Son Sayı
i nt ernet dergi s i
üç ay l ı k e - d e r g i / y ıl: 3 Sa yı: 12
Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda HEDEF ve YÖNTEM Problemleri
Nasscılığın / Kur’an’cılığın Çıkmazı Hamdi TAYFUR
İslam Felsefesi Nedir? Abuzer DİŞKAYA
Yeni Kelam, Şeriatın Sınırları ve Dini Metinlerin Tefsir Teorisi M. Müçtehid ŞEBUSTERİ
İçindekiler EDİTÖRDEN
Son Sayıda............................................................................................................ 4
DOSYA: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Hedef ve Yöntem Problemleri
İslami Mücadelede Yöntem Sorunu /
Yusuf İMAMOĞLU..................................................
Modern Dünyada “İslami Mücadele” İçin Yeni Hedefler ve Yeni Yöntemler /
Reform, İçtihad ve Tecdid Bağlamında İslam ve Hayat /
İslami Hareketlerde Ahlaki Zafiyetler /
6
Nuri YILMAZ...
21
Yasin AKTAY.............................
32
Ali ÖNER.........................................................
48
Hamdi TAYFUR......................................................
52
Abuzer DİŞKAYA....................................................................
59
ARAŞTIRMA - İNCELEME
Nasscılığın / Kur’ancılığın Çıkmazı /
İslam Felsefesi Nedir? /
Geleneksel İslam’dan Kendi içinde Bir Amacı Olan İslam’a /
Muhsin KEDİVER...................
65
SÖYLEŞİ
Yeni Kelam, Şeriatın Sınırları ve Dini Metinlerin Tefsir Teorisi /
ŞEBUSTERİ.......................
77
YUVARLAK MASA
Mantık Tartışmaları................................................................................................ 100
DENEME
Helal Süleyman’a Vah Eyyub’a mı? /
Latif KINATAŞ......................................................
110
GÜNDEM
İnsanı Değiştirmenin İnsanca Yolu Var /
Metin YILMAZ.................................................
114
ROMANYA, Farklı Bir Avrupa Ülkesi /
A. Hamdi ALKAN...................................................
121
EDİTÖRDEN
Son Sayıda Bir yolculuğun planlanmış olan sonuna ulaşmış bulunuyoruz. İslamiyorum Dergisi, dergiyi oluşturan kadronun kendilerine dönük bir okuma ve düşünme faaliyeti olarak ortaya çıkmıştı. Dergi şekline dönüşmesi ise bu düşünme sürecinin başka Müslümanlarla da paylaşılmasına dönük bir niyeti ifade ediyordu; ola ki düşünceleriyle bizlere katkı yapacak kimseler çıkabilir veya bu okumalardan yararlananlar olabilir... Okumalarımızı dergiye dönüştürme meselesi gündem olduğunda da bazı kaygılarımız vardı: “Var olanlara bir tane daha eklemiş olmayalım! Bir farklılık oluşturacaksa çıkaralım! Kesinlikle tekrara düşmeyelim! Derginin varlığını sürdürmek hedef haline gelmesin, kararında bırakalım” diyorduk. Yazılarımızı önce kendimiz okuduk. Ekip olarak bir araya gelip tartıştık. Her konuda anlaşamadık elbette, ama hem bunları bir zenginlik olarak gördük hem de tartışmalarımızla birbirimizin düşüncesinin güçlenmesini sağladık. Ve artık “vaktidir!” dediğimiz an geldi. Bizler bu süreçten kendi adımıza çok istifade ettik. Farklı fikirlerin bir araya gelmesinin nasıl bir zenginlik olduğunu ve bir araya gelmeyi başardıklarında nasıl bir sinerji doğduğunu yaşayarak gördük. Bizlere bu imkanı nasip eden Rabbimize hep birlikte dua ediyoruz. Bu dergi eksiğiyle fazlasıyla, iyisiyle kötüsüyle bizim bir aynamızdır. Samimiyetle inandıklarımızı paylaştık. Eksikleri ve yanlışları bizim, doğru ve güzel yönleri ise hepimizindir. Sürçü lisan ettik ise affola.
İslam coğrafyasında hızlı bir değişim yaşanıyor. Diktatörler yıkılıyor, halkların esareti bir bir sona eriyor. Fakat sonrasının nasıl olacağına dair henüz zihin açıcı bir örnek ortaya çıkmadı. Var olan örnekler, İslam’a uygunluk yönünden Müslümanları tedirgin ediyor. Aslında bu problem çok daha derin teorik bir problemin pratiğe yansımış halidir; Geleneksel fıkıh usulleriyle artık, güncel birçok meseleye çözüm geliştirilemiyor. Bunun anlamı İslam’ın artık günümüze söyleyecek bir şeyinin kalmadığı mıdır? Eğer böyle değilse modern dünyada İslamilik nasıl sağlanacaktır? Sorunu tespit etmek kolay ne var ki çözümü ortaya çıkarmak kolay değildir. Bunun için çok ciddi teorik çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Fakat bununla birlikte teorinin çoğu zaman pratikten sonra geldiği gerçeğini de göz ardı etmemeliyiz. Pratik sorunlara nispi çözüm yolları ortaya çıktıkça, bunların içerisinden kalıcı usuller geliştirme imkanı da artar. Dolayısıyla biz, daha çok pratik sorunlara eğilip, bunlara kendimizce çözümler üretmeye çalıştık. İslami grup, cemaat ve sivil toplum kuruluşlarının, günümüz şartlarında nasıl bir zihniyete sahip olması gerektiğini, yeni mücadele anlayışının, yöntemlerinin ve hedeflerinin nasıl olması gerektiğini tartıştık. Ve şu sorulara cevap aradık: - Yöntem nedir? Nasıl oluşur? - Fikri yaygınlaştırmak için verilecek mücadelenin metodu fikirlere göre
*** Bu sayıda “İslamcılığın yeni hedefleri ve yeni yöntemleri” başlığını dosya konusu yaptık.
4
Bizi bu konuyu seçmeye götüren sebep, İslam coğrafyasının karşı karşıya bulunduğu yeni sıkıntılardır.
değişkenlik gösterir mi? - Fikri yaygınlaştırmak için verilecek
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
mücadelenin metodu dönem ve şartlara göre değişkenlik gösterir mi? - İslam’ın sabit ve kendine has bir metodu var mıdır? - Günümüzde Müslümanların sahip olduğu nelerdir? - Bu yöntem ve hedefler hangi şartlarda ortaya çıkmıştır? - Genelde dünyada, özelde İslam coğrafyasında ortaya çıkan yeni gelişmeler Müslümanları nasıl bir noktaya getirmiştir? - Yeni dönemler için Müslümanların sahip olması gereken mücadele anlayışı, hedefler ve yöntemler nasıl olmalıdır? Dosya makalelerinin haricinde sayfalarımız arasında “Geleneksel İslam’dan kendi içinde bir amacı olan İslam’a”, “Yeni kelam, şeriatın sınırları ve dini metinlerin tefsir teorisi”, “İslam felsefesi nedir?” ve “Nasscılığın/Kur’an’cılığın çıkmazı” başlıklı araştırma inceleme yazılarını da bulabilirsiniz. Mantık ilminin neden felsefeden yaklaşık 300 sene sonra ortaya çıktığı üzerine bir sohbet de bu sayımızda yer almaktadır. Gündem yazarlarımız insanı değiştirmenin insanca bir yolu olup olmadığını sorgulama konusu yaptılar. Ayrıca Romanya üzerine bir değerlendirme ile siz okurlarımızın karşısına çıktılar. Yüce Allah’tan hepimize, daha iyi ve daha değerli başka çalışmaları nasip etmesi dileğiyle. Muhabbetle kalınız.
www.islamiyorum.com
hedefler ve bunlara ulaşma yöntemleri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
5
Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Hedef ve Yöntem Problemleri
İslami Mücadelede Yöntem Sorunu Yusuf İmamoğlu 19. yüzyılda hız kazanan İslami gelişmenin
Ayrıca yöntem, İslami ilimlerin de önemli
önemli sorunlarından biri yöntem konusudur. 20.
tartışma konularından biridir. Hatta bu
yüzyılın ikinci yarısından itibaren sistematik bir
konudaki tercihleri sebebiyle çeşitli ekoller
nitelik kazanan konunun daha önce kayda değer
ortaya çıkmıştır. Tartışma, kendisini daha çok
olmadığı söylenemez. Aksine yöntem, öncesinde
usul konusunda gösteriyormuş gibi görünse
de önemli kavramlardan biridir, ama bugün
de öze ilişkin yaklaşımın teknik boyuttaki
bizim tartıştığımız biçim, öncekilere göre önemli
uzantısı olduğunu söylemek mümkündür. Hadis
farklılıklar ihtiva etmektedir.
değerlendirmelerinde metnin mi yoksa senedin
Hilafetin saltanata dönüşmesinden sonra
batının mı esas olduğu tartışması gibi…
kurulan devletlerin İslami esaslara dayanmak, İslam’ı yaymak, Allah’ın adını yüceltmek gibi iddiaları olmasına rağmen biçimi ve icraatları sebebiyle zulmü irtikâp ettiğini düşünen pek çok İslami hareket bu devletlere karşı mücadele vermiştir. İşte ilk sultanlıkla birlikte başlayan bu mücadelelerin içinde yer alanlar da bu mücadeleleri meşru saymayanlar da yöntem tartışması yapmışlardır. Nevin Abdulhalık Mustafa’nın otoriteye karşı muhalif tavırları, sabır, temekkün ve huruç olarak sınıflaması, dönemin yöntem konusundaki
6
mi, lafzın anlaşılmasında zahirin mi yoksa
Hulasa yöntem tartışması hepten yeni bir konu değildir, ilk yüzyıldan beri tartışılan bir konudur. Gerek bir anlayış/zihniyet oluşturma çabasında teorik/ilmi boyutta, gerekse pratik hedeflere nasıl ulaşılacağı hatta bu pratik hedeflerin ne olduğu gibi eylemsel boyutta yöntem tartışılagelmiştir. Bugün yöntem konusu, metodun ilahi olup olmaması, dolayısıyla da tekliği-çokluğu, değişebilir ya da değişmez olduğu, sistem içi araçların kullanılıp kullanılamayacağı, demokrasi
tercihlerini de ifade etmektedir. Otoritenin,
gibi modern çağın muhalefete sistem içinde
elinde bulundurduğu güç ve imkânlar sebebiyle
tayin ettiği konumların meşru olup olmadığı
kıyama kalkışmanın neye mal olacağı, başarı
bağlamlarında tartışılmaktadır. Bunlara bağlı
şansının ne olduğuna dair kanaatler bu
olarak da eklemlenme, cahiliyenin oyununa
yöntem tartışmasının en önemli nirengi noktası
gelme, küresel planların parçası olma gibi
olmuştur.
karşılıklı nitelemeler telaffuz edilmektedir. Bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bakımdan kazandığı sistematik boyut nedeniyle
Yöntemle ilişkin olarak taktik-strateji,
yöntem konusu Müslümanlar arasında geçmişe
plan-program gibi başka kavramlar da
göre daha “ayırt edici” bir boyut da kazanmıştır.
kullanılmaktadır; en önemlileri sayılabilecek
Konu şüphesiz ki hedefin/hedeflerin ne olduğundan bağımsız değildir, aksine hedefle ilgili tespitlerin sonuçlarına sıkı sıkıya bağlıdır. İslami mücadelenin yöntemini tartışmak elbette yapılacak herhangi bir işin nasıl yapılacağını tartışmaktan çok daha mühim ve de çetrefillidir. Yöntemin hedefle olduğu kadar özle ilişkisi de konu üzerindeki ağırlığını hissettirmektedir. Çoğu zaman ulaşılan sonuçtan çok, bu sonuca ilişkin sorumluluğun nasıl yerine getirildiği daha önemli bir tartışma konusu haline gelmektedir. Kısacası konu, her dönem olduğu kadar hatta daha fazlasıyla bugünün de önemli bir konusu aynı zamanda zor ve tarafların birbirlerini ciddi ithamlara tabi tuttuğu, ayrılıklara neden olan bir konudur.
bu ikisine kısaca değinmenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Yunanca asıllı bir kelime ve askeri terminolojiden devşirilmiş olan strateji, maddi ve manevi, fiziki ve fiziki olmayan tüm kaynakların ahenk içerisinde ve etkin bir biçimde kullanılmasını sağlayarak, belirlenen hedefe en kestirme, en etkin ve en verimli yoldan varmak için kullanılan bir mefhumdur. Taktik ise bu genel belirlemenin pratik hale getirilebilmesi için adımların tespitidir. Strateji, hedefe ulaşmak için, bir disiplin veya düşünce doğrultusunda kabul edilmiş genel tarz ve prensipleri ihtiva ederken taktik, daha somut ve doğrudan uygulanabilir direktif veya belirlemeleri içerir; strateji genel bir düzenleme, taktik ise bu düzenleme çerçevesinde uygulanacak merhaleleri ve onların
Bu makalede konuya bu tartışmalardan bütünüyle bağımsız olmayacak bir şekilde kavramsal bir boyutta yaklaşmaya çalışacağız. Yöntemin ne olduğu, araçlarla, taktik ve strateji gibi kavramlarla nasıl ilişkilendirilebileceği, öze eşit olmasının ne demek olduğu ve yönteme etki eden faktörlerin neler olduğunu ortaya çıkarmaya çalışacağız.
araçlarını tespit etmektir.2 Dolayısıyla taktik ancak bir stratejinin varlığından sonra ve onun belirlemeleri, ilkeleri doğrultusunda hedefleri gerçekleştirmek için çevresel şartlardan da etkilenerek vücut bulabilen dinamik adımlardır. Strateji, bir savaşın savunma ya da saldırı esasına göre belirli adımlar şeklinde organize edilmesi yahut da beş yıllık kalkınma planının hedeflerini ve ilkelerini belirlemek gibidir.
Yöntem Nedir?
Taktik ise bu hedef ve ilkelerin fiiliyata nasıl
Yöntem ya da metot, genel olarak bir işi/eylemi
savaş stratejisinin başarıyla sonuçlanması için
gerçekleştirirken, hedefe ulaşmak için çalışırken nasıl sorusuna verilen cevaptır. Cevdet Said’in de dediği gibi insan eylemlerine esas teşkil eden iki temel sorudan biri neden, diğeri ise nasıl sorularıdır. Çünkü “İnsan rastgele ve hiçbir
aktarılacağını tespit etmek, tercih edilen yapılacak operasyonları belirlemek gibidir; strateji savaşın bütününü taktik ise onun içindeki muharebeleri, çeşitli dönemlerini, kesitlerini hatta anlarını kapsar. İkisi arasında; sabitlik değişmezlik, uzun veya kısa vadeli
vasıtaya tutunmadan eylemde bulunan bir varlık
olmak, bütüncül olmak veya parçaları teşkil
değildir. Onun için insan birinci sorunun çizdiği
etmek, birbirine tabi olmak, bilineni veya
çerçeveden mahrum kalırsa, muhal (gerçekleşmesi
bilinmeyeni yönetmek, tek ve genel olmak veya
mümkün olmayan) bir faaliyete, aynı şekilde
birden çok olmak gibi hususlarda ters orantı
ikinci sorunun çerçevesinden yoksun kalırsa
vardır.
makul olmayan (akıl dışı) bir gayrete girişmiş olur ve kendine yazık eder. Sonuç itibarıyla beşeri gayretler, kendilerini pratiğe yansıtan metotlardan ayrı planlanamayacakları gibi onlara sebep olan etkenlerden de ayrı planlanamazlar…”
1
Cevdet Said, Güç İrade Eylem, Pınar Yayınları, 4.
1
Baskı, S. 31
Bir işin nasıl yapılacağını taktik-strateji kavramsallaştırmasından istifade ederek izah ederken, stratejinin bir öğretiye göre genel anlamda düzenleme işi, yöntemin stratejiye göre izlenen yol veya stratejinin uygulanış şekli, http://atifacikgoz.wordpress.com/tag/strateji/
2
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
7
tekniğin yöntemin bir alt basamağı ve onun
farklı türleri, taktiğin ise tekniği kullanırken başvurulan küçük davranış değişiklikleri olarak
Günlük birçok işimizde olduğu gibi İslami pek
kullanıldığını da ifade etmiş olalım.
çok konuda da yöntemden söz ederiz. Tefsirde
Program-plan arasında da strateji-taktik
okumanın usul/metotlarından, eğitimin nasıl
ilişkisine benzer bir ilişki vardır. Program,
bir tarz veya yol takip etmesi gerektiğinden
yapılacak işi icabında çeşitli ayrıntıları da ihtiva
sıkça konuşur/tartışırız. Şu yöntemin doğru
edecek şekilde genel olarak belirlemek iken
olmadığına, onunla sonuç alınamayacağına
veya hadiste belli yöntemlerden, Kur’an’ı
plan, bu programın hayata nasıl aktarılacağının
ama şöyle bir metot takip edilirse daha verimli
zaman, zemin gibi değişkenlere bağlı olarak
sonuçlar alınacağına dair değerlendirmelerle
çizelgesini oluşturmaktır. Bu durumda plan,
her zaman muhatap oluruz. Bunlar İslami
programı fiil haline getirebilmeyi sağlayan bir
ilimlerin konusuna giren konularla ilgili olduğu
kılavuzdur, tasarlanmış komutlar zinciridir.
gibi dünyalık belli bir işin İslami olarak nasıl
Yöntemle ilişkilendirilebilecek hermenötik ve tarihselcilik gibi başka kavramlar da var ve bunlar, yönteme ilişkin farklı yaklaşımlara
yapılacağına ilişkin de olabilir. Kısacası bir Müslüman olarak hayatın pek çok alanında yöntemden bahsederiz.
kaynaklık da etmektedirler. Fakat bunlardan
Bu makalenin yöntemle ilgili kavramsal
örneğin hermenötik daha çok düşünce, tefsir
bir çalışma olacağını söylerken bütün bu
ve analizlerle yani anlam yorumu ile ilgili
alanlarla ilişkin ve onları kuşatacak boyutta bir
bir kavramdır. Bu nedenle bizim yöntemden
kavramsal çerçeveyi kastetmiyoruz. Örneğin
kastettiğimiz şeyle doğrudan ilgili değil.
hermenötik gibi anlam analizi ve usul alanına
Tarihselciliği ise yöntemle ilgili bir kavram olarak
giren tartışmaların konumuzla alakası dolaylı
değil bir yaklaşım biçimi olarak kabul etmek
bir alakadır. Alanımızı belirleyen genel çerçeve
daha doğrudur.
“İslami mücadele”dir. Yöntemden kastımız
Gerek dini, ideolojik konularda gerekse eğitim, ekonomi ve sosyal alanlarda dünya işlerini organize ederken yöntemle ilgili kavramları kullanırız. Hatta günlük işleri yapmak için bile yöntemin, taktiğin zaruretinden bahsederiz. Kimi zaman birini diğerinin yerine ya da yanlış yerde/anlamda kullandığımız da olur. Maksadımız bu kullanımları düzeltmeye çalışmak değil, büyük bir plan veya hedefin hayata nasıl aktarılacağının boyut, kapsam ve değişkenlik gibi genel ilkelerine dikkat çekmektir. En genel ilke ve büyük hedefleri belirlemekten “taktiğe” kadar değişik aşama ve boyutlara dikkat çekmek, kanaatimizce yöntemle ilgili bir bakış açısı ortaya koymak için bir başlangıç olması bakımından da önemli bir noktadır. Ancak biz “yöntem”i yukarıdaki kavramlar arasında geçtiği anlam ve boyutta değil daha genel anlamlarda kullanacağız. Çünkü İslami literatürde, en azından İslami mücadelenin nasıl bir yol takip etmesi söz konusu olduğunda
8
“Yöntem”le Ne Kastediyoruz?
İslam’ın hayata nasıl aktarılacağı ile ilgilidir. Ancak bu sınırlama, toplumsal hareketlerden çok bireysel çabaları, nasıl daha iyi bir Müslüman olunacağını çağrıştırmaktadır. Oysa yöntem söz konusu olduğunda daha çok İslam’ın toplum hayatına nasıl müdahale ettiğine dair düşünceler gündeme gelmekte; bireysel değişim, gelişme, sorumluluk gibi konular bu kavram içinde pek zikredilmemektedir. Dolayısıyla, yaklaşım ve kabullere göre; İslam’ın hayata nasıl egemen kılınacağı, toplumun İslami dönüşümünün nasıl sağlanacağı çerçevemizi daha doğrudan belirleyen ifadelerdir. Yani bu makalenin yöntemle kastettiği şey, İslam’ın hayata aktarılma çabasının pratik ve de toplumsal boyutuyla ilgilidir. Bu noktada İslam’ın hayata aktarılması, hâkim kılınması veya yeniden yürürlüğe konulması amacıyla farklı yöntemlerin esas alındığı/ uygulandığı malumdur. “İslam dünyası” ile tabir edilen dünya
kullanılan terim metot/yöntem terimidir,
ölçeğindeki kesimin büyük çoğunluğu, kendini
diğerleri değildir.
İslam’a nispet ederken belirli bir bilince sahiptir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
En azından bu tercihin ayırt edici bir tercih
da dışarıdan tezahürü pek görünmeyen sırf iç
olduğunu düşünmektedir. Hatta bunların büyük
dünyaları ile ilgilidir.
bir kısmı İslam’ın yeniden topluma hâkim olmasını/şeriatın gelmesini de istemektedir. Ancak bilinç düzeyi, samimiyet, bilgi, baskı, asimile edilmiş olmak, statükonun nimetleri gibi değişken sebepler nedeniyle istedikleri şey için bir çaba içinde değildirler. Kendilerini, istedikleri şeyin öznesi değil nesnesi olarak düşünmektedirler. Dolayısıyla hayatta birçok şeyin mücadelesini veriyor olmalarına ve bu mücadelelerin kendilerince İslami açıdan da bir anlamı olmasına karşın bunlar için İslami mücadele ifadesini kullanmak, İslami hareket içinde tahayyül etmek doğru bir
Şia, inanç dünyası bakımından Sünni tasavvuf
düşüncesine çok benzer özellikler taşımasına karşın, sosyalliği, toplumsal yönetime ilişkin hedefleri ve zulme karşı tavrı ile ondan ayrılır. Klasik Şia’nın, zulme karşı tavrı, takiyye; devlet düşüncesi ise “imam”ın tek yetkili yönetici olduğu şeklindedir. İmam Humeyni’nin “velayet-i fakih”e getirdiği yaklaşım Şia’ya bir kıyam ve ardından da bir devrim imkânı sağlamıştır. Şia’nın kendi tarihsel süreci, mollaların toplumsal yapı içindeki konumlanma biçimi ve İran’ın konjonktürel durumu kıyamın ve devrim
kavramsallaştırma değildir.
başarısının önemli sebepleridir. Ancak bu başarı
Tasavvufun, her mistik dünya görüşü gibi
bağımsız değildir. İran da global anlamda Sünni
farklı tezahürleri olmakla birlikte içinde
Müslümanlarla ortak problemleri yaşamakta,
bulunulan halin eleştirisinden doğduğu
zihinsel anlamda benzer süreçlerden geçmekte,
söylenebilir. Başlangıcı, dünyaya eğilimin
tartışmalardan onlar da etkilenmekte/
yarattığı problemlere tepkiye dayanmaktadır.
faydalanmaktadır. İhvan-ı Müslimin tecrübesi
İslam’ın yayılması ve Müslümanların birlik ve
ve bu tecrübe içinde tartışılan yöntem konusu
bütünlüğü gibi hususlarda çaba ortaya koymuş
devrimin önemli tetikleyicilerindendir. İmam
olmasına karşın mistik tabiatından ayrılmayan
Humeyni bir anlamda Benna, Kutup ve Mevdudi
bir asosyalliğe sahiptir. Dünya işlerini dünya
tarafından yürütülen mücadele ve geliştirilen
ehline bırakarak zulme rıza gösterirken, aslında
yaklaşımın Şia dünyasındaki tezahürüdür.
işlerin göründüğü gibi olmadığını, iyi adına her ne varsa şeyhlerin gizli elleriyle müdahalesinin bir ürünü olduğunu, bu gizli elin her şeyi kontrol altında bulundurduğunu savunarak/inanarak bir
Sünni dünyadaki gelişmelerden bütünüyle
Şia, beyan (neşriyat) yani bilinçlendirme, tebliğ, fikri anlamda gerekli olgunluğa ulaşma çabası ve buna bağlı olarak hareket (mukavemet)
ironi de yaratmaktadır.
yani cihad, teorik boyutta kalmayıp inancı
Tasavvufun, topluma ilişkin değiştirmek istediği
bakımından Sünni dünyadaki yaklaşımlara
şeyler vardır. Fakat bu, örneğin üstatların
katılmakta ama ıslahatçılık-devrimcilik,
idareyi ele alması şeklinde değil dergâhın
sistem içi olmak-sistem dışı kalmak gibi
alanını, yönetici kesimi de içine alacak şekilde
konulara ilgisiz görünmektedir. Genel anlamda
genişletmektir. Bu, aynı zamanda toplumun
Şia’nın, Afgani’den sonraki İslami mücadele
kurtuluşuna ilişkin düşüncesini ve yöntemini de
anlayışını benimsediğini ama uygulamada
ifade etmektedir: Mürşid-i kâmilin peşine takılıp
kendi iç dinamiklerinin daha etkin olduğunu
hiçbir şeyi sorgulamadan onlardan gelenlere mutlak itaat içinde olmak… Halk üzerinde sahip oldukları etki alanına, dolayısıyla sözlerinin sosyal gücüne bağlı olarak yöneticilerce özellikle dikkate alınanları her zaman olagelmiştir.
hayata aktarma, zulme kıyam etme sıralaması
söyleyebiliriz. Sünni dünyada İslami mücadele, Cemaleddin
Afgani’den sonra daha da belirginlik kazanmaya başlarken yöntemi konusunda iki farklı yaklaşım
Ama “sözü edilen yöntem, toplumsal değişim,
belirmektedir. Afgani’nin devrimcilikten,
kurtuluş, toplumun İslam’ın rengine bürünmesi
Abduh’un ise ıslahatçıktan yana tutumu gittikçe
için mümkün bir yöntem midir?” sorusuna
belirginlik kazanarak iki farklı yaklaşıma3
ancak kendileri evet cevabını vereceklerdir. Zira
bürünecektir.
tasavvufun, toplumun değişimine ilişkin ciddi hiçbir hedefi olmadığı gibi bireye ilişkin olanları
İhsan Eliaçık, İslam’ın Yenilikçileri, İnşa Yayınları, 2.
3
Cilt, S. 448
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
9
Her birisi birçok hareket tarafından temsil
savunmuştur. Yöntemin teferruata ait bir konu
edilen bu yaklaşımlardan ıslahatçılık, var olanı
değil öze ilişkin olduğunu, metot üzere olmanın
ıslah etmeyi amaçlamakta; var olanın/mevcut
hedefe ulaşmaktan daha önemli olduğunu
sistemlerin içinde yer almakta ve sistem içi
ifade etmiştir. Bunların dışında yöntemin tedrici
araçları kullanmakta bir beis görmemektedir.
olduğu ve buna uygun olarak öncü cemaatin
Devrimcilik ise var olanın cahiliye olduğunu,
nasıl davranması gerektiği ve fonksiyonunun ne
dolayısıyla kökten değiştirilmesi gerektiğini,
olduğu üzerinde de durmuştur. Uzlaşmacılığa
demokratik sisteme ait parti gibi sistem içi
karşı olmak, cahiliyenin bünyesinden ayrı ve
araçları kullanmanın “uzlaşmacılık” anlamına
ondan daha güçlü bir yapı teşekkül ettirmek,
geldiğini ifade etmektedir.
bu yapının yatay ve dikey genişlemesi ile
Genelde yakın dönem İslami gelişmelerin başlangıç ismi olarak zikredilen Afgani, devrimci tutumuyla biliniyor olmasına rağmen ıslahatçılığın daha eski bir geçmişe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Zira Batı’nın yıkıcı
yapmak, fıkhın ve sorunların çözümünün toplumun oluşumundan sonra mümkün olacağı gibi ifadeleri de yöntemle doğrudan ilgilidir ve yöntemden ne kastettiğini belirginleştirmektedir.
saldırılarından önceki İslam devletleri içinde,
Merhumun metotla ilgili belirlemelerini
devrimciliğe yakın içerikler yüklenmiş olsa
birbirinden farklı şekillerde hayata aktaranların
da ıslahatçılık çok daha baskın bir gelişme/
olduğu bir gerçektir. Sünnetten devşirilmeye
değişme yöntemi olarak benimsenmiştir. Bu
çalışılan bu yaklaşımdan, gizli ve açık davet,
iki yaklaşımın zamanla kendi içinde çeşitli
Mekke ve Medine dönemi şartları ve bunları
versiyonlarının oluştuğu da bilinmektedir.
orijinaline uygun senelik dilimlerle tespit etme,
Sistemle ilişki biçimi, kısa ve uzun vadeli
hücresel örgütlenme, tekfir, bağımsız koloniler
hedeflerin içeriği, Sünnetin yöntem bakımından
oluşturma, şiddeti yöntem olarak kullanma gibi
nasıl bir anlam ifade ettiği gibi konularda her bir
uygulamalar çıkmıştır. Bütün bunları şüphesiz
yaklaşımın kendi içinde çeşitlilik göstermesinin
ki merhumun çalışmalarına bağlamak doğru
nedeni de budur.
olmaz ama ne kastettiğini bir uygulama ile
Şia dünyası İran İslam Devrimi ile bir anlamda
bunlara malzeme olabilecek yanlarının olduğu
ortaya koyma fırsatına sahip olmadığı için
hedefe ulaşmış, yöntem açısından kendisini
da hepten reddedilemez. Örneğin, sistem içi
bir bakıma ispatlamıştır. Bugün ise Suriye
araçların kullanımı konusunda kendisi doğrudan
meselesinde olduğu gibi genetiğinden getirdiği
bir şey söylememiş olmasına rağmen, bugün
problemlerle yüzleşirken dünya Müslümanları
tartışmalar “uzlaşmacılık” üzerinden ona
gözünde yeni sınavlar vermektedir. Sünni
dayandırılarak sürdürülmektedir.
dünyadaki devrimci yaklaşım, İran İslam Devrimi ve Sudan gibi başarıların ardından gündemi belirlemekte daha baskın hale gelmiştir. Sadece bu tür başarılar değil, devrimci yaklaşımın kendi içinde taşıdığı dinamizm ve çaba, kendisine İslami gelişmeleri belirlemede etkin pozisyonlar kazandırmıştır. Ve aslında bu durumun bugün de halen büyük oranda devam
10
toplumun değişeceği, önce yıkmak sonra
Tarihsel süreçleri, ilişkileri ve nispeten sonuçları hasebiyle değişik yöntem anlayışlarından söz etmekle, yöntem anlayışının çeşit ve süreçlerini irdeleme niyetinde değiliz. Maksadımız, farklı yaklaşımların her zaman var olduğuna ve bunların her şeyiyle belirlenmiş bir yöntem anlayışından aslında belli bir yöntemin
ettiğini söyleyebiliriz.
olmadığını savunan anlayışlara kadar bir
Bu etkinliği, önemli ölçüde yönteme getirdiği
kendisince ciddi delillere/gerekçelere sahip
yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımın
olduğu bu yaklaşımlardan, son dönem devrimci
belirlenmesinde özellikle Merhum Seyyid
yaklaşımın argümanları, yöntem söz konusu
Kutub’un rolü önemlidir. Kutub, yöntemin beşeri
edildiğinde öyle veya böyle dikkate alınması
tercihlere bırakılmış bir konu olmadığını, kaynak
gereken bir yaklaşım olmayı hak ediyor. Bu
ve hedef gibi Rabbani olduğunu ifade etmiş,
makalede de bu yaklaşımın argümanlarının
çağlara ve toplumlara göre değişemeyeceğini
ağırlığını hissettirmesinin bilinçli bir tercih
yelpaze çizdiğine dikkat çekmektir. Her birisinin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olmasının nedeni budur.
yolun mubah olduğu düşüncesini kesin olarak reddeder, ayrıca fırsatçı ve keyfi bir tavır
Yöntem’in Öz’e Eşit Olması
izleyemez. “Çünkü bu hareketin her anı, her aşaması ilahidir ve ilahi esaslara riayet edildiği
Yöntemin öze eşit olması, özün yöntemle ilişkin
sürece hareket, bir sonuca götürülmeksizin de
ilkeler belirlemesinden farklı ve daha öte bir
amacına ulaşmış sayılır.”6
şeydir. Seyyid Kutub’un ifadesiyle yöntemin “hakikat”le özdeş olması, kesinlikle birbirinden ayrılamayacakları anlamına gelmektedir. İslami her türlü “harekette yönteme bağlılık, nizama ve akideye bağlılık kadar önemlidir.”4 Çünkü “Bu din haddi zatında nasıl Rabbani bir din ise pratikte uygulanan yöntemi de öylece Rabbani’dir; doğal karakteristiği ile tam bir uyum halindedir. Bu dinin hakikatini, pratikte uygulanan yönteminden ayırmak imkânsızdır.”5 Din nasıl yüce yaratıcı
tarafından belirlenmiş, beşer müdahalesinden arındırılmışsa yöntem de aynı şekilde belirlenmiştir, dine içkin vaziyettedir. Kur’an’ın nüzul sıralaması, dolayısıyla olaylara müdahale biçimi, takdim ve tehir ettikleri, durduğu ve hızlandığı noktalar, ilişkilerdeki yönlendirmeleri metodu oluşturmaktadır. Kur’an’ın indikçe uygulanmasından doğan süreci belirleyen iniş biçimi olduğuna göre o iniş biçimini belirleyen Allah, aynı zamanda yöntemi de belirlemiştir. Böylece, yaşayan Kur’an, Kur’an’ın müşahhas biçimi, yöntemin diğer adı olarak da zikredilen Sünnetin, Resul’ün tercihlerinden ve iradesinden bağımsız olduğu da ifade edilmiş olmaktadır. Zira Rabbani, Rabbe ait olan demektir. Oysa Sünnetin, Resul’ün vahyi esas alarak kendisine ait/kendi irade ve tercihleriyle dolu bir yaşam biçimi olarak anlaşılması daha doğrudur. Görüldüğü gibi, yöntemin öze eşit/hakikatle özdeş olması, birbirinden ayrılamaması, özün Rabbani olduğu gibi yöntemin de Rabbani olmasına dayanmaktadır. Bu, şüphesiz ki hedeflerin de Rabbani olmasından bağımsız değildir ve Rabbani hedeflere ancak Rabbani bir yöntemle ulaşılabilir. Beşeri yöntemlerle bu hedeflere ulaşmak mümkün değildir. Haddi zatında bu şekilde Rabbani hedeflere ulaşmaya çalışmak, İslami olmayan bir hayatı yaşamak anlamına gelmektedir. İslami hareket, hedefe ulaşmak için yolun önemli olmadığı ya da her Yoldaki İşaretler, S. Kutub, Pınar Yayınları, 7. Basım, S.
4
53
dendiğinde sosyalizm, kapitalizm gibi beşeri pek çok hareketten söz edilebilir. Fakat bu cahili hareketlerin topluma müdahale biçimleri, “karanlıkta el yordamıyla nesneleri düzenleme girişimleridir. İslami hareket ise özgün bir yöntemi ve hedefi bulunan bir harekettir.”7 “Allah’ın dinini, İslam’ı, özünden boşaltarak şeytani mecralara kanalize edilmekten kurtaran ve kendi asli mecrasına, tevhidi ve ilahi bir mecraya akıtan, tarihsel akıştaki çarpıklıkları, beşeri isteklerin oluşturduğu tahrifatı önleyen, hareketin yöntemsel özgünlüğü yani nebevi hareket yöntemine (hikmete) uygunluğudur. Din ancak bu şekilde bir hayat nizamı, tevhidi bir esas olma özelliği arz edebilecektir. Aksi halde din, ulusların ya da yönetimlerin ellerinde bir araç ya da mahrum madun kitlelerin afyonu olmaktan öteye gidemeyecektir.”8 “İslam’a yabancı hiçbir yöntem, son tahlilde İslam’ın yeniden yürürlüğe konması amacını gerçekleştirmez. İslam’a hizmet adına bizim böyle bir yöntemi kullanmamız imkânsızdır.”9
İslam’ın yönteminin kendine özgü olması, bu yöntemi terk etme durumunda ortaya çıkacak hastalıklarda kendisini daha belirgin bir biçimde ifade etmektedir. En ciddi sorunlar yöntem meselesinin askıya alınması durumunda boy gösterecektir. “İslami hareketin yöntemi bir kez toplumsal bir gerçekleşim imkânı kazanan dinin belki en fark edilmeksizin terk edilen ve fakat en önemli esasıdır.”10 Bu yöntemi gündeme
getirmemek, bilinçli ya da bilinçsiz “unutulmasına çalışmak, İslami sapma ve yozlaşmanın artması ve evrensel istikbarın güçlenmesi”ne neden olacağı
için hıyanet ve düşmanlıktır. Çaba sarf etmeden sahip olunan değerlerin üstünlüğüyle avunmak Ümit Aktaş, İslami Hareket ve Yöntem, Çıra Yayınları,
6
S. 81 Ümit Aktaş, A.g.e. S. 25
7
Ümit Aktaş, A.g.e. S. 37
8
S. Kutub, A.g.e. S. 53
9
S. Kutub, A.g.e. S. 49
5
Toplumsal hareket ya da toplumsal değişim
Ümit Aktaş, A.g.e. S. 27
10
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
11
Allah’ın rızasını kazandırmayacağı gibi nebevi
görünürken bugün Müslüman adıyla karşımıza
yöntemi, ilahi stratejiyi izlemeden zelil ve zayıf
çıkabilmektedir. Aslında bugünkü Müslüman
durumdan kurtulmak da mümkün değildir.11
topluluklar da ulûhiyet ve rububiyet konusunda
Yöntemin öze eşit olması, belirlenmiş olması anlamına da geldiği için bu, şu açıdan da önemlidir: “Önyargılı yaklaşımlar sonucu ele alınan ayetler, sanki bu sapmaları” onaylıyormuş
gibi sunulabilir. “Oysa Resulullah (s.a.v)’in uygulaması müşahhastır ve asla böylesi bir yorumlamaya imkân tanımaz. Nitekim Ali (r.a), Haricilerle münazara ve ikna için Abdullah bin Abbas’ı gönderirken, ona şunu tavsiye etmiştir:
Dolayısıyla her dönemde cahiliyeyi İslam toplumuna dönüştürmek için izlenmesi gereken yöntem bugün de aynı şekilde takip edilmelidir. İnsanlık bugüne kadar yöntemin değişmesini gerektirebilecek bir farklılaşma yaşamadığı gibi bundan sonra da yaşamayacaktır. Yöntem bu bakımdan da sabit ve değişmezlik özelliğine sahiptir.
Onlarla Kur’an’a dayanarak tartışmaya girişme.
Yöntemin değişebileceğine dair kanaatlerimiz
Çünkü Kur’an birçok yönü olan, her tür yorumlarla
kimi zaman vakıayı, kimi zaman da vakıaya
yorumlanabilecek bir kitaptır. Sen söylersin onlar
hitap eden ayetleri yanlış anlamamızdan
da söylerler. Onlara sünnete dayanarak delil getir,
kaynaklanmaktadır. Cihad konusunu buna örnek
çünkü ondan kaçmaya yol yoktur.”12 Yöntemin öze eşit olmasının zorunlu
sonuçlarından biri de değişmezliğidir. “Bu yöntem belirli bir aşamanın belirli bir yapının ve ilk dönem İslam toplumunun doğup gelişmesine özgü, belirli koşulların yöntemi değildir. Bu yöntem bütün zamanlarda, bütün mekânlarda bu dinin yeniden yürürlüğe konulabilmesi için, mutlaka kendisine başvurulması gereken bir yöntemdir.”13
Yöntemin değişmezliği, suyun buharlaşma şartlarının değişmemesi gibi bir şeydir. Dünya yerinde durdukça suyu buharlaştırmak için nasıl sabit şartlar gerekiyorsa İslami mücadelenin yöntemi de aynı şekilde değişmez bir yöntemdir. Nitekim tarihin başından beri gönderilen peygamberlerin izlediği yöntemde de bir değişiklik görülmemektedir.
olarak verebiliriz: İslami cihad hareketi, insanı kula kulluk illetinden kurtarma, ulûhiyet ve rububiyeti yalnız Allah’a has kılma, “yeryüzünde insani isteklerin hâkimiyetini ortadan kaldırıp yerine, ilahi şeriatın egemenliğini yerleştir”me çabası olması nedeniyle
evrensel bir bildiridir.14 İlahi düzenin yaşandığı İslam toplumuna, din ve vicdan özgürlüğünü tanıması emredilmiştir. Ancak “kendi dışında yürürlükte olan siyasal bir otorite varsa onu ele geçirip kendi “dünya düzeni”ni kurması için harekete geçmesi” istenmiş ve bu fırsat ona
tanınmıştır. “Eğer Cenabı Hak, Müslüman bir cemaate belirli bir dönem için cihaddan elini çekmesini emretmiş ise, bu bir ilke sorunu değil, tamamen bir taktik sorunudur… Hareketin o evrede gerekli kıldığı bir mecburiyettir.” Koşullara uygun
bir şekilde indirilen Kur’an ayetleri genel ilkeler
Yöntemin değişmezliği bir taraftan Rabbani
ışığında kavranmalıdır. “Ancak böylelikle bu
olmasına, beşer müdahalesinden hatta
ayetlerin uzun erimde, değişmez İslami hareket
resullerin tercihlerinden azade olmasına bağlı
stratejisine işaretleri ile bu hareketin belirli bir
iken diğer taraftan da içinde yaşanan şartların
evresine olan işaretlerini birbirine karıştırıp yanlış
değişmezliği ilkesine dayanmaktadır. Toplumların
anlama tehlikesinden kurtulmuş olabiliriz.”15
değişimine ilişkin olarak söylenebilecek olan şeyler gerçek anlamda birer değişim değil, yüzeysel özelliklerle ilgilidir. Cahiliyenin ne karakteri ne de yapılanma biçimi değişmiş değildir. Değişen isimler ve maskelerdir. Dün putperestlik veya Ehl-i Kitap şeklinde Ümit Aktaş, A.g.e. S. 68
11
Buna göre genel ilkeler ve bütünlük anlaşılmadığı takdirde geçici veya istisnai direktifler bütünü ifade ediyormuş gibi anlaşılabilir. Oysa geçici durumlara ilişkin hitaplar, taktik gereğidir dolayısıyla da yöntemin değişkenliğine dair bir şey ifade etmez.
Ümit Aktaş, A.g.e. S. 99
14
S. Kutub, A.g.e. S. 50
15
12 13
12
öncekilerle aynı cahiliyeyi yaşatmaktadırlar.
S. Kutub, A.g.e. S. 82 S. Kutub, A.g.e. S. 107
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Toparlayacak olursak; yöntemin öze eşit olması,
ideolojinin kendisidir. Buna bir de dış faktörleri
yöntemin dine/hakikate özdeş ve içkin olması,
yani vakıayı ilave edebiliriz. Ancak vakıanın
özün Rabbani olması gibi Rabbani olması
belirleyiciliği ideolojinin kontrolü altındadır.
demektir. Dolayısıyla tamamen kendine özgüdür,
Son derece despot, nefes aldırmayan ortam
evrenseldir, zamanın ve zeminin değişmesi ile
şartlarında olduğu gibi dış faktörlerin cebri
değişmez.
olarak devreye girdiği ve yöntem üzerinde
Yöntemi etkileyen faktörlerden biri olarak düşündüğümüz ideolojinin kendisi/paradigma konusunda yine gündeme geleceği için burada
değişikliğe yol açtığı durumlar vardır. Fakat böyle bile olsa vakıanın belirleyiciliği, vakıaya ideolojinin getirdiği yoruma bağımlıdır.
kısaca şunu belirtelim: Paradigma ile yöntem
Kanaatimizce hiçbir ideolojiyi, kendisini
arasında öyle veya böyle bir ilişki vardır. Her
gerçekleştirecek yöntemden bağımsız düşünmek
yolu meşru sayan bir ideoloji de nihayetinde
mümkün değildir. “Hedefe götüren her yol
mubahlık sınırlarını bir hayli deforme etmiş bir
mubahtır” düşüncesine sahip bir ideolojide
ideolojidir. Oysa erdemli olmaktan, ahlak ve
bile bir yöntem düşüncesi mevcuttur. Eğer
değerlerden söz eden bir dünya görüşü, “yapın
ideolojinin insan eylemlerine hitap eden
da nasıl olduğu önemli değil” demediği gibi
ilkeleri ahlakla, hakla, adaletle ilgili değerler
İslam da kendisinin hayata aktarılmasının nasıl
bakımından meşru/gayrimeşru sınırlarına
olacağını kişilerin keyfine bırakmaz. İslam’ın
kayıtsız ise yöntem konusunda da aynı
hayata aktarılma biçimi zaten doğrudan O’nun
serbestliği kullanması gayet doğaldır. Dolayısıyla
yaşanması anlamına gelmektedir. Sonra veya
ideolojinin rengi ne ise yönteminde de aynı renk
bir yere/hedefe ulaşıldığında değil şu an olması gereken bir durumdur. Ancak şunu da kabul etmek gerekir ki, yöntemin öze eşit olduğuna
kendisini belli eder. Buna göre dünya görüşünün yöntemi iki
dair yukarıdaki çerçevede bir söylem, on üç
şekilde belirlediğini söylemek mümkündür:
senede devrim, yirmi üç senede mükemmellik,
Birincisi insan eylemlerine hitap eden
Medine’yi kurmadan o döneme ait hükümlerle
ilkelerinin, kendisini doğal olarak yöntem
sorumlu olunmadığı, şu an daru’l-harp fıkhının
konusunda da göstermesi şeklindedir. Buradan
geçerli olduğu gibi sonuçlara ulaşmış, buna
yöntem, şekil olarak değil de genel prensipler
göre örgütlenmiş, toplumdan ayrı koloniler
şeklinde çıkarılabilir. Bu çıkarımların niteliği,
oluşturmuştur. Peygamber’i, yedikleri ve
işlevselliği ve insan doğasıyla ilişkisi de
giydikleriyle örnek alanlara karşı çıkarken
ideolojinin, hayatın bütününü kuşatacak bir
aynı şekilciliği, şekilcilik mantığını siyasete
bakış açısına sahip olup olamamasına bağımlıdır.
aktararak kendisi yapmıştır. Bu şekilciliğe karşı
İkincisi ise yöntemin ne olması gerektiğine dair
çıkıldığında da cübbesi elinden alındığında dinini
doğrudan model, şekil ya da süreç belirleme
kaybedeceği korkusuna kapılanların korkularını
biçimindedir. Örneğin klasik Marksizm, sınıfsız
yaşamaktadır. Yöntemin öze eşit olduğunu
toplum hedefine nasıl ulaşılacağına dair şekli
söylemenin en önemli riski Kur’an’ın iniş
belli bir yöntem önermektedir. Aktörlerin kimler
sürecindeki olan bitenleri zahiri bir bakış açısıyla
olması gerektiği, hangi aşamalardan geçileceği,
kalıplaştırmaktır.
bu aşamaların hangi araçlarla aşılacağı tespit
Onun için buradaki önemli soru; yöntemi, dinin kendisinden başka belirleyen bir faktörün olup olmadığıdır. Yöntem sadece öz tarafından mı belirlenmektedir yoksa belirleyen başka faktörler de var mıdır?
edilmiş vaziyettedir. Ancak bu şekilde yöntemin belirlenmesi, değişen koşulları gözetmekte başarısızlığa ve dış dünya ile öngördüğü değişime zıt ilişkilerin oluşmasına neden olma riski taşımaktadır. Dünya görüşünün yöntemi belirlemesindeki önemli bir nokta da hedef konusudur. Hedefe
Yöntemi Belirleyen ya da Etkileyen Faktörler
dair belirlemeler yöntemi de doğrudan etkiler.
Yöntemin en temel belirleyicisi şüphesiz ki
sınıf bilincine sahip olması yani iç dinamikleriyle
Klasik Marksizm, belirlediği hedefe proletaryanın
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
13
ulaşması şeklinde bir yöntem belirlemiştir.
geleneksel mirasından türetilmiş uyarıcı fikirler
Ancak bunun bu şekilde gerçekleşmediği ortaya
eşlik etmelidir.”18 “Toplumsal diriliş projesine
çıktıkça hedef, yöntem üzerindeki ağırlığını
öncülük edenlerin içine düştükleri en önemli
hissettirmiş; Lenin, proletarya adına hareket
yanlışlardan biri, geniş halk kitlelerinin gerçekte
eden grupların oluşturulması düşüncesini
toplumsal diriliş projesine desteklerini temin
savunmuştur. “Bütün İslami emirler içinde en
edecek olan kitlelerin yaşadığı yakıcı sorunları ve
önemlisi” olarak gördüğü İslami hükümetin
onların arzularını gündemlerine almaksızın, kitleler
korunmasının diğer dini vecibelerden öncelikli
için bir anlam ifade etmeyen salt teorik düzeyde
olduğunu hatta gerekiyorsa bu vecibelerin
olan paradigmaya dayanmalarıdır.”19
yasaklanabileceğini, camilerin yıkılabileceğini söyleyen İmam Humeyni de Şia’nın İmamet inancını savunmuştur. İran’ın Suriye konusunda bugün sergilediği tavır da aynı şeyi anlatmaktadır. Bu, doğrudan doğruya hedefin
dönüştürmeyi öneren dünya görüşünün müntesipleri de girer, dönüştürülmesi gereken hedef sosyal yapı ve müntesipleri de girer.
yöntem üzerindeki ağırlığıdır.
Bunların ilişkilerinden doğan söz konusu
Cevdet Said, hedefle ilişkin birer kavram olan
bulunulan ortam ve karşı tarafı, paradigmaya
hak ve sorumluluk konusunun da yöntem
uygun uyarıcı fikirler geliştirmeye ve bunların
üzerinde etkili olduğuna dikkat çekiyor:
uygulanma biçimini onlardan bağımsız
“Üzerimize düşen görev ve sorumlulukları
düşünmemeye çalışanlara nispeten dış
belirleyen metotla, hak ve hukukumuzu belirleyen
dünya olarak isimlendirebiliriz. Dış dünya
metot birbirinden farklı olmalıdır.” “Zira onların
değiştirilmek istenen şeydir. Yöntemin de bir
hepsi görev ve sorumlulukların aksine, hakların
şekilde değiştirilmek istenen şeyden etkileniyor
elde edilmesine çalışır, toplumu bina etmek yerine
olması beklenir. Bu etkilenme, onlara kendi
devleti oluşturmaya önem verir ve ilmi manada
vakıalarından bağımsız bir diktatörlük anlayışıyla
anlatma ve ikna etme yerine şiddet ve baskı
hareket etmemek anlamına geldiği gibi
üslubunu tercih ederler.”16
“davetçi”nin aslında bu vakıanın bir parçası
Dış faktörlere gelince; İdeoloji ne kadar güçlü,
kuşatıcı, belirleyici ve evrensel olursa olsun yöntem, vakıadan bağımsız değildir. Vakıa nihayetinde insani gerçeklik demektir. Ve “İnsani gerçeklikten kopuk bir idealizm (ülkücülük), er ya da geç bir tür despotizme dönüşür.” “Tıpkı üretim araçları ve güçlerinin, maddi tezahürlerin kendi düşünce ve beklentileri doğrultusunda oluşmadığını gören Marksistlerin de, komünist parti diktatörlüğünde karar kılmaları gibi, sonuçta idealleri hiçe sayan kaba ve saldırgan bir müdahalecilik belirir.”17
ortam da vakıanın bir parçasıdır. İçinde
olmasından da kaynaklanmaktadır. “İnsanların ani bir değişme ile tüm cahili davranışlardan kopması beklenemez. Bu ancak kalbi ve zihni bir değişmenin akabinde gerçekleşebilir.”20
Değişmekte olan toplum, geniş toplumun bir kesimi de olsa dönüşümünü, her terk ettiği kötü bir özelliğin yerine kazandığı iyi bir davranış koyarak sürdürür. Bu sebeple işte bu toplumun zihin dünyası, içinde bulunduğu vakıadan bağımsız çalışmaz. “İnsanoğlu eşya ve hadiseleri kültür birikim ve sosyal mirasıyla yorumlar. Evreni seyreden iki gözünün yanında, gördüklerini kendisiyle yorumladığı bir basireti vardır. İşte bu
İdeoloji gibi dinin de geleceği kuşatması/ evrenselliği, şekilsel kuralcılıkla değil kuşatıcı ilkelerle mümkündür. Bu da doğal olarak ona gönül verenlerin bu ilkeleri vakıaya göre ete kemiğe büründürmesini gerektirir. “Hiçbir paradigma tek başına geniş halk kitlelerini harekete geçiremez. Kesinlikle bu değişim projesine, paradigmayı referans alan ve onun tarihi
basireti toplum oluşturur, insan da onu toplumdan alır.”21
Yöntem konusunda değişmezliği ve sabitliği ile en çok tartışma konusu olan Resul’ün Sünnetinin de içinde bulunduğu vakıadan Casim M. Sultan, Toplumsal Dönüşümün Yasaları, Mana
18
Yayınları, S. 28 Casim M. Sultan, A.g.e. S. 30
19
Ümit Aktaş, A.g.e. S. 38
Cevdet Said, A.g.e. S. 13, 14
20
Ümit Aktaş, A.g.e. S. 24
21
16 17
14
Vakıa kavramının içine, bulunduğu ortamı
Cevdet Said, A.g.e. S. 53
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bağımsız değerlendirilmesi mümkün değildir. “Ne
araçları ise kamuya açık veya gizli toplantılar
nebevi vahy ne de nebevi davranış, karşı karşıya
yapmaktan kitle iletişim araçlarına kadar
bulunduğu durumu ihmal edip tamamen soyut
değişiklik gösterebilir. Araçlar, yöntemin somut
genellemelere dalamaz. Allah konuşur, Peygamber
hayatiyet vasıtalarıdır yani yöntem araçlardan
ise belli bir tarihi bağlamda hareket eder. Ancak,
müteşekkildir, onlar olmadan fiili bir durum
onun sırf bu tarihi bağlam için hareket etmediği de
kazanamaz.
kesindir.”22 Hedef ve ilkeleri ne kadar evrensel
olsa da Sünnetin şekillenme biçimini işte bu tarihi bağlamdan bağımsız değerlendiremeyiz. “Sahabeler Hz. Peygamber’in birçok davranışını görmüşler ve dolayısıyla onun vazettiği gayeler doğrultusunda hareket etmişlerdir. Sonra gelen nesil de sahabelerin davranışına tanık olmuşlardır. Bu sebeple, Nebevi Sünnet’in, karşılıklı öneri ve eleştiriyi içeren bir süreç sonucu, üçüncü nesille birlikte, cemaat içinde uygulama olarak yerleşmiş olduğu kabul edilebilir.”23
İslam gibi belli bir tarihi bağlamda hayatiyet bulmuş bir dünya görüşünün, farklı toplumlarda ve farklı zamanlarda yeniden ilk indiği günkü gibi yönetim mekanizmaları da dâhil toplumu dönüştürmesi için yöntemin dinamizminden bahsedilirken gündeme gelen daha çok yöntemin genel iskeletinin sabit kalarak araçların değişmesinin mümkün olacağı şeklindedir. Yani değişmeyen/evrensel bir şekil vardır ancak eğer değerlere aykırı olmazsa araçların değişmesi mümkündür. Bu nedenle
Yöntem-araç ilişkisi hedef teriminden bağımsız değildir. Bu bakımdan arka arkaya dizilen hedeflerin büyük ölçekte yöntemi ifade ettiğini ve aslında bu hedeflerden her birinin araçsal bir nitelik taşıdığını da hatırlamak gerekir. Örneğin bir kurum oluşturmak veya devlet kurmak, kendisine ulaşmadan önce bir hedeftir ve başarılması için yönteme, araçlara ihtiyaç vardır. Fakat bunların her birisi adaletin tesisi, siyasi bir hedefin gerçekleştirilmesi gibi başka hedefler için aynı zamanda birer araçtır. Yöntemleri, mantıki veya bilimsel bir hedefe ulaşmak için parça bütün ilişkisi bakımından tümdengelim veya tümevarım; incelenen konuya göre bilimsellik bakımından teorik veya pratik/deneysel gibi çeşitlere ayırabiliriz. Sosyal bir mücadelede ise çoğunlukla sistem içi ve sistem dışı şeklinde bir ayırım kullanılmaktadır. Devrimcilik-ıslahatçılık, zora/şiddete dayalıbarışçıl gibi kavram, ayırım ve sınıflamalar bu ayırımın içine dâhil edilebilir.
yöntem-araç ilişkisi, bu noktanın biraz daha
Doğal olarak, tercih edilen, doğru/meşru sayılan
aydınlığa kavuşması için üzerinde bir miktar
yöntem ne ise ona uygun araçların kullanılması
durmayı hak ediyor.
beklenir. Burada, tercih edilen araçların yönteme uygunluğu bir sorun olarak ortaya çıkar. Ancak
Yöntem-Araç İlişkisi
ikiye ayırdığımız yöntemlerden her birine ait
Yöntem veya metot en genel anlamıyla, bir
kesin çizgilerle birbirinden ayrılabileceğini
hedefin gerçekleştirilebilmesi için izlenen yol
söyleyemeyiz. Örneğin sistem dışı kalmayı tercih
ya da usuldür. Araç ise bu yöntem izlenirken
etmiş bir mücadelenin sistem içi olan siyasi
kullanılan vasıtadır. Yöntem bir tarzı ifade
partiyi araç olarak kullanmak istemesi, onun
eder ve kuralları içerir, araç ise soyut ya da
sistem içi olduğu anlamına gelmez. Eğer sistem
somut bir enstrümandır. Örneğin demokrasi,
izin veriyorsa söz konusu hareketin ilkelerine
sosyal bir mücadelenin veya iktidarı ele
uygun bir siyasi parti kurması mümkün
geçirmenin bir yöntemidir, siyasi parti ve
olabilir. Ancak aynı şeyi bu partiyi tercihen
sivil toplum kuruluşları ise onun araçlarıdır.
oy kullanacak kişiler için söylemek mümkün
Devrimcilik bir yöntemdir, örgütlenme, yapı
değildir. Hareket her ne kadar ilkelerine sadık
ve tebliğ onun araçlarından bazılarıdır. Tebliğ
ve sistemin dayatmalarına karşıt olarak partiyi
de yatay genişleme hedefinin bir yöntemidir,
bir araç olarak kullanıyorsa da oy vermek
Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji
22
olduğu söylenebilecek araçların her zaman
tamamıyla sistem içi bir davranıştır. Ve aslında
Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, S. 23
ilkelerinde ısrarlı olan hareket, tüzük ve hedefler
Fazlur Rahman, A.g.e. S. 35
konusunda taviz vermemiş olsa bile sistem içi
23
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
15
araçları kullandığında bir yönüyle sistem içi
değerlendirmeye eğilimli olmalarına, toplumun
olmuş demektir. Böyle bir durum, hareketin
yapılanma biçimindeki değişikliklerin kayda
sistem dışı kalmaktaki başarısı değil, sistemin
değer olmadığını düşünmelerine dayanmaktadır.
onu kabul etmekte esnemesi anlamına gelir.
sonrasında gösterdiği farklılık, araçlar bakımdan
yüzü olması nedeniyle çoğunlukla yöntemle
dikkate değer bir farklılıktır. Öncesinde,
karıştırılan araçların metoda nispeten
şiddet, silah ve bunlara dayalı örgütlü yapılar
değişken/değiştirilebilir bir yapıya sahip olması
İslami mücadelenin araçları ve biçimi olarak
bağlamında izah edebiliriz. Aynı araç, her zaman ya da her toplumda aynı işlevi icra etmez. Bu da araçların zamana ve zemine göre değişkenlik karakterine sahip olmasından kaynaklanır. Zira araçlar nihayetinde toplumların kendileri tarafından üretilip belirli bir anlam içeriği ile donatılırlar. Kolay olması için şöyle bir örnek verilebilir: Peygamber’den resmi yasaklayan bazı hadisler nakledilmektedir.
görülmüştür. “Eylem” kelimesine imanın gereği olan “amel” anlamı yüklenmiş, çatışmadan kaçınan/uzak duranlar “soft” Müslüman veya imanı zayıf kişiler sayılmıştır. Bunların doğruluğu veya yanlışlığı tartışması bir yana, herkes kabul edecektir ki, aynı araçları bugün kullanmaya kalkmak İslami mücadeleyi baltalamak anlamına gelecektir.
Bunlara bakarak evlerde resim bulundurulup
Bizce, İslami mücadelenin içinde yer aldığını
bulundurulamayacağı, insan resminin yapılıp
düşünen kesimlerin sistem içi ve sistem dışı
yapılamayacağı tartışılmıştır, halen de bunlara
da dâhil olmak üzere kullandıkları bütün
göre fetva verenler bulunmaktadır. Oysa
kavramları, dolayısıyla da araçları gözden
Resul’ün resmi yasaklaması, resme o dönemde
geçirmeleri gerekir. Sistem anlayışındaki
yüklenen anlamla ilgilidir. O dönem resim
değişmeler, sistemin/siyasi otoritenin muhalif
anlayışı putperestlikle ve uluhiyet/yaratma
anlayışlara davranış tarzı, onlara biçtiği rol,
konusuyla özdeşleşmiş vaziyettedir. Oysa bugün resmin böyle bir anlam dünyasıyla ilgisi yoktur; varsa da son derece marjinaldir. Ayrıca resim o
doğru ve faydalı duruşların, pozisyonların belirlenmesi için değerlendirilmelidir.
günkü gibi bir işleve sahip olmaktan çıkıp günlük
Hızlı bir değişim dünyasında yaşıyoruz. Dün,
bir ihtiyaç haline gelmiştir.
fıkhi tutum, İslami mücadele ve hareket
Bu örnekte olduğu gibi araçlar zamana ve topluma göre farklı işlevler görebilirler. Araçlardaki bu değişkenlik, toplumların birçok bakımdan değişen bir tabiata sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu değişim, önemli anlamlar yüklenen bir olgu, nesne ya da olayla ilgili olabileceği gibi siyasi muhayyile ve yapılanma biçimi ile de ilgili olabilir. Dinamik ve kuşatıcı bir yöntem anlayışından bu değişimleri dikkate alması beklenir. Eğer bu değişimleri eşyanın tabiatına uygun olarak anlamaz ya da dikkate almazsa donuklaşır, ortam şarlarına uyum sağlayamayan katı ve statik yapıların üretilmesine neden olur. Bu yapılar, içinde bulunduğu ortamla iletişim sorunları yaşadığı gibi toplumdaki sosyal ve siyasi değişim ya da takibe uğrama durumlarında çok çabuk kriz yaşarlar. Çünkü statik bir yapı karakterine sahiptirler. Bu statiklik, toplumsal/ sosyal, siyasi değişimi sabit araçlar üzerinden
16
İslami mücadelenin 12 Eylül öncesi ve
Buradaki durumu, somut tezahürü ve görünen
kavramı karşısında nasıl sorunların üstesinden gelemeyen bir söylem/araç haline gelmişse İslami mücadele ve hareket adına ortaya çıkan yapıların da artık yetersiz kaldığı pek çok yön bulunmaktadır. “İslam imparatorlukları”ndan sonra işgalci, emperyalist, sömürgeci yönetimlerin oluşması nasıl araçlar üzerinde etkili olmuşsa, halkın iradesinin yönetime yansıma imkânı bulduğu yapıların da araçlar üzerinde etkide bulunması beklenir. Peygamber, etrafındaki farklı devletlere farklı şekillerde davrandığı halde toplumsal yapılanma biçimlerindeki değişimleri dikkate almayan anlayış, sorunların çözümüne mesafeli durmakta ve gelişen İslami hassasiyet ve ilgiyi toplamakta başarısız olmaktadır. Halen işgalci sömürge yönetimleri ya da 12 Eylül öncesi şartlarını yaşamakta olan yapıları bulmak mümkündür. Değişimin her zaman tehlike/tehdit olarak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
algılanıyor olması nedeniyle belirtmek gerekir
Bunun gibi davranış ve beşeri hatta otorite ile
ki yoldan çıkmamayı sağlayacak şey, metodun
ilişkilere dair birçok kural hatta ilke yöntemin
sabitliği değil ilkelerin sağlamlığıdır. O ilkelere
önemine, sonuçların yönteme bağlı olarak
ne kadar sağlam tutunursak, yoldan çıkma
değerlendirileceği durumlara işaret eder. Ancak
korkusundan o kadar emin olabiliriz. İlke ve
buradaki yöntemden kasıt İslami mücadelenin
kuralların yöntemle ilişkisi bu noktada önemli bir
genel yöntemi değildir. Haddi zatında yukarıda
konu olarak karışımıza çıkmaktadır.
verilen örneklerdeki gibi yönlendirmelerin amacı bir yöntem izahı değildir. Bunlardan söz
İlke/Kural-Yöntem İlişkisi
ederek bir yöntem dizgisi oluşturmaya çalışmak,
Çoğunlukla eşanlamlı kullanılıyor almalarına
bir yöntem değil, zihnimizde mevcut olan bir
rağmen kural ve ilke tam olarak aynı anlama
yöntem için bu yönlendirmelerin uygun yerlere
gelmez. Kurallar ilkelerden türetilir ve doğrudan
yerleştirilmesinden ibarettir. Genel alışkanlık
davranışlara yön verirler. İlkeler ise daha çok
ise beşeri ilişkilere, sorumluluklara ve hatta
normatif olup değer ifade ederler; bu yüzden
haklara dair her türlü ayetin yöntemle kural,
başka şeylerin kendisinden türetildiği ilk madde,
şekil/model, hatta ilke olarak ilişkilendirilmesidir.
temel bilgi olarak tanımlanır; tartışmaların
Bu alışkanlık kendisini Peygamber’in her türlü
dışında tutulan öncül, yargı ya da temel
davranışını, yöntemin sabitliğine bir delil olarak
düşünceyi ifade ederler. Prensip terimi de ilke
kullanmakta da göstermektedir.
ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Hayatımıza genel olarak kurallar yön verdiği gibi her yöntem birçok kuraldan müteşekkildir/ kurallar içerir, ama bu kuralların dayandığı bir de ilkeler vardır. Örneğin yöntemin tedrici/ aşamalı olması bir ilkedir. Bu ilkenin nasıl uygulanacağına dair, “gizli davet şu aşamaya geldikten sonra şu şekilde açık davete geçilmesi gerekir” demek gibi vakıayı dikkate alarak yapılan belirlemeler birer kuraldır. Buna göre ilkeler kalıcıdır, ama kurallar değişebilir. Yöntemle ilişkilendirilebilecek pek çok kuraldan söz edilebilir. Zira Kur’an, bireysel hayatı yönlendirmekten beşeri ilişkilere, zulme ve tağuta karşı duruştan Müslümanlar arası ilişkilerin niteliğine, vahyi anlatmaktan savaş meydanındaki davranışlara kadar birçok konuda kural ve ilkeler barındırmaktadır. Buradaki önemli soru şudur: Davranışlarımıza ve ilişkilerimize yön veren her hüküm, emir ya da tavsiyeden yönteme ilişkin bir sonuç, ilke çıkarabilir miyiz? Eğer çıkarabilirsek bizim çıkarımımızı doğrulayan ikinci bir araç var mıdır?
aslında bu yönlendirmeler ışığında oluşturulmuş
Peygamber davetini, kısa veya görece uzunca bir süre gizli sürdürmüş yani muhataplarını seçmiş sonra herkesin duyacağı bir şekilde bir ayırım gözetmeksizin seslendirmiştir. Önce akrabalarından ve yakınlarından başlamış sonra davet halkasını, bütün Mekke’yi, Arabistan’ı, komşu ülkeleri içine alacak şekilde genişletmiştir. Anlatmakla başlamış, şiddetten uzak durmuş sonra saldıranlara karşı savaşmış daha sonra da güvenlik çemberini genişletmeye çalışmıştır. Uzlaşma tekliflerini, tavizler karşılığında önerilen liderliği, dönüşümlü olarak dinin uygulanmasını kesin bir dille reddetmiştir. İçkinin, faizin yasaklanması, zekâtın emredilmesindeki gibi izlenen aşamalı süreçlerin de bu süreçler içindeki paralel bir işleyiş olduğunu unutmamak gerekir. Bütün bunlarda vahyin yönlendirmesi ile hareket etmiş, Ümmü Mektum olayındaki gibi hatalarında ikaz edilmiştir. Bedir esirleri konusunda Hz. Ömer’in haklı çıktığını, Hudeybiye Anlaşması’nda ise neredeyse herkesin Peygamber’e muhalefet edercesine anlaşmanın imzalanmasını sindiremediğini görmekteyiz. Bedir’de savaş
Sirke helaldir, ama benzer bir süreçte elde edilen
mahallinin tespitinden daha enteresan bir olay
içki haramdır. Çalışarak kazanmak helaldir, ama
ise şudur: Peygamber, Hendek Savaşı’nda
hırsızlık ederek kazanmak haramdır. Evlilik helal,
Gatafanları karşı saftaki yerlerinden ayırmak/
zina ise haramdır. Verilebilecek daha pek çok
savaştan vazgeçirmek için Medine’nin bir yıllık
örnekte helal ve haram olanlar arasındaki farkın
hurma hasadının üçte birini onlara vadetmişti.
bir yönüyle yöntem farklılığı olduğu söylenebilir.
Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubâde, Peygamber’in
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
17
bu karar/teklifine karşı çıkmış ve Peygamber de
olmaları nedeniyledir. Ama tüm olumsuzluklara
önerisinden vazgeçmiştir.24
rağmen resuller tevhidi prensipleri açıklamak için
Bunlardan yöntem adına ne çıkarıyoruz? Belli bir İslami düşünceye ulaşmış topluluğun kendisini İslam’ın yegâne temsilcisi olarak görmesini, önce gizli örgütlenme, gizli davet sonra topluma açılması ve bünyeye dâhil olmayan diğerlerini kazanmayı ana faaliyet konusu haline getirmesini çıkarıyoruz. Bunların ışığında Merhum Kutub’un “Söz konusu topluluk aktif, organize bir yapı kazanarak varlığını iyice kökleştirmeli, alanını genişletmeli, varlığına kasteden şer güçlere karşı topluca direnmeli; bütün bu savaşım ve etkinlikleri cahiliye toplumundan tamamen bağımsız kendi özgün İslam toplumunun yeni kurulan yönetim ve denetimi altında gerçekleştirmelidir.”25 şeklindeki tespitlerinden
tam bir örgütçülük düşüncesini çıkarıyoruz. Bu anlayışı izah etmek için sanıyorum şu yeterlidir: Her yapı İslam’ın varlığını ve hayatiyetini kendi varlığı ile İslam’ı da kendi ideolojisi ile özdeşleştirmiş vaziyettedir. Kendisini Bedir meydanına çıkmış bir ordu olarak görmektedir. Eğer başına bir şey gelir de varlığı son bulursa bu, İslam’ın yeryüzünden silinmesi anlamına gelecektir.
hakikat kavgasını iktidar üzerinden okumaya ve yürütmeye çalışmamışlar; vermiş oldukları mücadeleyi bir güç kazanma savaşımı haline getirmemişlerdir.”26 Aynı konuya ilişkin olarak
başka bir örnekten yola çıkan Casim M. Sultan ise şöyle diyor: “Allah Resulünün davet metodunda toplum değişinceye kadar zincirin halkaları gibi tek tek bireyleri muhatap alan bir üslup yoktu. Allah Resulünün hareket stratejisi ve özellikle gücü elinde bulunduran unsurlar üzerinde yoğunlaşma gereği hususunda zihin yoran bir kimse için böyle bir iddianın hiçbir delile dayanmadığı anlaşılmış olacaktır. Aksine Peygamber, Mekke toplumunun bireysel çabalarla değişme olanağının olmadığını anladığı için bir kısım Müslüman’ı Habeşistan’a göndermiştir. Şayet bireylerin değişimde katkısının olacağını düşünmüş olsaydı bir tanesinin bile katkısını zayi etmemek için Habeşistan’a göndermezdi.”27
Ümmü Mektumlar veya başkalarını da etkileme imkânına sahip ve gücü elinde bulunduran stratejik hedefler… Bizce Peygamber bu iki farklı davet yönteminden birini diğerine kurban etmemiş, gerçekten de hakikat kavgasını iktidar
Peygamber’in, Mekke’nin ileri gelenleriyle ilişkilerinden davetçi-siyasi otorite ilişkisinin modelini çıkarıyoruz. Onların taviz taleplerine, uzlaşma önerilerine verilen cevaplardan sistem dışılık kavramını çıkarıyoruz. Otoriteyi ele geçirmeye çalışmanın doğru bir yöntem olmadığı sonucunu çıkarıyoruz, ama diğer taraftan siyasi otoritenin ele geçirilmesinin İslam’ın tam olarak uygulanması için bir zorunluluk olduğunu
üzerinden okumaya ve yürütmeye çalışmamıştır. Aslında Hz. Ömer’in iradesi ile gerçekleşen Kâbe’ye yürüyüş (Casim Sultan) hareketinden, kırk kişiye ulaşıldığında daveti alenileştirme kuralını çıkarıyoruz. Ondan önceki az sayıdaki Müslüman’ın bütün risalet boyunca fedakârlıklarıyla öne çıkıyor olmasından, öncü cemaat, beyin takımı, liderlik kadrosu gibi
söylemeyi de ihmal etmiyoruz.
hiyerarşiyi kökleştiren sonuçlara ulaşıyoruz.
Peygamber’in, ileri gelenleri ikna etmek ve
toplumsaldır, uhrevi değil dünyevi bir yasadır.
başka kabilelerin himayesini sağlamak için bir
Allah’ın bir toplumu değiştirmesi için önce
hayli mesai sarf etmiş olmasına karşın Ümmü
o toplumun kendi içindekileri değiştirmesi
Mektum olayından, önemli olanın taban olduğu
gerekmektedir. Ve yine hiçbir toplumsal değişim,
ekâbirin sonraki iş olduğu sonucunu çıkarıyoruz.
değişimin yasalarını kavramış ve söz konusu
Ümit Aktaş bu durumu şöyle izah ediyor: “Tüm
yasaları nasıl işleteceğini bilen kadro, dönüştürücü
insanları ilahi hakikatler doğrultusunda mücadeleye
bir organizma olmaksızın gerçekleşemez.”28
çağırırken, özellikle müstekbirlerin karşılarına
“Birçok toplumsal değişim hareketine öncülük
çıkmaları, bu kimselerin toplumun önünde daveti
eden şahsiyetin değişim fenomeni, araçları
engelleyen ve insanları kullaştıran bir konumda
Elbette ki, “Değişimin yasası bireysel değil
Ümit Aktaş, A.g.e. S. 19-20
26
Casim M. Sultan, A.g.e. S. 86
http://www.enfal.de/itarih19.htm
27
S. Kutub, A.g.e. S. 60
28
24 25
18
öncelikle topluma egemen olmayı düşünmemişler;
Casim M. Sultan, A.g.e. S. 63
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ve geçmesi gereken süreçler hakkında yeterli
gerektiğinden değil; siyasi otoriteyi bunları
bilgiye sahip olmadıkları” bu sebeple “değişimin
gerçekleştirebilmenin ön koşulu olarak kabul
kendiliğinden, ilahi bir etki ile gerçekleşeceğine
edip etmemek ve bu siyasi otoritenin nasıl ele
inanıyor” oldukları, deyişimin nasıl olacağını
geçirileceğinden doğan bir tartışmadır.
bilmedikleri, sadece kesinlikle gerçekleşeceğine inanıyor oldukları bir gerçektir.29 Fakat bu “çekirdek kadronun”, “mevcut durumu ve toplumsal yapıları değiştirmek için bir proje içinde çalışmaya girişmeden önce belli bir eğitim almaları gerektiği” düşüncesi, “Peygamberimizin yapmadığı bir şeydir.” Haddi zatında çekirdek kadro ile ilgili
bütün tanımlamalar Kur’an’ın saydığı mü’min
Siyasi otoritenin, toplumsal dönüşümle de hak/ adalet ve zulümle de münker ve marufun fiili durumuyla da hem sebep hem de sonuç olarak ilgili olduğu muhakkaktır. Ancak 20. yüzyılın başından itibaren gittikçe sistemleşen yöntem anlayışı, “hilafet modeli”nin halen ideal yönetim biçimi olarak tahayyül edilmesi gibi, meydana
kişinin özelliklerinden ibarettir.
gelen sosyal değişimleri dikkate almayan,
“İslami hareket, toplumsal ve kolektif bir çabadan
sergilemektedir.
30
asla kopmaz ve kendisini, toplumdan soyut bir hücresel bir hareket olarak da vazetmez.”
Toplumsal ve dünyevi gerçeklikten/vakıadan ne kopar ne de ihmal eder. Bu hareket bir toplumun
vakıayı bir anlamda göz ardı eden bir tutum
İslam’ın anlaşılma biçimi önemli, ancak bu durumun önemli bir sebebi de yöntemciliğin bilim camiası ve bilim geleneği içindeki apayrı
kendisini tevhidi bir eksende dönüştürmesi ve
bir itikadi ve ameli mezhep olması gibi “uygun
ifadesidir. “Bu ise, her ne kadar ilmi ve ameli
olduğu farz edilebilecek bir yönteme, özneden
yetkinliğe sahip bazı öncülerin riyasetini gerektirse
bağımsız olarak” güç atfedilmesidir.32 Ve bu
de, temelde tüm mensuplarının sorumluluğunda
anlayış, irili ufaklı sayısız İslami oluşumun,
olan, toplumsal bir dönüşüm çabasıdır. Ümmetin
kendisini dünyanın kurtarıcısı olarak gören
sorumluluk ve yükünün bir öncüler grubunun
hiyerarşik yapılar üretmesine de kaynaklık
omuzlarında taşınması İslami hareketin amacı
etmektedir.
değildir. İslami hareketin en ayrıcalıklı mensubu ve öncüsü durumunda bulunan Resulullah’ın dahi bir beşer olduğu, gaybı bilmediği ve bir melek olmadığı, cahili zan ve beklentileri cevaplamak amacıyla Kur’an’da açıklanmıştır.”31
Biz bu makalede, Kur’an’ın ve Sünnetin konuyla ilgili şekil, model ve kurallarının bir hayli gündem edilmesine rağmen ilkelerine yeterince kıymet atfedilmiyor olmasına dikkat çekmeye çalıştık. Kabul etmek gerekir ki, şekil
Uygulanmakta olan bir yöntem doğal olarak
ve kurallara sıkı sıkıya bağlılık doğrudan ilkelere
kurallar hatta şekiller ihtiva eder. Ancak bir de
riayet anlamına gelmediği gibi onların ihlaline
bunların arkasında yatan ilkeler vardır. Bizce
bile yol açabilir. Oysa ilkelere bağlılık, şekilsel ve
ilke/kural-yöntem ilişkisinde yaşanan sorun,
dönemsel nitelik taşıyan emir, belirleme, tavsiye
kurallar şeklinde tebarüz etmiş olan ilkelerin
ve örnekliklerin arkasında yatan hakikati ortaya
kurallardan ibaret olarak algılanmış olmasıdır.
çıkarmaya daha elverişlidir. İslami mücadelenin nihai hedefi şüphesiz
Sonuç
ki Allah’ın rızasını kazanmak yani O’nun
Toplumun İslami ilkeler doğrultusunda değişim ve dönüşümünü, ıslahını sağlamak, zulmün ortadan kaldırılıp hakkın ve adaletin tesis edilmesi, münkerin nehyedilip marufun emredilmesi, İslami mücadelenin faaliyet alanı olarak telakki edilen konulardır. Ancak yöntem konusu, bunların nasıl yapılması Casim M. Sultan, A.g.e. S. 92
29
Casim M. Sultan, A.g.e. S. 107-126
30
Ümit Aktaş, A.g.e. S. 23
31
razı olacağı bir hayatı yaşamaktır. Bu da yeryüzündeki fitnenin ortadan kaldırılıp, hakkın ikame edilmesi, hak ve batılın birbirinden ayırt edilmesi gibi pek çok konuda sorumlulukların farkında olunmasını, gerekli fedakârlığın gösterilmesini zorunlu kılmaktadır. Toplumun dönüşümü, ıslahı, adaletin temini, münkerin defedilmesi gibi sosyal meselelere gelince. Bizim kanaatimiz, Müslümanlar her halükarda doğal Yasin Aktay, Milel ve Nihal, Cilt 5, Sayı 2, S. 58
32
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
19
olarak bu hedefleri gerçekleştirmek için çalışır; bunun için de ilkelere uygun olması şartıyla günün vakıasına uygun olan araçları kullanır. Her ne olursa olsun bu araçlarla ilgili olarak, Kur’an, Sünnet ve örnek nesilden devşirilecekler konusunda şekiller değil ilkeler esastır. Bu Sünnetin belirleyici bir fonksiyonu vardır. Fakat bu fonksiyon, şekil ve kuralları değil ilkeleri belirginleştirmektir. Söz konusu sosyal hedeflere ulaşmak için, siyasi otorite, olmazsa olmaz bir araç değildir. Bu hedefleri gerçekleştirmek için siyasi otoriteyi en sağlıklı, sağlam, garanti yol olarak görenlerimizin, onu olmazsa olmaz/zorunlu bir araç olarak görmekten doğan sayısız sorunu göz ardı etmemesi ve buna göre davranması gerekir. Toplumların yapılanma biçimleri değişebilir. Yönetimin el değiştirmesine dair bugünkünden çok daha farklı uygulamalar ortaya çıkabilir/ keşfedilebilir. Gün gelir devlet kavramı önemini hepten yitirebilir. Bütün bu değişimlere şekiller üzerinden cevaplar üretmeye devam edersek bir sonuca ulaşmamız da insanlığın geleceğini aydınlatmamız da mümkün olmaz. Oysa şekiller değişebilir, ama ilkeler kalıcıdır. Gelişecek ve değişecek her türlü koşulda İslami mücadelenin bir yöntem anlayışı olacaktır. Çünkü yöntem, bir bakıma günün vakıasına vukufiyet ve geleceği planlama da demektir. Ancak bu yöntem geçmişi tekrarlamak değil, yolda sabit kalmak için Peygamber’in de taviz vermediği ilkelere sahip çıkmaktır. Peygamber’in sarık ve cübbesini giymeyi onu örnek almak olarak görüyorsak diğer davranışlarını da aynı şekilcilik içinde tekrar etmemizde bir sakınca yoktur.
20
www.islamiyorum.com
konuda belirleyici olarak en çok gündeme gelen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Hedef ve Yöntem Problemleri
MODERN DÜNYADA “İSLAMİ MÜCADELE” İçin Yeni Hedefler ve Yeni Yöntemler Nuri YILMAZ Konu başlığımızın eksenine bütün Müslümanların
Veya “herkesin kendisiyle mutlu olacağı bir
üzerinde ittifak etmediği bir kavramı yerleştirmiş
hakikati var; İslam’da onlardan sadece biri; kimse
olduk. Dini bazı teolojik kabullere ve ibadete
kimseye karışmasın, herkes mutlu olacağı inanç
indirgeyen İslam yorumları açısından
ile yaşasın” diye de düşünmüyoruz. İslam’ın
“mücadele” diye bir olgudan bahsedilemez.
belli bir sebebe ve özel bir hedefe dönük olarak
Bu kavram, dini siyasallaştırmak isteyenlerin
indirildiğine; hayata dair bir kıstas ve bakış açısı
ortaya çıkardığı bir bid’attir. Modern dönemlerin
içerdiğine ve hayata onun işaret ettiği yönden
önümüze çıkardığı temel sorunlardan biri olan
bakıldığında dünyanın daha yaşanılır hale
“birlikte yaşamak” problemine, “çoğulculuk”
geleceğine inanıyoruz. Dolayısıyla “İslami” diye
veya “hoşgörü” kavramlarıyla çözüm arayan
başlayan önermelerin gerekliliğini ve önemini
Müslümanlar için ise “İslami mücadele” diye
kabul ediyoruz.
bir olgudan bahsedilemez. Çünkü “İslami” diye başlayan her şey ister istemez, birlikte yaşamayı imkansızlaştıran, dayatma ve zorla kabul ettirme fiillerini gerektirecektir. Dolayısıyla dini bir inanç manzumesi olarak gören anlayış onu hayattan koparırken, çoğulculuk ve hoşgörü eksenli anlayış ise
Seçtiğimiz konu başlığının ilk olarak anlattığı şey budur. İslam tarihini bir incelemeye tabi tuttuğumuzda, “İslami” diye isimlendirebileceğimiz tek bir şeyin olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Bu vakıa karşısında Müslümanların pek çoğuna, “biri
iddiasız hale getirmektedir.
müstesna hepsi cehennemdedir” diyerek, kendi
Oysa konu başlığının da ifade ettiği gibi biz,
sempatik gelmektedir. Bu tavrı meşrulaştırmak
İslam’ın sadece bireyin ruhsal mutluluğunu
için yeterli sayıda şer’i delil de bulunmaktadır.
hedef alan bir din olduğunu düşünmüyoruz.
Yüzeysel (lafzi) bir okumanın sonucu olan bu
İslamlarını bayraklaştırmak daha kolay ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
21
delillerin arkasına sığınan ve kendi anlayışı
yorumu bugün yanlış bulup eleştirebiliriz
dışındakilerin hepsine cehennem yolunu
veya aynı dönemde ortaya çıkmış değişik
gösteren kimseler her dönemde var olacaklardır.
yorumlara karşı benzer yaklaşımları
Fakat sorunlar, bu tavırla ancak görmezden
sergileyebiliriz. Bakış açısı bu olduktan
gelinebilirler; çözümlenemezler. Çünkü İslam
sonra farklılıklar zenginlik oluşturur. Bir
tarihinde “İslami” diye ortaya çıkan görüş ve
yandan kendi yorumumuzun daha da
gelişmeler, bir yandan tarih yapıcıların tutum
gelişmesine imkan sağladığı gibi, diğer
ve zihniyetini yansıtırken, diğer yandan da
yandan insanlarla kendi yorumumuzu ve
içinden geçtiği şartların doğal mecrasını izlerler.
çözümlerimizi paylaşma isteğimizi artırır.
Tarih yapıcılar için kimi durumlarda samimiyet sorgulaması yapılabilecek olsa bile, gelmiş geçmiş bütün toplumların, bütün düşünür ve alimlerin art niyetle hareket ettiklerini söylemek
anlattığı şey budur. Bizler, bugünün problem ve ihtiyaçlarına çözüm olacak İslami bakış
çok ileri bir iddia olur.
açısını geliştirmek gibi bir sorumlulukla karşı
Bununla birlikte farklı dönemlerde ortaya çıkmış
de Müslüman olarak ve Müslüman kalarak
farklı yorum ve görüşler hakkında şu ortak
yeryüzündeki haksızlık ve adaletsizliklerle nasıl
saptamaları yapabiliriz:
mücadele edeceğimiz, İslami değer ve bakış
karşıyayız. Çözüm bulmamız gereken bir mesele
1. Birbirlerinden ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, imtihan ve ahiret bilincinin ortaya çıkardığı bir “Allah rızası arayışı” ihtiva eden her görüş, İslam’a dair bir okumadır. 2. Her okuma (bizim kendi okumalarımız da dahil), okumayı yapan kişilerin aklı, zihniyeti ve dönem şartlarının etkisi altında oluşur.
açısını nasıl yaygınlaştıracağımız konusudur. Bugünün sosyolojik ve psikolojik şartları içerisinden, bugünün problem ve ihtiyaçlarına denk düşecek bir mücadele anlayışı geliştirmek zorundayız. Bu makale, İslami kaygılarla verilecek olan bir mücadelenin, günümüz şartlarındaki hedeflerini ve yöntemlerini tartışmak üzere kaleme alınmıştır. Bu çerçevede:
3. Farklı dönemlere ait okumalar kendi dönemleri için çok doğru ve sorun çözen okumalar olabilirler, ama hiç bir okuma ve İslami yorum “son” ve “kesin” yorum olarak görülemezler. Zaten dönem şartlarının değişmesiyle birlikte eksiklik ve yanlışlıkları da kendini göstermeye başlar. 4. Zihnimizde bir kalıp oluşturup, dini bu kalıplara hapsetmedikçe, İslam, hayatın dinamikliğine denk düşen bir esnekliğe sahiptir. Önemli olan değişen şartlar ve ihtiyaçlara göre onu tekrar tekrar okumayı başarabilmektir. Değişik dönemlerde veya değişik coğrafyalarda ortaya çıkmış olan okumalar, zamanın ruhu ve psikolojik şartlarına göre dinin farklı yönlerini ön plana çıkarabilirler.
- Önce yakın dönemlerin “mücadele” anlayışına ve bunun günümüzde yol açtığı sıkıntılara kısaca bakış yapılacak - Sonra da değişen şartlar çerçevesinde alması gereken yeni şekil üzerine öneriler geliştirilmeye çalışılacaktır.
Modern dönemlerdeki mücadele anlayışı nasıl ortaya çıktı? İslam tarihinin kadim ekolleri, İslam coğrafyasının diğer kültürlerle yakınlaşmasından doğan kelami sorunlara cevap üretmeye çalışırken, pratik hayatın sorunlarına karşı da usuller geliştirdiler. Bu usuller sayesinde insanlar, davranışlarını ve yaşamlarını “İslami” hale getirebiliyorlardı. Yeni çıkan sorunlara, bu
5. Bir okuma ve yorumu “İslam’a dair bir
22
İşte seçtiğimiz konu başlığının ikinci olarak
usulleri izleyerek çözüm geliştirebiliyorlardı.
okuma” olarak görmek başka bir şeydir,
Fakat bu yaklaşım tarzının bir de yan tesiri
onu doğru bulmak ve kabullenmek başka
ortaya çıktı: İslam belli alanlara dönük sınırlı
bir şeydir. Geçmişte ortaya çıkmış bir
sayıdaki emir ve nehiyden ibaretmiş gibi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
algılanmaya başladı. Haksızlığa, adaletsizliğe,
coğrafyasının hemen her köşesinde “solcu -
zulme itiraz eden yönü her geçen gün zayıfladı.
ulusçu” direniş örgütleri türedi.
Bu gelişmelere bir de Moğol saldırılarıyla başlayan “dış tehdit” unsuru eklenince, Müslümanlar daha fazla içlerine kapanıp daha
Ta ki, Mevdudi ve Seyyid Kutub’un paradigmayı değiştirdiği ana kadar.
fazla korumacı hale geldiler. Kendi zalimlerini başkalarının zaliminden daha değerli görmeye başladılar. “Zalim bile olsa sultana itaat” ilkesi üzerine kurulu siyaset teorileri geliştirdiler. Yönlerini kafire dönüp, onu Müslümanlaştırmaya odaklandılar. Kendi toplumlarındaki zulüm ve haksızlıklarla her geçen gün daha az ilgilenir oldular. Şia zulümle mücadeleyi Mehdi’nin zuhur edeceği güne erteledi, Ehli Sünnet ise şeriatın uygulanmasına engel olmadığı sürece
Paradigma değişiyor: Pakistanlı düşünür Ebu’l Ala el-Mevdudi (19031979), 50’li yılların sonlarında, “Kur’an’a Göre Dört Terim” isimli küçük bir kitap yayınladı. Bu kitapta Kur’an’da en fazla kullanılmış olan, İlah, Rab, İbadet ve Din kavramları ele alınıyordu. Kavramlarla ilgili ayetler bir araya getiriliyor ve ayetlerde ne anlatıldığı, kavramlara
yöneticinin zalim olmasını sorun olarak görmedi.
nasıl bir mesaj yüklendiği dil tahlillerinden
Eskiden dünya şartları günümüze oranla daha
Bir nevi, sanki ayetler konuşturuluyordu.
yavaş değiştiği için, İslam anlayışının geldiği
Uluhiyyet ve Rububiyyetin sosyal yönüne
olumsuz nokta ilk anda yeterince algılanamadı.
dikkat çekiliyor, sadece teolojik kabullere ve
Çünkü İslam coğrafyası, bütün olumsuzluklarına
ibadetlere indirgenmiş bir anlayışın tevhid
rağmen insanlığın önderi durumundaydı ve en
inancını anlatmaya yetmediği ortaya konuyordu.
zalim sultan bile kendi dönemindeki krallardan
Dinin sadece imana konu bazı değerlerden
daha adil olabiliyordu. Fakat bu durum Osmanlı
ibaret olmadığı ve bu değerlerin bir yaşam
İmparatorluğu’nun gerilemeye başladığı
biçimi olarak ortaya çıkması gerektiği tespiti
döneme kadar sürdü. O döneme kadar “kâfiri
yapılıyordu. Zalime ve zulüm düzenine itaat,
kurtarmaya” çalışan Müslümanlar, o dönemden
“Allah’tan başkasına kulluk etmek” bağlamında
itibaren “kendilerini kurtarmak” gerçeğiyle
değerlendiriliyordu. Geleneksel paradigma
yüz yüze geldiler. İçe dönük bir muhasebeye,
sarsılıyor; sınırlı sayıdaki emir ve yasaklara
zihniyetleri ve sistemi yeniden yapılandırmaya
indirgenmiş ve bunun ötesinde hayata dair
ihtiyaç vardı. Ancak kendi evindeki zulme
(neredeyse) hiç bir iddiası kalmamış olan
ve haksızlıklara göz yuman, zalim de olsa
din yeniden hayat sahasına çekiliyordu.
yöneticiye itaati farz gören din anlayışı
Müslümanlara; İslam’a uygun bir siyasal düzen
içerisinden; eleştirmeye, muhasebe yapmaya ve
oluşturmak, İslam’a uygun bir hukuk sistemi
değiştirmeye dönük bir strateji geliştirme imkanı
belirlemek, İslam’a uygun bir ekonomik sistem
oluşturulamıyordu.
teşekkül ettirmek gibi, hayat içinde faal bir rol
Bu kilitlenme içerisinde ortaya çıkan Hilafetçilik,
hareketle tespit edilmeye çalışılıyordu.
sunuluyordu.
Türkçülük, İslamcılık gibi çözüm önerileri, yeni
Kitabın yoruma fazla yer vermeyen farklı üslubu,
bir alternatif olmaktan ziyade, sistem içi tadilat
kitabın ilmi düzeyde kabul görmesine yol açtı.
hüviyetinde idiler. Bu yüzden de, ne Osmanlı’nın
Aslında ortaya konan fikirler tamamen yeni
yıkılışını engelleyebildiler, ne de farklı bir
değildi. Ancak Müslümanlar bu fikirlere, daha
alternatif olabildiler.
önce dile getirildiği hiç bir dönemde bu kadar
Kadim İslam ekollerinin eleştiri ve muhalefete kapalı oluşu, Osmanlı’dan sonraki dönemlerde daha büyük bir problem haline dönüştü. Kukla
muhtaç duruma düşmemişlerdi. Sonuç olarak, kitabın hacmi küçüktü ama ortaya çıkardığı etki çok büyük oldu.
rejimler aracılığıyla esaret altına sokulan halk,
Seyyid Kutub (1906-1966), Mevdudi’nin “Dört
mevcut İslam düşüncesi içerisinden bir direniş
Terim” kitabında ortaya koyduğu fikirleri,
kültürü geliştiremeyince, büyük bir hızla “sol”
“Yoldaki İşaretler” kitabıyla daha da açtı ve bir
düşüncelere yönelmeye başladı ve İslam
hareket fıkhına dönüştürdü. Müslüman olmak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
23
ile mücadele arasında bir “zorunluluk” ilişkisi
başka ilahlara tapındıkları için de değildir. Fakat
kurdu.
bu toplumlar, hayat düzenlerinde, yalnız Allah’a
“İslam insan yaşamını düzenleyen bir hayat görüşüdür. Günün değişen ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmak suretiyle insan pratiğine cevap verir; cahiliyenin inanç ve düşüncelerine ise karşı koyar. … Cahili inanç ve düşünceleri düzeltmek için davet ve beyan prensiplerine başvurur. Kuvvet ve cihad tedbirleriyle de, cahiliyeyi ayakta tutan kurum ve otoritelere karşı koyar.”1 “İslam hiçbir zaman sadece kalplerde gizli kalmış bir inanç olarak ortaya çıkmayı kabullenmez. Dileyenin inanç olarak benimsemesini ve bir alışkanlık eseri olarak ibadetlerini yerine getirmesini, sonra da yürürlükte olan cahili düzen içerisinde bir uzuv ve bir fert olarak devam etmesini onaylamaz. Zira onların bu şekildeki varlığı, sayıları ne kadar çok olursa olsun, İslam’a fiili bir varlık kazandırmaz. Cahiliye cemiyetinin bünyesi içerisine karışmış “teorik yönden Müslüman” fertler, bu organik toplumun isteklerine uymaya her zaman kesinlikle mecbur kalacaklardır.”2
Daha sonra Seyyid Kutub, “İslam toplumu – Cahiliyye toplumu” kavramsallaştırması yaparak bir hareket fıkhı oluşturdu. “Müslüman toplum, bu kaidenin ve tüm gereklerinin onda temsil edildiği toplumdur. Çünkü bu kaide ve gerektirdiklerini temsil etmeden bir toplum Müslüman olamaz. Ona İslam toplumu adı verilemez.”3 “Cahiliyye toplumu, İslam toplumunun dışında kalan her çeşit toplumdur. Objektif bir tarif yapmak istersek deriz ki: Cahiliyye toplumu, sadece Allah’a kul olma esasına dayanmayan, bu esasa samimiyetle bağlanmayan her toplumun adıdır. Bu kulluk itikadi düşüncede, ibadet şekillerinde ve kanuni hükümlerde ortaya çıkar.” 4 “Bu cahiliye toplumu çerçevesi içerisine kendilerini Müslüman sanan toplumlar da girer! ... Bu toplumların cahiliyye toplumu çerçevesi içine girmeleri, Allah’tan başkasının uluhiyyetine inandıkları için değildir. Allah’tan Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Allah Yolunda Cihad.
1
Dünya yayınları. S 66 Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. Müslüman Cemiyetin
2
Doğuşu ve Özellikleri. Dünya yayınları. S 56
kulluk esasına boyun eğmedikleri için bu çerçeveye giriyorlar. Bu toplumlar, her ne kadar doğrudan doğruya Allah’tan başka birini tanrılaştırmamakta iseler de, uluhiyyetin en belirgin özelliğini Allah’tan başkasına vermektedirler. Allah’tan başkasının hâkimiyetine boyun eğmektedirler ve düzenlerini, yasalarını, değer hükümlerini, kriterlerini, adetlerini, geleneklerini ve yaklaşık olarak bütün hayati değerlerini bu yetkisiz hakimiyete dayandırmaktadırlar.” 5 “Bu yüzden bu toplumlar, diğer sair toplumlar ile bir tek sıfatta birleşmektedirler: “Cahiliyye” sıfatında...”6
Böylece, “zalim bile olsa” yöneticiye itaati emreden paradigma, yerini; İslam ile zulmün bir arada barınmasını mümkün görmeyen, kimi ibadetleri yerine getirmesine rağmen zulmeden yöneticiyi İslam safında değil kendisiyle mücadele edilecekler safında değerlendiren paradigmaya terk etti. Yeni paradigma (doğal olarak), kendi döneminin zihniyetinden etkilenmiş radikal ve devrimci bir yorumdur. Asrı Saadet’in yeniden oluşumunu sağlayacak bir “İslam toplumu” hedefiyle ortaya çıkar. Bu toplum her şeyiyle İslam’ın hakim olduğu bir toplumdur. Başlangıçta olmasa bile ilerleyen süreçlerde, cahili olan unsurlarla çatışır. Onları yerle bir eder ve sonra da kendi düzenini hakim kılar. Seyyid Kutub’un bu yaklaşımı, kendisinden sonraki İslam’ı anlama ve yorumlama biçimlerini derinden etkiledi. Hz. Peygamber’in tebliğinin “devrimci” olduğu; devrimci bir yöntemle mücadele verdiği; ve cahiliye toplumunu yıkıp yerine tamamen farklı bir sosyal yapı inşa ettiği düşüncesi herkese sempatik gelmeye başladı. “İçinizden hayra çağıran, iyiliği anlatıp kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.”7 ayeti, İslam
devletinin kurulduğu Medine’de nazil olmasına karşın, “öncü cemaat” fikrine dayanak haline geldi. Lenin’in öncü müfrezeleri, öncü cemaat ismini aldı. Böylece İslam ile devrim özdeşleşti; Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat
5
metodudur. Dünya yayınları. S 102
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat
3
metodudur. Dünya yayınları. S 94
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat
6
metodudur. Dünya yayınları. S 104
Seyyid Kutub. Yoldaki İşaretler. “La İlahe İllallah” hayat
4
metodudur. Dünya yayınları. S 98-99
24
Al-i İmran 3/104
7
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Seyyid Kutub’un “Rabbani metod” kavramıyla
çıkarabileceğini savundular. Geleneksel Sünni
ifade ettiği mücadele yöntemi “devrimci metod”
ekolün etkisiyle okuma yapanlar ise “zalim
olarak anlaşıldı ve böylece devrim İslami bir
yöneticiye karşı mücadele” fıkhı edinmekle
hüviyet kazandı.
birlikte, bu mücadelede parti de dahil her türlü
Yeni yorum ve kavramsallaştırmalarla ortaya
sistem içi aygıtı kullandılar.
çıkan Müslüman karakterinin temel özellikleri
Hatta bu tesir o kadar geniş kitlelere ulaştı ki,
şöyleydi:
inanç kaideleri yönünden Mevdudi ve Seyyid
1. Hayata müdahil, ibadetlerle ve sınırlı alanlardaki muamelatla yetinmeyen, 2. Zulme ve haksızlıklara duyarlı, kimden gelirse gelsin zulüm ile savaşmaya kararlı, 3. Zulüm yönetimine karşı bir “İslami devlet” projesi olan,
Kutub ile aynı çizgide olmayan cemaatler bile bu tesirin dışında kalamadılar. Öyle ki arınmanın yolunu dünyadan el etek çekmede gören tasavvuf tarikatları bile (zımnen de olsa), bir devlet ideali ve hedefi dillendirmek suretiyle bu etki kervanına katıldılar. Bütün bu etki gücünün verdiği cesaretle söyleyebiliriz ki, Mevdudi ve Seyyid Kutub’un
4. Kendi hareket tarzı ile peygamberlerin hareket tarzları arasında doğrudan irtibat kuran,
fikirleri, çağlarını doğru okumuş fikirlerdir. İhtiyaç ve problemlere denk düşen çözümler üretmişlerdir. İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde Arapçanın yerini sömürgecinin
5. Ve İslam coğrafyası yeniden Müslümanların
dili alacak kadar baskı yaşanmış, fakat buna
kontrolüne geçmedikçe; mücadeleyi
rağmen İslam, bir hayat tarzı ve Hakikatin
terk etmemekte, başka şeylerle vakit
kaynağı olma özelliğini sürdürmekteyse ve
kaybetmemekte kararlı.
bugün o coğrafyalarda İslam referanslı iktidarlar
Böylece; İslam’ı inanç, ibadet ve sınırlı alanlardaki muamelata sıkıştıran din anlayışı yeni bir yoruma kavuşmuş oldu. Yönünü kâfire dönüp, kendi coğrafyasındaki zalime sırtını dönen siyaset anlayışı mahkûm edildi. İslam coğrafyasının her köşesinde İslami kurtuluş ve direniş örgütleri ortaya çıkmaya başladı. Geleneksel İslam anlayışının tıkanması sonucu, “Solcu - Ulusalcı” kimlikle kurulan örgüt ve hareketler, çok büyük bir süratle İslami kimliğe büründü.
işbaşındaysa, bu gelişmelerde bu düşünürlerin inkâr edilemez bir katkısı vardır.
Günün değişen şartları ve yeni yaklaşımlara olan ihtiyaç “İslam referanslı bireylerin iktidar olması”, esaretin yaşandığı soğuk savaş dönemlerinin en büyük idealiydi. O dönem imkansız gibi görünen şeyler, bugün bir bir gerçek oldu. Şu an İslam coğrafyasının neredeyse tamamında İslam referanslı iktidarlar ortaya çıktı.
Mevdudi ve Seyyid Kutub’un fikirleri herkes tarafından aynı şekilde okunmadı. En radikal okuma biçimi Takiyuddin Nebhani’nin katı merhaleci anlayışının etkisiyle gerçekleşti; bunlar silahlı veya silahsız örgütlü mücadele yolunu seçtiler. Abduh ve Reşit Rıza’nın Menar ekolü etkisiyle okuma yapanlar “sistem dışı
Peki, bu iktidarlar ne getirdi? Yönettikleri coğrafyada Asrı Saadet’i veya onunla idealize edilen mutluluğu gerçekleştirebildiler mi? Yönetim modeliyle, hukuk sistemiyle, ekonomik uygulamalarıyla örnek gösterilebilecek bir model ortaya çıktı mı?
eğitim faaliyetleri” şeklinde özetleyebileceğimiz
Ne yazık ki bu sorulara içimizde sıkıntı
radikal bir yön içerdiler ama yayınevi, dergi,
duymadan “evet!” diyemiyoruz. Siyasi ve
dernek gibi sistem içi aygıtlara da yönelmekte
ekonomik olarak ciddi gelişmeler göstermiş bir
sakınca görmediler. Selefiliğin etkisiyle okuma
Türkiye örneği varsa da, kendisini dayandırdığı
yapanlarda şeriatçı bir damar gelişti; 1400 sene
değerler ve o değerler çerçevesinde takip
önceki fıkhın bugünün Asrı Saadet’ini ortaya
ettiği siyaset, duyarlılık sahibi Müslümanları
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
25
yeterince tatmin etmiyor. Çünkü ortaya çıkardığı
bütün sorunu çözmeye yetmediği açıkça
gelişmeler, çoğunlukla Batı’daki uygulamaları
görülmektedir. Bu durumda hedefleri daha
aynen taklit etmekten kaynaklanıyor.
ileri taşımak gerekmektedir. Karşımızda duran sorunları şöyle sıralayabiliriz:
Bu durumda: - Ya “yapılması gereken buydu. İslam, Kur’an diyerek ulaşılabilecek başka bir şey yoktu”
deyip mevcut duruma teslim olacağız - Ya da “İslam – Kur’an” diyerek ulaşılması gerekenin ne olduğunu ortaya koyacağız. Teslim olacaksak, bunu gerekçelendirmemiz gerekiyor. Teslim olmayıp yeni iddialar ortaya koyacaksak, bunu da artık; “İslam gelecek dertler bitecek” gibi sloganlarla yapamayız,
1. Yeni ortaya çıkan sosyal alanların, kavramların ve kurumların “İslamiliğini” nasıl sağlayacağız? 2. Geçmiş dönemlerin “iktidarı eleştiremeyen” zihniyetine geri dönüşü nasıl engelleyeceğiz? 3. Bütün coğrafyalar için bir sorun niteliğinde olan “birlikte yaşamak” sorununu nasıl çözeceğiz?
dertleri nasıl ve ne yaparak bitireceğini
Sorunların tespit edilebilir hale gelmiş olması,
ortaya koymamız gerekiyor. Böyle bir eşikte
ilk hedefin de kendiliğinden oluşmasını
bulunuyorken hamaseti ısrarla sürdürmek,
sağlamaktadır: Değişen şartların ürettiği yeni
sorumluluktan kaçmak ve oturduğu yerden
sorunlara cevaplar üretmek.
ahkam kesmek anlamına gelir. İddiamızı ve bizi marjinalleştirir. Hep eleştiren ama hiç çözüm önermeyen, asla sorumluluk üstlenmeyen
Yeni ortaya çıkan sosyal alanların, kavramların ve kurumların İslami hale getirilmesi meselesi
rahatsız tipler haline getirir.
bir buzdağı gibidir; çok derin bir problemin
Dolayısıyla bugün, “İslam’ın evrensel
iddiayı ortaya koyarken, kimi İslami düşünce
değerlerinden fışkıran bir yaşam biçiminin
gruplarının zamanı İslam’a uygun hale getirmek
nasıl olacağı” sorusuna cevap üreteceğimiz
konusunda zihinlerinde var olan “kolay”
yeni ve farklı bir aşamaya geçmiş oluyoruz. Bu da
çözümleri göz ardı ediyor değiliz; bunlara
hedeflerin ve yöntemlerin mevcut aşamaya göre
rağmen söylüyoruz. Çünkü bu çözümler, aslında
yeniden oluşturulmasını zorunlu kılıyor.
çözümsüzlüğü önermektedirler. Kimisi İslam’ın
sadece görünen yüzünü ifade eder. Bu
hazır çözümleri olduğunu varsaymakta ve
Değişen şartların ortaya çıkardığı yeni hedefler:
“İslamileştirme” kavramına bile önyargıyla
“Acil devlet” hedefi, Modernizm tarafından
savunmaktadır. Kimisi ise farklı ideoloji veya
oluşturulmuş “hayata aşırı derecede müdahil
düşünceleri dini literatürle yeniden ifade edip,
devlet” anlayışının ve ilk adımda İslam
isminin başına da “İslam” kelimesini eklediğinde
coğrafyasının sömürgeleştirildiği, ikinci adımda
sorunun çözüldüğünü sanmaktadır.
işbirlikçi yerli rejimlerin diktatoryasına terk edildiği dönem şartlarının kaçınılmaz ve zorunlu bir hedefiydi. Hayata dair iddiası olanların, iktidar gücünü ele geçirmekten başka alternatifleri kalmıyordu. Çünkü hegemonya zihniyeti, farklı görüşlerin kendini ifade etmesine ve hayatta gerçekleştirmesine asla fırsat
26
yaklaşmaktadır. Kimisi kadim geleneğimizin bu meseleyle ilgili yeterince çözümler içerdiğini
İslam’ın hazır çözümleri olduğunu veya geleneğin yeterince çözüm içerdiğini düşünenlerin şunu görmeleri gerekiyor: İslam’ın nasıl bir sosyal yaşam ortaya çıkardığı meselesi “Fıkıh” ilminin doğmasına sebep olmuştur. Zaman değiştikçe ortaya çıkan yeni
vermiyordu.
problemler, fıkıh ilminin geliştirdiği yöntemlerle
Fakat İslam referanslı liderlerin iktidar olduğu
noktada Fıkıh (hüküm ve nas) merkezli İslam
günümüzde, “devlet mekanizmasını ele
okumaları, verebilecekleri her şeyi vermiş
geçirmek” ve “iktidar olmak” gibi hedeflerin
bulunmaktadırlar. “Kur’an, sünnet, icma ve
kuşatılmaya çalışılmıştır. Fakat bugün geldiğimiz
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kıyas” diyerek referans alanları alabildiğine
cemaat ve sivil toplum kuruluşları, iktidarı ele
genişletilmiş, “makasıd” diyerek bir hükmün
geçirecek erler yetiştirmek gibi kısır hedefleri
benzeri meselelere de uygulanması sağlanmış,
terk edip:
“şeriat değişebilir” diyerek bir dönem uygulanan bir hükmün şartlar değiştiğinde aynı şekilde uygulanmaması meşru görülmüş olsa bile; artık fıkhın yeni bir alana, yeni bir konuya söyleyecek bir şeyi kalmamıştır. Günümüzde sosyal hayatın bütün alanları öylesine çeşitlilik göstermiştir ki, geleneksel fıkıh usulünü kullanarak Kur’an’dan, sünnetten, icmadan ve kıyastan yola çıkıp bu meselelere İslami yaklaşımlar getirmek mümkün değildir. Hatta tarih içerisinde şekillenmiş bazı anlayışlar ve ortaya çıkmış kimi usul kalıpları, yeni yaklaşımlar üretilmesinin önünde ciddi birer engel durumundadırlar. Dolayısıyla “bugün hayatımızı İslami hale nasıl getirebiliriz?” diye kafa yoranlar; yeni problemler kadar, eskiden miras kalmış kimi önkabul ve dogmalarla da uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Düşünce veya ideolojilerin başına “İslam” kelimesini koymak ve bunların tezlerini İslami literatür ile tekrarlamak ise yeni bir şey gibi görülebilir. Ancak Müslümanları bir fanteziyi gerçekleştirmekten öteye götürmez. Eğer bu düşünce veya ideolojiler içinde yeşerdikleri toplumların problemlerini çözmüş olsalardı,
1. Birer akademiye, sivil birer üniversiteye dönmeli (o ciddiyetle çalışmalı) 2. İslam’ı bilen ama hayatın farklı alanlarında da uzmanlaşmış nesillerin yetişmesi için çalışmalı 3. Uzman kadrolar aracılığıyla toplumun sorunlarına İslam’a uygun teorik ve pratik çözümler geliştirmeli; sonra da çözüm önerilerini toplumun desteğine sunup, toplumdan aldıkları destekle bunların uygulanmasını sağlamaya çalışmalıdırlar.
Değişen şartların ortaya çıkardığı yeni yöntemler ve yeni araçlar: Bu başlık altında birçok şeyin tartışılması mümkünse de, biz bir makale hacminin elverdiği belli başlı konuları gündem etmek istiyoruz. a. Günün ihtiyaçlarına denk düşen toplumsal yapılanma biçimi, sivil toplum kuruluşlarıdır:
insanlığın mutluluğu ve refahı için biz de
Toplumsal yapılanmalar doğal olarak günün
“eyvallah” diyebilirdik. Lakin, genel olarak
zihniyetini ve anlayışlarını yansıtırlar. Mesela
insanlığın kendisinden memnun kaldığı,
geçmiş dönemlerin sivil İslami yapılanmaları;
gerçekten problem ve sıkıntıları gidermiş, hakim
otoriter ve tek merkezli siyaset anlayışlarının
olduğu toplumda adaleti tahakkuk ettirmiş
bir yansıması olarak, lider merkezli, tepeden
böylesine bir beşeri düşünce ve ideoloji var
aşağıya doğru güçlü bir hiyerarşi içeren ve
olmamıştır. Bunların hepsi bazı problemleri
bireyi kendi potasında eriten yapılanmalardır.
çözdüklerinde öte tarafta daha derin yaralar
Fakat günümüz siyaset zihniyeti tek merkezliliğe
oluşmasına sebep olmuşlardır. Bunların başına
razı değildir. Yönetim erkini, yasama, yürütme
“İslam” kelimesini getirmek ve tezlerini İslami
ve yargı şeklinde üç parçaya ayırmış ve
literatürle tekrarlamak onları başkalaştırmaz.
bunların birbirlerini denetlemesini sağlamıştır.
Ürettikleri sıkıntıları ortadan kaldırmaz.
Farklı fikirlerin kendisini rahatça ifade etmesi
Şu halde “İslamiliğin”, “İslam’a uygunluğun” yeni bir yöntemini ve yeni bir kriterini geliştirmek zorundayız. Bu noktada herkesin bir önerisi olabilir. Fakat İslam söz konusu olduğunda doğru olan, hassasiyet sahibi Müslümanları ikna etmeyi başaran önerilerdir.
önemsenmektedir. Bireyi toplum içinde eritmek değil, toplumu oluşturan bir unsur olarak bireyi güçlü kılmak öncelenmektedir. Ayrıca yönetim erkine karşı sivil toplumun organize olması teşvik edilmekte, yönetim erkine ve bürokrasiye karşı haklarını koruması böyle sağlanmaktadır.
Bir icmanın/konsensüsün oluşması ise çözüm
Fakat geçmiş dönemlerin siyaset anlayışlarını
önerilerinin kurumsal yapılar içerisinde
yansıtan tarikat ve cemaat gibi sivil toplum
oluşması veya kurumsal yapılar tarafından
kuruluşları, hak arayışı çerçevesinde sivil
sahiplenilmesidir. Bu durumda İslami grup,
toplumu organize etmek için uygun yapılanmalar
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
27
değildir. Aslında modern cemaatler toplumsal
uzmanlaşmadığı takdirde ne toplum ne de
iddialar taşırlar. Ancak liderinin aklıyla sınırlı,
yönetim erki tarafından ciddiye alınmaktadırlar.
farklılıklara tahammülü olmayan ve neredeyse
Bu yüzden faaliyet alanlarını en çok sorun olarak
liderinin malı haline gelmiş bir organizasyon ile
gördükleri veya en başarılı olabileceklerini
adil sonuçlara ulaşmak mümkün olmaz. Ayrıca
düşündükleri alanlar üzerinde yoğunlaştırmalı,
onların iddialarına ulaşabilmeleri demek; cemaat
diğer alanlarda kendilerine yakın buldukları
görüşüne uymayan diğer Müslümanların ve
sivil toplum kuruluşları ile yardımlaşma içine
gayri Müslimlerin o alandaki haklarını yitirmeleri
girmeyi tercih etmelidirler. Eğitim işinde başarılı
demektir.
olan kurumların eğitim, yardımlaşma işinde
Kimsenin iradesini ipotek altına vermeyi tercih etmediği günümüzde, bireyleri bir hedef altında birleştirmeye en uygun yapılanmalar, sivil toplum kuruluşlarıdır. Bu yapılanmalarda lider (veya lider kadro), sunduğu vizyon ve vaatlere göre seçilir. Denetime açıktır, eleştirilebilir ve hesap sorulabilir. Vaatlerini yerine getiremediğinde veya daha ileri vaatlerde bulunan kimseler çıktığında seçimle değiştirilebilir. Müntesipler ise bir tebaa değil, irade sahibi bireylerdir. Seçtikleri kişiyi
alanında başarılı olanların muhalefet, mesleki alanda yetkinliği olanların meslek derneği gibi belirli alanlarda yoğunlaşması, sivil toplum kuruluşlarına önemli avantajlar sağlar. Hem o alanı etraflıca ele alma, hem de o alanda uzmanlaşma imkanı oluşur. İşini iyi yapan, söylemi güçlü ve toplumda bir etki oluşturmayı başarabilen kurumları ise herkes ciddiye almak zorunda kalır. b. Günün davet biçimi “kurtuluşçu” bir İslami
vaatlerine uygun hareket edip etmediğine
söylem değil; günün sorunlarına karşı
göre denetler ve gerektiğinde yönetime talip
üretilmiş İslami çözümlerin, bireyler ve
olabilirler.
kitlelerle paylaşılması olmalıdır:
Fakat İslami sivil toplum kuruluşları, cemaat zihniyetinin etkisinden henüz yeterince kurtulamamıştır. Maalesef çoğu, lideri (veya lider kadrosu) ile özdeş hale gelmiş ve (aynı cemaatlerde olduğu gibi) liderinin malı haline dönüşmüştür. Temsil ettikleri zihniyete uymayanları dışlamaktadırlar. Dolayısıyla bu kurumlar, kendilerini ortaya çıkaran siyaset felsefesine ters düşecek şekilde belli bir
İslam, zulmün ortadan kalkmasını ve yeryüzünde adaletin hakim olmasını hedefler ve müntesiplerine de bu ideali hedef olarak sunar. Zulmün engellenmesi ve yeryüzünde adaletin yaygınlaştırılması çoğunlukla güç ve iktidar ile irtibatlı olageldiği için, bu hedefi gerçekleştirmeye çalışanların yolu er geç buralardan geçecektir. Hele modern dönemlerde devlet, toplum üzerindeki aşırı
zihniyetin mücadelesini vermektedirler.
belirleyici hale gelince; bu dönemlerde yaşayan
Oysa sivil toplum kuruluşu, aynı kaygıları ve
iktidar hesapları yapmak zorunda kalmışlardır.
aynı hedefleri paylaşan farklı kimseleri bir araya
İslam coğrafyasının esaret altına düştüğü
getirebilen yapılardır. Ayrıca yönetim erkine
yıllarda ise artık bir söyleme dönüşmüş ve
karşı başarılı olabilmek için güçlü bir söylem
vazgeçilmez bir hedef halini almıştır. Hatta öyle
oluşturma zorunlulukları vardır. Bu yüzden her
ki, Müslüman olmak ile iktidarı hedeflemek
biri iddialarına uygun bir alanda uzmanlaşır.
arasında doğrudan ilişkiler kurulmuştur. Halbuki
İslami sivil toplum kuruluşlarının da artık cemaat zihniyetini terk etmeleri gerekmektedir. Sadece idari yapılanma açısından değil, fonksiyon ve hareket tarzı açısından da günün zihniyetine uygun hale gelmelidirler. Her konuda iddiası olan ve her şeyi kendi bünyesinde yapmaya çalışan
28
başarılı olanların yardımlaşma, sivil muhalefet
Müslümanlar kaçınılmaz olarak devlet ve
devlet dinin bir emri değil, (Mu’tezile’nin haklı bir şekilde söylediği gibi) yeri geldiğinde kullanılması gereken bir araçtır. Şayet zulmün engellenebilmesi ve adaletin yaygınlaştırılması için başka yollar bulunabiliyorsa, öncelikli bir hedef olarak bile görülmeyebilir.
organizasyonlar, günümüz mantığı içerisinde
Devlet odaklı bir mücadele kaçınılmaz olarak
hiç bir şey yapamamaktadırlar. Belli alanlarda
“kurtuluşçu” bir niteliğe sahip olmak zorundadır;
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
devlet makamının gasp edildiğini, yanlış ellerde
dönemlerde topluma; isyan etmekten,
bulunduğunu ilan edip, sonra da kurtarmaya
çatışmaktan ve devrim yapmaktan başka
girişmelidir. Devlet odaklı bir mücadele, kendi
seçenekler bırakmıyordu. Fakat diktatörlerin bir
zihniyetinin veya liderlerinin hakim olmadığı
bir yıkıldığı, farklı fikirlerin zorla yok edilmeye
bütün devlet düzenlerine karşı düşmanca
çalışılmadığı günümüz atmosferinde, muhalif
davranmak zorundadır; aksi halde duruşuyla
düşünceler için kavga ve çatışmadan daha iyi
çelişmiş olur. Ve devlet odaklı bir mücadele,
seçenekler ortaya çıkmış durumdadır. Mevcut
farklı İslam yorumlarının olduğu bir ortamda
şartlarda çatışmacı ve dışlayıcı kimlik, artık
devleti diğer İslam yorumlarından da kurtarmak
kimseye sempatik gelmemektedir.
zorunda kalacaktır.
Mevcut siyasal atmosferde iktidar yıpranma
Oysa bugün, kendi İslam düşüncemize uymasa da İslam’ın farklı yorumları, İslam coğrafyasının her köşesinde bir bir iktidar makamına gelmektedirler. Kurtuluşçu söylem peşinen, o iktidarları destekleyen Müslüman kitleleri düşmanlaştırmaktadır. Bu tavrın sürdürülmesi
makamı haline dönmüştür. (Türkiye’deki istisna hariç) Dünyanın hiç bir yerinde, üç dönem üst üste halkın desteğini almayı başarmış bir iktidar mevcut değildir. İnsanlık tarihinin belki de hiç bir döneminde rastlanmayacak şekilde “muhalefet”in rolü güçlenmiştir. İktidarın yanlış
çatışma ve kavgadan başka bir yere çıkmaz.
veya olumsuz icraatlarına karşı sesini yükselten,
Halbuki kendi görüşümüzün diğerlerine göre
başaran bir muhalefet iktidardan daha etkin
daha doğru olduğu gibi bir fikre sahip isek
olabilmektedir. İktidarlara kendi önerisini ve
bile, enerjimizi bu değer ve düşünceleri
tezini kabul ettirebilmektedir.
anlatmaya yoğunlaştırsak; diğer taraftan da kendi bakış açımızla toplumun ihtiyaç ve sorunlarına çözüm önerileri geliştirsek; o zaman hakemliğini toplumun yaptığı bir sahaya çıkmış oluruz. Toplumu en fazla ikna eden, ihtiyaç ve sorunlarına en iyi çözümler sunan görüş en fazla karşılığı bulur ve belki de iktidar makamında temsil edilme imkanı elde eder. Diğer görüşler ise farklı fikir ve önerileriyle muhalefet yaparak, hem bir denetçi hem de yedek çözüm görevi görürler.
bunların yanlışlığı konusunda halkı ikna etmeyi
Mevcut siyasal konjonktürde, bir hayat görüşü için en iyi seçenek iktidar olmak değildir. Kendisine iman edenler arasından iktidarlar çıkarabilir! Ama iktidar makamındaki kimseler kendilerinden bile olsa, düşünce gruplarına düşen, muhalefet duruşu sergilemek olmalıdır. Bu tercihin nedeni sadece muhalifliğin mevcut siyaset düzeni açısından daha iyi bir seçenek olması değildir. Aynı zamanda iktidar makamının statükoculuğa ve muhafazakarlığa götüren zehirleyici yanı da, muhalif duruşu daha
Tek bir düşünceye mahkum olmamak ve farklı
önemli hale getirmektedir. İktidar yozlaştırır,
görüşlerin toplumu ikna etmek için sürekli
donuklaştırır; muhalefet ise sürekli canlı tutar ve
hareket halinde olması fikir dünyasındaki
geliştirir. Dolayısıyla yeni düşünce ve önerileriyle
dinamizmi artırır. Ne hakim görüş rehavete kapılıp statükoya dönüşebilir, ne de diğer görüşler bir yenilmişlik duygusu içinde olurlar. Her bir görüş, toplumda karşılık bulabilmek için sürekli rekabet eder ve kendisini yenilemek için uğraşır.
iktidarlara yön veren bir muhalefet, iktidara odaklanmaktan daha iyi bir seçenektir. Fakat muhalefet ile müzmin muhalifliği birbirinden ayırt etmek gerekir. Müzmin muhaliflik, hiç bir şeyi beğenmemek, her şeye olumsuz pencereden bakmak, iyiliği takdir
c. Günün mücadele biçimi çatışma ve kavga değil, insanlığın problemlerine cevap olabilecek çözümlerle iktidarlara muhalefet yapmak olmalıdır:
edememek şeklinde kendini gösterir. Bezdirici, yıpratıcı ve kadir kıymet bilmez bir niteliği vardır. Tamamıyla eleştiri üzerine kurulmuş olan bir zihniyet, hem yapıcı sonuçlar elde edemez hem de zamanla ikna gücünü yitirir. Oysa iddiası
Hayatın her alanına müdahil modern devlet;
ve ideali olan, o ideale giden yoldaki iyileri
baskıcı, dizayn edici ve buyurgan olduğu
destekler ve artması için uğraşır; kötülere ise
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
29
karşı çıkar ve onun yerine öneriler geliştirmeye
fakirlik problemi orada bulunmayacak, gelir
çalışır. Bunların denge içinde yürütülmesi
adaletsizliği ortadan kalkacak, ekonomik
önemlidir.
sorunlar bitecek, askeri sorunlar düzelecek,
d. “Etkin muhalefet” kitlelerin desteğini alabilmekten geçer:
hak talepleri tamamıyla sona erecek gibi kısır bir anlayışa saplanmışlardır. Böylece kendi inançlarından olmayanlarla aralarına mesafe
Bir fikrin sadece hamasi söylemlerle toplumda karşılık oluşturması mümkün değildir. Kitlelerin desteğini alabilmenin yolu, onların içinde bulunduğu sorunlara, onları ikna edecek çözümler bulabilmekten geçer. Eğer fikir insanların hayatında hiç bir şeyi değiştirmiyorsa, dertlerine derman, problemlerine şifa olmuyorsa, o zaman ilgi de göremez. İslam “ayak takımı” olarak görülenlerin ilgi göstermesinden dolayı güç ve otorite sahiplerinin eleştirilerine maruz kalmış bir dindir. Yani ezilmişlerin, yani çaresizlerin, yani sesi kısılmışların dinidir. Bu kitlelerin İslam’a ilgi göstermesine sebep olan ise sorunlarını sahiplenmesi; feryatlarına, isyanlarına ve başkaldırılarına öncülük etmesidir. Mesela çoğu kimse tarafından Müslüman olmayanlarla arasına set çekme ve mesafe koyma şeklinde
koyup, “halksız/toplumsuz bir değişim” hedeflemişlerdir. Halka rağmen halk için bir değişim, ancak hayallerde gerçekleşebilir. Yeryüzünün gerçeği ise toplum dilemedikçe değişimin gerçekleşemeyeceği yönündedir. Toplumda genel bir değişim talebi ortaya çıkmadığı halde bir değişim mümkün olsa bile, bu ancak bir dayatmanın sonucunda ortaya çıkar ve dayatmayla ortaya çıkan değişimler (Komünist devrim, Kemalist devrim ve İran devrimi örneklerinde olduğu gibi) er geç karşı taleplerle tarihin sayfaları arasına gömülürler. Dolayısıyla “etkin güç/etkin muhalefet” kitlelerin desteğini alabilmekten geçer. Kitleler ise ihtiyaç ve problemlerine çözüm içeren fikirlere ilgi gösterirler. Dolayısıyla toplumsal alan genelde tüm fikirler için, özelde ise İslami iddialar
anlaşılan Kafirun Suresi, tam tersi, mevcut
taşıyan fikir grupları için bir sınama alanıdır.
hakim sisteme meydan okuyarak ezilmiş
Bütün fikirler kendi öğretilerinin taraftar bulması
halkla bütünleşmeyi ifade eder. “Ayrılış ve
ve kabul görmesi halinde nasıl bir dünyanın
kopuş” olarak anlaşılmasının sebebi ise çok
ortaya çıkacağını göstermek için yarışırlar.
geniş bir anlam yelpazesine sahip olan din
Ve toplum hangi dünyayı beğenirse ona ilgi
kavramının, “nerede ve nasıl” kullanıldığına
gösterir. Tabii bu durum kimi fikirlerin hak
dikkat etmemekten kaynaklanır. “Sizin dininiz
ettiği halde (toplum henüz hak edecek duruma
size, benim dinim bana!” derken, bütün inanç
gelmediği için) ilgi görmemesi gibi bir handikabı
ve değerleriyle İslam dini ve küfür dininin
da içermektedir. Ancak bunun zor kullanarak
kastedildiği düşünülür. Halbuki Kur’an’ın ilk
değiştirmeye çalışmak değil, hak edecek duruma
surelerinden olan Kafirun Suresi indiğinde, din
gelmesi için topluma dönük bilgilendirme ve
kavramı henüz bütün anlamlarıyla bir bütünlük
eğitim faaliyetlerini artırmaktır.
kazanmamıştır.
İktidarları yönlendirebilecek güçte bir muhalefet
Bu surenin yanlış okunması, Müslümanları
geniş katılım ile mümkündür. Meydanlara on
hayatın gerçekliğinden koparan bir rol
binler, yüz binler toplandığında hiç bir iktidar
üstlenmiştir. “Öncelikli hedef inancı hakim
o meydanı görmezden gelemez. Geldiğinde de
kılmaktır; sorunların çözümü bu aşamadan
kendi sonunu hazırlamış olur.
sonra düşünülmesi gereken bir iştir; inancın hakim olduğu toplumda sorunlar aynı şekilde kalmazlar” şeklinde bir anlayış geliştirilerek;
30
Sonuç:
1) Salt inancın hakim olduğu bir topluluk
Modern dünyada İslamiliğin nasıl sağlanacağı
oluşturmak mümkünmüş gibi bir ütopyanın
meselesi çok önemli, ama çözümü kolay
peşine düşmüşler 2) İnanç hakim olduğunda
olmayan çok derin bir problemdir. “Yüzyılda bir
insan sanki aynı insan olmayacak, mesela
gelen” teşbihindeki türden müstesna bir şahıs
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çıkıp, sorunumuza güzel bir cevap üretebilir. Ancak böyle bir şahıs var olmadığı müddetçe bu sorumluluk hepimize düşmektedir. İslam’ın çağımıza nasıl hitap edeceğini, sosyal hayatın yepyeni gelişmelerinin İslami hale nasıl getirileceğini, mesela; günün ihtiyaçlarına oluşturulacağını, günün problemlerini çözecek İslami bir hukuk sisteminin nasıl üretileceğini, günümüzün işleyişini kuşatacak İslami bir ekonomik sistemin nasıl vücuda getirileceğini hep birlikte düşünmek zorundayız. Tabii bu çözümlere ulaşmak öncelikle onları mümkün kılacak bir usulün gelişmesine bağlı olduğu için, ilk olarak bunların ortaya çıkmasını sağlayacak teorik imkanı oluşturmalıyız. Yani bir usul geliştirmeliyiz. Bunu yapamadığımız müddetçe modern zihniyetin esaretinden kurtulmamız mümkün olmayacaktır. Bunu yapamadığımız müddetçe Batı’nın felsefi imkanlarını kullanarak İslamiliğin gerekli olmadığını ispatlamaya çalışan ve bilerek veya bilmeyerek İslam’ı, Kur’an’ı değersizleştirenlere söyleyecek bir sözümüz bulunmayacaktır. Dolayısıyla geçmiş dönemlerin artık görevini tamamlamış söylemleri yerine, modern dönemlerin gerçek “mücadele” alanını görmeliyiz. Mücadele alanının değişmesi, tarzının da değişmesini gerektirir. Artık bilgiye geçmişte olduğundan daha fazla ihtiyacımız bulunmaktadır. Esaret dönemleri hızla sona eriyorken, yeni dönemleri yapılandıracak donanım ve bilgiyi sağlamak zorundayız. İslami mücadeleyi “Müslüman olarak varlığının anlamı” şeklinde tanımlayanlar, mücadelenin yeni şekline ve bu şekle uygun donanıma uyum sağlayamadıkları taktirde, marjinal gruplara dönmeye mahkumdurlar. Gelişmeler karşısında bir nesne olmaktan kurtulamazlar.
www.islamiyorum.com
cevap verecek İslami bir yönetimin nasıl
Özne/belirleyen olmanın yolu ise belirleyiciliğin/ öncülüğün gereklerini yerine getirmeye bağlıdır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
31
Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Hedef ve Yöntem Problemleri
Reform, İçtihad ve Tecdid Bağlamında İslam ve Hayat Yasin AKTAY “Milel ve Nihal, 5 (2), 43-73” dan alıntılanmıştır.
Modern dünyanın
İslâm’la ilişkili olarak düşünüldüğünde aynı
hâkim ve revaçtaki
olumlu çağrışımlara sahip değildir. Bunda ise
değerleri bağlamında
kuşkusuz kavramın Türkiye’deki bozuk sicilinin
düşünüldüğünde, reform
önemli bir rolü vardır. Gerçi İslâm dünyasının
kavramı son derece olumlu
genelinde reform kavramı bağlamında, İslâm’ın
çağrışımları olan bir
Hıristiyanlığa benzer bir dönüşüm geçirmesine
kavramdır. Eski dünyanın
karşı bir duyarlılık var olmuştur. Açıktır ki,
köhnemiş alışkanlıklarının
İslâm’ın Hıristiyanlık tarihine ait herhangi bir
düzeltilmesi, yeni ve taze
dönüşümü taklit etmesini gerektirecek her türlü
formların benimsenmesi,
telkine karşı asgari bir Müslüman duyarlılığı için
rutinleşmiş ve rutinleştiği için hayatın
güçlü teolojik ve kültürel nedenler var olmuştur.
dinamizmini karşılamaktan uzaklaşmış
Ancak reform kavramını Hıristiyanlık tarihinden
kurumlarının yeniden yapılandırılması, modern dünyanın tarihsel seyrine paralel gelişmelerdir. Modern dünyanın başlangıcına, bilhassa Hıristiyanlık tarihi içinde yaşanmış büyük harfli Reformasyon damgasını vurmuştur. Belki bu Reformasyon, daha sonra ortaya çıkacak ve yüzyıl sürecek olan kanlı din savaşlarının
32
bir miktar kurtararak çağdaşlaşma tarihinin rutin veya olumlu eylemlerinden biri olarak benimsemenin bir şekilde mümkün olduğu bağlamlar da olmuştur. İşte bu bağlamlara karşı bile kavramın Türkiye’deki tarihi güçlü bir ket vurmuştur.
da başlangıcını oluşturmuş olsa da, son
Türkiye’de İslâm Reformu olarak gündeme
kertede galip gelen Avrupa modernleşmesinin
getirilen proje İslâm’a içerden bir müdahale gibi,
değerleriyle uyumlu bir tarih bütünlüğü içinde
İslâm’ın kendi ihtiyaçlarının bir sonucu olarak
saygın yerini almıştır. O kadar ki, kavramın
ve Müslümanların kendi inisiyatifleriyle karar
küçük harfli kullanımına bile hep bir olumluluk
verilmiş bir hamle olarak algılanmamış, aksine
taşıdığı söylenebilir. Oysa aynı kavram
İslâm’a yabancı, hatta İslâm’a düşman bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
inisiyatifin bir müdahalesi olarak algılanmıştır.
yaygın bir kabul görmüştür. Gerçekte ise bu,
1928 yılında gündeme getirilen İslâm Reformu
ictihad kavramının ancak çok dar bir tanımı
projesi, İslâm’ı alenen Hıristiyanlığa benzetmeye
benimsendiğinde bile doğrulanması mümkün
çalışan bir yaklaşımdı. Bu yaklaşımda İslâm’ın
olmayan bir kabuldür. Zira Gazzali’den sonra da
Hıristiyanlıktan aşağıda görülmesi ve Batı’daki
İslâm tarihinde ictihadlar hiçbir şekilde eksik
bütün teknolojik ve toplumsal gelişmelerde
olmamıştır. En basitinden Gazzali’den itibaren
bir payı olduğu düşünülen Hıristiyanlığa
dünyanın her yanında sayısız toplum veya
İslâm’ın da benzetilmesi öngörülüyordu. Bu
devlet kurmuş olan Müslümanların buralarda
çerçevede camilere kiliselerdekine benzer bir
ortaya koydukları sayısız hukuki, fıkhî, siyasi ve
biçimde sıraların konulması, ezanın, duaların,
toplumsal tecrübenin hepsinin yine sayısız yeni
Kur’an okumalarının veya genel olarak bütün
ictihadlar eşliğinde mümkün olmuş olduğunu
ibadetlerin Türkçeleştirilmesi, yine camilerde
göz ardı etmek, beşeri tecrübenin tabiatına
kiliselerdekine benzer bir biçimde ilahiler
aykırıdır. Bizzat Osmanlı imparatorluğunun üç
okunması için orgların konulması gibi öneriler
kıtaya yayılan tecrübeleri yine her alanda fiilen
İslâm’ın reform projesi kapsamında yer alan
üretilmiş ve uygulanmış olan sayısız içtihadın
düzenlemelerdi. Bunlar tabii ki hemen beklenen
oluşumuyla mümkün olmuştur.
büyük tepkiyi çekmekte gecikmedi. Özünde kendini tek hak din olarak Hıristiyanlıktan üstün kabul eden İslâm’ın Hıristiyanlık karşısında aşağılanması anlamına gelen bu projeye duyulan öfke, aynı zamanda reform kavramının her türlü çağrışımına karşı da duyarlı bir tarihsel bilinci derin bir biçimde işledi. Belki tam da bu tecrübenin etkisiyle İslâm ve reform kavramını bir arada düşünmek büyük bir vebal üstlenmekle eşdeğer hale gelmiştir.
Kapalı Kapının Berisindeki İctihad Reform kavramının içerdiği bütün yan anlamlarıyla birlikte yüklendiği bu olumsuz çağrışımın tek etkisi İslâm’ın herhangi bir doğrudan reform girişimine kapanması olmamış, aynı zamanda İslâm’ın her türlü yenidenyorumlaması girişimi de, ta baştan böyle bir vebalin psikolojik baskısı altında ya bastırılmış ya da kendini bastırmıştır. İslâm’ın harici herhangi bir müdahaleyle yorumlanmasına karşı gelişen refleks İslâm’ın içerden herhangi bir yorumlanmasıyla ilgili istek veya iradeyi de büyük ölçüde bitirmiştir. Bu durum ictihad kavramına ilişkin geleneksel tutumları da büyük ölçüde belirlemiştir. İmam Gazzali’den beri ictihad kapısının kapanmış olduğuna dair İslâm geleneğine atfedilen, özünde tartışılabilecek görüş, belki de ancak bu tarihten itibaren hem
Doğrusu bu kadar devasa bir tecrübenin içinde hiçbir yeni içtihadın bulunmadığını söylemek akla, mantığa ve hayatın gerçeklerine aykırıdır. Osmanlı’nın gerek Bizans’tan devralmış olduğu kurumlar ve uygulamalar, gerekse Anadolu, Balkanlar ve Hicaz’da karşılaştığı bin bir türlü meselenin karşısında eski fıkhî formlarla yetinmiş olduğunu ve İslâm hukuk, fıkıh ve siyaset tarihine hiçbir yenilik katmamış olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu tecrübeye sadece bu soru eşliğinde dönüp bir daha bakmak bile ictihad kapısının Gazzali’den beri kapanmış olduğu düşüncesinin ne kadar naif ve saçma olduğunu düşündürmeye yetecektir. Üstelik sadece Osmanlı tecrübesi bile yeterince devasa ve her türlü fıkhî çerçeveyi olduğu gibi bırakmayarak yeterince zorlayabilecek bir dinamizme sahipken, İslâm dünyasında içtihadın sınırlarını zorlayabilecek ve farklı yorumların ortaya çıkmasını mümkün kılacak, dünyanın her tarafında sayısız başka tecrübeler vardır. Hindistan, Orta Asya, Uzak Asya, Malezya, Güney, Kuzey ve Orta Afrika, Balkanlar, Endülüs ve Avustralya’da bin yıla yakın bir süre içinde yaşanan tecrübeler Müslüman toplulukların karşısına yine sayısız tecrübe çıkarmış ve bütün bunların İslâm’ın klasik metinlerindeki karşılıkları, tabiri caizse “kitaptaki yerleri” tespit edilmeye çalışılmıştır.
geçmişe dönük nesnelci bir görüş hem de
Vak’aların kitaptaki yerlerinin her zaman bire
geçmiş ve geleceğe dönük normatif bir ilkeye
bir veya kuşkuya yer bırakmayacak şekilde
dönüşmüştür. Öyle ki Gazzali’den beri ictihad
bulunmuş olduğu elbette ki düşünülemez.
yapılmamış olduğu gibi bir tespit alabildiğine
O yüzden Müslümanların dini metinleriyle
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
33
yaşadıkları gerçekleri bağdaştırma çabalarının
bir kurallar bütünlüğü olarak görmek ile Şeriatı
zaman zaman te’vil, muvafakat, fetva, ictihad
her türlü ihtimale (olumsallığa) haiz bir hayat
gibi işlemlerden geçirilmiş olmasının Müslüman
yolu olarak görmek arasında her zaman açık
hayatının rutinlerinden olduğunu düşünmek
kapı bırakmıştır. Belki İslâm tarihinde Hz.
gerekiyor. Bireysel yaşamından toplumsal ve
Peygambere atfedilen tecdid hadisi tam da
siyasi hayatına kadar, Müslüman, gündelik
bu donmuş İslâmi anlayışlara karşı yolun belli
hayatında karşılaştığı her şeye İslâmi bir
aşamalarının iktiza ettiği bir yeni ufku, yeni
“yargısal akılla” yani bir fıkhî kodlamayla
açılımları, yeni bakış açılarını geliştirebilenleri
karşılık verir. Karşılaştığı her şey ya helal
işaret ediyordur.
ya da haramdır. Bu ana kategoriler kendi içlerinde müstehap, mendup, mekruh, haram liaynihi, ligayrihi vb. gibi alt kodlamalara tâbi olabilir. Müslümanın eylemlerinin hiç birinin bu kodlamalardan muaf tutulmadığını hesaba kattığınızda, Müslüman hayatının başlı başına bir fıkıh ve değişik düzeylerde bir ictihad aklını gerektiriyor olduğunu da takdir edebiliriz. O yüzden ünlü Mağripli Müslüman düşünür Muhammed Abid Cabirî’nin İslâm medeniyetini bir fıkıh medeniyeti olarak nitelemesi çok yerindedir: Yunan medeniyeti için nasıl “felsefe medeniyeti” veya Çağdaş Avrupa Medeniyeti için “Bilim ve teknoloji Medeniyeti” diyorsak İslâm medeniyeti için de bir fıkıh Medeniyeti diyebiliriz. Yakın zamana kadar Okyanus’tan Körfez’e dek bütün İslâm coğrafyasında, hatta Asya ve Afrika’nın çok iç kesimlerinde fıkıhla ilgili kitap bulunmayan bir Müslüman evi bulmak olası değildi. Başka bir deyişle Arapçayı iyi bilen her Müslüman’ın fıkıh kitaplarıyla doğrudan ilişkisi vardır. Şu halde; fıkıh, Arap-İslâm toplumunda insanlar arasında en adil paylaşılan bir şeydir,
34
Bütün bunlar aslında İslâm fıkıh ve ictihad tarihinin aşina süreçleridir. Yine de bu süreçlere Müslüman kitlelerin, hatta her düzeydeki Müslüman âlimlerin aynı ölçüde aşina olduklarını söylemek mümkün değildir. Aksine Müslümanların zaman zaman belli sosyolojik süreçler sonucunda içlerine kapandıkları ve yaşamakta oldukları dinsel içeriğe metafizik bir anlam atfederek her türlü yorumdan sakındıkları durumlar olmuştur. Bu durumda Müslümanların belli bir ezberle nesilden nesile aktarmaya çalıştıkları sabit formlar vardır ve bu formların üzerine herhangi bir katkıda bulunmaktan özenle sakınılması bir bakıma İslâm’ın formel içeriğinin belli bir toplumsal pratik içerisinde garantiye alınması, bilerek veya bilmeyerek temin edilmiş oluyor. Bu sabiteler bugün dünyanın neresine gidilirse gidilsin, İslâm’ın beş şartının uygulanması noktasında bazı nüanslar bir kenara bırakılırsa çok ortak bir pratik, bir habitus olarak nesilden nesile aktarılmıştır. Bu habitus, her yerde aynı formel pratikler
diyebiliriz (Cabiri, 1997: 133 vd.).
ile sürdürülürken, Müslüman toplulukları hem
Cabirî’nin nitelediği medeniyet hayatın her
Müslümanları, ümmeti) hem de tarihsel
alanını belli bir metni merkeze alarak kodlama
bakımdan ilk zamanlardan son zamanlara
olarak düşünülebilir. Bu tarz bir niteleme aslında
kadarki bütün Müslümanları birleştirmekte
bir zaman Müslüman medeniyetini gereğinden
eşzamanlılaştırmaktadır. Birinci yüzyılda
fazla metin-merkezlilik gibi bir zaafla malul
Mekke’de yaşayan bir Müslüman’ın namaz,
görmeyi de gerektiriyor. Bunun anlamı metnin
oruç, kurban veya zekât pratiği ile yirmi birinci
lafzî anlamından bir dönem için çıkarılan kurallar
yüzyılda Avrupa’nın bir kentinde yaşamakta olan
manzumesinin dondurulup adına “Şeriat”
bir Müslüman’ın pratiği arasında oluşturulan
denilmek suretiyle bir kutsallıkla nitelenmesi ve
bu eşzamanlılık, tarihsellik ve modernliğin
bütün hayatın ancak bu dondurulmuş metinsel
muhtemel etkilerinin önemsizleştirilmesi
içeriğe uydurulmaya çalışılmasıdır. Bu aslında
bakımından kesinlikle dikkate değer bir noktadır.
açık bir fundamentalizm tarifidir ve kabul etmek
Burada zamanın durduğu ve Müslüman ümmetin
gerekiyor ki, her zaman İslâm fıkıh tarihi içinde
zamansal olarak eşitlendiği bir düzeyi idrak
böyle bir eğilim de var olmuştur. Ancak Şeriat
etmiş oluyoruz. Bugün kurban kesen herkes
üzerine düşünme tarihi, aynı zamanda Şeriat’ı
Hz. İbrahim’in çağdaşı oluveriyor; namaz kılan
bütün sınırları ve kodları önceden belirlenmiş
herkes aynı zamanda yine Ashab-ı Kiramın
coğrafi bakımdan (kürenin her yanındaki
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çağdaşı oluveriyor.
temel kategoriler olarak işlediği bir zeminde
Tarih, zaman, ilerleme, çağdaşlaşma denilen bütün kibirli kavramların bir anda bütün anlamlarını yitirdiği bir başka zaman algısı, kuşkusuz bütün dünyaya bakışı da etkilemektedir. Yine kuşkusuz, Müslümanların
gerçekleşebilir. Aslında Cumhuriyet döneminde reform kavramının sicilini bozan tam da bu temel kategorilere dokunulmuş olmasıdır. Camilere sıraların konulması bir temel kategori olarak namaza müdahaledir.
farklı dönemlerde ortaya koydukları farklı
İbadetlerin Türkçeleştirilmesi de dünyanın
yorumlardan söz edilebilse de, bütün bu
her yanında ortak bir uygulama alanına bir
yorumların bu asgari zaman ve mekân
müdahale olarak kabul görmediği gibi, bu
koordinatlarında gerçekleşmiş olduğunu da
müdahale İslâm’a yabancı hatta düşman bir
kaydetmek gerekiyor. Bu zaman ve mekan
konumdan yapılan bir saldırı olarak algılanmıştır.
koordinatları, tabii ki sadece belli bazı ritüel pratiklerle mukayyet olmuyor, yanı sıra bir
Kavramlar nadiren tarihlerinden bağımsız olarak
dizi başka mukabil dost-düşman algılarını
algılanabiliyor. Oysa tarihlerinden bağımsız
veya tipolojilerini de her dem yeniden
olarak, yani literal anlamda karşılandığında
üretiyor. Burada farklı tarih ve coğrafyalardaki
“tecdid” ile “reform” arasında çok az fark
Müslümanları eşzamanlı kılan bu tür formları
görülebilir.
anlamanın bir yolu olarak ünlü Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun meşhur habitus kavramının detaylarına müracaat edilebilir, ama sanırım bu kavram bile dini ritüellerin temin ettiği bu eşzamanlılığın boyutlarını tam olarak yansıtmayacaktır. Yine de Bourdieu sosyolojisinde habitus kavramı insanların paylaştıkları yapılandırılmış toplumsal pratiklerdir ki, bu pratikler uygulandıkça hem yapıyı yeniden üretirler hem de uygulamaya katılanların ortak bir algı ve hissiyat düzeyinde birleşmesini temin ederler (Bourdieu, 1990: 52-65). Kuşkusuz Müslüman ümmetinin ilk zamanlarından son zamanlarına kadar ve dünyanın her yanında aynı pratikle uygulanan ve hepsinde de hem tarih-ötesi hem küresel, hem eşzamanlılık hem de eşmekânlılık bilinci
İslâm toplumlarının modern tarihine dair herhangi bir metni İngilizceden okuyanlar (örn. Bkz. Lapidus 2002) Müslümanların daha kolay benimsedikleri “tecdid” kavramının rahatlıkla “reform” kavramı ile karşılandığını görürler.2 Modernleşme ile yüzleşen bütün İslâm toplumlarının karşılaştıkları sorunlara karşı akıllarına gelen ilk çözüm paketinin içinde mutlaka bir İslâm reformu da olmuştur. Bazen geleneksel İslâm âlimlerinin de önayak oldukları bu girişimlerde İslâm reformu olarak nitelenen şey, aslında İslâm’ın yeniden aslî yorumuna ve uygulamasına kavuşturulmasından başka bir şey değildir. O yüzden İslâm reformu, Cumhuriyet’in 1928 yılındaki dinde reform projesinde olduğu gibi İslâm’da olmayan bir şeyin İslâm’a değişen
yaratan bütün bu pratiklerin hiç bir beşeri
şartlar muvacehesinde sokulması değil, aksine
müdahaleyi kabul etmediğini anlamak zor
İslâm’ın zaten içerdiği düşünülen ama zamanla
değildir. Bu pratiklerin bir beşeri katılımla
ya unutulmuş ya da amacından ve şeklinden
gerçekleşmesi zorunluysa da, hatta her beşeri
saptırılmış uygulamalarının canlandırılması
katılım ve dolayım bu habituslara belli bir
olarak görülmüştür.
etnik, kültürel renk katıyorsa da habitusların zaman ve mekâna karşı direnen mahiyeti onları tarihe ve coğrafyaya karşı alabildiğine dayanıklı kılmaktadır.1 O yüzden tecdid de ictihad da bütün bu alanların bir tür düzenleyici a priori Gerek namazın kılınma şekli gerek orucun başlama
1
ve bitme zamanı veya orucu düzenleyen hükümler, haccın menasiki konusunda mezhep yorumlarına veya
Diğer yandan İslâm’ın tarihe ve coğrafyaya direnen sabiteleri yoruma görece daha çok kapalı olmuşsa da bunların, İslâm’ın tarih ve coğrafya içerisindeki serbest dolaşımını, başka kültürlerle kolayca eklemlenip onları içselleştirmesini engelleyen yapılar olmadığını İslam’ın modern dönemdeki toplumsal ve düşünsel
2
bazen aynı mezhebin başka toplumlardaki pratiklerine
hareketliliğinin sosyolojisini “ihya”, “tecdid”, “ıslah”,
göre bazı farklılıklar oluşabilse de bu pratiklerin ana
“reform” gibi kavramlar etrafında irdeleyen güzel bir
ekseni çok fazla değişmiyor.
analiz için bkz. Subaşı, 2003
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
35
kaydetmek önemlidir. Hatta bu sabitelerin
bir bütünlük duygusu, bir siyasal bedenin
dışında kalan alanlarda İslâm’ın başka kültür ve
varlığını gerektiren ictihad mekanizmasını da
tecrübelerle çok çabuk kaynaşan doğası, onun
münasebetinden yoksun bırakmıştır. İslâm
bu kadar hızlı yayılmasının da en iyi açıklamasını
adına veya Müslümanlar adına ictihad yapmak
oluşturur. Her ne kadar Müslümanların gündelik
için organik bir topluluk olarak buna ihtiyaç
hayat içindeki her şeyi İslâm’ın bakış açısıyla
duyuyor olmak lazımdı. Oysa İslâm, hilafetin
isimlendirmek (kodlamak) gibi bir yönelimi
ilga edilmiş olduğu bu yeni siyasi dönemde her
(habitus) olsa da, İslâm eşyanın aslına ibâhat
şeyden önce içtihadı anlamlı ve münasebetdâr
atfediyor ki, bu da hakkında “haram” olduğuna
kılabilecek bir bedensel varlık veya bütünlükten
dair bir işaret yoksa her şeyin “helal” sayılmasını
yoksundu. Belki tam da bundan dolayı Said
gerektiren bir ilkedir. Hakkında “haram”
Nursi, ictihad kapısının açılmasıyla ilgili
olduğuna dair açık bir delil bulunmayan herhangi bir eylemi “haram” diye nitelemek günahların en büyüklerinden sayılır; böylesi bir tavır doğrudan Allah’ın bir yetkisine ortak olmakla kıyaslanabilir bir tavırdır. Bu durum bir zaman sonra tam tersi komplikasyonlar doğurmuş olsa da, uzun zaman İslâm medeniyetinin bütün açılımlarının en önemli teorik dinamiğini oluşturmuştur. Belki modernleşmeyle karşılaşıldığında kendi geleneksel sınıflarını oluşturmuş olan İslâm dünyasının her şeye kuşkuyla bakan, modern dünyadan gelen her şeyi özünde “kötü”, “kerih” veya “gavur icadı” gibi olumsuzlayıcı bakış açısıyla karşılayan tutumu, İslâm fıkhının dinamik dönemlerine nazaran ciddi bir kırılma olarak nitelenebilir. Açıktır ki İslâm’ın yayılma dönemlerinde Müslümanların yeniliklere karşı daha serbest bir tutumları vardır. Bunun da en önemli sebebi, yayılma döneminde Müslümanların güçlü bir özgüven duygusunu taşıyor olmalarından ve tabii ki yol-fetih tecrübesinin doğası itibariyle gerektirdiği pragmatik akla biraz daha yakın olmalarından ileri geliyor. Modern dönemde ise Müslümanlar Batı ile olan ilişkilerinde hiçbir zaman seçici ve alıcı olmaktan geri durmamış olsalar da, gerileme dönemlerinde daha muhafazakârtutucu tavırlar benimsemişlerdir. Buna rağmen Müslümanların küresel ölçekte siyasi
36
tartışmaya “fırtına altındaki kulübe” metaforuyla bilinen tarihi cevabını vermiştir. Said Nursi, bu soru muvacehesinde ictihad kapısının açılmasına altı engel sayarken bu engellerden birincisini, İslâm toplumunun mevcut durumunu fırtınaya yakalanmış bir kulübe benzetmesine başvurarak açıklar: Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değildir. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerât zamanında ve âdât-ı ecânibin istilası ânında ve bid’aların kesreti vaktinde ve delâletin tahribatı hengâmında, ictihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetin yeni kapılar açıp, duvarlarından muhariplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir (Nursi, 1984: 213) Fırtına hâline, bir metafor olarak daha önceden başvurulmuş mudur bilmiyoruz, ama Müslümanların halifesizleştikleri, herhangi bir siyasal veya toplumsal bütünlükten yoksun kalmış oldukları, başka bir ifadeyle savrulmuş ve darmadağınık oldukları bir ortamda durumlarını çok iyi ifade eden bir metafordur. Aynı zamanda bu, İslâmcıların Cumhuriyet dönemiyle birlikte şekillenen yeni siyasal şartlarla ilgili algılarını en iyi ifade eden benzetmelerdendir
bir odaktan mahrum kalmalarının modern
(Aktay, 1997; 2004). Ancak Said Nursi’nin de
dünyada yenilikleri karşılayıp yeni durumları
katkıda bulunmuş olduğu bu “kapalı ictihad
değerlendirme konusunda onları çok daha
kapısı” söylemine rağmen, fiili durumda
ataletli bir duruma soktuğu açıktır. İctihad
ictihad kapısının kapanmış olması mümkün
kapısının kapanmış olduğuna dair negatif
değildir. Dünyanın her tarafına yayılmış, belki
anlatının bilhassa bu dönemlerde biraz daha
darmadağın hale gelmiş, dolayısıyla bir bakıma
rağbet bulmuş olduğunu kaydetmek önemlidir.
da iyice çeşitlenmiş Müslüman ümmetin, ictihad
Müslümanların siyasi ve ilmi bir merkezilikten
konusunda bitmek tükenmek bilmeyen bir
yoksun kalmaları doğaldır ki başlı başına
kendiliğinden üretimde bulunduğunu tahmin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
etmek zor değil. Belki yapılan bu içtihadların
devlet sınırları içinde, ama Müslüman, sömürge-
birçoğu fetva kültürü içinde kendine bir alan
sonrası veya Batılı bir ülkede yaşamakta
açmış, belki birçoğu ictihad niyetine bile
olan Müslümanların durumunu örnek olarak
yapılmamıştır, ama Müslümanların halife-
sayabiliriz.
sonrası şartlardaki fiili pratikleri, sonuçta ictihad kavramı üzerinde bile yeniden düşünmeyi gerektirecek bir alan açmıştır. Hatta belki Said
Adını Koymadan İctihad Olur mu?
Nursi’nin fırtına mecazına başvurarak ictihad
Aslında bu soru tam da ictihad mekanizmasının
kapısının kapalılığını ilan etme gayretinin
modern dönemlerdeki bir mahiyetini ortaya
kendisi bile bir ictihad insiyakına tâbi olmuştur.
koymaya yarayan bir sorudur. Gerçekten
Kuşkusuz Said Nursi’nin bu esnada zihninde
de aşağıda yöntem ve ictihad ilişkisini
var olan İslâm fıkıh bünyesine uyumlu ictihad
anlatacağımız bölümde söyleyeceğimiz gibi,
kavramının şartları burada konuştuğumuzdan biraz daha farklı olduğunu da hesaba katabiliriz. Bu şartlar tam da İslâm’ın tarihe ve coğrafyaya direnen bu iki eksende Müslüman ümmete aynı çağda ve aynı mekânda organik bütünlük hissi veren dinin corpusuyla ilgilidir. Oysa halifesonrası durum tam da dinin o corpusunun da büyük ölçüde etkilendiği ve o alandaki birçok etkinliğin de bağlamını ve münasebetini yitirdiği
ictihad için öngörülen geleneksel şartlar, içtihadı neredeyse imkânsız kılan şartlardır ve aslında biraz dikkatle bakıldığında geçmişteki ictihad örneklerinin birçoğunda da bir araya gelebilmiş şartlar olmamıştır. Belki şunu söylemek bu aşmada biraz daha kolay olabilir: Pratiği takip eden ictihadlar, hayatın dinamiğini algılayıp onu dinin fıkhî kodları kapsamına alan bir değerlendirme, içtihadın daha münasip bir
yepyeni şartları ortaya çıkarmıştır.
tarzı olmuştur. Esasen tıpkı hiçbir sosyal
Buna rağmen bir siyasal beden olarak
kuşatamayacağı gibi hiçbir fıkhî kodlama da
hilafetin ilgasıyla bir savunma refleksi olarak
hayatın bütün dinamiklerini önceden görüp
ictihad kapısını kapattığı düşüncesine sahip
kodlayamaz.
olmuşsa da ümmet dünyanın her tarafına yayılmış sayısız tecrübeleriyle ictihaddan geri durmamıştır. Daha açık bir ifadeyle, ictihad Müslüman aklının çalışma biçimidir ve kim olursa olsun birilerinin “kapandı” demesiyle kapanabilecek gibi değildir. Belki siyasi veya ilmi bir odaktan yoksun olmaktan kaynaklanan bir durumdan dolayı herkesi bağlayacak şekilde kabul gören keyfiyette bir ictihad külliyatından bahsedilemiyordur. Ancak yeni (halifesonrası) şartların dünyanın her tarafında farklı durumlarda bıraktığı Müslümanların bu durumlarına uygun bir fıkıh geliştirmekten geri durmadıkları anlaşılıyor. Örneğin ilk
teorinin hayatın bütün dinamiklerini tüketip
Dolayısıyla, itikatta kapatılmış olduğunu farz ettiği halde İslâm ümmeti ictihad kapısını sürekli açık tutmaya devam etmiştir. Çoğu kez ictihadlar İslâm adına meşrulaştırılan bir hayat biçimi, modern hayat içinde benimsenen bir pratik, Müslümanların verili bir durumda izledikleri siyasi stratejilerde mündemiçtir, ama adı yine de ictihad olarak konmaz bunun. Çünkü içtihadın her nasılsa sadece sınırları çizilmiş bir alanda, dini bir alanda yapılabileceği düşünülür. Oysa ictihad tam da belli bir durumu kodlamakta yetersiz kalan ezberlerin aşıldığı siyasi bir akıl yürütme
defa halifesiz kalmış, ilk defa gayrimüslim
ve eylem biçimidir; bir tür pratik akıldır ve bu
toplumlarda azınlık olarak, gayrimüslim ülkelerin
pratik akıl tarih boyunca Müslüman ümmetin
vatandaşları olmak durumunda kalmış olan
de en belirgin vasfı olmuştur. Bu yanıyla da
Müslümanların maruz kaldıkları şartlar, fıkhın
İslâm aslında yola çıktığı ilk andan itibaren içine
eski kodlarıyla kolayca karşılanamamıştır.
aldığı, içselleştirdiği veya ihata ettiği sayısız
Yeni durum yeni ictihadlar gerektirmiştir.
kültür veya toplumsal hayat biçimleri dolayısıyla
Müslümanların büyük kısmı bu yeni durumlar
aslında fiilen kesintisiz bir reform sürecinden
için belki ilan ederek veya adını koyarak
de geçmiş sayılabilir. Bir hilafet rejimi olarak
değilse bile yeni ve küçük ictihadlarla yeniden
başlamış olan İslâm siyasi düzeni, otuz yıl sonra
değerlendirmişlerdir. Buna her biri kendi ulus-
bir saltanata, ardından da bir imparatorluğa
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
37
dönüşmüş, bu esnada karşılaştığı bütün
bu şansının ancak kendi içindeki mistik ve
kültürlere de uyumlu bir siyasi ve felsefi formlar
rasyonel, şifahi ve kitabi, mitolojik ve fıkıhçı
da üretmekten geri durmamıştır. İslâmiyât
tartışmayı ikinciler lehine bitirmesi ölçüsünde
Dergisi İslâm tarihinin farklı dönemlerde
kullanabileceğini de kaydetmeyi ihmal etmiyor
yaşadığı büyük karşılaşmalar arasında, Arap
(Gellner, 1981). Modern dünya gerçekten de
dünyası, Yunan felsefesi (Bizans ve Helenizm),
diğer dinlerin hayatiyetine ancak onları tümüyle
Endülüs ve modernleşmeyi saymış ve bu her
dönüştürerek, yer yer radikal anlamda reforme
bir karşılaşmanın İslâmi kültür ve medeniyet
ederek imkân tanırken, İslâm bu süreçten
birikimine kattığı her biri diğerinden bir hayli
kendi içindeki bir yoruma, yani kitabiliğe,
farklı yorum ve anlayışların altını çizen özel
muhakemeye daha fazla vurguyla güçlenerek
dosyalar yayımlamıştı. Gerçekten de bütün
çıkmıştır.
bu karşılaşmaların sonucunda ortaya her biri kendi eğilim ve akıl yürütme biçimlerine sahip İslâm felsefesi, kelamı, tasavvufu ve fıkhını çıkarmıştır. Bu farklılıklar yine sayısız siyasi tecrübeyle birlikte farklı tarih ve coğrafyalardaki sayısız tezahürleriyle İslâm siyasi ve toplumsal
38
Özetle, ictihad kapısının kapanmış olduğu düşüncesi, İslâm dünyasında genel bir kabul görmüşse de bu kabul fiili durumda kesintisiz işleyen bir kapının görmezden gelinmesini gerektirmiştir. Bugün dünyada yaşamakta
modellerinin çeşitliliğini beslemiştir.
olan bir buçuk milyara yakın Müslümanın fiili
Kuşkusuz bu çeşitlenme, Hıristiyanlığın özellikle
tâbi tutularak içselleştirilen yeni formlar,
bir Doğu dini olmaktan Roma’yla kurduğu ittifak
belki İslâm’ın özünde bir reform değilse bile
yoluyla teslisçiliğe dönüştüğü büyük tecrübeyle
Müslüman hayatında açık bir reformu işaret
karşılaştırılabilir. Ama Hıristiyanlık büyük
ediyor. Doğrusu bu içselleştirmeyi yapabilmek
Reformasyonunu kendi içinde ve neredeyse
ve yeni bir İslâmi hayat pratiğini ortaya
alabildiğine farklı bir din ortaya çıkaracak şekilde
koyabilmek için İslâm’ın ne itikadında ne de
yaşamıştır. Kuşkusuz bir din olarak Hıristiyanlığın
dini özünde bir reform yapmak gerekmiyor.
da İslâm’da yaşamış olduğuna benzer
Buna karşılık genellikle sömürge sonrası
“kendiliğinden reformlardan” masum olduğunu
şartlarda Müslümanların ortaya koyduğu
söylemek mümkün değildir. Kültür, tarih,
direniş hareketlerinin dili ile İslâm arasında
hayat her zaman etkisini dine kendi formlarını
kurulan özdeşlikler, bu dilden genellikle rahatsız
benimsetmekten, damgalarını vurmaktan geri
olanlar başta olmak üzere İslâm ile terakki
durmamışlardır. Oysa belki bütün dinleri aynı
(modernleşme, demokrasi, insan hakları)
anda vuran bir büyük etki olarak modernleşme
arasında bir uyumsuzluk olduğu düşüncesini
bütün dinler üzerinde tamamen dönüştürücü bir
fazlasıyla beslemiştir. Buna mukabil İslâm’ın
etki yapmışken, İslâm’ın kendinden pek bir şey
geleneksel özünün acil bir reform gerektirecek
kaybetmeden hatta ilk yorumlarıyla alabildiğine
kadar şiddete eğilimli, cihadist, fundamentalist
tutarlı ve sürekliliğe sahip bir yorumunun
katı bir formalizme tâbi olduğu düşünülmüştür.
güçlenmesine daha da fazla yol açmıştır. Ünlü
Bu çerçevelerde ortaya konulan İslâmî reform
antropolog Ernest Gellner’in kaydettiği gibi,
söylemlerinin hepsini bir kalemde tüketmek
modernleşmenin rasyonelleşme dinamiği bütün
tabii ki haksızlık olur, ancak çoğunun İslâm’ın
dinlerin neredeyse olmazsa olmaz mitolojik
uluslararası ilişkiler kuramı (daru’l harp,
unsurlarını, mucize inançlarını büyük ölçüde
daru’l İslâm kavramları), bu kuramda dini
inandırıcılıktan yoksun bırakırken, belki bir tek
önceleyen ilişki modeli, İslâm’ın ceza hukuku,
İslâm bu aşındırıcı büyü-bozumundan muaf
kadınlara eşitlik ve sair konular etrafında
kalmıştır. Tamamen mucizevî bir inanca dayanan
bazı modernleştirme taleplerini içerdiği
Hıristiyanlıkla ve Budizmle kıyaslandığında
görülür. Doğrusu bu alanlardaki tartışmalar
İslâm’ın rasyonel-uyumlu özü modern dünyanın
ya İslâm’ın kendi içindeki ictihad sınırlarını
değerleri ve süreçlerinden fazla etkilenmeden
aşmayı gerektiren talepler içermiyor veya
hatta daha da fazla güçlenerek çıkma şansına
çoğu İslâm’a karşı harici oryantalist (Clement,
sahip olmuştur. Ancak Gellner, İslâm’ın
2002; Roberson, 2003) veya içselleştirilmiş
gündelik hayat pratiğinde bir şekilde besmeleye
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
oryantalist epistemolojiden (Naim, 1990) yola
ve paragrafları arasında neyin doğru neyin
çıkar. Genellikle İslâm’ın ictihad imkânlarını
yanlış olduğuna yoğunlaşsanız, belki de yanlış
tüketmeksizin girişilen bir yol olarak reformla
diye işaret edebileceğiniz bir şey bulamazsınız.
aslında göze kestirilen yol Müslümanların
Söylenen hiçbir şeye itiraz edemezsiniz. Metnin
kolaylıkla benimseyemeyecekleri ve yine İslâm’ı
asıl büyük zaafını da bu oluşturuyor. Kimsenin
dışsal bir müdahale olarak algılanabilecek
itiraz edemeyeceği cümleleri sıralarken, tek
projelerdir.
başına alındığında yanlışlanabilecek, dolayısıyla
Ayrıca İslâm’ın modern çağa uymayan boyutlarıyla bir reformdan ziyade, sunacağı bir farka, ama gerçek anlamda bir farka insanlığın ihtiyacı vardır, tabii ki öncelikle bu farkın hikmetinin anlaşılması sorunu da vardır. İslâm’ın her halükarda uyumlu ve hiç sorun çıkarmayan bir din olduğunu kim söyleyebilir ki? İslâm’ın çağrısı sadece onu dört gözle bekleyenlere bir umut oluşturmuyor, aynı zamanda onun çağrısına kulak verilmesiyle rahatı bozulacak, yerleşik konforu alt üst olacak tabakalara da bir korku kaynağı oluşturur. Reform kavramıyla ilgili konuların önemli bir kısmının da bu çerçevede değerlendirilmesi mümkündür.
Yöntem ve İctihad İctihad kavramının geleneksel anlamı, metnin yeni şartlara uygun bir yorumu olarak düşünülür. Geleneksel İslâmi ictihad teorisi ise büyük ölçüde yöntem kavramıyla iç içe gelişmiştir. Bugün İslâmi düşünce veya pratiğin yeniden teşekkülü ile ilgili tartışmaların önemli bir kısmında sadece metnin daha iyi anlaşılma yöntemi değil, aynı zamanda metni daha iyi anlama yönteminin de yine bir anlama yoluyla bulunması bir sorun olarak kendini hissettirir. Metni günümüzün şartlarına göre daha iyi anlamanın yöntemi, sahi nedir?
üzerinde tartışılabilecek bir cümle olmuyor. Ama tam da uygun bir yöntem için gerekli olan öznenin tarif edilme biçiminin kendiliğinden tâbi olduğu bir ideoloji vardır ki, bu da bir tür Kartezyen, yöntemci ideolojidir. Yöntemcilik, bilim camiası ve bilim geleneği içerisinde apayrı bir itikadi ve ameli mezhebi oluşturuyor. Sorun, uygun olduğu farz edilebilecek bir yönteme, özneden bağımsız olarak atfedilen güçtür. Hermenötiği, yani anlama sürecini bir yöntem konusuna indirgemeye eğilimli olan Dilthey ve Rickert’tan sonra bu sahadaki fikriyatı çok daha ileri götüren Heidegger, Gadamer ve Paul Ricour gibi Alman ve Fransız düşüncesinin içinden çıkan düşünürlerin katkıları görmezden gelinerek, bugün bir yöntem tartışması yapılamaz artık. Bu düşünürlerin fikirlerinin İslâmi bilimlerdeki yöntem tartışmaları üzerinde düşünürken de gerekli teemmül derinliğine önemli katkılarda bulunabileceklerini söyleyebiliriz.3 Söz konusu ettiğim Heidegger ve Gadamer’in bir özelliği, çabalarının mevcut yöntemlerin doğru bilgiye ulaşmaktaki zaaflarını tespit edip daha yüksek performanslı bir alternatif yöntem ortaya koymaya çalışmaktan ziyade bir yöntem eleştirisi yapmalarıdır. Yani daha basit Kuşkusuz bu tür referansların her verildiği ortamda,
3
“Yeni ve canlı, dinamik, uygun bir yöntem”
İslami geleneğin daha güçlü ve daha verimli
edebiyatı olağan bir yenilenme söylemidir. Ancak
isimlerinin bulunup bulunmadığı sorusu, çoğu kez
bu söylem çerçevesinde dile getirilen bütün
haklı olarak, çoğu kez de gereksiz bir laf uzatma
önerilerin bir temenniyi ifade etmekten öteye gidemediğini söyleyebiliriz. Temenniler, tabii ki çok değerlidir, salt temenni olmaktan dolayı da
girişimi olarak ileri sürülüyor. Ben bir referansın başka bir referansı dışlamadığını, bir referansın da vahiy olmadığı sürece mutlak olarak ve münhasır bir referans oluşturmaması gerektiğini söyleyerek
büyük umutları teşvik edip canlı tuttuğu için,
bu itirazı savuşturmak istiyorum. Ayrıca modern bir
bazen yitip gitme ihtimalinden korktuğumuz,
vasatta yürüttüğümüz bir tartışmada bu isimlerin
muzdarip olduğumuz bir hevesi, bir enerjiyi
bu zamana ve bu bağlama ait olarak başlattıkları bir
ihtiva etmesi ve ifade etmesi açısından ayrıca değerlidir. Ancak bu temenninin içerdiği bir “kendiliğinden ideoloji” vardır ki, bunun altını da ayrıca çizmek gerekiyor. Yani metnin cümleleri
tartışmayı, bizim de bu zamanda ve bu bağlamda karşılarken bu referanslarla bir işe başlamamızın işin doğasında kaçınılmaz bir şey olduğunu düşünüyorum. Hermenötikle ilgili tartışmalar için bkz. Göka vd. 1995; Tatar, 1999.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
39
ifade edelim: Bu isimler alternatif bir yöntem
işin doğasında o zamana kadar su tasının
ortaya koymaya çalışmadılar, aksine yöntem
suyun üzerinde durduğunu, elmaların ağaçtan
düşüncesinin kendisini eleştirdiler.
hep düştüğünü biliyoruz. Kimse de kalkıp
Alternatif yöntem arayışlarımız esnasında postmodern düşünürlerden veya eğilimlerden pekala ilham alabileceğimiz de söylenebiliyor. Oysa postmodern eğilimin biraz esinlendiği bu isimler (kendileri postmodern sayılmazlar elbet) tam da yöntem düşüncesini yadsıyacak bir tutumun içinde bulunmuşlardır. Bilim ve yöntem alanındaki postmodern eğilimin elebaşlarından biri olan Paul K. Feyerabend’in en önemli kitabı, Feyerabend’i Feyerabend yapan kitap, Türkçe’ye Yönteme Hayır: Bir Anarşist Bilgi Kuramı olarak çevrildi.
çekim gücünden bahsetti. En azından bunun formülünü kurmadı. Burada geleneğimizde bir yeri olan aramakla bulunmayan, ama bulanların hep arayanlar oldukları meşhur ilkesini hatırlayabiliriz tabi. Feyerabend’in verdiği asıl güzel ve ispatlayabildiği örnek Galile ile ilgilidir. Bir sürü marifetinin yanı sıra Galile’nin bir buluşunu da teleskop olduğunu biliyoruz. Soruyor Feyerabend, “Ne Galile’yi ne de teleskop diye bir aleti bilmediğimizi farz edelim bir an için. Bugünden düşündüğümüzde, yani bu bilimsel yöntem ideolojisinin etkisi
Feyerabend’in kitabında bilim tarihi hakkında çok zengin ve güçlü gözlemler var. Bu gözlemlere dayanarak bilim tarihinde işlerin nasıl yürüdüğüne dair çıkarımlarda bulunuyor. Bilim nasıl olmalıdır gibi normatif cümleler kurmadan önce, bilim tarihinde bilim faaliyeti bilim adamları tarafından zaten nasıl yapılmıştır, bunu bulup tespit edelim diyor ve gerçekten de bunu başarılı bir biçimde yapıyor. Hepimiz akademisyeniz, az çok bilim adamıyız işte. Ne yapıyoruz? Genellikle bilim faaliyetlerimiz esnasında büyük atılımları ancak bazı yöntemsel prosedürleri kusursuz bir biçimde uygulayarak gerçekleştirebileceğimiz iddiasına karşı, bu gözlemleri gözümüzün önüne sokarak diyor ki Feyerabend: “bilim tarihi içinde gerçekleşmiş olduğunu bildiğimiz büyük atılımlar, devrimsel
40
ne suyun kaldırma kuvvetinden ne de yerin
altında düşün düğümüzde, bir bilim adamının teleskop gibi bir aygıtı keşfedebilmesi için neyin gerekeceğini düşünebiliriz? “Herhalde diye cevap veriyor biraz optik, biraz fizik gibi bilimleri en azından bilmesi gerekiyor, değil mi? Oysa, diyor Feyerabend, Galile optik falan bilmezdi. Hatta ilk teleskop denemeleri çok abuk sabuk veriler ortaya koyuyordu, neye benzediği belli olmayan sonuçlar ortaya koyuyordu. Bu gibi örneklerden yola çıkarak Feyerabend, bilim tarihine aslında metotçu bir disiplinin değil, aksine düzensizliklerin hâkim olduğu çıkarımı yapıyor. Yani bilim tarihine hâkim olan kural düzen değil kaos, anarşi olmuştur. Aslında böyle bir tezi bugün üniversitelerde bilfiil yaşamakta olan birileri olarak en iyi biz takdir edebiliriz sanırım. İyi tezlerin nasıl ortaya çıktığı hakkında
nitelikli büyük buluşlar, sıçramalar bizim
yeterince gözlemim olduğunu sanıyorum.
‘bilimsel yöntemler’ dediğimiz o kurallar
Genellikle iyi tezler bazı geleneksel yöntemlerin
toplamının ya bilinçli olarak ihlal edilmesiyle
çok iyi takip edilmesiyle ortaya çıkmıyor.
veya bilinçsizce ihmal edilmesiyle olmuştur,
Tezi yapanların tek sorunu iyi yöntem takibi
yani bir bakıma tesadüfen olmuştur.” Burada
değil, aksine tezi yapanların kişisel özellikleri,
hatırlayın bilim tarihinde karikatürize edilmiş
yaratıcı muhayyileleri, zekâları, kişisel ve edebi
bazı sahneleri: Arshimed, hamamda, çıplak,
becerileri çok belirleyici oluyor. Yoksa çok iyi
bir küvet dolusu su, suyun üzerinde yüzen bir
dil bilmek, sahasında yapılmış bütün tezleri
tas ve birden bire “buldum” diye bağırarak
bilmek, sahasının bütün bilimsel birikimine
fırlaması. Newton, ağacın altında, dinleniyor,
vakıf olmak, şu veya bu ölçüde metin fişlemesi
birden bir elma düşüyor, huzurunu bozuyor,
yamak, şu veya bu miktarda kaynak okumak,
ama o sadece bir anlık huzurun bozmuyor,
şu kadar örneklem toplamak, bu kadar süre
jetonlarını da düşürüyor. Birden bire yer
okuma yapmak gibi öne sürülen bazı şartlar.
çekimi kanununu keşfediveriyor. Bu kadar
Tabii ki diğer özellikleri yerine zaten getirmiş biri
basit mi olmuştur bu? Gerçekten bilemiyoruz.
için bunlar çok faydalı olabilir, oysa yine de tek
Doğrusu bugünden bu kadar eski bir olayı
başlarına bir anlam ifade etmiyor. Bunların hiç
doğrulayıp yanlışlama şansımız da yok, ama
biri, iyi bir tezin ortaya çıkması sürecinde etkili
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olan daha kişisel yaratıcı muhayyile ve tesadüfî
ki, gerçekten her şeye rağmen bir yöntem
etkenler oluşmadığında, tek başlarına belirleyici
arayışımızın olması gerekiyor. Bu konuda ciddi
olamıyorlar.
sorunlarımızın olduğu düşüncesine sonuna kadar
Tam bu noktada ictihad tarihinde de durumun bundan farklı olmadığını iddia edeceğim. İctihad tarihinde de büyük ictihadlar metodolojik bazı prosedürlerin düzenli olarak izlenmesi sayesinde değil, aksine yine bazı parıltıların, bazı kişisel özelliklerin çok belirleyici olduğu kaotik bir düzeyi işaret ediyor. Mesela içtihadın şartları veya bir müçtehitte aranacak şartlar konusunda ortaya konulmuş maddeleri bir hatırlamak bile aslında içtihadı nasıl hayatın gerçeğinden koparan şartların tasviriyle karşı karşıya kaldığımızı çok iyi örnekler. Çok iyi Arapça
katılıyorum. Benim bu bağlamdaki eleştirim, yöntemle ilgili önerilerimizin Kartezyen bir paradigmanın sınırlarında kalma ihtimaline karşıdır. Yani bir yöntem lazım, ne yapılacak bu yöntemle? Uçulacak mı, bilgi mi üretilecek, nedir? Şu kadar bilgi sorununu kim çekecek, bunları kim çözecek? Bu işte koşulacak olan bir insan yok mudur? Bu insanın özellikleri bilinmeden, bu insanın sonuçta tarihin ve belli bir toplumun içinde olan gerçek bir şahsiyet olduğunu bilmeden genel geçer ilkeler ortaya koymanın anlamı ve faydası nedir?
bilmek, mükemmel bir Kur’an bilgisi hafızlığına
Kâğıt üzerinde bütün bu şartları oluşturabiliriz.
sahip olmak. Kur’an ilimlerinin hepsini, genelini,
Oysa metodolojinin sorunu daha önce de
özelini, nâsihini mensuhünü bilmek, belli bir miktar (ama genellikle ancak çok dahice ve üstün bir çabayla bilinebilecek kadar çok) sayıda hadis bilmek, kişisel olarak faziletli biri olmak, hatta yetmiyor, kendisinden önceki bütün müçtehitlerin ictihadlarını da biliyor olmak< İctihadla ilgili literatüre bakıldığında, müçtehit için şart koşulan özelliklerden sadece bir kısmı bunlar.
zikrettiğimiz gibi, bilen insanla bilinen nesne arasında bıraktığı mesafedir. Bilen özne ile bilinen nesne arasında kurulan bu mesafe diğer bilimler için bile bir sürü sorun yaratırken, İslâmi bilimler için ne kadar işlevseldir? Sanki öğrendiğimiz alan, bildiğimiz alan bizim dışımızdaymış ve biz de o alan üzerinde istediğimiz tasarrufa sahipmişiz gibi düşünürüz. Oysa öyle bir şey yok. Bilen insan bildiği
Oysa ictihad tarihinde bu şartların hepsini haiz bir tane müçtehit var mıdır acaba? Büyük müçtehitlerin çoğunda bütün bu özelliklerde büyük zayıflıklar, buna mukabil birçok başka konularda bazı üstünlükler bulunmaz mı? Zaten bu şartların hepsini haiz bir insan neredeyse bu dünyaya ait biri değildir ki. Böyle biri bu dünyada kalabilir mi? Bu özelliklere sahip birinin gerçek bir şahsiyet olamayacağı rahatlıkla söylenebilir. Gerçek bir şahsiyet olamayan, bu dünyada olmayan biri de zaten ictihad yapamaz ki. İctihad bu dünyayla ilgili bir şey çünkü. Dolayısıyla ictihad tarihinde bile, diyorum, atılımlar ve başarılar, büyük ictihadlar, çoğu kez yöntemsel prosedürlerin bilinçli veya bilinçsiz olarak ihmal veya ihlal edilmesiyle oluşmuştur. Bilgi dediğimiz şey budur, böyle ilerliyor. Ne yapalım, insan bilgisi mâlul bir şeydir.
dünyanın bir parçasıdır. O dünyaya ait bir şeydir. O mesafeyi oluşturduğumuz zaman ne oluyor? Bir vehme kapılabiliyoruz. Tabiri caizse, bir çeşit istiğna duygusu oluşturuyor. Bilen öznenin bildiği şey üzerindeki tasarrufunu, kontrolünü, egemenliğini (egemen-özne) farz ediyor. Yine akademik dünya içindeki bireysel serüvenlerimize şöyle bir göz atmaya davet ediyorum. İyi bir tez yapmayla ilgili değerlendirmeler nasıl yapılıyor? Genellikle bireysel kendini-kanıtlama, rekabet ve sair süreçlerin devrede olduğu (pekâlâ dini terminolojiyle oldukça nefsanî karşılanabilecek bir tutum) bir orijinallik arayışı, akademik hayatı tayin ediyor. Akademik bir düzeyde sorunsallaştırılan bir konu, bir dindar insanın hayatında hiçbir ma’kese sahip olmayabilir. Oysa İslâmi ilimler sahasında Müslüman insanların da işine yarayabilecek bir sorunsallaştırma
Buradan tekrar yöntemle ilgili sorunlara
işleminin akademik bir değeri olmayabilir veya
döneyim. Doğrusu gerçekten de bu konuda
tersi. İslâmi bilim hangi dünyanın bilimidir?
her türlü iyimserliği boşa çıkaracak bir
Müslüman bir dünyanın bilimi midir yoksa
etkide bulunmak istemem. Bir nokta vardır
Kartezyenist bir akademik dünyanın bu dünya
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
41
hakkındaki bir bilimi midir? Bunun ayırımını çok
yerine getirerek Kur’an’ı sorunsuz bir şekilde
iyi yapmak gerekiyor.
anlayacağını varsaymak, Kur’an metninin kendi özel etkileme yolları olduğunu ve bu yolların
Hermenötik İslâmi İlimlerin Aradığı Yeni Yöntem midir? Ünlü Alman filozof Heidegger’in bilimlerin doğasına yaptığı çok ilginç bir eleştiri vardır. Der ki: bütün bu bilimler doğanın bilimi olma, doğayı yansıtma, açıklama, anlaşılır kılma iddiasıyla yola çıkarlar, ama giderek kendi içlerinde bir söyleme dönüşürler. Kavrayacaklarını iddia ettikleri nesnelerinden iyice koparak kendi içlerinde bir monologa dönüşürler. Bilimlerin doğayı anlamak ve açıklamak üzere ürettikleri teoriler ve söylemler kısa bir süre sonra doğayı orada öylece bırakır kendi aralarında nesnesinden kopuk mantıksal bir tartışma yürütmeye başlarlar. Bu aslında nesnelliğin tabiatının zorunlu olarak çağırdığı bir kopukluk, bir varlığı unutma halidir. Gerçekliğin doğrudan tecrübe edilmesi düzeyinden kopan bilim, kendi içindeki monologunu sürdürdükçe, kavramlar, teoriler ve hipotezler arasında süren bir monologdan başka bir anlam ifade etmez. Bugün Kur’an veya herhangi bir dini tecrübe hakkındaki akademik konuşmanın da böyle bir duruma düşme riski her zaman mevcuttur. Kur’an’ın doğru anlaşılması hakkında üretilen teoriler veya yürütülen tartışmaların çoğu, Kur’an’ı anlamayı nesnel prosedürlere bağladıkça, Kur’an’ı anlamanın aslında her zaman açık olan doğrudan tecrübesinden gittikçe uzaklaşma istidadı taşıyorlar. Giderek Kur’an’ı bir kenara bırakan ve Kur’an hakkında konuşan, Kur’an’ı nesneleştiren bir söyleme dönüşmektedirler. Bunun basit sebebi, Burhanettin Tatar’ın da dediği gibi, Kur’an’ı anlamanın bir yöntem sorununa indirgenmesidir. Genel olarak bütün metinler için geçerli olan bu sorunun Kur’an metni için bilhassa önemli olduğunu kaydetmek gerekiyor. Zira Kur’an metni kendi okuma kurallarına uyulmadığı
42
genellikle sadece bu şartları yerine getirmekle açıldığı bilgisini göz ardı etmek anlamına gelir. Bu çerçevede özellikle yeni anlama yöntemleri geliştirerek veya var olan yeni anlama yöntemlerine başvurarak Kur’an’ı daha iyi anlayacağımız beklentisi üzerinde durmak gerekiyor. Burada bir yeni anlama yöntemi olarak sıkça zikredilen hermenötik konusundaki bir yaygın yanlışı (galat-ı meşhuru) düzeltmek gerekiyor. Hermenötik okumak veya hermenötiği bir metne yaklaşım yolu olarak benimsemek Kur’an’ı daha iyi anlamayı sağlamaz. Ama tabii ki sadece hermenötik okumuş olmanın insanı özellikle Kur’an’ı anlamaktan uzaklaştırdığı da hiç söylenemez. Bu bağlamda, söylenebilecek olan Kur’an’ı anlamayla ilgili tecrübelerin hermenötik okumalarından görece bağımsız bir şekilde, Kur’an okumanın kendine özgü yollarıyla geliştiğidir. Kuşkusuz insanın yaşadığı her türlü tecrübe, bilgi birikimine katılan her unsur onun her konudaki anlamasına etki eder, onun anlamasına özel bir boyut, özel bir renk katar. Hermenötik okumuş olmanın başka faktörler sıfırlandığı takdirde bu tür bir renkten daha fazla bir katkısı yoktur. Üstelik bu okumaların şu gerçeği daha görünür kılma ihtimali yüksektir: Hiç kimse hermenötik okuyarak Kur’an’ı daha iyi anlamanın sihirli formüllerini ele geçirmiş olmaz. Hermenötik olsa olsa Kur’an okumakta olan bir insanın okumayla ilgili, okuduğunu anlamayla ilgili tecrübeleri üzerinde durup düşünmeyi sağlar. Bu da doğrudan Kur’an’ın değil, Kur’an’ı anlayan kişinin anlaşılmasını sağlayabilir. Kendini anlayan kişinin Kur’anı veya başkalarını daha iyi anlayacağından hareketle, hermenötik’in Kur’an’ın anlaşılmasında dolaylı bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Ama daha işin başında Kur’an’ın anlaşılmasıyla ilgili bütün sorunlarımızı çözecek beklentisiyle hermenötiği bir anlam dekoderi olarak düşünmek yanlıştır.
sürece kendini açmayacağını söyleyen ve
Dolayısıyla hermenötiği okumaktan tevellüt
çok özel bir etki etme tarzı olan bir metindir.
eden en önemli fayda, insanın insanı tanıması,
Kur’an’ın anlaşılması diyebileceğimiz bir sonuca
kendini tanımasıdır. Çünkü bu hermenötik,
ancak bu tarzın etkisini sürdürebilmesiyle
anlayan kişi, anlayan özne üzerinde düşünür.
ulaşılabilir. Herhangi bir insanın dil, tarihsel
Anlamasına etki eden faktörlerin metnin
bilgi, semantik gibi bazı teknik şartları
anlaşılmasına nasıl etkide bulunduğunun
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
farkına vardırmaya çalışır. Oysa anlayan kişinin
çıkmaza sürüklüyor? Oysa esas sorun “kendini
kalbi mühürlenmişse bin bir türlü hermenötik
anlama” sorunudur ve bu da birkaç yöntem
okuma da yapılmış olsa, metin, hele ilahi
sorununun çözülmesiyle halledilemeyecek kadar
metin anlaşılması gerektiği gibi anlaşılmaz.
ciddi bir şeydir (Tatar, 2004).
Metot bilgisi de varıp bu soruna dayanıyor. Belli bir standart varsayıyor. Sanki insanlar belli prosedürleri uyguladığında bazı donanımlara sahip olduğunda her şeyi anlayabilirlermiş gibi. Daha iyi tefsir yapabilirler, daha iyi hadis bilgisine vakıf olabilirler veya daha iyi bir kelam bilgisine ulaşabilirlermiş gibi. Sonuçta, özellikle İslâmi ilimler söz konusu olduğunda, İslâmi ilimler alanında samimi olmak her şeyin başıdır. Allah’a kendini açmak her şeyin başıdır ve bu, yokluğu halinde metodolojik herhangi bir
Gerçekten de hermenötiğin muhtemel en önemli katkısı da insanın kendini anlamasına yardımcı olmasıdır. Genellikle hermenötik yöntemin veya yanı sıra başka bazı yeni yöntemlerin uygulanmasıyla Kur’an veya hadislerin daha iyi anlaşılabileceği yönünde bir beklenti var. Bu büyük ölçüde son zamanlarda hermenötiğin kazandığı popülerlikten kaynaklanıyor olabilir. Ancak bu beklentinin biraz naifçe olduğunu kaydetmek gerekiyor. Zira ne hermenötik ne de
donanımla telafi edilebilen bir şey değildir.
başka herhangi bir bilgi disiplini Kur’an’la ilgili
Tabii ki genel olarak hermenötiği azımsamak
Kur’an’ın bütün insanlar için ve bütün zamanlar
veya onunla ilgilenmenin gereksiz olduğunu
için bütün anlam sorunlarının giderilmesine dair
söylemek istemiyorum. Aksine, belki de
bir beklentinin de izleri var bu tür yorumlarda.
hermenötikle ilgilenmenin en önemli getirisi,
Oysa böyle bir an da olmaz. Kur’an sahip olduğu
Kur’an’ı anlama sorununun tabiatı hakkında
metinsel özellikler dolayısıyla ve kendisine
edinilen bilinçle, Kur’an’ı anlamanın bazı
giderilemeyen yaklaşım farklılıkları dolayısıyla
bilimsel veya yöntemsel prosedürlerin işi
her zaman için bazı insanlara kendini açacak
olmadığının ayırdına varmaktır. Tatar, Kur’an’ı
bazı insanlara da kendini görece kapatacaktır.
anlama ve yorumlamayla ilişkilendirilebilecek
Bunu söylemenin göreceliğe prim tanımakla
birçok yaklaşımı sıraladıktan sonra, hiç
alakası da yoktur. Bunu bizzat Kur’an da
birinin Kur’an ve hadisleri anlama konusunda
söylemektedir, ama hermenötik incelemeler,
kendilerine atfedilen yardım beklentilerimizi
metne yaklaşım farklarının mütekabil sonuçlarını
karşılayamayacağını söylüyor. Çünkü Tatar’a
iyi görür.
göre sorun ne bir dili, ne bir tarihsel bağlamı veya ortamı, ne bir takım yorum geleneklerini, ne de yazarı veya yorumcuyu anlamakla üstesinden gelinebilecek türden değildir. Kaldı ki bütün bu unsurları veya yaklaşımları anlamakla ilgili sorunlarımız Kur’an’ı okuyup anlamakla ilgili
sorunlarımızı tek başlarına çözemezler. Esasen
Hermenötiğin bir metin incelemesi olarak Kur’an’ı bir metne indirgediği, dolayısıyla da onu kutsiyetinden, vahye dayalı mahiyetinden arındırdığına dair bazı eleştiriler vardır. Bu eleştirilerde hermenötik bir özle doktrin olarak
sorunlarımızdan daha ciddidir.
düşünülüyor, oysa öncelikle belirtmek gerekiyor
Örneğin tarihsel bağlam veya ortam dediğimiz
vahyedilmiş bir söz olarak almanın birbirine
şey yorumcunun kurduğu ve icat ettiği bir şey
aykırı, birbiriyle çelişen şeyler olmadığını da
midir, yoksa gerçekten de orada hazır bulunan
yeri gelmişken söylemek gerekiyor. Ayrıca
ve keşfedilmeyi bekleyen bir şey midir? Veya
Kur’an’ın bir metin olarak görülmesi, onun
dili anlama ile bir dilin içinde anlama arasındaki
Allah tarafından vahyedilmiş bir söz olduğu
gerilim bize nasıl bir dil ötesi eleştiri yapabilme
gerçeğine veya bilgisine hiçbir halel getirmez.
şansı tanır? Veya metnin yorumcu tarafından
Metin hakkındaki ancak çok özel ve zorlama
keyfi üretilmesini ve kontrol edilmesini
bir tanım, onun Kur’an’ın tabiatıyla çelişik
engellemek isteyen niyetselciler son kertede
görülmesini sağlayabilir. Hermenötik, spesifik
yazarın kontrolünü de yorumcunun eline vermiş
bir doktrinin adı değildir. Onu bir doktrin
olmuyorlar mı, gibi can alıcı sorularıyla metin
bütünlüğünde ve yekpareliğinde görerek ona
anlamalarında hermenötiğin bir teknik veya
ne bir keramet atfedilebilir ne de bu düzeyde
bir yöntem seti olarak algılanması bizi nasıl bir
karşılanarak eleştirilebilir. Hermenötik gelenek
ki, Kur’an’ı bir metin olarak almak ile onu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
43
içerisinde yöntem düşüncesine şiddetle karşı
idari ve sosyal reformlarının yavaşladığı, buna
çıkanlar olduğu gibi, romantik bir hermenötik
mukabil, kültürel etkilenmenin gittikçe arttığı
anlayışla, metinde bulunacak bir hakikati doğru
bir dönemdir. Etkilenme edebiyatta, sanatta ve
bir yöntemle bulup ortaya çıkarabileceğimizi
giderek dini anlayışta bile oluyordu. Avrupa’ya
savunanlar da vardır. Kendi içerisinde epeyce
gidip gelişme karşısında büyülenmiş olarak geri
çeşitlenmiş ve zenginleşmiş bir bilim veya
dönen Müslüman seyyahlar veya öğrenciler,
felsefe disiplinine dönüşmüş olan hermenötik,
teknik adamlar, bu dönemin entelijansiyasını
zorunlu olarak tarihselcilik gerektirmediği
oluşturmuş ve Jön Türkler denilen hareketi
gibi, zorunlu olarak görecelik de gerektirmez.
başlatmışlardır. Bu hareket daha sonra
O yüzden hermenötik hakkında konuşurken
İslâmcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık gibi
içerdiği bütün çeşitlilikleri göz ardı ederek tek bir
akımların da ilk inisiyatifini oluşturacaktır. Bu
doktrinmiş gibi konuşmamak gerekir. Bilhassa
dönemden itibaren bütün İslâm dünyasında
Gadamer ve Heidegger çizgisinde gelişmiş olan
da sorulan can alıcı soru gündemdedir: İslâm
felsefi hermenötik, herhangi bir metin hakkında
dünyası niçin gerilemiştir? Veya niçin Avrupa
nihai bir karar vermeye karşı okuru sürekli
ilerlerken İslâm dünyası geri kalmıştır?
daha mütevazı olmaya yöneltirken, okuyucuya odaklanan dikkatleriyle, metne veya varlığa kalp kulağı ve kalp gözü açık bir kaygı durumunu öne çıkartırlar. Bu durumda bir metni anlamak, ondan işe yarar belli sonuçlar çıkarmanın bir yöntem sorunu olmaktan öte bir şey olduğu anlaşılıyor.
bu soruyu açıkça dini, yani İslâm’ı sorumlu tutarak cevapladılar. Oysa modernist veya modernist olmayan Müslümanlar bu soruya son derece naif bir cevap yetiştirdiler. Cevap “Müslümanların dinden uzaklaşmış olması” idi. Bu durumda “Avrupalıların nasıl oluyor
Alınız İlmini Garbın … Merhum Mehmet Akif Ersoy’un İslâm modernleşmesi, akıl, ictihad gibi konularda günümüzün birçok İslâmcısından daha açık fikirli olduğu söylenebilir. Hatta onun bilhassa “Alınız ilmini garbın...” diye başlayan mısraları ile “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” mısraları genellikle Müslümanların modernleşmeye karşı tutumlarıyla ilgili öneriler olarak birçok İslâmcı
da Hıristiyan oldukları halde ilerleyebildikleri” sorusuna bir cevap bulmak gerekiyordu. Bu cevap da aynı derecede naifti: “Çünkü onlar da Hıristiyanlıktan uzaklaştılar; onun için ilerleyebildiler”. Yani Hıristiyanların kendi dinlerinden uzaklaşmaları onların ilerlemelerine yol açarken, paradoksal olarak Müslümanların gerilemesine İslâmiyet’ten uzaklaşmak sebep oluyordu. Çünkü Müslüman reformculara göre İslâm özü itibariyle ilerletici iken Hıristiyanlık geriletici idi ve Müslümanlar ilerletici olan
düşünür tarafından hayli naif bulunmuştur.
değerlerden uzaklaşarak gerilerken, Hıristiyanlar
Özellikle Batı’nın ilmini almakla ilgili tartışmaya
ilerleyebiliyorlardı.4
ilişkin sorular mevzu her gündeme geldiğinde bir ezberden boşalarak peş peşe sıralanır: “Batı’yı parçalayıp istediğiniz kısmını alıp istediğiniz kısmını bırakabilir misiniz? Teknolojisini alıp kültürü ve ahlâkını bırakabilir misiniz? Batı’nın ahlâkı hakkında biz de bir tür oksidentalizm mi yapıyoruz? Yani Batı’nın ahlâkı o kadar kötü mü?” Tartışmanın tarihsel ve sosyolojik bağlamı aslında 19. yüzyılın son günlerine kadar gidiyor ve burada Müslümanların modernleşmeyle karşılaştıklarında sergiledikleri tutumların bir gözden geçirilmesi açısından önemli bir vesiledir. 19. yüzyılın üçüncü çeyreği, Osmanlı’nın askeri,
44
Süreç içinde Batılılığı iyice içselleştirmiş kesimler
da ayak bağı olan dinlerinden uzaklaşarak
Burada görülmesi gereken şey gerek ulema gerek modernist olarak nitelenen Müslüman aydınların modernleşmenin temel faraziyelerini, örneğin değişim ve ilerleme düşüncesini paylaşıyor olmalarıydı. O açıdan din ile modernlik arasında bu dönemde aslında çok kayda değer bir uzlaşmazlık sorunu yoktur. Batılı kurum ve tekniklerin benimsenmesi dini açıdan gereği kadar meşrulaşmıştır. Çünkü bu kurumlar bir İslâm ülkesi olan Osmanlı’nın güçlü olması için gerekli görülmektedir. Bunu şunun Tartışmanın tarihsel ayrıntıları için bkz. Turner, 1997.
4
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
için söylüyorum. Genellikle din ile modernlik
kültürünü onlara bırakmalıydık. Sonradan
arasında varsayılan “uzlaşmazlık” aslında çok
bu formül yetmişli yıllardan sonraki İslâmcı
geç bir faraziyedir. İslâm’ın değişime karşı
entelektüeller tarafından çok eleştirildi.
muhafazakâr bir tepkiyle özdeşliği biraz da
Eleştirilerin temelinde teknik ile kültürün bir
“içselleştirilmiş oryantalist bakış açısı”nın bir
birbirinden ayrıştırılamayacağı, tekniği bir
beklentisidir. Bu bakış açısı Türkiye’deki Batıcı
kültürün yarattığı ve teknik alındığı takdirde
modernistlerin iktidarı devralmasıyla birlikte
kültürün de zorunlu olarak geleceği varsayımı
dini her halükarda gerici bir unsur olarak gören
vardı.
bildik Aydınlanmacı görüş olarak yaygınlık kazandı. Ama doğrusu değişime karşı direnç, bu değişim Osmanlı’nın siyasi yararı için bazı Batılı tarzları benimsemeyi gerektirdiği durumlarda, İslâm adına yetkin bir biçimde hareket edebilen ulemanın tipik tavrı değildi. Hatta yön verici motif devletin bekası olunca, ilk modernleşme iradesinin ulema tarafından başlatıldığı bile bir gerçektir. Kısacası, modernleşme ve dinin karşıt olduğu düşüncesi geç bir faraziyedir ve Cumhuriyet sonrası dinle ilgili politikaların meşrulaştırılmasına hizmet etmek üzere beslenmiştir.
İlk bakışta çok şık görünen bu tezin bir avantajı, Türk modernleşmesinin sonraki seyrinde ampirik olarak gerçekleşen olaylarla desteklenebiliyor olmasıydı. Çünkü zamanla teknikle birlikte sonuçta Batı kültürü de alınmış bulunuyordu. Bugün Türk modernleşmesi sadece Batılı teknikleri ve kurumları almakla yetinmemiş, Batılı ideolojik değerleri ve gündelik hayat tarzı ve kültürünü de olduğu gibi ithal etmiştir. Oysa Türkiye’nin Batılı değerleri benimsemesi bazı Batılı teknolojileri ithal etmiş olmasının zorunlu bir sonucu değildi. Cumhuriyet’in
Bununla birlikte bu modernleşmenin muhtevasında Frenk dünyasına, Hıristiyan dünyasına dini ve kültürel açıdan öykünme söz konusu olduğunda aynı ulema ve İslâmcı çevreler buna karşı tepkisiz kalmamışlardır. O yüzden modernleşme konusunda İslâmcı çevrelerle diğer çevreler arasında yaşanan gerilim, modernleşme sürecine karşı olmak veya ondan yana olmak arasında değil, aksine bu modernleşmenin kültürel boyutuyla veya onsuz olması şeklinde iki seçenek arasında cereyan ediyordu. Aynı zamanda modernleşmenin körü körüne bir Batı taklidi ve hayranlığına dönüşmesi İslâmcı tepkiyi daha kolay harekete geçiriyordu. Osmanlı’nın son sadrazamlarından, aynı zamanda İslâmcı düşüncenin de en önemli temsilcilerinden Prens Sait Halim Paşa’nın analizleri, mesela, Batılı kurumların Türk toplumundaki farklılıklar göz önünde bulundurulmadan motamot tercümeyle körü körüne taklit edilmesine karşı idi. Anayasacılığın Türk toplumuna neden uymadığını anlattığı yazıları, modernleşmeye değil modernleşmenin
kurulması ile birlikte zaten Sebilürreşadçıların tezlerinin sınanma zemini veya imkânı kalmamıştı. Çünkü Cumhuriyet bir siyasal irade olarak modernleşmeyi topyekûn bir Batılılaşma projesi olarak benimseyenlerin diğerlerini tasfiyesiyle sonuçlandı. Bu saatten sonra zaten artık kültürsüz bir teknoloji ithali seçeneğini takip edebilecek bir siyasi irade kalmıyordu. Cumhuriyet’i kuran kadroların modernleşme programı, Batılı değerler arasında fazla eleyici bir seçim yapmıyor, aksine, bütün Batılı değerler, kurumlar, hatta giyim kuşamın bile topyekûn ithalini öngörüyordu. Hiç kuşkusuz bu süreç Akif ve arkadaşlarının önerdikleri tercihli veya seçmeci (bir tanıma göre eklektik) önerileriyle tamamen alakasız bir şekilde işliyordu. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte modernleşme ve din ilişkisine yeni bir ilişki yakıştırılmaya başlandı. Cumhuriyet kendini meşrulaştırabilmek için geçmişteki dini güçlerin “değişim ve yenilik adına ne varsa karşı çıkan mürteci” bir imgesini özenle işledi. Doğrusu, Cumhuriyet’in dine karşı tutumu,
tarzına bir itirazı ifade ediyordu.
dindar çevrelerde bir reaksiyon da doğurdu.
Başını Mehmet Akif Ersoy’un çektiği İslâmcı
karşı eskiden olmayan muhafazakâr bir bakış
Sebilürreşad çevresi bu konudaki çözümü
benimsendi. Her şeyi alıp götürmeye yüz tutmuş
oldukça basit bir formülle ifade etmişti bile:
modernleşmeye karşı sergilenen çok anlamlı bir
Batı’nın tekniğini ve işe yarar bilgilerini alıp
refleksti bu.
Bu reaksiyonla modernleşme ve yeniliğe
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
45
Cumhuriyet’in kurulmasıyla Kemalistler Türk
okunması ve Kur’an’ın Latin harfleriyle yazılması
modernleşmesinde radikal anlamda yeni bir evre
ve okunmasını içeren maddeleri bir süre
başlatmış oldular. Türkiye’nin Arap dünyasından
uygulamaya konulabildi. Sadece akim kalmış
ve İslâm âleminden radikal anlamda koparılması
bu teşebbüs bile reform kelimesine karşı dindar
için alfabenin Arap harflerinden Latin harflerine
kesimde kutsal bir antipati gelişmesine yol açtı.
dönüştürülmesini de kapsayan bir dizi reform yaptılar. Türk modernleşmesinin tek amacı topyekûn Batılılaşmak olunca, dindar kesimin bunu benimsemesi tabii ki beklenemezdi. Kemalistler Türkiye’yi Batılılaştırmak için doğululuktan uzaklaştırmak durumunda kalıyorlardı. Bu uzaklaşmanın gerektirdiği mücadele aslında Türkiye’nin doğululuğunun altını daha fazla çizen bir dizi önlemi gerektiriyordu. Bu yüzden Batılılaşmak aslında paradoksal olarak çok daha fazla doğululaşma sonucunu doğuruyordu. Kemalist devrimlerin her zaman bir miktar da anti-batıcı bir gen taşımasının sebeplerinden biri de belki bu
Normal pratiği itibariyle din, aslında kendiliğinden sürekli olarak yeniden yorumlanmaktadır. Hiç kimse müdahale etmese bile bir dönemde anlaşılan ve uygulanan din ile bir sonraki dönemde anlaşılıp uygulanan din arasında kendiliğinden bir fark oluşmaktadır. Bu değişim bazen dinin yetkili kişi veya kurullarının birikimsel yorumlarının bir sonucu da olabiliyor. Ancak “reform” kavramının Müslümanların hayatına bu şekildeki mütecaviz girişi, dindarların bu kavrama antipati duymalarına ve bu yolla dini konularda son derece muhafazakâr bir tutum geliştirmelerine yol açtı. Sonuçta
olmuştur.
bu şekilde dinin ictihad kapısının kapanması
Bu çelişki, laik Cumhuriyet’in kurulmasıyla
bir refleks olarak gelişti. Bu da din üzerinde
birlikte nüfus yoğunluğu olarak Anadolu’nun
herhangi bir düşüncenin gelişimini sekteye
daha fazla Müslümanlaşmasıyla devam etti.
uğrattı.
bu süreç içinde de bir kez daha kendiliğinden
Bu gerçekten bir paradokstur. Çünkü “laik vatandaş” mefhumunu özenle işleyecek olan Cumhuriyet, savaşa girerken yüzde 30’a yakını gayrimüslim olan Anadolu’yu Balkan ülkeleriyle giriştiği mübadele anlaşması yoluyla yüzde 99’a yakın bir oranda Müslümanlaştırdı. Ancak burada Müslümanlığın, yaşanan bir din ve hayat tarzı olarak Müslümanlıktan ziyade bir etnik aidiyet olarak işlemesi söz konusuydu. Yani Cumhuriyet yeni ülke ve milletin uyruğu olarak artık sadece Müslümanlara güvenecekti.
Kısacası, Akif’in “alınız ilmini garbın” sözünün geçersizliğini kanıtlayacak bir gelişme olmamıştır Türkiye’de. Garbın teknolojisini aldığı için kültürü kendiliğinden girmiş değildir. Aksine gardırop devrimciliği eleştirisini hak edecek şekilde, teknolojisi Türkiye’de böyle bir kültür ithalini zorunlu olarak gerektirmediği halde garbın kültürü, bütün tarihsel ve sosyolojik şartlar zorlanarak ithal edilmiştir. Bu da artık böyle bilinmelidir.
Ama Müslümanların da hayat tarzı olarak Müslümanlığı devam ettirmeleri arzulanan bir durum değildi. Yüzyıla yakın bir süredir uhdesindeki bütün unsurlarla milliyetçi gerilimler yaşamaktan usanmış olan Türkiye’de Müslümanlık, etnik ve milli aidiyeti sağlayan en güçlü bağ olarak görülecekti, ama rolü onunla bitmeliydi. Daha fazlası Kemalistlerin Batılılaşma programlarını sekteye uğratırdı.
46
Kaynakça Aktay, Yasin, 1997, Body, Text, Identity: Islamist Discourses of Authenticity in Modern Turkey, Yayınlanmamış doktora tezi, Ankara: ODTÜ. Aktay, Yasin, 1999, Türk Dininin Sosyolojik İmkanı: İslâm Protestanlığı ve Alevilik, İstanbul: İletişim Yayınları.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Batı’yla bütünleşme
Aktay, Yasin, 2004, Halife-Sonrası Şartlarda
o raddeye ulaştı ki, dinin Protestan formları
İslâmcılığın Öz-Diyar Algısı, Modern Türkiye’de
taklit ederek reforme edilmesi bile düşünüldü.
Siyasi Düşüncü: İslâmcılık, 6. Cilt (ed. Yasin
Yukarıda da değindiğimiz gibi bu yolda
Aktay) İstanbul: İletişim Yayınları.
düşünülen adımların birçoğu atılamadı, ama
Bourdieu, P., 1990, The Logic of Practice,
düşünülen reform programının, ezanın Türkçe
translated from the French (1980) by R. Nice,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
California: Stanford University Press. Câbirî, M. A., 1997, Arap Aklının Oluşumu, Çev. İbrahim Akbaba, İstanbul: İz. Clement, W. R, 2002, Reforming the Prophet: the Quest for the Islamic Reformation, Canada: Insomniac Hress.
Bir Anarşist Bilgi kuramına Doğru, Çev. Ahmet İnam, Ankara: Ara Yayınları Gellner, Ernest, 1981, Muslim Society, Chicago: University Press. Göka, Erol, Abdullah Topçuoğlu, Yasin Aktay, 1995, Önce Söz Vardı: Hermenötik Üzerine Bir Deneme, Ankara: Vadi Yayınları. Lapidus, Ira M. 2002, A History of Islamic Societies, 2nd edition, Cambridge: University Press (Türkçesi, Yasin Aktay, İslâm Toplumları Tarihi 2 Cilt, 2002, 2009, İstanbul: İletişim Yayınları). Naim, Abdullah Ahmed, 1990, Toward an Islamic Reformation: Civil Liberties, Human Rights, and International Law, Syracusse: University Press. Roberson, B.A 2003, (ed.) Shaping the Current Islamic Reformation, London: Frank Cass Publishers. Subaşı, Necdet, 2003, “İhya”, “Tecdit” ve “İslah”ın Modern kullanımları, tezkire, sayı 33, ss. 130-153. Tatar, Burhanettin, 1999, Felsefi Hermenötik ve Yazarın Niyeti, Ankara: Vadi Yayınları. Tatar, Burhanetin, 2004, Ayrımların eşiğinde Anlama, Güncel Dini Meseleler Birinci İhtisas Toplantısı (Tebliğ ve Müzakereler, 02-06 Ekim 2002) Ankara: DİB Yayınevi, ss. 413-438. Turner, Bryan S., 1997, Max Weber ve İslâm: Eleştirel bir Yaklaşım, çev. Yasin Aktay, 2. Baskı, Ankara: Vadi Yayınları.
www.islamiyorum.com
Feyerabend, Paul, K, 1089, Yönteme Hayır,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
47
Dosya: İslami Cemaat ve Organizasyonlarda Hedef ve Yöntem Problemleri
İslami Hareketlerde Ahlaki Zafiyetler Ali ÖNER Müslümanların bugün içinde bulundukları
ıslah, ihya ve içtihad çabalarını önemseyen,
durumun nedenlerinin en önemlisi, içlerini
sorgulayan ve emperyalizme karşı, ümmet
kemiren ve onları yiyip bitiren ahlaki
bilincini oluşturan ve direnişi örgütleyen” olarak
zafiyetlerdir. Bu ahlaki zafiyetlerden
tanımlamaktadır.
dolayı inanmış oldukları değerleri ya tam anlatamamakta ya da anlattığı şeyde inandırıcı olamamaktadır. Bugün İslami bir çalışma içinde olan ve bunu belli bir metot içinde gerçekleştiren grupların her biri İslami yapılanmaya gitmekte ve kendileri farklı isimlendirilse dahi gelip dayandığı ana eksen İslamcılıktır ya da İslami Harekettir. Onun için biz çok ayrıntıya girmeden, başlığını attığımız yazının her bir kavramının sözlük anlamını verdikten sonra ana konuya geçeceğiz.
gelen ve toplum içinde yaşanarak kazanılan iyi ve güzel huylar olarak görülmektedir. İslami manada ahlak ise; insan yaratılışında gelen hususiyetler ile Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Şerif’te sınırları çizilen, insanların iyiliğini ve mutluluğunu hedef alan kaidelerin hayata geçirilmesiyle kazanılan iyi ve güzel davranışlar bütünü. Zaaf; zayıflık, dermansızlık ve irade zayıflığıdır.
İslamcılık; bu kavramı her tanımlayan bulunduğu yer ve şartlara göre tanımlamış ya da tanımlanmaktadır. Said Halim Paşa (İslamlaşmak) “İslamiyet’in inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak uygulanması” olarak tarif ederken; Hamza
48
Ahlak genel anlamda; insanın yaratılışından
İnanılan değerin gereklerini yerine getirme konusunda gösterilen zayıflık, ahlaki yetersizlik. Söylemin davranışlarla olan uyumsuzluğu, “yapmadığının” söylemini geliştirmektir. Hayatta tezatlık ve kendi inandığı değerle çelişkiye düşmek. Ahlaki olana ihanet etmektir.
Türkmen “Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri”
Bu tanımlamalar çerçevesinde hareket
kitabında bunu farklı düşüncelerin bakışlarıyla
ettiğimizde, ahlaki zafiyetlerin yeni olmadığı
tarif ediyor ve kendisi İslamcılığı; “Hayatı, gaybı,
ortaya çıkmaktadır. Hz. Muhammed (sav)’in
İslam kültürünü Kur’an’ın muhkem ölçülerine
vefatından sonra iktidar hırsı ve mala olan
göre değerlendiren, nas temelinde açıklanan
düşkünlükle kendini gösterdi. Hz. Osman (rh)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
zamanında bu ahlaki zafiyetler daha da yükseldi.
olsun da benim olsun hırsı çoğu lideri esir almış
Emeviler döneminden başlayıp günümüze kadar
durumdadır. Parasal ilişkiler kirlilik derecesinde
geldi. Belki bir dönem zalimde olsa görece bir
girifttir. Hareket içindeki çoğu ilişkiler çıkara
İslami hakimiyet söz konusu olduğundan bu
dayalıdır. Nefsani arzulara düşkünlük, ikinci eş
zafiyetler fazla gündem bulamadı ya da çok dar
meselesi çoğu hareketin yok olup gitmesine
alanlarda kendini ifade etti. Fakat bu da topluma
neden olmuştur. Hareketin tebaasının çokluğu
yansımadı. Bu ahlaki zafiyette ilk başkaldıranın
beraberinde güç ve tek söz sahibi olmayı ve
Hz. Ebu Zer Gıfari (rh) olduğunu da unutmamak
adaletsiz davranmayı beraberinde getirmiştir.
gerekir.
Bütün bunlar bir müminde bulunması gereken
Batı’dan başlayan coğrafi keşifler sonrası İslam dünyasının Batı tarafından önce ticari, sonrasında başlayan fiili işgali, sanayi devrimi sonrası gelişmeler ve İslam topraklarının emperyalistlerce kalıcı şekilde işgali, Müslüman
hasletlerin yok olmasına, bununla beraber dünyevileşen ve Kur’an dillerinde olmasına rağmen kursaklarından inmeyen, “yapmadığınız şeyleri neden söylersiniz” uyarısını da kulak ardı eden bir hal almıştır.
toplum içindeki ahlaki zafiyetlerin onları ne duruma soktuğu düşüncesi tartışmaları beraberinde getirmiştir. Bunlardan kurtulmak için kafa yorulmuş ve bu felaketler karşısında çözüm yolları aranmıştır. Mevcut duruma baktığımızda çok ciddi gelişmeler görünse de bu zafiyetlerden kurtulmak için daha çok çalışmamız gerektiği ortaya çıkacaktır. Müslümanlar o dönem içinde bulunan duruma çareler aramış ve çözüm yolları sunmuşlardır. Bunların başında da Cemalettin Afgani gelmektedir. Afgani güç odaklarıyla gidişatı durduran ve çözüm üreten görüşmeler yapmasına rağmen bir sonuç alamamıştır. Ama Müslümanların çözümümü Kur’an-ı Kerim’de aramaları gerektiği düşüncesi günümüze kadar gelmiştir. Aynı şekilde Said Halim Paşa “Buhranlarımız”ı dillendirmiştir. Fakat “sağırlık”, “körlük” ve “dilsizlik” bütün bunların duyulmasına, görülmesine ve anlatılmasına
Liderin Zaafları İslami yapılanmaların çoğunda hırs ve iktidar aşkıyla tutuşanlar liderlik yapmaktadır. İlim, gücün emrine amadedir. İstişare ve meşveret sadece “dostlar mecliste görsün”den başka bir anlam ifade etmez. Yani liderlik doğal değildir. Söylediğini yaşayandan çok, ağzı iyi laf yapan, tabi olanlarını nasıl bağlayacağını iyi becerenlerin; yani halkla ilişkiler konusunda uzman kişilerin yürüttüğü bir mekanizma şeklinde yürümektedir. Yapı içindeki ilişkiler ince hesaplar üzerine kuruludur. Bağlılar hem bulundukları yer itibariyle Allah’ın dinine hizmet ettiklerini düşünmekte hem de dünyalarını kurtarmanın zevkini yaşamaktadır. Burada güç, tapılacak kadar önemlidir. Dışarıyla kurulan tüm ilişkiler ağı cemaatin/yapının çıkarları gözetilerek sürdürülmektedir. Hesaplar
engel olmuştur.
dünyalıktır. Allah’ın hesabı ise burada görmek
Müslümanların içinde bulunduğu atalet durumu
benlik duygusu o kadar gelişmiştir ki, kendini
onları topyekun kuşatmış ve vurdumduymazlık başını alıp gitmiştir. Müslümanlar kıskançlık, çekemezlik ve ihtiras nedeniyle dinin kendilerine buyurduğu bütün güzellikleri unutmaktadırlar. Benciliklerinin ve hırslarının peşinde koşup durmaktan kendilerini alıkoyamamaktadırlar. İslami Hareketlerin/yapılanmaların liderinin benlik denizinde boğulmaktan kendini kurtaramamaktadır. Hareket lideri, çoğu zaman para kaynağının boyunduruğu altında ve bu kaynağın belirlediği sözleri söyleme acziyetini
ya da hatırlamak mümkün değildir. Liderin yeryüzündeki Allah’ın temsilcisi olarak görmekte ve taşıması gereken adil, ahde vefa, doğru konuşma gibi vasıfların hiç birini çıkarlar söz konusu olduğunda görmezlikten gelebilmekte bir sorun görmemektedirler. Bunu da cemaatin geleceğine bağlamaktadırlar. Bencillik ve hırs onun gözünü köreltmiş ve diğer Müslümanlarla kurması gereken ilişkileri kabul etmemektedir.
Para Kaynağı
göstermektedir. Onun için çoğu harekette ilim
İslami Hareketlerde/Yapılarda en fazla
değil para konuşmaktadır. Hareket ne olursa
sesi çıkanlar, yapılara parasal yardımda
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
49
bulunanlardır. Neredeyse hareketin gizli lideri
olduğu tartışılmadığı sürece, “kaç para”
konumundadırlar. Lider neredeyse onun sözünün
tartışmalarının olması kaçınılmaz olacaktır.
dışına çıkmamaktadır. Onun için çoğu yapıda konuşan ilim değil, paradır. Paranın gür sedası tüm yapı üzerinde baskındır ve eleştirilmezdir. Para kaynağı lideri besleyerek kendine manevi olarak borçlandırmaktadır. Onun içinde lider onun isteklerinin dışına çıkamamaktadır. Hareket içindeki ilişkiler ağını da o düzenlemekte ve liderin rahatı için tüm imkânları seferber ederken diğer tarafta da onun ailesine de aynı imkanları sağlayarak ağırlığını tam olarak hissettirmektedir. Bu durum doğal olarak ilişkiler ağını kardeşlik ekseninden çıkar eksenine kaydırmaktadır. Kardeşler arası ağ bile bir süre sonra çıkar ilişkilerine dönüşebilmekte, çıkar ilişkilerindeki kopma, hareketten de kopmayı beraberinde getirebilmektedir. Bugün bu
dönüşen, her ne kadar Ali Bulaç; “Bunlar zaten İslamcı değillerdi”yi söylese de güç istencine gark olmuş olan bu zevatta, bir zamanlar “bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz” zihniyetinin tasavvurlarını fazlasıyla görmek, İslamcılık tartışmalarını farklı bir boyuta taşımalıdır. Onun için yapılandırmalarımız, “yapmadığınız şeyi neden söylüyorsunuz” uyarısını dikkate alarak yeniden kendi inşalarına girişmeleri gerekir. Böylece biz, güç ve paraya dönüştürülmüş ve dönüştürülmeye çalışılmakta olan İslamcılık anlayışından kurtulalım.
Çıkar/Güç İlişkileri
kadar çok yapılanmanın olduğu yerde bunu
Hareket içindeki çoğu ilişkiler çıkara dayalıdır.
sadece düşünsel ayrılığa bağlamak kendini
Samimi olanlar her zaman en alt tabakadadırlar.
kandırmaktan başka bir şey değildir.
Çünkü onların bir beklentileri yok, kendilerine
Bugün İslami yapılanmaların iktidarla ilişkilerini yine bu bağlamda okumak gerekir. Daha çok hizmetin daha çok paraya bağlandığı bu dönemde sağlıklı bir İslami mücadelenin yürütülmesini zorlaştırmaktadır. İslamcılık da yine bu parasal güç üzerinden okunmaktadır. Tam burada şöyle bir soru sorulabilir mi acaba? İslamcılık kaç para? Muhterem! Derneklerimiz, vakıflarımız, okullarımız birer kazanç merkezine dönüştürülerek, İslamcılık yapılmaya çalışılıyor. Yaz okullarımız, öteki dediğimiz insanların koydukları ederlerin üstüne
ne görev verilirse canı gönülden onu yerine getirirler. Ama hiçbir zaman istenen noktada olmazlar. Daha çok attıkları adımın hesaplarını yapanlar, hareketin belli noktalarına çabuk yükselirler. Zamanla bu samimi Müslümanlar yapı içindeki bu ilişki biçiminden rahatsız olmaya başladıkları görülmektedir. Bu rahatsızlıklar onları kendi köşelerine çekilmelerini beraberinde getirirken, yapının teorik ve pratiğine ciddi katkıları olacak bu kişilerin kaybı harekete de ciddi gerilemeyi sağlamaktadır.
çıkmış durumdadır. Çünkü değerler eğitimini
Yapı içindeki ilişkiler ağının kapalılığı, işlerin
veriyorlar.
yürütülmesindeki eleştirileri de görmezden
Bugün birçok Müslüman, çocuklarını özellikle büyük şehirlerde İslami öğrenmek için yaz okullarına parasızlıktan dolayı gönderemeyip şikâyet ediyorsa bu sorunun çok doğal durduğunu düşünüyorum.
gelinmesini sağlar. Böylece yapı içindeki hiyerarşinin neye göre belirlendiği tartışması çoğu zaman kopmaları beraberinde getirmektedir. Güç istenci, zamanla kendini her şeyin üstünde
“Yaşama dokunan özellikle bu tarafın paraya evirilmesi, İslamcılık tartışmalarının hangi rüzgârına havale edilmelidir?” sorusu doğal bir
50
Bir de sistem içine giren insanlarımız vardı
görmeye götürmektedir. Güç, hakimiyet alanının genişlemesini buyurmaktadır. Bu, bazen para olurken, bazen de karşı cins olabilmektedir.
soru olarak karşımıza çıkacaktır. Birçok yardım
Nefsani arzulara düşkünlük, ikinci eş meselesi
kuruluşu ve vakıf, dernek bu çalışmalarda
çoğu hareketin yok olup gitmesine neden
bulunan kişi ve kuruluşları destekleyerek bu
olmuştur. Bu durum birçok hareket liderinin
sorunun giderilmesi için hangi çabalar içinde
düştüğü bir tuzak olmuş, hem kendilerini
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
hem de tüm hareketin dağılmasına neden olmuştur. Oysa hareketin lideri nefsine, arzu ve isteklerine gem vurabilmeyi bilmelidir. Allah’a karşı sorumluluğun bilincinde olmayan birinin bir yapıyı ve tabilerini yönlendirmesi beklenmemelidir. para üzerinde yürütmektedir. İnsanları bu ikisiyle ağlarına düşürmektedir. Bu noktada birçok yapılanmanın lider kadrosu kaybetmiş durumdadır.
Sonuç Bu ve bunun gibi birçok ahlaki zaaflarımız vardır. Bunları aşmadığımız müddetçe ve Allah’ın ipine art niyetsiz ve samimi bir şekilde sarılmadığımız müddetçe başarılı olmamız mümkün değildir. Yoksa bize sunulacak olan İslam, Allah’ın indirdiği İslam değil, arzu ve heveslerimizin anladığı ve ona göre insanları yönlendirdiği adaletsiz bir İslam’dan başkası olamayacaktır. Allah adına zülüm eden insanlardan yine Allah’a sığınmak gerekir. Bugün İslami yapılanmalara baktığımızda “Allah’ın bunların şerrinden, yalancılığından, hak yiyiciliğinden, menfaatçiliklerinden, benciliklerinden, ahde vefasızlıklarından sana sığınırım” demekten kendimizi alamaz duruma gelmiş bulunmaktayız.
www.islamiyorum.com
Dünya, kirli ağlarını daha çok kadın ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
51
Araştırma - inceleme
Nasscılığın / Kur’ancılığın Çıkmazı Hamdi TAYFUR Son üç yıldan beri yazdığım yazılarda, Kur’ani
olarak görülen; Kur’an, hadis, sahabe sözleri,
bakış açısıyla bir duruş sergileme çabası içinde
icma ve bazen fakihlerin içtihatları gibi önceki
olan ve bu duruşlarıyla günümüz dünyasının
dönemlerden tevarüs edilmiş tüm kaynak
sorunlarına çözüm üretmeye çalışan İslami
metinleri kapsarken; Kur’ancılık bu işi, Kur’an
perspektif sahiplerinin içine düştüğü çıkmazları
özelinde yapmaya çalışır. Kur’ancılığın Hint
açıklama çabama “akletme” kavramı üzerinden
alt kıtasında ortaya çıkan “Kur’aniyyun”
bir giriş yapmaya çalıştım. Akletmenin önündeki
akımıyla veya Türkiye’deki “mealcilik” akımıyla
muhtelif engelleri örneklerle açıkladım.
karıştırılmaması gerekir. Kastettiğim onlarla
Aslında konuyu getirmeye çalıştığım nokta;
ilişkili olmasına rağmen sadece onlar değil.
Müslümanların tartışılmaz kaynak olarak
Daha genel bir yaklaşımdan bahsediyorum.
gördükleri Kur’an ve onunla birlikte bir dizi dini
Bu yaklaşım, günümüz İslam dünyasında pek
kaynakla ilişkilerinde ortaya çıkan problematiğin
çok akımı etkisi altında tutmakta, hatta onları
boyutları ve içine düşülen çıkmazdı. Bu yazıda
belirlemeye devam etmektedir. “Nasscılık”, tarihi
söz konusu problematiğe bir giriş yapmaya
itibariyle İslam tarihinin ilk yüzyılına kadar giden
çalışacağım. Bu, tekil bir problem olmaktan öte; zihinsel, sosyal, zamansal ve mekansal boyutlarda derinliği olan ve iç içe birçok problemi içerdiğinden, “problematik” kelimesini özellikle kullanıyorum. Başlıkta kullandığım “nasscılık” kelimesi, tarihten veya gelenekten bize aktarılan tartışılmaz kaynak metinleri, tarih üstü bir mantıkla, her türlü probleme uygulama çabası
örnekleri önceki zamanlarda da görülmesine rağmen nispeten daha yakın zamanlara ait bir olgudur. Kur’ancılığı ortaya çıkaran zihinsel formülü şu şekilde ifade edebiliriz: “Kur’an, korunmuş Allah kelamı olması hasebiyle insanlığın gelmiş ve gelecek tüm sorunlarına ilişkin çözümleri içerir.”
anlamındadır. Bunu uygularken metinlerin
Kur’an tarafından içerilen çözümlerin kapsamı
verdiği imkân, literalist bir tarzda sonuna kadar
ve bunların Kur’an’dan nasıl istinbat edileceğine
zorlanmakta ve üretilen sonuçlar ilahi hükümler
veya devşirileceğine ilişkin yaklaşımlar farklı
veya dini kaynaklardan elde edilen çözümler
olmakla birlikte, hemen hemen tüm akımlar
olarak dayatılmaktadır.
Kur’an’ın belli konularla ilgili gizli veya açık
“Kur’ancılık” kelimesi ise nasscılığın daha özel bir şeklidir. Nasscılık, tartışılmaz kaynak
52
kadim bir yaklaşım biçimi iken, “Kur’ancılık”,
çözümler içerdiği konusunda mutabıktırlar. Soru şudur: Kur’an tüm çağların sorunlarına
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
ilişkin bir problem çözme veya hüküm verme
Kur’an; mezhep, fırka ve cemaatlerin amacına
kitabı mıdır, yoksa indiği çağda insanların en
uygun olarak, bazen Ali’den ve Ali evlatlarından
azından belli bir kısmı tarafından bilinen ve
ve imamlardan bahsetmekte, bazen cifr
onaylanan bazı evrensel bilgi, ahlaki ve sosyal ilke ve dini inançlara bir çağrı ve hatırlatma mıdır?
ve benzeri hesap yöntemleriyle gelecekten haber vermenin aracı kılınmakta, bazen bilimsel bir keşfin işareti sayılmakta, bazen
Kur’an’da sosyal, siyasi, iktisadi, medeni ve
kendisini Asrı Saadet’le özdeşleştiren grupların
cezai bazı hükümler mevcuttur. Bunun ötesinde
hareket yöntemlerine ilişkin çıkarımlara alet
Kur’an, bir dini va’z ediyor olmasının normal
edilebilmektedir. Kur’an’dan devlet sistemi
sonucu olarak; ibadetler, haram ve helallere ilişkin bazı hükümler içerir. Bu tür ibadî emirler, haram ve helallere ilişkin hükümler dinin birer parçası olması hasebiyle tartışmamızın dışındadır. Bunların hemen hemen hepsi de bireysel uygulamalarla ilgilidir. Ama işin sosyal,
çıkartmaktan, iktisadi nazariyeler üretmekten, psikolojik teoriler üretmekten tutun da; eğitim yöntemlerine kadar pek çok çıkarımın yapılabileceğine ilişkin derin inanç güçlü bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Oysa Kur’an
siyasi, medeni, iktisadi ve cezai hükümler
bunların hiçbirini yapmak için inmemiştir ve
kısmına gelince şunu söyleyebiliriz: Kur’an’da
bunların hiçbirisini içermez. Kur’an’dan ne siyasi
oldukça az sayıda yer alan bu hükümler
ve iktisadi bir sistem, ne bilimsel bir teori, ne bir
evrensel hükümler değildir. Ancak kendi
hareket yöntemi, ne de tekil problemlere ilişkin
özgün koşullarında uygulama ve çözüm olma
bir çözüm çıkar.
değerleri vardır. Kur’an’ın iniş yöntemine uygun olarak, dini ve dünyevi ayrımı gözetmeksizin
Oysa belirttiğimiz gibi farklı tonlarda da olsa
muhatap olduğu tüm soru ve sorunları
günümüz Müslümanlarının hemen hemen
cevapsız bırakmayan Kur’an, uygulamada
tümünün zihninde bu doğrultuda bir anlayış
olan çözümlerden en uygununu insanlara önermiş ve böylece hiçbir sorularını cevapsız bırakmadığı gibi, onlara yaptığı önerileri nasıl hayata geçireceklerine dair örnekler de vermiş olmuştur.
hâkimdir. “Akıl” konusunda yazdığım yazıların derlenmesiyle oluşan “Akletme Üzerine” isimli çalışmamın sonuç bölümünde bu soruna işaret etmiş ve demiştim ki: “Günümüz İslam dünyasının en temel sorunlarından bir tanesinin
Daha sonraları meydana gelen gelişmeler, Kur’an’da var olan çözümlerden yola çıkarak Kur’an’ın her derde deva, her soruna çözüm, her hastalığa şifa olacağı gibi bir sonuç çıkartmalarına yol açmıştır. Böylece ayetlerin kelimeleri arasından bir tür anlam kazıyıcılığına girişmişler ve Allah’ın kastetmediği, indiği dönemdeki muhatapların hiç akıllarına gelmeyen anlamları ve hükümleri Kur’an’a yükleyerek Kur’ani çözümler üretme çabasına girişmişlerdir.
Kur’an’ın ve bunun yanı sıra sünnetle birlikte gelenek de dâhil olmak üzere diğer dini bilgi kaynaklarının (anlam kazıcılığı yöntemiyle) tüketilmesi olduğunu düşünüyorum. Oysa başta Kur’an olmak üzere söz konusu kaynakların tüm dertlerimize şifa olacağına olan inanç, varlığını güçlü bir şekilde devam ettiriyor.”1 Kitabın sonuç bölümünde bu algının tarihte nasıl ortaya çıktığına ilişkin bazı bilgiler vermiştim.
Bir öğüt/hatırlatma, hidayet, tavsiye,
Burada o bilgileri de kullanmak suretiyle,
müjdeleme ve ihtar etme kitabı olan Kur’an,
problemin ortaya çıkış tarihinden, ortaya çıkan
bu niteliği ile sadece cami kürsülerindeki dinlenmeyen vaazların konusu olurken, ateşli cemaat ve mezhep taraftarları Kur’an’dan siyasi amaçlarına uygun hükümler çıkartmakta oldukça istekli davranmakta ve her ayet, anlamı mensuplarınca üretilen bir dayatma aracına dönüştürülmektedir.
algılardan ve bunların ürettiği sonuçlardan kısaca bahsederek bu giriş makalesini tamamlayacağım. Sonraki makalelerde ise konuyu farklı boyutlarıyla derinleştirmeyi düşünüyorum. Hamdi Tayfur, Akletme Üzerine, sf.227
1
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
53
Nasscılığın/Kur’ancılığın Ortaya Çıkış Süreci
Peygamber’den sonra sosyal, siyasi ve hukuki
İslam tarihinin ilk yüzyıllarından itibaren bu
hükmü istisna edersek –ki onlar da cari Arap
algının ortaya çıkması ve yerleşmesi aslında kaynakların mahiyeti ile ilgili sorunlu bir sürece işaret ediyor. Peygamber’in vefatından itibaren arkadaşlarının birçok problemle yüz
yasaydı. Kur’an’da yer alan çok sınırlı sayıdaki geleneğinin ihya edilmiş şekilleriydi- toplumsal sorunlara bu yazılı olmayan yasalar aracılığıyla çözümler bulunuyordu. Buna da sünnet ismi verilirdi. Örneğin “Medinelilerin sünneti”
yüze gelmeleri, bu sorunları çözme konusunda
denildiğinde anlaşılan şey Medine ve civarında –
çaba gösterirlerken derin yaraların açılması,
buna genel olarak Hicaz bölgesinin tümünü dâhil
aslında Kur’an’ın, Peygamber’in hemen
edebiliriz- Cahiliye döneminden beri sürekliliğini
vefatının ardından ortaya çıkacak sorunlara bile
devam ettiren, ama gerek inen Kur’an ayetleri,
çözüm için inmediğini ve hadislerin bu amaçla
gerekse Peygamber’in kişisel reyleri ile düzene
söylenmediğini ortaya koymaktadır.
sokulmuş, menfi yönleri giderilmiş toplumsal
Peygamber’in vefatından sonra karşı karşıya kaldıkları siyasi sorunlara kendi tecrübeleri,
düzende geçerliliğini sürdüren yazılı olmayan yasalar kastedilirdi.
o güne kadar bildikleri çözüm yöntemleri ve
Bu nedenle Peygamber’den sonra hicretin
akıllarıyla çözüm bulmaya çalışan sahabelerin
ilk yüzyılında Hicaz bölgesinde yaşayan
de Kur’an’dan ve Peygamber’in sözlerinden
Müslümanlar sosyal, siyasi, hukuki, iktisadi
böyle bir beklenti içine girmediklerini gelen
sorunlarına çözüm ararken mutlaka bir hadis
rivayetler bize açık bir şekilde söylemektedir.
bulma veya bir Kur’an ayetinden hüküm çıkarma
Çünkü uzun süre Peygamber’le birlikte yaşayan
çabası içine girmezlerdi. Cari olan sünnete
sahabeler, Kur’an’ın ve Peygamber’in sözlerinin daha o hayattayken nasıl bir fonksiyon icra ettiğini bilmekteydiler. Kur’an onlar için bir öğüt, hatırlatma, uyarı ve gerek inançlarındaki gerekse sosyal hayatlarında var olan bozuklukların nasıl düzeltileceğinin örneklerini veren bir rehberdi. Tek tek hükümler vermekten çok nasıl hüküm verileceğini, ayrıntılı çözümler üretmek yerine çözümlerin yöntemlerini öğretiyordu. Bu nedenle Peygamber vefat eder etmez, tereddüde düşmeden sorunlarına tecrübeleri ve akıllarıyla çözüm üretmeye çalıştılar. Kur’an’da bu konuda bir ayet var mı, Peygamber’in bu konularda söylediği hadisler var mıydı gibi soruları kendilerine sormadılar. Peygamber’in bazı akrabalarının dışında ondan kendisinden sonraki siyasi sorunlara çözümler önermesini talep eden olmadı. Peygamber’in bu akrabaları ise bunları dini amaçlar gözeterek değil, doğrudan siyasi ve kabilevi amaçlarla talep etmişlerdir. Bu taleplere gerek Peygamber,
54
alanda cari olan yasa bir tür yazılı olmayan
-Medinelilerin sünneti- göre hüküm verirler ve çözüm üretirlerdi. Bu cari sünnet sabitlenmiş bir anayasa olmaktan çok, dinamik bir karaktere sahipti. Toplumsal kabule bağlı olarak yeniden üretilmeye açıktı. Fetihlerle birlikte geniş bir bölgeye yayılan Müslümanlar, gittikleri bölgelerde yeni sorunlarla karşılaştılar. Aynı zamanda yeni bölgeler yeni sünnetler demekti. Her bölgenin kendi özgün koşullarına uygun, tarihi geçmişi olan yazılı veya yazılı olmayan yasaları veya bir sünneti vardı. Fakat bu yeni bölgelerin sünnetlerinin Hicaz bölgesinden bir farkı vardı. Kur’an bu bölgelere inmediğinden ve Peygamber onların arasında yaşamadığından onların cari sünneti el değmemiş, ıslah edilmemiş bir halde duruyordu. Medine ve civarındakiler bir süre daha ıslah edilmiş cari sünnetleri ile idare edebileceklerken diğer bölgelerin sünnetlerinin, örflerinin, yazılı olmayan yasalarının acil ıslaha ihtiyacı vardı. Bu nedenle oralardaki sorunlar daha büyüktü.
gerekse onun yakın arkadaşları şiddetle karşı
Bu bölgelerden çıkan âlimlerin çoğu özgürce
çıktı. Çünkü hem Peygamber hem de onun
hareket ettiler. Kur’an’ın ahlaki öğretilerini, öneri
yakın arkadaşları, Peygamber’in adı ve sözlerini
ve hatırlatmalarını, haram ve helallerini dikkate
kullanarak diğer insanların üzerinde tahakküm
almak şartıyla, hakkında hükmün bulunmadığı
kurmanın tehlikesinin farkındaydılar.
alanlarda kendi reylerini kullanmaktan
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
çekinmediler. Ayetlerin lafızlarından bin bir
21) âyetlerini okur. Bunun üzerine Hz. Ömer:
zahmetle delil çıkartmaya çalışmadılar. Hatta
“Allah’ım beni bağışla, herkes dini Ömer’den daha
bazen Peygamber’den bir-iki ravi ile gelen
iyi biliyor!” der ve dönüp tekrar minbere çıkarak
hadisleri bile göz ardı etmeyi tercih ettiler. Bu
şöyle der “Ey insanlar; ben sizlerin kadınların
yöntem üretkenliğin önünü açtı.
mihirlerini dört dirhemden fazla artırmanızı
Ancak aynı süreçte, İslam dünyasında yeni bir davranış şekli gelişiyordu. Peygamber’in vefatından sonraki ilk yıllarda çok az rastlanan bu tutum, ortaya çıkan siyasi ve toplumsal
yasaklamıştım. Ancak kim malından, istediği kadar vermek isterse versin.” Başka bir rivayette ise “Bir kadın Ömer’e itiraz etti ve onu susturdu-veya kadın doğru söyledi Ömer ise hata etti” demiştir.”2
çatışma ve tartışmalara paralel olarak yaygınlık
Çoğunlukla kadının İslam’daki değerini veya
kazandı. Bu yeni adet şuydu: Siyasi, toplumsal
Halife Ömer’in faziletlerini anlatmak için
ve akidevi tartışmalarda Kur’an’ın lafzına
anlatılan bu olayın konumuzla oldukça yakın bir
sığınılarak yorumlar delillendiriliyor ve ayetler
ilişkisi vardır. Öncelikle olay Kur’an ayetlerinden
rakiplerine karşı bir silah gibi kullanılıyordu. Tek
delil getirerek savunu yapma konusunda
tük örnekleri daha önce de görülmesine rağmen
tarihteki ilk örneklerden birisidir. İkincisi;
bu işi sistematik olarak ilk yapanlar Haricilerdi.
Ömer’in veya etrafındaki arkadaşlarından
Kur’an’ın toplum nezdinde kabul görmüş
birisinin ayetten haberdar olmaması zayıf bir
üstünlüğü, düşüncelerin meşruiyetini sağlamak
ihtimaldir. Eğer Ömer’in Kur’an’dan bu konunun
için kullanılıyordu. Aynı şeyi Ehli Hadis, hadisleri
çözümünü nasıl çıkartabilirim diye bir yaklaşımı
kullanarak yapmaya başladı.
olsaydı, mutlaka ayeti bulur, buldurur ve ona
Peygamber’in vefatından epey sonra Ömer’in
cari uygulamalara bakarak ve halen canlı olarak
halifeliği zamanında vuku bulan bir olay üzerinde durulmayı hak etmektedir. Olayı Hayri Kırbaşoğlu’nun “Kadın Konusunda Kur’an’a
göre hüküm verirdi. Oysa Ömer Kur’an yerine bilinen (Peygamber hayattayken de uygulanan) uygulamaları hatırlatarak, yükselen mihirler nedeniyle bekârlığa mahkûm olan fakir gençlerin
Yöneltilen Başlıca Eleştiriler” isimli makalesinden
sorunlarına çözüm üretmek istemiştir. Günün
aynen aktaralım:
şartlarını dikkate aldığımızda doğru olan hüküm
“Birgün Hz. Ömer halka hitap ederek “Kadınların mehirlerini niye yüksek tutuyorsunuz? Hz. Peygamber ve ashabı döneminde mihir miktarı dört dirhem veya daha aşağı idi. Mihri çoğaltmanın Allah nazarında takva veya iyilikle bir ilgisi olsaydı, onlar bunu sizden önce yaparlardı. O halde bir erkeğin herhangi bir kadının mihrini dört dirhemden fazla verdiğini duymayayım!” der. Minberden iner inmez Kureyş’ten bir kadın kendisine itiraz eder ve “Ey mü’minlerin emiri insanların kadınların mihirlerini dört dirhemden daha fazla vermelerini yasakladın, demek!” der.
budur. Oysa itiraz eden kadın mihirlerin düşük kalmasından ızdırap duymaktadır ve ayet tam da onun ızdırabına çaredir. Tarih üstü, literal yöntemi kullanır, ayeti ızdırabına ilaç eder ve Ömer’e itiraz eder. Ömer’in itiraz karşısındaki çaresizliği ve teslimiyeti, muhtemelen henüz filizlenmeyen sorunun yeteri kadar farkında olmamasından kaynaklanıyordu. Ali’nin karşısında Haricilerin yaptığı gibi problem merkezi bir soruna dönüşmüş olsaydı muhtemelen Ömer bu sorunu tespit edip üzerine giderdi.
Hz. Ömer “Evet öyle yaptım” deyince kadın: “Sen
Nitekim sorunun iyice açığa çıktığı dönem Ali’nin
Allah’ın ne dediğini duymadın mı?” der. Hz. Ömer
halife olduğu dönemdir. Ve Hariciler hiçbir
“Ne diyor?” deyince de kadın: “Şayet hanımınızı
ön koşul olmaksızın sadece lafza dayanarak
boşar da başka bir hanımla evlenmek isterseniz,
ayetleri ideolojilerinin aracı haline getirdiler.
onlardan birine yüklerle mihir vermiş olsanız
“Hüküm ancak Allah’ındır” ayetini bir slogana
dahi, hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek
dönüştürdüler. Ali’nin onlarla görüşmek için
ve apaçık bir günah işleyerek onu geri almak mı
gönderdiği elçisine Kur’an’dan delil getirmek
istiyorsunuz? Bir zamanlar bir birinizle haşır-neşir olduğunuz ve onlar da sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız?” (4/20-
Hayri Kırbaşoğlu, Kadın Konusunda Kur’an’a Yöneltilen
2
Başlıca Eleştiriler” İslami Araştırmalar (Kadın Özel Sayısı), V (1991), sayı: 4, s. 276-277
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
55
yerine cari olan sünnetle konuşmasını tavsiye
bir yüzyıl geçmeden hadislerin sayısı yüz binlerle
etmesi ise ilginçtir.
ifade edilmeye başlandı. Bu hadislerden bir
Bu örneklerden çıkarttığımız sonuç şudur ki; Hicaz bölgesinde Peygamber’in ardından doğrudan Kur’an’ın lafızlarından yola çıkarak hükümler çıkartmak şeklindeki bir gelenek yerine cari olan sünnete göre hüküm verme âdeti yaygındı. Fakat zamanla artan şekilde Kur’an siyasi, ideolojik veya kişisel görüşlerin dayanağı haline getirilmeye başlandı. Hicretin ilk yüzyılında Hicaz ve çevresindeki durum bu iken, ilk yüzyıl ve ikinci yüzyılda Hicaz dışındaki bölgelerde çoğunluğu Mevali olan âlimler reyleriyle sorunlarına çözüm üretmeye çalışıyorlardı. Onların reyi kullanmadaki
Ama bunların çoğunluğu Araplara ait sözlerin Peygamber’e hamledilmesinden ibaretti. Yaşayan sünnetle bağlantılı olan adetler ve uygulamalar da hadisleştirilerek, Peygamber’in sünneti olarak kaynaklara ve rivayetlere geçirilmeye başlandı. Medinelilerin veya sahabelerin üzerinde ittifak ettikleri hususlar ise icma olarak isimlendirildi. Ehli Hadis’in karşısında yer alan rey taraftarlarının tamamına yakını ise Mevaliden oluşuyordu. Bunlar rey, istihsan, kıyas gibi yöntemleri özgürce kullanıyorlardı.
becerileri bu bölgelerde hem düşüncenin, hem
Bu süreçte hadis taraftarı Arap asıllı Şafii
de toplumsal gelişmenin önünü açıyordu. Siyasi
önemli bir rol üstlendi. Hadislerin tıkanması
merkezin Hicaz’dan daha kuzeye (şimdiki Irak
ve reyin özgürce kullanılmasından duyulan
ve Suriye bölgelerine) kayması, devletin ve
rahatsızlığı ortadan kaldırmak için bir taraftan
toprakların büyümesiyle birlikte sorunlardaki
rey taraftarlarının özgürce kullandıkları kıyas
karmaşa, bu konularda daha yetkin olan Arap
yöntemine bir sınır getirmeye çalıştı. Diğer
dışı toplum mensuplarının, yönetimin halifeden
taraftan da dizginlenmiş kıyasın kullanılmasının
ve askeri komutanlıktan sonraki kademelerde
kapısını tamamen kapatmayarak ayetler ve
daha etkin olmalarına yol açıyordu. Tabii ki
hadisler üzerinden yeni hükümler üretilmesinin
çoğunluğu Mevali olan âlimlerin rey yöntemiyle
imkânını oluşturdu. İstihsana karşı günümüze
elde ettikleri geniş alanın onlara verdiği çözüm
kadar ulaşmayan bir risale yazarak bu yöntemi
üretme imkânının da bunda büyük rolü vardı.
tümüyle reddetti. Kaynakları; Kitap, sünnet,
Bu gelişme ister istemez siyasi ve toplumsal
icma ve kıyas şeklinde dört adet olarak belirledi.
alanda Arapların gerilemesine, Mevali’nin ise daha ön plana çıkmasına yol açıyordu. Siyasi ve bürokratik kademelerin en üst noktaları hariç
56
kısmının Peygamber’e ait olması mümkündür.
Kıyas bir akıl yöntemiydi. Ama bu kıyas Şafii tarafından rey taraftarlarının kullandığı şekilde
diğer kademeleri Mevali’nin kontrolüne geçmişti.
özgür bir yöntem olmaktan çıkartılmıştı.
Mevali-Arap çatışmasının epistemolojik alana
hakkında hüküm bulunan bir meseleye kıyas
yansımaması mümkün değildi. Mevalilerin
edilerek çözülmeye başlandı. Kıyas mantıki kıyas
rey silahına karşı Arap âlimlerin kendi zihin
değildi. Yani iki öncülden, öncüllerin orta terimi
yapılarına da uygun yeni bir usul geliştirmeleri
aracılığı ile üçüncü bir hüküm çıkarmak şeklinde
kaçınılmazdı. Bu gizli gerginliğin bir tarafını
yapılmıyordu bu kıyas. Kıyastan çok analoji,
hadis taraftarları oluştururken, diğer tarafını da
yani benzetme yöntemi kullanılıyor ve hükmü
rey taraftarları oluşturuyordu. Hadis taraftarları
belli bir problemin delaleti, hükmü belli olmayan
artık Peygamber’in sünneti haline getirilen ve
problemin delaletine benzetilerek -kıyas
böyle ifade edilmeye başlanan Medinelilerin
edilerek- aynı hüküm ona da uygulanıyordu.
sünnetini rivayetler ve hadisler haline getirerek
Asıllara kıyastan çok ferlerin ferlere kıyası
rey taraftarlarına karşı kullanıyorlardı. Ama
yapılıyordu. Tüm bu kıyasın olmazsa olmaz şartı
bunun da bir sınırı vardı. Bu sınıra gelindiğinde
ise, kendisine kıyas edilecek hükmün Kur’an’ın
hadisler uydurulmaya başlandı. İlk dönemlerde
lafızları, Peygamber’in hadisleri, sahabeden
bazı âlimlerin kendi topladıkları hadis
gelen rivayetler veya icmadan çıkartılmak
kitaplarında mevcut olan hadislerin sayısının
zorunda olması idi. Oysa rey taraftarları
birkaç yüzü geçmediği rivayet edilir. Ama aradan
hakkında hüküm bulunmayan bir meselede
Hakkında hüküm bulunmayan her problem,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
özgürce akıllarıyla hüküm veriyorlar, bu mesele
meşru hale getiren fetvalar verme fonksiyonunu
çözümü olan başka bir meseleye benzetilebilir
çok iyi yerine getirmiştir.
mi diye bir çaba içine girmiyorlardı.
Modern çağa gelinceye kadar zamanın
Şafii tarafından sistemleştirilen bu yöntem
işleyişindeki yavaşlık veya İslam medeniyetini
maalesef reyin taraftarlarını mağlup etti. Onların
ciddi bir şekilde tehdit edecek başka bir
yöntemlerinin kullanılmasının önünü kapattı.
medeniyetin ortaya uzun süre çıkamaması
İslam tarihinin ilk dönemlerinde akletmenin aldığı bu darbe İslam toplumunun kaderini de belirledi. Sınırsız sorunun, sınırlı sayıdaki ayetlerin lafızları ve hadislerle çözmenin getirdiği çıkmaz, gelişen dünyanın karşısında bazen çözümsüzlüklere yol açarken, bazen de var olan çözümlerin dinileştirilmesi için yeni sentezlerin üretilmesi zorunluluğunu ortaya çıkardı.
bu sistemin işleyişini bozmamıştı. Ama modernizm, İslam dünyasının kapılarına dayandığında artık sorunlara kutsal metinlerin lafızlarından/nasslardan çıkartılan hükümlerle cevap vermek neredeyse imkânsız hale geldi. Ama bu metinlerin her derdimize deva olacağına dair inanç devam ediyordu. Üst üste alınan mağlubiyetler ve Batı karşısındaki gerileme, modern dönem Müslümanlarının bu kaynaklar üzerinden tekrar yeni zihni
Akletmeye önem veren, Kur’an’ın asıl fonksiyonunun insanlık tarihi boyunca karşılaşacağı sorunları çözmekten çok ahlaki ve temel esasların belirlenmesiyle ilgili olduğunu bilen az sayıdaki ekol ise; arkasını siyasi iktidara, kutsal imamların otoritesine dayayan ve tüm insanların özgürce hareket edeceği alanları Kur’an ve hadisler aracılığıyla ancak kendilerinin çözeceğini iddia eden ekollere mağlup oldu. Eşari’nin Mutezile’ye , Gazali’nin felsefeye vurduğu darbeler bunun tipik örnekleridir. Birazcık ümit veren Endülüs deneyimi ise bizden çok Avrupa’daki reformların yapılmasında işe yaradı. Tesirleri İslam’ın ana topraklarına kadar ulaşmadı. Nasscılığın tarihte zaferini ilan etmesinin ardından yüzyıllar boyunca aynı klasik fıkhi yöntemler kullanılarak sorunlara çözüm üretilmeye çalışıldı. Ama sorunların sonsuz sayıda, kendilerine müracaat edilen Kur’an ve hadis metinlerinin sınırlı olduğu düşünüldüğünde, problemlerin doğru çözümlere ulaştırılması gittikçe imkânsız hale geldi. İslam tarihinde birçok devletin yönetiminde “şer’i” ve “sultani” olarak iki ayrı yasanın yürürlükte olması Kur’an ve sünnetin lafızlarından istinbat edilerek üretilen şer’i yasaların ne kadar yetersiz kaldığının bir göstergesidir. Sultan Süleyman’a
çıkarımlar üretmelerine yol açtı. Buna göre tüm sorunların arkasında İslam toplumunun Kur’an’dan uzaklaşması yatmaktaydı. Asrı Saadet’teki büyük gelişme ve değişim sadece Kur’an’ın o topluma yaptığı tesir sayesinde mümkün olmuştu. Öyleyse çare yeniden öze, yani Kur’an’a dönmekten geçiyordu. Yeni bir Kur’an Nesli, yeni bir örnek nesil, yeni bir Asrı Saadet üretmek tüm sorunlarımızın çaresi olabilirdi. Nitekim bu söylem üzerinden üretilen hareket tarzları ve yapılanmalar son bir-iki yüzyılda İslam dünyasının en belirgin vasfı oldu. Doğrudan Kur’an’dan alarak ilhamı, asrın idrakine İslam’ı yerleştirmeye çalışan cemaatler, gruplar ve örgütler her şeye damgasını vurmaya çalıştı. Ama sorun varlığını devam ettirdi. Kur’an, cemaatlerin ve bölgesel hareketlerin kurtuluş söylemleri için yeteri kadar ilham kaynağı olurken; ondan tüm insanlığın kurtuluşu, barışı, sorunlarının çözümü için nasıl bir sonuç çıkartılabileceğine ilişkin güçlü ve etkili bir söylem, teori ve paradigma üretilemedi. Üretilen söylemler ise tepkisel ve hamaset yüklüydü ve kuşatıcı değildi. Böyle bir talep zaten imkânsızı talep etmek olurdu. Çünkü Kur’an bunun için gelmedi. Problem Müslüman zihinlerin bunun ayırdına varamamasında yatıyordu.
“Kanuni” denilmesinin sebebi, şer’i yasaların
Yaşadığımız günlerde de aynı klasik söylem
yanı sıra “Sultani” yasalar koyma konusundaki
varlığını sürdürüyor. Herkesin dilinde “Kur’an
başarısıdır. Şer’i yasaların temsilcisi ulema
ve sünnet” söylemleri var. Cemaat liderleri
çoğunlukla “sultani” yasaların onaylayıcısı veya
Kur’an’dan yaptıkları çıkarımları düzenli olarak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
57
yaptıkları derslerde ballandıra ballandıra anlatmaya devam ediyorlar. Kur’an cemaat mensuplarını bir arada tutabilmek için en iyi malzeme olarak kullanılıyor. Kur’an’ın tüm dertlere şifa, kıyamete kadar tüm sorunlara çözüm olduğu söylenip duruyor. Kur’an’dan siyasi, iktisadi, hukuki teoriler çıkarılmaya bulunmadığı siyasi, hukuki, ekonomik ve bilimsel alanlarda iddialar gündeme getiriliyor. Herkes Kur’ancı oldu. Oysa bu yeni bir hayal kırıklığının da başlangıcını oluşturuyor. Arap Baharı ile birlikte tek tek değişen iktidarlarda Selefiler tarafından temsil edilen Kur’ancılık/hadiscilik ve Modernistler tarafından temsil edilen akılcılık/insanlığın tecrübesine sahip çıkma gerilimi yaşanıyor. Eğer Kur’an bir yerlerde sorunlara çözüm için ortaya konulursa, sonuçta bunun üreteceği hayal kırıklığının, dinin tümünü sorgulamaya yol açmaması işten bile değildir. İçerdiği tüm hükümler aslında nasıl hüküm verileceğinin bir modelini ortaya koymaktan başka bir çözüm özelliğine sahip olmayan Kur’an, insanlara hükmetmeleri için çok geniş bir alan bıraktı. Bu alanlara açılmak yerine kendilerini Kur’an’la sınırlayanlar, Kur’an’a Kur’an’da olmayan özellikleri yükleyenlerdir. Çözüm Kur’an’ın alanının sınırlarını fark etmek ve bu alanların dışında kalan geniş mubah alanda aklederek, mevcut tecrübelerden de yararlanarak yeni çözümler üretmektir.
58
www.islamiyorum.com
çalışılıyor. Kur’an’ın hakkında hiç bir iddiada
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Araştırma ve İnceleme
İslam Felsefesi Nedir? Abuzer DİŞKAYA Bir İslam felsefesinin var olup olmadığı ve varsa bu felsefenin mahiyetinin ne olduğu sorusu uzun zamandır etrafında oldukça hararetli tartışmaların yaşandığı bir konudur. Acaba “İslam felsefesi nedir?” diye bir soru sormak anlamlı ve doğru mudur yoksa İslam ve felsefe yan yana gelemeyecek iki çelişik kavram mıdır? Doğal olarak her iki anlayışı savunanlar da bulunmaktadır. Öncelikle bir hatırlatma ve uyarı ile başlayalım. “İslam felsefesi nedir?” sorusuyla “Müslümanlar tarafından yapılmış bir felsefe var mıdır?” sorusu birbirinden tamamen farklı olan iki alana tekabül etmektedir. Çünkü birinci sorunun cevabında henüz ittifak sağlanamamışken ikinci sorunun cevabının evet olduğundan kimsenin şüphesi bulunmamaktadır. Bu ikinci soruya cevap verebilmek için müellifi Müslüman olan binlerce felsefe kitabına bakmak yeterlidir ve bunun için başka bir delile ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla tartışma konusu olan birinci sorudur, ikincisi değil. “İslam felsefesi nedir?” sorusuna makul bir cevap verebilmek için bu terkibi oluşturan kavramların ne anlama geldiğinin açıkça ortaya konması ve sonrasında da bunlar arasında bir atıf ilişkisi bulunup bulunamayacağının tespit edilmesi gerekir. Terkibin ilk kelimesini oluşturan “İslam’dan” ne kastedildiği çok açıktır. İslam’dan tabi ki bir din kastedilmektedir. Ve bu dinin kaynaklarının ne olduğu üzerinde herhangi bir
tartışma bulunmamaktadır. Ancak terkibin ikinci kelimesini oluşturan “felsefe’nin” ne anlama geldiğini sorduğumuzda, buna herkes tarafından kabul edilebilecek bir cevap verebilmek pek de mümkün görünmemektedir. Acaba felsefe beşeri bilginin bir türüne mi tekabül etmektedir? Acaba felsefe bize varlık âlemi hakkında bir çeşit bilgi mi vermektedir? Pek çok kişi felsefi önermelerin totolojiden ibaret olduğunu ve dolayısıyla da bize herhangi bir şey hakkında güvenilir herhangi bir bilgi vermediğini iddia etmektedir. Tabi bu son yaklaşım ve iddia daha çok felsefe ile metafizik aynı anlamda kullanıldığında ileri sürülmektedir. Yani söylenmek istenen metafiziğin bir ilim olmadığı ve bu yüzden de bizlere herhangi bir bilgi vermediği yönündedir. Pozitivist dayanakları olan bu yaklaşımın temel tezi duyulur olanın ötesinde hiçbir şeyin olmadığı ve doğruluk veya yanlışlığı tecrübe yoluyla ortaya konamayan önermelerin de ya anlamsız ya da totoloji olduğudur. Felsefe, metafiziktir. Bu yüzden eğer metafiziği felsefeden alacak olursak geriye felsefe diye anılmaya hak kazanacak hiçbir şey de kalmaz. Bu etrafında hararetli tartışmaların yaşandığı bir konudur. Bu yüzden herhangi bir kişi felsefe yapmaya başlamadan önce bu önemli meselede nasıl bir tavır takınacağına karar vermelidir. Aksi taktirde felsefe yapmak yerine her türlü duruş ve görüşü doğru diye savunabilecek spekülatif bir silaha sahip olmaktan başka bir kazancı olmayacaktır ki, bu da Sokrat öncesi Sofistik dünyaya geri dönüldüğü anlamına gelir. Yani hakikat diye bir şey yoktur, varsa da bilinemez, bilinse bile başkalarına aktarılamazı savunan dünya! Yukarıdaki iddialı cümlemize rağmen
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
59
felsefenin metafizik olup olmadığının ciddi bir şekilde ele alınması gerekir. Peki, felsefe metafizik midir? Öyleyse, metafiziğin bizlere söyleyeceği bir şeyi var mıdır, yoksa metafizik kelimelerle oynamaktan ibaret olduğu için bizlere varlık âlemi hakkında dolayısıyla da hakikat hakkında herhangi bir şey söylemez mi? Peki, metafizik nedir? Bu her insanın hayatında şu veya bu şekilde cevap vermesi gereken önemli bir sorudur. Çünkü farkında olsun veya olmasın her insan hayatını metafizik sorular tarafından belirlenmiş bir dünya içinde yaşar. Bunun aksi zaten mümkün değildir. Metafiziğin bu doğal hali tıpkı ayranda bulunan yağ gibidir. Oradadır ama görülmez. Veya görebilmek için ayranı belli işlemlerden geçirmek ve içinde bulunan yağı ondan ayırmak gerekir ki, herkese “işte görünmüyordu ama yağ ayranın içinde bir şekilde vardı” denebilsin. Yani pek çok kişi tarafından görülmemiş ve ne olduğu hakkında açık bir tasavvura sahip olunmasa da metafizik hayatın içinde ve onu belli doğrultularda yönlendirmektedir. Onu hayatın içindeki doğal halinden çıkarmak ve herkese işte budur diyebilmek için filozof olmak ve varlıkla felsefe diliyle konuşabilmeyi bilmek gerekir. Bu yüzden insanların çoğunun metafiziğin ne olduğuna dair somut cevapları yoktur ve olması da beklenmemelidir. Metafizik zordur. Akıllı olan hiçbir insanın ondan müstağni olması düşünülemez. Pek çok insanın metafiziğin ne olduğunu bilmeden hayatına devam ettiği söylenebilir. Ancak bu haklı bir itiraz değildir. Yukarıda da söylediğimiz gibi metafizik hayat içinde ayrandaki yağ gibi bulunur ve insanların çoğu tarafından görülmediği için bilinmemesi de çok normaldir. İnsan aklı ancak çalışmaya başlayıp kendisiyle diğer var olanlar arasında makul ilişkiler kurmaya başladığında metafizik ona görünür olmaya başlar ve işte o zaman arıtma işlemi başlamış olur. Dolayısıyla aklı faal olan bir insanın metafizikten müstağni olabileceği asla söylenemez. “Varlık veya var olmak nedir?” dediğimizde insan zihni etrafını kuşatmış olan şeylere yönelmeye başlar. Etrafının adı duvar, ağaç, masa, toprak ve taş olan pek çok şeyle çevrili olduğunu görür. İnsan açısından bütün bunlar vardırlar. Var, var olmak, bu şey vardır. Acaba bu “varlık” ve “var olmanın” gerçek anlamı mıdır? Ağaç vardır, masa vardır, duvar vardır, çöl vardır, dağ vardır
60
ve daha benzeri pek çok şey vardır. Bütün şeylere yüklem olan bu var olmak da nedir acaba? Varlık nedir? Başka bir deyişle kavramı açısından en açık ve en kolay anlaşılır olan bu varlık ve var olmanın anlamı nedir? Varlık ve var olmak kavramı o kadar apaçıktır ki bundan daha kolay anlaşılır bir kavram daha olmadığını söylersek abartmış olmayız. Gerçekte herkes kendi dilinde var olmanın ne anlama geldiğini rahatlıkla anlayabilir. Ama bütün bu basitlik ve kolaylığına rağmen gerçekte hiç kimse varlık ve var olmanın tam olarak ne olduğunu idrak edemez! İşte sorun da tam olarak burada başlamaktadır. Bize “masa var mıdır?” diye sorduklarında hepimiz bir ağızdan “vardır” deriz. Ama buradaki “vardır” ne demektir? Yani onu görüyor ve dokunabiliyoruz. Şu halde gördüğümüz ve dokunduğumuz her şey vardır ve eğer bir şeyi göremiyor ve dokunamıyorsak da yoktur mu diyeceğiz? “Vardır” yani ağırdır ve hacmi vardır ve yer kaplamaktadır. Acaba var olmak bu özelliklere sahip olmak anlamına mı gelmektedir? Başka bir deyişle hacmi, ağırlığı ve yer kaplayan her şey vardır ve bunlara sahip olmayan da yoktur mu diyeceğiz? “Masa vardır” cümlesinin; biz onu görüyoruz, eşyalarımızı onun üstüne koyuyoruz, karşımızda duruyor, hacmi var, yer kaplıyor ve tarafımızdan kullanılıyor gibi bir anlamı mı bulunmaktadır? Eğer böyleyse görünme, dokunulma, hacmi olma, yer kaplama ve kullanılmanın ötesinde varlık ve var olma sıfıra tekabül etmekte ve sonuçta böyle bir şey yokluğa mı mahkûm olmaktadır? Peki, “ben varım” gerçekte ne anlama gelmektedir? Bu mesela benim şu kadar kilom var, iki elim var, iki ayağım var, siyah saçlarım ve ela gözlerim var ve ben bunlardan ibaretim anlamına mı gelmektedir? Eğer bütün bu saydıklarım olmasaydı “ben” diye işaret ettiğim benliğim de olmayacak mıydı? Başka bir deyişle kendimizden bahsederken veya herhangi bir şeyi kendimize nispet ederken “ben” diye işaret ettiğimiz hakikatimizin kaynağı nedir veya neresidir? Bu benim bedenimdir, yani ben bir bedene sahibim. Ben beden miyim yoksa ben bir bedene sahip olan mıyım? Hem hakikatte hem de dil açısından “ben bedenim” diyemeyeceğimiz çok açıktır. Bunun yerine doğru olan “benim bir bedenim var” ya da “ben bir bedene sahibim” demek olacaktır. Bir bedene, ellere, ayaklara, kiloya, saçlara, gözlere ve daha benzeri pek çok şeye sahip olan bu “ben” nedir ki bütün bunlara sahip olabilmektedir?
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Böylece varlık veya var olmanın ne olduğuna dair bir akıl yürütmenin bizi ister istemez metafiziğe doğru götüreceği çok açıktır. Çünkü bizler varlık veya var olmak nedir üzerine kafa yorarken sadece tecrübeyle cevap verilemeyecek sorular alanına adım atmış oluruz. İşte bu yüzden metafiziğin bizlerin günlük dilimizin bir parçası olduğu ve herkes tarafında farkında olunsun veya olunmasın bir şekilde kullanıldığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü ben kimim sorusu insanların bizzat kendi varoluşlarıyla ilgilidir ve bir insanın bu sorudan müstağni olduğunu iddia etmek aslında insanın kendi kendisinden kaçabileceği anlamına gelmekte ve bu yüzden de hiçbir geçerliliği olmayan bir safsataya dönüşmektedir. Metafiziğin konusu işte budur. Herkesin günlük yaşamında karşı karşıya olduğu “ben kimim” meselesidir bu! Bu “ben” varlığın daha doğrusu var olmanın sırrıdır ve bu yüzden “nefsini bilen Hakkı bilir” denmiştir. Çünkü var olmak bütün mevcudata yüklem olmakta ve bu yüzden onun anlamını bilen de her şeyin varlığı ve var olmasının ne anlama geldiğini anlayabilmektedir. İşte bu, Sokrates’in binlerce yıl önceden haberini verdiği şeydir. “Kendini Tanı”! Zira bu olmadıkça başka herhangi bir şeyi tanıyabilmek mümkün değildir. Bu kadar açık ve anlaşılır olmasına rağmen bu meselenin çok az insan tarafından fark edilmiş olmasının sebebi de yine bu apaçıklığın şiddetinde yatmaktadır. “Ben kimim?” felsefi ve dolayısıyla da metafizik bir sorudur. Bu soruya tecrübeden hareketle cevap verebilmek mümkün değildir. Bu yüzden mesela bir insanı meydana getiren bütün hücreler, mikroskobun altında görülse ve buradan hareketle bir insan sıfırdan inşa edilebilse bile yine de insanın ne olduğu sorusuna bir cevap verildiği iddia edilemez. Söylenemez, çünkü insanı meydana getiren bütün hücrelerin toplamı “ben kimim?” sorusuna bir cevap teşkil etmez. Bu durumda ancak “insan şu kadar hücreye sahiptir” denebilir ki buradaki nispetin bir tarafı olan “ben” yine de meçhul olarak kalmaya devam eder. Onun hakikatine başka bir yöntemle ulaşmaya çalışmak gerekir, mikroskop veya benzeri tecrübî şeylerle değil! Dolayısıyla akıllı insan nefes alıp vermeye ne kadar ihtiyaç duyuyorsa aynı şekilde metafiziğe de ihtiyaç duymaktadır. Çünkü “varlık nedir?”, “ben kimim”, “nerden geliyorum yani başlangıç
nedir?”, “nereye gidiyorum yani son nedir?”, “zorunluluk nedir?”, “imkân nedir?”, “ben özgür müyüm yoksa mecbur mu?”, “eğer özgürsem bu özgürlüğüm zorunluluktan mı kaynaklanıyor yoksa bu da ihtiyari mi?” ve benzeri pek çok hayati sorular birer metafizik meseledir ve insan türü bu tür sorulara makul cevaplar vermeden hayatına devam edemez. Bütün felsefe tarihinin bu temel sorulara makul ve gerekçelendirilebilir birer cevap bulma çaba ve gayreti olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunlar anlam arayışındaki akıllı varlık olan insanın görmezlikten gelemeyeceği temel meselelerdir. Bu yüzden de her türlü felsefi ve metafizik sistemin varlık sebeplerini oluştururlar. Başka bir deyişle eğer insan bu tür soruların cevabının peşinde koşmuyor olsaydı veya bunlarsız da hayatına devam edebilseydi, bugün adına felsefe veya metafizik dediğimiz bir şey de hiçbir şekilde var olmayacaktı. Şu halde asıl mesele felsefe veya metafiziğin ne olduğu veya ne yapmaya çalıştığıyla ilgilidir. Felsefe yapmakla teberrüz etmiş gerçek bir filozofun yapacağı şey, bu temel sorulara verilen cevapları akıl kıstasına vurarak bunlardan hangilerinin makul ve hangilerinin de hayal ve vehmin ürünü olduğunu ortaya koymak olacaktır. Bu yüzden eğer bizler çok genel olarak felsefe ve filozofun ne yaptığını veya yapmaya çalıştığını bilirsek “İslam felsefesi nedir?” sorusuna karşı da daha makul ve savunulabilir bir cevap verebiliriz. Başka bir deyişle buradan hareketle bu soru bizler için anlamlı ve anlamlı olduğu ölçüde de cevap verilebilir bir hal alacaktır. Acaba “İslam felsefesi” derken metafizik olan bir felsefeye mi yoksa ahlak felsefesi, hukuk felsefesi veya bilim felsefesi gibi ikincil felsefe yapma tarzlarına mı göndermede bulunuyoruz? Cevap verilmesi gereken ilk soru işte budur. Bu İslam’ın bir din olarak belirleyici ve etkin mi yoksa pasif ve belirlenen mi olduğu sorusunun da cevabı olacaktır. Çünkü birinci durumda İslam’dan hareketle ortaya farklı felsefi sistemler konabilecekken, ikincisinde ise İslam’ın kendisi felsefenin konusu haline gelmekte ve nihayetinde elde edilen ise herhangi bir din felsefesinden başka bir şey olmamaktadır. “İslam felsefesi” terkibini gramer açısından ele alacak olursak bunun bir isim tamlaması değil bir sıfat tamlaması olduğunu söylemek gerekir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
61
Arapça karşılığı “el-felsefet’ül İslamiyye” olan bu terkip bir sıfat tamlamasıdır ve bu yüzden de doğrudan yapılan felsefenin mahiyetinin İslami olduğuna göndermede bulunmaktadır. Dolayısıyla “İslam felsefesi” eğer varsa ahlak felsefesi veya bilim felsefesi gibi ikincil bir felsefeye tekabül etmemektedir. Bu üzerinde ahlak, hukuk ve bilim felsefeleri yapılabilecek bir metafizik zemin ve imkâna tekabül etmektedir. Başka bir deyişle “İslam felsefesi” tamlaması bir din olarak İslam’ın felsefesini değil ki bu durumda salt bir din felsefesi olurdu, İslam’ın sunduğu ontolojik, epistemolojik ve değerler alanındaki imkânlardan hareketle Müslüman düşünürler tarafından ortaya konmuş olan Felsefi, kelami ve irfani düşünce ve ekollere göndermede bulunmaktadır. İslam felsefesinin bin yıldan fazla bir geçmişi bulunmaktadır. Aristo ve Yunan felsefesi kelimenin gerçek anlamıyla nasıl felsefeyse İslam felsefesi de aynı ölçüde felsefedir. Çünkü felsefe esasında insanın varlık ve hakikatle konuşma biçimine tekabül etmektedir. Aristo bu konuşmayı nasıl Yunan kültürüne göre yapmışsa, Müslüman düşünür ve filozoflar da bunu İslamca veya İslam’a göre yapmış ve bu yüzden de sonuçta ortaya çıkan “İslam felsefesi” olarak adlandırılmıştır. İşte bu yüzden aralarında bulunan farklılıklara rağmen hem Aristo’nun yaptığı hem de İbn Sina, Farabi ve Gazali’nin yaptıkları felsefedir. Tıpkı farklı gelenek ve kültürlerden beslenen sanatın bütün farklılıklara rağmen sanat olmakta ortak olmaları gibi. Bu açıdan felsefe tıpkı sanata benzemektedir. Müslüman filozofların, Yunan ve diğer kadim gelenek ve kültürlerin felsefi ve bilimsel birikimini okuduklarını biliyoruz. Ancak onlar bunun yanında başka bir şeyi daha okumuşlardır. Bu da benliklerini ve bir bütün olarak evrene bakış açılarını belirleyen vahiy yani İslam’dır. İşte Müslüman filozoflar diğer felsefi gelenekleri böyle bir zihinle okudular ve sonunda varlıkla ilişkiye girerek insanın hayatını devam ettirebilmek için gerekli olan cevapları bulmaya çalıştılar. Günümüzde adına İslam felsefesi denen şey, işte bu çabanın sonuncunda ortaya çıkmıştır. Ve böyle bir adlandırmayı da sonuna kadar hak etmektedir. İslam felsefesinin mahiyetini veya ne olduğunun cevabını, felsefi sistemlere kaynaklık eden metafiziksel sorularda arayanlar yanılmaktadır. Zira insanın insan olmasından kaynaklanan
62
anlam arayışına tekabül eden bu tür sorular, üç aşağı beş yukarı bütün gelenek ve kültürlerde aynıdır. Bu yüzden eğer mümkünse, felsefenin İslamiliği sorularda değil cevaplarda aranmalıdır. Mesele hem Aristo hem de İbn Sina “Tanrı nedir?” sorusunu sormaktadır. Bu soru ikisinde de aynı şekilde ortaya konmuştur. Çünkü bu başlangıcın ne ve nasıl olduğuyla ilgili temel bir sorudur. Ancak ikisinin bu soruya verdiği cevaplar arasında yerden göğe kadar fark bulunmaktadır. İşte bu farklılığın kaynağı nedir diye sorduğumuzda aldığımız cevap bize İslamiliğin neye tekabül ettiğini gösterecektir. Hem Aristo hem de İbn Sina aynı yöntemi kullanarak bu soruya cevap vermeye çalıştıklarına göre bu farklılığın başka bir yerde aranması gerekir. Nasıl oldu da Aristo’nun pasif ve atıl ilkesi olan “Tanrı”, İbn Sina’da dinamik ve her şeyi belirleyen bir varlık ve ilkeye dönüştü. Bu tür örnekleri artırmak mümkün olsa da şimdilik bu kadarıyla iktifa ediyoruz.
İslam Felsefesi; Mümkün Mü Değil Mi? Burada Müslümanların yaptığı felsefeden eğer mümkünse “İslam felsefesine” geçmenin objektif felsefi zemininin ne olabileceği üzerine biraz akıl yürütmek istiyoruz. Çünkü bu ikisinin birbirinden çok farklı olduğu ortadadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Müslümanlar tarafından yapılan bir felsefenin varlığından kimse şüphe etmemektedir. Var olan özgünlük tartışmalarına rağmen bundan batılılar da herhangi bir şüphe duymamaktadır. Onlar sadece Müslümanlar tarafından yapılan felsefenin Kadim Yunan’ın bir devamı olduğu iddiasındadır. Dolayısıyla biz “İslam felsefesi” mümkün müdür derken ortada yapılmış bir felsefe olup olmadığını değil, yapılmış olan bu felsefenin hangi şartlarda gerçek anlamda “İslami” olarak adlandırılabileceğini tartışmak istiyoruz. “İslam felsefesi; mümkün müdür değil midir?” sorusuna verilecek cevap nasıl bir ontoloji, epistemoloji ve değerler anlayışına sahip olduğumuzla doğrudan ilişkilidir. Mesela bu üç alanda da bir şekilde önceden belirlenmiş şeyleri esas alarak felsefe yapılması gerektiğini savunuyorsak, sonuçta elde edilecek şeye İslami veya başka bir sıfatın getirilemeyeceği çok açıktır. Ayrıntılara geçmeden önce İslami sıfatının nerde devreye girdiğine veya girebileceğine dair bir açıklama yapmak da
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
oldukça faydalı olacaktır. Yukarıda yaptığımız üçlü tasnifi yani; ontoloji, epistemoloji ve değerler alanlarını esas alacak olursak bunlardan hangisinin “İslami” sıfatını alabileceğini belirlemek gerekir. Açıktır ki mutlak anlamıyla ontolojinin yani bizden bağımsız olarak var olan varlıklar âleminin İslami veya gayri İslamiliğinden bahsedilemez. Bu açıdan bir şey ya vardır ya da yoktur. Bunların dışında bir sıfat alabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla İslamilik eğer mümkünse epistemoloji ve değerler alanında devreye girebilecektir. Bu iki alanda da İslamiliğin mümkün olup olmadığını, ontoloji alanındaki tavrımız ve kabullerimiz belirleyecektir. Örneğin, Descartes’e kadar ki klasik felsefi paradigma açısından bizim bu yazıda kastettiğimiz anlamıyla bir İslamilikten bahsedilemez. Çünkü bu paradigmada felsefe varlık bilimden ibarettir. Başka bir deyişle felsefe bizden bağımsız olarak var olanların bizdeki bilgisinden ibarettir. Biz isteyelim ya da istemeyelim, bilelim ya da bilmeyelim şeyler vardır. Bizler onlar karşısında sadece bir ayna gibiyizdir. Onların önceden belirlenmiş mahiyetlerini zihnimizde yansıtabiliriz. Hepsi bu! Başka bir deyişle, bu felsefe yapma tekniği açısından insanın ne varlık âlemine ne de onun bilgisine hiçbir şekilde müdahil olabilmesi mümkün değildir. Bu yüzden klasik paradigma içinde yapılan felsefeye “İslam felsefesi” denmesi tamamen lafzidir ve bu felsefeyi yapanların Müslüman olduğundan başka bir anlama gelmemektedir. Bu diğer felsefeler gibi bir felsefedir ancak yapanlar Müslüman olduğu için bugün İslam felsefesi olarak adlandırılmasında herhangi bir sakınca görülmemektedir. Dolayısıyla bu tamlamanın gerçek bir kavram olabilmesi için yani felsefenin mahiyetine İslami sıfatını ekleyebilmemiz için klasik olandan farklı bir ontoloji, epistemoloji ve değerler anlayışına sahip olmamız gerekir. Çünkü İslamilik önce felsefe yapanın bir vasfı ve ikincil olarak da bu İslami öznenin ortaya koyduğu ontoloji, epistemoloji ve değerler anlayışının bir sıfatı olacaktır. Bu da ancak bu özne bu süreçlere kendisinden bir şeyler katabilirse mümkün olacaktır. Peki, felsefe yapan öznenin kendisinden bir şeyler katabildiği bir ontoloji, epistemoloji ve değerler anlayışı nasıl mümkün olabilir? İşte bu sorunun cevabı gerçek anlamda bir “İslam felsefesinin” olup olmadığını da ortaya
koyacaktır. Bu soru ne kadar önemliyse ona tatmin edici bir cevap verebilmek de o kadar zordur. Çünkü eğer bizler, felsefenin İslami ve benzeri sıfatlar alabileceğini kabul ediyorsak bu ister istemez tamlamadaki felsefenin sabit bir mahiyetinin olmadığını söylemek anlamına gelecektir. Bu tamlamadaki felsefe doğrudan metafiziğe tekabül ettiğine göre sonuç, metafiziğin cevabını aradığı soruların ayni karşılıklarının belirlenmiş birer mahiyetlerinin olmadığı olacaktır. Yani üzerinde spekülasyon yapılabilecek bir varlıklar alemi! İlk bakışta bu, oldukça tedirgin edici bir durum olarak görünmektedir. Ancak meseleyi derinlemesine ele aldığımızda, bu tedirginliğin yerini güçlü bir imkâna bıraktığı rahatlıkla görülecektir. Böyle bir belirsizliğin bize bir imkân olarak dönmesinin anlamı insanın ontoloji, bilgi ve değer üretimine aktif katılımı olacaktır. İşte “İslam felsefesi” var mıdır, yok mudur veya mümkün müdür, değil midir gibi sorular ancak insanın bilgi ve değer üretimine bu aktif katılımı felsefi olarak gösterilebildikten sonra anlamlı hale gelecektir. Dolayısıyla mezkûr sorumuz açısından ilk yapılması gereken insandan bağımsız bir ontoloji, epistemoloji ve değerler sisteminin olamayacağının gösterilmesi olacaktır. Bu yapıldıktan sonra İslami vasfını alan bir felsefenin mümkün olduğunu göstermek hiç de zor olmayacaktır. Peki, böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Yani kaynağı insan olacak olan bir ontoloji, epistemoloji ve değerler sistemi nasıl ortaya konabilir? Dahası yapılsa bile böyle bir şey bizi peşinde olduğumuz hakikatten uzaklaştırıp göreceliliğin belirsizliğine düşürmez mi? Felsefi açıdan varlık âlemini iki şekilde tasavvur edebilmek mümkündür. Birinci tasavvura göre varlık âlemi mahiyetleri sabit olan şeylerden oluşmaktadır. Buna göre hakikat de bu sabit mahiyetlerin ne olduğunun bilinmesinden ibarettir. Yani insan bu sabit mahiyetleri bildiğinde peşinde olduğu hakikate de kavuşmuş olmaktadır. Böyle bir hakikat ve varlık anlayışı karşısında insanın tamamen pasif olduğu çok açıktır. Burada insan bir ayna gibi karşısında bulunan şeyi yansıtmakta ve bunun dışında herhangi bir işlev ve etkisi bulunmamaktadır. Bu evren ontolojik olarak illiyet ilkesinden kaynaklanan zorunluluk kategorisinin egemenliği altındadır. Bu zorunluluk, insanın bilme aktivitesini de hâkimiyeti altına almakta ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
63
İkinci tasavvura göre ise evren, üzerine farklı resimler çizilebilecek boş bir kâğıt veya kara tahta gibidir. Boş bir tuvale benzeyen bu evren üzerine birbirinden farklı tasarımlar yani ontolojik, epistemolojik ve değersel sistemler çizebilmek mümkündür. Burada bilgi dış âlemde bulunan sabit mahiyetlerin insan zihnindeki yansıması değil, evrenle insan arasındaki işbirliğinden oluşan bir açıklama ve tasarımdır. Dış âlem sabit mahiyetler yerine kavranmayı ve adlandırılmayı bekleyen etkinlikler toplamından oluşmakta ve bunlar da bir özne olarak bizden ne olup bittiğine dair felsefi ve bilimsel teoriler üretilmesini talep etmektedir. Başka bir ifadeyle dış âlemde tarafımızdan kavranmayı bekleyen bir etkinlik ve faaliyet bulunmaktadır. Burada kavranmak adlandırılmakla yani var olunmakla veya varlığa çıkmakla aynı anlama gelmektedir. Böyle bir evren tasavvurunda asıl olan zorunluluk değil süreklilik kategorisidir. Bunun sonucu olarak epistemolojiye egemen olan temel kategori de mutabakat değil tutarlılıktır. Yani etkinlikler bütünü olarak evren, bizden tutarlı olacak açıklamalar yapmamızı istemektedir. Böyle bir evrende felsefe yapan insan hem bilginin hem de değerlerin oluşmasına aktif olarak katılmaktadır. Burada evrenle insan arasında adeta bir işbirliği bulunmaktadır. Ne evren tarafından insana ne de insan tarafından evrene tek taraflı herhangi bir dayatma yapılmamaktadır. Bunun yerine ikisi arasında gerçekleşen işbirliği sonucu ortaya ontoloji, epistemoloji ve değerler sistemi veya sistemleri çıkmaktadır. İşte “İslam felsefesi” ancak bu ikinci evren tasavvurunda mümkün olabilir. Ontolojik ve epistemolojik olarak zorunluluk ve mutabakat kategorilerinin egemen olduğu birinci tasavvurda gerçek anlamıyla İslam felsefesinden bahsedebilmek mümkün değildir. Çünkü böyle bir evren tasavvurunda felsefi özne olarak insanın herhangi bir etkinliği söz konusu değildir. Ancak imkân, süreklilik ve tutarlılık kategorilerinin egemen olduğu bir
64
evren tasavvurunda, insanın bir etken ve belirleyici olarak bilgi ve değer üretme sürecine katılması mümkün hale gelmektedir. İşte tam bu noktada felsefe yapanın kim olduğu, nasıl bir inanca sahip olduğu ve ne gibi aksiyomatik doğrulardan hareketle felsefe yaptığı sorusu bütün hayatiyetiyle ortaya çıkmaktadır. Kısaca zorunluluk kategorisinden süreklilik kategorisine, mutabakattan tutarlılığa ve vacip kavramından mümkün ve imkân kavramlarına geçilmedikçe gerçek anlamıyla bir “İslam felsefesinden” bahsedebilmek mümkün değildir. İşte kanaatimizce bunlar bir İslam felsefesini mümkün kılacak felsefi zemini oluşturacak temel unsurlardır. Ve böyle bir dönüşüm gerçekleşmedikçe İslam felsefesinden bahsedebilmek de hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır. Bu da klasik olandan farklı olan bir ontoloji, epistemoloji ve değerler anlayışına geçilmesi gerektiği anlamına gelmektedir. İşte bu noktaya ulaşınca, karşımıza çıkan bir diğer temel soru da şudur; acaba Müslümanlar tarafından bugüne kadar böyle bir şey yapıldı mı, yoksa yapılmadı mı? İşte cevabı verilmesi gereken üçüncü önemli soru budur. Bu da inşallah başka bir yazının konusunu oluşturacaktır.
www.islamiyorum.com
mutabakat kategorisiyle insan bilgisini aslında beşeri olmaktan çıkarmaktadır. Böyle bir evrende yapılacak felsefenin dolayısıyla ortaya konacak ontoloji, epistemoloji ve değerler sisteminin hiçbir şekilde İslami veya başka bir sıfatı alamayacağı çok açıktır. Burada ancak bu sistemlerin doğruluğundan veya yanlışlığından bahsedilebilir, ama hiçbir şekilde İslamiliğinden bahsedilemez.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Araştırma - İnceleme
Geleneksel İslam’dan Kendi içinde Bir Amacı Olan İslam’a Muhsin KEDİVER İslami Yorum İçin Çeviren:
Fatih Peyma
Bu makale 2011 yılında “Die Welt des Islams” (Sayı 51) isimli İslami bir akademik dergide yayınlanmıştır.
İran’da dini düşüncenin
uzakmışız gibi algılanıyor. “En iyi şartlar
gelişimi özellikle son
Peygamber’in dönemine ait olanlardır ve imanın
yüzyılda büyük bir artış
dirilişinin o ilk baştaki şartların, ihtiyaçların ve
göstermiştir. Bu, İslam’ın
çerçevenin yeniden yapılandırılmasından başka
geleneksel görüşünden
bir anlamı yoktur’’deniliyor.
“kendi içinde bir amaç’’ olan bir İslami görüşe geçiş olarak da yorumlanabilir. Geleneksel İslam derken, İslam düşüncesi için sabit, kutsal ve idealleştirmiş bir çerçeve olarak vahyin indiği dönemin zamanını, yerini ve kendine has özel şartların ihtiyaçlarını ve o kültürünün egemenliğini kastediyorum. İslam’ın gerçek
Diğer yandan, “kendi içinde bir amaç olan İslam’’, içinde dinin ortaya çıktığı çağın geçici ve çevresel şartları görmezden gelerek, dindarlığı, vahyin hedeflerinin ve din ruhunun bilinmesi ve gerçekleşmesi yoluyla ele alınması gerektiğini savunur. Bu görüşe bağlı olarak, İslam’ın ruhu ve vahyin amacı ve hedefi ile teorik ve pratik olarak uyuşma, dindar olmanın kıstasıdır. Ve bu, vahyin indiği dönemin özel geçici ve
şekli ve görüntüsü, vahyin indiği dönemdeki
çevresel şekillerine ve yüzeyselliklerine tam bir
görüntüsü ve şekliymiş gibi düşünülüyor ve
riayetle gerçekleşecek bir şey değildir. İslam
ne kadar, o kutsal geçmişten ve o tarihsel
yağmur kadar durudur, tarih yatağında ve
şartlardan uzaksak o kadar gerçek İslam’dan
çeşitli topraklarda akıp gittikçe elbette aldığı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
65
bu unsurların çoğu, vahyin indiği dönemi ve
ile başladı. Bu uyuşmamanın alanı yavaş
zamana ait unsurlar olsa da çeşitli geleneklerin
yavaş genişledi. İslam’ın, etki-kontrol alanları
kokusunu, tadını, rengini almıştır.
arasında, bu uyuşmazlıklar etik, fazilet, iman,
İmanın asıl idrakine ulaşmak ve onun emirlerini farklı zamanların ve çevrelerin çeşitli etkileşimlerinden arındırmak için, din âlimleri ve İslam bilimiyle uğraşanlar tarafından müşterek çabalar olmuştur. Başka bir deyişle bu kişiler, imanın ebedi kıstaslarını ve büyük hedeflerini gerçekleştirmek için geçici meseleleri terk ederek ve meselenin özünün kaybolduğu, sadece şekillerin ve görünüşlerin kaldığı emirler sınıfından ve imanın yüce hedeflerine artık
fıkıhta ve İslam’ın pratik emirleri içinde artış gösterdi. Modernitenin meyveleri ve yeni medeniyetin ortaya koyduğu şeyler yavaş yavaş çağın ortak kullanımına dönüştüğünde ya da daha teknik tabirle bu çağın Akil İnsanların Uygulamalarına (sırat’ul-ukala) dönüştüğünde ve bazı dini ifadeler bu metotla ve bazı dini ifadelerle çelişmeye başladığında, bu sorun daha da ciddi boyutlara ulaştı.
hizmet etmeyen anlamsız şekillerden İslam’ı
Dindarların ilk reaksiyonu yeni sorunlara ve
arındırarak dinin özüne, içeriğine ve hedefi
kıstaslara saldırmak oldu. Modernite, dinin
üzerine vurgu yapmışlardır.
temelini yok etmek için yapılandırılmış organize
Toplumumuzda, İslam bilimiyle uğraşanların ve dini çalışmaların artması bununla uyum içindedir, bu gelişme ve tamamlama süreci dindarlığın lehinedir. Bu, dinin faaliyet alanını/ kapsamını azaltıyor gibi görünse de o aslında büyük oranda dinin gerçek alanına yaklaştıkça onu derinleştirmektedir ve günümüzün şaşkın insanoğlu, bu dindar düşüncelerin derinliğinde onun kaybettiği şeyi aramaktadır. Din, muhtelif ve entelektüel meselelere ne kadar dalarsa onun gerçekliği, etkinliği, alanı ve ondan beklenen şey, o kadar daha iyi ve o kadar kesin bir şekilde ayırt edilmiş olur.
bir çaba ve şeytani bir komplo olarak algılandı ve moderniteye karşı ülkenin kapılarını kapamak dini bir görev olarak görüldü. Fakat bu “cephe alma olayı’’ arttıkça, bu selin bir taş parçasıyla engellenemeyeceği açıklık kazandı ve artık başka bir çözüm yolu bulmak gerekli hale gelmişti. Başka bir grup, bambaşka bir tefrite yöneldi ve tamamen teslim bayrağı çekip moderniteye kayıtsız şartsız teslim olmadaki refahı fark etti ve bunun akabinde dini, insan hayatının en gizli köşelerine, kapalı kapılar ardına hapsetti. Bunlar, aşırı derecede statü ve imaj değiştirmeye dalıp hiçbir zaman ilerlemenin-gelişimin özüne ulaşamadılar.
Bu arada modernite bir dönüm noktasındadır. Müslümanların modernite ile karşılaşmalarından önce (ki toplumumuzda ilk kez anayasal hareketle beraber ortaya çıkmıştır) dindar insanlar dindarlıklarıyla alakalı bazı zorluklar yaşamışlardır. Başka bir deyişle onlar inançlarını, ahlak kurallarını, dini kanunlarını ve şeriatı sorunsuz olarak görmüşler ve muhtelif sorunlarla karşılaşırken herhangi bir zorluk yaşamamışlardır. Modernitenin ortaya çıkıp dünyanın modernleşmesi nedeniyle ve yeni çağın söylem ve kıstasları ile Müslümanların tedrici tanışıklığıyla beraber, modernite ve dindarlık arasındaki ilişki günümüz Müslümanların en önemli sorunlarından biri
66
İslam inancında olduğundan daha çok şeriatta,
Bu iki aşırı eğilimden uzak durarak, bir insanın ne moderniteden kaçabileceğine ne de dinden ve gelenekten vazgeçilebileceğine inanan gerçek dindarlarda vardı kuşkusuz. Burada şu soruya cevap bulmak gerekmektedir. Bir insan nasıl hem İslami geleneği muhafaza edip hem de modernite çağında yaşamını idame ettirebilir? Bu türden sorulara önemli cevaplar verilmiştir. Bu cevaplar modern çağın ihtiyaçlarına İslam’ın nasıl cevap vermesi gerektiği ile ilgili sorunun çözümünde dindar âlimler tarafından yapılan büyük çabaların en önemli göstergeleri olmuştur. Bu cevaplar güçlü ve ikna edici değildir, yine de bunlar bu mesele ile ilişkin
olmuştur.
olarak dini âlimlerin konuyla ne kadar alakalı
Problem yeni medeniyetin meydana
Biz burada tartışmamızı İranlı Müslümanlar
getirdikleriyle, kesin dini ifadelerin uyuşmaması
tarafından verilmiş cevaplarla sınırlı tutacağız.
olduklarını göstermesi bakımından önemlidir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Bu düşünürler çoğunlukla şeriatın kapsamı
Birinci kategori, her zaman ve her yerde insan
içerisinde din ve modernite arasında bulunan
hayatının menfaatlerini-ihtiyaçlarını koruyan
uyuşmazlıkları; az da olsa iman ve inanç, fazilet
kanunlar. İnsanın Allah’a karşı ibadetini kuşatan
ve etik alanındaki uyuşmazlıkları saptamışlardır.
türden kanunlar. Bazı inançlar ya da insanların daima
Ortaya koydukları çözümler, bir yandan şeriatın
uygulama ihtiyacı duydukları sosyal yaşam ve hayatın
ya da fıkhın ya da İslam’ın uygulamalı emirlerini
ihtiyaçlarını koruma, evlilik, barınma, yiyecek gibi
ve diğer bir yandan da modern dünyanın alanı
insan hayatının prensipleriyle alakalı olan kanunlar.
arasında çelişkileri çözme yönünde olmuştur. Günümüz İran’ında, Müslüman âlimlerin saptadıkları en önemli çözümler üç bakış açısı altında sınıflandırılabilir. Bu, üç bakış açısı şunlardır: “Sabit ve değişken’’bakış açısı, “maslahatfıkhı’’ bakış açısı ve kendi içinde bir amaç olarak İslam’ın bakış açısıdır.
Birinci Bakış Açısı: Sabit ve Değişken “Sabit ve değişken’’ geçmiş yüzyılın en popüler bakış açısıdır. Bu bakış açısına göre, İslami emir olarak bilinen emirler iki çeşide sahiptir: Sabit ve değişken. Sabit emirler değişmez ve sonsuzdur ve şeriat metinlerini şekillendirir. Değişken emirler sınırlıdır, zuhur ettikleri zamanın ihtiyaçları tarafından yönetilirler ve geçicidirler. Sabit emirler vahiy olarak Allah tarafından bize gelen emirlerdir, fakat değişken emirler yani sabit emirlerin etkisi altındaki insanlar tarafından ortaya atılmış olan emirler, dini toplum içerisinde mecburi olmasına rağmen dini metinlerin parçası olarak düşünülmezler. Âlimler değişken emirleri ortaya koyanlar ve yasallaştıranlar hakkında iki görüşe sahiptirler.
İkinci kategori, geçici ya da yerel ya da özel karaktere sahip olan emirler ve kurallar. Yaşam tarzındaki farklılıklarla alakalı olan emirler ve kurallar. Elbette, bu emirler değişkendir ve toplumun özelliklerinin değişimi, şehirleşme, sosyal değişimin ve uygarlaşmanın tedrici gelişimiyle ya da yeni yeni yaşam şekillerinin ortaya çıkıp eskisinin terk edildiği durumlarla beraber değişebilir. Böylece İslam kuralları sabit ve değişken olarak iki bölüme ayrılabilir; birincisi (ki sağlam bir şekilde insanlığın hilkati ve bu hilkatin belli başlı özelliklerine dayanmaktadır) İslam inancı ya da şeriattır ve insan refahına yol gösteren bir ışıktır.“Sen yüzünü hanif olarak dine çevir. Allah’ın insanları yaratmış olduğu fıtrata ki onda bir değişiklik bulamazsın.” (Rum, 30/30) Bu arada, değişebilir kurallardan oluşan ve muhtelif geçici ve çevresel ihtiyaçlarla uygunluk içinde değişiklik gösterebilen ikinci kısım, siyasal iktidarın ya da diğer bir ifadeyle devlet başkanlığının (velayet-i amme) bir belirtisi olarak, Peygamber’in, onun haleflerinin ve onun atadıklarının görüşüne bağlıdır ve zamanın ve çevrenin ihtiyaçları göz önünde alınarak sabit dini kurallar ışığında belirleneceği ve uygulanacağı dikkatlerden kaçmamalıdır. Açıktır ki bu kurallar ilahi emirler ve şeriat olarak bilinmezler ve
Görüş 1: Dini Liderler, Değişken Emirlerin Kanun Koyucularıdır İlk görüşe göre, merhum Allame Muhammet Hüseyin Tabatabai (1892-1981) ve onun
dini ıstılahta din olarak adlandırılmazlar.
“Ey İnananlar! Allah’a itaat edin, Peygamber’e ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin.’’(4-59) İslam’da bu türden
takipçileri değişken emirleri belirleme
emirler ve kurallar durumunda, bizler burada
görevinin bir İslam toplumundaki dini liderin
’’idarecinin öncelikleri’’ adıyla anacağımız bir
sorumluluğunda olduğunu savunmuşlardır.
ilkeye sahibiz.
Velayet-i Fakih teorisine göre, İslam’a ait değişken emirler kesinlikle Müslümanların ihtiyaçlarına ve menfaatlerine hizmet etmek için belirlenmiş resmi ve yasalara dayalı emirlerdir. El-Mizan’ın yazarı Tabatabai’ye göre İslami kanunlar ve emirler iki belirgin kategoriye ayrılırlar:
Bu, toplumun ihtiyaçlarını giderirken İslam’ın sabit kurallarını terk etmeden ve çiğnemeden, her zaman ve her yerde insanların değişen ihtiyaçlarına cevap veren bir ilkedir. İslami bakış açısına göre görev verilmiş bir dini lider (Ayetullah) kendi hareket alanı içinde kurallar koyabilir, genel velayeti ve İslam
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
67
toplumunun düşünce yapısını yönetebilir ve her bireyin duygularına ve iradesine odaklanan siyasal iktidarı (vilayet-i amme) göz önünde tutarak kamu hayatını ilgilendiren alanlarda değişiklikler yapabilir. Kısaca, toplumun sosyal yaşamında ilerleme için faydalı olacak ve Müslümanların ve İslam’ın menfaatine sonuçlanacak her yeni kural dini liderin otoritesi dâhilindedir ve bu türden kuralları belirlemede ve onları uygulamada hiç bir yasak yoktur. Elbette, bu türden kuralların uygulanması mecburidir ve aynı zamanda görevi onları belirlemek ve uygulamak olan dini lidere uyulması da zorunludur, ama buna rağmen Onlar İslam’ın ve ilahi emrin bir parçası olarak düşünülmezler. Bu türden kuralların meşruluğu doğal olarak onları gerekli yapan ve onları meydana getiren ihtiyaçtan dolayıdır. Bu menfaat ortadan kaybolur kaybolmaz bu
a. İnsanlığın değişken ve çevresel menfaatlerini korumaları. b. Değişken, geçici ve iptal edilebilir olmaları. c. Sabit dini kurallar ışığında ve geçici menfaatleri/ihtiyaçları göz önüne alarak dini lider tarafından iptal edilmiş, belirlenmiş ve açıklanmıştır. d. İslam’da mecburi olmalarına rağmen, şeriat ya da ilahi emirler olarak görülmezler. Sabit ve değişken bakış açısının yorumu aşağıdaki sorularla karşı karşıyadır: 1- Kur’an’daki ve sünnetteki bütün şeriat emirleri sabit emirler olarak mı görülmelidir? 2- Eğer Peygamber ve on iki imam tarafından
kurallarda ortadan kaybolur.
belirlenmiş emirler arasında aynı zamanda
Dini lider, halka eski emrin ortadan
kıstasa göre değişken emirden sabit emri ayırt
kaybolduğunu ve o emrin halefinin ortaya
edecektir?
değişken emirler varsa, bir insan hangi
çıktığını ve eski emri sildiğini bildirir. Fakat şeriat metnini şekillendiren ilahi emirler sabittir ve sonsuza kadar sabit kalacaktır ve Ayetullahdâhil hiç kimsenin geçici ihtiyaçlar yüzünden onları değiştirmeye ya da iptal etmeye hakkı yoktur. Sabit ve değişken hakkında Tabatai’nin yorumunun bakış açısı aşağıdaki gibi açıklanabilir:
3- Eğer İslam inancı sabit emirlerle sınırlıysa ve değişken emirler, mecburi olmalarına rağmen, şeriatın ve ilahi emirlerin bir parçası olarak görülmüyorsa, nasıl ikinci sınıfa ait değişken emirler İslami kurallar olarak görülebilir? 4- Değişken emirlerin siyaseti, kıstasları ve sınırlandırmaları nelerdir ve dini lider nasıl bir kıstasa göre onları belirleyecektir?
1- İslami emirler, kanunlar ve kurallar iki belirgin sınıfa ayrılabilir. 2- Birinci sınıfın özellikleri şunlardan oluşur: a. İnsan türünün yaşam menfaatlerini/ ihtiyaçlarını korumak. b. Sabit ve değişmez olmak ve ortadan kaldırılması imkânsız olmak. c. Kanun koyucu (Şari) tarafından konulur. Yani ya Allah tarafından Peygamber’e vahyedilmiş olmalıdır yaPeygamber tarafından ya da Peygamber tarafından konulduğunu bildiren 12 imam tarafından konulmuş olmalıdır. d. İslam inancının ve şeriatın hedefi özellikle bu sınıftaki emirlerdir. 3- İkinci sınıf kuralların özellikleri şunlardır:
68
İkinci Görüş: Değişken Emirleri Milletvekilleri Belirler Birinci bakış açısı hakkındaki ikinci görüşe göre, belli başlı şartlara bağlı olarak emirler ortaya koymak, milletvekillerinin sorumluluğudur. Burada bu bakış açısının iki yorumu vardır.
Birinci Yorum: Ayetlerle Sabit Olmayan (Gayr el-Mansus) Emirler Birinci yorumda, Mirza Muhammed Hüseyin Naini’ye(1861-1936) göre değişken emirler kesinlikle ayetlerle sabit olmayan emirlerdir, zamanın ve menfaatlerin ihtiyacına ve istişare ilkesine göre bağlı olan bu emirleri belirleme görevi mecliste milletvekillerine emanet
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
edilebilir. Onun düşüncesine göre, şeriata
tarafından gelen uygulamalar da bu ikinci sınıfı
uymak, sabit ve mansus emirlerle sınırlıdır.
gerekli hale getirmiştir.
Naini“Tenbihel-ÜmmetveTenzihel-Millet’’ adlı
Dördüncü: Genel siyasetin büyük bir kısmı
kitabında şöyle demektedir:
ikinci sınıfa aittir ve 12. imamın ve onun
Ülkeyi, sistemi ve ümmeti ilgilendiren konuları korumaya dair görevler, ister insani görevlere dair temel emirler içinde yer alan asıl/birincil görevler olsun ister sabit emirleri ihlal edenlerin cezalandırılmasını kapsayan ikinci derecedeki görevler olsun iki çeşitten daha fazla konuyla alakalı değildir. Onlar ya mansusdur (ki uygulamaya dayalı yükümlülük kesin olarak belirlenmiştir ve emrin şeriattaki yeri sabittir) ya da mansus değillerdir (ki uygulamaya dayalı yükümlülük belirli değildir ve kesin bir kıstas altında bulunmadığından velayetinin tercihine ve takdirine bırakılmıştır. Şu açıktır ki birinci sınıf, çeşitli zamanlarda ve mekânlarda değiştirilemediğinden ve kıyamet gününe kadar zorunlu olarak tasavvur edildiğinden ibadet olarak takip etmekten başka bir seçenek yoktur. İkinci sınıf ise zamanın ve çevrenin ihtiyaçlarıyla alakalıdır ve her çağda değişiklik gösterebilir. Sonuç olarak bu ilkeye dayanan siyasi kökenlerin aşağıdaki gibi olacağı gayet açıktır:
Birinci: Korunma ve dikkatle, şeriatla uyumlu hale getirilecek olan emirler ve kurallar mansus emirlerle sınırlı olacaklardır. Bu konunun ikinci sınıfla ilişkisi yoktur.
gaybubet-i Sugra ya da gaybubet -i Kübra vekillerinin ve onların idarelerinin velayeti ve onların uygulamaları konu başlığına dâhildir. Ve Şia istişare ilkesi bu nedenle şeriat kapsamında bulunmaktadır ve mevcut şartlar altında iyiliği emredip kötülükten sakındırma ilkesi sorumluğuyla hareket etme görevi ve onun kabulünün askıya alınması ve yürürlüğe konulması İran Meclisi’ne aittir. Daha önceden de açıkladığımız gibi bu, milletvekillerinin tam bir yetkisiyle, imza ve yetki taşıyan herkesin izniyle olur ki onlar bu sayede şüpheleri ve eksiklikleri giderebilsinler, en uygun ve meşru olan şeye ulaşabilsinler. Beşinci: Genel siyasetle alakalı olarak ikinci sınıfın anlayışı çeşitli ihtiyaçları kabul ettiğinden şeriatta mansus olarak yer almamış fakat fikirleri otoriter olanların (yani dini liderlerin) tercihine ve düşüncesine emanet edilmiştir. Muhakkak ki bu sınıftan bahseden kanunlar çağlar boyunca halkın ihtiyaçlarını ve menfaatlerinin farklı bakış açılarını temsil edecektir. Süreklilik ve kesinlik kuralına dayanan, birinci sınıf gibi olmayacak, iptal ve değişiklikten kurtulamayacak ve muhtemelen değişecektir. Şimdiye kadar öyle görünüyor ki bu türden kanunlar ister istemez bu sınıf kanunlarının özelliği olduğu için ya iptal edilecek ya da değişecektir.
İkinci: Kur’an’a, sünnete dayanan istişare ilkesi ikinci sınıfa aittir ve daha önceden de ifade edildiği gibi birinci sınıf bu konunun dışındadır ve istişarenin kesinlikle bununla hiç bir ilişkisi yoktur.
Naini’nin sabit ve değişken hakkındaki fikirlerini şöyle özetleyebiliriz: 1-Siyasi emirler ve daha doğrusu bütün sosyal emirler iki türdendir:
Üçüncü: Nasıl Peygamber’in ve imamların yaşadıkları çağın ve hatta Peygamber (veliyiküll)tarafından tayin edilmiş idarecilerin ve yetkililerin uygulamaları ikinci sınıfı gerekli hale getirmişse, benzer şekilde de gaybubet döneminde “genel naiplerin’’(nüvvabı-ı amme)1idareleri ya da “yetki verilmişler’’ Nüvvab-ı Amme:Büyük Gaybet’in başlamasından bu
1
yana Masum İmamlar tarafından belirlenen genel kaideye göre hareket ederek naip olanlara da “Nuvvab-ı
a. Mansus emirler b. Mansus olmayan emirler 2- Mansus emirler: a. Sabittir ve değişmezler. b. İptal edilemezler. c. Fakihler tarafından açıklanabilirler. d. Pek çok siyasi emirler bu sınıfta Âmme” (Genel Naipler) denmektedir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
69
değildirler.
eğer bu emirleri belirlemede istişareye ihtiyaç varsa ve eğer bir insan onları fakih olmayan
3- İkinci sınıfaaitemirler: a. Mansus değildir. Yani onların özel bir kıstası yoktur ve şeriat metinlerinde belli bir standardı yoktur.
bir fakih olmasına ne lüzum vardır? 3-Bu emirleri dini lider yerine belirlemek ya da
b. Geçici ve çevresel menfaatleri ve ihtiyaçları takip ederler.
bu emirlerin sosyal düzen ile uyumlu olmasının
c. Değişkendirler, sonludurlar ve iptal edilebilirler.
şeriata göre uygulanması bir gereklilik midir?
rasyonel gerekliliğinden ayrı bir şey olarak
4- Eğer pek çok sosyal emir, mansus olmayan
d. Bu emirlerin statüsü İslami idarecinin sorumluluğudur.
emirler arasındaysa,bir insan nasıl ve ne anlama
e. Bu emirler ehil uzmanlarla istişareden sonra belirlenebilir.
şeylerden bahsedebilir?
f. Dini lider, mecliste bu emirleri belirleme görevini milletvekillerine devredebilir. g. Şeriatı bu sınıftan emirlerle uyumlu hale getirmek konu dışıdır ve yeri yoktur. h. Pek çok siyasi emirler bu sınıfa aittir. i. Bu emirler dini olarak mecburidir. Naini’nin yorumunu bir önceki yorumdan ayıran şeyler şunlardır:
dayanarak dini siyaset, dini hükümet vs. gibi
İkinci Yorum: İhtiyari Alanın Emirleri Seyyid Muhammed Bakır Sadr (1935-1980, Iraklı ama İran uleması üzerinde büyük bir etkisi olmuştur) ilk defa kendisinin ortaya koyduğu “ihtiyari alan” tabiriyle, değişken emirlerin şeriatta izin verilebilir konular alanıyla sınırlı olduğu görüşündedir. En son ortaya attığı görüşlerden birine göre , “kamu menfaatini
1- Sabit ve değişken arasındaki ilişki mansus
takip etmeye dayanan ihtiyari alanda emirler
olana ve olmayana bağlıdır.
belirlemek yasama meclisindeki milletvekillerin
2-Mansus olmayan emirleri belirlemede istişarenin gerekliliği.
sorumluluğu olmalı” demiştir. Bunun yanı sıra Sadr “milletvekilleri dine ilişkin tartışmalı konularda kanunlar yaparken, fakihlerden
3- Şeriatla mansus emirleri uyumlu hale getirme ihtiyacının gereksizliği.
oluşacak olan bir heyette sistemin refahına en çok uygun düşen görüşü (vekillerin görüşleri arasından) seçmelidir’’ demiştir. Sadr’a göre:
4- Mecliste vekillere mansus olmayan emirleri belirleme görevini teslim etmek.
“İslam şeriatı, Anayasanın ve ortak kuralların
5- Siyasi daha doğrusu sosyal olan pek çok emir
aşağıdaki belirtilen başlıklara dayanmaktadır.
mansus olmayan emirler sınıfındadır.
Bunlar;
Sabit ve değişken bakış açısının Naini açısından yorumu ile alakalı olarak aşağıdaki sorular gündeme gelmektedir:
kaynağıdır. Çünkü konulmuş bütün kanunlar,
1-Şeriatın sabit emirleri ki bu emirler üzerinde fakihler arasında hiç bir ihtilaf yoktur. Onlar kanun metninde yazsa da yazmasa da Anayasanın sürekli parçasıdır. Bu gruptaki
1- Bir insan bütün mansus emirleri sabit ve
emirler, sosyal hayattaki ilişkilerine bağlı olarak
silinmez olarak düşünebilir mi? Peygamber
kanun metnini kapsasalar da kapsamasalar da
ve imamlar tarafından konulmuş değişken
anayasanın sürekli parçası içinde yer alır.
bir emrin mansus emirler arasında bulunması mümkün değil midir?
70
vekillere emanet edecekse o zaman dini liderin
2-Müçtehitler arasında sürekli ihtilafa açık olan, bu yüzden şeriat çatısı altında onlar hakkında
2- İkinci sınıf emirler şeriat bağlamında özel
tek bir ortak görüş olmayan ve bu nedenle
bir kıstasa sahip değilse, eğer onları şeriat ile
dönüşümlerin makul olduğu sürekli emirler.
uyumlu hale getirmek gereksiz ve konu dışı ise,
Yasama kurulu, halkın ihtiyaçlarını göz önünde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tutarak, bu sayısız görüş arasından en uygun
2-Tartışılan “sürekli mansus emirler”
alternatifi seçmekle mükelleftir.
arasından kamu menfaatine uygun olan emrin
3-İçinde hiçbir yasak ve zorunluluk emrinin Allah tarafından ortaya konulmadığı alan ve
milletvekilleri tarafından belirlenmesini kabul etmek.
içinde görüş seçeneğinin kanun koyucular
3-İhtiyari alandaki değişken emirlerin
tarafından yasal temsilcilere verildiği alan. Bu
belirlenmesini milletvekillerine devretmek.
alanın adı “ihtiyari alan’’dır. Kanun koyucular, kamu yararını gözeterek ve anayasaya tezat düşmeden, bu alanda zorunlu olan emirleri belirlemekle mükelleftir. Seyyid Muhammed Bakır Sadr’ınsabit ve değişken perspektif hakkındaki yorumunu şöyle özetleyebiliriz: 1-İslami kanunlar üç sınıfa ayrılır: a. Hiçbir tartışmaya maruz kalmayacak emirler. b. Fakihler arasında tartışmaya açık emirler. c. “İhtiyari alana ait emirler’’, şeriat altında yasaklamanın ya da yükümlülüğün hiç bir emrin olmadığı alan. 2-Fakihler arasında tartışmaya maruz kalmayan dini emirler sürekli olarak görülecek ve gerekli fıkhi zaruret alanında baki kabul edilecektir. 3-Tartışmalı dini emirlerde, emirler arasında kamu menfaatine en uygun olanını seçmek milletvekilin sorumluluğudur. Bu alanda, özel bir fakihin fetvasının (hatta o kişi en büyük müçtehit ya da dini lider olsun) uygulanması kanun için gerekli değildir. Bu emirler, aynı zamanda sürekli kabul edilirler. 4-Bu “ihtiyarialanda” karar vermek kanun koyucu (Şari) tarafından yasal temsilcilere devredilecektir. Milletvekilleri bu alanda mecburi emirleri saptamakla sorumludur ve milletvekillerinin sorumluluğu anaysa
4-VekillerkanunkoyarkenŞeriatı ihlal etme ihtimallerine karşın bir grup fakihin onları denetlemesi. Sadr’ınsabit ve değişken bakış açısı yorumu hakkında şu yorumlar gündeme gelmektedir: a. Bir insan hem tartışılan hem de tartışılmayan bütün “mansus emirleri’’ şeriat çatısı altında sabit ve değişmez olarak görebilir mi? Bu aynı “mansus emirler’’den bazılarının Peygamber ve imamlar tarafından bildirilmiş değişken emirler arasında olması mümkün değil midir? b. Eğer ihtiyari alanda, şeriat çatısı altında yasaklama ve zorunluluk emri yoksa, bir fakihin milletvekillerinin kararları üzerinde gözetimi ne anlama gelebilir? Naini ile aynı fikirde olan bir insan, milletvekilleri kararların şeriatla uygunluğunun yersiz ve saçma olduğunu savunamaz mı? c. İhtiyari alanda ve tartışmalı mansusemirler içinde kamu menfaatinin ne olduğunu belirlemenin şeriat ve dine göre bir kıstası olabilir mi?
Sabit ve Değişken Bakış Açısının Kritiği Her şeye rağmen, bir insan sabit ve değişken bakış açısının bu üç yorumunda enine boyuna ele alındığından şüphe edemez. Yine de, bu modele dair bu üç yorumun her birinde bazı sorunlar bulunmaktadır:
çerçevesinde ve kamu menfaatine uyumlu
1-Birinci yorumdadeğişken emirlerin
hareket etmesi gerekmektedir. Şu açıktır ki
neolduğunubelirlemedehiçbir kıstas sunulmuyor.
bu alanın emirleri değişken olarak kabul
Aynı zamanda diğer yorumda da bütün mansus
edilecektir.
emirlerin neden sabit olduğu belirtilmemiş.
Aşağıdaki noktalar Sadr’ın görüşlerini Naini’den
geçici ve değişken emirlere ne oldu?
Peygamberler ve imamlar tarafından bildirilmiş
ayıran hususlardır:
2-Dini emirlerin modernite ile uyuşmazlığının
1- “Sürekli mansus emirleri’’ tartışılan ve
zorluğu mansus ve sabitemirler alanındadır.
tartışılmayan diye ikiye ayırmak.
Bu sorun bu bakış açısında çözülmemiş
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
71
kalmaktadır.
hareket etmenin toplumu sadece çıkmaz sokağa
3-Eğer din ve şeriat sabit ve mansus emirlerle sınırlıysa, o zaman değişken
sokacağı ve medeniyetin çöküşüne sevk edeceği görüşünü savundu.
emirler ya da ihtiyari alanda olan emirler,
O, bu yüzden, zamanın ve mekânın karar
dini olarak düşünülemez ya da şeriata bağlı
verici pozisyonun değişken dini emirlerinin
değildir. Bu, hiçbir dini kıstas kamu menfaatini
kökeniyle sınırlı olmadığını fark ederek, içtihatta
ayırt etmek için sunulmadığından böyledir.
zamanın ve çevrenin çok ciddi bir rolü olduğunu
4-Mansus olmayan emirler ve ya da değişkenler için özel bir kıstas olmadığını, şeriatla uygun hale getirmenin gereksiz ve yersiz olduğunu ve bu türden emirleri belirlemede istişarenin gerekli olduğu göz önüne alındığında;
fark etti. Ve önceki modelde sabit olarak düşünülen emirlerde bir tür düzeltmeyle yeni bir model geliştirdi. Bu açıklama da, zamanın ve mekânın ihtiyaçlarını incelemek, şeriatın ya da daha doğrusu dinin, modernite ile uyumuyla sonuçlandı. Ya da en azından pek çok çelişkileri bu sayede azaldı. Bu konuda Humeyni’ye göre
a. Ayetullah’a ya da İslami bir otoriteye bu kuralları belirleme görevini vermenin bir anlamı yoktur. b. Şeriatı ihlal ederler diye fakihlere onlar üzerinde gözetim yetkisi vermenin herhangi bir mantığı yoktur.2 Bu zorluklar sabit ve değişken bakış açısını etkisizliğine ve farklı bir bakış açısı belirlemenin gerekliliğine yol açmıştır.
dini emirler “kendi içerinde bir amaç’’ değildir. “Kendi içinde bir amaç olan şey’’ İslami devlet tarafından adaletin yayılmasıdır. Bir amaca vasıta olan şey hedefi gerçekleştirmek için değiştirilebilir. Eğer hükümete ait otorite kutsal ikinci emirlerin çerçevesi içindeyse, İslam Peygamberi’ne emanet edilmiş olan ilahi hükümet ve mutlak velayet anlamsız ve boş bir fikir olurdu. Allah’ın elçisinin mutlak velayetinin bir dalı olan bir
İkinci Bakış Açısı: Maslahat Fıkhı
hükümet, İslam’ın en temel emirlerinden
İkinci bakış açısı, maslahat fıkıh bakış açısı
bakımından namazdan,oruçtan ve hacdan bile
Ayetullah Humeyni’nin getirdiği bir yeniliktir. Bu bakış açısı toplumun idaresi ile dinin uygulamalı karşılaşmasının sonucudur ya da daha doğrusu, modern çağda “sosyal ve dini zorluklar’’ arasındaki karşılaşmanın sonucudur. Humeyni, birinci bakış açısının eksikliklerini belirleyerek, tedricen bu bakış açısına ulaşmıştır. Başlangıçta O da, birinci bakış açısını destekleyen fakihler gibi, değişken emirlere ve yöneticilerin güçlerini ve idari emirleri ele aldı ve bu alanı derinleştirerek ve genişleterek“ihtiyaç unsurları’’ilkesine ulaştı. Bunun yanında, hâkim fıkhın zamanımızın zorluklarını çözemediğini ve onlarla uyum içinde Naini, şeriattaki mansus olmayan emirler içinde
2
önce gelir. Dini lider bir sokağı bloke eden bir evi ya da camiyi (yani Mescid-i Dırar’ı) yıkabilir ve bunun karşılığında o evin sahibine para verebilir. Dini lider uygun görürse camileri kapatabilir ve onun zararı onu yok etmeden giderilmeyecek gibiyse o zararlı camiyi yıkabilir. Hükümet, İslam’ın ya da ülkenin menfaatleri karşında olduğu takdirde insanlarla yaptığı dini akitleri tek taraflı ispat edebilir. Bu böyle olduğu sürece aynı hususta İslam’ın menfaatine karşı dindar olsun ya da olmasın herhangi bir şeyi engelleyebilir. Hükümet İslam ülkesinin menfaatlerine karşı olduğu takdirde çok önemli bir ibadet olan haccı geçici olarak askıya alabilir. “Ekin paylaşım sistemi olan mukatayı, komanditer
milletvekillerinin kanun tasarılarının denetlemek için bir
ortaklık ve benzeri konuların bu otorite tarafından
mücteditler topluluğunun olmasını gerekli görmemiştir.
iptal edilebilir” iddiasına gelirsek, ben açıkça bu iptalin
İşin aslına bakılacak olursa, Naini milletvekilleri
doğru olduğunu düşünüyorum. Bu hükümetin yetkisi
arasında dini otoriterlerin birincil izninin ve bazı
dâhilindedir.
fakihlerin bulunmasının yeterli olacağını düşünmüştür ve hatta bunun bile zorunluluk olmadığını söylemiştir. (Tenbih el-ümmet ve tanzih el-millet, sayfa 79)
72
biridir ve bütün ikinci emirlerden hatta öncelik
Zaman ve mekân, içtihatta iki karar verici
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
faktördürler. Geçmişte bir hükme sahip olabilen bir
İslam’ın en temel ve bütün ikinci dereceden
sorun farklı bir zamanın ve farklı bir siyasi ve sosyal
emirlerinden ve hatta namaz, oruç ve hacdan
durumun bağlamında tamamen farklı bir hüküm
bile daha önceliklidir.
gerektirebilir. Konu aynı kalmasına rağmen, sosyal, politik ve ekonomik alandaki bulgular ve derin ve kesin bilgi aynı eski konuyu yeni bir hüküm gerektiren yeni bir şeye çevirebilir. Müçtehit kendi zamanının meselelerinin gerekli bilgilerine sahip olmalıdır. Günümüz dünyasının çalkantılı meselelerini çözerken içtihatta ve bizim karar mekanizmamızda yer alan zamanın ve mekânın rolü ilkesini kullanmalıyız. Hükümetin şirke, inançsızlığa ve iç ve dış sorunlara göğüs germede benimsediği uygulamalı siyaset öylesine kusurludur ki, medreselerde öğrencilerin teorik tartışmaları, sorunları çözemeyeceği gibi bizi de anayasanın açık bir ihlaliyle sonuçlanacak bir çıkmaza sürükleyecektir.
5-Fıkhın üzerinde velayet, halkın ihtiyaçlarını güvence altına almada ve adaleti yaymada fakihe geniş kapsamlı otorite verir. Dini lider, zamana ve çevreye hitap etme özelliğini kaybetmiş şeriat hükümlerinin ya da sistemin menfaatlerini güvence altına almayan şeriat hükümlerinin hepsini iptal edebilir ve geçici ya da çevresel ihtiyaçları ya da sistemin menfaatleri sağlamak için gerekli emirler koyabilir. 6-Dini emirler bir amaca hizmet vasıtası olduğu için doğrudur ve kendi içinde bir amaç değildir, nihai hakikat adaleti yaymak için İslami bir
Sizlerin gelenekler ve emirlerle ilgili algılarınızı
hükümet kurmaktır.
yanlış buluyorum. Sünneti ve rivayetleri algıladığınız şekle göre hareket edecek olsak modern medeniyet tamamen ortadan kaybolmalı ve insanlar ebediyen çöllerde ve mağaralarda yaşamalıdırlar.
Maslahat Fıkhi Bakış Açısını Değerlendirmek Sabit ve değişken bakış açısıyla alakalı olarak
Gerçek bir müçtehide göre, hükümet insan
bu bakış açısının güçlü noktaları aşağıdaki
hayatının her alanında fıkhın pratik felsefesidir.
noktalarda anlaşılabilir:
Hükümet bütün sosyal, siyasi ve kültürel meselelerle yüzleşmede fıkhın pratik yönünü ortaya koyar. Fıkıh beşikten mezara bireysel ve
1-Moderniteyle dini emirlerin uyuşmama problemi birinci bakış açısında çözümsüz
sosyal idarenin gerçek ve noksansız teorisidir.
kalmış olmasına rağmen, bu bakış açısında
Bu bakış açısı aşağıdaki noktalarla özetlenebilir:
mekânın ihtiyaçları ve fıkıh konusunda dini
1-Mevcut fıkıh ve geleneksel içtihat, zamanımızın sorunlarına karşı aciz kalmaktadır.
bütün emirlere uygulanmış olan zaman ve liderin mutlak otoritesi düşüncesi tarafından çözülmüştür.
Şu açıktır ki bu acziyet sabit emirlerin yanlış
2- Gerçek şu ki bir fakih, İslami sistemin
algılanmasının bir sonucudur.
ve halkın ihtiyaçlarının savunucusu sıfatıyla
2-Zamanın ve mekânın ihtiyaçlarına karşı gösterilen dikkat, bütün dini emirlerde etkili bir içtihat için gereklidir. 3-Fıkıh beşikten mezara bireysel ve sosyal idarenin gerçek ve noksansız teorisidir. İslam toplumunun ve daha doğrusu bütün insan toplumlarının siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel
uygun gördüğü her hangi bir emri kanun olarak belirleyerek ve bu türden ihtiyaçlarla uyuşmadığını düşündüğü her hangi bir emri iptal ederek, şeriatı güncellemek adına bu modele özel imtiyaz verir. Buna rağmen, bu bakış açısı güçlüklerle ve belirsizliklerle karşı karşıyadır:
ve askeri zorluklarına karşı mutlak çözüm ancak
1-Bu bakış açısında, zamanın ve mekânın
fıkıhtan beklenebilir.
ihtiyaçların belirlenmesinde, neyin kıstas olduğu
4-İslami hükümet insan hayatının her alanına hitap eden fıkhın uygulamalı felsefesidir. Hükümeti korumak nihai zorunluluktur. Hükümet
dile getirilmemiş. En nihayetinde, geçici ve çevresel şartların ihtiyaçlarını belirlemede dini liderin sorumlu olduğunu ve bütün dini emirlerin varlığını sürdürmesinin Onun anlayışına bağlı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
73
olduğunu göz önüne aldığımızda, her emrin ya da pek çok emrin, dini liderin değişmesini uygun gördüğünde, değişmeyeceğinin ne garantisi vardır?
Bu ciddi eksikler “kendi içinde bir amaç olarak
2-Nasıl böyle bir bakış açısı bizi dine
açısının ortaya çıkmasına yol açmıştır.
İslam’’ adıyla adlandırılan üçüncü bir bakış
ulaştırabilir? Bu bakış açısının geçerliliğinin, güvenilirliğinin ve meşruluğunun kıstasları nelerdir? Zamanın ve mekânın ihtiyaçlarını ya da sistemin menfaatlerini ya da insanların refahını belirlemek rasyonel meselelerdir ve dini bir kontekste zoraki aranıp bulunacak şeyler değildir ve belki de bulunsa bile değişimle din birbirine ayak uyduramayacaktır. Kamu yararının ne olduğuna karar verme ya da zamanın ve mekânın ihtiyaçlarını belirleme makamına yalnızca ve yalnızca fakihi oturtmak demek, onun anlayışının ve algısının dini olacağı garantisini taşımamaktadır ve eğer o kişi bu iki meseleyi anlamada kendini dini olmayan bir şeye dayandırırsa nasıl dindışı bir şey, dini anlamada ve izah etmede bir kıstas olabilir? 3-Fıkıh üzerinde dini liderin mutlakvelayetini ve otoritesini, göz önüne aldığımızda, dini emirler, bir bakıma, hükümetin menfaatlerini takip edecek, siyasi gücü izleyecek ve dünyalık işlerle dopdolu olacaktır. Bu bakış açısının sonucu en nihayetinde devletçibirdin olacaktır. Devletçi bir din, dolayısıyla, dini inancı, maneviyatı yok edecektir. 4-Bu bakış açısında, beklentiler insanlıktan beklenmesi gerekirken dinden ve fıkıhtan yükselecektir. a. Bu bakış açısında, insanlığın bütün sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri sorunları çözebilecek ve böylesine büyük beklentileri karşılayabilecek bir bilimin olması imkânsızdır. b. Bu türden beklentiler yani toplumun idaresi ve dünyayı düzene koymak dinden beklenmez ve başka türlüsünü iddia edilirse de bunun için kanıt gerekir. c. Eğer sosyal ihtiyaçların belirlenmesi ve zamanın ve mekânın ihtiyaçlarına karar vermek rasyonel meselelerse ve dini meseleler değilse ve genel olarak mevzu ise neden bütün meseleler bir fakihe emanet edilsin ki?
74
Üçüncü Bakış Açısı: Kendi İçinde Bir Amaç Olarak İslam
Bu bakış açısı önceki iki bakış açısının güçlü yanları seçilerek ve eksik yanlarını ortadan kaldırarak oluşturulmuş bir bakış açısıdır. Birkaç nokta bu bakış açısında not edilmelidir: 1-Din din olarak kalmalıdır. 2-Daha önceki iki modele nispetle dinin alanı daha küçüktür, fakat daha derindir. 3-Günümüzde ondan beklenen alan içinde dinin gücü artmıştır ve yeni sorunlarla pek çok uyuşmazlıklar onun alanının dışındadır. İslam inancı Allah tarafından Muhammed bin Abdullah’a gönderilmiştir. İslam hikmetli, adil ve rasyonel emirlere ve erdemlere, kurallara dayanan, bütün zamanları ve mekânları kapsayan bir inançtır. İman ve inanç meseleleri, etik ve ahlaki değerler, ibadete dayalı fıkhi emirlerin ve muamelat fıkhındaki ilkelerin bazıları, zamanı ve mekânı aşan dinin büyük parçalarıdır ve sonsuzdur. Fakat muamelat fıkhı yani ibadetle alakalı olmayan emirler, zamanın ve çevrenin ihtiyaçları konusunda çok önemli unsurlara sahiptir. Ceza hukuku, medeni kanun, uluslararası ilişkiler ve temel hukuk ile ilgili bütün emirler(ki bazılarının sünnette ve Kur’an’da kökleri mevcuttur) muamelat fıkhının alanında olduğu düşünülür. Bütün bu emirler zuhur ettikleri o günlerde mutlak surette hikmetli, adil, ahlaki ve mantıklıydı. Bu emirlerin tek bir tanesi bile vahyin geldiği çağda Aki lİnsanların Uygulamaları’nda baskıcı, şiddetli, ahlaksız ya da mantıksız olarak düşünülmemiştir. Bir insan, insan meselelerinin, özellikle de sosyal ve insan toplulukların alanında insani toplumlarının örfünün şiddetli şekilde değişime uğradığını ve geçmiş yüzyıllarda adil, ahlaki, mantıki ve normal olarak düşünülen pek çok şeyin Akil İnsanların Uygulamalarına zıt, anormal, ahlaksız, baskıcı olarak düşünüldüğünü
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
inkâr edemeyebilir. Genel kanunun söylevinden
meşrudur. Eğer bizler bir emrin nihai hedefe
daha çok uluslararası kanun sorunları, ceza
ulaştırmadığına dair inancımızdan eminsek,
hukuku kanunlarından daha çok genel kanun
o inanç meşruluğunu kaybeder ve o yüceliğe
söylevi, sivil kanun söylevinden daha çok ceza
ulaşmak için yeni bir emrin düşünülmesi
hukuku söylevi bu değişikler ve değişimler
gerekecektir.
tarafından derin bir şekilde etkilenmiştir. Açıkça ibadete dayalı fıkıh bu değişimlerin etkisine maruz kalmıştır ve fıkhın diğer alanlarından
Elbette, bu ibadetle alakası olmayan fıkıh emirlerinin fiilen (ipsofacto) gayri meşru olduğu
daha az etkilenmiştir.
anlamına gelmez. Bilakis, bu iddia, adalet
Mademki adalet, din için ve akıl da muamelat
ihtiyaçlarına doğru ciddi bir yönelmeye ve
için bir kıstastır, bir insan, fıkhi emirlerin;
ihtimale, Kur’an ve sünnet öğretilerinin bundan
adaletin ihtiyaçlarını giderdiği sürece ve akil
başka bir anlama gelmediğine delalet eder.
insanların uygulamaları ile çelişmedikleri
Dahası, fıkıh emirlerinin devamı, kesinliği,
sürece meşru ve nihai olduğunu sonucuna
yasallığı için kıstaslar iki önemli sınavdan
varabilir. Bir insan adalet dininde, adalet
başarıyla çıkar: birincisi, onlar adaleti ihlal
kıstaslarını saf dışı bırakan ve akil insanların
etmezler. İkincisi onlar akil insanların yolunu
uygulamalarını ihlal eden emirlerin, dini
ihlal etmezler. Her iki kıstas da, sonunda tek
emirler olduğunu düşünebilir mi?
bir kıstasa döner. Adalet, aynı zamanda akil
Bir emrin Akil insanların uygulamalarıyla kesin bir şekilde uyuşmaması, ya da o emrin adalet kıstasını saf dışı bırakması ya da fayda
dininin kıstaslarına dayanan çevre ve zamanın
insanlar tarafından sağlanır. Fakat adaletin önemi diğer mantıklı kıstaslar üzerinde, ona ehemmiyet vermemizle sonuçlanmıştır.
yerine zarara yol açması o emri baki değil
Ek olarak, önceki bakış açılarının aksine, daha
geçici kılacaktır. Başka bir deyişle, bu türden
önce bahsedilmiş önemli sınavlardan başarıyla
emirler, Allah’ın sürekli ve sabit yasamasından
çıkmamış olan emirler değişken emirler olarak
değil vahyin geldiği çağın ihtiyaçlarına uygun
görülürler ve bazı durumlara bağlıdırlar.
olan yasalardan gelmektedir. Kur’an’da ve sünnette bu tür emirlerin var olmasının sebebi onların vahyin indiği dönemde ve ona benzer zamanlardaki problemleri çözmede gerekli olmalarındandır. Eğer Allah bu türden emirleri (o dönemdeki insanların zorunlu ihtiyaçlarına rağmen) yasa olarak koymasaydı insanlar, peygamberlere özgü misyonu tanımayacaklardı/ fark edemeyeceklerdi. Ve eğer vahyin indiği dönemin geçici ve çevresel ihtiyaçlarına bağlı olan bu türden emirlerin sonsuz ve sabit İslami emirler olduğunu düşünselerdi onlar İslam’ın ruhunu, vahyin amacını, dinin anlamını anlamamış olacaklardı. “Kendi içinde bir amaç olarak İslam’’, İslam’ın özüne ve dinin yüce hedeflerine en içten dikkat anlamına gelir. Başka bir deyişle İslam, bizlerin uygulamalı emirleri ve şekilleri dinin üzerinde olarak görmememiz ve bir amaca vasıta olan emirleri “kendi içinde bir amaç’’ olduğunu kesinlikle savunmamız anlamına gelir. Şeriatın emirleri imanın yüce hedeflerine varmada bir yoldur ve her yol hedefe bizi ulaştırdıkça
Fakat ihtiyaç olma özelliğini kaybettiğinden ya da akılla ya da adaletle çeliştiğinden, bizler bu emrin yasallığının miadını doldurduğunu, bunun geçici bir emir olduğunu fark ederiz. KanunyapmasadeceAllah’a ve peygambere aittir her hangi bir emir yapma/belirleme bir fakihe ya da dini lidere teslim edilemez. Bilakis, zamanla ortaya çıkan değişken emirlerin yerine, halkın iradesiyle belirlenen mantıklı kanunlar konulur ve onlar hiçbir şekilde dine atfedilmezler. Ayrıca hiç bir yeni değişken emir ve kanun tek başına Şarinin ellerine bırakılmaz. Dünyevi mantık(akl-i örfi) vasıtasıyla emirler belirlemek ve onları dine ve şeriata atfetmek yanlıştır. Dahası Kur’an ve sünnetteki dini emirleri, adil ve rasyonel kesin emirlerlesınırlamak, zanni aklın ve onun sonuçlarına itimat tuzağına bizleri düşmekten kurtarır. Bu metodu kabul ederek, fıkhın alanı sürekli küçülmesine ve şeriatın emirlerinin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
75
bazılarının sürekli olmadığı tedricen daha da açıklık kazanmasına ve bu yüzden hali hazırda itiraz edilen değişken emirler olarak sınıflandırılmasına rağmen, dinin geniş boyutları sayesinde, dindarlar imanı derinleştirmek ve daha geniş bir hikmet tesis etmek için fırsat buldular. “Kendi içinde bir amaç olarak İslam’’ bakış açısını kabul ederek, İslam’ın gerçek öğretileri; adalete, mantıklı insanların yoluna
emirleri arasında olduğu keşfedilecektir. 3-Şari olan sadece Allah ve Resul’dür. Ehlibeyt imamları, Peygamberi bilginin ve o kanunların mutahhar ileticileridir. Başka hiç kimse dini yasama bildirmek için sorumluluğa sahip değildir. Adil ve makul olmayan emirler, dini emirler alanının dışındadır ve hiçbir dini emir adil ve makul olmayan emirle yer değiştiremez;
ve moderniteye karşı olarak görülmeyecektir.
bilakis, bu gibi durumlarda, bir insan dini
Dahası şeriatın emirleri adaletin yayılmasına,
göre hareket eder.
halkın menfaatinin savunulmasına ve makul olan kıstasların gerçekleşmesine giden bir yol olacak, ne fıkhi emirlerin kendileri tek başına tartışmalı olacak ne de fıkhın şekli ya da görüntüsü kutsal kabul edilecektir. Ve bu yüzden, şeriata göre herhangi bir emir, dini hedefleri başarmak için bir vasıta olma özelliğini sürdürdüğü müddetçe hayatta kalır. Fakat o vasıta olma özelliğini kestiği an, o dini emirlerin çemberinin dışına
metinlere başvurmak yerine makul kanunlara
4-Bu bakış açısında, dinin alanı ve derinliği ve etki alanı artarken fıkhın ve şeriatın alanı tedricen azalır. Dini amaca bir yol olma özelliğini her ne kaybederse o değerini yitirir. Dini yol Allah’ın ve Peygamber’in belirttiği yoldur. Farklı yollar vasıtasıyla bu nihai hedeflere varmak için edinilen yol kapalıdır. Belki de adaletin ve akla yatkınlığın yan yana anılmış olması tutarsız
çıkar ve değişken emirler müzesini boylar.
görünebilir. Fakat bu iki kıstasın sınırları insan
Şeriat emirlerinin fakihlerle değil, adalet
insanlar vahyi anlamak için olandan başka hiçbir
kıstaslarıyla ve mantıklı insanların
şeye sahip değiliz. Her hangi bir durumda,
uygulamaları ile uyumlu olup olmadığını
kendi içinde bir amaç olarak İslam’ın bakış açısı
ayırt etmek, dini âlimleri ve İslam ilimleriyle
modern çağda İslam’ı ve dini savunmak için
uğraşanların sorumluluğudur. Böylesine büyük
en az sorunlu olan, en sağlam, en kesin yoldur
bir sorumluluk için gerekli olan şeyler (dini
önceki bakış açılarıyla ilişkindir.
düşüncesinin ve hikmetin sınırlarıdır ve biz
metinlerde büyük bir liyakat ve bilgi sahibi olmanın yanında) zamanın ihtiyaçlarının, akil insanların uygulamalarının tanınması ve adaletin kıstası bilgisidir.
Sonuç İran’da son 150 yılda Müslüman Şii düşünürler tarafından ortaya atılmış modernite ile İslam’ın
Kendi İçinde Bir Amaç Olarak İslam’ın Boyutları
Onun Naini, Tabatabai ve Seyyid Muhammed Bakır Sadr tarafından farklı yorumlarından sabit
“Kendi içinde bir amaç olarak İslam’ın bakış açısı
ve değişken bakış açılarına rağmen, modernite
aşağıdaki gibi özetlenebilir:
ve İslam’ın en meşhur bakış açılarının dört ciddi
1-Her zaman şeriat için kıstas, adalet ve o zamanın akil insanların uygulamaları ile uygunluk kıstasıdır.
problemi vardır. Humeyni’nin ihtiyaç fıkhı (ki İran İslam Cumhuriyeti’nin resmi politikasıdır) onun esnekliği bir yana dört problemle karşılaşmaktadır. “Kendi içinde bir amaç olarak
2- Vahyin geldiği çağda dini emirler adildi, ahlakiydi, mantıklıydı ve normaldi. Bu kıstaslar, aynı zamanda, onların neshedilmiş olmaları ya da dini olarak kalması için şartlardır. Bu çağda yukarıdaki kıstasları ihtiva etmeyen her hangi bir emir fiilen(ipsofacto) dinin çemberinin dışındadır, geçici ve dinin sürekli olmayan
76
uygunluğunu ele alan üç yaklaşım açısını vardır.
İslam’ın bakış açısı’’ benim savunduğum üçüncü yaklaşımdır ki dört avantajı vardır. İslam’ın ruhuna, Kur’an’ın hedeflerine, Peygamber’in sünnetine ve ehlibeytinin sünnetine dayanan modern dünyada İslam fıkhının yeni bir yorumu sunma kapasitesindedir. Ben inanıyorum ki “kendi içinde bir amaç olarak İslam’’ modern dünya için mükemmel bir bakış açısıdır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Söyleşi
Yeni Kelam, Şeriatın Sınırları ve Dini Metinlerin Tefsir Teorisi Muhammed Müctehid ŞEBUSTERİ Yazarın, Mana yayınları tarafından basılan; “Hermenötik, Kur’an ve Sünnet” isimli kitabından alıntılanmıştır
Hovze Dergisi: Bu
gelen köklü dönüşümlerki artık az çok diğer
alanla ilgili yaptığınız
toplumlara da sirayet etmiştir– felsefi, kültürel-
ön çalışmaları göz
siyasi, ekonomik ve endüstriyel değişimler
önünde bulundurarak,
şeklinde ortaya çıkmıştır.
bize Yeni Kelam’ın düşünsel altyapısı, nasıl şekillendiği ve kapsamının ne olduğunu açıklar mısınız?
Felsefi değişim daha çok John Locke, David Hume ve Immanuel Kant gibi filozoflar insanın bilme sürecini ele alıp eleştirdiklerinde ortaya çıktı. Bu eleştiriler sayesinde düşünce dünyası bir seri yeni mesele ile tanışmış oldu. Böylece
Müçtehid Şebusteri: Yeni Kelam’dan
yüzyıllar boyunca en doğru düşünme yöntemi
bahsetmek ancak son birkaç yüzyılda Batı
olarak kabul edilen ve dini felsefenin de temeli
dünyasında meydana gelen yeni felsefe ve
olan Aristocu düşünme şeklinin temel kavram
düşünceleri göz önünde bulundurursak anlamlı
ve kategorilerinin güvenilirlik ve geçerliliği
olacaktır. Çünkü ancak ortaya çıkan bu yeni
tartışılmaya başlandı. Daha sonra gelen
felsefe ve düşünceler birer realite olarak kabul
deneyci filozoflar ile analitik felsefe taraftarları
edilirse yeni kelamdan bahsetmenin bir mantığı
da Aristo felsefesini başka açılardan ele alıp
ve alanı olacaktır. Aksi takdirde yeni kelamdan
eleştirmeye başladılar.
bahsetmenin de hiçbir anlam ve önemi olmayacaktır.
Bu gelişmeler yaşandığında dindarlar da yeni bir sorunla karşı karşıya kalmış oldu. Çünkü
Son dört yüzyılda batı dünyasında meydana
o ana kadar Tanrı, nübüvvet, mead ve benzeri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
77
dini meseleleri Aristo felsefesinin kavram
inanılan bu çerçeve kurum ve yapıların
ve kategorilerini kullanarak anlatıyorlardı.
geçerlilik ve itibarı kaybolduğunda sosyal
Şimdi bu kavram ve kategorilerin geçerliliği
ve siyasi yaşam için gerekli olan unsurların
tartışılmaya başlandığına göre mezkûr
insanların seçim ve teşhisiyle oluşturulması
dini meseleleri hangi felsefi kavram
gerektiği düşüncesi ortaya çıktı. İşte bütün bu
ve kategorileri kullanarak temellendirip
değişimler yaşandığında özgürlük, eşitlik, insan
anlatacakları meselesi ortaya çıkmış oldu.
hakları, milli egemenlik ve benzeri kavram
Dolayısıyla yukarıda zikrettiğimiz dini
ve değerlere dayanan temel bir yasa olarak
meseleleri klasik felsefenin kavram ve
Anayasa hazırlamak anlamlı hale geldi. Başka
kategorilerini kullanarak izah etmenin mümkün
bir deyişle batılı toplumların düşünürleri, sosyal
olmadığı anlaşıldığında bunları anlatmak için
ve siyasi yaşam için insanların tabi olacağı
“başka felsefi ve kelami yollar bulunmakta
yeni düzenlemeler yapmak için kolları sıvadılar.
mıdır”, diye sorulmaya başlandı.
Böylece sosyal ve siyasi yaşamın yönetim ve
Batı dünyasının yaşadığı kültürel ve siyasi
Bu, batı dünyasında meydana gelen önemli bir
dönüşüm insanlar klasik kültürel ve geleneksel
değişimdir. Çünkü bu köklü değişim meydana
kurumlarını yeniden ele alıp değiştirdiklerinde
gelene kadar sosyal ve siyasi yaşamın tabi
ortaya çıktı. Tabi bu yeniden ele alıp gözden
olacağı çerçeve düzenleme ve kıstaslar kilise
geçirme insanların geçmişini tamamen sildiği
babaları tarafından belirleniyor ve bu yüzden
anlamına gelmez. Yaşanan şey insanların
de bunlar kutsal ve değişmez kabul ediliyordu.
geçmişleriyle aralarına tarihsel bir mesafe
Dini bir kaynağı olduğu için de bu kurum ve
koyarak onu eleştirmeye başlaması ve bunlara
yapıların doğal varlık düzeninde bir karşılığı
dışarıdan bakabilmeleri olmuştur.
olduğuna inanılıyordu. Başka bir deyişle dini
Son asırlarda meydana gelen en önemli kültürel değişim olarak görülen bu tarihi mesafe koyma, her ne kadar özünde kültürel bir dönüşüm olsa da amacı geleneksel istibdat yönetimlerini ortadan kaldırmak olan siyasi değişimlerle birlikte gerçekleşiyordu.
mahiyetlerinden dolayı bunlarla varlık düzeni arasında tam bir uyum ve mutabakat olduğu kabul ediliyordu. Ancak bu köklü değişimler meydana geldiğinde kilise ve ortaya koyduğu sosyal-siyasi kurum ve yapılar ağır bir darbe yemiş oldu. Çünkü o güne kadar kilise tarafından vazedildiği gerekçesiyle sosyal ve
İşte “Özgürlük ve karar alma mekanizmasına herkesin katılımı”, “eşitlik”, ve “insan hakları” gibi kavram ve kategoriler bu dönemde ortaya çıktı. Bütün bu değişimler insanların, içinde bulundukları klasik sosyal ve siyasi kurumların artık tamamıyla yıkıldığına ve bundan sonra kendi seçim ve katılımlarıyla yeni bir sosyal ve siyasi yapı inşa etmeleri gerektiğini düşünmelerine sebep oldu. Bu köklü değişimler meydana gelmeden önce insanlar doğal düzenin bir parçası olan sosyal bir yapı içerisinde yaşadıklarına inanıyorlardı.
78
kontrolü tamamen insanın eline geçmiş oldu.
siyasi yapı kutsal kabul ediliyor ve kilisenin bekçilik ve koruyuculuğunu yaptığı bu sistemin Tanrı ve yaratılış düzeniyle irtibatlı olduğuna inanılıyordu. Ancak bu değişimler yaşandıktan sonra sosyal ve siyasi sistemin üzerine inşa edileceği kıstasları makul bir şekilde belirlemesi gerekenin bizzat insanın kendisi olduğu ve kilisenin bunda herhangi bir rolünün olamayacağı düşüncesi ortaya çıktı. Bu aynı zamanda bu yapıların dini bir mahiyetinin de olmadığının kabulu anlamına geliyordu.
Bu yüzden de özcü bir yaklaşımla içinde
Son birkaç yüzyılda batıda meydana gelen
bulundukları bu yapıların yaratılış düzeninde
diğer bir önemli değişiklik de endüstriyel,
önceden öngörüldüğünü, dolayısıyla da bunlara
ekonomik ve bilimsel alanda yaşananlardır.
tabi olmaları gerektiğini düşünüyorlardı.
Bu süreç içinde meydana gelen burjuva,
Bundan mantıksal olarak bu kurum ve yapıların
kapitalizm, sanayi devrimi, bilim ve teknolojinin
değişim kabiliyetine sahip olmadığı sonucunu
çok hızlı gelişimi gibi olgular batılı toplumlarda
çıkarıyorlardı. Ancak doğal olduklarına
oldukça karmaşık yapıları olan kurum ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkmasına
Bu birinci grubun tam karşısında yer alan diğer
sebep oldu. Doğal olarak bu tür olgular önemli
bazı düşünürler ise son yüzyıllarda felsefi,
kültürel sonuçları da beraberinde getirdi. Bu
kültürel, sosyal ve siyasi alanlarda yaşanan
köklü değişimler batılı toplumların geleneksel
bütün bu köklü değişim ve dönüşümleri kötü
düşünce biçimlerini yıkarak yeni felsefi ve
ve şer olarak görmeyip bunların düşünce
bilimsel ufukların açılmasını sağladı. Bu
tarihinde meydana gelen birer realite olarak
değişimler ilk önce batı dünyasında meydana
kabul edilmesi gerektiğini savundular. Bunlar
gelmiş olsalar da orayla sınırlı kalmayıp güçlü
özellikle epistemoloji alanında yapılan bu
bir dalga şeklinde batıdan taşarak neredeyse
yeni felsefi araştırmaların, klasik felsefe
tüm dünyaya yayıldı. Sonuçta pek çok
için ciddi ve önemsenmesi gereken sorunlar
toplumda bu dönüşüm ve değişimin etkileri
ortaya çıkardığını ve bu yüzden de çağımızda
ortaya çıkarak geleneksel düşünce ve kültürün
dini meselelerden tutarlı ve makul bir
temellerini ciddi olarak sarsmaya başladı.
şekilde bahsedebilmek için gelenekselleşmiş
Dünyada bu önemli değişimler yaşandığında özellikle Hıristiyan dindarlar ile bazı Müslüman düşünürler arasında hem felsefi hem de
olanlardan farklı olan yeni kavram ve kategorilerin araştırılarak bulunması gerektiğini savunmuşlardır.
kültürel, siyasi, ilmi, endüstriyel ve ekonomik
Böylece bu insanlar için bugün adına “yeni
alanda meydana gelen bu gelişmeler karşısında
kelam” dediğimiz bir olgu ortaya çıkmış oldu.
din ve dini meselelerden nasıl bahsedilmesi gerektiği sorunu ortaya çıktı. Başka bir deyişle bu yeni düşünce atmosferinde hangi kavram ve kategoriler kullanılarak dini meseleler halka arz edilmelidir şeklinde bir sorunla karşı karşıya kalındı.
Konuyu birkaç örnek vererek açıklamaya çalışayım: Geçmişte Tanrı’nın varlığını ispatlamak için hepsi de klasik felsefede bulunan vücud, vücup-imkân, cevher, araz, kadim-hadis, illet-malul ve daha benzeri pek çok kavram ve kategorinin kullanıldığı burhan ve deliller ileri
Bu önemli soruya cevap verme sadedinde
sürülüyordu. Buna karşılık yeni kelamda Tanrı
önce Hıristiyan sonra da Müslüman düşünürler
meselesiyle ilgili merkezi konum dini tecrübeye
arasında iki yaklaşım ortaya çıktı. Birinci
verilmektedir. Başka bir deyişle klasik kavram
grup, eğer geçmişin siyasi düşünce ve
ve kategorilerin yerini yeni kelamda dini tecrübe
kurumlarını koruyamıyorsak bari kaynağını
almıştır. Çünkü modern felsefi ve epistemolojik
ilahi değerlerin oluşturduğu klasik dünya
araştırmalar Tanrı’nın varlığı meselesinde klasik
görüşünü muhafaza edelim demeye başladı.
kavram ve kategorilere dayanan delillerin
Buna göre zorunlu olduğundan geçmişin siyasi
kullanılamayacağını ortaya koymuştur. Bu
mirası terkedilecek ama felsefe ve kültürü korunacaktı. Bu düşünceyi savunanlara göre bütün bu modern gelişmeler gerçekte insanları doğru yoldan uzaklaştıran bir faciadır. Bunlar için modernizm üstesinden gelinmesi gereken bir baş belasıdır. Bu yüzden geçmişte olduğu gibi günümüzde de Aristo veya Eflatun’un kavram ve kategorileriyle düşünüp konuşmamız gerektiği konusunda ısrar etmektedirler. Dolayısıyla Hume, Kant ve daha sonraki epistemolojik araştırma ve incelemelerin klasik kavram ve kategorilerin yetersizliği hakkında söyledikleri her şeyin batıl ve yanlış olduğuna inanmaktadırlar. Bunlar tam bir dogmatizm ile günümüzde de Aristo paradigmasına göre hareket edilmesi gerektiğini savunmaktadır.
yüzden de yeni kelam Tanrı meselesini dini tecrübeyi esas alarak açıklamaya çalışmaktadır. Böylece yeni kelam, Tanrı ve inayetini ispat edilebilen değil de tecrübe edilebilen birer hakikat olarak ele almaya başlamıştır. Bu içsel ve der3uûni tecrübenin insan üzerinde somut ve gözlemlenebilen etkileri olduğundan bilimsel yöntemlerle bundan bahsetmek mümkün hale gelmektedir. Yani Tanrı meselesi teorik bir mesele olmaktan çıkıp insan üzerindeki etkisi vasıtasıyla tecrübî dolayısıyla da bilimsel olarak araştırılabilir hale gelmiştir. Bu dini tecrübeden mesela araştırılabilir olması, kuşatıcılık ve bilgide model kurmaya imkân sağlaması gibi kıstaslarla bahsedilmektedir.1 Ayrıca Tanrı 1 Bu tür çabaların bir benzeri “Bilim ve Din” kitabında
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
79
meselesinin insanın kendisinden hareketle
dair bazı bilgiler bulunmaktadır. Buna karşılık
de incelenebileceği ve Tanrı’nın varlığının
bu alanlarda yapılan bilimsel araştırmalar
insanın insanlığının bir tahakkuk şartı olarak
mezkûr bilgilerden farklı veriler sunmaktadır.
ele alınabileceği söylenmiştir. Gördüğümüz
Bu durumda ister istemez bir karşıtlık ve
gibi yeni kelamda aslolan sonu gelmez teorik
çatışma meydana çıkmaktadır. Aynı şekilde
tartışmalar yapmak değil, tecrübî kaynak ve
insanın yaratılması, nasıl bir doğaya sahip
temellerini bulmak şartıyla dini meselelerden
olduğu ve toplumla ilgili de dini metinlerde
tutarlı ve makul bir şekilde bahsedebilmektir.
bazı açıklama ve bilgiler bulunmaktadır.
Bu yüzden klasik felsefenin teorik kıstasları yerini modern düşüncenin tecrübî yöntem ve
konularda farklı ve bazen de karşıt sonuçlar
ilkelerine bırakmıştır.
ortaya koymaktadır. Diğer taraftan mesela
Son yüzyıllarda ortaya çıkıp yeni bir kelamî
inceleyerek sosyal kanunları keşfetmeye
soruna sebep olan gelişmelerden biri de
çalışmaktadır. Buna karşılık din ise belirli
bilim-din ilişkisidir. Klasik dönem açısından
sosyal şartları göz önünde bulundurmadan
bugünkü anlamıyla bir bilimin varlığından
emir vererek yükümlülükler belirler ve
bahsedilemez. Çünkü geçmişte bilim adamları
muhataplarından hangi şartlarda olurlarsa
araştırma ve incelemelerini dinden bağımsız
olsunlar bunları yerine getirmesini ister.
bir şekilde yapmıyorlardı. Geçmişte bilim ya
Nerdeyse birbirine zıt olan bu iki farklı bakış
dini inançların ispatına hizmet etmeliydi ya da
açısı nasıl bir araya getirilebilir? Neredeyse
temel inanç ve iddialarına ters düşmeyecek
bu durum insanların bireysel davranışları
bir şekilde ilerlemeliydi. Oysa mezkûr değişim
açısından da geçerlidir. Psikoloji, ahlakı
ve dönüşümlerin önemli sonuçlarından biri
eğitim ve kültürün ürünü olarak görmektedir.
de bilimin dinden bağımsızlaşı olmuştur.
Oysa dini emir ve kurallar kişilerin eğitim ve
sosyoloji sosyal olguların birbiriyle olan ilişkisini
Bu yüzden son yüzyıllarda ortaya çıkan en önemli olgulardan biri de bilimin tamamen müstakil bir kurum haline gelerek bağımsız bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Artık bilim adamları bilimsel araştırma ve incelemelerinin nerede ve nasıl sonuçlanması gerektiğine dair dini veya başka bir kayıt altında değillerdi. Dolayısıyla bilimsel veri ve sonuçlar dindarlar tarafından kabul mü yoksa ret mi edilecek gibi kaygılardan kurtulmuşlardır. Doğal olarak din ve bilimin birbirinden bağımsızlaştığı böyle bir atmosferde bilim adamlarıyla din adamları birbirinden farklı olan sonuçlara varabilecektir. İşte burada din ve dindarlar açısından ortaya yeni bir sorun çıkmaktadır; bu da birbirinden bağımsızlaşan bu iki kurumun yani din ve bilimin araştırmalarının devamında birbiriyle çelişen sonuçlar ortaya çıktığında ne yapılması gerektiğiyle ilgilidir. Başka bir deyişle bilimsel veri ve sonuçlarla dini olanlar birbiriyle çatışıp çeliştiğinde ne yapılması gerekecektir? Örneğin dini metinlerde yeryüzü ile gökyüzünün nasıl bir yapıya sahip olduğuna
80
Oysa modern sosyal ve insani bilimler bu
geçmişlerini göz önünde bulundurmadan gayri ahlaki olan bütün davranışları kayıtsız şartsız terk etmelerini istemektedir. Bu iki bakış açısı nasıl uzlaştırılabilir? Yine modern bilimde evren, sebep sonuç ilişkilerinin hâkim olduğu kapalı bir sistem olarak tasavvur edilmekte ve bu ilişkiler zincirini ihlal edebilecek herhangi bir gelişmeye bu yapı içerisinde yer verilmemektedir. Ancak dini metinlerde olağanüstü olay ve mucizelerden bu doğal düzeni ihlal eden olgular olarak bahsedilmektedir. Ayrıca geleneksel dini düşüncede nübüvvet meselesi belli bir tarih felsefesi anlayışına dayanmaktadır. Ama eğer tarih açısından herhangi bir nübüvvet felsefesinden bahsedilmeyeceği veya genel olarak tarih açısından makul bir felsefe vazetmenin imkânsız olduğu kabul edilecek olursa bu durumda nübüvvetin gerekliliği nasıl temellendirilebilir? Bu karşıtlık dini duygu açısından da görülmektedir. Çünkü sosyoloji ve psikolojiye dayanan bazı teorilere göre insan açısından
görülebilir. İyen Barbur, tercüme, Behauddin
dini duygu bir tür yabancılaşmadır. Oysa
Horremşahi, Üniversite Yayınları.
dini metinlerde din ve dini duygunun fıtri
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olduğundan bahsedilmektedir. Birbiriyle çelişen bu iki yaklaşım nasıl bir araya getirilebilir?
metinlere başvuran bir grup insanla felsefi ve bilimsel verileri esas alan diğer bir grup arasında yaşandığı görülecektir. İşte meselenin aslı astarı budur!
Dolayısıyla yeni kelamın en önemli uğraş alanlarından biri de modern felsefi ve ilmi teorilerle dini metinler ve çıkarımlar arasında bulunan açık çelişki ve karşıtlıkların nasıl çözüleceğidir. Dini metinler ve teorilerle çeliştikleri için bu felsefi ve ilmi teoriler bir kenara mı bırakılmalıdır yoksa dinin anlaşılmasında klasik olandan farklı bir yöntem benimseyerek bunlar arasında bulunan ihtilaf halledilmeye mi çalışılmalıdır? Belki de din dili ile felsefe ve bilim dilinin birbirinden farklı olduğu teorisine dayanarak bu durumlarda aslında ortada bir çelişki ve karşıtlık olmadığından bahsetmek gerekir. Zira bu durumda dinin birinci amacı dış âlemle ilgili bilgi vermek değil insanın ontolojik sorularına cevap vermek olacaktır. Ya da bunlardan farklı olan başka bir yol bulmak gerekecektir. Konuyla ilgili önemli bir noktayı açıklığa kavuşturmak gerekir. Felsefi ve bilimsel teorilerle dini olanlar arasında bir çatışma ve karşıtlık olduğu söylendiğinde bazıları bunun
Modern dil felsefesi ve dil bilim tarafından ortaya konan modern bazı teorilerde yeni kelamda üzerinde durulan bazı meselelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü dille ilgili yapılan bu çalışmalar geçmişte yoktu ve bu yüzden modern olgular olarak din ve dindarlar arasında bazı meselelerin gündeme gelmesine vesile olmuşlardır. Günümüzde sözün anlamı ve delaletiyle insanlar arasında iletişimin nasıl sağlanabildiğiyle ilgili olarak her birinin önemli ölçüde taraftarı olan farklı teoriler ortaya atılmaktadır. Geçmişte dindarlar “anlam, delalet ve iletişim” meselesiyle ilgili olan özel bir dil felsefesini benimsemiş ve buna dayanarak dini metinleri anlayıp tefsir etmeye çalışıyorlardı. Ancak bu alanla ilgili modern teoriler ortaya çıkınca dini metinlere müracaat eden müminler için bunlardan hangisine dayanarak kendi dini metinlerini anlayıp yorumlayacakları sorusu gündeme gelmiş oldu! Kesin olan, dille ilgili bu felsefi teorilerden herhangi biri tercih edilmeden sıranın dini
insanların aklıyla anladığıyla Tanrı’nın söylediği
metinlerin tefsirine gelmeyeceğidir. Usûl
şey arasında meydana geldiğini sanmaktadır.
ilmindeki lafızlar ve delaletleri kısmı artık
Bu yüzden de hiç tereddüt etmeden eğer
bu alanla ilgili teorilerden sadece biri haline
insanla Tanrı arasında bir çatışma meydana
gelmiştir. Oysa şimdi bunun yanında başka
gelirse insanın kendisini kenara çekip Tanrı’nın
pek çok teori daha bulunmaktadır. Fakih veya
söylediği haktır demesi gerekir, demektedirler.
müfessirin ilmi değerlendirmelerinde bunlardan
Bu akıl yürütmede nasıl bir mugalâta bulunduğuna dikkat etmek gerekir. Çünkü buradaki mesele insanla Tanrı’nın karşı karşıya gelmesi veya anlaşmazlığın beşeri olanla ilahi olan arasında olması değildir!
birini seçmesi gerekir. Dille ilgili olan bu yeni teoriler hakkında yeterli bilgi sahibi olanlar böyle bir tercihte bulunmanın ne kadar zor ve sonuçlarının ne kadar önemli olduğunu bilmektedir.
Aksine teâruz ve çatışma yine insanla insan
Modern epistemolojik araştırmaların yeni kelam
arasında yaşanmaktadır! Yani burada çatışma
açısından ortaya çıkardığı diğer bir mesele de
insanlardan bir kısmının görüşüyle diğer bir
fakih ve müçtehidin dünya görüşü ve sahip
kısmının görüşleri arasında vuku bulmaktadır!
olduğu dini olmayan kabul ve inançlarının
Çünkü dini metinlere müracaat ederek elde
içtihat üzerinde nasıl bir etkisi olduğudur. Başka
ettiği verileri dini teoriler şeklinde vazedip
bir deyişle zihni bir süreç olan içtihat ne gibi
bunları Allah’a nispet eden bizzat insandır. İşte
etkenler altında gerçekleşmektedir? İşte bu
çatışma ve çelişme bu dini teorilerle felsefi ve
modern epistemolojinin yeni kelam açısından
bilimsel olanlar arasında meydana gelmektedir.
ortaya çıkardığı temel bir sorundur. Bu, usûl
Dolayısıyla meydana gelen anlaşmazlığa
veya fıkıh kitaplarında ele alınan içtihat
yakından bakılacak olursa bunun dini
ve taklit konusundan farklıdır. Bu zihni bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
81
faaliyet ve dini bir bilgi olarak ictihadın nasıl
hakları, zimmî hakları, işçi hakları ve benzeri
gerçekleştiğiyle ilgilidir. Bu soru ışığında fakihin
konular savunmacı bir içeriğe sahip olsa da
benimsediği felsefe ve dünya görüşü, bilgisi
daha çok yukarıda zikrettiğimiz bu sorulara
ve farkındalıkları, sosyal, siyasi ve ekonomik
cevap verme sadedinde ortaya konmuştur.
kabulleri, psikolojik durumu, kişisel tecrübeleri
Çünkü bütün bu soru ve sorunlar batıda ortaya
ve benzeri konular gündeme gelmektedir.
çıkıp şekillenen insan haklarıyla ilgilidir. Bu
Çünkü bunların her biri bir şekilde fakihin
konular bugünkü anlamlarıyla daha önce ne
içtihat şeklinde ortaya çıkan düşünme sürecine
Müslümanlar ne de Hıristiyanlar arasında
olumlu veya olumsuz olarak etki etmektedir. Bu yöndeki araştırma ve incelemeler fakihin Kur’an ve Sünnet’le değil felsefe, sosyal ve insani bilimlerle ilgili olan kabullerinin nasıl doğrudan veya dolaylı olarak ictihadın bir parçası haline geldiğini ortaya koymaktadır. Kur’an ve Sünnet’le ilgili olmayan bu kabullerin işin içine giriyor olması içtihat ve fetvaların önem ve değerini hiçbir şekilde azaltmaz. Aksine bu tür soruları göz önünde bulundurarak bunların içtihat ve tefekkuha [bir şeyin künhüne vakıf olmayı sağlayacak şekilde derin düşünme] olan etkisini dikkate almak içtihat olgusunun kavramsal olarak daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Şimdi asıl soru şudur: Kaynağı Kur’an ve Sünnet olmayan bu kabullerin neler olduğu bilinmekte midir? Çağın şartları göz önünde bulundurularak bunlar revize edilmiş midir? Bunları her durumda aynı mı kalmakta yoksa zaman ve mekâna göre nicelik ve nitelikleri değişmekte midir? Yeni kelamda ele alınan konulardan biri de din ile insan hakları arasında bulunan ilişkidir. Acaba genel olarak dinlerde özellikle de İslam ile Hıristiyanlıkta bugünkü anlamıyla insan haklarından söz edilmiş midir? Acaba günümüzde ortaya çıkan insan hakları anlayışı Tanrı merkezciliğin yerine insan merkezciliğin geçtiği anlamına mı gelmektedir? Belki de bu meselenin başka bir şekilde ele alınıp şöyle denmesi gerekir: Her ne kadar dinler açısından aslolan yükümlülüklerin yerine getirilmesiyse de bunun sonucunda bir grup insanın çıkarları teminat altına alınmaktadır ve günümüzde bunlar insan hakları başlığı altında ele alınarak muhafaza edilmeye çalışılmaktadır. Belki de konunun bambaşka bir şekilde ele alınıp çözülmesi gerekmektedir.
82
bulunmuyordu. Dolayısıyla yeni kelam da bunları ele alıp dinle olan ilişkilerini ortaya koymaya çalışmaktadır. Daha önce de söylediğimiz gibi yeni kelam ancak son yüzyıllarda ortaya çıkan yeni felsefi, bilimsel, sosyal, siyasi ve endüstriyel gelişmelerin varlığı göz önünde bulundurulduğunda sözkonusu olacaktır. İnsan hayatını bütün yönleriyle köklü bir şekilde değiştiren bu yeni gelişmeler kabul edilmedikçe yeni kelamdan bahsetmenin hiçbir anlamı olmayacaktır. Dolayısıyla yeni kelamdan bahsetmenin ilk şartı meydana gelen bu köklü değişimleri kabul edip bunların felsefi ve bilimsel birer değerleri olduğunu göz önünde bulundurmaktır. Bu yüzden eğer biri, son yüzyıllarda meydana gelen bütün bu değişim ve dönüşümleri mutlak anlamda kötü olarak kabul ederse onun için yeni kelam diye bir şey de söz konusu olmayacaktır. Hovze: Havzanın kültürel ve bilimsel mahfillerde ciddi ve etkili bir şekilde var olabilmesi için ne gibi araçları kullanması gerekir?
Cevap: Havza, halkın diliyle konuşabildiği için onların arasında önemli bir yere sahiptir. Bu yüzden de gerektiğinde halkı kolayca yönlendirebilmektedir. Ancak aynı havza ilmi mahfillerde etkin bir varlık gösterememektedir. Tabi ben fiziki bir var olmadan bahsetmiyorum. Şimdi havzanın ilmi mahfillerde neden etkili bir şekilde bulunamadığını sormak gerekir? Bunun sebebi havzada tartışılan meselelerle ilmi ve akademik ortamda konuşulan konular arasında makul bir ilişkinin kurulamamış olmasıdır. Havza, içinde bulunduğu kapalı ilmi atmosferde öyle kategori ve kavramlar kullanmaktadır ki
Müslüman düşünürler tarafından son
bunlar ne ülke içi ne de dışı ilmi ve akademik
dönemlerde ele alınan İslam’da kölelik, kadın
mahfillerde bulunmaktadır.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Havza eğer bu mahfillerde ciddi ve etkili
Havza tarafından göz önünde bulundurulması
bir şekilde bulunmak istiyorsa iki hususu
gereken ikinci mesele de dinin insan yaşamı
dikkate almalıdır: Birincisi havzanın şunu
açısından taşıdığı pratik değerdir. Çünkü
iyice anlaması gerekir ki bu ilmi ve kültürel
günümüzde din bazı dini önermelerin teorik
mahfillerde bulunmak demek buralarda yaygın
olarak ispat edilmesi olmaktan çıkarak
olan bilgi ve bilimlere müdahale etmek demek
insanları içinde bulundukları nihilizm
değildir. Dolayısıyla havzanın üniversitelerde
çıkmazından kurtarabilecek bir hakikatin arz
bulunması sosyoloji, psikoloji, tecrübî ilimler
edilmesine dönüşmüştür. Yani günümüzde
ve benzerlerine müdahale edip bunları asıl
dini hakikat sadece teorik doğruluğuyla değil
mahiyetlerinden uzaklaştırmak için olmamalıdır.
pratik açıdan sorun çözücü olabilmesiyle de
Çünkü bütün bu bilimler kendilerine has olan yapı, konu, yöntem ve amaçlara sahip olup bunlarla hareket etmektedirler. Eğer bu yapı ve yöntemlerin birbirine müdahalesi söz konusu olursa esasında bu bilimler artık bilim olmaktan çıkıp asli işlevlerini yerine getiremez. Günümüz dünyasında insanlık hem din hem de bilim ile yol almaktadır. Modern insan bu iki olgudan hiçbirinden vazgeçemez ve her ikisine de ihtiyaç duyar. Dolayısıyla havza ancak İslam’ın evrensel insani mesajını bu bilimleri yönlendirecek bir şekilde anlaşılır kategori ve kavramlarla ortaya koyabildiğinde bu ilmi ve akademik mahfillerde etkin bir şekilde var olabilir. İslam’ın mesajının taşıyıcısı olacak bu yeni kavram ve kategoriler doğal olarak klasik felsefenin o kadim kavram ve kategorileri
tanımlanmaktadır. Dolayısıyla insanlara dini hakikat adı altında arz edilen bu olgu hem insanları karşı karşıya bulundukları hiçlik çıkmazından kurtarmalı hem de hayatlarına anlam katmak suretiyle bu yaşamı daha katlanılır ve yaşanılır kılabilmelidir. Başka bir deyişle günümüzde dinin bu sunumu hem nihai bir hakikatin açıklanması hem de insanı dünyevi yaşamına devam edebilmesi için daha güçlü kılma işlevine sahip olmalıdır. Çünkü çağımızın felsefi ve bilimsel kazanımlarından haberdar olan insanların dinden bekledikleriyle havzanınkiler birbirinden çok farklıdır. Havzadaki insanlar sadece teorik bazı hakikatlere ulaşmak için çaba göstermektedir. Bu nazari doğruları elde ettiklerinde ise dinle işleri bitmektedir. Ancak günümüzün felsefi,
olamaz.
ilmi ve siyasi çevrelerinde dinden beklenen hem
İslam dini ile İslam felsefesini birbirinden
evirip çevirebilmeyi mümkün kılacak pratik bir
ayırmak gerekir. Havza, ilmi ve akademik
yetkinliğe ulaşılabilmesine yardımcı olmasıdır.
nazari bir hakikate hem de bu dünyevi hayatı
çevrelerde etkin çalışmalarda bulunmak istiyorsa bir din olarak İslam’la İslam felsefesi arasındaki farkı kabul etmelidir. İslam, İslam felsefesi demek değildir. Tıpkı Hıristiyanlığın da Hıristiyan felsefesi olmadığı gibi. Pek çok kişi bu iki farklı olguyu birbirine karıştırmaktadır. Bu yüzden de üniversitelerde İslam felsefesi okutulduğunda her şeyin çözüleceğini
Günümüz dünyasında aslolan, teorik bir hakikat olarak ortaya konan dinin insanın dünyevi yaşamı üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğudur. Reel bir olgu olarak din, modern insanın psikolojik sorunlarının çözülmesine nasıl katkı sunabilir? Din barışın mı yoksa yeni çatışma alanlarının mı kaynağıdır? Modern
savunmaktadırlar. Yani bu insanlara göre
insan için kaçınılmaz olan endüstriyel yaşamla
İslam’ın üniversitelerde temsil edilerek bu
din arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır?
çevrelerin İslami hale getirilmesinin anlamı
Modern yaşama tarzını ret mi yoksa kabul
İslam felsefesinin buralarda okutulması ve
mü etmektedir? Eğer din bu modern yaşama
yaygınlaştırılmasıdır. Ama hayır, asıl mesele
tarzını reddediyorsa bunun yerine nasıl bir
kesinlikle bu değildir. Bu yüzden havzanın
yaşama tarzı önermektedir? Veya sadece bu
bu mahfillerde var olabilmesi için pek çok
endüstriyel yaşamı kanaat gibi dini kavramlarla
yeni kavram ve kategoriden yardım alması
ıslah etmeye mi çalışmaktadır? Ya da dinin
gerekir. Aksi takdirde bu bulunmanın fiziki
bu seçeneklerin dışında başka bir önerisi var
olmanın dışında felsefi ve bilimsel bir anlamı
mıdır? Dini hakikat olarak arz edilen şeyin
olmayacaktır.
modern anlamıyla çevrenin korunmasındaki
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
83
olumlu ya da olumsuz rolü nedir? Dinin teorik
ona nispet edilen şeylerin pratikte insanın
hakikatleri toplum tarafından kabul edildiğinde
zararına sonuçlar doğurabilmesi nasıl mümkün
bunların insan kişiliği ve hakları açısından
olmaktadır. Çünkü eğer bu doğruysa aslında
karşılığı ne olacaktır? Herkes bu nazari
insanı daha güçlü kılmak için gönderilmiş olan
hakikatlere tabi olduğunda bunun sosyal ve
din, sorunları karşısında onu daha zayıf ve aciz
siyasi ilişkilerdeki karşılığı ne olacaktır? Bu
kılıyor demektir! Dolayısıyla dinin hem akli hem
teorik hakikatlerin sosyal ve siyasi karşılığı
de duyuları tatmin ederek insan yaşamına güç
istibdat mı özgürlük mü yoksa eşitlik mi
ve canlılık kazandırması gerekir. Bu yüzden
olacaktır? Dini olan bu teorik hakikatlere göre
herhangi birisinin pratik sonuçlarını göz önünde
şekillenmiş bir toplumda günaha eğilim mi
bulundurmadan sadece teorik doğruluğu esas
yoksa ondan sakınma mı daha çok öne çıkar?
alarak dini bir teori ileri sürmesi veya fetva
Kaynağı din olan bu teorik hakikatler dünyada
vermesi günümüz açısından kabul edilemez.
önemli bir sorun olan fakirlikle nasıl mücadele etmekte ve bunun çözümü için ne gibi hal çareleri sunmaktadır? Aynı şekilde günümüz insanı açısından önemli sorun alanları olan siyaset, sömürü, istismar, cehalet ve benzeri olgulara karşı nasıl bir duruş sergilemektedir? Birer realiteye dönüşmüş olgular karşısında nasıl bir duruş sergilemekte ve insanlar bunu benimsediklerinde nasıl sonuçlar ortaya çıkmaktadır? Bu teorik hakikatlere tabi olunduğunda hangi olay ve olguların sayısı artarken hangilerinin ki azalmaktadır? İşte bütün bu ve benzeri sorular dinin pratik rolünün ortaya konmasına yönelik olarak sorulmakta ve bunlara makul cevaplar verilmeye
84
Bugün dinin siyasetten ayrı olmadığı söyleniyor. Biz de aynı şeyi söylüyoruz. Ancak bu sözün gerçekte ne anlama geldiğine bakmak gerekir. Mesela eğer günümüzde havza doğru karar alma ve düzenlemelere engel olmadan siyasi yaşama yön vermek amacıyla siyasi olgu ve realiteyi göz önünde bulundurarak siyasetle ilgili dini bir teori ortaya koyarsa bu durumda din ile siyaset birbiriyle ilişkili hale gelmiş olacaktır. Ama eğer dini ilimler havzası yaşanan realite ve pratiği göz önünde bulundurmadan siyasetle ilgili teorik doğrular vazedip sonrada bunlara uyulmasını talep ederse doğaldır ki bu tür teori ve fetvaların hiçbir anlam ve değeri
çalışılmaktadır.
olmayacaktır. Zaten istense de böyle salt
Günümüzün felsefi ve bilimsel çevrelerinde
değildir. Çünkü bunların herhangi pratik bir
teorik değerinden daha çok dinin pratik önem
işlevi yoktur. Günümüz insanı devasa sorunlarla
ve işlevine vurgu yapılmaktadır. Oysa bizim
boğuşmaktadır. O, devasa bir makinenin içinde
geleneğimizde ve maalesef günümüzde de
sıkışan vida ve somun gibidir. Bu yüzden
dinin bu pratik yönüyle ilgili yapılmış çalışma
de dinin kendisi ve toplum için nasıl bir
sayısı çok ama çok azdır. Bizde daha çok
mesaja sahip olduğunu bilmek istemektedir.
dinin teorik yönü üzerinde durulmakta ve dini
Dahası bu mesajın kendi yaşadığı gerçeklikle
önermelerin nazari doğruluğu ispat edildiğinde
makul bir ilişkisinin olmasını beklemektedir.
maksada ulaşıldığı sanılmaktadır. Oysa din
Dolayısıyla bu mesajın yaşanan gerçeklik ve
gibi önemli bir olguya iki açıdan bakmak ve
realite göz önünde bulundurularak insanlara
yaklaşmak gerekir: Teorik ve pratik açıdan.
sunulması gerekir. Eğer ülkemizdeki dini
Eğer ilmi mahfillerde gündeme getirilen bir dini
ilimler havzası böyle bir çerçeve içinde hareket
teori veya fetvanın pratik sonuçları arzu edildiği
etmek istiyorsa ki bence başka bir şansı da
ve beklendiği gibi olmazsa bunun modern
yoktur, ister istemez modern felsefe ve bilimin
felsefi ve ilmi çevrelerde kabul görmesini
ortaya koyduğu kavram ve kategorilerden
beklemek beyhude olacaktır. Çünkü temel
yararlanmak zorundadır. Bu olduğunda da dini
amacı insanın karşı karşıya olduğu teorik ve
mesajı ulaştırmak için kullanacakları kalıp
pratik sorunları çözmek olan günümüzün
ve ifade biçimleri değişecek ve daha önce
felsefi ve bilimsel çevrelerinde bu iki işleve
gündemlerinde olmayan pek çok yeni meseleyle
sahip olmayan dini teori ve fetvalar hakkında
uğraşmaya başlayacaklardır. Havza, günümüzde
şu temel sorgulama yapılmaktadır: Din ve
bulunan realite ve gerçekleri bilerek konuşursa
teorik doğrularla amel edilebilmesi mümkün
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
açıklamaları da ilmi ve akademik çevreler tarafından daha anlaşılır hale gelecektir. Havza dinin mesajını anlaşılır bir şekilde insanlara ulaştırdığında görevini doğru bir şekilde ifa etmiş demektir. Böylece havza ile üniversite arasında olması gereken ilişki de kurulmuş olacaktır. Çünkü havza ile üniversite arasında bulunması gereken ilişki farklı olan iki olgu ve düşünce arasında bulunması gereken türdendir. Bu yüzden de havzanın bu alanla ilgili tedvin
kapanmış olur. İşte bütün bunlardan dolayı temel ve kurucu teorileri ele alıp bunların dini kavram ve kategorilerle nasıl bir ilişkiye sahip olduğunun ortaya konması günümüzde karşı karşıya olduğumuz en önemli meselelerden birini oluşturmaktadır. Üzücü olan ise havzanın bu tür konuları ele alıp ilgili teorik meseleleri gündeme getireceğine ilgisiz ve kaygısız bir şekilde
edilmiş düşünceler üretmesi gerekir.
bunları uzaktan seyretmesidir. Sonuçta ister
Özellikle İslam devriminden sonra dinin
alan ilmi mahfillerde tartışılarak bir neticeye
pratik önemiyle ilgili bazı sorular gündeme getirilmiştir. Çünkü devrimden sonra içinde
istemez bu tür konular havzanın dışında yer varılmaya çalışılmaktadır.
yaşamak istediğimiz yeni bir toplum kurmak
Hovze: Siz, Şia kelamında bulunan bazı
için çalışmaya başladık. Bu yüzden de dinin bu
konuların daha çok araştırılması gerektiğine
yeni toplumun ayrılmaz unsurları olacak olan
inanıyorsunuz Bu meselelerin neler olduğu
endüstri, insan hakları, bilim, felsefe, yatırım,
hakkında bize bilgi verir misiniz?
ilerleme ve kalkınma gibi kavramlarla nasıl bir ilişkisi olduğunun ortaya çıkarılması gerekiyordu. Bu konularda ümitvar olmamızı gerektiren derin ve köklü bir fikri dönüşüm yaşanmaktadır. Ancak bu konularda aceleyle sorulmuş ve yanıtlanmış olsa da önemli olan soruları dini ilimler havzası dikkate almamaktadır. Bu yüzden süreç ona rağmen ilerlemekte ve havza gün geçtikçe kendi eliyle kendisini tarihin dışına atmaktadır. Çünkü havza yaşanan bu köklü değişimlerin teorik kabul ve temellerine bakmadan süreci yüzeysel açıklama ve tepkilerle geçiştirebileceğini sanmaktadır.
Cevap: Şia kelam ve düşüncesinde günümüz açısından araştırılmaya değer olan pek çok mesele bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmına özet olarak değinelim: Şia düşüncesi ilk mesele siyaset felsefesiyle ilgilidir. Bu, Hz. Peygamber’den sonra kimin halife olması gerektiğiyle ilgili bir meseledir. Buna göre Şia Peygamber’den sonra ideal bir yöneticinin bütün özelliklerine sahip olduğunu iddia ettiği İmam Ali gibi bir şahsın halife olması gerektiğini savunmaktadır. Çünkü İmam Ali’nin diğerlerinden farklı olan bir yönetim anlayışı vardır ve Şia bu anlayışı
Toplumumuz bir çeşit davranışçılığın etkisinde kalarak sorunların yüzeysel ve geçici olarak çözülmesi hastalığına müptela olmuştur. Zaruretler ve maslahatçılıkla sorunların geçici olarak halledilmesiyle yetinilmekte ve yaşanan bu değişimin teorik temellerine dikkat
siyaset felsefesinin merkezine koymuştur. Bazıları sosyal yaşam açısından düzenin kaçınılmaz olduğundan hareketle devlet ve kurumların muhafaza edilmesini diğer her şeye öncelemiştir. Bu anlayışa göre gerektiğinde diğer bütün değerler devleti ve sistemi ayakta
edilmemektedir. Sonuçta tedavülde olan kavram
tutabilmek için feda edilebilir. Çünkü sosyal
ve kategorilerin teorik temellerini yeterince
yaşamın ancak bu şekilde sağlıklı devam
araştırmadan kolaycılığa sapılmaktadır. Örneğin
edebileceğine inanmaktadırlar. Doğal olarak
toprakların çiftçilere verilmesi veya iş kanunuyla
eğer bir yönetici devlet ve siyasete böyle güç
ilgili bir sorun ortaya çıktığında maslahat
ve iktidar merkezli bakacak olursa toplumun
gereği bir karar alınarak mesele bu aşamada
yönetilmesinde çözülmesi zor sorunlarla
bırakılmaktadır. Bu yüzden de sıra istismar ve
karşılaştığında kolayca değer ve hukuku reel
işçi hakları hakkında ciddi ve teorik değeri olan
gerçeklere feda edecektir. Böyle bir yönetici
bir tartışma yapmaya gelmez. Dolayısıyla bu tür
devlet ve yönetimin tehlikede olduğunu
meseleleri tartışırken ne gibi teorik kabullerden
düşündüğünde “zaruretler haramı mübah
hareket etmemiz gerektiği konusu açılmadan
kılar” ilkesine uygun olarak hareket edecektir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
85
Dolayısıyla kendisini hiçbir ahlaki ve hukuki
ve istihsan gibi delillerle Allah’ın hükmüne
değerle kayıtlı görmeyecektir. Böyle bir yönetim
ulaşılarak insanlar için dini bir yükümlülük
anlayışı halkı yaşanan realiteye mahkûm
ihdas edilemez. Dolayısıyla bir amel veya olgu
ederek yöneticilere mutlak bir dokunulmazlık
hakkında Kur’an, Sünnet veya akla dayanan bir
sağlamaktadır.
hüküm bulunmuyorsa bu alanlarla ilgili şer’i bir
Oysa İmam Ali’nin siyaset ve yönetim anlayışı bu tarz bir düşüncenin tam karşıtını oluşturmaktadır. İmam Ali yönetmeyi sadece ilahi ve insani değerleri için kabul etmiştir. Bu değerleri koruyarak yöneticilik yapamayacağını düşündüğü için yaklaşık yirmi beş yıl bu görevi üstlenmekten çekinmiştir. Çünkü onun siyaset felsefesinde, adalet ve kıstı gerçekleştiremeyen
Bu durumda yapılması gereken rasyonel bir teoriden yararlanarak bu olguyla ilgili gerekli düzenlemeyi yapmaktır. Doğal olarak bu tür düzenlemelere kaynaklık edecek olan rasyonel teoriler zaman ve mekâna göre değişecektir. İşte bu yüzden de bunlara dayanılarak alınan karar ve yapılan düzenlemeler dini bir hüküm olarak kabul edilemez. Bu yüzden de bunlara
bir yönetim, kurumuş keçi derisinden bile daha
uyulmaması dini anlamda bir günah teşkil
değersizdi. İşte bu yüzden ısrarla halifeliği
etmez.
kabul etmesi istendiğinde göreve gelme şartlarını ortaya koyup bunları halka açıkça ilan
Eğer bu tarz bir düşünme şekli Müslümanların
etmiştir.
geneli tarafından kabul edilecek olursa İslam
“Ne kadar acı da olsa hak olanı icra etmekten
açılacağı muhakkaktır. Çünkü eğer bizler
kaçınmam. Zulümle alınmış olan malları,
zamansal ve mekânsal dokularından dolayı
kadınların mihri olmuş olsa bile geri alacağım.”
hatalı olma ihtimalleri bulunan örfi ve rasyonel
kültür ve medeniyetinin önünde yepyeni ufuklar
Yönetim anlayışını adalet üzerine bina etmenin anlamı belli bir dönemdeki uygulamaların bütün zaman ve mekânlar için adaletin tek ayni karşılıkları olması demek değildir. Doğal olarak bu önemli kavramın ayni karşılıkları sosyal ve siyasi şartların değişmesiyle değişecektir. Burada önemli olan Şia’nın da takipçisi olmakla övündüğü Hz. Ali’nin siyaset ve yönetim anlayışıdır. Bu da değerlerin gerçeklere feda edilmeden yaşatılmasıdır. Bu yüzden yapılması gereken bu değerleri zaman ve mekânın ihtiyaçlarına cevap verebilecek yapı ve kurumlar somutlaştırabilmektir. Böylece bu değerler insan yaşamının bütün boyutlarına hâkim hale getirilebilir.
86
hükümden bahsedebilmek mümkün değildir.
kazanımlarımızı şer’i ve dini birer hüküm olarak görürsek aslında din olmayan bir şeyi dinin yerine geçirmiş oluruz ki bid’at da kelimenin gerçek anlamında işte budur. Böyle büyük bir hatanın doğal sonucu toplumun değişim ve gelişmesinin önüne geçmek olacaktır. Ancak eğer akli ve örfi kazanımlarımızın alanını şer’i ve dini olandan doğru bir şekilde ayırabilirsek yolumuz aydınlanacak ve değişme imkânımız daha da artacaktır. Böylece bir yerde doğru ve faydalı bir düşünce gördüğümüzde alabilir ve bu sayede yüzyıllardır duçar olduğumuz dogmatizmden kurtulabiliriz. Özetle insan yaşamının örfi ve rasyonel tedbirlerle düzenlenen kısmına hiçbir zaman dini bir renk vermemek gerekir.
Şia düşüncesi açısından önemli olan bir diğer
Mesela Şia fakihleri muamelatla ilgili konularda
mesele de kıyas, istihsan ve benzeri ilkelerin
Kur’an ve Sünnet’te herhangi bir delil
ahkâmın istinbatında delil olarak kabul
bulunmadığı durumlarda insan düşüncesinin
edilmemesidir. Şia fıkhında sadece Kur’an,
ürünü olan uygulamaları şer’i birer yükümlülük
Sünnet ve akıl delil olarak kabul edilmektedir.
olarak görmemişlerdir. Bu yöntemden dolayı
Dolayısıyla Şia fıkhına göre Kur’an, Sünnet ve
Şia’da sosyal ihtiyaçlara cevap verebilen
akıldan elde edilmeyen bir şey, dini yükümlülük
bir muamelat fıkhı ortaya çıkmıştır. Diğer
olarak kabul edilemez. Buna göre kaynağı
taraftan Müslüman toplumların yönetimini
ancak Kur’an, Sünnet ve akıl olan bir hüküm
ellerinde bulunduranlar kimsenin onlara karşı
dini bir değere sahip olabilir. Bu yüzden
çıkmaması için yaptıkları her şeye dini bir renk
temeli insanların zan ve sezgileri olan kıyas
veriyorlardı. Bu durum Abbasiler döneminde
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
daha belirgin bir şekilde görülmektedir.
milletlerin gelişmesinde önemli bir role sahip
Onlar yönetimlerine tamamen dini bir renk
olan fikir ve düşünce özgürlüğüdür. Tabi Ehl-i
verebilmek için yaptıkları her şeyle ilgili
Sünnet’in icmayı dini hükmün elde edildiği
olarak zamanlarının müftü ve fakihlerinden
bir kaynak olarak kabul etmesinin bazı
fetva istemişlerdir. Bunlar da Kur’an ve
siyasi sebepleri vardı. Böylece İslam’ın ilk
Sünnet’te fetvaya dayanak olacak bir şey
döneminde meydana gelen bazı siyasi olayları
bulamadıklarında kıyas ve istihsana başvuruyor
açıklamak istiyorlardı. Ancak icma daha sonra
ve böylece sözde halifelerin yapmak istedikleri
epistemolojik bir teori ve ilke haline dönüşerek
her şeye dini bir renk vermiş oluyorlardı. Bu akım zamanla Müslüman toplumlarda düşünce ve pratiğin gerilemesine sebep oldu. Hilafet sistemine bağlı olan bazı müftüler sistemle uyuşmayan her türlü fikir ve yaklaşımı tekfir ediyorlardı. Böylece o günün zalimane ve adaletsiz ilişki ve uygulamalarını ilahi iradeye intisap ettirmek suretiyle meşru gösterip insanlara dayatıyor ve zavallı insanlar da her türlü zulüm ve istibdadı hilafet adı altında dini
fıkıh usûlünün en temel dayanaklarından biri haline geldi. Bazı dönemlerde muhalifleri susturmak ve yeni fikir ve teorilerin ortaya çıkmasını engellemek için icma delili bir bahane olarak kullanıldı. Gerçek anlamıyla icma İslam tarihinde hiçbir şekilde tahakkuk etmemiştir. Özetle farklı siyasi ve kelami sebepleri de olsa Şia icmayı asıl bir ilke ve teori olarak benimsememiştir.
bir renge bürünmüş olarak sineye çekiyorlardı.
Hovze: Ama Şia’nın kıyas ve istihsana
İnsanlar asırlarca din adına yapılan bu zulüm
başvurmamasının sebebi imamlar aracılığıyla
ve aldatmalara tahammül ederek yaşamak
ellerinde bulunan bolca rivayetler değil miydi?
zorunda kaldılar.
Yani Şia’yı kıyas ve istihsana başvurmaktan
Şia kelam ve düşüncesinde üzerinde önemle
alıkoyan bu zengin malzeme değil miydi?
durulması gereken meselelerden biri de
Cevap: Şia kıyas ve istihsana “biz her
icma deliline karşı takındığı tavırdır. Ehl-i
şeyi rivayetlere müracaat etmek suretiyle
Sünnet ve’l-Cemaat “ümmetim hata üzerinde birleşmez” hadisine istinat ederek ümmetin veya âlimlerin icmasını delil olarak kabul etmiştir. Bu görüşe göre eğer belli bir dönemde yaşayan bütün Müslüman veya Müslüman âlimler bir teori ya da amel üzerinde ittifak ederlerse bu icma yani bir araya gelme konuyla ilgili dini hükmün ortaya çıkarıldığı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla icma tıpkı diğer ilahi hükümler gibi kutsaldır ve bu yüzden ona karşı gelinebilmesi mümkün değildir. Şia bu anlamıyla icma deliline karşı çıkarak şöyle dedi; “Hüccet ve delil olan Kur’an veya hata yapmaktan beri olan masumun sözüdür. Dolayısıyla bir konuda ümmetin bütün âlimleri bir araya gelmiş olsa bile bunlar masum olmadıklarından üzerinde ittifak ettikleri şey dini bir hüküm olarak kabul edilemez. Bu yüzden hakkında icma bile yapılmış olsa başka biri buna karşı çıkarak aykırı bir fikir ileri sürebilir.” Başka bir deyişle bir konuda icmaya
çözmeliyiz” diyerek karşı çıkmamıştır. Hayır, Şia’nın bunlara karşı çıkmasının asıl sebebi bu değildir. Bu söylediğiniz ibadetler söz konusu olduğunda gerekligeçerli olabilir. Ama muamelat fıkhını mütaalaa ettiğinizde diğerlerinin kıyas ve istihsanla çözdüğü meseleleri Şia’nın rasyonel, örf ve fukahanın vazettiği kurallara göre çözdüğünü görebilirsiniz. Bazen de bu alanlarda Kur’an ve Sünnet’te bulunan genel ilkelere göre hareket edilmiştir. Bu konuyla ilgili çok sayıda örnek gösterilebilir. Hovze: Beşeri toplumların yönetilmesinde dinin rolü ve yeri nedir? Dinle kıyaslandığında akıl ve bilim bunda nasıl bir rol oynamaktadır?
Cevap: Bu soruya cevap verebilmek için iki meselenin üzerinde ciddi bir şekilde düşünmek gerekir. Bunlardan birincisi acaba akıl olmadan din anlaşılabilir mi? İkincisi de beşeri yaşamda akıl ve dinin alanı nedir?
ulaşan kişiler hata yapmış olabilecekleri için
Yani hangi durumlarda dine ve hangisinde akla
bunlara karşı çıkan tekfir edilerek görüşünü
yönelip sorularımızın cevabını isteyeceğimiz
söylemesinin önüne geçilemez. İşte bu da
meselesidir bu.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
87
Dinin anlaşılmasıyla ilgili şunu söyleyebiliriz:
Aynı şekilde Müslüman filozoflar da
İslam dini tarihin belli bir döneminde belli bir
kendilerine has önkabul ve kavramlarla
yerde (Arap Yarımadasında) Hz. Peygamber
tarihi birer olgu olan vahiy ve nübüvveti
tarafından insanlara tebliğ edilmiştir. Bu
anlamaya çalışmışlardır. Doğal olarak
anlamıyla İslam dini tarihi bir olgudur. Yani
filozofların sahip olduğu önkabul ve kavramlar
tarihin belli bir döneminde belli bir coğrafyada
Mu’tezile’ninkilerden çok farklıydı. Müslüman
ortaya çıkmış bir olguya tekabül etmektedir.
filozoflara göre vahiy “Peygamber’in faal akılla
Aynı şekilde Hz. Peygamber’in getirdiği kitap
ittisal etmesinden” ibarettir. Bu vahyin dış
olan Kur’an’ı Kerim’de tarihi bir olgudur.
âlemdeki gerçekliklerden nasıl haber verdiğini
Öyleyse İslam dininin anlaşılması, aslında tarihi bir olgunun anlaşılmasından ibarettir. Kur’an okunduğunda veya İslam Peygamberi bir söz söylediğinde muhataplar Tanrı, nübüvvet, ahiret, insan ve benzeri konularda sahip oldukları önkabul ve tasavvurlarla tarihi olan bu olguyu anlamaya çalışıyorlardı. Araplar arasında bulunan bu önkabul, tasavvur ve kavramların temellerinin neler olduğu ve bunların ne kadarının önceki dinlerden kaldığı ne kadarının da kendi kültürleriyle alakalı olduğu başka bir konudur. Ne olursa olsun aralarında vuku bulan bu olguyla ilgili genel de olsa bir tasavvurları vardır. Aksi takdirde vahyi hitabın anlaşılması mümkün olamazdı. Bu önkabul ve düşünceler Peygamber döneminde yaşayan insanların Kur’an ve Sünnet’i anlarken başvurdukları araçlar mesabesindeydi. Daha sonraki dönemlerde vahyin tefsir edilebilmesi için pek çok düşünce ve teori ortaya çıktı. Mesela Mu’tezile vahiy ve
88
anlatmaya çalışan filozofça bir çaba ve uğraştı. Bu, vahiy ve nübüvvetin epistemolojik bir açıdan açıklanmasıydı. Başka bir deyişle Müslüman filozoflar bu teoriyle, vahyin nasıl varlık âlemi hakkında doğru bilgiler ihtiva ettiğini açıklamaya çalışıyorlardı. Filozoflar bu yöntemlerini kullanarak Kur’an’da bulunan diğer konuları da önkabul ve kavramları doğrultusunda tefsir edip açıkladılar. İnsan nefsinin soyut olduğu, saadet ve şekavet yönlerinin bulunduğu, İslam’ın Tanrısının varlığı zorunlu olan anlamında vacibul vücud olarak tavsif edilmesi ve benzeri kavram ve kategoriler filozofların vahyi anlamaya çalışırken kullandıkları kabulleri oluşturmaktadır. Doğal olarak bu kavram ve kategorilerin hiçbiri İslam’ın ilk döneminde bulunmuyordu. Arifler de irfani şühud ile elde ettikleri kabul ve kavramlarla vahye yönelmiş ve onu anlamaya çalışmışlardır. Bunlar Kur’an ayetlerini irfani olan kavram ve kategoriler içerisine yerleştirerek tefsir etmeye çalışmış ve bu bakış
nübüvveti ilk dönem Müslümanlarından farklı
açısıyla irfanı İslam içinde temellendirmeye
önkabul ve kavramlarla anlamaya çalışıyordu.
gayret etmişlerdir. Bütün bu iddia ve teorilerin
Mu’tezile kendine has akli ilke ve kavramlarla
İslam’a nispet edilmesi de bunların İslam’ın
ortaya yeni soru, düşünce ve teoriler atıyor
sınırları içinde kalarak vahyi tefsir etmek
daha sonra da bunlara cevap veriyordu.
kastıyla ortaya konmuş olmalarındandır.
Böylece kendilerine has bir tefsir anlayışı
Eğer bu çabalar vahiy olgusu göz önünde
ortaya koydular. Mu’tezile bu tefsir anlayışını
bulundurulmadan yapılmış olsaydı, bunlara
ilahi kelamın mahlûk olup olmadığı, tevhid
İslami bir renk ve koku verilebilmesi mümkün
ve adalet, âlemde olup bitenler bir hikmet
olmazdı. İslami sıfatının bu teorilere uyuyor
ve maslahata dayanmaktadır, evren makul
olması da bunlar aracılığıyla İslami vahyi
olan bir iç düzene sahiptir ve insanın ahlaki
anlamaya çalışmalarından kaynaklanmaktadır.
fiilleri akli iyi ve kötü kıstaslarıyla tartılarak
Dolayısıyla eğer birisi sadece kendi içsel
değerlendirilmelidir gibi ilkeler üzerine
tecrübelerine dayanarak bunları İslami vahyin
inşa etmiştir. Doğal olarak bunların hepsi
içeriğiyle ilişkilendirmeden Kur’an’i ve Nebevi
Mu’tezile’nin vahyi anlamak için başvurduğu
hitapla bir işi olmazsa bunlara gene de irfani
önkabul ve tasavvurları oluşturmaktadır. Bunlar
keşif denilebilirdi. Ancak bu durumda artık
bu yöntem ve tarzlarıyla Mu’tezile kültür ve
bunları İslam’a nispet etmek mümkün olmazdı.
ekolünü meydana getirmişlerdir.
İslam kelam ve felsefesiyle ilgili olarak da aynı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
durum geçerlidir.
ötekilerin de işrakı öncelemelerinde değil.
Bu analiz İslam tarihi boyunca vahiy olgusunun
Hovze: Din ve aklın kendilerine has alanlarıyla
daima akıl ve irfani keşfin ışığında anlaşılmaya
ilgili olarak hangi durumlarda akıldan ve hangi
çalışıldığını ortaya koymaktadır. İlginç olan şu
durumlarda dinden yardım alınması gerektiğini
ki Kur’an ve Sünnet’in anlaşılmasında hiçbir
açıklar mısınız?
önkabul ve vasıtaya başvurmadıklarına inanan Hadis ehli ve Eş’ariler bile kendilerine has felsefi ve kelami kabullerden hareket ediyorlardı.
Cevap: Kur’an ve Sünnet’e müracaat ettiğimizde muhataplarından bazı şeylerin yapılmasını bazılarının da terk edilmesini
Çağımızda felsefi ve bilimsel pek çok değişim
talep eden bir dizi emir ve yasak olduğunu
meydana gelmiş ve yeni bilgi türleri ortaya
görüyoruz. Bu emir ve yasaklar biz
çıkmıştır. Bu çağda yaşayan biz Müslümanlar
Müslümanlara yöneltilmiştir. Dolayısıyla bizlerin
ortaya çıkan bu yeni bilgi türleriyle vahiy
bunlarla amel etmesi istenmektedir. Bu türden
arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusuyla karşı
emir ve yasaklar ibadet, muamelat, sosyal,
karşıya bulunmaktayız. İşte bu soruya cevap
siyasi ve ekonomik durumlarla ilgili olabilir. Yani
vermeye çalışmak daha önce bahsettiğimiz yeni
bütün bu alanlarla ilgili bazı emir ve yasaklarla
kelamın ta kendisidir.
karşı karşıya bulunmaktayız. Dini inancımız
Yunan felsefesi tercümeler yoluyla İslam dünyasına aktarıldığında bir dizi yeni kavram ve kategori de İslam düşünce ve kültür havzasına girmiş oldu. Bu kavram ve kategoriler yeni bir zihniyet ve düşünme şekli ortaya çıkardı. O günlerde Müslümanların çoğu bu zihniyet ve önkabullerle vahyi anlayıp tefsir etmeye çalışıyordu. Aynı şey günümüzde de meydana gelmiş ve sosyal bilimlerde yaşanan gelişmeler yeni felsefe ve bilgi türleri ortaya çıkarmıştır. Yaşanan bu olgu biz Müslümanların sahip olduğu kavram, kategori ve önkabulleri üzerinde hatırı sayılır bir etki yapmaktadır. Ama tabi eğer bütün bu köklü değişimlerden haberi
açısından her nerede Allah’ın açık bir emir ve yasağıyla karşılaşıp bunun bizim içinde bulunduğumuz durumu da kapsadığından emin olursak buna itaat etmemiz gerektiği konusunda da herhangi bir şüphe ve tereddüt bulunmamaktadır. Ancak temel meselemiz öncelikle belli bir durumla ilgili olarak Allah’ın bir emir ve yasağının bulunup bulunmadığı ikinci olarak da eğer varsa bunun bu çağda yaşayan bizleri de kapsayıp kapsamadığının nasıl teşhis ve tespit edebileceğiyle ilgilidir. Kur’an ve Sünnet’te bulunan emir ve yasakların hukuki veya ahlaki olmaları, sadece Hz. Peygamber döneminde bulunan insanlara has
olmayan biri varsa o başka.
olması veya bizleri de kapsaması mümkündür.
Bu anlattıklarımızdan İslam dininin
dini yükümlülük vazeder ki bunların çiğnenmesi
anlaşılmasının her zaman aklın ve irfani
günah ve suçtur. Ancak ahlaki ve irşadi olan
zevkin ışığında gerçekleştiği sonucu ortaya
emir ve yasaklar belli bir dönemde maruf ve
çıkmaktadır. Bu durum günümüz açısından
iyi olarak bilinen şeylere yönlendirip teşvik
da yüzde yüz geçerlidir. Dolayısıyla akıl-vahiy
ederler ve bu yüzden de bunlara karşı gelinmesi
ilişkisini acaba akıl mı yoksa vahiy mi öncedir
günah ve dolayısıyla da hukuki anlamıyla suç
şeklinde aktaranlar bu meselenin derinliğini
değildir. Böyle durumlarda insan kendi tercihiyle
anlayamamış olan kişilerdir. Çünkü mesele
başka bir yoldan gitmeyi seçebilir. Başka bir
bunlardan hangisinin önce hangisinin sonra
deyişle eğer Kur’an ve Sünnet’te bulunan
olduğu değildir. Asıl mesele akıl tarafından
emir ve yasaklar hukuki ise artık insanın
kabul edilmiş bir dizi önkabul ve tasavvur
bir tercih hakkı bulunmaz ve her durumda
olmadan naklin yani vahyin anlaşılmasının
bunlara uymak zorundadır. Ama eğer bu emir
mümkün olmamasıdır. Dolayısıyla yukarıda da
ve yasaklar ahlaki yani irşadi ise insana bir
aktardığımız grupların birbirlerinden farkı sahip
seçme hakkı tanınır ve o da bu doğrultuda
oldukları önkabul ve beklentilerde yatmaktadır.
hareket eder. Aynı şekilde eğer Müslümanlar
Yoksa birilerinin vahyi diğerlerinin de aklı ve
açısından şer’i birer yükümlülük icad eden
Hukuki olan emir ve yasaklar bir dizi şer’i ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
89
hukuki emirlerin bizlere şamil olmadığı
Ne olursa olsun gerçek; felsefi, kelami ve irfani
herhangi bir delille sabit olmuşsa doğal
kabullerin nübüvvetle ilgili belli bir anlayışı
olarak bizim için hiçbir yükümlülük ortaya
ortaya çıkardığı ve buna uygun olarak da
çıkmayacağından yine istediğimiz gibi hareket
şeriatın devamı veya devamsızlığı yönünde
edebiliriz.
ne gibi sınırlara sahip olduğunun ortaya
Bazı fakih ve usûlcülerin dini yükümlülüklerin zaman ve mekân ayrımı yapmadan bütün Müslümanları kapsadığı yönünde bir icma bulunduğunu iddia ettiklerini biliyoruz. Ancak bu icma iddiasının nübüvvetle ilgili Müslümanlar arasında bulunan bir dizi felsefi ve kelami önkabul ve varsayıma dayandığına dikkat etmemiz gerekir. Bu iddia son peygamber olarak Hz. Muhammed’in kendisinden sonraki
belirleyen bu felsefi, kelami ve irfani kabul ve beklentiler hakkında çok daha derin düşünülmeli ve çağın ihtiyaçlarına göre bunlar gözden geçirilmelidir. Nübüvvetle ilgili kabul ve beklentiler de hiçbir şekilde bu genel kaidenin bir istisnasını oluşturmaz. Bu yüzden bunların da daima gözden geçirilerek revize edilmeleri gerekir.
bütün çağlar için gerekli olan teklif ve
Zira ancak daimi bir inceleme ve gözden
yükümlülüklerin hepsini belirlemesi gerektiği
geçirme sayesinde insanın nübüvvet, şeriat
temel kabulüne dayanmaktadır. İşte kıyamete
ve aklın sınırları gibi konularda sahip olduğu
kadarki bütün teklif ve yükümlülüklerin
kabul ve beklentiler revize edilebilir. Bu yüzden
peygamber tarafından belirlenmiş olması
de bu doğru dürüst bir şekilde yapılmadıkça
gerektiği beklentisi Kur’an ve Sünnet’te
şeriat ve aklın sınırları ile insanların bunlardan
bulunan emir ve yasakların bütün insanlara
beklentilerini makul bir şekilde belirleyebilmek
şamil olarak kabul edilmesine sebep
mümkün olmayacaktır. Doğal olarak bu kabul
olmaktadır. Dolayısıyla bu kabul ve beklentilerle
ve beklentiler değiştiğinde sınırların tayin
Kur’an ve Sünnet’e müracaat edildiğinde orada
edilmesi de bunlarla doğru orantılı olarak
bulunan emir ve yasaklar bunlarla uyumlu
değişecektir. Tabi hangi felsefi, kelami ve irfani
olacak şekilde anlaşılmakta ve belli sonuçların
kabul ve beklentilerin doğru olduğu ve bunun
ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
tespiti tamamen başka bir konudur. Bu konuda
Nebevi şeriatın alanıyla ilgili olarak da durum bu minval üzeredir. Eğer benimsediği felsefi ve kelami ilkeler gereği birisi, insan hayatının dua ve ibadetler de dâhil muamelat, siyaset ve iktisatla ilgili bütün boyutlarının Nebi tarafından düzenlenmesi gerektiğine inanırsa bu durumda Kur’an ve Sünnet’te bulunan
90
konduğudur. Şeriatı nasıl anlayacağımızı
çok ciddi ve derin araştırma ve incelemelerin yapılması gerekir. Maalesef hâlihazırdaki fıkhi tartışmalarımız bu önemli soru ve sorunlar göz önünde bulundurulmadan mevcut kabul ve varsayımların mutlak ve eleştirilemez olduğundan hareketle yüzeysel bir şekilde yapılmaktadır.
bütün emir ve yasakları hukuki olarak kabul
Dolayısıyla bu meseleyle ilgili genel kaide
edecektir. Çünkü ancak bu şekilde tümel veya
açıkladığımız gibidir. Şimdi Müslüman bir
tikel olsun her duruma terettüp eden bir hüküm
toplumun planlama yaparken gelecekte nasıl
bulunmuş olacaktır. Ancak yine benimsediği
bir siyasi ve iktisadi sisteme sahip olacağına
felsefi ve kelami kabuller gereği birisi, nebilerin
karar vermek istediğini farz edelim. Ziraata
asıl rolünün ahlaki değer ve ilkelerin neler
mı yoksa sanayiye mi öncelik vermelidir?
olduğunun belirlenmesi olduğuna inanırsa bu
Zorunlu düzenlemeler olsun mu olmasın
durumda Kur’an ve Sünnet’te muamelat,
mı? Bakanlıklar nasıl düzenlensin? Düzenli
siyaset, iktisat ve benzeri konularla ilgili olarak
ordusu olsun mu olmasın mı? Yöneticinin
sadır olan pek çok emir ve yasağı ahlaki yani
yetkilerini sınırlasın mı yoksa yetkileri mutlak
irşadi olarak kabul edecektir. Böyle bir kişi bu
mı olsun? Yasama yetkisine sahip bir meclis
tür emir ve yasakları belli bir dönemde yaygın
olacak mı olmayacak mı? Kuvvetler ayrılığı
olan rasyonel anlayışla ilgili görecek ve bu
benimsensin mi benimsenmesin mi? Kalkınma
yüzden de kendisine başka bir yoldan gitme
programları beş yıllık mı yoksa on yıllık mı
hakkı tanıyacaktır.
olacak? Madenleri kim ve nasıl çıkaracak?
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Ekonomi daha çok petrole mi yoksa tarıma
anlaşılmış olur. Aksine bu cümlenin doğru
mı dayanmalı? Modern anlamıyla bir iktisadi
anlamı bir din, daha iyi bir dünyevi yaşamla
kalkınma hedefine sahip olunmalı mı yoksa
ne kadar ilgili olabilirse İslam’ın da o kadar
olunmamalı mı? Uluslararası sistemi kabul etsin
ilgili olduğudur. Bunun da İslam’ın bu dünyevi
mi etmesin mi? Daha bu türden pek çok soru ve
yaşama anlam, dinamizm, canlılık ve muhabbet
soruna cevap bulmak istediğini düşünelim bu
bahşetmesinden başka bir anlamı yoktur. İşte
İslami toplumun. Eğer birileri bu tür konularda
bunu İslam kesinlikle en iyi şekilde yapabilir
Kur’an ve Sünnet’e müracaat ederek fetva
ve yapmıştır da. Ama dünyevi yaşamın bütün
almamız gerekir derse biz de hangi kabul ve
boyutlarını hem de bütün zaman ve mekânlar
beklentilerle bu kaynaklara müracaat ettiklerini
açısından düzenlemiş olmak İslam’da dâhil
sorma hakkına sahip oluruz. Çünkü hangi
hiçbir dinden beklenebilecek makul bir şey
kabul ve beklentilerle hareket ettikleri Kur’an
değildir. Mesela eğer daha iyi bir dünyevi
ve Sünnet’ten elde ettikleri sonucu doğrudan
yaşam zulüm, suç, cinayet, fakirlik, cehalet ve
belirlemektedir.
hastalıkları azaltmak ve mümkünse tamamen
Bu sorgulama sonunda eğer bunların fetva verirken dayandıkları temellerin zayıf olduğu ortaya çıkarsa ki çıkacaktır artık bu tür fetvaların hiçbir dayanağı kalmayacaktır. Dolayısıyla her fakihin fıkhi ictihadını dayandırdığı felsefi ve kelami kabul ve beklentilerin titiz bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Bazıları Kur’an’da bulunan “her
ortadan kaldırmakla olacaksa İslam’ın böyle bir şeye karşı olması bir yana aksine bu yönde atılacak her türlü adımı destekleyerek bu çabaya manevi bir anlam ve boyut da kazandırır. Ama böyle bir yaşam ancak akılla inşa edilebilir. Bunu mümkün kılacak plan ve programlar da bilimin uhdesindedir. Dinin bunların hiçbirisiyle doğrudan bir ilişkisi yoktur.
şey için bir açıklama olsun diye” gibi ayetlere
Tabi uhrevi saadet açısından durum farklıdır.
dayanarak karşılaştığımız her soru ve sorunun
Istılahı anlamıyla bilimin de bu alanla doğrudan
cevabını Kur’an ve Sünnet’te aramamız
bir ilişkisi yoktur. Bu ancak dinin üstesinden
gerektiğini söylemektedir. Bu yaklaşıma göre
gelebileceği bir konudur. İslam’ın ahlaki ilke
gelmiş ve gelecek bütün sorularımızın ayrıntılı
ve kurallarında da durum böyledir. Yani ahlaki
cevapları Kur’an ve Sünnet’te bulunmaktadır.
ilke, kanun ve kurallar böyle bir yaşamın inşa
Böyle bir yaklaşım büyük bir hatadır. Çünkü
edilmesiyle ne kadar alakalıysa bunlarda aynı
“şey” kelimesinin her durum ve ortamda
oran bu durumla ilişkilidir. Başka bir deyişle
farklı bir anlamı bulunmaktadır. Bu yüzden
böyle bir yaşamın inşa edilebilmesi için ahlak
de Kur’an’ın “her şey için bir açıklama olması”
ve iyi kuralların etkisi ne kadarsa İslam’ın
da kendisine has durum ve ortamlar açısından
ahlaki ilke ve kurallarının etkisi de bu kadar
doğru ve geçerlidir. Dolayısıyla hiç kimse
olacaktır, kesinlikle daha fazla değil. Bu yüzden
bu “şey’i” genelleştirerek mesela Kur’an’da
İslam’ın bu yönünden gereğinden fazla bir şey
matematik ve fizik de olduğunu iddia edemez.
beklememek gerekir. Çünkü bilimsel plan ve
Tabi ki Hz. Peygamber’in görevi olan hidayetin
programlarla elde edebileceğimiz şeyleri ahlaki
anlam ve ayrıntıları Kur’an ve Sünnet’te
ilke ve kurallarla elde edemeyiz. Bu ikisinin
bulunmaktadır. Ancak Hz. Peygamber’in görevi
durumu tamamen birbirinden farklıdır. Bu
olan hidayetin anlam ve alanının ne olduğuna
yüzden sapla samanı birbirine karıştırmamak
bakmak gerekir. İşte bu önemli mesele de
gerekir.
ancak yukarıda işaret ettiğimiz felsefi-kelami kabul ve beklentiler açıklığa kavuşturulursa
Hovze: Bazı yazılarınızda “fakihin fetvasının
çözülecektir.
diğerleri için bir kutsallığa sahip olmadığını
Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda
söylerken ne kastediyorsunuz?
söylüyorsunuz” Fetvanın kutsal olmadığını
“İslam bizim dünyevi saadetimizi de temin eder” meşhur cümlesinin dünyevi yaşamla ilgili bütün genel ve tikel bilgi ve açıklamaların İslam’da bulunduğu gibi bir anlama gelmediği
Cevap: Bu sözle iki şeyi kastediyorum. 1- Eğer birisi bir fakihin herhangi bir fetvasının
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
91
kutsal bir gücün ürünü olduğunu söylerse,
olup olmamasıyla ilgili isterse de fetvanın
böyle bir söz kesinlikle doğru olmayacaktır.
öncüllerine yönelik olsun fark etmez! Her iki
Zira hepimizin bildiği gibi pek çok konuda
durumda da fetvanın kişi açısından bağlayıcılığı
birbiriyle çelişen fetvalar bulunmaktadır.
ve kutsallığı kalmaz. Veya başka herhangi
Hal böyleyken herhangi bir fetvanın kutsal
bir gerekçe ile bu güven sağlanması ise yine
bir gücün ürünü olduğu nasıl söylenebilir.
fetvanın bağlayıcılığından söz edilemez.
Çünkü fetvaların birbiriyle çelişmesi halinde bunlardan biri vakaya gerçekten de mutabık olabilir. Ancak biz bunun hangisi olduğunu bilemeyiz. Hangisinin gerçekten Allah’ın hükmü olduğunu bilmediğimize göre teorik olarak bütün fetvaların eleştirilebilmesi mümkündür. Bu yüzden de belli bir fetvanın zayıf olduğuna dair deliller ileri sürebilir ve bizi tatmin edecek başka bir fetvanın peşine düşebiliriz. Zaten içtihat kapısının açık olmasının anlamı da budur. Şu halde fetvaların bir kutsallığa sahip olmamasının anlamlarından biri teorik olarak her fetvanın eleştirilebilir olmasıdır. Dolayısıyla bu kıstaslar ölçüsünde her fetva kabul de red de edilebilir. Bu yüzden hiç kimse belli bir konuda bir fakih fetva verdi diye diğer herkesin susması gerektiğini söyleyemez. Çünkü istisnasız bütün fetvalar insanlara ait olan görüş ve içtihatlardan ibarettir. Bu yüzden de diğer bütün görüş ve içtihatlar gibi eleştiriye sonuna kadar açıktırlar. Tabi fetvanın onu veren müçtehit için bir delil oluşturması başka bir konudur. Bütün fetvalar birer teori oldukları için bunlar hakkında neden ve nasıl diye sorulabilir. Fetvaların dini konularda veriliyor olması onlara hiçbir ayrıcalık kazandırmaz. 2- Fetvanın kutsal olmamasının ikinci anlamı ise tek başına bir fetvanın insanlar için bağlayıcı olmaması gerçeğidir. Bir fetva ancak insanlar bunun gerçekten de Allah’ın hükmü olduğuna kanaat getirirlerse onlar için bağlayıcı olur. Dolayısıyla ne içtihat ne de ihtiyat edenler için müçtehit bir fetva verdi diye bununla amel etmek zorunlu hale gelmez. Bir fetva ancak birisi bu fetvanın gerçekten de Allah’ın hükmünü beyan ettiğine kani olursa bağlayıcı hale gelir. Bu durumda söz konusu kişi nedennasıl diye sormadan mezkûr fetvayla amel edebilir. Ama eğer kişide böyle bir itminan ve güven hâsıl olmamış ise müçtehidin fetvasının hiçbir kutsallık ve bağlayıcılığı söz konusu olamaz. Bu güvensizlik ve itminan eksikliği ister müçtehidin adalet vasfına haiz
92
Dolayısıyla fetvanın kutsallığının olmaması bu iki anlamı da kapsamaktadır. Bunlardan ilki hiçbir fetvanın eleştiriye kapalı olmamasıdır. Diğeri de hiçbir fetvanın sadece fetva olduğu için kimse için dini bir yükümlülük icat etmemesidir. Bu iki mesele çok önemlidir. Çünkü bu yüzden İslam dünyasında hiçbir dini teori diğer bir dini teoriye dayatılamaz. Hiçbir dini teori baskı ve dayatmalarla geçerli olan tek teori olarak ilan edilemez. Başka bir deyişle bütün dini teorilerin dayatmalardan tamamen arındırılmış bir atmosferde sunulup tartışılmaları gerekir. Hovze: Siz Hıristiyanlığın inanç ve düşünce dünyasından haberdar olduğunuz için bize Hıristiyan dünyasında ne tür inançsal ve fikri eğilimler olduğundan biraz bahseder misiniz?
Cevap: Dini düşünce Hıristiyan dünyasında son dört yüzyılda köklü bir değişim yaşamıştır. Bu köklü değişime sebep olan amiller daha önce yeni kelamın ortaya çıkmasında zikrettiğim etkenlerle yaklaşık olarak aynıdır. Modern dünyada yeni felsefi ekoller, düşünceler, modern sosyal ve doğal bilimler ortaya çıktığında Hıristiyan dünyası özellikle de Katolik dünyası bu gelişmeler karşısında şiddetli bir muhalefet gösterip bütün bu gelişmeleri yenilikçilik ve modernizm adı altında reddetti. Tabi Protestanlar arasında muhalefet bu kadar şiddetli olmadı. Zaman içinde Protestanlar bu yeni duruma karşı farklı cevaplar üretmeye başladılar. Bu yüzden de süreç içinde Protestan ilahiyatı ile Katolik ilahiyatı arasında önemli ve ciddi farklılıklar meydana geldi. Katolik dünyasında hala, bir çeşit Tanrıbilim ve ontolojinin hâkim olduğu bir dünya görüşü daha çok kabul görmektedir. Ancak Protestanlar arasında böyle yaklaşım ve düşünceleri kabul edebilecek kişi sayısı oldukça azdır ve gün geçtikçe daha fazla azalmaktadır. Protestan ilahiyatında baskın olan eğilim, Tanrıbilimin sadece İsa şeklinde tecelli eden
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
vahiy yoluyla olabileceğidir. Çok genel olarak
din, felsefe ve bilimden hiçbirinin böyle bir
Hıristiyan dünyasında modern felsefi ve bilimsel
hakkı yoktur. Bu yüzden de düşünce ve amel
gelişmeler karşısında iki farklı eğilim ortaya
dünyasının günümüzde birkaç boyutlu hale
çıkmıştır.
geldiğini söylemektedirler. Bu kutuplar din,
1- Birinci eğilime göre Modern Felsefe ve Bilimin ürünü olan günümüz insanının düşünce dünyası görmezlikten gelinmeli ve Hıristiyan daveti ile kelami meseleleri geçmişte egemen olan metafiziksel kavram ve kabullerle
felsefe, bilim ve kültürdür. Modern Batılı insan öyle bir zihni yapıya sahip olmuştur ki evrenin bütüncül bir tasavvur ve tasvirine ulaşmaktan acizdir. Çünkü elinde tek bir ilke ve kuşatıcı bir düşünce bulunmamaktadır.
sunulmalıdır. Eğer böyle bir sunum ve beyanı
Dolayısıyla bütüncül bir tasvirden yoksun evren
günümüzün modern insanı anlamıyorsa, bu
algısına sahip günümüz modern insanının
artık onun bileceği bir şeydir. Biz görevimizi
düşünce ve değerler dünyasından yani böyle
yerine getirdikten sonra insanların anlayıp
bir zihni arka plandan seküler ve laik zemin
anlamaması veya kabul edip etmemesi bizi
olarak bahsedilmektedir. Klasik dönemde
ilgilendirmez. Bu eğilimin taraftarları eğer
olmayan bu yeni zeminin sebep olduğu ya
modern felsefe ve bilimin kavramlarıyla
da ürettiği düşünce ve değerler dünyasında
konuşmaya başlarlarsa kendi asli kavram ve
din, insan yaşamının diğer bütün boyutları
kategorilerini kaybedeceklerine inanmaktadır.
üzerinde gözetmen ve yönlendirici olma
2- Günümüz Hıristiyan teolog ve kelamcıları özellikle de Protestan kelamcılar arasında daha yaygın olan ikinci eğilime göre ise yeni nesillere din arz edilirken modern insanın düşünce ve değerler dünyasını oluşturan felsefi ve bilimsel altyapı da göz önünde bulundurulmalıdır. Modern insanın düşünce ve değerler dünyasını oluşturan bu felsefi ve bilimsel zemin seküler ve laik bir mahiyete sahip olsa da yine de din arz edilirken bu unsur görmezlikten gelinemez. Aksi takdirde modern insana Hıristiyanlığın müjdesini ulaştırmak mümkün olmayacaktır. Modern insanın düşünce ve değerler dünyasını oluşturan bu seküler ve laik zemin öyle bir mahiyete sahiptir ki orada bilim hiçbir şeye bağlı olmadan kendi söyleyeceğini söylemekte, felsefe hiçbir boyunduruk altına girmeden kendi sözünü söylemekte ve kültürel meseleler de yine hiçbir üst yapıya bağlı olmadan oldukları gibi kendilerini ortaya koyabilmektedirler. Böyle
vasfını kaybetmiş ve felsefe, bilim, kültür ve edebiyat gibi unsurların yanında sadece bir unsura dönüşmüştür. İşte son birkaç asırdır batı dünyasında egemen olan düşünce tarzı budur. Bu yenilikler karşısında ikinci eğilimi benimseyen Hıristiyan grup, günümüzde Hıristiyanlığın hakikatinin sunulabilmesi için modern insanın bu zihni yapısının yani bu seküler düşünce ve değerler dünyasının da göz önünde bulundurulması gerektiğini savunmaktadır. Böylece Hıristiyan ilahiyatına yeni kavram ve kategorilerin girmesinin önünü açmış olmaktadırlar. Çünkü böyle seküler bir ortamda Hıristiyanlığın hakikati klasik dönemde geçerli olan kavram ve kategorilerle sunulamaz. Böyle yapıldığında bu modern insanla konuşamamak anlamına gelecektir. Sonuçta bunlar Hıristiyanlığın arzında modern insanın sahip olduğu kavram ve kategorilerin kullanılması gerektiğini gündeme getirmişlerdir.
bir ortam ve dünyada din, insan yaşamının
İşte Hıristiyan dünyasında açılan bu gedikten
diğer pek çok boyutunun yanında sadece
yürüyenler modern bir ilahiyat yani yeni kelamı
boyutlardan biri haline gelmiş ve artık felsefi
ortaya çıkarmışlardır. Biz Müslümanlar bu
ve kelami olarak diğer boyutlara kendi rengini
ikinci grubun modern düşünceyle karşı karşıya
verme üstünlüğünü kaybetmiştir. Modern
kalmaktan dolayı ortaya koydukları kavram ve
insanın bu seküler bakışı ne dinin ne felsefenin
kategorilerden yararlanabiliriz. Çünkü bunlar
ne de bilimin yaşamın bütün boyutlarına hâkim
Marksizm, Materyalizm ve diğer modern felsefi
olabilecek bir hal almasına izin vermemektedir.
ve bilimsel ekollerle çatışıp hesaplaşarak
Bu yüzden bunlardan hiçbiri diğer alanları
oldukça deneyim kazanmış ve ortaya yeni
kendi içinde eriterek onların nasıl tefsir
kavram ve teoriler koymuşlardır. İşte bu
edileceğine karar verememektedir. Dolayısıyla
tecrübe bizim açımızdan da çok ufuk açıcı ve
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
93
yönlendirici olabilir.
alanla sınırlıysa bu durumda dinin eksiksiz ve
Hovze: Size göre ahlaki ilke ve hükümlerin dini bir temel ve dayanağı var mı yoksa
Cevap: Bu tartışmanın başında önce dinin ne
bunların kaynağı da akıl mıdır? Eğer bunların
olduğu üzerinde bir uzlaşıya varılmalı ki daha
kaynağı da akıl ise şeriat sadece aklın bu
sonra bu tanıma göre dinin eksiksiz ve tam
hükümlerinin teyit edilmesi sadedinde mi
olmasından ne anlaşılması gerektiği konusu
gelmiştir?
üzerinde konuşulabilsin. Eğer din Allah’ın
Cevap: Ahlak felsefesinin alanına giren bu önemli mesele Müslüman kelamcılar arasında oldukça uzun bir geçmişe sahiptir. Bir grup Müslüman kelamcıya göre insanın ihtiyarı eylemleri akli iyi ve kötü kıstasına veya kendi zatlarında iyi ve kötü vasıflarına sahiptirler. Bunlar dinin ahlaki ilke ve emirlerinde de aklın hükmünün bunları teyit edici veya irşadirşad edip yönlendirici olarak görmektedir. Bildiğiniz gibi İslam dünyasında bu görüşü savunan Mu’tezile olmuştur. Diğer bir grup ise akli iyi ve kötü anlayışını inkâr etmiş ve hükümlerin sadece şer’i bir temeli olabileceğini savunmuştur. Bu ikinci gruba göre din tarafından vazedilen hükümler ilahi oldukları için bunlara uyulması farzdır; eğer Allah ahlaki değerleri bizim için açıklamamış olsaydı kendi başımıza mutlak olan hiçbir değere ulaşamazdık, demektedirler. Bu kelamcılara göre ahlaki değer ve hükümlerin kaynağı akıl değil şeriattır. Bildiğimiz kadarıyla İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanların genelinin görüşü de buydu. Yani Müslümanların kahir ekseriyeti başlarda ahlaki değer ve hükümlerin kaynağının şeriat olduğuna inanmaktaydı. Başka bir deyişle Müslümanların çoğunluğu değerleri koyan ve açıklayanın Allah olduğuna inanıyorlardı. Buna göre Allah bize zulme karşı direnin, adaleti egemen kılın, iyilik ve doğruluk üzere yaşayın diye emir vermekte ve Müslümanlar da bu emirlere itaat etmek suretiyle görevlerini yerine getirmektedirler. Doğal olarak mümin olan bir kişi durum ne olursa olsun değerleri Allah’a nispet edecektir. Ancak toplumsal yaşamda ahlaki ya da gayri ahlaki yaşamın zeminini oluşturan etkenlerin neler olduğunun teşhis ve tespiti genel olarak sosyal ve insani bilimlerin alanına girmektedir. Hovze: Eğer dinin aklın ve bilimin cevap verdiği alanlarla bir alakası yoksa ve dini emirlerin alanı da akıl ve bilimin idrakinden aciz olduğu
94
tam olmasını nasıl tefsir etmek gerekir?
peygamberler aracılığıyla insanlara bildirdiği hakikatten ibaret ise bu durumda dinin tam ve eksiksiz olmasının anlamı; Allah’ın irade edip insanlara ulaştırmak istediği her şeyi göndermesi ve Peygamber’in de bu hakikatin hepsini insanlara tebliğ etmesi, olacaktır. Buna göre dinin kemali yani kusursuzluğu ve mükemmelliği Allah’ın insanlara ulaştırmak istediği her şeyin peygamber tarafından ilan edilmiş olmasıdır. Başka bir deyişle Allah’ın vahiy aracılığıyla insanların bilmesini istediği bütün hakikatler peygamber tarafından eksiksiz olarak insanlara bildirilmiştir. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre dinin tam ve eksiksiz olmasının anlamı her şeyin dinde bulunması demek değildir. Çünkü böyle kabul edilirse dinde herhangi bir şey bulunmadığında din eksik ve kusurlu olmuş olacaktır. Böyle bir kemal, değil din açısından hiçbir şey açısından vaki olmuş ve olabilecek bir şey değildir. Başka bir deyişle dinin tam ve tamamlanmış olmasının anlamı dinin insanların sanatsal, bilimsel ve felsefi ihtiyaçlarının hepsine cevap vermesi gerektiği değildir. Bu yüzden de her şeyin dinde bulunması gerektiğini savunan düşünce, aynı zamanda dinin akıl, bilim, felsefe ve sanatın yerini alması gerektiği anlamına da geleceğinden din ve dindarlar için oldukça tehlikelidir. Çünkü bu tarz bir düşünce bir yandan dindarların fikri ve rasyonel gelişmelerinin önüne geçerken diğer yandan da insanlar dünyevi yaşamlarında dinde olmayan bir olguya rastladıklarında imanları sarsılacak ve sonuçta dini eksik olmakla itham etmemek için dinin tefsirinde gereksiz zorlamalarla karşı karşıya kalmalarına sebep olacaktır. Dinin böyle zorlamalarla tefsir edilmesinin de doğal olarak hiçbir felsefi ve ilmi değeri olmayacaktır. Zira böyle bir şeyi savunabilmek mümkün değildir. Şu halde dini gönderenin hangi şeyleri din olarak adlandırdığına bakmak gerekir. Bunu iyice anladıktan sonra din adına ilan edilmesi
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
gereken her şeyin eksiksiz ve tam olarak
etmeliyiz. Sahip olduğu bu özgürlük sayesinde
insanlara ulaştırılmış olduğuna iman etmek
insan isterse bu ihtiyaçlarını temin edecek
hiç de zor olmayacaktır. “Bu gün dininizi size
istemezse de bunun sonuçlarına katlanacaktır.
tamamladım” ayetinin anlamı da Allah’ın din olarak kabul ettiği hiçbir şeyi eksik bırakmamış yani insanların bilmesinde maslahatları olan her şeyi peygamberleri aracılığıyla onlara
Hovze: Felsefi ve kelami kabullerin insanın düşüncesini etkileyip belirli beklentilerin ortaya çıkmasına zemin hazırladığı hususunu
bildirmiştir, olacaktır!
göz önünde bulundurarak bu kabul ve
Hovze: Acaba dinin kemalini insanların
yani Allah’ın istediği gibi anlaşılmasına engel
ihtiyaçlarına mı yoksa Allah’ın bildirmek
oldukları söylenebilir mi? Eğer böyle bir
istediği şeylere göre mi tartmak gerekir? Siz
tehlike bulunuyorsa bu kabul ve beklentilerin
ise dinin kemalini beşerin bütün ihtiyaçlarına
dinin doğru anlaşılmasının önünde birer engel
cevap verebilmesiyle değil tebliğ edilmeye
ve perdeye dönüşmemesi için ne yapılması
ilişkilendirdiniz!
beklentilerin dinin doğru anlaşılmasına
gerekir? Başka bir deyişle şu üç önemli konu
Cevap: Kemal her durumda dinin tebliğine taalluk eder veya etmelidir. Çünkü din Allah’ın insanlara ulaştırmak istediği hakikatlerin toplamıdır. Ve bu hakikatleri Allah, peygamber aracılığıyla tam ve eksiksiz olarak insanlara bildirmiştir. Dolayısıyla biz bu bildirilen şeyi kendi ihtiyaçlarımızla kıyaslayıp tam mı eksik mi olduğuna karar veremeyiz. Başka bir deyişle, biz kendi ihtiyaçlarımız üzerinden dinin bir tanımını yapıp ona bir sınır ve içerik
ya birbiriyle nasıl cem edebiliriz? 1Dinin anlaşılması felsefi ve kelami olan bazı önkabul ve beklentiler olmadan mümkün değildir 2Bu önkabul ve beklentilerin değişmesiyle dinin anlaşılmasında da değişikliklerin meydana gelmesi kaçınılmazdır Ve 3Dinin muhtevasını bizler ihtiyaçlarımıza göre belirleyemeyiz bunu ancak Allah belirleyebilir ve bizim de sadece Allah tarafından din olarak belirlenmiş şeyi anlamaya çalışmamız gerekir.
belirleyemeyiz. Ancak bütün varlıkların
Cevap: Bu çok önemli bir soru! Öncelikle
yaratıcısı olan Allah dinin ne olduğunu
bu üç konudan hiç birisinin diğerini geçersiz
belirleyebilir. Bizim kesin olarak bildiğimiz ise
kılmadığını söyleyeyim. Gerçeklikle ilgili
dinin tıbbı bilgi ve keşifler, mimari bir tarz ve
olan ilk iki soru epistemolojik açıdan dinin
üslup olmadığıdır. Din, teknik üretme yollarını,
anlaşılma mekanizmasının nasıl çalıştığını
nasıl çiftçilik yapılacağı bilgisini ve geçim
göstermektedir. Ancak üçüncü soru kelami
yollarının nasıl olacağını da göstermez. Ama
ve itikadi olan bir meseleyle ilgilidir ve bütün
bizler bütün bunların insanlığın vazgeçilmez
bu sınırlamalar içerisinde bulunduğu halde
ihtiyaçlarından olduklarını biliyoruz. Şu halde
insandan, Tanrı dinin ne olduğunu anlamasını
bizim önce bütün ihtiyaçlarımızı belirleyip
istemektedir. Başka bir deyişle üçüncü soru
sonra da din bütün bu ihtiyaçlara cevap
insandan ilk iki sorudaki sınırlamalara rağmen
vermelidir ve bunlara cevap veremeyen bir
Tanrı dinin ne olduğunu anlaması yönünde
din de eksik olduğu için gerçekte din değildir,
onu teşvik etmekte ve cesaretlendirmektedir.
demeye hakkımız yoktur. Dolayısıyla bizim,
Hiç tereddüt etmeden bütün bu sınırlamaların
söz konusu din olduğunda Tanrı’nın bizim için
insanın dini anlayışını etkilediğini söyleyebiliriz.
din olarak belirlediği şeyden razı olup teslim
Ancak bu etkileme insan bu önkabul ve
olmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur. Bu
beklentilerini sistematik bir şekilde revize
yüzden de eğer din sadece bazı ihtiyaçlarla
ettiği takdirde Allah’ın dinini hiç anlayamama
ilgili konuşmuşsa, dinin risaletinin sadece
seviyesinde değildir. Aksine bütün bunlar
bu ihtiyaçlara cevap vermek olduğunu kabul
Allah’ın dininin beşerin takati nispetinde
etmemiz gerekir. Bu evrende istediğini yapan
anlaşıldığı ve dinin kendisini insanın bu sınırları
celal ve cemal sahibi Allah’ın beşerin bazı
içerisinde aşikâr kıldığı anlamına gelmektedir.
ihtiyaçlarının karşılanmasını da insanın aklına
Dolayısıyla bu mahdudiyetler içerisinde insan
bırakmış olmasında bir maslahat gördüğünü ve
dine dair ayrıntılı ve her şeyi kuşatan değil
bu meyanda insana bir özgürlük verdiğini kabul
ancak gelen bir bilgiye sahip olabilir.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
95
Bu durumda endişeye mahal yoktur. Çünkü bizim dış âlem hakkındaki felsefi bilgimiz de ayrıntılı ve kuşatıcı değil genel ve icmali bir bilgidir. Bu yüzden de dış âlem hiçbir zaman net ve olduğu şekliyle bizim avucumuzun içine girmez. Dolayısıyla insanın önkabul, beklenti ve ihtiyaçlarını Kur’an ve Sünnet’e tahmil ederek sadece bunlara cevap vermelerini beklemek doğru bir yöntem olmaz. Ne yazık ki arif, filozof ve kelamcılardan bazıları bunu yapmıştır. Ancak böyle bir tefsir yöntemi kabul edilebilir değildir. Çünkü böyle bir yöntemi benimseyenler farkında olsunlar veya olmasınlar Kur’an ve Sünnet’e müracaat etmeden önce ilahi kitabın içeriğini akıl, felsefe, irfan, bilim ve diğer önsel bilgi ve beklentileriyle belirlemek istemektedir. Böyle bir şey bizim ilahi dinin anlam ve içeriğiyle ilgili olan imani ve itikadi kabul ve temellerimizle uyuşmamaktadır. Merhum Tabatabai’nin “el-Mizan” isimli tefsirinin girişinde haklı olarak belirttiği gibi; böyle bir şey Allah’ın kelamını anlamak için gösterilmiş bir çaba değildir. Bunun yerine insanın kendi düşünce, kabul ve inançlarını ilahi kelama dayatmasıdır. Yanlış olan diğer bir yöntem de insanın önce beşerin ihtiyaçlarını belirleyip daha sonra da sadece bunlara cevap bulma beklentisiyle Kur’an ve Sünnet’e müracaat etmesidir. Bu yaklaşımın da doğru olmadığı çok açıktır. Böyle bir yöntemi benimseyip kullanan kişi, ilahi dinin yani Kur’an ve Sünnet’in muhtevasını kendisinin ulaştığı ihtiyaçlarla sınırlamış olmaktadır.
Biz insanın sahip olduğu önkabul ve beklentilerin ilahi kelamın nispi bir şekilde anlaşılmasındaki rolünün epistemolojik sonuçlarını kabul etmekle birlikte Allah ve vahye olan imanımız sayesinde insanın ilahi kelamı anlama makamında dikte edici değil de dinleyici olması gerektiğini beyan ediyoruz. Çünkü bu ilişkide insanın dinleyici olmak yerine dikte edici olması bizim vahiy hakkındaki inancımızla örtüşmemektedir. Bu cevabın tamamlanarak daha iyi anlaşılabilmesi için bizim ilahi kelamın hak olduğuna dayanan diğer üç ilkenin de açıklanması gerekmektedir. 1- Anlamak için ilahi kelama müracaat eden kişi sistematik bir şekilde revize ediyor olsa da sahip olduğu önkabul ve beklentiler hakkında dogmatik bir tavır içinde olmamalıdır. Başka bir deyişle bu kişinin bu önkabul ve beklentileri de ilahi kelama sunması gerektiğini ifade etmeye çalışıyorum. Yani Kur’an ve Sünnet’e başvuran kişi zihnindekilerin değişebileceği ihtimaline açık olmalıdır. Bu durumda mesela Kur’an ve Sünnet’in bu kişiye; senin insanın asli meselesi ve ihtiyacı olarak belirlediğin şey doğru değildir, çünkü insanın asli meselesi ve ihtiyacı başka bir şeydir, demesi mümkündür. Aynı şekilde Kur’an ve Sünnet bu kişiye; senin nübüvvet, vahiy ve insanın hakikatine dair sahip oluğun şey oldukça yüzeyseldir, gerçekte ise durum bundan çok daha derin ve başkadır da diyebilir. Ya da Kur’an ve Sünnet bu kişinin önkabul ve
Kendileri farkında olsun ya da olmasınlar bu yanlış yöntemlerle dini anlamak isteyenler hümanizm/insan merkezcilik tuzağına düşmüşlerdir. Bunlar için asıl önemli olan kendi istedikleri şeye kavuşmaktır. Bu yüzden kendi bilgi, birikim ve ihtiyaçlarını dinin muhtevası olarak belirlerler. Bunlar Kur’an ve Sünnet’in de onlar gibi düşünmesini istemektedir. Oysa iman “insanını ne söylediğini duymak için Allah’a kulak verip dinlemesi” anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle dinin ve imanın özünde aslolan Allah’ın ne dediğini anlamaya çalışmaktır. Bu açıklamalarımızda birbirinden farklı olan iki konunun bulunduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Epistemolojiden alındığı için bilgisel olan bir konu ile imana dayandığı için
96
kelami olan bir mesele.
beklentilerinde değişiklik yapmasına sebep olacaktır. Yani belli bir kabul ve beklentinin ne şekilde revize edilmesi gerektiğini kişi Kur’an ve Sünnet’e müracaat ederek de anlayabilir. Dolayısıyla ilahi kelamın doğru anlaşılmasında önemli olan şey insanın, zihni verilerinin Kur’an ve Sünnet tarafından değiştirilebileceğine hazır olmasıdır, yoksa Kur’an ve Sünnet karşısında zihninin tamamen boş olması değil ki böyle bir şey zaten mümkün de değildir. Çünkü herhangi bir metne yaklaşmada bir zihnin tamamen boş olabilmesi mümkün değildir. Bu yüzden bu yolda faydasız ve sonuçsuz bir çabanın içine girmemek gerekir. İşte insan Allah’ın kelamı karşısında böyle bir teslimiyet içine girdiğinde yani Allah’ın ne söylediğini anlamak için kulak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
kabarttığında ilahi kelamın görece doğru olan
beşeri imkânlarla anlaşılabilecek bir şey değildir.
bir anlaşılması meydana gelebilir. Şu halde
Hüccetül İslam İmam Gazali’nin Allah’ın kalbime
insan ile ilahi kelam arasında perde haline gelen
attığı bir nurla aydınlandım, derken kastettiği
şey insanın kendi zihni kabul ve beklentileri
şey işte budur! Bu ilahi gösterme ve işaretin
üzerindeki ısrar ve inatçılığıdır, başka bir şey
yani nurun ortaya çıkmasıyla insan kendisini
değil! Çünkü doğal olan hiçbir şey insan ile
Allah’ın muhatabı olarak tecrübe eder.
ilahi olan arasına giremez. Zira insanı bu şekilde yani sınırlı olarak yaratan Allah’tır ve ona bu sınırlılığı içinde hitap etmektedir. Dolayısıyla engel insanın inat ve ısrar sonucu bir benmerkezciliğe saplanmasıdır. İşte ilahi kelamın anlaşılması için terk edilmesi gereken
Ancak bu ilahi işrakın dahi muhatabın kapasitesini tamamen doldurmadığını bilmek gerekir. Yani bu ilahi işraktan sonra bile ilahi kelamın anlaşılması ayrıntılı değil genel ve icmalidir. İşraktan sonra gerçekleşen bu anlama
şey budur!
bir yönüyle beşeri öncüllere dayandığından
2- Pek çok teolog ve arifin tecrübelerine göre
taşımaktadır. Bu da anlamın içeriğinin tamamen
insan ancak kendi doğal sınırlarının farkına
ilahi olmasını engellemektedir. Dolayısıyla bu
vardığında ve bunu bir dua şeklinde dile
ilahi nur sadece bu nispi anlamın doğruluğunu
getirdiğinde ilahi kelamın anlamını kavrayabilir.
garanti etmektedir, tamlığını ve eksiksizliğini
Başka bir deyişle bunlara göre insanda bulunan
değil! Sonuçta elde edilen şey; ilahi kelamın
bu dua ve kesintililik hali onun ilahi ve kalıcı
insani ve beşeri bir algısıdır ve bu insan hiçbir
olanı aramasına zemin hazırlamaktadır. Yani
zaman mutlak olarak kendi sınırlılığından
insan doğru bir şekilde beşeri akıl ve bilginin
kurtulamaz.
ister istemez bunların rengini ve kokusunu
onun en önemli olan varoluşsal meselelerine cevap vermek için yeterli olmadıklarını ve bunların ona veremeyeceği bir yitiğinin bulunduğunu anladığında ilahi kelama bir kapı aralamış olmaktadır. Başka bir deyişle akıl ve beşeri bilginin sınırları insana ilahi olanın kapısını açmaktadır. Çünkü insanda bu beşeri aletlerle cevap veremeyeceği bazı varoluşsal soru ve sorunlar bulunmaktadır. İşte insanda bulunan anlamlandırma iştiyakı ve ölümsüz dert insanın ontolojik varlığının özünü oluşturan
Durum bu minval üzere olduğu yani bu anlama her zaman insani ve beşeri olma halini koruduğundan bu anlamanın üzerine inşa edildiği önkabul ve beklentilerin zaman ve mekânın ihtiyaçlarına göre revize edilmesi üzerinde büyük bir ciddiyet ve titizlikle durmak gerekmektedir. Söz konusu olan bu revize etmenin de insanın felsefi ve ilmi verileri ışığında sürekli olarak gözden geçirilmesi gerekir. Önümüzde bundan başka bir yol
bu dua ve kesintinin esasını oluşturmaktadır.
bulunmamaktadır. Bunu yapmadığımızda
3- İlahi kelamın anlaşılması için gerekli olan
insanlara dünyayı zehir etmekten başka bir
bütün öncüller yani insanın sahip olduğu
seçenek kalmaz önümüzde. Lütfen dikkat
önkabul ve beklentiler revize edildikten sonra
edin! Mesele herkesin her istediği önkabul
ilahiya kelam aracılığıyla her türlü sosyal
ve beklentiyle Kur’an ve Sünnet’e müracaat
değişim ve kendini yeniden inşa etmek için
edebileceği veya ilahi kelamın her çeşit
hazırlıklı olmak gerekir. Bu dua ve kesinti haline
anlamının doğru ve makul olduğu değildir.
ulaşıldığında ilahi kelamın ayrıntılı değil ama
Esasında meselenin aslı böyle bir şeyle ilgili bile
genel anlaşılması meydana gelebilir. Bu anlama
değildir. Evet, gerekli olan bütün bu hazırlık
Allah tarafından insanın üzerine ışıldayan bir
aşamaları doğru bir şekilde kat edildiğinde
nurdur. İşte Tanrı kelamının doğru bir şekilde
bile ilahi kelamın anlaşılması genel ve icmali
anlaşıldığının bu nurdan başka bir kefil ve
olduğundan birden çok muteber algı ve
şahidi bulunmamaktadır (Gazali örneği). Çünkü
anlayıştan bahsedilebilir. Böylece ilahi kelamın
ilahi kelam ancak “Kelamın Tanrısallığı”nın”
anlaşılması değişken ve mütekâmil bir şekilde
insana aşikâr olması durumunda gerçekten
görülebilir. Ancak böyle olsa bile bu değişkenlik
anlaşılmış olur. Ve bu Tanrısallık yine Hakk
ve mütekâmillik her zaman ilahi kelamın genel
tarafından bir işaret ve gösterme olmadan
ve icmali anlamını içinde barındırmış olacaktır.
ise kendi nispi anlamlarımızı mutlaklaştırıp
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
97
Bu nispiliği gerçekçi ve doğru kılan daha önce bahsettiğimiz ilahi nurun şahitliği ve kefaleti olacaktır, herhangi bir akli veya bilimsel veri ya
Görülüyor ki ilahi kelamın anlaşılması öyle
da delil değil!
bir defada olup bitecek bir olay değildir.
İlahi kelama yönelik olan bu anlama çift taraflı
sürekliliğin ta kendisidir. Ben hayatımda
daimi bir diyalogun hikâyesidir. Bu insan ile
bundan daha güzel ve etkileyici bir hikâye
Tanrı arasında gerçekleşen diyalektik, heyecanlı
duymuş değilim. Bu öyle güzel bir hikâyedir
ve coşkun bir tecrübedir. Bu diyalogda insan
ki insanın hakikatinine tekabül eder. Yani
önkabul ve beklentilerinden oluşan naçiz
bizzat bu hikâyenin kendisi insanın hakikatini
sermayesi ile ilahi kelama yönelerek onu
oluşturmaktadır. Başka bir deyişle insanın
anlamaya çalışmaktadır. Bu süreçte ilahi bir
hakikati Allah’ın muhatabı olmaktır. Dolayısıyla
ışık onun üzerine parlamakta ve böylece insan
burada meselenin doğru şekli, ilahi hitabı
doğru yolda olduğundan emin olabilmektedir.
anlamanın nasıl olduğudur. Başka bir deyişle
Sonuçta insan bu diyalogdan elde ettiği şeyi
üzerinde konuştuğumuz temel mesele Kur’an ve
yani ilahi kelamın anlamını kendi insani ve
Sünnet’te tecelli etmiş olan ilahi hitabın nasıl
beşeri kavram ve tabirleriyle anlaşılır hale
anlaşılacağıdır. Yani bu, dinin nasıl anlaşılacağı
getirip beyan etmektedir. Bu kavram ve
veya bizim ondan beklentilerimizle ilgili bir
tabirlerin insani ve beşeri bir renk ve kokusu
konu değildir.
Bu ilahi hitabın anlaşılması devamlılık ve
olduğundan bunların doğruluğundan emin olabilmek için insanın elinde bulunan imkân ve araçlarla bunların daimi olarak eleştiriye tabi tutulması gerekmektedir. Ancak bu eleştiri ve incelemeler sonunda bu kavram ve tabirler kabul edilebilecek makul içeriklerini kazanabilirler. İşte bu kavram ve tabirlerin nihai şekil ve içerikleri ikinci merhalede insanın yeni sermayesi haline gelerek onun bu aşamadaki önkabul ve beklentilerini oluşturmaktadırlar. İnsan elindeki bu yeni sermaye ile yine ilahi kelama yönelir ve yine ilahi ışık ve nur onun üzerine bir kez daha parlar. Bu ışık ve nur yeni kavram ve tabirler şeklinde beyan edilmeye çalışılır. İşte bu aşamada işin içine insani ve beşeri olan unsurlar karışmaktadır. Bu yüzden de bu yeni kavram ve tabirler de daha öncekilerde olduğu gibi eleştiri ve incelemeye
Tabi ben burada size vahyin müminler tarafından nasıl anlaşılacağını anlattım. Dolayısıyla günümüz dünyasında bulunup imani bilginin itibar ve temellerini tehdit eden pek çok epistemolojik teori karşısında bizim hangi delil ve mekanizmalarla imanımızı beyan edip onun asalet ve itibarını koruyacağımız meselesi tamamen başka bir konudur. Bu hâlihazırda ilahiyatçıların en önemli meselesini oluşturmaktadır. Ve maalesef bizim ilmi mahfillerimiz gerektiği gibi ciddi bir şekilde bu tür meselelerle ilgilenmemektedir. Bu gibi meselelerde sağlam bir teorik zemine sahip olmadan bütün çabalarını fıkhın furuatla ilgili kısmına harcamaktadırlar. Hovze: Siz bazı yazılarınızda mesajla onun
tabi tutulup makul hale getirilmelidir. İnsan
şekli arasına fark koyuyor ve mesajı evrensel
bir kez daha elindeki bu yeni sermaye ile
ve ebedi olarak şekli tarafını ise değişken
ilahi kelama yönelir. Tanrı ile insan arasında
ve geçici kabul ediyorsunuz Lütfen bize
gerçekleşen bu daimi diyalog evrenin en
mesajla şekli arasında bulunan fark ve sınırı
benzersiz hikâyesini oluşturmaktadır. İşte
açıklayabilir misiniz?
vahyin tefsiri bu şekilde gerçekleşir ve bu yüzden de bu anlama ve tefsir olgusunun herhangi bir sonu bulunmamaktadır. Tanrıyla insan arasında gerçekleşen böyle bir ilişkide insan kendi ontolojik bağımsızlığını koruyarak hiçbir zaman Tanrı’nın mutlaklığı karşısında hükümsüz hale gelmez. Başka bir deyişle bu diyalog sürecinde insan daima Tanrı’nın
98
muhatabı olarak kalmaya devam eder.
Cevap: İzninizle bu konuyu iki örnek vererek açıklamaya çalışayım: Müslüman düşünür ve âlimler “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cıhad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri
ortak sağduyu ve benzeri şeyler ki bunlar
korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız
mesajın şeklinin değiştirilmesinde genellikle
size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa
istinat edilen şeylerdir. Veya nassın varlığı,
uğratılmazsınız.” (Enfal 60) gibi ayetlerden Hz.
fetvanın şöhreti ya da eğer bu kapı açılırsa
Peygamber döneminde savunma için bulunan
yani mesajın şeklinin değişebileceği kapısı
imkân ve araçların kastedildiğini ancak bu ilahi
açılırsa her şeyin birbirine karışacağı ve yeni
kelamın ruhunun “onlar için gücünüz nispetinde
bir fıkhın gerekli olacağı gibi konular ciddi
kuvvet hazırlayın” olduğunu söylemişlerdir.
olarak konuşulup tartışılmalıdır. Bu yüzden de
Buna göre yukarıdaki ayetin bütün zamanlar
bu konularda aceleyle karar verilip tartışma
için geçerli olan mesajı savunma için en güçlü
ve araştırmanın önü kesilemez. Bu tür akıl
hazırlıkların yapılmasıdır. Doğal olarak gelişmiş
yürütmelerin temelini oluşturan felsefi, kelami
uçakların, bilgi sağlayan uyduların bulunduğu
ve ilmi aksiyomların gözden geçirilip revize
zamanımızda kimse bu ayetin bizden besili
edilmesi gerekmektedir.
atlar hazırlamamızı istediğini söylemeyecektir. Çünkü bunlar günümüzde gelişmiş her toplumun savunma için başvurduğu araçlardır. Bu yüzden de hiç kimse ayetin zahirine “Müslümanlar kendilerini savunmak için besili develer ve atlar bulundurmalıdır ” diyemez. Çünkü ayetin mesajı o dönemdeki gerçekleşme şeklidir. Çünkü o dönemdeki araç ve imkânlar bunlardan ibaretti. İkinci örneğimiz ise infakla ilgilidir. Diğer dinlerde olduğu gibi Kur’an’ı Kerim’de infak imanın rüknünden sayılmıştır. Bütün dinlerde dua ve infak imanın erkânından kabul edilir. Dolayısıyla infakla ilgili Hz. Peygamber döneminde yapılmış olan özel bir düzenleme ve şeklin –mesela zekâtın belirli mallardan belirli oranlarda alınması gibi,– o günün sosyal ve kültürel şartlarıyla ilgili olduğunu söylememiz mümkündür. Buna göre eğer bir toplumun sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel şartları değişirse bu infak emrinin şekli de doğal olarak değişecektir. Geçmişte bazı fakihler de mesajın kendisiyle içinde tahakkuk ettiği şekli birbirinden ayırmış
www.islamiyorum.com
bu değildir. Bu sadece bu ayetin mesajının
ve bazı durumlarda şeklin değişebileceği yönünde fetva vermişlerdir. Aynı fakihler bazı durumlar açısından da dinin mesajıyla şeklinin aynı olduğunu kabul etmiş ve hiçbir şartta bunların değiştirilemeyeceği yönünde hüküm vermişlerdir. Şimdi bazı durumlarda fakihlerin mesajın kendisi ile şekli arasında fark görmelerinin kaynağının ne olduğunu görmek gerekir. Mesela hükmün konusunun hususiyetinin ilga edilmesi gibi görüşleri ile hükümle konunun uygun olması gerektiği, hükmün illetine dair ilmin revize edilmesi,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
99
Yuvarlak Masa
Mantık Tartışmaları Mantığın, Neden Felsefe Ortaya Çıktıktan Yaklaşık Üç Yüzyıl Sonra Tedvin Edildiğine Dair Yapılan Yuvarlak Masa Toplantısı Abuzer Dişkaya: Merhaba arkadaşlar. Bugün
hakkında neler söyleyeceğinizi gerçekten merak
mantık ilmiyle ilgili çok az kişinin üzerinde
ediyorum.
durduğu bir meseleyi ele alacağız. Bu konudaki temel sorumuza ve sizlerin değerli cevaplarına geçmeden önce müsaadenizle hatırlatma mahiyetinde olan kısa bir giriş yapmak istiyorum. Hepinizin bildiği gibi felsefe M.Ö. Altıncı yüzyılda Yunanlı bir filozof olan Thales ile başlamaktadır. Çok genel anlamıyla insanlığın hakikat arayışına tekabül eden felsefenin temel amacı, varlık âlemi hakkında denetlenebilir doğru bilgiyi insanların hizmetine sunmaktır. Bu yüzden doğru ile yanlışı birbirinden ayırt etmesini sağlayacak çok sağlam bir kıstas veya alete ihtiyacı bulunmaktadır. Yine sizlerinde bildiği gibi felsefeye böyle eşsiz bir hizmet sunan ilim, mantık olmuştur. Dolayısıyla ilk aklımıza gelen şey, felsefeyle mantığın aynı zamanda ortaya çıkmış ve sistematik hale gelmiş olmaları gerektiğidir. Ancak bizler şaşılacak ve belki de hayret edilecek bir şekilde mantığın felsefe ortaya çıktıktan yaklaşık 300 yıl sonra başka bir Yunanlı filozof olan Aristoteles tarafından tedvin edildiğini biliyoruz. Bugün masaya yatırmak istediğimiz konu işte budur. Yani mantığın neden felsefe ortaya çıktıktan 300 yıl sonra tedvin
Ali Haşim Şişman: Hepinize merhabalar. Bugüne kadar bu konuyla ilgili derinlemesine düşünmediğimi itiraf ederek söze başlayayım. Bu yüzden izninizle belki ilk bakışta laf kalabalığı olarak algılanabilecek birkaç kırıntıyı sizlerle paylaşayım. Bu ifadeyi mezkûr soru ve mesele hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığım için rahatlıkla kullanabiliyorum. Soruyu basitleştirerek kendime çevirmeye çalıştığımda, yapıp ettiklerimize herkes gibi mantıksal bir açıklama getirmeye hayat boyunca bir şekilde gayret ettiğimizi; ama “mantığımızın” kökenini araştırmadığımızı; mantık ilmi ile meşgul olma ihtiyacını duymadığımızı görebiliyorum. Bir sistem olarak mantığın Thales’ten 300 yıl sonra ortaya çıkışını burada bulabilir miyiz, yoksa o devri bu bakışla incelemek çok mu basit olur, bilemiyorum. İnsanın olduğu her yer ve zamanda felsefenin olduğu kabul ediliyorsa, kendi durumumuzla ile geçmiştekiler arasında doğal bir ortaklık olduğunu varsaymak ne kadar doğru olur?
edildiğini sorgulamaya ve bu zamansal boşluğu
İkinci olarak da farklı disiplinlerin birbirinden
makul bir şekilde doldurmaya çalışacağız.
faydalanarak oluşması ve derinleşmesinin böyle
Şimdi sözü daha fazla uzatmadan sizlere
bir ihtiyacı geç ortaya çıkarmış olabileceğini
bırakmak istiyorum. Bu önemli soru ve mesele
düşünebiliriz. Matematik ilminin içeriğini, tarihini
100
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
bilmesem de Thales zamanındaki filozofların
ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor sanırım.
devrinde var olduğunu hatırlar gibiyim.
Matematiğin bu öneminden dolayı Eflatun’un
Anımsamam doğruysa matematik ve felsefe
akademisinin kapısına “matematik bilmeyen
alanlarının alışverişi neticesinde, mantığın neden
içeri giremez” yazdığını biliyoruz. Dolayısıyla
Aristoteles’e kadar tedvin edilmediğine dair bir
bilginin konusunun sabit idealar olduğu bir
açıklama yolu bulunabileceğini düşünüyorum.
felsefi gelenek ve sistemde matematiğin
Bu alışveriş nasıl ortaya çıktı? Matematik
rahatlıkla Aristo tarafından tedvin edilen
sayesinde reddedilemez ölçütlere erişebiliyoruz.
mantığın yerini tuttuğunu söyleyebiliriz. Bu da
Acaba, Aristoteles’e kadar süren birikim,
bizi zorunlu olarak Aristoteles ile birlikte felsefe
içerisinde filozofların farklı düşüncelerinden
yapma tarzının değiştiği ve bilginin konusunun
doğan bir kargaşa ortamında mı gerçekleşti,
başka bir şey olarak ortaya konduğu sonucuna
bunun sıkıntısıyla mı hareket edilebildi mantık
götürmektedir ki yeri olmadığı için bu önemli
alanında? Eğer, böyle bir kargaşa varsa,
meseleyi başka bir fırsatta ele alabilmeyi
bunun önüne geçilebilmesi için, belirli ölçütleri olan, kurallara bağlı bir düşünme yönteminin geliştirilmesi ihtiyacı duyuldu ve matematikten faydalanıldı mı? Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Buradan hareketle bir yere varılabilir mi doğrusu bilemiyorum. Sanırım benim bu sorunun önemini anlayabilmem de epey zaman alacak. Sabrınızdan dolayı teşekkür ediyorum. Abuzer Dişkaya: Teşekkürler Ali. Gerçekten bence çok önemli bir noktaya temas ettin. Kovalanırsa buradan tatmin edici pek çok veri elde edebileceğimizi düşünüyorum. Basit bir akıl yürütmeyle mantığın felsefe ortaya çıktıktan 300 yıl sonra tedvin edilmesinin iki temel sebebi olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi bu sürede mantığa ihtiyaç duyulmamış olmasıdır ki, eğer öyleyse bunun sebebinin ne olduğu üzerine derinlemesine kafa yormak gerekir. İkincisi de bu süreçte mantığın işlevini başka bir disiplinin yerine getirmiş olabileceğidir. Sanırım sen zımnen bu ikinci şıkkın daha doğru ve makul olabileceğini söylemiş oluyorsun. Yani mantık tedvin edilene kadar onun görevini matematik yerine getiriyordu. Bence bu çok önemli bir nokta. Rahatlıkla senin işaret ettiğin bu noktanın önümüzde yeni ufuklar açma
umuyorum. Bu önemli katkıdan dolayı teşekkürler Ali. Gerçekten çok ama çok önemli bir noktaya temas ettiğini düşünüyorum. Hamdi Tayfur: Merhabalar. Abuzer Dişkaya’nın anlattığı kısa felsefe tarihindeki bilgilerden ve bu döneme dair önceden zihnimde kalan bilgi kırıntılarından yararlanarak bir-iki yorum yapmaya çalışacağım. Yapacağım muhtemel bilgi hatalarının bilen arkadaşlar tarafından düzeltilmesini özellikle talep ediyorum. Herkesin bildiği gibi Sokrat, Platon ve Aristo tarafından temsil edilen döneme gelinceye kadar Yunan felsefesine tabiat felsefesi hâkimdi. O dönemin öncesinde ise varlığın açıklaması mitoslar yoluyla yapılıyordu. Tabiat felsefecileri bakışlarını mitoslardan duyulur âleme yani tabiata çevirerek varlığın kökeninde neyin olduğuna yine duyusal verilere başvurarak cevap vermeye çalışıyorlardı. Tarihte hiçbir dönemin kendisinden önceki ve sonraki döneme ait özelliklerden yüzde yüz oranda soyutlanmış olması mümkün olamayacağından, birinci dönem felsefesi mitos döneminden izler taşıdığı gibi ikinci dönemin özelliklerine de zemin oluşturduğunu söyleyebiliriz.
potansiyeline sahip olduğunu söyleyebilirim.
Sokrates, Platon ve Aristo tarafından temsil
Sizlerin de bildiği gibi Eflatun’da bilginin konusu
edilen ikinci dönem felsefesinin konusu içine
sabit olmak zorundadır. Bu yüzden Eflatun
tabiatın yanı sıra metafizik de girmiş oldu.
tecrübe dünyasını oluşturan tikel şeylerin sürekli
Metafizik ise sadece duyularla çözümlenebilecek
değişim halinde oldukları için yakini bilginin
bir konu değildi. Çünkü duyuların alanı,
konusu olamayacağını söylemişti. Ona göre
duyumsanabilir alan yani tabiattır. Gördüğümüz,
bilginin konusu hiçbir değişime tabi olmayan
duyduğumuz, dokunduğumuz şeyler hakkında
idealardır. Matematiğin ele aldığı matematiksel
konuşurken, duyularla elde ettiğimiz veriler işe
şeylerin de böyle bir sabitliğe sahip olduğunu
yararken, duyulabilir alanın dışına çıktığımızda
düşünürsek sevgili Ali’nin işaret ettiği noktanın
duyular daha az işe yarayacak veya birinci
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
101
derecede işe yarayan şeyler duyusal alana ait
bilimleri, sosyoloji, psikoloji gibi bilimler biraz
tecrübelerimiz olmayacaktır. Burada işe yarayan
böyle. Mantık da bence biraz böyle. Akıl belli
şey akli çıkarımlar olabilirdi. Aklın işletilmesiyle
kurallarla işliyor veya o kuralları ihlal ettiğinde
üretilen kurgular, varlığın özünde neyin
doğru işlemiyor. Ama biz onunla hep iç içeyiz.
olduğuna dair bize bazı cevaplar verecektir. Ama
Aristo’dan önce de Yunan felsefesinde mantığa
orada da bir sorun var. Akıl tarafından üretilen
dair belli kuralların formüle edildiğini görüyoruz.
metafizik cevap ve açıklamaların doğruluğu
Physagor sayılar üzerinden yürüdü. Mantık
veya kendi içindeki bütünlüğü ve çelişmezliği
olmadan matematik olmaz. Aristo’dan çok
nasıl ölçülecek? Biz akli bir açıklamayı veya
önceleri bazı Yunan filozofları hem duyularla
önermeyi nasıl tartışabiliriz? Hangi ölçüye
elde edilen verilerin, hem de akli önermelerin
vurarak bunlar hakkında doğrudur veya
doğruluğuna-yanlışlığına ilişkin değerlendirmeler
yanlıştır diyebiliriz? İşte burada mantık önemli
yaptılar. Mantıki kurallara müracaat etmeden bu
bir alet ilmi olarak devreye giriyor. İlkeler
mümkün mü? Bence değil. İnsanı yanılmadan
öne sürerek; eğer akli bir çıkarımımız varsa,
koruyacak veya yanlış yaptığında da bunu açığa
çıkarımlarımız bu ilkelerle çelişmemeli, diyor.
çıkaracak bir dayanağa ihtiyaç varsa, mantığa
Bilinenden bilinmeyene uzayan süreçte, bilinenin
dair ilkeler üzerinde durmaktan başka bir
bilinmeyene kıyas edilmesinde hangi kurallara
çıkar yol var mıydı? Parmenides’in bu şekilde
göre davranılacağının kurallarını koyuyor. Ama
ilkeler kullandığını kaynaklar yazıyor: “Bir şey
böyle bir ihtiyaç tabiat felsefesinden metafiziğe
aynı zamanda hem var hem de yok olamaz.”
veya duyulardan akla geçiş olmadan pek ortaya
“Varlık vardır, yokluk yoktur” Bunlar Aristo’nun
çıkmadı. Bu yüzden Yunan felsefesinin ikinci
çelişmezlik ve özdeşlik olarak formüle ettiği
dönemi olan M.Ö. 3. yy.lara kadar mantığın
ilkelere karşılık geliyor. Gerek Sokrat gerekse
sistemli bir bilim olmasına çok ihtiyaç olmadı. Bu
Platon mantığı kullandı. Demek ki Aristo
bir neden olabilir.
öncesinde de mantık tabii olarak kullanılmış ve
Bir de şöyle bir yaklaşım da makul olabilir: Mantık, sistemli bir alet ilmi olmadan önce de
bu Aristo’nun sistemleştirdiği mantık biliminin ortaya çıkmasına uygun zemini hazırlamıştır.
insanlar mantıksız değildiler. Mantıklı davranış
Konuyla ilgili son yaklaşımım da şöyle: Mantığın
ve kurallar Aristo’dan önce de vardı. Ama
bir bilim halinde ortaya çıkışında sofistlerin çok
bunun bir alet ilmi olarak sistemleştirilmesi
güçlü bir tesirlerinin olduğunu düşünüyorum.
için gereken ihtiyaç Aristo’ya kadar çıkmadı.
M.Ö. 5. yy.dan sonra etkili olan sofistlerin
Pek çok ilmin ortaya çıkması sürecinde bu
yaklaşımları “doğru ve mutlak bilgi” kavramının
kural geçerlidir. Sosyal Bilimlerin insanlık
altını oyuyordu. Oysa diğer filozoflar, özellikle
tarihinin daha geç bir dönemde ortaya çıkması
ikinci dönem filozofları, felsefenin herkes için
gibi. Veya gerek cahiliye döneminde, gerekse
geçerli doğrular ve değerler ortaya koyduğunu
İslam’ın ilk dönemlerinde Arapça sarf ve
iddia ediyorlardı. Sofistlere göre ise mutlak
nahiv gibi önemli dil bilim dallarının ortaya
anlamda bir doğru yoktu. Herkesin kabul etmesi
çıkmaması gibi. Gramere dair bilimlerin geç
gereken genel hakikatler yoktu ve doğruluk
ortaya çıkması dilin kuralsız olduğuna işaret
dediğimiz şey, tek tek insanlara göre değişen
etmez. Gramer dili belirlemez, tersine dilde var
bir şeydi. Benim için doğru olan bir başkası için
olan kurallar üzerinden gramere dair bilimler
yanlış; iyi olan kötü olabilir. Sofistlerden önceki
ortaya çıkar. Aynı şeyin ben mantık bilimi
felsefe, insan bilincinin dışımızdaki dünyaya,
için de geçerli olduğunu düşünüyorum. İnsan
yani nesnel dünyaya dayandığını; bu nesnel
aklının fıtraten sahip olduğu kurallar mantık
dünyanın bütün bilgilerimizin kaynağı olduğunu
bilimi tarafından sistemleştirildi. Mantık kural
kabul etmişti. Oysa sofistler, bilincin ve öznenin
koymadı, aklın zaten kullanmakta olduğu
dış dünyaya değil; dış dünyanın bilince ve
kuralları formüle etti. Ben insanlık tarihinde,
özneye bağlı olduğunu öne sürdüler. Yani, her
doğal olarak iç içe olduğumuz ve tabii olarak
şeyin ölçüsü insandır, dediler. Bu ise o güne
veya bir alışkanlık halinde kullana geldiğimiz
kadarki felsefi paradigmayı temelden sarsan
hallere dair açıklamalar yapan bilimlerin hep
bir şeydi. Sofistler, düşüncelerini sadece ortaya
gecikerek oluştuğunu düşünüyorum. Mesela dil
atmakla yetinmiyor, bunları yaymak için her
102
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
tarafı gezerek nutuklar atıyor ve güçlü hitaplarla
felsefesi olduğu için aslında gerçek anlamıyla
rakiplerini susturuyorlardı. O günlerde neyin
mantığın tedvin edilmesine gerek olmamıştı.
doğru olduğunun bir ölçüsü de tartışmalarda
Zira tabiata dair yargılarımızın doğruluk ve
güçlü hitaplarla kimin daha iyi ve etkili bir söz
yanlışlıklarının gösterilebilmesi için doğal olarak
söyleyebildiği idi. Bu retoriksel yöntemi çok
herkeste bulunan “doğal mantıktan” istifade
iyi kullanan sofistler en saçma önermeleri bile
etmek yeterlidir. Bunun için gerekli olan tek şey
savunarak rakiplerini susturuyorlardı. Sokrates
aklıselimle biraz da dikkat, başka bir şey değil.
diyalektik ve mantık yöntemleri kullanarak sofistlerle mücadele etti. Sonrasında Platon ve Aristo’nun karşısında da bu sofistler vardı. İşte Aristo, mantığı sistemleştirerek, sofistlerin güçlü söylem ve hitabetlerle herkes üzerinde etkili olan görüşlerinin ne kadar saçma, akıl dışı birer safsata olduğunu ortaya koymaya çalıştı.
İkinci olarak işaret ettiğin nokta da kanaatimce oldukça önemli. Yani Aristo’yla birlikte tabiat felsefesine metafizik konuların da eklenmesi ve bunun da mantığın tedvin edilmesine olumlu katkısı olduğunun söylenmesi, oldukça gerçeklik payı olan bir durum. Çünkü hepimizin bildiği gibi metafizik bir önermenin doğruluk veya
Çok uzattım. Üç yaklaşımımı özetleyerek
yanlışlığı, hiçbir şekilde tecrübe yani duyulardan
bitireyim:
yararlanılarak gösterilemez. Bu da kaçınılmaz
1. İkinci dönem felsefenin konularına metafizik de dâhil oldu. Bu duyuların yanı sıra aklın da güçlü bir şekilde kullanılmasını gerektiriyordu. Dolayısıyla mantık gibi bir alet ilmine ihtiyaç doğdu. 2. Mantığın bir bilim olarak Aristo tarafından
olarak doğruluk ve yanlışlık olgusu için başka bir şeye ihtiyaç duyulduğu anlamına gelmektedir. Ki bu ihtiyaç Aristo tarafından mantık tedvin edilerek giderilmiştir. Sofistlerin mantığın tedvin edilmesine dair katkılarına gelince ise. Burada önemle üzerinde durulması gereken nokta sofistlerin bu etkisinin olumsuz olduğudur.
sistemleştirilmiş olması ondan önce
Çünkü sofistler çok genel olarak doğru bilginin
mantığa dair hiçbir şeyin olmadığı anlamına
imkânını reddediyorlardı. Ve onların bu imha
gelmez. Bu bir gelişim idi ve mantık
edici saldırısından felsefeyi klasik yöntemlerle
gelişerek Aristo’da zirveye çıkmıştır.
savunabilmek mümkün değildir. Bu saldırıya
3. Daha özel bir sebep olarak sofistlerin etkisini kırmak için mantık bilimine ihtiyaç vardı.
çok daha güçlü bir şekilde cevap verilmesi gerekiyordu. Gerçi Sokrat doğru tanımdan hareketle Sofistlere cevap vermeye çalışmıştı ancak bu yeterli ve tatmin edici olamamıştı.
Uzattığım için hakkınızı helal edin. Abuzer Dişkaya: Teşekkürler Hamdi. Oldukça ayrıntılı ve tatmin edici bir açıklama oldu bu. Öncelikle Aristo’dan önce felsefenin ana ilgisinin maddi doğa olduğunu söylemen ve bunun da mantık ilmine olan ihtiyacı azalttığını belirtmen oldukça ufuk açıcı. Çünkü hepimizin bildiği gibi somut şeylerle ilgili yargılarımızın doğruluk veya yanlışlığını sınamak için soyut ilkelere fazla ihtiyacımız yoktu. Mesela ben şimdi sizlere “dışarıda yağmur yağıyor” dediğimde bu önermenin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu anlayabilmek için hiçbir akli ve mantıki ilkeye ihtiyacımız yoktur. Bunun için tek yapmamız gereken şey perdeyi çekip dışarı bakmak. İşte
Buna karşılık Eflatun da hikmet ve felsefeyi Sofistlerin amansız saldırılarından koruyabilmek için hakikatler âlemini sürekli değişim halinde olan duyulur âlemden ayırmak zorunda kalmıştı. Ancak Eflatun’un bu hamlesinin, işe yaramak şöyle dursun aksine Sofistik iddiayı daha da güçlendirdiği söylenebilir. Çünkü böylece felsefenin en yetkin ismi tarafından maddi âlemle ilgili doğru bilgi elde edilemeyeceği tescillenmiş oluyordu. İşte Aristo bu süreçlerden sonra ortaya çıkmış ve mantığı tedvin ederek Sofistlere karşı kesin bir zafer kazanmıştır. Zira böylece hem Sofistlere hem de bütün insanlara doğru bilginin nasıl elde edileceğinin herkesçe bilinebilecek ve kontrol edilebilecek yollarını göstermiştir.
hepsi bu. Buradan hareketle senin de işaret
Açıklamalarınla ilgili olarak şuna da işaret
ettiğin gibi Aristo’ya kadar ki felsefe tabiat
ederek sözü diğer arkadaşımıza bırakmak
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
103
istiyorum. Mantığın Aristo’dan önce de bir
kolaydır. Bu da doğal olarak duyulur evrenle
şekilde var olduğuna dair yaptığın saptama da
ilgili meydana gelen hataların yine duyulara
tabi ki doğru. Zaten dikkat edilirse sorumuz
başvurularak giderilebileceği sonucuna
da mantığın yoktan ortaya çıkması değil de
götürüyor bizi. Sen tam olarak böyle ifade
tedvin edilmesiyle ilgiliydi. Zaten Aristo’ya göre
etmesen de sanırım söylemek istediğin şey
mantık, insanın ontolojik varlığının bir parçası
bu. Böylece bir ilim olarak mantığa Aristo’ya
olduğu için doğal olarak bütün insanlarda zaten
kadar neden ihtiyaç duyulmadığını anlamamızı
bilkuvve olarak bulunmaktadır. Bu açıdan önemli
kolaylaştırıyor. Bu veciz katkı için teşekkürler.
olan insanın bu doğal halinden uzaklaşmadıkça, başka bir deyişle kendisiyle arasına yabancı bir şey girmedikçe ki konumuz açısından bu düşüncede hatanın vuku bulmasıdır, kendisine kapanıp ontolojik özellikleri üzerinde kafa yormadığıdır. Biz de zaten bu durumun neden hâsıl olduğunu ve neyin insani böyle bir ilmin tedvinine muhtaç hale getirdiğini anlamaya çalışıyoruz. Özetle, Aristo’dan önce tabi ki mantık vardı ancak doğal ve insanın ontolojik varlığının bir sıfatı veya özelliği şeklinde vardı, yoksa bir ilim olarak ve tedvin edilmiş olarak değil. Tekrar teşekkürler bu ayrıntılı ve ufuk açıcı görüşler için.
Hamdi Tayfur: Abuzer’in üzerine vurgu yaptığı noktadan zihnimi biraz zorladığımda şöyle bir şey çıkıyor: Sofistler hariç (belki başka şüpheciler de vardı bilmiyorum) o dönem filozoflarının temel iddiası mutlaklık iddiası idi. Felsefe ile elde edilen bilginin mutlak anlamda doğru olduğunu iddia ediyorlardı. İşe metafiziğin karışmadığı dönemde bu iddianın doğrulanması oldukça kolaydı. Çünkü zaten görünür bir âlem üzerinde fikir yürütüyorsunuz. Herkes duyuları aracılığıyla sizin fikirlerinizi test etme imkânına sahip. Çünkü herkes görüyor, işitiyor, dokunuyor… “Her şeyin kökeninde toprak var” diye bir iddia atıldığında bunu destekleyecek ve
Nuri Yılmaz: Bence mantık ilmini ortaya çıkaran ihtiyaçları şu şekilde sıralayabiliriz: 1) Düşünme sürecinde bazen hatalara duçar olunması, 2) Bu hatanın farkına varılması ve 3) Bu hatanın yapısal olmamasıdır. Tabiat felsefesi duyulur olan üzerine anlama çabasını ifade eder ki; somut nesnelerin sureti, düşünmeye fazla ihtiyaç olmadan zihinde oluşabilir. Düşüncenin devreye girdiği asıl alan metafiziktir. Bu alanda bilgi üretebilmek için ise öncelikle “kavram” bilgisine ulaşmak gerekiyordu. Sokrates bu imkânı oluşturunca, bundan sonraki çaba, bu bilginin uzayını anlamaya dönük olmuştur. Platon bilgiyi ulaşılamaz bir uzayda tasavvur edince, mantıksal olarak (mutlak manada) ona ulaşmak da imkânsız hale gelmiştir. Ama ne zaman ki Aristo tarafından bilgi ulaşılabilir hale getirilmiş, o zaman “ulaşılabildiği halde neden hata meydana geliyor? Ve bu hataları gidermenin yolları nelerdir?” soruları anlamlı hale gelmiştir.
herkese gösterecek duyusal veriler veya deliller üretmekte zorlanmıyorsunuz. “Bütün bitkiler topraktan çıkıyor”, “madenler topraktan çıkıyor”, “toprağa gömdüğünüz şeyler eriyip toprağa karışıyor” vs. gibi argümanlar sunduğunuzda herkesin gözlemleyebildiği bu deliller iddianızın geçerliliği için yeteri kadar geçerli kanıtlar olabiliyor. Ama iş metafiziğe geldiğinde artık iş duyulur âlemden gayb âlemine, yani duyularınızla şahit olmadığınız bir âleme geçiş yapıyorsunuz. Ama diğer taraftan metafizik alanda ürettiğiniz bilginin kesin bir bilgi olması gerekiyor ve rakiplerinizin ürettiği bilgileri de tam bir kesinlikle yanlışlayabilmelisiniz. Örneğin Aristo’nun “İlk muharrik, cevher ve sırf fiildir” tarzındaki metafizik önermesini ele alalım. Böyle bir iddiayı duyularımızla test edebilme imkânımız yok. İnsanlara ilk muharriki gösterip “Bak görüyorsunuz ilk muharrik, cevher ve fiilden ibaret” deme şansına sahip değilsiniz. Bir taraftan iddianızın tam kesin bir gerçek olduğunu söyleyeceksiniz, diğer yandan da bunu insanlara gösteremeyeceksiniz. İşte burada
Abuzer Dişkaya: Eyvallah. Sen de çok önemli
insanların duyulur alandan metafizik alana
bir noktaya temas ettin. Senin de çok haklı
geçişini temin edecek, gaybi alanı şahadet
olarak işaret ettiğin gibi duyulur olanın sureti
alanına kıyas etmemizi temin edecek bir ara
yani bilgisinin zihinde meydana gelmesi çok
ilme veya alet ilmine ihtiyaç var. İşte bu ilim de
104
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
özelliğinden hareketle insan adına yeterli
mantık oldu.
bir çabaydı; ama sonrasında, ortaya çıkan Abuzer Dişkaya: Evet daha önce de işaret edildiği gibi maddi âlemle ilgili yargıların sınanması çok kolaydır. Bunun için sağlam duyulara sahip olmak yeterlidir, fazlasına gerek yok. En azından felsefenin konusu tabiat olduğu sürece bütün insanlarda bulunan doğal mantığın sağlam ve güvenilir bilgi elde etmek için yeterli olduğunu, böyle durumlarda ara sıra
bilginin doğrulanması ihtiyacı hasıl olduğundan artık mantık ilmine gereksinim duyulduğunu düşünüyorum. Kanaatimce 3 asırlık sürede, bilginin doğruluğu-yanlışlığından çok kendisinin bir şekilde ortaya çıkarılması ihtiyacıyla uğraşıldı ve bu doğal süreç tamamlanınca da bunun doğruluğunun ispatı arayışına başlandı. Şimdilik bu kadar.
ortaya çıkan hataların da biraz dikkat ve özenle giderilebildiğini söyleyebiliriz. Senin de işaret
Abuzer Dişkaya: Teşekkürler. Kısa da olsa
ettiğin gibi söz konusu metafizik önermeler
oldukça ufuk açıcı bir değerlendirme oldu bu.
olunca daha sağlam ve denetlenebilir kıstaslara
Sanırım bilginin pratik ihtiyaçları karşılamaya
ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu kıstasların duyular
yönelik olarak ilk dönemlerde elde edildiğini
yoluyla elde edilemeyeceği çok açıktır. İşte
ve doğruluk ve yanlışlığının da pratikte bir işe
böylece senin de çok yerinde belirttiğin gibi bir
yaraması olup olmadığıyla değerlendirildiğine
ara ilme yani fizikle metafizik arasında bulunan
işaret etmek istedin. Bu çok önemli bir nokta
boşluğu, daha doğrusu fiziki olandan metafiziki olana sıçramayı mümkün kılacak bir şeye ihtiyaç hâsıl olmuş ve Aristo mantığı tedvin ederek bu önemli ihtiyaca cevap vermiştir.
ve sanırım şu ana kadar diğer arkadaşlar tararından bu noktaya hiç işaret edilmedi. Bu noktanın önemi burada mantığa alternatif oluşturabilecek bir kıstasla karşı karşıya bulunuyor olmamızdır. Bu tecrübî kıstas
Murat Özbay: Öncelikle bu zamana kadar
doğrultusunda yani pratikte işe yarama ve sorun
herhangi bir felsefe ve mantık dersi almadığımı
çözme miyarı ışığında mantığın temel amacı
(lisedeki etkisiz eleman mahiyetindeki dersleri
olan doğruluk ve yanlışlığın yerini işlevselliğe
saymazsak) veya bu konularla direkt alakalı
bıraktığını söyleyebiliriz. Başka bir deyişle buna
kitaplar okumadığımı belirtmek isterim. Benim
göre herhangi bir bilgi, insanların pratik bir
için tamamen yeni bir deneyim oluyor bu
sorununu çözüyorsa geçerli kabul edilecek, aksi
yuvarlak masa toplantıları ve bunda emeği
durumda da geçersiz kabul edilerek yeni bir bilgi
geçenlere teşekkürlerimi sunarım. Mezkûr
elde edilmeye çalışılacaktır. Bu değerlendirme
soruya cevap verirken iki yol takip etmenin
ile Ali’nin başta yaptığı değerlendirme arasında
uygun olacağını düşünüyorum. Birincisi, bu
bir benzerlik ve ortaklık bulunmaktadır. O
soruya verilen cevapları görmeden dolayısıyla
da, farklı olsalar da Aristo’ya kadar mantığın
etkisi altında kalmadan kafamda ilk canlandığı
işlevini yerine getiren başka bir şeyin bulunduğu
şekliyle cevaplamak. Tabii ki çok basit ifadelerle
tespitidir. Ali’ye göre mantık tedvin edilene
olacak bu. İkincisi de arkadaşların yorumlarına
kadar bu görevi matematik yerine getirmişken,
dair yapabileceğim bir değerlendirme.
Murat’a göre de bu görevi pratikte işe yarama
Öncelikle insanoğlu kendi tabiatı/fıtratı gereği, kendisini çevreleyen doğayı, evreni ve varlığı anlayabilmek, olan bitene bir açıklama getirebilmek adına felsefeye ihtiyaç duymuş ve kendisini aydınlatabilecek ve kendisine bir yol
ve sorun çözme ifa etmiştir. Ve kanaatimce bu iki yaklaşım da çok doğru. Sorumuzun gittikçe genişlediğini ve önümüze yeni ufuklar ve imkânlar açtığını görmek oldukça sevindirici. Tekrar teşekkürler.
gösterecek bilginin peşine düşmüştür. Tabiat, evren, varlıkla ilgili onu anlamaya dönük sorular
Metin Yılmaz: Herkese merhaba. Benim
üretmiş/geliştirmiş ve bunlara cevap bulmaya
zihnimde sorunun cevabı şöyle şekillendi:
çalışmıştır. Yani bu süreçte/ya da ilk süreçte bilgi
Felsefenin ortaya çıktığı ilk alan doğa
üretme veya bilgiye ulaşma çabası, evrendeki
felsefesidir. Bu bir nevi fizik felsefesidir. Fizik
her şeyin bir tekamülle/aşama ile gerçekleşmesi
bilimi değil. Konusu varlıktır, ama varlığın
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
105
metafizik boyutudur. Mesela ilk problem olan arkhe problemi metafizik bir problemdir. Felsefe mitolojiye itirazla başladı. Aslında bu akıl dışılığa, mantıksızlığa karşı bir itirazdı. Her filozof tezini ispatlamaya, karşı tarafın aklına yatacak bir mantıkla izah etmeye çalıştı. İleri sürdüğü fikirler, yorum olduğu ve akıl yürütmeye dayandığı için de eleştirilmesi ve başka bir alternatifin getirilmesi mümkün oldu. Ve felsefe bu yolda ilerledi. Felsefenin ilgi alanı zaman içinde gelişti. Doğa felsefesiyle başladı, varlık ve oluş problemleri tartışıldı. Sonra sırasıyla bilgi, etik, tanrı, insan, devlet felsefenin ilgi alanına dâhil oldu. Konular hem derinleşti, derinleşirken karmaşıklaştı, hem de çoğaldı. Platon ve Aristo’da sisteme dönüştü. Bu süreç her ne kadar bir ilerleme, gelişme içerse de git-gelli bir süreçti. Bir yandan akıl dışılıktan akliliğe varılmıştı, fakat akıllar bir yöntem doğrultusunda çalışmadığı için varılan sonuçlar ortak bir kıstasla değerlendirilemiyordu. Bu da çelişik felsefi sistemlerin ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Bu durum yeni sorunlar ortaya çıkardı. Sofistler mevcut duruma bir tepki olarak ortaya çıktı. Bu gelişme felsefi düşünce çizgisini kesintiye bile uğratabilirdi. Şuraya varmaya çalışıyorum: 1- Metafizik Aristo’yla değil felsefeyle başladı, (fiziğe akli yaklaşımlar) 2- Mantık en baştan itibaren işin içindeydi, (doğal mantık)
disipline edecek. İşte bu ihtiyacı fark eden Aristo tarafından, daha önce ortaya konanlar geliştirilerek felsefi düşünceyi mümkün kılarak geliştiren ve geri dönmeyi de imkânsız kılacak bir yol olarak ortaya kondu, mantık. Abuzer Dişkaya: Evet genel olarak söylediklerine katılıyorum. Ancak meselenin daha da iyi anlaşılması açısından bazı açıklamalar yapmak sanırım zorunlu. Öncelikle meselemizi daha da sadeleştirelim. Eğer mantık felsefeyle birlikte tedvin edilmiş bir ilim olarak ortaya çıkmadıysa ki çıkmadığını tarihi verilerden biliyoruz, bu ya ortaya çıkana kadar ona ihtiyaç hissedilmemiş olmasından ya da tedvin edilene kadar onun gördüğü işlevi gören başka bir ilmin veya aracın bulunmuş olmasından kaynaklanmış olabilir. Bu her iki şıkka da şu ana kadar arkadaşlar tarafından temas edildi. Mesela Ali ve Murat ikinci şıkka işaret ederken Nuri ve Hamdi de doğa felsefesinden hatanın vukuu ve giderilmesinin kolay olmasından dolayı mantık ilmine bir disiplin olarak ihtiyaç duyulmadığını söylediler. Senin metafizik Aristo’yla değil felsefe ile başladı demen doğru ancak bu cümlenin şerhe ihtiyacı bulunmaktadır. Bu tıpkı mantığın Aristo’dan önce olup olmaması meselesi gibi bir durum. Yani bizler Aristo’dan önce de doğal ve ontolojik haliyle mantığın bulunduğunu ve varlık âlemi üzerine kafa yoran herkesin
3- Problemler çoğaldıkça, çeşitlendikçe,
bir şekilde bu doğal ilkelere uygun hareket
derinleştikçe mantık daha da bir ihtiyaç haline
ettiğini biliyoruz. İşte kanaatimce metafizikte
geldi. Mantık da kendi içinde problemlere paralel
de durum bu minval üzeredir. Yani herhangi
olarak gelişti. Felsefi sistem kuran bir filozof
bir konuda bilgiye ulaşmanın tecrübî olmayan
tarafından da sistemli hale getirildi.
ilke ve formları anlamında metafizik elbette
4- Ve gelinen noktada felsefenin önünü kesme, iki şeyi üst üste koymanın imkânını ortadan kaldırma, anlamsızlaştırma girişimleri (sofistlerce) ortaya çıkmıştı ki önlerinin kesilmesi gerekiyordu.
felsefeyle birlikte ortaya çıkmıştır. Ki zaten başka türlü olmuş olması da düşünülemez. Çünkü en genel anlamıyla metafizik, tecrübî olmayan demektir. Ki bu tanım hem ontolojide hem de epistemolojide doğrudur. Bu yüzden fizik evrenle ilgili bilgiye ulaşabilme imkânını
5- Mitolojiden kurtulmak mümkün olmuştu,
oluşturan tecrübî olmayan ilke ve formlarla
fakat tam anlamı ile de bir istikamet de
fizik âlemi birbirinden ayırmak gerekir. Ancak
kazanılamamıştı. Bir yönteme ihtiyaç vardı,
bütün bunlara rağmen bir ilim olarak metafiziğin
daima ileri götürecek. Hem felsefe yapmayı
yine Aristo tarafından ortaya konduğunu da
mümkün kılacak hem doğrulamayı ya da
inkâr edemeyiz. Burada artık metafizik sadece
yanlışlamayı mümkün kılacak hem de düşünceyi
bilgi üretmenin tecrübî olmayan imkânı değil
106
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
aynı zamanda fiziksel olmayan bir evren ve
üzerinde anlaşamamaktır. İşte İslam dünyasında
onun bilgisini elde etme ilmi olarak da ortaya
Aristo mantığına karşı yöneltilen eleştiri ve
çıkmaktadır.
retleri de bu ikinci anlamıyla mantığa yöneltilen
Diğer taraftan eğer her iki anlamıyla da metafiziğin felsefeyle birlikte ortaya çıktığını varsayarsak, işte o zaman mantığın bir ilim olarak tedvin edilmeyi neden 300 yıl beklediğini açıklamak çok daha zorlaşacaktır. Bu zorluktan kurtulabilmek için Aristo’dan önce mantığın doğal haliyle bulunduğunu söylemek de yeterli olmayacaktır. Çünkü mantık Aristo’dan önce olduğu gibi ondan sonra da doğal haliyle
eleştiri ve karşı çıkışlar olarak okumak gerekir. Yoksa mutlak anlamıyla mantığa karşı çıkmak diye bir şey söz konusu dahi değildir. Abdullah Yeğin: Merhabalar. Soru şuydu: Mantığın ortaya çıkışı felsefenin ortaya çıkışından yaklaşık 300 yıl sonrasına tekabül ediyor. Bunun sebebi ne olabilir? Yani neden mantık ortaya çıkmak için o kadar zaman
bulunmaya devam etmektedir. Bunun mantıksal
bekledi?
sonucu da mantığın hiçbir zaman tedvinine
Kanaatimce öncelikle şu durumu açığa
ihtiyaç duyulmaması gerektiği olacaktır. Ki yine tarihi bilgilerimizden bunun böyle olmadığını ve sistematik felsefe başlayınca çok geçmeden mantığın da tedvin edildiğini biliyoruz. Bu yüzden metafizik felsefeyle birlikte vardı demek, kanımca sorumuza makul bir cevap bulmadan bizim işimize çok da fazla yaramamaktadır. Buradaki önemli nokta, sanırım bir şeyin konumuz açısından bu bir ilim, doğal durumuyla tedvin edilmiş ve sistematik hale getirilmiş şeklinin birbirinden ayrılması gerektiğidir. Ya da bir ilmin mutlak anlamıyla mukayyet anlamı arasındaki farkı çok iyi görebilmek gerekir. Mesela bu açıdan mutlak anlamıyla mantık, hakla batıl arasında insan tarafından bilinebilecek bir farkın bulunduğu anlamına gelirken; mukayyet anlamıyla mantık ise bu farkı ortaya koyacak kıstas ve kriterlerin neler olduğuyla ilgili yani tedvin edilmiş ve sistematik hale getirilmiş bir ilme tekabül etmektedir. Sizlerin de kolayca tahmin edebileceği gibi herhangi bir insanın herhangi bir gerekçeyle mutlak anlamıyla mantığa karşı çıkabilmesi mümkün değildir. Çünkü böyle bir şey hakla
kavuşturmakta fayda var: Burada “felsefe” derken kastedilen şey “varlıkla ilgili düşünmek” olmadığı gibi “mantık” derken de “akıl yürütme” kastedilmiyor. Kastedilen bir sistem olarak bu kavramların ortaya çıkışıdır. Yani bir bakıma bu kavramların ontolojik karşılıklarını değil epistemolojik anlamlarını konuşuyoruz. Yoksa ilk anlamıyla her ikisi de “ellerini kullanan insan”dan beri var olan şeylerdir. Hal böyle olunca da felsefe bir sistem olarak ortaya çıktığında mantık zaten kullanılıyordu ve ilk felsefeciler de tabii ki bunu kullandılar. Mantığın bir sistem olarak felsefeden daha geç ortaya çıkması meselesine gelince… Burada öncelikle şu önerme önemlidir: bir şeyin ortaya çıkması ona duyulan ihtiyaçla ilgilidir. Bu durumda ben soruyu şöyle soruyorum: Neden o ana kadar mantığa ihtiyaç duyulmadı? Bu sorunun cevabı, mantık ilminin bir “ilim” olarak ortaya çıkmasına kadar geçen süre içerisindeki felsefenin macerasında bulunabilir. Yani felsefe o 300 yıl içerisinde neleri konuştu ve nasıl konuştu?
batıl arasında hiçbir farkın bulunmadığını
Bu sorunun cevabı için felsefenin ilk 300 yıllık
söylemek anlamına gelecektir. Ve aklı başında
öyküsüne çok kısaca baktığımızda bu zaman
olan hiç kimse böyle bir teşebbüste bulunamaz.
dilimini kabaca Sokrat’tan önce ve sonra olmak
Çünkü her şeyden önce kendi karşı çıkışını
üzere ikiye ayırmak gayet mümkün görünüyor.
baştan geçersiz kılmış ve hiçbir şekilde haklı
Tek cümleyle özetlenecek olursa bilindiği
olamayacağını söylemiş olur. Ancak ikinci
üzere Sokrat öncesi dönem tabiat felsefesi
anlamıyla mantığa karşı çıkmak mümkündür
çağıdır. Yani tabiatta olan ve tecrübe edilebilen
ve zaten düşünce tarihi böyle karşı çıkışlarla
durumlarla ilgilenmiştir felsefe. Bir başka
doludur. Bu durumda yapılan mutlak anlamıyla
deyişle “tecrübî yargılar” felsefenin o dönemki
mantığa karşı çıkmak değil, hakla batılı
konusudur. Ve tecrübî yargılar mantık ilminin
birbirinden ayıran kıstas ve ölçütün ne olduğu
konusu değillerdir. Dolayısıyla da felsefenin bir
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
107
sistem olarak ortaya çıkışından Sokrat’a kadar
şu ana kadar buna temas edilmedi. Tabi daha
geçen zaman dilimi içerisinde mantık ilminin
önce bazı arkadaşlar sofistlerin mantığın ortaya
ortaya çıkmamasında şaşılacak bir şey yok. O
çıkmasında ki rollerini tartıştılar ancak bu açıdan
halde başta sorduğum soruyu zamanını daha
mesele ilk defa senin tarafından ele alınıyor.
da daraltarak soruyorum: Neden Sokrat’tan
Düşüncelerinle ilgili bazı değerlendirmeler
Aristo’ya kadar geçen zaman dilimi içerisinde bir
yapmadan önce sana teşekkür etmek istiyorum.
sistem olarak mantık ilmine ihtiyaç duyulmadı?
Öncelikle Aristo’dan önceki dönemi de ikiye
Bence asıl kafa karıştırıcı olan budur. Çünkü
ayırarak meseleyi ele alman çok yerinde.
Sokrat ile birlikte esas olarak mantık ilminin
Böylece soruyu farklı bir açıdan sorma ve
ilgilendiği konular felsefe tarafından ele
görme imkânı elde edebiliyoruz. Yani madem
alınmaya başlandı. Burada karşımıza önemli bir
gerçek anlamda ihtiyaç hâsıl olmadan mantık
grup çıkıyor: Sofistler.
da dâhil herhangi bir ilim ortaya çıkamıyor.
Genel kabul şu yöndedir ki Sofistler Mantığın ortaya çıkmasında çok etkili olmuşlardır. Tabi bu etki olumsuz manadadır. Yani mantık ilmi sofistlerin söylemlerine karşı gelişmiş bir sistemdir. Belki mantıklı gelmeyecek ama ben tersini düşünmenin de mümkün olduğunu düşünüyorum. Yani mantık sofistler sayesinde ortaya çıkmadı, tersine sofistler mantığın ortaya çıkmasını geciktiren unsurlar oldular. Burada ilk önermemize yani “sistemin ihtiyaçtan dolayı ortaya çıktığı” fikrine geri dönelim. Mantığın
Doğal olarak tedvin edilmeden önce mantığa ihtiyaç olmadığı için ortaya sistematik bir ilim olarak çıkmadığı rahatlıkla söylenebilir ve bu çok da doğru bir saptama olur. Bunu da zaten o dönemde felsefenin ele aldığı konulardan hareketle rahatlıkla temellendirebiliyoruz. Çok basit olarak amacı ve hedefi tecrübî bilgiye ulaşmak olduğundan ve tecrübî yargılar da mantığın konusu ve ilgi alanına girmediğinden bu dönemde mantığa neden bir ilim olarak ihtiyaç duyulmadığı rahatlıkla söylenebilir.
bugün ilgilendiği konular Sokrat zamanında
Ancak Sokrat ile birlikte felsefe, mantığın ilgi
felsefenin konusu olmuşsa o zaman doğal
alanına giren konuları ele almaya başladığı halde
olarak Sokrat zamanında Mantığa ihtiyaç olduğu
neden mantığın Sokrat’la değil de Aristo’yla
sonucu çıkar. Bu da mantık ilminin Sokrat ile
ortaya çıktığına dair sorduğun soru oldukça
birlikte ortaya çıkmasını gerekli kılar. O halde
önemli ve meselenin bambaşka bir veçhesini
bir etken mantık ilminin doğuşunu geciktirmiştir.
gözler önüne seriyor. Bu da bizleri Sofistlerin
Ben bunun Sofistler olduğu kanaatindeyim.
oynadığı rolü ele almaya götürüyor ki sen
Çünkü mantık çok yalın haliyle neyin bilgi
bunu çok güzel ve doğru bir şekilde ortaya
olduğuyla ilgilenir. Oysa Sofistler bu sorunun
koydun. Bu benim de katıldığım bir görüş.
sorulmasına engel olmuşlar ve uzun bir müddet
Yani sofistlerin, mantığın ortaya çıkmasını
felsefecileri neyin bilgi olduğu konusundan
geciktirdikleri meselesi. Sanırım bu konuda çok
uzaklaştırıp temel olarak bilginin mümkün olup
daha ayrıntılı ve derin araştırmalar yapmak
olmadığıyla uğraştırmışlardır. Bu yüzden de
ortaya çok faydalı ve ufuk açıcı bilgilerin ortaya
mantık esas ortaya çıkması gereken zamandan
çıkmasını sağlayacaktır. Evet, sofistlerin ortaya
150-200 yıl sonra ortaya çıkma imkânı
çıkması filozofları asıl rotalarından çıkarmış ve
bulabilmiştir.
özünde amaç olmayan şeylerle uğraşmalarına
Yani bana göre mantık ilmi sofistlerin söylemlerine karşı gelişmiş ve dolayısıyla da Sofistler olmasa belki de ortaya çıkmayacak bir sistem değil, tersine Sofistler yüzünden ortaya çıkışı geciktirilmiş ve onlar olmasa Sokrat zamanında ortaya çıkmış olması gereken bir ilimdir.
olup olmadığı meselesi, neyin bilgi olduğu veya hak ve doğrunun kıstasının ne olduğu meselesinden daha çok filozofları uğraştırmıştır. Ancak kanımca bu çok önemli saptama Sokrat’ın neden mantığı tedvin etmediğini açıklasa da bu işin neden Eflatun tarafından yapılmadığını cevaplamıyor. Çünkü Sofistik
Abuzer Dişkaya: Eyvallah. Bu gerçekten farklı ve ufuk açıcı bir perspektif oldu. Sanırım
108
sebep olmuştur. Bu dönemde bilginin mümkün
meydan okuma Sokrat tarafından büyük oranda savuşturulmuştu ve eğer isteseydi veya ihtiyaç hissetseydi Eflatun’un mantığı tedvin etmesinin
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
önünde herhangi bir engel bulunmuyordu. Ama
yaklaşımlardan Ali’nin açıklaması mantığın
Ali’nin açıklamalarından bu sorunun cevabının
neden Sokrat ve özellikle de Eflatun tarafından
ne olduğunu da artık rahatlıkla tahmin edebiliriz.
tedvin edilmediğini açıklarken, Murat’ın işaret
Eflatun’un mantığa ihtiyacı yoktu çünkü onda
ettiği nokta da mantığın neden Sokrat’a kadar
mantığın işlevini yerine getiren başka bir şey
tedvin edilmediğini çok güzel ve ikna edici bir
vardı ve o da matematikti. Çünkü Eflatun’un
şekilde ortaya koymaktadır. Üçüncü olarak da
idealar âlemi açısından matematik, mantıktan
Sofistlerin oynadığı menfi rolün mantığın geç
daha doğru ve güvenilir sonuçlar elde edilmesini
tedvin edilmesinde bir sebep olabileceği, diğer
sağlıyordu ve bu yüzden O, akademisinin
pek çok arkadaşla birlikte farklı bir veçhesiyle
kapısına “matematik bilmeyen içeri giremez”
Abdullah tarafından ortaya kondu. Buna göre
yazısını yazmıştı.
aslında Sokrat’la birlikte tedvin edilme zeminine
Evet, arkadaşlar, mantığın bir ilim olarak neden felsefe ortaya çıktıktan yaklaşık 300 yıl sonra tedvin edildiğine dair çok verimli ve ufuk açıcı bir tartışma gerçekleştirdiğimize inanıyorum. Başta da belirttiğim gibi bu tür soruların iki kere iki dört eder gibi kesin ve net bir cevapları yoktur. Bu tür sorular açısından aslolan aradaki zamansal boşluğu kendimize bir perspektif geliştirebilecek şekilde makul bir şekilde doldurabilmektir. Ve ben bu amacımıza fazlasıyla ulaştığımızı düşünüyorum. Bu yüzden bu tür tartışmaların böyle temel soru ve meseleler etrafında yapılmaya devam etmesini büyük bir içtenlikle umuyorum. Kısaca
kavuşan mantık, sofistlerin filozofları ana mecralarından saptırmalarından dolayı ancak Aristo tarafından tedvin edilebilmiştir. Son olarak da pek çok arkadaşımızın işaret ettiği metafizik meselesi gelmektedir. Çok doğru olarak bunun da mantığın tedvininde etkili olduğu söylendi. Buna göre Aristo’dan önce metafizik olmadığı için esasında mantığa ihtiyaç da yoktu. Ama ne zaman ki metafizik konular felsefenin ilgi alanına girdi, işte o zaman doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak bir alet ilmi olarak mantığa ihtiyaç ortaya çıktı ve bunun sonucunda da mantık tedvin edilerek bir sistem olarak doğru bilgiye ulaşmak isteyenlerin hizmetine sunuldu.
özetlemem gerekirse sizlerin açıklama ve
Değerli açıklama ve katkılarınızdan dolayı
değerlendirmelerinden şu önemli sonuçların
hepinize çok teşekkür ediyorum. Kendi adıma
elde edildiğini söyleyebilirim. Öncelikle
yapılan değerlendirme ve açıklamalardan
Aristo’dan önce mantığın tedvin edilmemesinin
oldukça faydalandığımı belirtmek isterim. Bunun
sebeplerinden biri, belki de en önemlisinin
devamının da gelmesini dileyerek bugünkü
felsefenin konusundan ki bu o dönem açısından
toplantımızı sona erdiriyorum. Vellahu eğlem.
maddi tabiattır, kaynaklandığı söylendi ki bu
Selamün aleyküm.
çok doğru bir teşhis ve saptama oldu. Çünkü maddi doğa hakkında sahip olduğumuz bilgilerin kaynağı tecrübedir ve sonuçta tecrübî yargılar elde ederiz. Bu tür yargılar iki sebepten dolayı mantığa ihtiyaç duymazlar. Birincisi bunlarda meydana gelen hatayı fark etmek çok kolaydır ve ikincisi de bu hatayı gidermek için gene tecrübeden yararlanılır. Her iki durumda da biraz dikkat ve özen doğru bilgiye ulaşmak için yeterlidir. İkinci olarak da bazı arkadaşların işaret ettiği sebep gelmektedir. Buna göre mantığın tedvininin gecikmesinin sebebi bu süre içerisinde bu görevi yerine getiren başka araçların bulunmasıdır. Ali’ye göre bu görevi matematik yerine getirirken, Murat’a göre ise bunu pratikte işlevsel olma olgusu yerine getirmektedir. Bu
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
109
Deneme
Helal Süleyman’a Vah Eyyub’a mı? Latif Kınataş İslam kültüründe yapılan her iş, yazılan her
gördüğünüz yerler yurtlar benim değil mi?!).
eser için “Çaba bizden başarı Allah’tandır”
Kula düşen ve yakışan ise, yeryüzünü imar,
sözü -bazen yapmacık bir tevazu ifadesi olarak
kedisini ve çevresini ıslah için etkin bir iyilik
kullanılsa da- esasında Allah-insan-hayat
mücadelesi ve adanmış bir yaşamdır. Ne
arasındaki ilişkide tevhidi düşünce ve bakışı
zaman öleceğini dahi belirleyemeyen ve her
yansıtan veciz bir ifade olsa gerek. Söylenmek
an ölümü muhtemel olan insana uygun tavır,
istenen şudur: Her varlık kendine gerekeni ve
ancak Allah’ın kabulünü gözeten, içten ve adil
üstüne düşeni yapar. İnsan insan olmanın, Allah
çabadır. Bu çabayı insan kendi güç ve imkânları
da ilah ve rab olmanın gereğini. İnsana düşen, yaptıklarını küçümsemeden ama yetersiz görerek sonucunu Allah’tan bekleyerek çalışmaktır. Allah, sonuç tayin etmek gibi tanrısal bir görevi bir insana bir kula uygun görmez. Onun için, müntesibi olmayan veya çok az olan elçilerini suçlamamıştır. İnsanların, çağrısına kulak vererek çevresinde toplandığı son elçiye şu hatırlatmayı yapmıştır: “Allah’ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın; şayet katı ve kaba davransaydın dağılıp giderlerdi.” “Allah’ın rahmeti sayesinde” İfadesiyle, Peygamber’in, insanlara davranış biçimi olan merhamet ve yumuşaklılığı dahi Allah kendisine nispet etmiştir. “Sen istediğini doğru yola iletemezsin, Allah dilediğini doğruya iletir.” İfadesiyle de ne kadar istenip çabalansa da, hidayetin ve sonucun Allah’a ait olduğu vurgulanmıştır.
nispetinde ortaya koyar ve başarmayı hedefler. Başardığında sevinir başarısız olduğunda üzülür. Fakat sonucu belirlemede tek etken ve mutlak güç olmadığının bilincinde olan kimse başta ortaya koyduğumuz temel ilkeyi korur. Ancak yıllarca toplumsal mücadelelerin içinde olup da nicel ölçekte bariz ve tatminkâr bir başarıya erişemeyenler bir yenilgi psikolojisine girebiliyor. Her bireyin ve topluluğun ESD ve DD (eylem sonu değerlendirme ve durum/dönem değerlendirmesi) yapması elbette doğal ve hatta kaçınılmaz. Ancak bu değerlendirmelerde belirleyici olan, sonuç değil değerler kriteri olmalıdır. Sonuç önemli olsa da amaç ve ilkelere uygunluk kriteri sürekli başat olmalıdır. Aksi halde “Vah Nuh’a; o kadar uzun bir mücadelenin ürünü, oğlunun dahi katılmadığı bir gemilik yaşam!”, “Vah Yunus’a; inanmayan halkını kızarak terk edip maceralı bir deniz seyahatinden sonra yapayalnız bir kıyıya terk
Varlığı, kazancı ve başarıyı kendine mal
edilen!..” “Vah Eyyub’a, Yahya’ya, Hud’a, Lut’a…
etmek tipik bir Firavni tavırdır (Ey halkım şu
ve nicelerine!” ve “Helal Süleyman’a; kral
110
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olmuş!...” deme noktasına geliriz. Oysa biz, “O’nun elçileri arasında hiçbir ayrım gözetmeyiz.” (2/286) Her birine inanırız; hepsi de içtenlik ve özveriyle görevlerini yapmıştır. İnsan olarak hata yaptıkları ve Allah tarafından uyarıldıkları olmuştur. Ancak ne tufan belasını hak edecek kadar aymazlık içinde oluşlarının esas sorumlusu Nuh’tur, ne de sahip olduğu mülk ve görkemin gerçek sahibi Süleyman’dır.
sosyolojisine dair derin gerçekler yatmaktadır. - İnsan zayıf ve etkilere açık bir varlıktır. - İnsan yakaladığı başarılarla böbürlenmeye ve şımarmaya yatkındır. - Maddi ve sayısal çokluk bu öğünmeye meydan verir. - Olayı meydana getiren tüm bileşenleri
Kim birinin bireysel ve yöntemsel başarısını
kuşatamadığı halde insan sonucu kendinden
diğerinin de başarısızlığını iddia edebilir?!
bilebilir.
Sonuç, bizim algılarımızda zafer veya hezimet olabilir. Ne olursa olsun her iki durum da bizim denge ve düşüncemizi bozmamalıdır. İslami/insani değerleri korumada zafiyete düşürmemelidir. Gerçek şu ki, esas yenilgi zaferden sonra esas zafer de yenilgiden sora başlar.
Başarının büyüsüne kapılmak ile başarısızlığın eziklik ve umutsuzluğunu yaşamak; her ikisi de dramatik ve travmatik olaylara gebe bir ruh halidir. Bireysel ve toplumsal varoluş mücadelesini sağlıklı bir şekilde sürdürmek için hem zafer ve yenilgiyi doğru anlamak hem de yenilginin sıkıntısı ile zaferin sevinci arasındaki
Kur’an’da hikayeleri örnek verilen Ashab-ı Kehf’e ve Ashab-ı Uhdud’a bakalım. Amansız takibata uğrayıp örtülen (mağaraya kapanan) veya ateş çukurlarında yok edilen bu küçük topluluklardan -toplumsal/nesnel bir başarıları görülmediği halde- övgüyle söz edilmiyor mu?! Bunlar Allah’ın bize sunduğu tarihi örneklikler değil mi?!
yol ve yasayı iyi bilmek gerekir. Toplumların değişiminde esas olan tabii ki Allah’ın sünnetidir. Değişimin yasalarını çözmek/ bilmek ve uygulamak ise toplumsal başarıya ulaşmanın şartıdır. Her bir yasanın keşfi ve idraki kendi başına bir başarıdır. Buna göre insani çaba elbette kaçınılmazdır. Bu çabayı verimli
Uhut yenilgisinden sonra, Allah’ın “Gevşemeyin,
hale getirmek için imar ve icatta bulunmak,
üzülmeyin; inanıyorsanız üstün olan sizsiniz”
araçlar kullanmak ve en etkin-en yararlı araç ve
(3/139) hatırlatması nesnel sonuçlar değil
yöntemleri aramak zorunlu bir görevdir.
inanç ve değerleri korumanın gerçek başarı ve üstünlük olduğunu gösterir.
Ancak sebepleri göz ardı etmekle sebepleri amaçlaştırarak kutsamanın ve değerlerin yerine
Maddi düzlemde yenilgi ve başarısızlık gibi
geçirmenin sonucu, bireysel ve toplumsal
görünen bir eylem veya bir mücadelenin nasıl
mücadelede ifrat ve tefrittir; ya kör kaderciliğe
değerlendirilmesi gerektiği ve nasıl sonuç
ya da toplum mühendisliğine sebep olmaktadır.
çıkarılıp ibrete dönüştürülmesi gerektiği bu ayetle ortaya konurken, zafer ve başarı durumlarında izlenmesi gereken tavır ve tutum da Nasr Suresi’nde şöyle öğütleniyor:
Bu yasaların ve sebeplerin göz ardı edilmesi ya toplumsal sorumluluktan, mücadeleden uzaklaşmayı ve bireyselleşmeyi beraberinde getirmekte ya da toplumsal mücadelede arabesk
«Allah’ın yardım ve zaferi geldiği zaman Ve
tarzlar oluşturmaktadır. Bunların determinist
insanların dalga dalga Allâh’ın dinine girdiklerini
bir zihinle algılanması ise halk adına halk
gördüğün zaman, Rabbini hamd ile tesbîh et,
için işgüzarlığına ve toplum mühendisliğine
bağışlanmanı dile. Çünkü O, gerçekten tevbeleri
götürmektedir.
çokça kabul edendir.» Nasr Suresi
Bu yaklaşımın nasıl bir yozlaşmaya
Başarı ve zaferden sonra öğünmek yerine
götürdüğünü, insani/İslami değerleri nasıl
Allah’ı övmek, zafer çığlıkları yerine bağışlanma
erozyona uğrattığını çevremizdeki birçok
dilemek, kendini yüceltip büyük görmek
örneğe bakarak daha iyi anlayabiliriz. Bireysel
yerine Allah’ı yüceltmek... Oldukça ironik olan
ve toplumsal mücadelede bu, iki farklı tavır/
bu hatırlatmaların altında insan doğasına ve
yöntem olarak karşımıza çıkar: Seçkincilik ile
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
111
düşküncülük.
Seçkinciliğin karşısında reaksiyon olarak gelişen “düşküncülük” de nebevi yöntemle
Seçkincilik ile Düşküncülük Arasında İslam Zahiri ve somut başarıyı yakalama hırsı bazı cemaatlerde seçkinci bir yaklaşım doğurmuştur. Güçlenmek ve mevzi kazanmak için davet ve ilişkilerde seçkinlere yönelmektedirler. Okullara öğrenci mi alınacak? Zengin, bakan, başkan çocuklarını seçmektedirler. Bir dernek veya vakıf çatısı mı oluşturacaklar, iftar mı verecekler? Yine aynı zümre. (Ancak tanıtım amaçlı olarak
bağdaştırılamaz. Fakirlere, miskinlere yardım etmek ve yandaş olmakla düşküncülüğü bir yöntem haline getirmek farklı bir şeydir. Seçkinler ile düşkünler arasındaki uçurum belki bugün –bilimsel gelişmenin de sunduğu imkanlarla- en üst düzeye çıkmıştır. Bir tarafta ulaşılmaz imkanlarla oluşturulmuş ulaşılmaz mekanlar ve makamlarda yer alanlar, diğer tarafta toplumsal sınıfların en alt katmanında dahi yaşam alanı kalmamış ve vahşi orman
bazı zeki ve parlak gariban çocuklara yer
yasasına/yaşamına itilmiş olanlar.
verebilirler.)
Birinciler yaşam ve yasalarını düşkünlerin içler
Bir an önce güçlenerek başarıya ulaşmak adına
acısı dramlarını görmemek ve (sesli-sessiz)
uygulanan bu strateji, insani/İslami değerlerin önüne geçerek esas ilkelerin yerini alır ve seçkinci-elitist düşünce bu bireylerin zihninde yavaş yavaş yerleşir. Başarı odaklı bu faaliyette varsıllar vazgeçilmez gibi görülürken yoksullar
çığlıklarını duymamak üzerine kurgularken, ikinciler seçkinlerin gazap ve şiddetine uğramadan kıyıda köşede yaşama ve tutunmaya çalışmaktadırlar. Uçurumun boyutunda farklılıklar olsa da bunlar tüm çağların ve
ayak bağı ve engel gibi algılanır. Varsılları hoşnut
toplumların sorunudur.
etmek ve elde tutmak için büyük çaba harcanıp
İnsanlık içinde sınıflaşma, tarih boyunca var
büyük tavizler verilirken, yoksullar unutulur, göz ardı edilir ve onlara karşı insanlar ilgisiz ve duyarsız hale gelir/getirilir. Zayıf bir oluşumun güçlenmek istemesi ve bunun için de stratejik olarak böyle bir öncelik gözetmesi ve uygulaması belki doğal karşılanabilir. Benim kabul edilemez görüp gündemleştirmek istediğim şey, başarı adına
olagelmiş sosyolojik bir gerçekliktir. Bu sınıfsal gerçeklik görmezden gelinemez. Ancak benim mensubu olduğum din, bu sınıflardan herhangi birinin dini değildir. Daha doğrusu İslam sınıflara hasredilemez; sınıfları kuşatır. Belli bir sınıfı baştan düşman ilan etmez veya yok saymaz. Herkesi muhatap alır ve akıl, vicdan sahibi herkesin kabul edebileceği ortak ilahi ve insani
bu stratejilerin insani/İslami değerlerin önüne
değerlere çağırır.
geçmesi ve esas ilkelerin yerini almasıdır.
Allah’ın kitabında muhataplar açısından 3
Temel değerler feda edilerek, kişilikler erozyona uğratılarak ve kimlikler unutularak elde edilecek başarı aslında bir yenilgidir veya kaçınılması gereken bir başarıdır. Böyle bir çoğalma, büyüme ve iktidar reddedilmelidir. Abese Suresi, “Ashab-ı Uhdud” ve “Ashab-ı Kehf” kıssaları bana bunu öğütlüyor. Seçkinler sınıfı yerine, peygamberlere genellikle “ayak takımı”nın meyletmesi/uyması, yanlarında yer almak için bunların kovulması şartını ileri süren seçkinlere o onurlu elçilerin taviz vermemesi gerçeğinden de ben bunu anlıyorum. Toplumlardaki kahir ekseriyeti oluşturan düşkünler görmezden gelinerek veya onlara sırt çevrilerek iyilik mücadelesi verilemez. Seçkinci yaklaşım ve yöntemlerin nebevi yöntem olmadığı çok açıktır.
112
sesleniş kipi vardır, ki bunlar sınıfçılığı ortadan kaldırır; “Ey insanlar”, “Ey inananlar” ,”Ey kitap ehli” Ey insanlar, zenginiyle fakiriyle, kölesiyle efendisiyle, seçkiniyle düşkünüyle, siyahıyla beyazıyla ve bütün tonlarıyla herkes! İşte vahyin evrensel dili, Rahman’ın rahmet dili kuşatıcı ve kucaklayıcı sesleniş kipi budur. İlk çekirdek İslam toplumunda mozaiği oluşturan her kesimden insanın dinleyip itaat etmesini sağlayan insani söylem… Peygamber’in veda hutbesindeki sesleniş kalıbı da budur; sınıfsal ayrıma meydan vermeyen, insana özünü hatırlatan, kapsayıcı ve kucaklayıcı hitap tarzı. Nebevi yöntemin özü çatıştırıcı değil
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
dönüştürücüdür. Toplumsal dönüşümü
proje sahiplerinin onu pratik hayata taşıma
gerçekleştirirken, bunu zer ve zor ile değil,
çabası ve onu sahiplenmesidir. Bu ise tam bir
beyan, burhan, tatmin ve tercih esasına dayalı
sorumluluk demektir.
gönüllülük ve hoşnutluk ilkesi ile sağlar. Kur’an elbette toplumdaki bu yakıcı sorunlara ilgisiz kalmaz. Yapısal bozukluklara, sosyalToplumsal yozlaşma ve çöküşe karşı ıslahı, baskı ve zulme karşı adaleti öngörür. Sınıflar arasındaki uçurumu kapatmayı hedefler. Ancak bunu yaparken Marksizm’in yaptığı gibi sınıfları çatıştırarak bir sonuca varmaya çalışmaz. Veya Robin Hood yöntemini salık vermez. “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” ayetinden hem haksız kazancın eleştirisi, hem de emek verilmeyen kazanca ortak olma çabasının eleştirisi anlaşılmalıdır. Servetin dağılımındaki çarpıklığa karşı çıkmak kadar, üretimsizliğe ve verimsizliğe de karşı çıkılmalıdır. Hatta ayetin üretimsizlik ve verimsizlik eleştirisi daha vurgulu okunabilir. Kur’an’dan ne seçkincilik çıkar ne düşküncülük; ne kapitalizm çıkar ne de sosyalizm. Kur’an’dan ancak vasat ümmet çıkar. İnanışta vasat, ibadette vasat, mücadele yönteminde vasat, sosyal ve siyasi yaşamda vasat... Bu duruş ekonomiye de yansır; servetin tek elde toplanmasını önler, belli bir zümrenin ondan mahrum bırakılmasına, belirli bir zümrenin de onu tekelinde tutarak devlet olmasına karşı çıkar. Sosyal devleti, sosyal ve kurumsal adaleti hedefler, nebevi yöntemi esas alır; zorbalıkla değil, iman ve gönüllülük ilkesiyle gerçekleştirir. İnfak ilkesiyle paylaşımın önünü alabildiğine açar ve yaygınlaştırır. Sınıflar içindeki bireyleri bencillik, kin, nefret, atalet, tamah ve tekebbürden arındırarak ve onları kardeşlik, özveri, kanaat ve cehdle donatacak bir iman ile yeniden inşa ederek barış ve güven toplumunu kurar. Şu halde İslam, amaçlarını salt slogan ve
www.islamiyorum.com
siyasi-ahlaki çarpıklıklara sürekli vurgu yapar.
hamasetlerle gerçekleştirme yoluna gitmez. Sürekli bir çabayı ve basiretle daveti öngörür. Bu ise bence doğru bir projeye ve onun uygulamasına tekabül eder. Projeden kastım, davetten devlete tüm toplumsal ilişkileri ve süreçleri kapsayacak şekilde idareyi sağlayacak teorik çerçevedir. Uygulamadan maksat ise
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
113
Gündem
İnsanı Değiştirmenin İnsanca Yolu Var! Metin Yılmaz Değişim, bir halden başka bir hale geçiştir.
için de, devlet ve cemaat gibi kurumsal yapılar
Üzerinde bulunulan halde, belli bir süreç
için de söz konusudur.
içerisinde bazı özelliklerin azalması veya hepten kaybolması ile ya da artması veya olmayanın eklenmesiyle gerçekleşir. Değişenin, akıl ve irade sahibi olup olmaması sürecin niteliğini belirler.
Değişen ya da değişmesi gereken akıl ve irade sahibi bir varlık olduğunda -ki bu insandırise değişim, değiştirene değil değişene bağlı olarak gerçekleşir. Değişen ve değiştiren ayırımı ortadan kalkar. Değişen aynı zamanda
Eğer değişen irade ve akıl melekelerinden
değiştiren olur, kendi kendini değiştirir.
yoksun ise, değişim bir değiştirene tabi olarak
“Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur ifadesi”,
gerçekleşir. Değişimin öznesi, değiştiren olur,
“nefsini arıtana/fenalıklara gömene, kendinde
değişimin yön ve rotasını, miktarını, biçimini o belirler. Değişen değiştiğinin farkında bile değildir. İnsanın diğer canlılar, doğa ve hayvanat ile arasındaki ilişkide ortaya çıkan durum budur. “Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ” atasözü bu gerçeğin bir ifadesidir. İnsanın vahşi hayvanları
olanı değiştirene” dönüşür. Değişmeye kendisi karar verir, sahip olduğu akıl ile neyi, neden ve ne kadar değiştirmesi gerektiği bilgi ve bilincine sahip olur, değişimin yön ve rotasını, miktar ve biçimini belirler, iradesi ile de karar verir ve türlü engellerin varlığına rağmen kararının arkasında
evcilleştirmesi, onlara çeşitli eğitim yöntemleri
durup değişimin gerçekleşmesini sağlar.
ile muhtelif beceriler kazandırması ve gütmesi,
İnsan kendini değiştirme güç ve imkanına
etinden, sütünden, dilediğince istifade etmesi
sahiptir. Onun sahip olduğu değerler,
her an göz önünde duran örnekleridir. Din
düşünceler, inanç esasları, yaşam biçimi, huy
ve ideolojilerde, devlet, cemaat, tarikat gibi
ve alışkanlıklar, davranış ve tutumlar değişen
toplumsal/kurumsal yapılarda da değişim insan
ve değiştirilebilen özellikleridir. Bu özelliklerini
eli ile gerçekleşir. Mesela hiçbir din/ideoloji
dilediği yönde ve şekilde değiştirerek, her an
kendi kendine var olamadığı gibi, kendi kendini
“yeni bir insan” olması, hayatına yeni bir yön
geliştirip/değiştirip güncelleyemez, yenileyemez
ve rota kazandırması, kendini arttırması ya da
de. Aynı durum toplum ve toplumsal kurumlar
eksiltmesi mümkündür.
114
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Her ne kadar atalar “can çıkar da huy çıkmaz,
Kişiliksizlik üretir. Değişimde asıl olan insanın
insan yedisinde neyse yetmişinde de odur” gibi
istemesi ve benimsemesi, ne olmak istediğine
insanın değişmeyeceğine dair sözler söylemiş
kendisinin karar vermesidir. Ve bu ancak onun
olsalar da, bunu doğru istikamette değişimin
ikna olması/karar vermesi ve irade ortaya
zorluğuna dikkat çekmek için söylediklerini
koyması ile gerçekleşir. Nereden gelirse gelsin,
düşünmek gerekir. Zira insanın değişimi, şu
baskının, zorlamanın ve dayatmanın her çeşidi,
veya bu gerekçeyle, her an yaşanan, her an
kişiliğin oluşum ve olgunlaşma sürecini etkiler/
gerçekleşen bir durumdur. Ancak bu değişim,
engeller ve ikiyüzlülüğü, münafıklığı teşvik eder.
her zaman aynı yönde, aynı şekilde, aynı tempoda gerçekleşmez, her an her istikamette gerçekleşebilir. İnsanın, kötü halini iyi ile değiştirmesi mümkün olduğu gibi iyi halini kötü ile değiştirmesi de mümkündür. Şüphesiz bu değişime etki eden birçok unsurdan bahsetmek mümkündür. İçinde yaşadığı sosyal ortam, muhatap olduğu din ya da ideoloji, örnek aldığı insan ya da insan topluluğu, bayrağı altında yaşadığı devletin politikaları pekala ona etki edebilir. Fakat hiç biri onu değiştirmeye güç yetiremez, istemezse hiç biri ona etki edemez ve onu değiştiremezler. İnsan, değişmeye kendi karar verir, değişmek ister, kendi kendini değiştirir. Değişiminin tek öznesi kendisidir. Yukarıda sayılan unsurlar ancak kendilerini takdim ve teklif edebilir, bir alternatif olarak sunabilirler. Bu gerçek göz ardı edildiğinde; “insani değişim” “insan değiştirilebilir” şeklinde okunduğunda, yaşanan değişim, insani bir değişim olma özelliğini kaybeder. Bir kere muhatap adam yerine konmaz, akıl ve iradesi yok sayılır, kişilik ve tercihlerine, düşünce ve doğrularına değer verilmez. İnsana bir “koyun”muş gibi yaklaşılır. Ve saman, kaval ve sopayla, yani baskı ve zorla, telkin, dayatma ve beyin yıkamalarla hizaya sokulmaya çalışılır. İnsanın değişme, kendini değiştirme imkanı elinden alınır. Değişiminin öznesi olması gerekirken nesnesi haline gelir. Ve insanlığına yakışmayan yöntemlere maruz kalır.
Mutsuzluk üretir. Kendi olma hakkı elinden alınan insan hep bir başkasının istediğini olmak zorunda kalır. Üstelik saygı da görmez, adam yerine de konmaz. Bu şartlar altında insan ne kadar mutlu ve huzurlu olabilir ki? İslam, insan için insanca bir değişim öngörür. İslam’ın insanla, insanın yaşadığı hayatla ve dünyayla ilgili iddiaları ve idealleri vardır. İdealleri doğrultusunda mevcut olanı değiştirmeye taliptir. Adalet ve selamın gerçekleşmesi için hep daha iyinin, daha hayırlının ve daha güzelin peşindedir. O kalplerde kalan bir inanç, kafalarda kalan bir fikir, belli zaman ve mekanlarda gerçekleştirilen ibadet ve ayinler manzumesi değil, bir hayat tarzıdır, bir insan modelidir, bir toplum biçimidir, bir dünya düzenidir. Hem de Allah’tan gelme özelliği ile eşsiz ve benzersizdir. Bu dinin muhatabı insandır. Hangi insan? Şu veya bu insanı değil, her insan. Tek şart, muhatabın aklını kullanabilme özelliğine sahip olmasıdır ki, aklı olmayanın dini de yoktur. Akıl sahipliğinin önemi düşünmeyi, doğru ile yanlışı fark etmeyi sağlaması ve yapılanı/ tercihi bilinçli hale getirmesi açısındandır. Bu din akıl sahibi muhatabıyla, onun akli melekelerini sonuna kadar kullanmasını öngören bir ilişki tesis eder. Kendini anlatır, delillerini, dayanaklarını ifade eder, sadece nasıl değil, neden ve niçin sorularına da cevap verir. Şunu yap, şöyle inan demekle kalmaz, neden öyle
İnsanı, insan olarak muhatap almadan
yapılması ve inanılması gerektiğini de ortaya
gerçekleştirilmeye çalışılan değiştirme
koyar. Muhatabın anlayacağı dil ve argümanları
girişimleri;
kullanır. Düşünmeye ve akletmeye davet
Zulüm üretir. Değişme sürecinde insan, insanlığına yakışmayan uygulamalara maruz kalır, kandırma çabaları ve başının üzerinden
eder. Amacı öncelikle anlaşılmak, kabulün de reddin de bilerek, anlayarak gerçekleşmesini sağlamaktır.
sopa/giyotin hiç eksik olmaz. Değişime
Mesela, Allah’ın varlığını kabul etmeyen ya da
direnenlerin ve değişmek istemeyenlerin ise
O’na ortak koşanları baskı ya da beyin yıkama
ortadan kaldırıldığı katliamlar yaşanır.
gibi yollarla zorla ikna etmeye çalışmak yerine,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
115
kendinden ve haklılığından emin bir yaklaşımla,
adalet taleplerinin gelişip güçlenmesini
özgürce düşünmeye çağırır. Kim ne derse desin
menfaatleriyle çeliştiği için istemezler. Bu
Allah bir ve tektir. Ama muhatabın bu sonuca
fikrin dillendirilmesinin, kabul edilmesinin
kendi hür iradesi ile ulaşması önemlidir. Ve süreç
önüne geçmeye çalışırlar. Ve bu yolda her türlü
başlar. Bir yandan Allah anlatılır öte yandan
zorbalığa başvururlar ki, tarih bu zorbalıkların
putlar. Sorular sorulur, hangisi gerçektir, hangisi
örnekleriyle doludur.
tanrı olmaya layıktır. Allah’ın birliğinin delilleri ortaya konur, onlardan da iddiaların ispatlanması istenir. Haydi, gösterin delillerinizi denir.
“Firavun şöyle dedi: ‘Ben size izin vermeden ona inandınız ha?’…”6
Çelişkiler, tutarsızlıklar gözler önüne serilir.
“…Eğer bu işten vazgeçmezseniz, and olsun sizi
Doğru düşünmenin gerçekleşmesi için gerekli
taşlarız. Ve bizden size mutlaka fena bir kötülük
yol, yöntem, araçların hepsi ortaya konulur.
dokunur.’ dediler.”7
Ya sonra.
“Ama hakkı inkar eden toplumlar, elcilerine şöyle
Sonrası tamamen muhataba aittir. Neye, nasıl
dediler: ‘Ya bizim yolumuza (dinimize) dönersiniz,
inanacağına, inanıp inanmayacağına o karar
ya da kesinlikle sizi ülkemizden sürüp çıkarırız.’…”8
verir. Bu din Hak ve gerçek olmasına, insan tabiatına uygun olmasına, hem dünyada hem de ahirette huzur ve saadet ona bağlı olmasına rağmen, kendini, muhataba baskı ve zorla dayatmaz, boş vaatlerde bulunarak kandırmaz. Kendini ifade
“Şuayb’ın kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: ‘Ey Şuayb! Andolsun, ya kesinlikle bizim dinimize dönersiniz ya da mutlaka seni ve seninle birlikte inananları memleketimizden çıkarırız.’ Şuayb; ‘İstemesek de mi?’ dedi.”9
eder sadece. Sonra, sonra durur bekler. O hak
Evet, bu dinin kabulünü engellemeye
ve gerçek olanı ortaya koymuştur bir kere, artık
çalışanların her türlü tuzak, baskı ve zorlarına
karar muhataba aittir. Akıl ve vicdanından başka
karşın kabulü için yapılabilecek tek şey onu
bir güç onu kabule zorlayamaz. Zira bu din Allah
ortaya koymaktır, güzelce anlatmaktır. Muhatabı
tarafından kullarına yapılan ilahi bir tekliftir.
mesajla karşı karşıya getirmektir.
Ve İslam’ın muhatabı insanla ilişki biçimi teklif esasına dayanır.
boyun eğdirir, iman etmelerini sağlardı.10 Ancak
“Deki, gerçek Rabbinizdedir. Öyle ise dileyen iman
O, insanı imtihan etmeyi diledi ve bu yüzden
etsin, dileyen inkâr etsin.1
gerekli uyarı ve ikazları yapıp tercihlerinde
“Biz ona doğru yolu gösterdik. O ise ya şükredici ya da inkâr edici olur.”2
serbest bıraktı. Hayatın her bir safhasında önüne tercihler koydu. Kapısını her zaman kullarına açık tuttu. Dinini insanlara ulaştırmada aracı
Ey Muhammed! Sen öğüt ver. Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen onlara zor kullanacak değilsin.3 Sana düşen sadece duyurmaktır,4 tebliğ etmektir.5
Bu dinin kabul edilmesinin önünde -insan nefsinden kaynaklanan engelleri bir kenara bıraktığımızda- harici birçok engeller bulunmaktadır. Kulları kendilerine kul köle edinenler tevhidi düşüncenin, zalimler adalet fikrinin, sömürgeci güçler sosyal
kıldığı Resulleri “sen sadece bir öğüt vericisin. Sen onlara zor kullanacak değilsin” diyerek tekrar tekrar uyardı. Ve “dinde zorlama yoktur” hükmüyle de Müslümanlara dini nasıl ortaya koymaları gerektiğini öğretti. Müslümanların vazifesi, bu dini açık ve net olarak anlatmaları, sözü en güzel şekilde söylemeleri, uyarmaları, öğüt vermeleri, rehberlik etmeleri ve model olmalarıdır. Ne resulün ne de Müslümanların; Müslüman yapmak, iman edilmesini sağlamak, Taha, 20 / 71
6
Kehf 18/29
7
İnsan 76
8
Şura 48
9
Gaşiye 21–22
10
1 2 3 4
Rad 40
5
116
Şüphesiz dilese idi Allah, insanların hepsine
Yasin 36/18 İbrahim, 14/13 A’raf, 7/88 “Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı.” (Yunus 10/99)
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
iman edeni de istemediği halde iman üzere
beşeri olmayan meziyetlerle donandıklarını ve
tutmak gibi bir vazifesi yoktur ve hiçbir zaman
gizli hazinelere sahip olduklarını iddia ederek
da olmamıştır.
muhataplarının gözünü kamaştırmak gibi yollar
Kur’an bir öğüttür, dileyen öğüt alır.
izlememişlerdir. (Enam: 50 ) En zayıf ve çaresiz kaldıkları dönemlerde bile küçük tavizlerle
İslam bir tekliftir, dileyen kabul eder.
(Kalem 68/9) ya da vaatlerle, mesajını kabul
Bu din bir çağrıdır, isteyen icabet eder.
edebilecekler olduğu halde, bu yollara asla
Bu din bir uyarıdır, dileyen kulak verir. Bu din hidayeti gösterir, isteyen o yönde ilerler. Bu din bir yaşam biçimidir, dileyen yaşar. Dileyen nefsini arıtır, dileyen de örter.
yönelmemişlerdir. Allah’ın Resulü Mekke’ye hac için gelen kabilelerden Amr Bin Sa’sa Oğullarına giderek onları Aziz ve Celil olan Allah’a davet eder. İçlerinden biri Resulullah’a övgüler sıraladıktan sonra “Allah seni muhaliflerine karşı muzaffer
Dileyen de istediği zaman dinini de değiştirir,
kıldığında bize ne var? Senden sonra hüküm
inancını da.
bizim kalacak mı? diye sorar. Cevap çok açıktır.
Allah’ın serbest bıraktığı iradeleri herhangi bir
“Hüküm Allah’ındır, onu dilediği yere koyar”11
yolla ipotek altına almaya hiçbir kulun hakkı
Ya güçlü oldukları dönemlerde; o dönemlerde
yoktur.
de, akıl ve vicdanların karşısına güçleriyle
Davetçinin bütün gücü, davetinin gücünden ibarettir. Davetin gücü de hak ve gerçek olmasıyla, fıtrata uygunluğuyla, dertlere deva, sorunlara çözüm olmasıyla ilgilidir. Gerçek sanılandan çok daha güçlüdür, karşı konulamaz bir cazibesi vardır. Hak batılı, gerçek yalanı, doğru yanlışı her zaman yener. Hak, hak oluşundan başka bir gerekçeyle muhatabı tarafından kabul edilmeye asla razı olmaz. Hak olmayan bir söz sonuca bakıp “kabul edileyim de nasıl olursa olsun” diyebilir. Hak olmadığı halde sureti haktan görünerek, yapamayacağı vaatlerde bulunarak, söyleyen ağzı kutsallaştırarak, baskı ve zorbalıkla kabul görmeye razılaşabilir ki bu onun acziyetinin ve kendine güvensizliğinin bir göstergesidir… Hak söz ise kabul ettirilmek değil kabul görmek, benimsetilmek değil benimsenmek, dayatılmak değil tercih edilmek ister. Üstelik acelesi yoktur, bekler.
çıkmamışlar, insan irade ve özgürlüklerini sınırlama girişimlerinin her zaman karşısında durmuşlardır. Müslümanların Necran ve yöresini fethetmelerinden sonra, Resûlullah yöre halkına nasıl davranılacağına dair şöyle bir ferman deklare etmiştir: “Necran ve civarda yaşayanların canları, malları, inançları Allah’ın ve Resûlü’nün teminatı altındadır... Burada bulunanlar, bulunmayanlar ve diğerlerine, onların örf, âdet ve ibâdetlerine karışılmayacak; hakları ve imtiyazları ellerinden alınmayacak; ne bir piskopos piskoposluğundan ne bir rahip manastırından, ne de bir papaz papazlığından uzaklaştırılacaktır. Herkes, büyük, küçük, bundan sonra da işine aynen devam edecek; hiçbir haç tahrip edilmeyecek; onlara zulmedilmeyecek, onlar da zulmetmeyecekler; cahiliye devrinde olduğu gibi kimse kan davası gütmeyecek; onlardan öşür alınmayacak ve birlikleri teçhiz etmek için pay istenmeyecektir.”12 Yine Hz. Ömer, babasının Mısır valisi olmasına
İslam, hak ve gerçek oluşundan başka bir gerekçeyle muhatabını ikna etmeye ve onun tarafından kabul görmeye asla çalışmamıştır.
güvenerek bir kişiyi dövmesi üzerine Amr b. el-As’ın oğluna, “Ne zamandan beri anaların hür doğurduğunu köleleştiriyorsunuz?” diye
Bu dinin davetçileri muhatap oldukları her türlü
çıkışmıştır.
baskı ve şiddete rağmen insanların karşısına hak
Bu örnekliklerin ışığında Müslümanlar akılların,
ve gerçek olan davetleriyle çıkmışlardır. Ondan güç almışlar ve onun gücüne inanmışlardır. Ve her platformda onu insanlara anlatmışlardır. Onlar, kendilerini asla öne çıkarmaya çalışmamış, gizli bir güce sahip olduklarını,
vicdanların karşısına tankla, topla, tüfekle, İşte İslam, Seyyid Kutup
11
Kutub, Muhammed, Siret Ansiklopedisi, İnkilâb Yay.,
12
1996, İkinci Baskı, I, 212. Krş. İbn Sa’d, Muhammed, Tabakâtu’l-Kubra, Beyrut, trs., II, 357.
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
117
kutsal güçlerle, mucizelerle, unvanlarla,
değil, bilerek, isteyerek gerçekleşen akli ve
etiketlerle, menfaat vaatleriyle… değil sadece
kalbi bir tasdiktir. Ve ancak ikna ile itminan
Allah’ın sözü ile çıkacak, onu da en güzel
ile gerçekleşir. Zor ile iman, baskı ile iman,
şekilde söylemeye çalışacaklardır. Olması
kandırma ile iman, menfaatle iman yan yana
gereken mesajın korkudan, kaygıdan, baskıdan,
gelmez, bir arada olmaz. İman ettirilmez,
menfaatten dolayı değil de bilerek, farkına
iman edilir. İman edip etmeyeceğine kişi,
vararak, isteyerek kabul edilmesidir.
sadece ve sadece kendisi karar verir. Zorla
“(Bütün insanlığı) hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel, en inandırıcı yöntemlerle tartış, şüphesiz, O’nun yolundan kimin saptığını en iyi bilen senin Rabbindir ve yine doğru yola erişenleri de en iyi bilen O’dur.”13
kabul ettirilen iman hali asla gerçek bir hal değildir, sadece bir görüntüdür. Böyle bir iman üzerine, ne sağlam bir yapı kurmak ne de kişilik inşa etmek mümkün değildir. Buradan olsa olsa “iki yüzlülük/münâfıklık” hastalığı çıkar. Başörtüsünün dayatıldığı bir ülkeyle ilgili paylaşılan şu gözlem, anlatmak istediğimize
İslam’ın temel esaslarından biridir, mesaj ile
güzel bir örnektir. “Bir keresinde Müslüman
muhatabı baş başa bırakmak. Müslümanların
bir ülkenin havaalanındaydım. Bütün bayanlar
da sorumluluklarından biridir, insan ve toplum
kapalıydı. Fakat uçak kalkar kalkmaz bütün
üzerindeki baskıcı unsurların baskısına son
örtülüler başörtülerini açtı”.16
vermek, iradeler üzerindeki ipotekleri (maddi ya da manevi) kaldırmak, zorla insanların köleleştirilmesine, inandıkları gibi yaşamalarına müdâhale edilmesine engel olmak. Kendi baskılarını kurmak ve ya kendilerini dayatmak için değil, özgür tercihin önündeki engeller kalksın diye, insanlar inandıkları gibi yaşama imkânına kavuşsun diye. Dileyen, isteyen Müslüman olsun diye. Dileyen dilediğini
Üstelik alternatifin olmadığı yerde yapılanın dini ve ahlaki bir değeri yoktur. Ahlakilik özgürlükten ayrılamaz. Ancak hür fiil ahlaki fiildir. Ayrıca sorumluluk da özgürlükle direkt ilgilidir. Özgürlüğü olmayanın sorumluluğu da yoktur. Yapmak zorunda kalındığı için yapılan, yapanı yansıtmaz. Bu şartlar altında yapılandan kişi sorumlu da tutulmaz. Yapılanın makbul
gerçekleştirsin diye.
olanı yapmama seçeneğine rağmen yapılandır.
İslam insani değişimi onun kendini değiştirmesi
doğruyu tercih edebilmek, tembelliğe rağmen
olarak okur ve tamamıyla insanın kendisine bırakır. Onu değiştirmek ister, ancak bu değişimin onun kendini değiştirmesi şeklinde gerçekleşmesini önemser/esas alır. İnsanın içindeki dinamikleri harekete geçirerek onun kendini değiştirmesini temin etmeye çalışır.
Batıla rağmen hakkı seçebilmek, yanlışa rağmen çalışmayı, biriktirebileceğin halde vermeyi başarabilmek esastır, önemlidir. Hz. Ali ne güzel söylemiş.“Köle ruhlular korkuyla, tacirler bir ücret umarak, özgür insanlar aşkla Tanrı’ya iman ederler.” İmam Ali
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş,
Siz muhataplarınızın, neden teklifinizi kabul
onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”
etmesini, neden ve nasıl inanmasını istersiniz?
14
“İnansın da nasıl olursa olsun” diyen bir “Bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah
yaklaşım insani ve İslami bir yaklaşım değildir
onların durumunu değiştirmez.”15
ve sonuç olarak da sağlıklı sonuçlar ortaya
İslam’ın insan hayatında öngördüğü değişimler, zorla baskıyla gerçekleşecek değişimlerde değildir zaten. Muhataptan istenen iman etmesidir. İman ise bir başkasının dayatmasıyla gerçekleşecek kuru bir kabul, göstermelik bir ikrar ve gösteriş için yapılan ibadetler 16/25
13
Şems 91
14
Rad 13/4
15
118
çıkarmaz. Kararı muhataba bırakmak ise, işte olması gereken o. *** İslam, insanın özgürlük alanını alabildiğince geniş tutar. Bir kere İslam, kendisi ve müminleri için http://islamiyorum.com/index.
16
php?sayfa=makaledetay.php&mkid=351&sayi=75
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
istediğini başka dinler ve o dinin mensupları için de ister. Görmek istediği saygıyı onlara da gösterir. Onları küçümsemez, onlara karşı alay eden, hor gören, rencide eden üslup ve yaklaşımlara rıza göstermez. Baskı ve zora başvurulmasına, özgürlük alanlarının kısıtlanmasına izin vermez. Nasıl kendinin ifade edilmesini önemsiyor ise başka din, fikir ve düşüncelerinde kendini ifade etmesini önemser. Onların da kendilerini anlatma haklarını teminat altına alır. İslam’da düşünce suçu diye bir kavram yoktur.
dönenleri Allah’a havale ettiği halde.17 Peki, bu din kendini nasıl gerçekleştirir? Müslüman olmayı tercih eden insanın gelişimini nasıl temin eder? İslam, akıl ve iradesiyle muhatap kabul ettiği insanın bu süreci de kendiliğinden, isteyerek, içinden geldiği gibi yaşamasını önemser. Kendisinin, dışarıdan bir baskıyla, zorla yaşatılmaya çalışılmasına asla razı olmaz. Başkalarının hakkına tecavüz içeren gasp, hırsızlık, öldürme, iftira, fitne, tecavüz gibi suçlar dışında cezai müeyyidelere başvurmaz.
İnsanların, Müslüman olmayı seçme özgürlükleri
Anlayarak, idrak ederek, bilerek yaşamayı
gibi Müslüman iken din değiştirme hakları
yöntemleştirir. Ve ne kadar yaşayacağını
da vardır. İsteyen iman eder, mümin olarak
muhatabına bırakır. Kim ne kadar isterse dini
yaşar, isteyen de hiç iman etmez, iman eder
o kadar yaşar. İsteyen çok yapar isteyen az.
sonra imandan gerisin geriye döner. Mümin
Dileyen çok verir, dileyen az. Ama kimse bir
iken münkir olur. Bir insanın Müslüman
başkasının ne kadar yapacağına/yaşayacağına
olmasının engellenmesi ne kadar yanlış ise,
karar veremez, belirleyemez, daha fazlasını
Müslüman olmaya zorlanması ne kadar yanlış
dayatamaz, yapmayan, yapmak istemeyen
ise, Müslüman olarak kalmaya zorlanması ve
için yaptırımlar koyamaz. Daha fazlası için
başka bir dini tercih etmesinin önünün kesilmesi
yapılacaklar, öğüt, teşvik, tavsiye, uyarı vb. olayı
de o kadar yanlıştır. Dine giriş kapısı girmek isteyenler için olduğu gibi çıkmak isteyenler için de her zaman açıktır. İman etme özgürlüğü kadar inkar etme özgürlüğü de önemlidir. Dinini değiştirmek isteyeni hiçbir güç dinde kalmaya zorlayamaz. Hem insanları kendini kabule zorlamayan bir din, terk etme noktasında neden zorlama yapsın? Kendine güvenen, hak ve gerçek
insan iradesine bırakan ve bir başkasının insan üzerinde bekçilik ya da çavuşluk yapmasını engelleyen yaklaşımlardır. Müslümanların sahip olduğu güç/devlet, dinin kabulünü ve yaşanmasını dayatmak için değil, özgürlük ortamının korunması içindir. Kur’an, ibadetleri emrettiği halde, bunları yerine getirmeyenlere uygulanacak herhangi bir dünyevî cezayı ön görmemektedir.18
olduğunu iddia eden bir din “ya girme, girersen
İslam insanın üzerindeki her türlü baskıyı
de çıkma” gibi bir söyleme niye başvursun?
kaldırır, başta dini tercih konusunda serbest
Aksine bu din, tam bir özgüvenle insanlara: “gir,
bıraktığı insanı, Müslüman olduktan sonra da
bak, bir daha çıkmak aklının köşesinden bile
“Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner
17
geçmeyecek” der.
(irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak
Bu konuda Hz. Peygamber’in “Dinini
gönüllü, kafirlere karşı ise ’güçlü ve onurlu’, Allah
değiştireni öldürünüz” hadisini ölçü alanların
yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından
atladığı şey, bu sözün dinden dönme olayının
korkmayan bir topluluk getirir.” Maide 5/54
Müslümanlara karşı geliştirilen özel bir “taktik”
“Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra,
olduğu ve dininden dönenlerin, otomatik
arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine
olarak Müslümanlarla savaş haline geçtikleri
ümit vermiştir. ..Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır.” Muhammed 47/27-28
bir ortamda söylendiği gerçeğidir. Onlar, sözü söylendiği bağlamda düşünmedikleri
“Sizden kim dininden geri döner ve kafir olarak ölürse, artık onların bütün amelleri, dünyada da ahirette de
için genel bir ilke halinde anlamakta,
boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda sürekli
konjonktürel siyasi bir kararı dini bir ilke haline dönüştürmektedirler. Hem de Kur’an dinden
kalacaklardır”.Bakara 2/ 217 http://ilahiyat.erciyes.edu.tr/bilimname/2005_1.pdf
18
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
119
yapacakları konusunda serbest bırakır. Kişi
Aliya İzzet Begoviç de bu mantıkla
dinle/Allah ile baş başadır. Bu din yapılması
oluşturduğumuz geleneği şöyle anlatıyor:
gerekeni söyler, yapmanın ve yapmamanın neye mal olacağını neden yapılması gerektiğini açıklar, ölçüyü koyar, sonucu bekler. Kim Allah katında nasıl bir karşılık bulmak istiyorsa ona göre davranmakta, görmek istediği karşılığa göre yol ve iş tutmakta serbesttir. Kim ne biçmek istiyorsa onu ekecek, nasıl bir karşılık bulmak istiyorsa ona göre davranacaktır. Diğerlerine düşen ise Asr Suresi’nde ortaya konan “Hakkı ve sabrı tavsiye” etmekten ibarettir.
“Aslında, asırlardır, birinci kaynaktan gelen İslamî fikrin anlaşılamamasının neticesi olarak biz, gençliğimizi yanlış eğitiyoruz... … Müslüman değil, tebaa... Mükemmel, sakin, tam tebaa… Neredeyse uşaklar eğitiyorduk (veya topluyorduk)… Hakkını yiyorlar o susuyor. Şamar vuruyorlar o karşılık vermiyor, sadece bunun iyi bir şey olmadığını ortaya koymaya çalışıyor. Tek kelimeyle o ‘karınca bile ezmeyen’lerdendir vs. Fitne, esaret ve adaletsizlik dolu bir dünyada, gençliğe sakınmasını, sakin olmasını, itaat
Asra andolsun ki, insan hüsrandadır. Yalnız iman
etmesini öğütlemek aynı zamanda kendi halkının
edip salih amel işleyenler, bir de birbirlerine
ezilmesi ve esir edilmesinde ortak olmak değil
hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”
midir?”20
***
Olması gerekenin bir ayağını yine Aliya’dan
İlkeler ve uygulama bu kadar açık. Ama vakıamız, yaklaşım ve imajımız o kadar farklı ve o kadar bu gerçeklerden uzak ki. Ne hal üzerinde olduğumuzu, nereden nereye geldiğimizi İlhami Güler şöyle ifade ediyor:
dinleyelim: (Şunun bunun yolundan değil) Kendi yolundan gidecek ve bunun için kimseden izin istemeyecek şeref sahibi bir nesil, Çünkü hep aklımızda tutalım: İslam’ın ilerlemesini -her türlü ilerlemeyi- sakin ve teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve itirazcı (isyankâr) ruhlu kimseler
“Doğrularımızı kutsallaştırdık.
gerçekleştirecektir.”
Önce Kur’an’ın merhametle yoğrulmuş Rahim/
Diğer ayak ise şudur: Her türlü dayatmaya
Adil/Hakim ve insanla dost (Veli) Allah’ı,
karşı çıkan bu onurlu nesil, kendini dayatmaya
hikmetinden sual olunmayan ‘‘Mutlak Güce’’;
da kalkışmayacaktır. Dinde zorlama yoktur
İnsanların akıllarını çalıştırmaya gelmiş olan
Dileyen kabul eder, dileyen de inkar eder,
Kur’an (43/3), dogmatik ve el sürülmez kutsal bir otoriteye;
ve Hakk’ın Hak olduğu için kabul edilmelidir. bütün sorumluluk hakkı ortaya çıkarmaktan, bir alternatif olarak insanlığın önünde var olmasını
Müslümanlar için canlı bir örnek (usve) olan Hz.
sağlamaktan ibarettir.
Muhammed, mutlak bir taklit merciine (Sünnet);
Müslüman’ın sorumluluğunun bittiği yer,
Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’in hayatını
muhatapların sorumluluğunun başladığı yerdir.
yorumlayan alimler, aşılmaz “mezhep” imamlarına; Biat (sözleşme) ile bizim adımıza kamusal (siyasi) işleri deruhte edecek devlet ricali, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesine; Tasavvuf uluları Allah’ın “Rububiyyet’’ sıfatını paylaşan “kutup”lara “gavs”lara, “veli”lere, ‘‘şeyh’’lere dönüşmüş Ve bütün bu otoriteler altında insan ezilmiş, cılızlaşmış, kavrulmuş ve özü gürleşememiştir.”19 İlhami Güler, Söz ve Adalet Dergisi, Sayı 2, shf: 26
19
“Türklerde Otoriteryenliğin ve İtaatkarlığın Dini ve Kültürel Kökleri”
120
Aliya İzzet Begoviç, İslam Deklarasyonu
20
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
Gündem
ROMANYA Farklı Bir Avrupa Ülkesi A. Hamdi ALKAN 1998 yılının 30 Ağustos günü maa aile Romanya’ya gitmek üzere Kapıkule sınır kapısından çıkışımızı dün gibi hatırlıyorum. O günkü hissiyatımı, ruh halimi bugünden analiz etmek çok kolay olmasa da ne yaptığını
geçirmemize yardımcı olur. Öncelikle Romanya neresidir, kökeni nereye dayanır, tarihi ve coğrafi özellikleri nelerdir, kısaca bunlardan bahsedelim.
bilen bir insan kararlılığında hareket ettiğimi
238,391 km²’lik bir alana yayılan Romanya,
düşünüyorum. Daha önceden hiç yurtdışı
Avrupa’nın en geniş yüz ölçümüne sahip 12.,
tecrübesi yaşamamış, sadece bir kez yine
dünyanın 82. ülkesidir. Avrupa Birliği üyesi olan
Romanya’ya birkaç günlüğüne gelmiş ve dönmüş
ülke birlik ülkeleri içinde 7. büyük yüz ölçümü,
birisi olarak beni ve ailemi nasıl bir sürecin
9. büyük nüfusa sahiptir. Bulgaristan ile olan
beklediğini tam olarak bilemememe rağmen,
sınırının tamamı, Sırbistan ile olan sınırının ise
yine de belli bir güven duygusu ve yeryüzü
büyük kısmı Tuna Nehri ile çizilen Romanya’nın,
coğrafyasına gerektiğinde hicret kavramının
Tuna’nın bir kolu olan Prut Nehri ile de,
ıstılahi boyutuna istinat eden bir bakışımızın
Ukrayna’nın güneyi ile olan sınırı ve Moldova’nın
olması gerekliliği düşüncesiyle kararlı bir çıkışla
tamamı ile sınırı çizilir. Tuna Nehri’nin,
sınırdan Bulgaristan’a girdik. İstanbul Romanya
Karadeniz’e döküldüğü Delta’nın büyük kısmı
arası kara yoluyla muhtelif güzergâhlara göre
Romanya’dan geçmekle beraber ülkenin
değişiklik gösterse de ortalama 650 km’lik bir
güneyi, güneybatısı, batısı ve kuzeydoğusu
mesafe ve bunun neredeyse yarısı İstanbul
bu nehir ve kolları ile çevrilidir. Ayrıca Tuna
Kapıkule sınır kapısı arası. Bulgaristan içerisinde
Nehri’nin kolu olan Tisza, Romanya’nın Ukrayna
yaklaşık 310 km giderek ülkeyi kuzey güney
ile olan sınırının bir kısmını çizip Macaristan
yönünde ortadan kestik ve Romanya sınırına
topraklarına girmektedir. Kısacası Tuna Nehri
ulaştık. Ve önemli bir sorunla karşılaşmadan
ülke toprakları için paha biçilemez bir öneme
sınıra yaklaşık 80 km mesafedeki başkent
sahiptir. Ülke toprakları güney ve doğuda kalan
Bükreş’e ulaştık. Yaklaşık 15 yıl oldu. Kendimizi
yerler hariç Avrupa’nın en dağlık alanlarından
izole etmeden, Romanya halkının içine karışarak
biridir. Dağlar ülkenin kuzeyi ile batısı arasında
gecen 15 yıl. Bugün bu uzun surecin sonunda
bir yay çizerek uzanır. En önemli dağlar Karpat
bu coğrafyada yaşayan halkı insan fıtratı ve bu
Dağları olmakla birlikte ülkede yüksekliği 2,000
fıtrata yaratıcı tarafından kodlanmış özellikler
metreyi geçen kırktan fazla dağ bulunmaktadır.
bağlamında yazıya dökmek için yoğunlaştığımda
2007 nüfus sayımı sonuçlarına göre ülke nüfusu
gördüm ki, aslında bu toplumu doğru bir tanıma
22,276,506 kişidir. Bu nüfusun %89.5’ini
ve tanımlama gerçekleştirme noktasında yeterli
Romenler oluşturur. Macarlar %6.6 ile nüfus
bir çaba ve tefekkür gerçekleştirememişim.
içinde ikinci büyük ırktır. Bugün ülkede 535,250
Belki bu çalışma, bu anlamda söz konusu
Roman yaşamaktadır. Geri kalan %1.4 nüfus
konuyla alakalı ilgi alanlarımızı yeniden gözden
içerisinde en önemlileri; Ukrainler, Almanlar,
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
121
Lipovanlar, Türkler, Tatarlar, Sırplar, Slovaklar,
Eflak ve Boğdan halkı, Avusturyalılar, Ruslar,
Bulgarlar, Hırvatlar, Yunanlar, Ruslar, İbraniler,
Tatarlar, Kazaklar ve Lehlerden ibaret bölgedeki
Çekler, Lehler ve İtalyanlardır. Romanya
diğer ordulara karşı Osmanlı ordusunun yanında
laik bir devlettir ve resmi bir dini yoktur.
yer aldılar.
Ülkenin %86.7’si Ortodoks’tur. Bunu %4.7 ile Katoliklik, %3.7 ile Protestanlık ve %1.5 ile Pentekostallık (Protestanlık bünyesindeki bir akım. Yeni protestanlık -neoprotestanizmolarak da adlandırılmıştır. Romanya’da bu inanışa pokaizm, bağlılarına da pokait deniyor. Bunlar içkiyi, kumarı, zinayı, kürtajı, boşanmayı, aşırı giyim kuşamı günah sayarlar, dinlerine son derece bağlılardır) izler. İslam, Romanya’da tarihi bir din olmasına rağmen sadece Dobruca’da yaşayan 67,500 Türk ve Tatarlar arasında yaygındır. Kendini Müslüman olarak tanımlayan Romanya vatandaşlarının gerçek sayısının 200.000 civarında olduğu resmi olmayan kaynaklar tarafından iddia edilir. Bükreş, Romanya’nın başkenti ve en büyük şehridir. Nüfusu 2007 sayımlarına göre 1,931,838 kişidir. Bu nüfus metropolitan alan da eklenince 2.1 milyona çıkmaktadır. Romanya’nın diğer büyük şehirleri Yaş, Cluj-Napoca, Timişoara, Köstence ve Craiova şeklinde sıralanabilir. Toplam şehir sayısı 42’dir. Ülkenin ayrıca nüfusu 200.000’i geçen 5; 100.000’i geçen 13 kenti bulunmaktadır.
1679’da Eflak Derebeyi olan Şerban’ın yerine 1688’de yeğeni Kostantin Brincoveanu geçti. Bu sırada Boğdan Derebeyi Dimitri idi. Bu iki derebeyi 1711 yılında Osmanlı-Rus savaşı esnasında isyan ederek, Deli Petro’ya yardım ettiler. Bunda, İstanbul’dan Balkanlara göç eden Yunan asıllı grupların tesiri büyüktü. Bunlar Eflak ve Boğdan’ın idari hayatına nüfuz etmişlerdi. Yaklaşık bir asır Türk idaresinde bulunmuş olan derebeyliklerin bu isyanları ve huzursuzluk çıkarmaları üzerine Eflak ve Boğdan tahtları “voyvodalık” adı altında yeni bir sisteme konuldu. Bu sıralarda Osmanlı Devleti’nde duraklama devri başlamıştı. 18. yüzyıl sonlarına doğru Rusya, Osmanlı Devleti’ne olan düşmanlığını arttırdı. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Rusya, Osmanlılardan bazı haklar elde ederken bu arada bu iki derebeyliğin iç işlerine müdahale etme yetkisini de kazandı. Her ne kadar kontrol Osmanlılarda kaldıysa da, birçok ticari imkanlar kaybedildi. Bir yıl sonra Bukovina, Avusturya’ya bırakıldı. 1812 yılında Besarabya da elden çıktı. 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşından sonra 1834 yılına kadar Eflak ve Boğdan, Rusya
Tarihçesi
hegemonyası altına tamamen girdi. Kont Pavel
Bir Hint-Avrupa grubu olan Trakyalılar, Romanya
Kiselev, Rusya’dan destek görerek, Osmanlı
toprakları üzerinde yaşamış ilk insanlar olarak
medeniyetini ortadan kaldırmaya çalıştı.
bilinir. Bunların bir kolu olan Dokyalılar M.Ö.
1859 yılında iki eyalet birleşti ve 1861 yılında
800-300 yılları arasında Burebista liderliğinde
Romanya olarak anıldı. 1877 yılında Romanya,
Transilvanya merkez olmak üzere, Dakya
Berlin Antlaşmasıyla Türk hakimiyetinden
Devleti’ni kurdular. M.S. 106-271 yılları arasında
uzaklaştı. Bağımsızlıktan sonra, 1878’de
Romalılar toprakları istila ederek insanları
krallık oldu. 1881’de I. Carol Romanya’nın
Romalılaştırdılar. 1394’te Dovin, 1456’da
ilk kralı oldu. 1886 yılında Romanya, tek
Belgrad, 1475’te Vaslui, 1476’da Schera
meclisli anayasal monarşik idari sistemine
seferleri Osmanlıların Avrupa’ya ilk adım atma
döndü. Romanya sınırlan dışında, özellikle
dönemi savaşlarıdır. 16. yüzyıl Romanya sınırları
Transilvanya’da birçok Romen yaşamaktaydı.
içerisindeki Eflak ve Boğdan, Türk hakimiyeti
I. Dünya Savaşı başlayınca İngiltere, Fransa ve
altında birer derebeylik oldular. Askeri ve
müttefikleri, kendilerine katılması durumunda
diplomatik açıdan Osmanlı Sultanının emrine
Romanya’ya Transilvanya’yı vereceklerine söz
göre hareket eder ve yıllık vergi verirlerdi.
verdiler. 1916’da Romanya Müttefiklere katıldı,
İdarecileri Osmanlı Padişahları tarafından
ama yenilgiye uğradı ve Alman birliklerince
tayin edilirdi. Zaten bunların derebeyleri kendi
işgal edildi. 1918’de Almanya ve Avusturya-
tebaalarını Avrupalıların saldırılarından korumak
Macaristan İmparatorluğu yenilgiye uğrayınca
için Osmanlı idaresinde kalmayı arzu ediyorlardı.
Romanya Transilvanya’yı, Avusturya’nın eyaleti
122
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
olan Bukovina’yı (Moldavya’nın kuzeyi) ve
kamuoyu oluşturulmaya çalışılmış ve darbeye
Basarabya’yı ele geçirdi. Böylece ülkenin
zemin oluşturulmuştu. Benzer bir durum, 1989
yüzölçümü iki katına çıktı, ama bu kez de
yılının son günlerinde, bir üniversite şehri
nüfusunun dörtte birini Macarlar, Almanlar,
olan Timisoara’da gösteri yapan öğrencilerin
Bulgarlar ve Ukraynalılar oluşturdu.
ordu tarafından katledildiği haberinin Bükreş’e
1930’larda ülke ekonomik bakımdan sıkıntılı bir dönem geçirdi. 1940’ta II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yörüngesine giren Romanya’nın topraklarının büyük bir bölümü SSCB, Macaristan ve Bulgaristan tarafından işgal edildi. İlk kralın torunu olan Kral II. Carol, Romanya’nın paylaşılmasına engel olamadı ve tahtı oğlu Mihai’ye bırakarak çekildi. Carol’un ülkeyi terk etmesinden sonra General Ion Antonescu Romanya’da askeri bir diktatörlük kurdu. 1941’de Romanya eski topraklarını geri almak umuduyla Almanya ile birlikte SSCB’ye saldırdı. 1944’te demokratik güçler Romanya’daki Alman yanlısı diktatörlüğe karşı ayaklanarak yönetimi devirdi ve Almanya’ya
ulaşmasıyla, Romanya’da yaşandı. Çocuklarının akıbetlerinin ne olduğu hususunda bilgi almaya çalışan halk manipüle edilerek bu durumdan bir halk devrimi çıkarıldı. Gösterilerin kanlı biçimde bastırılması, ülke çapında gerginliğin artmasına sebep oldu. Ordunun, ayaklanan halkın yanında yer alması üzerine, ülkeden kaçmak isteyen Çavuşesku, yakalanarak hanımı ile birlikte yargılandıktan sonra kurşuna dizildi. Yerine Çavuşesku’nun sağ kolu dönemin Yaş şehri valisi Iliescu’nun getirilmesi dahi, aslında halk ayaklanmasının doğal olarak gelişmediğini, doğal bir muhalif hareket olmadığını, halkın menfaatlerinin değil global aktörlerin merkeze alındığını ortaya koymaya yeter.
savaş açtı. Savaşın sonunda Müttefikler
Ayaklanmayı yöneten Ulusal Kurtuluş Cephesi
Romanya’nın eski topraklarından Transilvanya’yı
çok partili parlamenter sisteme geçileceğini
geri almasına izin verdi. Romanya topraklarına
açıkladı. 20 Mayıs 1990’da yapılan ülke tarihinin
giren SSCB birlikleri Kral Mihai’yi tahtını
ilk özgür seçimlerinde Ion Iliescu önderliğindeki
bırakmaya zorladılar. SSCB yanlısı bir yönetim
Ulusal Kurtuluş Cephesi çoğunluğu kazandı.
işbaşına geldi ve 1948’de Romanya Halk
Ilımlı bir siyasal çizgi izlemekten yana olan
Cumhuriyeti kuruldu.
Iliescu, devlet denetimindeki sosyalist ekonomi
1965 yılına kadar bu şekilde gelen ülke bu yıl yapılan yeni Anayasaya ile artık bir halk
yerine, aşama aşama piyasa ekonomisine dönüleceğini açıkladı.
cumhuriyeti olmaktan çıkmış ve bir sosyalist
Cumhurbaşkanı Ion Iliescu ve Ulusal Kurtuluş
ülke durumuna gelmişti. Bu gelişmeden rahatsız
Cephesi (UKC) hükümeti artan ekonomik
olan bazı çevreler 1966’da Rusya’ya karşı bir
sorunlar ve Macar azınlığın özerklik istekleri
bağımsızlık hareketi geliştirmeye çalıştılar. 1970
karşısında çok geçmeden sertleşmeye
ve 1973’te Romanya Devlet Başkanı Nicolai
yöneldi. Yönetimde eski komünistlerin ağırlık
Çavuşesku ABD’yi ziyaret etti. ABD ile 1976
kazanmasını protesto amacıyla Haziran 1990’da
yılında 10 yıllık bir ticari anlaşma imzalanarak,
Bükreş’te başlayan eylemler, özel trenlerle
nispeten Rusya’dan uzak durulmaya çalışıldı.
getirilen eli sopalı madencilerin estirdiği terörle
Doğu Bloğu ülkelerinin, kapitalist bloğun yeni
bastırıldı.
pazarlar kazanma çabalarına direnemeyip
Birçok aydın ve genç ülkeden kaçarken,
sarsıldığı 1989 yılı, Romanya için de karışıklık ve
muhalefetteki güçler bir cephe oluşturmaya
sıkıntı yılı oldu. Gerçek sebepleri Romen Halkı
çalıştı. Bununla birlikte Başbakan Petre
tarafından bile hala net olarak anlaşılamayan
Roman’ın uyguladığı hızlı ekonomik reform
gösteriler baş gösterdi. Yaşanan olaylar
programı Batı dünyasıyla ilişkilerin gelişmesini
Türkiye’de 1950’lerin sonlarına doğru Demokrat
sağladı. Reformlara bağlı olarak tırmanan
Parti iktidarına karsı girişilen operasyonla
enflasyon Eylül 1991’de özellikle işçiler
çok ciddi benzerlikler gösterir. O dönemde
arasında hoşnutsuzluğun artmasına yol
Türkiye’de, hak arayan üniversite öğrencilerinin
açtı. Bükreş üzerine yürüyen madencilerle
katledildiği, kıyma makinelerinde parçalandığı
güvenlik güçleri arasında kanlı çatışmalar çıktı.
ve cesetlerinin asfaltlara gömüldüğü yalanlarıyla
Bunun üzerine istifa eden Roman’ın yerine
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
123
Theodor Stolojan adlı partisiz bir teknokrat
çıkarılmış, 89’daki devrime kadar dışa bağımlı
getirildi. Stolojan, en büyük ortağı Ulusal
olmayan petrol ürünleri endüstrisi bugün
Kurtuluş Cephesi olan bir koalisyon hükümeti
bir litre benzin dahi üretemeyen bir konuma
kurdu. Ülkenin görece istikrara kavuşmasıyla
gelmiştir. Petrol kaynaklarını işleten yabancı
aşamalı olarak yeni düzenlemelere gidildi
firma ham petrolü ihraç edip yerine bitmiş ürün
ve yabancı yatırımlar hızlandı. Mart 1992’de
ithal etmektedir. Çünkü petrolü işlemek için
Ulusal Kurtuluş Cephesi’nden ayrılan muhalif
kurulmuş rafineriler hurdaya çıkarılmış, ülke
grup Demokratik Konvansiyon adlı bir cephe
bu sektörde de tamamen dışarıya bağımlı bir
oluşturdu. Eylüldeki parlamento seçimlerinden
konuma düşürülmüştür. Kısacası Romanya her
Demokratik Konvansiyon cephesi kazançlı
boyuttan hazır tüketmeye zorlanmış, ellerindeki
çıktı. Ama bu durum Iliescu’nun ikinci kez
imkânları kullanmaları uygulanan politikalarla
cumhurbaşkanı seçilmesini engellemedi. Yarı
değersizleştirilerek dışarıya bağımlılık ülke
başkanlık sisteminin cari olduğu ülkede, başkan
ekonomisinin temelini oluşturur bir duruma
ve hükümetin farklı siyasi eğilimlerde olabilmesi
gelinmiştir.
olasılığı ülkedeki istikrar sorununu ortaya çıkardı ve ülke devrimden günümüze kadar puslu bir ortamda gelişme sağlamaya çalıştı. Bugün başkan Demokrat Liberal bir eğilimde iken başbakan sosyal demokrat bir görüşe sahiptir ve bu durumdan doğan siyasi keşmekeş özellikle son üç yıldır ülkenin önünde ciddi bir engel
Halkın İnanç Yapısı Romanya Halkı farklı etnik kökenleri bağlamında kozmopolit bir yapıda olmalarına karşın çok değişik inanç gruplarının varlığından söz edemeyiz. Ağırlıklı olarak Hristiyan Ortodoks
olarak durmaktadır.
-yaklaşık %70- oldukları söylenebilir.
Coğrafyası ve Gelir Kaynakları
otoritenin din konusundaki tutumuna
Ülkenin büyük bölümü engebeli, sulak, verimli
aynı mesafede durmaya çalışan bir anlayışı
ovalarla kaplıdır. Kuzey bölümünü Karpat
görürüz. Toplum üzerinde bu boyutta, diğer
Dağları keser. Yugoslavya ve Bulgaristan’la
doğu bloğu ülkelerindeki baskı ve yıldırma
güney sınırını oluşturan Tuna Irmağı’nın deltası
politikalarının uygulandığını söyleyememekle
Romanya’nın Karadeniz kıyısında yer alır. 2000’li
beraber tam bir serbestlikten de söz edilemez.
yılların başlarına kadar bu verimli ve sulak
Merkezi otorite hedef alınmadığı sürece halkın
topraklar üzerinde her turlu tarım ürünü (tahıl,
inancını öğrenmesine ve yaşamasına müdahale
keten, kenevir, meyve, sebze, tütün, üzüm vs.)
edilmemiş, ama geliştirmesi için de çok fazla
üretilmekte iken AB’ye tam üyelik başvurusu
imkan oluşturulmamıştır. Bu sebepten olsa
ile başlayan süreçte üretmek yerine hazır
gerek, kiliseleşme daha çok AB üyeliği süreci
tüketme mantalitesi yerleştirilmiştir. Romen
olan 2000’den sonra başlamıştır. İnsanlar
Halkı son derece çalışkan ve üretken bir tarım
hangi kilisede vaftiz edildilerse o kilisenin
toplumundan gelirini son kuruşuna kadar büyük
kayıtlı cemaati sayılmaktadırlar, ancak bugün
alış veriş merkezlerinde harcamaya konsantre
bu durumun pratik hiçbir değeri kalmamıştır.
bir tüketim toplumuna evrilmiştir. Avrupa’nın
Çünkü halkın kiliseyle ilişkisi düğün, vaftiz
hayvancılık alanındaki en büyük üreticilerinden
ve cenaze törenlerinin ötesine geçememiştir.
biri iken tavuk etini dahi ithal eder bir konuma
Sembolik bütün uygulamalar hassasiyetle
gelinmiştir. Ülkenin her yanındaki zengin
yerine getirilirken, kilisenin alışılagelmiş
doğal gaz, tuz, demir-çelik, kömür kaynakları
yaşantı biçimine müdahale etmesine asla
özelleştirilerek başta Avrupalı uluslararası
müsaade edilmez. Parlamento, okullar,
şirketler olmak üzere elden çıkarılmış ve
alış veriş merkezleri, fabrikalar papazların
üretmeyen ancak sadece kendine sunulanı
duaları eşliğinde açılır, ancak kilisenin siyasi
tüketen bir topluluk ortaya çıkarılmıştır. Ülkenin
ve ekonomik konularda görüş beyan ettiğine
kendi ihtiyacını karşılayacak hatta ihracat dahi
hiç rastlanmaz. Bu durumun Çavuşesku
yapabilecek miktardaki petrol kaynakları elden
döneminde izlenen mesafeli duruşla ilgisi olduğu
124
Çavuşesku’nun iktidar olduğu dönemde baktığımızda, her türlü inanç grubuna karsı
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
söylenebilir. Söyle ki, baskıyla oluşturulmamış,
başvurulmaktadır. Müslüman halkın yaşadığı
dayatılmamış bir din anlayışı, kendine muhalefet
bölgelerdeki camilerin imamlarının oluşturduğu
edecek yapıları da pasifize edebilme yeteneğini
bir kurul tarafından seçilen müftü, daha sonra
kazanabilir. Kaybetme ihtimalinin düşük olduğu
kendini seçen kurulu oluşturan imamları tayin
durumlarda koruma duygusunun zayıflayacağını
etmekte, böylece formaliteler yerine getirilmiş
düşünecek olursak, Romanya Halkının inançlarını
sayılmaktadır. Pratikte ise Müslüman olarak
koruma bilincini öncelikli bir mesele olarak
tanımlanan ve azınlık hakları muvacehesinde
algılamadıklarını söylemek çok yanlış olmaz.
farklılıklarının korunduğu iddia edilen bu
Çünkü onların kiliseleri, kilisenin hayatlarında
insanlar, Romanya coğrafyasının belki de en az
oynamış olduğu sınırlı rol her dönemde
gelişmiş, geri bırakılmış bölgesinde halkın geri
konumunu muhafaza etmiştir. Bu durum
kalanından farklı bir yaşam sürmemektedir.
diğer inanç grupları için de söz konusudur.
Müslüman olarak isimlerinden başka ayırıcı bir
Mesela Katolikler, Protestanlar, Yahudiler ve
durumlarının olmadığını söylemek çok da yanlış
Müslümanlar gibi. Burada Müslümanlara dair
olmaz. Siyasi olarak ise Türk Birliği ve Tatar
daha detaylı bir değerlendirme yapmanın gerekli
Birliği isimleri altında oluşturulan iki sivil yapı,
olduğunu düşünüyorum. Çünkü devrimden
çıkardıkları birer aday ile merkez tarafından
sonra ve AB surecinde Romanya mozaiğinde
kendilerine tanınan iki milletvekilliği ile
en fazla Müslüman nüfusun farklılaştığını ve
parlamentoda temsil hakkını kullanmakta, ancak
gelişme kaydettiğini söylemek mümkün. Bu
bu yapılar da angaje oldukları siyasi partilerin
doğal olarak böyledir, çünkü doğruya doğru
politikaları doğrultusunda hareket etmenin
bir evrilme çabasından söz ettiğimizde en
ötesine geçememektedir.
dinamik alternatif güç hakikatin takipçisi olma gayretindeki Müslümanlardır.
Müslüman Nüfus Romanya’da yerleşik Müslüman nüfus ağırlıklı olarak 13. yüzyıldan itibaren değişik vesilelerle bölgeye göç eden Türk ve Tatar asıllılarla, sosyalist rejimin hakim olduğu 1959-1989 arası Orta Doğu coğrafyasında iktidarda olan Baas Partisi iktidarındaki ülkelerden üniversite eğitimi için gelen Arap asıllılardan oluşmaktadır. 1877’deki Romen İstiklal Savaşı’ndan sonra izlenen Müslüman nüfusun göçe zorlanması hedefine dönük politikalar, özellikle Köstence şehrini de içine alan Dobruca bölgesindeki Müslüman Türk nüfusun sayısal ağırlığını önemli ölçüde azaltmıştır. Bugün azınlık hakları çerçevesinde kendilerine tanınan bir kısım imkanlardan istifadeyle varlıklarını sürdürmektedirler. 2007 yılındaki AB’ye tam üyelik sonrasında sahip oldukları ayrıcalıklı
1989 devriminden sonra ülkenin diğer dünya ülkeleriyle ilişkilerinde sağlanan rahatlama, gerek yukarıda zikredilen Orta Doğu kökenli üniversite öğrencilerinin gelmesi ve gerekse İslam coğrafyasında faaliyet gösteren bazı organizasyonların Romanya’daki Müslüman halktan okutmak maksadıyla öğrenci götürmeleriyle İslam’a bakış farklı bir boyut kazanmaya başladı. En azından dünya genelinde İslam’a ve Müslümanlara dair gelişmeler bu halkın da gündemine taşınmaya başlandı ve kendilerini tanımlamak için kullandıkları inancı yeniden keşfetmeye başladılar. Birinci Körfez krizi başladığında, kriz bölgesiyle ticaret yapan Türkiyeli Müslümanlar da alternatif olarak bu coğrafyayı tercih edince, bölgenin Müslüman nüfus mozaiği ciddi biçimde zenginleşti. Bu bölgenin tercih edilme sebepleri arasında, Romanya’nın Türkiye’den vize istemeyen tek Avrupa ülkesi olmasının çok önemli bir yeri vardır.
durumlar hukuki bir altyapı da kazanmıştır.
Bugün, ağırlıklı olarak başkent Bükreş olmak
Merkezi hükümetin “Müslüman azınlık” olarak
üzere Köstence ve civarıyla, daha az miktarda
tanımlamasına bağlı olarak onları temsilen bir
olsa da bütün ülke genelinde dünya üzerinde
müftülük ihdası söz konusudur. Müftü, merkez
mevcut İslami oluşumların ağırlıklı bir kısmı
tarafından Müslüman Romen vatandaşlarının
bir biçimde temsil edilmektedir. Bu temsil,
resmi temsilcisi olarak tanınmakta, Müslüman
Müslüman Romen vatandaşlarına dönük
halkı ilgilendiren konularda görüsüne
olmakla, en azından böyle iddia edilmekle
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m
125
birlikte daha çok dışarıdan gelmiş Müslüman
birebir etkilenmektedirler- ve hem de dünya
nüfusu önemseyen bir faaliyeti merkeze
coğrafyasında varoluş gayemizin ikamesi
almakta, mesela Türkiye’deki Müslümanlara
anlamında bir çaba ortaya koyabilmek için
ait yapılanmalar, Romanya’daki şubelerinde
verimli bir dönem olarak görmekteyim. Toplumla
buradaki Türkiyeli Müslümanları hedef kitle
ikinci nesil olarak ta geliştirebileceğimiz
olarak görmektedir. Bu durum her ne kadar
münasebetlerin bu çabayı doğru bir istikamet
varoluş amaçlarıyla çelişki arz etse de
üzere destekleyeceğine inanıyorum.
realite maalesef bu şekildedir. Bunun temel nedeninin Romanya’da 2009 yılından itibaren
Tevfik Allah’tandır.
baş gösteren ve gittikçe derinleşen ekonomik krize kadar öngörülemeyen bir biçimde gelişen rant ekonomisinin olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Bu coğrafyadaki ekonomik kaynakları kullanarak finansman oluşturan pek çok yapı söz konusudur. Ranta konu olan bu ekonomik faaliyetlerin ne kadar meşru yollardan yapıldığı meselesi, yukarıda zikredilen oluşumların aklama ya da helalleştirme operasyonuna zemin oluşturmakta, insanlar dünyada istedikleri yüksek standartlarda yaşarlarken aynı zamanda ahirette de kolay hesap verme ayrıcalığını kazandıklarını vehmetmektedirler. Bu temel anlayış ve inanma sorunu belli bir idealin ikamesi iddiasıyla ortaya çıkmış yapıların kapital avcılığı noktasında uzmanlaşmaları sonucunu doğurmakta, hakikati yaşama ve taşıma keyfiyeti gündeme bile gelememektedir. Oysa Romen toplumu, belki de bütün Avrupa uluslarından farklı olarak gerek tarihsel hafızaları ve gerekse mevcut kozmopolit yapıları içerisinde son derece sakin bir hayat sürmelerinin onlara kazandırdığı bir ahlak sebebiyle yabancı uyruklu ve farklı inançlara mensup insanlara karsı önyargı beslemeyen nadir toplumlardandır. Elbette istisnaları vardır, ancak Romen milliyetçiliğinin bu coğrafyada hiçbir zaman toplum mühendisliği bağlamında bir değer taşımadığını ve gelecekte de taşıması için gerekli zemini bulmasının son derece zor olduğunu tespit etmek gerekir. Bu itibarla, Romanya’da yaşanan 15 yılı, hangi ekonomik sonuçları doğurduğuna bakmaksızın, hem Türkiye mozaiğini daha iyi anlamak, hem yine Türkiye’de son yıllarda yaşanan toplumsal değişimlerin daha küçük ve yoğun, Türkiye insanlarının oluşturduğu yapıları nasıl etkilediğini görmek acısından -Türkiye’den Romanya’ya gelen insanlar diğer gurbetçilerden farklı olarak Türkiye ile ilişkilerini çok daha yoğun bir biçimde sürdürdüklerinden dolayı yaşanan gelişmelerden
126
w w w . i s l a m i y o r u m . c o m