi
bir din iken korkulan, kaçılan bir dine nasıl
bir anayasa talebinin, katkı yapmaya çalışmanın
dönüştürdük?
yukarıda ifade ettiğimiz daha iyi arayışından
Bunun arkasında, dinimiz Allah adına, İslam adına bile olsa zoru, zorbalığı, dayatmayı meşru görmediği halde, bizim “Benim inancım doğruysa, insanlığın selameti için herkesi ona uymaya zorlarım” düşüncesi ile ortaya koyduğumuz yaklaşım ve uygulamaların olduğunu görmek gerek. Tahammülsüzlükle, zor ve zorbalıkla anılan bir camia olduk. Zorla baş kapattıran, zorla namaz kıldıran, başkalarına kendini dayatan, diğerlerine yaşama hakkı tanımayan, tanımak istemeyen. Söylemlerimiz
hiç de farkı yok. İslami mücadele şartlarını da iyileştirme arayışı. Özgürce anlatmak, konuşmak ve yaşamak isteğinden daha doğal ne olabilir. İslam’ı anlatmanın ve yaşamanın önünde illa engeller mi olmalı. İslami çalışmalardan dolayı illa baskı ila karşılaşmak zorunluluğu mu var? Müslümanların üzerindeki baskıyı kaldırmak ve önlerini açmak için yapılan bir hamleye Müslümanlar niye sessiz ve seyirci kalsın. Orada gerçekleşen her değişim herkes kadar onları da ilgilendirmiyor mu?
de bu yaklaşımlara çanak tutuyor. İçinde
Kaldı ki Allah yolunda asıl olan her zaman yolda
yaşadığımız dünyanın ve toplumun sorunlarına
olmaktır. Baskı ve eziyetle karşılaşmak ise bir
karşı İslam’ın hakimiyetinden, İslam gelecek
sonuçtur. Böyle bir sonuçla karşılaşıldığında,
sorunlar bitecek demekten başka bir önerimiz
direnmek, yolda sabit kalmak bir erdemdir
yok. Çözüm olarak kendimizi kurtarıcı
şüphesiz. Ancak eziyetin kendisi bizatihi amaç
olarak göstermekten başka bir argüman
değildir. Kolay varken zoru tercih etmemek,
geliştiremiyoruz.
zorlaştırmamak gerek.
İnsanların çözüm arayışlarında, daha iyiye
Anayasa değişimine olurundan fazla anlam
ulaşma çabalarında da yokuz maalesef.
yüklemek de yanlış, kıymet vermemek de.
İnsanların kıymet verdiği, birçok şeyin düzelmesi için bel bağladığı anayasa konusunda bile onları rahatlatacak bir yaklaşım içinde değiliz. Çabaları küçümsüyor, sürece bir şekilde iştirak eden Müslümanları hemen hedef tahtasına yerleştiriveriyoruz. İnsanların daha
Müslümanlar açısından, herkes için şartların kısmen iyileşmesinden daha öte bir anlamı yok. Asla yeterli görmemek, daha fazlasına talip olmak şart. Daha kat edilmesi gereken çok yol, değişmesi gereken çok şey var toplumda. Hep de olacak zaten.
iyi arayışlarının gözümüzde bir kıymeti yok.
Müslümanlar toplumdaki değişimlerin hayra
Mükemmele odaklıyız ve hatta ona sahibiz ya!
ve iyiliğe doğru olmasını istiyor ve sürece etki
Oysa olayı şöyle değerlendirsek basitçe: İnsan, yaşam şartlarını çok yönlü olarak iyileştirme çabası içindedir. Çalışanlar daha çok kazanmak isterler. Bir yerden başka bir yere gidenler, ulaşımda hızlı ve rahat olanı tercih ederler. Alışverişe çıkanlar daha kaliteli, daha dayanıklı, daha ucuzu ararlar. Eskiyeni
etmek, katkı yapmak istiyorlarsa, değiştirmeye kendilerinden başlamaları gerektiğini görmeliler. Toplumla, toplumun sorunlarıyla, insanlarla ve dindaşlarıyla ilişkilerini gözden geçirip yeniden biçimlendirmek zorundalar. Değişime öncü olmak isteyenlerin, değiştirmeye kendilerinden başlamaları kaçınılmaz.
yenisi ile değiştirir, iş görmeyenin yerine daha iyisini alırlar. Her yerde, her zaman şartları iyileştirme çabası, Müslümanların da dışında kaldığı bir çaba değildir. Aynı yaklaşımı topluma ve toplumsal sorunların çözümüne karşı da sergileseler. Toplumda, ideolojik dayatmanın, askeri vesayetin, derin devletin, etnik ve mezhebi çatışmaların bitmesinde, toplumun,
122
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
Bir İnsanlık Düşmanı Olarak Bomba Murat Özbay 28 Aralık 2011 gecesi, Şırnak’ a bağlı
CHP’ye göre, “33 kurşunun”1 2011 versiyonu
Uludere’deki Ortasu köyü sınır noktasında elim
olarak AKP tarafından düzenlenen bir
bir olay yaşandı. Ailelerinin iaşesi için sınırda,
operasyondu. Siyasi otorite hesap vermeliydi.
katırlarla mazot ve tütün kaçakçılığı yapan bir grup (35 kişi) köylü hiçbir suçları olmadığı halde katledildiler. Hem de onların can ve mal güvenliğini sağlaması gereken devlet tarafından atılan bombalarla.
AKP ise, sözcüsü ve genel başkan yardımcısı Hüseyin Çelik’in ağzından “Bu bir operasyon kazasıdır.”; Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ağzından “Olayı kasıtlı saymayın. Bu istisnai bir olaydır.” yorumunu yapıyordu.
Olay vahimdi, acı da büyük. Nedense toplum olarak bu tür olayları aklıselim ile değerlendirme melekemizi kaybedeli çok zaman oldu. Hadise hemen siyasi malzemeye dönüşüverdi siyasilerin elinde. Onlar da
Olayın bir başka baş aktörü olan Genelkurmay, 1940’lar, savaş, kıtlık ve kaçakçılık zamanı! Türkiye’den
1
İran’a şeker, hayvan ve ilaç... İran’dan Türkiye’ye çay ve gaz yağı kaçırılmaktadır. Kürt Milan aşiretinin yarısı Türkiye’de, yarısı İran’dadır. Aşiret Reisi Misto
gerçekleri ortaya çıkarma yerine her zamanki
(Mustafa), bizim Milli İstihbarat’a Rusya hakkında
gibi rant devşirme derdinde. Bir olay siyasi
bilgiler vermektedir. Mühim bir hadise çıkmadıkça bu
malzemeye dönüşmüşse şayet, orada gerçeğin ortaya çıkmasını beklemek abes artık. Zira siyasiler hadiseyi işlerine gelen yer
“fiili sınır ticaret”ine göz yumuluyor. Aşiretin rakibi Memikân (Memikler) aşiretidir. 1943 Mayıs’ında iki büyük ve çatışmalı kaçakçılık olur. Misto’nun koyun sürüleri sınırdan kaçırılıp Türkiye’ye sokulmuş, koyunlar
ve yönden tutma, gerçeklerin tümünün değil
paylaşılmıştır. Misto, Memikân aşiretini suçluyor,
işine yarayan kısmının peşine düşme, işine
çatışmalar oluyor, jandarma müdahale ediyor. Milan
geleni öne çıkarma, gelmeyeni görmeme ve
aşiretinden 40 kişi gözaltına alınıyor. 3. Ordu Komutanı
gerçekleri çarpıtma alışkanlığından bir türlü vazgeçmiyorlar. Gerçeklerin değil olayı nasıl ranta dönüştürürümün, rakipleri nasıl yıpratır ve nasıl önlerine geçerimin peşinde koşuyorlar. Uludere olayında da bu yaşandı. BDP’ye göre Uludere, “devletin kasten vatandaşını öldürdüğü” veya “Kürtlerin hedef alındığı” önceden planlanan bir olaydı.
Org. Mustafa Muğlalı Özalp’a geliyor. Tarihçi Mahmut Goloğlu, “Söylentilere göre Muğlalı Ankara ile gizli görüşme yapmış, sonra tutuklananların öldürülmesi gerektiğini bildirmiş” diye yazıyor. Bu sırada adli soruşturma tamamlanmış, sadece 5 kişi tutuklanıp diğerleri serbest bırakılmıştı. Fakat Muğlalı’nın emriyle yeniden tutuklandılar, 33 kişi tutukludur... Ve “çatışma”da, tutuklular arasındaki bir kadın hariç, 32 kişi öldürüldü. Ve “öldükleri hakkında önceden düzenlenen tutanak işleme konuldu!” (Bkz. Mahmut Goloğlu, Milli Şef Dönemi, s. 203-206) Taha Akyol, Hürriyet Gazetesi.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
123
“PKK oraları çok kullanıyordu, istihbarat geldi, hareketlenme vardı” “gerekçe”sini ifade ederken,
neticede selam ve barış gelsin. Ama konuşmadığımız/konuşamadığımız şey o kadar çok ki!
Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Mustafa Destici, “Terör sürdüğü sürece o bölgede bu tür hadiselerin yaşanılması kaçınılmazdır” izahını yapıyordu.
Mesela; Uludere’den hareketle devleti, devletin bombalama hakkını tartışabilmeliydik. Modern devlet, TC’de dahil “belli bir arazi içinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde bulunduran
Bir taraf “kasıt” var derken diğer taraf “kaza”
insan topluluğu”2 olarak tanımlanmış. Bu
dedi, bir taraf katliam derken, diğer taraf onların
tanımdan hareketle devletler, kendilerinde güç
PKK’ya yardım ettiğini gündeme getirdi. Bir taraf
kullanma hakkı görüyor ve sık sık güvenlik
ayrılık tamtamları çalarken, diğer taraf birlik
güçleri vasıtası ile şiddete başvuruyorlar. Ve
ve kardeşlik mesajları verdi. Günler karşılıklı
öldürüyorlar. Devletin öldürmesi mutlaka
suçlama gürültüleri ve seviyesiz konuşmalarla
haklılıkla izah ediliyor, devlet için öldürmek ise
geçip giderken gerçeklerin ortaya çıkışı ertelenip
kutsanıyor bu topraklarda. Suçun aşikar olduğu,
durdu. Ve bu yazının yazıldığı günlerde, olay
devletin masum insanları öldürdüğü durumlarda
üzerinden iki ay geçmiş olmasına rağmen hala
bile devlet, suçlu kabul edilmiyor, birkaç görevli
da bir gelişme yoktu.
feda edilerek vicdanların rahatlatılması yoluna
Bir ikisi hariç medya organları da siyasilere uydular, gerçekleri izlemeleri gerekirken siyasileri izlemeyi tercih ettiler. Hadise, birçok açıdan tartışılabilecekken, çıkarılacak onca ders varken hiç biri olmadı. Laf kalabalığı, kuru gürültü içinde gerçekler gibi dersler de kayboldu gitti. Bir insanın ölümü bile çok önemli iken onlarca masum insanın ölümünü gereği gibi konuşamadık, gerçekleri ortaya çıkarma çabasına giremedik, tekerrür etmesini önlemenin yollarını tartışamadık, yarınlar için hiçbir sonuca varamadık, hiçbir karar alamadık. Ne tarihe bir not düşebildik, ne de yarınlara bir katkı yapabildik. Peki, ne yaptık? Geyik, laf kalabalığı, kuru gürültü. Onun içindir ki benzeri olayları yaşayıp duruyoruz durmadan. Hadiseleri ele alış tarzımızı değiştirmek zorundayız. Ele almış olmak için ele almaktan, yazmış olmak için yazmaktan, konuşmuş olmak için konuşmaktan vazgeçmeliyiz. Gerçekten başka bir şeye taraf olmaktan da. Öyle bir ele
gidiliyor. Ama devletin öldürme hakkı nedense tartışılmıyor. Devlet öldürmeye devam etsin, nasıl olsa feda edilecek görevli çok. 20.yüzyılda devletin en çok katil yüzüne tanık oldu insanlık, ama hala devletin öldürme hakkı, orantısız güç kullanma hakkı masaya yatırılmıyor, tartışılmıyor ve bir tedbir geliştirilemiyor. Oysa sadece bu düzlemde bile sorulması gereken o kadar çok soru var ki; Bir devlet, nasıl insan öldürme hakkına sahip olabilir? Bir topluluk üzerine bomba yağdırma hakkını kendinde görebilir? Hangi amaç böylesi olayları meşrulaştırabilir? Devlet, insandan daha mı değerli, daha mı kutsal ki, “devlet için öldürme” haklı bir gerekçe kabul ediliyor?*** Biz bu yazıda bunlara değil, Uludere olayının baş aktörlerinden bir diğerine, belki de en masum görülenini masaya yatırmak istiyoruz. Bomba’yı. Masum insanların tepesine düşen, onları tanınmayacak şekilde paramparça eden
almalıyız ki hadiseleri, insan öne çıksın, tarihe
bombayı.
bir not olsun, insanlık adına, güzel yarınlar adına
Düştüğü yerde canlı bırakmayan, yakan, yıkan
da bir adım. Öyle konuşmalıyız ki vicdanlar konuşsun, böyle olaylar bir daha yaşanmasın. Masum insanlar öldürülemesin; ne Uludere de,
bombayı. Suçlu suçsuz, genç yaşlı, kadın çocuk ayırımı
ne Türkiye’de ve ne de dünyanın herhangi bir
yapmayan bombayı.
köşesinde. Öyle yazalım ki, akan kan dursun,
Katil bombayı.
aklıselim devreye girsin ve tedbir alsın, katiller ya vicdana gelsin ya da elleri kurusun, ama
124
Max Weber, Sosyoloji Yazıları, çev. Taha Parla, Hürriyet
2
Vakfı Yay., 2. Baskı, 1987
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
*** Bomba, içi patlayıcı ve yanıcı maddeyle dolu, bir ateşleme düzeniyle donatılmış, madensel küre biçiminde yok edici ateşli silah.3 Yunanca “bombos”, Latince “bombus”; boğuk ses, uğultu anlamındadır. Bombanın bir başka tarifi de şöyledir: Patlayıcı maddelerin istenilen ortamda, istenilen şekilde ve istenilen zamanda patlamasını sağlamak amacıyla bir kısım unsurların birleştirilmesiyle hazırlanan düzeneklere denir.4 Tanımdaki, bombanın “istenilen ortam, şekil ve zaman”a rağmen
yok edebilecek güçtedir. Çevreye yayılan radyoaktif ışınlar ya da radyasyon da bütün canlıları öldürür ya da kuşaktan kuşağa geçecek onarılmaz hasarlara yol açar. Öte yandan bu ışınlar ve rüzgârla savrulan radyoaktif tozlar, uzun süre atmosferde kalabilir ve yeniden yeryüzüne indiğinde de (radyoaktif serpinti) canlılar için sürekli bir tehlike oluşturur. Bu yıkıcı silahların kısıtlanması ve yasaklanması için 1963’ten bu yana silahsızlanma çalışmaları yürütülmüş fakat bu çalışmalarda belirli bir başarı elde edilememiştir.5
istenmeyen sonuçlar doğurması tam bir ironi
Bomba ilk olarak Çin’de kullanıldı. Çinliler,
olsa gerek.
ilk olarak barutu silah/patlayıcı olarak (904)
Bombalar genelde dört bölümden oluşur. Bunlar dış kılıf, bombanın havada dengeli gitmesini sağlayan kanatçıklar, tapa ve tapayı ateşlemeye yarayan düzenektir. Bombalar hedeflere değişik biçimlerde gönderilebilir. Uçaktan bırakılabilir, bir roket yardımıyla fırlatılabilir, elle atılabilir
kullandılar. Adını “uçan ateş” koymuşlardı. Baruttan yaptıkları bombaları önce mancınıklarla, sonra da bambu çubuğu tipindeki borularla/toplarla fırlattılar. 12. yy.da savaşlarda kullanılan bir silaha dönüştü, Araplar ve Hintliler üzerinden de Avrupa’ya ulaştı.6
ya da hedefe önceden yerleştirilip bir zaman
Bombayı, düzenli ordular içinde, ilk kez kullanan
ayarlayıcısıyla patlatılabilir. Harekete geçmesi ve
Fransızlardır (1427). İkinci Viyana Kuşatması
enerji yaymaya başlaması çok hızlı bir şekilde
(1683)’nda Avusturyalılar, 1808-1809 yıllarında
ve yüksek şiddette ses çıkarmasıyla gerçekleşir.
da Napolyon orduları bomba kullandılar.
Yaydığı enerji, yıkıcı etkisi olan şok dalgalar halinde ilerler. Patladığında “rastgele” hasar vermesi amacıyla tasarlanmıştır.
Havada atılan ilk bombalar ise, 1849 yılında, Avusturya ordusunda kullanıldı. Bunlar, sıcak hava balonlarına tutturulmuş, ağır ağır yanan
Bazı bombalar gaz, duman ya da zehirli
tapalarla donanmış bombalardı. Avusturyalılar
kimyasal maddelerle doldurulur. Bu tür
bu bombaları Venedik’e attılar. Bu ilk bombaların
bombalar, içindeki maddelere göre adlandırılır.
yaptığı hasar pek azdıysa da, Venedik ahalisini
Bunların başlıcaları; kimyasal bomba, gaz
son derece korkutmaya yetti. Bombaları ilk
bombası, sis bombası ya da göz yaşartıcı
kez uçaktan atanlar ise, İtalyanlar oldu. 1912
bombadır. Ateşlendiği anda çok büyük bir
yılında, İtalyan pilotları Batı Trablus üzerine
ısı açığa çıkararak çevresindeki her şeyi
içleri nitrogliserin doldurulmuş kutular attılar.
yakan bombalara da yangın bombası denir.
Aynı yıl, İspanyollar da Faslılara karşı bomba
Bu tür bombalarda termit ve napalm gibi
kullandılar.
son derece yanıcı maddeler kullanılır. Hidrojen bombası veya füzyon bombası ise kontrolsüz termonükleer enerji sağlayabilen yıkıcı nükleer bir silahtır. İmha gücüne göre bombaların sıralaması: Hidrojen bombası, atom bombası, nötron bombası, vakum bombası, gaz bombası, biyolojik bomba, ses bombası, ışık bombası…
Osmanlılar da 1877-78 seferinde, Şıpka ve Plevne savaşlarında Ruslara karşı bomba kullanmışlardır. Bomba, Birinci Dünya Savaşı sırasında, geniş ölçüde kullanılmaya başlandı. İkinci Dünya Savaşı’nda ise bombalar çok geniş ölçüde kullanıldı. Birinci Dünya Savaşı’nda, ABD Hava Kuvvetleri, topu topu 125 ton bomba attığı halde, İkinci Dünya Savaşı’nda yalnız İngiltere
Bir tek nükleer bombadan doğan patlama
üzerine 42.000 ton bomba atıldı.7
dalgaları ve açığa çıkan ısı, bütün bir kenti wikipedia
5
wikipedia
6
www.iem.gov.tr
7
3 4
Wikipedia, Sven Lindqvist “Bombalamanın Tarihi” http://www.baktabul.net
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
125
Bu tanımlamalar ve kısa tarihçesinde de
Bu sorunun cevabı, bombanın insanlığa çıkardığı
görüldüğü gibi “bomba”, tahrip gücü ve işlevi
faturada yazılı. Ölen, paramparça olan insanlar,
birbirinden farklı türleriyle kullanıcıları tarafından
yakılan, yıkılan yerleşim bölgeleri, tahrif olan
vazgeçilmez bir silahtır. Karşıdaki etkisiz
bitki ve hayvanat... İzleri hem insanda hem de
hale getirilecek düşman/tehlike 3-5 kişi veya
tabiatta yıllarca ve nesillerce süren tahrifatlar.
daha fazla sayıda kişi, bir yapı hatta bir şehir olabilir; bunların her biri için ayrı ayrı bomba alternatifleri mevcuttur elde. Kimisi yaralar, kimisi öldürür, kimisi süründürür, hatta daha doğmamış bedenlere bile miras kalabilir. İşte bu yönlerinden dolayı bomba, oldukça yaygınlaşan, alternatifsiz, vazgeçilmez bir silaha dönüşmüştür insanoğlunun elinde. Etkisi, tehdit eşiği, saldığı korku o kadar büyük ve dehşettir ki, Amerika tarafından İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren peş peşe kullanılmış atom bombaları ne Amerika ne başka ülke tarafından bir daha kullanılmasına cesaret edilememiştir. Bu silahı birkaç ülke daha geliştirince artık ülkeler birbirini korkutmak amaçlı bir hayat sigortası olarak kullanmışlardır. Oluşan yeni konjonktürde bir tarafın bu silahı kullanması için ancak aklını yitirmiş olması gerekir. Bombaya karşı çözümü yine bomba üzerinden bulmaya çalışmak ne kadar sahici, akla yatkın ve de doğrudur?
İnsanlığın, bomba konusundaki yarışı bombanın hem çeşitlenmesi hem de etki alanı ve tahrip gücünün binlerce kat artması sonucunu doğurdu. Kale surlarını yıkmakla başlayan yolculuğu, şehirleri içindekilerle yok etme noktasına geldi. Önce, sadece düştüğü yeri yakıp yıkıyordu, şimdi daha geniş coğrafyaları etkiliyor ve tahrifatı nesiller boyu devam ediyor. Buna rağmen durmadan gelişmeye de devam ediyor. (Öyle ki, Nagazaki’ye atılan atom bombası bugün elde olanlara göre oldukça ilkel kabul edilmektedir.) Zira teminat olma/caydırma gibi sakat bir mantıkla tutuluyor. Düşmanın sahip olduğuna, hatta fazlasına sahip olacaksın ki düşman elindekini kullanmaya cesaret edemesin. Neticede dünyayı defalarca yok edecek bomba var stoklarda ve ne yazık ki, dünyanın kaderi birkaç insanın basacağı birkaç düğmeye bağlı. ***
Charles P. Snow’un “Yeni İnsanlar” eserindeki bu konuyla ilgili şu diyalog bölümü hayli ilginçtir: “Bu soruyu ilk kez duymuyordum; son zamanlarda Badford’daki insanların bir iki kez aynı soruyu sorduğunu duymuştum. Bu soru, bilim adamlarının, hatta Mountenay gibi tartışmacıların gündeminde değildi ama birkaçı, düşmana bombaya sahip olduğumuzu haber vermemizin ve biraz da kanıt göstermemizin yeterli olacağı hususunda hemfikirdi. Bu, savaşı sona erdirmeye yetebilirdi. Bunu Bevill’e
Savaşların ve savaşlarda kullanılan silahların insan ve tabiat üzerindeki yıkıcılığı, uluslararası camiada savaşı kurala bağlama, insanı ve doğayı tahrip etme hakkını sınırlandırma ve hatta bazı silahların kullanımını engelleme arayışlarını ortaya çıkardı. Bunlardan biri olan 1949 tarihli Cenevre Konvansiyonlarında kabul edilen protokol maddelerinin bazıları şöyle: 1. Herhangi bir silahlı çatışmada, çatışma taraflarının savaş yöntemleri ve savaş
söyledim.
araçlarını seçme hakkı sınırsız değildir.
‘Acaba?’ dedi. ‘Acaba?’ diye tekrarladı. ‘Birinin ateşlemek
2. Haddinden fazla yaralanmaya veya gereksiz acı çekilmesine yol açan niteliğe
istemediği bir silah var oldu mu hiç?’
sahip silahların, mermilerin, malzemenin ve
Böyle bir olasılığın uzak olduğunu düşünmekle birlikte, bu silahın başka olduğunu söyledim. İkimiz de hesapları görmüştük, bir füzyon
savaş yöntemlerinin kullanılması yasaktır. 3. Doğal çevreye, geniş alana yayılan, uzun vadeli ve ciddi hasar vermesi amaçlanan
bombası bir defada üç yüz bin kişiyi
ya da vereceği tahmin edilen savaş
öldürebiliyordu.”
yöntemlerini ve araçlarını kullanmak
Evet, gerçekten “Birinin ateşlemek
yasaktır.8
istemediği bir silah var oldu mu hiç?”
1949 tarihli Cenevre Konvansiyonları ek 8 Haziran
8
126
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Protokolde yazan önemli bir kural da, sivil
tarla, bağ, bostan demeden tahrip ediyor. Anne
hedeflerle askeri hedeflerin ve sivil halk ile
karnında doğmayı bekleyen bebekler bile onun
savaşçıların mutlak şekilde ayırt edilmesi ve
hışmından kurtulamıyor.
birincilerin hiçbir zaman askeri saldırının konusu olmaması prensibidir.9
Böylesi kontrol edilemez bir silah insanın eline yakışmıyor, hele biraz da olsa hayata ve
Ancak savaş ve kural, savaş ve ahlak, savaş ve
hadiselere karşı ahlaki sorumluluk taşıyanların
ilke yan yana gelmiyor reel hayatta. Düşmanı
eline hiç yakışmıyor. İlkeleri olan birinin
ortadan kaldırmak için her türlü yol meşru kabul
savaşırken ilkelerinden soyunması mümkün
ediliyor. Devlet kutsallaştırıldığı, menfaatler
müdür? Bir vicdan sahibi, masum insanları
putlaştırıldığı ve devletlerarası ilişkiler emperyal
nasıl öldürebilir? Öldürülmelerine nasıl rıza
bir zemine oturtulduğu için insanın bir değeri
gösterebilir? Hangi akıl sahibi, toplu katliam
yok. Düşman (insan), yok edilmesi gereken bir
yapan böyle bir aracı kullanabilir, kullanılmasına
haşarat gibi görülüyor. Uluslararası kurumlar
razı olabilir?
etkisiz, ikiyüzlü, güç sahiplerine söz geçiremiyor, insana değil güç sahiplerine hizmet veriyor. Ve bundan dolayı da hiçbir devlet tarafından dikkate alınmıyor. Neticede bombalar yağmaya, insanlar da ölmeye devam ediyor.
Ahlaksız insanlar bombayı kullanmakla kalmıyor, masum insanların ölümünün (doğal bir şeymiş gibi) kabullenilmesini de bekliyorlar. Öldürme konusunda en maharetlileri (ABD)10 olayı “yan zayiat”11 (collateral damage) kavramı ile
Bombalar, artık her türlü savaşın en önemli
meşrulaştırmaya/mazur göstermeye çalışıyor.
silahı. Devletlerarası savaşlarda, devletin ve
Teori şöyle kurgulanıyor12: “İnsanlar dünyanın
her türlü mücadele örgütünün muhaliflerine,
düzenli, rasyonel ve adil olduğunu düşünerek
gruplara karşı savaşında, ilk ve en çok o
yaşıyorlar. Dünya düzenini bozmaya çalışan
kullanılıyor. Hem çok etkili, düştüğü yerde ne
sayısız diktatör, çılgın ve uygarlık düşmanı kişi
varsa yok ediyor, hem kalplere korku salıyor,
var. Dünya düzenini korumak için savaşmak
hem de kullanan açısından bir riski yok. At
gerekir. Bu savaşta bazen siviller de ölür.
bombayı, üzerine düşen düşünsün.
Ancak bu bir istisnadır. Sivil ölümlere kızabilir,
Irak’ta ve Afganistan’da Amerika’nın, Filistin’de İsrail’in, Libya’da NATO Güçlerinin, Suriye’de
üzülebiliriz, ama ortada ‘asil bir gaye’ var, eh, bu kadarı da olur!”
devletin insanların üzerine attığı bombalarla
“Eh bu kadarı da olur”la yan zayiatlar ve
binlerce masum insan öldü. Uludere’de de
operasyon kazaları baştan kabul ediliyor, kazalar
onlarca insan bir “operasyon kazasına” (Hüseyin
mazur görülüp yan zayiatlar meşrulaşıyor. Ve
Çelik) kurban gitti. Daha çok kurban verilecek
yenilerine de kapı açılıyor. Zira bu yaklaşım yeni
gibi de gözüküyor. ABD’nin 1945 yılından beri Kore, Laos, Vietnam, Irak
10
Bombanın/bombalamanın bir savaş yöntemine
ve Afganistan gibi ülkelerde girdiği savaşlarda en iyi
dönüşmesi karşısında uluslararası camia sessiz
ihtimalle 6 milyon sivil öldü. Kore Savaşı’nda 3 milyon
ve etkisiz, medya sessiz, insanlar tepkisiz.
sivilin öldüğü tahmin ediliyor. Yarımadada yerleşimin
Oysa bombayı kontrol altında tutmak, onunla
çok yoğun olması sayının artmasına neden olmuştu. Vietnam’da en az 1,5 milyon sivil öldü. Ancak genellikle
ilkeli ve ahlaklı bir savaş yapmak mümkün
bu sayının 3,8 milyona kadar çıktığı varsayılıyor. Laos’ta
değil. Bombanın ilkesi ve ahlakı yok, bir kere
1 milyon, Kamboçya’da 600-800 bin sivilin öldüğü
düşmeye görsün, ne varsa yakıp yıkıyor, param
tahmin ediliyor. Yeni teknolojiler Irak’ta ölümlerin
parça ediyor, öldürüyor, ortadan kaldırıyor. Ne
azalmasını sağlayamadı. 9 yıl süren operasyonda en
suçlu-suçsuz ayırımı yapıyor, ne asker-sivil.
az 650 bin sivil hayatını kaybetti. Afganistan’da ise bu
Kadın, çocuk, yaşlı demeden öldürüyor; mabet,
rakam 100 binde kaldı.
okul, hastane, ev, sığınak demeden yıkıyor;
http://dunya.milliyet.com.tr/abd-sivilolumleri-neden-umursamiyor-/dunya/ dunyadetay/09.01.2012/1486159/default.htm
1977 tarihli I No.lu Protokol’ün 35’inci ve 36’ncı maddeleri, http://www.iticu.edu.tr/yayin/dergi/d5/
11
M00064.pdf
12
30 yıl önce sosyal psikologların geliştirdiği “adil dünya
1949 Cenevre Konvansiyonlarına ek I No.lu protokol
9
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1230018 teorisi”
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
127
operasyonlar düzenleme izni içeriyor, dolayısıyla da yeni yan zayiatlara, yeni operasyon kazalarına yeni ölümlere davetiye çıkarıyor. Uludere’de bombaların neden olduğu hata ne ilktir, ne de son olacaktır. İcadından bu yana defalarca hata yapan, kazaya neden olan girmiştir. Peki, bu nasıl bir hatadır ki sürekli tekrarlanıyor? Bu kadar tekrarlanmasına rağmen tedbir geliştirilemiyor? Sık sık tekerrür eden bir olaya hata da denemez, kaza da. Hata, bilmemekten kaynaklanır, istemeden gerçekleşir ve fark edildiğinde tekrar etmemesi için tedbir alınır. Kaza da istem dışı gerçekleşir ve gerçekleştiğinde sebebi aranır ve akabinde de tedbir alınır. Aynı delikten iki kere ısırılmaz. Tekrarlanan hata, hata olmaktan çıkar, suça dönüşür. Tekrarlanan kaza, kaza olarak değerlendirilmez, kasıt aranır. Kaldı ki üzerinde durduğumuz olay insanın ölümüdür. Hem de gruplar halinde. Artık bomba ile gerçekleşen ölümler ne bir kazadır, ne de hata ile gerçekleşmektedir. İnsan bu silahı kullanarak kazaya davetiye çıkarmaktadır. Aklıselim, kazaya giden sebepleri ortadan kaldırarak tedbir almayı gerektirir. Her an masum canlara kıyma ihtimali olan bu kitle imha silahının her türlüsüne karşı olmak ve karşı durmak insanlık gereğidir. Savaşa hayır, ama onun önüne geçemiyorsak ilkesiz savaşa hayır. İlkesi, ahlakı olmayan her türlü silaha da, bombaya da. Öyle bir hayır diyelim ki, Uludereler yaşanmasın, masum insanlar ölmesin. Onları öldürecek cesareti, hiçbir devlet, hiçbir örgüt, hiçbir güç kendisinde bulamasın. Vesselam.
128
www.islamiyorum.com
bomba, milyonlarca masum insanın kanına
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
Birlikte Yaşamak Zorundayız Celal Nadir İnsan yaşadığı çağın ürünüdür. İster istemez
gerçekleşen baş döndürücü gelişmelerin,
çağına hakim olan düşünce ve yaşam biçiminin
dünyayı yeni bir dünyaya dönüştürdüğü,
etkisi altındadır, ürettiği sistem ve kurumlar da
küçülttüğüdür. Küreselleşme/globalleşme olarak
çağının özelliklerini taşır. İşte bu nedenle çağının
adlandırılan bu süreç, insan ve toplumla ilgili
ürünüdür. İnsanların büyük bir kısmı çağının
daha önce gündemde olmayan bazı kavramları
anlayış, düşünce ve uygulamalarının sadık bir
da beraberinde getirir. İnsan, insan hakları,
takipçisi olurken, ancak az bir kısmı onun ufku
hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük, anayasa vb.
ile kendini sınırlandırmayıp yeni ve iyi arayışı
kavramlar bu dönemde evrenselleşir ve genel
içinde olurlar. Onlar çağlarını anlar, sorgulayan
olarak kabul/rağbet de görür. Yeni kavramlar,
bir yaklaşımla eksik ve yanlışları tespit eder
yeni ufuklar ve yeni beklentiler de ortaya çıkarır
ve sonra da daha iyi arayışına girişirler. Beşer
ister istemez. Birlikte yaşamayı başarma, bir
tarihinde iyi ve hayır istikametinde gerçekleşen
zorunluluk olarak ortaya çıkar; bu da insanın
gelişmeleri bu arayışa borçluyuz.
hemcinsleriyle ilişkilerini ve özellikle de kendine
Herkesin krala sadık kul ve köle olmaya razı olduğu bir dönemde, birileri onun yetkilerini sınırlamanın daha iyi olacağını düşünmese idi, ne meşruti sistem ne de demokrasi ortaya çıkmazdı. Efendiler kadar kölelerin de köleliğe
benzemeyenlerle ilişkilerini gözden geçirmesi ve yeniden düzenlemesi gerekliliğini ortaya çıkarır. Artık dün dünde kalmıştır ve bugün yeni bir başlangıç şarttır. Bunu anlamak için biraz düne bakmak yeterli.
razı olduğu bir dönemde, birileri özgürlüğün
Dün insanların birlikte yaşamak gibi bir derdi
kavgasını vermese kölelik sürüp giderdi.
yoktu. Olmaması da normaldi. O dönemlerde
Demokrasi adına dikta kurmanın normal
bunu zorunlu kılacak şartlar da henüz oluşmuş
görüldüğü bir dönemde, halklar yönetimde
değildi. Dünya büyük, mesafeler uzak, insan
daha fazla söz hakkı talep etmeseler, diktatörler
hareketleri sınırlı, toplumlar birbirlerinden
yaşamaya devam ederdi.
bağımsız idi. Genellikle bir bölgede, bir
Bugün de yarın da daha iyi arayışı, hep olması gerekendir. İçinde yaşadığımız çağı okumaya başladığımızda gördüğümüz ilk şey; bilim ve teknik alanında
beldede, aynı kabileden, aynı etnik kimlikten insanlar yaşar ve çoğunlukla bunlar aynı inancı paylaşırlardı. Ataların yolundan gitmenin esas olduğu bu dönemlerde, toplumun bütün kapıları farklı olana kapalı tutulur, ortaya çıktığı anda da
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
129
başı ezilirdi. Bu türden farklı düşüncelere sahip olanlar, peygamberlerin de uğradığı akıbete uğrar, ya dışlanır ya sürülür ya da öldürülürlerdi.
Yine günlüğünde şunlara yer veriyor: “Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek
Bu dönemler toplumlar arası ilişkilerin ve
olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların
etkileşimin sınırlı olduğu dönemlerdi. Genel
keskin tarafını tutunca ellerini kestiler. Bu
yaklaşım, toplumların kendi kendine yetmesi
insanlar, ne herhangi bir mezhebe bağlı ne
üzerine kurulu idi, başkalarına ihtiyaç ya yoktu
de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyorlar,
ya da minimum seviyelerdeydi. O da ticaret yolu
birbirlerini öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silahları
ile temin edilirdi.
yok…”
İnsanların farklı olanı görmediği, gördüğü
Bölgeye ayak basan beyaz adam, yerli halkın
zaman da tahammül edemediği bu dönemlerde,
yeri yurdu üzerinde hak iddia eder; onları
zihinlerde farklı olanla birlikte yaşamak diye
sürgün ederek, katlederek, topraklarına,
bir düşünce, bir kaygı yoktur. İlişki, karşıdakini
servetlerine el koyar ve kendi devletinin
yok etme, gücünü ve imkanlarını ele geçirme
(Amerika’nın) temellerini atar. 16. yy.da
üzerine kuruludur. Gücü yeten gücü yeteni
başlayan Kızılderili katliamı, 1886 yılına kadar
kılıçtan geçirir, katleder, yerini yurdunu yakıp
70 milyon kişinin yaşamına mal olur ve bu
yıkar, işgal eder, köleleştirir. Türklerin Orta
bölgede yaşayan yerel halk nerede ise yok edilir.
Asya’dan göç etmesi, meşhur Moğol istilası, Haçlı seferleri, Amerika’nın keşfi bunlardan yalnızca bir kaçı. Tarih bu türden örneklerle doludur. 1096-1270 yılları arasında sekiz tane Haçlı seferi yapıldığı bildirilmektedir. Bu seferlerin dini, siyasi, ekonomik farklı sebepleri mevcuttur. Ancak ortaya çıkan tablo, özünde bir medeniyet havzasında yaşayan insanların başka bir havzada yaşayan insanlara karşı tahakküm kurmak, orada var olan fırsatlara erişmek istemesi şeklindedir. Temel aktör din unsuru, onu süsleyen unsurlar ise oralardaki zenginlik, topraklara atfedilen kutsiyet, egemen olma
Benzer gerekçelerle Afrika’dan insanlar, köle ticareti yolu ile Batı’ya ve Amerika’ya taşındı. Bu konuda yazan Batılı bir yazar şöyle demektedir: “Avrupalıların mutluluğu için şekerin ve kahvenin gerekli olup olmadığını bilmiyorum. Fakat bu iki ürünün dünyanın iki kıtasında mutsuzluğa yol açtığını biliyorum. Amerika ekin yetiştirilecek topraklar elde etmek için boşaltıldı. Şimdi de bu topraklarla uğraşacak insanlar sağlamak için Afrika boşaltılıyor.” (Maurice Langelle, Kölelik) 15. yy. ile 19. yy. arasında yaklaşık 20 milyon insanın, köle ticareti yolu ile Yeni Dünya ve Avrupa‘ya götürüldüğü tahmin edilmektedir. Bu,
arzusu gibi unsurlardır.
dünyanın en büyük zorunlu göçüdür.
Amerika Kıtası’nın keşfedilmesi de iki yönden
Farklılıklar arası ilişkinin bu dönemlerde sadece
dikkat çekici bir olaydır. Birincisi, burası Batı tarafından bilinmeyen kendi başına bir
iki biçimi vardır. Gücü olan gücü yetmeyeni ya öldürür ya da köleleştirir. O nedenle, tarihin bu
medeniyet havzasıdır. İkincisi, beyaz insanın
dönemleri kanla yazılmış dönemlerdir.
burayı keşfi ve sonrası burada yaşananlardır.
Mesafeler kısaldıkça toplumlar arası ilişkide
Tarihin gördüğü ibretlik bir tablodur bu. Gerisini kaşif Kolomb’un İspanya Kraliçesine yazdığı mektuptan takip edelim:
sahipleri emelleri doğrultusunda dünyayı yeniden dizayn etmeye girişmişlerdir. “Böl,
“Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına majesteleri önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar. Konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Elli adamla bu halkın tamamını boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.”
130
emperyal yön, daha fazla öne çıkmıştır. Güç
parçala, yut” yaklaşımı ile etnik, dini ve mezhebi farklılıklar körüklenerek hem imparatorlukların parçalanıp yıkılması sağlanmış, hem de küçük küçük ulus devletlerin oluşması. Ulus devletleri belirlemek ve onlara etki etmek daha kolaydır. Küresel güçler ile yerel güçler el ele vererek, topyekun halkı hizaya sokma uğraşına giriştiler. Tabii ki bundan en çok etkilenenler farklı aidiyet
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
sahipleridir. Devletlerin bünyesinde farklı
Farklı olanla ilişkiyi yeniden gözden geçirmek,
topluluklar vardır, ama aralarında denk bir ilişki
yeniden tanımlamak zorundayız. Bu zorunluluk
yoktur. Bir aidiyet, devlet olurken diğerleri öteki
artık birlikte yaşamaktan başka bir seçenek
olarak kalır. Devlet sahiplerinin öteki ile ilişki
kalmamasından kaynaklanıyor.
biçimleri inkar etme, ezme, hizaya sokma gibi ötekini, eşiti kabul etmeyen zorbaca ilişkilerdir.
İçinde yaşadığımız toplum, etnik olarak da dini inanç ve ideoloji olarak da farklılıklar
Özellikle, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması
barındırıyor. Türkler var, Kürtler, Lazlar,
ve İslam’ın hakim olduğu bu beldelerde yakın
Çerkezler ve azınlıklar da. Sünniler var, Aleviler,
tarihlere kadar yaşananlar hatırlanacak olursa,
Şiiler ve başka din mensupları da. Milliyetçiler
durum daha net ortaya çıkabilecektir. Koskoca
var, Müslümanlar, solcular, laikler, Kemalistler
imparatorluğun bakiyesi küçük küçük devletler
de. Ve her bir farklı aidiyetin kendi içinde de
olmuş, haritalar güç sahibi sömürgeciler
farklı kolları mevcut.
tarafından çıkarlara göre oluşturulmuş ve her devlet içinde çıkar grupları gözetilmiştir. Dünya savaşları, Soğuk Savaş yılları derken dünya iyice küçüldü. Dünyanın en ücra köşesine ulaşmak bile saatler içinde gerçekleşiyor, orada olan bitenden haberdar olmak için dakikalar yetiyor, alt yapı oluşturulursa anında haberdar olmak mümkün oluyor. Sanal dünya dünyanın her yerinden insanlarla temas halinde olmayı temin ediyor. İnsani hareketlilik üst düzeylerde.
Şimdi ne yapacağız? Ya herkes diğerlerini de yok sayarak, kendine benzetmeye çalışarak, ya da gölgesinde bir sığınak vererek egemen olma davasını sürdürecek ki, sonucu güç belirleyecek. Tarihte defalarca denenen bu yol; birbirini boğazlamadan, kandan, zulümden başka bir sonuç üretmiyor. Ya da adil ve etik ilkeler çerçevesinde birlikte
Ticaret, turizm, eğitim vb. gerekçelerle her yıl
yaşamayı başaracağız.
milyonlarca insan yer değiştiriyor, tanımadıkları
Ümit dolu yarınlar için, selam ve barış için,
insanlarla iş yapıyor, okula gidiyor, komşuluk yapıyor. Artık homojen bir toplum mevcut değil.
insanlığın selameti için başka yol gözükmüyor.
Diğer yandan insan kavramı hiçbir dönemde olmadığı kadar değerli. Din, mezhep, renk, cinsiyet, etnik kimlikle ilgili farklılıkların üzerinde hakları olan bir insan kavramı var. İnsanlar arası ilişkilerde iki eşit ve özgür taraf arasında olması gereken bir hukuk öne çıkıyor. Dün söylenmesi bile mümkün olmayan şeyler bugün tartışılıyor, konuşuluyor. Bugün düne göre, insanlar sorunlarını halletmeye daha yakın duruyor ya da var olan değişim bugün insanı böyle yapmaya zorluyor. Bu gelişmeler neticesinde kendinle kalmak, sadece kendinden olanlarla yaşamak, kendini farklılıklara kapatmak mümkün değil aslında. Fakat farklı olana yaklaşım tarzı ön kesiyor, çatışma ve savaşlara neden oluyor, toplumların/ halkların elini zayıflatıp güç sahiplerine yem olmalarına hizmet ediyor ve kan durmuyor bir türlü. Farklı olanı düşman bildikçe, dünyada ne barış gerçekleşecek ne de sömürü çarkları duracak gibi gözüküyor.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
131